Bakara, 284-286; Kavram: 142

 

 

 

HESAP VE ALLAH’IN HESABA ÇEKMESİ

 

 

Hesap; Anlam ve Mâhiyeti

Hesap Günü ve Allah’ın Hesaba Çekmesi

Esmâü’l-Hüsnâ’dan Hasîb; Allah Hesaba Çekendir

Sorumluluk

Mes’ûliyet

Teklif

Teklif-i Mâ Lâ Yutak/Güç Yetirilemeyecek Emir ve Yasaklar

Güç-Tâkat

Hata ve Hataların Örtülmesi

Kur’ân-ı Kerim’de Hesap, Allah’ın Hesaba Çekmesi ve Sorumluluk

Hadis-i Şeriflerde Allah’ın Hesaba Çekmesi ve Sorumluluk

Tefsirlerden İktibaslar

İnsan Bu Mes’ûl...

&#

“Göklerde ve yerde bulunanların hepsi Allah’ın mülküdür. Gönlünüzde olanları açığa vursanız da gizleseniz de (farketmez), Allah onunla sizi hesaba çeker, sorgudan sonra dilediğini affeder, dilediğine de azap eder. Allah her şeye kaadirdir.

Gönderilen peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, mü’minler de iman ettiler. Onlardan her biri Allah’a, O’nun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. (Biz de onun için) “mağfiretini niyaz ederiz. Dönüş yalnızca Sanadır’ dediler.

Allah her şahsa, ancak gücü yettiği kadar sorumluluk yükler. Herkesin kazandığı, kendi lehine veya aleyhinedir. (Bundan sonra şöyle duâ edin:) ‘Ey Rabbimiz! Unutursak veya hataya düşersek bizi hesaba çekme (mağfiret et). Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme. Ey Rabbimiz! Bizim gücümüzün yetmediği işlerden bizi sorumlu tutma, bizi affet, bizi bağışla, bize merhamet et. Çünkü Sen, bizim mevlâmızsın/dostumuz ve yardımcımızsın. Kâfir kavimlere karşı bize yardım et.” (2/Bakara, 284-286)

 

 

Hesap; Anlam ve Mâhiyeti

Hesap: Mükellef insanların dünyadaki inanç ve davranışlarından dolayı âhirette hesaba çekilmeleri anlamında bir terimdir. Sözlükte “saymak, hesap etmek”, ayrıca hesaba çekmek mânâsında masdar olan hesap (hisâb) kelimesi, “sayma, sayım” anlamında isim şeklinde de kullanılır. Terim olarak, insanların hesaba çekilecekleri âhiret safhalarından birini ifâde eder.

Kur’ân-ı Kerim’de hemen her zaman terim anlamında kullanılmıştır. Kur’an terminolojisinde hesap, genellikle kötü davranışların dünya (65/Talâk, 8) ve özellikle âhiretteki yansımaları ve sahiplerinin cezalandırılması mânâsına gelmektedir. Bununla birlikte, iyi davranışların âhirette mükâfatlandırılması anlamı da vardır. Kıyâmet gününde insanların Allah tarafından hesaba çekileceğini haber veren âyetler genellikle hesap konusunun mânevî-ahlâkî olacağını ifâde eder. Kur’ân-ı Kerim’in ilk sûresi olan Fâtiha başta olmak üzere, on üç âyette tekrarlanan “yevmü’d-dîn” (ceza günü) tamlaması da hesap kavramını pekiştirmektedir. “Hükmetmek, bilgisi ve mahâretiyle son hükmü vermek” anlamındaki hüküm (hukm) kavramı da çeşitli fiil ve isim sıgalarıyla kırk iki âyette Allah’a izâfe edilmiştir.

Kur’ân-ı Kerim’de âhiretin vukuunu tasvir eden âyetler, ilgili hadislerin de yardımıyla bir sıralamaya tâbi tutulduğu takdirde bir sual-kitap-mîzan-hesap tertibinin ortaya çıkabileceğini söylemek mümkündür. Buna göre önce peygamberler İlâhî tebliği ulaştırıp ulaştırmamaktan, bütün mükellefler de onu benimseyip benimsememekten sorguya çekilecek, ardından herkese kitabı (amel defteri) verilecek, kitapta kayıtlı iyilik ve kötülükler değerlendirilecek (mîzân), böylece mükellefin hesabı görülmüş olacaktır (7/A’râf, 6-9; 17/İsrâ, 13-14). Bununla beraber, kıyâmetteki bu hesaplaşma işlemi uzun sürmeyecektir. Çünkü “Allah hesabı çok süratli olandır.” (2/Bakara, 202)

“Gönlünüzde olanları açığa vursanız da gizleseniz de (farketmez), Allah onunla sizi hesaba çeker, sorgudan sonra dilediğini affeder, dilediğine de azap eder. Allah her şeye kaadirdir.” (2/Bakara, 284) meâlindeki âyet ashâb döneminden itibaren âlimleri düşündürmüştür. Müfessir Taberî’nin konuyla ilgili olarak naklettiği dört görüşün ilkine göre bu İlâhî beyan, şâhitlikle ilgilidir. Zira bir önceki âyette anlatıldığı gibi bir konuda bilgisi ve görgüsü bulunan kişinin bunu gizlemesi kalbinin günahkâr olmasına sebep teşkil eder. Birçok taraftarı bulunan ikinci telakkiye göre, âyetin hükmü, şâhitliğe münhasır olmayıp umûmîdir; fakat aynı sûrenin son âyetinde yer alan, “Allah her kişiyi, ancak gücü yettiğiyle mükellef kılar o kadar sorumluluk yükler.” (2/Bakara, 286) beyanıyla hükmü kaldırılmıştır. Üçüncü telakkiye göre, samimi mü’minlerin zihninde ve gönlünde sürekli olarak bulunan fakat eylem haline gelmeyen, ayrıca küfür ve nifak dışında kalan duygu ve düşünceler de kıyâmet gününde hesaba tâbi tutulacaktır. Ancak bu hesaba çekme işi, çeşitli hadis rivâyetlerinde belirtildiği üzere bizzat Allah tarafından gizli olarak yürütülecek ve kul tarafından itiraf edildikten sonra affa mazhar olacaktır. Küfür, nifak ve dinin temel hükümleri hakkında beslenen sürekli şüphe af kapsamına girmediği gibi, böyle bir İlâhî lütuftan kâfirlerin faydalanması da sözkonusu değildir. Bu âyet hakkında öne sürülen dördüncü anlayışa göre ise İlâhî beyanda yer alan hesaba çekilme hükmü mensuh olmayıp geçerlidir. Ancak özellikle Hz. Âişe’den gelen ve Rasûlullah’a nisbet edilen rivâyete göre, hesaba çekme işi dünya gerçekleşmektedir. Şöyle ki, bu tür duygu ve düşüncelere sahip bulunan mü’minlerin dünyada hissedecekleri vicdan azâbı, pişmanlık, karşılaşacakları maddî ve mânevî sıkıntılar onların muhâsebesini sağlayacak ve fiil haline gelmeyen günah işleme duygusunun doğurduğu günaha keffâret olacaktır. Taberî bu dört görüşü sıraladıktan sonra âyette nesih olmadığını, Allah’ın mü’minleri niyetlerinde sakladıkları günahlardan dolayı da hesaba çekeceğini söyler. Ancak bu niyetler fiil haline dönüşmediğinden cezaya konu teşkil etmeyecek ve yukarıda üçüncü şıkta anlatıldığı üzere affa mazhar olacaktır (Kurtubî, Câmiu’l-Beyân, III/94-100).

Âhiret hallerinden biri olara nasslarda açıkça yer alan hesabın, fiil haline gelip amel niteliği taşımayan duygu ve düşünceleri de kapsadığı Bakara Sûresindeki âyetle (2/284) sâbittir. Bu hükmün neshedilmiş olduğu iddiası isâbetli görünmemektedir. Zira bu husus neshin sözkonusu olamayacağı akaid esaslarındandır. Aynı âyetin devamında, Allah’ın böylelerinden dilediğini affedip dilediğini cezalandıracağını beyan eden kısım da nesih ihtimalini ortadan kaldırmaktadır. İnsanın zihninde bulunan şey, eğer hukuku ilgilendirdiren bir bilgi ise bunun gizlenmesi günahtır ve cezayı gerektiricidir. Bu nitelikte olmayan duygu ve düşünceler, yukarıda üçüncü ve dördüncü şıklarda anlatılan şekillerden biri statüsünde affa mazhar olabilecektir. Nitekim Fahreddin er-Râzî ile Kurtubî’nin de kanaatleri bu çerçevededir.

Bazı Şiî ve Mu’tezilî kelâmcıları dışında hemen hemen bütün İslâm âlimleri, âhiret hallerinden biri olan hesabın gerçekleşeceğine iman etmenin her müslümana farz olduğu görüşünü benimsemişlerdir. Zira hesap kitap, sünnet ve icmâ ile sâbit olduğu gibi, aklen de mümkün, hatta gereklidir. Bununla birlikte hesabın keyfiyeti, süresi ve kimleri kapsadığı hususunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. İlk dönem âlimleri, bazı hadis rivâyetlerinin zâhirine bakarak (İbn Kesir, II/113-117) hesabın hayvanları da kapsayacağını söylerken müteahhir dönem âlimleri hisabın mükellef tutulan yaratıklarla sınırlı olduğu görüşündedir. Dirilişten sonra mahşerde bekleme, amel defterinin verilmesi, sorguya çekilme, her kula âit organların, amellerin işlendiği mekânların ve meleklerin şâhitlikte bulunması ile amellerin tartılıp sonucunun belirlenmesi safhalarından oluştuğu kabul edilen geniş anlamıyla hesap; Kurtubî, Âlûsi, Reşid Rza gibi âlimlere göre bütün mükellefler için aynı anda gerçekleşecek ve bizzat Allah tarafından yürütülecektir. Zira Allah’ın bir kulunu hesaba çekmesi aynı zamanda başkalarının hesabını görmesine engel teşkil etmez. Bu görüşü savunanlara göre hesap, göz açıp kapayıncaya kadar veya yarım günden az bir sürede tamamlanır. Bir grup âlime göre Allah kâfirleri değil; sadece mü’minleri hesaba çekecektir. Başka bir gruba göre ise her mükellefi Allah adına bir melek hesaba çeker. Çünkü hesabı bizzat Allah yürütecek olsaydı kâfirlerle de konuşması gerekirdi. Halbuki bu husus Kur’an’da yer alan bilgilere aykırıdır (bz. 2/Bakara, 174; 3/Âl-i İmrân, 77).

İbn Teymiye, hesabı iki kısma ayırır. Birincisi, kullara âit bütün amellerin tesbit edildiği sayfaların sahiplerine verilmesi şeklinde olup mü’min-kâfir herkes için sözkonusudur. İkincisi, ağır gelen tarafı belirlemek üzere iyilik ve kötülüklerin tartılması anlamında kullanılan hesaptır. Kâfirlerin kötülükleri iyiliklerini boşa çıkardığından cennetlik veya cehennemlik olduklarını tesbit etmek amacıyla onlar hakkında bu tür bir hesap sözkonusu değildir. Bununla birlikte kötülüklerinin sınırını tâyin edip buna göre cezalandırılmaları için ikinci tür bir hesaba çekilebileceklerini söylemek mümkündür (Mecmûu Fetâvâ, IV/305-306).

Müslüman filozoflar, insanların organlarıyla gerçekleştirdikleri fiillerin iyi veya kötü oluşuna göre ruhları üzerinde etkiler yaptığını, bunların da âhirette herkesçe fark edilebileceğini öne sürerek hesap esnâsında organların dile gelmesinin bundan başka bir anlam taşımadığını ileri sürmüşlerdir (Fahreddin er-Râzî, XIII/20; XVIII/19).

Âlûsî’nin de belirttiği gibi, dünyadan farklı bir âlemde gerçekleşecek olan hesabın mâhiyetini akıl yürütmek sûretiyle belirlemek mümkün değildir. Bu hususta en isâbetli yol, nassların bildirdiğini kabul etmekten ibârettir. Âdil olan Allah’ın kullarına asla zulmetmeyeceği gerekçesiyle hesabın gereksizliğini öne sürenlerin aklî dayanakları bulunmadığı gibi, bu iddiayı hesabın vuku bulacağını açıkça bildiren nasslarla bağdaştırmak da mümkün değildir. Hesapta, bütün kulları sorguya çekip yaptıklarını onlara ikrar ettirmek, peygamberleri, melekleri ve diğer bazı varlıkları şâhit tutarak ileri sürülebilecek mâzeretleri ortadan kaldırmak, Allah’ın iyi kullarına karşı lütufkârlığını gösterip affediciliğini fiilen ispat etmek, cezalandırdığı kullarına karşı ise âdil davrandığını ortaya koymak, bu vesile ile itaat eden kullarını aziz kılıp isyankârları zelil kılmak, böylece yaratıkları bekleyen âkıbete dikkat çekerek dünyada yararlı işler yapmaya teşvik edip kötülükten sakındırmak gibi hikmetlerin bulunduğu unutulmamalıdır. Hesabın alenî bir şekilde yapılmasında, tartışmacı bir karaktere sahip bulunan (18/Kehf, 54) insana dünyada işlediği amelleri açıkça gösterip onun itirazda bulunmasına imkân vermemek, ayrıca göreceği ceza veya mükâfatta herhangi bir haksızlığa uğratılmayacağını, dünyadakinin aksine âhiretteki muhâsebede hiçbir ihmalin sözkonusu olmayacağını, hiç bir tesir altında kalınmayacağını ortaya koymak gibi başka hikmetler de düşünülebilir. (1)

 

 

 

Hesap Günü ve Allah’ın Hesaba Çekmesi

Hesap Günü: Allah tarafından insanların bu dünyada iken yaptıkları iyilik ve kötülüklerden dolayı âhirette hesaba çekileceklerine dair dikkat çekilen günün adı "Din günü - Ceza günü-" ile hemen hemen aynı anlama gelir.

"Hesap günü"ne iman etmek, İslâmiyet’in inanç esaslarından birini teşkil eder. Bu günün hak olduğu, bir gün mutlaka gerçekleşeceği Kitap (Kur'ân)la sâbittir. "Allah herkesi kazandığının karşılığını vermek üzere (diriltecektir). Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir" (14/İbrâhim, 51) buyrulmaktadır. Diğer bir âyette Hak Teâlâ şöyle buyurur: "Elbette kendilerine peygamber gönderilenlere de gönderilmiş olan peygamberlere de soracağız. Ve onlara olup bitenleri tam bir bilgi ile mutlaka anlatacağız. Zaten Biz onlardan uzak değiliz." (7/A'râf, 6).

Âyetlerden açıkça anlaşılıyor ki, sorguya çekilmesi gereken herkesin, "Hesap günü", ifâdesi alınacaktır. Kendilerine peygamber gönderilen her ümmete peygamberlere itaat edip etmedikleri; peygamberlere de, tebliğ vazifelerini ne dereceye kadar yaptıkları ve nelerle karşılaştıkları sorulacaktır. Şu kadar var ki: "Biz bir rasûl göndermedikçe azap edecek değiliz" (17/İsrâ, I5) âyet-i celîlesi hükmünce, kendilerine "rasûl" gönderilmeyenler bu hesap ve azaptan muaf olacaklardır. Diğer insanlar da dünyadaki amellerine göre hesaba çekileceklerdir:

"O gün insanlar, yaptıkları kendilerine gösterilmek için bölük bölük dönerler." (99/Zilzâl, 6). "Bugün herkese kazandığının karşılığı verilir. Bugün haksızlık yoktur. Doğrusu Allah, hesabı çabuk görendir." (40/Mü'min, 17). "Herkesin yaptığı her hayrı ve işlediği her kötülüğü, önünde hazır bulacağı gün yaklaşmaktadır. O gün kişi, kendisiyle yaptığı kötülükler arasında uzak bir mesafe bulunmasını ister. Allah sizi, kendisinden korkmanız için uyarıyor." (3/Âl-i İmrân, 30).

Gerçekten öyle zamanlar olur ki, insanın yaptığının yüzüne vurulması veya yaptıklarıyla yüzleştirilmesi her çeşit cezadan daha ağır gelir. Ne var ki, böyle bir cezayı hak etmişse bundan kurtuluş da yoktur. "Hesap günü", kişi yaptıklarıyla yüzleştirildikten sonra, tartıya vurulmayan, cezâsı verilmeyen zerre miktarı hayır ve şerrin bırakılmadığı ince hesap ânına geçilir. Artık o gün: "Kim zerre miktarı bir hayır işlemişse, onu görecektir ve her kim de zerre miktarı kötülük işlemişse onu görecektir." (99/Zilzâl, 7-8)

O dehşetli "hesap günü"nde Allah'ın mü'min kullarına korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır. Dünyada iken yaptıklarına karşılık Rablerinin kendilerine hazırladığı nimetlere sevinç içinde kavuşacaklardır. Cenâb-ı Hak bu gibi mü'minler için şöyle buyurur: "Şüphesiz iman edenlerle, yahûdilerden, hıristiyanlardan ve sâbiîlerden Allah'a ve âhiret gününe hakkıyla inanıp sâlih amel işleyenler için Rabları katında mükâfatlar vardır. Onlar için herhangi bir korku olmadığı gibi üzülmeyecekler de." (2/Bakara, 62). Onlara: "İşte bu, hesap günü için size söz verilenler." (38/Sâd, 53) denilecek ve kolay bir hesaptan geçirileceklerdir: "Kimin kitabı sağından verilirse, kolay bir hesapla hesaba çekilecek ve sevinçli olarak ailesine dönecek." (84/İnşikak, 7-9). "Kitabı sağ tarafından verilen; ‘Alın kitabımı okuyun, doğrusu ben hesabımla karşılaşacağımı zaten bekliyordum’ der." (69/Haakka, 19-20). Böylece hak ettiği cennete girer.

Rasûlüllah (s.a.s.) mü'minlerin "hesap günü"nündeki durumunu şöyle dile getirir: "Mü'min kıyâmet günü Rabbine öyle yaklaştırılır ki, artık Rabbi onun sırrını mahşer ehlinden saklamış olur. Sonra ona bütün günahlarını ikrar ettirir: ‘Şunu işlediğini sen bilir misin?’ diye sorar. O da: ‘Yâ Rabbi bilirim’ der. Sonunda, mü'minin işlediği günahlar hakkındaki itirafları Allah'ın dilediği miktara ulaşınca Allah Teâlâ ona: ‘Şüphesiz Ben senin işlediğin günahları dünyada senin için örttüm. Bu gün de senin için günahlarını mağfiret ediyorum’ buyurur." (Müslim, Tevbe 52; İbn Mâce, Mukaddime 13).

Bu delillerden açıkça anlaşılıyor ki, dünyada iken Allah'a ve âhiret gününe iman ederek O'nun emirlerine uyan, yasakladıklarından sakınan ve sâlih amel işleyen mü'minler, kolay bir hesaptan sonra Allah'ın kendilerine mükâfat olarak hazırladığı nimetlere kavuşacaklardır. Ancak müslüman olduğu halde, mutlak sûrette cezayı hak edecek davranışlarda bulunan kimselerin hesabı zor olacaktır.

Hz. Peygamber bir gün ashâbına şöyle sorar: “Müflis kimdir, bilir misiniz?” Ashâb: 'Bizim aramızda müflis, hiç bir dirhemi ve malı olmayandır' dediler. Bunun üzerine Rasûl (s.a.s.); "Benim ümmetimden gerçek müflis; kıyâmet gününde namaz, oruç ve zekâtla gelip de şuna sövmüş, buna iftirada bulunmuş, şunun malını yemiş, bunun kanını dökmüş, başkasını da dövmüş olarak gelendir. Şuna buna hasenâtından verilecek. Şâyet dâvâsı görülmeden hasenâtı biterse, onların günahlarından alınarak kendisinin üzerine yüklenecek, sonra cehenneme atılacaktır" (Müslim, Birr, 59) buyurur.

Günahkâr mü'minin durumu böyle olunca; inkârcıların ve başkalarına zulüm yapanların, daha büyük sıkıntılara düşeceklerinde şüphe yoktur. Onlar, "Hesap günü"nden söz eden âyetleri işittiklerinde alaylı bir şekilde: "Dediler ki: Rabbimiz, hesap gününden önce (bize vaad ettiğin) hissemizi şimdiden ver." (38/Sâd, 16). Müşrikler böyle söylemekle; "hesap gününe kadar beklemeye ne gerek var, o cezadan bizim payımıza düşeni şimdiden ver" diyerek alay etmek istiyorlardı. Cenab-ı Hak da: "Şüphesiz onların dönüşü Bizedir. Sonra onların hesaba çekilmesi de Bize âittir." (88/Ğâşiye, 25-26) buyurarak, hem Rasûlünü teselli etmiş, hem de onları tekrar uyarmıştır. Bu uyarılara kulak asmayıp sapık yollarına devam edenler için de şöyle buyurmuştur: "Doğrusu Allah yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarından dolayı çetin bir azap vardır." (38/Sâd, 26)

O dehşetli gün gelip de insanlar hesaba çekilmeye başlanınca pişmanlık duymanın hiçbir yararı olmayacaktır. "Kimlerin tartısı ağır basarsa, işte asıl kurtuluşa erenler onlardır. Kimlerin de tartıları hafif gelirse, artık bunlar da kendilerine yazık etmişlerdir, ebediyyen cehennemdedirler" (23/Mü'minûn, 102-103). "Kitapları sol taraflarından verilenlere gelince, o: Keşke bana kitabım verilmeseydi de, hesabımın ne olduğunu bilmeseydim, der" (69/Haakka, 25-26). Cenâb-ı Hak onlara: "Âyetlerim okunurken onları yalanlayanlar siz değil miydiniz?" (23/Mü'minûn, 105) diye sorunca, sanıyorlar ki konuşmalarına izin verilmiş, kendilerine ümit kapıları açılmış belki suçluluklarını itiraf ederlerse istedikleri kabul görür: "Derler ki: Rabbimiz, bize kötülüğümüz gâlip geldi. Biz, sapık bir kavim olduk. Rabbimiz, bizi buradan çıkar, eğer tekrar inkâra dönersek gerçekten zâlimler oluruz." (23/Mü'minûn, 106-107). Onların bu sözlerine karşılık: "Allah da buyurur: Kesin sesinizi. Artık Benimle konuşmayın. Çünkü kullarımdan bir zümre vardı ki bunlar, 'Rabbimiz, inandık; artık bağışla bizi, acı bize. Sen acıyanların en hayırlısısın' diyorlardı. Siz ise onları alaya alıyordunuz, bunlar size Beni anmayı unutturuyordu. Ve hep gülüyordunuz onlara" (23/Mü'minûn, 108-110) denilerek cehenneme gönderilecekler. Bu arada kendilerinin bu acı hallerini gören mü'minler, cehenneme giriş nedenlerini sorarlar: "Kitapları sağdan verilenler suçlulara: Sizi bu yakıcı ateşe sürükleyen nedir? diye sorarlar. Onlar derler ki; 'Namaz kılanlardan değildik, düşkünü doyurmuyorduk. Bâtıla dalanlarla beraber biz de dalardık. Ceza gününü yalanlardık. Bu durumumuz, ölüm bize gelinceye kadar devam etti' derler." (74/Müddessir, 42-47)

Akaid kitapları, "hesap günü" ile ilgili âyet ve hadislere dayanarak, bu günün gerçek olduğunu şu şekilde açıklarlar:

a) Amellerin tartılması haktır: Çünkü Cenâb-ı Allah "O gün tartı (vezn) haktır" (7/A'râf, 8) buyurmuştur. Mu'tezile ise amellerin tartılmasını inkâr etmiş ve bu konudaki nasları tevil etmiştir.

b) Amel defteri haktır: Bu defterden maksat, insanlara ait sevap ve günahların üzerinde tesbit edildiği şeydir. Mü'minlere sağ, kâfirlere sol ve arka taraflarından verilir (69/Haakka, 25-26; 84/İnşikak, 10; 17/İsrâ, 13).

Mu'tezile, bu konudaki nassları da te'vil ederek amel defterini gereksiz görür.

c) Öldükten sonra sorguya çekilme haktır: (7/A'râf, 6; 14/İbrâhîm, 51; 3/Âl-i İmrân, 30; Müslim, Tevbe 52; Buhârî, Mezâlim 2). (2)

 

 

 

Esmâü’l-Hüsnâ’dan Hasîb; Allah Hesaba Çekendir

Hasîb; Hesap gören anlamında Allah’ın isimlerinden biridir. “Ki onlar (o peygamberler) Allah'ın risaletini tebliğ edenler, O'ndan içleri titreyerek korkanlar ve Allah'ın dışında hiç kimseden korkmayanlardır. Hesap görücü olarak Allah yeter. (33/Ahzâb, 39)

Allah insanı yaratır ve henüz o döl yatağındayken ona sûret verir. Her insanı özenle ve bambaşka bir yaratılışla dünyaya getirir. Annesinin rahmindeyken ve o daha hiçbir şeyin şuurunda değilken onu korur, beslenmesini ve gelişmesini sağlar. Anne karnında geçen dokuz aylık süre insan için karanlık bir devredir. Hiçkimse bu dönemi ve dokuz ay içinde Allah'ın kendisi için nasıl inanılmaz mucizeler gerçekleştirdiğini bilmez. Fakat Allah, daha insan tek bir hücreyken bile onun ilk haline şâhittir. Çocukluk dönemi de aynı şekildedir. İnsanın hâfızasında çocukluğuyla da ilgili yalnızca birkaç anı kalır. Ama Allah, o bilmezken bile her an yanındadır, her yaptığına şahittir. 

Allah'ın şâhit olduğu yalnızca insanın amel olarak yaptıkları değil aynı zamanda içinden de geçirdikleridir. Çünkü Allah insanın hem içine hem dışına, hem rûhuna hem organlarına tam anlamıyla hâkimdir. O, nefsini koruyarak neyi, ne için yaptığını bilmezken Allah onun her hareketini ne amaçla yaptığını bilir. İnsan gizlenmiş tek bir hücre halindeyken de, ölmek üzere son nefesini verirken de Allah onun yaptıklarına şâhittir. Dünyada yaşadığı süre boyunca otururken, konuşurken, yemek yerken, uyurken, gece gündüz her saniye işlediklerini tüm ayrıntılarıyla bilir, ağzından çıkan her konuşmayı, her lafı işitir, aklından geçirdiği her düşünceyi tespit eder. Hiçbir şey O'ndan gizli kalmaz.

Oysa insan, hayatı boyunca yaptığı işleri, söylediği sözleri unutur. Yıllar geçtikçe zihnindeki anılar bulanıklaşır. Geçmişte yaşadıklarını saymaya kalksa ancak çok az şey sayabilir. On yıl önce yaşadığı bir olay kendisine hatırlatılıp o an ne düşündüğü sorulsa hiçbir şey hatırlayamaz. Sanki bütün yaşadıkları zihninden silinmiş gibidir, geriye çok az bir kalıntı kalmıştır. Allah ise bütün insanların hayatları boyunca yaptıklarını, her saniye kafalarından neler geçtiğini bilir. Hiçbir şeyi unutmaz. Hesap günü herkesin önüne kötülüklerini, iyiliklerini, sâlih amellerini ve günahlarını eksiksiz getirir. Bu yüzden insanın yapması gereken, Allah'ın kendisine şâhit olduğunu asla unutmamasıdır. 

“Bir selâmla selâmlandığınızda, siz ondan daha güzeliyle selâm verin ya da aynıyla karşılık verin. Şüphesiz, Allah her şeyin hesabını tam olarak yapandır.” (4/Nisâ, 86). “Yetimleri, nikaha erişecekleri çağa kadar deneyin; şâyet kendilerinde bir (rüşd) olgunlaşma görürseniz, hemen onlara mallarını verin. Büyüyecekler diye israf ile çarçabuk yemeyin. Zengin olan iffetli olmaya çalışsın, yoksul olan da artık mâruf (ihtiyaca ve örfe uygun) bir şekilde yesin. Mallarını kendilerine verdiğiniz zaman, onlara karşı şâhit bulundurun. Hesap görücü olarak Allah yeter.” (4/Nisâ, 6)

 

 

 

Sorumluluk

Sorumluluk: Kişinin kendi istek ve irâdesi ile yaptığı ve yüklendiği işlerin hesabını vermesi bundan dolayı hesaba çekileceği bilincine denir. İslâm, her insanın bir irâdesi ve seçme hürriyeti bulunduğunu ve bu irâdesini kullanmak sûretiyle yapacağı işlerin tamamından sorumlu olduğunu bildirmiştir. Bundan dolayı insanlar ve özellikle müslümanlar, yapacakları her işte söyleyecekleri her sözde dikkatli olmak durumundadırlar. Kur'ân-ı Kerîm'de Yüce Rabbımız şöyle buyurur: "De ki; herkes kendi (hali) ne uygun yolda hareket eder. Rabbımız, kimin en doğru yolda olduğunu daha iyi bilir." (17/İsrâ, 84)

Şayet insan yaptığı her işten ve davranıştan, söylediği her sözden sorumlu olmasaydı, dinimizdeki farzlar, haramlar, mubahlar olmaz ve emirlerle yasakların bir anlamı kalmazdı. İyi işler yapanlarla, kötü işler yapanların aralarında bir fark olmazdı. İslâm’da insan, kendi hür irâdesini kullanarak yapacağı işlerden sorumlu tutulmuştur: "Her kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu görür, kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onu görür." (99/Zilzâl, 7-8); "O (Allah) yaptığından sorumlu değildir. Onlar ise, sorumlu tutulacaklardır." (21/Enbiyâ, 23).

Dînimiz, insanlara iyi yolu da kötü yolu da göstermiştir (90/Beled, 10). İnsan kendi yolunu kendisi seçer ve belirler. Fakat yapacağı her iyi ve kötü hareketin sorumlusu kendisidir. Çünkü, yaptığı her fiili kendi niyeti ve isteğiyle yapmıştır. İnsanları hayvanlardan ayıran başlıca fark, insanların akıl sahibi oluşu, bunun tabii neticesi olarak da sorumluluk yüklenmiş olmasıdır. Çünkü Cenab-ı Allah, verdiği akıl sayesinde insanları diğer varlıklardan üstün ve güçlü kılmış, onların idaresini insanlara vermiştir. İdareci durumunda sorumlu olması ise kaçınılmazdır.

Dünya ve âhiret sorumluluğu: İslâm hem dünya ve hem de âhiret nizamı olduğu için insanların, yaptıkları işlerinden dolayı yalnız bu dünyada değil, âhiret hayatında da sorumlu olacaklarını bildirmiştir. Ölmekle her şeyin sona ermeyeceğini, aksine yeni ve sonsuz bir hayatın başlayacağını ve Allah'ın huzurunda hesaba çekileceğini düşünen ve buna inanan bir insan, dünyanın geçici zevklerine kanmaz. Âhiret için hazırlığını, dünyada iken yapar. Çünkü o, âhiret hayatında yalnız kendi çalışma ve gayretinin karşılığını bulacağına inanır. İyi ve kötü yapacağı her işten sorumlu olacağını aklından çıkarmaz.

İslâm’ın sorumluluk anlayışına göre her insan, hattâ peygamberler bile yaptıklarından sorumludurlar. Kur'ân-ı Kerim'de Yüce Rabbımız buyuruyor ki: "Andolsun ki, kendilerine peygamber gönderilenlere soracağız. Peygamberlere de soracağız." (7/A'râf, 6). Peygamber Efendimiz ise, Vedâ hutbesinde yer yer konuşmasını keserek, kendisini dinleyen ashâbına üçer defa: "Tebliğ ettim mi?" diye sorarak, her defasında “Evet!” cevabını aldıkça: "Şâhid ol yâ Râb!" demiştir. Peygamber Efendimiz bu ifade ve tavrıyla, âyette belirtilen sorumluluktan kurtulma arzusunu izhar etmiştir.

Dînimize göre insan bir imtihan dünyasındadır. Başıboş ve sorumsuz olarak bırakılmamıştır. Dünyada ektiğini, âhirette biçecektir. Sağlığından, gençliğinden, gücünden, güzelliğinden, zenginliğinden, fakirliğinden... kısaca her şeyinden sorumluluk altındadır. Kendisine bahşedilen nimetleri nerelerde ve nasıl kullandığından, elde ettiği serveti nereden ve nasıl elde ettiğinden, nerelere ve nasıl sarfettiğinden sorguya çekilecektir (Tirmizî, Kıyâme 9). Onun için sorumluluk, bir bütün olarak düşünülmelidir. Çünkü İslâm hem dünya, hem âhiret nizamı olmakla birlikte bir bütün teşkil etmekte ve dünya hayatıyla, âhiret hayatı birbirlerinden ayrı düşünülmemektedir.

Hz. Peygamber (s.a.s.)'in: "İnsan öldüğü zaman amelinin arkası kesilir; yalnız şu üç şeyden dolayı kesilmez: Biri; sadaka-i câriye (yani uzun süre ayakta kalan bir hayır eseri), diğeri; kendisinden faydalanılan ilim, üçüncüsü ise; kendisine hayır duâ eden sâlih bir çocuk..." (Müslim, Kitâbu’l-Vasıyye 3) hadisi önemli bir gerçeği yansıtır. Demek ki, bu dünyada yapılan işlerin sorumluluğu, âhiret âleminde de devam edecektir. O halde dünya sorumluluğu ile âhiret sorumluluğunu kesin çizgilerle birbirinden ayırdetmek mümkün değildir.

İnsanın dünya ve âhiretteki sorumluluğu birkaç yönde olur: İnsan, yaratanına karşı, kendi cinsine yani insanlığa karşı, emri altındakilere, âmirlerine ve topluma karşı sorumluluklar yüklenen bir yaratıktır. Bu durumu Peygamber Efendimiz şöyle açıklar: “Her biriniz bir yöneticisiniz ve her biriniz yönetiminizdekilerden sorumlusunuz: Devlet adamı bir yöneticidir ve halkından sorumludur; erkek, ailesinin yöneticisidir ve onları gözetmekten sorumludur; kadın, kocasının evinin muhâfızıdır ve bundan sorumludur; hizmetçi efendisinin malının bekçisidir ve bundan sorumludur. Her biriniz bir yöneticisiniz ve yönetiminizdekilerden sorumlusunuz.” (Buhârî, Cenâiz 32, Ahkâm 1).

Kişisel ve toplumsal sorumluluğa gelince; İslâm dini, öncelikle şahsî (kişisel) sorumluluğu benimseyen bir dindir. İslâm dinine göre her fert, kendi yaptıklarından sorumludur. Başkalarının yaptıklarından sorumlu değildir. Halbuki hıristiyanlık inancına göre, "bütün insanlar Hz. Âdem'in işlediği ilk suçun cezasını çekecektir. Hz. İsa kendi kanını fedâ etmek sûretiyle bu lânet ve azaptan insanları kurtarmıştır." İşte İslâm dîni, atalarının günâhlarından çocuklarını sorumlu tutan bu Hıristiyanlık inancını reddederek ortadan kaldırmış, onun yerine şahsî sorumluluk prensibini koymuştur.

"Hiç bir günahkâr, başkasının günahını çekmez. Eğer yükü ağır gelen kimse onu taşımak için (başkalarını çağırsa) onun yükünden hiç bir şey (alınıp) taşınmaz. Akrabası dahi olsa (kimse onun yükünü taşımaz)" (35/Fâtır, 18). "De ki; Allah'a itaat edin! Peygambere itaat edin! Eğer yüz çevirirseniz, bilin ki o peygamber; kendisine yükletilenden ve siz de kendinize yükletilenden sorumlusunuz." (24/Nûr, 54); "Ey iman edenler! Rabbınıza karşı gelmekten sakının! Babanın oğlu, oğlun da babası için bir şey ödeyemeyeceği günden korkun!..." (31/Lokman, 33) hükümleri bu sorumluluk prensiplerini yansıtmaktadır.

Ancak bazı durumlarda sorumluluğun -iyilik yahut kötülük olsun- başkalarına da geçtiği olur. Yapılan amel (iş) hayır ve iyilik ise, bunun sevabı; şer veya kötülük ise, günâhı, hem o işi yapana, hem de onu yapmasına sebep olduğu kimselere ulaşır. Bir âyette Yüce Rabbımız (c.c.) şöyle buyuruyor: “Böylece kıyamet günü kendi günahlarını tam olarak, bilmeden saptırdıkları kimselerin günahlarını (ise) kısmen yüklenirler. Dikkat edin, yüklendikleri yük ne kötüdür!” (16/Nahl, 25).

Peygamber Efendimiz ise, hadislerinin bazılarında şöyle buyuruyor: “Her kim İslâm içinde güzel bir çığır açarsa ve bu güzel çığır kendisinden sonra da tatbik edilip sürdürülürse, kendi sevaplarından hiçbir şey eksilmeksizin, onu sürdürenlerin sevaplarının benzeri, kendisi lehine yazılır. Ve her kim de İslâm içinde kötü bir âdet çıkarır ve bu kötü âdet kendisinden sonra da sürdürülürse, kendi günahlarından hiçbir şey eksilmeksizin onu sürdürenlerin günahlarının benzeri de o kimse üzerine yazılır.” (Müslim, İman 15; Tirmizî, İlm 14). İslâmî anlayışta sorumluluk her yaş, her mevki ve seviyedeki insan için söz konusudur.

Demek ki, İslâm’a göre insanların yaptıkları işler, ya sadece kendilerini ilgilendirmekte veya yapılan işin özelliğine ve mâhiyetine göre, o işten başkaları da faydalanmakta veya zarar görmektedirler. Bu duruma göre, başkalarının yaptıkları işlerden sevap veya günâh kazanacak kimselerin olması da tabiidir. Çünkü bu şahıslar, her şeyden önce kendi sorumlulukları altında kalan iyilik veya kötülük cinsinden bir şeyler yapmaktadırlar. Yapılan bu işlerin etkileri ise, bazen uzun süre devam etmektedir.

İşte bu anlayış doğrultusunda hareket eden mü'min, bütün organları ile yaptıklarından sorumlu tutulacağını bilir. Bu inancı, onu daha kontrollü bir hayat yaşamaya zorlar. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurur: "Mü'min, günahı tepesine çökecek bir dağ gibi hisseder; münâfığa gelince, o da günahını, burnunun üzerine konmuş ve hemen uçabileceği bir sinek gibi kabul eder." (Tirmizî, Kıyâmet 9) (3)

 

 

 

Mes’ûliyet

Kişinin davranışlarından hesap verme yükümlülüğü altında bulunması durumuna Türkçe'de sorumluluk denir. Hesap yükümlülüğü kişinin davranışları nedeniyle ödül ya da ceza biçiminde bir karşılık görmesi sonucunu doğurur. Bu karşılık, maddî ya da mânevî olabileceği gibi, bu dünyada ya da âhiret hayatında da olabilir.

İslam'a göre insan sorumlu bir varlıktır. Çünkü kendine iyi ile kötü, doğru ile yanlış açık biçimde gösterilmiş, ikisinden birisini seçme hakkı tanınmış, seçimini yapabilmesi, gereğini yerine getirebilmesi için gereken akıl, irâde ve yapabilme gücü gibi niteliklerle donatılmıştır. Kişi özgür irâdesi ile dilediği seçimi yapabilir, istediği işi işleyebilir. Fakat bu özgürlüğü onu seçiminden, yaptıklarından sorumlu kılar, seçim ve davranışlarının sonuçlarına katlanma zorunda bırakır. Seçim ve davranışlarının niteliği, iyi ya da kötü oluşu, bunların sonuçlarının da niteliğini, başka bir deyişle göreceği karşılığın ödül ya da ceza oluşunu belirler.

İslâm'da kişinin sorumluluk alanı Allah'ın emir ve yasaklarınca belirlenir. Sorumlulukların sonuçlarına, karşılıklarına ilişkin düzenlemeler de yine Allah tarafından yapılır. Sorumluluk alanı içinde kalan davranışların bir bölümü için dünyada çeşitli karşılıklar, yaptırımlar öngörülür. Bu tür sorumluluklar ve yaptırımlar İslâm hukukunun başlıca konularından birisini oluşturur. Bununla birlikte sorumluluklar konusunda İslâm'ın öngördüğü asıl karşılıklar âhiret hayatına ilişkindir. İnsanın bu dünyadaki tüm davranışları âhirette hesap konusu olacaktır. Yazılı bir kitap biçiminde insanın eline verilecek olan hesap işlemi, son derece ayrıntılı ve âdilâne biçimde yapılacak, kim bir zerre kadar kötülük işlemişse cezasını, kim de bir zerre kadar iyilik yapmışsa ödülünü görecektir. Çeşitli nimetlerle dolu sonsuz cennet hayatı ödülü; çeşitli süre ve derecelerdeki azapla cehennem hayatı ise cezâyı oluşturacaktır.

İnsanın sorumluluğu Allah'ın emir ve yasaklarına göre belirlendiğinden, bu emir ve yasakların bilinmediği toplumlarda sorumluluk yoktur. Başka bir ifâdeyle sorumluluk için Allah'ın bir peygamber aracılığı ile emir ve yasaklarını bildirmesi gerekir. Peygamber gönderilmiş, Allah’ın emir ve yasakları tebliği edilmemiş toplumlar sorumlu değildirler ve yaptıkları kötülükler nedeniyle cezalandırılmazlar. Bu nedenle sorumluluk tebliğle başlar; ödül ve ceza Allah'ın koyduğu hükümler doğrultusunda verilir. Ancak son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)'in gelişinden sonra durum değişmiştir. Çünkü Hz. Muhammed (s.a.s.), önceki peygamberler gibi yalnız belli bir zaman ve toplum için değil, tüm toplumlar ve Kıyâmet'e kadar sürecek tüm zamanlar için gönderilmiştir.

İslâm'a göre sorumluluk kişinin teklife muhâtap oluşuyla başlar. Mükellef ya da yükümlü sayılmayan kişilerin sorumluluğu da yoktur. Buna göre sorumluluğun temel şartları ergenlik, akıl ve özgür irâdedir. Çocuklar yükümlü sayılmadıklarından sorumlu değildirler. Akıl ve ruh sağlığı yerinde olmayan kişiler yükümlü, dolayısıyla sorumlu tutulamazlar. Ergenlik ve akıl şartına sahip oldukları halde irâde özgürlüğü bulunmayan herhangi bir zor altında davranan kişiler de sorumluluktan uzaktırlar. Burada zor, doğal bir zarûret olabileceği gibi, diğer bir insan ya da gücün zorlaması da (ikrah) olabilir. Fakat her iki durumda da sonuç değişmez.

Genel kural olarak İslâm'da sorumluluk kişiseldir. Her insan yalnız kendi davranışından sorumlu tutulabilir. Hiç kimse, yakını da olsa, bir başkasının davranışlarından sorumlu değildir. Herkesin kazandığı hayır kendi yararına, yaptığı kötülük de kendi zararınadır. Bununla birlikte, özellikle kimi kişiler için medenî hukuk alanına giren bazı konularda dolaylı bir sorumluluk söz konusudur.

İnsanın dünyevî sorumluluğu İslâm hukukunca incelenir. İslâm hukukuna göre dünyevî sorumluluk, kişinin Allah, toplum ve kendi vicdanı önünde duyacağı pişmanlık, üzüntü ve acıdır. Toplum düzeninin sağlanması açısından mânevî sorumluluk en az hukukî sorumluluk kadar önemlidir. Hukukî sorumluluk ise kişinin kusurlu ve haksız fiili ile başkasına verdiği zararı toplum gücüyle ödemek zorunda bırakılmasıdır.

Hukukî sorumluluk da biri ceza hukuku alanına giren cezâî sorumluluk, diğeri özel hukuk alanına giren medenî sorumluluk olmak üzere ikiye ayrılır. Cezâî sorumluluk İslâm kanunlarının suç saydığı ve yasakladığı fiiller için sözkonusudur. Ancak, belli bir cezayı gerektiren bu fiillerin öldürme, yaralama, hırsızlık gibi bir bölümü aynı zamanda medenî sorumluluk içine girer. Medeniîsorumluluk, hukukî bir sözleşmeden (akit) dolayı olabilecek zarardan doğabileceği gibi, böyle bir sözleşme olmadan verilen zararlardan da doğabilir. Birinci durumdan doğan sorumluluğa akdî sorumluluk; ikinci durumdan doğan sorumluluğa da cürmî, gayrî ya da haksız fiilden doğan sorumluluk denir.

Hukukî sorumluluk, kişinin kendi fiilinden doğrudan doğabileceği gibi, sorumlu olduğu kişi ya da varlıkların fiillerinden de doğabilir. Buna göre kişinin kendi fiilinden doğan sorumluluğa doğrudan sorumluluk; sorumlu olduğu kişi ve varlıkların fiillerinin neden olduğu sorumluluğa da dolaylı sorumluluk adı verilir. Dolaylı sorumluluk, babanın çocuğunun, işverenin işçinin, sahibinin hayvanın fiillerinin yol açtığı zararları ödeme yükümlülüğüdür. (4)

 

 

 

Teklif

Teklif: Zor olanı istemek demektir. Fıkıh Usûlü ıstılahında, Şâri'in bir fiilin yapılıp yapılmamasını talep etmesine denir. Eğer bir şeyin yapılmasını isteyiş kesin olursa, teklifî hüküm "vâcip", kesin olmazsa "mendup" olur. Bir şeyin yapılmamasını isteyiş kesin olursa, teklifî hükmün muhtevâsı "haram"; kesin olmazsa "mekruh" olur. Bir de tahyîr'in hükmü vardır ki, bu da "mubahtır". Buna göre teklifî hükümler: 1- Vâcip, 2- Mendup, 3- Haram, 4- Mekruh, 5- Mubah olmak üzere beş kısma ayrılır.

Bu taksim fakîhlerin çoğunluğuna göredir. Hanefîler ise, teklifî hükümleri yedi kısma ayırırlar: 1- Farz, 2- Vâcip, 3- Mendup, 4- Haram, 5- Tahrîmen mekruh, 6- Tenzîhen mekruh, 7- Mubah (Muhammed Şakir Garbal, el-Mevsûâtü'l-Arabiyye el-Müyessere, teklif maddesi; Muhammed Ebû Zehra, İslâm Hukuk Metodolojisi, terc. Prof. Dr. Abdülkadir Şener, Ankara, 1973, 42).

