7/A’râf, 180; Kavram, 186

 

 

 

ESMÂÜ’L HÜSNÂ (ALLAH’IN GÜZEL İSİMLERİ)

                                  

 

 

·  Esmâü’l-Hüsnâ; Anlam ve Mâhiyeti 

·  Esmâü’l-Hüsnânın Sayısı  

·  Esmâi Hünânın Tasnifi ve Muhtevâsı

·  İsm-i A’zam

·  Kur’ân-ı Kerim’de Esmâü’l-Hüsnâ 

·  Kur'ân-ı Kerim'de Allah’ın Bazı İsim ve Sıfatları

·  Hadis-i Şeriflerde Esmâü’l-Hüsnâ ve Allah’ın Bazı İsim ve Sıfatları

·  Allah Lafzı; Anlam ve Mâhiyeti

·  "Allah” Kelimesinin İçerdiği Anlam

·  Ma’rifetullah; Allah’ı Tanımak

·  Esmâü’l-Hüsnâ Şerhi (Açıklamalarıyla Esmâü’l-Hüsnâ)

·  Tefsirlerden İktibaslar    

 

 

 

 

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحيم

 

وَلِلّهِ الأَسْمَاء الْحُسْنَى فَادْعُوهُ بِهَا وَذَرُواْ الَّذِينَ يُلْحِدُونَ فِي أَسْمَآئِهِ سَيُجْزَوْنَ مَا كَانُواْ يَعْمَلُونَ

 

“Esmâü’l-Hüsnâ (En güzel isimler) Allah’ındır. O’nu o isimlerle çağırın (adlandırın). O’nun isimleri konusunda ilhâd’a (eğriliğe) sapanları bırakın. Onlar yaptıklarının cezâsını göreceklerdir.” (7/A’râf, 180)

                  

                                                                                                 

Esmâü’l-Hüsnâ; Anlam ve Mâhiyeti    

 

Esmâü’l-Hüsnâ, Cenâb-ı Allah'ın güzel isimleri için kullanılan bir terimdir. Yaşadığımız dünya, felekler, yıldızlar, ay ve güneş birer âlemdir. Bütün bu âlemler bir âhenk içindedirler. Bu, Allah'ın Rab sıfatının bir tecellîsidir. Dünyadaki düzenin kaidelerini koyup varlıkları bir uyum içinde yaşatma da Rab sıfatının gereğidir. Doğmamız, büyümemiz, ölmemiz, insanlardaki yücelik, ahlâk, terbiye, kemal hep Rubûbiyet sıfatının yansımasındandır. Gözün görmesi, aklın ermesi, bütün iş ve hareketler, olma ve oluşma Rab sıfatının bir tecellisidir. Onsuz bir hareket ve düşünce yoktur. Rab sıfatıyla ilgili bu tecellî, Allah’ın diğer isim ve sıfatlarında da farklı güzelliklerle ortaya çıkar. 

 

 

 

 

Gerek Kur'ân-ı Kerîm'de gerek hâdis-i şeriflerde geçen Allah’ın birçok güzel ismi vardır. Aslında bu isimleri iki grupta ele almak mümkündür:

 

a) Hak Teâlâ'nın zâtına mahsus bir özel isim olan "Allah" lâfz-ı şerifi ki, O’ndan başka hiçbir varlık hakkında kullanılmamıştır, kullanılamaz. Kullanılması câiz değildir. Bu ismin tesniyesi (ikil siğası) ve çoğulu da yoktur. Bir başka dile tercüme edilemez, hiçbir kelime onun yerini tutamaz.

 

b) Allahu Teâlâ'nın ikinci gruba giren isimleri, sıfatlarından alınan isimlerdir. Âyet ve hadislerde Cenâb-ı Hakk'ın pekçok güzel isminden bahsedilir. Bunlardan her biri O'nun sıfatları ile ilgili ve onlardan alınan isimlerdir. Rahmân, Rahîm, Âlîm, Hâlik vs. gibi. Bu isimler bir başka dile tercüme edilebilir. Meselâ, Hâlik ismi, yaratan veya yaratıcı olarak söylenebilir. Mü’minin Allah hakkındaki inancı, O'nun zâtının mukâddes olduğu, diğer zat ve eşyâyâ benzemediği, yüce sıfatlarla sıfatlandığıdır. Allah kendisini Esmâü'l-Hüsnâ ile, yani en güzel isimler ile isimlendirmiştir (7/A 'râf, 180; 17/İsrâ, 1, 10; 20/Tâhâ, 7; 59/Haşr, 24). Hadis-i şerifte doksan dokuz adet olduğu belirtilip tek tek sayılan bu isimlerin başında “Allah” gelir. Diğer isimlerin hiçbiri, anlam ve içerik itibarıyla "Allah" isminin yerini alamaz. Bu nedenle, İslâm'a girecek kişi, "Lâ ilâhe İllâllah" der; "Lâ ilâhe illârrahmân" demez. Namaza başlarken, "Allahü Ekber" der; "Rahmân Ekber" diyemez. Allahu Teâlâ'nın bütün isimleri güzeldir. Kur'ân-ı Kerîm'de, "Allah'ın güzel isimleri vardır. O halde Allah'a o güzel isimlerle duâ edin" (7/A'râf, 180); "De ki: ‘İster Allah deyip duâ edin, ister Rahmân deyip duâ edin; hangisi ile duâ ederseniz edin, onun güzel isimleri vardır'' (17/İsrâ, 110) buyurulmuştur.

 

Peygamber Efendimiz de bir hadislerinde şöyle buyurmuştur: "Allahu Teâlâ'nın doksan dokuz ismi vardır. O isimleri kim ezberlerse (sayar, mânâsını anlar ve şuûruna ererse) cennete gider. Şüphesiz, Allah tektir ve tek olanı sever" (Buhârî, Deavât 68). Allahu Teâlâ'nın isimleri doksan dokuz isimden ibâret değildir. O'nun âyet ve hadislerde geçen başka isimleri de vardır. Kur'an, marifetullah (Allah'ı tanıma) bilgisini Allah'ın isim ve sıfatları yoluyla vermektedir. Kur'an'da yüz civarında isim ve sıfat bulunmaktadır. Bu isim ve sıfatların birçoğu müşrik ve münkirlerin Allah (c.c.) hakkındaki düşüncelerini reddetmek için zikredilmiştir. Birçoğunda da Allah, kendi kendisini tanıtmaktadır. "Nasıl bir Allah?" sorusu, Kur'an'da zikredilen  "esmâü'l-hüsnâ ve sıfatların bildirdiği ve tanıttığı Allah"  şeklinde cevaplandırılabilir. Yalnız Tirmizî ve İbn Mâce'de geçen bir hadiste bu doksan dokuz isim teker teker sayılmıştır. Bu isimler şunlardır:

 

Hadîs-i şerifte (Sünenü’t-Tirmizî, Deavât 83, hadis no: 3507) zikri geçen 99 isim şunlardır: Allah, er-Rahmân, er-Rahîm, el-Melik, el-Kuddûs, es-Selâm, el-Mü'min, el-Müheymin, el-Azîz, el-Cebbâr, el-Mütekebbir, el-Hâlık, el-Bâri', el-Mûsâvvir, el-Gaffâr, el-Kahhâr, el-Vehhâb, er-Rezzâk, el-Fettâh, el-Alîm, el-Kâbıd, el-Bâsıt, el-Hâfıd, er-Râfi, el-Muiz, el-Müzill, el-Basîr, es-Semi', el-Hakem, el-Adl, el-Lâtîf, el-Habîr, el-Halîm, el-Azîm, el-Gafûr, eş-Şekûr, el-Aliyy, el-Kebîr, el-Hafîz, el-Mukît, el-Hasîb, el-Celîl, el-Kerîm, er-Rakîb, el-Mücîb, el-Vâsi', el-Hakîm, el-Vedûd, el-Mecîd, el-Bâis, eş-Şehîd, el-Hakk, el-Vekîl, el-Kaviyy, el-Metîn, el-Veliyy, el-Hamîd, el-Muhsî, el-Mübdî, el-Muîd, el-Muhyî, el-Mümît, el-Hayy, el-Kayyûm, el-Vâcid, el-Mâcid, el-Vâhid, es-Samed, el-Kaadir, el-Muktedir, el-Mukaddim, el-Muahhir, el-Evvel, el-Âhir, ez-Zâhir, el-Bâtın, el-Vâli, el-Müteâlî, el-Berr, et-Tevvâb, el-Müntakim, el-Afüvv, er-Raûf, Mâlikü'l-Mülk, Zü'l-Celâli ve'l-İkrâm, el-Muksit, el-Câmi', el-Ganiyy, el-Muğni, el-Mâni', ed-Dârr, en-Nâfi', en-Nûr, el-Hâdi, el-Bedî', el-Bâkî, el-Vâris, er-Reşîd, es-Sabûr.

 

 

 

 

 

 

 

1) ALLAH:-Tüm isim ve sıfatlan kendinde toplayan yüce Allah'ın zâtının, başka hiçbir varlığa verilemeyen ismidir.

 

2) RABB: Terbiye eden, yaratan, besleyen, mâlik, en mükemmel, sahip tutan ve idare eden anlamlarına gelir. Rabb ismi, yüce Allah'ın umûmî isimlerindendir. Âlemlerin devamını sağlayan yüce Allah, onların Rabbi'dir. Allah'ın her türlü eksiklikten münezzeh olan Rubûbiyeti ve O'nun neticesi olan terbiyesi, besleyip büyütmesi olmasaydı, kâinatta ne varlıktan, ne de tekâmül'den hiçbir eser bulunmazdı. Eğer bir kemâlimiz, bir terbiyemiz, ölçülü bir şekilde doğmamız, büyümemiz, yaşamamız ve ölmemiz varsa bunlarda yüce Allah'ın Rab sıfatının yansımasını görmemek mümkün değildir. Bu âlemde görülen ve bilinen her şeyde yüce Allah'ın sıfatlarının belirtisi vardır.

 

3) RAHMÂN: Allah'ın pek merhametli, çok rahmet sahibi olması anlamlarına gelen bir sıfat ismidir. Sıfat ismi olmakla beraber, bu ismin Allah'tan başkasına verilmesi uygun görülmez. "Çok rahmet sahibi, gâyet merhametli ve sonsuz rahmeti bulunan" diye tefsir edilip açıklanabilirse de, yalnız yüce Allah'ın özel bir ismi olduğundan dolayı tam anlamıyla tercüme edilemez. Dilimizde onun tam karşılığı olan bir kelime yoktur. "Esirgeyici" olarak tercüme edilmesi de doğru değildir. Dolayısıyla bu anlam Rahmân isminin tercümesi olamaz. "Acıyan" diye tercüme edilmesi de onun tam anlamını vermekten uzaktır. Çünkü kuru bir acıma merhamet değildir. Bilindiği gibi, merhamet acıyı giderip yerine sevinç ve iyiliği getirmektir. Bu itibarla merhametli sözcüğünden anladığımız anlamı, diğerlerinden anlayamayız. Rahmân, "pek merhametli" şeklinde eksik olarak tefsir edilebilirse de tercüme edilemez. Yüce Allah'ın rahmeti, sadece bir iyilik duygusundan ibâret değildir. O'nun rahmeti, insanlara iyilik dilemesi ve sayılamayacak kadar nimetler vermesidir. O halde "Rahmân" ismini böylece bilmek ve anlamak gerekir. Her gün karşılaştığımız ve içinde bulunduğumuz nimetler, aslında bize Rahmân'ın en güzel açıklamasıdır.

 

4) RAHÎM: "Çok merhamet edici' anlamında bir isimdir. Allah'ın sıfat ismi olmayıp, Allah'tan başka varlıklara da verilebilen bir isimdir. Bu iki sıfat "Rahmet" mastarından türemiş olmakla beraber, aralarında ifâde ettikleri anlam bakımından farklar vardır. Rahmân ve Rahîm arasındaki bu farklar şöylece belirtmek mümkündür:

 

a) Rahmân sıfatı; daha ziyâde ezelle; Rahîm sıfatı ise daha çok ebedle ilgilidir. Bu nedenle hadislerde yüce Allah'ın hakkında "Dünyanın Rahmân'l âhiretin Rahîm'i" ifâdelerinin kullanıldığını görüyoruz. Rahmân sıfatı bütün insanları; Rahîm sıfatı ise yalnız mü’minleri kapsar.

 

b) Rahmân sıfatı; hiçbir kayıt ve şarta bağlı olmaksızın varlıkları yaratmak, meydana getirmek, onların çalışıp çalışmadıklarına bakmadan sayısız nimetlerle nimetlendirmek anlamına gelirken; Rahîm sıfatı Allah'ın emirleri doğrultusunda çalışanlara, çalıştıklarının karşılığını vermek anlamına gelmektedir.

 

c) Rahmân sıfatı; ümitsizliğe, karamsarlığa imkan bırakmayan kesin bir ümit ve ezelî bir yardım ifâde eder. Rahîm sıfatı ise, yaptığımız işlerimizin Allah tarafından mükâfatlandırılacağını ifâde etmektedir. Bu nedenle Rahmân sıfatının ifâde ettiği mânâda mü'min ve kâfir eşit tutulup ayırım yapılmamış; Rahîm sıfatının belirttiği mânâda ise, mü'min ve kâfir açık bir farkla ayrılmışlardır.

 

5) el-MELİK: Yüce Allah Melik'tir. Yani mülk sahibi, bütün eşyanın ve yaratılanların tek mâlikidir. Bütün varlıklar üzerinde emretme, istediği gibi tasarruf etme, hiçbir şarta bağlı olmaksızın sahip olma O'na mahsustur. Yarattıklarına emretme, sakındırma, cezalandırma, istediğini zelil, dilediğini de aziz etme kudretine sahip olan yalnız yüce Allah'tır. O yarattığı mülkünde ve orada olanların hepsinde yegâne hükümdardır. Sonsuz kudretiyle onları idaresi altında tutan tek varlık Allah'tır..

 

6) el-KUDDÛS: Her türlü hata, gaflet ve âcizlikten uzak, eksiklikten beri, mutlak kemâl sahibi anlamında. Allah, sonradan olma ve hiçbir tasvir kayıtlarına sığmayan, hakkında hiçbir eksiklik düşünülemeyen en mukaddes olan en yüce varlıktır (59/Haşr, 23; 62/Cum'a, 1).

 

7) es-SELÂM: Allah, her türlü eminliğin, salimliğin aslı olup, ayıptan kusurdan ve her çeşit eksikliklerden uzak olan yüce yaratıcı anlamındadır. Allah, yok olmaktan ve hatıra gelen her türlü eksikliklerden uzaktır. Buna göre dünyadan ve âhiretten emin olmak isteyenleri ve kurtuluşa ermek dileğinde bulunanları, kurtuluşa erdirecek olan da yalnız Allah'tır (59/Haşr, 23).

 

8) el-MÜ’MİN: Allah'ın iman ve güven veren her türlü şüphe ve tereddütleri kaldıran anlamında bir ismidir. Allah, korku içinde olanlara emniyet ve güven verendir. Bu bakımdan her türlü korkudan emin olmak için Allah'a iltica edilmeli, O'na sığınılmalıdır.

 

9) el-MÜHEYMİN: Allah'ın görüp gözeten, her şeye şahit olan, her şeyi koruması altına alan, onları muhâfaza edip saklayan olduğu anlamına gelir.

 

10) el-AZİZ: Allah'ın, hiçbir yönden mağlup edilemeyen, her işinde mutlak gâlip gelen, son derece izzetli ve yüce olduğu mânâsına gelir. Hiçbir yönden benzeri olmayan dilediğini yapan ve buna güç yetiren, yüce varlığını ve kudretini hiçbir gücün mağlup edemediği tek yaratıcı Allah'tır.

 

11) el-CEBBAR: Allah'ın, yarattığı tüm varlıklarının ihtiyaçlarını karşılayan, her konuda çok güçlü ve kudretli olduğu anlamındadır. Ayrıca Allah'ın yarattıklarının tümünü kendi iradesine mecbur eden, dilediğini de zorla yaptırmaya gücü yeten, kesin hükmüne karşı gelinemeyen yaratıcı olduğu anlamına da gelir. Yüce Allah'ın "Cebbâr" sıfatı sebebiyle insanların, işlerine kendi iradeleri ve serbestlikleri olmadığı sanılmamalıdır. Çünkü Allah, bildirdiği emir ve yasaklarına uyup uymama konusunda insanları kendi iradelerinde serbest bırakmıştır. Şüphesiz insanların, Allah tarafından akıllı ve iradeli yaratılmalarının bir anlamı vardır. Allah, insanı O'nun hükümlerini tanıyıp bilmesi için akıllı, kendi irade ve istekleri ile O'nun emrine uymaları ve gösterdiği bu yolda yürümeleri için de serbest iradeli yaratmıştır.

 

Ancak Allah'ın, insanlara işlerinde serbestlik tanımış olması, onların bütün isteklerini yerine getirmeye mecbur olduğu anlamına gelmez. Örneğin Allah'ın emirlerini dinlemeyip O'na karşı gelen asiler, günahkârlar cezaya yanaşmak istemeseler de vakti gelince cezalarını çekmeye mecbur olacaklardır. Allah'ın mutlak iradesi ve kudreti altına girmeyen hiçbir varlık düşünülemez. "Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde olanların hepsi, ister istemez O'na teslim olmuştur ve O'na döndürülüp götürüleceklerdir" (3/Âl-i İmrân, 83).

 

12) el-MÜTEKEBBİR: Allah'ın her hususta çok büyük ve azamet sahibi ulu bir yaratıcı olduğu anlamındadır. Büyüklük O'nun hakkıdır. Yaratılmışların hiçbirinin böyle bir hakkı yoktur. Allah, zatında sıfatlarında ve işlerinde, mutlak mânâda büyüklüğün tek sahibidir. Hiçbir insan için bu mânâda bir büyüklükten söz edilemez. Kendilerini büyük sanan nicelerinin, Allah'ın sonsuz kudreti ve büyüklüğü karşısında ne kadar küçüldükleri imkân imkânsız olan bir gerçektir. Büyüklük sevdasına kapılanların yok olmalarına, bazen küçücük bir olay hattâ çok küçük bir yaratık, bir mikrop bile yetmiştir. Bu gerçek karşısında insanlar hangi büyüklükten söz edebilirler?

 

 

 

 

 

13) el-HÂLİK: Allah'ın yaratıcı olduğunu belirten bir sıfattır. Yaratmak ise bir şeyi var etmek, hiç benzeri olmayan bir şeyi meydana getirmek demektir. Bu mânâda Allah'tan başka hiçbir yaratıcı yoktur. Herşeyi yaratan O'dur. İnsanların ortaya koydukları şeyler yaratma değildir; var olanlardan yeni bir şey elde etmektir. Allah, yaratandır; O'nun dışındaki tüm varlıklar ise yaratılmıştır.

 

14) el-BÂRÎ: Allah'ın, yarattıklarını temiz ve sağlam bir nizâm üzere yaratması, olgunlaştırarak birbirinden farklı niteliklerde meydana getirmesi mânâsındadır. Şüphesiz varlıkları seçip, düzenleyip olgunlaştırarak her birini ayrı bir özellikte yaratan Allah'tır.

 

 

15) el-MÛSÂVVİR: Allah'ın yaratmış olduğu varlıkların şekil ve durumlarını takdir edip, dilediği şekilde meydana getirmesi, şekillendirmesi anlamına gelir.

 

16) el-GAFFÂR: Kullarının günâhlarını affeden ve çok bağışlayan yüce varlık anlamına gelir. Günâh işlemek insanların özelliği olduğu gibi, onların günâhlarını örtmek ve bağışlamak da yüce Allah'ın ayrılmaz sıfatlarındandır.

 

17) el-KAHHÂR: Allah'ın ziyadesi ile kahredici, yok edici yüce bir varlık olduğu mânâsına gelir. Sonsuz kudretinin karşısında hiçbir kimsenin gücü ve kudreti olamaz. Ama serbest iradeleriyle O'nun karşısına çıkma cüretini gösterenlere de lâyık oldukları cezaları tam olarak verecektir. Allah'ın kayıtsız üstünlüğüne sınır koyacak hiçbir varlık yoktur.

 

18) el-VEHHÂB: Allah'ın çok hibe eden, çok fazla bağışlayan olduğu anlamına gelir. Hak sahibi olmadıkları halde yarattıklarına çok çok verendir.

 

19) er-REZZÂK: Allah'ın bütün yaratıkların rızıklarını veren olduğunu ifâde eder. Her canlı için gerekli gıdayı bahşedip yaratan ve bol bol veren Allah'tır.

 

20) el-FETTAH: Kulların, her türlü güçlük ve sıkıntılarını açan ve kolaylaştıran mânâsına gelir. Faydalı ilimlere karşı insanların kalbini açarak, onların islerini kolaylaştıran, bütün zorluklarını ortadan kaldıran yüce Allah'tır. Her işinde üstün gelen O'dur.

 

21) el-ÂLİM: Allah'ın, çok bilen, bilgisi ezelî ve ebedî olan, her şeyi her yönüyle bilen tek yaratıcı olduğu mânâsını ifâde eder.

 

22) el-KÂBIZ: Allah'ın, her şeyi sonsuz kudreti altına alan, bu kudretiyle kuşatıp kavrayan, her şeyi emri altına alıp tutan en yüce varlık olduğu anlamına gelir.

 

23) el-BÂSIT: Allah'ın, her hayrı veren, lütuf ve rahmetini kullarına yayan yüce yaratıcı olduğunu ifâde eder. Allah, insanlara rızık, neşe, rahatlık ve bolluk vererek onlara lütuf ve rahmetiyle muâmele etmektedir.

 

24) el-HÂFID: Allah'ın, emirlerini dinlemeyen, başkalarını beğenmeyen, büyüklenip hak ve hukuk tanımaz zorbaları rezil, perişan eden anlamına gelen bir ismidir.

 

25) er-RÂFİ: Kaldıran, yükselten ve yüksek olan anlamlarına gelir. Gönülleri iman ve irfan ışığıyla parlatan, yüksek gerçeklerden haberdar eden yüce Allah'tır. Her yönüyle yüce ve yüksek olan O'dur.

 

 

 

 

 

26) el-MU'İZZ: İzzet ve ikrâm edici, şeref sahibi anlamına gelir. Yalancılığa, samimiyetsizliğe itibar etmez.

 

27) el-MÜZİLL: Yüce Allah'ın, lâyık olanları zillete düşüren, zelil kılan, onları hor ve hakir eden anlamına gelen bir sıfat isimdir.

 

28) es-SEMI': İşiten, işitme kuvve tine sahip olan ve işitme gücünü verendir. O, hiçbir şartla ve kayda bağlı olmaksızın işitir.

 

29) el-BASÎR: Herşeyi her yönüyle eksiksiz gören, yaratıklarına da görme duyusunu veren anlamını taşır.

 

30) el-HAKEM: Hüküm koyan, emir veren, varlıklar hakkında hükmünü tamamen icra eden anlamına gelir.

 

31) el-ADL: Allah'ın herkese hakkını veren, koyduğu âdil hükümleriyle zulme râzı olmayan, zulmü ve zâlimi sevmeyen anlamına gelen sıfatının ismidir. O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır (7/A'râf, 85; 10/Yûnus, 109; 12/Yûsuf, 80).

 

32) el-LATÎF: En ince işlerin bile bütün inceliklerini bilen, nasıl yapıldığına nüfuz edilemeyen en ince şeyleri de yapan, seçilmez yollardan da kullarına çeşitli faydalar ulaştırandır (6/En'âm, 103).

 

33) el-HABÎR: Herşeyden haberdar olan, her şeyin iç yüzünden ve gizli tarafından her yönüyle haber sahibi bulunan, onlara yumuşak davranarak cezalarını geriye bırakandır.

 

34) el-HALİM: Acele etmeyen, günahkârların cezasını vermeye güç yetirdiği halde bunu acele yapmayıp, onlara yumuşak davranarak cezalarını geriye bırakandır.

 

35) el-AZİM: Çok yüce ve çok büyük olan; sınırsız ve kayıtsız büyüklük, üstünlük de yalnız O'ndadır.

 

36) el-GAFÛR: Mağfiret eden, yargılayan, suçları bağışlayan, affeden, insanların beğenilmeyen taraflarını gizleyendir.

 

37) eş-ŞEKÛR: Çok şükre lâyık olan, kendi rızası için şükredilen, şükür olarak yapılan iyi işlerin daha fazlasıyla karşılığını veren, insanlara nimetlerini artırarak şükür muamelesi yapandır.

 

38) el-ALİYY: Yüksek, büyük ve yüce olan; kudrette, bilgide, hükümde, irâdede ve diğer bütün kemâl sıfatlarında üstün olandır. Herşey O'nun hükmü ve emri altındâdır.

 

39) el-KEBİR: Büyük, yüce anlamında olup, Allah'ın kâinatı ve ondâkileri hüküm ve kudretiyle idâre eden, her şeyi hükmü altına alan sıfatının ismidir.

 

40) el-HAFIZ: Muhafaza eden, koruyup saklayan, yapılan işleri bütün ayrıntılarıyla saklayıp, her şeyi belli vaktinde afet ve belâlardan koruyandır.

 

41) el-MUKÎT: Rızıkları yaratıcıdır.

 

42) el-HASÎB: Herkesin yaptıklarını takdir eden, yapılanları bütün ayrıntılarıyla bilip her insanı hesaba çekerek yaptığının karşılığını verendir (33/Ahzâb, 39).

 

43) el-CELÎL: Büyüklük ve ululuğu pek yüce olandır. Sıfat ve-isimleriyle her türlü büyüklük kendine ait olandır.

 

44) el-KERÎM: Cömert, kerem sahibi; muktedir iken affeden, cömertlik duygusunu veren, va'dini yerine getirendir.

 

45) er-RAKÎB: Görüp gözeten, murâkebe eden, bütün varlıklar üzerine gözcü olup bütün işlerini kontrol altına alandır (4/Nisâ, 1).

 

46) el-MUCÎB: İcâbet eden, isteyene karşılık veren, teklifleri bilen ve O'na yalvaranların isteklerine icâbet eden ve karşılık verendir (2/Bakara, 186).

 

47) el-VASİ': Bağışlaması bol ve rahmeti çok olandır. Yarattıklarına maddi ve manevigenişlik verendir (2/Bakara, 247).

 

 

48) el-Hakîm: Herşeyi inceliğiyle bilen, bu bilgisine göre emir ve yasakları vâzeden, buyrukları ve bütün işleri yerli yerinde olandır.

 

49) el-VEDÛD: Çok şefkatli, muhabbetli, sâlih kullarını çok seven ve onlarca çok sevilen, onları rahmet ve rızasına erdiren; sevilmeye ve dostluğu kazanılmaya yegâne lâyık olandır. Sevgi ve dostluk hissini yaratandır (11/Hûd, 90).

 

50) el-MECÎD: Şan, şeref, büyüklük ve kudretinden dolayı yüce olan ve güzel işlerinden dolayı da sevilip övülendir. Şeref, ancak kendi emir ve yasaklarına uymakla elde edilebilir (11/Hûd, 73).

 

51) el-BAİS: Sebepleri yaratan ve ölüleri diriltendir. İhtiyaçlarma göre insanlara peygamberler gönderendir.

 

52) eş-ŞEHÎD: Herşeye şahit olan, her şeyi hakkıyla gören, bilen ve muamelesini de buna göre yapandır.

 

53) el-HAKK: Varlığı hiç değişmeyen, hiç yok olmayan ve gerçek olandır (22/Hacc, 6).

 

54) el-VEKİL: Hayatını, O'na tevekkül ederek düzenleyen ve böylece O'na sığınanların işlerinde kendilerine yardım edendir; İdaresinde hiçbir kayda ve şarta bağlı olmayandır.

 

55) el-KAVÎ: Kudretli, güçlü ve sınırsız kuvvet sahibi olandır. Herşey O'nun kudret ve kuvveti karşısında güçsüzdür; O'na boyun eğmek zorundadır.

 

56) el-METİN: Metânetli, kuvveti çok şiddetli olup hiçbir iş O'na zor değildir.

 

57) el-VELÎ: Emir sahibi ve iyi insanların yani mü’minlerin dostu (velisi) olup onlara yardım ederek işlerini yönetendir.

 

58) el-HAMÎD: Çok övülen, övgüyle değer sıfatlarıyla hamd edilendir. Bütün varlığın diliyle övülmeye lâyık ve her an hamd edilen tek yüce varlıktır.

 

59) el-MUHSÎ: Allah, çokça veren, sonsuz düşünülse bile her şeyin sayısını her yönüyle bilendir.

 

60) el-MÜBDÎ: Hiç yoktan ortaya koyan, vareden, yaratandır. O'ndan başka yaratıcı yoktur.

 

61) el-MU'ÎD: Yaratılmışları yok ettikten sonra tekrar yaratandır. O'ndan başka yaratıcı olamaz.

 

62) el-MUHYÎ: Dirilten, canlandıran ve hayat verendir. O'nun öldürdüğüne kimse hayat veremez (41/Fussilet, 39)

 

63) el-MÜMÎT: Öldüren, ölümü her canlıya takdir edip bunu uygulayandır.

 

64) el-HAYY: Diri, canlı hiç ölmeyen, hayatı ezeli ve ebedi olandır.

 

65) el-KAYYÛM: Bâkî ve ebedi olan; her şeyin O'nun kudret ve iradesiyle varlığını sürdürebildiği tek varlıktır (2/Bakara, 250; 3/Âl-i İmrân, 1).

 

66) el-VÂCİD: Var olan ve her şeyi vareden, icad eyleyen; varlığı kendinden olan; dilediğini istediği anda var edip yaratandır. O'na karşı hiçbir şey kendini gizleyemez.

 

67) el-VAHİD: Tek, bir olmak, Allah ikincisi olmayan tek birdir. Zatında, sıfatlarında, işlerinde ve hükümlerinde asla ortağı-dengi ve benzeri bulunmayandır.

 

68) es-SAMED: Hiçbir şeye muhtaç olmayan, tüm yaratıkların ihtiyacını gideren ve her türlü istekte doğrudan kendisine başvurulandır.

 

69) el-KADÎR: Kudret sahibi, tükenmez kudreti olan, istediğini dilediği gibi yapmaya muktedir olandır. Her türlü güç ve kuvvet de O'ndandır (2/Bakara, 20).

 

70) el-MUKTEDİR: Gücü her şeye yeten, her şeyi dilediği duruma getiren, kuvvet sahipleri üzerinde istediği gibi tasarruf edendir.

 

71) el-MUKADDİM: Herşeyden önce olan, dilediğini öne alan; dilediğine maddi ve manevi nimetler verip yükselten, öne geçiren, ilerlemelerini sağlayandır.

 

72) el-MUAHHİR: Herşeyden sonra yine var olan; emir ve yasaklarına uymayanları zelil edip arkaya bırakan, istediğini geri koyandır. Sonunda yine sadece O var (olarak) kalacaktır.

 

73) el-EVVEL: Herşeyden önce, öncelerin öncesi, başlangıçların yaratıcısı ve varlığının öncesi olmayandır.

 

74) el-AHİR: Herşey son bulunca O, var olarak kalacaktır. Varlığının sonu yoktur.

 

75) ez-ZÂHİR: Görünen, varlığında hiç şüphe olmayan, varlığı her şeyden aşikâr olandır. Her yaratık yaratanının görülen bir şâhididir.

 

76) el-BATIN: Gizli, cisim olarak görülmeyen, varlığı gizli olan, ancak varlığı da kesin olarak bilinendir. (Hayal, duygu, akıl ve düşüncenin de görülmeyip eserle varlıklarının kesin olarak bilinmesi gibi).

 

77) el-VALÎ: İdare eden bu büyük kâinatı ve onda her an olup bitenleri idare edip yönetendir. İdare etme yeteneği O'nundur.

 

78- el-MUTE'AL: Yüksek ve yüce varlık... Bilinenlerin en üstün olanı... Akım yaratılmışlarda mümkün gördüğü her şeyden çok yüce olandır.

 

79) el-BİRR: İyilik ve güzellik, bağışta bulunma, kullarına yardımcı olma anlamlarında Yüce Allah'ın bir sıfat ismidir. İyiliği ve ihsânı çoktur. İyilik ve ihsan gibi hisler de sadece ondadır (52/Tûr, 28).

 

80) et-TEVVÂB: Tevbeleri çok kabul eden, tevbe kapısını açık tutarak tevbe etme imkânı verendir. Samimi olarak günahlardan dönüp tevbe edenleri bağışlayandır.

 

81) el-MÜNTEKİM: İntikam alan, günahkârları, adâletiyle yargılayarak lâyık oldukları cezaya çarptıran demektir.

 

82) el-AFÜV: Merhametli, daima affeden, günâhlardan dilediğini affedip suçları bağışlayandır.

 

83) er-RAÛF: Çok merhamet eden, insanları yükümlü tutmada pek müsâmahalı ve yumuşak davranandır.

 

 

84) MALİKÜ'L-MÜLK: Herşeyin tek sahibi, her ne varsa O'nundur. Herşey üzerinde mutlak tasarruf yetkisi sadece O'na aittir. O h;llde Ondan başkasına kulluk edilmez.

 

85) ZÜLCELÂL-İ VE'L-İKRÂM: Celâl ve ululuk sahibidir. İkrâm ve ihsân edicidir. Hürmet ve saygıya yegâne lâyık ve tüm büyüklüklere sahip olandır.

 

86) el-MUKSİT: Doğru hareket eden, bütün işlerini birbirine uygun ve yerli yerinde yapandır

 

87) el-CÂMİ: Derleyen, toplayan, her şeyi kudreti içinde bulundurup dilediğini istediği anda ve istediği yerde toplayandır.

 

88) GANÎ: Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, hakkında noksanlık ve ihtiyaçtan söz edilemeyendir.

 

89) el-MACİD: Kerem ve müsâmahası sınırsız olandır. İnsanlara iyilikle muamele edip onları himâye etme lütfunda bulunan, her türlü sıkıntılarını giderendir.

 

90) el-MÂNİ': Herşey O'nun emir ve korumasına bağlıdır. O'nun emri olmadıkça hiçbir şey olamaz. İstemediği şeyin, yani takdir etmediğinin olmasına imkân yoktur.

 

91) en-NÛR: Alemleri, bütün kâinâtı nurlandıran, aydınlatan; istediği simalara, zihinlere ve gönüllere nur, aydınlık ihsan edendir.

 

92) el-HADÎ: Hidâyet eden, doğru yolu gösteren; hidâyet yaratan; istediğini iyi işlerde başarıya ulaştıran, kullarına doğru yolu gösterendir.

 

93) el-BEDÎ: Eşi ve benzeri olmayan, bir şeyi en mükemmel yapan, yaratan, eşsiz ve görülmemiş şeyleri varedendir. Varlıklar âleminde O'nun eşi ve benzeri yoktur. Hayret verici âlemleri yoktan var eden, icad eden O'dur.

 

94) el-BÂKÎ: Sürekli var olan ve var olacak olandır. Sonu olmayandır. Allah'ın varlığının sonu yoktur.

 

 

95) el-VARİS: Tüm varlıkların gerçek sahibi, vârisidir. Servetlerin geçici sahipleri yok olduktan sonra da varlığı devam eden ve o servetlerin sahibi olandır.

 

96) er-REŞÎD: Doğru yolu gösteren: İnsanları, peygamberlerin getirdiği ve tebliğ ettiği kitaplar vasıtasıyla doğru yola iletendir. Allah, bütün işleri ezeli takdirine göre yönetip, dosdoğru bir düzen içinde sonuca ulaştırandır.

 

97- es-SABÛR: Çok sabırlı, hiçbir şeyde acele etmeyen; kendine isyan edenleri cezalandırmada acele etmeyip, onlara süre verendir.

 

98- ed-DAR: Elem ve zarar verici şeyleri hikmetinin gereği olarak yaratandır. Yüce Allah, zarar veren şeyleri yaratmıştır. Fakat onlardan zarar görmemizi değil, akine maddi-manevi bütün zararlardan sakınarak korunmamızı emretmiştir.

 

99) en-NAFİ: Hayır ve fayda verici şeyleri yaratandır. Bütün olaylar sebepleriyle meydana geliyorsa da, sebepler yok'u var edemez. Onlar ancak insanların elinde birer vesîle ve Hakk'tan isteme vâsıtası olmak üzere yaratılmışlardır.

 

 

 

 

 

Allah'ın zâtı, bir: güzel isimleri (esmâü'l-hüsnâ) ise çoktur. Allah'ın doksan dokuz ismi hadis-i şeriflerde de bildirilmiştir. İbn Kesir, tefsirinde, Buhâri ve Müslim'in Ebû Hureyre (r.a.)'den naklettikleri bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.s.)'den şöyle buyurduğu rivâyet ediliyor: "Yüce Allah'ın bir eksiğiyle yüz ismi vardır. (yani doksandokuz). Kim onları sayarsa cennete girer. O tektir, tek 'i sever. " (1)

 

 

İsmin çoğulu olan esmâ ile "güzel, en güzel' anlamındaki hüsnâ kelimelerinden oluşan esmâ-i hüsnâ (el-esmâü'l-hüsnâ) terkibi naslarda Allah'a nisbet edilen isimleri ifâde eder. Sadece Kur'an'da ge­çen İlâhî isimler 100'den fazladır. Muh­telif hadislerde Allah'a nisbet edilen baş­ka isimler de mevcuttur. Esmâ-i hüsnâ terkibinin, geniş anlamıyla bunların hep­sini kapsamakla birlikte terim olarak daha çok doksan dokuz ismi içerdiği ka­bul edilir.

 

Esmâ-i hüsnâ terkibinde yer alan hüs­nâ kelimesi "güzel' mânâsında sıfat veya "en güzel' anlamında ism-i tafdîl sayıl­mıştır (Lisânü'l-'Arab, "hsn" md.; Ebü'l-Beka, el-Külliyyât, "hüsn" md.). Her İki halde de buradaki güzellik bir gerçeği vurgulamakta olup Allah'ın güzel olma­yan bir isminden söz edilemeyeceği için mefhûm-i muhâlifini hatıra getirmez. İlâhî isimlerin güzellikle nitelendirilme­sinin sebeplerini Ebû Bekir Ibnü'l-Arabî şöyle sıralamaktadır:

1. Esmâ-i hüs­nâ Allah hakkında yücelik ve aşkınlık ifâde eder ve kullarda saygı hissi uyandırır.

2.  Zikir ve duâda kullanılmaları halinde kabul edilmeye vesile olur ve sevap kazandırır.

3.  Kalplere huzur ve sükûn verir, lütuf ve rahmet ümidi telkin eder.

4.  Bilginin değeri, bilinenin değerine bağlı bulundu­ğu ve bilinenlerin en şereflisi de Allah olduğu için esmâ-i hüsnâ bilgisine sa­hip olanlara bu bilgi meziyet ve şeref kazandırır.

5.  Esmâ-i hüsnâ Allah için vâcip, câiz ve mümteni’ olan sıfatları içermesi sebebiyle O'nun hakkında ye­terli ve doğru bilgi edinmemize imkân verir (el-Emedul-Aksâ, vr. 4b-5a). Fahreddin er-Râzî ise hüsnânın bu mânâların­dan Allah'a ait olanları zikretmekle ye­tinerek O'nun hakkında kullanılacak gü­zel kavramının kemal ve celâl nitelikle­rini dile getirdiğini ifâde etmiştir (Mefatihu'l-Ğayb, XV, 66). İnsanların büyük çoğunluğu kâinatın bir yaratıcı ve yöneticisinin bulunduğu­nu kabul etmekle birlikte madde özelli­ği taşımadığından O'nu duyularıyla id­râk etmeleri mümkün değildir. Şu hal­de yaratıcı ancak kâinat ve insanla olan ilişkisi bakımından tanınabilir. Bundan dolayı esmâü’l-hüsnâ bilgisi, Allah-âlem ilişkisine ışık tutması ve sonuçta Allah'ı tanıtması açısından önem taşımaktadır. Yaratıklara benzetme (teşbih) endişesiy­le Allah'a İsim veya sıfat nisbet etmekte tereddüt gösteren filozofların aslın­da nefiy değil ispat konumunda kaldık­larını belirten Mâtürîdî, İlâhî isimleri be­nimsemek istemeyenlere şu soruların yöneltilmesini önerir: Evrenin yaratlışını kime nisbet ediyor ve hangi dini benim­siyorsunuz? Neye tapınıyor, hangi var­lığa karşı duâ ve niyazda bulunuyorsu­nuz? Dinî emir ve yasakları hangi kay­naktan alıyorsunuz? (Kitabü't-Tevhid, s. 25). Mâtürîdî bu sorularıyla, büyük yaratıcının sadece zihnî bir varlık olmayıp fiilen de mevcut bulunduğunu, O'nun ancak isim ve sıfatları yoluyla aklen idrâk edilebileceğini vurgulamak istemek­tedir. Şunu da belirtmek gerekir ki, evrenin bir parçasını oluşturan insan, aklî istidlâlleri yanında gönül hayatı bakı­mından da Yaratıcı ile münâsebet kurmak ihtiyacındadır. Bu münâsebetin sağ­lanmasında esmâ-i hüsnânın vazgeçilmez bir rolü vardır. İsimlerin kelimeler ve seslerle ifâde edilmesi ve bu sesle­rin kulaklarda yankılanması, söz konusu iletişimi geliştiren ve güçlendiren âmil­lerdir. Kur'ân-ı Kerîm'de duâ ve zikrin ısrarla tavsiye edilmesinin bir sebebi de bu olmalıdır. Hz. Peygamber'den rivâ­yet edilen duâ metinlerinde esmâ-i hüs­nânın çokça yer alması dikkat çekicidir (meselâ bk. Nevevî, el-Ezkâr, s. 111-113, 117, 348, 350). İlâh'ı birden fazla isimle anmak ve­ya bazı sıfatlarla nitelendirmek acaba İslâm'ın çok önem verdiği tevhid ilkesini zedeler mi? "Zât-ı İlâhîyyeye nisbet edi­len mânâ" şeklinde tarif edilebilen isim veya sıfatlar, zihnin dışında müstakil bir varlığa sahip bulunmadıklan için böyle bir endişeye mahal görülmemiştir. Mâtürîdi’nin de belirttiği gibi (Kitâbü't-Tevhid, s. 24-25, 93-96) insanlar ancak duyulanyla idrâk ettikleri konularda bilgi sahibi ola­bilirler. Bu sebeple duyular ötesı olan Al­lah kendisini duyular âleminin kavram­larıyla tanıtmıştır. Ancak Allah ile diğer şeyler arasında benzerlik kurulamayacağını bildiren âyet (42/Şûrâ, 11), Al­lah hakkında akıl ve hayâle gelebilecek her türlü yaratılmışlık özelliğini berta­raf eder. Aslında yaratılmışlar arasında­ki benzetmeler sadece bir isimlendir­meden kaynaklanmaz. İki şey arasında­ki benzerlik genellikle duyular yoluyla tesbit edildikten sonra ortak bir keli­me ile adlandırılır. Halbuki Allah hakkın­da böyle bir tesbitten söz etmek müm­kün değildir.

 

Allah'a nisbet edilen isimler içinde, ısı olayının ifâde edilebilmesi için "sıcaklık" kelimesinin icat edilmesi (vaz’) gibi in­sanlarca konulmuş bir ad yoktur. Çün­kü böyle bir adlandırma, nesne ve olay­ların ya doğrudan veya dolaylı bir şekil­de duyular yoluyla tanınması ile müm­kün olur. Allah'ın bu yöntemle tanınma­sı ise söz konusu değildir. Bu açıdan ba­kıldığında İlâhî isimlerin zâtî olmadığını, ancak övgü, duâ ve niyazla gönül haya­tının derinleşmesi, zenginleşmesi ve mâ­nevî doyuma kavuşması için vesile teş­kil ettiğini söylemek gerekir. Ancak Cenâb-ı Hak zâtını bildiği için kendisine verdiği isimler zâtî niteliği taşır.

 

Kur'ân-ı Kerîm'de mutlak mânâda aşkınlık ifâde eden "tesbih" kavramı ile, ar­dı arası kesilmeyen hayır ve bereket lutfetmekte erişilmezlik ifâde eden "tebâreke" fiili hem doğrudan doğruya Allah ve rab isimlerine veya O'nu niteleyen di­ğer kelimelere, hem de rabbe muzaf olan isim kelimesine nisbet edilmiştir. Bunun yanında zikir kav­ramı da çeşitli âyetlerde Allah'ı zikretme, rabbi zikretme, rabbin ismini zikret­me şeklinde veya Allah'a işaret eden bir zamirle birlikte kullanılmış, ayrıca Alâk sûresinin ilk âyetinde okuma işinin Rabbin adıyla olması emredilmiştir. Sûrelerin başında ve bazı âyet­lerde tekrarlanan besmele de Allah'ın ismini öne çıkarmaktadır. Bütün bu kul­lanımlardan anlaşılacağı üzere kulun yaratıcısına yönelik hürmet, tâzim ve sı­ğınma fiilleri bazen O'nun en yaygın özel isimleriyle (Allah ve Rahmân) veya O'nu gösteren bir zamirle, bazen de bunlarla bağlantılı olan isim kelimesiyle irtibatlandırılmıştır. Buna bir de "mânâ sıfat­ları" denilen hayat, ilim, kudret gibi müs­takil (zâttan ayrı düşünülebilen) kavram­ların Allah'a nisbet edilemeyeceğini ileri süren Cehmî-Mu'tezilî telâkkiyi ekle­melidir. Bu sebeple olacaktır ki erken dönemlerden itibaren akaid ve kelâm literatürünün "esmâ ve sıfat" bahislerinde bir isim-müsemmâ tartışma­sı başlamıştır. Genellikle Mu’tezile ile Şia âlimleri Allah'a nisbet edilen isim veya sıfatların müsemmânın yani zât-ı İlâhîyyenin gayri olduğunu iddia ederken Ehl-i sünnet âlimleri "gayri" kelimesini kul­lanmaktan çekinmiş, bazen, "İsim müsemmânın aynıdır" demiş, bazen de ka­naatini, 'Ne aynı ne de gayrıdır' şeklinde belirtmiş, bir kısım kelâmcılar da isim­ler arasında gruplandırma yaparak bir sonuca varmak istemişlerdir.  Konuyla ilgili tartışma daha çok lafzîdir. Her dindar insanın mânevî yöneliş ve ibâdetlerinin Yüce Yaratıcının bizzat kendisine olduğu şüphesizdir. O'nunla iletişim kurmak ve söyleşmek dindar için vazgeçilmez bir ihtiyaç, paha biçilmez bir haz olup bu iletişime zihinle kalbin yanında bunlarla etkileşim halinde bulunan dilin ve kula­ğın da katılması lâzımdır. Dil O'nun isim­lerini zikreder, kulak da bu zikri algılar. Böylece dindar insan bu ruhî yüceliş ça­basında Allah, rab ve benzeri esmâyı du­yuş ve yüceliş aracı, yani iletişim vâsıta­sı olarak kullandığı gibi bazen esmâya yaklaşabilmek için isim kelimesinden faydalanmayı gerekli görebilir. Meselâ müslümanın, hayatı boyunca duâ ve ilticâ cümlesi olarak en çok tekrar ettiği bes­melede "Allah ile başlıyorum" (billâh) ye­rine "Allah adıyla başlıyorum" (bismillâh) demesi onun kulluk konumu bakımın­dan çok daha uygun görünmektedir. Ko­nuya teknik açıdan nasıl yaklaşılırsa yak­laşılsın gerçekte bu tür kelime ve kav­ramlar, delâlet ettikleri varlığın bizzat kendisi değil, onun hatırlatıcısı ve tanıtı­cısı durumundadır. Bu sebeple isim müsemmânın gayrıdır. Bunun yanında Al­lah, Rab ve benzeri esmâ ile veya bunla­ra isim kelimesinin eklenmesiyle yapılan teşbih, tâzim, hamd ve zikirlerde gön­lün amaçlayıp bağlandığı varlık Yüce Ya­ratanın kendisi olup kelimeler, O'na ulaştıran önemli vâsıtalardır. Bu bakımdan da isim müsemmânın aynıdır.

 

İlâhîyat alanında isim veya sıfat teri­mi "zât-ı İlâhîyyeye nisbet edilen mânâ­lar" diye tarif edilir. İbn Hazm yadırga­nacak bir tutum sergileyerek Allah'a izâfe edilecek bütün kavramların isim olduğunu, "mevsûfa yüklenmiş ârazlar­dan başka bir anlam taşımayan sıfat kelimesinin O'na nisbet edilemeyeceği­ni öne sürer (el-Fasl II, 120, 150-151, 173). Halbuki sıfat kelimesi Kur'ân-ı Kerîm'de geçmemekle birlikte hadislerde yer almış ve İslâm literatüründe Allah'a ya­raşır bir muhtevâ ile kullanılagelmiştir. Kelâm âlimleri, İbn Hazm'ın iddiasının aksine isim veya sıfat ayırımı yapmak­sızın zât-ı İlâhîyyeye nisbet edilen bütün kelimeler içinde sadece Allah lafzı için bir mânâ aranmadığını, diğerlerinin ise muhtevâlarıyla birlikte zâta izâfe edildi­ğini ve bu bakımdan önce sıfat, son­ra isim özelliği taşıdıklarını kabul eder­ler. Aksi takdirde bunlar kuru birer isim­den ibâret kalır. Nitekim Kur'an'da ge­çen "esmâ-i hüsnâ" ya lafza-i celâli nite­lemekte veya içinde bulunduğu âyetin mânâ ve hükmünü açıklayıp pekiştir­mektedir.

 

 

 

Esmâü’l-Hüsnânın Sayısı

 

Bu konuda ilk akla gelen şey, sayıyı doksan dokuz ola­rak belirleyen ve müslümanlar arasında meşhur olan hadistir. Ebû Dâvüd ile Nesâî dışında Kütüb-i Sitte'de Ahmed bin Hanbel'in el-Müsned’inde, Nesâî’nin es-Sünenü'l-Kübrâ'sında (Nu'ût, I, IV, 393), Hâkim'in Müstedrek'i ile (I, 16-17) diğer hadis mec­mualarında yer alan (Suyûtî, III, 613) ve hepsi de Ebü Hüreyre'ye ulaşan rivâyet­lerin muhtevâsı iki kısma ayrılır. Bütün rivâyetlerin kaydettiği birinci kısmın me­âli şöyledir: “Allah'ın doksan dokuz -yüz­den bir eksik- ismi vardır. Bunları ezber­leyip benimseyen (ihsâ) cennete girer.” Hadisin bu kısmını içeren bazı rivâyetle­rin sonunda; "O tektir, tek olanı sever" şeklinde bir ilâve de mevcuttur. Metin­deki "ahsâhâ" lafzı bazı rivâyetlerde "ha­fizahâ" ibaresiyle nakledilmiştir. Hadiste cennete girmeye vesile olarak gösterilen "ihsâ" kelimesinin buradaki anlamı üze­rinde Buhârî’den itibaren önemle durul­muş ve kelimenin "saymak, ezberlemek, anlamak" şeklindeki sözlük anla­mının ötesinde bir mânâ taşıdığı görüşü ağırlık kazanmıştır (konu ile ilgili çeşitli yorumlar için bk.  İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, XI/228-230). Öyle anlaşılıyor ki bu kelime "İslâm'ın ulûhiyyet inancını naslara başvurmak sû­retiyle tesbit edip anlamak, benimsemek ve bu inanca uygun bir ruhî yetkinlik kay­detmek" anlamını içermektedir.

 

 

 

 

Ebû Hüreyre hadisine yer veren on beş civarında ana hadis kaynağı içinde sade­ce Tirmizî ile İbn Mâce tarafından met­ne, doksan dokuz isim ihtivâ eden bir liste ikinci kısım olarak eklenmiştir. Tir­mizî hadis için kaydettiği dört ayrı se­nedin sadece birine (De'avât 82), İbn Mâce de iki senedin birine isim listesini ilâve etmiştir (Du'â 10). Buna karşı­lık Buhârî, Müslim, es-Sünenü'1-Kübrâ'sında Nesâi ve hadisi yedi ayrı senedle tekrarlayan Ahmed bin Hanbel (Müsned II/258, 267, 314, 427, 499, 503, 516) bu listeye yer vermemişlerdir. Tirmizî’nin Sünen'inde kaydedilen liste lafza-i ce­lâl ile başlayıp Sabûr ismiyle sona ermek­te ve daha sonra İslâm dünyasında meş­hur olmuş şekliyle doksan dokuz ismi içermektedir. Bunların İlk on dördü Haşr sûresinin son âyetlerinde (59/22-24) sı­ralandığı şekliyle alınmıştır. İbn Mâce’nin rivâyet ettiği listede ise bu düzen korunmadığı gibi farklı isimler de yer al­mış, ayrıca metnin sonundaki Ehad is­miyle sayı 100'e çıkarılmıştır.

 

Esmâ-i hüsnâ hadisi Ebû Hüreyre'den başka Selmân-i Fârisî, Abdullah İbn Abbas, Abdullah İbn Ömer ve Hz. Ali'den de farklı şekillerde rivâyet edilmiş, ancak bunların hepsi zayıf kabul edilmiştir. Müfessir İbn Atıyye, Ebû Hüreyre hadisin­de liste dışındaki kısmın mütevâtir olduğunu ileri sürmüşse de İbn Hacer bu­nun doğru olmadığını, bu bölümün olsa olsa meşhur derecesine çıkabileceğini belirtmiştir (el-Muharrerü'l-Vecîz, VII, 213, Fethu'l-Bârî XI, 218-219). Bununla birlikte Ebû Zeyd el-Belhî gibi bazı âlimler, bu kadar önemli bir sonuç doğuracak olan hadisin sayı verdiği halde güvenilir bir isimler listesi ihtivâ etmemesini gerekçe göstererek rivâyetin birinci kısmına bile güvenilemeyeceğini ileri sürmüşlerdir. Fahreddin er-Râzî ise bu belirsizliği, beş vakit namaz içinde “orta namaz”ın (salât-ı vustâ, bk. 2/Bakara, 238), Ramazan ayı içinde Kadir gecesinin gizlenişi gibi dok­san dokuz ismin bütün İlâhî isimler için­de gizli tutulmuş olmasıyla açıklamak istemiştir (Levâmi'u'l-Beyyinât, s. 77-78). Hadisin birinci kısmındaki doksan do­kuz sayısına, "Neden daha fazla veya da­ha az değil?"; yüzden bir eksik kaydına ise. "Bu değişik ifâdenin amacı nedir?" şeklinde itirazlar yöneltilmiştir. Yüzden bir eksik kaydının doksan dokuz sayısı­nı belirgin hale getirme amacını taşı­ması kuvvetle muhtemeldir. Arapça'da harflerde noktaların kullanılmadığı dö­nemlerde doksan dokuz ile yetmiş yedi­nin benzer şekilde yazılması sebebiyle sayının yetmiş yedi değil, dok­san dokuz olduğunu vurgulamak maksadıyla bu kaydın râviler tarafından ek­lenmiş olduğu da düşünülebilir. Öte yandan hadisteki doksan dokuz sayısının sınırlandırıcı değil, çokluktan kinâye ol­duğunu söyleyenler de vardır. Hatta Nevevî bu konuda ittifak bulunduğunu kay­deder. Çünkü Hz. Peygamber duâ ma­hiyetindeki bir hadisinde Allah'ın, Kita­bında beyan ettiği veya yaratıklarından herhangi birine öğrettiği isimlerinden başka gayb ilminde sakladığı isimlerinin de mevcut olduğunu ifâde etmiştir (Şerhu Şahîh-i Müslim XVII, 5, krş. Müsned I, 391, 452; Hâkim, I, 509). Ayrıca namazlar­dan sonra okunan doksan dokuz tesbihte olduğu gibi bu sayının da Hz. Peygamber'e vahiy yoluyla bildirilmiş bir özelliği bulunabilir. Bazılarına göre ise söz konusu hadisteki isim sayısı doksan dokuz değil 100'dür. Bu durumda İbn Mâce rivâyetinde yer alan “vitr” ismini, yahut listenin başındaki gâib zamirini veya "ellezî lâ ilâhe illâ hû" ibâresini sayıya al­mak gerekecektir, Abdülkâhir el-Bağdadî ile Fahreddin er-Râzî gibi bazı müellif­ler tek sayının önemi üzerine bazı açık­lamalar da yaparlar (el-Esmâ' ve's-Sıfât, vr. 49b-50a; Levâmiu’l-Beyyinât, s. 81-82). Birçok âlim, Ebû Hüreyre hadisinin ikinci kısmındaki doksan dokuz ismin asıl metinde bulunmayıp râvi tarafın­dan eklendiği görüşündedir. Listenin Buhârî ile Müslim'de yer almayışı da bu­nunla açıklanmıştır. Nitekim listeye yer veren iki muhaddisten Tirmizî’de bulu­nan yirmi beş isim İbn Mâce'de, onda bulunan 100 isimden yirmi altısı Tirmizî'de mevcut değildir. İki listenin topla­mı ise 125 isme çıkmaktadır.

 

Bununla birlikte Kur'an'da yer aldığı halde bu iki rivâyette görülmeyen isim­ler bulunduğu gibi, aynı kökten türeyen veya ayrı kökten olmakla birlikte aynı mânâya gelen isimler de listede mevcut­tur (Bağdadî, el-Esmâ' ve's-Sıfât, vr. 48ab; Beyhakî, el-Esmâ' ve’s-Sıfât, s. 32; İbn Kesîr, III, 257; İbn Hacer, XI, 219). Kaynakların belirttiğine göre II. (VIII.) yüzyıldan itiba­ren doğrudan doğruya Kur'ân-ı Kerîm'den esmâ-i hüsnâ listeleri çıkarma çalış­malarına başlanmıştır. Bu teşebbüslerde İbn Abbas ile İbn Ömer'den nakledilen şu hadisin de etkisi olmuştur: "Allah'ın dok­san dokuz ismi vardır ki onları sayan cen­nete girer, onlar Kur'an'da mevcuttur." (Süyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, Beyrut, 1409/1988, III/615). Bazı âlimler meşhur ha­diste bulunup da Kur'an'da yer almadı­ğını tesbit ettikleri isimleri oradan ta­mamlamaya çalışmışlar, bazıları da ken­dilerinin koyduğu ölçüler çerçevesinde yeni tesbitler yapmışlardır. İbn Hacer, Tirmizî’nin listesinde yer aldığı halde Kur'­an'da bulunmayan isim sayısını yirmi ye­di olarak belirlemiş ve bunların yerine Kur'ân-ı Kerîm'den aynı sayıda isim bu­larak yeni bir liste düzenlemiştir. Fakat bu yeni listede de lafız ve mânâ bakımın­dan mükerrerlerin bulunduğuna, bunların listeden çıkarılarak yerlerinin sahih ha­dislerle doldurulmasının gereğine de işa­ret etmiştir (Fethu'l-Bârî, XI/222, 224).

 

Ancak İbn Hacer'in bu tesbitinde bazı hatalara düştüğü görülmektedir. Ken­disi eserinde Tirmizî’nin rivâyetini, "Doğ­ruya en yakın olup esmâ-i hüsnâ şârih­lerinin ekseriya güvendiği rivâyet budur" kaydıyla naklederken “Hâlık” ismine yer verdiği halde (a.g.e., XI, 219) bu defa onu Kur'an'da bulunup da Tirmizî’de mevcut olmayan isimler listesine almıştır. Esa­sen elde bulunan el-Câmicu's-Sahîh (Sünen) nüshalarında ve bu esere da­yanarak meşhur olan esmâ-i hüsnâ listesinde hâlik ismi mevcuttur. İbn Hacer ayrıca Rahmân sûresinde iki defa geçen “Zül-Celâli ve'I-İkrâm” ismini (55/27, 78) Kur'an'da yer almayan isimler arasında zikretmiştir. Buna göre doksan dokuz isim içinde Kur'an'da isim olarak bulun­mayan esmâ-i hüsnânın sayısı yirmi al­tıdır. Ancak bunların yirmisi daha çok fiil sigasıyla olmak üzere çeşitli kelime şe­killeriyle Allah'a izâfe edilmiştir. Bu yol­la doksan dokuz isimden Kur'an'da yer almayanların sayısı altıya düşürülebilir (Hâfıd, Mâni', Dâr, Nâfi', Reşîd, Sabûr).

 

Daha ilk dönemlerden itibaren Kur'an'dan doksan dokuzluk liste çıkarma de­nemeleri yapılmıştır. Meselâ esmâ-i hüs­nânın etimolojisiyle ilgili müstakil bir eser kaleme alan Zeccâcî, Ebû Zeyd el-Ensârî'nin (ö. 215/830) Kur'an'dan çı­kardığı ve Süfyân b. Uyeyne'nin de tas­vip ettiği doksan dokuzluk bir listeyi sû­releriyle birlikte vermiştir (İştikaku esmâ'illâh, s. 19-21). Ca'fer es-Sâdık'ın da doksan dokuz ismin Kur'an'da mevcut olduğunu söylediği nakledilmiştir. An­cak Fâtiha'dan İhlâs sûresine kadar yirmi sekiz sûrede gösterilen isim sayısı 111'e çıkmaktadır (Süyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, III/615-616). Doksan dokuzluk listede bulunup da Kur'an'da yer almayan isimlerin sayısını yirmi beş olarak gösteren İbnü'l-Vezîr ise Kur'ân-ı Kerîm'de mevcut İlâhî isimlerin en sa­hih ve en makbul esmâ olduğunu, kim­seyi taklit etmeden bizzat kendisinin Al­lah'ın kitabında tesbit ettiği isimlerin 155'e ulaştığını ve fiillerden çıkarılabi­lecek isimlerle (bazıları bunların sayısını 1000'e kadar çıkarmaktadır) selbî-tenzîhî isimlerin bu sayıya dâhil olmadığını be­lirtir (İşârul-Hak, s. 158-162). Fakat İbnü'1-Vezîr'in kitabında yer alan isimlerin 167 olduğu görülmektedir. Bu tür tes­bitler sonunda verilen listelerin zaman zaman bizzat tesbitte bulunanın belirle­diği sayıya bile uymamasının sebebi eş anlamlı kelimelerin tekrarı, izâfet vb. bir bağlantı ile oluşan veya fiil sigasıyla ge­çen bir kavramdan türetilen isimlerin alınıp alınmaması hususundaki tereddüt­ler, dikkatsizlik ve bir de istinsah hata­sı olarak düşünülebilir.

 

Şiî literatüründe doksan dokuz isim hadisi Hz. Alî'den rivâyet edilerek liste verilmekte (Meclisî, Bihâru’l-Envâr, Beyrut, 1403/1983, IV/186-187), bazı kay­naklarında ise Ali ile Ebû Hüreyre rivâyeti birleştirilerek sayı 133'e çıkarılmak­tadır. Şiî âlimlerinin Kur'an'dan çıkardı­ğı esmâ sayısının 127 olduğu ifâde edil­mektedir. Bu âlimlerin önem verdiği Cevşen-i Kebîr'de ise her biri onar isim içe­ren 100 bölüm halinde 1000 isim mev­cuttur (bk. Cevşen; Şii literatüründeki esmâ-i hüsnâ çalışmaları için bk. Âgâ Buzürg-i Tahranî, ez-Zerîa ilâ Tasnîfi’ş-Şia, Beyrut 1403/1983, II/66-67; V/287; XIII/88-90).

 

En önemli konusunu ulûhiyyetin oluş­turduğu İlâhî dinler içinde İslâmiyet, Al­lah'ın isim ve sıfatlarına ayrı bir önem vermiş, tevhid inancının açık bir şekilde anlaşılabilmesi için Yaratanla yaratılmış­ların niteliklerinin vuzûha kavuşturulma­sını fevkalâde gerekli görmüştür. Zât-ı İlâhîyyenin bilinmesi isimleri ve sıfatla­rıyla mümkün olacağından Kur'ân-ı Ke­rîm'de Allah'ın güzel isimlerinin bulun­duğu, O'na bu isimlerle duâ, niyaz ve ibâdette bulunulması gerektiği, bu ko­nuda doğru yoldan ayrılanlara itibar edil­memesi lâzım geldiği (7/A'râf, 180), aynca esmâ-i hüsnânın hangisiyle olur­sa olsun duâ edilebileceği (17/İsrâ, 110) belirtilmiş ve son nâzil olan sûre­lerden birinde de on altı kadar isim bir arada zikredilmiştir (59/Haşr, 22-24). Esmâ-i hüsnânın tertibi konusunda ör­nek teşkil eden bu son âyetler Allah'a nisbet edilen bazı tenzihî ve sübûtî sıfat­ları içerdiği gibi isim, fiil ve terkip şek­lindeki esmâya da yer vermektedir. Bu âyetlerden ilham alan birçok âlim eski dönemlerden itibaren Kur'an'da bulunan isimleri doksan dokuz sayısına bağlı kal­madan araştırıp listeler düzenlemeyi de­nemişlerdir.

 

Allah'ın isim veya sıfatlan O'nun zâtı­na nisbet edilen mânâ ve kavramlardan ibârettir. Bu kavramlar şekil itibariyle isim, fiil veya zarf alabileceği gibi izâfet veya başka yollarla oluşmuş bir terkip halinde de bulunabilir. Kur'ân-ı Kerîm'in edebî üslûbu gereği aynı kökten gelen veya ayrı köklerden olmakla birlikte eş anlamlar taşıyan isimler de az değildir, İslâm'a mahsus ulûhiyyet inancında ilim, kudret ve yaratıcılık büyük bir yer tutar ve Kur'an âyetlerinin temel örgüsünü oluşturur. Bundan dolayı çeşitli kalıplar­la Allah'a nisbet edilen fiillerden birçok isim ve sıfat türetmek mümkündür. Ko­nuyla ilgili çalışmalarda Kur'ân-ı Kerîm'den değişik sayılarda esmâ-i hüsnâ tesbit edilmiştir. Abdülkadır el-Kureşî’nin Hattâbî’den naklen Ebû Abdullah ez-Zübeyri'ye nisbet ettiği listede Kur'an'dan çıkarılan esmânın 313 olduğu ifâde edil­mekte ve bunlar alfabetik sıraya konula­rak verilmektedir (el-Cevâhiru'l-Mudıyye, I/22-28). Ancak el-Cevâhirü'1-Mudıyye'nin yazma (Süleymaniye Ktp., nr. 840, 841) ve matbû nüshalarından yapılan tesbitte bu sayının 302-305 arasında değiştiği görülmüştür. Ayrıca bu isimlerden otuz beş kadarının Kur'an'da kök olarak Al­lah'a nisbet edilmediği, bir o kadarının da sadece fiil sigalarıyla O'na izâfe edil­diği, buna karşılık "râmî" (8/Enfâl, 17), "târik" (18/Kehf, 99). "mâhî" (13/Ra'd, 39) gibi kavramların Kur'an'da yer aldığı halde listeye alınmadığı tesbit edil­miştir. J. W. Redhouse tarafından kale­me alınan bir makalede (JRAS, XII, l-69) Kur'an'da yer aldığı bildirilen, aynca bazı Batılı araştırmacılarca düzenlendiği ifâde edilen listelerden çıkanlıp alfabe­tik olarak sıralanan isimlerin sayısı ise 552'ye ulaşmaktadır. Ancak, Kur'an'da fiil şeklinde geçen ve bu listeye alınan kavramların bir kısmı için "Kur'an'da geç­miyor" kaydı konulurken (meselâ bk. 60, 87, 549. isimler), birçok isim de bazı ekle­rin getirilmesiyle tekrar edilmiştir. Me­selâ Allah ismi on dokuz, ilâh on bir de­fa tekrarlanmıştır. Bu yolla meydana ge­len toplam tekrar sayısı 3O9'u bulmak­tadır. Daniel Gimaret’nin telif ettiği eser­de ise çoğu Kur'ân-ı Kerîm'de geçen 285 isim üzerinde durulmuştur (Les Noms Divins en İslâm, s. 431-436).

 

Kur'ân-ı Kerîm'in incelenmesi ve muh­telif hadis kaynaklarının taranması so­nunda İlâhî isim veya sıfat sayılan bir­çok kavramın ortaya çıktığı görülmekte­dir. Aynca bunlara naslarda geçmediği halde kelâm, tefsir ve tasavvuf literatü­ründe kullanılan, müslüman toplumların dil ve edebiyatlannda yer alan kelime ve terkipleri de eklemek gerekir. Nasta yer aldığı halde (bk. 6/En’âm, 19; 28/Kasas, 88) orada Allah'a nisbet edilip edilmediği tartışmalı olan isimlerden bi­ri şeydir. Cehm b. Safvân, kelimenin ye­terince kemal ifâde etmediğini ileri sü­rerek Allah'a nisbet edilmesini doğru bulmamışsa da, Mâtürîdî ve Kâdî Abdülcebbâr'dan itibaren âlimlerin çoğu "mevcut" mânâsına aldıkları şeyin zât-ı İlâhîye ye nisbetini câiz görmüşlerdir. Mevcûd kelimesi de aynı nitelikte görülmüştür. Kur'an'da yer alan evvel ve âhir isimle­ri, zât-ı İlâhîyyenin varlığı için başlangıç ve sona eriş düşünülemeyeceğini vur­gular. Bu nitelikleri ifâde etmek üzere İslâm düşünce tarihinde kadîm, ezelî, bâkî, dâim, vâcibül-vücııd li-zâtih (mevcûdiyeti için başkasına muhtaç olmayan) gibi kelime veya terkipler kullanılmıştır (diğer bazı kullanımlar için bk. Fahreddın er-Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb, I/119-130). Özel­likle kelâm literatüründe kullanılan sâ-ni' ismi "bilgi, mahâret ve incelikle ya­pan, yaratan" mânâsına gelip Kur'ân-ı Kerîm'de fiil ve masdar şeklinde Allah'a nisbet edilmiştir (20/Tâhâ, 41; 27/Neml, 88).

 

Ebû Hüreyre rivâyetindeki doksan dokuzluk listede bulunmayan bazı isimler çeşitli hadis kaynaklarında Allah'a nis­bet edilmiştir. Bunlar arasında vitr (bir, tek; Buhârî, De'avât 68), mukallibul-kulûb, Mûsârriful-kulûb (kalpleri halden hale çeviren; Buhârî, Kader 14, Tevhid 11), sübbûhun kuddûs (her zaman ve her dilde yüceltilen: Müslim, Salât, 223), cemîl (Müslim, İmân 147) en çok kullanı­lanlardır. Bir hadiste. "Dehre sövmeyi­niz, zira -sizin telakkinize göre- dehr Al­lah'tan başka bir varlık değildir" denilmişse de (Buhârî, Edeb 101, Tefsir 45/1, Tevhid 35; Müslim, Elfâz 2-4) burada İlâhî kudretle gerçekleşebilen olayları "mutlak zaman" anlamındaki dehre nisbet eden Câhiliye anlayışına (bk. 45/Câsiye, 24) karşı zımnî bir eleş­tiri bulunduğundan hadiste yer alan dehrin esmâ-i hüsnâdan sayılması mümkün değildir. Ancak esmâ-i hüsnâdan adl is­minin "âdil" anlamında kullanılması gibi bu hadisteki dehr kelimesinin de "dâhir" (olayları yöneten, çekip çeviren} mânâsında isim olduğunu, dolayısıyla es­mâ-i hüsnâdan sayılması gerektiğini ile­ri sürenler de vardır (Râgıb el-lsfahânî, el-Müfredât, "dhr" md.).