Teklifin esasını akıl ve idrâk teşkil eder; yani akıl ve idrâk, teklifin temel şartıdır. Bu konuda el-Âmidî şöyle diyor: "Akıl erbâbı, mükellefin akıl ve kavrayış sahibi olması gerektiğinde ittifak etmiştir; çünkü teklif, bir hitaptır. Hayvan ve cansız madde gibi akıl ve idrâki olmayana hitapta bulunmak muhaldır. Deli ile, temyiz kudretine sahip olmayan çocuk gibi hitabın aslını anlama potansiyeline sahip olan; fakat onun emir, nehiy, sevap ve ceza ile ilgili bulunduğunu, onu emredenin Allah olduğunu ve O'na itaat gerektiğini tafsilâtıyla bilmeyen kimse de, hitabın aslını tafsilâtlı olarak anlamama bakımından hayvan ve cansız madde mesâbesinde olduğu için, teklife muhâtap olamaz. Çünkü teklif ile kasd edilen şey, hitâbın aslını anlamaya dayandığı gibi, onun tafsilâtını da idrâk etmeye dayanmaktadır. Temyiz kudretine sahip olan çocuğa gelince; bu, her ne kadar temyiz kudretine sahip olmayan çocuğun anlamadığı şeyleri idrâk ederse de, tam akıllı kimse gibi Allah'ın varlığını, kullara hitapta bulunacağını, Allah'tan gelen buyrukları tebliğ eden gerçek Peygamberin bulunduğunu gereği kadar kavrayamaz. Oysa teklif ile kast edilen şey, bunlara bağlıdır. Gerçi arada çok kısa bir zaman kalacak şekilde ergenlik çağına yaklaşınca, onu bu andaki idrâki, biraz sonra teklifi gerektiren şeyi idrâkinden farklı olmayabilir; ancak akıl ve idrâk birer gizli vasıf olup yavaş yavaş ortaya çıktığından ve bunları gösteren belli bir ölçü bulunmadığından Şâri', bunlar için buluğ çağına girmeyi bir sınır olarak koymuş ve bu çağa ermeyenlerden teklifi kaldırmıştır. Bunun delili de, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in, "Üç kimseden kalem kaldırıldı (yani onlar tekliften muaf tutuldu); buluğa erene kadar çocuktan, uyanıncaya kadar uykudakinden ve ayılıncaya kadar mecnundan" hadisidir (Buhârî, Hudûd 22, Talâk 11; el-Âmidî, el-İhkâm fî Usûli'l-Ahkâm, I/199, 200).

Bu ifadeden şu üç husus anlaşılmaktadır:

1- Teklifin direği akıldır; çünkü teklif Allah'ın hitabıdır. Buna da ancak aklıyla idrâk eden kimse muhâtap olabilir.

2- Akıl yavaş yavaş gelişmekte, çocukluktan itibaren olgunlaşma seyrine devam etmektedir. O, teklif haddine ancak gelişmesini tamamladıktan sonra ulaşmaktadır.

3- Aklın yavaş yavaş gelişmesi gözle görülmeyen bir husustur; çünkü o, bir zaman süreci içerisinde adım adım kemâl noktasına ulaşmaktadır. Elbette bu noktayı gösteren maddî bir ölçünün bulunması gerekir. O da buluğ çağıdır. İşte bu çağ, aklın noksanlık ve kemâli arasındaki sınırı teşkil etmektedir. Kişi bu çağa ulaşınca ona teklif terettüb etmektedir.

Hatıra gelebilir ki mecnun (deli) ve mümeyyiz olmayan çocuğun temyiz kudreti bulunmadığı halde, malî tekliflere muhâtap olduğunu görüyoruz. Bunlar, başkasına ait bir şeyi telef ederlerse tazmin etmeleri, bir cinâyet işlerlerse diyet vermeleri gerekmektedir. Fakîhlerin cumhuruna göre bunların, mallarından zekât vermeleri gerekir. Meyve ve tahıl gibi toprak ürünleri için öşür vermeleri icap ettiğini de fakîhler icmâ ile kabul etmişlerdir. İşte bunlar birer tekliftir. Bu durumda onların tekliften muaf tutuldukları nasıl düşünülebilir?

Buna, usûl bilginleri şöyle cevap verirler: Her ne kadar deli ve mümeyyiz olmayan çocuk, temyiz kudretleri bulunmadığı için teklifî hükümlere muhâtap değil iseler de, onlar da insandırlar ve bu insanlık kendileri için bir kısım haklar sağlamış ve bu hakları taşıyacak bir zimmet tanımıştır. Meselâ, onların mülkiyet hakları vardır; bu teklifler de, kendilerinin mal ve mülkiyetleriyle ilgili vecîbelerdir.

Bundan anlaşılıyor ki, deli ile mümeyyiz olmayan çocuk, insan olmaları hasebiyle bir kısım haklara ve bu yüzden bir kısım da vecîbelere sahiptirler. Bu konunun daha iyi anlaşılması için sırf insanlık icabı olarak sâbit bulunan ehliyet ile aklın eseri olarak sâbit bulunan ehliyet konusu da incelenmelidir (Abdülkadir Şener, a.g.e., 320-321).

Teklif konusu her ne kadar doğrudan doğruya Fıkıh Usûlünü ilgilendiren bir mesele ise de Kelâm ilminin de incelediği konular arasına girmiş ve insanın fiillerinin bir parçası sayılmıştır. Kelâmîmezheplerin değişik teklif anlayışları vardır. Biz burada kelâmcıların teklifi nasıl tarif ettiklerine temas ederek mezhepler arasında sadece mâturîdîliğin görüşü ile yetineceğiz:

Seyyid Şerif Cürcânî'ye göre, teklif, muhâtaba külfet yüklemektir (Ta'rîfât, 58). El-Bağdadî'ye göre teklif, külfetten (güçlük, zorluk, zahmet) alınmıştır. Bu da yorgunluk ve meşakkattir. Şeriatta emre ve neyhe ıtlak olunmuştur. O halde teklif hitabın emir ve nehiy olarak muhâtaba yönelmesidir (Usûlü'd-Din, İstanbul, 1928, s. 270).

Mâturîdî'nin teklif anlayışına gelince, şöyle özetlemek mümkündür: Teklif, ancak vukuu kudret dâhilinde olana bağlıdır ve bu şekilde bir emrin ifadesi olur. Teklif yerine getirilirse, mükâfatı gerektirir; yerine getirilmezse, cezayı dâvet eder. Fakat teklifin bu tarzda icrâya konması insanın irâde ve gücü ile olur (el-Beyâdî, İşarâtü'l-Merâm, Kahire, 1368, 250).

Mâturîdî kelâm okulunda önemli olan, teklifin insanın irâde ve gücüyle ilgili oluşudur. Eğer insan fizik anlamda sakat ise bu insanın fizik yönünden istitâa'ya, güce sahip olmadığı ortadadır. Dolayısıyla böyle insana teklif akıl hâricidir. Her yönden sağlam olan insanın teklife muhâtap olması ve bu teklife göre fiillerini yapması insanın irâdesi ile ilgilidir. Bu takdirde insan, fiillerinin nitelik kazanışında sorumlu olur ve böylece teklif anlam taşır (Şerafettin Gölcük, Kelâm, Konya 1988, 222).

Mâturîdî okulunda güç yetmeyen işte teklif kabul edilmemektedir (Ebû Mansur el-Mâtürîdî, Kitabü't-Tevhid, Beyrut 1970, 266). Bu konuda okulun dayandığı mesned "Allah bir kimseye ancak gücü yettiği kadar teklif eder" (2/Bakara, 286) âyetidir. Çünkü Allah hikmete uygun olanı yapar; hikmet de kendisinde güzellik, iyilik olanı düşünmeyi gerektirir.

Mâturîdîlikte mesele, insanın gücü ve bu gücün imkânlarının Allah'ın ezelî ve mutlak ilmince bilinmesi açısından ortaya konmaktadır (el-Beyâdî, a.g.e., 250). İnsan teklif edilenden birini kendi gücü, meyli ve ihtiyarını kullanarak seçer (Mâturîdî, a.g.e., 266). İnsanın bu tür hareketini Allah bilir. Teklifin ceza ve mükâfat haline gelmesi, insana ahlâkî nitelikte bir fiil olması ve neticede insanın yaptığından sorumlu olması böylece vuku' bulmaktadır (Şerafettin Gölcük ve S. Toprak, Kelâm, 222).

Allah'ın insanlara yapmaları mümkün olmayanı teklif etmesi ve gücü yetmeyene teklif, câiz ve mümkün değildir (Nurettin es-Sâbûnî, el-Bidâye fî Usûli'd-Dîn, Tah. Bekir Topaloğlu, Dimaşk 1979, 118). (5)

 

 

 

 

Teklîf-i Mâ Lâ Yutak/Güç Yetirilemeyecek Emir ve Yasaklar 

Teklîf-i mâ lâ yutak, güç yetirilemeyecek emir ve nehiyler demektir. Teklif; lugatte, güçlük zorluk ve zahmet anlamlarını taşımaktadır. Bu da yorgunluk ve meşakkati beraberinde getirmektedir. Istılahta ise; emre ve neyhe taalluk etmektedir. Buna göre teklif, emir ve nehyin muhâtaba yönelmesidir. Bir başka açıdan da, teklif; akıl sahibi kullarına dinî ve hukukî yükümlülükler koyan Allah'ın fiilidir.

Teklif meselesinin itikad açısından ele alınmasının esas nedeni; bu konunun insan fiilleriyle doğrudan doğruya ilgili olması ve adâlet-zulüm meselesiyle yakınlığı yönüyledir. Kısacası bu konunun esas hareket noktası, insan fiilleri ve bunun uzantılarıdır.

Burada şu sorular konunun çerçevesini belirtmektedir: Allah tarafından söz konusu edilen İlâhî teklif karşısında insanın durumu nedir? Teklife daha çok hangi açıdan bakılmalıdır? Teklifin, insan fiilleri açısından nitelik kazanması ve adâlet-zulüm konularıyla ilişkisi nasıl anlaşılacak, insanın irâde ve sorumluluğu nasıl izah edilecektir? İşte bu ve benzeri sualler insan zihnini başlangıçtan beri meşgul etmesi bakımından İslâm Kelâmında da önemli yer işgal etmiş ve bu konuda bir hayli değişik fikirler ortaya konulmuştur. Aynı zamanda itikadî fırkalar arasında da hayli değişik fikir ve anlayışlara yol açmıştır. Bunları derli toplu bir şekilde şöylece sıralamak mümkündür.

a- Ehl-i Sünnet Anlayışına Göre Teklif

Bilindiği üzere itikadî açıdan Ehl-i Sünnet anlayışı denilince Matüridî ve Eş'arî alimlerinin görüşleri akla gelmektedir. Bunları da kendi düşünce ve anlayışlarına göre ayrı ayrı ele alarak bu görüşleri daha detaylıca ele almaya çalışalım.

1- Mâturîdîlere Göre: Teklif, makdur olana bağlıdır. Ancak bu şekilde bir emrin ifadesi olur. Teklif yerine getirilirse mükâfatı, yerine getirilmezse cezayı gerektirir. Ancak, bu tarzdaki bir teklifin meydana gelmesi insanın irâde ve gücüyle olur (Beyâdî, İşarâtu'l-Meram, 250).

Mâturîdî anlayışına göre önemli olan, teklifin insanın irâde ve gücüyle ilgili olmasıdır. Eğer insan, fizikî olarak sakat ise, bu insanın fizik yönünden bir güce sahip olmadığı açıktır. Dolayısıyla böyle insana teklif akıl hâricidir. Her yönden sağlam olan insanın teklife muhâtap olması ve bu teklife göre fiillerini yapması insanın irâdesiyle ilgilidir. Bu takdirde insan, fiillerinin nitelik kazanışında sorumlu olur ve böylece teklif bir anlam taşımış olur (Bkz. Şerafettin Gölcük, Süleyman Toprak, Kelâm, 220-23, Konya, 1988).

İmam Mâturîdî'ye göre, teklif-i mâ lâ yutak, yani güç yetirilemeyen şeyin insana yüklenmesi câiz değildir; bu kabul edilmez. Bu hususta "Allah bir kimseye ancak gücü yettiği adar teklif eder" (2/Bakara, 286) âyetini delil olarak alır. Zira, Yüce Allah yaptığı işleri bir hikmete göre yapar, hikmet ise, bunu gerektirir, yani güzellik ve iyilik olanı beraberinde getirir.

Mâturîdî ekolünde bu meseleye, insanın gücü ve bu gücün imkânlarının Allah'ın ezelî ve mutlak ilmince bilinmesi açısından bakılmaktadır. İnsan, kendisine yüklenilen şeylerden birisini kendi gücü, o yöne meyli ve kendi ihtiyarını kullanmak sûretiyle seçer. İnsanın bu tür hareketini de Yüce Allah bilir. Öyleyse insana ancak kaldırabileceği kadar şey yüklenmiş demektir. Teklifin ceza ve mükâfat haline gelmesi, insana ahlâkî nitelikte bir fiil olması ve sonuçta insanın yaptığından sorumlu olması işte bu şekilde meydana gelmektedir (Ş. Gölcük-S. Toprak, Kelâm, 222).

Yüce Allah'ın insanlara yapmaları mümkün olmayan şeyleri teklif etmesi câiz ve mümkün değildir (Sâbûnî, el-Bidâye, 118). Sonuç olarak şu söylenebilir; Mâturîdî anlayışına göre, güç yetirilemeyen işi, Allah'ın insanlara teklif etmeyeceği ve insanın da, kendi gücünü kullanarak bu teklifi kendisine sıfat yapacağı görüşü yaygın bir şekilde kabul edilir.

2. Eş’arîlere Göre: Eş'arî ekolüne göre, güç yetmeyen işin teklifi mümkündür. Buna delilleri de "Onlar hakkı işitmezler, gerçeği görmezler" (11/Hûd, 20) âyeti ile "Kelâmını işitmeye de tahammülleri yoktur” (18/Kehf, 101) âyetidir. Bu duruma göre, teklif meselesi esas itibarıyla temel olarak insanın kudretine bağlıdır. Ancak bu kudret Eş'arî anlayışı çerçevesinde Allah'tan gelmektedir. Diğer taraftan Eş'arî aczi, bir şeyin kendisini ve karşıtını yapmamak olarak anlamaktadır. Acz halinde, emrolunanla birlikte, bir şeyi almak da terk etmek de bulunmaz.

Eş'arî'nin bu görüşü şu şekilde açıklanmaktadır: Allah'ın insana gücü yetmediği şeyi yüklemesi, teklif etmesi câizdir. Bu, şeriat yönünden de doğrudur. Zira, Ebû Leheb'e iman emredilmiştir. Peygamber'i tasdik ve bütün haber verdiklerine iman etmesi bildirilmiştir. Bununla birlikte onun iman etmeyeceğini de Rabbimiz haber vermiştir. Güç yetmeyen işin teklifinin mümkün oluşuna "Ey Rabbimiz, güç yetiremeyeceğimiz şeyi bize yükleme" (2/Bakara, 286) âyeti de delil olarak alınabilir (Bk. Ş. Gölcük S. Toprak, Kelâm, 223).

b- Mu’tezile Anlayışına Göre Teklif

Mu’tezile'ye göre teklif; kendisinde kişiye yük olan bir iş olarak tanımlanmaktadır. Teklif, kendisinde yükümlüye güçlük ve zorluk bulunan bir işi yapma irâdesidir. Böyle bir teklif ise, ancak Allah tarafından yapılır.

Mu’tezileye göre, diğer meselelerde olduğu gibi teklif de ana dünya görüşüne bağlıdır. Mu’tezile'nin tek endişesi Allah'ın bir tek olduğu keyfiyetine halel getirmemektir. Bunun için "tevhid" meselesi onların hareket noktası olmuştur (Ş. Gölcük-S. Toprak, Kelâm, 221). Gerek Mu’tezile'de ve gerekse diğer itikadî fırkalarda esas ve temel olan bir prensip vardır. Diğer bütün görüşler bu temel espri çevresinde cereyan eder ve bu doğrultuda fikirler ileri sürülür. Bu bakımdan öncelikle o fırkanın esas görüşü iyice bilinmeli ve dikkate alınmalıdır.

Teklif konusu da esas itibariyle tevhid görüşüne bağlıdır. Yüce Allah yegâne birdir ve O her şeyde olduğu gibi fiillerde de bir ve tekdir, âdildir. O'nun âdil olması fiillerinde çirkin ve kötü olan fiillere yer vermemesiyle anlaşılır. O'nun fiillinden kötü bir şeyin meydana gelmesi doğru değildir. Öyleyse, bütün fiillerinde âdil olan ve kötü iş yaratmayan Yüce Allah'ın insanların faydasına olan tekliflerde bulunması gerekir. Çünkü, bu konu, daha önce de geçtigi üzere, Allah'ın yegâne tek oluşu ve O'nun adâleti konusuna girer. Âdil olan Allah'tan ise, insanların zararına olan, dolayısıyla kaldıramayacakları bir teklifin yüklenmesi beklenemez. Zira bu, zulüm olarak telâkki edilmektedir.

Bu farklı görüşlere rağmen, Mu’tezile, teklife külfet ve meşakkat mânâlarını vermekle Ehl-i Sünnetle bir yakınlık ortaya çıkarmakta, bir nevi aynı görüşü paylaşmaktadır.

Buraya kadar sayılan teklif ile ilgili görüşlerin sıralanmasından sonra; bu konuda şöyle genel bir değerlendirmede bulunmak mümkündür:

İnsana güç verip vermeme doğrudan doğruya Yüce Allah'ın kudreti dâhilindedir. Bu konuda da Allah'ın bir mecbûriyeti yoktur. Allah insana yapılması imkânsız olan bir şeyi yüklemekte tamamen kendi irâdesine sahiptir. İnsana yapılan teklif insanın yapabileceği ölçüdedir. Bu durum ise, Allah'ın adâleti, sünneti doğrultusundadır. Bunları yaparken tamamen mutlak ve hür iradesiyle yapıyor olup, bir zorunlulukla karşı karşıya değildir. İşte Mûtezile ile temelde ayrılan nokta burasıdır. Onlar Yüce Allah'ın insana ancak kaldırabileceği kadar bir teklifi yüklemesini zorunlulukla izah edip, bunu tevhid anlayışlarına bağlamaktadırlar. Ehl-i Sünnet ise, meselenin sonucunda yani teklifinin ancak kapasiteye göre olacağında birleşip, bunun zorunlulukla değil hür irâde ile Yüce Allah'ın sünnetine göre olduğunu kabul etmektedirler. (6)

Teklif kelimesinin kökü olan "kelef" bir şeyi sevmek, bir şeye düşkünlük anlamındadır. Teklif ise, bir insanı sevdiği şeyi elde etmede bazı zorlukları göğüslemekle yükümlü tutmaktır. O halde teklifin esâsında yine insanın hür irâdesi ve içten sevip benimsemesi vadır. Aynı kökten gelen külfet, zorluk anlamında, tekellüf ise külfete meydan verme, bir işin olmasını külfete bağlama anlamında kullanılır. Kur'an'da teklif, daima fiil şeklinde 7 yerde, tekellüf de bir yerde kullanılmıştır.

Teklif konusunda Kur'an'ın temel anlayışı şudur: "Allah hiçbir benliği gücünü, kapasitesini aşacak şekilde teklife muhâtap kılmaz." (2/Bakara, 286). Bu ilke, değişik cümle yapılarıyla, fakat hep aynı kelimeler kullanılarak birkaç kez tekrarlanır (2/Bakara, 233; 6/En'âm, 152; 7/A'râf, 42; 23/Mü'minûn, 62). Bunların hepsinde "kişinin güç ve kapasitesini ifâde eden "vüs'at" kelimesi kullanılır ki, esas anlamı genişliktir. Vüs' etimolojik gelişimi içinde zamanla, güç ve kapasite anlamını almış bulunuyor ki Kur'an da onu aynı anlamda kullanmaktadır. Aynı kökten se'a kelimesi de Kur'an'da ekonomik-mâlî genişlik anlamında, yine teklif prensibine yer veren bir âyette kullanılmıştır. Bu âyet, teklifin ekonomik-mâlî yönünü prensibe bağlarken de şöyle diyor: "Genişliği olan, genişliğinden, bağışta bulunsun... Allah hiçbir benliği, ona verdiği nimet dışında bir şey vermekle yükümlü tutmaz. Allah, bir güçlükten sonra bir kolaylık sunacaktır." (65/Talâk, 7)

Kur'an'ın teklif konusundaki bu kabulü şöyle formüllendirilmiştir: "Güç yetirilemeyen şeyle yükümlü kılmak yoktur." Allah'ın kanunu bu olduğuna göre, O'nun güvenilir elçileri nebîler de aynı prensibe uymak zorundadırlar. Kur'an, peygamberlere şu emri veriyor: "De ki... ben tekellüfe (külfete, zorluğa) yol açanlardan değilim." (38/Sâd, 86). Peygamber, tekellüfe ancak kendi benliğinde gidebilir. O alan, onun hür irâdesiyle kayıtlar ve zorluklar getirebileceği tek alandır. Hitap ettiği kitleye ise tekellüf getiremez, onları sadece teşvik eder, özendirir. Şu âyet, Kur'ânî espriyi Rasûlullah'a hitap ederken şöyle ifâdeye koyuyor: "Allah yolunda çarpış. Sen ancak kendi nefsini külfet altına sokabilirsin. Mü'minlere gelince onları teşvik et, özendir." (4/Nisâ, 84)

Kapasite üstünde yükümlülük (teklif mâ lâ yutak) fıtrata, Allah'ın irâde ve kanunlarına terstir. Allah, dine bu sakatlığın girmemesi için Kur'an'da gerekli önlem-prensipleri getirmiştir. Bu prensipleri çiğneyenler kendi arzuları yönünde insanları saptıran bilgisiz azmış-zâlimler olarak tanıtılıyor (bkz. 6/En'âm, 119). Bunlar, Allah'ın açık açık bildirdiği haram ve helâllere ilâvelerde bulunanlardır. Bunlar, Allah için iş yapmanın güzelliği yerine, Allah adına iş yapmaya kalkıp sonunda örtülü bir biçimde tanrılık iddiâ etme durumuna düşen karanlık ruhlulardır. Allah'ın, tekelinde tuttuğu haram kılma yetkisini kullanmaya kalkarak, gâfil bir biçimde şirke düşerler de hâlâ Allah için iş yaptıklarını sanır, hiyânet ve sapıklıklarını da Allah'ın dinine fatura ederler. Böylelerinin dine ve Allah'a en büyük hizmetleri, dinden uzak durmalarıdır ama, çıkarları ve kurdukları menfaat tezgâhları buna müsâade etmez. Allah'ın dinine iftira ederler de hâlâ kendilerine mücâhid, ehl-i takvâ, sünneti ihyâ edenler vs. gibi sıfatlar vermekten çekinmezler. Eğer bunların iddiâlarında zerre kadar doğruluk olsaydı Kur'an'ın dinine bağlı olanlar bugün böylesi perişan duruma düşerler miydi?

Teklifin işaret edilen Kur'anî boyutlarını destekleyen birkaç prensibi daha verelim: "Allah sizin için hafifletme ister. İnsan zayıf yaratılmıştır." (4/Nisâ, 28). "Allah sizin için kolaylık ister, sizin için güçlük istemez." (2/Bakara, 185). "Allah sizin için dinde zorluk yaratmak istememez. O'nun istediği sizi temizleyip arıtmaktır." (5/Mâide, 6). "O size din içinde zorluk getirmemiştir." (22/Hacc, 78). Allah'ın kendisine farz kıldığı hususlarda nebî üzerine herhangi bir zorluk yoktur." (33/Ahzâb, 38) (7)

"Allah hiçbir nefse gücünün yeteceğinden fazla yük yüklemez." (2/Bakara, 286). Güneşe çevirebileceği kadar gezegen, ağaca kaldırabileceği kadar dal, insana taşıyabileceği sayıda el takmış. Devenin yükü ayrı, karıncanınki ayrı. Balığa uçmayı, aslana yüzmeyi teklif etmemiş.

İnsanlara da bu imtihan meydanında kuvvetleri oranında hatta bir lütuf olarak, güçlerinin çok altında teklifte bulunmuştur. Allah'ın bütün emirlerini işlemek bütün yasaklarından sakınmak her insanın gücü dâhilinde. Bizim gücümüz için son hudut, namazı beş vakit kılmak, orucu bir ay tutmak mı? Elbette hayır! İnsanlar bu hakikati iyi değerlendirseler, sabretmesini bilip irâdelerini hırpalayıp zaafa uğratmasalar ve en önemlisi birbirlerine yük olmasalar, hepsi de yüklerini rahatlıkla taşıyabilecek ve bu imtihan meydanından yüzlerin akıyla ayrılıp gidecekler.

Zengin olmayan kişinin zekât vermekten sorumlu olmayacağı, kezâ eli yahut ayağı kesik bir insanın abdest alırken bu organlarını yıkamaktan sorumlu olmadığı Bakara, 286. âyetten çıkarılan hükümlerden. Akaid ilimleri ise "güç yetirme" meselesini "akıl" yönüyle ele almış ve sıkça sorulan bir soruya şöyle açıklık getirmişler: "Dünyanın ıssız bir köşesinde yaşayan ve toplum hayatından habersiz olan bir insan, mücerret aklıyla hangi hakikatleri bilmeye güç yetirebilirse, sadece onlardan sorumlu!" Mücerret aklı, "kendisine İlâhî emirler ulaşmamış, peygamberlik nûruna muhâtap olamamış, rehbersiz bir akıl" şeklinde târif edebiliriz.

“Dünyanın ıssız bir köşesinde yaşayan bir insanın İslâm Dinini bilmesi mümkün değildir. Bu adam, âhirette nasıl sorumlu tutulabilir?” Mâsum bir soru gibi gözüken bu sorunun arkasındaki anlayışı doğru değerlendirmek gerekir. Annesine hakaret, babasına isyan eden, en yakın dostlarını dar zamanlarında yüzüstü bırakan, “benden sonra tûfan” felsefesiyle yaşayan bir adam; bakıyorsunuz, dünyanın öte ucundaki, tanımadığı birinin imanını dâvâ etmeye kalkışıyor! Hemen kararınızı veriyorsunuz: Bu adamın derdi başka!...

Kendisiyle biraz konuşuyor, iç âlemini kurcalıyorsunuz. Karşınıza sinsi ve menhus bir gâye çıkıyor: “Allah’ın adâletine itiraz!” Aslında, bu sanıldığı gibi, yeni bir mesele değil. Asırlar önce tartışılmış, halledilmiş, rafa kaldırılmış bir konu. Şu kadar var ki, “dünyanın öbür ucu” denmemiş de, “ıssız bir dağda, toplum hayatından habersiz yaşayan bir adam” denmiş. Yahut, buna benzer bir başka tip üzerinde konuşulmuş.

“Allah, hiçbir nefse gücünün yettiğinden fazlasını teklif etmez.” (2/Bakara, 286). Yani, her şeye taşıyabileceği kadarını yükler. Fertleri güç yetirebilecekleri işlerle mükellef kılar. Her gövdenin üzerine, götürebileceği kadar bir baş yerleştirir. Allah, dağına göre kış verir. Atom çekirdeğine gezegenleri bağlamaz. Âlimlerimiz bu âyeti çeşitli yönlerden tefsir etmişler. Fıkıh âlimleri, bu âyeti fıkıh yönünden, kelâm âlimleri ise itikat yönünden incelemişler. Bu ikinciler, âyette geçen “güç yetme” meselesini akıl yönüyle ele almış ve şu mânâda birleşmişler: “Dünyanın ıssız bir köşesinde yaşayan ve toplum hayatından uzak bir insan, mücerret aklıyla, hangi hakikatleri bilmeye güç yetirebilirse, sadece onlardan sorumludur.”

Mücerret akıl denilince, “bir peygambere muhâtap olmamış, kendisine İlâhî emirler ulaşmamış, rehbersiz kalmış” bir aklı anlıyoruz. İşte, böyle bir aklın ulaşabileceği saha konusunda, değişik görüşler ileri sürülmüş: İtikat imamlarından İmam Mâturîdi, “insanın, kendi aklını kullanarak bir yaratıcının olduğunu bilmeye güç yetirebileceği” görüşündedir. Ve böyle bir insanın Allah’a inanmaktan sorumlu tutulacağını, diğer iman rükünlerinden ve ibâdetlerden ise sorumlu olmayacağını ifâde eder. Bir diğer itikat imamı olan Eş’arî ise, böyle bir insanın, peygamber olmaksızın, Allah’ı bilmesinin de mümkün olamayacağı fikrini savunur ve bu adamın bir taşa bile tapsa “necat ehli” yani kurtuluşa erenlerden olacağını söyler.

Görüldüğü gibi, her iki imamın da ittifak ettikleri esas nokta şu: Kişi, içinde bulunduğu şartlarda, neyi bilmeye güç yetirebiliyorsa ondan sorumlu. Şüphesiz, hakikati en iyi bilen Allah’tır. O’nun ilmine havâle ederiz. (8)

 

 

 

Mükellef

Mükellef: Yükümlülük sahibi kişi, yükümlü kılınan kişi; Arapça "teklîf" mastarından ism-i mef'ûldür. Bir Fıkıh terimi olarak; "İslâmî emir ve yasakların muhâtabı olan ve bunlara uymakla yükümlü bulunan kimse" demektir. "Allah bir kimseye gücünün yeteceğinden fazlasını yüklemez" (2/Bakara, 286) âyeti sorumluluğu gücün yetmesi ile sınırlar.

Dinî emir ve yasaklara muhâtap olabilmesi için kişinin akıl ve fizik bakımından belli olgunluğa ulaşması gerekir. Kişinin, insan varlığına ait hak ve borçlara ehil olma vasfına "ehliyet" denir. Bu ehliyet anne karnındaki ceninden itibaren rüşd yaşına kadar çeşitli safhalar geçirir. Ehliyet, vücub ve edâ ehliyeti olmak üzere ikiye ayrılır.

1. Vücub ehliyeti: Kişinin lehine ve aleyhine olan hakların sübûtuna elverişli olmasıdır. Bu, borçlanma ve borçlandırma ehliyetidir. Bunun dayanağı insanlık sıfatıdır. Yaş, akıl ve rüşd ile ilişkisi yoktur. Eksik ve tam olmak üzere ikiye ayrılır.

a. Eksik vücub ehliyeti: Bu ana karnındaki cenine ait bir ehliyet olup, doğuma kadar devam eder. Cenin, yalnız lehine olan haklardan yararlanır. Aleyhine olan haklar onun hakkında sabit olmaz. Cenin sağ doğmak şartıyla mirasçı olur, lehine vasiyet edilen mala sahip bulunur, yine lehine vakıf geçerlidir, babası cihetinden nesebi sabit olur. Aleyhine olan medeni haklar ise sâbit olmaz. Meselâ, babasının cenin adına bir şey satın alması veya cenine ait bir malı başkasına hibe etmesi geçerli değildir. Yine cenin, nafaka vb. malî yükümlülüklere muhâtap olmaz.

b. Tam vücub ehliyeti: Şahsın lehine ve aleyhine olan hak ve borçlara ehil olmasıdır. Akıl hastaları ile yedi yaşından küçük olan gayri mümeyyiz küçükler tam vücub ehliyetine sahiptirler. Henüz idrâk ve muhâkeme teşekkül etmediği için bunlarda edâ ehliyeti yoktur. Lehine yapılan hibe, vasiyet ve vakıf geçerlidir. Ayrıca onu borç ve yükümlülük altına sokan satım, kiralama, karz ve rehin gibi medenî akitler velî veya vasî tarafından onun adına yapılır. Bunların semere ve sonuçları akıl hastası veya gayr-i mümeyyiz küçüğe ait olur.

Diğer yandan gayri mümeyyiz küçük, haksız fiillerinden veya velî yahut vasîsinin onun adına yapacağı tasarruflardan doğan borçlardan bizzat sorumludur. Ancak bu bedenî değil yalnız malî bir sorumluluktur (bk. el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', Mısır 1327-28/1909-1910, VII,172; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr; Bulak 1315-1317 H., VIII, 324 vd.).

Akıl hastası ve gayri mümeyyiz küçükler malî bütün borçları öderler. Ancak bunlar ibâdetle yükümlü olmadıkları için Ebû Hanîfe'ye göre zekâtla yükümlü bulunmazlar. İmam Şâfiî, Mâlik ve Ahmed b. Hanbel'e göre ise zekât mal nimetinin külfeti kabilindendir. Böyle olunca bunların da zekâtta sorumlu tutulmaları gerekir. Ancak bunu velî veya vasî, onun adına öder.

2. Edâ ehliyeti: Kişinin medenî hakları kullanma ehliyetidir. Bu, her insanda tabîî bir vasıf değil akıl ve fizik gelişmeye paralel olarak kazanılan bir vasıftır. Bunun varlığı, temyiz kudreti, belli bir yaşa ulaşma gibi bazı şartlara bağlanmıştır. Kısaca vücup ehliyeti, her şahısta bulunan pasif bir ehliyet iken, edâ ehliyeti aktif ehliyet halidir. Edâ ehliyeti de eksik ve tam olmak üzere ikiye ayrılır.

a. Eksik edâ ehliyeti: Bu ehliyet mümeyyiz küçük ve bunamışda (ma'tuh) söz konusu olur. Yedi yaşla büluğ çağı arasındaki ehliyeti ifade eder. Mümeyyiz küçük iyi ile kötüyü, alma ile vermeyi, satmayla satın almayı birbirinden ayırt edebilen fikrî, zihnî ve beden olgunluğuna ulaşan kimsedir. İslâm hukukçuları uygulamada kolaylık olsun diye yedi yaşın tamamlamasını temyiz çağının başlangıcı olarak kabul etmişlerdir. Bu yaşın tercih edilmesi Hz. Peygamberin şu hadisine dayanır: "Yedi yaşına girdikleri zaman çocuklarınıza namazı emredin" (Ebû Dâvud, Salât 26; Ahmed bin Hanbel, II/180, 187). Bu hadis yedi yaşına giren çocuğun namazın ve ibâdetin mânâsını anlayabilecek bir fikir olgunluğuna ulaştığını gösterir. Bu duruma göre; Mümeyyiz küçüğün namaz, oruç, hac gibi ibâdetleri yapması büluğdan önce farz değilse de, edâsı sahihtir ve sevâbı ana-babaya gider.

Hibe ve sadakayı kabulü, mubah malları mülk edinmesi gibi tamamen lehine olan tasarrufları geçerlidir. Bu konuda velî veya vasîsinin izni de aranmaz. Yine başkasına vekil olarak alış veriş, nikâh, talâk, dâvâ ve kabz gibi işlemleri de geçerlidir. Çünkü bunlarda muhtemel zararlar müvekkile âittir. Üstelik bu gibi muâmeleler çocuğun yetişmesine yardımcı olur. Tamamen zararına olan tasarruflar bâtıldır. Bağış, sadaka, vakıf, âriyet verme, borca kefil olma ve boşama gibi tasarrufları geçersizdir. Bunlar, onun adına velî veya vasîsi tarafından da yapılamaz.

Alış-veriş, kiraya vermek, kiralamak, rehin vermek ve almak gibi hem menfaate, hem de zarara ihtimali bulunan tasarruflar velînin icâzetine bu gibi iki yönlü olabilen tasarruflar geçerlidir. Velisinin izin verdiği mümeyyiz küçük "me'zûn"; izin vermediği ise "mahcûr" adını alır.

b. Tam edâ ehliyeti: Kişinin bütün hak ve borçlara ehil olması ve ibâdetlerle yükümlü bulunmasıdır. Bu ehliyet, büluğ çağı ile başlar, rüşd yaşı ile en son şeklini alır. Kişi, lehine ve aleyhine her türlü hukukî tasarrufu yapma ehliyetine erişmiş olur. Büluğ, kişide erkek çocuğun ihtilâm olması, kız çocuğunun aybaşı hali veya gebe olması gibi birtakım fizikî belirtilerin görülmesiyle başlar. Bazen bu belirtilerde gecikme olabilir. Bu takdirde, çoğunluk fakihlere göre büluğ çağının başlangıcı kız çocuklarda 9, erkek çocuklarda 12, sonu ise her iki cinste de 15 yaştır. Ebû Hanîfe'ye göre ise, büluğ çağının sonu erkek çocukları için 18, kız çocukları için 17 yaştır. Ebû Yusuf, İmam Muhammed ve Şâfiî ise, ergenlik belirtisi görülmeyen erkek ve kız 15 yaşını tamamlamakla büluğ çağına ermiş sayılır (el-Kâsânî, a.g.e., VII, 172; el-Cezîrî, Kitâbü'l-Fıkh ale'l-Mezâhibi'l-Erbaa, Kahire 1392, II, 350 vd.; Mecelle, madde, 978; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, İstanbul 1983, s. 122 vd.; Muhammed Ebû Zehra, Usûlü'l-Fıkh, Kahire, (t.y.), s. 331).

Büluğ çağının asgarî ve âzamî sınırları arasında bulunan erkeğe "mürâhik", kadına "murâhika" denir. Akıl ve bâliğ olan kimse malî tasarruflar dışında diğer iman, ibâdet, hukukî ve sosyal nizamın gerektirdiği bütün görevleri ve sorumlulukları yüklenir ve malı olanlar dışında tam edâ ehliyetine sahip olur. Kendisine namaz, oruç, hacc ve zekât farîzaları gerektiği gibi, haksız fiillerden hem malen hem de bedenen sorumludur. Birisini öldürse kısas uygulanır, zina etse had cezasına muhâtap olur. Ancak had cezalarının uygulanması için suçun işlendiği beldede İslâmî yönetimin iş başında olması gerekir. Çünkü fert olarak hadleri uygulama imkânı ve gücü bulunmaz.

şd sözlükte mâkul davranmak, doğru yolu bulmak demektir. Mecelle'deki tarifi şöyledir: "Rüşd, malın muhâfazası hususunda takayyüd ederek sefeh ve tebzirden tevakkî eden kimsenin vasfıdır. Bu vasfı taşıyana "reşid" denir. Reşidin zıddı "sefih''tir. Sefih malını boş yere sarf ile masarifinde tebzir ve israf ile İzaa ve itlaf eden kimsedir" (Mecelle, mad., 946-947; İbn Abidin, Reddü'l-Muhtar, V, 95).

şd, temyizden farklıdır. İnsan iyiyi kötüden, hayrı şerden ayırır da, malını ve servetini iyi bir şekilde idare etmeyi beceremez. Çünkü malın idaresi ve işletilmesi ayrı bir tecrübe ve yetenek gerektirir. Rüştle büluğ aynı şeyler değildir. Rüşd yaşı eğitim, kültür, iklim şartları ve benzeri etkenlerin altında büluğdan önce teşekkül edebilir. Ancak çoğu zaman büluğdan sonra bu olgunluk hali ortaya çıkar.

Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Evlenme çağına gelinceye kadar yetimleri deneyin. Eğer rüşde erdiklerini açıkça görürseniz mallarını kendilerine verin" (4/Nisâ, 6). Bu âyete göre, mümeyyiz küçük büluğ çağına erişince hemen malı kendisine teslim edilmez ve reşid olup olmadığı araştırılır. İslâm rüşd yaşını belirleme hususunu yöneticilere bırakmıştır.

Ebû Hanîfe'ye göre büluğa eren şahıs sefih ve israfçı da olsa üzerinden malî velâyet kalkar ve tasarruf özgürlüğüne kavuşur. Ancak malı, bir ihtiyat ve tedbir amacıyla reşid oluncaya veya yirmibeş yaşını dolduruncaya kadar kendisine teslim edilmez. Çünkü yirmi beş yaşındaki kimse dede olabilecek bir yaşa gelmiş, bedenî ve fikrî olgunluğa erişmiştir (el-Kâsânî, a.g.e., V,169 vd.; el-Cezîrî, a.g.e., II, 352). Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'e göre ise, kişi reşid oluncaya kadar malı kendisine verilmez. Osmanlı devrindeki uygulamada 1288 tarihli bir irâde, yirmi yaşını doldurmamış şahısların rüşd dâvâlarının reddedilmesi kuralını getirmiştir (bk. Ali Haydar, Düraru'l-Hukkâm Şerhu Mecelleti'l-Ahkâm, 989. mad. şerhi).

İşte akıl ve fizik bakımından gelişmesini rüşdle tamamlayan bir müslüman artık İslâm'daki bütün emir ve yasakların, malî, bedenî ve cezaî her çeşit hükmün muhâtabı olur. Artık onun fiilleri farz, vâcip, sünnet, müstehap, mubah, haram, mekruh veya müfsit olmak üzere sekiz maddede değerlendirilir. Bu fiillere ef'âl-i mükellefin (yükümlülerin fiilleri) adı verilir. (9)

 

 

 

Güç-Tâkat (ve Kolaylık)

Güç: Fizik, düşünce ve ahlâk yönünden bir etki yapabilme veya bir etkiye direnebilme yeteneği, kuvvet ve kudret demektir. Sınırsız ve mutlak güç Allah'ın gücüdür. Esas anlamıyla O'ndan başka güç ve kuvvet kaynağı yoktur. "Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh = Güç ve kuvvet ancak Allah'a aittir." İnsan ve diğer yaratıklar, Allah'ın verdiği kadar, sınırlı ve geçici bir güce sahiptir; onlardaki gücün kaynağı, kendileri değil; Allah'tır.

İnsan, zayıf yaratılmıştır; âcizdir. "Allah sizden (yükünüzü) hafifletmek ister; çünkü insan zayıf yaratılmıştır." (4/Nisâ, 28). Dinî teklifler ve vazifeler, birer yük ve zorluk değildir; tam aksine, insanı dünya ve âhiret hayatında çıkmaza düşmekten, altından kalkamayacağı veya kendisine fayda yerine zarar getirecek olan iş ve davranışlara girmekten alıkoyan, böylece yükünü hafifleten temrinler, düzenlemeler ve irşadlardır. "Ey insanlar! Allah'a muhtaç olan fakirler sizsiniz. Zengin ve övülmeye lâyık olan ancak O'dur." (35/Fâtır, 15) Zâlim ve nanköler, görmek istemeseler de tüm güç sadece Allah'a âittir. "... Keşke zâlimler azâbı gördükleri zaman (anlayacakları gibi) bütün kuvvetin Allah'a âit olduğunu ve Allah'ın azâbının çok şiddetli olduğunu önceden anlayabilselerdi." (2/Bakara, 165). İnsana zayıflık ve güç veren Allah'tır: "Sözi güçsüz yaratan, sonra güçsüzlüğün ardından kuvvet veren ve sonra kuvvetin ardından güçsüzlük ve ihtiyarlık veren, Allah'tır. O, dilediğini yaratır. O, hakkıyla bilendir, üstün kudret sahibidir." (30/Rûm, 54) "Âd kavmine gelince, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve: 'Bizden daha kuvvetli kim var?' dediler. Onlar kendilerini yaratan Allah'ın, onlardan daha kuvvetli olduğunu görmediler mi? Onlar Bizim âyetlerimizi (mûcizelerimizi) inkâr ediyorlardı." (41/Fussılet, 15) "Senin şehrinden -ki ora (nın halkı) seni çıkardı- daha kuvvetli nice şehirleri yok ettik; onlara bir yardım eden de çıkmadı." (47/Muhammed, 13) "Şüphesiz rızık veren, güç ve kuvvet sahibi olan ancak Allah'tır." (51/Zâriyât, 58) İnsana kuvvet veren Allah olduğu gibi, tevbe edip Allah'tan bağış dilemesiyle insan, O'nun gücünden yardım almış olur. Yağmur vermesiyle O, insanın kuvvetine kuvvet katandır (11/Hûd, 52) "Allah güçlüdür, kuvvetlidir. O'nun cezâsı şiddetlidir." (8/Enfâl, 52) "Onlar, Allah'ın kadrini hakkıyla bilemediler. Hiç şüphesiz Allah, çok kuvvetlidir, çok üstündür." (22/Hacc, 74) "Allah: 'Elbette Ben ve rasüllerim/elçilerim gâlip geleceğiz' diye yazmıştır. Şüphesiz Allah güçlüdür, gâliptir." (58/Mücâdele, 21) "Şimdi Allah, yükünüzü hafifletti; sizde zayıflık olduğunu bildi..." (8//Enfâl, 66) İnsan, bazen kendini yeterli zanneder ve Allah'a ihtiyaç duymadığı anlayışıyla tuğyan eder (azar, taşkınlık yapar). "Gerçek şu ki, insan kendini kendine yeterli görerek tuğyan eder/azar." (96/Alak, 6-7)

Bakara Sûresi 286. âyette geçen "ısr=zorluk" kelimesi, önceki dinlerde bulunan bütün zor hükümlerdir. O zorluklar, ağır yükler, İslâm'dan kaldırılmıştır. İşte Hz. Muhammed (s.a.s.), insanlar üzerindeki bu ağır yükleri kaldırmak, kolay dini yerleştirmek için gönderilmiştir. "O (Peygamber) kendilerine iyiliği emreder, kendilerini kötülükten men eder; onlara güzel şeyleri helâl, çirkin şeyleri haram kılar, üzerlerindeki ağırlıkları, sırtlarındaki zincirleri kaldırıp atar..." (7/A'râf, 157). "Allah size dinde bir güçlük yüklemedi." (22/Hacc, 78) âyeti de dinde zorakî, güç bir görev olmadığını; gönülsüz yapılan eylemin din olmayacağını vurgulamaktadır.

Allah, kimseye gücünün üstünde bir şey teklif etmez (2/Bakara, 233, 286; 6/En'âm, 152; 40/Mü'min, 62; 65/Talâk, 7; 7/A'râf, 42 ).

İmtihan için yaratılan insanoğlu, denemenin gereği olarak birtakım yükümlülükleri yerine getirecek, bazı güçlükleri göğüsleyecek, bazı zor gibi görünen ibâbetleri yapacak, nefsinin çok arzu etmesine rağmen, sınavın bir gereği olarak bazı isteklerinden vazgeçecektir .

Dünyada insan nefsinin hoşuna giden çok şey vardır. Nefis onlara sahip olmak ister. Hatta onlara sahip olmak uğruna yanlış yollara sapabilir, meşrû olmayan işlere meyledebilir. Nefis çoğu zaman Din’in tekliflerini ağır bulur, onları yerine getirme noktasında tembellik yapar. Nefsin, dünyalıklar peşine düşüp daha da azgınlaşması, Din’in tekliflerinden uzaklaşıp kendi hoşuna gideceği şeyleri yapması için şeytan sürekli kışkırtıcı bir rol üstlenir.

İmtihanın gereği bazı zorlukların, daha doğrusu nefsin ağır bulduğu birtakım güçlüklerin olması doğaldır. Aslında Din’in teklifleri insanın yapısına, tabiatına uygundur. Rabbimiz insana taşıyamayacağı hiçbir yük yüklemez (2/Bakara, 286). Ancak, yeryüzünde bulunuşunun, var olmasının sebebini anlamayıp, kendi hevâsına göre yaşamayı seçmiş kimseler; Din’in tekliflerini ağır bulurlar. Nitekim müşrikler, kendilerinin Kur’an’a dâvet edilmelerini çok ağır bir teklif olarak kabul etmektedirler (42/Şûrâ, 13).

Dinde Kolaylık Esastır: Allah’ın gönderdiği ölçülere göre yaşayan, yani İslâm’a uyanlar; hem dünya hayatını düzene koyarlar, hem hayat sınavını başarırlar, hem de Allah’ın muttakî kullar için hazırladığı hesapsız nimetlere ve mükâfatlara kavuşurlar. Kullarının bu güzelliklere kendi çabalarıyla kavuşmalarını isteyen Rahmân ve Rahîm olan Rabbimiz, zayıf bir yapıda yaratılmış insan için tekliflerini yumuşatmış, kolaylaştırmış ve onun sırtındaki ağır yükleri indirmiştir. Rabbimiz bu konuda buyuruyor ki: “…Allah size kolaylık (yüsr) ister, sizin için zorluk (usr) istemez.” (2/Bakara, 185)

İslâm’ın amacı insanları ağır yüklerle zorluğa bırakmak değil, aksine her türlü kolaylığı göstererek, onların iyi birer insan olup İlâhî mükâfatları hak etmelerini sağlamaktır. “Allah (ağır yükleri) sizden hafifletmek ister. İnsan zayıf olarak yaratılmıştır.” (4/Nisâ, 28). İslâm, fıtrat (yaradılış) dinidir, yani insanın yaratılışına uygun, tabiî bir yaşama biçimidir. İnsanı yaratan Rabbimiz, onun fıtratına uygun tekliflerini İslâm adıyla ona göndermiştir. Bunu Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle açıklıyor: Şüphesiz ki bu Din kolaylıktır. Her kim, (kolay olan) bu dini zorlaştırırsa altında kalır. Onun için orta bir yol tutun ve Dini en uygun bir biçimde uygulayın.” (Buhârî, İman 29)

İslâm’ın prensibi her işte kolaylıktır; zorluk çıkarmak, insanları yokuşa sürmek, zor tekliflerle onlara güçlük vermek, yapamayacaklarını emredip de onları bunaltmak değildir. Allah (c.c.) -hâşâ- kullarına işkence etmez, onlardan intikam almaya kalkmaz. İslâm’ın bu kolaylık prensibini birçok konuda görmemiz mümkündür. Allah (c.c.), Kur’an’ı, okunup anlaşılsın, öğüt alınsın diye kolaylaştırmıştır (54/Kamer, 17, 22, 32, 40). Kur’an, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in dilinde de kolaylaştırılmıştır ki, takvâ sahiplerini müjdelesin, inatçı toplulukları da uyarsın (19/Meryem, 97; ayrıca bkz. 44/Duhân, 58).

Mü’minler gerek namazda gerekse günlük hayatlarında Kur’an’dan kolaylarına gelen kısmı okurlar, bu konuda bir sınırlama yoktur (73/Müzzemmil, 20). Peygamberimize hitâben söylenmiş şu gerçek, Kur’an’ın asıl amacını ortaya koyması bakımından dikkat çekicidir: “Tâ Hâ. Biz sana bu Kur’an’ı güçlük çekmen için indirmedik. ‘İçi titreyerek korku duyanlara’ ancak öğüt ve hatırlatma olsun (diye indirdik).” (20/Tâhâ, 1-3). Allah (c.c.), Peygamber tebliğini güzel yapsın diye O’nun işini kolaylaştırır, önündeki engelleri aşması için O’na yardım eder (92/Leyl, 7-10). Kur’an, ödeme güçlüğü çeken borçluya kolaylık sağlanmasını tavsiye ederken (2/Bakara, 280), Kıyâmet günü ameli iyi olanların hesabının çok kolay, ameli kötü olanların ise hesabının çok zor olacağını haber vermektedir (84/İnşikak, 7-13). Allah (c.c.) takvâ sahiplerine işlerinde kolaylık göstereceğini müjdeliyor (65/Talak, 4). Demek ki, Din’in ve ona ait tekliflerin insana kolay gösterilmesinin sebebi takvâdır ve Allah (c.c.) bu İlâhî bağışı da muttakîlere vermektedir.

Bir başka deyişle takvâ sahibi mü’minler, Allah’a ihlâslı bir şekilde ibâdet ettikleri, Allah’a hakkıyla teslim oldukları için, Din’in tekliflerini kolaylıkla yerine getirirler, onlarda bir zorluk görmezler. Diğer taraftan İslâm karşısında inatçılık edip, Allah’a boyun eğmeyen kibirliler, İslâm’ın emir ve yasakları karşısında sıkıntı duyarlar, bocalarlar; deyim yerinde ise soğuk ter dökerler, zorluğundan bahsederler, kendi statülerine ve zamana uymadığından dem vururlar ve onun hükümlerini tartışmaya açmaya yeltenirler. İnsan, Allah’tan hakkıya korkup sakınabilse, şüphesiz Din’in emirleri ona çok kolay ve çok sevimli gelir. Çünkü onları yerine getirdiği zaman ölçülemeyecek kadar çok karşılığa kavuşacaktır.

Burada, kendilerine hidâyet verilen ile sapıtanların psikolojisini hatırlamak faydalı olacaktır: “Allah, kime hidâyet vermek isterse, onun göğsünü İslâm’a açar; kimi de saptırmak isterse onun göğsünü, -sanki göğe yükseliyormuş gibi- dar ve sıkıntılı kılar…” (6/En’âm, 125). Mallarını Allah yolunda harcamayan cimrilerle, güzelliğe sırtını dönen kimselere, zorluklar, sıkıntılar, darlıklar ve azap kolaylaştırılır. Çünkü bu kimseler bunu hak etmişlerdir (92/Leyl, 8-10). Allah (c.c.) her zorluktan sonra bir kolaylık olduğunu haber veriyor (İnşirâh, 5-6; 65/Talak, 7). Zorluktan sonra kolaylığın olması, gerekli tedbirleri almakla, duâ ve ibâdetle Allah’a rağbet etmek, O’na yaklaşmakla mümkündür.

Şurası kesindir ki, İslâm’ın emir ve yasakları içerisinde insanın fıtratıyla ve hayatın gerçekleriyle çatışan hiçbir şey yoktur. İslâmî hükümlerin zor ve çağa uymadığını zannedenler; kendi hevâlarına uyan, Allah’ı bırakıp tapacakları putları elleriyle icat edenler, ya da kendi görüşünü Allah’ın koyduğu ölçüden daha doğru sanan ahmaklardır. Allah (c.c.) ve O’nun son peygamberi, insanlara, altlarından kalkamayacağı hiç bir şeyi teklif etmemiştir. Din’in bütün emir ve yasakları (hükümleri), insanlara faydalı olan şeyleri kazandırmak, zararlı olan şeyleri de onlardan uzaklaştırmak gâyesine mâtuftur.

Emredilen ibâdetler, bir zorluk, sıkıntı veya işkence değil; huzur, rahatlık, düzen ve iç ferahlığı ve dengeli bir yaşayışın plan ve programıdır. Dinimizde nass’la (kesin deliller ile) sâbit olan şeyleri değiştirmek, zamana ve toplumlara uydurmak mümkün değildir. Dinin kesin hükümlerini sağa sola çekmek, onları yerli yersiz tartışmalara konu etmek insanı İslâm’ın sınırlarının dışına çıkarabilir. Ancak, hakkında hüküm olmayan, yani mubah alan dediğimiz konularda en kolayı ve Dine uygun olanı tercih etmek Peygamberimizin tavrıdır. Müslümanlar da aynı şekilde hareket ederler. Hz. Âişe şöyle diyor: “Yüce Peygamber, biri daha kolay, biri daha zor iki tercih karşısında kaldığı zaman, mutlaka kolay olanı seçmiştir.” (Buhârî, Menâkıb 23, Edeb 80; Müslim, Fezâil 77-78)

Nitekim bazı ibâdetlerde yerine göre kolaylıklar gösterilmiştir. Bunun sebebi ibâdetlerin her şart ve ortamda yerine getirilmesi, müslümanın kolaylıkla kulluğunu yapabilmesidir. Oruç tutmaya gücü yetmeyenlerin oruçlarını Ramazan’dan sonra kazâ etmeleri, ayakta namaz kılamayanların namazlarını oturarak kılmaları, su olmadığı veya suyu kullanma imkânı kalmadığı zaman teyemmüm edilmesi, yolculukta namazın kısatılması; bilinen kolaylıklardandır.

İslâm’da ruhbanlık olmadığı gibi, gevşeklik de yoktur. ‘Ne yaparsam yapayım, Allah beni affeder’ mantığı sakat bir mantıktır. Allah (c.c.) dilerse bütün günahları affeder, doğrudur. Ancak hiç kimse tevbe edebilme ve tevbesinin kabul edilme garantisi veremez. Kul için Allah (c.c.) rızâsından daha büyük kazanç var mıdır? Bize her türlü nimeti karşılıksız veren Rabbimiz, şükredilmeye lâyık değil midir? Allah’ın katındaki yüce makamları hak etmek zararlı mıdır? Allah’ın azâbına lâyık olmaktan daha korkunç bir kayıp var mıdır?

Dinimiz her şeyde olduğu gibi ibâdette de dengeyi emrediyor. Ne gevşeklik ne de ruhbanlar gibi dünyadan el etek çekme anlayışı; her iki tutum da İslâmî değildir. Her konuda en büyük örnek Peygamberimizdir. Allah’a en güzel kulluğu O yapmıştı. O’nun ibâdet hayatı da ölçülüydü, aşırı ve insan gücünün üzerinde değildi. Ne kadar gayret ederse etsin, hiç kimse Peygamberden daha takvâ sahibi olamaz. O, ibâdetini insan olmanın sınırları içerisinde yapardı, emredilenlerin dışında nâfile ibâdet de ederdi. Ümmetine de az da olsa, devamlı ibâdet etmeyi tavsiye ederdi. Öyleyse, İslâm’ı her açıdan zorlaştırarak, yaşanamaz, uygulanamaz bir hale getirmek, hayatın acı ve zor gerçekleriyle karşı karşıya bırakmak doğru değildir. Anlatılan ve gösterilen İslâm, ‘yok, biz bunu yaşayamayız, çok zor, tahammül edilmez bir şey’ dedirtiyorsa, anlatanların ve İslâm’ı öyle sunanların vebâli vardır. Dinde olmadığı halde, dinin emri gibi lanse edilen bir sürü formalite ve zorlama şeyler, gerçekten insanları şüpheye düşürebilir, Âllah’a ibâdetten uzaklaştırabilir.

Evet, Din kolaydır; her devirde, her ülkede ve her iklimde yaşanabilir. Çünkü fıtrat dinidir. Kimileri İslâm’ı hayattan uzaklaştırmak ve müslümanları kendi sahte tanrılarına tâbi kılmak için, İslâm’ın çok zor olduğu propagandasını yapsalar da, bu böyledir. Ancak, Allah’ın Dini Kur’an’da ve Peygamberin Sünnetinde tebliğ edildiği gibidir. Hiçbir kişinin, rejimin ve ülkenin kalıbına göre şekil almaz. İnsanların uydurduğu ideolojilere göre şekillenmez. İnsanlar, gönülden, ihlâsla Hak Din’e bağlandıkları ve samimi bir şekilde yaşadıkları zaman, ne kadar kolay olduğunu bizzat görürler. Dünya hayatında bile güzellikleri, mutlulukları ve Cenneti tadarlar. Buyursun; insanlar bunu bir denesinler, kesinlikle kayıpları olmayacaktır. (10)

Kolaylık ve zorluk Allah’ın elindedir. Bir işi insana kolay ve zor kılan O’dur. Zorluk insanlar için sözkonusudur. Allah için hiçbir iş zor değildir, O’na zor gelen hiçbir şey yoktur. Allah, yerde ve gökte ne varsa hepsini ve her şeyi bilir. Eşya ve olayların bilgisine sahip olmak, Allah için çok kolaydır (22/Hacc, 70). Allah, mahlûkunu ilk baştan yarattığı gibi, ölümden sonra bunu tekrarlamakta, ölüden diri çıkartmakta, yeniden hayat vermektedir ve insanları tekrar diriltecektir; şüphesiz bu, Allah’a göre çok kolaydır (29/Ankebût, 19). “O gün yer yarılır, onlar çabucak çıkarlar. Bu, Bize göre kolay olan bir haşirdir.” (50/Kaf, 44)

İnsanlar için esas zorluk, âhiret zorluğudur. Dünyadaki zorluklar, âhirete göre hem çok az ve hafif ve hem de geçicidir. Kıyâmetle başlayan öteki hayat, kâfirler için pek çetin ve zor gündür (25/Furkan, 26). O sûra üfürüldüğü gün ve sonrası zorlu gündür; kâfirler için (hiç de) kolay değildir (74/Müddessir, 8-10). Kimin kitabı sağından verilirse, kolay bir hesapla hesaba çekilecektir, ama dünyada kötü ameller yapıp da kitabını solundan veya arkasından alanlar için iş, hiç de kolay olmayacaktır (84/İnşikak, 6-13).

Kolaylık-zorluk kavramı, psikolojik ve sübjektif bir kavramdır. Bazen en basit ve çok kolay görülen bir şey bir insan için dağları aşmak kadar zor gelebilir, bazen de çoğu insan açısından çok zor kabul edilen bir şey, birisi için kolay gelir. Bunlar, her şeyden önce kalpleri elinde bulunduran Allah’a âit bir tasarruftur. Tabii, bu rastgele olmaz. Bunun da bir İlâhî kuralı, sünnetullah dediğimiz Allah tarafından konulmuş ölçüsü vardır: Kim takvâ sahibi olur, Allah’tan korkarsa, Allah ona işinde kolaylıklar verir (65/Talâk, 4). İnsanlara emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker yapan, onlara öğüt veren kişileri Allah, en kolaya yöneltip onda başarılı kılacaktır (87/A'lâ, 6-9). Bu konudaki İlâhî sünnet, iman-takvâ-infak konusunda görevini yapanlara kolaylığın ihsân edilmesidir (92/Leyl, 5-7). Kim cimrilik edip vermez, kendini zengin sayıp Hakka boyun eğmez, en güzeli de yalanlarsa, o da İlâhî kudret eliyle en zora yöneltilecektir (92/Leyl, 8-10).

Dünya, âhiretten farklıdır, dünyada hiç zorluk olmayacak olsaydı, cennetin kıymeti azalalır, dünyanın imtihan olduğu hikmeti ortadan kalkardı. Dünya, dünyevî zafer, insanlar arasında evrilip çevrildiği gibi, bir insan için de kolaylık ve zorluk da gelip geçicidir. Zahmetsiz rahmet olmaz. Ama, her rahmet, bedeli olan o zahmeti de güzelleştirir, zorlukları kolaylaştırır. Muhakkak zorlukla beraber bir kolaylık vardır. Sonra tekrar zorluklar çıkacaktır. Ama bu zorluktan sonra da yine bir kolaylık vardır (94/İnşirâh, 5-6). Allah, her zorluktan hemen sonra bir kolaylık getirecektir (65/Talâk, 7). Hz. Mûsâ gibi Rabbimizden işimizi kolaylaştırması için duâ etmeliyiz: “Rabbim, işimi bana kolaylaştır.” (20/Tâhâ, 25-28). Çünkü Sen, bir şeyi kolaylaştırmazsan, o iş aslında kolay da olsa bize zor gelir. Sen merhametlilerin en merhametlisisin. “Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme. Ey Rabbimiz! Bizim gücümüzün yetmediği işlerden bizi sorumlu tutma, bizi affet, bizi bağışla, bize merhamet et.” (2/Bakara, 286)

&#

Allah ve O’nun seçtiği ve mü’minler için örnek gösterdiği, tebliğ görevlisi Hz. Peygamber, altından kalkamayacağı hiçbir yükü insana yüklememiştir. İslâmiyet, insanı yokuşa süren, zorlayan, hayatı işkenceye çeviren emir ve disiplinler içermez ve böylesi emir ve disiplinleri kendi bünyesinin dışında sayar. Nefsi öldürmek, bedene işkence çektirmek, hayat ve insanlardan kaçıp dağlarda münzevî olarak yaşamak, evlenmemek, gıdâ ve uykuyu terk gibi tavırlar Rasûlullah (s.a.s.) tarafından reddedilmiş ve din dışı ilan edilmiştir. Zorluk ve işkence bir yana; “din kolaylıktır.(Buhârî, İman 29), “Dinin en hayırlı olanı, en kolay olanıdır.” (Ahmed bin Hanbel, III/479). “Esası, peygamberlik ve rahmet olan dini” (Dârimî, Eşribe 8) insan için azap haline getirmek dine en büyük ihânet olacaktır. İbâdetler bir işkence, bir sıkıntı değil; bir iç ferahlığı ve Yaratıcı’ya huzur dolu bir yaklaşma oldukları sürece anlam taşırlar. Bunun içindir ki, “Dinde zorlama ve baskı yoktur” (2/Bakara, 256). Dış görünüşü bakımından ne kadar mükemmel olursa olsun, insanın içten gelen isteklerinden kaynaklanmayan bir davranış, Allah katında değer ifâde etmemektedir.

İslâm, insanı köşeye sıkıştırıp ezmediği gibi, insanın kendi kendini baskı altına alıp ezmesine de karşı çıkmıştır. Tahrîm sûresinin ilk âyetinin meâli şöyledir: “Ey Peygamber! Allah’ın sana helâl kıldığı şeyleri neden kendine haram ediyorsun?” (66/Tahrîm, 1) Bir başka âyette ise şöyle deniyor: “De ki: ‘Allah’ın kulları için ortaya serdiği süs ve güzelliği, hoş ve temiz rızıkları kim haram etmiştir? De ki: ‘Onlar, dünya hayatında (inanmayanlarla birlikte) iman edenlerindir. Kıyâmet gününde ise yalnız mü’minlerindir.” (7’Arâf, 32). Bu İlâhî beyanlara dayanarak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Maddî ve mânevî bütün zevkler, en ideal anlamda, vahyin gösterdiği helâller dâiresinde mevcuttur. Allah, bu konuda kulları adına, kullarından daha cömert davranmıştır. Haram alanına çıkıp orada zevkler arayanlar, İslâm düşüncesine göre, fıtratı bozuk, sapmış ve yaradılış âhengi bozulmuş dejenere ruhlardır. Dini, hayata zıt, yaşanması imkânsız denecek kadar zor bir kurum olarak görüp ondan kaçmalarına sebep olmak, din adına bir cinâyettir. Fıtrat dini, hayat ve insanla çatışmaz.

Bazı nâfile ibâdetleri yerine getirme, azîmeti tercih etme konuları, bütün toplumu bağlamaz, onlara emredilmez. Bu çeşit takvâ ile ilgili gayretler, seçkin benliklere hitâb edilen istisnâlardır. Kolay olanı tercih, İslâm’ın genel tavrı ve insana tanıdığı bir haktır. Fert, bu hakkını kullanmayabilir. Problem, bu hakkın inkâr edilmesidir. Varlığı kabul ve ilan edilen hakkın, sahibi tarafından kullanılmamasına gelince, bu bir fedâkârlık olarak övülebilir, bir ahlâkî fazîlet olabilir. Böyle bir tutum, fâiline maddî ve mânevî değerler de kazandırır. Fakat unutmayalım ki, bunu başarabilecek ruhlar çok azdır. İslâm ise, bütün insanlığa, büyük kitlelere ışık tutar. O, daima geneli, kamuyu, büyük yığınları dikkate alarak kurallar koyar; ancak bu kurallara mûnis yaklaşımlarla ve seçkin benliklere hitap edecek istisnâlar getirir. İslâm’ın bu istisnâî yanlarını kurallaştırarak onu, hayatı zora süren bir kurum haline getirenler, İslâm’ın karakteristik yapısını, genel tavrını bozmaktadır. Bir hak ve yetki, önce teslim edilir, sonra bu haktan ferâgat için sahibine dâvet edilebilir. O, bu dâvete icâbet eder veya etmez. Hak sahibini hakkından vazgeçmeye zorlamak ayrı bir şeydir. Bunun adı zulümdür.

İbâdetlerin miktarı Allah tarafından belirlenmiş ve Elçisi tarafından da pratiğe aktarılmıştır. Bu açıdan, herhangi bir ziyâdeleştirme ya da noksanlaştırma kesin bir şekilde yasaklanmış ve bu yöndeki her davranış haddi aşma/bid'at olarak isimlendirilmiştir. Nitekim İmam Gazzâlî, ibâdetlerin miktarını, ilâçların karışımına benzetmiş ve sağlıklı bir netice alınabilmesi için bu ölçüye dikkat edilmesi gerektiğini ifâde etmiştir (Gazzâlî, el-Munkızu mine'd-Dalâl, s. 111). İbn Teymiyye de, amelinin daha makbul olması için ameldeki meşakkati artıranlar hakkında şöyle der: "Bilmek lâzımdır ki, Cenâb-ı Hakk'ın rızâsı ve sevgisi, faydasız bir şekilde kendi kendine azap çektirmek, canını zorluklara sürmekte değildir (İbn Teymiyye, el-Fetâvâ, 10/192-193). Buna göre, kışın ortasında, sıcak su varken sevâbı çok olsun düşüncesiyle soğuk su ile abdest almak ve aynı anlayışla, yakında câmi varken uzaktaki bir câmiye gitmek, mâkul ve doğru değildir.

İslâm, kolaylık üzere binâ edilmiştir; yaşanılabilirlik bu dinin tabiatında vardır. Ancak bu, bir başıboşluğu, her şeyin câiz ve serbest olabileceğini ifâde etmez. Elbette ki bu kolaylığın da bir sınırı vardır. Kur'ân-ı Kerim'de yer yer şu ifâdelere rastlamaktayız: "İşte bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Kim Allah'a ve Rasûlüne itaat ederse, onu orada ebediyyen kalmak üzere zemîninden ırmaklar akan cennetlere sokar. İşte en büyük kurtuluş budur. Kim de Allah'a ve Rasûlüne isyan eder, sınırlarını aşarsa, onu da orada ebedî kalmak üzere ateşe sokar." (4/Nisâ, 13-14) "İşte bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Kim Allah'ın sınırlarını aşarsa, şüphe yok ki kendine zulmetmiş olur." (65/Talâk, 1)

İnsanın kendine zulmetmesi, ifrâta kaçması ya da tefrîte düşmesi sûretiyle olur. Allah Rasûlü, ümmetini ibâddetlerle ilgili hayatta da i'tidâl üzere olmaya çağırmıştır. Hadislerde belirtildiğine göre, Rasûl-i Ekrem, ümmetine farz kılınıp îfâsında zorluk çekileceği endişesiyle terâvih namazının cemaatle kılınmasına üçüncü veya dördüncü geceden sonra ara vermiş, hastalık ve yolculuk esnâsında namaz ve oruç gibi ibâdetler için tanınan ruhsatları kullanmamayı uygun bulmamış, insan gücünü zorlayacak şekilde nâfile namaz kılmayı tasvip etmemiş, imamlık yapanların namazı uzatmalarını eleştirmiş ve dinî hükümleri aşırılığa kaçarak uygulamaya çalışanların bunda muvaffak olamayacaklarına dikkatleri çekmiştir.

İslâm, sadece takvâ sahibi elitlerin, âlim ve mücâhidlerin/savaşçıların dini değil; bedevîlerin, ihtiyar kadınların, ortalama kültür ve bilgiye sahip yığınların da dinidir. Saçı başı dağınık, bedevî bir müslüman, Rasûlullah’a gelerek, Allah’ın kendini yükümlü tuttuğu ibâdetleri sormuştu. Peygamberimiz de; şehâdet kelimesi ve farz olan 5 vakit namaz, Ramazan orucu, her yıl zekât ve ömürde bir kere hac konusunu ve zekâtı saymıştı. Adam: “Sana ikramda bulunan Allah’a yemin olsun ki, bu söylenenlerden fazla bir şey de yapmam, eksik de bırakmam’ diyerek çekip gitmiş, Peygamberimiz (s.a.s.) de arkasından şöyle demiştir: Şâyet dediğini yaparsa bu adam kurtulmuştur.” (Buhârî, Savm 1; Müslim, İman 9)

Dinin tüm hükümleri, beşerî ve askerî yapıda emirler ve yasaklar sıralaması halinde değildir. Farz, vâcip, sünnet, müstehap, mubah sıralaması ve haram, tahrîmen mekruh, tenzîhen mekruh, müfsid gibi merdiven basamakları vardır. Yine, azîmet ve ruhsat tercihi sözkonusudur. Ruhsatlar, İslâm’ın her şart ve ortamda kolaylıkla yaşanabilmesi, yükümlülerden ağır yüklerin kaldırılması ve İslâmî hükümlere henüz yeterince bağlı olmayanları onlara alıştırmak için başvurulan kolaylıklardır. Müslümanlar, hayatın akışı içerisinde çeşitli zorluklarla karşılaşırlar. İbâdetlerini yerine getirirlerken, kendilerinden kaynaklanmayan zarûret durumuyla karşı karşıya gelebilirler. Bu gibi durumlarda ruhsatlar onların önünü açabilir. İhtiyaç olduğu zaman ruhsatlardan herkes yararlanabilir. Bir konuda ruhsat gündeme gelirse, mü’minler azîmetle amel etmeye zorlanamaz. Dileyen azîmet ile, dileyen ruhsat ile amel eder. Rurhsat ve kolaylığı kullanma da, Yaratıcı’nın kuluna verdiğ bir hak olduğuna göre, bu haktan yararlanıp yararlanmama meselesi, kulun tamamen serbest seçimine kalmıştır.

Nâfile ibâdetler, sünnet olan sınır aşılmamak şartıyla istenildiği kadar yapılabilir. Ama, başkalarına emredilemez, bunlar dinin olmazsa olmazları arasına sokulamaz. Tebliğ ve tavsiyede önceliği alamaz. Tevhidî hususlardan, farzlardan daha önemli gibi gösterilemez. Aksi takdirde din zorlaştırılmış, ölçü kaçırılıp ifrâta gidilmiş olur.

Müslümanca Yaşayış Güzel ve Kolay; Gayri İslâmî Hayat Çirkin ve Zor Bir Yaşamdır: İnsanı en iyi tanıyan, onun gücünün neye yeteceğini bilen merhametli Allah, ona kolay dini vermiş, kaldırabileceği yükü yüklemiştir. Allah'a teslim olmuş müslüman bir kula da Allah'a itimat, güven, ve tevekkül yakışır. "Sen bunları yapabilirsin, gücün yeter, bunlar kolaydır, senden zorluk istemiyorum" deniyorsa, "hayır, yapamamam, zor!" demek, her şeyden önce bir isyan ve yalanlamadır. Sırât-ı müstakîm, dosdoğru yol demektir; Peygamberlerin, sıddıkların, şehid ve sâlihlerin (4/Nisâ, 69) yoludur. Bu dosdoğru İslâmî yolda yolculuk kolaydır, ayağı kaymadan nice insan bu yoldan yürümüştür. Ayrıca bu yolda tehlikelere karşı uyarılar, işaretler, yardımlaşmalar, İlâhî ikram ve ihsanlar vardır. Diğer yollar sapıklıktır, dolambaçlı, zigzaglarla dolu ve kaygandır, zordur. Yaşadığımız ülke dâhil, hemen bütün dünyada yürürlükteki kapitalizm, insanların hayatını zorlaştırmaktan başka bir şey getirmemiştir. Tüketim ve israf toplumu, bunalım toplumuna dönüşmüştür. Herkes daha çok tüketmek için, daha çok kazanmaya, dolayısıyla daha zor bir hayata kendini mahkûm ediyor. Bu, kırılması mümkün olmayan bir kısır döngüdür.

İslâm'ın dışındaki tüm düzenler, dünya görüşleri ve ideolojiler birer şirk düzenidir. Şirk ise, büyük bir zulümdür. "Gerçekten şirk, büyük bir zulümdür." (31/Lokman, 13). İslâm dışı düzenler ve uygulamalar zorbalık ve zulümdür, ağır yüktür. Haksız vergiler, hortumlar, adâletsiz hukukî düzenlemeler, halkın sırtındaki ağır yükler. Toplumdaki bütün bireylerin şikâyet ve huzursuzluğu, zorlukların isbatıdır. İnsanların hayatını kolaylaştırma vaadiyle ortaya çıkan materyalizm ve kapitalizm hayatın düzenini bozmuş, insanların fıtratını dejenere etmiş ve ihtiyaç kavramını alabildiğine genişletip bitmek tükenmek bilmeyen yarış içinde insanları tüketim araçlarının, teknolojik aygıtların kölesi yapmış, maddî-mânevî zorluk üstüne zorluklar üretmiştir.

İman cesârettir, takvâ sahibi olmak güçlü olmaktır. Mü'min inanır ki, Allah zoru kolaylaştırır, kolayı zorlaştırır; bütün bunlar İlâhî hikmet ve sünnetullah dâhilinde ortaya çıkar. Hayattaki zorlukların kolaylaştırılmasının adı İslâm'dır. Şeytan olumlu bir şeyi terkettirmek için onu zor gösterir. İnsan zordan kaçmaya meyillidir. Ama bu şeytanî/nefsî oyuna gelmeyen nice insan sebat ve ısrar ederek başarılı olmuş, bir zamanlar kendisinin veya başkalarının zor dediğinin hiç de zor olmadığını anlamış ve isbat etmiştir.

Sevgi dağları deldirir, olmazları oldurur. Esas sevgi, Allah sevgisi ve Allah için olan sevgidir. Dini, imanı sevdiren de Allah'tır. "Allah, size imanı sevdirdi, onu kalplerinizde süsleyip çekici kıldı ve size küfrü, fıskı ve isyânı çirkin gösterdi. İşte onlar, doğru yolu bulmuş/irşâd olmuş olanlardır." (49/Hucurât, 7). İman sevgisi, dünyadaki her zorluğu kolay ve güzel kılan esrârengiz bir güçtür. Zorlukların en büyüğü, fedâkârlığın en yücesi, candan geçmektir. Ama Allah sevgisiyle dolu bir mü'min şehâdeti kolaylıkla arzular ve bu arzusuna ulaşmak için gözüne güzel gelen ölüm de ona kolaylaştırılır: "Sizden biriniz karıncanın ısırmasından ne kadar acı duyarsa, şehid olan kimse de ölümden ancak o kadar acı duyar." (Tirmizî, Fezâilu'l-Cihâd 26; Nesâî, Cihad 35; İbn Mâce, Cihad 16)

Günümüzde İslâm'ı yaşamak ve hayata geçirmekle ilgili zorluk, dinin ve dinî kuralların zorluğundan ileri gelmiyor; İslâm düşmanı egemen güçlerin ve tâğûtî düzenlerin, müslümanların dinlerini yaşaması önüne sayısız engeller koymasından, baskı ve zulümlerinden kaynaklanıyor. Dinin yaşanması zorlaştırılıp haramlar, mecbûrî istikamet işaretleriyle topluma dayatılınca kısır döngü şeklinde hayatın her alanı da zorlaştırılmış oluyor.

Kolaylık, gerçek din için geçerlidir. Dini parçalara ayırmak veya infak, sâlih amel ve takvâ gibi esasları ihmal etmek, sünnetullah gereği kolaylık yolunu terketmektir. Din, bir bütün olarak kolaydır. İlâve veya eksiltmelerle değiştirilen, atma ve katmalarla dejenere ve tahrîf edilen bu din Allah'ın râzı olduğu, tamamlanmış İslâm dini olmaktan çıktığı için kolaylık da kaybolur. Namaz kılmayan kimsenin, fahşâ ve münkerden uzaklaşması zordur. Oruç tutmayanın sabırlı olması ve cihada hazırlanması kolay değildir; aynen zekât vermeyenin, infak etmesi ve fedâkârlık göstermesinin zor olduğu gibi. İbâdetlerle güçlenmeyen ve fıtratındaki güzelliği korumayan bir insana İslâm'ın bazı emir ve yasakları zor gelebilecektir. Temel gıdalarla yeterli şekilde beslenmeyen, vücut için zarûrî yiyecekleri yemeyen kimse gerekli enerjiye sahip olamadığı için za'fiyetten dolayı nasıl basit işleri yapmakta zorlanırsa, mânevî/rûhî gıdalarını almayan kimse de mânevî ve psikolojik za'fiyetinden ötürü, aslında hiç de zor olmayan görevleri yerine getirmekte zorlanacaktır.

Allah'a kulluğun zor olduğunu zannedenler, nasıl zorluklar içinde kıvranıyorlar, farkında değiller. Hakkı görmek istemedikleri için, bâtıl kendilerine şirin, din de zor geliyor. Kula kulluk ve kendi gibi ya da daha aşağılarına boyun eğmek, insan fıtratına ve onuruna ters nice zorlukları bu insanımsılar nasıl değerlendiriyorlar? Stres ve bunalımlar, psikolojik rahatsızlıklar, ahlâkî problemler, maddî kayıplar, hastalıklar, bitmeyen şikâyetler... hep gayri İslâmî yönelişlerin bu dünyadaki zorluklarıdır. Şeytan, güzel amelleri zor göstermeye çalıştığı gibi, fâsıkların da amellerini süsler, zorları kolay zannettirir. İçki içmek ve sonrasına katlanmak hiç de kolay olmadığı halde, şeytan içkiyi güzel ve kolaylık gibi sunabilir. Fâhişelik ve onlarla zinâ etmek, AIDS gibi riskleriyle, maddî-mânevî pislik ve sıkıntılarıyla hiç de kolay bir şey olmasa gerektir.

"Lâ râhate fi'ddünya." İnsan, zaten dünyada tam ve mutlak bir kolaylık içinde yaşayamaz; Bu kural, zengin-fakir, her dönem ve her yerdeki tüm insanlar için geçerlidir. Yoksa, cennetin kıymeti olmazdı. İnsan, hayatın zorluklarını ya Allah için çekecek ve bu zorlukları kolaylık ve güzelliklere çevirecek ve âhiret sermayesi yapacak, ya da gayri meşrû bir amaç uğruna zorluklara katlanacak, zorluklar katlanarak büyüyecek ve öteki dünyada zor bir hayat onu bekleyecektir.

Allah Teâlâ, zor gibi görünen ibâdetleri farz kılmakla, esasen mü’min kullarını hayat mücâdelesine, zorluktan kurtarıp kolaylığa ve rahatlığa kavuşturmayı dilemiştir. Namazla hevâsına direnecek, kötülük ve fahşâdan uzaklaşacak, oruçla kolay kolay cihad etmeye alışacak, lüzumunda sabır yolları öğrenilecek, zekâtla nefsinin paraya kul olmasından kurtulacak, hayatın zorlukları yenilecek, âhiret saâdetindeki güzellik, kolaylık ve saâdetlere erişecektir. İbâdetler insanı olgunlaştırır, insanı maddî ve özellikle mânevî yönden güçlendirir. İbâdet ve Allah’a tâat, O’nun hükümlerine riâyet, hevâsının/nefsinin kulluğundan kurtulmuş mü’min için hiç de zor değildir. Allah’a iman edip O’na teslim olan insan, zorlukları aşacak, daha doğrusu şeytanın zor gösterdiği kolaylıkları seçecektir. Şeytan, insana kötülüğü emreder, insanın kendini küçültüp basitleştirmesine, ibâdetleri zor zannedip onlarla yücelip güçlenmesine engel olmak ister.

Mü’min şeytana ve hevâsına kanmayacak, imtihanını kazanma gayreti içinde Allah’a kul olmanın, başka tüm kulluklardan daha kolay ve daha güzel olduğunu unutmayacaktır. İslâm’ın hükümleri ne zordur, ne de çok basit. Müslüman da en küçük görevi zor kabul edip kaçan basitlikte ve tembellikte bir insan değildir. “Sen bir devsin, yükü ağırdır devin!” Devin yükü ağırdır, ama kaldıramayacağı kadar değildir. Dev için o yük kolay bir yüktür, ama seviyesi küçük olanlar için o yük, kaldırılamayacak kadar zor kabul edilebilir; bu konudaki problem, eşyanın içyüzüne vâkıf olamayan, kandırılıp yönlendirilebilen âciz alıcılarla bakmakta, yani serabı su, suyu da serap zannetmektedir. Mü’min, Allah’ın nûruyla bakar, kalp ve iman gözünü devreden çıkartmaz. Bilir ki, kâfirler, bakmasını bilmeyen bakar körlerdir. “...Onların gözleri vardır, fakat onlarla görmezler, onlar gâfillerin tâ kendileridir.” (7/A’râf, 179) “Gerçek şu ki, gözler kör olmaz; lâkin göğüslerdeki kalpler kör olur.” (22/Hacc, 46)

Sahip olduklarından veren, takvâya sarılan, güzelliği benimseyen kişi ve toplumlar için hayat kolaylaştırılır; onların yüsre ulaşmaları rahatlıkla sağlanır. Kur'an, bu konuyu ifâde ederken "yüsrün teysîri" deyimini kullanıyor ki bu yüsrü yüsr ile elde etmeyi sağlamak demektir. Kolayı sevip aramak yetmez, kolayı elde etme kolaylığını da yakalamak lâzımdır. İşte, Kur'an bu sırra dikkat çekiyor (92/Leyl, 5-7; 87/A'lâ, 8). Cimrilik yolunu seçen, insanlarla hiçbir madde ve gönül alışverişinde bulunmayan, güzelliği yalanlayıp gerçek güzele sırt çeviren kişi ve toplumlar ise zora, zorluğa sürülür. Kur'an burada "usrün teysîri" deyimini kullanıyor ki, zorluğu kolay zannettirmek demek olur. İnsanoğlu, kuruntu, gaflet ve yanlış bilgilerin tutsağı haline gelince, zoru kolay sanabilir ve hiç farkında olmadan başına binlerce sıkıntı ve problem sarabilir (Bkz. 92/Leyl, 8-10).

İnsanın hevâsı/nefsi, arzu ve hevesleri, doğrunun ölçüsü olmadığı gibi, kolaylığın ölçüsü de olamaz. “Hoşunuza gitmediği halde savaş size yazıldı/farz kılındı. Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, halbuki siz bilmezsiniz.” (2/Bakara, 216). Dünyada insan nefsinin hoşuna giden çok şey vardır. Nefis onlara sahip olmak ister. Hatta onlara sahip olmak uğruna yanlış yollara sapabilir, meşrû olmayan işlere meyledebilir. Nefis çoğu zaman Din’in tekliflerini ağır bulur, onları yerine getirme noktasında tembellik yapar. Nefsin, dünyalıklar peşine düşüp daha da azgınlaşması, Din’in tekliflerinden uzaklaşıp kendi hoşuna gideceği şeyleri yapması için şeytan sürekli kışkırtıcı bir rol üstlenir.

İmtihanın gereği bazı zorlukların, daha doğrusu nefsin ağır bulduğu birtakım güçlüklerin, ya da zor zannedilen bazı görevlerin olması normaldir. Aslında Din’in teklifleri insanın yapısına, tabiatına uygundur. Rabbimiz insana taşıyamayacağı hiçbir yük yüklemez (2/Bakara, 286). Ancak, yeryüzünde bulunuşunun, var olmasının sebebini anlamayıp, kendi hevâsına göre yaşamayı seçmiş kimseler; Din’in tekliflerini ağır bulurlar. Nitekim müşrikler, kendilerinin Kur’an’a dâvet edilmelerini çok ağır bir teklif olarak kabul etmektedirler (42/Şûrâ, 13).

Eski ümmetler, başlarında peygamberler olduğu halde, çok büyük zorluklarla imtihan olmuşlardı. Habbâb İbnu'l-Eret (r.a.) anlatıyor: "Rasulullah (s.a.s.) Kâbe'nin gölgesinde bir bürdeye yaslanmış otururken, gelip (müşriklerin yaptıklarından) şikâyette bulunduk: "Bize yardım etmiyor musun, bize duâ etmiyor musun?" dedik. Şu cevabı verdi: "Sizden önce öyleleri vardı ki, kişi yakalanıyor, onun için hazırlanan çukura konuyor, sonra getirilen bir testere ile başının ortasından ikiye bölünüyordu. Bazısı vardı, demir taraklarla taranıyor, vücudunda sadece et ve kemik kalıyordu. Bu yapılanlar onları dininden çeviremiyordu. Allah'a kasem olsun Allah bu dini tamamlayacaktır. Öyle ki, bir yolcu devesine bindimi San'a'dan kalkıp Hadramût'e kadar gidecek, Allah'tan başka hiçbir şeyden korkmayacak, koyunu için de sadece kurttan korkacak. Ancak siz acele ediyorsunuz." (S. Buhârî, Menâkıbu'l-Ensâr 29, Menâkıb 25, İkrâh 1; Ebû Dâvud, Cihad 107, hadis no: 2649; Nesâî, Zînet 98, 8/204)

Allah, eski ümmetlerin bu zor imtihanları gibi imtihana tâbi tutulmamamız ve ağır yüklerden muaf olmamız için Kendisine duâ etmemizi bize öğretir: “Rabbimiz, bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme. Rabbimiz, bize gücümüzün yetmediği şeyleri yükleme. Bizi affet, bizi bağışla, bize acı!” (2/Bakara, 286). Hz. Mûsâ şeriatının İsrâiloğullarına yüklediği ibâdetlerin ağırlığı, Hz. İsa’nın kendi tâkipçilerine tavsiye ettiği dünyayı terk etmeye ve ondan sonra hıristiyanların icat ettiği ruhbanlık özellikleri gibi durumları, kaldıramayacağımız veya çok zorlanacağımız imtihanlardan Allah’ın bizi muaf tutmasını istiyoruz. “Rabbimiz, bizden önce Senin yolundan gidenlerin sınandığı zor engel ve sınavlarla bizi sınama!” diye duâ etmemiz gerekiyor. Hak yola tâbi olanların zor sınav ve denemelerden geçirilmelerinin Allah’ın kanunu olmasına rağmen, bir mü’min bu yolda kendisine kolaylıklar göstermesi ve zorluklarla karşılaştığında cesâret ve sabır vermesi, zorlukları kolaylıklara çevirmesi için Allah’a duâ etmelidir.

Allah, hiç kimseyi, yapması mümkün olmayan bir şeyden sorumlu tutmaz (2/Bakara, 286). Bununla birlikte, kişinin neyi yapıp neyi yapamayacağına kendisi karar veremeyeceği de açıkça anlaşılmalıdır. Belirli bir kimsenin, neyi yapabilip neyi yapamayacağına karar verecek olan Allah’tır. Aynı şekilde, bir şeyin kolay veya zor olduğuna hükmetmek; şeytanın ve insan hevâsının/nefsinin kararına bırakılmamalıdır. Allah bizim için zorluk dilemediği, kolaylık istediği için (2/Bakara, 185), Allah’ın bize emrettiği tüm hükümler kolaydır. Ama, nasıl birçok zorluğu ve çirkinliği bulunan haramları şeytan süslediği (6/En’âm, 43), kolay ve güzel gösterdiği gibi; Allah’a ibâdet ve itaati de zor göstermeye çalışır.

Müslümanca yaşamak, ibâdet ve tâatla Allah’a teslim olup O’na yönelmek, aslında hayatı kolaylaştırmaktır. Fakat insan şeytanla ve günahlarla imtihan edildiğinden nefsi/hevâsı ona ibâdetleri ve İslâmî hayatı zor gibi gösterir. Bu konuda Rabbimiz şöyle buyurur: “Dünya hayatında onlara sadece bir azap vardır. Âhiret azâbı ise daha meşakkatlidir/şiddetli ve zordur. Onları Allah’tan (O’nun azâbından) koruyacak kimse de yoktur.” (13/Ra'd, 34)

Dindeki kolaylığın ölçüsü, Allah'ın hudûdudur. Allah'ın göstermediği kolaylıkları Allah adına, din adına göstermek dini tahrîf etmeye kalkmaktır. Sözgelimi, halka kolay cennet vaadleri yapılmakta, bol keseden sevap dağıtılmaktadır. Meselâ, şuna benzer ifâdeler çok duyulmuş ve yazılmıştır: "Filan kandil gecesinde şu şekilde, şu rekâtta nâfile namaz bir yıl boyunca bütün günahların silinmesine sebep olur." (Halbuki, Peygamber sünnetinde ne kandil gecesi kutlamak, ne de anlatılan rekât ve şekilde namaz vardır, ne de bol keseden vaatler.) "Namaz kılmayan bir erkek, başını örtmeyen bir kadın, bu davranışlarla nasıl olsa kâfir olmaz, Allah affeder, o yüzden bu insanların davranışları eleştirilmemeli, din zorlaştırılmamalıdır; zaman sana uymazsa sen zamana uyarsın, sen Kitaba uymuyorsan, Kitabına uydurursun, tâviz vermeden yaşanmaz, devlete karşı tavır alınmaz, herkesle iyi geçinmeli, kâfirlere karşı da hoşgörülü olunmalıdır..." gibi yaklaşımlar, dini kolaylaştırmak adına tahrîf etmek demektir.Dine ilâveler (bid'atler) ve bu şekilde dini zorlaştırmalar ne kadar büyük suçsa, dinden eksiltmeler, dini insanların arzu ve hevesine uygun hale getirecek tâvizler de o oranda cinâyettir. "Yoksa onların birtakım ortakları mı var ki, Allah'ın izin vermediği şeyleri, dinden kendilerine şeriat kıldılar? Eğer (azâbın âhirete ertelenmesiyle ilgili) o fasıl kelimesi olmasaydı, elbette aralarında hüküm (helâk kararı) verilirdi. Gerçekten zâlimler için acıklı bir azap vardır." (42/Şûrâ, 21)

Halktan, hatta hoca geçinenlerden bazıları, dini kolaylaştırma konusunda bir örnek verirler. Hemen herkesin defalarca duyduğu bu meşhur misal şudur: Bir köy imamı, yeni tâyin olduğu köydeki câmiye cemaatin hiç gelmediğini görür. Günlerce bekler, dâvet eder, fakat köylüleri câmiye namaz kılmaya getirmeye muvaffak olamaz. Sorar bir gün cemaat olması gereken ama olmayan köylülere: “Niye namaz kılmak için câmiye gelmiyorsunuz?” diye. Onlar da “Aslında biz müslümanız, namaz da kılmak istiyoruz. Fakat, abdest alırken ayaklarımızı yıkamak bize çok zor geliyor; ayakkabılarımızı çıkarmak istemiyoruz. Hem, ayakkabıyla da câmiye girilmez; bir kolayını da bulamadığımız için câmiye gelemiyoruz” derler. Hoca da: “Kolay! der, hiç bunun için câmi terk edilir mi? Siz ayaklarınızı yıkamadan abdest alın, ayakkabılarınızla câmiye girin, namazınızı kılın, öyle de olur, câizdir!” Köylü, bu kolaylaştırma ile ve bu şekilde abdeste ve câmiye alışır, namazlarını hep bu şekilde kılmaya devam ederler. Aradan uzun bir zaman geçtikten sonra, o köyün imamı başka yere tâyin edilir, başka bir imam da o köye. Köye gelen yeni imam, cemaatin ayaklarını yıkamadan abdest alması ve câmiiye ayakkabı ile girmesini çok yadırgar. “Bu nasıl iştir, böyle namaz olur mu? Size kim bu fetvâyı verdi?” diye çıkışır. Onlar da eski hocalarının "câizdir" diye fetvâ verdiğini söyleyince, yeni imam, selefi olan eski imamı arar bulur ve ondan hesap sorar. Eski imamın verdiği cevap şudur: “Ben onları ayakkabıyla abdest alıp namaz kıldırmaya alıştırdım; sen de ayakkabılarını çıkarttır!”