 

Âyet ve hadislerde Allah hakkında "ene" (ben), "nahnü" (biz], "ente' (sen), "hüve" (o) zamirleri de kullanılmıştır. Kur'an'da daha çok Hz. Mûsâ ile Meryem'den bah­seden Tâhâ ve Meryem sûreleri mütekellim zamirlerinin çok kullanıldığı ör­nek sûreler olarak zikredilebilir. İslâm'­da en faziletli ibâdet kabul edilen na­mazda daima tekrarlanan ve Allah ile kul arasındaki ilişkiyi dile getiren Sübhâneke, Fâtiha, Salli-bârik metinleriyle, se­lâmdan sonra okunan "Allahümme en-te's-selâm" tesbihinde muhâtap zamir­leri hâkim bir üslûp oluşturur. Öte yan­dan özellikle tasavvuf literatüründe "hü­ve" (hû) zamirine büyük bir önem atfedilmiştir. Kuşeyrî'nin, tasavvuf ehlince Allah'a yakınlığın en veciz ifâde­si olarak kabul edildiğini belirttiği (et-Tahbîr fi't-Tezkîr, s. 25), İbnü'I-Arabî'nin "zikirlerin doruk noktası" diye değerlen­dirdiği (el-Fütûhât, II, 146) hüve zamiri ma’bûdun niteliklerini değil, doğrudan doğruya zâtını, başka bir deyişle bütün vasıflarını ihtivâ eden lafza-i celâli simge­ler (Fahreddin er-Râzî, Levâmi'ul-Beyyinât, 109-113). Özellikle tasavvuf çevre­sinde hüvenin geniş ölçüde önem kazan­masında, lâfza-i celâl kadar olmasa da cehrî zikre elverişli olan söyleyiş kolaylı­ğı ve ses vurgusunun da etkisi buluna­bilir. Hüve, bir kısım esmâ-i hüsnânın yer aldığı Haşr sûresinin son âyetlerin­de (59/22-24) yedi defa müstakil olarak, iki defa da bitişik zamir şeklinde tekrar edilmiş, tevhid inancını veciz bir üslûpla dile getiren İhlâs süresinin başında ise sûrenin içerdiği tenzihî sıfatların mevsûfu olarak kullanılmıştır. Bazı sûrele­rin başında bulunan hecâ harflerinin (hurûf-i mukattaa) esmâ-i hüsnâdan birinin ilk harfini oluşturduğu ve onun yerini tuttuğu ileri sürülmüşse de bu telakki itibar görmemiştir (bk. Beyhakî, I/163-165).

 

 

 

Türk edebiyatındaki manzum esmâ-i hüsnâlar üzerinde bir çalışma yapan Ha­lil İbrahim Şener, doksan dokuz ismin dışında Türkçe'de kullanılan altmış altı ismin listesini vermiştir (Türk Edebiya­tında Manzum Esmâü'l-hüsnâlar, s. 45-47). Arapça, Farsça ve Türkçe kelime ve­ya terkiplerden oluşan bu isimlerin bir kısmının İlâhî fiillerden türetildiği, bir kısmının da övgü ifâde ettiği görülmek­tedir.

 

Esmâ-i hüsnâ ile ilgili eserlerde ele alınan konulardan biri de ismi a'zamdır. Allah'a izâfe edilen yüzlerce isim ara­sından birini "en büyük isim" diye tercih etme girişimleri erken dönemlerden itibaren başlamıştır. Ancak Taberî, Eş'arî ve Bâkıllânî başta olmak üzere birçok âlim, belirli bir isme "en büyük" özel­liğini nisbet etmek için naklî veya aklî bir delil bulunmadığını söylemiştir. Esa­sen mânâ ve şümûlünün genişliği sebe­biyle bu özelliği taşıyacak bir isim varsa o da lâfza-i celâldir. Hangi ismin neye göre ism-i a'zam kabul edileceği husû­su belirsizdir. Eğer bu seçimde kulun mânevî hayatını en çok etkileyen bir isim olma özelliği dikkate alınacaksa o tak­dirde tercih sebebi isimden çok kişinin şahsî durumu olacaktır. Eğer kul mâsivâdan sıyrılıp aklı, fikri ve gönlüyle sa­dece Allah'a yönelirse onun duâ ve zik­rinde yer alan her isim en büyük etkiye sahip olur. İsm-i a'zamın varlığını kabul eden, fakat insanlar tarafından bilinme­sinin imkânsız olduğunu savunan görüş de farklı bir sonuca varmamaktadır. Bir ism-i a'zamın varlığını ve insanlarca da bilindiğini ileri sürenler ise İbn Hacer'in sıraladığı on dört ayrı isim önermekte­dir (Fethu’l-Bârî, XXI/227-228). Bu belir­sizlik de konuyla ilgili kesin bir delilin bulunmadığını gösterir.

 

 

 

 

Müteahhir dönem selef âlimlerinden İbnü'l-Vezir'in de belirttiği gibi İşârü'l-Hak, s. 174, 186) esmâ-i hüsnâyı özelleş­tiren kriter, Allah'ı kusurlardan tenzih etmek ve yetkinlik kavramlarıyla nitele­mekten ibârettir. Bu temel ilke kelâm il­minde selbî (tenzihî) ve sübûtî sıfat grup­larıyla işlenmektedir. Selbî sıfatlar acz ve noksanlık ihtivâ eden mânâlar taşı­dıkları için ulûhiyyet makamıyla bağdaş­mayan nitelikleri reddeden kavramlar olup Allah'ın ne olmadığını ifâde eder. Bunların hedefi tevhid inancını oluştur­maktır. Sübûtî sıfatlar ise Allah'ın varlı­ğını, etkinliğini ve zâtının yetkinliklerini (kemal) dile getiren kavramlardır. Allah çeşitli âyetlerde her iki grup isim veya sıfatla da kendini nitelemiştir. Bazı ha­dis metinlerinde de aynı mâhiyette isimler yer almıştır.

 

Öte yandan Allah'ı naslarda bulunma­yan kavramlarla nitelemenin câiz olup olmadığı meselesi, Cehmiyye ve Mu'tezile gruplarının ortaya çıkışından itibâ­ren tartışma gündemine girmiştir. Âlim­ler özel isimlerin "mürtecel" olduğunu, yani kendileri bir mânâ taşısa bile bunu müsemmâlarına yüklemediklerini göz önünde bulundurarak Allah'a kendisin­den başkasının isim koyamayacağı husû­sunda ittifak etmişlerdir. Genellikle selef âlimleriyle muhaddisler muhâfazakâr bir yaklaşımla bütün esmâ-i İlâhîyyenin Al­lah'ın bildirmesine bağlı (tevkîfî) olduğu ve dolayısıyla naslarla sınırlı bulundu­ğu görüşünü savunmuşlardır. Eş'arî’nin naklettiğine göre Mutezile'nin Bağdat kolu da aynı görüştedir (Makâlât, s. 197, 525). İbn Fürek bizzat Eş’arî’nin de aynı kanaatte olduğunu kaydeder (Mücerredü'l-Makâlât, s. 42. 49-50). Esmâ-i İlâhîy­yenin tevkîfî olduğunu kabul eden İbn Hazm, tereddütsüz övgü ifâde etse bile naslarda yer almayan kavramların Al­lah'a nisbet edilmesine şiddetle karşı çıkmıştır. Ebû Hüreyre'den rivâyet edi­len esmâ-i hüsnâ hadisinin liste dışın­daki kısmını sahih gören İbn Hazm, nas­larda fiil sigalarıyla zâta izâfe edilen kavramlardan isim türetmeyi de uygun bulmaz. Çünkü bu takdirde sayı doksan dokuzu aşacaktır. İbn Hazm Allah'a nis­bet edilemeyecek birçok ismi de örnek olarak sıralar. Bunların içinde doksan dokuzluk listede yer alan yirmiye yakın isim de vardır (el-Fasl, II/341-346). An­cak İbn Hazm’ın kesin kabul ettiği dok­san dokuz sayısını kendi ölçüleri uyarın­ca nasıl tamamladığı bilinmemektedir. Bağdat ekolü dışındaki Mutezile âlim­leriyle birçok kelâm âlimi ise naslarda yer almamakla birlikte tenzih mâhiye­tinde olan kelime ve terkiplerle Allah'ın nitelendirilmesinde sakınca görmemiş­lerdir. Sübûtî sıfatlara gelince, ulûhiyyetin şânına yakışan ve herhangi bir şekil­de eksiklik anlamı içermeyen bütün kav­ramlar kemal mertebesinde olduğundan O’na nisbet edilebilir. Allah'ın biz­zat kendini tanıtması, bir insanın da baş­kalarını tarif etmesi nasıl doğru ise, akıl yoluyla O'nun tarif edilmesi de doğru olur. Aslında ulûhiyyetle bağdaşan bu tür adlandırma ve nitelendirmelerin, nas­larla sâbit olan zengin isim ve sıfatlar­dan bir veya birkaçının çerçevesine gi­receğine muhakkak nazarıyla bakılmak­tadır. Gazzâlî de bu nitelikteki isimlerin tevkîfî olmadığını kabul eder. Ancak Gazâlî, anlam kadrosu içinde yetkinlikle bir­likte eksiklik ve kusur işaretleri de bu­lunan, dolayısıyla Allah'a isim ve sıfat olarak verilmesi sakıncalı olan kavram­lara da dikkat çekmiştir. Meselâ mânâ­sının içinde menetme, engelleme unsu­ru bulunan "âkil", önceden bilinmeyen bir şeye sonradan vâkıf olma unsuru bulunan "ârif", önceden bilinmeyeni sürat­le idrâk etme unsuru bulunan "fatîn, ze­kî" kelimeleriyle Allah'ın adlandırılması doğru değildir. Kur'an'da fiil sigasıyla veya belli bir söz dizisi içinde Allah'a nisbet edilen "remy" (atmak) ve "zer’" (ekip biçmek) kavramlarından hareketle (8/Enfâl, 17; 56/Vâkıa, 63-64) "yâ râmî, yâ zâri’" demek de mümkün değildir; çünkü bunlar üslûp ve ifâde açısından küçümsemeyi andırır. Buna karşılık sabûr, halîm, rahîm gibi isimler beşer çer­çevesinde düşünüldüğü takdirde duy­gusal unsurlar taşıdığı halde nassın mü­sâadesiyle Allah'a nisbet edilmiştir (el-Maksadu’lEsnâ, s. 194-196). Ancak bun­lar İlâhî sıfat olarak düşünüldüğünde bütün olumsuz unsurlardan sıyrılıp şân-ı ulûhiyyete yakışacak bir muhtevâ kaza­nır. Şu halde dil, üslûp ve muhtevâ ba­kımından yetersizlik ve küçümseme ifâ­de etmeyen, ulûhiyyet makamıyla bağdaşabilen kavramlarla Allah'ı adlandırıp nitelemekte bir sakınca bulunmasa ge­rektir.

 

 

 

 

Müfessir Âlûsî, Allah'a isim nisbet edil­mesini vahye dayalı olma şartına bağla­yanların çoğunluğu teşkil ettiğini söylü­yorsa da (Rûhu’l-Meânî, IX/121-122) bu doğru değildir. Nitekim "tevkîf" ilkesini benimseyenlerin bile kendi eserlerinde bu ilkeye tam anlamıyla uymadıkları göz­lenmektedir. Gerek kelâm ve felsefe ki­taplarında gerekse tasavvufî eserlerde, hatta bunların etkisiyle kaleme alınan tefsir kitaplarında Allah'ın çeşitli kavram­larla adlandırıldığı görülmektedir. Arap olmayan müslüman uluslar da kendi dilleriyle Allah'a isim ve sıfatlar nisbet etmekte, bunlarla duâ ve niyazda bu­lunmaktadırlar. Türklerin İslâmiyet'i ka­bul etmelerinden sonra başta "tanrı" ve "çalap" olmak üzere eskiden kullandık­ları bazı isimleri kullanmaya devam et­tikleri, daha sonra Farsça'nın tesiriyle bunlara "hudâ" vb. isimleri de ilâve et­tikleri bilinmektedir. Nitekim XV. yüzyıl başlarında yapılan satır-arası Kur'an ter­cümesinde Allah lafzının Tanrı, Rab is­minin de çalap ile karşılandığı görülmek­tedir (Topaloğlu, TDV İslâm Ansiklopedisi, II/119, 556-557). Böyle­ce esmâ-i hüsnânın tevkifi olmadığı yö­nünde fiilî bir icmâın oluştuğunu söyle­mek mümkündür.

 

 

 

Esmâ-i Hüsnânın Tasnifi ve Muhtevâsı

 

Değişik şekil ve kalıplarla Allah'a nisbet edilen isimler yüzlerle ifâde edilecek ka­dar çoktur. Esmâ-i hüsnâ telif türünün ortaya çıkışından itibaren bu isimleri gruplandırma temâyülleri de belirmiş­tir. İlâhî isimler aynı zamanda Allah'ı ni­teleyen sıfatlar olduğundan bu kavram­ların tasnifiyle kelâm âlimleri de eski­den beri ilgilenmişlerdir. Ancak kelâm ilminin temel konusu Allah'ın varlığı, bir­liği, O'nun kâinat üzerindeki yaratıcı ve yönetici tasarrufu olduğundan İlâhî isim veya sıfatlardan bu konuları ilgilendi­renler kelâm literatürüne alınmış, diğer isimler ve onlara dâir konular üzerinde durulmamıştır. Doksan dokuz isim lis­tesini veren rivâyetin sıhhatini şüphe ile karşılayan müellifler bile bu listeyi es­mâ-i hüsnâ için düşünülebilecek diziler­den biri olarak kabul edip içerdiği isim­leri tasnif etmeye çalışmışlardır. Birçok müellif tarafından yapılan farklı esmâ-i hüsnâ tasnifleri içinde birbirine ben­zeyenler bulunmakla birlikte, bunların önemli bir kısmı ortak bir ilkeye bile dayanmış değildir. Çünkü isimlerin bir bölümü birden fazla özellik ve mânâ taşıdığı için ayrı ayrı gruplarda mütâlaa edildiği gibi, onları tasnif etmeyi amaçla­yan âlimler de farklı açılardan bakış yap­mışlar ve değişik yöntemler kullanmışlar­dır. Bütün müellifler lafza-i celâlin diğer­lerinden farklı bir isim olduğunu kabul etmektedir. Öteki isimlerin hepsi belli köklerden türediği ve belli mânâları zât-ı İlâhîyyeye izâfe ettiği halde, tercih edi­len telâkkiye göre Allah lafzı câmid (tü­retilmemiş) bir isim olup herhangi bir kök anlamı taşımaz. Diğer isimler gerçekte zâtı niteleyen sıfatlardan ibârettir; es­mâ-i hüsnânın nitelediği yüce zâtın özel İsmi olan lafza-İ celâl ise bütün sıfatla­rın muhtevâsına delâlet etmektedir. Ni­tekim Allah kelimesinin Kur'an'da 980 defa tekrarlanırken göze çarpan kulla­nılışı da onun bu konumunu göstermek­tedir. İslâm dininin ulûhiyyet anlayışını ifâde etmek üzere başka dillerde kullanı­lan Tanrı, Hudâ, Dieu gibi özel isimler de aynı mâhiyettedir. Bundan dolayı Allah ismi zât-ı İlâhîyyeye mahsus olup başka hiçbir varlığa nisbet edilemez. Bu açıdan bakıldığı takdirde esmâ-i hüsnânın isim (lafza-i celâl) ve sıfatlar diye ikiye ayrıl­ması mümkündür.

 

Esmâ-i hüsnânın tasnifinde takip edi­len yöntemler teknik, muhtevâ ve ilgi­lendikleri alanlar (etkinlik, taalluk] olmak üzere üç grup halinde incelenebilir:

 

a) Teknik tasnif türlerinden biri alfa­betik sıralamadır. Fazla kullanılmadığı anlaşılan bu yöntemi Abdülkâdir el-Kureşi, Ebü Süleyman el-Hattâbî'den nak­lettiği listede uygulamıştır (el-Cevâhiru'l-Mudıyye, s. 21-29). Ayrıca Abdülkâhir el-Bağdâdî de kendi eserinde doksan do­kuz ismi şerhederken alfabetik sırala­mayı takip etmiştir (el-Esmâ' ve's-Sfât, vr. 53b-240b).

 

 

 

Allah'a nisbet edilen kavramlar şekil bakımından isim, masdar, sıfat, zarf ola­bileceği gibi; fiil kalıplarından biri veya zamir de olabilir. Esmâ-i hüsnâ ile ilgili eserlerin çoğunda bu kelime şekilleri bi­rer tasnif modeli oluşturmaktadır. Özel­likle fiil sigalarıyla zât-ı İlâhîyyeye nisbet edilen kavramlar Kur'an'da çoktur. Bun­ların bir kısmı sadece fiil şeklinde, bir kısmı hem fiil hem de isim sigalanyla geçmektedir. Fiil şeklindeki kavramların bazıları Cenâb-ı Hakk'ın zâtını sürekli ni­teleyen   kavramlar olmayıp  insanların davranışlarına aynı türden karşılık ver­me amacı taşır. Meselâ münâfık ve kâ­firlerin Allah ile, Onun diniyle ve bu di­nin mensuplarıyla alay etmelerine, hile ve aldatma taktikleri kullanmalarına Al­lah'ın mukabelede bulunması "muhâdaa", "istihzâ" ve "mekr" kavramlarıy­la ifâde edilmiştir (meselâ bk. 2/Bakara, 9, 15; 8/Enfâl, 30). "Aldatmak, alay etmek, hile yapmak" mânâlarına gelen bu kelimeler Allah'ı sürekli şekilde niteleyen kavramlar olmayıp inkârcıların kö­tü fiillerini kendi aleyhlerine çevirmeyi, kötülüğe karşılık verip onu bertaraf et­meyi ifâde eder. Sözlükte "şiddetle tut­mak, yakalamak" anlamına gelen "batş" ve "ahz" fiilleri de Allah'a nisbet edildi­ği âyetlerde "kötü hareketlerinden do­layı fert veya toplumları helâk etmek, azapla cezâlandırmak" mânâsını taşır. Bu sebeple Kur'ân-ı Kerîm'de Allah'a nis­bet edilen birçok fiil veya türevleri var­dır ki, tek başına bir kavram olarak de­ğil; konunun gelişine göre bir terkip ve­ya kompozisyon içinde ulûhiyyet maka­mına yaraşır anlam ifâde eder. İnsanla­rın kulluk tarzındaki bazı fiillerinin mu­hâtabı olması dolayısıyla Allah'a nisbet edilen isimler de vardır. Meselâ insan­lar Allah'a ibâdet ettikleri için Allah "ma’bûd", O'nu zikrettikleri için "mezkûr", şükrettikleri için "meşkûr" isimleriyle anılır, İlâhî fiillerle ilgili bu farklılıklar da bazı müelliflerin tasnif işlemlerine mal­zeme sağlamıştır. Fiiller dışında, "sahip" anlamına gelen "zû" kelimesiyle oluşan bazı terkipler de ancak bu şekilde Allah'a nisbet edilebilir; "zü'l-fazl", "zü'r-rahme", "zü'l-arş" gibi (bk. M. F. Abdülbâkî, el-Mu'cem, "zû" md.). Esmâ-i hüsnâ ko­nusunda tatminkâr bir eser telif eden Abdülkâhir el-Bağdâdî, İlâhî isimleri sarf ve nahiv ilimlerini ilgilendiren özellikle­ri açısından bile tasnife tâbi tutmuştur (zengin tasnif çeşitleri için bk. Abdülkâhir el-Bağdâdi, Usûlü’d-Din, s. 116-130; a.mlf., el-Esmâ ve’s-Sıfât, vr. 7a-11 b).

 

b) Esmâ-i hüsnânın muhtevâsıyla il­gili olarak yapılan en önemli tasnif bun­ların zâta; sübûti, selbî ve haberî olan­larıyla birlikte sıfatlara ve bir de İlâhî fi­illere taksim edilmesidir. Zât-ı İlâhiyyeye delâlet eden kavramların başında Al­lah ismi gelir. Bundan başka mevcûd, şey, zât, vâhid, ferd gibi isimler de bu grupta mütâlaa edilmiştir. Zâtı nitele­yen sübûtî kavramlar kıdem ve süreklilik ifâde eden yetkinlik sıfatları olup bun­lardan kâinatı ilgilendirenler için kelâmcılar tarafından hay, alîm, semi', basîr, kadîr, mürîd, mütekellim şeklinde bir seçim yapılmıştır. Acz ve noksanlık ifâde eden selbî veya tenzihî isimler ulûhiyyete yaraşmayan mânâları O'ndan nefyeden ve bu açıdan Allah'ın ne olmadı­ğını ifâde eden kavramlardır. Bunların sayısı pek çoktur. Ebû Bekir İbnü'l-Arabî otuz üç tanesini sıralayarak açıklama­ya çalışmıştır (el-Emedu’l-Aksâ, vr 16a-58b). Muhtevâ bakımından tenzîhî isimler içinde yer alması gerektiği halde naslarda Allah'a nisbet edilen bazı kavram­lar da vardır. Bunları selbî sıfatların is­tisnâsı olarak düşünmek veya haberî sı­fatlar diye ayrı bir grup şeklinde mütâ­laa etmek mümkündür. Yed, vech, nüzûl (el, yüz, yukarıdan aşağıya inme) gibi beşerî mânâlar ihtivâ eden bu tür sıfatların yorumuyla ilgili olarak yazılan eserlerden biri de Fahreddin er-Râzi’nin Esâsü’t-Takdîs’idir. Naslarda çeşitli fiil kalıplarıyla zâtı İlâhîyyeye nisbet edilen esmâ ise pek çok olup bunları da kendi aralarında taksime tâbi tutanlar olmuştur. Esmâ ve sıfat konusunda ilk telif edilen eserlerin müelliflerinden biri olan Ebû Ab­dullah el-Halîmî Kur'an, sünnet ve icmâ ile sâbit olduğunu belirttiği esmâ-i hüsnâyı beş grupta inceler. 1. Ulûhiyyeti in­kârı bertaraf etmek amacıyla Allah'ın varlığını kanıtlayanlar, 2. Her türlü şirk anlayışını çürütmek amacıyla Allah'ın bir­liğini ispat edenler, 3. Teşbih inancını red­detmek amacıyla tenzih ifâde edenler, 4. İllet-ma’lûl ilkesini pekiştirmek ama­cıyla  kâinatın yaratılışını  konu alanlar, 5. Tabiatın kendi kendini yönettiği, ya­hut yıldızlar veya melekler tarafından idare edildiği inancını ortadan kaldır­mayı amaçlayan ve bu yönetimi Allah'a havâle edenler (el-Minhâc, I/183-185). Halîmî’nin bu tasnifi yukarıda kaydedilen tasnifin değişik bir şekli niteliğindedir. Esmâ-i İlâhîyyenin vâcip (zâta nisbetizarûrî), müstahil (zâta nisbeti imkânsız) ve câiz (nisbet edilmesi de edilmemesi de mümkün) şeklinde bir ayırıma tâbi tutulması, yukarıdaki tasnife nisbetle her­hangi bir farklılık göstermez.

 

Âlimler esmâ-i hüsnâyı, başka varlık­lara nısbeti câiz olan ve olmayan isim­ler olarak da tasnife tâbi tutmuş ve ulûhiyyete has mânâlar taşıyan isimlerin dışında kalanların insanlar için de kulla­nılabileceğini belirtmişlerdir. Abdülkâhir el-Bağdâdî, ulûhiyyete has isimlerin sa­yısının lafza-i celâl dışında dokuz oldu­ğunu söylemiştir; İlâh, Rahmân, Hâalik, Kuddûs, Rezzâk, Muhyî, Mümît, Mâlikü'l-mülk, Zül-Celâli ve'l-İkrâm. Bunların dı­şında kalan isimlerin sınırlı anlamlarla insanları nitelendirmesi câiz görülmüştür (Usûlü’d-Dîn, s. 128).

 

Doksan dokuz ismin sevgi ite korku, lütuf ile kahır açısından yapılan tasni­finde korku ve kahır mânâsı ihtivâ eden dört isim tesbit edilmiştir: Hâfıd, Müzill, Kâbız, Zâr. Bu kavramlar ilk bakışta ka­hır ifâde eder gibi görünüyorsa da as­lında her biri mukabil bir isimle birlikte terkip halinde kullanılmış ve beşer âlemine uygulanan bir dengenin varlığını dile getirmiştir: Hâfid-Râfi' (alçaltan-yücelten), Müzill-Muizz (zillete düşüren-izzet ve şeref veren), Kabız-Bâsıt (rızkı daraltan veya canlıların ruhunu alan – rızkı geişleten, yahut ruhları bedenlerine yayan), Zâr-Nâfi' (zarar veren, fayda veren).

 

c) Esmâ-i hüsnâ etkinliği (taalluk) ba­kımından da tasnife tâbi tutulmuştur. Bu açıdan isimler taalluku olan ve ol­mayan diye başlıca iki gruba ayrılır. Ta­alluku olmayanlar zât-ı İlâhîyyeyi nitele­yen ve sadece Ona münhasır bulunan isimlerdir. Doksan dokuz ismin yarısı bu gruba girer. Ayrıca şey, mevcûd, zât gi­bi kavramlar da bu grup içinde mütâlaa edilir. Diğer isimler ise Allah'ın bütünüy­le kâinat ve özellikle insan üzerindeki etkinliğini dile getiren kavramlardır (her iki grubun listesi için bkz. DİA., II/484-485).

 

Buraya kadar sıralanan esmâ-i hüsnâ tasnifleri, bu alana giren çeşitli eserler­de uygulanan tasniflerin belli başlıları olup konunun temel ilke ve yöntemleri­ni göstermektedir. Kadı Abdülcebbâr'm el-Muğnî’sinde (V/219-240), Muhyiddin İbnül-Arabî’nin İnşâü’d-Devâir’inde (s. 27-32) ve Afîfüddin et-Tilimsânî’nin Şerhu’l-Esmâi’l-Hüsnâ’sında (vr. 4b-5b) daha başka tasnifler de görmek müm­kündür.

 

Esmâ-i hüsnânın yüzlerle ifâde edile­cek kadar çok oluşu İslâm ilâhîyyatı ala­nında zengm bir malzeme oluşturmuş, ulûhiyyet inancının açıklık kazanması­na, kulun duâ, niyaz ve zikirlerle Allah'a yaklaşmasına yardımcı olmuştur. Ancak bu durum zaman zaman bazı teknik problemleri de gündeme getirmektedir. Birçok âyetin son kelimesini esmâ-i hüsnâdan birinin oluşturduğu bilinmekte­dir. Bunun yanında birçok âyette bu isim­lerden iki veya üçü ardarda sıralanmak­tadır. Bazı müsteşrikler bu sıralanışın muhtevâ açısından bir önem taşımadığını zannetmiş ve bu tür tekrarların âhen­gi sağlamaya yönelik secî görevi yaptı­ğını ileri sürmüşlerdir. Vahiy ürünü olan Kur'ân-ı Kerîm'in erişilmez üstünlüğü (i'câz) bir yana, nâzil olduğu dönemde Arap edebiyatının kaydettiği gelişmele­rin hiçbir zaman böyle bir sun’îliğe ihti­yaç hissettirmeyeceği açıktır. Suat Yıl­dırım, bu sıralı isimlerin tek tek içerme­dikleri bazı anlamları bu terkiplerle ka­zandıklarını ispat etmiş ve bu sıralanışlarıyla ait oldukları âyetlerin mânâları­na olan katkılarını açıklamıştır (Kuran'-da Ulûhiyyet, Kayıhan Y., s. 67-78).

 

Naslarda yer alan İlâhî isimler içinde anlamları aynı veya birbirine çok yakın olanlar (müterâdif) var mıdır? Gazzâlî, konunun kendisinden öncekiler tarafın­dan dikkate alınmadığını kaydettikten sonra, doksan dokuz isim içinde bazı ke­limelerin eş anlamlı görünmesine rağ­men gerçekte böyle olmadığını söyler. Meselâ aynı kökten geldikleri için eş an­lamlı gibi görünen gâfir, ğafûr, ğaffâr isimleri Kur'an'da geçmekte, son ikisi doksan dokuz isim hadisinin listesinde de yer almaktadır. Ancak, gâfir bağışlayıcılık vasfının sadece mevcûdiyetini gös­terirken mübalağa sığaları olan iki isim­den ğafûr "birden fazla günahı bağışla­yan", ğaffâr ise "sürekli bağışlayıcı olan' mânâsına gelir. Gazzâlî'ye göre doksan dokuz isim listesinde anlam farklılıkla­rı anlaşılamayan, dolayısıyla müterâdif zannedilen kelimeler varsa, bunların as­lında müterâdif olmadığına inanmak gerekir. Zira bir nevi gereksiz tekrar de­mek olan eş anlamlılığın nasta yer alma ihtimali yoktur (el-Maksadu’l-Esnâ, s. 36-38).

 

Doksan dokuz isim ihtivâ eden liste üzerinde yapılan bir tesbitte on dört isim grubunun eş anlamlılık sınırına girdiği, bunların toplam sayısının otuz dörde ulaştığı ve on tanesinin de ortak kökten türediği (rahmân-rahîm, ğaffâr-ğafûr, âlî-müteâlî, mâcid-mecîd, kaadir-muktedir) gö­rülmüştür.

 

Esmâ-i hüsnânın Kur'ân-ı Kerim'de kullanıldığı her yerde gereksiz tekrar niteliği taşımadığı muhakkaktır. Ancak Gazzâli’nin önem verdiği doksan dokuzluk listede göze çarpan eş anlamlı veya çok yakın anlamlı isimlerin varlığını in­kâr etmek de mümkün değildir. Esa­sen muhaddislerin ve konuyla ilgilenen âlimlerin çoğunluğuna göre doksan dokuzluk liste Ebû Hüreyre hadisine râviler tarafından sonradan eklenmiştir. Bu sebeple de onu nas olarak kabul etmek mecbûriyeti yoktur. Şunu da ilâve etmek gerekir ki, söz konusu listede mevcut isimlerin sıralanışı, tekrarları ve diğer hususlarına yönelik itirazlar Gazzâlî'den önce başlamıştır. Sonuç olarak Kur'ân-ı Kerîm'de ve sahih hadislerde yer alan esmâ-i hüsnâ kullanımında gereksiz tekrarın bulunmadığını söylemek gerekir.

 

Esmâ-i hüsnânın muhtevâsı hakkın­da bir fikir edinebilmek için doksan dokuzluk listeyi model olarak göz önünde bulundurmak veya isimleri muhtevâya yönelik bir yöntemle tasnife tâbi tutup incelemek gerekir. İlâhî isimlerle ilgili görüşleri kendisinden sonraki birçok âli­mi etkileyen Halimî’nin Allah'ın varlığını, birliğini, yaratıcılığını, benzersiz oluşunu ve kâinatı yönettiğini ifâde eden isimler olmak üzere yaptığı beşli tasnifi (el-Minhâc, I/187-209) ikiye indirgemek müm­kündür: Allah'ın zâtını niteleyenler ve kâinatla ilgisini belirtenler. Ancak, insanın kâinat içindeki önemi göz önünde tu­tularak birinci derecede ona hitap eden isimleri ayrı bir grup halinde mütâlaa etmek yerinde olacaktır. Doksan dokuz ismin doksan dördünün çeşitli kelime şekilleriyle Kurân-ı Kerîm'de yer aldığı­nı, bunların bütün esmânın ana ilkeleri­ni içerdiğini ve asırlardan beri kabul gö­rüp şöhret bulan bir tertip niteliği taşıdı­ğını dikkate alarak muhtevâyı bu listeden takip etmek uygun görünmektedir (es-mâ-i hüsnânın zâti, kevnî ve insanla ilgili gruplarına ayrılmış muhtevâsı bir kompozis­yon halinde "Allah" maddesinde zikredil­miştir, bk. DİA., II/484-485).

 

Kur'ân-ı Kerim’de bizzat bu İlâhî vah­yin şifâ olduğu ifâde edilir (bk. 10/Yûnus, 57; 17/İsrâ, 82; 41/Fussılet, 44). Bu tür âyetlerin genel muhtevâsına bakıldığın­da buradaki şifânın inkâr ve sapıklık gi­bi mânevî hastalıklar için söz konusu ol­duğu anlaşılır. Bununla birlikte ilk dö­nemlerden itibaren Kur'an'ın bedenî has­talıklara da şifa olabileceğine inanılmış­tır. Büyük çoğunluğu Kur'an'da yer alan esmâ-i hüsnâdan bu maksatla da fay­dalanılabileceği kabul edilmiş ve bazı isimlerin özel tesirleri olabileceği umulmuştur. İslâm öncesi din ve inançlarının da etkisiyle oluşan cin der­me, muska yazma, tütsüleme ve büyü uygulamalarında esmâ-i hüsnânın da kullanıldığı bilinmektedir. Zaman zaman sûistimallere ve hurâfelere kadar varan bu tür uygulamalarla naslarda ve ilmî li­teratürde yer alan esmâ-i İlâhiyye arasın­da bağlantı kurmak mümkün değildir.

 

Esmâ-i hüsnâdan "Allah" lafzı ile sa­dece zât-ı İlâhîyyeye delâlet eden diğer kelimelerin Allah'tan başkasına ad olma­sı câiz görülmemiştir. Bu şart­lar çerçevesinde daha çok "abd" kelime­siyle oluşturulan birçok terkip müslüman çocukların özel adlarını teşkil et­miştir. İlâhî isimlerden de Rahmân, Ra­him, Latîf gibi sevgi ve rahmet bildiren­ler tercih edilmiştir. Abdürrezzâk b. Ah­med el-Kâşânî, esmâ-i İlâhîyyenin tecel­lilerine mazhar olanları abâdile" (Abdullah isimliler) kelimesiyle niteledikten sonra dok­san dokuz ismin her birinden abd kelimesiyle bir terkip meydana getirmiş ve bunları Allah yolundaki makamların sa­hibi olarak kabul etmiştir (Istılâhâtu’s-Sûfiyye, s. 91-123). (2)

 

 

 

 

 

Kur'an, ma’rifetullah (Allah'ı tanıma) bilgisini Allah'ın isim ve sıfatları yoluyla vermektedir. Kur'an'da yüz civarında isim ve sıfat bulunmaktadır. Bu isim ve sıfatların birçoğu müşrik ve münkirlerin Allah (c.c.) hakkındaki düşüncelerini reddetmek için zikredilmiştir. Birçoğunda da Allah, kendi kendisini tanıtmaktadır. "Nasıl bir Allah?" sorusu, Kur'an'da zikredilen  "esmâü'l Hüsnâ ve sıfatların bildirdiği ve tanıttığı Allah"  şeklinde cevaplandırılabilir.

 

Tirmizi’nin Ebû  Hureyre’den rivâyetine göre o şöyle demiştir: ‘Allah’ın Rasulü (s.a..v.) dedi ki: “Allah’ın doksan dokuz ismi vardır. Kim onları bellerse Cennete girer.” (Hadisin devamında, yukarıda sayıp Türkçe anlamlarını verdiğimiz 99 ismi sayar. Sünenü’t-Tirmizi, Daavat 83, Hadis no: 3507)

 

Buhari, Müslim ve başkaları, hadisin sadece baş tarafını rivâyet eder, isimleri ayrı ayrı sıralamazlar. (Bkz. Buhari, Şurut 18; Müslim, Zikr 5, hadis no: 5, 6)

 

Alimlerin ittifakıyla isimler 99’a münhasır değildir. Kur’an-ı Kerim’de isim sigası halinde bulunduğu halde, Tirmizi’nin yukarıda saydığımız meşhur listesinde görülmeyen vasıflar 27 adettir:

 

Yukarıdaki listenin dışında, Kur’an’daki Diğer İsimler:

 

er-Rabb,  el-İlâh,  el-Muhıyt,  el-Kadîr,  el-Kâfî,  eş-Şâkir,  el-Hakîm,  el-Kaahir,  el-Mevlâ,  en-Nasıyr,  el-Hâlık,  el-Melik,  el-Kefîl,  el-Hallâk,  el-Ekrem,  el-A’lâ,  el-Mübîn,  el-Hafî,  el-Karîb,  el-Ehad,  Ğâfiru’z-Zenb,  Şedîdu’l-ıkaab,  Fâtıru’s-semâvâti ve’l-ard,  Rafîu’d-derecât,  Ğâlib alâ emrih,  Kaaim alâ külli nefs,  Hayrun Hâfızan

 

 

“Esmâü’l-Hüsnâ (En güzel isimler) Allah’ındır. O’nu o isimlerle çağırın (adlandırın). O’nun isimleri konusunda ilhâd’a (eğriliğe) sapanları bırakın. Onlar yaptıklarının cezâsını göreceklerdir.” (A’raf, 180) Esmâü’l-Hüsnâ ile ilgili bu âyette geçen “eğriliğe sapanlar” diye tercüme olunan “yulhıdûn”, genel olarak Allah'a isim ve vasıf vermekte kayıtsız, lâubali kimseleri ifâde eder. İlhâd: Allah’ı, Kendisini isimlendirmediği, hakkında ne Kur’an ne de sünnette nass gelmemiş olan bir isimle adlandırmaktır. 

 

İsm-i A’zam

 

Allah'ın en büyük ismi. Bir kısım bilginler, özellikle mutasavvıflar tarafından ism-i a’zamın varlığı kabul edilir. Bu bilginlerin ve mutasavvıfların inancına göre İsm-i Azâm, halk tarafından bilinemez, yalnız peygamberler ve velîlerce bilinebilir. Bu kimselere göre ism-i a'zâm ile yapılan tüm duâlar kabul edilir, tüm istekler yerine getirilir. Bu ismi bilenler, olağanüstü işler yapabilirler. Meselâ Kur'an'da Hz. Süleyman kıssasında geçen ve "yanında Kitap'tan bir ilim bulunan kimse" olarak nitelenen kişi, Belkıs'ın tahtını ism-i a'zam sayesinde göz açıp kapayıncaya kadar geçen bir süre içinde getirmiştir (27/Neml, 40). Gerçekte Allah'ın hangi isminin ism-i a'zâm olduğu, böyle bir ismin bulunup bulunmadığı tartışma konusudur.

 

İbn Kesir'in Şehr b. Havşeb Esmâ binti Yezid b. el-Seken'den aktardığı bir hadise göre, Allah'ın İsm-i a'zam'ı, "İlâınız bir tek ilâhtır. O'ndan başka ilâh yoktur, O Rahmân'dır, Rahim'dir" (2/Bakara, 163) ve "Elif, lâm, mîm. Allah ki, O'ndan başka ilâh yoktur, dâima diridir ve (yarattıklarını) koruyup yöneticidir." (3/Âl-i İmrân, 1-2) anlamındaki âyetlerde bulunmaktadır (Nakleden Saîd Havva, el-Esas fi't-Tefsir, I, 288). Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır'ın Tirmizî, Ebû Dâvud ve Nesâî'den aldığı bir hadise göre namaz kılan birisinin "Allahümme innî es'elüke bienne leke'l-hamdü lâ ilâhe illâ ente'l Mennân Bediü's-semâvat ve'l-ard Zü'l-celâli ve'l-ikrâm yâ Hayy yâ Kayyûm" diye duâ ettiğini duyan Rasûlullah, "Biliyor musunuz ne ile duâ etti?" diye sormuş, ashabın "Allah ve Rasûlü bilir" demeleri üzerine, "Nefsim kudret elinde bulunan Zat-ı Ecell'e yemin ederim ki, Allah'a en büyük ismi (ism-i a'zâm) ile duâ etti. O ism-i a'zâm ki, onunla duâ edildiği/çağırıldığı vakit icâbet buyurur ve onunla istenildiği vakit verir" (Hamdi Yazır, Hak Dini, Kur'an Dili, VI, 4678) buyurmuştur.

 

Muhammed Hamdi Yazır, yukarıda anılan 2/Bakara Sûresi'nin 163. âyetini yorumlarken "Hüve" kelimesinin bir zamir olmasına karşılık Allah'ın zâtına delâlet eden en büyük ismi gibi olduğunu belirttikten sonra, sözü ism-i a'zam'ın hangi isim olduğu konusuna getirerek şöyle der: "Tevhid denizine dalmış olan ehlullah'a göre bu ismin (Hüve'nin) ehemmiyeti pek büyüktür. Buna ism-i a'zam diyenler de vardır. Maahâzâ, İsm-i A'zam "Allah" ism-i şerifidir diyenler çoğunluk âlimlerdir. "Hüve" ise makamı-ı tevhidde a'zamdır" (Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, I/562).

 

Fahreddin er-Râzî ise bu konudaki tartışmalara tefsîrinde daha büyük bir yer verir. Ona göre birtakım eski filozoflar, "İsim koymaktan maksat, o ismi söyleyerek müsemmâyı (isimlendirilen varlığı) belirtmektir. Şâyet Allah'ın zâtı gereği bir ismi olmuş olsaydı, bu ismi koymaktan maksat, bu müsemmâyı (varlığı) tanıtmak için o ismi başkasıyla zikretmek olurdu. İnsanlardan hiç birinin Allah'ın husûsî zâtını kesin olarak bilmediği ortada olunca, bu gerçeğe isim koymanın bir faydası yoktur. Bu İlâhî hakikatin bir ismi yoktur. Aksine, onun için bilginin bize bildirdiği zorunlu şeyler vardır. Bu zorunlu şeyler (levâzım) şunlardır: "Allah, yok olmayan ezelî varlıktır, yokluğu kabul etmeyen vâcibu'l-vücuttur" diyerek İsm-i A'zam'ın varlığını reddetmişlerdir. Buna karşılık bir kısım bilgin ve filozoflar da, "Cenâb-ı Allah'ın kendisine yakın (mukarreb) kullarından bazısını bu husûsî hakikati (yani zâtını) bilebilecek bir kabiliyette yaratarak şereflendirmesi, İlâhî kudrete göre imkânsız değildir. Durum böyle olunca, Allah'a mahsus bu hakikate (yani zâtına) bir isim koymak da imkânsız değildir" diyerek İsm-i A'zâm'ın varlığını kabul etmişlerdir.

 

Râzî'ye göre Allah'ın zâtına bir isim koymanın mümkün olması durumunda bu ismin, isimlerin en büyüğü ve bu zikrin de zikirlerin en şereflisi olduğuna kesin olarak hükmetmek farz olur. Çünkü ilmin şerefi, mâlûmun; zikrin şerefi de mezkûrun şerefi iledir. Allah'ın zâtı mâlûmât ve mezkûrâtın en şereflisi olunca, O'nu bilmek, bilmelerin (ilimlerin) en şereflisi, O'nu anmak anmaların (zikirlerin) ve o isim de isimlerin en şereflisi olur.

 

Fahruddin er-Râzî, İsm-i A'zâm'ın hangi isim olduğu konusundaki başlıca görüşleri dört maddede toparlayarak değerlendirir. Buna göre 1. İsm-i a'zam, Zül-Celâl ve'l-İkram'dır. Çünkü Hz. Peygamber, "Ya Ze'l Celâl ve'l-İkrâm demeye devam edin" demiştir. Bu görüş zayıftır. 2. İsm-i A'zâm, "el-Hayyu'l-Kayyum" sözüdür. Çünkü Hz. Peygamber Ubeyy b. Kâ'ab'a; "Allah'ın kitabında en büyük âyet hangisidir?" diye sorduğunda Ubeyy; "Allah, kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur, Diridir, zâtıyla ve kemâliyle kaaimdir..." (2/Bakara, 2/255) âyetini okudu. Bunun üzerine Hz. Peygamber, "İlim sana helâl olsun ey Eba'l-Münzir!" buyurmuştur. Bu görüş de zayıftır. 3. Allah'ın bütün isimleri yüce ve takdire lâyıktır. Bunlardan herhangi birini daha büyük olmakla nitelemek uygun değildir. Çünkü bu, diğerlerinin noksanlıkla nitelenmesini gerektirir. Bu görüş de zayıftır. 4. İsm-i A'zam, Allah ism-i şerifidir. Doğruluk ihtimali en kuvvetli olan bu görüştür. Çünkü Allah ismi, Cenâb-ı Hakkın zâtına delâlet etmektedir (Fahruddin er-Râzî, et-Tefsîru'l-Kebir, l/158-159). (3)  

 

 

İsm-i A’zam: Allah'ın en büyük ismi anlamında bir tâbirdir. Kur'ân-ı Kerîm'de ism kelimesi yirmi âyette Allah'a nisbet edilmekle birlikte, a’zam sıfatıyla bir niteleme yer almamaktadır. Bir âyette Rabbin isminin yü­ce olup hayırlara vesile teşkil ettiği ifâde edilmiş (55/Rahmân, 78), iki âyette "ism-rabbik" terkibine "azîm" sıfatı (50/Vâkıa, 96; 69/Hakka, 52), bir âyette de aynı terkibe "a'lâ" nitelemesi eklenmiştir (87/A’lâ, 1). Ancak bu âyetlerin üçü de Rab­bin isminin tenzih edilmesini emretmek­tedir. Müfessirler genelde bu tenzihin Al­lah'ın zâtına râci olduğunu kabul etmekte ve isim kelimesinin bir vâsıta görevi üst­lendiğini veya sıfat mânâsına geldiğini be­lirtmektedir (Taberî, XXX/189-190; Zemahşerî, IV/738; Fahreddin er-Râzî, Mefâ-ühu'l-Ğyb, 21/136-138).

 

İsm-i a'zam hakkında nakledilen ha­dislerden Esmâ bint Yezîd, Ebû Ümâme, Büreyde b. Husayb, Enes b. Mâlik ve Hz. Âişe yoluyla gelen rivâyetler İbn Mâce'nin es-Sünen'inde mevcuttur ("Du'â", 9). Bunların dışında kalan ve dolaylı olarak ism-i a'zamı ilgilendiren rivâyet ise Übeyy bin Kâ'b yoluyla gelmiştir (Ahmed bin Hanbel, Müsned V/142; Müslim, "Salâtü'l-Müsâfirîn" 258; Ebû Dâvûd, "Vitr" 17). Adı geçen ilk iki sahâbî ile Übeyy b. Kâ'b'dan gelen rivâyetlere göre Hz. Peygamber ism-i a'zamın Baka­ra, Âl-i İmrân ve bir rivâyette Tâhâ sûre­sinde yer alan "Allâhu lâ ilâhe illâ hüve'l hayyü'l-kayyûm" cümlesinden ibâret olduğunu söylemiş­tir. Büreyde ve Enes b. Mâlik yoluyla ge­len rivâyetlerin metinleri farklı kelimeler­le de olsa önceki metin gibi tevhid ilkesini içermekte ve Rasûl-i Ekrem'in şu ifâde­siyle sona ermektedir: "Bu duâyı yapan Allah'ın ism-i a'zamı ile dilekte bulunmuş olur. Allah, ism-i a'zamı anılarak kendisin­den talepte bulunulduğunda talebi yeri­ne getirir, ism-i a'zamla duâ edildiğinde duâyı kabul eder" (Ahmed bin Hanbel, Müsned, III/120, 158, 245, 265; V/350, 360; İbn Mâce, "Duâ" 9). Muhaddis İbn Hacer'in, ism-i a'zam hakkında nakledilen rivâyetlerin sened açısından tercih edilmeye en uygun olanı diye nitelediği Büreyde hadisi (Fethu'l-Bârî, XII/527) birkaç kelime farkı ile İhlâs sûresine benzemektedir: "Allahım! Se­nin Allah, ahad ve samed oluşunu, doğur­mak, doğmak, dengi ve benzeri bulun­mak gibi beşerî özelliklerden münezzeh bulunuşunla (bunu vesile edinerek) Senden talep­te bulunuyorum."

 

Hz. Âişe'den gelen iki rivâyetin birinde Resûlullah'ın yaptığı bir duâda Allah'ın asîl (tâhir, tayyib), mübârek ve zâtınca en sevimli ismiyle tevessül ettiği, ayrıca bu isim aracılığıyla duâ edildiği, dilekte bu­lunulduğu, rahmet ve lütufkârlığı talep edildiğinde Cenâb-ı Hakk'ın kabul ile mu­kabelede bulunacağının bildirildiği ifâde edilmiş (İbn Mâce, "Duâ" 9), fakat isim hakkında bir açıklama yapılmamıştır. Esmâ-i hüsnâ içindeki üstün konumu göz önünde bulundurulduğu takdirde bunun Allah ismi olabileceğini söylemek müm­kündür. İsnâdında bazı problemlerin olduğu ifâde edilen aynı rivâyetin devamın­da kaydedildiği üzere Hz. Âişe, duâların kabûlüne vesile olan ismi öğretmesini Ra­sûl-i Ekrem'den istemiş, fakat olumlu ce­vap alamamıştır. Bunun üzerine Âişe iki rek'at namaz kılıp içinde Allah, Rahmân, Ber ve Rahîm isimleriyle "Senin bütün gü­zel isimlerin" ifâdesinin geçtiği bir duâ okumuş, duâyı dinleyen Rasûlullah, "Ben­den öğrenmek istediğin isim duânda yer alan isimler arasında bulunmaktadır" de­miştir.

 

Âlimlerin ism-i a'zamla ilgili görüşleri­ni üç noktada toplamak mümkündür. 1. Başta Ca'fer es-Sâdık, Cüneyd-i Bağdadî, İbn Cerîr et-Taberî, Ebü'l-Hasan el-Eş'arî, İbn Hibbân ve Bâkıllânî olmak üzere bazı âlimler ism-i a'zam diye bir şeyin bu­lunmadığını söylemişlerdir (Fahreddin er-Râzî, Levâmi'u'l-Beyyinât, s. 92-94; İbn Hacer, XII/526). Buna göre rivâyetlerde yer alan a'zam kelimesi "büyük, yüce" an­lamındaki azîm yerine kullanılmış olup buradaki yücelik harflerden oluşan isme değil, onun delâlet ettiği zâta aittir. Kul samimiyetle duâ ettiği takdirde dileği ka­bul edilir. 2. İsm-i a'zam aslında var ol­makla birlikte Kadir gecesi, duâ ve ibâdetlerin makbul olduğu cuma gününde gizlenmiş özel vakit gibi sadece Allah ta­rafından bilinmektedir. Ayrıca bu ismin esmâ-i hüsnâ içinde bulunduğunu söyle­mek veya kulun duygulandığı her İlâhî ismin ism-i a'zam olabileceğini kabul et­mek de mümkündür (Süyûtî, II/135-136). 3. İsm-i a'zam mevcut olup insanlar ta­rafından bilinmektedir. Bu telakkiye gö­re sözü edilen isme "en büyük" denilme­sinin sebepleri sadece kâinatı yaratan ve yöneten en yüce varlığa nisbet edilmesi, içeriğinin zengin ve sevâbının çok olması ve duâların kabulüne vesile teşkil etmesi gibi hususlardır.

 

 

 

 

İbn Hacer ve Süyûtî, ism-i a'zamın ne­den ibâret olabileceği konusunda ileri sü­rülen görüşleri benzer bir şekilde sırala­mışlardır (Fethu'l-Bârî,XII/526-527; el-Hâvî li'l-Fetâvâ, II/136-139). Bu tür listeler­de kaydedilen metinlerin bir kısmı yuka­rıda sözü edilen hadislere dayanmakta, bir kısmı da şahsî tahminlerle belirlen­mektedir. Süyûtî'nin listesinde on altıya kadar çıkan bu metinlerin başında Allah ismi (veya O'na râci "hüve (hû)" zamiri) gelmektedir. En uzunu bir satır tutan metinlerde işlenen ortak tema Allah'ın birliği, engin merhameti ve kâinatı yara­tıp yönetmesidir. İsm-i a'zam metinleri arasında yukarıda zikredilenlerden baş­ka besmele, kelime-i tevhîd, esmâ-i hüsnânın tamamı, Allahümme, Rabbi Rabbi, Mâlikü'l-mülk, Zü'I-celâli ve'l-ikrâm ve Hz. Yûnus'un duâsı olan "Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü mine'z-zâlimîn"  ibâ­releri kaydedilebilir.

 

Şiî âlimlerinin ism-i a'zam hakkındaki genel kanaatleri de farklı bir durum arzetmemektedir. Onlardan nakledilen rivâyetlerin birinde (Muhammed el-Garavî, s. 63) ism-i a'zamın imamlardan ibâret olduğu, amellerin makbul sayılabilmesi için Şiî imamlarının tanınıp benimsen­mesinin gerektiği yolundaki telakkiye iti­bar etmek mümkün değildir.

 

İsm-i a'zam hakkında nakledilen rivâyetlerle ileri sürülen fikirlerin incelenme­sinden anlaşılacağı üzere böyle bir ismin mevcudiyeti kesin olarak sâbit değildir. Sahîh-i Müslim'de yer alan ("Salâtü'l-Müsâfirîn" 258) ve aslında ism-i a'zam adını içermeyen Übeyy b. Kâ'b rivâyetinin dışında konuyla ilgili olarak Sahîhayn’de herhangi bir nakle rastlanmamıştır. Di­ğer bazı hadis kaynaklarında yer alan rivâyetler isnad açısından pek sağlam gö­rülmemiş ve bu sebeple naslarda geçme­yen bazı ism-i a'zam metinlerinin tesbiti cihetine gidilmiştir. Ancak bu tür tesbitler herkesi ilgilendiren bir konuma sahip olmayıp sadece belirleyicisini veya mâ­nevî yönelişi ona paralel olanları etkileye­bilir. Bütün İlâhî isimlerin mânâlarını içer­diği göz önünde bulundurularak Allah laf­zına öncelik vermek, buna besmeleyi ve kelime-i tevhidi de eklemek mümkündür.

 

İsm-i a'zamla ilgili olarak rivâyet edilen hadisler ve bu konuda ciddî âlimler tara­fından ileri sürülen fikirler bu isim aracı­lığıyla duâların kabul edilmesi hedefine yöneliktir. Duâ ruhun yücelişi ve kulun Al­lah'ı kendisine yakın hissedişinden ibâret olduğu (2/Bakara, 186), ayrıca ibâdetin özünü teşkil ettiğine göre (Tirmizî, "Du'â" 1), ism-i a'zamla maddî sonuçla­rın değil manevî kazançların elde edilebi­leceği açıktır. Bu sebeple mevcûdiyeti kesin olmayan, eğer varsa hangi isimden veya isimler grubundan oluştuğu bilin­meyen ism-i a'zamı Hurûfîlik alanına çe­kip ondan maddî sonuçlar beklemek din, bilim ve akılla uzlaştırılması mümkün ol­mayan bir davranıştır. Bu tür telakkiler arasında ism-i a'zamın hastalıklara şifâ olduğu, büyüyü bozduğu, iki kişi arasın­da sevgi veya nefretin doğmasını sağla­dığı, seyir halinde olan gemiyi durdurdu­ğu vb. iddialar zikredilebilir (Ahmed b. Ali el-Bûnî, s. 86-89; Muhammed el-Garavî, s. 58-59).

 

Esmâ-i hüsnâya dair eserlerde ism-i a'zam konusuna yer verildiği gibi bu mev­zûda müstakil çalışmalar da yapılmıştır. İbnü'd-Düreyhim'in Ğâyetü'l-Mağnem fi'1-İsmi'l-A’zam (Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr. 627), İbn Bintü'l-Meylak diye tanınan Muhammed b. Abdüd-dâim'in Cevâbü Men İstefhem cAn İsmillâhi'l-Aczam (Keşfü'z-Zunûn, I/609; Brockelmann, II/148), Şemseddin es-Sehâvî'nin el-Kavlü'1-Etem fî İsmi'l-A’zam (Izâhu'l-Meknûn, II/246), Celâleddin es-Süyûtî'nin ed-Dürrü'1-Munazzam fi'l-İsmi'l-A'zam (Keşfü'z-Zunûn, I/734) ve Muhammed el-Garavî'nin el-İsmü'l-Aczam (Beyrut 1402/1982) adlı eserleri bunlardan bazılarıdır. Georges C. Anawati'nin kaleme aldığı "Le Nom Supreme de Dieu" adlı makalede Fahreddin er-Râ zî'nin Levâmicu'l-Beyyinât’ındaki ilgili bölüm özetlenmiş, ardından ism-i a'za­mın halk inancındaki kullanılışına yer ve­rilmiştir (Atti del Terzo Congresso di Studi Arabie İslâmici, Napoli 1967, s. 7-58). (4)

 

 

 

 

Kur’ânı- Kerim’de Esmâü’l-Hüsnâ

 

Kur'an, marifetullah (Allah'ı tanıma) bilgisini Allah'ın isim ve sıfatları yoluyla vermektedir. Kur'an'da yüz civarında isim ve sıfat bulunmaktadır.

 

Bu isim ve sıfatların birçoğu müşrik ve münkirlerin Allah (c.c.) hakkındaki düşüncelerini reddetmek için zikredilmiştir. Birçoğunda da Allah, kendi kendisini tanıtmaktadır. "Nasıl bir Allah?" sorusu, Kur'an'da zikredilen  "esmâü'l Hüsnâ ve sıfatların bildirdiği ve tanıttığı Allah"  şeklinde cevaplandırılabilir.

 

Kur'an'da Allah'ın zâtına birçok isim nisbet edilmiştir. Bunların sık sık tek­rar edildiği de görülür. Tevbe sû­resi dışındaki 113 sûre besmele ile baş­lamakta, aynı terkip iki âyetin içinde de yer almaktadır. Ayrıca "ism" kelimesi; dokuz yerde "ismullah", dokuz yerde "ismü rabbik", iki âyette de zamire muzaf olarak "ismuh" şeklinde, toplam yirmi yer­de zikredilmektedir. “Esmâü’l-hüsnâ” terkibi ise dört âyette yer alır. İslâm literatüründe genellikle kabul edilen nü­zul sırasına göre bu dört âyetin ilki (7/A'râf, 180) Allah'ın esmâ-i hüsnâsı bu­lunduğunu, kendisine onlarla duâ edil­mesi gerektiğini ifâde etmekte ve O'nun isimlerinde "ilhâd'a düşenlere itibar edilmemesini istemektedir. "Haktan sap­mak, itidalden ayrılmak" anlamına ge­len ilhâdın bu âyetteki mânâsı iki nok­tada yoğunlaşmaktadır: a) İsimleri ya tamamen inkâr etmek veya inkâra gö­türecek şekilde te'vile tâbi tutmak; b) İsimleri ancak Allah için geçerli olan an­lamlarıyla Allah'tan başkasına nisbet et­mek (teşrik) veya O'nu yaratılmışlara ait isim ve kavramlarla adlandırmak (tesbih; bk. Taberî. IX, 91: Ebû Bekir İbnü'l-Arabî, el-Emedu’l-Aksâ, vr. 5b; Fahreddin er-Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb, XV, 71-72). Siyak ve sibâkıyla birlikte göz önünde bulundurulduğunda bu âyetin İslâm'ın ilk yıllarında ısrarla üzerinde du­rulan tevhid inancını pekiştirdiği görü­lür.

 

İkinci esmâ-i hüsnâ âyeti (20/Tâhâ, 8) Allah'ı kâniatın yaratıcısı, yöneticisi ve mâliki olarak niteleyen ve en gizli şeyle­ri bildiğini ifâde eden bir grup âyetten sonra gelmekte ve yine tevhid akidesi­ni vurgulamaktadır: "Allah kendisinden başka ilâh olmayandır. En güzel isimler O'na mahsustur." İslâm'dan önce özel­likle Güney Arabistan'da "Rahmân" keli­mesinin Allah'ın ismi olarak kullanıldı­ğı bilinmektedir. Bu sebeple Taberî'nin naklettiğine göre Hz. Peygamber'in duâ, niyaz ve ibâdetlerinde Rahmân ismini kullanması müşrikler tarafından yadırganmış, bu tutumun onun ana ilke ola­rak kabul ettiği tevhid inancına ters dü­şeceği ileri sürülmüş, bunun üzerine İsrâ sûresinin 110. âyeti nâzll olmuştur (Câ-mi'ul-Beyan, XV. 121). Bu âyette; "Allah" adına veya "Rahmân" adına duâ edilme­sinin neticeyi değiştirmeyeceği, çünkü O'nun birden fazla isminin bulunduğu ifâde edilmektedir. Nihâyet Medine dö­neminde nâzil olan Haşr sûresinin son üç âyetinde (59/22-24) Allah'ın on altı ("tesbih" kavramı göz önünde bulundurul­duğu takdirde on yedi) ismi sıralanmış ve bir defa daha, O'nun esmâ-i hüsnâsının bulunduğu belirtilmiştir. Bu âyetler­de Allah'ın birliği vurgulandıktan sonra tenzihî, sübûtî ve fiilî bazı sıfatlarını dile getiren isimler örnek bir adlandırma niteliğinde zikredilmiştir.

 

“Esmâü’l-Hüsnâ (En güzel isimler) Allah’ındır. O’nu o isimlerle çağırın (adlandırın). O’nun isimleri konusunda ilhâd’a (eğriliğe) sapanları bırakın. Onlar yaptıklarının cezâsını göreceklerdir.” (7/A’râf, 180)

 

 

 

 

 

 

 

“De ki: ‘İster Allah deyin, ister Rahmân deyin. Hangisini deseniz olur. Çünkü en güzel isimler O’na âittir. Namazında açıktan okuma; onda sesini fazla da kısma; ikisinin arası bir yol tut. ‘Çocuk edinmeyen, hâkimiyette ortağı bulunmayan, aczinden ötürü bir velîye de ihtiyacı olmayan Allah’a hamdederim’ de ve onun için gereği gibi tekbir getir.” (17/İsrâ, 110-111)

 

"Allah kendisinden başka ilâh olmayandır. En güzel isimler O'na mahsustur." (20/Tâhâ, 8)

 

“O öyle bir Allah’tır ki, O’ndan başka ilâh/tanrı yoktur. Gaybı/görülmeyeni ve şehâdet âlemini/görülenleri bilendir. O, Rahmân ve Rahîmdir (O’nun rahmeti, dünyada büyük yaratıkları kapsar, âhirette ise yalnız mü’minlere ulaşır). O, öyle bir Allah’tır ki, kendisinden başka hiçbir ilâh/tanrı yoktur. O, mâlik ve sahiptir, mutlak yöneticidir, kuddûstür/münezzehtir, selâmdır/selâmet verendir, el-mü’mindir/emniyete kavuşturandır, müheymindir/gözetip koruyandır, azizdir/üstündür, cebbârdır/istediğini zorla yaptıran, mütekebbirdir/büyüklükte eşi olmayandır. Allah, puta tapanların, müşriklerin şirk/ortak koştukları şeylerden münezzehtir. O, hâlık/yaratan, bâri’/var eden, musavvir/varlıklara şekil veren Allah’tır. Esmâü’l-Hüsnâ/en güzel isimler O’nundur. Göklerde ve yerde olanlar O’nu tesbih edip O’nun şânını yüceltmektedirler. O, aziz/gâlip olan, hakîm/her şeyi hikmeti uyarınca yapandır.” (59/Haşr, 22-24)

 

 

 

Kur'ân-ı Kerim'de Allah’ın Bazı İsim ve Sıfatları

 

Allah’ın isimleri, Kur’an’ın 33 sûresinde geçmektedir. Bu sûrelerden bazısı, bu isimlerden sadece birisine yer vermiştir: Tevbe, Kehf, Meryem, Hac, Neml ve daha birçok sûre gibi. Bazı sûreler ise, iki ismi bir arada getirmiştir: Enfâl, Ra’d, Fâtır  sûreleri gibi. Bazı sûreler ise, bu isimlerin çoğunu derlemiştir: Bakara, Âl-i İmrân, Nisâ, Haşr ve daha birçok sûre gibi.

Kur’an-ı Kerim’de, yüce Allah’ın isimlerinin geçtiği sûrelerdeki isimleri belirtelim:

 

1/Fâtiha Sûresi: Bu sûrenin içerisinde Allah’ın şu isimleri yer almaktadır. Allah ismi (1/Fâtiha,:1), er-Rab ismi Fâtiha: 1/1), er-Rahmân ve er-Rahîm ismi (1/Fâtiha, 2), el-Mâlik ismi (1/Fâtiha, 3).

 

2/Bakara Sûresi: Bu sûrenin içerisinde şu isimler yer almaktadır:  el-Muhît ismi (2/19), el-Kadîr ismi (2/20), el-Alîm ismi (2/32), el-Hâkim ismi (2/33), et-Tevvâb ismi (2/37), el-Bâriu ismi (2/54), el-Basîr ismi (2/96), el-Vâsi’ ismi (2/115), es-Semî’ ismi (2/127), el-Azîz ismi (2/129), er-Raûf ismi (2/143), eş-Şâkir ismi (2/158), İlah ismi (2/163), el-Vâhid ismi (2/162), el-Gafûr ismi (2/173), el-Garîb ismi (2/186), el-Hâkim ismi (2/225), el-Hayy ismi (2/255), el-Kayyûm ismi (2/255), el-Aliyy ismi  (2/255), el-Azîm ismi (2/255), el-Ganiyy ismi (2/263), el-Veliyy ismi (2/257), el-Hamîd ismi (2/267), el-Habîr ismi (2/234), el-Bedîu (2/117)

 

3/Âl-i İmrân Sûresi: Bu sûrede şu isimler yer almaktadır: el-Vehhâb ismi (3/8), en-Nâsır ismi (3/150), el-Câmi’ ismi (3/9).

 

4/Nisâ Sûresi: Bu sûrede şu isimler yer almaktadır: er-Rakîb ismi (4/1), el-Hasîb ismi (4/6), eş-Şehîd ismi (4/33), el-Kebîr ismi (Nisâ: 4/34), en-Nasîr ismi (4/45), el-Vekîl ismi (4/81), el-Mukît ismi (4/85), el-Afuvv ismi (4/43).

 

 

 

6/En’âm Sûresi: Bu sûrede şu isimler yer almaktadır: el-Kaahir ismi (6/18), el-Latîf ismi (6/103), el-Hâsib ismi (6/62), el-Kaadir ismi (6/65), el-Hâkim ismi (6/73).

 

7/A’râf Sûresi: Bu sûrede şu isim yer almaktadır: el-Fâtih ismi (7/89).

 

8/Enfâl Sûresi: Bu sûrede şu isimler yer almaktadır: el-Kaviyy ismi (8/52), el-Mevlâ ismi (8/40).

 

9/Tevbe Sûresi: Bu sûrede şu isim yer almaktadır: el-Âlim ismi (9/9).

 

11/Hûd Sûresi: Bu sûrede şu isimler yer almaktadır: el-Hafîz ismi (11/57), el-Mucîb ismi (11/61), el-Mecîd ismi (11/73), el-Vedûd ismi (11/90).

 

12/Yûsuf Sûresi: Bu sûrede şu isimler yer almaktadır: el-Müsteân ismi (12/18), el-Kahhâr ismi (12/39), el-Gâlib ismi (12/21).

 

13/Ra’d Sûresi: Bu sûrede şu isimler yer almaktadır: el-Müteâlî ismi (13/9), el-Vâli ismi (13/11).

 

15/Hicr Sûresi: Bu sûrede şu isimler yer almaktadır: el-Hâfiz ismi (Hicr: 15/9), el-Vâris (Hicr: 15/23), el-Hallâk ismi (Hicr: 15/86).

 

18/Kehf Sûresi: Bu sûrede şu isim yer almaktadır: el-Muktedir ismi (18/45).

 

19/Meryem Sûresi: Bu sûrede şu isim yer almaktadır: el-Hafiyy ismi (19/47).

 

20/Tâhâ Sûresi: Bu sûrede şu isimler yer almaktadır: el-Gaffâr ismi (20/82), el-Melik ismi (20/114), el-Hakk (20/114).

 

22/Hac Sûresi: Bu sûrede şu isim yer almaktadır: el-Hâdî ismi (22/54).

 

24/Nûr Sûresi: Bu sûrede şu isimler yer almaktadır: el-Mubîn ismi (24/25), en-Nûr ismi (24/35).

 

27/Neml Sûresi: Bu sûrede şu isim yer almaktadır: el-Kerîm ismi (27/40).

 

30/Rûm Sûresi: Bu sûrede şu isim yer almaktadır: el-Muhyî ismi (30/50).

 

34/Sebe’ Sûresi: Bu sûrede şu isim yer almaktadır: el-Fettâh ismi (34/26).

 

35/Fâtır Sûresi: Bu sûrede şu isimler yer almaktadır: el-Fâtır ismi (35/1), eş-Şekûr ismi (35/30).

 

39/Zümer Sûresi: Bu sûrede şu isim yer almaktadır: el-Kâfî ismi (39/36).

 

40/Mü’min Sûresi: Bu sûrede şu isim yer almaktadır: el-Hâlık ismi (40/62).

 

44/Duhân Sûresi: Bu sûrede şu isim yer almaktadır: el-Muntekim ismi (44/16).

 

51/Zâriyât Sûresi: Bu sûrede şu isimler yer almaktadır: er-Rezzâk ismi (51/58), el-Metîn ismi (51/58).

 

52/Tûr Sûresi: Bu sûrede şu isim yer almaktadır: el-Berr ismi (52/28).

 

54/Kamer Sûresi: Bu sûrede şu isim yer almaktadır: el-Melîk ismi (54/55).

 

55/Rahmân Sûresi: Bu sûrede şu isim yer almaktadır: Zu’l-Celâli ve’l-İkrâm ismi (55/27).

 

57/Hadîd Sûresi: Bu sûrede şu isimler yer almaktadır: el-Evvel, el-Âhir, ez-Zâhir, el-Bâtın isimleri (57/3).

 

59/Haşr Sûresi: Bu sûrede şu isimler yer almaktadır: el-Kuddûs, es-Selâm, el-Mü’min, el-Müheymin, el-Cebbâr, el-Mütekebbir, el-Mûsâvvir isimleri (59/23).

 

87/A’lâ Sûresi: Bu sûrede şu isim yer almaktadır: el-A’lâ ismi (87/1).

 

96/Alak Sûresi: Bu sûrede şu isim yer almaktadır: el-Ekrem ismi (96/3).

 

112/İhlâs Sûresi: Bu sûrede şu isimler yer almaktadır: el-Ahad ismi (112/1), es-Samed ismi (112/1).

 

"Allah'ın güzel adları var­dır. O'nu, onlarla -o güzel adlarla- çağırın ve O'nun adlarında sapkınlık ya­pan­ları bırakın. Onlar yaptıklarının cezasını çekeceklerdir."  (7/A’râf, 180)

 

Bu âyet-i kerimeden şu gerçekleri öğreniyoruz:

1- Allah Teâlâ'nın, Kur'ân-ı Kerim'de bize bildirdiği O'nun "Güzel İsimleri" vardır: "Allah, er-Rahman, er-Ramim, el-Melik, el-Kuddûs, es-Selâm, el-Mü'min, el-Müheymin, el-Azîz, el-Cebbâr, el-Mütekebbir, el-Khalik, el-Bârî, el-Mûsâvvir..."  gibi...

 

2- Rabb'imiz,  O'na duâ ederken bu Güzel Adlar'la O'nu anmamızı; dertlerimizi O'na dökerken, sorunlarımı­zın çözümünü O'ndan dilerken, düşmanlarımızın şerrinden ve tehli­keler­den bizi koruması için O'nu im­dadımıza çağırırken; günahları­mızı bağış­lama­sını, ibâdetlerimizi kabul bu­yurmasını ve bizi her iki ci­handa mutlu kılma­sını isterken hep bu güzel ad­larla dilekte bulun­mamızı emretmek­tedir.