Bu fıkramsı hikâye, olmuş veya olmamıştır; hiç önemli değil. Önemli olan bunun din gibi, nass gibi halk arasında benimsenmesi ve hatta dinin uygulanması için örnek teşkil edecek temel bir ölçü kabul edilmesidir. Bu hikâyeden çıkarılan hükme/hikmete göre dine çağrının yöntemi şöyle olmalıdır: “Din kolaylaştırılmalı, halkın istediği şekilde zor gelen görevler yumuşatılmalı, insanlar ısınsın diye dinin hükümleri yavaş yavaş, bazı tâvizler verilerek uygulatılmaya çalışılmalıdır. Öteki türlü, kestirip atmak, tâviz vermemek insanların câmiden namazdan soğumasına sebep olacağından yanlıştır. Usûl/metod ayakkabıyla namaza alıştırma cinsinden olmalı, dine ve ibâdetlere dâvette bu yol tâkip edilmelidir ve ondan sonra da yavaş yavaş o hatalar/tâvizler düzeltilmeli, sıra geldiğinde ayakkabı çıkarılmaya çalışılmalıdır. Öyle birden bire yasaklar uygulanmaz, farzlar yerine getirilmez...

Öncelikle söyleyelim ki, kıssa ve hikâyelerle, uydurmalarla din, ibâdet ve tebliğ usûlü belirlenmez. Kur’an’a ve Sünnete ters düşen hiçbir mantıkî öneri, hikâye din açısından delil de olmaz, bağlayıcı da; hatta, daha da ilerisi, bunlar eski veya modern İsrâiliyattır, dinin tahrif edilmesine vesile olacak bâtıl inanışlar ve tavırlardır. Allah’ın göstermediği kolaylığı, O’nun adına hiçkimse gösterme hakkına sahip değildir. Allah’ın dinini oyuncak haline getirme, onu kuşa çevirme dünyada ve âhiret açısından büyük hüsrândır. Abdestin nasıl alınacağını, namazın nasıl kılınacağını tâyin ve tesbit, Allah’a âit bir haktır. Kimse, kendi kafasından Allah ve Rasûlünün belirlediği hükmü değiştiremez, insanların hevâsına ya da kendi arzusuna göre kolaylıklar icat edip dinden tâviz veremez. “Yoksa onların, dinden Allah’ın izin vermediği şeyleri şeriat/dinî kaide kılan ortakları mı var? Eğer azâbı erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilir (işleri bitirilir)di. Şüphesiz zâlimler için can yakıcı bir azap vardır.” (42/Şûrâ, 21)

Müslüman, Allah’a teslim olan demektir. Aklını, hevâsını, çevresini, insanların isteklerini değil; Allah’ın hükmünü ölçü alan kimse... Onun kolay-zor ölçüsü de, İslâm’dır; Allah’ın hükmü... (Konuyla ilgili âyetler için bkz. 33/Ahzâb, 36; 4/Nisâ, 13- 14; 2/Bakara, 120; 5/Mâide, 49; 6/En'âm, 119; 23/Mü'minûn, 71; 25/Furkan, 43; 45/Câsiye, 18, 23)

Dini, Allah'ın koyduğu ölçüleri hiçe sayarak kendi kafasına göre kolaylaştırmak, Allah'ın göstermediği kolaylıklara müsâade etmek, -hâşâ- Allah'tan fazla merhametli olmaya kalkmak demektir ki, bu Allah'a karşı isyan, dine karşı da zulümdür. Bu ifrâtın yanında, Allah'ın mubah kıldığı şeyleri haram kılan tefrît çizgisi de aynı oranda sakattır/bâtıldır. Eski kavimlerde bu tefrît çizgisi, dinde tahrîfi ortaya çıkarmıştır. Bu yahûdileşme çizgisiyle ilgili olarak Mustafa İslâmoğlu şu tesbitte bulunuyor:

İslâm’ı Yaşamayanlara Cezâ: Hayatın Zorlaşması: Bunca teknolojik imkân ve araçlar, hayatı kolaylaştırması gerekirken, para ve şehir hayatının rahat şartları... hayatı daha zorlaştırdı. Köyde-kentte bunca imkânsızlıklara rağmen eskiden hayat daha sade, daha kolay, daha bereketli ve huzurluydu. Bu, Allah’ın nimetidir; İslâm’ı yaşayan insanlara kolaylıklar lutfedilir, yaşamayan her çeşit imkâna rağmen zorluklar içinde bocalar durur. İslâmî hayat hem huzur verir, hem kolaylık... Evde, işte, ihtiyaç kabulünde, tüketimde, eğitimde, insanlar arası ilişkilerde... kolaylıklar, fıtrata uygun durumlar. Kolaylık, fıtrata uyum demektir. Kolaylık, güçtür, potansiyele uymaktır. Bir kovayı taşımak, iki kovayı taşımaktan zordur. Tek kanatlı olmak daha zayıflıktır. Kanat, yük değil, imkândır/kolaylıktır. Boş durmak, tembellik, lüzumsuz işler veya gayri İslâmî uğraşlar... daha zor, daha harap edicidir: “Fe izâ ferağte fe’nsab (İşlerinden boşaldığın vakit, tekrar çalış -boş durma-!)” (94/İnşirâh, 7). İslâm, insanın kapasitesini, gücünü arttırır.

Sürekli antrenmanla güçlenen kimseye, antrenmansız kimsenin zorlanacağı şeyler kolay gelir. "Kolay" değerlendirmesinin psikolojik yönü de unutulmamalı; Allah’ın zorluk yüklemediğine inanan, dünyanın imtihan dünyası olduğu bilincinde olan ve sabır gibi, kanaat gibi olgunluklara sahip olan kimse için başkalarının gözünde büyüttüğü ve onlara zor gelen hususlar çok kolay gözükecektir. Allah’ın yardımını düşünen ve onu hak etmeye çalışan kimse, hiçbir zaman güçsüz olmayacak ve gözüne hiçbir şey zor gözükmeyecektir. “Allah dağına göre kış verir.”

“Kim Benim zikrimden (Kur’an’dan, Allah’ı anmaktan) yüz çevirirse şüphesiz onun için dar bir geçim vardır ve Biz onu, kıyâmet günü kör olarak haşrederiz.” (20/Tâhâ, 124). Âyette geçen “maîşeten dank”; dar bir geçim veya geçim sıkıntısı şeklinde iki türlü anlaşılabilir. Allah’ın zikrinden gâfil, zikrin esası olan Kur’an ve namaz gibi ibâdetlerden uzak yaşayanlar için hayat sıkıntılarla, zorluklarla, darlıklarla geçecektir; Bu, Allah’ı unutanlara esas olarak vereceği âhiret cezâsının dünyadaki avansıdır. Kalp Allah’ın zikriyle huzura kavuşur (13/Ra’d, 28). “Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun göğsünü (kalbini) İslâm’a açar; kimi de saptırmak isterse onun göğsünü daraltır ve göğe çıkıyormuş gibi meşakkatlendirir. Allah inanmayanların üstüne işte böyle murdarlık indirir.” (6/En’âm, 125).

Takvâ sahiplerine Allah furkan (hak ile bâtılı, hayırla şerri, kolaylıkla zorluğu ayırdedecek bir anlayış) verir: "Ey iman edenler, Allah'tan ittika ederseniz (korkarsanız), O size iyi ile kötüyü ayırdedecek bir anlayış verir, kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar. Allah büyük lütuf sahibidir." (8/Enfâl, 29). Âyette geçen "iyi ile kötüyü ayırdedecek bir anlayış" olarak tercüme edilen "furkan" kelimesi, "takvâ" gibi mutlak ve kapsamlı bir kelimedir. Takvâ'yı meyve veren ağaca benzetirsek, furkan da onun meyvesidir, diyebiliriz. "Furkan" lügatta, iki veya daha çok şeyler arasını açmaktır. Buna göre âyetin mânâsı şöyledir: "Dini, şeriatı ve yaratıkların nizamı konusundaki sünneti (kanunu) gereğince, korkulması gereken her şeyde Allah'tan korkarsanız, bu takvâ sebebiyle Allah size hak ile bâtılı ayıracak ilmî bir meleke (bilgi ve yetenek), hidâyet ve kalplerinizde nur verir; Bu sâyede insan hakkı bulur ve yolunu şaşırmaz, bâtıl da onu aldatamaz.”

Takvâ sahiplerine Allah, çıkış yolu gösterir. Sıkıntılardan kurtarır, güzel ve temiz rızık verir: "Kim Allah'tan ittika ederse (korkarsa), (Allah) ona bir çıkış (yolu ve kolaylık) yaratır. Ve onu ummadığı yerden rızıklandırır. Kim Allah'a güvenirse, O, ona yeter." (65/Talâk, 2-3). Yani, Allah, emrettiğini yapmak, yasakladığından kaçınmak sûretiyle Allah'tan korkan kimseye her türlü sıkıntıdan (kurtulacak) bir çıkış yolu ve kolaylık verir, ummadığı yerden onu rızıklandırır ve verdiği şeylerde bereket nasib eder. Kim Allah'a tevekkül eder, yani işini O'na havâle ederse, önemsediği şeyleri temin konusunda Allah ona yeter: "Kim Allah'tan ittika ederse (korkup sakınırsa), (Allah) ona işinde bir kolaylık verir." (65/Talâk, 4).

İktisadî mânâdaki refah ve bolluk, iman ve takvâ iledir: "O ülkelerin halkı iman edip ittika etselerdi (günahtan sakınsalardı), elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereket (bolluk) kapıları açardık; fakat yalanladılar, biz de ettikleri yüzünden onları yakalayıverdik." (7/A'râf, 96). Yani, kent halkı Allah'a iman edip, O'nun haram kılarak yasakladıklarından kaçınırsa, yağmur ve bitki vererek yerden ve gökten bereket kapılarını açarız. Fakat, peygamberlerini yalanlayınca Allah, küfür ve mâsiyetlerinin bir cezâsı olarak, onları kuraklık ve kıtlıkla yakalayıp cezalandırdı. "Eğer ehl-i kitap iman edip takvâ sahibi olsalardı (kötülüklerden sakınsalardı), elbette onların kötülüklerini örter ve onları nimetlerle donatılmış cennetlere sokardık. Eğer onlar Tevrat'ı, İncil'i ve Rablerinden kendilerine indirileni (Kur'an'ı) doğru dürüst uygulasalardı, şüphesiz hem üstlerinden, hem de ayaklarının altından (sayısız nimetleri) yerlerdi (yeraltı ve yerüstü zenginliklerinden istifade ederek refah içinde yaşarlardı). Onlardan aşırılığa kaçmayan (mu'tedil) bir zümre vardır; fakat çoğunun yaptıkları ne kötüdür!" (5/Mâide, 65-66).

Dini uygulamak, takvâ sahibi olmak; medenî ve iktisadî bakımdan toplumları geri bırakmak şöyle dursun, refah ve mutluluğun zirvesine çıkarır. Dini bırakıp menfaat felsefesine göre hareket edenler, zayıfları, başka ulusları sömürme yoluna gittikleri için gerilik, sefalet, savaş ve kargaşalara sebep olmaktadırlar. Allah'ın hâkimiyetine boyun eğildiği takdirde yeryüzünde hiçbir kimse zerrece zulme uğramayacak, herkes hakkını alacak, zenginlik, bolluk ve refahı meşrû yollarda arayacak ve işte o zaman gökten nimetler yağacak, bolluk ve bereket olacak, yerden de zenginlikler fışkıracaktır.

"Sizden herhangi biriniz hevâsını benim getirdiğime tâbi kılmadıkça iman etmiş sayılmaz." (İmam Nevevî, Kırk Hadis). Nefsin sürekli olarak kullukla ilgili görevlerle, hayırla uğraşması gerekir. Çünkü nefsi kirlerden, paslardan temizleyecek olan şey bunlardır. Şayet nefis, hayırla meşgul olup uğraşmazsa, bu takdirde insanı şer ve kötülüklerle meşgul eder. Hayat, boşluk kabul etmez. Çünkü kişi devamlı ibadet halindedir: Ya Allah'a, ya da Allah'ın dışındakilere.

Ebu Zerr (r.a.) anlatıyor: Rasulüllah (s.a.s.) buyurdular ki: "Ben bir âyet biliyorum. Eğer insanların hepsi onu tutsaydılar, hepsine kâfi gelirdi." Ashab, "Ey Allah'ın Rasulü, bu hangi ayettir?" diye sordular. Peygamberimiz: "Ve men yettekıllahe yec'al lehû mahracen (Ve kim Allah'tan korkarsa -takva sahibi olursa- Allah o kimseye bir çıkış yolu ihsan eder.)" (65/Talâk, 2) âyetini okudu. (Kütüb-i Sitte, hadis no: 7297, c. 17, s. 591).

 

 

 

 

 

Hata ve Hataların Örtülmesi

 

Hata: İnsanın düşünüşünde ve amelî bir işinde yaptığı yanlış hareket; sehiv; dikkatsizlik yüzünden yapılan sehiv; hedefe erişemeyiş demektir. Bir terim olarak hatâ, kasıt unsuru taşımayan bir söz veya fiil olup, asıl iradeye aykırı olarak vukû bulur. Hatâ kelimesi ve türevleri Kur'ân'da yirmi iki kadar âyette kullanılır. Çoğulu hatâyâ'dır.

İslâm ceza hukuku ile ilgili olarak âyette; "Hatâ dışında bir mü'min diğer bir mü'mini öldüremez. Kim bir mü'mini hatâ ile öldürürse, bir mü'min köle âzâd etmesi, bir de ölünün ailesine diyet vermesi gerekir" (4/Nisâ, 92) buyurulur. Günlük hayatta kişinin söz ve fiillerindeki hatâları için Allah'a duâ etmesi istenir: "...Ey Rabbımız, eğer unutacak veya yanılacak olursak, bizi sorumlu tutma..." (2/Bakara, 286). Şu âyette, kişinin yanlışlıktan sorumlu olmadığına işaret edilir: "Çocukları yanlışlıkla babalarından başka birinin adıyla çağırmanız hâlinde size bir günâh yoktur. Fakat bunu kasten yaparsanız günaha girersiniz" (32/Secde, 5). Hatâ ile günâh birbirinden farklı terimlerdir. Âyette: "Kim bir hatâ yapar veya günâh işler de sonra onu suçsuz birinin üzerine atarsa, şüphesiz o, iftira ve apaçık bir günâh yüklenmiş olur" (4/Nisâ, 112). Çeşitli âyetlerde hatâya düşmenin ağır bir günâh olmamakla birlikte çirkin bir hal olduğuna da yer verilmiştir. Âyetlerde şöyle buyurulur: "Yûsuf'a dönerek: "Yusuf, sen bu olayı görmemiş ol"; Karısına da, "Sen de işlediğin günâhtan ötürü tevbe et. Şüphesiz sen günâh işleyenlerden (hatâ edenlerden) oldun" (12/Yûsuf, 29). "Onun irinden başka yiyeceği de yoktur. Onu ancak, günahkârlar (hatâ edenler) yer" (69/Haakka, 36-37).

Hadiste şöyle buyurulur: "Şüphesiz Allah, ümmetimden, hatâ, unutma ve yapmaya zorlandıkları şeyi (n hükmünü) kaldırmıştır" (Buhârî, Talâk 2, İlim 44, Şurût 12, Enbiyâ 27; İbn Mâce, Talâk 16-20).

Hatâ hâlinde Allah hakkı ile ilgili günâhın kalktığında görüş birliği vardır. Meselâ, kıble yönünü araştırdığı halde, isâbet edemeyip namazını başka yöne doğru kılan kimse, daha sonra namazını yeniden kılmaz ve günahkâr da olmaz. Müctehid ictihadında yanılsa bile sevâba nâil olur. Hadiste şöyle buyurulur: "Hâkim ictihad yaparak hükmedip, bunda isabet ederse, onun için iki mükâfat vardır. İctihadla hükmedip de yanılırsa, onun için bir mükâfat vardır" (Buhârî, İ'tisâm 21; Müslim, Akdiye 15; Ahmed bin Hanbel, Müsned, III/187). Yalnız peygamberler mâsûmdur. Günâh işlemez söz ve fiillerinde yanılmazlar; daha doğrusu beşer olarak onlar da hata edebilir, ancak Peygamber söz ve fiillerinde yanılırsa Allah ona doğruyu gösterir. Peygamberlerden başkası için böyle bir teminat yoktur. Bir müctehidin ictihadı yanılma ihtimali ile birlikte gâlip zanna dayanır. Müctehid mutlaka kendi görüşünün doğru olduğunu iddia edemez. Onun devamlı olarak isabet etmesi gerekmez. Hatâ etmesi de mümkün ve muhtemeldir. Bu yüzden, Ebû Hanife; "Bu bizim ulaştığımız en iyi sonuçtur. Kim bundan daha iyisine ulaşırsa ona uysun" demiştir. İmam Şâfiî'nin de şöyle dediği nakledilir: "bir hadis görürseniz ona sarılın ve benim görüşümü terk edin" (M. Ebû Zehrâ, Usûlü'l-Fıkh, s. 400, 401). Mu'tezile'ye göre, her müctehid ictihadında isâbet etmiş sayılır. Çünkü, Allah nezdinde hüküm müctehidin ictihadına tâbidir. Aksi halde insanların güç yetirilemeyecek yükümlülüklerle karşı karşıya bulunması gerekir (Ö. N. Bilmen, İstilâhât-ı Fıkhıyye Kamusu, I, 243). İmamiyye, Mutezile'nin bu görüşünü takip ederek kendi müctehidlerinin yanılmadığını söylerler ve onları mâsum (günâhsız günâh işlemez) sayarlar (Seyyid Hüseyin Tabatabâî, Shi'ite İslâm, Houston, Inc.1979, s. 190-211; İran Anayasası, madde, 12; Said İsmâîl, Hakîkatü'l-Hılâf beyne Ulemâi'l-Şîa ve Cumhur Ulemâi'l-Müslimîn, Carbondale, s. 12, 13).

Hatâ, kul haklarını düşürmeye elverişli değildir. Bu yüzden bir kimse başkasının malını yanlışlıkla telef veya istihlâk etse tazmin etmesi gerekir. Yanılarak yapılacak boşama geçerlidir. Çünkü boşama arzusu kalple ilgili olup başkasının buna muttalî olması güçtür. İmam Şâfiî'ye göre, hatâ ile boşama geçerli olmaz. Çünkü yanılanın kastı yoktur. Hatâ yolu ile suç işleyene yalnız mâlî sorumluluk vardır. Bedenî ceza gerekmez. Hatâ ile bir mü'mini öldürene diyet ve keffâret cezası gerekir (4/Nisâ, 92); kısas gerekmez. Hatâ ile yaralamalarda da kısas değil maddî tazminat uygulanır.

Hatâ üçe ayrılır. Fiilde hatâ: Belli bir hedefe atıp, yanlışlıkla bir şahsı öldürmek veya yaralamak gibi. Kasıtta hatâ; Av hayvanı zannederek ateş edilmesi, sonradan insan olduğunun anlaşılması. Bu iki kısma giren hatâ mâlî yükümlülükleri kaldırmaz. Fakat bedenî cezaları kaldırır. Takdirde hatâ: Buna örnek olarak doktorların yaptığı bazı hatâlar zikredilebilir. Teşhiste hatâ ile verilen ilaç, hastanın ölümüne sebep olsa; yanlış teşhisle bir uzuv kesilse; ameliyat sırasında yapılan bir hatâ sonucu hasta ölse, bütün bunlar takdirde hatâ sayılır. Doktor o hastalığın mütehassısı ise ve elinden gelen bütün gayret ve ihtimamı göstermişse sorumluluk terettüb etmez (M. Ebû Zehrâ, a.g.e, 354-355). Hanefîlere göre hatâ ile yapılan akitler geçerlidir. Ancak yanılma, karşı tarafın yalan ve hilesi sonucu meydana gelmişse akdi bozma imkânı olabilir. (11)

Hataları Örtmek: İnsan, hata işlemeye müsait bir şekilde yaratılmıştır. Onun bu zaâfı, nefsi aklına galebe çaldığı zaman daha belirgin bir şekilde ortaya çıkar. Bazen de insan farkında olmaksızın, bilmeyerek hata işler. Kısacası insan, beşeri özellikleri sebebiyle, zaman zaman kusur ve hatalar işleyebilir. Ancak, farkına vardığı zaman hemen Allah Teâlâ'dan af veya hakkına tecavüz ettiği kişiden özür dilemesi, güzel bir ahlâk örneğidir. Çünkü "hatadan dönmek de bir fazilettir. "

İsimlerinden biri de "Settâr" olan Allah Teâlâ, kullarının kusur ve hatalarını, günahlarını örterek gizler ve diğer kulların bilmesine engel olur. Bu itibarla Cenâb-ı Hakk'ın bir sıfatı da "Settârel-Uyûb" (ayıpları örten, gizleyen) dur. Eğer O'nun bu ismi kulları üzerinde tecelli etmeseydi, insanlar birbirlerinin kusurlarına muttali olur ve birbirlerine karşı rezil olurlardı. Böylece toplum içinde çeşitli huzursuzluklar meydana çıkardı.

Allah Teâlâ, Kur'ân-ı Kerîm'in birçok ayetinde, mü'minlerin kusur ve hatalarını örttüğünü ifade buyurmaktadır. "İman ederek salih amel işleyenlerin hatalarını andolsun ki, örteriz ve onları yaptıkları amellerden daha güzeli ile mükafatlandırırız" (29/Ankebût, 7).

Allah Teâlâ'nın, kullar tarafından işlenen hataları örttüğünü bildiren bu gibi ayetlerde bazı ön şartlar vardır. Yani kişinin, Allah'ın affına ve hatalarını gizlemesine ulaşabilmesi için, bazı özelliklere sahip olması lâzımdır. Bu özellikler ise sözkonusu ettiğimiz âyetlerde açıkça görülmektedir. Bunların başında "iman" gelmekte ve hemen ardından "sâlih amel" şartı zikredilmektedir. Konuyla ilgili âyetler şöyledir:

"(Allah) İman eden erkek ve kadınları, içinde temelli kalacakları, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyar ve onların hatalarını örter. Allah katında büyük kurtuluş işte budur" (48/Feth, 5). "Allah'a iman eden ve salih amel işleyenlerin ve Muhammed'e Rablerinden bir gerçek olarak indirilene inanan kimselerin hatalarını Allah örter ve durumlarını düzeltir" (47/Muhammed, 2). "Sizi toplanma gününde bir araya getirdiği gün, işte o gün, kimin aldandığını ortaya çıkaracağı bir gündür. Kim Allah'a inanmış ve salih amel işlemişse, Allah onun hatalarını örter, onun içinde ebedi kalacağı, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyar. Büyük kurtuluş işte budur" (64/Teğâbun, 9).

Allah Teâlâ hataları örtmeyi iman şartına bağlamaktadır: "Şayet Ehl-i kitâb (Hristiyan ve Yahûdiler) iman edip de Allah'a karşı gelmekten sakınsalardı, kötülüklerini örterdik ve onları ni'met cennetlerine koyardık" (5/Mâide, 65).

Konuyla ilgili diğer ayetlerde göze çarpan bir diğer özellik de "takvâ" şartıdır.

"Bu Allah'ın size indirmiş olduğu buyruğudur. Kim Allah'ın buyruğuna karşı gelmekten sakınırsa, Allah da onun kötülüklerini diğer ve mükâfatını yüceltir" (65/Talâk, 5). "Zira Allah (takva sahibi) mü'minlerin yaptıkları hataları örter ve onlara işledikleri amellerin en güzeliyle karşılık verir" (39/Zümer, 35).

Allah'ın haram kıldığı günahlardan kaçınmak da bir takvâ işaretidir. "Size yasak edilen büyük günahlardan kaçınırsanız," kusurlarınızı örter ve sizi şerefli bir yere yerleştiririz" (4/Nisâ, 31). Bu âyetlerin yanında, "Ey mü'minler! Yürekten tevbe ederek Allah'a dönün ki, Rabbiniz de sizin kötülük ve hatalarınızı örtsün, sizi içlerinden ırmaklar akan cennetlere koysun" (66/Tahrîm, 8) âyetinden "tevbe" nin de bir şart olduğunu anlıyoruz.

Kişinin, Allah'ın af ve müsamahasına ulaşabilmesi için, tamamlayıcı bir şartın da "ihlâs" olduğu sâbittir. "Sadakalarınızı açıktan verirseniz ne güzel! Eğer onları gizlice verirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. Bununla Allah hatalarınızı örter. Allah işlediklerinizden haberdardır" (2/Bakara, 271). Allah Teâlâ tarafından "akıl sahipleri" olarak nitelendirilen mü'min kulların duası, bu konuda mü'minler için en güzel örnektir: "Onlar ki şöyle derler: Ey Rabbimiz! Doğrusu biz, "Rabbinize iman edin' diye inanmaya çağıran bir davetçiyi işittik ve iman ettik. rabbimiz! Sen de bizim günahlarımızı bağışla, hatalarımızı ört ve canımızı iyilerle birlikte al" (3/Âl-i İmrân, 193). Bu âyetin devamında da duâlarının kabul edildiği bildirilmektedir: "Rableri duâlarını kabul etti. Sizden kadın olsun, erkek olsun, yaptığınız ameli boşa çıkarmam (dedi). Hicret edenlerin, memleketinden zorla çıkarılanların, benim yolumda savaşan ve öldürülenlerin kusurlarını elbette örteceğim. Andolsun ki, Allah katından bir nimet olarak onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Nimetin en güzeli ise Allah katındadır" (3/Âl-i İmrân, 195).

Zikredilen ayetlerin ışığında denilebilir ki, insan gerçek anlamda iman edip, sâlih amel işler, takva üzere bulunur ve hatalarından dolayı pişman olup tevbe ederek Allah'a yönelirse, bu kişi Allah'ın affına ve müsamahasına hak kazanır. Dünyada olduğu gibi âhirette de hataları, Allah tarafından gizlenir. Hataları örtmek hususunda, Hz. Peygamber (s.a.s.) mü'minleri teşvik etmektedir: "Kim, dünyada müslüman kardeşinin ayıbını örterse, Allah da onun ayıbını âhirette gizleyip kapatır" (Müslim, Birr 58, 72).

Buna karşılık, Hz. Peygamber (s.a.s.) "Din kardeşini, bir suçundan dolayı ayıplayan kimse, o suçu kendisi de işlemedikçe ölmez" (Tirmizî, Kıyâmet 53) buyurarak, müslümanların, hatalarından dolayı birbirlerini kınamaları ve hor görmelerinin, kendileri için ne derece kötü bir sonuca yol açtığına dikkat çekmiştir. "Kusursuz dost arayan dostsuz kalır" sözü gereği, insan başkalarının kusurlarıyla uğraşmamalı ve hataları örten kişi olmalıdır. Bu konuda mü'minin rehber edineceği prensip Allah Teâlâ tarafından şu âyetle açıklanmıştır: "İyilikle kötülük bir değildir. Sen kötülüğü en güzel olan iyi bir hareketle önle. O vakit bakarsın ki, seninle arasında düşmanlık bulunan biri yakın bir dost gibi olmuştur" (41/Fussilet, 34). (12)

 

 

 

 

Kur’ân-ı Kerim’de Hesap, Allah’ın Hesaba Çekmesi ve Sorumluluk

Kur'an'da, muhâsebe anlamında “hısâb” kelimesi ve türevleri, 48 âyette geçer. Hesaba çekmek, sorgulamak anlamında “Suâl” kelimesi ve türevleri ise 22 âyette kullanılır.

Güç yetirebilmek anlamında “Tâkat” kelimesi ve türevleri 3 âyette geçer: 2/Bakara, 184, 249, 286. Güç, kapasite anlamında “Vüs’at” kelimesi de 5 âyette zikredilir: 2/Bakara, 233, 286; 6/En’âm, 152; 7/A’râf, 42; 23/Mü’minûn, 62. İş, vazife yüklemek, mükellef kılmak anlamında “Teklîf” kelimesi ve türevleri 8 âyette geçer: 2/Bakara, 233, 286; 4/Nisâ, 84; 6/En’âm, 152; 7/A’râf, 42; 23/Mü’minûn, 62; 38/Sâd, 86; 65/Talâk, 7. Yüklenmek, ağır yük olan günahlar anlamında “Haml” ve türevlerinin geçtiği âyetler ise şunlardır: 2/Bakara, 286; 6/En’âm, 146; 20/Tâhâ, 87, 111; 24/Nûr, 54; 33/Ahzâb, 72; 62/Cum’a, 5 (toplam yedi âyet).

Hesap günü olan din/ceza günü; kıyâmetle ilgili âyet-i kerimelerde kıyâmet gününde kimseden kimseye fayda gelmeyeceği belirtilir: 2/Bakara, 48, 123, 254; 14/İbrâhim, 31; 26/Şuarâ, 88-89; 31/Lokman, 33; 44/Duhân, 41; 55/Rahmân, 35; 70/Meâric, 10-15; 82/İnfitâr, 17-19). Herkesin kendi derdine düşeceği vurgulanır: 14/İbrâhim, 31; 16/Nahl, 111, 39/Zümer, 56-58; 42/Şûrâ, 47; 43/Zuhruf, 67; 80/Abese, 33-37.

Hesap günü mahşerde vücut organları dile gelerek neler yaptıklarını Kur'an şu âyetlerde dile getirir: 24/Nûr, 24; 36/Yâsin, 65; 41/Fussılet, 20-22; 50/Kaf, 21; 75/Kıyâme, 14-15. Hesap gününün bir ayırdetme günü olduğu vurgulanır: 77/Mürselât, 13-15, 38-40; 78/Nebe’, 17. Hesap gününde amel defterleri çıkarılır: 25/Furkan, 25; 39/Zümer, 7, 69; 45/Câsiye, 29; 81/Tekvîr, 10. Hesap gününde dünyada yapılan bütün işler açıklanır: 68/Kalem, 42; 69/Haakka, 18; 75/Kıyâme, 13; 86/Târık, 9; 100/Âdiyât, 9-11. Hesap gününde ameller, sevap ve günah yönünden tartılır: 7/A’râf, 8-9; 17/İsrâ, 13-14; 18/Kehf, 49; 21/Enbiyâ, 47; 23/Mü’minûn, 102-103; 45/Câsiye, 29, 33; 101/Karia, 6-9. Hesap gününde hesap vermekten kurtuluş olmadığı bildirilir: 55/Rahmân, 31, 33, 35. Hesap gününde herkese kazandığı verilecektir: 2/Bakara, 281; 3/Âl-i İmrân, 30, 185, 195; 17/İsrâ, 13-14; 18/Kehf, 49; 36/Yâsin, 54; 40/Mü’min, 16-17; 45/Câsiye, 28; 55/Rahmân, 31; 78/Nebe’, 40; 81/Tekvîr, 14; 82/İnfitar, 1-5; 84/İnşikak, 6; 99/Zilzâl, 6-8.

Hesap gününde kişi, kötü amelinden kaçmak isteyecek, ama tabii ki kaçamayacaktır: 3/Âl-i İmrân, 30; 18/Kehf, 49; 69/Haakka, 25-27; 75/Kıyâme, 10-11. Hesap gününde günahkârlar yüzlerinden tanınacaktır: 55/Rahmân, 39, 41. Hesap gününde kitabı (amel defteri, karnesi) sağdan verilenler, kurtuluşa erip Cennetle ödüllendirilir: 17/İsrâ, 71; 56/Vâkıa, 8, 27, 90-91; 69/Haakka, 19-24; 74/Müddessir, 39-40; 84/İnşikak, 7-9; 90/Beled, 12-18. Kitabı (amel defteri) soldan verilenlerin feci durumundan şu âyetlerde bahsedilir: 56/Vâkıa, 9, 41; 69/Haakka, 25-37; 84/İnşikak, 10-15; 90/Beled, 19-20. Hesap gününden korkmak ve dünyada iken ona göre tedbir almak gerekir: 13/Ra’d, 21; 76/İnsan8, 7. Hesap gününde peygamberler de sorulacak, sorguya çekilecektir: 7/A’râf, 6-7.

Kur'ân-ı Kerim'de orumluluktan bahseden âyetler de yeterli açıklıktadır. Herkesin kazandığı amel, kendisinindir: 2/Bakara, 134, 286; 4/Nisâ, 84; 6/En’âm, 132, 164; 22/Hacc, 9, 10; 33/Necm, 39-42; 74/Müddessir, 38. Kimse kimsenin günahından sorumlu olmayacak, her insan, ancak kendi günah yükünü çekecektir: 5/Mâide, 105; 6/En’âm, 31, 52, 164; 10/Yûnus, 108; 16/Nahl, 25; 17/İsrâ, 15; 34/Sebe’, 25, 50; 35/Fâtır, 18; 39/Zümer, 7; 53/Necm, 38. Çünkü dünyada iken işlediği amellerle günah kazanan, kendi aleyhine kazanmış olur: 2/Bakara, 81; 4/Nisâ, 111, 123; 6/En’âm, 120; 30/Rûm, 44.

İnsanlar sorumlu olarak yaratılmıştır; bu sorumluluk ruhlar âleminde verilmiştir: 7/A’râf, 172-174. O yüzden insanlar sadece "inandık" demekle sorumluluktan ve imtihana çekilmekten kurtulamazlar: 29/Ankebût, 2-4. Çünkü insan, başıboş bir varlık değildir: 23/Mü’minûn, 115; 75/Kıyâme, 36. Vücut organları, yaptıklarından sorumludur: 17/İsrâ, 36; 33/Ahzâb, 15; 37/Sâffât, 24. Allah, peygamber ve şeriat göndermeden kullarına sorumluluk yüklememiştir: 39/Zümer, 71. Allah, kimseye gücünün yettiğinden başkasını yüklemez: 2/Bakara, 286; 6/En'âm, 152; 7/A'râf, 42; 23/Mü7minûn, 62; 65/Talâk, 7. Bazı ameller insana zor gelebilir. Bunun için de insan, gücünün dışında bir şeyle sorumlu tutmaması için Allah'a duâ etmelidir: 2/Bakara, 286. Yine insan, unutarak ve yanılarak işlenecek hatadan sorumlu tutmaması için de Allah'a duâ etmesi gerekir: 2/Bakara, 286. İnsan, göklerin, yerin ve dağların yüklenmekten kaçındığı emâneti yüklenerek sorumluluğa tâlip (istekli) olmuştur: 33/Ahzâb, 72-73; 59/Haşr, 21.

İnsan, sadece kendinden değil; çevresinden ve özellikle âilesinden de sorumludur. Kendini ve âilesini ateşten koruma sorumluluğu ve görevi vardır: 66/Tahrîm, 6. Kur'an, insanın kendini devamlı gözden geçirmesini, nefis muhâsebesi yapmasını emreder: 3/Âl-i İmrân, 39; 29/Ankebût, 6, 69; 79/Nâziât, 40-41. İstiğnâ duygusu, sorumluluktan kaçmaktır, sorumsuzluktur: 64/Teğâbün, 33, 6; 80/Abese, 5; 92/Leyl, 8; 96/Alak, 7.

 

İleride gelecek bir günden korkun ki, o günde hiçbir kimse, başkası için herhangi bir ödemede bulunamaz. Hiç kimseden (Allah izin vermedikçe) şefaat kabul olunmaz ve fidye (bedel) de alınmaz. Onlara asla yardım yapılmaz.” (2/Bakara, 48)

“Doğrusu Biz seni hak ile müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Cehennemliklerden sen sorumlu değilsin.” (2/Bakara, 119)

“Onlar bir ümmetti, gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız sizindir. Siz onların yaptıklarından sorulmazsınız.” (2/Bakara, 134/141)

“Onlardan bir kısmı da: ‘Ey Rabbimiz! Bize dünyada bir hasene/güzellik, iyilik, âhirette de hasene ver. Bizi ateş azâbından koru’ derler. İşte onlar için, kazandıklarından (âhirette) büyük bir nasip/hisse vardır. Şüphesiz Allah’ın hesaba çekmesi sür’atlidir.” (2/Bakara, 201-202)

“... Bir insan, ancak gücü yettiğinden sorumlu tutulur. Hiçbir anne çocuğu sebebiyle zarara uğratılmamalı, hiçbir baba da çocuğu yüzünden zarara girmemeli...” (2/Bakara, 233)

“Ey iman edenler! Kendisinde artık alış-veriş, dostluk ve iltimas bulunmayan gün (kıyâmet) gelmeden önce, size verdiğimiz azıklardan hayır yapın (zekât ve sadaka verin). Gerçekleri inkâr eden kâfirler elbette zâlimlerdir.” (2/Bakara, 254)

“Göklerde ve yerde bulunanların hepsi Allah’ın mülküdür. Gönlünüzde olanları açığa vursanız da gizleseniz de (farketmez), Allah onunla sizi hesaba çeker, sorgudan sonra dilediğini affeder, dilediğine de azap eder. Allah her şeye kaadirdir.” (2/Bakara, 284)

“Gönderilen peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, mü’minler de iman ettiler. Onlardan her biri Allah’a, O’nun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. (Biz de onun için) mağfiretini niyaz ederiz. Dönüş yalnızca Sanadır’ dediler.” (2/Bakara, 285)

“Allah her şahsa, ancak gücü yettiği kadar sorumluluk yükler. Herkesin kazandığı, kendi lehine veya aleyhinedir. (Bundan sonra şöyle duâ edin:) ‘Ey Rabbimiz! Unutursak veya hataya düşersek bizi hesaba çekme (mağfiret et). Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme. Ey Rabbimiz! Bizim gücümüzün yetmediği işlerden bizi sorumlu tutma, bizi affet, bizi bağışla, bize merhamet et. Çünkü Sen, bizim mevlâmızsın/dostumuz ve yardımcımızsın. Kâfir kavimlere karşı bize yardım et.” (2/Bakara, 286)

“... Allah’ın âyetlerini inkâr edenler bilmelidirler ki Allah’ın hesabı çok çabuktur.” (3/Âl-i İmrân, 19)

"De ki: 'İçinizdekileri gizleseniz de, açığa vursanız da Allah onu bilir. Göklerde ve yerde olanları da bilir. Allah her şeye kaadirdir. Herkesin, iyilik ve kötülük olarak yaptığı her şeyi karşısında hazır bulduğu günde (insan) isteyecek ki kötülükleri ile kendisi arasında uzun bir mesâfe bulunsun. Allah, kendisine (karşı gelmekten) sizi sakındırıyor. Allah kullarına oldukça şefkatlidir." (3/Âl-i İmrân, 29-30)

“...Şüphesiz Allah, hesabı çabuk olandır.” (3/Âl-i İmrân, 199)

“...Hesap sorucu olarak Allah yeter.” (4/Nisâ, 6)

“Artık Allah yolunda savaş. Sen, kendinden başkası (sebebiyle) sorumlu tutulmazsın...” (4/Nisâ, 84)

“... Şüphesiz Allah, herşeyin hesabını arayandır.” (4/Nisâ, 86)

“...Onların (Kâfirlerin) hesabından sana bir sorumluluk; senin hesabından da onlara herhangi bir sorumluluk yoktur...” (6/En’âm, 52)

“(Allah’ın azâbından) korunanlara, onların (kâfirlerin) hesabından bir sorumluluk yoktur. Fakat, onlara doğruyu hatırlatın. Umulur ki korunup sakınırlar.” (6/En’âm, 69)

“... Biz herkese ancak gücünün yettiği kadarını yükleriz...” (6/En’âm, 152)

“Elbette kendilerine peygamber gönderilenlere de, gönderilen peygamberlere de soracağız. Ve onlara olup bitenleri tam bir bilgi ile mutlaka anlatacağız; çünkü Biz, onlardan (onların yaptıklarından) uzak değiliz. O gün (amelleri tartacak) terazi haktır. Kimin (sevap) tartıları ağır gelirse, işte onlar kurtuluşa erenlerdir. Kimin de (sevap) tartıları hafif gelirse, işte onlar, âyetlerimizi inkâr ettiklerinden dolayı kendilerini ziyana sokanlardır.” (7/A’râf, 6-9)

İman edip de sâlih amel işleyenler, -ki hiç kimseye gücünün üstünde bir şey teklif etmeyiz- işte onlar cennet ehlidir. Orada onlar ebedî kalacaklardır.” (7/A’râf, 42)

İşte Rablerinin emrine uyanlar için (mükâfatın) en güzeli vardır. Ona uymayanlara gelince, eğer yeryüzünde olanların tümü ile bunun yanında onun bir misli daha kendilerinin olsa, (kurtulmak için) onu mutlaka fidye verip fedâ ederler. İşte onlar var ya, hesabın en kötüsü onlaradır. Varacakları yer de cehennemdir. O ne kötü yataktır!” (13/Ra’d, 18)

“...Onlar (akıl sahibi mü’minler) Rablerinden huşû duyup sakınan ve kötü hesaptan korkan kimselerdir.” (13/Ra’d, 21)

“Allah herkese kazandığıyla cezâ vermek için (onları diriltecektir). Kuşkusuz Allah, hesabı çabuk görendir.” (14/İbrâhim, 51)

“O bölücülere (azap) indirmişizdir. Onlar, Kur’an’ı parça parça edenlerdir. Rabbin hakkı için, mutlaka onların hepsine yaptıklarından soracağız.” (15/Hıcr, 90-93)

“Allah dileseydi, hepinizi bir tek ümmet kılardı. Fakat O, dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir. Yaptığınız işlerden mutlaka sorumlu tutulacaksınız.” (16/Nahl, 93)

“Her insanın amel defterini boynuna astık. İnsan için kıyâmet gününde, açılmış olarak önüne konacak bir kitap çıkarırız. Kitabını oku! Bugün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin yeter.” (17/İsrâ, 13-14)

“... Verdiğiniz sözü de yerine getirin. Çünkü verilen söz, sorumluluğu gerektirir.” (17/İsrâ, 34)

“Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi yaptığından sorumludur.” (17/İsrâ, 36)

"Kitap ortaya konmuştur: Suçluların, onda yazılı olanlardan korkmuş olduklarını görürsün. 'Vay halimize!' derler, bu nasıl kitapmış! Küçük büyük hiçbir şey bırakmaksızın (yaptıklarımızın) hepsini sayıp dökmü!' Böylece yaptıklarını karşılarında bulmuşlardır. Senin Rabbin hiç kimseye zulmetmez." (18/Kehf, 49)

İnsanların hesap günleri yaklaştı. Hal böyle iken onlar, gaflet içinde yüz çevirmekteler.” (21/Enbiyâ, 1)

“Allah, yaptığından sorumlu tutulmaz; onlar ise sorguya çekileceklerdir.” (21/Enbiyâ, 23)

"Biz kıyâmet günü için adâlet terazileri kurarız. Artık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık edilmez. (Yapılan iş) bir hardal tanesi kadar dahi olsa, onu (adâlet terazisine) getiririz. Hesap gören olarak Biz (herkese) yeteriz." (21/Enbiyâ, 47)

“Biz, hiç kimseyi, gücünün yettiğinden başkası ile yükümlü kılmayız. Yanımızda hakkı söyleyen bir kitap vardır ve onlar haksızlığa uğratılmazlar.” (23/Mü’minûn, 62)

“Sûr’a üflendiği zaman artık ne aralarında soy sop (çekişmesi) vardır, ne de birbirlerini soruşturacaklardır. Böylece kimlerin tartıları ağır basarsa, işte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir. Kimlerin de tartıları hafif gelirse, artık bunlar da kendilerine yazık etmişlerdir; (çünkü onlar) ebedî cehennemdedirler.” (23/Mü’minûn, 101-103

İnkâr eden kâfirlere gelince, onların amelleri, ıssız çöldeki serap gibidir ki susayan onu su zanneder; nihâyet ona vardığında orada herhangi bir şey bulamamış, üstelik yanı başında da (inanmadığı, kendisinden sakınmadığı) Allah’ı bulmuştur. Allah ise, onun hesabını tastamam görmüştür. Allah, hesabı çok çabuk görür.” (24/Nûr, 39)

“De ki: ‘Allah’a itaat edin, Peygamber’e de itaat edin. Eğer yüz çevirirseniz şunu iyi bilin ki, Peygamber’in sorumluluğu kendisine yüklenen (tebliğ görevini yapmak), sizin sorumluluğunuz da size yüklenen (görevleri yerine getirmeniz)dir. Eğer ona itaat ederseniz, doğru yolu bulmuş olursunuz. Peygamber’e düşen, sadece açık-seçik tebliğdir/duyurmaktır.” (24/Nûr, 54)

“O gün ne mal, ne de evlât fayda verir. Ancak Allah’a sağlam ve temiz (iman etmiş) bir kalple gelenler o günde (kurtuluşa erer).” (26/Şuarâ, 88-89)

İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece ‘iman ettik’ demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Andolsun ki, Biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır.. Yoksa, günahları/kötülükleri yapanlar Bizden kaçabileceklerini mi sandılar? Ne kadar kötü (ve yanlış) hüküm veriyorlar!” (29/Ankebût, 2-4)

“Kâfirler, iman edenlere; ‘bizim yolumuza uyun, sizin günahlarınızı biz yüklenelim’ derler. Halbuki onların hiçbir günahını yüklenecek (onlardan günahı kaldıracak) değillerdir. Gerçekte onlar, kesinlikle yalan söylemektedirler. (Fakat gerçek şu ki,) elbette kendi yüklerini, kendi yükleriyle birlikte nice yükleri taşıyacaklar ve uydurup durdukları şeylerden kıyâmet günü mutlaka sorguya çekileceklerdir.” (29/Ankebût, 12-13)

“Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Babanın evlâdı, ve evlâdın da babası için bir şey ödeyemeyeceği günden çekinin. Bilin ki, Allah’ın verdiği söz gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan, Allah’ın affına güvendirerek sizi kandırmasın.” (31/Lokman, 33)

“... Allah’a verilen ahid/söz, mes’ûliyet gerektirir.” (33/Ahzâb, 15)

“...Hesap görücü olarak Allah herkese yeter.” (33/Ahzâb, 39)

“Biz emâneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi; (bununla beraber onun hakkını tam yerine getirmedi). Çünkü o, çok zâlim, çok câhildir. (33/Ahzâb, 72)

“De ki: ‘Bizim işlediğimiz suçtan siz sorumlu değilsiniz; biz de sizin işlediğinizden sorulacak değiliz. De ki: Rabbimiz (kıyâmet günü), hepimizi bir araya toplayacak, sonra aramızda hak ile hükmedecektir. O, en âdil hüküm veren, (her şeyi) hakkıyla bilendir.” (34/Sebe’, 25-26)

“Artık bugün hiçbir kimse en ufak bir haksızlığa uğramaz. Siz orada ancak dünyada yaptıklarınıza karşılık alırsınız.” (36/Yâsin, 54)

“O gün, onların ağızlarını mühürleriz. Kazandıklarını (yaptıkları iyi ya da kötü amelleri) bize elleri anlatır. Ayakları da şehâdet eder.” (36/Yâsin, 65)

“De ki: ‘Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum. Ben, kendimden bir şey teklif edenlerden de değilim. Bu Kur’an, ancak âlemler için bir öğüttür.” (38/Sâd, 86-87)