 

3- O'nun bu güzel isimleri yerine, kendisine ait olduğunu bildir­me­diği yabancı birtakım adları O'na yakıştıranlara uymamızı ise kesin şe­kilde ya­saklamaktadır. Şu halde putlara, ya da başka şeylere verilen adlarla O'na duâ et­mek­ten sakınmak gerekir. Hatta yalnızca Allah Teâlâ'ya özel olmak üzere başka dil­lerde kullanılan, ancak bu "Güzel Adlar"'ın dışında ka­lan "Tanrı, Khudâ", "Dieu" ve "God" gibi adlarla da O'na duâ etme­mek daha doğru olur. Bu demektir ki mü’min kişi, Rabb'ine yönelip O'na bir dileğini iletir­ken, O'ndan medet, mutluluk ve af dilerken: "Ey Tanrım!", "Ey Khudâ!", "O my God!" yerine: Allahümme; Ya da kendi diliyle: Allah'ım; Ey Rabb'im; Ey Aziz ve Latif olan, Ey Rahman ve Rahim olan yüce Allah'ım ! diye duâya başlaması bu âyet-i kerime­'deki emre en uy­gun davranış olur (7/A’râf, 180; 17/İsrâ, 110; 20/Tâhâ, 8; 59/Haşr, 24)

 

"Esmâ'ül-Hüsnâ" tâbiri Kur'ân-ı Kerim'de dört kez geçmektedir.  Bu da Allah Teâlâ'nın, "Güzel Adları"'nın, ne kadar önemli olduk­larına ve Rabb'imize ancak bu adlarla yakarabileceğimize işaret etmek­tedir.

 

Kur'an, marifetullah (Allah'ı tanıma) bilgisini Allah'ın isim ve sıfatları yoluyla vermektedir. Kur'an'da yüz civarında isim ve sıfat bulunmaktadır. Bu isim ve sıfatların birçoğu müşrik ve münkirlerin Allah (c.c.) hakkındaki düşüncelerini reddetmek için zikredilmiştir. Birçoğunda da Allah, kendi kendisini tanıtmaktadır. "Nasıl bir Allah?" sorusu, Kur'an'da zikredilen  "esmâü'l Hüsnâ ve sıfatların bildirdiği ve tanıttığı Allah"  şeklinde cevaplandırılabilir.

 

"Âlemlerin Rabb'ı (terbiye edip yetiştiricisi) Allah'a hamd olsun."  (1/Fâtiha, 1)          

 

“Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibâdet ediniz, umulur ki böylece korunmuş olursunuz. O Rab ki yeri sizin için bir zemin, göğü de tavan yaptı. Gökten size bir su indirdi. O su sebebiyle türlü meyvelerden size bir rızık çıkardı. Bunları bilerek sakın Allah’a endâd/ortaklar koşmayın.” (2/Bakara, 21-22) 

 

“Gerçek şu ki, göklerde ve yerde her ne varsa O’nundur. Hepsi O’na boyun eğmişlerdir.” (2/Bakara, 116)

 

"Rabbı ona 'İslâm ol'  demişti.  'Âlemlerin rabbine teslim oldum'  dedi."  (2/Bakara, 131)

 

“Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri peşinden gelmesinde, insanların faydasına olan şeyleri denizde taşıyarak yüzüp giden gemilerde, Allah’ın gökten indirdiği bir su ile ölmüş olan toprağı diriltmesinde, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında rüzgarları ve yer ile gök arasında emre amade bekleyen bulutları döndürmesinde, elbette düşünen bir topluluk için (Allah’ın varlığına ve birliğine dâir) birçok deliller vardır.” (2/Bakara, 164)

 

“İnsanlar arasında Allah’ı bırakıp, O’na koştukları eşleri ilâh olarak benimseyenler ve onları Allah’ı severcesine sevenler vardır. Mü’minlerin Allah’ı sevmesi ise hepsinden kuvvetlidir.” (2/Bakara, 165)

 

“Kullarım sana Beni sorduğu vakit de ki: “Ben her halde yakınım. Duâ edenin duâsını bana duâ ettiği anda işitir, ona karşılık veririm. O halde kullarım da benim davetime uysunlar ve bana inansınlar, umulur ki doğru yolu bulurlar.” (2/Bakara, 186)

 

 “Allah, kendinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. O, Hayy ve Kayyûmdur. Kendisini ne uyku yakalar ne de uyuklama. Göklerde ve yerde bulunanların hepsi O’nundur. İzni olmadan katında hiçbir kimse şefaat edemez. O, kullarının yapmakta olduklarını ve önceden yaptıklarını bilir (O’na hiçbir şey gizli kalmaz). O’nun dilemesi hâriç, insanlar O’nun ilminde8n hiçbir şeyi tam olarak bilemezler. O’nun kürsüsü (tahtı) gökleri ve yeri içine alır, onları koruyup gözetmek kendisine ağır gelmez. O, yücedir, büyüktür.” (2/Bakara, 255)

   

“Rahimlerde sizi dilediği gibi şekillendiren O’dur. O’ndan başka ilâh yoktur. O mutlak güç ve hikmet sahibidir.” (3/Âl-i imran, 6)

 

“(Rasûlüm!) De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve merhamet edicidir. De ki: ‘Allah’a ve Rasûlüne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.” (3/Âl-i İmrân, 31-32)

 

“Allah kendine ortak koşulmasını bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar. Allah’a ortak koşan da gerçekten büyük bir günah işlemiştir.” (3/Âl-i İmran, 48)

 

“Allah’tan başka ilâh yoktur.” (3/Âl-i İmrân, 62)

 

"De ki: Ey kitap ehli, Bizim ve sizin aranızda eşit olan bir kelimeye gelin: Yalnız Allah'a kulluk yapıp ibâdet edelim (O'nun emrine itaat edelim). O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım; birimiz,  diğerini Allah'tan başka rablar edinmesin. Eğer yüz çevirirlerse: Şahit olun, biz müslümanlarız deyin."  (3/Âl-i İmrân, 64)

 

“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde aklı selim sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır. Ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar (şöyle duâ ederler): “Rabbimiz sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru.” (3/Âl-i imran: 90-91) 

 

“Kendisi hakkında hiçbir delil indirmediği şeyi Allah'a şirk/ortak koştuklarından dolayı küfredenlerin kalplerine korku salacağız. Onların barınma yerleri ateştir. Zâlimlerin konaklama yeri ne kötüdür!” (3/Âl-i İmrân, 151)      

 

“Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah'ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki:) "Rabbimiz, Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek yücesin, bizi ateşin azabından koru." (3/Âl-i İmran, 191)

 

 “Allah sizin düşmanlarınızı sizden daha iyi bilir. Velî (gerçek bir dost) olarak Allah yeter, bir yardımcı olarak da Allah kâfidir.” (4/Nisâ, 45)    

          

“Andolsun, ‘Şüphesiz Allah, Meryem oğlu Mesih’tir’ diyenler küfre düşmüştür. Oysa Mesih’in dediği (şudur:) ‘Ey İsrâiloğulları, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a ibâdet edin. Çünkü O, kendisine ortak koşana şüphesiz cenneti haram kılmıştır, onun barınma yeri ateştir. Zulmedenlere yardımcı yoktur. Andolsun, ‘Allah üçün üçüncüsüdür’ diyenler küfre düşmüştür. Oysa tek bir ilâhtan başka ilâh yoktur. Eğer söylemekte olduklarından vazgeçmezlerse, onlardan inkâr edenlere mutlaka (acı) bir azab dokunacaktır.” (5/Mâide, 72-73)

 

“De ki: ‘Gökleri ve yeri yoktan var eden, yedirdiği halde yedirilmeyen Allah’tan başkasını mı velî/dost edineceğim?’ De ki: ‘Bana müslüman olanların ilki olmam emrolundu.’ Ve ‘sakın Allah'a ortak koşan müşriklerden olma!’ (denildi).” (6/En’âm, 14)

 

“O ancak tek bir ilâhtır. ‘Doğrusu ben O’na ortak koşmanızdan mâsumum’ de.” (6/En’âm, 19)

 

“Şüphesiz Allah tohum ve çekirdeği yaran, ölüden diri, diriden ölü çıkarandır. İşte size vasıfları anlatılan o zat Allah’tır. O halde (ona imandan) nasıl çevriliyorsunuz?” (6/En’âm,  95)

 

“O gökten suyu indirendir. İşte Biz, bitip gelişen her bitkiyi onunla yetiştirdik. O bitkiden bir yeşillik çıkardık ki ondan birbiri üzerine binmiş taneler çıkarttık. Hurmanın tomurcuğundan sarkan salkımlar, üzüm bağları, bir kısmı birbirine benzeyen, bir kısmı da benzemeyen zeytin ve nar bahçeleri çıkardık. Meyve verirken ve olgunlaştığı zaman her birinin meyvesine bakın! Kuşkusuz bütün bunlarda inanan bir toplum için ibretler vardır.” (6/En’âm, 99)

 

“İşte, Rabbiniz Allah budur. O’ndan başka ilâh yoktur. O her şeyi yaratandır.  O her şeye vekildir.  Gözler O’nu görmez,  O bütün gözleri görür.  O latiftir, -her şeyden-  haberdardır.”  (6/En’âm, 102 - 103)

 

"De ki, Allah herşeyin rabbi iken ben O'ndan başka rab mı arayayım? Herkesin kazandığı yalnız kendisine aittir. Kendi (günah) yükünü taşıyan hiç kimse, bir başkasının (günah) yükünü taşımaz. Sonra dönüşünüz Rabbınızadır. (O) ayrılığa düştüğünüz gerçeği size haber verecektir."  (6/En'âm, 164)

 

 

 

“O her şeyin yaratıcısıdır.” (6/En’âm, 102; 13/Ra’d, 16; 39/Zümer, 62)

 

“De ki, namazım, ibâdetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin rabbı Allah içindir. O’nun hiçbir şeriki/ortağı yoktur.” (6/En’âm, 163-164) 

 

 

 

 

“De ki, Allah her şeyin rabbı iken, ondan başka bir rab mi arayayım?” (6/En’âm, 164)

 

“Rabbinizden size indirilen Kitab’a uyun. O’ndan başka dostlar edinerek onlara uymayın.” (7/A’râf, 3)

 

“...Dikkat edin, yaratmak da emretmek/hükmetmek de O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbi Allah ne yücedir!” (7/A’râf, 54)

 

“(Nuh): Ey kavmim! Allah'a ibâdet edin, sizin O’ndan başka ilâhınız yoktur, dedi.” (7/A’râf, 59)

 

“Kıyâmet gününde, ‘biz bundan habersizdik’ demeyesiniz diye Rabbın Âdem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini aldı ve onları kendilerine şâhit tuttu ve dedi ki: ‘Ben sizin Rabbınız değil miyim?’ (Onlar da), ‘Evet, (Rabbımız olduğuna) şâhit olduk’ dediler.” (7/A’râf, 172)

 

“Esmâü’l-Hüsnâ (En güzel isimler) Allah’ındır. O’nu o isimlerle çağırın (adlandırın). O’nun isimleri konusunda ilhâd’a (eğriliğe) sapanları bırakın. Onlar yaptıklarının cezasını göreceklerdir.” (7/A’raf, 180)

 

“Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve râhiplerini rabler (ilâhlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih’i de... Oysa onlar, tek olan bir ilâh’a ibâdet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka ilâh yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden yücedir.” (9/Tevbe, 31)

 

"De ki: Sizi gökten ve yerden kim rızıklandırıyor? Ya da o kulaklara ve gözlere kim sahiptir (onları yaratıp yöneten kimdir)? Ölüden diriyi, diriden ölüyü kim çıkarıyor? (Yaratma) işini kim düzenleyip yönetiyor? "Allah" diyecekler. O halde O'nun azâbından korunmuyor musunuz? İşte gerçek rabbınız Allah budur. Haktan sonra sapıklıktan başka ne var? Öyleyse nasıl (haktan sapıklığa) çevriliyorsunuz?"  (10/Yûnus, 31-32)

 

 “Çeşitli tanrılar mı daha iyi, yoksa kahredici olan bir tek Allah mı? Sizin Allah’tan başka taptıklarınız, Allah’ın kendileri hakkında hiçbir delil indirmediği, sizin ve atalarınızın taktığı (birtakım anlamsız) isimlerden başkası  değildir.  Hüküm,  yalnızca  Allah’ındır.  O,  kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru olan din işte budur; ancak insanların çoğu bilmezler.” (12/Yûsuf, 39-40)

 

“Göklerde ve yerde bulunanlar ister istemez (Allah’a) secde ederler.” (13/Ra’d, 15)

 

“Allah dedi ki: ‘İki ilâh edinmeyin. O, ancak tek bir ilâhtır. Öyleyse Benden, yalnızca Benden korkun.’ Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur, din de (itaat ve kulluk da) yalnız O’nundur. Böyleyken, Allah’tan başkasından mı korkuyorsunuz?” (16/Nahl, 51-52)

 

"Size ulaşan her nimet Allah'tandır. Sonra size bir sıkıntı dokunduğu zaman da yalnız O'na yalvarırsınız. Sonra, sizden o sıkıntıyı açıp kaldırdığı zaman, içinizden bir grup derhal rablarına ortak koşarlar." (16/Nahl, 53-54)

 

“Rabbin bal arısına vahyetti: Dağlardan, ağaçlardan ve insanların yaptıkları çardaklardan kendine evler edin. Sonra meyvelerin her birinden ye ve Rabbinin sana kolaylaştırdığı yaylanın yollarına git. Onların karınlarından renkleri çeşitli bir şerbet çıkar. Orada insanlar için bir şifa vardır. Elbette bunda düşünen bir kavim için büyük bir ibret vardır.” (16/Nahl, 68-69)

 

“Rabb’in, yalnız kendisine kulluk etmenizi... emretti.” (17/İsrâ, 23)

 

“Kâfirler Beni bırakıp da kullarımı evliyâ/dostlar edineceklerini mi sandılar? Biz cehennemi kâfirlere bir konak olarak hazırladık.” (18/Kehf, 102)

 

"De ki: Ben de sizin gibi bir insanım. İlâhınızın tek bir ilâh olduğu bana vahyolunuyor. Kim rabbına kavuşmayı arzu ediyorsa, iyi iş yapsın ve Rabbına yaptığı ibâdete hiç kimseyi ortak etmesin." (18/Kehf, 110)

 

“O, göklerin, yerin ve bunların arasındaki her şeyin rabbidir. O’na kulluk et ve O’na kullukta sabret. Hiç O’nun (Allah’ın) adıyla anılan birini biliyor musun? (19/Meryem 65)

 

“Göklerde ve yerde bulunan her şey, Rahmân’a kul olarak gelecektir.” (19/Meryem, 93)

 

“Şüphe yok ki Ben, Ben Allah’ım… Benden başka ilâh yoktur; şu halde bana ibâdet et…” (20/Tâhâ, 14)

 

“Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka ilâhlar olsaydı yerlerin ve gökler(in nizamı, dengesi) bozulurdu. Demek ki arş'ın Rabbi olan Allah, onların yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir.” (21/Enbiyâ, 22)

 

“O’nu bırakıp ilâhlar mı edindiler? De ki: ‘Kesin delilinizi getirin, işte benim ve ümmetimin kitabı ve benden öncekilerin kitapları.’ Hayır, onların çoğu gerçeği bilmez de yüz çevirirler.”  (21/Enbiyâ, 24)

 

“Senden önce gönderdiğimiz her peygambere; ‘Benden başka ilâh yoktur, Bana kulluk edin’ diye vahyetmişizdir.” (21/Enbiyâ, 25)

 

“Ümmetiniz bir tek ümmettir ve Ben de sizin Rabbinizim. O halde gereği gibi ibâdet edin.” (21/Enbiyâ, 92)

 

“Hak yalnız Allah’tır. O’nu bırakıp ibâdet ettikleri ise bâtılın ta kendisidir. Doğrusu Allah yücedir, büyüktür.”  (22/Hacc, 62 )

 

“Onlar, Allah’ın kadrini hakkıyla takdir edemediler. Şüphesiz Allah, güç sahibidir, azizdir.” (22/Hacc, 74)

 

“Andolsun ki Biz insanı çamurdan (süzülüp çıkarılmış) bir özden yarattık. Sonra onu emin ve sağlam karargâhta nutfe haline getirdik. Sonra nutfeyi bir kan pıhtısı haline soktuk; bu bir lokmacık eti kemiklere çevirdik. Bu kemikleri etle kapladık. Sonunda onu bambaşka bir yaratık olarak teşekkül ettirdik. -Yapıp- Yaratanların en güzeli olan Allah pek yücedir.” (23/Mü’minûn, 12-14)

 

“Allah her canlı şeyi sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üstünde sürünür, kimi iki ayağı üzerinde yürür, kimi dört ayağı üzerinde yürür. Allah dilediğini yapar. Çünkü Allah her şey kadirdir.” (24/Nûr, 45)

 

 “Gökte burçları var eden, onların içinde bir kandil ve aydınlatıcı bir ay vareden Allah yüceler yücesidir.” (25/Furkan, 61)

 

 

“Yeryüzüne bir bakmadılar mı ki orada her güzel çiftten nice bitkiler yetiştirmişiz. Şüphesiz bunlarda birer nişane vardır; ama çoğu iman etmezler.” (26/Şuarâ, 7-8)

 

"Onlar benim düşmanımdır. Yalnız âlemlerin rabbi (benim  dostumdur). Beni yaratan ve bana yol gösteren O'dur. Hastalandığım zaman bana şifâ  veren O'dur. Beni öldürecek, sonra diriltecek O'dur. Ceza günü hatamı bağışlayacağını umduğum da O'dur. Rabbım, bana hüküm (yüksek bilgi, olgun hareket) ver ve beni sâlihler (zümresin)e kat."  (26/Şuarâ, 77-83)

 

 “De ki: Hamdolsun Allah’a, selâm olsun seçkin kıldığı kullarına. Allah mı hayırlı yoksa O’na koştukları ortakları mı? (Onlar mı hayırlı) yoksa gökleri ve yeri yaratan, gökten size su indiren mi? Çünkü biz onunla bir ağacını bile bitirmeye gücünüzün yetmediği güzel güzel bahçeler bitirmişizdir. Allah’la beraber başka bir ilâh mı var? Doğrusu onlar sapıklıkta devam eden bir kavimdir. (Onlar mı hayırlı) yoksa yeryüzünü oturmaya elverişli kılan, aralarından nehirler akıtan, onun için sabit dağlar yaratan, iki deniz arasına engel koyan mı? Allah’ın yanında başka ilâhlar var öyle mi? Doğrusu onların çoğu (hakikatleri) bilmiyorlar. (Onlar mı hayırlı) yoksa kendisine yalvardığı zaman bunalmışa karşılık veren ve başındaki sıkıntıyı gideren, sizi yeryüzünün hakimleri yapan mı? Allah’ın yanında başka bir ilâh mı var? Ne kıt düşünüyorsunuz? (Onlar mı hayırlı) yoksa karanın ve denizin karanlıkları içinde size yolu bulduran, rahmetinin (yağmurunun) önünde rüzgârları müjdeci olarak gönderen mi? Allah’ın yanında başka bir tanrı var öyle mi? Allah onların koştukları ortaklardan çok yücedir, münezzehtir. (Onlar mı hayırlı) yoksa önce yaratan; sonra yaratmayı tekrar eden ve sizi hem gökten hem de yerden rızıklandıran mı? Allah ile beraber başka bir ilâh mı var? De ki: “Eğer doğru söylüyorsanız, kesin delilinizi getirin haydi.” (27/Neml, 59-64)

 

“Allah ile birlikte başka bir ilâh edinip ona tapınarak yalvarma. O’ndan başka hiç bir ilâh yoktur.O’nun vechinden (zâtından) başka her şey helak olacaktır. Hüküm O’nundur. Ve siz ancak O’na döndürüleceksiniz.” (28/Kasas, 88)

 

 “Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı buyruğu altında tutan kimdir? diye sorarsan, şüphesiz Allah’tır derler.”  (29/Ankebût, 61)

 

“Size gökten ve yerden rızık verecek Allah’tan başka yaratıcı mı var?” (35/Fâtır, 3)

 

"(Allah) geceyi gündüzün içine katar, gündüzü de gecenin içine katar. Güneşi ve ayı emri altına almıştır. Her biri belirtilmiş bir süreye kadar akıp gidiyor. İşte (bütün bunları yapan) Rabbınız Allah'tır. Mülk O'nundur. O'ndan başka (yalvarıp) çağırdıklarınız ise, bir çekirdek kabuğuna bile sahip değillerdir."  (35/Fâtır), 13)

 

“Kendisine hayat verdiğimiz ölü toprak hakikatte bir ibret âyetidir. Çünkü Biz onu yağmurla dirilttik de ondan pek çok tarım ürünleri çıkardık. İşte onlar bundan yerler. Biz yeryüzünde nice nice hurma bahçeleri, üzüm bağları yarattık ve oralarda birçok pınarlar kaynattık. Onların meyvelerinden ve elleriyle bunlardan imal ettiklerinden yemeleri için (Bu nimetleri verdik). Hal böyle iken onlar şükretmezler mi? Yerin bitirdiklerinden, insanoğlunun kendi varlığından ve henüz mahiyetini bilmedikleri şeylerden bütün çiftleri yaratan Allah’ı tesbih ederim. Gece de onlar için bir ibret âyetidir. Biz ondan gündüzü sıyırıp çekeriz de, onlar karanlıklara gömülürler. Güneş kendine mahsus yörüngesinde akıp gitmektedir. İşte bu aziz ve alim olan Allah’ın takdiridir. Ay için bir takım menziller tayin ettik. Nihâyet o, eğri hurma dalı gibi olur da geri döner. Ne güneş aya yetişebilir ne de gece gündüzü geçebilir. Bunlardan her biri belli bir yörüngede yüzmeye devam ederler.” (36/Yâsin, 33-40)

 

 

“O’nun işi bir şeyi yaratmak istediği zaman sadece ol demektir. Ve o şey derhal oluverir. Ve siz elbette sadece O’na döndürüleceksiniz.” (36/Yâsin, 82-83)

 

“Gerçek, sizin ilâhınız hakikaten bir’dir.” (37/Sâffât, 4)

 

"O, göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin rabbidir. Daima üstündür, çok bağışlayandır." (38/Sâd, 66)            

 

“De ki: ‘Ey câhiller! Bana Allah’tan başkasına kulluk etmemi mi emrediyorsunuz?’ Ey Muhammed! And olsun ki sana da, senden önceki peygamberlere de vahyolunmuşıur. And olsun, eğer Allah’a ortak koşarsan amellerin şüphesiz boşa gider ve hüsrana uğrayanlardan olursun. Hayır, yalnız Allah’a kulluk et ve şükredenlerden ol. Onlar, Allah’ı gereği gibi takdir edemediler. Halbuki kıyâmet günü bütün yeryüzü O’nun tasarrufundadır. Gökler O’nun eliyle dürülüp bükülecektir. O, müşriklerin ortak koştuklarından münezzeh ve yücedir.”  (39/Zümer, 64-67).     

 

“Biz onlara ufuklarda ve kendilerinde âyetlerimizi göstereceğiz ki, O (Kur’an)’ın gerçek olduğu, onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi?” (41/Fussılet, 37)

                       

“O, ilktir, sondur, zâirdir, bâtındır. O her şeyi bilendir.” (41/Fussılet, 54)

 

“Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek, Allah’a aittir.” (42/Şûrâ, 10)

 

“O’nun benzeri hiçbir şey yoktur.” (42/Şûrâ, 11)

 

“O gökte de ilâhtır, yerde de ilâhtır.” (43/Zuhruf, 84)

 

“Şüphesiz göklerde ve yerde inananlar için bir çok âyetler vardır.” (45/Câsiye, 3)

 

“Kesin olarak inananlar için yeryüzünde işaretler vardır. Kendi nefislerinde de ibretler vardır. Görmüyor musunuz? Rızkınızda, size vadedilen şeylerde semadadır. Göğün ve yerin Rabbine andolsun ki bu vaad sizin konuşmanız gibi kesin ve gerektir.” (51/Zâriyât, 20-23)

 

“O, öyle bir Allah’tır ki, O’ndan başka ilâh/tanrı yoktur. Gaybı ve şehâdeti (görülmeyeni ve görüleni) bilendir. O, rahmân ve rahîmdir (merhamet eden ve bağışlayandır). O, öyle bir Allah’tır ki, kendisinden başka hiçbir tanrı yoktur. O, mâlik ve sahiptir, münezzehtir, selâmet verendir, emniyete kavuşturandır, gözetip koruyandır, üstündür, istediğini zorla yaptıran, büyüklükte eşi olmayandır. Allah, puta tapanların ortak koştukları şeylerden münezzehtir. O, yaratan, var eden, varlıklara şekil veren Allah’tır. En güzel isimler O’nundur. Göklerde ve yerde olanlar O’nun şânını yüceltmektedirler. O, gâlip olan, her şeyi hikmeti uyarınca yapandır.” (59/Haşr, 22-24)

 

“Üstlerinde kanatlarını açıp kapatarak uçan kuşları görmediler mi? Onları Rahmân olan Allah’dan başkası tutmuyor. Şüphesiz O her şeyi görmektedir.” (67/Mülk, 19)

 

“İnsan kendisinin kemiklerini bir araya toplayamayacağımızı sanar öyle mi?  Evet, bizim onun parmak uçlarını bile aynen eski haline getirmeye gücümüz yeter.” (75/Kıyâme, 3-4)

 

“Ondan sonra yerküreyi yuvarlak şekilde yarattı.” (79/Nâziât, 30)

 

“Allah, hüküm verenlerin en üstünü değil midir?” (95/Tîn, 8)

 

 

 

“De ki; O Allah bir’dir. O Allah samed’dir (Hiçbir şeye muhtaç olmayan, her şey Kendisine muhtaç olan; her şeyin kaynağı ve yaratıcısıdır). Hiç kimseyi doğurmamıştır. Hiç kimse O’nu doğurmamıştır. O’na benzeyen hiçbir şey de yoktur.” (112/İhlâs, 1-4)

 

 

Hadis-i Şeriflerde Esmâü’l-Hüsnâ ve Allah’ın Bazı İsim ve Sıfatları

 

"Allah'ın doksan dokuz ismi vardır. Onları kim ezberlerse cennete girer. Allah tektir, teki sever." (Müslim, Zikir 5, hadis no: 2677) Diğer rivâyet şöyledir: "Gerçekten Allah'ın doksan dokuz ismi vardır. Bir müstesnâ yüz isim! Bunları kim sayarsa cennete girer." (Müslim, Zikir 6, hadis no: 2677)  

 

Hadîs-i şerifte (Sünenü’t-Tirmizî, Deavât 83, hadis no: 3507) zikri geçen 99 isim şunlardır: Allah, er-Rahmân, er-Rahîm, el-Melik, el-Kuddûs, es-Selâm, el-Mü'min, el-Müheymin, el-Azîz, el-Cebbâr, el-Mütekebbir, el-Hâlık, el-Bâri', el-Mûsâvvir, el-Gaffâr, el-Kahhâr, el-Vehhâb, er-Rezzâk, el-Fettâh, el-Alîm, el-Kâbıd, el-Bâsıt, el-Hâfıd, er-Râfi, el-Muiz, el-Müzill, el-Basîr, es-Semi', el-Hakem, el-Adl, el-Lâtîf, el-Habîr, el-Halîm, el-Azîm, el-Gafûr, eş-Şekûr, el-Aliyy, el-Kebîr, el-Hafîz, el-Mukît, el-Hasîb, el-Celîl, el-Kerîm, er-Rakîb, el-Mücîb, el-Vâsi', el-Hakîm, el-Vedûd, el-Mecîd, el-Bâis, eş-Şehîd, el-Hakk, el-Vekîl, el-Kaviyy, el-Metîn, el-Veliyy, el-Hamîd, el-Muhsî, el-Mübdî, el-Muîd, el-Muhyî, el-Mümît, el-Hayy, el-Kayyûm, el-Vâcid, el-Mâcid, el-Vâhid, es-Samed, el-Kâdir, el-Muktedir, el-Mukaddim, el-Muahhir, el-Evvel, el-Âhir, ez-Zâhir, el-Bâtın, el-Vâli, el-Müteâlî, el-Berr, et-Tevvâb, el-Müntakim, el-Afüvv, er-Raûf, Mâlikü'l-Mülk, Zü'l-Celâli ve'l-İkrâm, el-Muksit, el-Câmi', el-Ganiyy, el-Muğni, el-Mâni', ed-Dârr, en-Nâfi', en-Nûr, el-Hâdi, el-Bedî', el-Bâkî, el-Vâris, er-Reşîd, es-Sabûr.

 

“Ben Allah hakkında sizden daha çok bilgiye sahibim ve benim haşyetim/Allah’tan korkum,  sizinkinden daha fazladır.” (Buhâri, Edeb 72; Müslim, Fezâil 127-128)

 

“Mü’minler, Allah indindeki ukubeti/azapları bilselerdi, hiç biri Cenneti ümid etmezdi. Kâfirler de Allah’ın rahmetinin ne kadar çok olduğunu bilselerdi, hiç biri O’nun rahmetinden/ cennetinden ümit kesmezdi.” (Müslim, Tevbe 23 hadis no: 2755; Tirmizî, Deavât 108, hadis no: 3536; Kütüb-i Sitte Terc. c. 6, s. 355)

   

“ Hz. Enes (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.s.) ölmek üzere olan bir gencin yanına girmişti. Hemen sordu: “Kendini nasıl buluyorsun?” Hasta: ‘Ey Allah’ın Rasûlü, Allah’tan ümidim var; ancak günahlarımdan korkuyorum.’ diye cevap verdi. Rasûlullah (s.a.s.) da şu açıklamayı yaptı: “Bu durumda olan bir kulun kalbinde (ümit ve korku) birleştimi Allah, o kulun ümid ettiği şeyi mutlaka verir ve korktuğu şeyden de onu emin kılar.” (Tirmizî, Cenâiz 11, hadis no: 983; İbn Mâce, Zühd 31, hadis no: 4261; Kütüb-i Sitte Terc. c. 6, s. 351)     

 

“Sizden kimse nefsini hakîr görmesin.” ‘Ey Allah’ın rasûlü, kişi nefsini nasıl hakîr görür?’ “Allah için üzerine söz terettüp eden fena bir durum görür, fakat hiç ağzını açmaz. Cenâb-ı Hak kıyâmet günü kendisine sorar: ‘Şu falanca şey hakkında gerçeği söylemekten seni ne alıkoydu?’ O kul cevap verir: ‘Halk korkusu!’ Allah o zaman şöyle der: ‘Asıl Benden korkman gerekirdi.” (Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, c. 6, s. 349)

 

“Ümmetimle ilgili olarak korktuklarımın en korkutucusu Allah’a şirk/ortak koşmalarıdır. Dikkat edin; ben size ‘onlar aya, güneşe ve puta tapacaklar’ demiyorum. Fakat onlar (hâkimiyet hakkını bazı fertlerde, zümrelerde meclis ve toplumlarda görecekler), Allah’tan başkasının emirlerine ve arzularına göre iş yapacaklardır.” (İbn Mâce, hadis no: 4205)      

 

 

Adiy bin Hâtem, Rasûlullah’ın yanına girdi. Peygamberimiz şu âyeti okuyordu: “Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve râhiplerini rabler (ilâhlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih’i de... Oysa onlar, tek olan bir ilâh’a ibâdet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka ilâh yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden yücedir.” (9/Tevbe, 31) Adiy: “Ya Rasûlallah, hıristiyanlar din adamlarına ibâdet etmiyorlar, onları rab ve ilâh edinmiyorlar ki” dedi. Rasûlullah şöyle buyurdu: “Onlara haramı helâl, helâlı da haram yaptılar, onlar da uymadılar mı din adamlarına?” Adiy: “Evet” dedi. Efendimiz buyurdu ki: “İşte bu, onlara ibâdettir.” (Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’an 10, hadis no: 3292; Tirmizî şerhi Tuhfetu’l-Ahvezî, hadis no: 5093)

 

“Sizin hakkınızda en çok korktuğum küçük şirktir.”  ‘Küçük şirk nedir ey Allah’ın elçisi?’ diye sordular. “Riyâdır. Allah Teâlâ, kıyâmet günü insanların amellerinin karşılıklarını verdiği zaman riyâkârlara: ‘Dünyada kendilerine gösteriş yapmakta olduklarınıza gidin. Bakın bakalım, onların yanında bir karşılık bulacak mısınız?’  buyurur.” (Tirmizî, Hudûd 24, hadis no: 1457, 4/58; Müsned, Ahmed bin Hanbel)

 

“Amellerin en faziletlisi Allah için sevmek, Allah için buğzetmektir.” (Ebû Dâvud, 3, hadis no: 4599)

 

“İman ipinin  (kulpunun) en güçlüsü, Allah için dostluk ve Allah için düşmanlıktır. Yine Allah için sevmek ve Allah için nefret duyup buğzetmektir.” (Mişkâtu’l-Mesâbih, hadis no: 5014; Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, 1/69, Taberânî, El-Kebîr)

 

“Kim, insanların kızması pahasına Allah’ı dost edinmekle O’nu râzı ederse Allah o kimseyi insanların nazarında yüceltir. Kim de Allah’ın gazabına rağmen insanları râzı ederse, artık onu Allah’ın  azabından  hiçbir şekilde kurtarmak mümkün olmaz.” (Tirmizî, Zühd 64)

 

“Onlar (Allah'ın velîleri) öyle kimselerdir ki, görüldükleri zaman Allah hatırlanır, zikredilir.” (Dürrü’l Mensur, 4/370; naklen Elmalılı, 4/495).

 

"Allah bir kulunu sevdimi onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olur. Bu kul Allah'tan bir şey dilese dileği kabul edilir. Allah'a sığındığında da Allah onu korur. Allah, velîsine düşman olan kimselere harb ilân eder." (Buhârî, Rekaik 38; İbn Mâce, Fiten 16)

 

“Aziz ve celil olan Allah Teâlâ, kıyâmet gününde şöyle diyecek; ‘Benim celâlim adına birbirlerini sevenler nerede? Gölgemden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı şu günde onları gölgemde gölgelendireyim.” (Müslim, Birr 37, hadis no: 2566)

 

“Allah Teâlâ buyuruyor ki: ‘Benim celâlim adına birbirini sevenler var ya! Onlar için orada öyle minberler vardır ki, peygamberler ve şehidler bile onlara gıpta ederler.” (Tirmizî, Zühd 53, hadis no: 2391; Kütüb-i Sitte Terc. 10/139)

 

“Allah, bir kulu sevdiğinde, o kulu meleklere de insanlara da sevdirir. Bir kula buğzedince de meleklere ve insanlara da o kula karşı buğzettirir.” (Buhârî, Tevhid 33, Edeb 41; Müslim, Birr 157)

 

“Allah (c.c.) şöyle buyurmuştur: ‘Ben kulumun Beni sandığı gibiyim ve Bana duâ ettiği, Beni zikrettiği zaman onunla beraberim. Kim Beni kendi nefsinde zikrederse (içinden geçirirse), Ben de onu kendi nefsimde zikrederim (içimden geçiririm). Kim Beni kalabalıkta, bir cemaat içinde zikrederse, Ben de onu, ondan daha hayırlı bir cemaat içinde zikrederim. O, Bana bir karış yaklaşırsa Ben ona bir arşın (adım) yaklaşırım. O Bana bir arşın yaklaşırsa, Ben ona bir kulaç yaklaşırım. O Bana yürüyerek gelirse Ben ona koşarak giderim. Kim Bana şirk koşmaksızın bir arz dolusu günahla gelse, Ben de onu bir o kadar mağfiretle karşılarım.”  (Buhârî, Tevhid 15, 35, 50; Müslim, Zikir 2, hadis no: 2675, 4/2061, Tevbe 1; Tirmizî, Deavât 142, hadis no: 3598)

 

“İçerisinde Allah zikredilen evlerin misali ile içerisinde Allah zikredilmeyen evlerin misali, diri ile ölünün misali gibidir.” (Buhârî, Deavât 66; Müslim, Salâtü’l-Müsâfirîn 211, hadis no: 779)

 

"Allah'ı unutarak lüzumsuz konuşmalara dalmayın. Çünkü Allah hatırlanıp zikredilmeden yapılan uzunca konuşmalar, kalbi katılaştırır. Allah'tan en uzak olan kimse, kalbi katı olandır." (Tirmizî, Zühd, 62)

 

“Bir topluluk Allah’ı zikretmek üzere otururlarsa, melekler onları kuşatır, rahmet onları kaplar, üzerlerine sekîne (huzur, feyiz) iner ve Allah onları yanındakilere (meleklere) zikreder.” (Müslim, Zikir 25, 30, hadis no: 2689, 2700, 4/2069; Tirmizî, Deavât 7, hadis no: 3375)

 

“Kim bir yere oturur ve orada Allah’ı zikretmez (ve hiç zikretmeden kalkar) ise Allah’tan ona bir noksanlık vardır. Kim bir yere yatar, orada Allah’ı zikretmezse, ona Allah’tan bir noksanlık vardır. Kim bir müddet yürür ve bu esnâda Allah’ı zikretmezse, Allah’tan ona bir noksanlık vardır.” (Ebû Dâvud, Edeb 31, 107, hadis no: 4856, 5059; Tirmizî, Deavât 8, hadis no: 3377). Hadis, Tirmizî’de şu şekilde gelmiştir: “Bir cemaat bir yerde oturur ve fakat orada Allah’ı zikretmez ve peygamberlere salât okumazlarsa, üzerlerine bir ceza vardır. (Allah) Dilerse onlara azab eder; dilerse mağfiret eder.” (Tirmizî, Deavât 8, hadis no: 3377)  

 

 “Dünya mel’undur, içindekiler de mel’undur; ancak Allah Teâlâ’yı zikir ve zikrullah’a yardımcı olanlarla âlimler ve ilim öğrenenler hâriç.” (Tirmizî, Zühd 14, hadis no: 2323; İbn Mâce, Zühd 3, hadis no: 4112) Bu hadis, farklı şekillerde de rivâyet edilmiştir: “Dünya mel’undur, Allah için olanlar hâriç.”, “Dünya mel’undur, içindekiler de mel’undur; emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker ve zikrullah hâriç.”, “Dünya mel’undur, içindekiler de mel’undur; Allah’ın rızâsı için yapılanlar hâriç.” (K. Sitte Terc. 7/238-239)

    

“Kim akşamdan temizlik üzere (abdestli olarak) zikredip uyursa (uyku bastırıncaya kadar Allah’ı zikrederse) ve geceleyin de uyanıp Allah’tan  dünya veya âhiret  hayırlarından bir şey isterse, Allah Teâlâ, istediğini mutlaka ona verir.” (Ebû Dâvud, Edeb 105, hadis no: 5042; Tirmizî, Deavât 100, hadis no: 3525)

 

“Allah’ın, yollarda dolaşıp zikredenleri araştıran melekleri vardır. Allah Teâlâ’yı zikreden bir cemaate rastlarlarsa, birbirlerini 'aradığınıza gelin' diye çağırırlar. (Hepsi gelip) onları kanatlarıyla kuşatarak dünya semâsına kadar arayı doldururlar. Allah, -onları en iyi bilen olduğu halde- meleklere sorar: ‘Kullarım ne diyorlar?’ ‘Seni tesbih ediyorlar, Sana tekbir okuyorlar, Sana tahmîd (el-hamdü lillâh) okuyorlar. Sana ta’zim (temcid) ediyorlar’ derler. Rab Teâlâ sormaya devam eder: ‘Onlar Beni gördüler mi?’ ‘Hayır!’ derler. ‘Ya görselerdi ne yaparlardı?’ ‘Eğer Seni görselerdi ibâdette çok daha ileri giderler; çok daha fazla ta’zim, çok daha fazla tesbihde bulunurlardı’ derler. Allah tekrar sorar: ‘Onlar ne istiyorlar?’ ‘Senden cennet istiyorlar.’ ‘Cenneti gördüler mi?’ der. ‘Hayır Ey Rabbimiz!’ derler. ‘Ya görselerdi ne yaparlardı?’ der. ‘Eğer görselerdi, derler, ‘cennet için daha çok hırs gösterirler, onu daha ısrarla isterler, ona daha çok rağbet gösterirlerdi.’ Allah Teâlâ sormaya devam eder: ‘Neden istiâze ediyorlar (sığınıyorlar)?’ ‘Cehennemden istiâze ediyorlar’ derler. ‘Onu gördüler mi?’ der. ‘Hayır Rabbimiz, görmediler!’ derler. ‘Ya görselerdi ne yaparlardı?’ der. ‘Eğer cehennemi görselerdi ondan daha şiddetli kaçarlar, daha şiddetli korkarlardı’ derler. Bunun üzerine Rab Teâlâ şunu söyler: ‘Sizi şâhid kılıyorum, onları affettim!” Rasûlullah (s.a.s.) sözüne devamla şunu anlattı: “Onlardan bir melek der ki: ‘Bunların arasında falanca günahkâr kul da var. Bu onlardan değil. O başka bir maksatla uğramıştı, oturuverdi.’ Allah Teâlâ; ‘Onu da affettim, onlar öyle bir cemaat ki, onlarla oturanlar da onlar sâyesinde bedbaht olmazlar’ buyurur.” (Buhârî, Deavât 66; Müslim, Zikr 25, hadis no: 2689; Tirmizî, Deavât 140, hadis no: 3595) 

          

“Allah’ı zikreden bir cemaatle sabah namazı vaktinden güneş doğuncaya kadar birlikte oturmam, bana İsmâil’in oğullarından dört tanesini âzâd etmemden daha sevimli gelir. Allah’ı zikreden bir cemaatle ikindi namazı vaktinden güneş batışına kadar oturmam dört kişi âzâd etmemden daha sevimli gelir.” (Ebû Dâvud, İlm 13, hadis no: 3667) (Burada, Allah’ı zikirden maksat, her çeşit zikir olabilir: Kur’an tilâveti, tesbih, tehlil, tahmid, salevât, ilimle meşgul olmak, tefsir, hadis gibi şer’î ilimlerin öğrenilmesidir (K. Sitte, c. 6, s. 520).

 

“Abdest imanın yarısıdır. Elhamdü lillâh mizanı (amel terazisini) doldurur; sübhânallahi ve’lhamdü lillâh arz ve semâ arasını doldurur. Namaz nurdur; sadaka burhandır; sabır ziyâdır; Kur’an ise, lehine veya aleyhine bir hüccettir. Herkes sabahleyin kalkar, nefsini (Allah'a veya şeytana) satar; kimisi kurtarır, kimisi de helâk eder.” (Müslim, Tahâret 1, hadis no: 223; Tirmizî, Deavât 91, hadis no: 3512; Nesâî, Zekât 1) Hadisin Tirmizî’de gelen başka bir vechi şöyledir: “Tesbih mîzânın yarısıdır; elhamdü lillâh mîzan doldurur; tekbir ise gökle yer arasını doldurur. Oruç sabrın yarısıdır; temizlik imanın yarısıdır.”  

 

"Size amellerinizin en iyisini, Rabbinizin huzurunda en temizini ve derecelerinizde en yükseğini, altın ve gümüş infak etmekten daha hayırlısını, düşmanla karşı karşıya gelip siz onların, onlar sizin boyunlarınızı vurmaktan daha iyisini söyleyeyim mi?" buyurdu. 'Evet' dediler. "Allah'ı zikir" dedi. (Tirmizî, Deavât 6)

 

Muaz bin Cebel, Allah'ın Rasûlünden duyduğu son sözün şu olduğunu anlatıyor: 'Allah'a hangi amel daha hoş gelir?' dedim. "Dilin, Allah'ı zikirle ıslanmış olarak ölmen" buyurdu. (et-Terğîb 2/395, Taberânî'den)

                                                

"Her şeyin bir cilâsı vardır; kalplerin cilâsı da Allah'ı zikretmektir. İnsanı Allah'ın azâbından en çok koruyacak şey, ancak zikrullahtır." 'Allah yolunda cihad da mı (zikirden hayırlı) değil?' dediler. "Hayır, kesilinceye kadar vuruşsa dahi" dedi. (Buhârî, Deavât 5) 

 

"Sübhânallahi ve'l-hamdü lillâhi ve lâ ilâhe illâllahu vallahu ekber' demem, benim için güneşin üzerine doğduğu her şeyden daha sevgilidir." (Müslim, Zikir 10)

 

"Bir kimse günde yüz defa, 'Lâ ilâhe illâllahu vahdehû lâ şerîke leh, lehu'l-mülkü ve lehu'l-hamdu, ve hüve alâ külli şey'in kadîr (Allah'tan başka ilâh yoktur. O'nun şerîki/ortağı yoktur; mülk O'nundur, hamd de O'na mahsustur. Hem O her şeye kaadirdir)' derse, o kimse için on köle (âzât etme) dengi sevap olur. Ve kendisine yüz hasene yazılır; yüz günahı da silinir. O gün, akşamlayıncaya kadar şeytandan muhâfaza olur. Onun yaptığından daha faziletli bir işi kimse yapamaz. Meğer ki, onun yaptığından fazla yapsın. Ve bir kimse günde yüz kere 'Sübhânallahi ve bihamdihî (Allah'ı hamdiyle birlikte tenzih ederim)' derse; günahları denizin köpüğü kadar bile olsa sâkıt olur." (Müslim, Zikir, 28, hadis no: 2691)

 

"İki kelime vardır ki, dile hafif, mîzanda ağır, Allah'a makbuldürler. (Bunlar:) 'Sübhânallahi ve bihamdihî, sübhânallahi'l-azîm (Allah'ı hamdiyle birlikte tenzih ederim. Yüce Allah'ı tenzih ederim)' (kelimeleridir)." (Müslim, Zikir 31, hadis no: 2694)

 

"Sübhânallahi ve'l-hamdü lillâhi ve lâ ilâhe illâllahu vallahu ekber (Allah'ı tenzih ederim, hamd Allah'a mahsustur ve Allah'tan başka ilâh yoktur. Allah her şeyden büyüktür)' demem, benim için, üzerine güneş doğan her şeyden daha makbuldür." (Müslim, Zikir 32, hadis no: 2695)

 

Mus'ab bin Sa'd (r.a.) anlatıyor: Bana babam rivâyet etti. (Dedi ki: 'Rasûlullah (s.a.s.)'ın yanındaydık. "Biriniz her gün bin sevap kazanmaktan âciz midir?" diye sordu: "Yüz kere tesbih eder (Sübhânallah der) ve kendisine bin sevap yazılır. Yahut üzerinden bin günah indirilir" buyurdu. (Müslim, Zikir 37, hadis no: 2698; Buhârî Deavât, Bed'ul-Halk; Tirmizî Deavât; İbn Mâce, Sevâbu't-Tesbîh)

 

"Bir kimse her namazın sonunda Allah'a otuz üç defa tesbih, otuz üç defa hamd eder, otuz üç defa da tekbirde bulunursa, bunların toplamı doksan dokuz eder. Yüzün tamamında da: 'Lâ ilâhe illâllahu vahdehû lâ şerîke leh, lehu'l-mülkü ve lehu'l-hamdu ve hüve alâ külli şey'in kadîr' derse, günahları denizin köpüğü kadar bile olsa (yine) affolunur." (Müslim, Mesâcid, 146, hadis no: 597)

 

“Cennet kapıları, şüphesiz kılıçların gölgeleri altındadır.” Rasûlullah’ın bu sözünü duyan bir mücâhid, kılıcının kınını kırıp attı. Sonra elinde kılıcıyla düşmanın üzerine yürüdü ve ölünceye kadar düşmanla savaştı. (Müslim, İmâre 146; Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad 23)

 

“Kim Allah’ın adını, hükmünü yüceltmek, her şeyin üstüne çıkarmak için savaşırsa, o Allah yolundadır.” (Buhârî, İlim 45, 1/42, Cihad 15, 4/24; Müslim, İmâre 149-150, hadis no: 1904, 3/1512; İbn Mâce, Cihad 13, hadis no: 2783, 1/931; Ahmed bin Hanbel, 4/392, 397, 402, 405, 417)

 

"Kim Allah için tevâzu ederse Allah onu yükseltir. Kim de kibirlenirse Allah onu alçaltır. Kim Allah'ı çok zikreder/anarsa, Allah onu sever." (İbn Mâce, Zühd 16) buyurmuştur. Bir hadis-i kudsîde de: "Kulum Bana, en çok, farz ibâdetlerle yaklaşır. Kulum, nâfile ibâdetlerle de Bana yaklaşmağa devam eder. O kadar yaklaşır ki onun işiten kulağı Ben olurum, Benimle işitir. Gören gözü Ben olurum, o Benimle görür. Tutan eli Ben olurum, o Benimle tutar. Yürüdüğü ayağı Ben olurum, o Benimle yürür." (Buhârî, Rikak 38; Ahmed bin Hanbel, VI/256

 

"İnnallahe cemîlun yuhıbbu'l-cemâl -Allah güzeldir, güzeli sever-." (Müslim, İman 147; İbn Mâce, Duâ 10; Ahmed bin Hanbel, IV/133, 134, 151)

 

Ebû Rezîn el-Akîl, kendisine: "Ey Allah'ın elçisi, iman nedir?" diye sorunca: "Allah ve Rasûlünün, sana, her şeyden daha sevgili olmasıdır" (Ahmed bin Hanbel, IV/11) buyurmuştur.

 

"Hiçbiriniz, Allah ve Rasûlü, kendisine her şeyden daha sevgili olmadıkça iman etmiş olmaz." (Nesâî, İman 2-4; İbn Mâce, Fiten 23; Ahmed bin Hanbel, IV/11).

 

“İman ipinin  (kulpunun) en güçlüsü, Allah için dostluk ve Allah için düşmanlıktır. Yine Allah için sevmek ve Allah için nefret duyup buğzetmektir.” (Mişkâtu’l-Mesâbih, hadis no: 5014; Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, 1/69, Taberânî, El-Kebîr)

 

"Allah bir kulu sevince, Cebrâil'i çağırıp: 'Ben falanı sevdim, sen de sev!" der. Cebrâil de onu sever. Sonra onun için yer (halkın)da kabul konulur (insanlar da onu severler)." (Buhârî, Bed'ü'l-Halk 6, Edeb 41, Tevhid 33; Müslim, Birr 157; Tirmizî, Tefsîru Sûre 19; Muvattâ, Şi'r 15; Ahmed bin Hanbel, II/267, 341, 413).

 

“Kişi, Allah ve Rasûlünü, o ikisi dışında kalan her şeyden daha çok sevmedikçe imanın tadını bulamaz.” (Buhârî, İman 9; Müslim, İman 67; Tirmizî, İman 10)  

“Amellerin en faziletlisi Allah için sevmek, Allah için buğzetmektir.” (Ebû Dâvud, 3, hadis no: 4599)

 

“...Allah sizin sûret ve kalıplarınıza bakmaz, fakat kalplerinize ve amellerinize bakar...” (Buhârî, Nikâh 45, Edeb 57, 58, Ferâiz 2; Müslim, Birr 28-34; Ebû Dâvud, Edeb 40; Tirmizî, Birr 18)

 

"(Ancak) Allah için seven, Allah için buğz eden/nefret duyan, Allah için veren ve Allah için sıkılık yapıp vermezlik yapan kişi imanını kemâle erdirmiş, olgunlaştırmıştır." (Et-Tâc, c. 5, s. 78)

                                              

"Allah'ım, Seni sevmeyi ve Seni seveni sevmeyi ve Senin sevgine beni yaklaştıracak şeyi sevmeyi bana nasip et ve Senin sevgini bana kendimden, âilemden ve (sıcak ve harâretli günde) soğuk sudan bana daha sevimli kıl." (Tirmizî, Deavât 72, 73)     

       

Ebû Rezîn el-Akîl, kendisine: "Ey Allah'ın elçisi, iman nedir?" diye sorunca, Rasûlullah (s.a.s.) şöyle cevap vermiştir: "Allah ve Rasûlünün, sana, her şeyden daha sevgili olmasıdır" (Ahmed bin Hanbel, IV/11)

 

"Hiçbiriniz, Allah ve Rasûlü, kendisine her şeyden daha sevgili olmadıkça iman etmiş olmaz." (Nesâî, İman 2-4; İbn Mâce, Fiten 23; Ahmed bin Hanbel, IV/11).

 

“Allah’ın kulları arasında bir grup var ki, onlar ne peygamberlerdir, ne şehidlerdir. Üstelik kıyâmet günü Allah indindeki makamlarının yüceliği sebebiyle peygamberler ve şehidler onlara gıpta ederler.” Orada bulunanlar sordu: ‘Ey Allah’ın Rasûlü, onlar kimdir, bize haber verir misin?’ “Onlar, aralarında kan bağı ve dünya menfaati için birbirlerine bağlı olmadıkları halde, Allah’ın nûru (Kur’an) adına birbirlerini sevenlerdir. Allah'a yemin ederim ki, kesinlikle onların yüzleri nurdur. Onlar bir nur üzeredirler. Halk korkarken onlar korkmazlar; insanlar üzülürken onlar üzülmezler.” Ardından da şu âyeti okudu: “İyi bilin ki, Allah’ın velîlerine/dostlarına korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” (10/Yûnus, 62) (Ebû Dâvud, Büyû’ 78, hadis no: 3527; Kütüb-i Sitte Terc. 10/142)

 

 “İnsanlar ‘Allah’tan başka ilâh yoktur, Muhammed O’nun rasûlüdür’  deyinceye kadar kendileriyle savaşmaya emrolundum. Ne zaman bunu söylerlerse kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Ancak dinî cezalar müstesna; iç yüzlerinin muhasebesi ise Allah'a aittir.” (Buhâri, Cihad 102, İman 17; Müslim, İman 8; Ebû Dâvud, Cihad 104; Tirmizî, Tefsir 78; Nesâî, Zekât 3; İbn Mâce, Fiten 1; Dârimî, Siyer 10)

 

Abdullah bin Mes’ûd dedi ki: “Rasûlullah (s.a.s.) bize karşı yaptığı bir konuşmasında dedi ki: “Kendisinden başka ilâh olmayan (Allah) hakkı için söylüyorum: Allah’tan başka hiçbir ilâh bulunmadığına, benim de Allah’ın peygamberi olduğuma şehâdet eden bir kimsenin kanı ancak şu üç şeyden biri dolayısıyla helâl olur: İslâm’ı terkedip İslâm cemaatinden ayrılan, evli olduğu halde zinâ eden ve birisini öldürdüğü için (kısas cezâsı olarak) öldürülmesi gereken.” (Müslim, Kasâme 25-26; Ebû Dâvud, Hudûd 1; Nesâî, Tahrîmu’d-Dem’ 5, 14; İbn Mâce, Hudûd 1)  

 

“…Her kim ‘Lâ ilâhe illâllah’ der ve Allah’tan başka tapınılan şeyleri reddederse, onun malına ve canına haksız yere dokunmak haram olur. Hesabı Allah’a kalmıştır.” (Müslim, İman 35, hadis no: 21, 1/52)

 

"Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in O'nun Rasulü olduğuna şehâdet eden kimseye Allah ateşi haram kılmıştır." (Buhârî, İlim, 49)

 

            Ebû Zer (r.a.)’in rivâyet ettiğine göre Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Cebrail (a.s.) bana gelerek; ‘Ümmetinden kim Allah’a herhangi bir şeyi şirk koşmadan ölürse cennete girer müjdesini verdi.” Ben, (hayretle) zina ve hırsızlık yapsa da mı? diye sordum. “Evet, hırsızlık etse de, zina yapsa da” cevabını verdi. Ben tekrar: ‘Yani hırsızlık etse, zina yapsa da ha?’ dedim. “Evet, bunları yapsa da (Cennete girecektir)” buyurdu. Ben aynı soruyu dördüncü defa sorunca; “Ebû Zerr’in burnu kırılsa (patlasa) da Cennete girecektir” buyurdu. (Müslim, İman 153-154, hadis no: 94, 1/94-95; Tirmizî, İman 18, hadis no: 2644, 5/27; Buhârî, Tevhid 33; K. Sitte,  2/205)        

 

"Allah'a inanıp, O'na hiç bir şeyi ortak koşmayan Cennet'e girmiştir. Allah'a inanıp da, O'na şirk koşan ise Cehenneme girmiştir" (Müslim, İmân, 152)

 

“Ümmetimle ilgili olarak korktuklarımın en korkutucusu Allah’a şirk/ortak koşmalarıdır. Dikkat edin; ben size ‘onlar aya, güneşe ve puta tapacaklar’ demiyorum. Fakat onlar (hâkimiyet hakkını bazı fertlerde, zümrelerde meclis ve toplumlarda görecekler), Allah’tan başkasının emirlerine ve arzularına göre iş yapacaklardır.” (İbn Mâce, hadis no: 4205)

 

Allah Lafzı; Anlam ve Mâhiyeti

 

Allah; Kâinatın ve kâinatta bulunan tüm varlıkların yaratıcısı, koruyucusu olan tek varlık, ibâdet edilmeye lâyık tek Rab, Mevlâ, Hüdâ'ya ait özel isimdir. Allah; En yüce varlık olarak inanılan, bütün kemâl sıfatları şahsında bulunduran ve her türlü noksan sıfatlardan uzak olan gerçek Ma'buddur. Varlığı zorunlu olan tek yaratıcıya ait yüce bir isim. Bu isimle çağrılan bir başka varlık olmamıştır, olmayacaktır da.

 

Allah ismi, ifâde ettiği İlâhî mânâsıyla yalnız Allah'a aittir ve hiçbir kelime bu ismin anlamını ve muhtevâsını ifâde gücüne sahip değildir. Bu isim başkası için de kullanılamaz (19/Meryem,  65). İsmin, ait olduğu yaratıcı, bir olduğundan, ikili ve çoğulu da yoktur. Ancak cinsleri olan varlıkların isimleri çoğul yapılabilir. Cinsleri olmayanın ismi de çoğul yapılamaz. Lisanımızda "şehirler" denilir ancak yine bir şehir olan fakat bir ikincisi olmayan İstanbul için "İstanbullar" denilerek çoğul yapılamaz. Ancak muhtelif lisanlarda Allah Teâlâ'nın ayrı ayrı isimleri olabilir. Türkçe'de Tanrı, Farsça'da Hudâ, İngilizce'de God, Fransızca'da Dieu gibi. Ne var ki bu isimler "Allah" gibi özel isim değildir. İlâh, rab, ma'bud gibi cins isimdirler. Arapça'da ilâhın çoğuluna "âlihe", rabbın çoğuluna "erbâb" denildiği gibi Farsça'da Hudâ'nın çoğulu da "hudâyân" ve lisanımızda da "tanrılar", rablar, ilâhlar, ma'budlar denilir. Çünkü bu isimler gerçek ma'bud -Allah- için kullanıldığı gibi, Allah'ın dışında gerçek olmayan bir nice ma'bud kabul edilen şeyler için de kullanıla gelmiştir. Eski Türklerde gök tanrısı, yer tanrısı; Yunanlılar'da güzellik tanrıçası, bereket tanrısı, vs olduğu gibi. Halbuki "Allahlar" denilmemiş ve denilemez. Mânâsındaki birlik ve özel isim olması nedeniyle Allah ne tanrı kelimesiyle ne de bir başka kelimeyle tercüme edilebilir.

 

İslâm'ın temel ilkesi olan "Lâ İlâhe İllâllah" tevhid kelimesi, meselâ Fransızca'ya tercüme edildiği zaman "Diyöden başka diyö yok" Türkçe'ye aktarılmasında "İlâhtan başka ilâh yoktur." denir. O zaman da Allah kelimesi "ilâh" kelimesiyle tercüme edilmiş olur. Bu da yanlış bir tercümedir. Çünkü ilâh cins isimdir, Allah ise özel isimdir. Kelime-i Tevhid "tanrı" kelimesiyle Türkçe'ye çevrildiğinde aynı çarpıklık ve yanlışlık ortaya çıkar. "Allah" kelimesinin kökenini araştıran dil bilimcileri bu konuda birçok beyanlarda bulunmuşlarsa da en kuvvetli görüş; bu kelimenin Arapça olup herhangi bir kelimeden türetilmeden aynen kullanıldığı ve has bir isim olduğudur.

 

Allah; kendi iradesiyle evreni yoktan var eden, ona belli bir düzen veren, gökleri ve yerleri ve bunlarda en küçüğünden en büyüğüne kadar canlıları yaratan, onlara hayat ve rızık veren, öldüren-dirilten, dilediğini dilediği şekilde idare ve tasarrufu altında bulunduran, varlığı bir başka etkenle değil, kendinden olan, her şeyi bilen, gören, işiten, yarattıklarında en ufak bir çarpıklık ve dengesizlik bulunmayan, herşeye gücü yeten, bütün mülkün gerçek sahibi, emir ve hüküm koymaya tek yetkili; övülmeye, itaat edilmeye, şükredilmeye gerçek lâyık, bir benzeri daha bulunmayan, bütün varlıkların, güneşin, ayın, gök ve yer cisimlerinin itirazsız itaat ettiği, boyun eğdiği, ismini ululadığı, ibâdet edilmeye lâyık Hak mabud. Allah, mabud olduğu için Allah değil, Allah olduğu için mabudtur. Onun İlâh oluşu, ibâdete lâyık oluşu, bir başka sebepten değil; kendi 'zat'ının yüceliğindendir. insanlar zaman zaman putlara, ateşe, güneşe, yıldızlara, millî kahramanlara veya hakkında korku ve ümit besledikleri herhangi bir şeye tapınmışlar; bu hâlleriyle de onları ilâh ve mabud edinmişler, bilâhare bunlardan cayarak, onları tanımaz ve tapınmaz olmuşlardır. O zaman da daha evvel mabudlaştırdıkları varlıkların mabudluk vasıfları yok olur. Hülâsa Allah'ın dışındakiler ancak insanların mabudlaştırmalarıyla mabud telâkki edilebildikleri hâlde Allah, bütün beşer ona inansa da, inanmasa da; ibâdet etse de etmese de o, zatıyla Allah olduğu için ibâdete lâyıktır. Beşerin inkârı onu Allah olmaktan uzaklaştıramaz.

 

İnsanlık tarihi incelendiği zaman görülür ki, ilk devirlerden beri her asırda yaşayan insanlarda Allah fikri ve tapınma meyli; dolayısıyla bir dîni inanca eğilim vardır. Batılı dinler tarihi yazarlarının bir çoğuna göre bu duygunun var oluşu çeşitli arizî sebeplere bağlanmış ise de, müslüman âlimlerin genel kanaatlarına göre tamamen fıtrî ve doğuştandır. İlk insan olan Hz. Âdem'in yaratılışından önce Allah ile melekler arasında cereyan eden konuşmayı (2/Bakara, 30) ve bu konuşmada Âdem'in -insanın- yeryüzünde halife olarak yaratılması hususunu düşündüğümüzde de anlarız ki; insan yaratılmadan evvel, onun mayasına Allah'a halife olacak özellikler verilmiştir. Bu da bize Allah'a bağlılığın ve din duygusunun fıtrî olduğunu bildirir. Hz. Peygamber'in (s.a.s.) "Her doğan insan, (İslâm) fıtrat(ı) üzere doğar, onu Mecûsi, Hristiyan veya Yahûdi yapan ana ve babasıdır" (Müslim, Kader, 25; Buhârî, Cenâiz:, 92; Ebû Dâvud Sünnet, 17) hadisi ve “Sizi karada ve denizde yürüten odur. Gemide olduğunuz zaman (ı düşünün): Gemiler içinde bulunanları hoş bir rüzgârla alıp götürdüğü ve (onlar) bununla sevindikleri sırada, birden gemiye, şiddetli bir kasırga gelip de, her yerden gelen dalgalar onları sardığı ve artık kendilerinin tamamen kuşatıldıklarını, (bir daha kurtulamayacaklarını) sandıkları zaman, dini yalnız Allah'a halis kılarak Ona yalvarmağa başlarlar. And olsun eğer bizi bu (felâket) den kurtarırsan, şükredenlerden olacağız. (derler).” (10/Yûnus, 23) âyeti de keza Allah inancının -her ne sûretle ortaya çıkarsa çıksın- insan ruhunun derinliklerinde var olduğunu ispat etmektedir.

 

Nereye gidilmişse orada basit ve bâtıl da olsa bir dîne, bir tanrı fikrine rastlanmıştır. Geçmiş devirlerde çeşitli şekillerdeki putlara tapanlar, ateşi, güneşi, yıldızları kutsal sayanlar dahi bütün bunların üstünde büyük bir kudretin bulunduğuna, herşeyi yaratan, terbiye eden, merhamet eden bir varlığın mevcûdiyetine inanmışlar, dış âlemde taptıkları şeyleri ona yaklaşmak için birer vesîle edinmişlerdir. "Biz, bunlara, sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz." (39/Zümer, 3) derler. Cinsleri, devirleri ve ülkeleri ayrı, birbirlerini tanımayan toplumlarda inanç konusundaki birlik, dîn fikrinin umumî, Allah inancının da fıtrî olduğunu ispat etmektedir.

 

Bunun içindir ki, her şeyi bilen ve yaratmaya kadir olan bir Allah'a inanmak, ergenlik çağına gelen akıllı her insana farzdır. İlâhî dinlerin kesintiye uğradığı dönemlerde yaşayan insanlar bile, akılları ile Allah'ın varlığını idrâk edebilecek durumda olduğundan, Allah'a îmanla mükelleftirler.

 

Akıl ile Allah'ın bilinebileceğine, birçok âyet delîl olarak gösterilebilir. Bunlardan en dikkat çekici olanı, Hz. İbrahim'in daha çocukluk dönemlerinde iken parlaklıklarına bakarak yıldızı, ayı, güneşi Rab olarak kabul etmesi ancak daha sonra bütün bunların batmaları, ile zamanla yok olan şeylerin Rabb olmayacaklarını idrâk etmesi ve neticede gerçeği görerek "...Ben, yüzümü tamamen, gökleri ve yeri yoktan var edene çevirdim ve artık ben O’na şirk/ortak koşanlardan değilim." 6/En'âm, 79) âyetidir. Mâturîdiyye mezhebine göre Allah'a iman, insan fıtratının icabıdır. Zira her insan evrendeki bu muazzam varlıklara bakarak bunların büyük bir yaratıcısı olduğuna aklen hükmedebilir. "Akıl ve nazar 'marifetullah'da kâfidir" derler. "Göklerin ve yerin yaratıcısı olan Allah'ın varlığında şüphe mi vardır?" (14/İbrâhim, 10) âyetini delil gösterirler. Eş'ariye imamları ise "akıl ve nazar 'marifetullah'da kâfi değildir" derler ve "Biz bir kavme peygamber göndermedikçe onlara azap etmeyiz." (17/İsrâ, 15) âyetini delîl gösterirler. Netice olarak, semâvât ve arzın yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde ve kâinatta meydana gelen insan gücünün dışındaki binlerce tabiat hadisesinin belli bir düzen içerisinde cereyan etmesinde her akıllının kabul edebileceği gibi, Allah'ın varlığını ispat eden delîller vardır (2/Bakara, 164).

 

Allah'ın zâtı üzerinde düşünmek haramdır. Onun zatını idrak etmek aklen mümkün değildir. Çünkü Allah'ın hiçbir benzeri yoktur. Hiçbir şey O'na denk değildir (112/İhlâs, 1-5). Gözler Onu idrak edemez (6/En'âm, 103). Çünkü aklın ulaşabildiği ve kavrayabildiği şeyler ancak madde cinsinden olan şeylerdir. Allah ise madde değildir. Duyu organlarımızla tespitini yaptığımız ve hâlen yapamadığımız eşyanın tümü noksanlıklardan uzak olan bir yaratıcı tarafından yaratılmıştır. Yaratılan ise yaratıcısının ne parçası, ne de benzeridir. Allah'ın varlığına inanmak, her müslümanın ilk önce kabul etmesi gereken bir husustur. İslâm ıstılâhına göre inanmak ise Allah'ın varlığına, birliğine, yani, Allah'tan başka ilâh olmadığına ve inanılması gereken diğer hususlara (Allah'a, Allah'ın meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, kaza ve kadere, öldükten sonra diriltmeye) tereddütsüz iman etmek ve bunu kalp ile tasdik etmektir. İnanan insana mü’min, inanmayana ise kâfir denir. Akıl sahibi olan her insanın, Allah'ın varlığına inanması gerekir. Allah'ın varlığına inanmak, insan fıtratının icabıdır. Allah'ın varoluşu vaciptir, zarûrîdir.

 

Varlıklar vücud bakımından üç türlüdür:

a) Vâcibu'l-Vücûd: Varlığı mutlak gerekli olan, olmaması mümkün olmayan varlık. Bu da sadece Allah Teâlâ'dır.

 

b) Mümkinu'l-Vücûd: Varlığı mümkün olan, yani, varolması da, olmaması da mümkün olan varlıklardır ki Allah'ın dışında tüm yaratıklar böyledir .

 

c) Mümteniu'l-Vücûd: Varlığı mümkün olmayan. Allah'ın eşi ve benzerinin olması gibi. Allah'ın eşi ve benzerinin olması mümkün değildir.

 

Allah, bizatihi (kendi kendine) ve bizatihi (kendiliğinden) Allah'tır. Kur'an'da Allah hakkında vârid olan birçok vasıflar onun bir cisim olduğunun delili değil, ancak ona ait mecâzî vasıflamalardır. (Bkz. 5/Mâide, 69; 38/Sâd, 75; 39/Zümer, 67; 54/Kamer, 14; 2/Bakara, 109, 274; 6/En’âm, 52; 18/Kehf, 27. âyetler). Bu sıfatlarla Allah'ı cisimlendirme veya bir başka varlığa benzetme sözkonusu değildir. Bütün yaratıkların ilâhı bir tek ilâhtır. Ondan başka ilâh yoktur. O rahmân ve rahîmdir (2/Bakara, 163).

 

Allah'ın birliğine delil olan âyetlerden bir kısmını şöyle sıralayabiliriz:

a) "De ki: O Allah birdir. Allah Sameddir. (Her şey varlığını ve varlığının devamını O'na borçludur. Her şey O'na muhtaçtır. O, hiç bir şeye muhtaç değildir. Her şeyin başvuracağı, yardım dileyeceği tek varlık O'dur. Kendisi doğurmamıştır ve (başkası tarafından) doğurulmamıştır. Hiçbirşey O'nun dengi olmamıştır." (112/İhlâs, 1-4)

 

b) "De ki: Ey kâfirler! Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Siz de benim taptığıma tapıcılar değilsiniz. Ben asla sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim banadır." (109/Kâfirûn, 1-6)

 

c) "Allah'tan başka bir yaratıcı var mıdır?" (35/Fâtır, 3)

 

d) "O'nunla birlikte hiçbir ilâh yoktur. (Eğer olsaydı) muhakkak ki her tanrı kendi yarattığını kabullenir (ve korur) ve mutlaka kimisi de diğerine galebe ederdi." (23/Mü'minûn, 91)

 

e) "Eğer her ikisinde (yer ve gökte) Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, her ikisi de harap olurdu." (21/Enbiyâ, 22)

 

Allah, zâtında, ilâhlığında, mâbud ve yaratıcı oluşunda birdir. Ondan başka yaratıcı yoktur. Kâinatı bizzat yaratmaya, yaşatmaya, yok etmeye gücü yetmeyen bir zat Allah olamaz. Bunun içindir ki ikinci bir Allah'ın varlığına imkân yoktur. Çünkü iki Allah olduğu farzedilse, bu iki Allah'tan biri kâinatı yalnız başına yaratmaya muktedir ise, diğeri zâid-fazla olmuş olurdu. Bunun aksine, yalnız başına kâinatı yaratmaya muktedir değilse, bu durumda da âciz-güçsüz olurdu. Âciz ve zâit olan bir zat ise Allah olamaz. Bu nedenle Allah vardır ve birdir.

 

Akıl sahibi olup da ergenlik çağına gelmiş olan her insana düşen ilk görev, yaratıcısı olan Allah Teâlâ’yı tanımak, O’na iman ve kulluk etmektir. “O, göklerin, yerin ve bunların arasındaki her şeyin rabbidir. O’na kulluk et ve O’na kullukta sabret. Hiç O’nun adıyla anılan birini biliyor musun? (19/Meryem 65)

 

  

 "Allah” Kelimesinin İçerdiği Anlam

 

“Allah”,  varlığı  zarûrî  olan  ve bütün övgülere lâyık bulunan zatın ismidir.  “Allah’ın varlığının zarûrî olması”, O’nun yokluğunun düşünülemeyeceği, var olması ve varlığını devam ettirmesi için kimseye muhtaç olmaması, O’nun kâinatın yaratıcısı olması demektir. “Bütün övgülere lâyık bulunması” ise, Allahü Teâlâ’nın en güzel isim ve sıfatlara sahip olması anlamına gelir.

  

Allah,   gerçek mâbudun ve tek yaratıcının özel ismidir. Bu kelimenin çoğulu yoktur. Başka dillere tercüme edilemez. Bu yüzden O’ndan başka hiç bir varlığa isim olarak verilemez. O’nun diğer isim ve sıfatları, yaratmış olduğu varlıklara (gerçek anlamda değil) mecazi anlamda verilebildiği halde, Allah ismi verilemez.

 

Meselâ, insanlar için şefkatli, merhametli, alim, adil, halim gibi sıfatlar kullanıldığı halde, “Allah” ismi, hiç bir varlık için kullanılmaz, kullanılmamıştır da.  Nitekim tanrılık iddiasında bulunan Fir’avn bile: “ben sizin rabbiniz değil miyim?” dediği halde, “ben sizin Allah’ınızım” dememiştir. Mekke’li müşrikler, Kabe’deki putlarına birçok isim verdikleri halde, hiç birisine Allah ismi vermemişlerdir. Zâten müşriklere, “kâinatı kim yarattı?” diye sorulduğunda “Allah” cevabını vermektedirler.   

 

Câhiliyye döneminde Araplar arasında “Allah” kavramı mevcuttu. Fakat Allah inancı  sönük bir inançtı. Onların inancına göre de Allah, Kabe’nin Rabbi, dünyanın yaratıcısı, yeryüzündeki herşeye hayat veren idi. Putlarına ise, kendilerini Allah’a yaklaştıracağı, Allah indinde kendilerine şefaatçı olacağı inancıyla tapınıyorlardı.

 

Câhiliyye Arapları, hayatları tehlikede olunca geçici bir tevhide başvuruyor, dini yalnız Allah’a halis kılarak O’na yalvarıyorlar, Allah onları tehlikeden kurtarınca tekrar eski putperest inancına geri dönüyorlardı. 

 

Hristiyanların  inancındaki Allah kavramı, Baba - oğul - kutsal ruh olmak üzere üç unsurdan meydana gelmekte idi. Yahudilerin inancındaki Allah kavramı ise,  tek bir kavmin (İsrailoğullarının) tanrısıydı. Oysa Allah ne câhiliyye Araplarının, ne hristiyanların, ne de yahudilerin inandığı gibi değildir. Herşeyi yaratan, hiç kimseye muhtaç olmayan, herkesin kendisine muhtaç olduğu, hiçbir toplumun özel tanrısı olmayıp, insanlar da dahil tüm kâinatın rabbi olan tek ilâhtır.    

 

“Rahmân ve Rahim olan Allah’ın adıyla. Hamd (övme ve övülme) âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur. O, Rahmân ve Rahim’dir. Ceza gününün sahibidir. Ancak Sana kulluk ederiz ve yalnız Senden medet umar, yardım isteriz. (Ey Allah’ım,) Bize doğru yolu göster. Kendilerine nimet verdiklerin kimselerin yolunu; gazaba uğramışların ve sapmışların yolunu değil!” (1/Fâtiha, 1-7)

 

“De ki: O Allah birdir. Allah sameddir.(Hiçbir şeye muhtaç olmayan, aksine her şey kendine muhtaç olandır.)  O, doğurmamış ve doğurulmamıştır. Hiçbir şey O’na eş ya da denk değildir.” (112/İhlâs, 1-4)

 

 

"Allah" gerçek ilâhın özel ismidir. Daha doğrusu zat ismi ve özel ismidir. Yani Kur'ân bize bu en yüce ve en büyük zatı, eksiksiz sıfatları ve güzel isimleriyle tanıtacak, bizim ve bütün kâinatın ona olan ilgi ve alâkamızı bildirecektir. Bundan dolayı Allah diye adlandırılan en büyük ve en yüce zat kâinatın meydana gelmesinde, devamında ve olgunlaşmasında bir ilk sebep olduğu gibi "Allah" yüce ismi de ilim ve irfan dilimizde öyle özel ve yüce bir başlangıçtır. Yüce Allah'ın varlığı ve birliği kabul ve tasdik edilmeden kâinat ve kâinattaki düzeni hissetmek ve anlamak bir hayalden, bir seraptan ve aynı zamanda telafisi imkansız olan bir acıdan ibâret kalacağı gibi "Allah" özel ismi üzerinde birleştirilmeyen ve düzene konmayan ilimlerimiz, sanatlarımız, bütün bilgiler ve eğitimimiz de iki ucu bir araya gelmeyen ve varlığımızı silip süpüren, dağınık fikirlerden, anlamsız bir toz ve dumandan ibâret kalır. Bunun içindir ki, bütün ilimler ve sanatlar küçük küçük birer konu etrafında bilgilerimizi düzenleye düzenleye nihâyet son düzenlemede bir yüksek ilim ile bizi bir birlik, huzuruna yükseltmek için çalışır durur. Cisim konusunda madde ve kuvvet ile hareket ve durgunluk oranında, birleştirilemeyen bir tabiat ilmi; uzaklık, yer ve zamana göre, nicelik kavramında toplanmayan bir matematik ilmi; bilim mefhumunda cisim ve ruh oranında toplanmayan bir psikoloji ilmi; dış dünya ve zihine göre doğruluk mefhumunda toplanmayan bir mantık ilmi; iyilik ve kötülüğe oranla güzellik ve çirkinlik mefhumunda toplanmayan bir ahlâk; nihâyet nedensellik oranında ve varlık mefhumunda toplanmayan bir hikmet ve felsefe bulamayız. Varlık mânâsını düşündürtmeden, nedensellik oranının gerçek olduğunu kabul ettirmeden bize en küçük bir gerçek bildirebilen hiçbir sanat yoktur. Şu, şunun için vardır. İşte bütün ilimlerin çalıştığı gaye budur. Varlık, gerçeklik, nedensellik ilişkileri, bütün ilim ve sanatlara hakim olan düşünme ve doğru olduğunu kabul etmek prensipleridir. Nedensellik, sebebin müsebbebi ile bağlantısı, orantısı ve kalıcılığı kanunu, asrımızda bütün ilimlere hakim olan en büyük kanundur. Bunun için nedensellik alanında birleştirilemeyen hiçbir ilim bulamayız. Bu oran ise, sebep denilen bir başlangıç ile müsebbeb denilen bir sonuç arasındaki ilişkileri anlatır ve bütün kâinatın düzeni dediğimiz şey de işte bu yegâne ilişkidir. Bundan dolayı biz sebep ve sonuç açısından varlığı düşünüp doğrulamadan bu bağlantının tam olduğunu düşünemeyiz ve doğrulayamayız. Sonra bu tasdikimiz de doğrudur diye zihnimiz ile gerçeğin uyum ve ilişkisini, üzerine kurduğumuz hakkın hakikatına dayandırmazsak, bütün emek ve çabalamalarımızın, bütün anlayışlarımızın, yalan, asılsız ve kuruntudan ibâret bir seraba dönüşeceğine hükmederiz. Halbuki o zaman böyle hükmedebilmek de bir gerçeği itiraf etmektir. Bundan dolayı insan doğruyu inkâr ederken bile onun doğru olduğunu kabul mecburiyetinden kurtulamaz. Mümkün olan gerçekler üstünde varlığı zarûrî olan Hakk, gerek ilmimizin, gerek varlığımızın ilk başlangıç noktası ve ilk sebebidir. Ve "Allah" onun ismidir. İnsan üzerinde etkili olan ve insanı kendine çeken hiçbir şey düşünülemez ki, arkasında Allah bulunmasın.

 

Yüce Allah varlığı zarûrî olan öyle bir zattır ki, gerek nesnel ve gerek öznel varlığımızın bütün gidişatında varlığının zaruretini gösterir ve bizim ruhumuzun derinliklerinde herşeyden önce Hakk'ın zatına ait kesin bir tasdikin var olduğu inkâr kabul etmez bir gerçektir. Hatta bizim varlığımızda bu yüce gerçeğe basit ve öz ve sınırsız bir ilişkimiz, bir manevi duygumuz vardır. Ve bütün ilimlerimizin temeli olan bu gizli duygu; sınırlı duygularımızın, anlayışlarımızın, akıllarımızın, fikirlerimizin hepsinden daha doğru, hepsinden daha kuvvetlidir. Çünkü onların hepsini kuşatıyor. Ve onları kuşattığı halde O'nun zatı sınırlandırılamaz ve bu âlem O'nun kudret ve kuvvetinin bir parıltısıdır. Durum böyle iken biz birçok zaman olur ki, dalgınlıkla kendimizi ve varlığımızın geçirdiği zamanları unuturuz. Ve çoğunlukla yaptığımız hataların, sapıklıkların kaynağı bu gaflet ve dalgınlıktır. Böyle kendimizden ve anlayışımızın inceliklerinden dalgınlığa düştüğümüz zamanlardır ki, biz bu gizli duygudan, bu ilk anlayıştan gaflete düşeriz ve o zaman bunu bize aklımız yolu ile hatırlatacak ve bizi uyaracak vasıtalara ve delillere ihtiyaç duyarız. Kâinat bize bu hatırlatmayı yapacak Allah'ın âyetleri (işaretleri) ile doludur. Kur'ân, bize bu âyetleri, kısa ve özlü sözlerle hatırlattığı ve bizi uyardığı için bir ismi de "ez-Zikr"dir. Allah'ın hikmeti de bize buradan birçok mantıkî, akla uygun ve ruhî delilleri özetleyiverir. Diğer taraftan biz o gizli duygunun diğer sınırlı ve belirgin duygularımız gibi içimizde ve dışımızda ortaya çıkma ve kesintiye uğrama anlarıyla sınırlı bir şekil kazanmasını ve bu şekilde varlıkların parçalarının gözle görülen şeyler gibi anlayışımızın sınırına girecek bir şekilde açıklanmasını arzu ederiz. Bu arzunun hikmeti, O'nun tecellisindeki süreklilikte duyulan bir görme lezzetidir. Fakat bunda bilgisi ve kuvvetiyle herşeyi kuşatan Allah'ı, yaratılmış varlıklara çevirmeye çalışmak gibi imkansız bir nokta vardır ki, nefsin gururunu kıracak olan bu imkansız nokta birçok insanı olumsuz sonuçlara ulaştırabilir. O zavallı gururlu nefis düşünemez ki, bütün kâinatın o ilk başlangıç noktasına açık, anlaşılabilir, başı ve sonu belli olan bir sınır çizmek, görünen eşyada olduğu gibi bir kesinti anına bağlıdır. Mümkün olmayan böyle bir kesinti anında ve noktasında ise bütün his ve bütün varlık kökünden kesilir ve yok olur. Öyle bir tükenme ise apaçık bir his ve anlayışa varmak değil, yokluğa karışmaktır. Aklî delillere böyle bir gaye ile bakanlar ve Allah'ın görünmeyen ve görünen bütün varlıkları kuşatan sonsuz tecellisi karşısında nefislerinin gururunu kırmayarak şuhûd zevkinden mahrum kalanlar "Allah'ı aradım da bulamadım." derken, sanat ve felsefe adına zarara uğradıklarını ilan etmiş olurlar. Allah'ı sezmek için kalp ile doğru ve yanlışı birbirinden ayıran gözü ve ikisi arasındaki farkı ve ilişkiyi belli bir oranda idrak edebilmelidir.

 

İşte "Allah" yüce ismi, bütün duygularımızın, düşüncelerimizin ilk şartı olan öyle derin ve bir tek gizli duygunun, görünen ve görünmeyen varlıkların birleştikleri nokta olan bir parıltı halinde, hiçbir engel olmaksızın doğrudan doğruya gösterdiği yüce Allah'ın zatına delalet eden, yalnızca O'na ait olan özel bir isimdir. Yani bu isim önce zihindeki bir mânâ ve ikinci olarak o vasıta ile Allah'ın zatının ismi ise özel bir isimdir. Zihindeki bir mânâ olmayarak yalnızca ve bizzat belli zatın ismi ise bir özel isimdir. Birincisinde kelimeden anlaşılan mânâya, mânâdan gerçeğe geçeriz ve ismi bu mânâ ile tanımlarız. Meselâ Allah, bütün sıfat-ı kemâliyyeye (eksiksizlik ve olgunluk vasıflarına) sahip bulunan, varlığı zarûrî olan zatın ismidir. Yahut hakkiyle tapılacak olan yüce zatın ismidir, deriz. İkincide bizzat bulunan gerçeğe intikal ederiz. Bu şekilde o gerçekten kendimizde hiçbir pay yoksa Allah isminden gerçekte yine kendisinden başka birşey anlayamayız. Bize göre isim ile, isimlendirilen varlık aynıdır. Fakat o gerçekten kendimizde herhangi bir tarz (üslub) ile bir pay bulabilirsek isim ile kendisine isim verileni birbirinden ayırırız ve bu iki şekilde de Allah'ı isbat etmeye ihtiyaç duymayacağız. Fakat bu isimden bir mânâ anladığımız ve o mânâyı gerçekte bir mahiyete delalet için vasıta olarak kabul ettiğimiz zaman o gerçekten bizzat bir payımız olmasa bile bu isimden birşey anlarız. Fakat o şeyin varlığını isbat etmeye ihtiyaç duyarız. Bundan dolayı isim, isbat etmeden önce konulmuş bulunursa o gerçeğin özel ismi olursa da alem ismi olamaz. Fakat isbat edildikten sonra konmuş ise bizzat alem ismi olur. Meselâ anadan doğma körler için "ülker" ismi ancak bir özel isim olabilir, görenler için ise bir alem ismidir. Normal dilde özel isim ile alem isminin farkı aranmazsa da ilim dilinde bunlar arasında fark vardır. İşte bu sebeplerden dolayı yüce Allah için zat ismi ve alem ismi mümkün müdür, değil midir? diye bilginler arasında derin bir tartışma vardır. Fazla uzatmamak için şu kadar söyleyelim ki, üç tecelli algılanır. Zatın tecellisi, sıfatın tecellisi, eserlerinin tecellisi. İsimlerinin tecellisi de bunlardan biri ile ilgilidir. Zat isminin, zatın tecellisini ifâde eden bir isim olması gerekir, çünkü sıfat tecellisini ifâde eden isimlere sıfat isimleri, eserlerin tecellisini ifâde eden isimlere fiil isimleri denilir. Zat, sıfat ve eserleri ile de vasıta ile tecelli ettiği gibi bizzat tecelli etmesi de bizce mümkündür. En azından kendine tecellisi mümkündür ve alem olan zat ismine bu da yeterlidir. Ve biz bunu bütün isimlerde esas olarak bildiğimiz için Allah'ın isimleri tevkîfîdir yani Cenâb-ı Hakk'ın vahiy yoluyla bize bildirmiş olduklarından ibârettir, diyoruz. Bundan dolayı zat isminin mefhumu olan bir özel isim veya mefhumu olmayan bir şahıs ismi olması aslında mümkündür ve bizim için yeterlidir.

 

Şu kadar var ki; biz kendimize zatın tecellisi meydana gelmeden alem ismini koyamayız. Nitekim, yeni doğan çocuğa, onu görmeden koyduğumuz isim, henüz bir özel isimdir ve bu durumda duyduğumuz alem isminden de yalnız bir ismin tecellisini anlarız ve o zaman isim ile kendisine isim konulan varlık birleşir. Fakat bunu sıfat isimleri ve fiil isimleri ile yorumlaya yorumlaya nihâyet eserlerin tecellisine ve ondan sıfatın tecellisine ve ondan zatın tecellisine ereriz. Her söz başlangıçta bir ismin tecellisini anlatır, Kur'ân da bize yüce Allah'ı önce isminin tecellisi ile anlatıyor: v.d. Bundan dolayı Kur'ân'a başlarken doğrusu hiçbir düşünce ile meşgul olmayarak önce Allah'ın ismini bir zat ismi (özel isim) olarak alacağız. Râhman ve Rahim vasıflarını da bu ismi kısaca yorumlayarak bu iki vasıfla ona bir genişlik kazandırıp mânâsını zikredeceğiz ki, bu mânânın kısacası, en mükemmel ve katmerli bir rahmetin alanı ve yayılma noktasının başlangıcı olacaktır. Sonra yavaş yavaş bu isimler ile bu mânâyı açıklayarak ortaya çıkaracağız ve o zaman yerlere, göklere sığmayan Allah'ın zat isminin kalbimizde yaratılıştan saklı olan tecellilerini görmeye başlayacağız. İsimlerin tecellisinden eserlerin tecellisine geçeceğiz, kâinatı dolaşacağız, eserlerin tecellisinden sıfatların tecellisine ereceğiz, görünmeyenden görünene geçeceğiz. Görünen alemle ilgili zevkimiz arttıkça artacak, o vakit zatın tecellisi için sevgi ve neşe ile çırpınacağız, bütün zevkler, lezzetler, bütün ümitler, bir noktada toplanacak; bazen gözyaşlarını döküp yüreklerimizi ezen günah yükünü yıkacağız, bazen vuslat rüzgarı esecek, mutluluk ve hoşnutluk ile kendimizden geçeceğiz. Nihâyet "Ey huzura eren nefis! Râzı olmuş ve kendisinden râzı olunmuş olarak Rabbine dön! (Benim sevgili kullarım arasına sen de gir ve cennetime gir!)" (89/Fecr, 27-30) dâveti gelecek, yüce Allah'ın ziyafetinde sonsuza dek O'nun cemalini seyretmeye dalıp kalacağız. "O gün bazı yüzler ışıl ışıl parlar, Rabbine bakar." (75/Kıyâmet, 22-23).

 

"Allah" zat ismini, özel isim olarak düşünebilmek için, Allah'ın selbî ve subutî bütün zat sıfatları ile fiilî sıfatlarını bir arada tasavvur etmek, sonra da hepsini bir bütün olarak topluca ele almak ve öyle ifâde etmek gerekir. Bundan dolayı bu da şu şekilde ifâde edilmiştir: "O zat-ı vâcibü'l-vücûd ki, bütün kemâl sıfatlarını kendisine toplamıştır." Sadece "zat-ı vacibu'l-vücûd" demek de yeterlidir. Çünkü bütün kemal sıfatlarını kendisinde toplamış olmak, varlığı zarûrî demek olan "vacibu'l-vücûd"un bir açıklamasından, niteliğinin belirlenmesinden ibârettir.

 

Bunun bir özeti de "Hakkıyla ma’bûd = Hakiki ilâh, gerçek Tanrı" mânâsıdır. Arapça'da bu mânâ belli ve bilinen tanrı demek olan "el-İlâh" özel ismi ile özetlenmiştir. "Hâlik-ı âlem = Kâinatın yaratıcısı" veya "Hâlik-ı Küll = Herşeyin yaratıcısı" mânâsı ile de yetinilebilir. Bunları yüce Allah'ın isim ile veya sözle tanımlanması olarak alabiliriz. Biz her durumda şunu itiraf ederiz ki, bizim "Allah" yüce isminden duyduğumuz (anladığımız) bir mânâ, bu mânâların hepsinden daha açık ve daha mükemmeldir. Bundan dolayı bu özel ismin, bir alem isim olması kalbimize daha yakındır. Gerek özel ismi, gerek şahıs ismi olan "Allah" yüce ismi ile Allah'tan başka hiçbir ilâh anılmamıştır. "Sen O'nun bir adaşı olduğunu biliyor musun?" (19/Meryem, 65) âyetinde de görüldüğü gibi, onun adaşı yoktur. Bundan dolayı Allah isminin ikili ve çoğulu da yoktur. O halde ancak isimlerinin birden çok olması caizdir. Hatta özel ismi bile birden çok olabilir ve değişik dillerde yüce Allah'ın ayrı ayrı özel isminin bulunması mümkündür. Ve İslâm'a göre caizdir. Bununla beraber, meşhur dillerde buna eşanlamlı bir isim bilmiyoruz. Meselâ Tanrı, Hudâ (Farsça) isimleri "Allah" gibi birer özel isim değildir. İlâh, Rab, Mabud gibi genel anlam ifâde eden isimlerdir. Hudâ, Rab demek olmayıp da "Hud'ay" kelimesinin kısaltılmışı ve "vâcibu'l-vücûd = mutlak var olan" demek olsa yine özel isim değildir. Arapça'da "ilâh"ın çoğulunda (âlihe); "rabb"in çoğulunda (erbâb) denildiği gibi Farsça'da "hudâ"nın çoğulunda "hudâyân" ve dilimizde tanrılar, ma'bûdlar, ilâhlar, rablar denilir. Çünkü bunlar hem gerçek, hem de gerçek olmayan ilâhlar için kullanılır. Halbuki "Allahlar" denilmemiştir ve denemez. Böyle bir kelime işitirsek, söyleyenin câhil olduğuna veya gafil olduğuna yorarız. Son yıllarda edebiyatımızda saygı maksadıyla özel isimlerden çoğul yapıldığı ve örneğin "Ebû ssuudlar, İbni Kemaller" denildiği bir gerçek ise de; Allah'ın birliğine delalet eden "Allah" yüce isminde böyle bir ifâde saygı maksadına aykırı olduğundan dolayı hem gerçeğe, hem de edebe aykırı sayılır. Bu yüceliği ancak yüce Allah, (biz) diye gösterir. Halbuki Tanrı adı böyle değildir, mabud ve ilâh gibidir. Hak olmayan mabudlara da "Tanrı" denilir. Fakat bu bir cins ismidir. Allah'a şirk koşanlar birçok tanrılara taparlardı. Falancaların tanrıları şöyle, falancalarınki şöyledir denilir. Demek ki "Tanrı" cins ismi "Allah" özel isminin eş anlamlısı değildir, daha genel anlamlıdır. Bundan dolayı "Allah ismi" "Tanrı adı" ile terceme olunamaz. Bunun içindir ki, Süleyman Çelebi Mevlidine "Allah" adıyla başlamış, "Tanrı adı" dememiştir ve o bahrin sonunda "Birdir Allah, andan artık tanrı yok" diyerek tanrı kelimesini ilâh karşılığında kullanmıştır. Bu açıklamanın tamamlanması için bir kelime daha söylemeye ihtiyaç duyuyoruz. Fransızca "diyö" kelimesi de ilâh, tanrı kelimeleri gibi bir cins ismidir, onun da çoğulu yapılır, onu özel isim gibi büyük harf ile göstererek kullanmak gerçeği değiştirmez. Bunun için Fransızlar tevhid kelimesini terceme edememişler, monoton tercemesinde "Diyöden başka diyö yok." diyorlar ki "İlâhtan başka ilâh yok." demiş oluyorlar; meâlen tercemesinde de "Yalnız diyö, diyödür." yani "yalnız ilâh ilâhtır." diyorlar. Görülüyor ki, hem ilâh, hem Allah yerinde "diyö" demişler ve Allah ismi ile ilâh ismini birbirinden ayıramamışlardır; ve ikisini de özel isim gibi yazmalarına rağmen "diyö" ancak "ilâh" kelimesinin tercemesi olmuştur. Bu ise ilk bakışta laf kalabalığı ve anlamsız bir söz gibi görünmekte, aynı kelimeleri önce olumsuz yapmak sonra olumlu kılmak, görünürde bir çelişki örneği arzetmektedir. "Diyöden başka diyö yok, yalnız diyö diyödür." demek görünürde ya bir haşiv (boş söz) veya çelişkidir. Halbuki diyen öyle demiyor; "Allah'tan başka Tanrı yoktur." diyor ve asla içinde çelişki ve tutarsızlık olmayan açık bir tevhid (birleme) söylüyor. Bundan başka Fransızca'da "diyö"nun özel isim olabilmesi Allah'ın, Hz. İsa'nın şahsında cesed ve şahıs şekline girme düşüncesine dayanır. Bu noktalardan gafil olanlar "diyö" kelimesini Allah diye terceme ediyor ve hatta "Allah" dediği zaman bu terceme diliyle "diyö"yu söylüyor.

 

Tefsirciler, "Allah" özel isminin dil tarihi açısından incelemesine çalışmışlar ve dinler tarihi meraklıları da bununla uğraşmışlardır. Bu araştırmada başlıca gâyeler şunlardır: Bu kelime aslında Arapça mı? Değil mi? Başka bir dilden mi alınmıştır? Üzerinde düşünülmeden söylenmiş bir söz mü? Türemiş mi, türememiş bir kelime mi? Tarihi nedir? Bunlara kısaca işaret edelim:

 

İşin başında şunu itiraf etmek gerekir ki bilgimiz, gerçekten ibâdete lâyık olan Allah'ın zatını kuşatmadığı gibi özel ismine karşı da aynı şekilde eksiktir. Ve Arapça'da kullanma açısından "Allah" yüce ismine benzeyen hiçbir kelime yoktur ve bunun aslını göstermek imkansızdır. Dil açısından buna delalet eden bazı hususları da biliyoruz.

 

Önce Hz. Muhammed (s.a.s.)'in peygamberliği asrında bütün Araplar'ın bu özel ismi tanıdığı bilinmektedir. Kur'ân-ı Kerim de bize bunu anlatıyor: "Andolsun onlara: 'Gökleri ve yeri kim yarattı?' diye sorsan, elbette 'Allah' derler." (39/Zümer, 38), Bundan dolayı şimdi bizde olduğu gibi o zamanda bu ismin, Arap dilinin tam bir malı olduğundan şüphe yoktur. Sonra bunun Hz. İsmail zamanından beri geçerli olduğu da bilinmektedir. Bu itibarla da Arapça olduğu şüphesizdir. Halbuki Kur'ân'dan, bu yüce ismin daha önce varolduğu da anlaşılıyor. Bundan dolayı Hz. İbrahim'den itibaren İbrânice veya Süryânice gibi diğer bir dilden Arapça'ya geçmiş olduğu üzerinde düşünülüyor ve bu dillerden Arapça'ya geçtiği görüşünü ileri sürenler oluyor. Fakat Âd ve Semud hikayelerinde ve daha önce yaşamış olan peygamberlerin dillerinde de yalnız anlamının değil, bizzat bu özel ismin de dönüp dolaştığını anlıyoruz ve İbrânî veya Süryanî dillerinin de mutlak sûrette Arapça'dan önce olduğunu da bilmiyoruz. Bunun için kelimenin Arapça'da daha önce kökten ve katıksız Arap olan ilk devir Araplarına kadar varan bir tarihi bulunduğu açıktır. Bundan dolayı "İsrâil, Cebrâil, Mîkâil" kelimeleri gibi İbrânice'den Arapça'ya geçmiş yabancı bir kelime olduğunu zannetmek için bir delil yoktur.

 

İkincisi; Arap dilinin aslında, Arapça olmayan bazı yabancı kelimeler hakkında dikkatli olmayı gerektiren birtakım özel incelikler vardır ki, bunlarla bir kelimenin aslını incelemek mümkün olur.

 

Bu açıdan bakılınca “Allah” yüce isminin, o dilde benzeri olmayan bir kullanılış şeklinin bulunduğunu görürüz. Bir görüşe göre, başındaki "el" en-Necm, el-ayyuk vs. gibi kelimeden ayrılması câiz olmayacak şekilde kelimeden ayrılmayan bir belirleme edatı gibidir. Hemzesi, sözün başında bulunduğu durumda üstündü, sözün ortasında başka bir kelime ile birleştiği zaman "Vallah, Billâh, İsmullah, Kaalellah" vs. gibi yerlerde söylenişte veya hem telaffuzda hem yazıda hazf olunur (düşürülür). Diğer bir görüşe göre de "el" belirleme edatı değildir. Çünkü birine  çağırma halinde "yâ Allah" diye hemze sâbit kalabiliyor ve bir de "Yâ eyyühe'l-kerim" gibi çağırma edatı ile çağırılan isim arasında gibi ayıran bir kelime eklemeye gerek kalmıyor. Halbuki "el" belirleme edatı olsaydı böyle olmayacaktı.

 

Eğer "el" belirleme edatı ise kelime herhalde başka birşeyden nakledilmiştir ve yüce Allah'a isim olarak verilmesi ikinci bir kök sayesinde mümkündür. Fakat bunun başlangıçta Arap dilinde diğer bir isimden veya sıfattan alınmış olması mümkündür ve aslolan budur. Belirleme edatı "el" kalkınca da "lâh" kalır. Gerçekten Arapça'da "lâh" ismi vardır. Ve Basralı alimlerin büyük bir kısmı bundan nakledildiğini söylemişler. "Lâh" gizlenme ve yükselme mânâsına fiilinin masdarı olduğu gibi bundan "ilâh" anlamına da bir isimdir ve bundan "lâhüm", "lâhümme" denilir. Bir Arap şairi: "Ebû  Rebâh'ın bir yemini gibi, Allah'ım onu büyükler işitir." demiş. Aynı şekilde Peygamber Efendimiz'in dedesi Abdülmuttalib Fil vak'asında Kâbe kapısının halkasına yapışarak; "Ey Allah'ım! Kul kendi evini korur, Sen de evini koru! onların haçı ve hilesi düşman olarak senin tedbirine galip gelmesin!" diye Allah'a yalvarmıştı. (Bkz. Fîl Sûresi Tefsiri) .

 

Şu halde "lâh" isminin başına "el" getirilerek "Allah" denilmiş ve özel isim yapılmış demektir. Bazıları ise daha ileri giderek Arapça "lâh" isminin Süryânice olduğu söylenen "lâha" isminden Arapça'laştırılmış olduğunu zannetmişlerdir. Çünkü Belhli Ebû  Yezid "lâh" Arapça olmayan bir kelimedir demiştir. Çünkü, Yahudiler ve Hristiyanlar "lâha" derler. Araplar bu sözcüğü alıp değiştirerek "Allah" demişler, bunun gibi "lâhüm" ile ilgili olarak İbrânice'de "elûhim" vardır. Fakat tarih açısından Arapça'daki "lâh" mı öncedir, yoksa Süryanice'deki "lâha" mı öncedir? Bunu tesbit etmek mümkün olmadığı gibi iki dil arasında böyle bir kelimede ilişkinin bulunması, birinin diğerinden nakledildiğine mutlak sûrette delil olamaz. Eğer arka arkaya gelme yoksa her ikisinin daha önce bulunan bir ana dilden yayıldığını kabul etmek daha uygun olur. Ve bunu destekleyen delil de vardır. Çünkü Allah kelimesinin Arapça'daki kullanılışında hiçbir yabancı dil kokusu yoktur. Sonra "lâh, lâhüm" her ne kadar Arapça dışındaki bir dilden nakledilmiş olsalar bile "Allah" "el" takısı "lâh" ile birleştirilerek ondan alınmış olsaydı onun hemzesinin nida (çağırma) halinde yerinde kalmasına dilin kuralı müsaade etmezdi. Bunun içindir ki, birçok dil bilgini ve bunların içinde Kufeliler, Allah kelimesinin "lâh"dan değil, "ilâh" cins ismi ile eş anlamlı olan "el-ilâh"dan nakledilmiş olduğunu söylemişlerdir. Bu şekilde ilâhın hemzesi hazf edilmiş ve "el" belirleme edatının hemzesi onun yerine konmuş ve belirleme lâmı da "en-Necmü, Es-Sa'ku" gibi kelimenin ayrılmaz bir parçası olmuştur. Bundan dolayı, aslına göre başındaki hemze, cümle içinde hazf ve başka bir harf yerinde kullanıldığına işaret edilerek de nida (çağırma) halinde düşmemiştir. "İlâh" kelimesi de aslında ilâhet, ulûhet, ulûhiyet gibi ibâdet mânâsı ile veyahut serbest olma mânâsı ile veyahut kalbin huzura ermesi ve rahat olması mânâsı ile veyahut korku mânâsı ile ilgili olarak "me'luh" yani kendisine ibâdet edilen, yahut akılların hayret ettiği, yahut kalplere rahatlık ve iç huzuru veren yahut sıkıntıdan, korkudan kurtaran demek olur ki, "mabud" (kendisine tapılan)'da bu mânâların hepsi var gibidir. "Allah" da ise gerçekten bu mânâların hepsi vardır. Zemahşerî, Kâdı Beydâvî gibi birçok büyük araştırmacı bu incelemeyi kabul etmişlerdir. Buna göre "lâh" kelimesinin de aslı "ilâh"dır; (nâs) ve (ünâs) kelimeleri gibi. Gerçekten çoğulunda hep "âlihe" deniliyor ki, Arap dilinde masdar ve küçültme ismi gibi, çoğullar da kelimenin aslını gösteren delillerdendir.

 

Özetle dilde bu iki incelemeye göre Allah'ın ismi büyük türeme ile türeyen bir Arapça isimden nakledilmiş ve onun asıl mânâsını ihtivâ etmiştir. Hem de aslı ve kendisi Arapça'dır. Bu arada bazılarının zannına göre aslı Arapça değil, fakat Arapça'ya nakledildikten sonra sırf Arapça'dır.

 

Nahiv âlimi tefsirci Endülüslü Ebû  Hayyan diyor ki: Bilginlerin çoğuna göre; " " yüce ismi hemen söylenmiş bir sözdür ve türememiştir. Yani ilk kullanıldığında yüce Allah'ın özel ismidir . İmam Fahreddin Râzî de "Bizim seçtiğimiz görüş şudur: Allah kelimesi yüce Allah'ın özel ismidir ve aslında başka bir kelimeden türememiştir. İmam Halil b. Ahmed ve Sibeveyh, usul alimleri ve İslâm hukukçularının hepsi bu görüştedirler." diyor. Gerçekten çağırma kipinde Allah kelimesinin başındaki hemzenin düşmeyişi ve araya bir şey girmeden çağırma edatı ile birleşmesi bu hemzenin, kelimenin aslından olduğunun bir delilidir. Bundan dolayı "el" belirleme edatı değildir. Ancak kullanmayı kolaylaştırmak için çoğunlukla bu edat gibi kullanılmıştır ve Allah kelimesinin sonuna tenvin getirilmemiştir. Gerçi hemzenin hazf edilmesi, kelimede kalmasından daha çoktur ve daha fazladır. Fakat "yâ" ile "el" belirleme edatları bir araya gelmedikleri ve bundan dolayı "yennecmü" vs. denilemeyip (Yâ eyyühennecmü), yâ hâze'l-Harisü, yâ eyyühennâsü gibi araya veya gibi kelimeler konduğu halde (yâ Allah) diye hemzenin yerinde kalması ile yetinilmesi ve sonra bu kelimenin Allah'tan başka hiç kimse için asla kullanılmamış bulunmasından dolayı "en-Necmü, en-nâsü ve'l-ünâsü" cinsinden olmadığını gösterdiğinden kelime ve mânâ itibariyle bu özelliğin tercih edilmesi gerekmiştir.

 

Özetle "Allah" ismi türemiş veya başka bir dilden Arapça'ya nakledilmiş değildir. Başlangıçtan itibaren özel bir isim olarak kullanılmıştır. Ve yüce Allah'ın zatı bütün isimler ve vasıflardan önce bulunduğu gibi "Allah" ismi de öyledir. Allah ismi ulûhiyyet (ilâhlık) vasfından değil, ilâhlık ve mabudiyet (tapılmaya lâyık olma) vasfı ondan alınmıştır. Allah, ibâdet edilen zat olduğu için Allah değil, Allah olduğu için kendisine ibâdet edilir. Onun "Allah"lığı tapılmaya ve kulluk edilmeye lâyık olması kendiliğindendir. İnsan puta tapar, ateşe tapar, güneşe tapar, kahramanlara, zorbalara veya bazı sevdiği şeylere tapar, taptığı zaman onlar ilâh, mabud (kendisine tapılan) olurlar, daha sonra bunlardan cayar, tanımaz olur, o zaman onlar da iğreti alınmış mabudiyet ve tanrılık özelliklerini kaybederler. Halbuki insanlar, ister Allah'ı mabud tanısın, ister mabud tanımasınlar, O bizzat mabuddur. O'na herşey ibâdet ve kulluk borçludur. Hatta O'nu inkâr edenler bile bilmeyerek olsa dahi ona kulluk etmek zorundadırlar. Araştırma mantığına göre iddia edilebilir ki, özel isimler kısmen olsun cins isimlerinden önce konulur. Daha sonra bir veya birkaç niteliğin ifâde ettiği benzeme yönü ile cins isimleri oluşur. Bundan dolayı her özel ismin bir cins isminden veya nitelikten alınmış olduğu iddiası geçersiz sayılır.

 

Üçüncüsü: Denilebilir ki, yukarıda açıklanan kullanma tarzından, "Allah" yüce isminin Arap dilindeki özelliği ve bundan dolayı bir özel isim olduğu anlaşılıyor. Fakat böyle olması diğer bir dilden alınmış olmasına neden engel sayılsın? Allah'ın isimlerinin birden çok olmasının caiz olduğu da önce geçmişti. Gerçekten deniliyor ki İbranice'de "iyl" Allah demektir. Çünkü Kâdı Beydâvî ve diğer tefsircilerde bile "İsrail" Allah'ın seçkin kulu veya Abdullah mânâsına tefsir edilmiştir ki, hemzenin hazf edilmesi ile "isrâl" ve yâ'ya çevirilmesi ile "İsrayil" şeklinde de okunur. Diğer taraftan Süryanice'de "lâha", Arapça'da "lâh" da varmış. Bundan dolayı Arapça'da bu iki ismin birleştirilmesi ile "illah" terkibinden "Allah" özel ismi vazedilmiş olduğu hatıra gelir ki; "Allah" ilâh meâlini hatırlatır ve "ilâhü'l-âlihe" (ilâhların) mâbudların Allah'ı mânâsını ifâde eder.

 

Fakat böyle bir mantık ilişkisi, gerçeğin böyle olduğuna delalet etmez. Böyle olsaydı mutlaka dil bunu bize bildirirdi. Çünkü her şeyden önce kelimenin ucme ve özel isim olmasından dolayı gayri munsarif ve belki mebni olarak kullanılması gerekirdi. Çünkü Ba'lebek, İsrail, Cebrâil, İbrâhim, İsmâil ve benzeri özel isimlerin hepsi gayri munsarifdirler. Halbuki " " ismi mureb ve munsariftir. İkincisi, hemzenin hazf edilmesi durumuna uygun ise de hemzenin sabit kalması durumuna uygun değildir. Çünkü Arapça'da "il" hemzenin kesri ile okuna geldiği halde "Allah"da hemze üstün ile okunur. Ve doğrusu "îl" "ilâh" mânâsınadır. Çünkü "il-i" diye müzaf (tamlanan) oluyor. Sonra îl, Allah demek ise ve ondan alınmış olsaydı "il lâh" diye bir terkip düşünmeğe ne ihtiyaç kalırdı? Kısacası, Allah isminin diğer bir dilden alınmış veya türemiş olduğunu bu şartlar altında belirlemek mümkün değildir. Ve bu yüce isim, lisan açısından da adının sahibi gibi, bir ezeliyet perdesi içindedir. Ve bütün bunlardan en basit bir mânâ edinmek için söylenecek söz, hayret ve büyüklüktür. Allahu ekber! (Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Y. s. 39-49)      

 

Ma’rifetullah; Allah’ı Tanımak

 

Ma’rifetullah: Allah'ı bilme, tanıma, O'nu bütün sıfatlarıyla öğrenme, hakkında bilgi sahibi olma demektir. Ma'rifetullah, iki kelimeden meydana gelen bir tamlamadır. Bunlar "ma'rifet" ve "Allah" kelimeleridir. Ma'rifet; lügatta, herkesin yapamadığı ustalık, ustalıkta yapılmış olan şey, bilme, biliş, vâsıta, hoşa gitmeyen şey, tuhaflık mânâlarına gelmektedir. Bununla birlikte, ma'rifet, Allah'ı O'nun isimlerini ve sıfatlarını, kudret ve irâdesinin geçerliliğini bilmek, alçak gönüllü olmak mânâsını ifâde ettiği gibi, bilginler arasında ilim anlamına da gelmektedir ki onlara göre, her ilim bir ma'rifettir, her ma'rifet de bir ilimdir. Allah'ı âlim (bilen) herkes âriftir, her ârif de âlimdir (Abdülkerim Kuşeyrî, Kuşeyrî Risâlesi, s. 427).

 

Genel olarak bu mânâlara gelmekte olan "ma'rifet", Allah lâfzı ile bir tamlama oluşturduğunda, yani "ma'rifetullah" denildiğinde ise "Allah'ın vücûd/varlık ve vahdâniyetinin bilinmesi" mânâsına gelmektedir. Ma'rifetullah, aslında, kişinin Allah'ı hakkıyla tanıması, bilmesi ve buna göre O'na bağlanması anlamında kullanılmaktadır. Zira, kişi, Allah'ı hakkıyla tanırsa, O'nun emir ve yasaklarına bağlanır. Ma'rifetullah bilgisinde şu üç nokta yer almaktadır:

1. İzzet ve Celâl sahibi olan Allah'ı ve O'nun birliğini bilmek, ulu olan ve her türlü noksan sıfatlardan münezzeh bulunan zâtından teşbihi red etmek ve uzaklaştırmak;

2. Allah'ın sıfatlarını ve bu sıfatların hükümlerini bilmek,

3. Allah'ın fiillerini ve bu fiillerin hikmetlerini kavramak (Hucvirî, Keşfu'l-Mahcûb, İstanbul 1982, s. 92).

 

Cüneyd-i Bağdâdî'ye ma'rifet ile ilgili bir soru sorulduğunda şöyle cevap verir: "Ma'rifetten ve bunu elde etmenin sebeplerinden sordu. Ma'rifet, gerek havasdan, gerek avamdan olsun bir tek ma'rifettir. Çünkü onunla bilinen şey birdir. Fakat bunun başlangıcı ve yükseği vardır. Havas, yükseğindedir. Gerçi tam gâyesine ve sonuna varamaz. Zira ârifler katında ma'rûfun sonu yoktur. Düşüncenin yetişmediği, akılların kapsayamadığı, zihinlerin algılayamadığı, görmenin keyfiyetine eremediği zâtı ma'rifet nasıl kapsar? Yaratıkları içinde O'nu en iyi bilenler, O'nun azametini idrâkten, yahut zâtını keşfetmekten âciz olduklarını en çok ikrar ederler. Çünkü benzeri olmayanı idrâkten âciz olduklarını bilirler. Zira O, kadimdir, mâsivâsı ile muhdestir. Zira O, kavîdir, kuvvetini bir kuvvet verenden almamıştır. Halbuki O'ndan gayrı her kavî, O'nun kuvvetiyle kavîdir. Zira O, öğretmensiz âlimdir ve kendisinden başka bir kimseden bir fayda almamıştır. Her şeyi başkasından öğrenmekle değil, kendi ilmiyle bilir. O'ndan başka her âlimin ilmi O'ndan gelir. Tesbih ve tenzih, bidâyetsiz evvel olan, nihâyetsiz bâki olan kendinden başkasının bu vasfa hakkı olmadığı ve bu vasıfların kendinden başkasına yaraşmadığı Allah'a olsun"

 

Kur'ân-ı Kerim'de; "Allah'ı hakkıyla takdir edemediler" (6/En'âm, 91) âyeti, ma'rifetullah bilgisine işaret ettiği rivâyet edilmektedir. Nitekim Ebû Ubeyde'nin, bu âyeti "Allah'ı hakkıyla tanıyamadılar, bilemediler" şeklinde açıkladığını görmekteyiz (el-Kurtubî, el-Câmi'u li-Ahkâmi'l-Kur'ân, Beyrût 1965, VII, 37). (Ömer Dumlu, Şamil İslâm Ansiklopedisi)

 

Esmâü’l-Hüsnâ Şerhi (Açıklamalarıyla Esmâü’l-Hüsnâ)

1) Allah (c.c.)

 

 

 

Allah; Kâinatın ve kâinatta bulunan tüm varlıkların yaratıcısı, koruyucusu olan tek varlık, ibâdet edilmeye lâyık tek Rab, Mevlâ, Hüdâ'ya ait özel isimdir. Allah; En yüce varlık olarak inanılan, bütün kemâl sıfatları şahsında bulunduran ve her türlü noksan sıfatlardan uzak olan gerçek Ma'buddur. Varlığı zorunlu olan tek yaratıcıya ait yüce bir isim. Bu isimle çağrılan bir başka varlık olmamıştır, olmayacaktır da.

 

Allah ismi, ifâde ettiği ilâhî mânâsıyla yalnız Allah'a aittir ve hiçbir kelime bu ismin anlamını ve muhtevâsını ifâde gücüne sahip değildir. Bu isim başkası için de kullanılamaz (19/Meryem, 65). İsmin, ait olduğu yaratıcı, bir olduğundan, ikili ve çoğulu da yoktur. Ancak cinsleri olan varlıkların isimleri çoğul yapılabilir. Cinsleri olmayanın ismi de çoğul yapılamaz. Lisanımızda "şehirler" denilir ancak yine bir şehir olan fakat bir ikincisi olmayan İstanbul için "İstanbullar" denilerek çoğul yapılamaz. Ancak muhtelif lisanlarda Allah Teâlâ'nın ayrı ayrı isimleri olabilir. Türkçe'de Tanrı, Farsça'da Hudâ, İngilizce'de God, Fransızca'da Dieu gibi. Ne var ki bu isimler "Allah" gibi özel isim değildir. İlâh, rab, ma'bud gibi cins isimdirler. Arapça'da ilâhın çoğuluna "âlihe", rabbın çoğuluna "erbâb" denildiği gibi Farsça'da Hudâ'nın çoğulu da "hudâyân" ve lisanımızda da "tanrılar", rablar, ilâhlar, ma'budlar denilir. Çünkü bu isimler gerçek ma'bud -Allah- için kullanıldığı gibi, Allah'ın dışında gerçek olmayan bir nice ma'bud kabul edilen şeyler için de kullanıla gelmiştir. Eski Türklerde gök tanrısı, yer tanrısı; Yunanlılar'da güzellik tanrıçası, bereket tanrısı, vs olduğu gibi. Halbuki "Allahlar" denilmemiş ve denilemez. Mânâsındaki birlik ve özel isim olması nedeniyle Allah ne tanrı kelimesiyle ne de bir başka kelimeyle tercüme edilebilir.

 

İslâm'ın temel ilkesi olan "Lâ İlâhe İllâllah" tevhid kelimesi, meselâ Fransızca'ya tercüme edildiği zaman "Diyöden başka diyö yok" Türkçe'ye aktarılmasında "İlâhtan başka ilâh yoktur." denir. O zaman da Allah kelimesi "ilâh" kelimesiyle tercüme edilmiş olur. Bu da yanlış bir tercümedir. Çünkü ilâh cins isimdir, Allah ise özel isimdir. Kelime-i Tevhid "tanrı" kelimesiyle Türkçe'ye çevrildiğinde aynı çarpıklık ve yanlışlık ortaya çıkar. "Allah" kelimesinin kökenini araştıran dil bilimcileri bu konuda birçok beyanlarda bulunmuşlarsa da en kuvvetli görüş; bu kelimenin Arapça olup herhangi bir kelimeden türetilmeden aynen kullanıldığı ve has bir isim olduğudur.

 

Allah; kendi iradesiyle evreni yoktan var eden, ona belli bir düzen veren, gökleri ve yerleri ve bunlarda en küçüğünden en büyüğüne kadar canlıları yaratan, onlara hayat ve rızık veren, öldüren-dirilten, dilediğini dilediği şekilde idare ve tasarrufu altında bulunduran, varlığı bir başka etkenle değil, kendinden olan, her şeyi bilen, gören, işiten, yarattıklarında en ufak bir çarpıklık ve dengesizlik bulunmayan, herşeye gücü yeten, bütün mülkün gerçek sahibi, emir ve hüküm koymaya tek yetkili; övülmeye, itaat edilmeye, şükredilmeye gerçek lâyık, bir benzeri daha bulunmayan, bütün varlıkların, güneşin, ayın, gök ve yer cisimlerinin itirazsız itaat ettiği, boyun eğdiği, ismini ululadığı, ibâdet edilmeye lâyık Hak mabud. Allah, mabud olduğu için Allah değil, Allah olduğu için mabudtur. Onun İlâh oluşu, ibâdete lâyık oluşu, bir başka sebepten değil; kendi 'zat'ının yüceliğindendir. insanlar zaman zaman putlara, ateşe, güneşe, yıldızlara, millî kahramanlara veya hakkında korku ve ümit besledikleri herhangi bir şeye tapınmışlar; bu hâlleriyle de onları ilâh ve mabud edinmişler, bilâhare bunlardan cayarak, onları tanımaz ve tapınmaz olmuşlardır. O zaman da daha evvel mabudlaştırdıkları varlıkların mabudluk vasıfları yok olur. Hülâsa Allah'ın dışındakiler ancak insanların mabudlaştırmalarıyla mabud telâkki edilebildikleri hâlde Allah, bütün beşer ona inansa da, inanmasa da; ibâdet etse de etmese de o, zatıyla Allah olduğu için ibâdete lâyıktır. Beşerin inkârı onu Allah olmaktan uzaklaştıramaz.

 

İnsanlık tarihi incelendiği zaman görülür ki, ilk devirlerden beri her asırda yaşayan insanlarda Allah fikri ve tapınma meyli; dolayısıyla bir dîni inanca eğilim vardır. Batılı dinler tarihi yazarlarının bir çoğuna göre bu duygunun var oluşu çeşitli arizî sebeplere bağlanmış ise de, müslüman âlimlerin genel kanaatlarına göre tamamen fıtrî ve doğuştandır. İlk insan olan Hz. Âdem'in yaratılışından önce Allah ile melekler arasında cereyan eden konuşmayı (2/Bakara, 30) ve bu konuşmada Âdem'in -insanın- yeryüzünde halife olarak yaratılması husûsunu düşündüğümüzde de anlarız ki; insan yaratılmadan evvel, onun mayasına Allah'a halife olacak özellikler verilmiştir. Bu da bize Allah'a bağlılığın ve din duygusunun fıtrî olduğunu bildirir. Hz. Peygamber'in (s.a.s.) "Her doğan insan, (İslâm) fıtrat(ı) üzere doğar, onu Mecûsi, Hristiyan veya Yahûdi yapan ana ve babasıdır"  (Müslim, Kader 25; Buhârî, Cenâiz 92; Ebû Dâvud, Sünnet 17)  hadisi ve “Sizi karada ve denizde yürüten odur. Gemide olduğunuz zaman (ı düşünün): Gemiler içinde bulunanları hoş bir rüzgârla alıp götürdüğü ve (onlar) bununla sevindikleri sırada, birden gemiye, şiddetli bir kasırga gelip de, her yerden gelen dalgalar onları sardığı ve artık kendilerinin tamamen kuşatıldıklarını, (bir daha kurtulamayacaklarını) sandıkları zaman, dini yalnız Allah'a halis kılarak Ona yalvarmağa başlarlar. And olsun eğer bizi bu (felâket) den kurtarırsan, şükredenlerden olacağız. (derler).” (10/Yûnus, 23) âyeti de keza Allah inancının -her ne sûretle ortaya çıkarsa çıksın- insan ruhunun derinliklerinde var olduğunu ispat etmektedir.

 

Nereye gidilmişse orada basit ve bâtıl da olsa bir dîne, bir tanrı fikrine rastlanmıştır. Geçmiş devirlerde çeşitli şekillerdeki putlara tapanlar, ateşi, güneşi, yıldızları kutsal sayanlar dahi bütün bunların üstünde büyük bir kudretin bulunduğuna, herşeyi yaratan, terbiye eden, merhamet eden bir varlığın mevcûdiyetine inanmışlar, dış âlemde taptıkları şeyleri ona yaklaşmak için birer vesîle edinmişlerdir. "Biz, bunlara, sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz." (39/Zümer, 3) derler. Cinsleri, devirleri ve ülkeleri ayrı, birbirlerini tanımayan toplumlarda inanç konusundaki birlik, dîn fikrinin umumî, Allah inancının da fıtrî olduğunu ispat etmektedir.

 

Bunun içindir ki, her şeyi bilen ve yaratmaya kadir olan bir Allah'a inanmak, ergenlik çağına gelen akıllı her insana farzdır. İlâhî dinlerin kesintiye uğradığı dönemlerde yaşayan insanlar bile, akılları ile Allah'ın varlığını idrâk edebilecek durumda olduğundan, Allah'a îmanla mükelleftirler.

 

Akıl ile Allah'ın bilinebileceğine, birçok âyet delîl olarak gösterilebilir. Bunlardan en dikkat çekici olanı, Hz. İbrahim'in daha çocukluk dönemlerinde iken parlaklıklarına bakarak yıldızı, ayı, güneşi Rab olarak kabul etmesi ancak daha sonra bütün bunların batmaları, ile zamanla yok olan şeylerin Rabb olmayacaklarını idrâk etmesi ve neticede gerçeği görerek "...Ben, yüzümü tamamen, gökleri ve yeri yoktan var edene çevirdim ve artık ben O’na şirk/ortak koşanlardan değilim." (6/En'âm, 79) âyetidir. Mâturîdiyye mezhebine göre Allah'a iman, insan fıtratının icabıdır. Zira her insan evrendeki bu muazzam varlıklara bakarak bunların büyük bir yaratıcısı olduğuna aklen hükmedebilir. "Akıl ve nazar 'marifetullah'da kâfidir" derler. "Göklerin ve yerin yaratıcısı olan Allah'ın varlığında şüphe mi vardır?" (14/İbrâhim, 10) âyetini delil gösterirler. Eş'ariye imamları ise "akıl ve nazar 'marifetullah'da kâfi değildir" derler ve "Biz bir kavme peygamber göndermedikçe onlara azap etmeyiz." (17/İsrâ, 15) âyetini delîl gösterirler. Netice olarak, semâvât ve arzın yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde ve kâinatta meydana gelen insan gücünün dışındaki binlerce tabiat hadisesinin belli bir düzen içerisinde cereyan etmesinde her akıllının kabul edebileceği gibi, Allah'ın varlığını ispat eden delîller vardır (2/Bakara, 164).

 

Allah'ın zâtı üzerinde düşünmek haramdır. Onun zatını idrak etmek aklen mümkün değildir. Çünkü Allah'ın hiçbir benzeri yoktur. Hiçbir şey O'na denk değildir (112/İhlâs,1-5). Gözler Onu idrâk edemez (6/En’âm, 103). Çünkü aklın ulaşabildiği ve kavrayabildiği şeyler ancak madde cinsinden olan şeylerdir. Allah ise madde değildir. Duyu organlarımızla tespitini yaptığımız ve hâlen yapamadığımız eşyanın tümü noksanlıklardan uzak olan bir yaratıcı tarafından yaratılmıştır. Yaratılan ise yaratıcısının ne parçası, ne de benzeridir. Allah'ın varlığına inanmak, her müslümanın ilk önce kabul etmesi gereken bir husustur. İslâm ıstılâhına göre inanmak ise Allah'ın varlığına, birliğine, yani, Allah'tan başka ilâh olmadığına ve inanılması gereken diğer hususlara (Allah'a, Allah'ın meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, kaza ve kadere, öldükten sonra diriltmeye) tereddütsüz iman etmek ve bunu kalp ile tasdik etmektir. İnanan insana mü’min, inanmayana ise kâfir denir. Akıl sahibi olan her insanın, Allah'ın varlığına inanması gerekir. Allah'ın varlığına inanmak, insan fıtratının icabıdır. Allah'ın varoluşu vaciptir, zarûrîdir Cengiz Yağcı, Şamil İslâm Ansiklopedisi, I/112-114).

 

Nefsimizin direktifleri doğrultusunda yaşarken bizleri o girdaptan kurtarmak isteyen davetçiler bir şekilde;‘Allah’ın sözüne kulak ver; cennetini garantile’ ilâhi mesajını ulaştırdılar... Kulaklarımızın pasını gideren bu şok cümle aynı zamanda gözlerimizdeki sis perdesinin de kalkmasına vesile oldu... Bir de baktık ki bir elimizde Kur’an diğer elimizde ‘Kur’an’ın insana dönüşmüşünün hayatı...

 

Kur’an ve sünnet; koruması altına giren konuğun attığı her adımı takip ederek hayatıyla yakından ilgilenir. Hemen hemen her saat yeni bir âyetle karşılaşan konuk, Rabbini tanıdığı oranda âyetleri görür, okur ve yaşar.... İşte kul olma başarısındaki sır burada; Önce Rabbini gereği gibi tanı; Sonra zâten sever, güvenir, O’nu her an zikreder ve gerekli fedakarlığı gösterirsin...

 

Nasıl Bir Allah’a İnanılıyor?

Bugün insanların büyük bir çoğunluğu maalesef Allah’ı gereği gibi tanımıyor. Ya Allah’ın (c.c.) isim ve sıfatlarından herhangi birini ölü yada dirilere atfediyorlar yada Allah’ın gücünü, zenginliğini ve kullarına karşı yakınlık derecesini kavrayamıyorlar.

 

Büyük bir kesimin Allah inancı şöyle göze çarpar: “Benim inandığım Allah; Yeri ve göğü yaratır, insanların yaşaması için gerekli malzemeleri hazırlar, insanların hayat modeli tercihlerine karışmaz. Göklerin hâkimi olan Allah (c.c.) yerdekilerin yaşamına karışmaz. Sadece kalp temizliğine bakar. Merhameti boldur. Kendisinin varlığına inanan herkes kurtuluşa erer. (Oysaki şeytan da Allah’ın varlığına inanıyor.) İnsanların duâ ve isteklerini aracılar (Türbelerde yatan zatlar, şeyhler vs.) olmadan işitip cevap vermez (Hâşâ). Çok hoş görülüdür. Her şeyi hoş karşılar! Sevdiklerini bolca rızıklandırır. Sevmediklerini ise fakir kılar…”

 

Peki Allah’ın 99 isim ve sıfatları nerede? Üzülerek görüyoruz ki birçok insanın Allah inancı maalesef böyle... Bu tür hastalığı Rabbimiz şöyle dile getiriyor; “Onların çoğu, Allah’a ortak koşmadan inanmazlar.” (12/Yusuf, 106). Bir de eksik bir Allah inancının neye mal olacağına bir göz atalım:

 

Eksik Bir Allah İnancı Neye Mal Olur?

Dinin doğru anlaşılmasına engel olacağından akideye zarar verir (Allah’ın herhangi bir isim ve sıfatını ölü yada dirilere atfedilmesi gibi...) Allah (c.c.) ile gereken dostluk kurulamayacağından sâlih amel işleme oranı sıfırın altına inebileceğinden günah işleme oranında artış gözükür.

 

Cehennemin sıcaklık derecesi algılanamayacağından (Allah’ın ceza verici sıfatının algılanamaması) Al­lah’ın haram kıldığı ameller daha cazip gözükür. Allah’ın (c.c.) emir, yasak ve tavsiyele­rine karşı boş vericilik baş gösterir. Kişi tanıdığı oranda sever. Az tanıyan az sever, az tanıyan az güvenir. Haliyle gereken sevgi tanındığı orandadır. Allah’ın Kur’an ve Sünnet’teki mesajına kulak verilmemesine yol açar.

 

Allah’ın (c.c.) bağışlayıcı sıfatının bilinememesi ümitsizliğe yol açacağından tevbe etme eylemi gerçekleşmemiş olur. ‘Kalbi temiz olan kurtulur’ batıl inanışı kalpte ve düşüncede geniş bir yer edeceğinden kullukta sınıfta kalınır. Görüldüğü gibi eksik bir Allah inancı üzerine basılmış mayın gibi... Hem bu tarafta hem de öteki tarafta patlar...

 

Peki Allah’ı Nasıl Tanıyacağız? İsim ve sıfatların ezberlenmesiyle Allah (c.c.) tanınamaz... İsim ve sıfatlarının mânâsının ezberlenmesiyle de yakini olarak tanın­maz... Peki nasıl tanınır? Allah’ın varlığına iman ettikten sonra Kur’an ve sünnet ışığında isim ve sıfatlarını kendi nefsimizde ve tabiattaki tecellisinde görüp iyi bir tefekkürle tanınır.... Ve böylece günün her saatinde Allah’ın (c.c.) gücünü, büyüklüğünü, merhametini zenginliğini ve diğer sıfatlarını görerek kendisiyle sıcak bir diyalog sağlamış oluruz

 

Allah İnancı Nasıl Olmalı?

Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellisini nefsimizde ve tabiatta görüp okuyabilmişsek Allah inancımız şöyle şekillenir:

 

Allah (c.c.) her şeyi her an görür, her an işitir ve kalpten tüm geçenleri bilir. Yapılan duâlara ve isteklere aracı ihtiyacı hissetmeden işitir ve karşılığını verir. Gaybı; kendisi ve dilediği peygambere dilediği miktarda bildirmesi dışında kimse bilemez.  Allah (c.c.) her hangi bir kuluna pozitif yada negatif bir musibet dilemişse dünya bir araya gelse engel olamazlar. Tüm her şey O’nun kontrolünde ve O’nun izni ile gerçekleşir. Hatta bir yaprak bile O’nun izni ve kontrolü dahilinde kımıldar ve düşer.

 

Yerin ve göğün tüm hazinelerinin sahibi olması vesilesiyle dilediği kulunun zengin dilediğini de dilediği zaman, dilediği kadar fakir kılabilir. İnsanların en iyi şekilde (emniyetli ve adâletli) nasıl yaşayacaklarını şüphesiz en iyi bilendir. Yaratan bilmez mi?

 

İyi Bir Allah İnancı Amele Nasıl Yansır?

İyi bir Allah inancına sahip olan bir insanın yaşayışı biraz farklı olur. Ne gibi? Ümit ve korku dengesini yakalayabileceği için Allah (c.c.) ile irtibatını canlı tutar ve günah işleme oranını aşağı çeker.  O’na bir an önce kavuşmayı dileyeceği için bolca sâlih amel işler. Tanıdığı Allah’ı (c.c.) seveceği için vaadlerine (cennetine ve cehennemine, günahları bağışlayabileceğine vs.) müthiş bir güven duyar ve en ufak bir güvensizliğe düşmez.

 

Zengin ya da fakir bile olsa O’nun dilemesi ile olduğunu bildiği için, gurur, kibir ve isyana yer vermeyip sabır ve şükür örneğini sergiler. Duâ ve isteklere cevap verecek mercinin Allah (c.c.) olduğunu bildiği için insanların ellerine bakmaksızın müthiş bir tevekkül örneğini sergiler. Dil sürekli Allah’ı zikirle ıslak kalır. Dünya hayatının tiyatro sahnesinden ibaret olduğunu görür ve tüm yatırımını âhirete yapar.

 

Sevdiğinin sevdiklerini sever, sevmediğini sevmez... Can ve malı en ufak korku ve endişe duymadan masaya yatırır! Rızık endişesi hissedilmeyeceğinden hayatın her safhasında sabır ve şükür görülür (F. Birışık, Esmâü’l-Hüsnâ, Karınca Y.)

 

 

2) Er-Rahmân

er-Rahmân, Allah Teâlâ'nın güzel isimlerinden ve sıfatlarından biridir. Rikkat, ihsan, bağışlama, acıyıp esirgeme anlamlarına gelen rahmet kelimesinden türemiş olan Rahmân, mübalağa sigalarından olduğundan rahmetin en yüce derecesiyle muttasıf olan demektir. Rızıkları, ihtiyaçları ve her türlü iyilikleri ihsan hususunda rahmetini mahlukatından (yaratıklarından) hiç esirgemeyen anlamında olan Rahman, Rahîm isminden daha geniş kapsamlı bir mana ifade eder. Kur'an'ın ilk âyeti olan Besmeledeki Rahmân ve Rahîm sıfatları arasındaki fark, Allah Teâlâ, Dünyanın Rahmanı ve Âhiretin Rahimidir, cümlesinde veciz bir şekilde dile getirilmektedir. Kur'an-ı Kerim'de daima eliflamlı olarak (belirli) Er-Rahmân şeklinde geçen bu ilâhî sıfat Allah'ın ikinci bir ismi durumunda kullanılmıştır. er-Rahmân vasfı gereği Cenâb-ı Hakk, dünyada bütün canlılara, mü’min-kâfir ayırımı yapmaksızın bütün insanlara, şefkat ve merhametle davranmayı kendi nefsine farz kılmıştır. Kur'an'da insanlar için hiç kullanılmayan er-Râhmân ismi, ilâhî kelâmın elli yedi yerinde geçmektedir. Kur'an'da bu isimle bir de sûre vardır: er-Rahmân Sûresi. Bu sûrede Allah Teâlâ; İnsanlar, Cinler ve Hayvanlar için rahmet olarak yarattığı nimetleri saymakta, İns ve Cinnin, bunların kıymetlerini bilip nankörlük etmemelerini defaatle vurgulamaktadır (Akif Köten, Şamil İslâm Ansiklopedisi, 5/217).

 

 "Rahmân", rahmetten sıfat manası ifade eden Allah'ın yüce isimlerinden biridir. Çok merhamet sahibi anlamındadır. Rahmân, tam manasıyla Türkçe'ye veya başka bir dile tek kelimeyle tercüme edilemez. Esirgemek, acımak, bağışlamak, affetmek vs. bu kelimeyi tam anlamıyla karşılayamaz. Çok merhametli diye noksan bir şekilde tefsir edilebilirse de tam tercüme edilemez. Rahmân, Allah'ın hem sıfatı, hem de bir özel ismidir. Er-Rahmân: Ezelde bütün yaratılmışlar hakkında hayır ve rahmet irâde buyuran, sevdiğini, sevmediğini ayırt etmeyerek bütün varlıklara  sayısız nimetler ihsan buyuran demektir.

 

Rahmân sıfatı, peygamberler dahil, hiçbir insan için kullanılamaz. Çünkü karşılıksız ve kayıtsız şartsız rahmet ve merhamet ifade eden Rahmân sıfatını, insanın fıtrî yapısı kaldıramaz. Çünkü insan, böyle bir merhameti gösterme gücüne, yaradılışı icabı sahip bulunamaz. Dostları kadar düşmanlarına, kendisine inananlar kadar kendisini inkâr edenlere de rahmet ve merhamet gösterebilmek ancak ulûhiyetin şânındandır.

 

 

3) Er-Rahîm

Er-Rahîm; Çok merhametli, merhamet olunan; "rahmet, merhâmet ve ruhm" mastarından ism-i fail ve ism-i mef'ûl anlamlı bir sıfattır. Kök anlamı, acımak, merhamet etmek ve bağışlamak demektir. Rahîm'in çoğulu "ruhamâ"dır. Merhamet, iyilik ve nimet anlamına da gelir. Aynı kökten "rahman" sözcüğü de merhameti bol olan demektir.

 

"Rahîm" ve "Rahmân" isimleri Cenâb-ı Hakk'ın esmâ-i husnâsındandır. Esmâ-i husnâ; en güzel isimler anlamına gelir ki, Yüce Allah kendisini bu nitelikteki isimlerle isimlendirdiğini Kur'an'da çeşitli yerlerde açıklamıştır (7/A'râf, 180; 17/İsrâ, 110; 20/Tâhâ, 7; 59/Haşr, 24). Bu isimlerin başında "Allah" lafzı gelir. Allah'a bu güzel isimlerle duâ edilmesi, duânın kabulüne sebep olur.  "Allah'ın güzel isimleri vardır. O halde Allah'a o güzel isimlerle duâ edin." (7/A'râf, 180)

 

Kur'an-ı Kerim'in 115 âyetinde büyük çoğunluğu çok bağışlayıcı anlamına gelen "ğafûr" sıfatı ile birlikte olmak üzere "rahîm" sıfatı kullanılmıştır. Bu da Cenâb-ı Hakk'ın ne kadar bağışlayıcı ve merhametli olduğunu gösterir. Dört âyette de "erhamü'r-râhimîn (merhametlilerin en merhametlisi)" tamlaması kullanılmıştır.

 

Allahu Teâlâ'nın rahmân ve rahîm sıfatları her ikisi de "rahmet" mastarından türemiş olmakla birlikte, aralarında anlam farkları vardır. Rahman sıfatı Kur'an'da 57 âyette geçmektedir. Bunlardan beş âyette rahman ve rahîm birlikte zikredilmiştir (M. Fuad Abdülbâkî, el-Mu'cemul-Müfehres Li Elfâzı’l-Kur'ânil-Kerim, "Rahman" ve "Rahim" maddeleri).

 

Bir âyet olan, Tevbe sûresi dışında bütün süre başlarında tekrarlanan ve her meşrû işe başlarken söylenmesi İslâm'ın esaslarından olan "Besmele"de her iki sıfat zikredilmiştir. Bismillahirrahmânirrahîm'in anlamı; "Rahmân ve rahîm olan Allah'ın adı ile başlarım" demektir. Kur'an-ı Kerim'de Sebe' hükümdarı Belkıs’a, Süleyman peygamberin gönderdiği hak dine çağrı mektubundan söz edilirken şöyle buyurulur: "O mektup şüphe yok ki Süleyman'dandır ve Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adı ile (başlamaktadır)" (27/Neml, 30). Bu iki sıfat arasındaki farkları şöylece belirtebiliriz.

 

Rahmân sıfatı ezelle, rahîm sıfatı ise daha çok ebedle ilgilidir. Bu yüzden Yüce Allah için dünyanın rahmanı, fakat âhiretin rahîmidir, denilmiştir. Bunun anlamı şudur: Cenâb-ı Hakk'ın varlıkları yaratması, onları yaşatması, insanlar arasında mü’min-kâfir, âdil-zâlim, çalışkan-tembel ayırımı yapmaksızın hepsine rızıklarını vermesi, çalışma ve gayretlerinin semerelerini ihsan etmesi, Rahman sıfatının tecellisidir. Küfre, zulme, şerre ve kötülüklere müdahale etmeksizin akıl ve irade-i cüz'iyyenin kullanılmasına fırsat verilmesi, ehl-i küfrün çalışmalarının karşılığını dünyada tam olarak görmesi hep bu sıfatın bir sonucudur.