“O gün onlar (kabirlerinden) meydana çıkarlar. Onların hiçbir şeyi Allah'a gizli kalmaz. (Allah onlara sorar ve cevabını verir:) 'Bugün hükümranlık kimindir?' 'Kahhâr olan tek Allah'ındır!' Bugün herkese kazandığının karşılığı verilir. Bugün haksızlık yoktur. Şüphesiz Allah, hesabı çok çabuk görendir. Onlara yaklaşan günün tehlikesini anlat. O zaman gamla dolu ve yutkunur oldukları halde, yürekleri gırtlaklara dayanmıştır. Zâlimlerin ne dostu, ne de dinlenecek şefaatçisi vardır. Allah, gözlerin hâin bakışını ve kalplerin gizlediğini bilir." (40/Mü’min, 16-19)

“Allah’ın düşmanları ateşe sürülmek üzere toplandıkları gün, hepsi bir araya getirilirler. Nihâyet oraya geldikleri zaman kulakları, gözleri ve derileri, işledikleri şeye karşı onların aleyhine şâhitlik edecektir. Derilerine, ‘niçin aleyhimize şâhitlik ettiniz?’ derler. Onlar da, ‘her şeyi konuşturan Allah bizi de konuşturdu. İlk defa sizi o yaratmıştır. Yine O’na döndürülüyorsunuz’ derler. Siz, kulaklarınızın, gözlerinizin ve derilerinizin, aleyhinize şâhitlik etmesinden sakınmıyordunuz, yaptıklarınızdan çoğunu Allah’ın bilmeyeceğini sanıyordunuz. İşte Rabbinizi böyle sanmanız, sizi mahvetti ve ziyana uğrayanlardan oldunuz. Şimdi eğer dayanabilirlerse, onların yeri ateştir. Ve eğer tekrar dünyaya dönüp memnun olmak isterlerse, memnun edilecek değillerdir.” (41/Fussılet, 19-24)

“Doğrusu Kur’an, sana ve kavmine bir ikaz ve öğüttür; yakında ondan sorguya çekileceksiniz.” (43/Zuhruf, 44)

“Andolsun insanı Biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve Biz ona şah damarından daha yakınız. Çünkü onun sağında ve solunda oturan, her davranışı yakalayıp tesbit eden iki melek vardır. İnsan hiçbir söz söylemez ki yanında gözetleyen, dediklerini zapteden (bir) melek hazır bulunmasın. Ölüm sarhoşluğu bir gün gerçekten gelir de, ‘İşte (ey insan) bu, senin öteden beri kaçtığın şeydir’ denirl. Sûr’a üfürüldümü, işte bu, geleceği vaat edilen gündür. Herkes, yanında bir sürücü ve bir de şâhitle beraber gelmiştir.” (50/Kaf, 16-21)

“... Allah hiç kimseye gücünün yettiğinden başkasını yüklemez. Allah, daima bir zorluktan sonra bir kolaylık yaratır.” (65/Talâk, 7)

“Rabbinin ve O’nun elçilerinin emrinden uzaklaşıp azmış nice memleketler halkı vardır ki, Biz onları çetin bir hesâba çekmiş ve onları şaşkınlık verecek azâba çarptırmışızdır.” (65/Talâk, 8)

“O gün (hesap için) huzura alınırsınız; size âit hiçbir sır gizli kalmaz. Kitabı sağ tarafından verilen, ‘alın, kitabımı okuyun; doğrusu ben, hesâbımla karşılaşacağımı zâten biliyordum’ der.” (69/Haakka, 18-20)

“Kitabı sol tarafından verilene gelince; o, ‘keşke, der, bana kitabım verilmeseydi de, hesabımın ne olduğunu bilmeseydim! Keşke onunla (ölümümle) her iş olup bitseydi! Malım bana hiç fayda sağlamadı; Saltanatım da benden (koptu) yok olup gitti.” (69/Haakka, 25-29)

"Göz kamaştığı, ay tutulduğu, güneşle ay bir araya getirildiği zaman! (İşte) o gün insan, 'kaçacak yer neresi?' diyecektir. Hayır, hayır! (Kaçıp) sığınacak yer yoktur! O gün varıp durulacak yer, sadece Rabbinin huzurudur. O gün insana, ileri götürdüğü ve geri bıraktığı ne varsa bildirilir. Artık insan, kendi kendinin şâhididir. İsterse özürlerini sayıp döksün." (75/Kıyâme, 7-15)

“Tuğyan eden azgınlar, orada (cehennemde)çağlar boyu kalırlar, orada serinlik ya da bir içimlik meşrûbat tatmazlar, ancak dünyada yaptıklarına uygun karşılık olarak kaynar bir suve irin tadarlar. Çünkü onlar, bir hesap günü olduğunu ummazlardı (buna inanmazlardı).” (78/Nebe’, 23-27)

“Kulakları patlatan gürültü geldiğinde, İşte o günde kişi kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçar. O gün, onlardan her birinin, başından aşan işi (ve derdi) vardır. O gün birtakım yüzler sevinçli, güleç ve müjdelidir. Birtakım yüzlerin de üzerini toz kaplamış ve karanlıklar örtmüştür. İşte onlar kefere-i feceredir/günahkâr kâfirlerdir.” (80/Abese, 33-42)

“Güneş dürülüp ışığı kalmadığı zaman; Yıldızlar düşüp söndüğü zaman; Doğurması yaklaşmış develer başıboş bırakıldığı zaman; Yabanî hayvanlar bir araya toplandığı zaman; Denizler kaynatıldığı zaman; Canlar bedenlerle birleştirildiği zaman; Kız çocuğun hangi suçtan ötürü öldürüldüğü kendisine sorulduğu zaman; Amel defterleri açıldığı zaman; Gök, yerinden oynatıldığı zaman; Cehennem alevlendirildiği zaman; Cennet yaklaştırıldığı zaman; İnsanoğlu ne yaptığını görecektir.” (81/Tekvîr, 1-14)

“Cezâ günü nedir, bilir misin? Nedir acaba o cezâ günü? Hiç kimsenin başkasına hiçbir hususta fayda ya da zarar vermeye mâlik olmadığı gündür. O gün, herkesin işi Allah’a kalmıştır (O gün emir Allah’ındır, yalnız Allah emreder).” (82/İnfitâr, 17-19)

“Kimin kitabı sağından verilirse, kolay bir hesapla hesaba çekilecek. Ve sevinçli olarak âilesine dönecek. Kimin kitabı arkasından verilirse, derhal yok olmayı temenni edecek ve alevli ateşe girecek. Bilinsin ki, dünyada âilesi içinde (mal-mülk sebebiyle) şımarıktı. O, hiçbir zaman Rabbine dönmeyeceğini sandı.” (84/İnşikak, 7-14)

"Gizlenen işlerin ortaya döküldüğü hesap gününde insan için Allah'tan başka ne güç veren vardır, ne de yardım eden." (86/Târık, 9-10)

“Sen hatırlatıp öğüt ver. Çünkü sen ancak öğüt vericisin. Onların üzerinde bir zorba değilsin. Ancak, yüzçevirip inkâr eden kâfir hâriç. İşte öylesini Allah en büyük azap ile cezâlandırır. Şüphesiz onların dönüşü Bizedir. Sonra onların hesabı/sorguya çekilmesi de Bize âittir.” (88/Ğâşiye, 26)

“Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu (onun karşılığını) görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür.” (99/Zilzâl, 7-8)

"Kabirlerde bulunanlar diriltilip dışarı atıldığı, kalplerde ve gönüllerde olanlar ortaya konduğu vakit düşünmez mi o insan? Acaba hali nice olur? Şüphesiz Rableri o gün onların her halini bilir." (100/Âdiyât, 9-11)

“Kimin tartılan ameli ağır gelirse işte o, hoşnut edici bir yaşayış içinde olur. Ameli hafif olana gelince, işte onun anası ağlamıştır! Nedi o, bilir misin? Kızgın ateş!” (101/Karia, 6-11)

“O gün, dünyada kazanıp harcadığınız nimetlerden hesaba çekileceksiniz.” (102/Tekâsür, 8)

 

 

 

Hadis-i Şeriflerde Allah’ın Hesaba Çekmesi ve Sorumluluk

Hesap kelimesi, çeşitli hadislerde sözlük ve terim anlamıyla zikredilmiştir. Cibrîl hadisi diye bilinen hadisin bazı rivâyetlerinde Hz. Peygamber iman esasları içinde âhireti zikrettikten sonra hesabı ayrıca vurgulamış (Ahmed bin Hanbel, I/27, 28; IV/129, 164), diğer bir hadiste de akıllı kimsenin, kıyâmette hesaba çekilmeden önce dünyada kendini hesaba çekmesini bilen ve davranışlarına ölümden sonrasını göz önünde bulundurarak yön veren kimse olduğunu bildirmiştir (Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyâme, 25). Dünyanın bir iş görme (amel), âhiretin ise karşılık bulma (ceza) yurdu olduğu şüphesizdir. Karşılık, yapılan işin türüne göre nimet veya azap şeklinde olacak, bunun da tesbiti hesap ilkesi çerçevesinde yapılacaktır. Kur’an’da yer alan hesap kavramına ve hadislerin açık ifadesine göre kıyâmet gününde inceden inceye hesaba çekilecek kimse hüsrâna ve azâba mâruz kalacaktır (Buhârî, İlim 35, Rikak 49; Müslim, Cennet 79, 80). Çünkü yaratana karşı kulluk görevini, yaratılmışlara karşı insanlık vazifesini hakkıyla yerine getirip bunun hesabını vermek imkânsız denecek kadar zordur.

Bununla birlikte gönlü Allah’a bağlı olup genel yönelişi hak çizgisi üzerinde bulunan bir mü’minin yaşı ilerledikçe rûhen erginlik kazanıp Allah’a yaklaşacağı, elli ile yetmiş yaşları arasında kalbindeki İlâhî muhabbet ateşinin alevlenip Allah’ın kendisini seveceği ve hasabını kolaylaştıracağı Enes bin Mâlik’ten rivâyet edilen bir hadiste belirtilmiştir (Ahmed bin Hanbel, II/89, III/217-218). Bütün mükelleflerin hesabını görme yetkisi şüphesiz ki hesap gününün mâliki olan Allah’a âittir. Allah kulların hesabını çabuk görecektir. Ancak hadiste de belirtildiği üzere (Müslim, İman 327) kıyâmet gününde hesap öncesi bekleyiş uzun sürecek ve insanlar bundan büyük bir ıstırap duyacaktır. Nihâyet son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)’in niyazı üzerine başlayacak olan hesaba onun ümmeti çağrılacaktır (Ahmed bin Hanbel, I/282, 296; İbn Mâce, Zühd 34). Birçok hadis rivâyetinde Muhammed ümmetinden yetmiş bin kişinin hesaba tâbi tutulmadan cennete gireceği haber verilmiştir. Bu rivâyetlerin bazılarında yer alan ve her bin kişi ile birlikte bin kişinin daha bulunacağı, hatta bunun da ilâvelerinin olacağı tarzındaki nakillere bakılırsa bu ifadelerin çokluktan kinâye olup gerçek sayının bilinmediği anlaşılır. Hesaba tâbi tutulmayacak veya hesabı hafif geçecek olan kişilerin başında Allah yolunda savaşıp şehid düşenler gelir (Ahmed bin Hanbel, V/287). Buna karşılık zenginlerin çetin bir muhâsebeden geçirileceği ifâde edilir (Ahmed bin Hanbel, V/259, 427). İslâm dininde namaz, en çok tekrar edilen, bu sebeple de îfâsı sürekli azim ve irâde isteyen, dinî hayatın en belirgin göstergesi konumunda bulunan bir ibâdet niteliği taşıdığı için olmalıdır ki, imandan sonra en değerli amellerden kabul edilmiş (Müslim, İman 140) ve kıyâmet gününde hesabın namazdan başlayacağı haber verilmiştir (Ahmed bin Hanbel, II/290, 475; Tirmizî, Salât 188; Ebû Dâvud, Salât 145).

“Akıllı kimse, nefsini muhâsebe eden ve ölümden sonrası için çalışandır. Âciz de, nefsini hevâsının peşine takan ve Allah'tan temennide bulunan kimsedir." (Tirmizî, Kıyâmet 26, hadis no: 2461)

ıklama: Akıllı diye tercüme ettiğimiz keyyis, "işlerini iyi çeviren", "işlerini rıfkla, tatlılıkla yürüten", "hayra ulaşmakta en iyi kararı veren" gibi mânâlara da gelmektedir. Şu halde nefis muhâsebesi bu vasıflara uyan bir davranış olmaktadır. İbn Arabî der ki: "Büyüklerimiz, konuştuklarını ve yaptıklarını bir deftere yazarak, yatsıdan sonra kendilerini muhâsebeden geçirirlerdi. Deftere bakıp kendilerinden sadır olan söz ve fiil hepsini gözden geçirirlerdi. Bunlardan tevbe gerekenler için tevbe, istiğfar gerekenler için de istiğfar, şükür gerekenler için de şükrederlerdi. Onlar bu muhâsebeyi yaptıktan sonra uyurlardı. "Acizin Allah'tan temennisi bazı kuruntulardır. Yani, nefsine uyup, günahlarda ısrar ettiği, tevbe edip dönüş yapmadığı halde, Allah'ın kendisini affedeceği, cennetine koyacağı hususundaki temenni ve ümiddir.

"Biz, ümmetlerin sonuncusuyuz ve hesabı ilk görülecek olanlarız. Orada: 'Ümmî ümmet ve peygamberi nerededir?' denilir. Bilesiniz, biz sonuncu olan ilkleriz (yani, dünyaya gelişte sonuncuyuz, kıyâmet günü hesabı verip cennete girmede ilkleriz.)" (Kütüb-i Sitte, Terc. ve Şerhi, c. 17, s. 604)

Zübeyr bin Avvâm, şöyle der: "O gün, naîmden (dünyada kazanıp harcadığınız, yediğiniz nimetlerden) hesâba çekileceksiniz." (102/Tekâsür, 8) âyeti indiği zaman dedim ki: "Ey Allah'ın Elçisi, biz hangi nimetten sorulacağız? Elimizde olan şu iki siyah: Hurma ile su'dur (başka nimetimiz yoktur). Buyurdu ki: "İşte o olacaktır (onlardan sorulacaktır)." (Tirmizî, Tefsir b. 89, sûre 102, hadis no: 3357)

"Kıyâmet gününde, kula sorulacak ilk nîmet sorusu şöyledir: 'Biz senin bedenine sağlık vermedik mi, sana su içirmedik mi?" (Tirmizî, Tefsir b. 89, sûre 102, hadis no: 3357)

"Kıyâmet günü şu dört şeyden sorulmadıkça kul bırakılmaz: Ömrünü ne işte geçirdiği, malını nereden kazandığı, nereye harcadığı ve ne iş yaptığı sorulur." (Tirmizî, Kıyâmet 1)

"Allah, sizin sûretlerinize ve mallarınıza bakmaz; fakat kalplerinize ve amellerinize bakar." (Müslim, Birr 32; İbn Mâce, Zühd 9; Ahmed bin Hanbel, II/285, 539)

"Kötülük yapmak isteyen bir kimse, onu yapmazsa (içindeki kötülük dürtüsünü uygulamayıp içinden atarsa), ona bir iyilik yapmış gibi savap yazılır." (Buhârî, Rikak 31)

"Dikkat edin, vücutta bir et parçası vardır ki o düzeldimi bütün vücut düzelir. O bozuldumu bütün vücut bozulur. Dikkat edin, o kalptir." (Buhârî, İman 39; Müslim, Müsâkat 107; İbn Mâce, Fiten 14; Dârimî, Büyû' 1)

Bir gece, Allah'ın Elçisi (s.a.s.), evinden çıktı. Ebû Bekir ve Ömer'e rastladı: "Sizi bu saatte evinizden çıkaran nedir?" dedi. "Açlık yâ Rasûlallah" dediler. "Nefsimi elinde bulunduran hakkı için sizi çıkaran şey, beni de çıkardı, kalkın!" dedi. Birlikte ensârdan bir adamın (Ebu’l-Heysem Mâlik bin Teyyehân (r.a.)’ın evine vardılar. Ebu’l-Heysem: "El-hamdü lillâh, bugün benden daha şerefli konukları olan yoktur!' dedi. Gidip onlara, üzerinde yeni kızarmış, yarı ve tam olgunlaşmış hurmalar bulunan bir hurma dalı getirdi: "Buyurun, bundan yiyin" dedi. Bıçağı aldı, Peygamber (s.a.s.) ona: "Sakın sağılı hayvan kesme!" dedi. Ensârlı onlara (bir koyun veya oğlak) kesti. Koyundan ve hurmalardan yediler, su içtiler. Yemekten doyup suya kanınca, Rasûlullah Ebû Bekir ve Ömer'e: "Nefsimi elinde bulunduran hakkı için kıyâmet gününde size bu nîmetlerden sorulacaktır. Açlık sizi evlerinizden çıkardı, bu nîmet size erişmeden dönmediniz." Buyurdu. (Müslim, Eşribe 140, hadis no: 2038; Muvattâ, Sıfatu'n-Nebî 28, h. no: -2, 932; Tirmizî, Zühd 39, h. no: 2370). Ardından da şu âyeti okudu: “O gün, muhakkak bütün nimetlerden hesaba çekileceksiniz” (102/Tekâsür, 8).

“Dünya nimetlerinden istifadeyi nasıl düşünebilirim ki, İsrâfil sûru eline almış, Cenâb-ı Hakk’ın emrini beklemektedir. Böyle bir durumda olan insan, gelişigüzel, dünya nimetlerinden nasıl istifâde eder ki?” (Tirmizî, Kıyâme 8; Ahmed bin Hanbel, I/36; III/7)

"Kim hidâyete/doğru yola çağırırsa, kıyâmet gününe kadar o yola gidenlerin savapları kadar sevap alır. Ötekilerin sevâbından da bir şey eksilmez. Kim de sapıklığa çağırırsa kıyâmet gününe kadar o yola gidenlerin günahları kadar günah alır. Ötekilerin günahından da bir şey eksilmez." (Müslim, İlim 6, 16; Buhârî, İ'tisâm 15; Ebû Dâvud, Sünnet 6; Tirmizî, İlim 15; İbn Mâce, Mukaddime 14; Ahmed bin Hanbel, II/397; Dârimî Mukaddime 44)

"Allah, yanılarak, unutarak yaptıkları veya zorla kendilerine yaptırılan şeyleri ümmetimden affetti." (İbn Mâce, Talâk 16)

"Kalem üç kişiden kaldırılmıştır (artık onlar yaptıklarından sorumlu değildirler): Büluğa erinceye kadar çocuktan, uyanıncaya kadar uyuyandan, şifâ buluncaya kadar bunamıştan." (Ebû Dâvud, Hudûd 16, h. no: 4399, 4400, 4401, 4402)

ıklama: 1- İslâm fıkhında büyük bir ehemmiyet taşıyan bu hadis, bütün fukahâca benimsenmiştir. Bu hadis, kişiyi fiilinden sorumlu kılmada aklı ve irâdeyi vazgeçilmez bir şart kabul eder. Aklî kemâle ermeyen çocuğun hukuka ehil olmaması, onlar hakkında himâye edici pek büyük bir rahmet olmuştur. Çağlar boyu Avrupa dahi, bütün cemiyetlerde çocuklar ezilirken, İslâm dünyasında hukukî ehliyetsizlik sebebiyle büluğ çağına kadar sorumlu sayılmamış, mal ve can yönüyle velînin himâyesine tevdî edilmiştir.

İslâm âleminde çocuklar mahkemeye bile nadir hallerde ve belli yaşlardan sonra celbedilirken, Batı'da, işlenen suç sebebiyle büyüklerle aynı cezaya çarptırılarak gerekiyorsa idam bile edilmiş, büyüklerle birlikte aynı hapishanelere atılmıştır. Bu durumun çocuk fıtratına uygun gelmediğini Batı, ilk defa 19. asrın sonlarında anlamaya başlamış, çocukların hukukî ehliyetsizliği, ayrı mahkemelerde muhakemesi, hapisten ziyâde ıslah evlerine, koruyucu ailelerin yanına verilmesi gibi fikir ve müesseseleri geliştirmiş ve bu paralelde bir hayli yol almıştır. Oradan bize de "çocuk mahkemeleri" fikri gecikerek geçmiştir.

2- Âlimler, bu hadise dayanarak çocukların şer fiillerinin yazılmadığını kabul ederken, başka hadislerden hareketle hayırlı fiillerin yazıldığını, bu fiillerin, hem çocuğun terbiyecileri durumundaki anne ve babasına ve hem de kendisine uhrevî faydalar sağlayacağını belirtirler. Nitekim Rasûlullah (s.a.s.), "çocuğun haccının makbul olduğunu, ona hacc yaptıran annesine de sevab geleceğini" beyan etmiştir. Keza bir başka hadiste "Çocuklara namazı emredin" buyurulmuştur. Kısacası çocuklar hakkında hayır kaleminin yazmaya başladığını gösteren rivâyetler mevcuttur. (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/223-224)

"İnsanlar kıyâmet günü öylesine ter akıtırlar ki, bu terler yerin içinde yetmiş zira'lık derinliğe kadar iner ve bu ter (yer üstünde de birikerek insanları konuşamaz hale getirmek üzere ağızlarına) gem vurur ve kulaklarına kadar ulaşır." (Buhârî, Rikak 47; Müslim, Cennet 61, hadis no: 2863)

ıklama: Kıyâmet günü, hesap verme esnâsındaki ahvalle ilgili olarak muhtelif hadisler gelmiştir. Bunların birkısmı ter hâdisesi ile ilgilidir. Sadedinde olduğumuz hadis, insanların, hesap vermenin sıkıntısıyla yerin dibine yetmiş arşın inecek ve yerin üstünde de kulaklara kadar yükselip insanları konuşamaz hale getirecek bir derya teşkil edecek kadar çok terleyeceklerini ifade etmektedir. Âlimler, bu ter herkesin kendi teri midir, müşterek terleri midir, bu konuda ihtilâf ederler. İyâz: "Bundan kişinin müşâhede ettiği korkunç haller nisbetinde salacağı terin kastedilmiş olması muhtemel olduğu gibi, hem kendi, hem başkasının teri kastedilmiş olması da muhtemeldir. Böylece bir kısmına çok şiddetli, bir kısmına daha hafif sıkıntı verir. Bütün bunlar, insanların izdiham ve birbirlerine sıkışmasından terin yerin altına yetmiş arşın nüfuz etmesinden sonra, yer üstünde akıp birikmesinden meydana gelir. Tıpkı suyun toprak tarafından emilmesinden sonra bir vadide akması gibi" der.İbnu Hacer, bu terleme hâdisesini, bir başka hadisin yardımıyla daha güzel açıklar. Hadis şudur: "Kıyamet günü güneş arza (bir mil kadar] yaklaşır. İnsanlar terlerler. Kimi vardır, teri ökçesine kadar yükselir, kimi vardır ayağının yarısına kadar yükselir; dizine kadar yükselenler, uyluğuna kadar yükselenler, böğrüne kadar yükselenler, omuzuna kadar ve hatta ağzına kadar -ve eliyle işaret eder- yükselenler, vardır. Ağzına kadar yükselen ter, sahibine gem vurmuş olur. Bazılarını ter tamamen bürür -ve bunu söylerken elini başının üzerine vurur.-" Bazı rivâyetlere göre hesap gününün sıkıntısı o kadar şiddetlidir ki, insanlar: "Ey Rabbimiz, cehenneme giderek de olsa bizi bundan kurtar!" diye talepte bulunurlar. Müslim'in bir rivâyetinde tere batmanın, kişinin ameliyle mütenâsip olacağı belirtilmiştir.

Bir başka hadiste bu bekleme müddetinin kırk yıl olacağı; bir diğerinde bir günün yarısının, dünya zamanına göre elli bin yıl olacağı, ancak mü'mine bu günün, güneşin batma anı gibi hafif geleceği belirtilmiştir. Beyhakî'nin bir hadisinde bu sıkıntılı halin kâfirlere mahsus olduğu açıklanmıştır.

"O günün sıkıntısı kâfire çok şiddetlenir. Öyle ki ter onu gemler!" Denildi ki: "Ey Allah'ın Resulü mü'minler nerede olurlar?" Buyurdular ki: "Onlar altın kürsüler üzerindedirler, onlara bulutlar gölge yapar." Bazı rivâyetlerde de "amelleri gölge yapar", bazı rivâyetlerde de "güneşin, insanların başlarına iki yay boyu yaklaşacağı" ifade edilmiş ise de, (imanda kemal sahibi) mü'minlere bu harâretin zarar vermeyeceği belirtilmiştir.

Özetle, hesap günü uzun bir müddettir, sıkıntısı çok büyüktür. Ancak mü'minler, amellerine göre o günün sıkıntısını az veya çok az bir derecede atlatacaklardır. İbn Ebî Cemre: "Sadedinde olduğumuz hadis bu sıkıntının bütün insanlara şâmil olacağını ifâde ederse de; başka hadisler, bunun onlar çoğunluk da olsa birkısım insanlara mahsus olduğunu açıklar; peygamberler, şehidler ve Allah'ın diledikleri bundan istisnâ edilmiş, en şiddetli ter sıkıntısının da kâfirlere, sonra kebâir (büyük günah) ehline, sonra bunları tâkip edenlere olacağı, mü'minlerin kâfirlere nisbetle az oldukları belirtilmiştir. "İbn Ebî Cemre, bu hadislerden akla gelebilecek: "İnsanlar muhtelif bazda oldukları halde hepsi nasıl kulaklarına kadar tere banar, bu arada ter bir kısmının ayağını bürümez...?" gibi sorulara: "Bunlar uhrevî, gaybî ihbarlardır, aklî izahı yoktur, kuvvetli iman sahipleri tasdik eder..." mânâsında cevap verdikten sonra der ki: "Bu durumu haber vermenin maksadı dinleyenleri uyarmak, mü'minleri bu korkunç hallere düşmekten koruyacak amellere teşvik etmek, günahlardan tevbeye sevketmek, kerim ve bağışlayıcı olan Rab Teâlâ'ya ilticâ etmeye, bu hallerden ve ateşten koruyup, rahmet ve cennetine dâhil etmesini talep etmeye bir sevktir."

"Kimin üzerinde kardeşine karşı ırz veya başka bir şey sebebiyle hak varsa, dinar ve dirhemin bulunmadığı (kıyâmet ve hesaplaşmanın olacağı) gün gelmezden önce daha burada iken helâlleşsin. Aksi takdirde o gün, sâlih bir ameli varsa, o zulmü nisbetinde kendinden alınır. Eğer hasenâtı (sevapları) yoksa, arkadaşının günahından alınır, kendisine yüklenir." (Buhârî, Mezâlim 10, Rikak 48; Tirmizî, Kıyâmet 2, hadis no: 2421)

ıklama: Hadis, mü'minleri, mü'min kardeşine karşı haksızlık yapmamaya, şayet yapmış ise helâlleşmeye tevşik etmektedir. Bu haksızlık, "ırz"la ifade edilen mânevî varlığına karşı olabilir. "Başka bir şey" tâbiriyle de "bütün çeşitleriyle mal", "yaralama", hatta "tokat"a varıncaya kadar her şey kastedilmiştir. Nitekim Tirmizî'nin rivayetinde "ırz ve mal nevinden..." denmiştir. Müslim'de bu mânâ bir başka üslûpla ifâde edilmiştir: "Ümmetimden müflis olan o kimsedir ki: Kıyamet günü namazı, orucu ve zekâtı olduğu halde gelir. Ancak birine küfretmiş, diğerinin kanını dökmüş, bir diğerinin de malını yemiştir. Hasenâtı, buna, öbürüne, diğerine dağıtılır. Üzerindeki borçlar bitmeden hasenâtı tükenmişse öbürlerinin günahlarından alınır, üzerine yüklenir ve böylece ateşe atılır." Bu hadis, "Bir günahkârın günahı diğerine yüklenmez" (6/En'âm 164) âyetine muhâlif düşmez. Zira bu kimse, kendi fiili ve zulmü sebebiyle cezalandırılmıştır. Çünkü hasenâtı, Allah'ın kullar hakkındaki adâleti gereği, seyyiâti mukabilinde alınmıştır. Humeydî, Kitabu'l-Muvâzene'de demiştir ki: "İnsanlar üç kısımdır: Hasenâtı seyyiâtına üstün gelenler. Seyyiâtı, hasenâtına üstün gelenler. Hasenâtı ve seyyiâtı eşit olanlar.

Birinciler, Kur'an'ın nassı ile kurtuluşa ereceklerdir. İkinciler, sevâbından fazla olan günahı sebebiyle, nefhadan (İsrafil' in sûra üflemesinden) ateşten çıkanların sonuncusuna kadar, şerrinin azlığı çokluğu nisbetinde azap edilecektir. Üçüncüler, a'raftakilerdir (A'raf cennet ve cehennem arası bir yerdir). "Bu görüşü bazı âlimler: "Allah'ın azâb etmeyi murad ettikleri" diye kayıtlaması, keza üçüncü kısım için de: "Üç görüşten en kuvvetli olanı" diye açıklaması gerekirdi diye tenkit etmişlerdir. Ayrıca Humeydî, "Seyyiâtı hasenâtına galebe çalanlar da iki kısımdır: "Azap çekip şefaatle ateşten kurtulanlar, günahı affedilip, hiç azap çekmeyenler" demiştir.

"Kıyâmet günü hak sahiplerine haklarını mutlaka edâ edeceksiniz. Öyle ki kabış (boynuzsuz) koyun için, boynuzlu koyundan kısas alınacak, taşa (niye bir başka) taş üzerine yüklenip kaldığından; adamın adamı niye yaraladığından sorulacak." (Râvî Ebû Hureyre) der ki: "Biz şunu da işitirdik: "Kıyâmet günü, kişiyi tanımadığı birisi yakalar ve der ki: "Sen beni hata ve münker işlerken görüyordun, fakat ondan men etmiyordun!" (Müslim, Birr 6, hadis no: 2582; Tirmizî, Kıyâmet 2, h. no: 2422)

 

ıklama: Nevevî, hadisi açıklama sadedinde der ki: "Bu hadis, hayvanların da kıyâmet günü haşredileceği ve tıpkı teklif ehli insanların, çocukların, delilerin ve kendilerine tebliğ ulaşmayanların iadesi (yeniden diriltilmesi) gibi, onların da iade edileceği hususunda bir açıklamadır. Bu hususta Kur'an ve sünnette deliller mevcuttur. Âyet-i kerimede Rab Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Vahşi hayvanlar haşredildiği zaman" (81/Tekvîr, 5). Âyet ve hadiste gelen bir kelimenin zâhirini esas almaya aklî veya şer'î bir engel yoksa onu zâhirine hamletmek vâcip olur. Âlimler derler ki: "Kıyâmet günü, yeniden diriltilme ve haşredilmek için mücazât, mükâfat veya sevap şart değildir. Boynuzlu keçinin kabış/boynuzsuz keçi için kısas olması, teklif kısası değil, mukabele kısasıdır."

Hz. Âişe (r.a.) anlatıyor: "Rasûlulullah (s.a.s.): "Âhirette kimin hesabı münâkaşa edilirse, azaba mâruz kalacak demektir!" buyurmuşlardı. Ben: "Nasıl olur? Allah Teâlâ (meâlen): "O vakit kimin kitabı sağ eline verilirse; kolay bir hesabla muhâsebe edilecek ve ehline sevinçli olarak dönecek" (84/İnşikak 7-9) buyurmadı mı, (bu hesap münâkaşası değil mi)?" dedim. "Hayır! buyurdular, bu (münâkaşa değil) arzdır. Kıyâmet günü hesâba çekilen herkes mutlaka helâk olmuş demektir!" (Buhârî, İlim 35, Tefsir, İnşikak 1; Rikak 49; Müslim, Cennet 80, h. no: 2876; Ebû Dâvud, Cenâiz 3, h. no: 3093; Tirmizî, Kıyâmet 6, h. no: 2428)

ıklama: Burada geçen münâkaşatü'lhesâb tâbiri, hesâbın tahkik ve tedkikini ifâde eder. Zemahşerî, Fâik'te "hesap münâkaşası"nı "hesapta zorluk çıkarmak, az çok hepsini ortaya dökmek, sayıya dâhil etmek" şeklinde açıklar. Kişinin helâk olması, burada "yapılan ince hesap sonucu, fazla gelen günahları sebebiyle azap çekmesi"dir.

Rasûlullah'ın arz diye ifade buyurduğu âyet-i kerime, inceden inceye yapılan bir hesabın sonucunu bildirmemiş olmakta, amelin arzını ifade etmektedir. Tîbî der ki: "Hadiste geçen "bu arzdır" ifadesinin mânâsı şudur: "Âyette mezkür olan hesap, kulun eksikliklerine rağmen Allah'ın dünyadaki lütfunu ve bu eksikliklerin âhiretteki affını bilmesi için mü'minin amellerinin bir arzıdır. "Rasûlullah, bu hadislerinde "hiçbir kimsenin ameliyle cennete gidemeyeceğini" ifade ettiğine göre, ebedî cennet, insanların dünyada yaptıkları amellerin neticesi değildir. Şu halde inceden inceye, amellerimiz üzerine yapılacak hesabın sonucu olarak cennete gitmek mevzûbahis olamaz. Cennet, lutf-u İlâhînin neticesidir. Allah'ın lütfu tecelli edenlerin kitapları sağından verilmiş olacaktır. Şüphesiz ki, İlâhî rahmetin tecellîsinde amel defterinin muhtevâsı etkendir.

"Kıyâmet günü, kişi amelleri arasında önce namazın hesabını verecek. Bu hesap güzel olursa kurtuluşa erdi demektir. Bu hesap bozuk olursa, hüsrana düştü demektir. Eğer farzında eksiklik çıkarsa Rab Teâlâ: ‘Bakın, kulumun (defterinde yazılmış) nâfilesi var mı?’ buyurur. Böylece, farzın eksikleri nâfile (namazları) ile tamamlanır. Sonra, bu tarzda olmak üzere diğer amelleri hesaptan geçirilir." (Tirmizî, Salât 305, h. no: 413; Nesâî, Salât 9, h. no: 1232)

ıklama: Hadis, kişinin Allah'a karşı borçları arasında en mühiminin namaz olduğunu ifade etmektedir. Bu hadis, insanlar arasında kıyâmet günü hesabı görülecek ilk şeyin kan olacağı hususundaki hadise ters düşmez. Çünkü bu ikinci hadis, insanlar arasındaki hukuktan; öbürü ise Allah'a karşı olan hukuktan bahsetmektedir. Âlimler bu iki hukuktan hangisi öncelik kazanır, sorusu üzerinde de durmuş ve önceliğin Allah'a karşı olan hukuk olduğunu belirtmiştir. Deliller bunu göstermektedir.

Hadis, hesap sırasında farzlarda çıkacak eksikliklerin, kulun sünnet ve nâfile nevinden kılmış bulunduğu namazlarla tamamlanacağını, onların da hesaba gireceğini belirtiyor, yeter ki kişinin amel defterinde bu çeşitten ibâdetler yapılmış olsun. Farzdaki eksiklik nedir, sorusu farklı ihtimaller getirmiştir; Bir ihtimale göre, bununla farz namazların miktarca noksanlığı değil, farz namazlarda yerine getirilmesi gereken huşû, zikirler, duâlar gibi farz sevabını artıran bazı sünnetler ve meşrû heyetlerin noksanlığı kastedilmiş olabilir. Bu duruma göre, kişi bu sünnetleri farzda ihmal etmiş ve fakat tatavvu (nâfile) namazlarda yerine getirmişse, burada oraya aktarma sûretiyle oradaki eksiklik tamamlanılacak demektir.

Yine; "bu ifade ile, farz namazların farzları ve şartlarında ortaya çıkacak eksikliklerin kastedilmiş olması da muhtemeldir" denmiştir. "Bizzat farz namazlarının terki ile hâsıl olan eksikliğin sünnetlerle telâfi edileceği de kastedilmiş olabilir" de denilmiştir. Öyleyse, hadiste, diğer farzlarda bu muhtevâda yapılacak eksiklikler, nâfilelerle tamamlanacaktır. Cenâb-ı Hak vaad edince, o, yerine mutlaka gelir. Rasûl-i Ekrem'i de, O'nun nâmına haber verir.

"Kıyamet günü, insanlar arasında hükmedilecek ilk şey kandır." (Buhârî, Diyat 1, Rikak 48; Müslim, Kasâme 28, h. no: 1678; Tirmizî, Diyât 8, h. no: 1396; Nesâî, Tahrîm 2, h. no: 7, 83)

Bu hadis, insanlarla ilgili hukukta ilk hesaba çekilecek meselenin "kan"la ilgili meseleler olduğunu ifade etmektedir. Bir önceki hadiste ise, ilk hesabın namazla ilgili olduğu belirtilmiştir. Zâhirde bir zıtlık görülür ise de, aslında yoktur. Çünkü biri Allah hakkına ait meselelerde ilkle; diğeri ise kul hakkına ait meselelerde ilkle ilgilidir. Nitekim Nesâi'de gelen bir rivayet ikisini birlikte zikretmektedir: "Kulun ilk hesaba çekileceği şey namazdır. İnsanlar arasında (cereyan edenlerden) ilk hesabı yapılacak şey de, kandır." İbn Hacer: "En mühim olanla başlamak, prensip olması sebebiyle, bu hadis, kan meselesinin ehemmiyetini nazarlarımıza arzediyor" der. Bazı âlimler: "Kazâ (hüküm) insanlara hastır, hayvanlarla ilgili olarak kazâ yoktur" demiş ise de, İbn Hacer, "Bunun hatalı olduğunu, hadisin insanlar arasındaki kazânın önceliğinden bahsettiğini; bu ifadede, meselâ insanlar arasındaki hükümden sonra hayvanlar arasında da hüküm olacağının nefyedilmediğini" belirtir. Yeri gelmişken kanın ehemmiyetini ifade eden bir başka hadis daha kaydetmek isteriz: "Dünyanın zevali, Allah indinde mü'min bir kulun (haksız yere) öldürülmesinden daha hafif kalır" veya "Mü'minin katli Allah indinde dünyanın zevalinden daha büyük (bir cürüm)dür." Dünyanın zevâlinde, pek çok mü'minin helâki de bulunması sebebiyle hadisin ifadesinde müşkillik bulunduğu ifade edilmiş ise de, daha önce de açıklandığı üzere, burada "Allah nazarında" tâbiri meseleyi halleder: Hadislerde Allah nazarında sinek kadar değeri olmadığı belirtilen dünya, ehl-i hevânın dünyasıdır, dünyanın isyanlarla, cinâyetler ve haksızlıklarla dolu olan yönüdür, nefs-i emmâreleri tatmin eden yönüdür. Bu yönüyle dünyanın Allah nazarında sinek kanadı kadar değeri yoktur. Öyleyse hadiste, Cenab-ı Hakk'ın esmâsının tecelligâhı veya âbid kullarının ibâdet edip, âhiret için ekim yaptıkları dünya maksud değildir.

"Kıyamet günü, dört şeyden sual edilmedikçe, kulun ayakları (Rabbinin huzurundan) ayrılamaz: Ömrünü nerede harcadığından, ne amelde bulunduğundan, malını nerede kazandığından ve nereye harcadığından ve vücudunu nerede çürüttüğünden." (Tirmizî, Kıyâmet 1, h. no: 2419)

ıklama: Bu hadis, başka tariklerden de gelmiştir. Yine Tirmizî'de gelen bir başka veçhine göre "Kişiye beş şey sorulacaktır: Ömrünü nerede tüketti, gençliğini nerede çürüttü, malını nerede kazandı, nereye harcadı ve bildiği ile ne derece amel etti?" Bu rivâyette, gençliğin ayrıca mevzubahis edilmesi, insan hayatı içerisinde onun ayrı bir ehemmiyet taşıdığını ifade eder. Ehemmiyetlidir, çünkü ibadet vs.yi yapmada güç kuvvet bulunan bir devredir. Bu devrede yapılan ibadetler daha kıymetlidir.

Yine Tirmizî'nin bir hadisi, kişinin Allah huzurunda tek başına hesap vereceğini daha açık olarak ifade eder: "Sizden herbirinize mutlaka, arada herhangi bir tercüman bulunmadan Rabbi, kıyâmet günü konuşacaktır. Kişi sağına bakacak, hayatta göndermiş olduğu (sâlih) amelden başka bir şey göremeyecek. Sonra soluna bakacak, yine dünyada iken gönderdiği (kötü) amelden başka bir şey görmeyecek. Sonra karşısına bakacak, ateşin kendisini beklediğini görecek." Rasulullah (s.a.s.) bu noktada şu tavsiyede bulunur: "Sizden her kim kendini ateşe karşı, bir yarım hurmayla da olsun, koruyabilirse onu yapsın."

"Kıyâmet günü kul (hesap vermek üzere huzûr-ı İlâhî’ye) getirilir. Allah Teâlâ: ‘Ben sana kulak, göz, mal ve evlat vermedim mi? Sana hayvanları ve ekimi musahhar kılmadım mı? Seni bunlara baş olmak, onlardan istifade etmek üzere serbest bırakmadım mı? Acaba, Benimle bugünkü şu karşılaşmanı hiç düşündün mü?’ diye soracak. Kul da: ‘Hayır’ diyecek. Allah Teâlâ: ‘Öyleyse bugün Ben de seni unutacağım, tıpkı senin (dünyada) Beni unuttuğun gibi!’ buyuracak." (Tirmizî, Kıyâmet 7, h. no: 2430)

ıklama: Hadis, sayılan nimetlere mazhar olan bir kimsenin, nimetlere şükürle mukabele etmemesi halinde kıyamet günü, Cenâb-ı Hakk'ın da onu nisyâna (unutulmaya) mahkûm edeceğini bildirmektedir. Allah'ın kulu unutması, onu azâba terketmesi, rahmetini tecelli ettirerek azabtan kurtarmaması demektir.

Ebu Hureyre (r.a.) anlatıyor: "(Ashâb, Rasûlullah'a): ‘Ey Allah'ın Rasûlü! Kıyâmet günü Rabbimizi görecek miyiz?’ diye sordular. Allah’ın Rasûlü: "Bulutsuz bir günde, öğle vaktinde güneşi görme hususunda bir itişip kakışmanız olur mu?" diye sordu. Ashab: ‘Hayır!’ deyince: "Bulutsuz (dolunaylı) gecede ayı görmekte itişip kakışmanız olur mu?” diye tekrar sordu. Ashab yine: ‘Hayır!’ deyince: “Nefsim yed-i kudretinde olan Zât-ı Zülcelâl'e yemin olsun, Rabbinizi görme hususunda da hiçbir itişip kakışmanız olmayacak. Tıpkı güneş ve ayı görmede itişip kakışmanız olmadığı gibi. Böylece kul, Rabbiyle karşı karşıya gelecek. Rab Teâlâ: ‘Ey filan! Ben sana ikram etmedim mi? Seni efendi yapmadım mı? Sana zevce vermedim mi? Atı, deveyi sana musahhar (hizmetçi) kılmadım mı? Reislik yapmana, ganimet malından dörtte bir almana müsaade etmedim mi?’ diye soracak. Kul: ‘Evet ey Rabbim!’ diyecek. Rab Teâlâ: ‘Benimle karşılaşacağını hiç düşünmedin mi?’ diyecek. Kul bu soruya: ‘Hayır!’ karşılığını verecek. Rab Teâlâ da: ‘Öyleyse şimdi de ben seni unutuyorum. Tıpkı (dünyada) sen beni unuttuğun gibi!’ diyecek. Sonra ikinci kul Allah'ın karşısına çıkar. Rab Teâlâ ona da aynı şeyleri söyler. Sonra üçüncüye de birinciye söylediklerinin aynısını söyler. Kul: ‘Evet! ey Rabbim!’ der. Rab Teâlâ da: ‘Benimle karşılaşacağını hiç aklından geçirdin mi?’ diye sorar. Kul: ‘Ey Rabbim, sana, kitaplarına ve peygamberlerine inandım. Namaz kıldım, oruç tuttum, sadaka verdim!’ der ve elinden geldiğince (Hak Teâlâ hakkında) hayır senâda bulunur. Rab Teâlâ: "Bu hususta lehine şehadet edecek biri var mı?" diye soracak. Kul: ‘Hayır, yok!’ diyecek. Rab Teâlâ: ‘Şimdi senin aleyhine bir şahit gönderilecek!’ der. Kul kendi kendine: ‘Benim aleyhime şâhitlik yapacak da kim?’ diye içinden düşünür. Kulun ağzı mühürlenir. Uyluğuna: ‘Haydi konuş!’ denir. Uyluğu , eti, kemiği konuşup, onun amelini haber verirler. Bu, onun kendisi için bir özür aramaması içindir. Bu kimse, Allah'ın gadabına uğrayan münâfıktır." (Müslim, Zühd 16, h. no: 2968)

"Mü'min Rabbine yaklaştırılır. Öyle ki, (Allah onun) üzerine himâyesini indirir ve günahlarını itiraf ettirir. Ona sorar: ‘Şu şu günahlarını biliyor musun?’ Mü'min kul, iki kere: ‘Evet ey Rabbim, biliyorum!’ der. Rab Teâlâ da: ‘Dünyada iken bunları örterek seni teşhir etmemiştim. Bugün de onları senden affediyorum!’ buyurur. Sonra ona hasenât defteri verilir. Ama, kâfirlere ve münâfıklara gelince, bunlarla ilgili olarak, bütün mahlûkatın huzurunda: ‘Bunlar Allah namına yalan söylemişler (böylece büyük bir zulümde bulunmuşlardır). Haberiniz olsun! Allah'ın lâneti zâlimleredir’ diye nidâ olunur." (Buhârî, Mezâlim 2, Tefsir, Hûd 4, Edeb 60, Tevhid 36; Müslim, Tevbe 52, h. no. 2768)

ıklama: Daha önce de temas edildiği gibi, her kul Allah'ın karşısına çıkarılıp, birer birer hesaptan geçirilecektir. Bu muhâsebede Allah mü'min kuluna bir rahmet olarak hususi şekilde hitap edecek, kusurlarını, başkaları duymayacak şekilde sayıp dökecektir. İşte bu hitap necva kelimesiyle ifade edilmiştir. Necvâ, fısıldamak, başbaşa konuşmak, gizli konuşmak gibi mânâlara gelir. Kirmânî: "Bu hitaba necvâ denmesi, kâfire olan hitabın alenî olması sebebiyledir" der.

Hadiste, kişinin gizli yaptığı günahları başkasına açmamasına bir telmih mevcuttur. Çünkü, Cenâb-ı Hak dünyada gizli kalan günahları kıyamet günü affettiğini ifade etmektedir. Bu ifadenin mânâ-yı muhâlifinden, alenî yapılan veya aleniyet kazanan günahların affı hususunda garanti olmadığı mânâsı çıkar. Şârihler bu sadedde gelen hadislere dayanarak, kıyâmet günü âsi mü'minlerin iki kısım teşkil edeceğini söylemişlerdir.

Birinci kısım: Günahı kendisi ile Rabbi arasında kalanlar. İbnu Ömer hadisi, bunların da iki kısma ayrıldığını ifade eder: 1- Günahı dünyada örtülenler, Allah kıyamet günü bu günahları onlara karşı örtecektir. 2- Günahları âşikâr olanlar. Hadis bunların kıyâmet günü öncekilerin hilâfına muâmele göreceğini ifade eder.

İkinci kısım: Günahı kendisi ile kullar arasında olanlar. Bunlar da iki kısımdır: 1- Günahları, sevaplarına galebe çalanlar: Bunlar ateşe girerler, şefaatle tekrar çıkarlar. 2- Günah ve sevapları eşit olanlar: Bunlar da aralarında kısaslaşmadan cennete giremezler.

Hz. Aişe (r.a.) anlatıyor: "Bir adam gelerek: ‘Ey Allah'ın Rasûlü! Benim kölelerim var, bana yalan söylüyorlar ve bana ihânet ediyorlar, bana isyan ediyorlar. Ben de onlara şetmediyor ve dövüyorum. Onlar yüzünden (Allah yanında) durumum ne olacak?’ diye sordu. Rasûlullah (s.a.s.): "Kıyâmet günü onlar, sana olan ihânetleri, isyanları ve yalanları sebebiyle muhâsebe olacaktır. Senin onlara verdiğin ceza ise, eğer cezan onların günahları nisbetinde ise, başabaştır; ne lehine ne de aleyhine olur. Eğer onlara verdiğin ceza günahlarından az ise bu senin için bir fazilet olur. Eğer onlara verdiğin ceza günahlarından çok olursa, bu fazla kısım sebebiyle onlar lehine sana kısas yapılır" buyurdular. Bunun üzerine adam huzurdan çekildi, ağlamaya ve dövünmeye başladı. Bunun üzerine Allah’ın Rasûlü dedi ki: "Sen Allah'ın kitabını okumuyor musun? (Bak ne diyor!) (Mealen): "Biz kıyamet gününe mahsus adalet terazileri koyacağız. Artık hiçbir kimse hiçbir şeyle haksızlığa uğratılmayacaktır. (O şey) bir hardal tanesi kadar bile olsa, onu getiririz (mizana koyarız). Hesapçılar olarak da Biz yeteriz" (21/Enbiyâ, 47). Adam tekrar: ‘Allah'a yemin olsun, ey Allah'ın Rasûlü! Ben hem kendim ve hem de onlar için, ayrılmalarından daha hayırlı bir şey göremiyorum. Seni şâhid kılıyorum, hepsi hürdür, (âzâd ettim)’ dedi." (Tirmizî, Tefsir, Enbiyâ, h. no: 3163)

Hz. Enes (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) (bir gün) güldüler ve: "Neye güldüğümü biliyor musunuz?" buyurdular. Biz: ‘Allah ve Rasûlü daha iyi bilir!’ dedik. "Kulun Rabbine olan hitabından!" buyurdular ve şöyle devam ettiler: "Kul şöyle der: ‘Ey Rabbim, Sen beni zulümden korumadın mı?’ Rab Teâlâ: ‘Evet korudum’ buyurur. Kul da: ‘Fakat ben bugün, kendime, kendimden başka bir kimsenin şâhit olmasını asla istemiyorum’ der. Rab Teâlâ: ‘Bugün sana tek şâhid olarak nefsin, çok şâhid olarak da kirâmen katibîn kâfidir’ buyurur. Rasûlullah devamla dedi ki: "Ağzına mühür vurulur ve diğer organlarına: ‘Konuş!’ denilir. Onlar adamın amelini haber verirler. Sonra konuşma hususunda serbest bırakılır. Adam organlarına: ‘Yazıklar olsun size! Buradan defolun! Ben sizin için mücâdele etmiştim’ der." (Müslim, Zühd 17, hadis no: 2969

"Aziz ve celil olan Allah (kıyâmet günü), ümmetimden bir adamı mahlûkatın üstünden seçer ve onun için doksan dokuz büyük defter açar. Her defter, gözün alabildiği kadar büyüktür. Rab Teâlâ adama sorar: "Bu defterde yazılı olanlardan bir şey inkar ediyor musun? Muhafız katiplerim (olmadık şeyler yazarak sana) zulmetmişler mi?" Kul: "Ey Rabbim! Hayır! (Hepsi doğrudur!)" der. Rab Teâlâ sorar: "(Bunları yapmada beyan edeceğin) bir özrün var mı?" Kul der:"Hayır! Ey Rabbim!" Aziz ve celil olan Allah: "Evet! Senin bizim yanımızda (makbul, büyük) bir de hasenen var. Bugün sana zulüm yapmayacağız!" buyurur. Hemen bir etiket çıkarılır. Üzerinde "Eşhedü en lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden rasûlallah (şehâdet ederim ki Allah'tan başka ilâh yoktur ve şehâdet ederim ki Muhammed Allah'ın elçisidir)" yazılıdır. Sonra, Rab Teâlâ der: "Ağırlığını (yani amellerinin ağırlığını) hazırla!" Kul sorar: "Ey Rabbim! Bu defterlerin yanındaki bu etiket de ne?" Rab Teâlâ der: "Sana zulmedilmeyecek! Hemen defterler Mizan'ın bir kefesine konur, etiket de diğer kefesine. Tartılırlar. Sonunda defterler hafif kalır, etiket ağır basar. Esasen Allah'ın ismi yanında hiçbir şey ağır olamaz." [Tirmizî, İman 17, (2641).]

Ebu Mes'ud el-Bedrî (r.a.) anlatıyor: "Ey Allah'ın Rasûlü, dendi, biz câhiliye devrinde yaptıklarımızdan hesaba çekilecek miyiz?" Şu cevabı verdiler: "Müslüman olduktan sonra iyi olana, cahiliye devrinde yaptıklarından sorulmayacaktır. Kötü amel işleyene, hem İslam'daki ameli hem de önceki ameli sebebiyle hesap sorulacaktır." (Buhârî, İstitâbe 1; Müslim, İman 189, hadis no: 120)

ıklama: Hadis, daha önceleri kâfir iken, sonradan Müslüman olan bir kişinin daha önceki hayatından suale mâruz kalıp kalmama meselesine kayıtlı ve şartlı olarak cevap getirmektedir. İslâm olduktan sonra amel-i sâlih sahibi ise sual yok, değilse var. Hattâbi der ki: "Bu hadisin zahiri, ümmetin icma ettiği "İslam, öncesini siler" hükmüne muhalefet eder. Allah Teâlâ: "Habibim, o küfredenlere söyle ki: Eğer (sana düşmanlıktan) vazgeçerlerse geçmiş (günahları) affedilecektir" (8/Enfâl, 38) buyurmuştur." Hattâbî devamla der ki: "Bu hadisin mânâsı şöyle olmalıdır: "Kâfir, Müslüman oldu mu geçmişinden muaheze olunmaz. İslam'da çok fazla günah işler ve Müslümanlığına devamla birlikte, aşırı, şiddetli masiyetlere girerse, İslam'da işlediği cinayeti sebebiyle muaheze olunur ve küfür sırasında yaptığı başına kakılır. Sanki şöyle denir: "Sen şu kötü işleri kâfirken yapmadın mı? Müslümanlığın seni bunlardan men etmedi mi?" İbn Hacer, bu görüşü: "Önceki amelinden yapılacak evvelki muâheze, başa kakma sûretiyle, sonraki günahların muahezesi, cezalandırma suretiyle olacaktır" diye özetler. Hadiste geçen "isâe" (günah, kötülük) kelimesinden murad küfürdür, çünkü "küfür", "isâe"nin nihayeti, günahların en şiddetlisidir. Adam irtidat eder ve küfrü üzerine de ölürse, sanki Müslüman olmamış gibidir ve hayatı boyunca yaptığı bütün amellerden muaheze olunur. Buhârî, bu hadisi "Büyük günahların en büyüğü şirktir" hadisinden hemen sona zikretmek sûretiyle, bu söylediğimiz açıklamaya işaret etmiş olmaktadır."

"Bir kimseyi (küfür veya günah gibi) bir şeye çağıran hiç kimse yok ki kıyâmet günü, o çağırdığı şeyle birlikte tevkif edilmemiş olsun. Mutlaka onunla ayrılmaz şekilde beraberdir. Bir adam bir adamı (bir şeye) davet etmiş olsa dahi!" Sonra şu âyeti okudu. (Meâalen): "Onları hapsedin, çünkü onlar mes'uldürler" (37/Sâffât, 24; Tirmizî, Tefsir Saffat, hadis no: 3226)

ıklama: Burada kişinin, propagandasını yaptığı şeyden sorumlu olduğu ifade edilmektedir. İnsanları, bir kişi bile olsa her neye davet etmişse ondan ayrılmayacak ise, kötülüğe çağıran kimse, kötülüklerin yer aldığı cehennemde olacak demektir. Âyetteki "mes'uldürler" ifâdesini müfessirler, "akidelerinden, sözlerinden ve hareketlerinden" diye açmışlardır.

 

Ebu Zerr (radıyallahu anh) anlatıyor: "Ey Allah'ın Rasûlü dedim, Kevser havzının kapları nedir?" Şu cevabı lutfettiler: "Nefsimi kudret elinde tutan Zat-ı Zülcelal'e yemin olsun, onun kapları açık ve karanlık bir gecede gökteki yıldızlardan daha çoktur. Cennetin kaplarından kim içerse artık ömrünün sonuna kadar hiç susamaz. Havzın cennetten çıkan iki oluğu gürül gürül akar. Genişliği uzunluğuna denktir. Bu da Amman'dan Eyle'ye olan mesâfe kadardır. Suyu sütten daha beyaz, baldan daha tatlıdır." [Müslim, Fezâil 36, l hadis no: 2300; Tirmizî, Kıyâmet 16, hadis no: 2447)

İbn Mes'ud (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Ben havzın başına sizden önce geleceğim. Bana sizden bazı kimseler yükseltilip (gösterilecek). O kadar ki, eğilsem onları tutarım. Ama hemen geri çekilecekler."Ey Rabbim! bunlar benim ashabım!" derim. Ama bana:"Senden sonra bunların ne bid'alar yaptıklarını sen bilmezsin!" denilir. Ben de:"Dini benden sonra değiştirenler rahmetten uzak olsun, rahmetten uzak olsun!" derim." (Buhârî, Rikak 53, Fiten 1; Müslim, Fezâil 32, hadis no: 2297)

Müslim'in bir diğer rivayetinde Ebu Hureyre'den şöyle rivayet edilmiştir: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Ümmetim havzın başında yanıma gelecek. Ben, tıpkı devesinden başkasının devesini kovan bir kimse gibi, havzımdan (bazı) insanları kovarım!" Yanındakiler:"Ey Allah'ın Resulü! Bizi tanıyacak mısınız?" dediler."Evet buyurdu. Sizin, başkasında olmayan bir alâmetiniz olacak. Sizler yanıma alın ve abdest uzuvlarında, abdestin eseri olan bir nurla geleceksiniz. Ancak sizden bir grup benden engellenecek, onlar bana ulaşamayacaklar. Ben: "Ey Rabbim onlar benim ashabım, onlar benim ashabım!" diyeceğim. Ama bir melek bana cevap verip:"Senden sonra onlar ne bid'alar ortaya çıkardılar biliyor musun?" diyecek." (Müslim, Tahâret 37, hadis no: 247). Bir diğer rivâyette şöyle buyrulmuştur: "Havuzum Eyle ile Aden arasınaki mesâfeden daha geniştir. Onun rengi kardan daha beyaz, baldan daha tatlıdır. Onun maşrabaları yıldızlardan daha çoktur."

Yezid İbn Erkam (r.a.) anlatıyor: "Rasulullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Siz (ashâbım), havzın başında yanıma gelenlerin yüz bin cüzünden sadece bir cüzünü teşkil edeceksiniz!" Yezid'e: "O gün siz ne kadardınız?" diye soruldu da: "Yedi yüz veya sekiz yüz kadardık!" diye cevap verdi." [Ebu Davud, Sünnet 26, (4746).]

ıklama: Hadisin Ebû Dâvud'daki aslında şu ziyâde var: "Biz (bir seferde) Rasûlullah (s.a.s.)'la beraber idik. Bir yerde mola verdik. (Bu sırada) buyurdular ki: "...Kaydedilen bu ziyade, Yezid İbn Erkam'ın "Kaç kişi idiniz?" sorusuna verdiği cevaptaki isabetlilik hususunda kanaat verir. Aksi takdirde: "O sıralarda bütün Müslümanların sayısı ne kadardı?" gibi bir muhtevada anlamak gerekir ki, buna verilen cevap daha az yakin hasıl eder. Ancak Rasûlullah (s.a.s.)'ın burada rakamın hakikatını değil de, kesrette mübâlağa kasdetmiş olması da muhtemeldir.

Son hadisler, âhiretteki havuzla ilgili farklı bilgiler sunmaktadır. Havuz, Kevser havzı diye de adlandırılır. Kur'an-ı Kerim'de Kevser Sûresinde bahsedilen kevserle de bu havzın kastedildiği kabul edilmiştir. Kevser, mütevatir denecek kadar çok sayıda sahâbî tarafından zikredilmiş gaybî bir hakikattır, inanılması şarttır. Bazı tahkiklerde kevserle ilgili rivâyette bulunan sahabilerin sayısı elliden fazladır. Rasûlullah (s.a.s.), Kevser sebebiyle de diğer peygamberlere bir üstünlüğe sahip olacaktır. Rivayetler, cennetteki kevserin, cennet kapılarının yanında ve el'an mahluk olduğunu ifade eder. Makbul görüşe göre iki adet kevser mevcuttur. Biri cennetin içindedir, diğeri sırattan öncedir ve mahşer yerindedir. Bir hadis, her peygamberin bir kevseri olduğunu belirtiyor. Ancak onlar Rasûlullah'ın kevseri kadar büyük değildir.

Kevser, sırattan sonra ümmetin bir toplanma yeridir. Resulü Ekrem'le bir buluşma, görüşme yeridir. Resulullah, oraya kadar gelebilen bir kısım kimselerin oradan kovulacağını belirtmiştir. Bu kovulanlar kimlerdir, bu hususta ihtilaf vardır. Bunlara: "Münafıklar ve mürtedler" diyen olmuş. "Rasûlullah zamanında mü'min olup da sonradan irtidat edenler" diyen olmuştur. Ancak Hattâbî: "Ashâb-ı Kiram'dan irtidat eden yoktur, irtidat edenler çöl Araplarıdır" demiştir. Bazıları: "Bunlar, mü'min olarak ölen büyük günah sahipleri ile bid'atları küfür derecesine ulaşmayan ehl-i bid'attır" demiştir. Bunların cehenneme gitmeleri kat'î değildir. Günahları, kusurları sebebiyle havzın yanından kovulmuş olsalar da, Allah'ın rahmetine mazhar olarak cennete girmeleri de muhtemeldir. İbn Abdilberr: "Havuzdan kovulacaklar zümresini, ehl-i bid'at ile dinde bid'at çıkaranlar, zulümde ileri gidenler, haksız yere mal yiyenler, günah-ı kebireyi alenî işleyenler teşkil edecek" der. Bunların havza kadar yaklaşmalarının, kıldıkları namazların tesiriyle, abdest uzuvları ve alınlarında zuhur eden nur ve parlaklık sayesinde olduğu belirtilmiştir.

Hz. Âişe (r. anhâ) anlatıyor: "Ateşi hatırlayıp ağladım. Rasûlullah (s.a.s.): "Niye ağlıyorsun?" diye sordu."Cehennemi hatırladım da onun için ağladım! Siz, kıyâmet günü, ailenizi hatırlayacak mısınız?" dedim."Üç yerde kimse kimseyi hatırlamaz: Mizan yanında; tartısı ağır mı geldi hafif mi öğreninceye kadar, sahifelerin uçuştuğu zaman; kendi defterini nereye düşecek, öğreninceye kadar: Sağına mı soluna mı; yoksa arkasına mı? Sıratın yanında; cehennemin iki yakası ortasına kurulunca; bunu geçinceye kadar." [Ebû Dâvud, Sünen 28, hadis no: 4755)

ıklama: Gaybî olan hakikatlerden biri mizandır. Ahirete imanın bir cüz'üdür. Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat, bi'l-icmâ "Mizan haktır" demiştir. Hadislerden başka, Kur'an'la da sâbittir. Âyet-i kerimede: "Biz kıyâmet gününe mahsus adâlet terazileri koyacağız. Artık hiçbir kimse hiçbir şeyle haksızlığa uğratılmayacaktır. (O şey) bir hardal tanesi kadar bile olsa onu getiririz (mizana koyarız). Hesapçılar olarak da Biz yeteriz" (21/Enbiyâ 47) buyurulmuştur. Mizan, kıyâmet günü kurulur. Kulların amellerinin yazılmış olduğu defterler mizanda tartılır. Bu mizanın iki kefesi vardır; biri hasenatın tartılması için, diğeri de seyyiatın. Hasan Basrî'den gelen bir rivayete göre mizanın bir de dili vardır. (Kütüb-i Sitte, Terc. ve Şerhi, c. 17, s. 604)

 

 

 

Tefsirlerden İktibaslar

“Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Siz içinizdekileri açığa vursanız da gizli tutsanız da Allah onunla sizi hesaba çeker. Sonra dilediğini bağışlar, dilediğine de azab eder. Allah her şeye kaadirdir.” (2/Bakara, 284)

Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Mülkte Allah’ın ortağı olmadığı gibi hüküm koymada da ortağı yoktur. Yalnız göklerin ve yerlerin sahibi olan zâta ibâdet edilir ve hükümlerine teslimiyet gösterilir. Allah’ın hükümlerine aykırı hükümler koymak şirkti; bu hükümlere itaat edenler, dünya ve ahiret mutluluğunu elde edemezler. Nefislerinizde gizlemiş olduğunuz duygu ve düşüncelerinizi açıklasanız da gizleseniz de Allah sizi onunla hesaba çeker; eğer bu düşünceleriniz şeytanın vesvesesi ise ve siz onu hayalinizde kurmuyorsanız veya haram olduğu için Allah korkusuyla yapmaktan vazgeçiyorsanız bundan dolayı sizi hesaba çekmez. Fakat kötü zan, kin, nefret, haset, şahitliği gizleme gibi kalbi günahlardan veya şeytanın vesvesesi sonucu yapmayı hayal ettiğiniz zina, hırsızlık vb. günahları işleme imkânı bulamazsanız bile sizi hesaba çeker. Allah şirki asla affetmez. Şirk dışındaki günahları ise dilediği kul için affedebilir. Şüphesiz Allah’ın her şeye gücü yeter. Hiç bir şey O’nu aciz bırakamaz. O, herkese yaptıklarının karşılığını verecektir.

Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: Bu âyetin nüzul sebebinde iki rivâyet vardır: Birisi şâhitliği ketmetmek ve doğruyu olduğu gibi söylemek hakkında nazil olmuştur, diğeri ise mü'minlerden kâfirleri dost edinip, onları taklid eyleyenler hakkında nazil olmuştur. Zira kalbin günahının küfür ile yakın ilişkisi sözkonusudur. Göklerde ve yerde bulunan her şey kayıtsız şartsız Allah'ındır. Bütün gerçekliğiyle ve var olan düzenleriyle O'nun mahluku, O'nun mülküdür. O'nun tasarrufu ve tedbiri altındadır. Bütün kâinatta Allah'ın ilminden gizli hiçbir şey düşünülemez. O hepsini bilir. Siz de bunlara dahil olduğunuz için sizin de içinizde ve dışınızda ne varsa, ne yaparsanız onu da bilir. Ve siz içinizde bulunanı açıklasanız da, gizli tutsanız da, her iki durumda da sizi onunla Allah hesaba çeker. Bundan dolayı ne açık, ne de gizli olarak hiçbir fenalık yapmayınız.

"İçinizde ne varsa" ifadesi mutlak olduğuna göre, nefsin her türlü hallerini ve hareketlerini kapsamı içine almaktadır. İrade, yöneliş ve duyuş, düşünüş ve hayal ediş ve her çeşit hatıra ile vesveseler, şüpheler, inançlar, huylar ve melekeler ve bunlarla ruhsal tepkiler, ister ihtiyarî ve isterse gayri ihtiyarî, sürekli veya gelip geçici, iyi ve kötü nefiste (iç dünyada) bulunan her şey buna dahildir. Fakat her şeyden önce âyetteki siyak, yani sözün gelişi, şahitliği gizlemek ve bildiğini söylememek gibi fena şeylere ait olduğundan, iyi olanlar dış görünüşüyle sanki hesaba çekilmenin dışında gibi görünüyor. İkinci bir husus "içinizde bulunanlar" zarf-ı müstakar olduğundan, içinizde iyice yer etmiş, karar haline gelmiş olan duygu, düşünce ve niyetler için açık bir anlam taşıdığından, bir var, bir yok olan gelip geçici ve kararsız duygular bunun dışında gibi görülüyor. Üçüncü olarak gizli tutmak ve açığa vurmak ihtiyarî fiillerden oldukları için insanların iradeleriyle ilgili olan işlere ve davranışlara, yine kendi içinde bulundurduğu niyet ve tasavvurlara ait olup, gayri iradî olanlar bunun dışında kalır. Zira hesaba çekilmek mutlaka açığa çıkmaya ve gizli kalmaya ait değildir, çünkü niyetlerinin açığa çıkması da, gizli kalması da kendi takdirlerine kalmış bir şeydir. Bu ise kesinlikle kasıt ve niyetle olur. Yani iradeli olarak yapılan bütün işler ve ruhî haller hesaba çekilmeyi gerektirir. Böyle olmayanların gizli kalması da açığa çıkması da Allah Teâlâ'nın isteğine bağlıdır. Lakin kötülük kötülük olduğundan, haddi zatında azap ve acı sebebidir. Bunun için her ne şekilde olursa olsun onun açığa çıkması insanlara başka türlü bir azaptır. Hele zarûrîsi zarûrî bir azaptır. Bunda hesaba çekilmek de felahı, yani ruhsal kurtuluşu sağlamaz. O zaman bunu sağlayacak olan ancak Allah'ın gizli tutması ve bağışlamasıdır. Bunun için insanlar Allah'ın mağfiret ve affına muhtaç olmaktan kurtulamazlar. Hasılı insanların hiçbir şeyi Allah'tan gizli kalmaz. Bundan dolayı insanların açığa vurmaları ve gizli tutmaları bir önem taşımaz, kendi hür irâdeleriyle ve isteyerek yaptıkları tercihler ve seçimlerle yaptıkları işlerin hepsi hesap kapsamının içine girer ve hepsinin hesabını Allah sorar ve sorumlu tutar. Tutar da sorumluluk kesinleştikten sonra dilediğini bağışlar, mağfiret eder, dilediğine de azap eder. İşte bundan dolayıdır ki, O'nun azâbı bile katıksız adalettir; mağfireti de katıksız ihsan ve inayettir.

Gerçi burada önce mağfiretten söz edilip, azabın önüne alınmıştır. Fakat bunlar O'nun istemesine (meşiyyetine) ait işlemler ve hükümler olduğundan mağfiretin kime, adaletin kime nasip olacağını yine Allah'tan başka kimse bilmez. Bu gerçek karşısında insan olanlar kısmetlerine adalet çıktığında, haklarına düşen şeyin azab olmaması için, açıkta ve gizlide her türlü fenalıktan sakınıp, kâmil imanla hayır hasenata sarılmalı, iyilikleri ve faziletleri alışkanlık haline getirip güzel huylarla donanmalı, kendilerinde çirkin şeyler huy, meleke ve ahlâk olarak değil, hal olarak dahi bulunmamalı, kendi içindeki her fenalığı söküp atmaya çalışmalıdır. Bunlar nasıl gerçekleşir, demeyiniz. Allah her şeye kaadir, hem de pek ziyâde kaadirdir. İnsanları ve bütün içinde bulunanlarla gökleri ve yeri yaratan, bilerek vücuda getiren Allah, hepsini bir anda yok etmeye ve öldürmeye kaadir olduğu gibi, ölenleri tekrar diriltmeye, gizli veya açık geçmişin hesabını sormaya, iyilere iyi, kötülere kötü karşılık ve mükâfat vermeye, azabı hak etmiş olanları bağışlamaya da kaadirdir.

Allah, kendi zât ve sıfatlarına, enfüsü (insanların iç dünyaları) ve bütün dış dünyayı, bütün âlemleri şahit getirip ve böylece hükmettirdikten ve herşeyi bildiğini ilân ettikten sonra, "Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah'ındır." cümlesiyle "âyetelkürsî"ye yeniden bir göz atma anlamına gelen bu âyet-i kerime, kalbin günahı olan şahitliği ketm etme işinin ne kadar ağır cezayı gerektireceğini isbat sadedinde ve dolayısıyla yukarıdan beri sûrenin içine aldığı âyet ve delillerin, mükellefiyet (sorumluluk) ve hükümlerin genel bir icmâlini (özetini) ve toptan bir muhasebesini yaparak, esas açıklamanın hedefi olan iman ilkelerinden özellikle âhirete iman meselesine getirerek, bunu da dinin temeli olan Allah'ı tanıma meselesine ve bilhassa İlâhî sıfatlardan ilim, irade ve kudret sıfatlarına bağladığı sırada tekrar sağlam ve edebî bir "tercî-i bend" neş'e (neşve)si veren "Allah her şeye kaadirdir." fâsılası ile sûrenin sonunu ta başındaki genel bir hitap olan "Ey insanlar! Sizi yaratan Rabbinize ibâdet ediniz!" (2/Bakara, 21) âyetinin öncesine bağlayan ve böylece bu kadar çeşitli açıklamaların ve değişik hitapların tamamını başı ve sonu aynı hizada olan bir genel hitapta birleştiren estetik ve beyan dokusu oluşturmaktadır. Bundan dolayı bununla sûrenin baş tarafında o genel hitaptan önce olan giriş kısmına karşılık bir sonuç kısmına başlanmış oluyor ki, bu sonuç da üç âyetten ibaret olacaktır. Bunlara "havatimi sûreti'l-Bakara" denilir. Bu üç âyetten birincisi, sûrenin baş tarafında yer alan ve kâfirlerle münafıklar hakkında olan on beş âyete (âyet 6-20) dönüktür. Bunu izleyen son iki âyet ise, hem bu âyetin bazı izaha muhtaç yönlerini açıklamakta, hem de sûrenin en başındaki mü'min ve muttakîlerle ilgili kısımla uyum sağlamaktadır. Bu uyumu göstermek ve bütünüyle gözler önüne sermek için orada iman ve daha başka özelliklerden sadece nazarî olarak söz eden tasvirler burada o mümin ve muttakilerin kim olduklarını bilfiil tesbit etmektedir. Şöyle ki: "Bu kitabın müttakîler için hidâyet olduğunda hiç şüphe yoktur... ve işte onlar kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir." (2/Bakara, 2-5) âyetlerinin içeriğine göre, hidâyet ve İlâhî tebliğin nasıl bir feyiz kaynağı olduğu ve onun nasıl bir sonuç verdiği, buna bağlı olarak o imanın gerçeğe, o gaybın görünüre nasıl dönüştüğünü belgelere dayalı olarak anlatmak ve nihâyet Fâtiha sûresindeki "Ey Rabbimiz! Sen bizi doğru yola ilet." (1/Fâtiha, 6) duâsının nasıl kabul olunup ne gibi gelişmelere yol açtığını gözler örüne serer.” (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları, II/154-163)

Mevdûdi diyor ki: "Sûrenin son bölümünde, başlangıçta olduğu gibi İslâm'ın temel iman konularından bahsedilmektedir. Bu nedenle 284-285. ayetlerle 1-4 ayetleri karşılaştırmakta fayda vardır. Bu, imanın ilk temel maddesidir. Allah'ı göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin hâkimi olarak kabul etmek, insan için O'na boyun eğmekten başka alternatif bırakmamaktadır.

Bu âyette imanın diğer iki temel maddesinden bahsedilmektedir. Birincisi, her insan yaptığı işlerden Allah'a karşı bizzat sorumludur. İkincisi, insanın kendisine sorumlu olduğu tek Hâkim olan Allah, gizli açık her şeyi bilir, o kadar ki insanın kalbinde gizli kalan niyet ve düşünceleri bile bilir.

Bu, Allah'ın mutlak Hâkim olduğu anlamına gelmektedir. O'nun güçleri kendisini sınırlayan kurallara tâbi değildir. O, tek Mâbud'dur ve herhangi bir kimseyi cezalandırma veya dilerse bağışlama yetkisine sahiptir.

"Gönderilen peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, mü’minler de iman ettiler. Onlardan her biri Allah’a, O’nun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. (Biz de onun için) “mağfiretini niyaz ederiz. Dönüş yalnızca Sanadır’ dediler." (2/Bakara, 285)

Rasul Muhammed (s.a.s.) ve mü’minlerden her biri, Rabblerinden kendilerine indirilen şeylere iman etti ve imanın gereklerine uydu. Hepsi Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve rasullerine Allah’ın istediği ve razı olduğu şekilde iman ettiler. "Rasullerinden hiçbirinin arasını ayırmayız, bizim için hepsi birdir. Göndermiş olduğun nebî ve rasuller vasıtasıyla emirlerini işittik ve itaat ettik, gereğince amel etmeye çalışıyoruz. Ey Rabbimiz! Senden dileğimiz günahlarımızı bağışlamandır. Sen bizi affetmezsen helâk oluruz. Çünkü biz senin emrine ne kadar itaat edersek edelim yine de istemeyerek, bilmeyerek, nefsimize uyarak, kasten veya unutarak Sana karşı gelebiliriz. Bu yüzden Senin affını diliyoruz. Bizler, işlediğimiz salih amellerden dolayı değil, ancak senin rahmetinle Cennete girebiliriz. Rabbimiz, kesin olarak inanıyoruz ki dönüşümüz yalnız Sanadır. Bunun bilincinde olarak hazırlık yapıyoruz. O günde utananlardan olmamak için gücümüz nisbetinde emirlerine uyuyor, yasaklarından da kaçıyoruz.” dediler.

Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: "Nüzûl Sebebi: Rivâyet olunduğuna göre, "Siz içinizdekini açığa vursanız da, gizleseniz de" (2/Bakara, 284) âyeti nâzil olunca, bu, ashâba pek ağır geldi, toplanıp Rasûlullah'ın huzuruna vardılar, diz çöktüler: "Ey Allah'ın Rasûlü, namaz, oruç, cihad, sadaka gibi gücümüzün yeteceği amellerle mükellef olduk. Şimdi ise bu âyet indirildi. Halbuki bizim buna gücümüz yetmeyecek." dediler ve "Herbirimiz, kendi gönlünde öyle şeyler konuşur ki, dünyaları verseler bunların kalbinde bulunmasını arzu etmez." diye insanın elinde olmadan içinde bulunan duygu, düşünce, tasarı ve hayallerden söz ettiler. Peygamber (s.a.s.) onlara: "Siz de sizden önceki Kitap ehli gibi, duyduk ve karşı koyduk mu demek istiyorsunuz? 'duyduk ve uyduk, ey Rabbimiz ğufrânını dileriz, dönüş ancak Sanadır, deyiniz!' buyurdu. Bunu hep birlikte okumaya başladılar, okudukça dilleri alıştı ve gönülleri yatıştı. O zaman "Âmene'r-Rasûlü..." (2/Bakara, 285) âyeti nâzil oldu (Kurtubî, III/427). Böylece Allah'a tazarrû ve niyaz ile yalvarıp yakardıklarından, istiğfar edip Allah'a sığındıklarından dolayı bir süre sonra arkasından "Lâ yükellifullahu..." (2/Bakara, 286) âyeti nâzil oldu ve güçlerinin yetmeyeceği ve ellerinde olmayan şeylerden hesaba çekilmeyecekleri bildirilerek, endişeleri giderilmiş oldu. Demek ki, Ashâb-ı Kiram "Siz içinizdekini açığa vursanız da gizleseniz de Allah onunla sizi hesaba çeker." Nazm-ı celîlinin gizli ve açık yönleriyle bütün ihtimallerini dikkate almışlar ve bu âyetin gerekli kıldığı sorumluluğun akla doğan düşünce ve duyguları da kapsamı içine alma ihtimalinden korkmuşlar ve kendilerince âyetin insan gücünün üstünde bir sorumluluk yüklediğini düşünerek, bunun böyle olmaması gerektiğine hükmedip Hz. Peygamberden, her ihtimale karşı bu hükmü yorumlayacak bir açıklama aramışlardı. Buna karşı her şeyden önce kayıtsız şartsız itaat, istiğfar ve yalvarma ile emrolununca derhal itaat gösterdiler. İçlerinde kaçınılmaz olarak mevcut bulunan endişe ve korkuya rağmen, ilâhî sorumluluğa ve Hz. Peygamber'in emrine boyun eğdiler ve hiç itiraz etmeden olduğu gibi kabul ettiler. Allah Teâlâ da evvelâ bunların kâmil imanlarını, bu söz dinlemelerini ve emre uymalarını, alçak gönülle yakarmalarını, "Rabbenâ, Rabbenâ" diye yalvarmalarını ve yalnızca kendisine sığınmalarını övgüyle dile getiriyor. Onları medh ü sena ederek bu şekilde duâ etmeye devam etmelerini teşvik ediyor ve destekliyor. Ayrıca bir müddet sonra lütuf ve merhametini açığa vurup, "Allah hiç kimseye gücünün yetmeyeceği yükü yüklemez." şeklinde iltifatta bulunuyor. İstek ve ihtiyaçlarına uygun olarak hüküm göndermiş ve ızdıraplarına sebep olan hayal ve hatıra sorumluluğundan doğan endişeyi gidermiştir ki, işte itaatın ve Allah'a sığınmanın ürünü daima böyledir. İtaat vesvese ve endişeyi yok eder. Hasan ve Mücâhid ile İbn Sirin'den, bir rivâyette de İbn Abbas'dan naklen anlatıldığına göre, "Âmene'r-Rasûlü...den itibâren bu son iki âyet, Cibrîl vâsıtasıyla nâzil olmamış, Rasûlullah bunları Mirac gecesinde vâsıtasız olarak işitmiştir. Bundan dolayı Bakara Sûresi Medine devrinde nâzil olmuştur, ancak o takdirde bu iki âyet müstesnâ olarak daha önce nâzil olmuş demektir.

Bununla beraber bir başka rivâyette İbn Abbas, İbn Cübeyr, Dahhâk ve Atâ: "Bunlar da Medine'de Cibrîl ile nâzil oldu" demişlerdir. Gelelim mânâsına: O Peygamber, yani bu indirilmiş kitabın tebliğiyle görevli olan peygamber, o özel muhâtap, yukarıda "kulumuz" (2/Bakara, 23), "Muhakkak ki sen peygamberlerdensin", (2/Bakara, 252), "Peygamberlerin bazısını yüksek derecelere erdirmiştir." (2/Bakara, 253) özellikleriyle bilinen o muhteşem peygamber Muhammed Mustafa (s.a.v.), Rabbinden kendisine indirilmiş olanın hepsine iman etti, peygamberliğini şüphe ile değil, bu iman ve bu yakîn ile yaptı. Rabbinden gelene hem kendisi inandı hem de onun ümmeti olan ve yukarıda genel özellikleri açıklanan o müminler. Onların hepsi, Allah'a ve Allah'ın meleklerine, kitaplarına -yahut kitabına-, peygamberlerine, onlar da Allah'ın peygamberleri olmalarından ötürü, inandılar, iman getirdiler. "Allah'a, bize indirilene ve bizden önce indirilene... inandık, deyiniz" (2/Bakara, 136) gibi emirlere uyarak biz Allah'ın peygamberlerinden hiç birisinin arasını ayırmayız. Birinin peygamberliğini kabul ve tasdik edip, bir diğerini inkâr ederek aralarında fark gözetmeyiz, hepsini kendi derecelerine göre peygamber olarak tanırız. "İşte bunlar peygamberlerdir, bir kısmını bir kısmına üstün kıldık." (2/Bakara, 253 âyetine bakınız). İşte böyle iman ettiler ve bu iman ile dediler ki: Dinledik ve itaat ettik, Hak'tan gelene kulak verdik, iyice dinledik ve anladık; kerhen değil tav'an, kendi rızamızla, seve seve söz tuttuk, emre uyduk. Ğufranını (affını) niyaz ederiz ey Rabbimiz! Ne kadar itaat edersek edelim yine de kusurumuz çok. Hele nefse doğan, içe dolan duygu ve düşüncelerden kurtuluş yok. Akibet varılacak yer, son durak ancak sensin. Senden geldiğimiz gibi, dönüp dolaşıp yine sana geleceğiz. Ölüm, âhiret, yeniden diriliş, bunların hepsi hak ve gerçektir ya Rabbi! Öldükten sonra dönüp Sana varılacak, Sana hesap verilecek, Sen de dilediğine mağfiret ihsan edip, dilediğine azap edeceksin; işte biz şimdiden Sana sığınıyoruz ve Senin bağışlamanı diliyoruz.” (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları, II/154-163)

Mevdûdi diyor ki: "Bu âyette imanın temel maddeleri tekrar kısaca ele alınmaktadır. Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, hayatın sonunda O'na verilecek hesab'a inanmak, imanın temel şartlarındandır. Bunları kabul ettikten sonra bir müslümanın tutumu, Allah'ın her emrine itaat etmek olmalıdır. Aynı zamanda iyi amelleriyle övünmemeli ve Allah'tan bağışlanma ve af dilemelidir.

"Allah her şahsa, ancak gücü yettiği kadar sorumluluk yükler. Herkesin kazandığı, kendi lehine veya aleyhinedir. (Bundan sonra şöyle duâ edin:) ‘Ey Rabbimiz! Unutursak veya hataya düşersek bizi hesaba çekme (mağfiret et). Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme. Ey Rabbimiz! Bizim gücümüzün yetmediği işlerden bizi sorumlu tutma, bizi affet, bizi bağışla, bize merhamet et. Çünkü Sen, bizim mevlâmızsın/dostumuz ve yardımcımızsın. Kâfir kavimlere karşı bize yardım et.” (2/Bakara, 286)

Allah, hiç kimseye gücünün yettiğinden başkasını yüklemez. Allah’ın emrettiği şeyler insanların kaldırabileceği şeylerdir. Çünkü Allah’ın, insanlara kaldıramayacakları şeyleri yüklemesi İlâhî hikmete zıttır. İnsanın işlediği her hayır kendi menfaatine, işlediği her şer yine kendi zararınadır. Bu sebeple kendisini seven ve kendisini Allah’ın can yakıcı azabından kurtarmak isteyen kimse hayrın her çeşidini işlesin, şerrin her türünden de uzak dursun. Çünkü sonuçta zarar ve menfaat kendisine dönecektir. Mü’minler Allah’a şöyle dua ederler: “Rabbimiz, ihmal ve önemsemezlik sebebiyle unutur veya yanılırsak bu yüzden bizi sorumlu tutma! Rabbimiz, bizden önceki topluluklara günahları sebebiyle yüklediğin ağır yükümlülüklerin benzerini bize yükleme! Rabbimiz, günahlarımızdan dolayı gücümüzün yetmeyeceği ve kaldıramıyacağı bir cezayı bize verme! Bize kolay şeyler emret! Bizim günahlarımızı affet, bizi bağışla, bize merhamet et! Senin dinini istediğin şekilde yaşamamız için bize yardım et ve bizi muvaffak kıl Sen bizim mevlâmızsın, Senden başka dostumuz yoktur, Senin dinini inkâr eden kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et, bizi muzaffer kıl!..”

Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Bu mü'minler Allah'ın emirlerini ve kendilerine yüklediği görevlerini böyle güzel bir itaat ile kabul edip âhirete yakînen iman ve bu iman ile Allah'dan gufran talep eylediklerinden dolayı, İlâhî rahmetten şu iltifat ile cevaba nâil oldular: Allah kimseye gücünün yettiğinden başkasını yüklemez, yükleyemez değil, yüklemez. Allah'ın kendi kullarına yüklediği sorumluluk, kulların güç yetireceği kadardır ve hatta onun çok altındadır. Allah insanları zora koşmaz, güçlerini son sınırına kadar zorlamaz, sıkıntıya sokmaz, müşkülat ve meşakkat vermez. Mükellef olan kullar o görevleri güçleri rahat rahat yetecek şekilde yapabilirler. Nitekim "Allah size kolaylık diler, zorluk dilemez..." (2/Bakara, 185) buyurmuştur. Hak din kolaylıktır, onda zahmet yoktur. Böyle olması da güç yetmez bir sorumluluğu yüklemeye Allah'ın kudreti olmadığından değildir, sırf fazl u kereminden ve rahmetindendir. Bu suretle Allah'ın kullarına bahşettiği güç ve takat onlara emrettiği görevlerden daha fazladır. Bu sayede onlara görevlerini yaptıktan sonra dinlenecek, gezip dolaşacak, dünya ve maişet işlerinde çalışacak, hatta daha başka emredilmemiş olan hayır ve hizmet işleriyle ilgilenecek zaman ve imkan kalabilecektir. Nitekim kullar farzları yaptıktan sonra daha neler neler yapabilirler. Mesela günde beş vakit namazdan başka daha ne işler görebilirler. Gerçi sorumluluk iradeye bir anlamda zahmet yüklemek demektir, her zahmet de bir enerji tüketimini gerektirir. Bu hikmetten dolayı her yükletilen sorumluluk ona güç yetirebilme şartına bağlıdır. Fakat o yükün bu gücü zorlamaması da şarttır. Yani her bir ferdin sorumluluğu gücüyle ve kapasitesiyle ölçülmek gerekir. Bundan dolayı kişilerin güç ve takatleri farklı olduğundan, gücü ve kapasitesi fazla olanların sorumluluk dereceleri de fazla olacaktır ki, adalet ve eşitlik de bunu gerektirir.

Meselâ, malı olmayan zekâtla mükellef olmayacağı gibi, çeşitli zenginlerin zekâtları da bir ölçü çerçevesinde değişik olur. Zenginlik derecesine göre kimi on, kimi yüz verir. Fakat hepsi de aynı nisbet dâhilinde, meselâ kırkta birdir. Kudret hesaba katılmayarak, nüfus başına eşit olarak şu kadar verilecek demek, bu temele aykırı düşer. Yine bunun gibi, ümmete toptan yönelik olan farz-ı kifâyenin fertlere ilişkisi de böyledir. Ayrıca bir şahsın uhdesine düşen sorumlulukların toplamı hesap edildiği zaman dahi onun gücünü aşmamalıdır. Bunun için bazı sorumluluklarda zahmetsiz ve külfetsiz kudret-i mümekkineden başka bir de kudret-i müyessire denilen, yani daha da kolaylık esasına dayanan bir kudret de şart olmuştur. Velhasıl bu âyet, hikmet-i teşrî'in en büyük esasını özet olarak ifade etmiştir. Sorumluluk onu yüklenecek olanın kapasitesi ile orantılıdır. "Lehâ mâ kesebet ve aleyhâ ma'ktesebet" Herkesin kesbettiği (kazandığı) kendi lehine (çıkarına), iktisap ettiği de kendi aleyhine (zararına)dir. Kesb ve iktisâb lügatte, Kur'ân'da bir ve aynı mânâya kullanıldığı gibi, farklı olarak da kullanılmıştır. Kamusta dahi gösterildiği üzere, evvela kesib, iktisab, tekâsüb, rızık aramaktır; yani faydalanacak, haz alacak bir şey istemek ve aramaktır ki, bulmak ve ele geçirmiş olmak şart değildir. İrade-i cüz'iyye, bir güç sarfetmek demektir. Türkçesi çalışmak, çaba harcamak demek olur. Kesp ile iktisabın farkı olmayınca birinin lehe, öbürünün aleyhe olması ancak ilgi alanlarından kaynaklanabilir. Bu açıdan "mâ kesebet" kelimesindeki "mâ" ile "ma'ktesebet" kelimesindeki "mâ"nın anlamları birbirinden ayrılarak birincisi Allah'ın teklif ettiği hayır, ikincisi Allah'ın nehyettiği şer ile tefsir edilmiştir. İkinci olarak kesb, isâbet demektir; yani hedefini vurdurup, istediğini elde etmektir ki, Türkçe "kazanmak" anlamına gelir. İktisâb ise gerek isâbet etsin, gerek etmesin mutlak anlamda tasarruf ve gayret göstermek, yani çalışıp çabalamaktır. Bundan dolayı bir bakıma kesibden daha genel, bir bakıma da daha özel bir anlam taşır. İşte bundan dolayı bu iki kelime birbirinin yerine kullanılabilir. Üçüncü olarak, "kesb" kazandırmak mânâsına gelir.

Şu halde iktisap bu mânâya karşılık olduğu zaman, dönüşümlü fiil olur ve kazanmak, yani başkasının kazandırmasıyla kazanmak demek olur. Bu mânâya esas olmak üzere Râğıb İsfehanî şunu da beyan eder ki: "Kesib hem kendisi, hem başkası için kazanıp aldığına, iktisab ise sırf kendisi için istifade ettiğine denilir. Bundan dolayı her kesib iktisab değildir, fakat her iktisab kesibdir." Bunun için iktisab şehvet ile, kesb ise hikmet ile ilgili olur. İşte bu mânâların her biri bakımından değişik anlamlar ifade edebilir. Bu cümleden olmak üzere:

1- Her nefsin istediği, yaptığı iyilik, kendi lehine, kendi iyiliğine, kendi yararınadır. Sonunda da sevabı ancak kendisinin olacaktır. Aksine yaptığı kötülük, yüklendiği vebal de yine kendi aleyhine, kendi zararınadır. Sonuçta o yaptığının azabı kendisine aittir. "Kim bir iyilik yaparsa kendi lehinedir, kim bir kötülük işlerse kendi aleyhinedir." (41/Fussilet, 46). Yani herkesin yaptığı iyilik kendine, yaptığı kötülük yine kendinedir. Allah'ın emrettiği görevler de iki kısımdır: Birisi dışarda ve içimizde veya her ikisinde yapılmasını emrettiği şeylerdir. Bunlar hayır, hasenat ve iyi hizmetlerdir. İkincisi de yapılmamasını emrettiği, yani yasak kıldığı şeylerdir ki; bunlar da şer, kötülük cinsinden olan şeylerdir. Öncekileri yapmak faydalı, yapmayıp terk etmek zararlıdır. Sonrakileri yapmak zararlı, yapmayıp terketmek faydalıdır. Bunların yararları ve zararları da Allah'a değil, mükellef olan kullaradır. Bundan dolayı ilâhî teklifler kapasiteye göre olmak gibi bir kolaylık sağladıktan başka, her mükellefin sarfedeceği emeği zararına harcatmayıp tamamen onun yararına tahsis ettirmek gibi bir özel faydayı, bir İlâhî rahmet ve merhameti de içine almaktadır. Bunun için Allah kullarına hiçbir görev yükletmese, hiçbir teklifte bulunmasa acaba daha büyük bir rahmet olmaz mıydı, gibi bir vesvese hatıra gelmesin. İlâhî rahmet ve inâyet, hırs ve şehvetin itmesiyle zarara sürüklenmekten nehyetmeye ve ebedî menfaat ve kazanç elde etmek için mükellef tutmamaya elverişli olmaz. O'nun rahmeti kullarını başıboşluğa terketmeye müsait olmaz. Zararlar ve faydalar karşılıklı olarak dengelidir. Zarar söz konusu olmasa idi, fayda da söz konusu olmazdı. Allah'ın kulları mükellef kılması onlara zarar vermek için değildir, zararlardan korumak içindir, faydalı olana yönlendirmek içindir.