 

Rahîm sıfatının tecellileri ise daha çok âhirette görülecek, Cenâb-ı Hakk'ın oradaki ikram ve ihsanları mü’minler için olacaktır. Pek çok âyette Rahîm sıfatı zikredilerek, Cenâb-ı Hakk'ın mü’minleri bu sıfatla bağışlayacağı belirtilmiştir. Bazı âyetler şunlardır:

 

Fuhuş yapıp, sonra bu fuhuşlarından vazgeçen erkek ve kadınlar için şöyle buyurulur: "Şüphesiz Allah tevbeleri en çok kabul eden ve en çok merhamet edendir" (4/Nisâ, 16). Şu âyetlerde günahkâr mü’minlere yönelik genel rahmeti görmek mümkündür: "Onlar, Allah ile birlikte başka bir ilâha tapmazlar. Haksız yere, Allah'ın haram kıldığı cana kıymazlar, zina etmezler. Kim bunlardan birini yaparsa cezaya çarpar. Kıyâmet günü de azabı kat kat arttırılır ve orada hor ve hakîr sürekli bırakılır. Ancak pişmanlık duyup imanını yenileyen ve iyi işler işleyenler müstesnadır. Allah bunların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir. Yine kim tevbe edip, güzel amel yaparsa, tevbesi kabul edilmiş olarak Allah'a döner." (25/Furkan, 68-71) "Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Kimi dilerse bağışlar kimi dilerse azaplandırır. Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir." (48/Feth, 14)

 

Şu âyette rahîm sıfatıyla mü’minlere merhamet açıkça görülür: "O, sizi karanlıklardan nura çıkarmak için üzerinize melekleriyle birlikte rahmetini gönderir. Allah mü'minlere çok merhamet eden (rahîm) dir." (33/Ahzâb, 43)

 

Hz. Peygamber'in hadislerinde de Cenâb-ı Hakk'ın rahmet sıfatı açıklanmış, O'nun kullarına ve bütün yaratıklara olan merhametine yer verilmiştir. İnsanlarda ve bütün canlılarda bulunan acıma, merhamet duygusunun Allah'ın rahmân sıfatından bir cüz olduğunu Allah elçisi şöyle ifade buyurmuştur: "Şüphesiz acıma, merhamet duygusu Rahmân'dan bir cüzdür." (Buhârî, Edeb 13; Tirmizî, Birr 16; Ahmed b. Hanbel, I/190, 321, II/295). Başka bir hadiste rahmetin bütün yaratıkları kapsamak üzere Arş'ta asılı bulunduğu belirtilir (Müslim, Birr 17; Ahmed bin Hanbel, Müsned II/163, 190). Bir hadis-i kudsîde; "Şüphesiz rahmetim gazabımdan öne geçmiştir." (Buhârî, Tevhîd 15, 22, 28, 55, Bed’ü’l-Halk 1; Müslim, Tevbe 14-16; Tirmizî, Deavât 99)

 

 

 

Diğer yandan insanların merhametli davranışının Cenâb-ı Hakk'ın da merhametine sebep olduğu şöyle ifade buyurulur: "Güçsüzlere merhamet edenlere Rahman olan Allah da merhamet eder." (Ebû Davûd, Edeb 58; Tirmizi, Birr 16)

 

"Allah insanlardan ancak merhametli olanları bağışlar." (Buhârî, Cenâiz 32, Eymân 9, Tevhîd 25; Müslim, Cenâiz 9, 11; Ebû Dâvud, Cenâiz 24)

 

"Merhamet etmeyen kimseye merhamet olunmaz" (Buhârî, Edeb 18, 27; Müslim, Fezâil 65; Ebû Dâvud, Edeb 145; Hamdi Döndüren, Şamil İslâm Ansiklopedisi, 5/215-216).

 

Er-Rahîm: Çok merhamet edici, verdiği nimetleri iyi kullananları daha büyük ve ebedî nimetler vermek suretiyle mükâfatlandırıcı demektir. Kur'ân-ı Kerim'in 115 âyetinde büyük çoğunluğu çok bağışlayıcı anlamına gelen ğafûr sıfatı ile birlikte olmak üzere rahîm sıfatı kullanılmıştır. Bu da Allah'ın ne kadar bağışlayıcı ve merhametli olduğunu gösterir.

 

Er-Rahmân ism-i şerifinden Allah Tealâ'nın ezelde bütün yaratıkları için hayır ve rahmet irâde buyurduğu anlaşılıyordu. Er-Rahîm ism-i şerifi ise, yarattıkları arasında irâde sahipleri için kat kat rahmet-i İlâhiyyeyi ifade eder. Yani, insandan başka her varlık kendisi için tayin edilen sınır içinde kendisine verilen nimetlerden yaratılışı sevki (içgüdü) ile faydalanır ve o sınırdan dışarı çıkmazken; irâde sahibi olan insanlar için terakki imkânı verilmiştir. Bu imkân, fıtrî nimetleri arttırma ve ebedîleştirme imkânıdır. Çiğneyip geçtiğimiz ottan, rüzgâr dalgalarına kadar her şey, bizim hayır ve mutluluğumuza yarayan nimet hazinesidir. Yine, yaratılışımızda, başka varlıklara verilmeyen bir çok yeteneğin verilmesi ve tabiat kanunlarının âzat kabul etmez köleler gibi bize bağlı ve emrimize hazır olması, hep o şânı büyük Rahmân'ın lütuf ve ihsanlarının eseridir. Her şeyde, tabii kendimizde de gizlenmiş olan bu sayısız nimetleri meydana çıkarmak ve onlardan faydalanmak için çalışacağız. Bütün yeteneklerimizi işleteceğiz. Bu takdirde gayretlerimizin boşa gitmeyeceğini bize müjdeleyen işte bu, Er-Rahîm ismidir. Çünkü bu isme göre, her gayret, bir mükâfatla karşılanacaktır.

 

Er-Rahmân, Er-Rahîm isimleri iki türlü rahmet ifade eder. Er-Rahmân isminin ifade ettiği rahmet, hiçbir şarta, hiçbir gayret ve irâdeye bağlı olmayarak ihsan edilen rahmettir. Bu öyle geniş bir rahmettir ki, bütün varlıkları kaplar. Bunda çalışan çalışmayan, suçlu itaatli, imanlı imansız ayırt edilmez.

 

Er-Rahîm isminin ifade ettiği rahmet ise, Rahmân'ın lütfu olan rahmeti iyiye kullanarak çalışanlara bir  mükâfat olmak üzere verilen rahmettir ki, en az bire on'dur. Çalışânın ihlâsındaki kuvvete göre Allah'ın daha fazla ve hatta sınırsız ve hesapsız mükâfatları da vardır. İşte, gayr-ı meşrû arzulara kapılmamanın, kötülükten korunmanın önemi bu yüzdendir. İyi bilmek ve unutmamak lâzımdır ki, ister dünya için, ister âhiret için olsun çalışanlarla çalışmayanlar eşit muâmele görmeyeceklerdir (A. Osman Tatlısu, Esmâü'l-Hüsnâ, s. 37).

 

"Rahmân" kullardan bir benzerinin çıkması mümkün olmayan; "Rahîm" ise, bir benzerinin çıkması mümkün olabilen nimetleri verebilen demektir. Bu bakımdan birincisi Allah'a hastır, başka hiç kimseye isim olarak verilemez. Rahîm ise, hem O'na, hem de başkasına denilebilir. Yine, Rahmân, nimetlerin en büyüğünü; Rahîm ise, en dakîkini (ince, hassas) verebilen demektir. Rahmân, dünya ve âhirette; Rahîm ise sadece âhirette merhamet edendir. Rahmân, tüm yaratılmışlara; Rahîm ise sadece mü'minlere merhamet edendir. Yani, Rahmân, dünyada mü'min, kâfir, münâfık herkese acıyıp rahmet eden; Rahîm ise âhirette sadece mü'minlere merhamet eden demektir.  

 

 

 

 

 

Bir araya gelen bu iki sıfat, Allah'ın rahmetinin varlıkların tümüne ve bütün tecellîlere/yansımalara şâmildir. Rahmân ve Rahîm sıfatları, rahmetin bütün anlamlarını, özelliklerini ve sonsuz genişliğini ifade etmektedir. Cenâb-ı Allah bütünüyle rahmet sahibidir; Rahmet, acıma şefkat ve rikkat sahibi. Yarattıklarının hayatı için gerekli her şeyi Kendi üzerine almıştır. Onlara sürekli ihsanda bulunur. Yaratma, rızıklandırma ve nimetlendirme  O'nun Rahmân ve Rahîm oluşunun sonucudur. "Kendi üzerine rahmet'i yazdı."  (6/En'âm, 12)  "Rahmetim her şeyi kuşatmıştır."  (7/A'râf, 156)  "Ey Rabbimiz! Senin rahmet ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. Tevbe eden ve Senin yoluna gidenleri bağışla, onları cehennem azabından koru!"  (40/Mü'min, 7)      

                                            

Varlıklar, meydana gelirken Rahmân'dan doğan rahmet sayesinde vücuda gelirler. Rahîm'den doğan rahmet sayesinde de büyüyüp ondan faydalanırlar. Bunun için "Dünyanın Rahmân'ı, âhiretin Rahîm'i" kavramı meşhur olmuştur. Gerçi Allah, hem dünyanın, hem de âhiretin Rahmân ve Rahîmidir. Rahmân sıfatı açısından yaratıklar yaratılmış; fakat hiçbirinin bu konuda fikri sorulmamıştır. Bu açıdan Rahmân'daki rahmetin gerçekleşmesi bir şarta bağlı değildir. Rahîm'deki rahmetin tahakkuk etmesi ise kulların dünyada iman ve amel etmeleri şartına bağlıdır. Rahmân'daki rahmet sayesinde her yaratılan varlıkta fıtrî ve cebrî olarak bu rahmetin bir esintisi vardır. Eğer Rahîm sıfatı da böyle olsaydı, dünyada hiç kimsenin iman, amel, çalışma, bir şeyleri icat etmesi, hayırlı eylemler yapması gibi şeylere gerek kalmazdı. Böylece dünya hayatı durgunluğa düşeceği gibi, âhiret hayatı da hüsrâna uğrardı. Yaratılıştan mevcut rahmetle yetinilseydi, insanlar  her yönleriyle durgunluğa girerek, nasıl olsa rahmet geliyor diye bir taş veya bir hayvan seviyesinde kalırlardı. Rahmâniyetin rahmeti sadece Allah'a ait iken, Rahîmiyetin rahmetinden bir parça da kullara verilmiştir. Böylece o durgunluk durumu ortadan kaldırıldığı gibi, bir ananın yavrusuna merhameti gibi durumlar da sağlanmaktadır.

 

 

Cenâb-ı Hak, eşyayı yoktan var ederken âdeta bize demiş oluyor ki, “isteseniz de istemeseniz de Rahmâniyetimle sizi yaratıyorum. Sizin için gerekli olan şeylerle varlık ve hayatınızı devam ettiriyorum. Rahmâniyetimle var ettikten sonra, Rahmâniyetimin kemâlini göstermek için, size Rahîmiyetimle de bir irâde veriyorum. İrâdenizi kullanmanıza ve kullandığınız irâdenin çapına göre de öteki âlemde size mükâfat vereceğim. Siz, irâdenizi kullanmakla bir şekle gireceksiniz. Bu şekil, âhiret âleminde bir kısım nimetlerden istifade etmeye hazırlanmak demektir. Yeter ki sizler, kendi hevâ ve hevesinize uyarak, benim rızâ dairemin dışına çıkmayın. Aksi takdirde orada cezanızın daha ağır olacağını düşünün.”

 

Düşünmeli ve ona göre davranmalıyız ki, Allah'ın Rahmâniyet ve Rahîmiyetinin ışığında bizim mazhar olduğumuz lütuflarla, yaptığımız işlerin birbirine münasip olması gerekir. Allah'ın bizi muhatap olarak kabul etmesine mukabil, bizim bu iltifatları değerlendirip değerlendirmediğimiz yönüyle kendimizi devamlı sorgulamalıyız. Rahmân ve Rahîm sıfatlarının engin ve sınırsız merhameti kuşattığı gibi; bir de küçük bir tekdir, ikaz ve uyarının bulunduğunu da unutmamalıyız.

 

Besmelede ve Fâtiha sûresinde "Allah" lafzıyla bütün güzel isimleri kendinde toplayan zâtın tasarrufunu takdim etmesinden çekinen ve irkilen insana Yaratıcımız, er-Rahmân ve er-Rahîm isimlerini zikrederek onlara yakınlık ve güven vermiş oluyor. Sanki bu isimlerle insanın kulağına şu manalar fısıldanıyor: O kadar korkup ürkme. İşin temelinde merhamet vardır. O, rahmetiyle  sizi  yaratmış  ve  yine  rahmetiyle  hayatınız  için  gerekli  olan her şeyi hazırlamıştır. Ancak,  sadece   dünya  sizi  tatmin  edemez.  Sizin  için  Cemâlullah'ı  temâşâ  ve  bir  cennet  de lâzımdır. O, Rahîmiyetiyle sizlere bunu da  verecektir. Bir korkudan sonra insanın içinde sıcak bir ünsiyet meydana getiren bu iki sıfat ne kadar önemli ve bu iki ismin zikredilmesi ne kadar gereklidir (Hikmet Işık, Fâtiha Üzerine Mülâhazalar, Nil A.Ş. Y., s. 157).

 

Rahmân ve Rahîm Sıfatlarının Düşündürdükleri

Er-Rahmân ve er-Rahîm isminin zevkini duyan gönüllere yeis ve ümitsizlik giremez. Müslüman, ne kadar darlık ve ıstırap içine düşerse düşsün, Allah'ın mutlaka onu selâmete çıkaracağına emindir. Çünkü kesinlikle bilir ki, O merhametlilerin  merhametlisi, kerimlerin ekremidir. Allah'ın bu sıfatlarına gönülden inanan insanda, ciddi anlamda  bunalım,  stres,  karamsarlık  ve  kötümserlik bulunamaz. Çağımızda gittikçe yaygınlaşan intihar fâciasının ümitsizlikten, bunun da çok defa Rahmân ve Rahîm sıfatlarının sahibi bulunan Allah'a imansızlıktan ileri geldiği bilinen bir gerçektir.

 

Âhirette mü'minle kâfiri ayırt eden, mü'mine cennetini veren Allah, Rahîm ismiyle rahmet edecektir. Rahîm, mazlumların son sığınağıdır. Bu dünyada insanların haklarını yiyen, Hakka karşı gelen, halka zulmedenler para, makam ve ünvanlarıyla dünyada cezalarını çekmeden giderlerse de, âhirette malları, evlatları, orduları, servetleri onlara fayda vermeyecektir. Rahîm ismi, kâfirler ve zâlimler için tehdit; mü'minler ve mazlumlar için ise teselli ve sığınaktır.

 

Fâtiha sûresinin girişinde, Allah'ın, âlemlerin rabbi olduğu tanıtılırken, tevhid inancının evrenselliğine işaret edilmişti. Rabbimiz, yalnızca âlemlerin rabbi, yetiştiricisi, eğiticisi, öğreticisi, onlar üzerinde otorite sahibi olmakla kalmıyor; aynı zamanda onlara karşı engin merhamet  de taşıyor. Allah'ın, Kitab'ını "rahmet" olarak nitelemesi de bu noktada çok önemlidir. Rabbimiz, Kitab'ı göndermekle neyi dilemektedir? İnsanların yeryüzünde mutlu bir şekilde yaşamalarını, sıkıntı çekmemelerini, anlaşmazlıklarını hak ölçüye göre çözmelerini... Kullarına karşı bu merhameti, acıması ve sevgisi, Kitab'a "rahmet" adını vermesine neden olmuştur. İşte bu yönleri dolayısıyla burada, tevhid inancının sevgi yönüne, insanî yönüne değinilmektedir. Tevhid toplumu, "kin, garaz, haset, zulüm" üzerine kurulu değildir. Bu toplumda, Rabbimiz Rahmân-Rahîm olduğundan, O'nu rab olarak kabullenen insanlar da birbirlerine karşı merhamet doludurlar. İlişkileri bu düzlemde cereyan eder.  "Muhammed, Allah'ın elçisidir. Onunla birlikte olanlar, kâfirlere karşı sert; birbirlerine karşı merhametlidirler." (48/Fetih, 29)

 

Ancak âlemlere rahmet olarak gönderilen (21/Enbiyâ, 107) Peygamberimiz (s.a.s.)'in sıfat ve ahlâkından biri de ümmetine merhameti ve şefkati idi. "Andolsun size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü'minlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir." (9/Tevbe, 128) Rasûlullah (s.a.s.)'in ümmetini ateşten uzaklaştıracak şeyleri göstermesi, onun şefkatinin bir eseridir. Bunu, şu güzel temsille dile getirmiştir: "Benimle ümmetim bir ateş yakan ve ateşine kelebek ve çekirgeler düşmeye başlayınca onları men etmeye çalışan kimse gibiyiz. Ben sizi ateşe düşmekten korumak için eteklerinizden tutuyorum. Siz, benim elimden kurtulup ateşe düşmeye çalışıyorsunuz." (Müslim, c.5, s. 911) Rasûlullah bir gün torunlarını öpüp okşarken bir bedevî huzuruna gelmişti. Evlât şefkatinden mahrum olan bu adam, gördüğü manzaraya duyduğu hayretini gizleyemedi ve: "Benim on çocuğum var. Bunlardan hiç birini öpmüş değilim" dedi. Peygamberimiz: "Şayet senin kalbinden Cenâb-ı Hak, merhameti söküp almışsa ben ne yapayım?" buyurdu ve ilâve etti: "Merhamet etmeyene merhamet edilmez." (Buhârî, Edeb 18; Müslim, Fezâil 65). Efendimiz, kendi nefsi için hiç kızmaz; ancak Allah'ın haramları çiğnendiği zaman kızardı. Dâvetçi de böyle olmalı, nefsi için kızmamalıdır.

 

Bir seferinde de ashâb-ı kiram, Hz. Peygamber'in va'z u nasihatini pür dikkat dinlerken, O'nunla görüşmek isteyen yaşlıca bir zat kalabalık arasından Rasûllah'a yaklaşmaya gayret ediyordu. Rasûllah'ın sohbetini bölen bu ihtiyara yol açmada biraz ağır davranan ashâbın bu tavrı gözünden kaçmayan rahmet ve merhamet peygamberi, derhal onları ikaz etti: "Küçüklerimize şefkat, büyüklerimize saygı göstermeyen bizden değildir." (Tirmizî, Birr 15)

 

 

 

Kin ve düşmanlık, dâvet açısından asla kazandırıcı, neticeye götürücü olamaz. O yüzden dâvetçi, kin ve husumetine mağlup olmayacak, muhatabına karşı buğz değil; muhabbet ve merhamet besleyecektir. Ama bu sözlerimizden Rasûlullah'ın "Amellerin en hayırlısı, Allah için sevmek ve Allah için buğz etmektir." (Ebû Dâvud, Sünnet 2; Ahmed bin Hanbel, V/146) hadisini inkâr ettiğimiz manası çıkarılmamalıdır. Veya Allah için buğzun da bu hadiste ifade edildiği şekilde gerekliliği karşısında kalpte buğz ile şefkat ve merhameti te'life uğraşmanın tenâkuz olacağı zannedilmemelidir. Hayır, günah ve ma’siyette bulunanlara karşı aynı anda hem rahmet ve şefkat beslemekle, hem de Allah için buğzda bulunmak arasında hiçbir tenâkuz, teâruz yoktur. Ancak, Allah için buğz ile, nefs ve heveslerine uyularak yapılan buğzu birbirine karıştıranlara göre böyle bir tenâkuz vardır. Önce "Allah için buğz nedir?" bunu bilmek gerekir.

 

Allah için buğz, bir müslümanın, ma’siyetler içerisinde bulunan bir kimseye hatası, isyanı dolayısıyla, nefsinde onun şahsına karşı hiçbir tiksinti bulunmaksızın buğz etmesidir. Yani onun ma’siyetine, isyanına, gafletine öfke ve kin beslemesidir. Elbette ma’siyet ve isyana karşı yapılan buğz, bunları işleyenin şahsına duyulan şefkat, merhamet ve acımadan ileri gelmektedir. Bu demek olur ki, Allah için duyulan buğz ile sevgi ve merhamet arasında zannedildiği tezat ve tenâkuz değil; tam bir uyum ve kaynaşma vardır. Çok sevdiği oğluna zarar veren, onun felaketine sebep olacak kötü insanlara veya kötülüklere bir baba kızar. Nasıl bu kızması oğluna duyduğu sevgiden doğarsa; aynen öyle, dinde veya nesepte kardeşimize merhametimiz, onun helâkine ve âhiret zararına sebep olan ma’siyet ve günahlarına buğzu gerektirir. Bu buğz, merhametin sonucudur.

 

Müslüman dâvetçi, şahsı ve nefsi için kin ve düşmanlık beslememeli, öfkesini yenmeyi bilerek bütün bir insanlığa şefkat ve merhamet duymalı,  onların  hidâyeti  için  çalışmalı, nasihat etmelidir. Onları İslâm'a davet etmesi şefkatinin, merhametinin bir eseridir. Çünkü dâvet kabul edilirse, ihtimal ki  onların cehennemden kurtuluşu ve Allah rızâsına kavuşmaları gibi en büyük faydalar söz konusudur. Dâvetçi kendi nefsi için istediğini onlar için de ister. Kendisi için istediği en büyük şey ise iman ve hidâyettir. O, onlar için de bunu arzu eder. Hangi ölüm, sapıklık ve Allah'a karşı isyandan daha büyüktür? Dâvetçi, dâvetiyle isyankâr azgınları helâk ve hüsrandan kurtarmak için çalışır.                   

 

Merhamet, câhillerden gelecek her türlü zorluğa karşı sabırlı olmayı kolaylaştırır. İnsandaki acıma duygusu, gafil ve câhillerden çıkacak her türlü engele karşı direnmeyi öğretir. Dâvetçi onlara, oynayan çocuklar nazarıyla bakar. Küçük çocukların işi oyun, onların seviyesi bilgiden mahrumluk, faydalı veya zararlı olacak şeyleri kavrayamamaktır. Bunun için dâvetçi, onlara nasihat ederken, onların yüz çevirmelerine, kendisine zorluk çıkartmalarına ve eziyet vermelerine şaşmaz. Nasıl ki, bir çocuğa öğüt verir, ateşe ve tehlikeli bir şeye dokunmaktan men edersin de o da bağırır, öfkelenir, hatta bazen sana eziyet bile verir. Aynı şekilde dâvetçi de muhâtaplarının engellerine şaşmaz. Rasûl-i Ekrem, Kureyş'e karşı dâvet görevine çok ağır şartlar altında devam etmiştir. Onların eziyetlerine tahammül ederek şöyle demiştir: "Ey Allah'ım, kavmime hidayet ver; çünkü onlar bilmiyorlar."  Kaba davranmak, etrafındakilerin dağılmasına sebep olur. Merhametten mahrum katı kalpli bir dâvetçi, çalışmasında muvaffak olamaz. Söyledikleri doğru da olsa insanlar ona meyletmez. Bu, insan doğasının icabıdır. İnsanlar fıtraten katı, sert ve sıkıcı davranışlardan nefret ederler. Böyle kimselerin sözleri kabul görmez. Çünkü bir nasihati kabul etmek, kalbin nasihat eden kimseye yönelmesine bağlıdır. Bu yönelme sert tabiat ve katı kalple elde edilemez. "Allah'tan bir rahmet sebebiyle sen onlara yumuşak davrandın. Eğer sen katı kalpli ve sert davransaydın, şüphesiz onlar etrafından dağılıverirlerdi." (3/Âl-i İmrân, 159)   

 

 

 

 

 

 

O'nun Rahmân sıfatının dünyada mü'min-kâfir herkese merhamet etmesi, Rahîm sıfatının ise âhirette adâleti gereği sadece mü'minlere merhamet edip kâfirlere azap etmesi olduğunun bilincinde olarak, cennet ve cehennemi hatırlayıp ümit ve korku arasında Kur'an'a yönelmeli, böylece hayat bulmalı, dirilmeli ve  hayatımızı O'na vakfetmeye, O'na adamaya çalışmalıyız.

    

Rahmân ve Rahîm'e iman eden bir insan, Allah'ın yeryüzüne indirdiği rahmetten yararlanır ve yaratıklara rahmet nazarıyla bakar. Civcivini korumak için aslana karşı duran tavuk, yavrusu için kartala kanatları ve gagasıyla karşı duran serçedeki rahmet bizde de vardır. O madenimizi işletirsek, insanları imansızlaştırıp onların cehenneme atılmasına sebep olan tâğutlara ve ateistlere, insanların elinde avucunda ne varsa sömüren kapitalistlere ve zâlimlere karşı tavır alır, kahramanlara ve sâlihlere yakışan bir çıkış yolu buluruz.

 

Rahmân, O'nun dünyadaki tecellîsi, Rahim ise âhiretteki tecellîsi. Rahmân ve Rahîm derken, hem dünyayı hem âhireti hatırlıyoruz. Dünyamızın da âhiretimizin de O'nsuz olamayacağını düşünüyoruz. Dünyanın âhiretten ayrı değil; âhiretin tarlası, hazırlık safhası olduğunun bilincinde, dünyada da O'nunla, O'nun ölçüleriyle olmaya gayret ediyoruz.

  

Hz. Muhammed'in (s.a.s.) gönül vârisi olan kâmil insan, bir rahmet taşıyıcısı olmalıdır. Öyleyse biz de yaratılmışlara rahmet nazarıyla bakmalıyız. Rahman'ın rahmetinden ümit kesmemeliyiz. O Rahîm'dir diyerek tembelliğe de düşmemeliyiz. Çünkü aynı zamanda O, din gününün sahibidir.   

             

 

4) El-Melik

El-Melik; Allahu Teâlâ'nın güzel isimlerinden biridir. Hükümdar ve kral anlamında bir kelimedir. Me-Le-Ke fiilinden gelir. Me-le-ke, mâlik ve sahip olmak demektir. Kelime, hem bir şeye sahip olmayı, hem de kuvvetli olmayı çağrıştırır. Sahip ve mâlik anlamında 'melik, mâlik, melîk' kelimeleri kullanılır. Masdarı olan mülk veya milk, üzerinde sahip ve tasarrufta bulunulan şeyi ifade ettiği gibi, tasarrufta bulunmayı da ifade eder. Bu tasarruf, hem insanlar, öncelikle insanlar, hem de mallar üzerinde tasarruftur. Nitekim, Allah Teâlâ için insanların meliki denirken, O'nun insanlar üzerinde mutlak tasarruf sahibi olduğu anlatılmak istenir. Fakat, yukarıda belirttiğimiz gibi, şirk koşan insanlar, Allah'ın melikliğini, yeryüzünde ve dolayısıyla insanlar üzerinde tasarruf sahibi olmak ve yeryüzündeki servetleri, yani mülkü diledikleri gibi kullanmak için gasbetmeğe çalıştılar. İblis de, Âdem'i önce bu noktada kandırmıştır: "Dedi: Ey Âdem! Seni sonsuzluk ağacına ve tükenmez bir mülke götüreyim mi?" (20/Tâhâ, 120)

 

Demek ki, insan Allah'ın hakimiyeti altında değil, arzuları doğrultusunda sınırsızca yeryüzünün meliki olmak isteğindedir. Nitekim, tüm diğer Fir'avnlar gibi, Hz. Mûsâ'nın Allah'ı Rabb, ilâh ve melik olarak kabul etmeğe çağırdığı Mısır Fir'avn'ı da Mısır mülkünün kendisine ait olduğu iddiası içindeydi. (43/Zuhruf, 51). Melik ya da mâlik olma, mâlik olunan şey üzerinde istenildiği biçimde tasarrufta bulunmayı gerektirir. Bu anlamda, mutlak melik ancak ve ancak Allah'tır; çünkü, Kur'an'da mülkün yalnızca Allah'a ait olduğu defalarca tekrarlanmaktadır. Bütün kâinat Allah'ın mülküdür ve Allah mülkünde dilediği gibi tasarruf sahibidir. Ama, Allah âdil, hakk ve tek ilâh olduğu için kâinatta dengesizlik ve haksızlık olmaz.

 

 

 

 

 

 

İnsan yeryüzünde halife olduğu, yani Allah adına yeryüzünde tasarrufta bulunacağı için, kendisine yeryüzü mülkü üzerinde izafî bir meliklik yetkisi tanınmıştır. Bu yetki, hiç bir zaman mutlak anlamda olmadığı ve insanın keyfine bırakılmadığı gibi, Allah'ın yeryüzündeki hayatının gereği olarak çeşitli biçimlerde, renklerde, yeteneklerde ve mesleklere sahip olacak şekilde yarattığı insanlar da, önce bütün olarak bu meliklik yetkisine sahiptirler. Dolayısıyla, herkesin belli bir tasarruf sahası vardır. Fakat bu tasarruf, hiç bir zaman mutlak değil, sınırlı ve Allah'ın tanıdığı alanda sadece bir emanettir. Öte yandan, tek tek insanların nasıl mülk sahibi olacaklarını ve mülklerinde nasıl tasarruf edeceklerini belirten kuralları da Allah her insana ayrı ayrı değil, insanlar arasından seçtiği elçiler vasıtasıyla bildirmiş ve genel anlamda yeryüzündeki mülkiyetini bu elçiler aracılığıyla yürütmeği dilemiştir. Bu durum Kur'an'da oldukça açıktır: "Göklerin ve yerin ve ikisi arasındakilerin mülkü Allah içindir." (5/Mâide, 18). “De ki: Allah'ım, mülkün sahibi; mülkü dilediğine verir, mülkü dilediğinden alırsın." (3/Âl-i İmran, 26)

 

Allah, gerek meliklik, gerekse mâliklik olarak mülkü dilediğine verir, dilediğinden alır. O, yeryüzünde insanlar üzerindeki tasarrufu, yani meliklik, yöneticilik olarak mülkü, yukarıda da söylendiği gibi, elçilerine vermiştir. Aynı zamanda, mülk ile bilgi ve hikmet bir arada bulunmak durumundadır. Bunlar da en fazla Allah'ın elçilerinde mevcuttur; öyleyse ilim ve hikmet, melikliğin şartlarındandır.

 

"(Yusuf dedi:) Rabbim, bana gerçekten mülkten verdin ve bana olayların te'vilini (yorumunu) öğrettin." (12/Yusuf, 101) "Allah ona (Dâvud'a) mülk ve hikmet verdi ve ona dilediğini öğretti." (2/Bakara, 251)

 

Allah, bazen elçilerini hem Rasul, hem melik kılar; Hz. Dâvud'un ve Hz. Muhammed'in durumlarında olduğu gibi... Bazen de, peygamberin yanısıra, başka melikler de var eder. Nitekim, İsrailoğulları için aynı anda birden fazla ve birbiri peşi sıra nebiler geldiği gibi, bu nebilerin yanısıra, onların emrinde melikler de bulunabiliyordu:

 

"Mûsâ kavmine demişti ki: Ey kavmim! Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın; O içinizde nebîler var etti, sizi melikler yaptı.." (5/Mâide, 20). Bu âyette, İsrâiloğulları'nın hizmetçi, binek ve kadın sahibi olmakla "melik" diye adlandırıldıkları belirtilmişse de, İsrâiloğulları içinde nebilerin yanısıra, meliklerin bulunduğu da açıktır. "Nebilerine, ‘bize bir melik gönder’ dediler... Nebîleri onlara, ‘Allah Tâlût'u size melik olarak gönderdi’ dedi. ‘O bizim üzerimizde nasıl melik olabilir? Biz melikliğe ondan daha lâyığız, ona geniş mal da verilmemiştir’ dediler: (Nebileri de) ‘Allah onu sizin üzerinize seçti, onun bilgisini ve gücünü artırdı’ dedi." (2/Bakara, 246-247)

 

Buraya kadar açıkladığımız melik kelimesi, öncelikle yönetici ve tabii olarak, Allah adına gerek insanlar üzerinde, gerekse yeryüzünde Allah'ın varettiği servet üzerinde tasarrufu elinde bulunduran kişi anlamında kullanılmıştır. Kur'an'da, dikkatimizi çeken bir diğer nokta, insanların mülkü olarak hemen yalnızca cariyelerin zikredilmiş olmasıdır. Yani, yalnızca cariyelere malik olunur, bunlar insanların mülküdür; başkalarıyla paylaşılmaz, belli ölçülerde dilenildiği biçimde kendileri üzerinde tasarrufta bulunulur. Ayrıca kölelere de memlûk denilir. Kur'an, dünya hayatının geçimliği dediği servet için "mülk" deyimini kullanmaz. Yenilen, içilen, sahip olunulan, kısaca kendileriyle dünya hayatı sürdürülen şeylere çoğunlukla "mal" veya "meta" tabirini kullanır.

 

Yukarıda belirttiğimiz gibi, Allah yeryüzündeki melikliğini, kendi seçtiği ve kendilerine ilim ve hikmet verip, te'vil öğrettiği kişiler aracılığıyla yerine getirir. Bunun dışında, bu melikliği gasbetmeye çalışanlara ve diledikleri biçimde insanlar ve yeryüzünün servetleri üzerinde tasarrufta bulunanlara da melik denilir. Kur'an, bunlara da mülkün Allah tarafından verildiğini vurgular. Ama, bu Allah'ın kendi melikliği için seçtiği insanlara verdiği bir mülk verişi değil; insanlar hak ettiği için gerekli gördüğü bir mülk veriştir. İnsana belli bir irade verildiğinden ve insan yaptıklarından sorumlu olduğundan eylemlerinin sonucunu mutlaka görür. Temelde Allah'ın iradesi, yeryüzünde kendi mülkünün, yani kendi melikliğinin hâkim olması şeklindedir ve bunun için dilediği insanları seçerek, onlar aracılığıyla melikliğini gerçekleştirmek ister. Seçimini de hiç bir zaman insanların keyfine bırakmaz. Çünkü, O mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Ama, insanlar Allah'ın iradesi doğrultusunda değil de, kendi keyfi iradeleri doğrultusunda gider ve Allah'ın seçtiklerinin melikliğini kabul etmezlerse, bu kez Allah başlarına hak ettikleri meliği getirir. Nitekim, bu anlamda Fir'avn da, İbrahim'le Allah hakkında çekişen ve kaynaklarda Nemrut diye geçen kişi de meliktir.

 

Mülkle ilgili olarak Kur'an'da geçen bir diğer önemli kelime "melekût"tur. Aslında bütün varlıklar Allah'ın "ol" emriyle meydana gelmişlerdir. Acaba Allah'ın "ol" dediği şey nedir? Allah neye "ol" demektedir? Demek ki, varlıkların gerek salt nuranî, gerekse cismî ve gerekse şeytan veya cinler gibi ateşten varlıklar olarak ortaya çıkmadan önce bir asılları, bir kökleri vardır. Bu asıllar da nurdur, ışıktır. Bu nur veya ışık Allah'ın nurundandır.

 

Allah ise göklerin ve yerin nurudur. Şu halde, eşyanın hakikatı denilen ve Hakk'tan kaynaklanan, Allah'ın nuruyla varlık kazanan ve ilm-i İlâhide ezelde var olan asıllara, varlık köklerine Allah "ol" deyince varlıklar ya maddesiz nuranî varlıklar, ya güneş gibi maddi-nuranî, ya da maddi varlıklar haline gelmektedirler. İşte, varlıkların biçim giymeden ayan-ı sabite (arketipler) olarak bulundukları durum bir âlem olarak tasavvur edilip, adına "melekût âlemi" denilmiştir. Bu âleme Allah'ın dilediği kulları bakabilir ve ilmel-yakîn halindeki imanlarını ayn'el-yakîn haline getirebilirler; gaybı şehadete çevirebilirler. Nitekim, Kur'an'ı Kerim'de, "İşte böyle, İbrahim'e göklerin ve yerin melekût'unu gösteriyoruz." buyurulmakta (6/En'âm, 75); müşriklerin bu âleme bakmaları ve ibret almaları, Allah'ın birliğini görmeleri çağrısında bulunulmakta ve her şeyin melekût'unun Allah'ın elinde olduğu vurgulanmaktadır.

 

Öte yandan "melik" kelimesinin hükümdar, yani devlet başkanı anlamında kullanılması da söz konusudur. İslâm devletlerinin hükümdarları genellikle "melik" ünvanını taşımazlardı. Kur'an-ı Kerim'de bu kelime Allah için kullanılmadığı zamanlarda, yabancı ülkelerin hükümdarlarını ifade etmekteydi. Melik kelimesi, İslâm tarihinde ilk olarak Emevî devletinin kurucusu Muaviye tarafından kullanılmıştır. Ancak bu kelime, Asr-ı saadetten Hulefâ-i râşidin döneminin sonuna kadar icrâ edilen şeklin dışında, İslâm'a aykırı bir idareyi zihinlere getirdiği için Muâviye'nin bu "melik" ünvanını alması iyi karşılanmamış ve hatta bazı âlimler tarafından şiddetle kınanmıştır.

 

İslâmiyetin ve dolayısıyla Arap dilinin Asya'da yayılmaya başlamasıyla "melik", Farsça'daki "şah" mânâsında kullanılır oldu ve bir hükümdar ünvanı olarak, özellikle Türk menşeli hükümdar sülâleleri tarafından kullanıldı. "Melik" kelimesi, Sâsânî hükümdarları tarafından da benimsenmişti. Daha sonra Büveyhî hükümdarı Bahâü'd-devle, kendine Farsça'daki "şahinşah" mânâsında melikül-mülûk" ünvanını verdi. "Melik" kelimesi Selçuklularda, Atabeyliklerde ve Artukoğullarında da uzun süre kullanılmıştır. Osmanlılarda hükümdar için "melik" ünvanının kullanıldığını gösteren kayıtlara rastlanmamıştır (Şamil İslâm Ansiklopedisi, 4/133-134).

 

5) El-Kuddûs  

El-Kuddûs: Temiz, hiç bir lekesi olmayan, bütün eksiklik ve kusurlardan münezzeh olan, herhangi bir eksikliği kabul etmeyen, fazilet ve güzel sıfatlardan dolayı öğülen demektir. Istılahta ise; Kuddûs denilince, Yüce Allah'ın isimlerinden birisi akla gelir ki, bu isme göre O, zatına yakışmayan her şeyden münezzeh, bütün vasıflarda en mükemmel, tahdîd ve tasvire sığmayan, öğülmeye lâyık kemâl, fazilet ve güzellik sıfatları kendisinde olandır.

 

Kur'ân-ı Kerîm'de Kuddûs kelimesi, Yüce Allah'ın ismi olarak iki yerde el-Melik ismiyle birlikte geçmektedir (bk. 59/Haşr, 23; 62/Cum'a, 1). Ayrıca bir yerde de, Allah Teâlâ'nın meleklere insan neslini yaratacağını bildirdiğinde, onların; "...Orada bozgunculuk yapacak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin? Oysa Biz seni hamdinle devamlı takdis ediyoruz, noksan sıfatlardan tenzih ediyoruz... " şeklindeki cevaplarında "nukaddisu" kalıbıyla zikredilmektedir (2/Bakara, 30). Burada da aynı lugat ve ıstılah anlamlar sözkonusudur.

 

Yüce Allah'ın bu ismi, O'nun, teşbîh ve tecsîmden, bir başka şeye benzemekten, beşerî sıfatlardan münezzeh olduğunu ifâde etmektedir. Nitekim Beyhakî, bu Kuddûs ismini, kendi yaptığı ayırıma göre, Allah'tan teşbîhi nefyeden isimler arasında saymaktadır (Beyhakî, el-Esmâ ve's-Sıfât, Beyrut ty., s.38).

 

Yukarıda sözü geçen Bakara sûresi 30. âyette "nüsebbihu" ve "nukaddisu" kalıplarıyla "tesbîh" ve "takdîs" bir arada kullanılmıştır. Bu iki kelime, aralarında bazı farklılıklar olmasına rağmen iç içedir ve birbirini bütünleyicidir. Açık bir tesbîhde takdîs, açık bir takdîsde de tesbîh vardır. Zirâ, tesbihde de, Allah'ı her türlü noksan sıfatlardan uzak tutmak anlamı görülmektedir. Aradaki fark; takdisde isbâtın tesbîhde ise nefyetmek sûretiyle isbâtın ağırlıkta olmasıdır. Bunu şöyle îzah etmek mümkündür:

 

Kötülenen ve âcizlik ifâde eden sıfatların nefyedilmesi, ortadan kaldırılması, aynı zamanda öğülen ve kemâl sıfatlarının isbât edilmesi demektir. Nitekim "Ortağı ve benzeri yok" demek, O'nun tek ve yegâne varlık olduğunu isbât etmek olur. Yine aynı şekilde "O hiç bir şeyde âciz kalmaz" demek, O'nun güçlü ve kuvvetli olduğunu; "O kimseye zulmetmez " demek de O'nun hükmünde âdil olduğunu ortaya koyar. Zirâ, âciz kalmak ve güçlü, kuvvetli olmak, zulmetmek ve adâletli olmak birbirinin zıddıdır. Dolayısıyla birisinin isbâtı, diğerinin nefyini, ortadan kaldırılmasını gerektirmiş olur.

 

Övülen ve kemâl ifâde eden sıfatların isbât edilmesi de kötülenen ve âcizlik ifâde eden sıfatların nefyini gerektirir. "O âlimdir" demek, O'nun câhilliğini, "O kaadirdir" demek de O'nun güçsüz ve âciz olduğunu nefyetmiş, ortadan kaldırmış olur.

 

İşte tesbîh ile takdîs arasındaki fark burada ortaya çıkar. "O şöyledir" dediğimizde yani bir şeyin varlığını isbât ettiğimizde "takdîs"; "O şöyle değildir" dediğimizde, bir şeyin öyle olmadığını isbât ettiğimizde de tesbîh sözkonusu olmuş olur. Fakat netice itibariyle daha önce de sözü geçtiği gibi, esas itibariyle aralarında pek büyük bir fark yoktur. Tesbîhde takdîs, takdîsde de tesbîh sözkonusudur. Her ikisi içiçedir. Nitekim Yüce Allah bu ikisini İhlâs Sûresinde bir araya getirmiştir. İhlâs Sûresinin ilk iki âyeti olan "Kul huvallâhu ehad. Allâhu's-Samed" (De ki; O Allah birdir. Allah Samed’dir, yani her şey varlığını ve devamını O'na borçludur. O hiç bir şeye muhtaç değildir.) âyetleri takdîsi, geriye kalan "Lem yelid ve lem yûled ve lem yekun lehû kufuven ehad" (Kendisi doğurmamıştır ve bir başkası tarafından da doğurulmamıştır. Hiç bir şey O'nun dengi olmamıştır.) âyetleri ise tesbîhi ifâde eder. Bunların her ikisi de yani hem takdîs ve hem de tesbîh; Yüce Allah'ın vahdâniyetini ve yegâne tek varlık olduğunu, O'nun benzeri ve ortağının bulunmadığını isbâta yöneliktir (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, I/301 ve 7/4954; Beyhakî, a.g e., 38; Abdurrahim Güzel, Şamil İslâm Ansiklopedisi, 3/398-399).

 

6) Es-Selâm

‘Selâm’ Allah’ın güzel isimlerinden biridir. Kendisi her türlü eksiklik ve noksanlıktan uzak olduğu gibi başkalarına da barış ve esenlik veren anlamına gelir. Bazılarına göre Allah’ın ‘Selâm’ ismi, bütün yaratıkları her türlü bozukluktan uzak tutan, onlara selâmet veren demektir. Kâinatta her şey Allah’ın koyduğu düzene göre devam etmektedir. Allah’ın bütün fiilleri bozukluk ve düzensizlikten uzaktır. O’nun takdirinde ve yaratmasında kusur olmaz.

 

‘Selâm’, hem Allah’ın noksanlıklardan uzak olduğunu, hem de O’ndan kullarına gelen esenliği, güveni ifade eder. Nitekim namazın sonunda Peygamberimiz, ‘Allahümme ente’s selâmü ve minke’s selâm’ demiştir. Yani, ‘Ey Allahım sen Selâmsın ve selâm Sendedir’ denilmesini tavsiye etmiştir.

 

Rasûullah (s.a.s.) namazdan ayrılmak istediği zaman üç kere istiğfarda bulunur, sonra da: “Allah’ım! Selâm olan sensin ve esenlik de sendendir. Sen celâl ve ikram sahibi yücesin!” diye duâ ederdi. (Müslim, Tirmizi, Ebû  Dâvud)

 

Selâm; Her türlü tehlikelerden kullarını selâmete çıkaran, cennetteki kullarına selâm eden demektir. “O Allah ki, O'ndan başka ilâh yoktur. Melik'tir; Kuddûs'tur; Selâm'dır/selâmet verendir; Mü'min'dir; Müheymin'dir; Aziz'dir; Cebbar'dır; Mütekebbir'dir. Allah, (müşriklerin) şirk koştuklarından çok yücedir.” (59/Haşr, 23)

 

Allah kendisine inananlara sonsuz cenneti müjdelemiştir. Ancak gözardı edilen bir gerçek vardır ki, iman edenler yalnızca âhirette değil dünyada da güzel bir yaşamla ödüllendirilmişlerdir. Allah, dünyadaki ve âhiretteki bu müjdeyi Kuran'da şöyle bildirmiştir:

“Sizin yanınızda olan tükenir, Allah'ın katında olan ise kalıcıdır. Sabredenlerin karşılığını yaptıklarının en güzeliyle biz muhakkak vereceğiz. Erkek olsun, kadın olsun, bir mü'min olarak kim sâlih bir amelde bulunursa, hiç şüphesiz biz onu güzel bir hayatla yaşatırız ve onların karşılığını, yaptıklarının en güzeliyle muhakkak veririz.” (16/Nahl, 96-97)

 

Kuşkusuz dünyadaki ve âhiretteki güzel yaşam, kulları üzerinde sonsuz bir şefkat sahibi olan Allah'ın 'Selâm' sıfatının tecellileridir. Dünyada güzel bir hayatla yaşayan, Rabbine kulluk edip yaptığı sâlih amellerden ecir kazanan mü’min, âhirette de 'hoşnut edici ve hoşnut edilmiş olarak' cennete girecektir. Allah samimi kullarının âhirette karşılaşacakları ortamı Kuran'da haber vermiştir:

 

“Cennet de, muttakiler için, uzakta değildir, (o gün) yakınlaştırılmıştır. Bu, size vadolunandır; (gönülden Allah'a) yönelip-dönen (İslâm'ın hükümlerini) koruyan, Görmediği halde Rahmân'a karşı 'içi titreyerek korku duyan' ve 'içten Allah'a yönelmiş' bir kalb ile gelen içindir. ‘Ona 'esenlik ve barış (selâm)la' girin. Bu, ebedilik günüdür.’ Orada diledikleri herşey onlarındır; katımızda daha fazlası da var.” (50/Kaf, 31-35)

 

Allah'ın Selâm sıfatı aynı zamanda cennete kabul ettiği kullarına selâm vermesi anlamına da gelir. Allah, Yâsin Sûresi'nin 58. âyetinde "Çok merhametli Rabb'dan onlara bir de sözlü ‘Selâm’ (vardır)." diyerek cennete giren insanlara sözlü olarak selâm vereceğini bildirir. Allah mü’minlerin canını alırken önce melekleri ona selâm verirler, sonra cennet bekçileri onları selâmla karşılar. Arkasından Allah cennete başları dimdik gelen kullarına selâm verir. Kuşkusuz Allah'ın selâmı mü’minler için olabilecek en büyük müjdedir. “İşte onlar, sabretmelerine karşılık (cennetin en gözde yerinde) odalarla ödüllendirilirler ve orda esenlik dileği ve selâmla karşılanırlar.” (25/Furkan, 75)

 

Es-Selâm: Her çeşit ârıza ve hadiselerden salim kalan her türlü tehlikelerden kullarını selâmete çıkaran. Cennetteki bahtiyar kullarına selâm eden. Varlığında herhangi bir kusur ya da ayıp olmayan Allah Teâlâ’nın ‘Es-Selâm’ isminin tecellisini; ‘İnsanları karanlıktan çıkarıp (cehaletten kurtarıp) aydınlığa sevk etmek için Kur’an, Peygamber ve davetçiler göndermesinde, bizleri her hangi bir dünyalık sıkıntı karşında kurtarmasında görmek mümkün. Hele de hidâyete ermişseniz Allah’ın ‘es-selâm’ isminin tecellisini taşıyorsunuz demektir.

 

 

 

7) El-Mü’min

El-Mü’min: Kendisine sığınanları emin kılan, emniyet verici, kullarını iman şerefiyle şereflendiren, insanları koruyup rahatlatan. “İnanıp da imanlarına her hangi bir haksızlık bulaştırmayanlar var ya, işte güven onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır.” (6/En’âm, 82) "O Allah ki, O'ndan başka ilâh yoktur. Melik'tir; Kuddûs'tur; Selâm'dır; Mü'min'dir; Müheymin'dir; Aziz'dir; Cebbar'dır; Mütekebbir'dir. Allah, (müşriklerin) şirk koştuklarından çok yücedir." (59/Haşr, 23)

 

Allah’a gerçek mânâda iman edenler kendi evindeymiş gibi dünyada da rahat ederler, âhirette de. Allah’ın ‘El-Mü’min’ ismine iman eden insan; başına ne tür musibet ve bela gelirse gelsin karşılığında cennet alacağını bildiği için Allah’ın bu ismine güvenerek sabreder.

 

Yine karşılığında cennet vaad edilen cihad’a giden bir mücâhid gönül rahatlığıyla, hiçbir korku ve endişe duymadan gider. Allah’ın bu ismine iman etmek kalpteki korku, endişe ve şüpheleri kökünden söküp atar.

 

Allah’ın ‘El-Mü’min’ isminin tecellisini daha çok ‘can ve malını Allah yolunda harcayan, aza kanaat eden, geceleri Rabbini anmak için sıcak yatağını terk eden Müslümanlarda görmek mümkün.

 

Allah mü’minlere dünyada ve âhirette hoşnutluk içinde bir yaşam sunar. Bu yaşam her yönüyle çok mükemmel olduğu gibi manevi olarak da mü’minlerin çok güçlü olmalarını sağlayacak şekildedir. Allah sâlih kullarına manevi yönden huzur, güven ve eminlik verir. Mü’minlerin dünyada zorluk içinde oldukları dönemlerde onları destekler, kalplerini pekiştirir, Kendisine olan tevekkülleriyle huzurlu bir yaşam sürmelerine izin verir. Kuran'da Peygamberimiz döneminde savaşta alınan bir yenilginin ardından Allah'ın mü’minlere olan manevi desteği şöyle anlatılmıştır:

 

"Andolsun, Allah birçok yerlerde ve Huneyn gününde size yardım etti. Hani çok sayıda oluşunuz sizi böbürlendirip gururlandırmıştı, fakat size bir şey de sağlayamamıştı. Yer ise, bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti, sonra arkanıza dönüp gerisin geri gitmiştiniz. (Bundan) Sonra Allah, elçisi ile mü'minlerin üzerine 'güven duygusu ve huzur' indirdi, sizin görmediğiniz orduları indirdi ve inkâr edenleri azablandırdı. Bu, inkârcıların cezasıdır. Bunun ardından Allah, dilediği kimseden tevbesini kabul eder. Allah, bağışlayandır, merhamet edendir." (9/Tevbe, 25-27)

 

Kuşkusuz mü’minlerin karşısında her zaman azılı bir inkârcı grup olmuştur. Bu inkârcı kesim Allah'a samimi bir kalple yönelen mü’minleri doğru yoldan çevirmeye, kendi dinlerine uymaya çağırmışlardır. Bu çağrıdan yüz çevirenleri ise şiddetli bir eziyetle tehdit etmişlerdir. Ancak böyle dönemlerde de Allah küfrün çabalarını boşa çıkarmış ve mü’minlere her yönden destek olmuştur:

 

 

 

"Hani o inkâr edenler, kendi kalplerinde, 'öfkeli soy koruyuculuğu'nu (hamiyeti), câhiliyenin 'öfkeli soy koruyuculuğunu' kılıp-kışkırttıkları zaman, hemen Allah; elçisinin ve mü'minlerin üzerine  '(kalbi teskin eden) güven ve yatışma duygusunu' indirdi ve onları ‘takvâ sözü’ üzerinde 'kararlılıkla ayakta tuttu. Zâten onlar da, buna lâyık ve ehil idiler. Allah, herşeyi hakkıyla bilendir." (48/Fetih, 26)

 

 

 

 

 

Allah'ın tüm mü’minlere, özellikle de elçilerine olan manevi desteği daha pek çok âyette haber verilmiştir. Peygamberimiz dönemindeki inkârcı kavim, peygamberin hicret etmesine sebebiyet verdiğinde, Allah onu her türlü ortamda destekleyeceğini vadetmiş, inkârcıların saldırısını önlemiş, manevi olarak da elçisine 'huzur ve güvenlik duygusu' indirmiştir:

 

"Siz O'na (peygambere) yardım etmezseniz, Allah O'na yardım etmiştir. Hani kâfirler ikiden biri olarak O'nu (Mekke'den) çıkarmışlardı; ikisi mağarada olduklarında arkadaşına şöyle diyordu: ‘Hüzne kapılma, üzülme; elbette Allah bizimle beraberdir.’ Böylece Allah O'na 'huzur ve güvenlik duygusunu' indirmişti, O'nu sizin görmediğiniz ordularla desteklemiş, inkâra edenlerin de kelimesini (inkâr çağrılarını) alçaltmıştı. Oysa  Allah'ın kelimesi, yüce olandır. Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir." (9/Tevbe, 40)

 

Yukarıda sayılanların tümü Allah'ın insanlara dünyada verdiği güvenlik ve huzur duygusudur. Ancak âhirette olan huzur ve güvenlik dünyadaki ile karşılaştırılamayacak kadar büyük bir nimettir. Çünkü oradaki manevi huzur sonsuza kadar sürecektir ve Allah dilemedikçe yok olması mümkün değildir. Allah mü’minlerin cennette yaşayacakları, maddi ve manevi her yönden tatmin bulmuş hali şöyle tarif etmiştir:

 

"Gerçekten takvâ sahibi olanlar, cennetlerde ve pınar başlarındadır. Oraya esenlikle ve güvenlikle girin. Onların göğüslerinde kinden (ne varsa tümünü) sıyırıp-çektik, kardeşler olarak tahtlar üzerinde karşı karşıyadırlar. Orda onlara hiçbir yorgunluk dokunmaz ve onlar ordan çıkarılacak değildirler." (15/Hicr, 45-48)

 

 

8) El-Müheymin

El-Müheymin: Evrenin bütün işle­rini düzenleyen, gözeten ve yöneten; insanları murâkabe eden (Üstün gelen); gözetici ve koruyucu. “Sen ne zaman bir işe girişsen, ne zaman Kur’an’dan bir şey okuyacak olsan; sizler de ne zaman bir işe başlasanız, Biz o iş esnasında mutlaka yaptıklarınızdan haberdarız. Şüphesiz ki yerde de gökte de zerre kadar bir şeyin Rabbiniz­den uzak ve gizli kalması mümkün değildir.” (10/Yunus, 61) “Onlar sırlarının da fısıltılarının da Allah tarafından bilindiğini ve O’nun bütün gizli şeyleri en iyi bilen olduğunu hala anlamadılar mı?” (9/Tevbe78)

 

“O Allah ki, O'ndan başka ilâh yoktur. Melik'tir; Kuddûs'tur; Selâm'dır; Mü'min'dir; Müheymin'dir; Aziz'dir; Cebbar'dır; Mütekebbir'dir. Allah, (müşriklerin) şirk koştuklarından çok yücedir.” (59/Haşr, 23)

 

Tüm evrenin kusursuz bir düzen içerisinde var olmasını sağlayan fizik yasaları, onları meydana getiren Allah'ın, kulları üzerindeki İlâhî korumasına da en güzel delilleri oluştururlar. Sözgelimi yerçekimi yasasını düşünelim. Bu çekim kuvveti daha zayıf olsaydı neler olurdu? Öncelikle hafif şeyler yeryüzünde sabit duramayacaktı. En ufak bir esintide yerden kalkan toz ve kum taneleri saatlerce havada uçuşacaktı. Yağmur damlalarının hızı çok yavaşlayacak, yere inmeden yeniden buharlaşacaklardı.

 

Örnek olarak verilebilecek bir başka yasa Newton'un kütlesel çekim kanunudur. Bu yasa dünyanın, ayın ve gezegenlerin yörüngelerinin içinde bulundukları hassas dengeyi açıklar. Bu dengede meydana gelebilecek en küçük bir bozulma, dünyanın ya hızla güneşe yaklaşıp sıcaktan kavrulmasına ya da güneşten uzaklaşarak uzaya savrulmasına ve mutlak soğuklukta donmasına sebep olacaktır.

 

 

Peki cisimler ve yüzeyler arasında sürtünme kuvveti yaratılmamış bir dünya nasıl olurdu? Kalem insanların ellerinden kayıp düşecek, kitaplar ve defterler masanın üzerinde kayacak, masa, döşeme üzerinde kayıp bir köşeye çarpacaktı; kısacası tüm cisimler, yanları bir yüzeye gelene kadar kayacak ve yuvarlanacaktı. Sürtünmesiz bir dünyada tüm düğümler çözülecek, çiviler ve vidalar yerlerinden çıkacak, arabalarda fren  tutmayacak, ses asla dinmeyip bir duvardan ötekine yankılanıp duracaktı.... 

 

Allah'ın canlıların korunmasına yönelik yarattığı özellikler kuşkusuz sadece fizik yasaları ile sınırlı değildir. Buna bir başka örnek de insanın üzerinde bulunduğu yeryüzünün sağlam ve güvenlikli kılınmasıdır. Dünyanın merkezine doğru inildikçe ısı, her kilometrede 30°C artar. Ve çekirdekte bu ısı 4500°C gibi inanılmaz bir yüksekliğe erişir. Yerin sadece 1 km. aşağısındaki sıcaklığın 60°C'ye yakın olduğu düşünüldüğünde bunun ne kadar büyük bir tehlike olduğu açıkça görülmektedir. Halbuki tüm canlılar büyük bir güvenlik içinde, altlarında kaynayan magmadan habersizce yaşamlarını sürdürmektedirler.

 

Açıkça görüldüğü gibi Allah içinde bir ateş topu barındıran dünyanın yüzeyinde mükemmel bir düzen yaratmıştır. Hiçbir yer için en ufak bir başıboşluk söz konusu olmamaktadır. O, gökleri ve yeri kontrol altında tutmakta, kâinattaki tüm canlıları bildikleri veya bilmedikleri büyük tehlikelere karşı her an korumaktadır. İnsanı ise daha cenin halindeyken savunması sağlam olan bir yere yerleştirerek korumaya almıştır.

 

Görüyoruz ki insanların çoğunluğunun doğal karşıladığı pek çok özellik asıl olarak Allah'ın kullarına olan merhametine ve İlâhî korumasına işaret eder. Çünkü düzeni ve birliği sağlayan yüzlerce fizik yasasının şu an oldukları şekilleriyle varolmaları için hiçbir zorlayıcı neden yoktur. Allah koruyucuların en hayırlısıdır.

 

Canlıların rızklarını temin eden, hangi canlının neye ihtiyacı olduğunu bilen, herhangi bir ağaç dalında düşen bir yapraktan haberi olan, bir Afrika yerlisinin ayağına batan dikenden ha­beri olan ve o an onu gören Allah Teâlâ’nın çok büyük ve çok güçlü olduğunu görürüz.

 

Allah Teâlâ’nın her şeyi görmesi bize Allah’ın büyük ve güçlü olduğunu gösterir. Fakat bizim için en önemlisi Allah’ın şu an bizleri gözetliyor olması. Tabi bizlere düşen şey bir an önce toparlanıp O’nun râzı olacağı bir şe­kilde yaşamak.

 

9) El-Azîz

Azîz: İzzet sahibi, yüce, büyük, her şeye galip olan, mağlûp edilmesi imkânsız olan kimse demektir. Allah Teâlâ'nın esmâ-i hünsâsından, doksandokuz güzel isminden biridir. Allah'ın emir ve iradesine karşı koyacak yoktur. O her şeye galip gelir. O'nu mağlûp edecek hiç bir kuvvet yoktur. Allah'ın bu ismi Kur'an-ı Kerîm'de bazen "Doğrusu Allah'ın âyetlerini inkâr edenler için şiddetli azap vardır. Allah güçlüdür, intikam sahibidir." (3-Âl-i İmrân, 4) âyetinde olduğu gibi, azap ve intikam yerinde gelmiştir. Fakat bir çok yerde "hakîm": hikmet sahibi ismiyle beraber zikredilmiştir (2/Bakara, 209, 220, 228, 240, 260). Bunun mânâsı; Allah azîzdir, gücü her şeye yeter, her şeye galip gelir, fakat hikmeti ile kötülerin cezasını tehir eder demektir (Şamil İslâm Ansiklopedisi: 1/188).

 

Azîz: Kıymetli, değerli seçkin izzet sahibi, muhterem, kuvvetli, üstün, yüce, şeref sahibi, bulunmaz derecede az ve nadir olmak; her şeye gücü yetmek, hiç bir zaman yenilmemek anlamlarına gelir. Aziz, Arapça "azze" kökünden gelmekte olup, "izz" masdarından bir sıfattır, "eizze" ve "eizzâ" şeklinde gelen kalıpları da vardır. Istılahta ise; "Aziz" Yüce Allah'ın isimlerinden birisidir. O'nun mutlak hâkimiyet ve üstünlüğünü ifade eder. O hiç bir şekil ve sûrette asla yenilgiye uğramayan, herşeye gücü yetendir. O, haksızlık yapılamayacak kadar güçlüdür. O en üstündür, en yücedir, şeref ve izzet sahibidir.

 

İzzet; tam olarak zilletin, yani aşağılık, düşüklük ve acizliğin zıddıdır. Aziz ve izzet ile bunların zıddı olan zelil ve zillet kelimeleri halk arasında da kullanılmakta ve genellikle aynı lûgat anlamını korumaktadır. Bir hitap sözcüğü olarak kullandığımız "aziz" kelimesi, hitap ettiğimiz topluluğa veya kişiye bir şeref ve üstünlük atfetmekte ve bir iltifat ifade etmektedir. Aynı zamanda bir saygı ve bağlılık sözcüğüdür.

 

Yüce Allah'ın isimlerinden olan "el-Aziz" ismi, Kur'an-ı Kerîm'de doksanbir yerde geçmektedir. Fakat hiç bir yerde tek başına zikredilmemiş; daima Esmâ-ı Hüsnâ'dan diğer bir isimle beraber vârid olmuştur. Bunların başında el-Hakîm gelmektedir ki, toplam kırk yedi yerde beraber geçmektedir. Bunu onbeş yer ile el-Alîm, daha sonra sırasıyla el-Kavî, er-Rahîm, Zuntikâm, el-Hamîd, el-Gaffâr, el-Cebbâr, el-Gafûr, el-Vehhâb, el-Kerîm ve el-Muktedir isimleri takip eder. Aziz isminin geçtiği doksanbir âyetin ellisi Mekkî, kırkbiri ise Medenî'dir. Burada dikkati çeken önemli bir husus da, Yüce Allah'ın azamet ve kudretini ifade eden bu Aziz sıfatının daha ziyade Cemâl sıfatlarıyla beraber zikredilmesidir. Bu doksanbir âyetin onüçünde Zuntikâm, el-Kavî ve el-Cebbâr isimleriyle yani Celal sıfatlarıyla beraber geçmektedir. Geriye kalan yetmişsekiz âyette ise Cemâl sıfatlarıyla beraber geçmektedir. O ne kadar merhametli ve ne kadar affedicidir. Zirâ O azîzdir, izzet sahibidir, kullarına en çok acıyandır.

 

Aziz isminin geçtiği âyetlerden birkaç tanesi şunlardır: 2/Bakara, 129, 209, 220, 228, 240 ve 260; 3/Âl-i İmrân, 6, 18, 62 ve 126; 11/Hûd, 66; 26/Şuarâ, 9 ve 68; 34/Sebe', 6; 38/Sâd, 9 ve 22; 35/Fâtır, 2; 44/Duhân, 49. (Abdurrahim Güzel, Şamil İslâm Ansiklopedisi, 1/188-189).

 

“Kim izzet isterse bilsin ki izzetin tamamı Allah’a aittir.” (35/Fâtır, 10) “İzzet, Allah’a, Resulüne ve mü’minlere aittir.” (62/Münâfikun, 8) El-Aziz: Eşi, benzeri ve dengi bulunmayan; değerli, şerefli ve güçlü; asla yenilmeyen, daima galip olan. ‘El-Aziz’ olan Allah Teâlâ’yla savaşa giren tüm varlık ve sistemler er geç yenilirler. Geç yenilmeleri onların güçlü Rabbimizin güçsüz olduğu anlamına gelmez (Hâşâ!)

 

Allah Teâlâ’nın sabrı gereği bir süre müddet verilir ve sonunda kendisini ilâh zannedip de suda boğulan firavunlar gibi yenilirler... Allah’ın ‘El-Aziz’ isminin tecellisi; ‘Hiçbir sistem ve işkence karşısında boyun eğmeyip şahadete kadar uzanan bir hayat süren mü’minlerin o yaşantısında görmek mümkün.

 

10) El-Cebbâr

El-Cebbâr; Allah Teâlâ'nın esmâu'l-hüsnâsından (doksan dokuz güzel isminden) biridir. Ebû Hureyre (r.a.)'dan rivâyet edilen bir hadis-i şerifte Allah Teâlâ'nın doksan dokuz isminin olduğu zikredilmiş, bunlardan birinin de "el-Cebbâr" olduğu belirtilmiştir (Tirmizî, Deavât 82). Kur'an-ı Kerîm'de de Allah'ın Cebbâr ismi zikredilmiştir. (el-Haşr: 59/23). Râğıb el-İsfahânî, el-Müfredât'ında "cebr" kelimesini şöyle tarif eder: Herhangi bir şeyi bir çeşit baskı ile ıslah etmek, düzeltmek (el-Müfredât, 117). Cebr kökünden gelen el-Cebbâr ismi, Kur'an-ı Kerîm'de şu âyette geçmektedir: "O, kendinden başka hiçbir ilâh bulunmayan, hükümran, noksan sıfatlardan uzak, selâmete erdiren, emniyete kavuşturan, gözetip koruyan, her şeye galip olan, istediğini zorla yaptıran, (el-Cebbâr) her şeyden yüce olan Allah'tır. Allah, müşriklerin ortak koştuklarından münezzehtir." (59/Haşr, 23)

 

 

 

 

 

Cebbâr, Arapça cebr kökünden mübâlağalı ism-i fâildir. İki mânâda kullanılmıştır:

1- Cebr, kırık veya çıkık kemiği yerine getirerek iyice bağlayıp sarmak, eksiği düzeltip tamamlamak demektir. Bu mânâda cebbâr, halkın eksikliklerini tamamlayan, ihtiyaçlarını karşılayan, işlerini düzelten ve bunları yapmakta çok güçlü olan demektir. Müfessirlerin birçoğu Allah'ın Cebbâr isminin bu mânâda olduğunu söylemişlerdir. Allah'u Teâlâ "dertlere derman veren, kırılanı onaran, yoksulları zengin eden, perişanlıkları yoluna koyup düzelten"dir (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, 7/4872-4873).

 

2- Cebr, icbar etmek, dilediğini zorla yaptırmak mânâsına da gelir. Buna göre Cebbâr, zorlu, zora başvuran demektir. Allah'u Teâlâ için kullanılması "Kahhâr" ismi gibi, halkı iradesine mecbur eden, dilediğini ister istemez zorla yaptırmaya gücü yeten, hükmüne karşı gelinemeyen demektir. Ama bundan Cebriyye'nin dediği gibi kullara hiç irade vermez, her emrini zoraki yerine getirir, insanlarda cüz-î irade yoktur mânâsını çıkarmamalıdır. Çünkü teşriî olan emirlerini, kullarının cüz-î iradelerine bağladığı naslarla sabittir. Ancak Allah'u Teâlâ, insanlara bir çok fiillerde irade vermiş, hür yaratmış olmakla beraber onların bütün irade ve isteklerini yerine getirmek mecburiyetinde değildir. Allah Teâlâ bazen onların istemediği şeyleri de yapar. Nitekim Allah'tan korkmayan, emirlerine karşı gelen asîler hiç bir zaman cezaya çarptırılmak istemezler. Ama zamanı gelince Allah'ın takdir edeceği cezayı çekmeye mecbur olurlar.

 

Bunun dışında Allah'ın sıfatı olarak kullanılan "Cebbâr"ın iki mânâsı daha vardır. Biri, İbn Enbârî'nin dediği gibi "kendisine erişilmez, el uzatılmaz" demektir. Diğeri de İbn Abbâs hazretlerinden rivâyet olunduğuna göre "azametli, büyük, yüce (azîm)", mânâsınadır (Elmalılı, Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, 7/4873-4874).

 

Kur'an-ı Kerîm'de cebbâr, insanların sıfatı olarak da zikredilmiştir. Bu durumda şu mânâlarda kullanılmıştır:

a- Zorba, zorlayıcı. Allah'u Teâlâ Peygamber Efendimiz (s.a.s.)'e hitaben şöyle buyurur: "Biz onların ne dediklerini biliyoruz. Sen onların üzerinde bir zorlayıcı değilsin. Sadece tehdidinden korkanlara Kur'an ile öğüt ver." (50/Kaaf, 45)

b- İri cüsseli (5/Mâide, 22)

c- Allah'a ibâdet etmeyen, kötülükte direnen (19/Meryem, 32)

d- Çok insan öldüren (26/Şuarâ, 30; 28/Kasas, 19). (Durak Pusmaz, Şamil İslâm Ansiklopedisi, I/275)

 

“O öyle Allah’tır ki,... istediğini zorla yaptıran...dır.” (59/Haşr, 23)

El-Cebbâr: Kırılanları onaran, eksikleri tamamlayan, dilediğini zorla yaptırmaya muktedir olan demektir. İnsana verilen irade dışındaki tüm varlıklar istese de istemese de Allah’ın çizdiği program dahilinde hareket ederler. Gece geldiğinde gündüz kaybolur, gündüz geldiğinde gece kaybolur...

 

Güneş doğar, denizlerdeki sular buharlaşır, bulutlarda yoğunlaşarak yağmur olarak yeryüzüne inerler. İsteseler de istemeseler de Allah’ın ‘Cebbar’ sıfatı gereği kendilerine verilen görevleri yapmak zorundadırlar.

 

Kırılanları onaran anlamına da gelen ‘El-Cebbar’ sıfatının tecellisini; hastalığına şifa bulan, yarası iyileşen ve ümidin kaybolmaya yüz tuttuğu anda duâlara icâbet etmesinde görmek mümkün.

 

 

 

 

 

 

11) El-Mütekebbir

Herşeyde ve her hadisede büyüklüğünü gösteren demektir. “O Allah ki, O'ndan başka ilâh yoktur. Melik'tir; Kuddûs'tur; Selâm'dır; Mü'min'dir; Müheymin'dir; Aziz'dir; Cebbar'dır; Mütekebbir'dir. Allah, (müşriklerin) şirk koştuklarından çok yücedir. (59/Haşr, 23)

 

Allah büyüklüğünü ve kudretini Kuran'da verdiği örneklerle anlatır. Bu örneklerden bir tanesi Hz. Mûsâ'nın Allah'ı görmek istemesidir. Hz. Mûsâ Allah'ı görmek istemiş, bu yüzden de O'na seslenerek; "Rabbim, bana göster, Seni göreyim" demiştir. Bunun üzerine Allah, "Beni asla göremezsin, ama şu dağa bak; eğer o yerinde karar kılabilirse, sen de beni göreceksin.’ diye cevap verir. Allah dağa tecelli edince onu paramparça eder ve Hz. Mûsâ bayılarak yere düşer. Kendine geldiğinde ilk söylediği  ise ‘Sen ne yücesin (Rabbim)" (7/A’râf, 143) olur.

 

“İbrahim: ‘Rabbim, bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster’ demiştir. Bunun üzerine Allah ‘Öyleyse, dört kuş tut. Onları kendine alıştır, sonra onları (parçalayıp) her bir parçasını bir dağın üzerine bırak, sonra da onları çağır. Sana koşarak gelirler. Bil ki, şüphesiz Allah, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.” (2/Bakara, 260) diye cevap verir. Böylece Allah ona büyüklüğünün bir delilini daha gösterir.

 

Hz. Lût'a da Allah sabah vakti kavminden iman etmiş kişilerle birlikte çıkmasını ve kavmini terkederken arkasına bile bakmamasını söyler. Sabah vaktinde ise Hz. Lut'u ve yakınlarını kurtararak inkârcı kavmi büyük bir azapla helak eder. Ateşe atılan Hz. İbrahim'e ise ateşi esenlik kıldı. Hz. İsa'nın eliyle ölüleri diriltti, kör olanları iyileştirdi. Denizi yararak Firavun'u ve ordularını içine gömdü. Böylece Allah onlara her olayda büyüklüğünü ve sonsuz gücünün tecellilerinden bazılarını açıkça göstermiştir.

 

Allah her an, her yerde ve olayda büyüklüğünü ve kudretini açıkça gösterir. Dünya hayatına ve hırslarına dalan insanların üzerine sabah vakti bir kasırga gönderir. Onların oturdukları şehrin altını üstün çevirir ve bir daha oturulamayacak hale getirir. Mallarını, mülklerini ve sahip oldukları herşeyi ellerinden alır. Bir şehri yanlızca yağmur yağdırarak suların içine gömer, birkaç saniye süren bir depremle bir kenti haritadan siler. O'nun azabıyla hareket eden yer, gök, rüzgar ve yağmur uğradıkları şehre görülmemiş bir helak getirirler. O şehrin halkı da Allah'ın sarsılmaz gücüne, büyük bir yıkımla şahit olur.

 

Kuşkusuz Allah Mütekebbirdir. O'nun gücü ve kudreti karşısında, yeryüzünde büyüklenebilecek kimse yoktur; O, önünde secde edilecek tek makamdır..

 

El-Mütekebbir: Çok büyük, her hususta büyüklüğünü gösteren, yücelik, kibriya ve azamet kendine mahsus, kendisinin hakkı olan. Her kim Allah’ın bu sıfatıyla sıfatlanmak isterse cehennemde şeytana komşu olması kaçınılmaz olur.

 

“Allah, büyüklük taslayan her zorbanın kalbini işte böyle mühürler.” (40/Mü’min 35) “(Allah) üstün, istediğini zorla yaptıran, büyüklükte eşi olmayandır.” (59/Haşr, 23). Yücelik, ululuk Allah’a mahsustur. Ve bu da O’nun hakkıdır.

 

Allah’ın El-Mütekebbir sıfatının tecellisini; Dünyadayken büyüklük taslayıp kendilerini ilâh olarak kabul ettirmeye çalışan zorbaların tuvaletteki hallerinde, yorulunca güçlerinin kaybolmasında, zayıflığın alameti olarak uykuya yenik düşmelerinde görmek mümkün.

 

 

 

Kibirden Allah’a sığınmalıyız. Zâten kibirli insanı insanlar da sevmez.

 

12) El-Hâlık

El-Hâlik: Yaratan, yoktan var eden demektir. Bu anlamda yoktan var eden, yaratan sadece Allah’tır. Kur'an-ı Kerim'de halk, yaratma anlamıyla, çokça kullanılmaktadır. "Yarattı, yarattım, yarattın, yarattık, yaratır" gibi ifadelerde Allah hakkında vârid olmuştur. "Yaratamazlar, yaratılırlar, yaratıldı, yaratıldılar" tarzındakiler de yaratıklar için kullanılır. Yani onlarda Allah'ın bu vasfının bulunmadığı ifade buyrularak, yaratıcının yalnız Allah olduğu belirtilir.    

 

Doğrudan doğruya  "yaratma" anlamı ifade eden  "haleka" kökü, Kur'an-ı Kerim'de 259 yerde kullanılmıştır. Hem fiil, hem isim şekilleriyle çokça geçer. Yaratma anlamına gelen "halk" kökü, Kur'an'da hep Allah'a izafe edilmiştir. Tek istinası, Hz. İsa'dan nakledilen 3/Âl-i İmran, 49; 5/Mâide, 110 ayetleridir ki, buralarda Hz. İsa'ya hakiki hâliklık nisbet edilmemekte, hakiki yaratıcının Allah Teala olduğu, ayetin muhtevasından açıkça anlaşılmaktadır.   

 

Yaratma, Kur'an'da çok geniş bir alana yayılmıştır. Görebildiğimiz ve göremediğimiz her şey, yaratmanın konusudur. Allah, onların yaratıcısıdır. Gökler, yerler, bunlarda ve bu ikisi arasında bulunanlar, hep Allah'ın yaratmasıyla vücut bulmuş yaratıklardır.

 

Huluk (ahlak) kelimesi de, halk manasına gelir. Huy anlamında kullandığımız huluk kelimesi, 26/Şuarâ 137 ve 68/Kalem, 4. ayette geçmektedir. Halk, gözle görülen hey'et, şekil ve sûretlere tahsis edilmiş; huluk ise, basiretle idrak edilen kuvvet ve seciyyelere tahsis edilmiştir.

 

El-Hâlik, el-Hallâk, Kur'an'da zikredilen esmâü'l-hüsnâ/Allah'ın isimlerindendir. El-Hâlik'ın anlamı şudur: Cenab-ı Hak, mutlak manada yaratıcıdır. Yaratıcılığı, görülen - görülmeyen, bilinen - bilinmeyen, varlık namına ne varsa, hepsini kapsar. El-Hallâk, Hâlik ism-i failinin mübalağalı şeklidir. Mübalağa, tekerrür ifade eden fa'âl veznindedir. Yani, devamlı olarak, mükemmel şekilde yaratan manasını ifade eder. Durmadan yaratan, demektir.

 

Allah, Genel Olarak Her Şeyin Yaratıcısıdır: "Allah, her şeyin yaratıcısıdır" hükmünü Kur'an'dan alıyoruz. Allah, bize kendi yüce Zâtını böyle tanıtıyor. "Allahu hâliku külli şey" ve aynı anlama gelen ifadeler birçok âyette tekrarlanır. (Bkz. 6/En'âm, 102; 13/Ra'd, 16; 35/Fâtır, 3; 39/Zümer, 62; 40/Mü'min, 62) "De ki: 'Her şeyin yaratıcısı Allah'tır. O, tektir, hâkim olan (her şeye üstün gelen)dır." (13/Ra'd, 16)

             

Allah'ın her şeyin yaratıcısı olduğunu bildiren ayetler, çok geniş bir anlam ifade ediyor. Allah, "bütün eşyanın hâlikı, hayır şer, iman küfür, her şeyin yaratıcısı, bunları sebepleriyle birlikte yaratandır." O, aynı zamanda, evvelce her şeyi yarattığı gibi, bundan böyle ve gelecekte de her şeyin yaratıcısıdır. İlahlık, mâbudluk da; ibdâ edenin (yoktan var edenin) hakkıdır. Ubûdiyete ve ibadete Allah'tan başka lâyık hiçbir şey yoktur; ancak her şeyi yaratan ve her şeyi bilen Allah vardır. O halde, biz insanların ibadeti, göklerde ve yerde bulunanların ibadeti, O'na tahsis edilmelidir. Çünkü O, her şeyin yaratıcısıdır. Yaratılanın görevi de Yaratan'ını ibadette tek kılmaktır. Yaratıcı kim ise, ibadet edilmek de O'nun hakkıdır. "Rabbiniz Allah işte budur. O'ndan başka tanrı yoktur. (O) her şeyin yaratıcısıdır. O'na kulluk edin, O her şeye vekildir." (6/En'âm, 102) "Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk ediniz. Umulur ki, böylece korunmuş (Allah'ın azabından kendinizi korumuş) olursunuz." (2/Bakara, 21)

 

 

 

 

Allah, dilediğini yaratır. Yaratmak murad ettiği zaman, ona sadece "ol" der, o şey hemen oluverir. Allah, sebeplerini ve maddesini bulundurarak yarattığı gibi, bunlar olmadan da bir defada yaratmaya kaadirdir. "Dedi ki: 'Rabbim, bana bir beşer dokunmamışken benim nasıl çocuğum olur?' ' Allah böylece dilediğini yapar' dedi. 'Bir şey(in olmasını) istedimi, ona 'ol'  der, o da oluverir." (3/Âl-i İmran, 47) Bu ayette olduğu gibi, dilediğini hikmetine göre yaratacağına dair muzâri sigasıyla birçok ayet gelmiştir. "Rabbin dilediğini yaratır ve seçer. Seçim onlara ait değildir. Allah, onların şirk koştukları şeylerden uzaktır." (28/Kasas, 68) Allah, dilediğini dilediği gibi yaratır. Allah, gökleri bir asıl/benzer olmaksızın yarattığı gibi, bir asıldan da yaratır. Gökler ve yer arasında olanları böyle yaratmıştır. Cinsinden olmayan bir asıldan da yaratabilir; Adem'i topraktan yarattığı gibi. Yahut tek başına dişiden İsa gibi, veya o ikisinden diğer insanları yaratması gibi.

 

Allah, bilmediğimiz nice şeyleri de yaratmaktadır. "Binmeniz ve süs için atları, katırları ve merkepleri (yarattı) ve daha sizin bilmediğiniz nice şeyleri yarattı." (16/Nahl, 8) Mutlak yaratıcı Allah olduğu için, mutlak yaratma da O'na mahsustur. "Rabbiniz o Allah'tır ki, gökleri ve yeri altı  günde  yarattı.  Sonra  (emri),  arş  üzerine  hükümran  oldu.  (O,)  geceyi,   durmadan    onu kovalayan gündüze bürüyüp örter; güneşi, ayı ve yıldızları buyruğuna boyun eğmiş vaziyette (yaratan O'dur). İyi bilin ki, yaratma ve emir O'nundur. Âlemlerin Rabbi Allah, ne uludur!" (7/A'râf, 54) Karşı durulmayan bütün emr O'nundur; O'ndan başka ne yaratacak, ne de emredecek vardır.

 

Hz. Musa'ya Firavun'un sorduğu soruyu ve Hz. Musa'nın cevabını nakleden şu ayet-i kerimeler, Cenab-ı Hakk'ı en bâriz vasfıyla tanıtır: "(Fir'avn) 'Rabbiniz kim ey Musa?'  dedi. (Musa:) 'Rabbimiz, her şeye yaratılışını (varlığını ve biçimini) verip sonra onu doğru yola ileten (yaratılış gayesine uygun yola yönelten)dir'  dedi." (20/Tâhâ, 50) Görülüyor ki, her şeye hilkatini veren Allah'tır. Bu her şey kavramından hiçbir şey müstesna ve hariç değildir. Her şeye Allah, yaratılışına uygun sûreti vermiş, yaratılış, rızık ve tenasül hususunda birbirine benzemez durumlar ihsan etmiştir. Allah, her şeye yetenek dili ile istediği sûret, şekil, menfaat vb. hepsini verdi. Kendisine uygun, faydalanmasına, özelliklerine elverişli durum var etti. Meselâ, göze görmeye uygun şekli verdi. Diğer organlara da aynı şekilde görevlerine uygun şekli vücuda getirdi.

 

Kulların fiillerini de Allah yaratmıştır. Kul, kâsibdir; Allah hâliktır.  "Oysa sizi de, yaptığınızı da Allah yaratmıştır." (37/Saffat, 96)

 

Allah, görülmeyen varlıkları, soyut nesneleri, ölümü, dirimi, melekleri, cinleri ve daha bilmediğimiz nice şeyleri yaratmıştır, yaratmaktadır. Gökleri, yerleri ve bu ikisi arasında bulunan canlı cansız her şeyi ve bunların en ince cihazlarını yaratan Allah'tır. Şu halde Allah, mutlak yaratıcıdır, el-Hâliktır. Her şey onun yaratığıdır. O halde yaratıklara düşen ihtiyarî veya ıztırarî  olarak (isteyerek veya zaruret icabı, mecburen) yaratıcısını tanıma ve O'nu yüceltmektir.    

 

“Göklerde ve yerde bulunan her şey ve herkes ondan ister. O her an yaratma halindedir.” (55/Rahmân, 29) “Şu anda bilemeyeceğiniz daha nice şeylerin hepsini o yaratır.” (16/Nahl, 8)

 

El-Halik: Her şeyi takdirine uygun şekilde yaratan demektir. Tabiattaki canlı ve cansızları yaratırken hiçbir yere ve hiçbir modeliste müracaat etmeden, yine yaratırken hiçbir zorlanma ve yorgunluk duymadan her şeyi mükemmel yaratır.

 

Bir gül yaratır; kokusunu vermeyi unutmaz. Kaplumbağa yaratır; zırhını vermeyi unutmaz... Bir kuş yaratır; tüylerle süsleyip güzel bir de ses verir... Sanıldığı gibi Allah Teâlâ her şeyi önceden yaratmış âhirette bizleri beklemiyor! Allah her an yaratıyor ve faâliyette... ‘El-Halik isminin tecellisini günün 24 saati görmek mümkün.

 

 

 

13) El-Bârî'  

El-Bâri’; Cenâb-ı Allah'ın isimlerinden biridir. Bir örnek ve emsâle ihtiyaç duymadan yaratan zat anlamına gelir. Eşyayı ve her şeyin âzâ ve cihazını birbirine uygun ve mülâyim bir halde yaratan. Her şeyin vücudu mütenâsip, yani âzâsı, hayat cihazları ve anâsırı keyfiyet ve kemiyet itibariyle birbirine uygun ve yaraşık olarak yaratıldığı gibi her şeyin hizmeti ve faydası umumi ahenge uygun yaratılmıştır. Öyle ki, bütün eşya birbirine lâzım ve mülâyim ve bu namütenâhi âlemler gûya ki, bir tek makina imiş gibi, her şey bir şey için ve bir şey her şey içindir.

 

Kur'an'da Bârî kelimesi, hâlık ve Mûsâvvir ile birlikte zikredilmektedir. Bârî vasfı Kur'an-ı Kerîm'de üç yerde açıklanır. Haşr sûresinde: "O, öyle Allah'tır ki, vücuda getireceği herşeyi hikmeti muktezasınca takdir edendir. Onları var edendir. Varlıklara sûret verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde ne varsa (hepsi) O'nu tesbih (ve tenzih) eder. O, galib-i mutlaktır. Yegâne hüküm ve hikmet sahibidir." (59/Haşr, 24)

 

Allah bir şeyi, bir şeyden olmayarak yaratır (ibda). Yani yoktan yaratır. Şeyler, maddesiz olarak ketm-i ademden çıkar. Cenâb-ı Hakk'ın, âlemi yaratması bakımından üç değişmez sıfatı vardır: İbda, Halk, Tedbir, İbda, bir şeyi yoktan var etmektir. Halk, bir şeyi bir şeyden var etmektir. Tedbir de, bütün âlemi idare etmek demektir (2/Bakara, 54).

 

Bârî, Berae fiilinden gelir ve yaratıcı demektir. Yaratmak (halk), iki mânâya delâlet eder: Takdir ve yok olan şeye vücud vermek; hiçbir asıl ve misali yok iken icat etmek. Bazen de inşa mânâsına kullanılır. Her şeyi tam anlamıyla takdir ve icat ederek yaratan yaratıcı, ancak Allah'tır. "O öyle halik ki, bârî yani öyle temiz yaratıcı ki, yarattıklarını temiz ve sağlam bir nizam üzere seçip tesviye ve tekamül ettirerek birbirinden farklı özellikler ile temyiz ettirir." (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul 1936, 6/4876).

 

Bedea fiil kökünden gelen bad'a kelimesi, icat etmek, örneksiz yapmak demektir. Aynı zamanda Allah'ın aletsiz, zamansız ve mekânsız icat etmesi anlamında kullanılır (Ali Ünal, Kur'an'da Temel Kavramlar, İstanbul 1986, s. 197; Şamil İslâm Ansiklopedisi, I/201).

 

“O Allah ki, Halik’tir, Bari’dir, Mûsâvvir’dir. En güzel isimler O’nundur.” (59/Haşr, 24)

El-Bâri: Her hangi bir modele bağlı kalmadan bütün varlıkları uyumlu yaratan demektir. Aynı toprak, su, hava ve güneşi kullanarak domates ve biberi ‘Halig’ sıfatıyla yaratan Allah Teâlâ’nın ‘El-Bari’ sıfatını her iki sebzeye farklı lezzet ve şekil vermesinde görebiliriz.

 

Allah Teâlâ bir canlı yaratır ve o canlının yaşayabilmesi için gerekli malzemeleri de yaratarak ona hem güzel bir görüntü verir hem de ‘El-Bâri’ sıfatını tecelli etmiş olur.

 

 

14) El-Musavvir

 

El-Musavvir: Tasvir eden; her şeye bir sûret ve şekil veren, her şekli diğerinden farklı kılan, mahlûkatını istediği sıfat ve seçtiği sûrette yaratan. “Allah O’dur ki, ... size sûret verip sûretlerinizi güzelleştirmiştir...” (40/Mü’min, 64) 

 

 

“O Allah ki, yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir, 'şekil ve sûret' verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O'nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hakimdir.” (59/Haşr, 24)

 

Dünya üstünde yüzbinlerce farklı türde canlı yaşar. Bu türlerin hepsi birbirlerinden tamamen farklı görünüşlere ve olağanüstü özelliklere sahiptir. Meselâ bir kelebeğin kanatlarındaki kusursuz simetriyi ele alalım. Her bir kanadın üstü türlü şekiller ve etkileyici renklerle bezenmiştir. Bu şekiller ve renkler ne kadar karışık olurlarsa olsunlar, kanatlardaki  benzersiz simetri asla bozulmaz. Öyle ki bütün kelebekler, bir ressamın fırçasından çıkmış gibi, göz zevkine hitap eden bir güzellik oluştururlar. Bu güzelliğin ve aklın bir kaynağı olmadığı düşünülemez. Zira basitçe çizilmiş bir resmin dahi bir ressamı vardır ve resmin kendi başına ortaya çıkması mümkün değildir. O halde kimse, böylesine kusursuz yaratılmış ve bir sanat eseri kadar estetik olan böyle bir canlı için tesadüfen var olmuş diyemez. Bunların tümünü yaratan, tasarlayan, meydana getiren bütün kâinatın Rabbi olan  Allah'tır.

 

İnsanı yaratan, bedeninin dışındaki ve içindeki tüm sistemleri son derece mükemmel bir şekilde tasarlayan Allah, bu kompleks yapıdaki her noktada üstün yaratıcılığını ve izzetini göstermektedir. Örneğin insan bedeninin çatısını oluşturan iskelet başlıbaşına bir mühendislik harikasıdır. Vücudun yapısal destek sistemidir ve beyin, kalp, akciğer gibi hayati organların korumasını yapar, iç organlara destek olur. İnsan vücuduna, hiçbir yapay makina tarafından taklit edilemeyen üstün bir hareket kabiliyeti verir. Dahası kemik dokusu çoğu kimsenin zannettiği gibi cansız değildir. Vücudun ihtiyacına göre kalsiyum, fosfat vb. gibi mineralleri depo eder veya daha önceden depo ettiklerini vücuda verir. Bütün bunların yanısıra kırmızı kan hücrelerinin üretimi de kemikler tarafından yapılır. Ve bu bahsedilen çok fonksiyonlu sistem, insan bedenindeki onlarca mükemmel sistemden yalnızca bir tanesidir. İşte bunların hepsini eşsiz bir dizayn ile yaratmış olan ve hala yaratmaya devam eden Allah kudretinin tecellilerini bizlere sürekli göstermektedir.

 

“Dedi ki: ‘Bizim Rabbimiz, herşeye yaratılışını veren, sonra doğru yolunu gösterendir." (20/Tâhâ, 50). Her ne kadar da Yüce Allah’ın; El-Hâlik, El-Bâri ve El-Masavvir sıfatları birbirine benzermiş gibi görünse de aralarında farklar vardır. Meselâ; Allah, bir insanı El-Hâlik sıfatıyla yaratır, El-Bâri sıfatıyla belirli şekiller ‘el, kol, göz, bacak vs.’ verir, El-Musav­vir sıfatıyla da değişik görünümler kazandırır. Zenci ve beyaz tenli insanlar gibi. İşte bu renk ve görünüm farkı ‘El-Musavvir’ in tecellisidir.

 

15) El-Ğaffâr

El-Ğaffâr: Çok örten ve perdeleyen mânâsına gelen Allah'ın (c.c.) sıfatlarından biridir. Arapça -ğafere- örttü, perdeledi, bağışladı fiilinden mübalağalı ism-i fâildir. Allah'ın sıfatı olarak şu anlamlara gelir:

 

Günâhları çok örten, mağfireti çok olan, kullarının günâhlarını pek çok bağışlayan Yüce Allah. "Hiç şüphe yoktur ki ben; tevbe ve iman edenleri, iyi amel işleyenleri, sonra da doğru yolda (ölünceye kadar) sebat edenleri elbette çok bağışlayanım." (20/Tâhâ, 82). Bu âyetteki Gaffâr kelimesinin meâli "çok bağışlayıcıyım'dır. Fakat aynı mânâya gelen ve aynı kökten olan Ğafûr ism-i şerifi Kur'ân-ı Kerîm'de daha fazla geçmektedir.

 

Cenâb-ı Hak; Ğafûr-Ğaffâr ve Rahîm olduğunu birçok âyet ve hadislerde haber vermektedir.

 

"Ey Muhammed, kullarıma haber ver ki; hakikaten ben, çok yarlığayıcı, kemâliyle esirgeyiciyim." (15/Hicr, 49) "De ki: Ey kendilerinin aleyhinde (günahta) haddi aşanlar, Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları mağfiret eder. Şüphesiz ki O, çok mağfiret edici, çok esirgeyicidir." (39/Zümer, 53)

 

Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyuruyor: "Hayatım elinde olan Allah'a yemin olsun ki, siz hiç günah işlemeseniz Allah sizi dünya sahnesinden giderir ve (sizin yerinize) başka bir ümmet getirir. Onlar, günah işlerler sonra Allah'tan bağışlanmalarını isterler. Allah da onları mağfiret eder, bağışlar." (Müslim, Tevbe 11; Tirmizî, Cennet 3). Meşhur bir hadîs-i kudsîde şöyle buyurulmaktadır: "Ey kullarım, hiç şüphesiz ki siz, gece-gündüz hata işliyorsunuz. Ben ise bütün günahları mağfiret ederim. O halde Benden bağışlanmanızı isteyiniz, sizi bağışlayayım." (et-Tâc, 5/148)

 

Maddî kir ve pisliklerden temizlemek için su ve sabunu vasıta kılan Allah (c.c.) ruh ve kalpleri günah kirlerinden temizlemek için de Gafûr ve Gaffâr isimlerinin tecellisini mağfirete ve bağışlamaya sebep kılmıştır. Bu isimler, günahların varlığını ister. Onun için Hz. Peygamber (s.a.s.), "Eğer siz, hiç günah işlemezseniz Allah sizi yeryüzünden giderir." buyurdu. Her insan az veya çok günah işler. Günah işlemeyen; günahtan korunmuş (mâsum) kişiler yalnızca peygamberlerdir. Fazilet; hatada ve günah işlemekte ısrar etmemek, Gaffâru'z-Zunûb olan (günahları çok bağışlayan) Allah'ın rahmet kapısını tevbe ile çalmak, O'ndan mağfiret talep etmektir.

 

Allah, kendisine şirk koşmanın dışındaki bütün günahlara mağfiret edeceğini bildirmektedir: "Şüphesiz ki Allah, kendisine şirk koşulan günahı bağışlamaz. Şirkin dışındaki günahları, dilediği kimse için mağfiret eder. Kim Allah'a şirk koşarsa muhakkak ki o, uzak bir sapıklıkla sapmıştır." (4/Nisâ, 116)

 

Mü’min, tevbe ve mağfiret ile ilgili olarak daima korku ile ümid arasında bulunmalıdır. Müslüman, ne kadar ibâdet ederse etsin, Allah'ın azabından güven içerisinde olamaz; ne kadar günahkar olursa olsun Allah'ın mağfiretinden ve bağışlamasından ümidini kesemez. Bundan dolayıdır ki; vitir namazının son rekâtında okunması vâcib olan kunut duâlarının sonunda "Ya Rabb; rahmetini umar, azabından korkarız" diye duâ edilmektedir. Yine aynı prensip ve kaideden hareketle İslâm, ibâdete teşvik ile günahlardan caydırmak için azap ile korkutmaktadır. Yani müslüman cennetle müjdelenmiş, cehennemle korkutulmuştur.

 

Bu korku; Allah'ın sevgisinden, O'nun mağfiretinden ve rahmetinden mahrum olma korkusu ve endişesidir. Korku ile ümid arasındaki dengenin korunması İslâmî akîde gereğidir. Zira Gaffâr olan yüce Allah aynı zamanda Kahhâr'dır (Yahya Alkın, Şamil İslâm Ansiklopedisi, 2/211)

 

“Dedim ki: Rabbinizden mağfiret dileyin; çünkü O çok bağışlayandır.” (Nuh10)

El-Gaffar: Daima af eden, tekrarlanan günahları bağışlayan. Günah işlemeye meyyal yaratılan insanoğlunun ebedi saadeti kazanması için baş vuracağı bir isimle karşılaşıyoruz; El-Gaffar...

 

Allah’ın (c.c.) günahlarımızı bağışlayacağını bizlere bildirmesi hem kendisinin büyüklüğünü gösterir hem de biz insanlara olan merhametini. Yeter ki ellerini açıp yürekten ‘beni bağışla Allah’ım! Çünkü sen Gafur’sun!’ de... Tevbenin gereklerine uyduğunda bir de bakmışsın, defterin sağdan gelmiş!..

 

16) El-Kahhâr  

El-Kahhâr, Allah'ın isimlerinden biridir. 'Kahr' masdarından türetilmiş bir isimdir. 'Kahr' sözlükte galip gelmek, hükmetmek anlamına gelir. Kahhâr, mübalağa sıgası olup aynı anlamı şiddet ve tekerrür sûretiyle ifade eder. Buna göre Kahhâr, Allah'ın her şeye, her istediğini yapacak sûrette gâlip ve hâkim olması, en zorlu zâlimlerin bile O'na boyun eğmek mecburiyetinde oldukları, hükmünün dışına hiçbir şeyin çıkamayacağı anlamına gelir.

 

Kur'ân'da altı sûrede birer defa zikredilmiştir. Geçtiği sûrelerin tamamı Mekkîdir ve hepsinde de "el- Vâhidu'l-Kahhâr" şeklinde zikredilmektedir. Vâhid 'bir, tek' anlamına gelir. Böylece Allah'ın hâkimiyet ve gâlibiyetinin yanında birliği ve bu hâkimiyette ortağının bulunmadığı vurgulanmaktadır.

 

Mekke döneminde İslâm'ın önünde durmaya çalışan en büyük engel, putperestliktir. Müşrik Araplar, Allah katında putların kendilerine aracı ve şefaatçi olacaklarına inanıyorlardı. Allah'a ortak koşmaları bu şekildeydi. Yüce Allah, kendisinin yegâne hâkim ve gâlip olduğunu ifade ederek başkasının kendisine ortak koşulmasının yanlış bir yol olduğunu ifade etmektedir. Nitekim Kahhâr isminin geçtiği bütün âyetlerde puta tapmanın yanlışlığı ve mutlak hâkimiyetin Allah'a ait olduğu, mülkünde ortağının bulunmadığı anlatılmaktadır:

 

"Ey benim zindan arkadaşlarım, (düşünün bir kere) çeşitli tanrılar mı iyi, yoksa (her şeyi hükmü altında tutan) kahhâr tek Allah mı?" (12/Yusuf, 39)

"De ki: 'Göklerin ve yerin Rabbi kim?' De ki: 'Allah!' O halde, de, O'ndan başka kendilerine dahi bir fayda ve zarar veremeyen velîler mi edindiniz? De ki: 'Körle gören, yahut karanlıklarla nur bir olur mu?' Yoksa Allah'a, O'nun yarattığı gibi yaratan ortaklar mı buldular da (ikisinin) yaratma(sı) birbirine benzer mi göründü? De ki: Herşeyin yaratıcısı Allah'tır, O tektir, Kahhârdır." (13/Ra'd, 16)

"O gün yer başka yere, gökler de (başka göklere) değişir. Hepsi, tek ve Kahhâr olan Allah'ın huzurunda durur." (14/İbrâhim, 48)

"De ki: Ben ancak bir uyarıcıyım. Tek ve Kahhâr Allah'tan başka ilâh yoktur." (38/Sâd, 65)

"Eğer Allah çocuk edinmek isteseydi, yarattıklarından dilediğini seçerdi. O (bundan münezzehtir) yücedir. O, tek ve Kahhâr olan Allah'tır." (39/Zümer, 4)

"O gün onlar, ortaya çakarlar. Onlardan hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz. (Ve sorulur onlara): 'Bugün mülk kimindir? O tek ve Kahhâr olan Allah'ındır." (40/Mü'min, 16)

 

'Kahr' masdarından türemiş Kâhir sıfatı da Allah hakkında iki yerde zikredilmektedir: "Allah sana bir sıkıntı verirse, O'ndan başkası onu gideremez. Sana bir iyilik verirse, başkası onu engelleyemez. O her şeye kâdirdir. O, kullarının üstünde tek Kâhir'dir." (6/En'âm, 17)  "Geceleyin sizi ölü gibi uyutan, gündüzün yaptıklarınızı bilen, ecelinize kadar gündüzleri sizi tekrar dirilten O'dur. Sonra dönüşünüz O'nadır, işlediklerinizi size bildirecektir. O, kullarının üstünde tek Kâhir'dir." (6/En'âm, 61-62). Bu iki âyet de Mekke'de inmiştir.

 

Kul, Rabbinin herşeye gâlip ve hâkim olduğunu, âhirette sadece O'na hesap vereceğini, yaratıklardan hiçbirinin, O'nun hükmünün dışına çıkamayacağını bilmeli, O'na ortak koşmaktan sakınmalıdır (M. Sait Şimşek, Şamil İslâm Ansiklopedisi, 3/286).

 

“Deki: Allah her şeyi yaratandır. Ve O birdir, karşı durul­maz güç sahibidir.” (13/Ra’d, 16) . El-Kahhâr: Kudretinin karşısında her şeyi aciz bırakan, her şeyi hük­müne itaat ettirebilen bir galibiyet ve hakimiyet sahibi, düşmanlarını kahrederek zelil ve perişan hale getiren.

 

Allah’ın güçlü, mahlukatın da güç­süz ve Rabbine muhtaç olduğunu ‘El-Kahhar’ isminde görebiliriz. Allah (c.c.) güçlüdür. Karşısında hiçbir güç dayana­maz. Çünkü yaratılan her şey güçsüz ve Allah’ın ‘El- Kahhar’ isminin karşısında âcizdir. Allah’ın ‘El-Kahhar’ isminin tecellisini; ‘Kendisini ilâh yerine koyan tağutla­rın, gözle görülmeyecek kadar küçük bir mikrop karşısında hastalanıp devrilmelerinde, İslâm düşmanlarının mağlubiyetlerinde, doğanın bir uyum içinde fıtratlarını bozmadan yaşamalarında’ görebiliriz.

 

 

 

 

17) El-Vehhâb

 

El-Vehhab: Her çeşit nimeti hiçbir karşılık beklemeden bol bol bağışlayıp veren, karşılıksız armağanlar veren... “...Şüphesiz Sen daima bağışta bulunansın.” (38/Sâd, 35) “Yoksa, güçlü ve üstün olan, karşılıksız bağışlayan Rabbinin hazineleri onların yanında mıdır?” (38/Sâd, 9)

 

Allah mü’minlere cennette sonsuz bir mutluluk vadetmiş ve bu sonsuz mutluluğu dünya hayatları sırasında da başlatmıştır. Sâlih kullarını dünyada da güzel bir hayatla yaşatacağını vadetmiştir. Bu yüzden samimi mü’minlerin Rablerinden isteyecekleri hiçbir şeyin sınırı yoktur. Mü’minler, kendilerini Allah'a yaklaştıracak, O'nu anmalarını, O'na şükretmelerini sağlayacak herşeyi sınırsız olarak isteyebilirler. Elbette Allah bu isteklere dilediği şekilde icâbet eder ve mü’min için Rabbinin icâbeti her zaman en hayırlı şekilde olur. Bu konuda Kuran'da verilen bir örnek Hz. Süleyman'ın duâsıdır. Bir âyette Hz. Süleyman'ın “Gerçekten ben mal sevgisini Allah'ı zikretmekten dolayı tercih ettim” (38/Sâd, 32) dediği ve daha sonra başka bir âyette şöyle duâ ettiği bildirilmiştir:

 

“Rabbim, beni bağışla ve benden sonra hiç kimseye nasib olmayan bir mülkü bana armağan et. Şüphesiz sen, karşılıksız armağan edensin.” (38/Sâd, 35). Bu âyette görüldüğü gibi Hz. Süleyman Allah'tan 'hiçkimseye nasib olmayan bir mülk' istemiş ve Rabbini 'Vehhab' sıfatı ile anmıştır. Çünkü bilmektedir ki, Allah samimi kullarına dünyada ve âhirette karşılıksız olarak armağan eden, işledikleri sâlih amellerin karşılığını kat kat arttırandır.

 

“Rabbimiz, bizi hidâyete erdirdikten sonra kalplerimizi kaydırma ve katından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz, bağışı en çok olan Sensin Sen.” (3/Âl-i İmran, 8)

 

Allah’ın büyüklüğünü, zengin oluşunu ve biz insanlara olan Rahmetini ‘El-Vehhab’ isminde okuyabiliriz. Doğar doğmaz Allah’ın havasını teneffüs edip O’nun güneşi ile ısındık... Her saniye O’nun nimetleri ile rızıklanıyoruz. Ve karşılığında teşekkür etmesek bile rızık devamlı bir şekilde gelir. Bu Allah’ın ‘Vehhab’ sıfatının tecellisidir. Allah’ın, vermiş olduğu nimetler için teşekkürümüze de ihtiyacı yok zâten. Ve bizlere de ikram karşılığında secde etmek düşer.

 

18) Er-Razzâk

Er-Rezzâk: Çok rızık veren ve yeteri kadar rızıklandıran yiyecek ve içecek verdi, rızıklandırdı anlamına gelen re-ze-ka fiilinden türemiş mübalağa ile ism-i fâil. Rezzâk, Allah Tealâ'nın Kur'ân-ı Kerim ve hadislerde zikredilen el-esmâü’l-hüsnâsındandır (güzel isimlerinden).

 

"Muhakkak Allah rezzak (asıl rızık veren) dır. O pek çetin kuvvet sahibidir" (51/Zâriyât, 58). Hadislerde zikredilen Allah'ın 99 güzel isimleri içerisinde de geçer (Tirmizî, Deavât 83; Hâkim en-Nisâburî, Müstedrek, I/16-17)

 

Beslenerek yaşamaları için bütün canlıların rızıklarını veren yalnız Allah Tealâ'dır. O'ndan başka rızık veren yoktur. Şu âyetler rızkı verenin ancak Allah Tealâ olduğunu bildirir: "Yeryüzünde bulunan bütün canlıların rızıkları ancak Allah'a aittir." (11/Hûd, 6) "Nice canlı mahlûk vardır ki rızkını kendisi taşımıyor. Ona da size de rızkı Allah veriyor" (29/Ankebût, 60) "Yerde ve gökte Allah'tan başka sizi rızıklandıran bir yaratıcı var mıdır?" (35/Fâtır, 3)

 

 

 

Gerçekte rızkı yaratan ve rızıkların hepsini kullarına ihsan eden Allah olduğu halde Kur'an'da “Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır" (62/Cum'a, 11) buyurularak, bazı kimselere; fakirlere yiyecek ve yiyecek alacakları parayı vererek onların rızıklanmalarına sebeb oldukları için mecâzen râzık denilmiştir. Yüce Allah'ın hayrü'r-râzıkîn (rızık verenlerin en hayırlısı) olması da şu anlamda kullanılmıştır: Rızık, Allah'tan istenmeli. O nasib etmeyince, sebeblerin hiçbir faydası olmaz. Ticâret ve en ileri seviyedeki teknik sebebler gibi esbabın ötesinde Yüce Allah'ın öyle rızık kapıları vardır ki bunlar kapanınca, bütün sebeplerin tesirleri de kapanır. Ancak o hakiki müessir ve rezzâktır. Ondan başka râzık yoktur.

 

Allah'a tevekkül edip O'ndan istemekle beraber, O'nun takdir ettiği rızkı elde etmek için bunu aramak, çalışmak ve yeryüzünde dolaşmak lâzımdır. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:"Onda (arzda) bereketler yarattı. Onda (arzda) arayanlar için dört günde müsavi gıdalar takdir etti" (41/Fussilet, 10) "O, (Allah) yeri size müsahhar kıldı (boyun eğdirdi). O halde onun omuzlarında (köşe ve bucağında) yürüyün, Allah'ın rızkından yiyin..." (67/Mülk, 15). Yani Allah'ın o tükenmez nimetlerini arayın, çalışın ve didinin demektir.

 

Rızık vermek, diğer fiilleri gibi Allah'ın tekvin sıfatına bağlıdır. Tekvin sıfatı taalluk ettiği müteallakına (yaratılan fiile) göre isim alır. Tekvin sıfatının rızk vermeye taalluk etmesine Terzik denilir. Rızkı yaratıp ihsan eden olduğu için Allah'ın râzık ve Rezzâk ism-i şerifi vardır. İnsanlar dâhil bütün canlı bedenlerinin rızıkları yiyecek ve içeceklerdir. Bunlar da Yüce Allah'ın yarattığı bitki ve hayvanlardan te'min edilir. İnsan ve cin ruhlarının rızkları da saadete eriştiren bilgilerdir. Bu manevi rızıkların en şereflisi ve temeli de ma'rifetullah yani Allah'ı bilmektir. Bundan sonra diğer iman esaslarına dair bilgiler, Allah'a ibâdet, kullarının haklarına riâyet ve güzel ahlâkı tanıma bilgileri gelir. Bütün bunların semeresi ebedî hayat saâdetidir.

 

Bedenlerin rızkı olan zahirî rızkın semeresi, bedenlerin kuvvetlenmesi ve ölüm zamanına kadar yaşamanın sağlamasıdır. Kulun rızkının genişliğinin sebeblerinden birisi de, günahlardan kaçınmak ve namazı kılmaktır. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurur: "Kim Allah'tan korkar ve günahlardan kaçınırsa, onun için bir çıkış yeri kılar ve onu ummadığı yerden rızıklandırır..." (65/Talâk, 2-3) “Âilene namaz kılmakla emret ve kendin de ona sebât ile devam eyle. Biz senden rızık istemiyoruz. Seni Biz rızıklandırırız. Güzel akıbet takvâ erbabınındır." (20/Tâhâ, 132) “Eğer Allah rızkı kulları için bolca yaysaydı, yeryüzünde taşkınlık yapar ve azarlardı. Fakat dilediği kadar bir ölçüyle indirir." (42/Şûrâ, 27) “Allah kullarından dilediği kimsenin rızkını genişletir ve dilediğine de kısar. Şüphesiz Allah her şeyi hakkıyla bilendir." (29/Ankebût, 82) “Allah, rızıkta, kiminizi diğer bir kısmınıza üstün kıldı." (16/Nahl, 71)

 

Rızıklanmadaki üstünlükte çalışma, sa'y ve gayretjn rolü pek büyüktür. Rezzâk ism-i şerifinden kulun alacağı hazz ve nasib başlıca üçtür:

 

1- Kulun, her istediğini taleb etmede, helâl olan yollardan esbabına tevessül ettikten sonra, Rabbine müracaat etmesi lâzımdır. Hz. Musâ "Rabbim, kendini bana göster, sana bakayım" (7/A'râf, 143) diyerek mânevî makamların en büyüğünü Rabbinden istediği gibi, acıktığında bedeninin ihtiyacı olan rızkı da “Rabbim, bana hayırdan (mal ve rızıktan) hangi şeyi indirirsen, gerçekten ben ona muhtacım." (28/Kasas, 24) diyerek Allah'tan taleb etmiştir.

 

2- Sebeplerine yapıştıktan sonra, rızkları taksim eden Allah'ın (Kassâm'ın) taksimine râzı olup kanaat etmek ve O'na şükür ve hamd etmek lâzımdır. "O halde bütün rızkı Allah katında arayın. O'na kulluk edin ve Ona şükredin" (29/Ankebût, 17).

 

 

 

 

 

3- Allah'ın rızık hazinesinden kendisine verdiğini, emrettiği şu şekilde Allah yolunda infak etmek lâzımdır: "Onlar ki infâk ettikleri vakit ne israf ederler, ne de cimrilik yaparlar. Allah yolunda infakları ikisi arasında ortalama olur." (25/Furkan, 67) (Muhiddin Bağçeci, Şamil İslâm Ansiklopedisi, 5/251-252)

 

Bütün mahlûkatın rızkını Cenâb-ı Allah verir. O, rızkı pek çok ve bol veren yüce varlıktır. Kalpleri ve nefisleri gıdalandıran Allah’a hamdolsun. Allah nurunu onlara ulaştırsın. Onları imana erdirip, taatta muvaffak kılsın. Cenâb-ı Hak Teâlâ rızka kefildir. Her canın kendisiyle ayakta kalabileceği kadar rızkı verir. Allah yedirir, fakat yedirilmez. Bundan dolayıdır ki Kur’an’da bu fiil insana nisbet edilmemiş, gerek doğrudan doğruya ve gerekse bir takım sebeplere bağlı olarak rızık verme Cenâb-ı Hakk’a ait olduğu vurgulanmıştır.

 

Rızkı da rızık verileni de yaratan Rezzâk’tır. Rızıklardan yararlanma yollarını da yaratan O’dur. Rızık iki kısma ayrılır:

1) Bedenlere zahir olan rızık. Yiyecek ve içecekler gibi.

2) Kalplerde gizli olan rızık. İlim gibi.

 

Her iki rızkı da yaratan Allah’tır. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Semâda da rızkınız ve size vaadedilen başka şeyler vardır.” (51/Zâriyât, 22) “Rabbinin rızkı hem daha hayırlı, hem daha süreklidir.” (20/Tâhâ, 131)

 

Kuşeyri dedi ki: “Kim Allah’ın Rezzak olduğunu bilirse ona yönelen gerçek bir ferd olmuş olur.” Allah’ın Rezzâk ism-i cemili Kur’ân-ı Kerim’de bir kere zikredilmiştir (Âyet ve Hadislerle Esmâu’l-Hüsnâ, İzzeddin Cemel, Ravza Yayınları, 179-180).

 

19) El-Fettâh

Fettâh; Allah Teâlâ'nın esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden) biridir. "Bir şeyi açmak, taraflar arasında hüküm vermek, birine yardım edip zafere ulaştırmak" anlamındaki "feth" kökünden mübâlağa ifâde eden bir sıfat olup "iyilik kapılarını açan, bütün anlaşmazlıkların nihâî hakemliğini yapmak sûretiyle mutlak adâleti gerçekleştiren, hak ile bâtılı birbirinden ayırıp durumu açıklığa kavuşturan, mazlumlara yardım edip mü'min kullarına zafer veren" mânâlarına gelir. Kullarına hayır kapılarını, dileklerine kavuşmak isteyen kullarına kapalı kapıları açan, peygamberlerini düşmanlarının elinden kurtarıp, memleketlerin fethini müyesser (kolay) kılan; sevdiği kullarına melekûtunun (gözle görülmeyen âlemin) kapılarını açıp, kalp gözlerinden perdeyi kaldıran anlamlarına gelir. Kur'ân-ı kerîmde şöyle buyrulur: "O (Allah Teâlâ) Fettâh'tır; Alîm'dir." (34/Sebe', 26). Fethin asıl anlamı olan "açma" eyleminin sonuçları dış duyularla algılandığı gibi, kalp gözüyle de (bâtınî hisler) idrâk edilebilir. Râgıb el-İsfehânî, "Onlara gökten bir kapı açsak da oradan yukarı çıksalar yine de 'gözlerimiz boyandı, daha doğrusu biz büyülenmişler zümresiyiz' diyeceklerdir." (15/Hıcr, 14-15) meâlindeki âyetleri, Allah'a nisbet edilen birinci grup açma eylemine örnek olarak göstermiştir. Sonuçları kalp gözüyle algılanan açma fiili bazen fakr u zarûreti ortadan kaldırmak gibi dünyevî, bazen de bilinmezliği kaldırmak türünden mânevî olabilir (bk. Râgıb el-İsfehânî, el-Müfredât, 'fth' md.; Kamus Tercümesi, I/936). Fethin "hakemlik veya hâkimlik yapmak, nusret ve zafer vermek" mânâları da "açmak" şeklindeki temel mânâ ile bağlantılıdır. Çünkü hâkim iki hasım arasında kapalı kalan hak ve adâlet kapısını açarak karar vermektedir. Zafere ulaştırmak da haklılık ve ğanîmet kapısını açmak demektir.

 

 

Kur'ân-ı Kerim'de fetih kavramı fiil veya isim kalıplarıyla otuz sekiz yerde geçmektedir. Bunların on birinde muhtelif fiil sigalarıyla, dört yerde ise fetih şeklinde Allah'a izâfe edilmekte, bir yerde de gayb anahtarlarının (mefâtih) O'nun nezdinde bulunduğu belirtilmektedir (6/En'âm, 59). Duâ üslûbu taşıyan bir âyette Allah "hükmedenlerin en hayırlısı" (hayru'l-fâtihîn) (7/A'râf, 80) diye anılmakta, bir âyette de "adâletle hüküm veren ve her şeyi hakkıyla bilen" (el-fettâhu'l-alîm) (34/Sebe', 26) şeklinde tavsif edilmektedir.

 

Hadislerde de fetih kavramı mâzi ve muzâri sigaları ve Kur'an'daki mânâları ile Allah'a nisbet edilmiştir. Ahmed bin Hanbel'in rivâyet ettiği bir hadiste (Müsned, VI/24), Fâtih ismi, esmâ-i hüsnâ listesine yer veren Tirmizî'nin es-Sünen'inde de (Deavât 82) "Fettâh" ismi Allah'a izâfe edilmiştir. İbn Mâce'nin listesinde ise Fettâh ismine rastlanmamaktadır. Fetih kavramının hakiki veya mecâzî mânâdaki "kapı" kelimesiyle yakın ilgisi olduğu şüphesizdir. Nitekim kelimenin Kur'an ve hadislerdeki kullanımında bu husus açıkça görülmektedir. Müslim'de yer alan bir hadise göre Hz. Peygamber, câmiye girerken, "Allahumme’ftah lî ebvâbe rahmetik (Allah'ım, bana rahmet kapılarını aç)!" (Müslim, Salâtu'l-Müsâfirîn 68) şeklinde duâ edilmesini öğütlemiştir.

 

Kelâm âlimleri, kelimenin sözlük anlamını ve Allah'a nisbet edilen bir isim olarak Kur'ân-ı Kerim'deki kullanılışını göz önünde bulundurarak Fettâh ismine öncelikle "hâkim" (kadı) mânâsını vermeyi tercih etmişlerdir. Sebe' sûresinde bu ismin yer aldığı âyetten önceki âyetlerde müşriklere hitap edilmekte, hidâyet ve dalâletin müslümanlarla müşriklerden hangisinde bulunduğu hususu tartışılmakta (34/Sebe', 24-25) ve devamında şöyle denilmektedir: "De ki: Rabbimiz hepimizi bir araya toplayacak, sonra da aramızda adâletle hüküm verecektir. O âdil bir hâkimdir (fettâh), her şeyi bilendir." (34/Sebe', 26). Ebû Mansur el-Mâturidî, buradaki hâkimliğin hidâyet ve dalâletin hangi tarafa âit olduğunun belirlenmesi mânâsına geldiğini söylemiş ve Fettâh isminin "bilinmezlik perdesini kaldırıp gerçeği ortaya koyan" anlamına gelebileceğini ifâde etmiştir (Te'vîlâtu'l-Kur'an, vr. 596a).

 

Kâinatta vuku bulan her şey İlâhî kudretin ürünü olmakla birlikte, Allah madde dünyasında meydana gelen her şey için bir maddî sebep yaratmıştır. Buna bağlı olarak O'nun Fettâh ismiyle açtığı her kapının duyularla algılanabilen bir açısı ve yakın sebebi mevcuttur. Bunu göz önünde bulunduran esmâ-i hüsnâ müellifleri Fettâh isminin tecellî örneklerini mânâ âleminden vermeye özen göstermişlerdir. Ebû Süleyman el-Hattâbî, Fettâhı "kullarına rızık ve rahmet kapılarını açan, işlerinin ve teşebbüslerinin önündeki tıkanıklığı gideren, gerçeği görebilmeleri için kalpleri ve basîretlerinin üzerindeki perdeleri kaldıran" diye tefsir etmiştir (Tefsîru'l-Esmâ ve'd-Deavât, vr. 12b). Gazzâlî, “Fettâh”a, "yardımıyla her kapalı şeyin açıldığı ve hidâyetiyle her müşkülün çözüldüğü isim" şeklinde mânâ verdikten sonra, şöyle demektedir: "Bazen ülkeleri düşmanlarının ellerinden çıkarıp peygamberleri için fetheder ve, "Biz sana apaçık bir fetih ihsan ettik" (48/Fetih, 1) der. Bazen de velîlerinin kalplerinden perdeyi kaldırıp yüceliğinin iklimine ve azametinin güzelliğine giden kapıları onlar için açar ve, "Allah'ın insanlara açacağı rahmeti kimse tutamaz. O'nun tuttuğu rahmeti de kimse salıveremez" (35/Fâtır, 2) der. Gayb ve rızık anahtarlarını elinde bulunduran Allah elbette Fettâh olmaya lâyıktır" (Gazzâlî, el-Mekasıdu'l-Esnâ, s. 91-92). Ebû Bekir İbnü'l-Arabî ise Fettâhın üç ilgi alanı olduğunu söyler:

a)      Yokluk kilidini açıp nesne ve olaylara varlık kazandırmak,

b)      Bilinmeyeni kelâmı ile açıklamak ve her müşkülü çözmek,     

c)      Rızık ve nasip kilitlerini açmak. Bu sonuncu tecellî kıtlıktan sonra yağmur, fakirlikten sonra zenginlik vermek sûretiyle maddî alanda olabileceği gibi, üzüntüyü sevince, sapıklığı hidâyete, mâsiyeti tâate, günahkârlığı tevbeye, mağlûbiyeti zafere ve cehâleti ilme çevirmek sûretiyle mânevî alanda da gerçekleşebilir (Ebû Bekir İbnü'l-Arabî, el-Emedü'l-Aksâ, vr. 99b). İmam Kuşeyrî'ye göre Allah'ın Fettâh olduğunu bilen bir insana yakışan, O'nun lutuf ve kereminin mutlaka geleceğini ummak, acele etmeyip İlâhî hükmün yerini bulmasına hazır olarak beklemek ve O'nun hükmünde zaman açısından herhangi bir değişikliğin olmayacağını bilmektir (İbn'l-Arabî, et-Tahbîr fi't-Tezkîr, s. 42).

 

 

 

Esmâ-i hüsnâyı kendine özgü bir yöntemle tasnife tâbi tutan Ebû Abdullah el-Halîmî, Fettâhı Allah'ın kâinatı yönetmesini ifâde eden isimler grubu içinde mütâlaa etmiştir (el-Minhâc, I/202). Bu tesbit, isâbetli olmakla birlikte, yukarıda söz konusu edilen mânâları göz önünde bulundurarak Fettâha âit tecellîlerin insana yönelik olduğunu söylemek gerekir. Ebû Bekir İbnü'l-Arabî'ye göre Fettâh, "anlaşmazlıkları çözen (hâkim), hak ile bâtılı birbirinden ayıran" mânâsına alındığı zaman kelâm sıfatı yoluyla tecellî edeceğinden zâtî sıfat niteliği taşır. "Zafer veren, rızıklandıran, kalp gözünü açıp hidâyet lutfeden" anlamına geldiği yerlerde ise fiilî sıfatlar grubuna girer (el-Emedü'l-Aksâ, vr. 99b). Ayrıca Fettâh "hâkim" mânâsıyla, doksan dokuz isimden olan Hakem ve Muksıt isimleri ve Kur'an'da Allah'a nisbet edilen "kazâ" ve "fasl" kavramlarıyla belli bir ilgi içinde bulunduğu gibi, "rızık ve rahmet kapılarını açan" mânâsı yönünden Bâsıt, Muğnî, Mukît, Rezzâk, Rahmân ve Rahîm isimleri ve "zafer veren" anlamıyla da Mevlâ ve Nasîr isimleriyle mânâ yakınlığına sahip bulunmaktadır (Bekir Topaloğlu, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 12, s. 482-483).

 

20) El-Alîm

El-Alîm: Allah'ın doksandokuz Esmâ-i Hüsnâ'sından biridir. Alîm, bilgi sahibi çok bilen anlamındadır. Allah'ın bilgisine sınır yoktur. O, her şeyi bilir. Olmuşları olduğu gibi, olacakları da, olmuşlar kadar açık-seçik bir şekilde bilir. Hiç bir şey ilminin dışında değildir. "Gaybın (görünmez bilginin) anahtarları onun yanındadır, onları ondan başkası bilemez. (O) karada ve denizde olan her şeyi bilir. Düşen bir yaprak, -ki mutlaka onu bilir-, yerin karanlıkları içine gömülen tane, yaş ve kuru hiç bir şey yoktur ki, apaçık bir kitapta olmasın." (6/En'âm, 59).

 

Yaratıklar, onun müsaade ettiği kadar bilgiye sahip olabilirler. Ötesini bilemezler. İnsanların bilgisi tam ve mutlak değildir; istikbâli bilmekte tamamen acz içerisindedirler. Oysa Allah'ın bilgisi, mekânla kayıtlı olmadığı gibi zamanla da kayıtlı değildir. İnanan kimsenin Allah'ın Âlîm olduğunu bilmesi gereğince amel etmesi içindir. Kul, yaptığı her şeyin Allah tarafından bilindiğinin şuûrunu her an için hissetmeli ve ona göre davranmalıdır. Allah değil yaptıklarımızı, içimizden geçirdiklerimizi dahi bilmektedir. "Bilin ki, Allah içinizden geçeni bilir. (O halde) Ondan sakının." (2/Bakara, 235) (M. Sait Şimşek, Şamil İslâm Ansiklopedisi: 1/112)

 

İlmi sonsuz olan Allah (c.c.) noksan sıfatlardan münezzehtir. Allahu Teâlâ’nın ilmi bütün malumata şamil ve her şeyi kuşatmıştır. Ve ilmi ezelidir. Hiçbir gizli şey Allah’a gizli kalmaz. İlminden hiçbir şey hali değildir. Kıyâmet saatinin bilgisini, gökleri ve yerdeki gaybleri sadece Yüce Allah bilir. Hz. Adem ve Muhammed’e (s.a.s.) isimleri O öğretmiştir. Allah risaleti kime vereceğini en iyi bilendir.

 

“İlim”, Kur’an’da türevleriyle birlikte en çok kullanılan bir kelime olup ‘bir şeyi tam ve kesin bilmek’ anlamındadır ve diğer kelimelerle de terkip halinde kullanılmıştır. Allah’ın “Alîm” ismi Kur’an-ı Kerim’de 154 yerde zikredilmiş olup bunlar şu şekilde geçmektedir:

 

“O, muttakîleri bilendir.”, “O, yaptıklarınızı bilendir.”, “O, istediklerimizi bilendir.”, “O, yaptıklarınızı bilendir.”, “Allah yaptıklarınızı bilendir.”, “Allah yaptıklarımızı bilir.”, “Allah fasidleri bilir.”, “Allah zâlimleri bilir.”, “Allah her şeyi bilir.”, “Allah göğüslerdekini bilir.”, “O, işitendir, bilendir.”, “O, hikmet sahibi bilendir.”, “O aziz ve bilendir.”, “O’nun ilmi her şeyi kuşatandır.”, “Allah her şeyi bilir ve haberdardır.”, “O, her şeyi bilen ve her şeye kadirdir.”, “O, her türlü kapıları açan ve bilendir.”, “O, her şeyi bilen ve hilim sahibidir.”, “O, her türlü noksanlıklardan münezzeh, iyiliğin karşılığını veren ve bilendir.”

 

 

 

Bir âyette de “alîm”, “rahîm” sıfatı ile zikredilmiştir: “Ey Rabbimiz! Senin rahmet ve ilmin her şeyi kuşatmıştır.” (40/Mü’min, 7) (Âyet ve hadislerle Esmâu’l-Hüsnâ, İzzeddin Cemel, Ravza Yayınları, s. 183-184)     

 

21) El-Kaabız

El-Kaabız: Daraltıp sıkan, kıtlık veren. Ruhları kabzeden. “Allah (rızkı) kısar, daraltır da, genişletip açar da. Siz hepiniz O’na döndürüleceksiniz.” (2/Bakara, 245)

 

Göklerin, yerin ve bu ikisi arasında bulunanların Yaratıcısı olan Allah, evrendeki herşeyin tek sahibidir. O, tüm varlıkları yaratmış ve dünyayı da insanın yaşayabileceği nimetlerle donatmıştır. Kullarının sahip olduğu her türlü zenginlik O'na aittir; mülkün tek sahibi O'dur. Allah dünyadayken dilediği insanları zengin, dilediğini de fakir kılar. Ama mal-mülk sahibi olanın da, hiçbir şeye sahip olmayanın da unutmaması gereken birşey vardır: Sahip olunan herşeyi veren ve bunların gerçek sahibi olan Allah'tır. O dilediği kişinin imkanlarını arttırarak şükredip etmeyeceğini, dilediğinin de imkanlarını daraltarak nankörlük edip etmeyeceğini dener. Dolayısıyla insanların sahip olduğu veya olamadığı şeyler kendileri için bir kazanç değildir. Bunlar sadece geçici dünya hayatını mı gerçek yurt olan âhireti mi istediklerini denemek için Allah'ın yarattığı imtihanlardır.

 

Eğer kişi bu gerçeğin farkına varmaz ve elindeki herşeyi kendisinin zannedip cimrilik yapar, Allah'ın dilediği şekilde harcamazsa o zaman Allah da onun elindeki imkanları daraltır. Tam aksi olarak elindeki herşeyin kendisine Allah'ın rızasını kazanacak bir harcama yapması için verildiğini bilen kişilerin de elindeki imkanları arttırır, dünyada da âhirette de onlara en güzeliyle karşılık verir. Aşağıdaki âyetler bu gerçeği en açık biçimde ifâde eder: “Öyleyse güç yetirebildiğiniz kadar Allah'tan korkup-sakının, dinleyin ve itaat edin. Kendi nefsinize hayır (en büyük yarar) olmak üzere infakta bulunun. Kim nefsinin bencil-tutkularından (ya da cimri tutumundan) korunursa; işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır. Eğer Allah'a güzel bir borç verecek olursanız, onu sizin için kat kat arttırır ve sizi bağışlar...” (64/Teğâbün, 16-17)

 

Tüm kâainatı yoktan var eden Allah Teâlâ tasarruf yetkisine de sahiptir. Dilediğini sevindirir dilediğini imtihanı gereği üzer. Dilediğine fazla verir, dilediğine de az verir.... Hatta ellerindekini de alır. Tüm bu hareketlenmeler Allah’ın her an faâliyette ve kullarına hükmet­mekte olduğunu gösterir.

 

Allah Teâlâ’nın ‘El-Kaabız’ ismi­nin tecellisini; Uyuyan birinin ruhunun kabz olmasında, sevinçli iken gelen şok haberle sıkıntıya düşme anında, zenginken; fakirleşme, güçlü iken güçsüzleşme anında görebiliriz.

 

 

22) El-Bâsıt

Allah'ın güzel isimlerinden biri. Bâsıt: genişleten, açan ve bolluk veren. Allah Teâlâ'nın esmâü’l-hüsnâsı (doksan dokuz güzel ismi)nden biridir. Ebû Hüreyre (r.a.)den rivâyet edilen bir hadis-i şerifte Allah Teâlâ'nın doksandokuz ismi olduğu zikredilmiş, bunlardan birinin de "el Bâsıt" olduğu belirtilmiştir (Tirmizî, Deavat 82).

 

 

 

 

 

Dilediği kullarının rızkını genişleten veya ruhları cesetlere yayan anlamına gelmektedir. Yaratıkların hayatı, Allah'ın kudret elindedir. O, istediği kulundan ihsan ettiği serveti evlâd ve ıyâli, hayat zevkini, gönül ferahlığını alıverir. İstediği kuluna da yepyeni bir hayat, neşe ve rızk bolluğu verir ki; bu da el-Bâsıt isminin tecellisidir. Allah hakîmdir; kuluna bazen kabz, bazen bast ile muamele buyurur. Bunun hikmetini o bilir. Allah, her kulunu imtihana tâbi tutar.

 

Beseta fiilî kabzetmenin zıddı olup, genişletmek, açmak, vüs'at vermek, yaymak manalarına gelir. İsm-i fâil olan "bâsıt" da açan yayan, genişleten demektir. İmam Gazzali, Basıt, "Kulların Allah'ın vereceği rızka ümit beslemesi için, kalplerini hazırlayan" anlamına gelir, demektedir. Rızık, fakir ve zengin herkese ulaştırılır. Bu da Cenâb-ı Allah'ın Bâsıt' isminin tecellisidir. Basıt, her türlü nimeti bahşeden anlamına da gelmektedir. Allah Teâlâ Kur'ân'da şöylece açıklar: "Eğer Allah, rızkı kullarının hepsine bol bol verseydi, yeryüzünde azgınlık ederlerdi. Ama o, dilediğini bir ölçüye göre indirir. Doğrusu O, kullarından haberdardır; onları görendir." (42/Şûrâ, 27)  "Allah'a -kat kat karşılığını artıracağı- güzel bir ödünç takdiminde kim bulunur? Allah (kimini) daraltır, (kimini) genişletir. Siz ancak O'na döndürüleceksiniz" (2/Bakara, 245)  "...Hayır, Allah'ın iki eli de (vermeye haddi-hesabı olmayan bir şekilde) açıktır. O, nasıl dilerse, öyle infak eder..." (5/Mâide, 64)

 

Bir başka âyette insana cimrilikten ve israftan uzak orta bir yol tavsiye edildikten sonra, rızkı genişleten ve daraltanın Allah olduğu bildirilir: "Elini boynuna bağlayıp asma, onu büsbütün de açma, sonra kınanır, pişmanlık içinde açıkta kalırsın. Şüphesiz ki Rabbın rızkı dilediğine genişletir, dilediğine de bir ölçüye göre daraltır. Çünkü her halde o, kullarından haberdardır ve onları mutlaka görür." (17/İsrâ, 26-27) "Allah dilediğinin rızkını genişletir ve bir ölçüye göre daraltır. (İnkârcı maddeciler) ise dünya hayatıyla sevinirler. Oysa dünya hayatı âhirete göre ancak az bir geçimlik ve çok az bir yararlanmadan ibarettir." (13/Ra'd, 26)

 

Ayrıca daha birçok âyette Allah, kiminin rızkını genişlettiğini, kimininkini de daralttığını haber vermektedir. Allah, dilediğini yapar; mevcudatın malikidir; takdir ettiğine karşı çıkılamaz. Allah bunu ayrıca açıklar: "Ey Muhammed, Rabb'inin rahmetini onlar mı taksim edip paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz taksim ettik." (43/Zuhruf, 32)

 

Allah, rızkın insanlar arasında eşit olmamasında derin ibretler bulunduğunu da beyan buyurmuştur. Âyet-i kerimelerde görüldüğü gibi Allah Teâlâ dilediği kuluna genişlik ve bol rızık verir. Allah'ın bu nimetine erişen kimse şımarıp gururlanmamalı, O'na daha fazla şükretmelidir (Durak Pusmaz, Şamil İslâm Ansiklopedisi, 1/204).

 

“Bilakis Allah’ın elleri açıktır, dilediği gibi verir.” (5/Mâide, 64) “Allah rızkını dilediğine bollaştırır.” (13/Rad, 26). ‘El-Basit’ isminin tecellisiyle sıkıntılar gitmiş yerine mutluluk ve genişlik almıştır artık. Tabi ki bu Allah’ın insana olan acıma, merhamet duygusundandır.

 

Allah ‘El-Kabid’ isminin tecellisiyle kullarından sabır ve toparlanmalarını, ‘El Basit’ isminin tecellisiyle de kullarından şükretmelerini bekler. Her iki isimle de Allah Teâlâ insanların maddi ve manevi hayatlarına müdahalede bulunarak imtihan eder. Bizlere de meselenin farkında olmak düşer.

 

 

 

 

 

23) El-Hâfıd

El-Hâfid: Yukarıdan aşağıya indiren, alçaltan; Kâfirleri, âsileri, mütekebbir ve zâlimleri alçaltan, din düşmanlarını rahmetinden uzaklaştırıp âhirette zelil eden ve cezâlandıran. “(O), alçaltan ve yüceltendir.” (56/Vâkıa, 3)

 

İnsanların belirli bir zeka düzeyi, görme, düşünme ve düşündüklerinden çıkarım yapma kabiliyeti vardır. Bir insan kendi bedeninin işleyişindeki kusursuzluğa baktığında var olan ince tasarımı görebilir. Gördüğü tasarımın detaylarındaki akıl alametleri karşısında, bu detayları planlayan, tasarlayan ve var edenin bilincine varabilir.

 

Ancak kuşkusuz bu sayılanlar sahip oldukları yetenekleri kullanan kişiler için geçerlidir. Bu kişiler yukarıda bahsettiğimiz süreci karşılaştıkları her olayda yaşar ve gördükleri şeyler üzerinde düşünüp aklederler. Bir de karşılaştıkları olaylar üzerinde düşünmeden geçmeye alışmış insanlar vardır ki bunlar, yeryüzündeki insanların çoğunluğunu oluştururlar. Daha önce de belirttiğimiz gibi bu insanlar dünyaya gelir, büyür, herkes gibi sıradan bir hayat geçirir ve ölürler. Oysa Allah Kuran'da düşünüp öğüt alanları övmüş, diğerlerini ise aşağılık kılacağını bildirmiştir: “Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah'ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki:) ‘Rabbimiz, sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek yücesin, bizi ateşin azabından koru. Rabbimiz, şüphesiz Sen kimi ateşe sokarsan, artık onu 'hor ve aşağılık' kılmışsındır; zulmedenlerin yardımcıları yoktur." (3/Âl-i İmran, 191-192)

 

Düşünüp öğüt alanlar Allah'ın yücelttiği kişilerdir. İnsan olmanın gereklerini tam olarak yerine getirirler ve bu yönleriyle diğer canlılardan (hayvanlar, bitkiler ve düşünmeyen insanlar) tamamen ayrılırlar. Diğer grup (düşünmeyen insanlar) ise, insani yeteneklere sahip olmalarına rağmen bunları kullanmazlar ve basit bir yaşam sürdürürler. Bir nevi hayvan gibi, fiziki ihtiyaçlarını gidermeye yönelik bir yaşamı seçerler. İşte bu insanlar da, Allah'ın yarattığı ancak vicdanlarını kullanmadıkları, düşünmedikleri ve sıradan bir ömrü seçtikleri için alçalttığı kişilerdir. Bu kişilerle ilgili Kuran'da şöyle bir örnek verilmiştir: “İnkâr edenlerin örneği bağırıp çağırmadan başka bir şey işitmeyip (duyduğu veya bağırdığı şeyin anlamını bilmeyen ve sürekli) haykıran (bir hayvan)ın örneği gibidir. Onlar, sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; bundan dolayı akıl erdiremezler.” (2/Bakara, 171)

 

El-Hâfid ismi; özellikle Allah’a ve dinine savaş açan insanlar üzerinde tecelli ettiği görülür. Hem bu tarafta hem de öteki tarafta... Alçaltmak demek yüksek bir yerden indirip seviyeyi düşürmek demektir.

 

Zâlim yöneticileri inkılaplarla deviren ve ‘kendilerini ilâh yerine koyup Allah’ın (c.c.) kanunlarını hiçe sayanların bulunmuş olduğu mevkilerden tepetakla cehenneme düşmelerinde Allah’ın ‘El-Hâfid’ isminin tecelli ettiğini ‘Er-Râfi’ isminin muhâtapları görürler.

 

24) Er-Râfi’

El-Raf’i: Yukarı kaldıran, yükselten; Sevdiği kullarını yükselten, mü’minleri kendisine yaklaştırarak yücelten. “(O), alçaltan ve yüceltendir.” (Vâkıa, 3) “Kitap'ta İdris'i de zikret. Çünkü o, doğru olan bir peygamberdi. Biz onu yüce bir mekân (makam)a yükseltmiştik.” (19/Meryem, 56-57)

 

 

 

 

Câhiliye toplumunda yaşayan insanlar Allah'tan uzak, O'nun emir ve yasaklarını uygulamayan, kendilerine verilen sayısız nimeti takdir edemeyen bir yaşam sürerler. Düşünmedikleri, akletmedikleri, takdir edemedikleri için de tam anlamıyla bir bilgisizlik ve cehalet içindedirler.

 

 

İşte Allah tarih boyunca yaşamış olan tüm toplumlara kendi emirlerini, yasaklarını ve tavsiyelerini iletecek elçiler göndermiştir. Bu yolla câhiliye toplumlarını, içinde bulundukları cehaletten, bilgisizlikten kurtulmaya davet etmiş, onlara doğru yola ulaşmaları için bir imkan daha vermiştir.

 

Allah'ın gönderdiği elçiler aynı kavmin içinden çıkan, fakat üstün ahlak, akıl ve yüksek vicdanlarıyla toplum içinde dikkat çeken kişilerdir. Kuran'da pek çok kez belirtildiği gibi, elçiler, Allah tarafından o kavme özel olarak gönderilmiş ve seçilmiş insanlardır. İçinde bulundukları toplumun insanlarından farklıdırlar; tek başlarına ve ilk olarak Allah'ın varlığının ve âhiretin kesin yakınlığının farkına varmışlardır. Elbette bu özellikler elçilerin üstün insanlar olduklarının apaçık bir delilidir.

 

Allah'ın varlığının ve büyüklüğünün bilincinde olan elçiler, kendilerine peygamberlik makamının verilmesinden sonraki hayatlarını insanları uyarıp korkutma, doğru yola davet etme görevlerini ifa ederek geçirmişlerdir. İçinde bulundukları zorlu koşullar, gönderildikleri inkârcı ve azgın kavimler, kendilerine sürekli zorluk çıkaran, hatta kimi zaman canlarına kasteden topluluklar onları kesinlikle yollarından döndürmemiş, aksine imanlarını güçlendirmiştir. Veya kimi zaman 'iman ettik, teslim olduk' dedikten sonra zor bir durumda aniden elçiyi yalnız bırakan ve 'gerisin geri dönen' topluluklarla da karşılaşmış, ancak bu zorluklar elçileri asla yıldırmamıştır. Onlar Allah tarafından seçilmiş, 'yüce bir makama' lâyık görülmüş kullardır ve en belirgin özellikleri ise Allah'a olan samimi teslimiyetleri ve tevekkülleridir. Bu samimiyetlerinin karşılığını da dünyada ve âhirette seçkin kılınarak almışlardır.