Külfet nimete göredir. İşte bu hikmetten dolayıdır ki, Allah verdiği güç ve kudretin üstünde yük yükletmez. Yükletirse o zaman faydadan ziyade zarar, nimetten ziyade külfet yükletmiş olur. Bu ise mükellefiyet olmaktan çıkar ceza olur. Bunu da Allah'ın adaleti ve rahmeti, ancak görevi kabul etmemenin bir cezası olarak tayin buyurmuştur. Bundan dolayıdır ki, "aleyhâ ma'ktesebet" buyurulmuştur. Bu cihetle İlâhî emirle yükletilen görevlere tamamen "Semi'nâ ve eta'nâ (duyduk ve uyduk)" demeyen ve Hakk'ın koyduğu kurallar çerçevesinde kesib yapmayanlar sonuçta böyle bir cezalandırmaya uğrarlar. Nitekim ahirette "Cehennemin kapılarından haydi girin bakalım!" (39/Zümer, 72) emri, böylelerine tâkatlarının üstünde yapılmış olan bir cezalandırma şeklidir. Hakkın koyduğu kanunlar ile amel etmeyen milletler veya kişiler bu şekilde nelere uğramışlardır. Bundan sonraki duaların öğretim tarzı da bu hikmetle ilgilidir.

Allah Teâlâ kullarının daha işin başında böyle zararlara uğramalarına râzı olmadığından onları mükellef tutmuş ve teklife uygun bir kapasite ile yaratmış ve adâleti sâyesinde nimetle külfeti karşılıklı olarak dengede tutmuştur. Madem ki bu böyledir, o halde insanlara da nimete göre külfete katlanmak ve hatta Allah'ın mükellef kıldığı görevlerden artan gücü ve tâkati boş yere harcamayarak, nâfile ibâdetlere hayır ve hasenât işlerine sarfedip nimet ve menfaati arttırmaya çalışmak yaraşır. Böylece "Yaptığı iyilik lehine, yaptığı kötülük de aleyhinedir." formülü, hem emir ve teklifteki faydayı açıklamış ve onu kabullenip yapmaya sevketmiş, hem de farz olan görevlerden başka hayırlara ve nâfilelere de teşviki kapsamı içine almış olur ki, buna "nedb" tabir olunur.

2- "Her nefsin kazandığı, yani yolunca isteyip elde ettiği kendi yararına, aksine veya körü körüne çalışıp boğuştuğu da kendi zararınadır." Bundan dolayı kapasiteye göre teklif, o faydayı elde etmeye ve bu zararı def'etmeye ilişkin hikmete dayanmaktadır. Zira teklif olmazsa insan âtıl ve tembel olur. Teklif kapasiteye göre olmazsa o zaman da çabalar, boğuşur durur, bir şey elde edemez. Her ikisi de zararlı olur. Bir de Allah kapasiteye göre sorumluluk vermemiş olsa, hayra ve nimete varmak için; ya yol göstermemiş, ya da yolun ne olduğunu belirlememiş olurdu. O zaman insanlar boş durmak istemedikleri takdirde, yanlış yollara sapmış veya boşu boşuna uğraşıp didişme durumunda kalmış olurlardı. Tâkattan fazla teklif yapsa ona tâkat yetişmez ve kazanç olmaz ve çabalar boşa giderdi. Her iki halde de Allah kullarının hayrını istememiş, zararlarını istemiş olurdu ki, bu da Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın merhametine aykırıdır. Bu mânâya göre, kesb ve iktisabın kapsamına giren konularda esasen "şer" hiçbir şekilde sözkonusu olmayabilir. Her iki "mâ" da hayırdan ibâret olabilir ki, biri ele geçen, elde edilen hayır; öbürü de ele geçirilemiyen hayırdır. Yani yoluna ve usûlüne uygun olarak hayır kazanmak bütünüyle faydadır. Şer öyle dursun hayır kazanacağım diye körü körüne çabalamak, boğuşup durmak bile zarardan başka bir şey değildir. Çünkü sonuç boşa çıkarsa emek heder olur gider ve ihtimaldir ki, daha büyük tehlikelere ve şerre kadar gidilir. Bilgisizlik bunun için zararlıdır. İşte kapasiteye göre olan İlâhî teklif hayrın yolunu göstermekle o menfaati temin etmiş ve enerjiyi telef etmeyerek bu zarardan korumuştur.

3- "Her nefsin hem kendisi, hem başkaları için kazanıp elde ettiği sırf kendi lehinedir. Asıl kazanç böyle kazançtır ki, hayır buna derler. Hayır her halükârda sahibinindir. Bunun aksine şehvet ve hırsına mahkûm olarak ve yenik düşerek 'ben, ben' diye yalnızca kendisi için kazandığı da zararınadır." Zira o tek başına yaşayamaz. Kazanmak için başkalarının varlığına muhtaçtır. Bundan dolayı Allah'ın teklifi, bu faydaları sağlamak ve o zararı önlemek içindir. Bunda bencillikle diğergâmlığın güzel bir ayırımı vardır.

4- "İnsanın kazandırdığı sırf kendi lehinedir. Ona hak ve menfaat sağlar. Fakat başkasının kazancıyla yaşaması, başkasının sırtından geçinmesi de aleyhinedir." Görev borç sayılır, fakat borçlu açısından yenilgiyi ve ezikliği gerektirir. Veren el, alan elden hayırlıdır. Bundan dolayı teklifin kapasiteye göre olmasında mükellefi, el açmaya muhtaç olmaktan korumak ve onun haklarını savunmak anlamı vardır. Bunun için Yüce Allah, hayır yollarına infâkı, alışverişte sağlamcı ve gerçekçi olmayı teklif etmiş, dilenmekten, ribâdan ve saldırganlıktan nehyetmiştir.

Çoğunlukla tefsir âlimleri, bu dört mânâdan birincisi üzerinde durmuşlar. Diğerlerinin her birini birer yönden ona eklemişlerdir. Bundan dolayı birincisi asıl tefsirdir. Zira İlâhî teklifin bütün inceliklerini içine almaktadır, ayrıca çok açıktır.

Şimdi Cenâb-ı Allah "işittik, emre uyduk, ey Rabbimiz ğufrânını dileriz, dönüş yalnızca Sanadır" diyen müminlerin yakarışına ve sığınmasına karşılık olmak üzere işte bu cevabı verdi. Kolaylık ve yükü hafifletmeyle ilgili olan bu açıklamasıyla onların telaşlarını giderdi. Bu suretle Allah kelâmı yalnızca Rasûlü ile değil, yukarıdan beri yapılan açıklamalar çerçevesinde ona iman eden ümmeti ile de bir konuşma ve münacat şeklinde tecelli eyledi ki, bu üslup özellikle Fatiha sûresinde de böyle geçmişti. Bu, Kur'ân okuyan veya dinleyen müminlerin ara sıra kendilerini bizzat Cenâb-ı Allah ile konuşma halinde bulmaları gibi büyük bir nimeti dile getirmeyi de içine alır. Bu derece ihlâsla ve itaat duygusuyla kendilerini Allah huzurunda hissedenler, yalnızca Allah'a muhâtap olmak şerefine ermekle kalmayacaklar; o yüce huzurda söz söyleyebilmek için kendilerine izin verileceğinden, bizzat Allah'dan dilek dileyebilmek şerefine de erecekler. İşte bu visal makamının kuvvet ve şerefini göstermek için Cenab-ı Allah, yeni baştan bir cevap demek olan bu kelâmını bir fâsıla ile ayırmakla beraber, bir taraftan da yine onların sözleri ve onlardan hikaye olunuyormuş gibi bir üslûpta ifade buyurmuştur. Çünkü mutlak anlamda "duyduk ve uyduk" diyen o müminler, aradıkları bu cevabı, bu kolaylığı ve bu rahmeti öncelikle ve hemen kabul edip ikrar eyleyecekler ve aynen tekrarlayacaklardır. Esas içeriği de kendi düşüncelerine uygun olduğundan bu âyet dahi onların sözleri gibi olacaktır. Bu nükte ile bu âyet dahi onların dilinden hikâye ediliyormuş veya onların duaları arasındaki bir ara cümlecik olarak bulunuyormuş gibi bir tarz-ı müteşâbih olarak sevk buyurulmuştur. Bu üslup ile mükellefiyetin inceliğini açıklayan bu cevap kendilerine güçlerinin üstünde yük yükletilmeyeceğini ve aksine kapasiteye göre kolaylığın murad edilmiş olduğunu müjdelerken aynı zamanda güç yetirilemeyecek bir mükellefiyetin haddizatında mümkün olduğunu dolaylı olarak ifade etmiştir ve bununla beraber kesbin, yani çalışıp kazanmanın değerini ve nimetin külfete göre olduğunu anlatarak, mükellefiyetten arta kalan güçlerin, emredilmemiş ve farz kılınmamış olan hayırlı işlere harcanmasını teşvik ederek "Mü'min kulum Bana nâfile ibâdetlerle durmadan yaklaşır" (Ahmed bin Hanbel, VI/256) kudsî hadisin içeriğini de anlatmış olduğundan özendirmesiyle uyarısının etkisi altında tekrar ve yeniden bir itaat azmi ve günah korkusu ile, duâ ve yakarmaya yol açmakla bu cevap cümlesi aynı üslupta ve bütün arzularına uygun olarak gayet önemli ve maksada elverişli dualarla sona erdirilmiş, şimdi de şöyle deyiniz diye emir verilmeksizin bu da önceki dualarının devamı ve sonu şeklinde öğretilmiştir. Yani, ey müminler şu halde duadan ayrılmayınız da şöyle deyiniz; Ey Rabbimiz! Unutursak veya hata edersek bizi sorumlu tutma. Yani, kapasitemiz ölçüsünde teklif ettiğin vazifeleri en iyi şekilde eda etmeye, hatta gücümüz yettikçe daha fazla hayırlar kazanarak ileri gitmeye, yeni baştan bir itaat ve iştiyak duygusuyla azmettik; fakat farz kıldığın vazifelerden birini beşeriyet icabı unutur veya iyi, meşru bir şey yapmak isterken yanlışlıkla haram kıldığın, yasakladığın şeylerden birine bilmeyerek düşer de hata edersek, bu da hayrı terketmek veya şer olan bir şeyi işlemek cinsinden bir iktisab olabilecektir. "Ve aleyhâ ma'ktesebet" ise, mutlak olduğundan bunlardan sorguya çekilmek ihtimal dâhilindedir. İşte bundan dolayı ne unutma ve hatanın kendisinden, ne bizi unutma ve hataya sürükleyen sebeplerden, ne de bunlardan biri sebebiyle iktisab etme durumunda olduğumuz hayrın terkinden veya şer fiilinin işlenmesinden biz Muhammed ümmetine dünyada ve âhirette cezâ verme, azâb eyleme.

Unutma ve hata iki türlüdür: Birisi sahibi mâzur görülebilir cinstendir ki, bunda sahibi mâzur görülebilir, diğerinde görülmez. Meselâ bir kimse üzerinde bir pislik görse de bunu temizlemeyi geciktirse, sonra unutup namaz kılsa, mâzur olmaz. O pisliği görür görmez temizlemediğinden dolayı kusurlu hareket etmiş olur, fakat görmezse mâzurdur. Yine bunun gibi, bir kimse bir ava tüfekle ateş etse de bir insan vursa, orada insan bulunabileceğini ve bulunduğu takdirde ona isabet edip etmiyeceğini hesaba katmamış ve bu hususta gerekli önlemlere riayet etmemiş ise mazur olmaz. Yine aynı şekilde insan dinî emirleri ve şer'î görevleri bellemeye çalışmaz ve belledikten sonra da unutmamak için tekrar tekrar mütalaa eylemez de unutursa, böyle bir unutmadan dolayı mazur olmaz. Bunun için yukarıda belgelendirme usulleri gösterilmiş ve borçların yazılması gerektiği üzerinde durulmuştur. İşte bundan dolayı bazı unutma ve hatalardan kaçınmak, insanoğlunun gücü dışında ise de bazılarında durum böyle değildir. Yine bundan dolayıdır ki, "illâ vüs'ahâ: Gücünün yettiğinden başkası..." ifâdesi genel anlamda bütün hata ve unutmalardan sorguya çekilmeyeceği anlamına gelmez. Âyet sorguya çekilme ihtimalini bütünüyle ortadan kaldırmış değildir. Bunların elde olanlarının "Ve aleyhâ ma'ktesebet"in kapsamı içinde bulunduğu da gözden uzak tutulmamalıdır. Demek ki, mesele müşkildir. Unutma ve hata ile yapılmış olan fenalıklar haddi zatında zararlı, gayri meşru ve insanın gücüne bağlıdır. Unutarak veya hata ile yutulmuş bir zehirin zararı yoktur denilemiyeceği gibi bunlar da böyledir. Kötülükler ve günahlar tıpkı zehir gibi zararlıdır. Hasılı hiç unutmamak ve hiç hata yapmamak insanın gücünün üstünde bir şey de olsa, bunlar sebep oldukları işin Allah katında, yani özünde sonucunu değiştirmez, hepsi de "Ve aleyhâ ma'ktesebet" hükmüne dâhil olurlar. Bunun için insanlar bunlardan mümkün olduğu kadar uzak durmak ve sakınmak ile de yükümlüdürler. Hata ile adam öldürmede olduğu gibi, hata konusunda bazı mükellefiyet hükümleri vardır. Unutmak ve hata etmek kul hakkındaki zararın tazminine engel olmaz. Bunlara işaretledir ki, "bizi mükellef kılma!" denilmemiş, "bizi sorumlu kılma!" denilmiştir. Bu şekilde gerek hatadan, gerek unutmadan, gerekse bunların ön şartlarından ve sebeplerinden, hatta gerekse sonuçlarından mükellefiyetsizlik değil, sorumlu tutulmamak niyaz edilmiş ve istenmiştir. Böyle bir öğretim iyilik ve adâleti de içine almıştır. Nitekim "Hata ve unutmadan doğan sorumluluk ümmetimden kaldırılmıştır." (İbn Mâce, Talâk 16) hadis-i şerifi bununla ilgilidir. Evet hataya düşmemiz ve unutmamız da kötü bir şeydir, fakat lütfunla bunlardan dolayı bizi sorumlu tutma!

Ey Rabbimiz! Bize bizden önceki ümmetlere yüklettiğin gibi ağır yük de yükleme. Bizi asâ ve isyan milletleri gibi yapma! Yani bizi diğer milletlere yaptığın gibi yerinden kımıldatmaz, sıkıştırır, zor dayanılır ağır boyunduruklar, şiddetli mîsaklar, ağır tabiiyetler, meşakkatli buyruklar, katı kanun ve kurallar ve uygulamalar altında bulundurma, sonuçta mükelleflerini meshederek (suretlerini değiştirerek) maymunlara, domuzlara çevirecek sıkıntılara koşma. Bizim kurallarımızda ve sosyal hayatımızda zorluklar, zorlamalar, baskılar olmasın Rabbimiz.

Isr: Lügatte esas anlamı esâret ve hapis mânâsıyla ilgili olup, altındakini ezen ve yerinden kıpırdatmayan ağır yük ve bağ demektir ki, boyunduruk gibi, ağır misaka, zor dayanılır ahde ve bağımlılığa, yine bunun gibi akrabalık ve yakınlığa da denilir. Anlaşılıyor ki, tarihlerde görüldüğü üzere, yahudi ve hıristiyanlar gibi önceki ümmetlerde katı hükümler ve yükümlülükler vardı. Tefsir âlimlerinin açıklamalarına göre, meselâ yahudiler günde elli vakit namaz kılmak ve mallarının dörtte birini vergi vermek, pislik bulaşan elbiseyi kesmek, vatanlarından sürülüp çıkarılmak, birçok konuda hemen idam cezası uygulanmak, tevbe etmek için intihar ile yükümlü olmak, bir isyan üzerine hemen ceza verilmek, herhangi bir hata meydana gelirse helâl olan yiyeceklerden bazıları yasak kılınmak gibi hükümler vardı. Kaffal Tefsiri'nde denilmiştir ki, "Yahûdilerin ellerinde Tevrat diye iddia ettikleri kitabın beşinci sifri iyice gözden geçirilirse, onların ne kadar katı hükümlere, ne kadar çetin misaklara tabi tutulmuş oldukları daha birçok acaip hükümlerle birlikte görülür." İşte müminler bu gibi sıkıntılardan, zorluklardan korunmalarını niyaz ettiler ki, Allah da fazl u keremi ile ileride gelecek olan "Üzerlerindeki ağır yükü kaldıran ve bağları çözen..." (7/A'râf, 157) âyetiyle bunları giderdi.

"Allah kimseye gücünün yetmeyeceği yükü yüklemez" buyurulduktan sonra bu duâya ne hâcet vardı? denilmesin. Çünkü önce vüsu' yani kapasite kelimesinin anlamı takat kelimesinin anlamından daha geniş kapsamlı ise de onun takat yerine kullanıldığı da meşhurdur. O halde mükellefiyetin takat ile orantılı olması da ihtimal dahilindedir. Bu da baskı ve şiddetten başka bir şey değildir. Önceki ümmetlerde bunun meydana gelmiş olduğu da sabittir. Bundan dolayı bu mücmel mânânın ortadan kaldırılıp, vüs'un açık olan kolaylık anlamına olması dilenmiştir. İkinci olarak, amel, yükümlülük kelimesinden bir bakıma daha geniş kapsamlıdır. Bunların bizzat İlâhî teklifin ve teşrî'in eseri olarak değil, tam aksine bunların zıddına hareket eden Firavun vesaire gibi azgınların tasallutu ile terbiye olması da mümkündür. Bunun için "lâ tükellif: Mükellef kılma" yerine; "velâ tahmil: Yükleme" denilmiştir. Sûrenin başından beri sürüp gelen İsrailoğulları kıssalarında her iki yönden de uyarılar olmuştur. Aynı mânâ şu duada daha ziyade düşünülebilmektedir.

"Rabbenâ ve lâ tuhammilnâ mâ lâ tâkate lenâ: Ey Rabbimiz! Bize gücümüz yetmeyen şeyleri de yükletme; hiç çekilmez, tâkat getirilmez, yükletilecek olursa yerine getirilemez, isyan ve ihtilâle sevkeder, uygulanacak olursa cezalandırma olur, mahveder, helâk eder, tâkat yetişmez belalar, sevdalar altında inletme ey Kâdir Rabbimiz! Çünkü Sen her şeye kaadirsin. Bunu rahmetinden dolayı yükümlülük olarak yapmazsan da imtihana çekmek için ve isyankârlara gazabından dolayı cezalandırmak için yapabilirsin. Her şey senin istek ve irâdene bağlıdır. Bundan dolayı bize yükümlülük olarak, ne imtihan olarak, ne de ceza olarak güç yetmez şeyleri yükletme, hâsılı müjden Muhammed ümmetinedir. İşte sağladığın bu kolaylık, bu hafifletme, bu ümmete bahşettiğin iman feyzi, itaat duygusu, ihlas, irade gücü ve Hakk'a bağlılık gibi güzel hasletler ile bağlantılıdır. Elbette bu kanunu tanımayanlar, bunun çerçevesinden dışarı çıkmak isteyenler, genel anlamda bu yükümlülüğün çerçevesi dışına çıkabilecek değiller, o zaman onlara birbirlerinin gereği olan, hak ve hukuk tanımayan kapasite ve güç dinlemeyen yükümlülükler koyduracaksın; kâfir, kâfir olmakla mükellefiyetsiz yaşayamayacak, fakat hakka uymadığından halka haksız ve yersiz yükümlülükler getirecek ve karşılığında da haksız tepkiler alacaktır ki, bu da aynı zamanda adalet ve hakkın gereği olarak yine Senin yükletmiş olduğun bir yük olacaktır. Bu açıdan bakılırsa âlemde her kavmin kendine göre bir kanunu olduğu görülür. Ve o kanun kaçınılmaz şekilde ilâhî bir yüklemenin varlığına dayanır. Şu kadar ki, müminlerinki müstakimdir ve ilâhî rahmet eseridir; kâfirlerinki gayr-i müstakimdir, dolaylı olarak ilâhî adaletin ve gazâbın eseridir. Mü'minlere adâlet olan şey kâfirlere adâlet olmaz, kâfirlere adâlet olan şey de mü'minlere adâlet olmaz. Bütün bu liyâkat ümmetin rûhunda ve kalbindedir. Kalpler ise Rahmân'ın elindedir. Onu dilediği gibi evirir çevirir.

Bundan dolayı bizi, İslâm dininin kolay hükümlerinin yükümlülüğünden ve doğru yoldan ayırma! Bundan ayrılmaya ve rahmetinden uzak düşmeye dayanamayız. Bizi böyle dayanılmaz dertlere uğratma Rabbimiz! O şekilde sorumlu tutmayı ve bu şekilde yük yükletmeyi yapma da günahlarımızın izlerini bizden gider. İtiraf ederiz ki, biz Senin koyduğun hükümlere itaat etmeyi bütün gücümüz ve ihlasımızla taahhüt etmiş olduğumuz halde yine de kusurdan, günahtan uzak kalabilmiş değiliz, bütün çalışmalarımız esas itibariyle Senin bir nimetinin bile şükrünü edaya yetmez. Sarfettiğimiz ve edeceğimiz güç ve vüs'at esasen Senin bize ihsan ettiğin bir nimettir. Onun kullanılmasından doğacak faydalar da yine bize bahşedilmiş olduğu halde, bizim de onu tamamen Senin yolunda kullanmamız gerekirken, biz tutuyoruz da onunla Senin rızana aykırı olarak kendimize zararlar bile verebiliyoruz. Kesb ve kazanç sermayesi olarak verdiğin irade ve gücümüzü, akıl ve fikrimizi tamamen bir araya getirip hepsini kendi menfaatimizle ilgili yollara kullanamıyoruz. Bunun için Senden dilediğimiz dilekleri, hak etmiş olduğumuzdan dolayı değil, fazl u rahmetinden ümid ederek diliyoruz. Halbuki olacak, olacaktır: Bizden herhangi bir şekilde sadır olmuş olan günahlar, Senin ilâhî bilginde zaten belli ve sabittir. Onların oradan silinmesi imkansızdır. Fakat Sen, yüce kudretinle onların bize yönelik olan sonuçlarını istersen silebilirsin. Zira sebepleri yaratan ve gerçekten etki sahibi olan ancak Sensin. Bizim kötü işlerimizle onların doğuracakları sonuçlar arasındaki ilişkiyi sen dilersen mahvedebilirsin, bizden onları affettikten başka bize mağfiret de et! Ayıplarımızı ilâhî ilminde gizle, örtbas eyle, eller içinde bizi rezil ve rüsvay eyleme, ayrıca rahmetinle muamele et, rahmetinle bize ihsanda bulun, Sen bizim Mevlâmız'sın, sahibimiz, malikimiz, yardımcımız ve işlerimizin tedbircisisin. "Allah, iman edenlerin dostudur." (2/Bakara, 257) buyurdun. İşte bundan dolayıdır ki, o kâfirler güruhuna karşı bize yardım et, nusret ihsan eyle; maddeten ve mânen hakkın savunulmasında ve Allah adının yüceltilmesinde bizi üstün getir ve zaferlere ulaştır, muzaffer eyle!.

Hz. Peygamber (s.a.s.) Efendimiz, bu duâlarla duâ ettiği zaman, Allah tarafından "peki yaptım" (Müslim, İman 199, 200; Tirmizî', Tefsir 2, hadis no: 38-40) buyurulduğu rivâyet edilmiştir. İlerideki sûrelerde de bu duâlara çeşitli yönlerden verilmiş cevaplar göreceğiz; bu cevaplardan biri olmak üzere Âl-i İmran Sûresi, bu nusret duasına bir cevap olarak başlayacaktır.

Kütüb-ü Sitte'de Abdullah b. Mes'ûd'dan rivayet olunan bir hadis-i şerifte buyurulmuştur ki: "Her kim geceleyin Bakara Sûresi'nden bu iki âyeti okursa ona yeter". Hâkim ve Beyhakî'nin Ebû Zer'den naklen tahric ettikleri bir diğer hadis-i şerifte de Fahr-i Risâlet Efendimiz buyurmuştur ki: "Allah Teâlâ, Bakara Sûresi'ni iki âyetle sona erdirdi ki, bunları bana arşın altındaki bir hazineden verdi. Bunları öğreniniz, kadınlarınıza, oğullarınıza belletiniz, öğretiniz. Çünkü bunlar hem salattır, hem duadır, hem Kur'ân'dır." (Ahmed bin Hanbel, IV/147, 151, 158; V/180, 383; Dârimî, Fedâilu'l-Kur'an 14)

Hz. Ömer ile Hz. Ali (r.anhümâ)'den rivâyet edilmiştir ki, her biri: "Aklı başında bir adam görmezdim ki, Bakara Sûresi'nin sonundaki bu âyetleri okumadan uyusun." (Dârimî, Fedâilu'l-Kur'an 14) demişlerdir. "Cibrîl, Hz. Peygamber'e Bakara Sûresi'nin sonunda 'âmin' demeyi telkin etti" diye de Ebu Meysere'den gelen bir rivâyet bulunmaktadır.

Cenâb-ı Allah, biz kullarını da daima bu duaların mânâlarını duyan, anlayan ve gereğini yerine getirerek, vaad ettiği icabetinin feyzinden büyük büyük nasiplerle pay alan kullarından eylesin. Amin.” Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları: 2/154-163.

Mevdûdi diyor ki: "Yani, "Allah hiç kimseyi yapması mümkün olmayan bir şeyden sorumlu tutmaz ve onu bundan dolayı cezalandırmaz. Çünkü o (kul) imkânsız olmadıkça o işten yüz çeviremez." Bununla birlikte, kişinin neyi yapabilip neyi yapamayacağına kendisinin karar veremeyeceği de açıkça anlaşılmalıdır. Belli bir kimsenin, neyi yapabilip neyi yapamayacağına karar verecek olan Allah'tır.

Bu bir hukuk ilkesidir. Hem cezalar, hem de mükâfatlar her ferdin kendi işlediği iyi ve kötü amellerinin sonuçlarıdır. Kişi ancak kendi işlediği iyi amellerin mükâfatını alır, başkalarının yaptığı iyiliklerin karşılığını değil. Bununla birlikte, eğer bir kimse ölümünden sonra da iyi sonuçlar doğurmaya devam eden bir iyilik yapmışsa, bu iyi sonuçların hepsi o iyiliği yapan kimsenin hesabına yazılır. Aynı şekilde eğer bir kimse, ölümünden sonra da kötü sonuçlar doğurmaya devam eden bir kötülük yapmışsa, bu sonuçların tümü o kimseye yazılacaktır. Fakat tüm bu iyi ve kötü sonuçlar, kişinin kendi işlediği amellerin karşılığı olacaktır. Kısacası kişi ancak bilerek ve isteyerek katkıda bulunduğu bir şey nedeniyle ceza ve mükâfat alacaktır. Allah'ın sünnetinde hesapların, ceza ve mükâfatların başkalarına devredilmesi söz konusu değildir.

"Rabbimiz, bizden önce Senin yolundan gidenlerin sınandığı zor engel ve sınavlarla bizi sınama" Hak yola tâbi olanların zor sınav ve deneylerden geçirilmelerinin Allah'ın kanunu olmasına rağmen, bir mümin bu yolda kendisine kolaylıklar göstermesi ve zorluklarla karşılaştığında cesaret ve sabır vermesi için Allah'a duâ etmelidir.

"Bize sadece taşıyabileceğimiz kadar zorluk ve yük yükle ve bizi gücümüzün yetebileceği sınavlardan geçir. Aksi takdirde biz bu yükü taşıyamayız ve doğru yoldan saparız."

Bu duânın ruhunun anlaşılabilmesi için, bu ayetlerin Medine'ye hicretten yaklaşık bir yıl önce Mirac'da (göğe yükseliş) vahyedildiği gözönünde bulundurulmalıdır. O dönemde imanla küfür arasındaki çatışma çok şiddetli idi ve müminlere yapılan işkenceler en aşırı dereceye ulaşmıştı. Ve bu sadece Mekke ile sınırlı değildi; tüm Arabistan'da bir müminin huzur içinde yaşayabileceği bir yer yoktu. Bu şartlarla başa çıkabilmeleri için müslümanlara bu dua öğretilmişti. Allah, kuluna kendisine nasıl dua edeceğini öğrettiğinde, kul bu duanın kabul olacağından emin olabilir. Bu nedenle bu dua müslümanlara büyük cesaret verdi ve en çok işkence gördükleri zamanlarda bile huzur içinde olmalarını sağladı. Ayrıca bu dua, onlara arzularını kontrol altında ve bu duada öğretilen sınırlar içinde tutumlarını ve bu arzuları yanlış yollara kanalize etmemelerini de öğretiyordu. Bu nedenle bu duada düşmanlara karşı acımasızlık, intikam gibi dünyevi hiçbir konuya değinilmemektedir. Buna o dönemde acil ihtiyaç vardı, çünkü müslümanlar büyük zorluklar, maddî kayıplarla karşı karşıya kalıyorlar, işkence çekiyorlar ve hem fiziksel, hem de ekonomik baskı altında tutuluyorlardı. Müslümanların bu duasında yer alan yüce ideallerle, o dönemde çektikleri işkenceler arasındaki zıtlık, onların bu kritik dönemde bile, ahlâkî yönden nasıl eğitildiklerini göstermektedir. İşte bu, her gerçek müminin ulaşmak için çalışması gereken yüce ahlakî seviyedir.

Seyyid Kutub, bu âyetlerin tefsirinde şöyle der: "Böylece tamamen medeni hukukla ilgili bir hükmün konusunun ardında sırf bilince yönelik bir direktif yer almakta, hayatla ilgili yasalarla, hayatın yaratıcısı arasında bir ilişki kurulmakta, yerin ve göklerin hükümranına karşı duyulan korku ve umuttan meydana gelen bu sağlam bağ sayesinde yasal düzenlemelerden oluşan güvencelere kalbin derinliklerinde yeralan güvencelerde eklenmektedir. Bu da İslâm şeriatının müslüman toplum içinde müslümanların kalplerine yerleşen en sağlam ve en belirgin güvencesidir. İslâm, öncelikle kendisi için şeriat vazedeceği kalpleri ve kanunlarını uygulatacağı toplumları oluşturur. Çünkü İslâm, her yönüyle mükemmel, ahenkli ve ilahi bir sistemdir. Hem eğitim hem de şer'i düzendir. Hem takva hem otoritedir. Aynı zamanda insanın yaratıcısının insan için seçtiği hayat metodudur.

Peki, yeryüzü kaynaklı düzenlere, kanunlara ve metotlara ne demeli? Ömrü, bilgisi ve görüşü sınırlı, heva ve hevesi daldan dala konup hiçbir zaman istikrar bulmayan, iki kişinin aynı görüş, düşünce ve anlayış üzerinde anlaştığı pek az olan insanın bakış açısına ne demeli? Kendini yaratan, yarattığını ve her an ve her durumda yarattığının yararına olanı bilen Rabbinden uzaklaşan beşeriyete ne demeli?

Kuşkusuz Allah'ın hayat için koyduğu metottan ve düzenden uzaklaşmak beşeriyet için bir bedbahtlıktır. Bu bedbahtlık, Batıda, zorba ve azgın kiliseden ve onun adına konuştuğunu iddia ettiği tanrısından, onun adına insanları düşünüp anlamaktan alıkoymasından, yine onun adına alınan ağır vergilerden ve bu korkunç hükümlerden kaçış şeklinde başladı. İnsanlar bu kâbustan kurtulmaya karar verdiklerinde kiliseden ve onun otoritesinden de kaçtılar. Ancak bu işi makul bir noktada durdurmadılar. Daha da ileri giderek kilisenin tanrısından ve onun otoritesinden de kaçtılar. Ardından, yeryüzündeki hayatlarında Allah'ın metoduyla kendilerine öncülük eden dinin tümünden uzaklaştılar. İşte bu bir bedbahtlıktı, bïr felaketti... Ya bize... -kendi kendini müslüman sanan bize- ne oluyor?.. Bize ne oluyor da, Allah'tan, O'nun hayat metodundan, şeriatından ve kanunundan kaçıyoruz?.. Hoşgörülü ve sağlam dinimiz, üzerimizdeki tüm zincirleri parçalamış, bütün ağırlıkları kaldırmış, bize rahmet, hidayet, kolaylık ve hidayete, ilerlemeye ve kurtuluşa götüren yolda istikamet bahşetmişken bize ne oluyor?..

Burası, bu büyük surenin sonucudur. Kur'an'ın en uzun suresi olması bakımından büyük kelimesinin ifade ettiği anlamda olduğu kadar imani düşüncenin temelleri, müslüman cemaatin niteliği, hareket yöntemi, sorumlulukları, yeryüzündeki konumu, varlık içindeki rolü, kendisine karşı koyan düşmanlarının konumu, tabiatları, kendisine karşı tutuştukları savaşta başvurdukları taktiklerin mahiyeti bir yönden onların çıkardığı gailelerin savuşturulması için kullanacağı yöntemi, diğer yandan onların bedbaht akibetlerinden korunması gibi kabarık ve geniş bir bölümünü temsil eder. Konularıyla da büyüktür bu sure. Ayrıca sure, insanın yeryüzündeki rolünü, tabiatını, fıtratını, beşer tarihinde ve gerçek hikayelerinde görüldüğü üzere düşülen hataları ve uzun ayetlerinin sunulması sırasında ayrıntılarıyla ele alınan daha birçok sorunu açıklamaktadır.

Şu iki âyet, bu büyük surenin sonunu teşkil etmektedir. Her iki ayet, surenin büyük bir kısmının tam bir özeti olduklarından sureye yakışan, onun konuları, atmosferi ve hedefleriyle uyum içinde bir sonuç meydana getirmektedirler.

Mü'minlerin İmanı: Sûre, Yüce Allah'ın şu sözleriyle başlamıştı: "Elif, lâm, mîm... Doğru olduğu kuşkusuz olan bu kitap takvâ sahipleri için hidâyet kaynağıdır. Onlar görmediklerine inanırlar, namazı kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan başkalarına verirler. Yine onlar gerek sana ve gerekse senden önce indirilen kitaplara inanırlar ve Ahiretten hiç kuşku duymazlar. İşte onlar Rabblerinden gelen hidayet yolundadırlar ve kurtuluşa erenlerdir." (2/Bakara, 1-5)

Bu gerçeğe, özellikle de bütün Resullere iman gerçeğine orada işaret edilmişti. İşte aynı konu Yüce Allah'ın şu sözüyle son bulmaktadır: "...Peygamber kendisine rabbi tarafından indirilen gerçeklere inandı, müminler de hepsi birlikte Allah'a, O'nun meleklerine, O'nun kitaplarına ve O'nun peygamberlerine inandılar. 'O'nun peygamberlerinden hiçbirini diğerlerinden ayırmayız'..." (2/Bakara, 285-286). Bu, bir kitabın iki kapağı gibi sûrenin başlangıcıyla uyuşan bir sonuçtur.

Sûre, müslüman ümmetin sorumluluklarının birçoğunu ve hayatın çeşitli alanlarına ilişkin hükümleri içermektedir. Nitekim, İsrailoğulları'nın sorumluluk ve şeriatlarından yüz çevirmeleri de sözkonusu edilmektedir. Surenin sonunda, sorumlulukları yerine getirme ile onlardan kaçınma arasındaki ayırıcı sınırı belirleyen, Yüce Allah'ın bu ümmete zorluk ve ağırlık dilemediği gibi -yahudilerin Rabbleri hakkında iddia ettikleri gibi- onlara ayrıcalık tanımadığını ve başıboş bırakmadığını açıklayan şu âyet-i kerime gelmektedir: "...Allah hiç kimseye kapasitesini aşacak bir yükümlülük yüklemez. Herkesin kazandığı iyilik kendi yararına ve işlediği kötülük de kendi zararınadır." (2/Bakara, 286)

Sûre İsrailoğulları'nın kıssalarından bazılarını içermekte, yüce Allah'ın onlara lütfundan verdiği nimetleri ve onların bu nimetlere nankörlükle karşılık vermelerini, ayrıca yüce Allah'ın onlara bir kısmı öldürme cezasına varan keffaretler yüklediğini açıklamaktadır. "Yaratıcınıza tevbe edin ve kendinizi öldürün." (2/Bakara, 54). Sûrenin sonunda mü'minlerin şu mütevâzi duâsı yer almaktadır: "Ey Rabbimiz, eğer unutacak ya da yanılacak olursak bizi sorumlu tutma. Ey Rabbimiz, bizden öncekilere yüklemiş olduğun gibi, bize de ağır yük yükleme. Ey Rabbimiz, bize gücümüzün yetmeyeceği yükü taşıtma. Bizi affet, günahlarımızı bağışla, bize merhamet eyle..." (2/Bakara, 286)

Sûrede, küfrün ve kâfirlerin kovulması için müminlere savaş farz kılınmış, Allah yolunda cihad ve infakla emrolunmuşlardı. Aynı sure, sorumlu kulların, yerine getirmede yardımı ve düşmanlarına karşı zafer dilemek için müminlerin Rabblerine yönelişleriyle son buluyor. "...Sen mevlamızsın bizim, kâfirlere karşı yardım et bize." Bu, surenin ana çizgisini özetleyen, ona işaret eden ve ona uyan bir sonuçtur.

Şu iki âyette yer alan her kelimenin, ayrı bir yeri, değişik bir yolu ve kapsamlı bir yol göstericilik özelliği vardır. Onların herbiri, ibarede, arka-planda yeralan -daha büyük olan- akidenin hakikatlerini, bu dinde imanın tabiatını, özelliklerini ve yönlerini, müminlerin Rabbleri ile olan durumlarını, bu kelimelerle yüce Allah'ın onlardan istediği düşüncelerini, bunlarla farz kıldığı sorumluluklarını, O'nun himayesine sığınmalarını dilemesine, teslimiyetlerini ve O'nun yardımına dayanmalarını temsil etmek için yer almaktadırlar. Evet... Her kelimenin olağanüstü bir şekilde yerine getirdiği önemli bir rolü vardır. Kur'an'ın gölgesinde yaşayan, onun ifadesindeki sırlardan az birşeyi kavrayan ve her ayette bu sırlara muttali olan ruhlarda bile bu rolünü olağanüstü bir şekilde oynamaktadır. O halde bu ayetleri ayrıntılarıyla ele almaya çalışalım.

"Peygamber kendisine Rabbi tarafından indirilen gerçeklere inandı, müminler de. Hepsi birlikte Allah'a, O'nun meleklerine, O'nun kitaplarına ve O'nun peygamberlerine inandılar. `Onun peygamberlerinden hiçbirini diğerlerinden ayırmayız. Duyduk ve uyduk. Günahlarımızı bağışlamanı dileriz, ey Rabbimiz, dönüşümüz sanadır' dediler." (2/Bakara, 285). Bu, mü'minlerin içinde iman gerçeğinin pratik olarak temsil edildiği seçkin cemaatin ve bu ulu gerçeği temsil eden her topluluğun tablosudur. Bu yüzden yüce Allah, üstün iman gerçeği konusunda onlarla peygamberleri birlikte zikretmek suretiyle onları onurlandırmıştır. Bunu, Yüce Rasul gerçeğini idrak eden mümin cemaat anlayabilir. Yüce Allah'ın onlarla peygamberi bir sıfat altında Kur'an'ın bir âyetinde birlikte zikretmekle ne kadar yüce bir makama yükselttiğini bilirler.

"Peygamber, kendisine Rabbi tarafından indirilen gerçeklere inandı, mü'minler de..." Peygamberlerin, kendisine Rabbi tarafından indirilenlere iman etmesi, doğrudan algılanan bir imandır. Tertemiz kalbinin yüce vahyi almasıdır. Hiçbir çabada, hiçbir girişimde bulunmaksızın, bizzat varlığında, somutlaşan gerçeğe aletsiz, araçsız, doğrudan bağlanmasından kaynaklanır bu iman. Bu, vasfetmeye imkan bulunmadığı gibi tadına varandan başkasının tavsif edemediği bir iman derecesidir. Gerçek anlamda tadına varamayandan başkası da bu tavsiften birşey anlayamaz zaten. Bu imanı, -peygamberin imanı- yüce Allah mümin kullarına bahşetmiş ve onları peygamberiyle aynı sıfat altında birleştirmiştir. Ancak peygamberin yapısı ile bu gerçeği doğrudan mevlasından almayan başkalarının yapısının bu imanın zevkine varması farklı olacaktır, haliyle. Bu imanın tabiat ve sınırı nedir?

"Hepsi birlikte Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine inandılar. `O'nun peygamberlerinden hiçbirini diğerlerinden ayırmayız. Duyduk ve uyduk. Günahlarımızı bağışlamanı dileriz ey Rabbimiz! Dönüşümüz sanadır' dediler." Bu, İslâm'ın getirdiği kapsamlı imandır. Bu iman, Allah dininin varisi, Kıyamete kadar yeryüzünde davet görevini yürüten, kökleri zamanın derinliklerine inen, beşer tarihi boyunca uzanan davet, Rasul ve iman kervanında yol alan bu ümmete yakışır bir imandır. Bu iman başlangıçtan sona kadar bütün insanlığı iki gruba ayırır; müminler ve kâfirler... Allah'ın taraftarları (hizbi), Şeytanın taraftarları (hizbi)... çağlar boyu, bunların dışında bir üçüncü durumun varlığı sözkonusu olmamıştır.

"Hepsi birlikte Allah'a... inandılar." İslâm'a göre Allah'a iman; düşüncenin, hayata egemen olan metodun, ahlâkın, ekonominin, orada-burada müminlerin yaptığı her hareketin temelidir. Allah'a iman, O'nun uluhiyet, rububiyet ve kulluk kılınma hususunda birlenmesi, dolayısıyla insanın vicdanına ve hayatla ilgili herhangi bir konudaki tavrına tek başına O'nun egemen olması-anlamına gelmektedir.

Buna göre ulûhiyet ya da rubûbiyette ortağı olmadığı gibi yaratma ve düzenlemede, tasarrufunda da ortağı yoktur. Varlık âlemi ve hayat üzerindeki tasarrufuna kimse müdahale edemez. İnsanlara onunla birlikte rızık veren biri yoktur. O'nun dışında kimse zarar ya da yarar dokunduramaz kimseye. O'nun izni ve rızası olmadan varlık aleminde küçük-büyük hiçbir şey meydana gelemez.

Gerek sembolik kulluk davranışları şeklinde olsun gerekse boyun eğme ve itaat etme şeklinde olsun insanların kullukta yönelecekleri ortaklar yoktur. Allah'tan başkasına kulluk sözkonusu olamayacağı gibi O'na ve O'nun emri ve şeriatı uyarınca hareket etmek suretiyle gücünü kendisinden başka otorite bulunmayan kaynaktan alan başkasına itaat de sözkonusu olamaz. Bu imana göre, insanların vicdanları ve davranışları üzerindeki egemenlik tek başına Allah'a aittir. Buna göre şeriat, ahlâk kuralları, toplumsal ve ekonomik düzen tek başına egemenlik sahibi olan yüce Allah'tan alınmalıdır.

İşte Allah'a imanın anlamı budur. Artık insan; Allah'ın dışında herkesin yanında özgür, Allah'ın koyduğu şeriatten kaynaklanmayan sınırlamaların bağından serbest ve otoritesini Allah'tan almayan her gücün karşısında son derece güçlü olur.

"...ve meleklerine... inandılar." Allah'ın meleklerine iman, surenin başında -birinci cüzde de- insan hayatındaki öneminden sözettiğimiz gaybe iman etmenin bir yönünü oluşturmaktadır. Bu inanç insanı, hayvanlara özgü duygular noktasından alıp bu hayvani çerçevenin ötesindeki bilgiyi algılayacak aşamaya getirir bununla da belirgin özellikleriyle "insanlığını" (Bakınız Fatiha suresinin açıklamalarına) ilan eder. Aynı zamanda bu inanç, insanın, fıtratı gereği varlığını hissettiği ancak duygularıyla kavrayamadığı, bilinmez şeylere olan fıtri tutkusuna da cevap teşkil etmektedir. Şayet bu fıtri tutkusunu yüce Allah'ın kendisine bahşettiği gibi gayp gerçeği ile tatmin etmezse, bu açlığını gidermek için ya efsanelerin, hurafelerin ardına düşecek ya da insan varlığı sarsıntı ve bunalımlara maruz kalacaktır.

Meleklere iman; insan idrakinin kendisi için hazırlanan duygu ve akli araçlarla bizzat öğrenmeye imkan bulamadığı gayp gerçeğine inanmaktır. İnsan varlığı, gaybi gerçeklerden herhangi birşeyi bilme arzusuna sahip bir özellikte yaratılmıştır. Bunun için, insanı yoktan vareden, bünyesini, arzularını, kendisi için yararlı olan şeyleri ve kendisini ıslah edecek şeyleri hakkıyla bilen yüce Allah, insana gaybi gerçeklerden bir kısmını göstermeyi ve her ne kadar kişisel yetenekleri buna ulaşmaya yetmese de görüşünde somutlaşması için yardım etmeyi dilemiştir. Bununla yüce Allah, bilmedikçe bünyesinin ve fıtratının düzenlemeyeceği, elde etmediği sürece gönlünün tatmin olmayıp istikrar bulamayacağı bu gerçeklere ulaşmak uğruna enerjisini dağıtıp yorulmaktan kurtarmıştır. Fıtratına baskı yapıp, gayp gerçeklerini hayatlarından silmek isteyenlerin bazısının gülünç, hurafe ve saplantıların tahakkümüne girmesi ya da akılları ve sinirleri sürekli bunalım içinde bir yığın kompleks ve sapıklıklarla dolup taşması bunun kanıtıdır.

Bütün bunlara ek olarak meleklerin gerçekliğine iman etmek -Allah'ın katından gelen kesin gaybi gerçeklere iman etmek gibidir- insanın varlık hakkındaki bilincinin ufuklarını genişletir, böylece varlık manzarası küçülerek müminin düşüncesinde duyularla kavranan bir duruma indirgenmez. Sonra mümin, kalbi çerçevesindeki mümin ruhlarla yakınlık kurar, Rabblerine iman noktasında onlara katılır, Rabbinden bağışlanma diler ve Allah'ın izniyle O'nun yardımıyla birlikte olur. Bu, son derece latif, sevimli ve cana yakın bir bilinçtir kuşkusuz... Sonra ortada bir bilgi vardır; bu gerçeği bilme... Bu da yüce Allah'ın müminlere onunla ve melekleriyle bahşettiği bir lütuftur.