 

“Bu, İbrahim'e, kavmine karşı verdiğimiz delilimizdir. Biz, dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Şüphesiz senin Rabbin, hüküm ve hikmet sahibidir, bilendir. Ve ona İshak'ı ve Yakub'u armağan ettik, hepsini hidâyete eriştirdik; bundan önce de Nuh'u ve onun soyundan Dâvud'u, Süleyman'ı, Eyyub'u, Yusuf'u, Mûsâ'yı ve Harun'u hidâyete ulaştırdık. Biz, iyilik yapanları işte böyle ödüllendiririz. Zekeriya'yı, Yahya'yı, İsa'yı ve İlyas'ı da (hidâyete eriştirdik.) Onların hepsi sâlihlerdendir. İsmail'i, Elyasa'yı, Yunus'u ve Lut'u da (hidâyete eriştirdik). Onların hepsini alemlere üstün kıldık.” (6/En’âm, 83-86)

 

Allah Teâlâ kendisini yürüyerek gelenleri ‘El-Rafi’ ismi ile karşılayarak ona bir çok hayır kapılarını açar, O’na dinde anlayış ve bir çok ecirler sunar. Fakirleri zenginleştirmesinde, hastaları iyileştirmesinde, bir çobanı komutanlık, bir câhile de ilim kapılarını açarak alimlik mertebesine yükseltmesinde, meyhaneden çıkmayan bir sarhoşun hidâyete ererek Allah yolunda hayat sürmesinde Allah’ın ‘El-Rafi’ ismini görmek mümkün.

 

25) El-Muizz

El-Muiz: Dilediğine izzet ve kuvvet veren. İlimde yükselten anlamına gelir. el-Muızz: Allah'ın kullarını üstün kılıp onurlandırdığını, onlara şeref bahşettiğini ifade eder. İnsanları hidayetle onurlandırdığı  için Muızz adı da ancak O'na mahsustur.“Asıl üstünlük (izzet) Allah’ın, Peygamberinin ve mü’minlerindir.” (62/Münâfikun, 8)

 

İzzet en büyük bir hayırdır. Bütün hayırlar elinde olan Allah, izzetin de yegâne sahibidir. Kullar O’nun aziz etmesiyle bu şereften nasiplenirler. Kâmil insanlar arza halife kılınmalarından, Cennete namzet olmalarına kadar bütün izzet tecellilerinin Allah’tan olduğunu bilerek O’nun kudret ve azameti, rahmet ve ihsanı karşısında secdeye kapanırlar. Secde, nefsin zilleti en ileri seviyede tattığı, buna karşılık ruh ve kalbin izzet ve şeref kazandığı en üstün bir makamdır. Kulun Rabbine en yakın olduğu haldir; Allah’a yakınlık ise en büyük bir izzettir.

 

Allah, nefsine esir ve şeytana köle olmayı büyüklük sayanları müzill ismiyle alçaltır, hakir eder. Bir kul Allah’ın aziz kıldıklarına tâzim edip dost olmakla izzete kavuşur; zelil kıldıklarından uzak kalmakla da zilletten kurtulur.

    

İzzet sahibi olan Allah Teâlâ kendi sıfatından sadece Peygamberler ve mü’minlerin faydalanacağını görürüz. Allah’a iman et, izzetli ol!aksi halde hayvanlardan da aşağı duruma düşmek kaçınılmaz olur. İzzet sahibi her mü’minin gözünde kâfirler birer hiçtirler...

 

26) El-Müzill

el-Müzill: Herhangi bir konuda yetki  ve söz sahibi kişilerin bu durumlarını yitirmeleri ve itibarlarını tamamen kaybederek haysiyetsiz duruma düşmeleri Müzill isminin tecellisidir.
Bu isim asıl âhirette tecellî  edecektir. O gün zillet içinde bırakılanlar artık telâfîsi mümkün olmayan bir perişanlığa mahkûm olmuşlardır. Kâfirlerin, nankörlerin ve mücrimlerin seçtikleri yol budur. Kurtuluş  sadece iman ve teslimiyet ile mümkündür.

 

Muzill: Zillete düşüren, hor ve hakir eden. “Bundan böyle yeryüzünde (size tanınmış bir süre olarak) dört ay dolaşın. Ve bilin ki Allah'ı âciz bırakacak değilsiniz. Gerçekten Allah, inkâr edenleri hor ve aşağılık kılıcıdır.” (9/Tevbe, 2)

 

Hor ve hakir edilme, Allah'ın inkârcılara tattırdığı "dünya azâbı"nın bir parçasıdır. Tüm hayatlarını başkalarına gösteriş yapmak, onlardan takdir toplamak için sürdüren inkârcılar için 'hor ve aşağılık kılınma', son derece büyük bir azaptır. Allah Kuran'da dünyada verilen bu azâbın özelliğini şöyle bildirir: “Onlardan öncekiler de yalanladı; böylece azap onlara hiç şuurunda olmadıkları bir yerden gelip çattı. Artık Allah, onlara dünya hayatında 'horluğu ve aşağılanmayı' taddırdı. Eğer bilmiş olsalardı, âhiretin azâbı gerçekten daha büyüktür.” (39/Zümer, 25-26). İşte Allah, bu hor ve aşağılık kılıcı sıfatını mü’minlerin ve özellikle de elçinin eliyle gösterir. Bu gerçeğe, yani mü’minlerin inkârcılara Mûsâllat kılınmasına Kuran'da şöyle işaret edilmiştir: “... Allah, onları sizin ellerinizle azaplandırsın, hor ve aşağılık kılsın ve onlara karşı size zafer versin, mü'minler topluluğunun göğsünü şifâya kavuştursun. Ve kalplerindeki öfkeyi gidersin. Allah dilediğinin tevbesini kabul eder. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (9/Tevbe, 14-15)

 

Kuran'da bize bildirildiğine göre, Hz. Süleyman kendi iktidarında, inkârcılara korku salmış ve onları hor ve aşağılık kılma konusunda hiç tâviz vermemiştir. Hz. Süleyman inkârcı kavme yolladığı mesajda şöyle demişti: "Sen onlara dön, biz onlara öyle ordularla geliriz ki, onların karşı koymaları mümkün değil ve biz onları oradan horlanmış, aşağılanmış ve küçük düşürülmüşler olarak sürüp çıkarırız." (27/Neml, 37)

 

Öte yandan Allah pek çok âyetinde, âhirette inkârcılara alçaltıcı bir azap olduğunu haber verir. Bu, inkârcıların dünya hayatındaki kibir ve büyüklenmelerine karşılık Allah'ın takdir ettiği bir cezadır. Çünkü dünya hayatında inkârcının en büyük hedeflerinden biri, başka insanların kendisini takdir etmeleridir. Bu nedenle de hayatını Allah'ı övmekle değil, kendisine övgü toplamakla geçirmiştir. Allah da cehennemdeki azaplarını bunun üzerine kurmuştur. Cehennemde müstekbir inkârcı korkunç şekilde rezil olur, en büyük yıkımı ise insanların karşısında küçük düşüp aşağılanınca yaşar.

 

“İnkâr edenler ateşe sunulacakları gün, (onlara şöyle denir:) ‘Siz dünya hayatınızda bütün güzellikleriniz ve zevklerinizi tüketip yok ettiniz, onlarla yaşayıp zevk sürdünüz. İşte yeryüzünde haksız yere büyüklenmeniz (istikbârınız) ve fâsıklıkta bulunmanızdan dolayı, bugün alçaltıcı bir azap ile cezalandırılacaksınız.” (46/Ahkaf, 20)

 

Allah'ın cehennemde hazırladığı horlanma ve aşağılanma benzersizdir ve bin bir çeşidi vardır. Cehennemdeki bu aşağılanmanın inkârcıların ruhunda yarattığı küçülmüşlük, fiziklerine de yansır, yüzlerini bir zillet sarıp kaplar. “O gün, öyle yüzler vardır ki, zillet içinde aşağılanmıştır.” (88/Ğâşiye, 2) “Bunları bir zillet sarıp kaplar. Onları Allah'tan (kurtaracak) hiçbir koruyucu yok. Onların yüzleri, sanki bir karanlık gecenin parçalarına bürünmüş gibidir. İşte bunlar ateşin halkıdırlar; orada süresiz kalacaklardır.” (10/Yûnus, 27)

 

El-Muzil: Alçaltan, zillet veren demektir. Hele de İslâm’la şereflenip de inananları cennete götüren bu dini terk edenler üzerinde tecelli eden ‘El-Muzil’ isminin muhatabı olmaktan Allah’a sığınılmalı. Bu ismin tecelli ettiği insanları dünyanın her yerinde görmek mümkün.

 

 

27) Es-Semî’

Allah’ın her şeyi iştmesidir. Allah kulağa ihtiyaç duymadan herşeyi işitir. O’nun duymayacağı hiç bir ses, hiç bir fısıltı yoktur. İnsanların duyamadıkları, ama gerçekte var olan tüm sesleri duyar. 

 

İster gizlensin ister açıkça söylensin, gizliyi, fısıltıyı bile işiten anlamına gelen es-Semi' ismi âyet-i kerimelerde tek başına bulunmayıp 34/Sebe', 50; 44/Duhân, 6; 49/Hucurât, 1; 17/İsrâ, 1 âyetlerinde görüldüğü gibi daha çok Karîb, Basîr ve Alîm isimleriyle birlikte getirilmiştir.

 

Semi', bazen duâların kabulü mânâsına "Semiu'd-duâ’" (duâyı tam anlamıyla duyan, işiten) anlamına gelir. Meselâ; 14/İbrâhim, 39 ve 3/Âl-i İmrân, 38. âyetlerde Hz. İbrahim ve Hz. Zekeriyya peygamberlerin duâalarında gördüğümüz "duâları çok işiten, yani çok kabul eden" mânâsındaki "semiu'd-duâ’" bunu göstermektedir (Metin Yurdagür, Allah'ın sıfatları, İstanbul 1984, s. 86).

 

Semi', Cenâb-ı Allah'ın sıfat-ı subütiye veya sıfat-ı meani ve sıfat-ı zâtiyye de denen sıfatlarından biri olup, O'nun zâtının gereği, ezelden muttasıf olduğu ve O'ndan hiç ayrılmayacak olan sıfatlarındandır. Bu sıfat, ezelî ve ebedî olarak Allah ile kaim, nasslarla sabit, ancak O'nun ne aynı ne de gayrı diye kabul edilen hakiki sıfatlarından olup; selbi sıfatlar, yani, Allah'ta bir eksikliğin bulunmadığını ifade eden sıfatlar gibi O'nu noksanlıklardan tenzih eden itibâri bir mefhum değildir (İsmail Hakkı İzmirli, Yeni İlmi Kelam, II, İstanbul 1339-1343, s. 104, 111-112).

 

Semi' sıfatının ifade ettiği Cenâb-ı Allah'ın işitmesi, O'nun yarattıklarında olduğu gibi işitmek için bir organı, yani kulağı veya onun kısımlarından birini gerektirmez. Çünkü Allah bir cisim olmaktan münezzehtir. Allah'ın gizli-açık herşeyi işittiği, Kur'an-ı Kerim'in âyetleriyle sabit olduğu gibi; Hz. Peygamberin hadislerinde de ifade buyurulmuştur. Nitekim bir hadiste; "Kendinize hâkim ve sahip olun. Siz, sağır ve gâib olana değil; işiten, gören ve çok yakında olan Allah'a duâ ediyorsunuz" buyurulmuştur (Buhârî, el-Camiu's-Sahih, İstanbul 1315, VIII/168).

 

 

Allah Teâlâ'nın gizli-açık her şeyi işitmesini ifade eden semi' (işitme) sıfatı, mahiyeti ve işleyişi bakımından insanlık tecrübesinin dışında bulunur. Çünkü, Allah'ın zatını ve mahiyetini kavramak bakımından da biz insanların durumu aynıdır. Bu konuda kullara ve bir insanlara düşen görev, Kur'an-ı Kerim'de çeşitli münasebetlerle pek çok yerde zikredilmiş bulunan ve semi' kelimesiyle ifade edilmiş olan bir sıfatı olarak Allahu Teâlâ'nın her şeyi işittiğine inanmaktır. Bu sebeple, bu sıfat İslâm din bilginlerince Allah'a sübûtu zarûrî bulunmuş ve isbatı için akıldan delil getirmeye bile gerek görülmemiştir (Seyyid Şerif Cürcânî, Şerhul Mevâkıf, II, s. 359, Fahreddin er-Razî, Kelâma Giriş (el-Muhassal), Terc., Hüseyin Atay, Ankara 1978, s. 165).

 

 

Allah'ın semi' sıfatına sahip olduğu her ne kadar âyet ve hadislerle ispatlanıyor ve başka delile gerek duyulmuyorsa da, Kelam kitaplarında akıldan da deliller getirilmiştir. Nitekim, yarattıklarında bile işitmenin, işitmemeye göre bir kemal ve üstünlük taşıdığı bilinirken; en yüce kemal sahibi olan Allah Teâlâ için bu sıfatı kabul etmek gerektiği ortadadır. Başka yönden ilim bir kemâl sıfatıdır. İşitme ise ilmin şartı ve üstünlüğünü açıkça ortaya koyar (Necip Taylan, Şamil İslâm Ansiklopedisi, 5/387).

 

Semî’ işitme sıfatıdır. Allah işitme sıfatıyla muttasıftır. Allah her şeyi işitir, en gizli sesler, hareketler O’nun işitmesinden hariç kalamaz. O’nun işitip bilmesi, başkalarının işitip bilmesi gibi sınırlı değildir. Diğer varlıklar işitebilmek için kulak, sesi iletenhava ve sese ihtiyaç duydukları halde, Allah bunların hiçbirine ihtiyaç duymadan işitir. Bu gibi şeylere ihtiyaç duymak acizliktir, noksanlıktır. Allah ise noksanlıklardan uzaktır. Bu sıfat Kur’an’da genellikle “Basar” sıfatıyla birlikte zikredilmektedir. “Allah işitici ve görücüdür.” (22/Hacc, 75; 42/Şûrâ, 11; 4/Nisâ, 58; 17/İsrâ, 1) (Cengiz Yağcı, Şamil İslâm Ansiklopedisi: 1/118) 

 

“Yoksa onlar, gizlediklerini ve fısıltılarını işitmez miyiz sanırlar?...” (Zuhruf, 80). Es-Semî’: İşitmeye konu olan her şeyi hakkıyla işiten. Yine Allah Teâlâ’nın her şeyi işitmesi O’nun büyük, güçlü ve her şeyden haberdar olduğunu gösterir. En ufak bir fısıldaşmamızı da işittiğini bildirmesi hayatımızı, konuştuklarımızı ve dinlediklerimizi tekrar gözden geçirmemiz için büyük bir lütuf.

 

Düşünsene bir! Angarya konuşmalarımız, gereksiz kahkahalarımız dinleniyor! Ve yarın da dinlenecek... Allah’ın (c.c.) şu an da Si­bir­ya’daki bir vatandaşı görüp dinlemesinden ziyade bizleri dinlemesini bildirmesi bizler için büyük bir kopya...

 

28) El-Basîr

Allah'ın güzel isimlerinden biri. Her şeyi gören, çok iyi gören anlamına gelmektedir. Allah her şeyi, herkesin yaptığını görür. Onun görmesine hiçbir şey engel olamaz. Kâinatın herhangi bir noktasında hiçbir hâdise yoktur ki, Allah onu görmüş ve işitmiş olmasın. İbâdette ihlâs, kulun Allah'ı görmemesine rağmen, Allah'ın onu gördüğünü bilmesi ve onu görür gibi ibâdet etmesidir.

 

Allah, zâtı ile basîrdir. "O, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir. Herşeyden hakkıyla haberdardır." (6/En'âm, 18) âyetinde, "Habîr, Basîr" şeklinde ifade edilmiştir. Allahü Teâlâ gizli veya açık her şeyi görür, gece veya gündüz, küçük veya büyük... Her şeyi hakkıyla bilir. Hz. Peygamber bir hadisinde şöyle buyurur: "Kendinize hâkim olunuz. Siz, sağır ve gâib olan kimseye değil, işiten, gören ve çok yakında olan (Allah)'a duâ ediyorsunuz." (Buhârî, Tevhid 9; Müslim, Zikr 44-46)

 

 

 

Ebû Hüreyre, Hz. Peygamber'den rivâyet ettiği meşhur Cibril hadisinde, Cibril'in "İhsan nedir?" sorusuna Resulullah'ın şu cevabı verdiğini anlatır: "(İhsan), Allah'a sanki görüyormuş gibi ibâdet etmendir. Her ne kadar sen Allah'ı görmüyorsan da, şüphesiz O seni görür."

 

Allah, kalpteki fısıltıları, beyindeki oluşumları, fikirdeki gizlilikleri, kalplerdekini, zifiri karanlık bir gecede kapkaranlık taşın üzerinde yürüyen simsiyah bir karıncayı ve çıkardığı sesi görür, duyar, bilir (Şâmil İslâm Ansiklopedisi, 1/205).

 

“... Şüphesiz Allah ne yaptığınızı çok iyi görendir.” (2/Bakara, 110). El-Basir: Tüm her şeyi kusursuzca gören. İnsanları, hayvanları ve kâinatı ya-ratıp, rızıklandıran, onları Rahmetiyle koruyan, ne yaptıklarını bilen ve işiten Allah Teâlâ aynı zamanda görür de. 

 

 

Nerede olursan ol. İster kutuplarda, ister zindanda ister de kızgın çöllerde. Allah’ın her şeyi gördüğüne yakini olarak iman edip akıldan çıkarmamamız az hata yapmamızı sağlar.

 

29) EL-HAKEM

El-Hakem: Hüküm verme yetkisini elinde tutan, son hükmü verecek olan “O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır.” (7/A’râf, 87)

 

Hâkimiyetin kayıtsız ve şartsız Allah’ın olduğunu ve yarattığı her varlığa hükmettiğini, insanların nasıl rahat ve adâletli yaşayacağını bilen Allah, hükümlerini (indirdiği kitaplar ve gönderdiği peygamberlerle) beyan ederek insanların irâdelerine sunmuştur.

 

Hâkimiyet/egemenlik kayıtsız şartsız Allah’ındır. Hukm kelimesi, sözlük anlamı olarak yargı ve yargıda bulunmak anlamındadır. Kelime, bütün kökleriyle, taraflar arasında ister anlaşmazlık bulunsun, isterse bulunmasın, belirli bir konunun gerçek değerinin anlaşılması için, bu konuda yetkili kabul edilen bir makama başvurma mânâsını içermektedir. Kur’ân-ı Kerim’de de bu anlamda kullanıldığı görülmektedir. Hukm kelimesinin Türkçede “egemenlik” anlamında kullanılan “hâkimiyet” şeklindeki söylenişi ise, hüküm koyma, hüküm verme yetkisi, yüksek egemenlik anlamıyla Arapçada yenidir.

 

Çağdaş hukukçular, hâkimiyeti şöyle tarif ederler: “Belli bir ülke ve o ülkede oturan hakiki ve tüzel kişiler üzerinde kullanılan ve devlet kişiliğine bağlı olan, ondan ayrılmayan aslî en yüksek hukukî iktidar veya kudrettir.”  Kısaca, “aslî ve en yüksek kumanda ehliyet ve yetkisi” şeklinde tanımlanabilir. Mevdûdî, hâkimiyeti tanımlarken şunları söylemektedir: “Siyaset biliminde bu terim; en yüksek iktidar ve mutlak iktidar anlamında kullanılır. Herhangi bir kimse ya da topluluğun hâkimiyeti elinde tutmasından maksat şudur: Onun her hükmü kanun mâhiyetini taşır ve kanun olur. Böyle bir kimse ülkesinde yaşayan fertlerin üzerinde hüküm yürütür ve sınırsız tercih ve yetkilerin sahibi olur. Onun yetki ve tercihlerini kendi irâdesi altında hiçbir şey sınırlandıramaz ve kısamaz. Bireylere verilmiş bulunan herhangi bir hak varsa, bu hak da ancak onun tarafından verilmiş olur. Hâkimiyeti elinde bulundurması sebebiyle herhangi bir kanun kendisini bağlamadığı için böyle birisi tam mânâsıyla kadir-i mutlaktır.” (2) Mevdûdî’ye göre “bundan daha az kudret ve imkâna “hâkimiyet” denemez. Ancak böyle bir hâkimiyet, bugün artık farazî bir kavram haline gelmiştir. Alanı o kadar küçülmüştür ki, gerçek bir hâkimiyet veya siyaset biliminde kullanılan terim anlamıyla siyâsî hâkimiyet (politik egemenlik) dahi kalmamıştır. 

 

 

 

 

 

Her kavrama kendine has bir yorum getiren İslâm dini, hâkimiyet konusunda da İslâmî olan ve olmayan ayrımını gözetir. Kurân-ı Kerim, İslâmî ve câhilî olmak üzere iki tür hâkimiyet olduğunu kaydeder: “Yoksa onlar (İslâm öncesi) câhiliyye hükmünü (idaresini) mü istiyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, hükmü, hükümranlığı Allah’tan daha güzel kim vardır?” (5/Mâide, 50) Başka âyet-i kerimelerde, Allah’ın hükümleri dışında kalan hükümlerin “hevâ, tâğut, dalâlet, şer vb. hükümleri” diye adlandırılmaları İslâmî olmayan hükümler arasında mâhiyet farkından kaynaklanmamakta; aksine İslâmî olmayan hükümlerin câhilî olmanın yanında, diğer olumsuz nitelikleri de kaçınılmaz olarak taşıdıklarını ortaya koymaktadır. Bu âyette geçen “hüküm” kelimesi, yalnızca siyasal anlam taşımakla kalmamakta, her türlü “yargı”yı da kapsamaktadır. Böylece, İslâm’a göre yapılanmış ve her türlü değer yargısı İslâm’a göre şekillenmiş olan toplumun hükmü İslâmî; böyle olmayan toplumun hükmü ise câhilî hükümdür.

 

İslâmî anlamıyla hâkimiyetin dışında kalan her türlü hâkimiyet ve İslâm’ın değer yargıları dışında kalan her çeşit değerlendirmeye ad olan “câhilî hâkimiyet”in mâhiyeti hakkında İbn Kesir, sözkonusu âyet ile ilgili olarak şöyle der: “Cenâb-ı Allah, (bu âyette) her türlü hayrı kapsayan ve her çeşit şerden uzak tutan Allah’ın sapasağlam hükmünü bırakıp onun dışında kalan ve şahıslar tarafından Allah’ın şeriatine dayanmaksızın konulmuş görüş, hevâ ve ıstılahlara yönelen kimselerin bu davranışını reddetmektedir. Nitekim câhiliyye dönemi insanları da böyle yapıyor, kendi görüş ve hevâlarından ortaya attıkları dalâlet ve cehâletlerle hüküm veriyorlardı. Moğolların da yaptıkları bu idi. Onlar kendilerine yasak (yasa) koyan kralları Cengiz Han’ın hükümlerine göre yönetiliyorlardı. Bu yasağ(y)ı Cengiz, yahûdi ve hıristiyan şeriatlerinden, İslâm dininden ve başka dinlerden yararlanarak meydana getirmişti. Orada sırf kendi görüşü olan ve hevâsından kaynaklanan hükümler de vardı. İşte onun bu yasağı (yasası), soyundan gelenler arasında uyulan bir şeriat olmuştu. Onlar Allah’ın Kitabı ve Rasûlünün sünneti ile hükmetmeyi bir kenara bırakıp “yasak” ile hükmediyorlardı. Her kim böyle yaparsa o kâfirdir; Allah’ın ve Rasûlünün hükmüne geri dönüş az ya da çok hiçbir konuda onların dışında hiçbir şeyle hükmetmemek çizgisine gelinceye kadar onunla savaşmak farzdır.” (3)     

 

Görüldüğü gibi, burada İbn Kesîr, İslâmî ve câhilî hükmün mâhiyetini açıklamış; kendi döneminde câhiliyye hâkimiyetine örnek olmak üzere de Cengiz Han yasalarını göstermiş; Allah’ın hükümlerini bırakıp câhilî hükümlere, hevâlara yönelenlere karşı takınılacak tavrı da gayet açık bir şekilde belirlemiştir. Bundan şunu anlıyoruz: Hâkimiyet konusu teorik olup pratik ve hukukî birtakım sonuçları olmayan yorumdan ibaret değildir. Bu konu, doğrudan doğruya Allah’ın hükümlerine iman ve bu hükümlere aykırı hiçbir hükmü kabul etmemek şeklinde uygulama ile, böylesini kabul etmeyenlere karşı hukukî birtakım uygulamaları beraberinde getiren bir anlayıştır.

 

İslâm’a göre hâkimiyet ve sınırlandırılamaz egemenlik yalnızca Allah’ındır. Bu konuda bütün gerçek müslümanlar arasında tam bir fikir birliği vardır. Hüküm koymak Allah'a has bir yetkidir. Başkalarının bu konuda herhangi bir ortaklığı yoktur. Hiçbir kimsenin Allah ile birlikte hüküm koyması sözkonusu değildir. O, hükmüne hiçbir kimseyi asla ortak etmez (18/Kehf, 26). İslâm’da gerçeğin ölçüsü ve yegâne hak, Allah’ın Kitabı ve Rasûlü’nün sünneti olduğundan, herkesin bu hükümleri kabul etmesi gerekir. Kim kendiliğinden birtakım sözler ortaya koyar ve kendi anlayışına göre bazı kurallar ortaya atarsa ve bunu kendi anlayışı, hatta dini yorumlayışı sonucunda ileri sürerse, bu söylenenler Rasûlün getirdiklerine arz olununcaya kadar ümmetin ona uyması ve anlaşmazlıklarında onun hükmüne başvurması gerekmez. Eğer Rasûlün getirdikleri ile çatışmaz ve uygun düşerse, doğrulukları belgelenirse ancak o zaman kabul edilir; fakat Rasûl’ün getirdiklerine aykırı olursa o zaman bunların reddedilmesi gerekir (İbn Kayyım el-Cevziyye, Zâdu’l-Meâd, 1/38). Çünkü Yüce Rabbimiz mü’minlerin geçerli bir imana sahip olmaları için aralarındaki anlaşmazlıklarda Rasûl’ün hükmüne başvurmayı şart koşmakla kalmamış; içlerinde herhangi bir sıkıntı duymaksızın ve tam bir teslimiyetle, verdiği hükme teslim olmayı öngörmüş bulunuyor (4/Nisâ, 65).

 

Kısacası, Allah ve Rasûlü herhangi bir konuda hüküm vermiş ise, hiçbir mü’minin o konuda istediklerini tercih etme yetkisi yoktur (33/Ahzâb, 36). “Allah’ın, Rasûlü Muhammed’e indirdiğinden başkası ile hüküm vermek helâl değildir; çünkü hak yalnız odur. Onun dışında kalan bütün hükümler ise zulüm ve haksızlıktır. Bu zulüm ve haksızlıkla hükmetmek helâl değildir. Herhangi bir hâkim (yönetici veya kadı), bu helâl olmayan hükümle hükmedecek olursa verdiği bu hüküm ebediyyen geçersiz kılınır, onunla amel edilmez” diyen İbn Hazm (el-Muhallâ, 9/362), buna delil olarak da Kur’ân-ı Kerim’deki: “Ve onlar arasında Allah’ın indirdiğiyle hükmet...” (5/Mâide, 49) âyetini göstermiştir. 

 

Yüce Rabbimizin hâkimiyetinin boyutlarını ya da İslâm’ın hâkimiyet yorumunu daha iyi anlayabilmek; diğer taraftan Allah’ın beşer üzerindeki hâkimiyetinin gerekçelerini kavrayabilmek için “Allah’ın hâkimiyeti”nin çeşitli yönlerine dikkat çekmek gerekir.

 

a- Allah’ın Kevnî Hâkimiyeti: Allah, bu kâinatın biricik yaratıcısıdır. Gördüğümüz, göremediğimiz; bildiğimiz, bilemediğimiz her şeyi yaratan, mutlak yaratıcı O’dur. O’ndan başka yaratan yoktur. O aynı zamanda yarattıklarının Müdebbir’i, Rabbi ve Mâlikidir. Kâinatın kanunlarına, varlık âlemindeki bu düzenin işleyişine O’ndan başka hiçbir kimse müdâhalede bulunamaz; O’nun irâdesine aykırı hiçbir şey gerçekleştirilemez: “De ki: Düşündünüz mü hiç; eğer Allah, üzerinize geceyi tâ kıyâmet gününe kadar aralıksız sürdürse Allah’tan başka size ışık getirecek bir başka ilâh var mıdır? Hâlâ işitmeyecek misiniz? De ki: Düşündünüz mü hiç, eğer Allah gündüzü üzerinizde kıyâmet gününe kadar aralıksız devam ettirse, içinde dinleneceğiniz geceyi Allah’tan başka getirecek bir başka ilâh var mıdır? (28/Kasas, 71-72)

 

b- Uhrevî Hâkimiyet: Bütün olay, nimet ve cezalarıyla âhiret hayatı da Allah’ın mutlak hâkimiyeti içerisindedir. Kur’ân-ı Kerim, Yüce Allah’ın âhirette tecellî edecek olan mutlak hâkimiyetine dair sayılamayacak kadar çok buyruk ihtivâ eder. “Kâfir olanlar, kendilerine kıyâmet gelip çatıncaya, yahut kısır bir günün azabı gelinceye kadar o Kur’an’dan şüphe içindedirler. O gün mülk Allah’ındır; onlar arasında O hüküm verir...” (22/Hacc, 55-56) “O günde onlar (kabirlerinden) çıkacaklardır. Onların hiçbir şeyi Allah'a gizli kalmaz. ‘Bu gün mülk (hâkimiyet ve her şeyin mutlak sahipliği) kimindir?’ (diye sorar.) Kahhâr ve tek olan Allah’ındır. Bugün herkese kazandığı ile karşılık verilecektir. Zulüm yoktur. Bugün Allah hesabı çarçabuk görendir.” (40/Mü’min, 16-17)

 

c- Genel Olarak Değer Yargılarında Hâkimiyet: Bilindiği gibi eşya ve olaylar hakkında belirli birtakım değerlendirmeler yapmak ve onlara karşı bu değerlendirmelere göre tavır takınmak, istemek, ya da uzak durmak ve arzulamamak sözkonusudur. Bu her zaman, her toplum ve kişide görülegelmiştir. Kısacası insan, hayrı ister ve arzular, şerden ve kötülükten de uzak kalmaya çalışır. Bu tavır ise, onun sahip olduğu ya da benimsediği değer yargılarının bir sonucudur. Kur’ân-ı Kerim; bir bakıma baştan sona bazı değer yargıları, bu yargılara karşı takınılan tavırlar ve bu tavırların sonuçlarına dair açıklamaların yer aldığı ilâhî mesajdır.

 

Değer yargılarını belirleme ve koyma yetkisinin mutlak olarak Yüce Rabbimize ait olduğunu vurgulayan bazı buyruklara işaret edelim: Haram-helâl kılma yetkisi yalnız Allah’ındır: “De ki: Allah’ın kulları için yarattığı süsü ve güzel rızkı kim haram kıldı?” (7/A’râf, 32) “Ey iman edenler, Allah’ın size helâl kıldığı hoş ve temiz şeyleri kendinize haram kılmayın ve haddi aşmayın, çünkü Allah haddi aşanları sevmez.” (5/Mâide, 87) Câhilî düzenlerde zamanla oluşan ve Allah’ın emir ve hükümlerine aykırı câhilî değer yargıları reddedilmiştir. (Bkz. 5/Mâide, 103). İslâm’dan önce çeşitli helâl ve haramlara dair birtakım değer yargılarından etraflı bir şekilde söz eden buyruklardan (6/En’âm, 136-149) sonra, Yüce Allah, Peygamberine bu uydurma değer yargılarını Allah'a atfeden kimselere şöyle seslenmesini emretmektedir: “De ki: ‘Allah şunu haram kıldı’ diye şâhitlik edecek şâhitlerinizi getirin. Eğer şâhitlik ederlerse sen onlarla şâhitlik etme...” (6/En’âm, 150). Bundan sonraki âyette de Yüce Allah, bütün bu konulardaki hükümlerini oldukça özlü bir şekilde açıklamaktadır.

 

d- Kanunî (Hukukî) Hâkimiyet: Cenâb-ı Allah şu âyet-i kerimede ve benzerlerinde bütün kapsamı ve boyutlarıyla hâkimiyetin yalnızca kendisinin olduğunu dile getirmektedir: “Hüküm yalnız Allah’ındır. O, kendisinden başkasına ibâdet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur.” (12/Yûsuf, 40). Burada “hüküm” kapsamına kanunî ya da hukukî, şer’î hâkimiyetin girdiği şüphesizdir. Diğer taraftan Allah’ın hâkimiyetini kabul etmek ve dosdoğru din üzere bulunmak arasındaki ilişki de kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Nitekim başka âyet-i kerimelerde Allah’ın izin vermediği yasamalarda bulunmanın şirk ve bu şekilde yasama yapanların bu yetkilerini kabul edip karşı çıkmamanın da onları Allah'a ortak kabul etmek olarak vurgulandığını görmekteyiz (42/Şûrâ, 21).

 

Aralarında hüküm vermek üzere Allah'a ve Rasûlüne çağrıldıklarında, münâfıklar bundan yüz çevirdikleri halde, mü’minlerin tavrı, dinleyip itaat etmekten ibarettir (24/Nûr, 48-52). Kitab, yani Kur’ân-ı Kerim, Hz. Peygamber’e insanlar arasında hak ile hükmetsin diye indirilmiştir (4/Nisâ, 105). Allah'a ve Rasûlüne iman etmek iddiası ile birlikte tâğutun hükmünü isteyenlerin iman iddiaları geçersizdir. Tâğut ve tâğutun hükmü; “Allah’ın karşısına dikilen, ayaklanan, O’nun emirlerine zıt yeni hükümler icat eden her varlık, Allah’tan başka itaat edilmesi istenen her şey, kendisine ister bilerek ve isteyerek uyulsun; isterse zorla, tehditle boyun eğdirilsin, her iki halde de itaat edilen konumuna girmektedir. Bu nesnenin insan olmasının, şeytan olmasının, put olmasının, yahut da bunlardan başka herhangi bir şey olmasının önemi yoktur.” (Taberî, Câmiu’l-Beyan, 3/13). Allah'a iman ile tâğutun hükmüne başvurmak bir arada bulunamaz. Bu gibi kimselerin bu tavırları münâfıklıklarının tescilidir. Onlar Allah’ın ve Rasûlünün hükmüne yanaşmazlar (4/Nisâ, 60-61).

 

Kısacası, anlaşmazlık konuları Allah’ın ve Rasûlünün hükümlerine, bu hükümlerin çerçevesine havâle edilmedikçe ve bu hükümlere râzı olunup tam bir teslimiyetle uyulmadıkça, imanın varlığından söz edilemez (4/Nisâ, 65). Hz. Peygamber’in hüküm verme yetkisi ve ülü’l-emr ile müctehidlerin çıkardıkları Allah’ın hükümleri çerçevesi içerisindeki ilmî ictihadlarının; esasen Allah tarafından tanınmış ve sınırları tayin edilmiş olduğundan, bağımsız bir teşrî (kanun koyma) olarak kabul edilemeyeceğini ve Allah ile birlikte ve O’nun hükmüne eş değerde hüküm koymak yetkisine sahip olmadıklarını ayrıca belirtmeye gerek yoktur. Onların bu yetkileri, sınırları ile birlikte yine Allah tarafından tâyin ve tesbit edildiğinden, O’nun kanunî hâkimiyeti yine mutlaktır ve ortaksızdır.

 

e- Siyâsal Hâkimiyet: Kanunî hâkimiyete siyasal alanda yürürlük kazandırmak ve onun geçerliliğini sağlamak olarak tarif edebileceğimiz “siyasal hâkimiyet”i elinde bulunduran makama İslâm’da “hilâfet” denilmektedir. Şânı yüce Allah, ilk insan -ve dolayısıyla onun soyundan gelecek olanları da- yeryüzünde halife olarak yaratmıştır (2/Bakara, 30; 35/Fâtır, 39). Halifelik, başkasının yerine, onun adına görev yapmak veya tasarruflarda bulunmak demektir. Halife ise, başkası tarafından kendi adına iş görmek üzere görevlendirilen kişiye denir. İşte bu mânâda bütün insanlar Allah’ın tâyin ettiği yeryüzünün halifeleridir. Allah’ın hükümlerinin uygulanmasının ise belirli bir yapılanmayı gerektireceği açıktır. İşte bu yolla Yüce Allah’ın hükümleri yürürlük kazanır ve siyasal hâkimiyeti uygulama alanı bulur.

 

Allah Teâlâ son hükmünü âhirette verecektir. Bu dünyada Allah’ı hakem kabul edenler cennet ile mükafatlanırken, Allah’ın hakimiyetini kabul etmeyenler de şeytanları ile beraber yanacaklardır.

 

 

 

30) EL-ADL

El-Adl: Bütün icraatları hak ve adâlet üzere olan: “Biz kıyâmet günüde adâlet terazilerini kuracağız. O gün kimseye hiçbir şekilde haksızlık edilmez. Yapılan iş hardal tanesi kadar bile olsa, onu adâlet terazisine getiririz. Hesap gören olarak Biz herkese yeteriz.” (21/Enbiyâ, 47)

 

Rahmeti gereği güneşiyle kâüfirleri bile ısıtmasıyla; Allah (c.c.) âdildir. Kâfirlerin hakkına tecavüz eden bir Müslümanı bile hesaba çekmesiyle; Allah (c.c.) âdildirr. Peygamber evlâdını bile hesaba çekecek olmasıyla; Allah (c.c.) âdildirr. İlk kul’u Adem (a.s.)’ın katil oğlunu bağışlamamasıyla Allah âdildirr.

 

Yarattığı ateşin (bu dünya için) hem müslüman hem de kendi düşmanı kâfire aynı acıyı vermesiyle Allah (c.c.) âdildirr. Daha rahat daha güvenli ve daha huzurlu yaşayabilmemiz için hazırladığı kanunların kendi peygamberlerini de bağlaması açısından yüceler yücesi Allah (c.c.) âdildirr.

 

Yaptığımız en ufak bir amelin bile karşılığını verecek olması, vaad ettiği cennet ve cehennemi doldurması O’nun adâletinin son tecellisidir. Allah Teâlâ’nın adil olması Müslümanları çok rahatlatır. Hele de zâlimlerin zulmüne uğramışsa; ‘Zâlimler için yaşasın cehennem!’ diyerek Allah’ın adâleti haykırılmış olur.

 

El-Adl: Bütün icraatları hak ve adâlet üzere olan. “Biz kıyâmet günüde adâlet terazilerini kuracağız. O gün kimseye hiçbir şekilde haksızlık edilmez. Yapılan iş hardal tanesi kadar bile olsa, onu adâlet terazisine getiririz. Hesap gören olarak biz herkese yeteriz.” (21/Enbiyâ, 47)

 

Rahmeti gereği güneşiyle kâfirleri bile ısıtmasıyla; Allah (c.c.) âdildir. Kâfirlerin hakkına tecâvüz eden bir Müslümanı bile hesaba çekmesiyle; Allah (c.c.) âdildir. Peygamber evlâdını bile hesaba çekecek olmasıyla; Allah (c.c.) âdildir. İlk kul’u Adem (a.s.)’ın katil oğlunu bağışlamamasıyla Allah âdildir.

 

Yarattığı ateşin (bu dünya için) hem müslüman hem de kendi düşmanı kâfire aynı acıyı vermesiyle Allah (c.c.) âdildir. Daha rahat daha güvenli ve daha huzurlu yaşayabilmemiz için hazırladığı kanunların kendi peygamberlerini de bağlaması açısından yüceler yücesi Allah (c.c.) âdildir.

 

Yaptığımız en ufak bir amelin bile karşılığını verecek olması, vaad ettiği cennet ve cehennemi doldurması O’nun adâletinin son tecellisidir. Allah Teâlâ’nın âdil olması Müslümanları çok rahatlatır. Hele de zâlimlerin zulmüne uğramışsa; ‘Zâlimler için yaşasın cehennem!’ diyerek Allah’ın adâleti haykırılmış olur.

 

31) El-Latîf

Allah'ın güzel adlarından (Esmâu'l Hüsnâ) birisi, kelime olarak latif, ince hoş, saydam, güzel, yumuşak, gizli, derin, lütufkâr gibi anlamları dile getirir. Müfessirlere göre Kur'an'da geçen latif kelimesi birçok anlamları ihtiva eder. Kelime lütuftan gelen abartmalı bir isim olabileceği gibi, letâfetten gelen bir benzetme sıfatı olarak da anlaşılabilir. Birinci durumda lâtif, son derecede lütufkâr demektir. Lütûf, büyük bir incelik, hoşluk ve uygunlukla amaca ulaştırma, istenileni vermedir. İkinci durumda lâtif, cisimlere özgü kesafetten uzak olmayı belirtir.

 

İkinci anlamında letâfetin, karşıtı olan kesâfetin derecesine göre değişen çeşitli mertebeleri vardır. Hava ya da ışık gibi bazı cisimlerde letâfet niteliğinden sözedilmesi, onlardaki nisbî letâfet nedeniyledir. Onun bunlarda az veya çok maddi ya da cismanî bir kesâfet vardır. Kesâfetin hiç bulunmadığı bir letâfetten ancak ruh-melek gibi anlaşılır varlıklarda sözedilebilir. Böyle lâtif varlıklara maddeden bütünüyle soyutlanmış varlıklar anlamında mücerredatın ise en üstünüdür.

 

Kelimenin tüm anlam ve çağrışımları Allah'ın adı Lâtif in kapsamı içinde yer alabilir. Bununla birlikte müfessirler, Lâtif adına başlıca iki yorum getirmişlerdir. Birinci yoruma göre Lâtif, en ince en gizli işleri bütün incelikleri ile ve kolaylıkla bilen demektir. Bu anlamıyla lâtif, Allah'ın ilminin kuşatıcılığını belirtir. İkinci yoruma göre lâtif, nasıl yapıldığı gizli olan en lâtif şeyleri yapan ve varlıkların ihtiyaç duyduklarını lütfuyla veren anlamını dile getirir. Bu anlam da Allah'ın tekvin (yaratma) sıfatıyla ilgilidir.

 

Kur'an'da birçok kez geçen lâtif, tüm anlamlarını çağrıştıracak biçimde kullanıldığı gibi zaman zaman belli bir anlamı öne çıkaracak biçimde de kullanılır. Sözgelimi: "Yaratan bilmez olur mu? O Lâtif'tir, Habir'dir" (67/Mülk, 14) âyetinde lâtif kelimesinin herşeyi bütün inceliği ile bilen anlamı öne çıkar. "Gözler O'nu göremez, O bütün gözleri görür. O Lâtif'dir, Habir'dir" (6/En'âm, 103) âyetinde Lâtif, Allah'ın kesifin karşıtı anlamında duyularla algılanamayan varlık oluşunu belirtir. "Allah kullarına Lâtif'tir. Dilediğini rızıklandırır" (42/Şûrâ, 19) âyetinde ise Allah'ın kullarına insanın düşünemeyeceği kadar lütuflarda bulunduğunu, son derece lütufkâr olduğunu ifade eder.

 

Çağrıştırdığı anlamları ve Allah'ın sıfatlan ile ilgisi bakımından Lâtif adı bazı olguların aydınlanmasına da imkan vermektedir. Herşeyden önce yaratma, kesif olan maddenin bir fiili, niteliği olamaz; ancak lâtif olan bir güç yaratma niteliğine sahip olabilir. Yaratma, ilimsiz kör bir gücün de işi olamaz; bu tam anlamıyla bilen Lâtif bir kudretin fiilidir. Bu nedenle yaratıcı, yarattıkları ya da yaratacakları ile ilgili herşeyi bilir; yükümlülerin gizli-açık, iyi-kötü her türlü söz, durum ve davranışlarından haberdardır ve bu bilgisine göre lütuf ya da ceza biçiminde karşılığını verir (Şâmil İslâm Ansiklopedisi, 4/19).

 

32) El-Habîr

 

El-Habir: Her şeyin iç yüzünden, gizli taraflarından haberdar olan. “Ey iman edenler, Allah’tan korkun. Herkes yarın için neyi takdim ettiğine baksın. Allah’tan korkun. Hiç şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (59/Haşr, 18)

 

İnsan zaman ve mekânla sınırlı bir varlıktır. Başka bir kişi tarafından aktarılmadıkça ancak kendi bulunduğu yerde, zamanda gelişen olaylardan haberdar olabilir. Bulunduğu zaman ve mekânın dışına çıkarak olayları değerlendirmesi asla mümkün değildir. Bu da insanın en büyük acizliklerinden biridir.

 

Oysa insanı yaratan Allah, zaman ve mekânın da yaratıcısıdır; dolayısıyla bu kavramlara bağımlı değildir. Zamandan ve mekândan münezzeh olan Allah doğal olarak zamanın ve mekânın kapsadığı yani kâinatta gerçekleşen her olaydan da haberdardır. Öyle ki içinde yaşadığımız Samanyolu galaksisinden milyonlarca ışık yılı uzaklıkta bulunan bir galakside kaç yıldız bulunduğunu, hangi gökcisminin hangi yörüngeyi takip ettiğini de bilir, içinde yaşadığımız dünyada toprağın altında yerin üzerine çıkmaya çalışan filizlenmiş bir tohumun bilgisini de... Ayrıca Allah şu ana kadar yaşamış olan, şu an yaşayan ve bundan sonra yaşayacak olan tüm insanların da hayatlarının her saniyesinin bilgisine sahiptir. Kimin ne zaman, nerede doğduğu ve öldüğü, yaşamı süresince neler yaptığı, hangi amaçlar uğruna çaba harcadığı, hatta ne zaman güldüğü, ne zaman ağladığı gibi tüm detaylar O'nun bilgisi dahilindedir. Çünkü O tümünün Yaratıcısıdır. Üstelik bu insanların her an yaptıkları işlerin yanında, kalplerinden geçirdikleri tüm bilgiler de Allah'tan gizli kalmaz. Allah insanların içlerinden geçirdikleri, niyet edip uygulamadıkları, gizlice tasarladıkları herşeyden haberdardır.

 

“Allah'ın, bol ihsanından kendilerine verdiği şeylerde cimrilik edenler, bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Hayır; bu, onlar için şerdir; kıyâmet günü, cimrilik ettikleriyle tasmalandırılacaklardır. Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır. Allah yaptıklarınızdan haberi olandır.” (3/Âl-i İmran, 180)

 

“Gözler O'nu idrak edemez; O ise bütün gözleri idrak eder. O, latif olandır, haberdar olandır.” (6/En’âm, 103)

 

“Sen, asla ölmeyen ve daima diri olan (Allah)a tevekkül et ve O'nu hamd ile tesbih et. Kullarının günahlarından O'nun haberdar olması yeter.” (25/Furkan, 58)

 

“Kıyâmet saatinin bilgisi, şüphesiz Allah'ın katındadır. Yağmuru yağdırır; rahimlerde olanı bilir. Hiç kimse, yarın ne kazanacağını bilmez. Hiç kimse de, hangi yerde öleceğini bilmez. Hiç şüphesiz Allah bilendir, haberdardır.” (31/Lokman, 34)

 

Yaratılan her şey Allah’ın kontrolü dahilinde hareket ederler. Hiçbir şey O’ndan gizli değildir. Yine hiçbir varlık O’ndan sır saklayamaz. Yer altında olup bitenleri bildiği gibi yeryüzünün neresine ne kadar yağmur yağdığını da bilir.

 

Allah’ın ‘El-Habir’ sıfatını idrak etmiş bir kul, kalbinde en ufak bir kötü düşünceye yer vermez. Çünkü bilir ki Allah ondan da haberdardır.

 

 

33) El-Halîm

Yüce Allah'ın güzel isimlerinden biri. "İnsanın kendisini veya yaratılışında mevcud olan öfke ve kızgınlığı kontrol altına alması ve öfke anında, nefse hâkim olup aşırı gitmemesi" manalarına gelen "hilim" kelimesinden türemiştir.

 

Sıfat olan "Halîm" kelimesi, Kur'an-ı Kerim'de hem Allah Tealâ hakkında, hem de bazı peygamberler hakkında kullanılmıştır. Meselâ Allah Tealâ'nın sıfatı olarak bu kelimenin geçtiği iki âyet şöyledir: "Güzel bir söz (söylemek) ve affetmek, peşinden eziyet gelen sadakadan iyidir. Allah herşeyden müstağnî ve halîmdir (ceza vermekte acele etmez)" (2/Bakara, 263). "Yedi gök, arz ve bunların içinde bulunanlar, O'nu tesbih ederler. O'nu (Allah'ı) övgü ile (hamd ile) tesbih etmeyen hiç bir şey yoktur. Ama siz onların tesbihlerini anlamazsınız. O halîmdir, çok bağışlayıcıdır." (17/İsrâ, 44)

 

Bunun gibi diğer âyet-i kerimelerde Yüce Allah bazı konuları açıklayıp, kullarını inzar ettikten sonra, onların her türlü işlerine vakıf olduğunu, kalplerinden geçenleri bile bildiği halde (33/Ahzâb, 51), kullarına olan bağış ve merhameti sebebiyle onları hemen cezalandırmadığını, tevbe etmeleri için fırsat vererek kıyâmete kadar mühlet verdiğine işaretle kendisinin halim olduğunu hatırlatmaktadır.

 

İşte bu âyetlerden de anlaşıldığı gibi, "Halîm" sıfatı Allah Tealâ, hakkında kullanıldığında "isyanlarına rağmen, âsileri, cezalandırmada aceleci olmayan, gazabı kendisine galip gelmediği gibi, sapıkların düşüncesizlikleri ve âsilerin isyanları kendisini öfkelendirmeyen, teennî ve af sahibi" manalarına gelmektedir. Öbür taraftan halîm sıfatı Kur'anı Kerim'de sadece bazı peygamberler hakkında kullanılmakta; diğer insanlar için mevzu bahs edilmemektedir. Meselâ Şuayb (a.s.)'a kavmi şöyle seslenmektedir: "Ey Şuayb, dediler, senin namazın mı sana, babalarımızın tapdığı şeylerden, yahut mallarımız üzerinde dilediğimizi yapmaktan vaz geçmemizi emrediyor? Çünkü sen halîm (yumuşak huylu) akıllı birisin" (11/Hûd, 87).

 

Yine Kur'ân Hz. İbrahim'i de "içli ve halîm" olarak vasıflandırırken (11/Hûd, 75) onun, Allah'dan bir çocuk vermesini isteyip, duâ ederek "Rabbim, bana iyilerden (bir çocuk) lutfet!" dediği; bunun üzerine duâsının kabul edilerek ona Allah tarafından kendisi gibi halîm olan bir erkek çocuk ihsan edildiği anlatılmaktadır (37/Sâffât, 100-101; Talat Sakallı, Şamil İslâm Ansiklopedisi: 2/312).

 

“Eğer Allah insanları zulümleri yüzünden cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat onları taktir edilen bir müddete kadar erteliyor. Ecelleri geldiği zaman onlar ne bir saat geri kalabilir ne de öne geçebilirler.” (16/Nahl, 61)

 

El-Halim: Cezalandırmaya gücü yettiği halde, hemen ceza vermeyen, kullarının isyanlarına karşı hemen öfkeye kapılmayan. Her şeye gücü yeten Allah’ın büyük bir sabrının da olduğunu ‘El-Halim’ isminde görebiliriz.

 

Allah Teâlâ insanları hem rahmeti ile kuşatıp rızıklandıracak, koruyacak ve cennete girmeleri için Kur’an Peygamber ve davetçiler gönderecek; tüm bunlara rağmen kendisine düşman olup dinine savaş açan insanların isyanına hemen cevap vermeyecek ... Vallahi bu sabrı Allah’tan (c.c.) başkası gösteremez!

 

34) EL-AZÎM

 

el-Azîm; Yüce Allah'ın isimlerinden biridir. Pek azametli, büyük anlamına gelir. Azamet, büyüklük demektir. Hakiki büyüklük Allah'a mahsustur. Allah hiç bir şeye muhtaç değildir ve yarattığı her şeyde O'nun büyüklüğünü görmek mümkündür. Göklerde ve yerde olanlar O'nundur. O, yücedir, büyüktür. (42/Şûrâ, 4). Allah'ın azametini tefekkür eden insan; O'nun büyüklüğü karşısında gafletten kurtulur, imanı kuvvetlenir; acz, fakr ve kusurlarını anlar, Kur'anı Kerîm'de Allah'u Teâlâ, kudret-i Rabbâniyenin mucizatını göstererek, insanların bunları düşünerek ibret almalarını beyan buyurur. Alemin düzenliliğini, yaratılış gayesini, verilen nimet ve güzellikleri, dünyanın geçiciliğini, süt veren hayvanlardaki icazı, gece ve gündüzün dönüşümünü düşünen insan, Allah'u Teâlâ'nın sonsuz ihsanlarıyla kullarını nasıl donattığı karşısında O'nun büyüklüğünü idrak eder.

 

Allah'ın büyüklüğü ve azameti kuşkusuz bir insanın kavrama sınırının çok üstündedir. Fakat insan yine de kendi aklının sınırları dahilinde Allah'ın ne kadar güçlü ve kudretli olduğunu biraz olsun görebilir, anlayabilir. Zira tüm kâinat Allah'ın büyüklüğünü gösteren sayısız örnekle doludur. İnsanın yalnızca içinde yaşadığı dünyayı biraz incelemesi dahi, herşeyi yaratan Allah'ın azametini hissettirecektir.

 

Tonlarca ağırlıkta bulutları taşıyan gökyüzü, binlerce metre yükseğe uzanan dağlar, içlerinde milyonlarca çeşit canlının bulunduğu denizler, çakan şimşek ve onun ardından gelen gökgürültüsü ve O'na boyun eğmiş milyarlarca canlı... Bunlar ve burada sayılamayan sayısız detay Allah'ın büyüklüğünün açık delilleridir.

 

Bir de dünyanın biraz dışına çıkıp düşünelim. Şöyle bir örnek, kâinatı yaratan sonsuz azamet sahibini biraz daha derin kavramamıza yardımcı olacaktır: Evren adını verdiğimiz sınırsız bir mekân içinde yaşıyoruz. Bugün bilim adamlarının ulaşabildikleri bilgi seviyesine göre bu evren, içinde milyarlarca galaksiyi barındırıyor. Peki bu galaksilerin içinde neler var? Yine bilimin bize bildirdiği, her galaksi içinde milyarlarca yıldız bulunduğu. Biz de içinde milyarlarca yıldız içeren milyarlarca galaksiden birinin içinde, Dünya ismi verilen ve saatte 1670 km. hızla hiç durmadan dönen bir gezegen üzerinde yaşıyoruz. Ve kuşkusuz bu rakamlarla düşünüldüğünde, kâinat içindeki varlığımız, bir toz zerreciğinin dünya içindeki varlığı ile dahi kıyaslanamayacak derecede küçüktür.

 

İşte insan, bir iki dakika düşündüğünde dahi kendisini hayrete düşüren bir kâinata hakim olan, azamet sahibi bir Yaratıcı'ya kulluk etmeye davet edildiğini farkedebilir. Tüm kâinatı yaratan, milyarlarca yıldızı barındıran, milyarlarca galaksinin tümünü kontrolü altında tutan büyük bir gücün sahibine...

 

“Allah... O'ndan başka ilâh yoktur. Diridir, kaimdir. O'nu uyuklama ve uyku tutmaz. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. İzni olmaksızın O'nun katında şefaatte bulunacak kimdir? O, önlerindekini ve arkalarındakini bilir. (Onlar ise) Dilediği kadarının dışında, O'nun ilminden hiçbirşeyi kavrayıp-kuşatamazlar. O'nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp-kuşatmıştır. Onların korunması O'na güç gelmez. O, pek yücedir, pek büyüktür.” (2/Bakara, 255)

 

Yeryüzündeki bütün denizler mürekkep olsa Allah'u Teâlâ'nın azametine delâlet eden kelimelerini, yazıp bitiremezler. Akıl, Allah'ın yüceliğini kavramaktan acizdir. Ancak, O'nun mucizelerini akledebilir. Kâfir ve müşrikler ise akletmezler: sağır, dilsiz ve kördürler (2/Bakara, 171). Oysa müslümanlar; âyette bildirildiği gibi "Çok büyük Rabb'ın adını tesbih ederler." (56/Vâkıa, 74, 96; 69/Haakka, 52). Yine Bakara sûresinde Allah'ın büyüklüğü şöyle beyan buyurulur: "Allah, (o Allah'tır ki) kendinden başka hiç bir ilâh yoktur. (O, zatî, ezelî ve ebedî hayat ile) diridir (âakîdir). Zâtiyle ve kemâliyle kaaimdir. (Yarattıklarının her an tedbir ve hıfzında yegâne hakimdir, her şey onunla kâimdir). Onu ne bir uyuklama tutabilir ne de bir uyku. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. O'nun izni olmadıkça katında şefaat edecek kimmiş? O, yarattıklarının önlerindekini, arkalarındakini bilir. (Yaratılmışlar) O'nun ilminden yalnız kendisinin dilediğinden başka hiç bir şeyi kavrayamazlar. O'nun kürsüsü gökleri ve yeri (kucaklamıştır, o kadar) vâsidir. Bunların gözetilmesi O'na ağır gelmez. O, çok yüce, çok büyüktür." (2/Bakara, 255) (Şamil İslâm Ansiklopedisi, 1/187)

 

35) EL-ĞAFÛR

 

Örten, perdeleyen, gizleyen; eşyayı kabın içine yerleştiren. Allahu Teâlâ'nın esmâ-i hüsnâsından biri. Kullarını dünya ve âhirette rezil etmeyen onların günahlarını gizleyen, örten ve günahlarından dolayı cezalandırmayan. Gafûr ve Gaffâr mübâlağa ifade eden isimlerden olduğundan, yalnız Allah için kullanılır (Beyhâkî, el-Esmâ' ve's-Sıfât, s. 104-106).

 

Allah, iyiyi-güzeli açığa çıkaran, kötüyü-çirkini örtendir. Günahlar çirkin davranışların neticesidir. Allah dünyada üzerlerine örtü örtmek, âhirette de cezalarını vermekten vazgeçmek sûretiyle bunları örter (İmam Gazâlî, Esmâü'l Hüsnâ, terc. Y. Arıkan s. 128). Allah'ın affediciliğini ifade eden "Ga-fe-re" kökünden ism-i fâil olan Gâfir de Allah'ın sıfatlarındandır. Gafîr; günahkarı rezil-rüsva etmemek için hatasını gizleyen, onu cezalandırmayandır (Beyhakî, el-Esmâ' ve's-Sıfât, s. 104).

 

Kur'an'da iki defa geçen Gâfîr, mübâlağa anlamında olmadığından Allah'ın dışındakiler için de kullanılabilir: "Sen bağışlayanların (Gâfir) en iyisisin" (7/A'râf, 155). Gaffâr Kur'an'da beş defa geçmektedir: "Tevbe eden, iman ederek iyi işler yapan, sonra da doğru yoldan ayrılmayanları bağışlarım (Gaffâr)" (20/Tâhâ, 82). Gafûr ise Kur'an'da sık ve diğer isimler ile beraber âyet sonlarında fezlekeler hâlinde zikredilmektedir. Gaffar Kur'an'da doksan defa geçmiştir: "Rabbin gafûrdur, merhametlidir." (18/Kehf, 58)

 

Günahların açıkça işlenmesi, teşhir edilmesi toplumun diğer fertlerine kötü örnek olacağı gibi, insan şahsiyetini de zedeler. İnsanlar yaptıkları kötülükleri başkalarının da işlediğini görünce psikolojik olarak rahatlar; musîbetin paylaşılması elem yükünü hafifletir ve o kötülüğün daha rahat ve cesurca işlenmesine psikolojik zemin hazırlar. İnsan, hayatının zayıf bir döneminde yapmış olduğu bir kötülüğü terkettikten sonra unutmak ve başkalarının da unutmasını ister. Ancak günahını başkalarına anlatmışsa, insanlar onu hayat boyunca o kötülüğü ile hatırlayacaktır. Bunun için kötülüğün şuyûunun vukûundan daha zararlı olduğu kabul edilmiştir.

 

Allah, Gafûr sıfatını insanlara hatırlatarak, günahların örtülmesi ve gizlenmesinin gerekliliğine dikkat çekmektedir. Kişinin günahını gizlemesi bir nevi pişmanlık olduğundan, tevbenin kabulü için ilk adım sayılmış ve Allah, günahını gizleyen insanları affedeceğini bildirmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurur: "Allah (c.c.) kıyâmet gününde mü’min kuluna yaklaşır, şefkatiyle örterek insanlardan gizler; "Şu, şu günahını biliyor musun?' der; kul Evet Rabbim biliyorum' der. Allah tekrar "Şu şu günahını da biliyor musun?' der; o kul Evet Rabbim' der. Böylece o insan bütün günahlarını ikrar eder. Artık ben kurtulamam diye düşünmeye başlayınca Allah, "Ben senin bütün o günahlarını dünyada örttüm. İşte bugün de onları mağfiret edeceğim' der." (Buhârî, Mezâlim 3)

 

Allah insanı üç çeşit örtü ile örtmüştür. İlk örtü; insanın ayıp ve çirkin görünen yerlerini gizleyen elbiseleridir. İkincisi; insanın fikir, düşünce ve hayallerinin kalbinde gizlenmesidir. Üçüncüsü ise; Allah kulunun günahlarını örtmüş, gizlemiş; günahlarını sevaba çevirmiş, sanki hiç günah işlememiş gibi âhirette yalnızca sevaplarını yazan kitabını vermiştir (İmam Gazâlî, Esmâü'l Hüsnâ, terc. Y. Arıkan s. 128).

 

Hz. Ebû Bekir Resulullah (s.a.s.)'e,

"Bana namazlarımda edebileceği bir duâ öğret" dedi. Hz. Peygamberimiz: "Ey Allah'ım, ben nefsime çok zulmettim, günahları ancak sen bağışlarsın, fadlından günahlarımı mağfiret et; şüphesiz ki Gafûr ve Rahîm olan ancak sensin" de buyurdu (Buhârî, Ezân 149; Müslim, Zikir 47; Zübeyr Tekkeşin, Şamil İslâm Ansiklopedisi, 2/211-212).

 

36) EŞ-ŞEKÛR

Allah (c.c.) ‘Şekûr ve Şâkir’dir. Yani şükredenlerin sevabını kat kat, fazlasıyla verendir. ‘Şâkir’, ‘şükr’ mastarının fâil ismidir. ‘Şekûr’ ise bu fâil ismin mübalağalı (abartılı) halidir. ‘Şâkir’ şükreden demektir. Kur’an-ı Kerim’de iki âyette Allah hakkında, diğerlerinde ise Allah’a şükreden mü’minler hakkında tekil ve çoğul olarak geçmektedir. ‘Şekûr’ sözlükte, çok çok şükreden demektir. Bu kavram da daha çok şükreden kullar hakkında kullanılmaktadır. Ancak dört âyette Allah (c.c.)’ın ismi olarak geçmektedir.

 

            Kulun Allah’a şükretmesi, O’nun verdiği ni’metleri bilmesi ve bunu bizzat kulluk yaparak, Allah’a itaat ederek yerine getirmesi şeklinde görülür. Ancak Allah’ın ‘Şâkir veya Şekûr’ olması böyle değildir. Allah’ın kullarına şükrü, onları bağışlaması, amellerinin karşılığını vermesi ve onları övmesi, kullarının az da olsa şükürlerinden râzı olmasıdır.

 

            Allah hakkında kullanılan ‘şâkir ve şekûr’ kelimelerinin yalnız değil de ‘Ğafûr, Halîm ve Alîm’ sıfatlarıyla beraber gelmeleri dikkat çekmektedir. Allah (c.c.) Şekûr’dur. Yani kullarının az amellerine karşı çok mükafat verendir, ecirlerini kat kat artırandır. Bir başka deyişle şekûr, Allah’ın kullarını bağışlaması, amellerinin karşılığını vermesi ve onları övmesidir. Kullarından gelen az bir şükre râzı olması da Allah’ın ‘Şekûr’ olmasının bir sonucudur. Allah (c.c.) kullarından gelen az şükre râzı olarak onları çok şükre teşvik etmekte, az da olsa şükrü küçümsemeyip bu görevi yapmalarını istemektedir.

 

            Allah kullarının ecirlerini noksansız öder ve kendi fazlından onların ecirlerini daha da artırır. Çünkü O Ğafûr ve Şekûr’dur; bağışlayandır ve şükrü kabul edendir (35/Fâtır, 30, 34).           Allah iyilik edenlerin iyiliğini artırır. Çünkü O Ğafûr ve Şekûr’dur (42/Şûrâ, 23). Kim, kendisine farz kılınan ibadetlerin fazlasını gönülden yaparsa, onun karşılığını alır. Çünkü Allah (c.c.) Alîm’dir (bilendir) ve Şekûr’dur (şükrün karşılığını verendir) (2/Bakara, 158). Şu âyette de aynı sıfat Halîm ismiyle beraber kullanılmaktadır: “Eğer Allah’a güzel bir borç verecek olursanız (Allah rızâsı için ihtiyaç sahiplerine infak eder veya  fâizsiz borç verirseniz), onu sizin için kat kat artırır ve sizi bağışlar. Allah Şekûr’dur (şükrü kabul edip çok ihsan edendir), Halîm’dir (ceza vermekte acele etmeyendir).”  (64/Teğabûn, 17).

 

Allah’a güzel bir şekilde borç vermek, O’nun yolunda malı içten gelerek, severek ve isteyerek infak etmek, karşılıksız borç vermek şeklinde tefsir edilmiştir. Allah (c.c.), kuluna verdiği maldan infakta bulunmasını istiyor, bunun da karşılığını bol bol veriyor. Kul, şükrünü noksan yaptığı zaman da ona ceza vermekte acele etmiyor, ona hilimle (yumuşaklıkla) davranıyor. Aynı ifadeyi Kur’an’da iki yerde daha görmekteyiz (2/Bakara, 245 ve 57/Hadid, 11). Kullar, şükrün bir ifadesi olarak Allah’ın kendilerine verdiği maldan ihlaslı bir şekilde O’nun yolunda harcarlarsa, Allah’a borç verirlerse; Allah da bunun karşılığını kat kat öder. Çünkü O, şükrü karşılıksız bırakmaz.

 

          ‘Şâkir’ sözlükte şükreden anlamına gelmekle beraber Allah hakkında kullanıldığı zaman, tıpkı ‘Şekûr’ gibi şükrün karşılığını, şükreden kimseyi bilip ona hak ettiği mükafatı veren demek olur. Bunun için Kur’an’da iki âyette ve Alîm sıfatıyla birlikte geçmektedir. Bunun Alîm sıfatıyla  birlikte kullanılması, bu ismin yanlış anlaşılmasını önlemekte, kulun yaptığı şükrün Allah tarafından bilinip karşılığının verileceği açıkça bildirilmiş olmaktadır (2/Bakara, 158).    “Eğer şükreder ve iman ederseniz, Allah size ne diye azap etsin? Allah, Şâkir’dir (şükrün karşılığını verendir), Alîm’dir (bilendir)” (4/Nisâ, 147) (Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 648)

 

37) EL-ALİYY

 

Cenâb-ı Allah'ın güzel isimlerinden biridir; Çok yüce anlamına gelir. Allah Teâlâ bütün kâinatın üstündedir. Bu, cisimlerin yüksekliğine ve boyutlarına benzemez. Allah, kâinatın her noktasında her zerreye aynı nisbette yakındır. O'nun zatı cisimlerin yakınlık uzaklık kavramına benzemez. Allah'tan daha üstün bir varlık yoktur. Allah'ın benzeri, ortağı veya yardımcısı yoktur. Bütün kemal sıfatlarında üstün olan yüce Allah, zamanından ve mekândan beridir.

 

Mübalâğa ve sübut ifade eden ve fâil vezninden sıfat olan bu kelime "yücelik" anlamı ifade eden bir lâfızdır. Bu kelime Kur'an'da daha ziyade "Kebîr", "el-Azîm", ve "Hakîm" isimleriyle birlikte varid olmuştur (Şamil İslâm Ansiklopedisi, 1/112).

 

“Kendisiyle Allah'ın konuşması, bir beşer için olacak (şey) değildir; ancak bir vahy ile ya da perde arkasından veya bir elçi gönderip kendi izniyle dilediğine vahyetmesi (durumu) başka. Gerçekten O, yüce olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.” (42/Şûrâ, 51)

 

Allah Kuran'da kendisini bizlere tanıtmıştır: Tüm alemleri yaratan, kâinatın tek hakimi olan Allah uludur. Göklerin, yerin ve bu ikisi arasında bulunanların yegâne sahibi O'dur. O'ndan başka ilâh yoktur, Allah insanların şirk koştuklarından çok yücedir. Tüm mülk O'na aittir; O, herşeye güç yetirendir. O, yüce makamların da sahibidir. O, ne bir eş edinmiştir, ne de bir çocuk; Allah alemlerden müstağnidir.

 

Kuşkusuz 'en güzel isimler' Allah'a ait olduğu için O'nu eksiksiz olarak tarif etmek bir insan için mümkün değildir. O'nu ancak kendisinin bize bildirdiği ile tanıyabilir, yüceliğini ancak Kuran âyetleriyle takdir edebiliriz. Allah, bir âyetinde kendi yüceliğini şöyle tarif etmiştir:

 

“Allah... O'ndan başka ilâh yoktur. Diridir, kaimdir. O'nu uyuklama ve uyku tutmaz. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. İzni olmaksızın O'nun katında şefaatte bulunacak kimdir? O, önlerindekini ve arkalarındakini bilir. (Onlar ise) Dilediği kadarının dışında, O'nun ilminden hiçbirşeyi kavrayıp-kuşatamazlar. O'nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp-kuşatmıştır. Onların korunması O'na güç gelmez. O, pek yücedir, pek büyüktür.” (2/Bakara, 255)

 

 

38) EL-KEBÎR

El-Kebir: Pek büyük; Ululuğu karşısında her büyüğün küçüldüğü mutlak büyük. “İşte böyle; çünkü Allah, hakkın ta kendisidir. O'nun dışında, onların taptıkları ise, şüphesiz bâtılın ta kendisidir. Gerçekten Allah, yücedir, büyüktür.” (22/Hacc, 62) “O, gaybı da, müşahede edileni de bilendir. Pek büyüktür, yücedir.” (13/Ra’d, 9)

 

Allah evrendeki tüm canlıları kontrolü altında tutandır; toprağın içine atılan binlerce tohumun ne zaman filizleneceğini, bir kuyrukluyıldızın dünyanın kaç kilometre uzağından geçeceğini, hangi canlının ne zaman doğacağını ve ne zaman öleceğini, atomun çekirdeğinin etrafında durmaksızın dönen elektronların yörüngelerini ve burada sayarak bitiremeyeceğimiz herşeyi bilir. Allah sonsuz büyüklüğü ile yeryüzünde yaşayan tüm insanların aklından geçen düşüncelere, hepsinin bilinçaltına, yaptıkları işlerindeki niyetlerine de hakimdir. O hepsinin kaderini en ince ayrıntısına kadar belirler. Gaybın bilgisi yalnızca kendisine aittir. Allah'ın sonsuz aklı, ilmi, bilgisi, affediliciliği, merhameti ve azabı insanın kavrayışının çok üzerindedir. O'nun büyüklüğü ise ne kelimelerle ne de örneklerle tarif edilemez. Öyle ki Allah dilediği herşeye güç yetirir. O'nun için hiçbir sınır yoktur. Ve kimse O'nun kararlarına en ufak bir müdahalede bulunmaya güç yetiremez. Allah, kâinattaki herhangi bir canlı için bir zarar dileyecek olsa onu kaldırabilecek yoktur, bir rahmet dilediğinde de O'nun rahmetini engelleyebilecek olan yoktur.