"...O'nun kitaplarına ve O'nun peygamberlerine... inandılar, `O'nun peygamberlerinden hiçbirini diğerlerinden ayırmayız' dediler." Allah'ın kitaplarına ve hiçbirini diğerinden ayırmadan peygamberlere iman, İslâm'ın belirttiği tarzda Allah'a iman etmenin tabii sonucudur. Allah'a iman, O'nun katından gelen şeylerin sıhhatine, gönderdiği tüm Resullerin doğruluğuna, mesajlarının dayandığı temelin birliğine ve kendilerine indirilen kitapların bu temeli içerdiğine inanmayı gerektirir. Bu yüzden, müslümanın vicdanında peygamberlerin arasına fark koymak gibi bir düşünce yer etmez. Çünkü bir tek dinin son şekliyle bütün insanlığı Kıyamete kadar Allah'ın dinine davet etmek için gelen son peygamber Muhammed'e kadar gelen tüm peygamberler, gönderildikleri kavmin durumuna uygun bir şekliyle Allah katından İslâm ile gönderilmişlerdir.

Böylece müslüman ümmet, bütün Risalet mirasını bu şekilde karşılayıp yeryüzündeki hayatını varisi olduğu Allah'ın dini uyarınca düzenler... Bu yüzden müslümanlar, yeryüzünde Kıyamete kadar üstlendikleri önemli rolün bilincinde olurlar. Onlar, insanlığın uzun tarihi boyunca tanıdığı en değerli hazinenin bekçisidirler. Onlar; kavmiyet, milliyetçilik, uyrukçuluk, ırkçılık, siyonizm, haçlı, sömürgecilik ve dinsizlik gibi değişik çağlarda ve değişik yerlerde farklı isim ve kavramlar altında yeryüzünde cahiliye mensuplarının kaldırdığı birçok cahiliye sancağına karşı Allah'ın -tek başına Allah'ın- sancağını taşımak üzere seçilmişlerdir.

Müslüman ümmetin, yeryüzünde bekçisi bulunduğu ve en eski Risaletlerden beri varisi olduğu iman hazinesi, insan hayatının en şerefli ve en sağlam hazinesidir. Bu hazine; hidayet, nur, bağlılık, güven, hoşnutluk, bilgi ve yakin'den ibarettir. İnsan kalbi bu hazineden boş olduğu oranda, sıkıntı ve karanlığa gömülür ve vesvese ve kuşkulara gark olur, üzüntü ve bedbahtlığın istilasına uğrar. Bu tehlikeli bataklıkta ayaklarını nereye koyacağını bilmeden, zifiri bir karanlıkta yol almaya çalışır.

Bu gıdadan, bu yakınlıktan ve bu nurdan yoksun kalplerin feryatları her çağda duyula gelen canhıraş feryatlardır. Ömer Hayyam şöyle der: "Ruhumda yokluğun ızdırabını hisseder gibiyim Hayatta bedbahtlıktan başka birşeyle karşılaşmadım. Ne acı! ya bir de zamanım gelmişse Oysa henüz kaza ve kader bulmacasını çözemedim. Günlerim, geri gelmeden geçip gidiyor. Çöllerde esen rüzgarlar gibi. Ruhun bütün yaşadığı iki gündür, Geçen, dün ve gelecek, yarın. Yarın gaybın arkasındadır, bugünse benim, Gelecek hakkında nice zanlar boşa çıkar. Bu kadar gâfil değilim, gördüğüm halde, Dünyanın güzelliğine, zevkine bakmayayım. Rüyamda doğru bir ses işittim; Uykunun gençlik kozasını açtığı görülmemiştir, Uyan, çünkü uyku ölümün ikizidir. İç, zaten son konağın topraktan bir döşek olacaktır. Çabucak gelen ölümü gözlüyorum. Birgün ismim varlık defterinden silinecektir. Getir, şarap sun ey sevgili? Çünkü günlerin amacı uzun bir uykudur."

Kitab-ı Mukaddes'in "Eski Ahid" bölümünde şöyle denir: "Boşların boşu. Herşey boş. Güneş altında insanın çektiği bunca yorgunlukların yararı ne? Bir dönem geçerken bir başka dönem geliyor. Yeryüzü ise, sonsuza kadar kalıcıdır. Güneş doğuyor, güneş batıyor. Yine doğduğu yere koşuyor. Rüzgar güneye gidiyor, kuzeye dönüyor. Döne döne gidiyor. Dönüşlerini tekrar ediyor. Bütün nehirler denize akar ancak deniz dolmaz. Nehirler akıttıkları yere, tekrar oraya akıyorlar. Bütün sözler eksik kalıyor. İnsan herşeyden haber veremiyor. Göz, bakmaya doymuyor. Kulak da işitmekle dolmuyor. Olan oluyor. Yapılan neyse o, yapılıyor. Güneşin altında yeni birşey yoktur. Bak bu yenidir, denilecek birşey bulunsa o da bizden önceki zamanlardan kalmadır. Öncekiler hatırlanmıyor, sonrakiler de kendilerinden sonra gelenler nezdinde hatırlanmayacaklardır,) Bu da o kalplerde, hassasiyet, canlılık, öğrenmeye karşı bir arzu ve yakin'e karşı bir istek sözkonusuysa... Ahmak, ölü, donuk ve katı kalpler ise bu üzüntüyü hissetmedikleri gibi bilgiye duyulan şiddetli arzu da onları huzursuz etmez. Bu yüzden onlar, yeryüzünde dolaşan hayvanlar gibi yerler ve zevk alırlar, tıpkı onlar gibi toslaşıp tekmeleşirler veya vahşi hayvanlar gibi parçalayıp eşinirler. Böylece yeryüzünde, azgınlık, despotluk, zorbalık, saldırganlık ve bozgunculuk yayarlar. Sonuçta Allah'ın ve insanların lanetini hakederler.

Bu nimetten yoksun toplumlar, maddi konfor içinde yüzseler de açtırlar, ne kadar fazla üretim yapsalar da boşturlar, geniş bir özgürlük, güven ve dış barış ortamı sağlasalar da kaygılıdırlar. Bunun kanıtlarını günümüz toplumların-da açıkça görebiliriz. Elle tutulup gözle görülen gerçekleri inkâr eden hakikat düşmanlarından başkası bu gerçeği görmezlikten gelemez.

Allah'a, O'nun meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine inananlar, itaat ve teslimiyetle Rabblerine yönelirler. O'na döneceklerini bilir, kusurlarının bağışlanmasını O'ndan dilerler. "...Duyduk ve uyduk, günahlarımızı bağışlamanı dileriz ey Rabbimiz, dönüşümüz sanadır, derler." Bu sözlerde, Allah'a, O'nun meleklerine kitaplarına ve peygamberlerine imanın etkisi ortaya çıkmaktadır. Duyup itaat etmek, Allah'tan gelen herşeyi dinlemek ve O'nun emrettiği herşeye itaat etmek şeklinde ortaya çıkmaktadır bu etki. Bu da daha önce de söylediğimiz gibi yüce Allah'ı egemenlikte birlemek ve her işte O'na başvurmak demektir. Çünkü Allah'ın emrine itaat edip O'nun metodunu hayatta uygulamadıkça İslâm sözkonusu olamaz. Aynı zamanda, insanlar, büyük-küçük, hayatla ilgili herhangi bir konuda Allah'ın emrinden yüz çevirdikleri ya da ahlâk, hayat tarzı, toplum, ekonomi ve siyasetle ilgili düşüncelerini O'nun dışındaki bir kaynaktan aldıkları sürece imanın varlığından sözedilemez. Çünkü iman; kalbe yerleşip pratik hayatın doğruladığı bir olgudur.

İşitip itaat etmekle beraber, Allah'ın nimetlerine hakkıyla şükretmekte ve O'nun farzlarını gereği gibi eda etmekte eksiklik ve acizlik yeralmakta ve hoşgörüsüyle bu eksiklik ve acizliği telafi etmesi için yüce Allah'a sığınmaktadır, mü'min.

"...Bağışlamanı dileriz, ey Rabbimiz!.." Bağışlama dileği, öncelikle teslimiyetin sunulması, karşı çıkma ve inkâr sözkonusu olmadan işitip-itaat etmenin bildirilmesinden sonra gelmektedir. Bunun da arkasından dönüşün yüce Allah'a olacağına ilişkin kesin inanç yeralmaktadır. Dünya ve Ahiretteki dönüşün... Her iş ve her davranışın dönüşü... Allah'tan, ancak Allah'a sığınılır. Çünkü O'nun kaderinden insanı koruyacak hiç kimse bulunmadığı gibi O'ndan gelecek kazayı da kimse defedemez. Rahmeti ve bağışlaması dışında azabından kurtuluş mümkün değildir.

"...Dönüşümüz sanadır." Bu söz daha önce gördüğümüz gibi Ahirete imanı içermektedir. Ahirete iman; İslâm düşüncesine uygun bir şekilde Allah'a iman etmenin gereklerindendir. Bu düşünce, insanın Allah tarafından koyduğu şartlar ve ahidler doğrultusunda yeryüzünde büyük-küçük tüm faaliyetlerini kapsayacak hilafet için yani dünya hayatında denenmek ve deneme sonrasında karşılığını almak için yaşatılıp halife tayin edildiği esasına dayanmaktadır.

Âhiret ve oradaki mükâfat ve azap, İslâm düşüncesine uygun, iman etmenin kesin kurallarındandır. Bu şekilde iman etmek; müslümanın vicdanını, hayat tarzını, değer ölçülerini ve dünyada elde ettiği sonuçları şekillendirmektedir. Bundan sonra müslüman, itaat yolunda, hayrı gerçekleştirmek, hakka dayanmak ve yeryüzündeki meyvesi, rahat ya da yorgunluk, kâr veya zarar, zafer veya yenilgi, zenginlik yahut yoksulluk, yaşamak ya da şehadet de olsa iyiliğe yönelmek şeklindeki hayatını sürdürür. Onun mükafatı, imtihandan başarıyla çıktıktan sonra Ahiret yurdunda verilecektir. Bütün dünya, karşı çıkmak, işkence etmek, kötülük yapmak ve savaşmak şeklinde karşısına dikilse de onu, Allah'a itaat, hakk, hayır ve iyilik yolundan alıkoyamaz. Çünkü o, Allah'la beraber hareket etmekte, O'.nun sözünü ve şartını uygulamakta ve mükafatını da O'ndan beklemektedir. Allah'a ve meleklerine iman, tüm kitaplarına ve aralarını ayırmadan Resulleriné iman, işitip-itaat etmek, Allah'a tevbe etmek ve hesap gününe kesin inanmak, şu kısacık ayetin çizdiği ve İslâm akidesine tabi büyük bir birliktir. Bu, akidenin sonu ve Risaletlerin sonuncusu olmaya yakışan İslâm'ın ta kendisidir. İslâm, yaratılışın başlangıcından sonuna kadar sürekli olan iman kervanını tasvir eden akide ve İslâm gelip, varlığa egemen, mükemmel kanunun birliğini ilan ederek insan aklına ayrıntıları ve uygulamaları bırakana kadar beşeriyeti yükseliş aşamalarında yükseltmek ve gücü oranında varlığa hakim, biricik kanunu ortaya çıkarmasını sağlamak için, Allah tarafından gönderilen bütün Resullerin elleriyle ulaştırılan kesintisiz hidayet çizgisidir.

Sonra İslâm, insanı insan olarak kabul eden bir dindir. Hayvan ya da taş, melek veya şeytan değil. Onu olduğu gibi, zaaf ve güç noktalarıyla birlikte ele almaktadır. Onu, özlemleri olan bir beden, değerlendirme yeteneğine sahip bir akıl ve birtakım arzuları olan bir ruhtan oluşan kapsamlı bir birlik olarak görür. Gücünün yetebileceği sorumlulukları yükler, zorluk ve meşakkate koşmaksızın sorumluluk ve güç arasındaki uyumu gözetir. Ayrıca, fıtratın temsil ettiği şekilde beden, akıl ve ruh arasındaki uyumu sağlayarak ihtiyaçlarına cevap verir. Bundan sonra, insana seçtiği yolun sorumluluğunu yükler

 

"Allah hiç kimseye kapasitesini aşacak bir yükümlülük yüklemez. Herkesin kazandığı iyilik kendi yararına ve işlediği kötülük de kendi zararınadır. Ey Rabbimiz, eğer unutacak ya da yanılacak olursak bizi sorumlu tutma. Ey Rabbimiz, bizden öncekilere yüklemiş olduğun gibi bize de ağır yük yükleme. Ey Rabbimiz, bize gücümüzün yetmeyeceği yükü taşıtma, bizi affet, günahlarımızı bağışla, bize merhamet eyle, sen mevlamızsın bizim. Kâfirlere karşı yardım et bize." Böylece müslüman, yeryüzündeki hilafetinde, yüklendiği sorumluluklarda, hilafet esnasında karşılaştığı imtihanlarda ve sonuçta amelinin karşılığı olarak aldığı mükafatta Rabbinin rahmetini ve adaletini düşünür. Bütün bunlarda Rabbinin rahmetine ve adaletine güvenir. Bu yüzden, yükümlülüklerinden bıkmaz, bunların karşısında göğsü daralmaz ve bunları ağır kabul etmez. Çünkü O, bunları yükleyen Allah'ın kendi gücünü çok iyi bildiğine inanır. Şayet gücü yetmeseydi bu sorumlulukları yüklemezdi. Bu düşüncenin bir diğer özelliği de kalplere akıttığı huzur, güven ve yakınlığa ilaveten müminde yükümlülükleri yerine getirme azmini harekete geçirmesidir. O, bilir ki, bunlar gücü dahilindedir. Şayet böyle olmamış olsaydı Allah böyle takdir etmezdi. Bir defa zayıflık gösterdiyse ya da yorulduysa veyahut sorumluluk ağır geldiyse bunun kendi zaafından kaynaklandığını kavrar, yoksa sorumluluğunun ağırlığından değil. Böylece azmi tekrar harekete geçer, zaafını giderir, sorumluluğunu yerine getirmeye yeniden karar verir. Tabii ki gücü oranında. Bu, uzun yol boyunca zaaf baş gösterdikçe gayretini harekete geçirmek için son derece üstün etkileri bulunan bir duygudur. Bu bilinç yüce Allah'ın kendisine yüklediği herşeydeki iradesinin hakikati hakkındaki düşüncesini arttırdığı gibi mümin ruhu, himmeti ve iradesi için de bir eğitimdir. Sonra, bu düşüncenin ikinci kısmı gelmektedir.

"...Herkesin kazandığı iyilik kendi yararına ve işlediği kötülük de kendi zararınadır." Sorumluluk bireyseldir. Dolayısıyla hiçbir nefis kazandığından başkasını alamaz, işlediğinden başkasını da taşımaz. Sorumluluk bireyseldir; ve her insan özel hayatıyla, lehinde ya da aleyhinde içinde kaydedilenlerle birlikte Rabbine dönecektir. Orada hiç kimseye hile yapılmayacağı gibi kimseden yardım da beklenmez. Bütün insanların fert fert Rabblerine dönecek olması -kalp yakınen inanırsa tüm fertlerin birlikte, O'nun kullarından hiçbiri için Allah'ın hakkından feragat etmemelerini, her zorbalık, azgınlık, sapıklık ve bozgunculuk karşısında Allah'ın hakkını savunmaları için durmalarını gerektirir. O, kendi nefsinden ve Allah'ın hakkından sorumludur -Allah'ın hakkı, tüm emrettikleri, nehyettikleri konusunda itaat etmek; inanç ve hayat tarzı olarak yalnızca O'na kulluk yapmaktır- zorbalık, sapıklık, zulüm ve azgınlık altında -kalbi iman ile mutmain olduğu haldeki zorlama müstesna- herhangi bir kul için Allah'ın bu hakkından vazgeçerse Kıyamet günü bu kullardan hiçbiri onu savunamaz ve şefaat edemez. Bu kullardan hiçbiri onun günahını taşıyamaz ve Ahiret günü Allah'a karşı ona yardım edemez. Bu yüzden herkes cezasını tek başına çekeceğine göre hem kendi hukukunu hem de Allah'ın hakkını koruma hususunda arslan kesilir. Bu ferdi sorumluluktan -bu aşamada- korkulacak birşey yoktur. Çünkü her ferdin Allah'ın üzerindeki hakkı olarak toplum içinde toplumun hakkını koruması imanının gereğidir. O, malı, kazancı, çabası ve öğütleriyle toplumda dayanışma içinde olmalı, toplumda hakkın gerçekleşmesi ve batılın yok edilmesi, hayır ve iyiliğin sağlamlaştırılması, şer ve inkârın uzaklaştırılması için toplumla birlikte hareket etmelidir. Tek başına Allah'la karşılaşacağı ve cezasını göreceği günde tüm bunlar, defterinde lehinde veya aleyhinde hesaplanacaktır.

Sanki mü'minler bu gerçeği duyup kavramışlardı... İşte bak, kalplerinden, Kur'an ayetinin Kur'an'a özgü tasvir yöntemiyle zikrettiği gibi titrek ve coşkulu bir dua yükselmektedir. Sanki biz, sorumluluk ve ceza gerçeğinin duyurulmasından sonra mümin safların tekrarladığı bir dua sahnesinin önündeyiz.

"Ey Rabbimiz, eğer unutacak ya da yanılacak olursak bizi sorumlu tutma. Ey Rabbimiz, bizden öncekilere yüklemiş olduğun gibi bize de ağır yük yükleme. Ey Rabbimiz, bize gücümüzün yetmeyeceği yükü taşıtma, bizi affet, günahlarımızı bağışla, bize merhamet eyle, sen mevlamızsın bizim. Kâfirlere karşı yardım et bize."

Mü’minlerin Duâsı ve Sûrenin Sonu: Bu dua; müminlerin Rabbleriyle olan durumlarını, zaaf ve acizliklerini idrak etmelerini, rahmetine, affına, medet ve yardımına olan ihtiyaçlarını, arkalarını O'nun desteğine dayamalarını, himayesine sığınmalarını, O'na intisap edip O'nun dışında herkesten soyutlanmalarını, O'nun yolunda cihada hazırlanmalarını ve zaferi O'ndan beklemelerini tasvir etmektedir. Bunların tümü, ahengiyle kalplerin ürpertisini ve ruhların süzülüşünü tasvir eden ürpertici ve tatlı bir nağme şeklinde sunulmaktadır. "Ey Rabbimiz, eğer unutacak ya da yanılacak olursak bizi sorumlu tutma..."

Hata ve unutkanlık, hiçbir ard niyet olmadan beşeri zaafların sonucu, müslümanın tasarruflarına egemen olabilir. Bu durumda hemen Rabbine yönelir, affını ve hoşgörüsünü talep eder. Ancak bu, hataları övmek veya emredilen şeylerden yüz çevirmeye bir başlangıç ya da yüce Allah'a itaat edip teslim olmaktan kaçınma yahut kasden ve bilerek sapıklığa dalmak anlamına gelmemelidir. Müminin Rabbiyle beraber olduğu durumda bunlardan hiçbirinden eser bulunmaz. O'ndan af ve hoşgörü dilerken bu duygulardan birine meyletmez. Onun tek amacı, tevbe edip yüce Allah'a dönmek ve itaat etmektir. Bu durumda yüce Allah, mümin kullarının duasını kabul eder. Resulullah şöyle buyuruyor: "Hata, unutmak ve zorda yaptırılan şeyden ötürü ümmetimden sorumluluk kaldırılmıştır." (Taberâni ve başkaları rivâyet etmiştir.)

"...Ey Rabbimiz, bizden öncekilere yüklemiş olduğun gibi bize de ağır yük yükleme..." Bu duâ, bütün Risâlet mirasına varis müslüman ümmetten yükselmekte, bu Kur'an da yüce Rabblerinin öğrettiği gibi önceki Risaletlerin muhatabı olan ümmetlerin hayat tarzını ve içlerinde bulunan bazı kimseler yüzünden yüce Allah'ın onlara yüklediği ağır yükleri bilmelerinden kaynaklanmaktadır. Bilindiği gibi İsrailoğulları'na, amellerinden dolayı bazı şeyler haram kılınmıştı: "Yahudilere bütün tırnaklı olanları haram kıldık. Sığır ve koyunun iç yağlarını da haram kıldık. Bunların sırtlarına veya bağırsaklarına yapışan ya da kemiğe karışanı müstesna." (6/En'âm, 146). Bu sûrenin başında değinildiği gibi buzağıya tapınmalarının keffareti olarak kendilerini öldürmeleri emredilmiş ve "cumartesi" günü ticaret veya avlanmaları yasaklanmıştı. Böylece müminler, kendilerinden öncekilere Allah'ın yüklediği ağırlıkları yüklememesi için Rabblerine dua etmektedirler. Kuşkusuz yüce Allah, ümmi peygamberini, müminlerden ve bütün insanlardan "ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri" (7/A'râf, 157) kaldırmak için göndermiştir. Kuşkusuz bu, hoşgörülü, kolay ve yumuşak din, fıtrattan kaynaklanıp onun çizgisini takip etmek için gelmiştir. Bu yüzden "Sana kolayına geleni kolaylaştırırız." (87/A'lâ, 7) şeklinde bir seslenişte bulunulmuştur peygambere.

Yüce Allah'ın müslüman ümmetin omuzlarından kaldırdığı ve kendisinden önceki ümmetlerin boynuna yüklediği, böylece hilafet ahdini bozup hadlerini aşmalarına neden olan en ağır yük, beşeriyete kulluktur. Kulun kula kanun koyması ve kulun şahsına, sınıfına veya ırkına boyun eğmesi şeklinde somutlaşan kulun kula kulluğudur. Yüce Allah'ın mümin kullarını yalnızca kendisine kulluk etmeye, yalnızca kendisine itaat etmeye ve hayatın düzeni konusunda sadece ve sadece kendisine başvurmaya yönelterek kurtardığı en büyük yük budur. Böylece müslümanlar, yalnız ve yalnız Allah'a kul olmakla, ruhlarını, akıllarını ve hayatlarını kula kulluktan kurtarmışlardır.

Kuşkusuz, hüküm, kanun, değer ve ölçüleri sırf O'ndan almak şeklinde somutlaşan tek başına Allah'a kulluk, beşeriyetin serbestlik ve özgürlük noktasıdır... Zorbaların, tağutların, mabed bekçilerinin, kâhinlerin, evham ve hurafelerin, örf ve adetlerin, heva ve şehvetin, kısaca insanlığın boynunu büken ve alınlarını bir ve güçlü olan Allah'tan başkasının önünde eğen ağırlıkların temsil ettiği tüm sahte otoritelerden kurtuluş ve özgürlük bildirisidir.

Mü'minlerin şu duâsı, "...Bizden öncekilere yüklemiş olduğun gibi bize de ağır yük yükleme..." Bu onların kula kulluk etme zilletinden kurtulup özgür olma nimetinin bilincinde olduklarım gösterdiği gibi o iğrenç duruma dönmekten korktuklarını göstermektedir.

"...Ey Rabbimiz, bize gücümüzün yetmeyeceği yükü taşıtma." Bu, kayıtsız şartsız teslimiyetin ruhuna uygun bir duadır. Çünkü ne olursa olsun müminler Allah'ın yüklediği birşeyden kaçınmayı düşünmezler. Ancak sadece O'na yönelerek, zayıflıklarına acımasını ve güçlerinin yetmeyeceği sorumluluğu yüklememesini böylece, acizlik gösterip kusur işlememeleri için O'na yalvarırlar. Yoksa kayıtsız şartsız itaat ve kesin teslimiyettir niyetleri. Bu, büyük merhametten küçük bir beklentidir. Zayıf olan kulun, herşeyin maliki ve mutlak egemenlik sahibi Allah'ın hoşgörüsüne ümit bağlamasıdır. Yüce Allah'ın kullarıyla ilişkisine hakim; ikram, iyilik, sevgi ve kolaylık atmosferine uygun bir istektir.

Sonra etkisini Allah'ın fazlı, affı ve bağışlamasından başka birşeyin gideremediği zayıflığı kabullenme ve kusuru hissetme duygusu yeralmaktadır: "...Bizi affet, günahlarımızı bağışla, bize merhamet eyle..." İşte imtihanda başarıya ulaşmanın ve Allah'ın hoşnutluğuna nail olmanın gerçek güvencesi. Çünkü kul her ne kadar sorumluluklarını yerine getirmeye çalışsa da kusur işler. Ona af, merhamet ve bağışlama ile muamele etmek de Allah'ın merhametine yakışır.

Hz. Âişe, Rasûlullah'tan şöyle rivâyet eder: "Rasûlullah (s.a.s.): “Sizden hiçbiriniz kendi ameliyle Cennet'e giremez” buyurdu. Orada bulunanlar: ‘Sen de mi yâ Rasûlallah?' dediler. Rasûlullah da: Şayet Allah beni rahmetine gark etmese ben bile” buyurdu." (Buhârî). Mü'minin duygusunda sorunun özü şudur; bütün gücüyle çalışmak, ancak her zaman eksikliğinin bilincinde olmak, bundan sonra da Allah hakkında kesin ümit sahibi olmak ve affını, bağışlamasını ve hoşgörüsünü beklemektir.

En sonunda mü'minler, Allah'ın dilediği hakkı gerçekleştirmek "fitne kalmayıncaya ve din yalnız Allah için oluncaya kadar..." (2/Bakara, 193) Allah'ın dinini ve hayat metodunu yeryüzüne yerleştirmek için Allah yolunda cihad görevini yerine getirirlerken de arkalarını Allah'ın desteğine dayarlar. Müminler arkalarını Allah'ın sarsılmaz desteğine dayayıp O'nun sancağını yükseltirler, cahiliye, çeşitli armalar ve isimlere intisap ederken, onlar sadece Allah'a intisap ederler.

Allah'ın dininden çıkmış kâfirlerle savaşırken, dostlarına va'dettiği zaferini, talep ederler. Çünkü onların yegane dostu Allah'tır. "...Sen mevlamızsın bizim, kâfirlere karşı yardım et bize.." Bu sonuç, sureyi özetlediği kadar, müminlerin akidelerini, düşüncelerini ve Rabbleriyle olan her zamanki hallerini de özetlemektedir. (Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an, Dünya Y.)

 

 

 

 

İnsan Bu Mes’ûl...

İnsanoğlu, dünyada geçirdiği ömürden, sıhhat ve âfiyetten, kazanıp harcadığı mal-mülk ve servetten, harcadıklarından, harcamayıp geride bıraktıklarından, birer birer hesap verecektir. Buhârî’nin rivâyet ettiği hadis-i şerifte buyrulduğu gibi, “İki nimet vardır ki insanların çoğu bunların değerinden habersizdir: Sağlık ve boş vakit.” Zira kazanmak ve hayır yapmak bunlara bağlıdır. İnsan, yapması gerekirken yapmadıklarından ve yapmaması gerekirken yaptıklarından, söylemesi gerekirken söylemediklerinden ve söylememesi gerekirken söylediklerinden sorulacaktır. “O gün, dünyada kazanıp harcadığınız nimetlerden hesaba çekileceksiniz.” (102/Tekâsür, 8) “Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu (onun karşılığını) görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür.” (99/Zilzâl, 7-8)

İnsan, sorumludur. İnsan yeryüzünün halifesidir; seçme hakkına sahip irâdeli bir varlıktır. Âhirette, dünyada işlediklerinden tek tek sorulacağı gibi, dünyada da sorumsuzca davranışının karşılığını görür. Dilediğini yapan, dilemediği karşılığı alır. Elbette, dünya ceza ve ödül yeri değil; imtihan yeri olduğundan, nice suçlar dünyada cezasız kalabilir. Allah imhâl eder ama ihmâl etmez. Hiçbir suçun ve hayrın karşılığını ihmâl etmez, ama dilediğini sonraya erteler; bu sonra bazen âhiret olur.

İrâde sahibi olup seçme hakkına sahip olmak; sorumluluk doğurur, sonuçlarına katlanmayı gerektirir. İnsan nelerden ve neye karşı sorumludur? Esas sorumluluk Allah’ın emir ve yasaklarına karşı O’na olan sorumluluktur. Allah’a kulluk ve ibâdet için yaratılan insan (51/Zâriyât, 56), bu kulluğu ne oranda yapıp yapmadığıyla ilgili sorguya çekilecektir. Ruhlar âleminde Rabbını tanıyıp (7/A’râf, 172) O’na kulluk yapmaya söz veren insan, bu ahdinden sorumludur. Dünyada bu sorumluluğu unutan bir tavırla yaşayınca, esas olarak âhirette sorguya çekilecek, bunun karşılığını görecektir. Sorumlu tutulmanın temel şartları: Ergenlik, akıl ve hürriyettir. Allah’a karşı sorumluluk; öncelikle itikadî konularda olur. Allah’ın en büyük hakkı, hiçbir şeyi kendisine şirk/ortak koşmadan O'nu bir’leyip ibâdet/kulluk yapmaktır (Buhârî). Sonra bu imanın gereği olarak itaat etmek, sâlih amel dediğimiz kulluk görevlerini yapmak, her davranışını Allah’a ibâdet bilinciyle ve O’nu görür gibi yerine getirmektir. İnsan O’nu görmüyor olsa da O kendisini her an görmekte, her yaptığı yazılmakta ve tek tek hesabının sorulacağı gün için kayda geçirilmektedir. Bu sorumluluk içinde aynı zamanda ahlâkî ilkeler de yer almaktadır.

Kimlere karşı sorumlu olduğumuz şu âyet-i kerimede belirtilmektedir: “De ki: ‘Yapın (yapacağınızı); yaptığınız işleri Allah da görecek, Rasûlü de, mü’minler de. Sonra görülmeyeni ve görüleni bilene (Allah’a) döndürüleceksiniz. O size yaptıklarınızı bir bir haber verecektir.” (9/Tevbe, 105). Bu âyette sorumlu olduğumuz ilk ve esas mercînin Allah olduğu vurgulanır. Yani O’nun mahkemesi, ceza günü, âhirette hesaba çekilmek. Sonra Rasûl ile ifâdelendirilen İslâmî otorite, şeriat mahkemesi. Diğer bir sorumluluğun “mü’minler” şeklinde ifadelendirildiği görülür, yani kamuoyu mahkemesi. Ve nihâyet kendimize karşı sorumluyuz, yani vicdan mahkemesinde yargılanmamız sözkonusudur.

İnsan, kendine karşı da sorumludur. İnsanın hangi çeşit olursa olsun günah işlemesi, öncelikle kendine karşı bir zulümdür, sorumsuzca davranıştır. Zulüm, hak edene hakkını vermemek demek olduğundan, vücudumuz, organlarımız Allah’a itaat etmek için yaratılmıştır. Allah’a her isyanda insan öncelikle kendisine, kendi organlarına zulmetmiş olmaktadır. Bu zulüm, âhirette cezalandırılarak insan kendine ve organlarına yazık etmiş olacaktır. “Vücut benim değil mi, istediğimi yapar, dilediğime satar, istediğimle yatarım” diyen insan, sorumsuz ve akılsız bir zâlimden başkası değildir. Müslüman bilir ve inanır ki, kalbi, aklı ve vücut organları dâhil, gerçek anlamıyla hiçbir şeyin sahibi değildir. Herşeyin gerçek sahibi, mülkün sahibi Allah’tır. İnsan sadece emânetçidir. Allah dilediği kadar nimeti dilediği kimselere emânet olarak vermiş ve her nimeti nereye kullanması gerektiğini bildirmiş ve bunu yerine getirip getirmediğinden de insanı sorumlu tutacağını açıklamıştır. İnsan, sahip olduğunu zannettiği her şeyin sadece bekçisi ve emânetçisidir, esas sahibi emânetlere ihânet edip etmediğinden onu hesaba çekecektir. Bir veznedar kendisine emânet olarak teslim edilmiş olan paraları istediği şekilde kullanırsa, ne tür bir şeyle karşılaşacaksa; her insanın, emânet edilen imkânları da istediği gibi kullanması aynıdır. Mal, ömür, sağlık, zaman, emrimiz altında bulunanlar, aile üyeleri, el-ayak, göz-kulak, dil-dudak, bilek ve yürek, kısaca tüm nimetler bizden sorulacaktır. İnsanoğlu, hem nefsinin/hevâsının ve hem de emânet olarak verilenlerin çobanıdır. “Ey iman edenler! Allah’a ve Peygamber’e hâinlik etmeyin. Bile bile kendi emânetlerinize hâinlik etmeyin.” (8/Enfâl, 27). İnsan için toplam kalite, sorumluluk bilincine sahip müttakî bir mü’minlikle mümkündür. Dünyanın imtihan dünyası olması, bu sorumlulukla, her şeyden sorguya çekilecek olmasıyla ilgilidir. İmtihanda gülüp oynamak, gafletle vakit öldürmek, herkesin gözü önünde birçok hata yapmak ne kadar yanlışsa; bu dünyadaki Allah’tan uzaklaştıran oyalayıcı şeylerle çocuk gibi oynayıp durmak da o kadar yanlıştır.

İnsan; beden, akıl ve ruhtan meydana gelmiş bir varlıktır. İnsanın kendine karşı vazifeleri de: Bedenî, aklî ve rûhî olmak üzere üçe ayrılır. Hepsine hak ettiği kadar hakkını vermek, emânet bilincine sahip sorumlu bir şahsiyet olmak demek olduğu gibi, aynı zamanda bu üç gücü dengelemek, uyumlu ve huzurlu bir insan olmanın dünyadaki güzelliğini tatmak için de şarttır.

Temizlik, sağlığı korumak ve bu konuda tedbirler almak, temiz ve güzel/helâl yiyecek ve giyecekle donanmak, çevre temizliğine dikkat etmekle insan bedenine karşı sorumluluğunu yerine getirir. Akıl ve ruh sağlığı için sağlam bir imanın şart olduğunu belirtelim. Fıtrat olarak sağlam bir şekilde emânet edilen akıl ve ruhun sağlığını korumak için ana kaynak iman ve takvâdır. İlme, yönelmek, ibâdetlere devam etmek, ahlâkî özelliklere riâyet etmek akıl ve ruh sağlığı açısından da çok önemlidir. Akla ve ruha zarar verecek her şeyden sakınmak, içki, kumar, tembellik, ibâdetsiz bir hayat, sorumsuzca bir yaşayıştan kaçınmak bu açıdan da önemlidir. Güzel bir çevre seçmek, çevre şartlarını güzelleştirmek, akla ve ruha gıda verebilecek arkadaşlık ve cemaat tercihinde bulunmak, şahsiyet, özgüven ve güçlü bir irâde, cihad rûhu da akıl ve ruh sağlığı konusunda çok önemlidir.

Özgürlük çığlıklarıyla nefsini/hevâsını putlaştıran, günümüz insanı sorumluluklarından kaçmak istiyor. Görev bilincinden, ne yapması gerektiğinden önce, özgürlüklerinden ve haklarından yola çıkıyor. Kendine kimsenin karışmasını istemiyor. Emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münkerin kendisine yapılmasını da, kendisinin bu görevleri başkalarına yapmasını da istemiyor. “Özgürlük var” diyerek, kendi nefis putuna toz kondurmuyor.

İnsan, bunun dışında nelerden sorumludur? Yaptıklarından: Yapmaması gerektiği halde yaptıklarından. Terkettiklerinden: Yapması gerektiği halde yapmadıklarından. Kötü örnek olduklarından: Özellikle kendisini örnek alan kişilere güzel örnek olması gerektiği, hal diliyle iyiliği tavsiye etmesi gerektiği halde, kötü örnek olduğu her durumdan. Sebep olduğu şeylerden, iş veya olaylardan. Vesîle olduklarından. Emrettiklerinden ve yasakladıklarından. Seyirci kalıp değiştirmeye çalışmadığı kötülük ve zulümlerden. Kısaca; tüm eylemlerinden, ömrününü nerelerde tükettiğinden, ilminden, malından (nasıl kazanıp nerelere sarfedip etmediğinden) sorumludur. Ehlinden, çoluk çocuğundan, eşinden, sözünü dinleyebilecek akrabâlarından, idâresi altında iş yapanlardan, yöneticiyse yönettiklerinden ve yönetiminden, çevresinden ve değiştirmek için ne tür gayret sarfettiği konusunda düzenden sorumludur.

Dünya keyfi, rahat ve zevkleri, eğer hesap günü olmasaydı, belki önemli olabilirdi. Ama herşeyden hesaba çekileceğimiz bir durum, ölüm ve ölüm ötesi, tercihlerimizi belirlemelidir. Unutmayalım ki; sorumsuzluk sorunluluktur. Sorunlu olmamak için sorumlu olduğumuzu unutmayan bir yaşayışımız olmalıdır.

“Akıllı kimse, nefsini muhâsebe eden ve ölümden sonrası için çalışandır. Âciz de, nefsini hevâsının peşine takan ve Allah'tan temennide bulunan kimsedir." (Tirmizî, Kıyâmet 26, hadis no: 2461). Ölmeden evvel, büyük hesap günü gelmeden, her şeyin hesabı sorulmadan önce kendini hesaba çeken, bu muhâsebeyi yeterli sıklıkta yapanlara ne mutlu!

‘Ey Rabbimiz! Unutursak veya hataya düşersek bizi hesaba çekme (mağfiret et). Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme. Ey Rabbimiz! Bizim gücümüzün yetmediği işlerden bizi sorumlu tutma, bizi affet, bizi bağışla, bize merhamet et. Çünkü Sen, bizim mevlâmızsın/dostumuz ve yardımcımızsın. Kâfir kavimlere karşı bize yardım et.” (2/Bakara, 286)

 

Emrullah Yüksel, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 17, s. 240-242

Halid Erboğa, Şamil İslam Ansiklopedisi, c. 2, s. 395-397

Mustafa Öcal, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 430-432

Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 162-163

Ahmed Yaşar, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 170-171

Abdurrahim Güzel, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 171-172

Kur'an'ın Temel Kavramları, s. 584-586

Alâaddin Başar, Nur’dan Kelimeler, c. 1, s. 106-107; c. 3, s. 187-189

Hamdi Döndüren, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 338-339

Hüseyin K. Ece, İslâm'ın Temel Kavramları, Beyan Y. s.762-765

Hamdi Döndüren, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 365-366

Mehmet Emin Ay, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 366-367

 

 

 

Hesap ve Allah’ın Hesaba Çekmesi, Mes’ûliyet Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler

A- Kur'an'da, Muhâsebe Anlamında “Hısâb” Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyetler: 2/Bakara, 202; 3/Âl-i İmrân, 19, 199; 4/Nisâ, 6, 86; 5/Mâide, 4; 6/En’âm, 52, 69; 13/Ra’d, 18, 21, 40, 41; 14/İbrâhim, 51; 17/İsrâ, 14; 21/Enbiyâ, 1; 23/Mü’minûn, 117; 24/Nûr, 39; 26/Şuarâ, 113; 33/Ahzâb, 39; 40/Mü’min, 17; 65/Talâk, 8; 69/Haakka, 20, 26; 78/Nebe’, 27, 36; 84/İnşikak, 8; 88/Ğâşiye, 26.

B- Hesaba Çekmek, Sorgulamak Anlamındaki “Sual” Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyetler: 2/Bakara, 119, 134, 141; 7/A’râf, 6, 7/A’râf, 6; 15/Hıcr, 92; 16/Nahl, 56, 93; 17/İsrâ, 34, 36; 21/Enbiyâ, 13, 23; 25/Furkan, 16; 28/Kasas, 78;29/Ankebût, 13; 33/Ahzâb, 8, 15; 34/Sebe’, 25; 37/Sâffât, 24; 43/Zuhruf, 19, 44; 55/Rahmân, 39; 102/Tekâsür, 8.

C- Güç Yetirebilmek Anlamında Tâkat Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyetler: 2/Bakara, 184, 249, 286.

D- Güç, Kapasite Anlamında “Vüs’at” Kelimesi: 2/Bakara, 233, 286; 6/En’âm, 152; 7/A’râf, 42; 23/Mü’minûn, 62.

E- (İş, Vazife) Yüklemek, Mükellef Kılmak Anlamında “Teklîf” Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler: 2/Bakara, 233, 286; 4/Nisâ, 84; 6/En’âm, 152; 7/A’râf, 42; 23/Mü’minûn, 62; 38/Sâd, 86; 65/Talâk, 7.

F- Yüklenmek, Ağır Yük Olan Günahlar Anlamında “Haml” ve Türevlerinin Geçtiği Âyetler: 2/Bakara, 286; 6/En’âm, 146; 20/Tâhâ, 87, 111; 24/Nûr, 54; 33/Ahzâb, 72; 62/Cum’a, 5.

G- Hesap ve Hesap Günüyle İlgili Âyet-i Kerimeler

a- Kıyâmet Gününde Kimseden Kimseye Fayda Gelmez: 2/Bakara, 48, 123, 254; 14/İbrâhim, 31; 26/Şuarâ, 88-89; 31/Lokman, 33; 44/Duhân, 41; 55/Rahmân, 35; 70/Meâric, 10-15; 82/İnfitâr, 17-19.

b- Hesap/Kıyâmet Günü Herkes Kendi Derdine Düşer: 14/İsrâhim, 31; 16/Nahl, 111, 39/Zümer, 56-58; 42/Şûrâ, 47; 43/Zuhruf, 67; 80/Abese, 33-37.

c- Hesap/Kıyâmet Günü Mahşerde Vücut Organları Dile Gelerek Neler Yaptıklarını Anlatacaktır: 24/Nûr, 24; 36/Yâsin, 65; 41/Fussılet, 20-22; 50/Kaf, 21; 75/Kıyâme, 14-15.

d- Hesap Günü Bir Ayırdetme Günüdür: 77/Mürselât, 13-15, 38-40; 78/Nebe’, 17.

e- Hesap Günü Mahşerde Amel Defterinin Çıkarılması: 25/Furkan, 25; 39/Zümer, 7, 69; 45/Câsiye, 29; 81/Tekvîr, 10.

f- Hesap Gününde Bütün İşlerin Açıklanması: 68/Kalem, 42; 69/Haakka, 18; 75/Kıyâme, 13; 86/Târık, 9; 100/Âdiyât, 9-11.

g- Hesap Gününde Amellerin Tartılması: 7/A’râf, 8-9; 17/İsrâ, 13-14; 18/Kehf, 49; 21/Enbiyâ, 47; 23/Mü’minûn, 102-103; 45/Câsiye, 29, 33; 101/Karia, 6-9.

h- Hesap Gününde Mahşerde Hesap Vermekten Kurtuluş Yoktur: 55/Rahmân, 31, 33, 35.

i- Hesap Gününde Herkese Kazandığı Verilecektir: 2/Bakara, 281; 3/Âl-i İmrân, 30, 185, 195; 17/İsrâ, 13-14; 18/Kehf, 49; 36/Yâsin, 54; 40/Mü’min, 16-17; 45/Câsiye, 28; 55/Rahmân, 31; 78/Nebe’, 40; 81/Tekvîr, 14; 82/İnfitar, 1-5; 84/İnşikak, 6; 99/Zilzâl, 6-8.

j- Hesap Gününde Kişi, Kötü Amelinden Kaçmak İsteyecektir: 3/Âl-i İmrân, 30; 18/Kehf, 49; 69/Haakka, 25-27; 75/Kıyâme, 10-11.

k- Hesap Gününde Günahkârlar Yüzlerinden Tanınacaktır: 55/Rahmân, 39, 41.

l- Hesap Gününde Kitabı Sağdan Verilenler: 17/İsrâ, 71; 56/Vâkıa, 8, 27, 90-91; 69/Haakka, 19-24; 74/Müddessir, 39-40; 84/İnşikak, 7-9; 90/Beled, 12-18.

m- Hesap Gününde Kitabı Soldan Verilenler: 56/Vâkıa, 9, 41; 69/Haakka, 25-37; 84/İnşikak, 10-15; 90/Beled, 19-20.

n- Hesap Gününden Korkmak: 13/Ra’d, 21; 76/İnsan8, 7.

o- Hesap Gününde Peygamberler de Sorulacaktır: 7/A’râf, 6-7.

H- Sorumluluk

a- Herkesin Kazandığı Kendisinindir: 2/Bakara, 134, 286; 4/Nisâ, 84; 6/En’âm, 132, 164; 22/Hacc, 9, 10; 33/Necm, 39-42; 74/Müddessir, 38.

b- Her İnsan Kendi Günah Yükünü Çeker: 5/Mâide, 105; 6/En’âm, 31, 52, 164; 10/Yûnus, 108; 16/Nahl, 25; 17/İsrâ, 15; 34/Sebe’, 25, 50; 35/Fâtır, 18; 39/Zümer, 7; 53/Necm, 38.

c- Günah Kazanan, Kendi Aleyhine Kazanmış Olur: 2/Bakara, 81; 4/Nisâ, 111, 123; 6/En’âm, 120; 30/Rûm, 44.

d- Sorumluluk Ruhlar Âleminde Verilmiştir: 7/A’râf, 172-174.

e- İnsanlar Sadece İnandık Demekle Kurtulamazlar: 29/Ankebût, 2-4.

f- İnsan, Başıboş Bir Varlık Değildir: 23/Mü’minûn, 115; 75/Kıyâme, 36.

g- Vücut Organları, Yaptıklarından Sorumludur: 17/İsrâ, 36; 33/Ahzâb, 15; 37/Sâffât, 24.

h- Allah, Şeriat Göndermeden Kullarına Sorumluluk Yüklememiştir: 39/Zümer, 71.

Allah, Kimseye Gücünün Yettiğinden Başkasını Yüklemez: 2/Bakara, 286; 6/En'âm, 152; 7/A'râf, 42; 23/Mü7minûn, 62; 65/Talâk, 7.

j- Gücün Dışında Bir Şeyle Sorumlu Tutmaması İçin Allah'a Duâ: 2/Bakara, 286.

k- Unutarak ve Yanılarak İşlenecek Hatadan Sorumlu Tutmaması İçin Allah'a Duâ: 2/Bakara, 286.

l- İnsanın Sorumluluğa Tâlip (İstekli) Olması: 33/Ahzâb, 72-73; 59/Haşr, 21.

m- Nefsi ve Âileyi Ateşten Koruma Sorumluluğu: 66/Tahrîm, 6.

İ- Nefis Mücâdelesi: 3/Âl-i İmrân, 39; 29/Ankebût, 6, 69; 79/Nâziât, 40-41.

J- İstiğnâ (Sorumluluktan Kaçma, Sorumsuzluk): 64/Teğâbün, 33, 6; 80/Abese, 5; 92/Leyl, 8; 96/Alak, 7.

 

 

Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar

TDV İslâm Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Y. c. 17, s. 240-242

Şamil İslam Ansiklopedisi, c. 2, s. 395-397; c. 4, s. 162-163, 338-339; c. 5, s. 430-432; c. 6, s. 170-172

Alâaddin Başar, Nur’dan Kelimeler, Zafer Y. c. 1, s. 106-107; c. 3, s. 187-189

Kur'an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 8, s. 212-224; c. 19, s. 97-119; c. 20, s. 238-240

Hüseyin K. Ece, İslâm'ın Temel Kavramları, Beyan Y. s. 695-697

Esmâu’l-Hüsnâ Konusuyla İlgili Kitaplar