 

İnsanın yapması gereken ise, ancak ve ancak böylesine büyük bir gücün karşısında saygı dolu bir korku ile secde etmek, O'na sığınıp kendisine merhamet etmesini istemektir. Çünkü O merhamet etmediği sürece insanın kurtuluş bulması mümkün değildir. “İşte böyle; şüphesiz Allah, O, Hak olandır ve şüphesiz O'nun dışında taptıkları (tanrılar) ise, batıldır. Şüphesiz Allah, yücedir, büyüktür. (31/Lokman, 30)

 

Tüm her şeyi görmesiyle Allah; büyüktür. Tüm her şeyi işitmesiyle Allah; büyüktür. Tüm canlıların rızkını üstlenmesiyle Allah; büyüktür. Milyonlarca çeşitlikte canlı ve cansız yaratan Allah; büyüktür. Gözle görülmeyecek kadar küçük canlılar yaratan Allah; büyüktür. Fışkıran sudan, konuşan insan yaratan Allah; büyüktür. Kışın hayatlarına son verip bahar mevsiminde tekrar bitkilere hayat veren Allah (c.c.) büyüktür.

 

Zâten tüm isim ve sıfatlar Allah’ın (c.c.) büyüklüğünü ve güzelliğini tecelli eder.

 

 

 

 

 

39) EL-HAFÎZ

 

Koruyan, saklayan, muhâfaza eden anlamında Allah'ın güzel isimlerinden birisi. Koruyan, himâye eden, gözeten anlamlarına gelmek üzere Allahu Teâlâ hakkında kullanılır. Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulmaktadır: "Allah, hâfızların (koruyanların) en hayırlısıdır" (12/Yusuf, 64) "O zikri (Kur'ân'ı) biz indirdik biz' ve Onun koruyucusu da el bette biziz!" (15/Hicr, 9)

 

Kur'ân-ı Kerîm'in tamamını ezberleyen kimselere de "hâfız" denilir."Hâfız-ı Kur'ân, Hâfız-ı Kelâm" ifadesi bunlar için kullanılır. Kur'ân'ın tamamını ezberleyenlere "tam hâfız", yarısını ezberleyenenlere de "yarım hâfız" denir. Çoğulu, "huffâz, hafaza ve hâfizûn" olarak kullanılır. Hz. Peygamber (s.a.s.)'in sağlığında Kur'ân âyetleri ve hadisler yazıyla tesbit edilmiş ve ezberlenmiştir. Kur'ân'ın toplanmasını hızlandıran sebeplerden birisi de hâfızların cihad alanlarında şehid olmalarıdır.

 

Bir hadis-i şerifte hâfızların özelliği belirtilmekte ve Kur'ân'ı ezberlemek teşvik edilmektedir. Hz. Âişe'den nakledilen bu hadiste "Kuran'ı ezberleyerek okuyan hâfız kişi es-Seferetü'l Kirâm olan (vahiy getiren) meleklerle beraberdir" buyurulmaktadır (Buhârî, Kitâbü't-Tefsir 458).

 

Hadiste de, muhaddisin bir üst derecesini teşkil edenlere hâfız denilir. Hâfızlarla ilgili değişik tammlar yapılmaktadır. Celâleddin el-Mizzî: "Hâfız, bildiği râvîlerin sayısı bilmediğinden çok olandır" şeklinde tarif eder. İbn Seyyidi'n-Nâs' ise şöyle tanımlar: "Kendi üstadlarını ve üstadlarının üstadlarını tabaka tabaka bilen ve her tabakada bildiği bilmediğinden çok olandır." Hadis hâfızlarında bazı özellikler aranmaktadır: Allah Rasûlü'nün sünnetlerini bilmek; yollarına vâkıf olmak; isnadları birbirinden ayırma yeteneğine sahip olmak; sıhhatlerinde ittifak edilen ve nakillerinde ihtilâf edilen sünnetleri ezberlemek; müdrec lâfızları tanımak; hadiste geçen ifadeden râvinin sahâbe veya tâbiînden olduğunu anlamak.

 

Hadis tenkitçileri, hâfızlarda aranan özelliklerin zorluğuna dikkat çekerek her devirde çok az hâfızın olacağını hatta olamayacağını belirtmişlerdir. Hâfızların ezberlemeleri gerekli olan hadislerin sayısı hakkında da tam bir görüş birliği yoktur. Hâfızın en az yirmi bin hadîsi ezbere bilmesi gerektiği zikredilmektedir. Bu sayı bazılarına göre ikiyüz bindir. Bu konuda kesin bir rakam vermek mümkün olmamakla beraber hâfızların bilmeleri gereken hadîs sayısının yüzotuz bin ile. yediyüz ellibin arasında olduğu belirtilmektedir. Abdurrahman b. Mehdî (öl. 198), İbn Ebî Şeybe (öl. 235), İbn Asâkir (öl. 571), Abdullah b. Abdurrahman ed-Dârimî (öl. 255), İbn Ebî Hâtim er-Râzî (öl. 327), İbn Abdi'l-Berr (öl. 463) belli başlı hâfızlardandır.

 

Ayrıca kütüphanelerde okuyuculara aradığı kitabı veren ve kitaplarla ilgili sorumluluğu olan kitapları koruyan kişilere de "hâfız-ı kütüb" adı verilirdi. Hâfız kelimesi, Kur'ân'ı ezberleyen kişileri duyulan yakınlık nedeniyle bazılarına isim olarak verilmiş, bazı insanların da adlarının başına ünvan olarak eklenmiştir. Şâirler de bu kelimeyi mahlas olarak kullanmışlardır. Halk arasında câmi görevlilerine genellikle hâfız denilmektedir. İki gözü görmeyen kimseler de bazı yörelerde bu adla anılmaktadır. Bunların Kur'ân ve hadis hâfızlığıyla ilgisi yoktur.

 

Hâfızlığın güçlü olması gerektiğine dikkat çeken Muallim Naci, bir beytinde şöyle demektedir: "Yedi yüz kerre yanılmak ne demek bir cüzde, / Böyle olmaz a benim hâfızım ezber dediğin." (Cemil Çiftçi, Şamil İslâm Ansiklopedisi, 2/291)

 

 

“Şüphesiz Rabbim her şeyi gözetendir.” (11/Hûd, 57). El-Hâfiz: Koruyup gözeten ve dengede tutan, varlıkları kaderle tayin edilmiş bir ecele kadar zevale uğramaktan koruyan.

 

Yarattığı canlıları yaratıp başıboş bırakmadığını, onların rızıklarını ve bahşetmiş olduğu hayat haklarını korumasını üzerine alan Allah Teâlâ’-nın ‘El-Hafiz’ isminin tecellisini her üç farklı canlı türünde görmek mümkün.

 

Özellikle ormandaki yırtıcı hayvan­lar arasında bir tavşânın yada geyiğin hala otlanıyor olması, savaşlarda ve zâlim sultanın baskıları altında insanların hala hayat sürmeleri, soyduğumuz elmanın içindeki kurtçuğun yaşıyor olması Allah’ın ‘El-Hafiz’ isminin tecellisinden başka bir şey değildir.

 

40) EL-MUKIYT

El-Mukit: Her muhtaca ihtiyacı kadar rızık veren.“...Allah her şeye kadir ve gıda verendir.” (4/Nisâ, 85)

 

Allah Teâlâ yaratmış olduğu her canlının ihtiyaçlarını karşılamayı; bahşetmiş olduğu ömür dahilinde üzerine almıştır. Anne rahmine damla olarak düşen insanoğlunun gelişmesi için gerekli gıdayı göbek bağından sağlayarak ‘El-Mukit’ ismini insanoğlu üzerinde tecelli eder.

 

Mukît, ilim ve kudrete birlikte delâlet eden bir İlâhî isimdir. Her muhtacın neye muhtaç olduğunu bilmek ilim ile olur. Bu ihtiyacı yerine getirmek ise kudret gerektirir. Buna göre, bir mahlûkun ihtiyacının giderilmesi ve yerine getirilmesiyle Mukît ismi tecelli eder.

 

İhtiyaçlar maddî olabileceği gibi mânevî de olabilirler. Câhiliye devrinde insanların en büyük ihtiyacı, tevhid inancıydı. Bundan mahrûmiyet, onları putlara tapacak kadar perişan etmişti. Cenâb-ı Hak, o kavme en son ve en büyük elçisini göndermek sûretiyle, onların bu ihtiyacına en güzel şekilde cevap verdi.

 

Mukîtin bir başka mânâsı da, “Her muhtaca ihtiyacı kadar rızık veren” şeklindedir. Bu isim, kut ve gıda vermek demek olan “ikate” fiilinden gelmektedir. Bir canlının yeme, içme, görme, işitme, yürüme gibi her türlü ihtiyacı Rahmân ve Rezzâk olan Allah tarafından karşılanıyor. Her canlıya, kendisine yetecek kadar rızık vermek “ikate” fiiliyle gerçekleşiyor ve bu İlâhî ihsanda Mukît ismi tecelli ediyor.

   

Tabiattaki diğer canlılara şöyle bir göz attığımızda; Timsahın yaşayabilmesi için geyik ayarındaki gıdaya ihtiyacı olduğunu bilen Rabbimiz timsahın o ihtiyacını gidermek için geyik sürüsünü sofrasına gönderir... Serçe için ideal besin böcekler ve solucanlardır. Bu ihtiyaçlarını günün her saatinde karşıladıklarını görürüz. Tüm bunlar Allah’ın ‘El-Mukit’ isminin tecellisidir.

 

41) EL-HASÎB

El-Hasib: Hesap Gören; Kullarının yaptıklarını muhâse­beye tâbi tutan, amellerinin karşılığını verme hususunda kâfi olan. “Kim Allah’a güvenirse O, ona yeter.” (65/Talak, 3) “Bir selâmla selâmlandığınızda, siz ondan daha güzeliyle selâm verin ya da aynıyla karşılık verin. Şüphesiz, Allah herşeyin hesabını tam olarak yapandır.” (4/Nisâ, 86) “Ki onlar (o peygamberler) Allah'ın risaletini tebliğ edenler, O'ndan içleri titreyerek korkanlar ve Allah'ın dışında hiç kimseden korkmayanlardır. Hesap görücü olarak Allah yeter.” (33/Ahzâb, 39)

 

 

Allah insanı yaratır ve henüz o döl yatağındayken ona sûret verir. Her insanı özenle ve bambaşka bir yaratılışla dünyaya getirir. Annesinin rahmindeyken ve o daha hiçbir şeyin şuurunda değilken onu korur, beslenmesini ve gelişmesini sağlar. Anne karnında geçen dokuz aylık süre insan için karanlık bir devredir. Hiçkimse bu dönemi ve dokuz ay içinde Allah'ın kendisi için nasıl inanılmaz mucizeler gerçekleştirdiğini bilmez. Fakat Allah, daha insan tek bir hücreyken bile onun ilk haline şahittir. Çocukluk dönemi de aynı şekildedir. İnsanın hafızasında çocukluğuyla da ilgili yalnızca birkaç anı kalır. Ama Allah, o bilmezken bile her an yanındadır, her yaptığına şahittir. 

 

Allah'ın şâhit olduğu yalnızca insanın amel olarak yaptıkları değil aynı zamanda içinden de geçirdikleridir. Çünkü Allah insanın hem içine hem dışına kısaca ruhuna tam anlamıyla hakimdir. O, nefsini koruyarak neyi, ne için yaptığını bilmezken Allah onun her hareketini ne amaçla yaptığını bilir. İnsan gizlenmiş tek bir hücre halindeyken de, ölmek üzere son nefesini verirken de Allah onun yaptıklarına şahittir. Dünyada yaşadığı süre boyunca otururken, konuşurken, yemek yerken, uyurken, gece gündüz her saniye işlediklerini tüm ayrıntılarıyla bilir, ağzından çıkan her konuşmayı, her lafı işitir, aklından geçirdiği her düşünceyi tespit eder. Hiçbir şey O'ndan gizli kalmaz.

 

Oysa insan hayatı boyunca yaptığı işleri, söylediği sözleri unutur. Yıllar geçtikçe zihnindeki anılar bulanıklaşır. Geçmişte yaşadıklarını saymaya kalksa ancak çok az şey sayabilir. On yıl önce yaşadığı bir olay kendisine hatırlatılıp o an ne düşündüğü sorulsa hiçbir şey hatırlayamaz. Sanki bütün yaşadıkları zihninden silinmiş gibidir, geriye çok az bir kalıntı kalmıştır. Allah ise bütün insanların hayatları boyunca yaptıklarını, her saniye kafalarından neler geçtiğini bilir. Hiçbir şeyi unutmaz. Hesap günü herkesin önüne kötülüklerini, iyiliklerini, sâlih amellerini ve günahlarını eksiksiz getirir. Bu yüzden insanın yapması gereken, Allah'ın kendisine şahit olduğunu asla unutmamasıdır.

 

“Yetimleri, nikaha erişecekleri çağa kadar deneyin; şâyet kendilerinde bir (rüşd) olgunlaşma gördünüz mü, hemen onlara mallarını verin. Büyüyecekler diye israf ile çarçabuk yemeyin. Zengin olan iffetli olmaya çalışsın, yoksul olan da artık maruf (ihtiyaca ve örfe uygun) bir şekilde yesin. Mallarını kendilerine verdiğiniz zaman, onlara karşı şahid bulundurun. Hesap görücü olarak Allah yeter.” (4/Nisâ, 6)

 

Başıboş bırakılmayıp Allah’a kul olacağına söz veren insanoğlunun yaptığı her amel yazılır ve yarın önüne konur. Öteki alemde yargısız infaz yoktur. İblis’e; ‘Niçin secde etmedin. Seni secde­den alıkoyan neydi?’ diye soran Allah Teâlâ bizlere de soracak; ‘Verdiğim bunca nimetlere karşı ne yaptın, vermiş olduğum gençliği nerede harcadın, nasıl kazandın ve nasıl harcadın? Allah’ın ‘El-Hasib’ ismine gereğince iman eden insan yapmış olduğu en ufak bir sâlih amelin boşa gitmediği inancıyla Allah’ın vaadlerine güvenerek rahat eder.

 

42) EL-CELÎL

 

Cenâb-ı Allah'ın, Celâlet ve ululuk sahibi anlamına gelen güzel isimlerinden biri. Celâlet ve ululuk ancak Allah'a mahsustur. Her yerde, her zaman hazır ve nazır olan Allah'ın ilmi her şeyi kuşatır. Ululuk ve ikram sahibi mânâsını taşıyan "Zü'l Celâl-i ve'l-İkram" tabiri, "(ancak) azamet ve ikram sahibi olan Rabbi'nin zatı bâkî kalacaktır." (er-Rahman, 55/27) ve "Âzamet saltanat ve ikram sahibi Rabbi'nin adı ne yücedir." (55/28) şeklinde Kur'an'da güzel isimler arasında zikredilir. Hz. Peygamber, sahih kitaplarda nakledildiğine göre; Zü'l Celâl-i ve'l İkram diyerek Allah'a zikretmeye devam ve bunda sebat edilmesini, bu terkibin duâlarda çokça söylenilmesini tavsiye etmiş ve bunun Allah katında en hayırlı ve en üstün bir amel olduğunu buyurmuşlardır. Yine o; "Her şeyin bir aynası vardır. Kalplerin aynası ise aziz ve celil olan Allah'ı zikirdir. " buyurmuşlardır (Cemil Çiftçi, Şamil İslâm Ansiklopedisi, 2/291)

 

Bir çiçeğe baktığımzda ondaki güzelliğe, ince sanata, renklerindeki âhenge hayran kalırız. Bu güzellik Allah’ın Cemil isminin bir tecellisidtir. Bütün çiçeklere birden nazar edebilsek, bu hayranlığımız hayrete dönüşür. Bu kadar çiçeği ayrı ayrı süslemek, aralarında bir âhenk kurmak azim bir tasarruftur, hârika bir icraattır. İşte bu azamet, haşmet ve büyüklük mânâları, Celil isminin tecellisiyledir.

 

Bir kuşun, bulduğu birk taneyi zevkle ve heyecanla yemesinde Rezzak isminin bir tecellisini seyrederiz. Bir milyonu aşkın canlı türünün, rakamlara sığmayacak kadar çok fertlerinin birlikte rızıklanmalarını düşündüğümüzde, karşımızda bir celâl tablosunu buluruz ve o muhteşem ziyafette Celil isminin bir tecellisini okuruz.

 

Her biri sonsuz kemalde bulunan İlâhî isimlerin, bütün mahlûkatı kaplayan o muhteşem tasarruflarının her biri, vâhidiyetin tecellisiyledir ve Cellil ismini bir başka pencereden bize gösterir dururlar. Bir tecellide, Allah’ın Celîl yaratıcılğını, bir başkasında Celîl hâkimiyetini, bir diğerinde ise Celîl mâlikiyetini… müşâhede ederiz.

 

İnsan, kendi varlığını sonsuz varlıklardan bir nokta, simasını sonsuz simalardan bir sima, sofrasını sonsuz sofralardan bir sofra… olarak görüp, İlâhî isimlerin o Celîl tecellileri karşısında hayretle secde etmeli, haddini bilmeli ve isyandan sakınmalı (Alâaddin Başar, Esmâ-i Hünsâ, s. 109-110)

  

El-Celîl: Sıfatları sonsuz kemalde bulunan. “Celâl ve ikram sahibi Rabbinin adı çok yücedir.” (55/Rahmân, 78). Büyüklük ve yücelikte O’nun misli yoktur. Allah’ın zatı nasıl büyükse isim ve sıfatları da öyle büyüktür. Allah’ın büyüklüğü hayal ve tasavvurların kavrayamayacağı kadar büyüktür. Allah’ın ‘El-Celil’ isminin tecellisini; yaratılan tüm varlıklarda görebiliriz.

 

43) EL-KERÎM

El-Kerim: Keremi ve bağışı bol olan, cömert. Bir karşılık gözetmeden inâyetiyle ihsan eden. “Allah dilediğine kat kat fazlasını verir.” (2/Bakara, 261) “Yalnız sabredenlere, mükafatları hesapsız ödenecektir.” (40/Mü’min, 40) “...Kim şükrederse, artık o kendisi için şükretmiştir, kim nankörlük ederse, gerçekten benim Rabbim Gani (hiçbir şeye ve kimseye ihtiyacı olmayan)dır, Kerim olandır.” (27/Neml, 40)

 

Evreni en ince ayrıntısına kadar Allah yaratmış ve Kendi sıfatlarıyla şekillendirmiştir. Var olan herşey, O'ndandır. Tüm güzellikler, incelikler O'nun aklının tecellileridir. Diğer tüm varlıklar gibi insanlar da O'nun dilemesi ile yeryüzüne gelirler. Anne karnında bir çiğnem et parçası olan insan büyür, güzel bir yüze sahip olur ve böylece Allah'ın sanatını yansıtır. Nitekim bir âyette insanın üstünlüğü şöyle bildirilmiştir: “Ey insan, 'üstün kerem sahibi' olan Rabbine karşı seni aldatıp-yanıltan nedir? Ki O, seni yarattı, 'sana bir düzen içinde biçim verdi' ve seni bir itidal üzere kıldı. Dilediği bir sûrette seni tertib etti.” (82/İnfitâr, 6-8)

 

Ancak bazı insanlar düşünebilme yeteneğine sahip oldukları halde, böyle mükemmel düzenlenmiş bir dünyaya nasıl geldiklerini, çevrelerindeki sayısız nimetin kim tarafından verildiğini düşünmezler. Kuran'da bu insanlar için şöyle denmektedir: “Gerçek şu ki, insanın üzerinden, daha kendisi anılmaya değer bir şey değilken, uzun zamanlardan (dehr) bir süre (hin) gelip-geçti. Şüphesiz biz insanı, karmaşık olan bir damla sudan yarattık. Onu deniyoruz. Bundan dolayı onu işiten ve gören yaptık. Biz ona yolu gösterdik; (artık o,) ya şükredici olur ya da nankör.” (76/İnsan, 1-3)

 

 

Kendisine verilmiş olan yeteneğini kullanan ve görüp akleden bir insan ise düşünür; kim tarafından yaratıldığını, kendi başına elde etmeye asla güç yetiremeyeceği sayısız nimeti kimin verdiğini, algılama, düşünebilme, akledebilme kabiliyetinin kimin armağanı olduğunu... Bunları düşünen insanın ise karşısına çıkan gerçek tektir: Onu var eden, kendisine asla güç yetiremeyeceği üstün nimetleri bağışlayan, son derece cömert bir Yaratıcı vardır. Bu Yaratıcı kitabında insana şöyle seslenmektedir: “Yaratan Rabbin adıyla oku. O, insanı bir alak'tan yarattı. Oku, Rabbin en büyük kerem sahibidir; Ki O, kalemle (yazmayı) öğretendir. İnsana bilmediğini öğretti. Hayır; gerçekten insan, azar. Kendini müstağni gördüğünden. Şüphesiz, dönüş yalnızca Rabbinedir. (96/Alâk, 1-8)

 

Yukarıdaki âyetlerde de görüldüğü gibi kendisini yaratan 'en büyük kerem sahibi' Allah'a karşı insana düşen görev şükretmek ve azgınlaşmamaktır. Allah insana sayısız nimetler vermiş ve karşılık olarak da yalnızca kendisine kulluk etmesini, büyüklenmemesini istemiştir. Elbette bu Allah'ın samimi kullarının üzerinde taşıdığı ahlaktır. Onlar da dünyada gösterdikleri bu faziletli tavırlarının karşılığını âhirette daha üstünüyle alacaklardır.

 

Allah’ın sonsuz ihsan ve ikramı hepimiz tarafından bilinmekte. Hem de günün tamamında... Allah Teâlâ ‘Kerim’ ismini dilediği kul üzerinde tecelli eder.

 

Allah’ın (c.c.) ‘El-Kerim’ ismini taşıması aynı zamanda zenginliğini de gösterir. Ve Allah Teâlâ kullarının bu isimle sıfatlanmalarının isteyerek rızasının kazanılması için bağışta (infak’ta) bulunmamızı tavsiye eder.

 

44) ER-RAKIYB

El-Rakîb: Bütün varlık üzerinde gözcü olan, bütün işler kontrolü altında bulunan; Kullarının her şeylerini gözeten ve müşâhedesi altında tutan. “...Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözetleyicidir.” (4/Nisâ, 1) “Allah her şeyi gözetler.” (33/Ahzâb, 52) “Ey insanlar sizi tek bir nefisten yaratan, ondan eşini yaratan ve her ikisinden birçok erkek ve kadın türetip-yayan Rabbinizden korkup sakının. Ve (yine) kendisiyle, birbirinizle dilekleştiğiniz Allah'tan ve akrabalık (bağlarını koparmak)tan sakının. Şüphesiz Allah, sizin üzerinizde gözeticidir.” (4/Nisâ, 1)

 

Allah yoktan yarattığı tüm varlıkları koruyup gözetendir. Uzayın derinliklerindeki  yıldızlar ve sistemlerden, dünyayı kuşatan atmosferdeki olaylara, insanın meydana getirdiği toplumlardan, yeryüzünü kaplayan bitki örtüsüne, insan bedenindeki kompleks ve karmaşık sistemlerden, mikro ve makro kozmoza, gözle göremediğimiz tüm boyutlara kadar herşeyi her an kontrol eden, gözetleyen, şahit olan, denetleyen Allah'tır.

 

İnsan başıboş bırakıldığını, amaçsızca hayatını sürüdürebileceğini zannedebilir. Ama hangi iş üzerinde olursa olsun Allah onun üzerinde şahittir. Hiç kimse Allah'tan bir şey gizleyemez. Gizli anlaşma, plan, sır, tuzak; bunlar Allah katında asla gizlenemeyecek olaylardır. Herşeyi gören, işiten ve bilen Allah, Zatından hiçbir şey gizli kalamadığı için herkesin yaptığına eksiksiz bir adâletle karşılık verir. Birçok kişide "Allah'ın kâinatı yarattığı sonra herşeyi kendi haline bıraktığı" düşüncesi vardır. Oysa bu çok büyük bir yanılgı ve zandır.

 

İnsanın çıplak gözle hiçbir zaman göremeyeceği hücre içindeki ayrıntıları Allah en ince ayrıntısına kadar bilendir. Vücut içindeki bir hücre diğer trilyonlarca hücreyle birlikte son derece uyumlu bir şekilde hareket ederken, bazen birden farklı bir davranış içine girer ve bugün tam olarak kaynağı ve tedavisi bulunamamış olan kanser ortaya çıkar. İnsan kendi içinde oluşan bu yapıdan hiç haberdar değilken Allah tüm bunların üzerinde şahittir ve her evreyi kontrolü altında tutar. Nasıl bir insan Allah'ın izni dışında bir adım bile atamazsa, o hücre de Allah'tan habersiz en ufak bir davranışta bulunamaz.

 

Allah herşeyi yaratandır bilendir. O tüm bilgilerin  tek kaynağıdır. Hiçbir varlık O'nun ilmi dışında birşey yapamaz. “... Allah herşeyi gözetleyip denetleyendir.” (33/Ahzâb, 52)

 

İnsanları dünyaya getiren Allah Teâlâ taktir etmiş olduğu ölüm tarihine kadar (rahme damla olarak düştükten kefenlenip gömülünceye kadar) gözetleyerek hem ihtiyaçlarını karşılar hem de tüm yaşantısını kaydettirir. İnsanoğlu hep Allah’ın kontrolü dâhilinde hareket eder.

 

45) EL-MÜCÎB  

El-Mucîb: Duâ ve isteklere cevap veren; Kendine yalvaranların isteklerini veren, icâbet eden. “O halde O’ndan mağfiret isteyin; sonra da O’na tevbe edin. Çünkü Rabbim ‘kullarına’ çok yakındır, kabul edendir.” (11/Hûd, 61) “Rabbiniz (şöyle) buyurdu: Bana duâ edin, size icâbet edeyim.” (40/Mü’min, 60) “Kullarım Beni sana soracak olursa, muhakkak ki Ben (onlara) pek yakınım. Bana duâ ettiği zaman duâ edenin duâsına cevap veririm...” (2/Bakara, 186)

 

Duâ Allah ile kulu arasında özel ve sıcak bir bağlantıdır. Kulu tüm sıkıntılarını ve isteklerini O'na açar, O'na yakarır ve Allah kulunun isteğini işitir ve O'na icâbet eder, duâsını karşılıksız bırakmaz. O, insana şah damarından daha yakın olan, herşeyi bilen, işitendir. İnsanın içinden geçirdiği tek bir düşünce bile Allah'tan gizli kalmaz. O halde samimi olarak Allah'tan bir istekte bulunulması için insanın sadece düşünmesi bile yetmektedir. İşte Allah'ın icâbeti bu denli yakındır.

 

Mü’min duâ ettiği zaman Allah'ın kendisini işittiğinden ve duâsına mutlaka icâbet edeceğinden emindir. Çünkü tüm olayların ancak O'nun dilemesiyle yürüdüğünün farkındadır. Allah'ın icâbetine karşı kuşku ile yaklaşmak ise Allah'ın gücünü ve kudretini takdir edememektir. Allah için, herhangi bir kişinin çağrısına cevap vermek, duâsına karşılık vermek çok kolaydır. Kaldı ki "duâya icâbet" birşeyin aynen gerçekleşmesi anlamına gelmez. Çünkü âyetin ifâdesiyle: “İnsan hayra duâ ettiği gibi, şerre de duâ etmektedir, insan pek acelecidir.” (17/İsrâ, 11)

 

Kişi için neyin şer, neyin hayır olduğunu ise en iyi Allah bilir. Çünkü takdir eden O'dur. Her işinde olduğu gibi duâlara icâbetinde de pek çok hikmet gizlidir. “Savaş, hoşunuza gitmediği halde üzerinize yazıldı (farz kılındı). Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz.” (2/Bakara, 216)

 

Gizli-açık her çağrıya daima icâbet etmesi Allah'ın şânından, yüceliğindendir. Allah, duâ mahiyetinde akıldan geçen tek bir düşünceyi dahi asla karşılıksız bırakmaz, boşa çıkarmaz. Allah'tan başka duâları duyan ve onlara icâbet edebilen yoktur. Allah kendisinden başka hiç kimsenin duâya icâbet edemeyeceğini, insanlara yardım edemeyeceğini şöyle bildirmiştir: “Allah'tan başka taptıklarınız sizler gibi kullardır. Eğer doğru iseniz, hemen onları çağırın da size icâbet etsinler.” (7/A’râf, 194)

 

Duâ ve tevbeleri kabul edip icâbet eden tek merci olan Rabbimiz yapılan duâ ve isteklerin güzergahının kendisine çevrilmesini isteyerek ‘El-Mucîb’ isminin tecelli etmesini ister. Duâ eden bir kul ellerini açtığı anda kendisinin aciz ve Rabbine muhtaç; Rabbinin de yüceler yücesi ‘El-Mucîb’ olduğunu, o anda kendisini gördüğünü ve işittiğini ispatlamış olur.

 

Madem Allah azze ve celle ‘El-Mucîb’ olduğunu söylüyor; işte o zaman eller havaya/duâya!

 

46) EL-VÂSİ'

El-Vâsi’: Geniş; Bütün sıfatları sonsuz ve sınırsız olan, geniş rahmeti ile bütün varlıkları kuşatan. “...Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır. Onu sakınanlara, zekâtı verenlere, bir de âyetlerimize iman edenlere işte onlara yazacağım.”  (7/A’râf, 156) “Ey iman edenler, içinizden kim dininden geri döner (irtidat eder)se, Allah (yerine) kendisinin onları sevdiği, onların da kendisini sevdiği mü'minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı ise 'güçlü ve onurlu,' Allah yolunda cihad eden ve kınayıcının kınamasından korkmayan bir topluluk getirir. Bu, Allah'ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah (rahmetiyle) geniş olandır, bilendir.” (5/Mâide, 54)

 

Allah'ın genişliği tüm evreni kuşatmıştır. Yokluktan varlığı yaratan Allah mekâna bağımlı değildir, tüm mekânların üstündedir. Çünkü mekânı da yaratan O'dur. Allah'ın göklerde olduğu zannı birçok toplumda inanılan bir konudur; bu toplumlarda en büyük gücün göklerde olduğuna inanılır. Allah'a duâ ettiklerinde insanlar, yüzlerini göğe çevirerek batıl bir tutum içine girerler. Gerçekte ise; "Doğu da   Allah'ındır, batı da. Her nereye dönerseniz Allah'ın yüzü (kıblesi) orasıdır. Şüphesiz ki Allah, kuşatandır, bilendir." (2/Bakara, 115)

 

Oysa Allah, Kuran'da 'göklerin ve yerin Rabbi' olduğunu bizlere bildirir. Bütün genişliğe sahip olanın da kendisi olduğunu söyler. Allah her yere istiva etmiştir. Allah'ın mülkü geniştir. Nimetleri tükenmez, rahmetinin sınırı yoktur, bağışlaması da çok geniş olandır. Kullarının tüm ihtiyaçlarını onlar hiçbir şey yapmadan karşılayan     Allah'ın rahmeti ve merhameti tüm insanlığa yeter.

 

'Vâsi' sıfatı özellikle mü’minler üzerinde çok yoğun olarak tecelli eder. Yukarıda da belirttiğimiz gibi Allah'ın rahmeti ve merhameti son derece geniştir. İnanan kullarını rahmetiyle sarıp kuşatmıştır ve dünyada onları tüm düşmanlardan korur. Örneğin insanlardan bazıları dine zarar verebilmek kastıyla mü’minlere gelecek nimetleri engellemeye, onlara zorluk çıkarmaya çalışırlar. Veya münâfıklar, "... Allah'ın Resûlü yanında bulunanlara hiçbir infak (harcama)da bulunmayın, sonunda dağılıp gitsinler..." (63/Münâfikun, 7) diyerek sözde inananlara zarar verebileceklerini zannederler. Oysa ki münâfıkların göz ardı ettiği bir gerçek vardır: Allah, dilediği kulunu geniş rahmet hazinesinden zengin kılar. Çünkü göklerin ve yerin hazineleri O'nundur.

 

"Ve sizin dininize uyanlardan başkasına inanıp güvenmeyin. De ki: ‘Şüphesiz doğru yol Allah'ın dosdoğru yoludur. Size verilenin bir benzeri birine (İslâm peygamberine) veriliyor ya da Rabbinizin katında onlar (Müslümanlar) size karşı deliller getiriyorlar, diye mi (bu telâşınız?)’ De ki: ‘Şüphesiz 'lutuf ve ihsan (fazl)'   Allah'ın elindedir, onu dilediğine verir. Allah (rahmeti) geniş olandır, bilendir." (3/Âl-i İmran, 73)

 

Yüce Allah Vâsi’dir. O’nun ilmi, kudreti, rahmeti, bağışlaması ve ikramı hesapsızdır. Hükmü tüm varlığı kapsamıştır. Her şeye gücü yeter ve ilminden bir zerre bile gizlenemez. Rahmeti geniş olduğu gibi zâlimleri ve facirleri kahretmesi de şiddetlidir.

 

 

 

 

 

 

 

 

47) EL-HAKÎM

 

Hikmet sahibi, Allah'ın isimlerinden biri. Arapça Ha-ke-me fiilinden türemiştir. Bu fiil, kötülüğe engel olmak, sağlam kılmak gibi anlamlara gelir. Hüküm, hikmet, hakim, hakem gibi kelimelerle, hâkimlerin hâkimi (ahkâmü'l-hâkimîn) (95/Tîn, 8); hükmedenlerin en hayırlısı (hayru'l-hâkimîn); el-Hakîm (35/Fâtır, 2; 34/Sebe', 1; 11/Hûd, 1; 10/Yûnus, 1; 49/Hucurât, 8) ve el-Hakem kelimeleri de ha-ke-me fiilinden türemiştir. Kur'ân'ın pekçok âyetinin sonunda kullanılan el-Hakîm ve diğer türevleri Alîyy, Tevvâb, Vâsi', Azîz, Alîm isimleriyle birlikte yanyana geçmektedir.

 

Yüce Allah yegâne hüküm ve hikmet sahibidir: "Kulları üzerine hikmeti gereğince galebe ve tasarruf sahibidir, tedbirinde yegâne hüküm ve hikmet sahibidir ve kullarının gizli hallerinden haberdardır" (6/En'âm, 18). Hikmet, herşeyde doğruyu bulma ve lâyık olduğu yere koymak demektir. Buna göre Hakîm, doğruyu bulan, herşeyi lâyık olduğu yere koyan, anlamına gelir. Allah'ın bütün fiilleri bir hikmete, bir sebebe bağlı olarak tecelli etmekte, insanın âciz kavrayışı bunu idrak edememektedir; her şeyi bilen Allah'ın emir ve yasakları hep bir hikmete bağlıdır.

 

el-Hakîm vasfının, Kur'ân'da daha çok el-Alîm vasfıyla birlikte kullanılması insan zihnine hemen şunu hatırlatmaktadır: Allah, kayıt, sınır tanımayan bilgisi sayesinde insan için neyin yararlı, neyin zararlı olduğunu bilir. O halde inananlara neyi emrediyorsa onların yararına, onları nelerden sakındırıyorsa, o şeyler onların zararınadır.

 

Allah'ın emir ve yasakları bir hikmete dayalı olduğu gibi bütün yaptıkları muhkemdir, sağlamdır: "Dağları görürsün de onları (yerlerinde) donmuş sanırsın, oysa onlar bulutun yürümesi gibi yürümektedirler. Bu, herşeyi gâyet iyi (muhkem) yapan Allah'ın yapısıdır. Doğrusu O, yaptıklarınızı haber almaktadır" (27/Neml, 88). el-Hakîm'i, Gazzâli şöyle tarif etmiştir: "En iyi tarafı, en üstün bir ilimle bilen" (Gazâli, el-Maksad, s. 86).

 

El-Hakîm: Hüküm ve hikmet sahibi, her şeyi olduğu gibi bilen, gerekeni en güzel ve en faydalı şekilde yapan. “...Kullarının üstünde kaahir (galip) O’dur. Hikmet sahibi, her şeyden haberdar olan O’dur.” (6/En’âm, 18)

 

Yarattığı her şeye hakim olan Allah Teâlâ vermiş olduğu hükümlerde de hikmet sahibidir. Allah’ın emir ve yasaklarındaki hikmetler hep insanoğlunun hayrınadır. Hiçbir emir ve yasak insan fıtratına ters düşmez. Dedikodu, gıybet, hırsızlık ve zina haramdır der; biraz düşünüldüğünde bu hükmün tamamen insanın faydasına olduğu görülür.

 

Allah’ın ‘El-Hakîm’ isminin tecellisini tüm kanunlarında ve tabiattaki adâletinde görmek mümkün.

 

48) EL-VEDÛD

El-Vedûd: Mahlûkatını seven ve onların hayrını isteyen, iyi kullarını seven, onları rahmet ve rızasına erdiren; sevilmeye ve dostluğu kazanılmaya tek lâyık olan. “O çok bağışlayan ve çok sevendir.” (85/Burûc, 14)

 

Allah insanları kendisine kulluk etsinler diye yaratmıştır. Fakat buna rağmen kimisi Rabbini inkâr eder, kimisi ise ölene kadar içten bir samimiyetle O'na sadık kalır. Allah, işte kendisine vefa gösteren kullarına çok yakındır, duâ ettikleri zaman onları işitir ve icâbet eder, bir zorlukla karşılaştıklarında daima onların yanındadır çünkü onları çok sever. Onları, hayatlarının her döneminde yardımıyla destekler. Bir insanın dünya hayatında kazanabileceği yegâne güç olan Allah'ın dostluğu, bunu kazanabilmiş olan kişiye büyük bir onur kazandırır. Allah'ın sevdiği kulları son derece şerefli ve seçkin bir yaşantı sürdürürler. Böyle insanlar her zaman hayranlık ve takdir kazanabilecek üstün bir ahlâka sahip olurlar.

  

Allah sevgili kullarını kendi rahmeti içine sokar, onların cennete girmelerine izin verir. Peygamberler ve sâlih mü’minler Allah'ın sevgisini kazanmış çok değerli insanlardır. Onlar da Allah'ı çok severler ve yalnızca O'nun hoşnutluğunu kazanmak için yaşamlarının sürdürürler. Şüphesiz Allah'ın bir insanı sevmesi ve onu dost edinmesi insana verilebilecek en büyük nimettir.

 

“Rabbinizden bağışlanma dileyin, sonra O'na tevbe edin. Gerçekten benim Rabbim, merhamet edendir, sevendir.” (11/Hûd, 90). Allah Teâlâ; koymuş olduğu sınırların dışına çıkanlar ‘tevbe etmeyen günahkarlar, facirler, kâfirler, müşrikler ve münafiklar’ dışında tüm yarattıklarını sever. Hele de peygamberini adım adım izleyen kullarını bir başka sever...

 

‘El-Vedûd’ isminin tecellisini;  Sadece Allah’a tevekkül ettiğinizde (3/Âl-i İmran, 159), Sabrettiğinizde (3/Âl-i İmran, 146), Günahlardan korunduğunuzda (9/Tevbe, 4), İyilikte bulunduğunuzda (2/Bakara, 195) ve Güzel davrandığınızın (3/Âl-i İmran, 134) her saniyesinde görmek mümkün.

 

49) EL-MECÎD  

El-Mecid: Şânı yüce ve kadri büyük ve yüksek olan. “(Allah) yüce arşın sahibidir; mecid’dir (pek yücedir)...” (85/Burûc, 15)

 

Allah'ın şânı tüm kâinatta kendini apaçık delillerle göstermektedir. O'nun şânının yüceliğini tanımayan hiçbir insan yoktur. O'nu inkâr edenler, "inanmıyoruz" diyenler bile O'nun yarattıklarına şahit oldukları için aslında gücünü ve şânını tanıyıp bilirler. Ancak içlerindeki büyüklenme arzusu sebebiyle inkâr ederler.

 

Allah'ın kâinatta yarattığı muhteşem güzellikler de, kusursuz sistemler de O'nun şânına yaraşır şekildedir. Gökyüzünde tonlarca ağırlığında su taşıyan bulutlar, milyonlarca ışık yılı uzaklıkta bulunan yıldızlar, büyük bir gürültüyle ve inanılmaz bir güçle akan şelaleler, uçsuz bucaksız genişlikteki okyanuslar, zirvesi karlarla kaplı olan binlerce metre yükseklikteki dağlar, içinde birbirinden değişik renkte ve seste sayısız canlı türleri barındıran ormanlar, O'nun yarattığı güzelliklerden yalnızca birkaç tanesidir. Birkaç saniyede bir şehri yerle bir eden deprem, bir anda patlayarak binlerce derecelik ısıdaki lavlarını boşaltan bir volkan, herşeyi önüne katıp götüren sel, düştüğü anda isabet ettiği yere ölüm getiren yıldırım, herşeyi yıkıp geçen bir tayfun yalnızca O'nun gücünün göstergeleridir. Allah hepsini  şânına yaraşır şekilde yaratmıştır. Onun yarattıkları ise kendilerine bu azaplardan herhangi biri dokunduğunda bir daha kalkmamak üzere oldukları yere çöküverirler.

 

Sayılanlar ve burada daha sayılamayan milyonlarca örnek yalnızca Allah'ın şânının büyüklüğünün evrendeki delilleridir. Âhirette görülecek olanlar ise bunların çok üstünde olacaktır...

 

"Elbette, Rabbimizin şânı yücedir. O, ne bir eş edinmiştir, ne de bir çocuk." (72/Cin, 3) "Dediler ki: ‘Allah'ın emrine mi şaşıyorsun? Allah'ın rahmeti ve bereketleri sizin üzerinizdedir, ey ev halkı şüphesiz O, övülmeye lâyık olandır, Mecid'tir." (11/Hûd, 73)

 

 

Allah Teâlâ yarattıklarıyla, onları rahmeti ile kuşatmasıyla, dilediğine bolca rızıklar vermesiyle, hiçbir gücün karşısında duramamasıyla yücedir. Yani ‘Mecid’’dir.

 

50) EL-BÂİS

 

Allah'ın güzel isimlerinden biri. Kulları ölümlerinden sonra dirilten, ölüleri diriltip kabirlerinden çıkaran veya ümmetlere peygamberler gönderen anlamında. Allahu Teâlâ insanları ölüp toprak olduktan sonra dirilterek kabirlerinden kaldıracak "Arasat" denilen çok geniş, dümdüz, ağaçtan ve binadan tamamiyle boş bir yere çıkaracaktır. Âhiret günü yahut Kıyâmet günü denilen ve Kur'an-ı Kerîm' de daha başka adları olan bu gün iman esaslarından biridir ve Ve'lba'sü ba'del-mevt: (Öldükten sonra dirilme) diye adlandırılır.

 

"(Habibim) de ki: "Onları ilk defa yaratan diriltecek. O, her yaratmayı hakkıyle bilendir." (36/Yâsin, 79). Allah Teâlâ, mahlûkatını yok ettikten sonra tekrar diriltmeye kadirdir. "O, mahlûku ilkin yaratıp sonra onu (ö!dürdükten ve tekrar dirilttikten sonra) iade edecek olandır ki, bu, O'na göre pek kolaydır. Göklerde ve yerde en yüce sıfatlar O'nun. O, yegâne galip, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir." (30/Rûm, 27).

 

Baas, yeniden diriltme ve din gününde amellerin karşılığını vermek içindir. Dünya imtihan; âhiret, sonuç günüdür (Şâmil İslâm Ansiklopedisi: 1/204. M. Sait Şimşek, Şamil İslâm Ansiklopedisi, 2/298).

 

“Nasıl oluyor da Allah'ı inkâr ediyorsunuz? Oysa ölü iken sizi O diriltti; sonra sizi yine öldürecek, yine diriltecektir ve sonra O'na döndürüleceksiniz.” (2/Bakara, 28)

 

Şüphesiz yeryüzünde şu ana kadar yaşayan ve bundan sonra da yaşayacak olan tüm insanlar ölümlüdür. Herkes bir gün ölür ve mezara konulur. Ancak bu apaçık gerçeğe rağmen insanların büyük bir çoğunluğu öleceği ve mezara konulduktan sonra tekrar diriltileceği gerçeğini pek fazla düşünmez. Hatta Kuran'ın bize bildirdiğine göre birçok insan, ölüp mezara konduktan sonra tekrar diriltilebileceğine pek ihtimal de vermeyerek şöyle der: “Derler ki: ‘Biz çukurda iken, gerçekten biz mi yeniden (diriltilip) döndürüleceğiz? Biz çürüyüp dağılmış kemikler olduğumuz zaman mı?" (79/Nâziât, 10-11)

 

Kuran'da insanların büyük bir yanılgı ile sordukları bu soruya  gereken cevap da en açık şekilde verilmiştir: “Kendi yaratılışını unutarak bize bir örnek verdi; dedi ki: ‘Çürümüş bozulmuşken, bu kemikleri kim diriltecekmiş?’ De ki: ‘Onları, ilk defa yaratıp-inşa eden diriltecek. O, her yaratmayı bilir." (36/Yâsin, 78-79)

 

Yukarıdaki âyetlerde de bildirildiği gibi Allah tüm insanları ilk defa yaratıp-inşa edendir. Gelmiş geçmiş tüm insanları birbirlerinden farklı özelliklerle donatmıştır. Öyle ki bugün bilindiği gibi her insanın parmak ucuna kadar birçok özelliği diğer insanlardan farklıdır. Kuşkusuz onları ilk defa yaratmış olan Allah ikinci kere ve hatta sayısız kereler aynı şekilde yaratmaya güç yetirir. Nitekim Allah bunun delillerini bizlere yeryüzünün diriltilişinde göstermektedir.

 

Çevremize baktığımızda her sonbahar tüm doğanın bir nevi 'ölüm' yaşadığına şahit oluruz. Bu 'ölüm' bütün bir kış mevsimi boyunca da sürer. Ancak ilkbahar geldiğinde ağaçların kupkuru olmuş dallarında yeniden rengarenk çiçeklerin, yemyeşil yaprakların çıktığını görürüz; tüm doğanın canlanarak yeşillendiğini farkederiz. Üstelik bu 'ölümden sonra diriliş' binlerce senedir hiç aksaklık göstermeden devam eder. İşte insanın ölümünden sonra dirilişi de Allah için bu derece kolaydır. İnsanlar diriltilişi ile doğanın diriltilişi arasındaki bu benzerliğe Allah âyetlerinde şöyle dikkat çekmiştir:

 

“O ölüden diriyi çıkarır ve diriden ölüyü çıkarır, ölümünden sonra da yeri diriltir. İşte siz de böyle çıkarılacaksınız.” (30/Rûm, 19) “Şimdi Allah'ın rahmetinin eserlerine bak; ölümünden sonra yeryüzünü nasıl diriltmektedir? Şüphesiz O, ölüleri de gerçekten diriltecektir. O, herşeye güç yetirendir.” (30/Rûm, 50)

 

Allah'ın 'Bâis' sıfatının bir başka anlamı da 'peygamber gönderen'dir. Allah insanlara uyarıcı-korkutucular, müjde vericiler olarak elçiler göndermiş ve onları doğru yola davet etmiştir. Elçilerinden kimine insanları karanlıktan aydınlığa çıkaracak kitaplar vahyetmiştir. Kuşkusuz bu, Allah'ın insanlara büyük bir lütfudur.

 

“İnsanlar tek bir ümmetti. Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdi ve beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere hak kitaplar indirdi...” (2/Bakara, 213)

 

“Andolsun ki Allah, mü'minlere, içlerinde kendilerinden onlara bir peygamber göndermekle lütufta bulunmuştur. (Ki O) Onlara âyetlerini okuyor, onları arındırıyor ve onlara Kitabı ve hikmeti öğretiyor. Ondan önce ise onlar apaçık bir sapıklık içindeydiler.” (3/Âl-i İmran, 164)

 

“Kıyâmet saati mutlaka gelecektir. Bunda şüphe yoktur. Şüphesiz Allah (c.c.) kabirdekileri tekrar diriltecektir.” (22/Hac, 7). El-Bais: Kıyâmetten sonra ölüleri tekrar dirilten, peygamber gönderen; ölü kalpleri hidâyetle dirilten. Allah Teâlâ’nın ‘El-Bais’ ismi her iki alemde de tecelli eder.

 

Câhil insanlar ölü kalplerdir. Rabbimiz katında yürüyen birer cesettirler. Rabbim işte o ölü ruhların hayat bulması için peygamberler göndererek kalplerin üstündeki karartıları silmek ister. Haliyle de hidâyete eren her kul üzerinde ‘El-Bais’ ismi tecelli etmiş olur. Rûhu bedeninden çekilen her kul tekrar diriltilecektir. Bir damla meniden insan yaratan Allah Teâlâ tekrar diriltmeye gücü yeter.

 

Allah’ın ‘El-Bais’ ismini tabiatta da görmek mümkün. Hele de kış ve bahar aylarında.... Sarı ve yeşil yapraklar....

 

 

51) EŞ-ŞEHÎD

eş-Şehîd: Şâhit olan; Bilinenin ve bilinmeyenin şâhidi; Her zaman ve her yerde hazır ve nâzır olan. “...Allah her şeye şahit olandır.” (4/Nisâ, 33) “... Şüphesiz Allah, üzerinizde tam bir gözetleyicidir.” (4/Nisâ, 1) “De ki: "Benimle aranızda şâhid olarak Allah yeter; kuşkusuz O, kullarından gerçeğiyle haberdardır, görendir." (17/İsrâ, 96)

 

Allah ezelî ve ebedîdir. Mutlak olan tek varlıktır. Zamana ve mekâna bağımlı değildir. Bu nedenle geçmiş ve gelecek kavramları Allah katında birdir. Allah geçmişte olan bütün olayları da gelecekte olacak olanları da bilir. Kâinatın ilk yaratıldığı andan itibaren, yok olacağı kıyâmet gününe kadarki son ana kadar herşeye şahit olandır. Yaşanan her olayı, yapılan her konuşmayı bilir. Allah katında gizli olan hiçbir şey yoktur. O'nun için gündüzün aydınlığı da gecenin karanlığı da birdir. Allah 'gecenin örtüsü' altında gizlenenlerin, biraraya gelerek fısıldaşanların bütün konuşmalarına da şahittir. Câhil olan insan gece karanlığının günahlarını gizleyeceğine, hiç kimse tarafından görülmeyeceğine ve bilinmeyeceğine inanır. Oysa Allah insana her an, her yerde şahittir. Tek başınayken de milyarlarca insanın arasındayken de insanın durumu Allah katında aynıdır. Kuran'da bu durum aşağıdaki âyetle belirtilmiştir: “Allah'ın göklerde ve yerde olanların tümünü gerçekten bilmekte olduğunu görmüyor musun? (Kendi aralarında gizli toplantılar düzenleyip) Fısıldaşmakta olan üç kişiden dördüncüleri mutlaka O'dur; beşin altıncısı da mutlaka O'dur. Bundan az veya çok olsun, her nerede olsalar mutlaka O, kendileriyle beraberdir. Sonra yaptıklarını kıyâmet günü kendilerine haber verecektir. Şüphesiz Allah, herşeyi bilendir.” (58/Mücâdele, 7)

 

Allah tüm insanların her an, her saniye kalplerindeki niyete, akıllarından geçen her düşünceye şahit olandır. Dünyada insanların yaşadıkları her olaya şahit olan Allah hesap gününde onlara yapmakta olduklarının tam karşılığını, eksiksizce verecektir. Allah'ın kendisini görmeyeceğini, konuşmalarını duymayacağını zannedenler ve gizli günahlarının karşılarına hiçbir zaman çıkmayacağını düşünenler kıyâmet gününde ne kadar yanıldıklarını anlayacaklardır. Zira Allah bir insanın doğduğu andan son nefesini verdiği ölüm anına kadar yaşadığı her olaya tüm ayrıntıları ile şahit olmuştur. "Allah, hepsini dirilteceği gün, onlara neler yaptıklarını haber verecektir. Allah, onları (yaptıklarıyla bir bir) saymıştır; onlar ise onu unutmuşlardır. Allah, herşeye şâhid olandır." (58/Mücâdele, 6) âyetiyle bildirdiği gibi de, insanın işlediği herşey âhirette tam karşılığını görecektir.

 

“Senin içinde olduğun herhangi bir durum, onun hakkında Kur'an'dan okuduğun herhangi bir şey ve sizin işlediğiniz herhangi bir iş yoktur ki, ona (iyice) daldığınızda, biz sizin üzerinizde şahidler durmuş olmayalım. Yerde ve gökte zerre ağırlığınca hiçbir şey Rabbinden uzakta (saklı) kalmaz. Bunun daha küçüğü de, daha büyüğü de yoktur ki, apaçık bir kitapta (kayıtlı) olmasın.” (10/Yûnus, 61) “Fakat Allah, sana indirdiğiyle şahidlik eder ki, O, bunu kendi ilmiyle indirmiştir. Melekler de şahittirler. Şâhid olarak Allah yeter.” (4/Nisâ, 166) “Onlara vaadettiğimiz (azabın) bir kısmını sana gösteririz veya senin hayatına son veririz (de görmen âhirete kalır.) Onların dönüşleri bizedir, sonra Allah işlediklerine şâhiddir.” (10/Yûnus, 46) “Biz âyetlerimizi hem afakta, hem kendi nefislerinde onlara göstereceğiz; öyle ki, şüphesiz onun hak olduğu kendilerine açıkça belli olsun. Herşeyin üzerinde Rabbinin şahid olması yetmez mi?” (41/Fussilet, 53)

 

Her şeyi en ince ayrıntısına kadar bilen, tüm tartışmalara, haksızlıklara, zulümlere ve yapılan mahkemelere şahit olan Allah Teâlâ kimin haklı kimin haksız olduğunu öteki alemde bildirecektir. Akıllı bir ruh; her an Allah (c.c.) tarafından gözetlendiğini düşünüp gerekli toparlanmaları yapar.

 

52) EL-HAKK

 

El-Hakk: Varlığı hiç değişmeden duran. “İşte böyle; şüphesiz Allah, O, Hak olandır ve şüphesiz O'nun dışında taptıkları (tanrılar) ise, batıldır. Şüphesiz Allah, yücedir, büyüktür.” (31/Lokman, 30)

 

Zaman ve mekân, canlı-cansız herşey gibi 'yaratılmış' kavramlardır. Zaman ve mekânın hiç olmadığı bir anda yoktan bir madde alemi yaratılmış ve bu alem içinde zaman-mekân kavramları oluşmuştur. Şöyle ki, zaman içinde geriye gittiğimizde bir sınırla karşılaşırız ve bu sınırın gerisine asla geçemeyiz. Bir olay için kullanabileceğimiz  en eski ifâde, 'evrenin yaratılış anı'dır. Hatta bugün bilim çevrelerinde tespit edilen sınır kâinatın yaratılma ânından itibaren 10-43 saniyedir. Bu zaman diliminden öncesi için ne zaman ne de mekân tanımlanamamaktadır.

 

 

 

 

 

 

Bu noktada karşımıza zamanın ve mekânın olmadığı bir boyut çıkar. İnsanın sınırlı olduğu bu iki kavram belirli bir anda 'yaratılmış' olduklarına göre, bu 'yaratılış'tan önce bir zamansızlık ve mekânsızlık mevcuttu. İşte bizlerin asla dışına çıkamadığımız bu kavramları yaratan onların tamamen dışında olan Allah'tır. Allah zamandan ve mekândan münezzehtir ve dolayısıyla varlığı her zaman mevcuttur. Asla değişmez. Tek gerçek varlık O'dur, O'nun Zatı dışında herşey ancak O'nun 'ol' demesiyle var olmuştur. Allah'ın Zatı dışında herşey ölümlüdür ve yok olucudur. Kuran'da da bildirildiği gibi Hak olan yalnızca O'dur.

 

“Hak olan, biricik hükümdar olan Allah yücedir. Onun vahyi sana gelip tamamlanmadan evvel, Kur'an'ı (okumada) acele etme ve de ki: ‘Rabbim, ilmimi arttır." (20/Tâhâ, 114) “İşte böyle; şüphesiz Allah, hakkın kendisidir ve şüphesiz ölüleri diriltir ve gerçekten herşeye güç yetirendir.” (22/Hacc, 6) “İşte burada (bu durumda) velâyet (yardımcılık, dostluk) hak olan Allah'a aittir. O, sevap bakımından hayırlı, sonuç bakımından hayırlıdır.” (18/Kehf, 44)

 

Hak: Kur'ân-ı Kerim, yakîn, sâbit ve şüphe olmayan şey demektir. Hüküm, fasıl ve kaza olunmuş iş, adâlet, İslâm, mal, mülk, vâcip, sâdık, lâyık, yaraşır, şans ve hisse. Çoğulu; hukuk ve hıkâk'tır. Hakkın, bu çeşitli anlamları, "kesin olarak sâbit olma ve gerekli olma (sübût ve vücûb) "kavramında toplanır. Kur'ân-ı Kerim'de Hakk kelimesi ve türevleri 285 kadar âyette geçer

 

“Allah’ın hak/apaçık gerçek olduğunu anlayacaklardır.” (24/Nûr, 25). El-Hakk: Fiilen var olan, mevcûdiyet ve uluhiyyeti gerçek olan. Allah Teâlâ fiilen vardır. Fakat dünyadaki hiçbir göz bu dünyada iken O’nu göremez. Sadece isim ve sıfatlarının tecellisini tefekkür ederek tanımaya çalışır, o kadar.

 

Allah Teâlâ cennetteki kullarına görünecektir

 

53) EL-VEKÎL

İşlerini kendisine bırakanların işini düzeltip, onların yapabileceğinden daha iyisini temin eden. "Tamam, kabul!’ derler. Ama yanından çıktıkları zaman, onlardan bir grup, karanlıklarda senin söylediğinin tersini kurarlar. Allah, karanlıklarda kurduklarını yazıyor. Sen de onlardan yüz çevir ve Allah'a tevekkül et. Vekil olarak Allah yeter.” (4/Nisâ, 81)

 

Allah iman sahibi olan, samimi kullarına karşılaştıkları her türlü durum ve şartta kendisine güvenmelerini söyler. Nitekim tüm peygamberler Allah'ın dinini anlatırken, birçok zorlukla karşılaşmış, hitap ettikleri topluluklar çoğu zaman onlara düşmanlıkla karşı çıkmışlardır. Buna rağmen hiçbir elçi en ufak bir korkuya ve ümitsizliğe kapılmamış, Allah'ın birliğini anlatma konusundaki kararlı tutumlarını asla bırakmamışlardır. Allah'ın elçilerinin çok önemli bir özelliği vardır: Hep Allah'ı vekil edinmişler, yalnızca O'nun hoşnutluğunu gözettiklerinden kimsenin takdiri peşinde koşmamışlardır.

 

Allah dinine yardım edenlere yardım edeceğini Kuran'da bize bildirmiştir. Elbetteki mü’minlerin karşısında onlara karşı mücadele eden, şeytanı izleyen topluluklar daima olur. Bu topluluklar mü’minleri engellemek için geniş kapsamlı planlar kurabilirler. İncitici sözler ve iftiralarla mü’minleri moral olarak çökertmeye çalışırlar. Ama hiçbir zaman istedikleri olmaz. Onların güvendiği şeyler Allah'ın gücü ve sonsuz aklı yanında kuru ve boş güçlerdir. Allah kurdukları her planı en ince detayına kadar bilen ve görendir. Onlara karşı asıl planı kuracak olan O'dur. Allah kendisini dost edinmiş, sabırlı ve kararlı mü’minlere yalnızca Rablerine güvendikleri için yardım eder. Olabilecek en güzel sonuçla mü’minleri başarıya kavuşturur. Bu son derece metafizik, asla inkârcıların anlayamayacakları ve sahip olamayacakları büyük bir güçtür. Mütevekkil mü’minler bu sayede maddi ve manevi yönden büyük bir kuvvet kazanmış olurlar. Allah Kuran'da yalnızca kendisine yönelen kullarının kazandığı güçle ilgili şu misali vermiştir: “Kim ihsanda bulunan (biri) olarak yüzünü (kendini) Allah'a teslim ederse, artık gerçekten o kopmayan bir kulpa yapışmıştır. Bütün işlerin sonu Allah'a varır.” (31/Lokman, 22) “Onlar, kendilerine insanlar: ‘Size karşı insanlar topla(n)dılar, artık onlardan korkun!’ dedikleri halde imanları artanlar ve: ‘Allah bize yeter, O ne güzel vekildir’ diyenlerdir.” (3/Âl-i İmran, 173)

 

Allah'ı vekil edinmelerinin karşılığı ise her zamanki gibi zafer olmuştur. "Bundan dolayı, kendilerine hiçbir kötülük dokunmadan bir bolluk (fazl) ve Allah'tan bir nimetle geri döndüler. Onlar, Allah'ın rızâsına uydular. Allah, büyük fazl (ve ihsan) sahibidir." (3/Âl-i İmran, 174) “(Allah,) Doğunun ve batının Rabbidir. O'ndan başka ilâh yoktur. Şu halde (yalnızca) O'nu vekil tut.” (73/Müzzemmil, 9) “De ki: ‘Allah'ın bizim için yazdıkları dışında, bize kesinlikle hiçbir şey isâbet etmez. O bizim mevlâmızdır. Ve mü'minler yalnızca Allah'a tevekkül etmelidirler." (9/Tevbe, 51)

 

54) EL-KAVÎ

el-Kavî: Pek güçlü. “Firavun ailesinin ve onlardan öncekilerin gidiş tarzı gibi Allah'ın âyetlerini inkâr ettiler de, Allah da onları günahlarından dolayı yakalayıverdi. Şüphesiz, Allah, en büyük kuvvet sahibidir, sonuçlandırması pek şiddetlidir.” (8/Enfâl, 52)

 

Tarih boyunca Allah çeşitli kavimlere elçiler göndermiş, onlar vasıtasıyla insanlara kendi isteklerini bildirmiştir. Her elçi yeryüzüne geldiğinde tek ilâhın Allah olduğunu, yalnızca O'ndan korkup sakınmak ve O'nun emirlerini yerine getirmek gerektiğini tebliğ etmiştir. Ancak "Çünkü gerçekten onlar, Rasulleri kendilerine apaçık belgeler getirirdi; fakat onlar inkâr ederlerdi. Bu yüzden  Allah, onları (azabla) yakalayıverdi. Şüphesiz O, kuvvetli olandır, cezalandırması şiddetlidir." (40/Mü’min, 22) âyetinde bildirildiği üzere, kavimlerin çoğu inkâra sapmış, elçileri yalanlamış ve Allah'ın azâbını hak etmiştir.

 

Allah'ın gönderdiği elçiyi inkâr eden, ona mümkün olduğu kadar zorluk çıkaran, sıkıntı vermeye çalışan inkârcılar, Allah'ın azabını görünceye kadar bu tutumlarından vazgeçmemişlerdir. Onlar, yeryüzünde iktidar, güç ve servet sahibi olduklarını düşündükleri için kendilerini haklı görmüş, büyüklenmekten vazgeçmemişlerdir. Oysa unuttukları çok önemli bir gerçek vardır: Allah, en büyük güç sahibidir.

 

Bu önemli gerçeği kavrayamayan inkârcılar, asla erişemeyecekleri bir büyüklük hevesi içerisinde olmuşlardır. Allah'ın dilediğinde tek bir fırtınayla tüm mallarını yok edebileceğini, şiddetli bir yağmurla ekinlerini helak edebileceğini, hastalığa sebep olan bir mikropla sayıca çok gördükleri yakınlarını öldürebileceğini ve daha bunun gibi ellerindeki tüm gücü, serveti yok edebilecek sayısız sebebi göz ardı etmişlerdir. Sonuç olarak yeryüzünde de, ölümden sonra âhirette de Allah'ın azabı ile yüzyüze gelmişlerdir. Allah inkârcılara Kuran'da şöyle seslenmektedir:

 

“İnsanlar içinde, Allah'tan başkasını endâd/eş ve ortak tutanlar vardır ki, onlar (bunları), Allah'ı sever gibi severler. İman edenlerin ise Allah'a olan sevgileri daha güçlüdür. O zulmedenler, azaba uğrayacakları zaman, muhakkak bütün kuvvetin tümüyle Allah'ın olduğunu ve Allah'ın vereceği azabın gerçekten şiddetli olduğunu bir bilselerdi.” (2/Bakara, 165) “Onlar, Allah'ın kadrini hakkıyla takdir edemediler. Şüphesiz Allah, güç sahibidir, azizdir.” (22/Hac, 74) “Allah, inkâr edenleri kin ve öfkeleriyle geri çevirdi, onlar hiçbir hayra varamadılar. Savaşta Allah (yardımcı ve zafer nasib edici olarak) mü'minlere yetti. Allah çok güçlüdür, üstün ve gâlib olandır.” (33/Ahzâb, 25)

 

55) EL-METÎN

el-Metîn: Çok sağlam. “Hiç şüphesiz, rızık veren O, metîn kuvvet sahibi olan  Allah'tır. (51/Zâriyât, 58)

 

İnkarcıların en çok yanılgıya düştükleri konu Allah'ın varlığı değil, Allah'ın sıfatlarıdır. Kimisi Allah'ın herşeyi en başta yaratıp bıraktığını, daha sonra olayların kendi başına gelişip devam ettiğini, kimisi Allah'ın insanı yarattığını fakat insanı kendine bıraktığını savunur. Sonuçta imansızlığın temelinde Allah'ın varlığını reddetme değil, "Onlar, Allah'ın kadrini hakkıyla takdir edemediler..." (22/Hac, 74) âyetinde de belirtildiği gibi, Allah'ı gereği gibi takdir edememe sorunu yatar. Ne var ki, dünya hayatında her türlü delili görmelerine rağmen Allah'ın kudretini takdir edemeyen insanların Allah'ın kuvvetini asla inkâr edemeyecekleri öyle bir gün gelecektir ki, o gün Allah'ın azametini, kudretini çok büyük bir şiddetle hissedeceklerdir. Allah'ın kuvvetiyle yeryüzündeki en sağlam yapılar olan o heybetli, sarsılmaz dağlar yerlerinden oynatılıp yürütülür, köklerinden savrulur, paramparça edilirler.

 

“Artık sur'a tek bir üfürülüşle üfürüleceği; Yeryüzü ve dağlar yerlerinden oynatılıp kaldırılacağı, ardından tek bir çarpma ile birbirlerine çarpılıp parça parça olacağı zaman. İşte o gün, vakıa (bir gerçek olan kıyâmet) artık vukubulmuştur (gerçekleşmiştir). Gök yarılıp çatlamıştır; artık o gün, 'sarkmış zaafa uğramıştır.” (69/Haakka, 13-16)

 

O gün meydana gelecek yıkım Allah'ın şânına, kudretine yakışacak şekildedir. Dünyadaki en büyük kütle ve en büyük hayat kaynağı olan okyanuslar suyun kaynaması gibi kaynar, tutuşur. İnsanın bildiği, alıştığı ve sonsuza dek süreceğini sandığı bütün varlıklar ve düzenler temelinden bozulmaya uğrar, darmadağın olurlar. Milyonlarca yıldır alışılmış yer ve gök, onları inşa eden sonsuz güç tarafından paramparça edilir. Yine milyonlarca yıldır ışık saçan hayat kaynağı güneş köreltilerek gerçek bir sahibinin olduğu gözler önüne serilir. Böylelikle herşeyin üstündeki tek ve gerçek kuvvet sahibinin kim olduğu, yegâne hakimiyetin ve gücün kime ait olduğu tüm açıklığıyla ortaya çıkar.

 

“Onlar, Allah'ın kadrini hakkıyla takdir edemediler. Oysa kıyâmet günü yer, bütünüyle O'nun avucu (kabzası)ndadır; gökler de sağ eliyle dürülüp bükülmüştür. O, şirk koştuklarından münezzeh ve yücedir.” (39/Zümer, 67)

 

56) EL-VELÎ

el-Velî: İyi kullarına dost. “Allah, iman edenlerin velisi (dostu ve destekçisi)dir. Onları karanlıklardan nura çıkarır; inkâr edenlerin velileri ise tağut'tur. Onları nurdan karanlıklara çıkarırlar. İşte onlar, ateşin halkıdırlar, onda süresiz kalacaklardır.” (2/Bakara, 257)

 

İnsanın hem dünyada hem de âhirette tek bir gerçek dostu vardır. Bu dost onu hiçbir zaman bırakıp gitmez, asla terketmez, her zorlukta yanındadır ve ona yardımcıdır. Doğduğu günden öldüğü güne kadar daima onunla birliktedir. Onu düşmanlarına karşı korur. Onun için herkesten daha güvenilirdir, daima karşılıksız armağan edendir. Kuşkusuz bu dost Allah'tır. Allah mü’minlerin en çok güvendiği, en yakın dostudur. O kendisine inanan insanları her türlü eksiklikten ve hatadan arındırır, onlara çok seçkin bir yaşam ve âhirette de hiç tükenmeyecek olan mülkünü vaad eder.

 

İnsan hayatı boyunca gerçekten güveneceği, her durumda sıkıntısını giderebilecek güçte, zengin ve muktedir bir insan ya da bir güç arayışı içindedir. Fakat bunu ararken zâten kendisini yaratmış, yaşamını sürdürmesini sağlayan, büyük kuvvet sahibi, herşeyi yapmaya kadir olan Rabbini unutur. Kendisine kötülükten başka hiçbir katkısı olmayan, âhirette de cennette bir pay sahibi olmasını engelleyen şeytanı dost edinir. Oysa onlar birbirlerinin velisidirler. İşte bu, onun için sonun başlangıcıdır. Karanlık bir dünyanın girişidir. Allah'a iman eden, imanında da samimi olan insanlar ise artık içinde hiç mağlubiyeti olmayan şerefli ve hayırlı bir hayatın içine girerler. Çünkü Allah inananlara dinine ve sözlerine sadık oldukları sürece zafer nasip edecektir. Asıl büyük karşılığı ise âhirettte onlara verecektir. Allah inananların dünyada ve âhiretteki tek gerçek dostudur.

 

“Allah, sizin düşmanlarınızı daha iyi bilendir; bir veli (en güvenilir bir dost) olarak Allah yeter, bir yardımcı olarak da Allah yeter.” (4/Nisâ, 45) “O zaman sizden iki grup, neredeyse 'çözülüp geri çekilmek' istemişti. Oysa Allah onların (velisi) yardımcısıydı. Artık mü'minler, yalnızca Allah'a tevekkül etmelidir.” (3/Âl-i İmran, 122) “O'dur ki, onlar umutlarını kestikten sonra yağmuru indirir ve rahmetini serip yayar. O, Veli'dir, Hamid'dir.” (42/Şûrâ, 28)

 

Velî: Dost, arkadaş, yardımcı, birinin işini üstlenen, yönetici, ermiş kişi demektir. Çoğulu evliyâ’dır. Velî kelimesi Kur'ân'da hem Allah hem de diğer varlıklar için kullanılır. Allah'ın esmâü'l-hüsnâsından biri de el-Veliy'dir. Kelime Allah için kullanıldığında dost, yardımcı, işleri yürüten anlamlarını belirtir. Allah'ın velilik niteliği çeşitli âyetlerde dile getirilir. Buna göre Allah, iman edenleri karanlıklardan aydınlığa çıkaran (2/Bakara, 257), mülkünde, kudret ve yüceliğinde ortağı olmayan ve korumanın kaynağı olan (17/İsrâ, 111; 18/Kehf, 26), rahmetini yayan, dostunu yücelten (42/Şûrâ, 28), göklerin ve yerin yaratıcısı (6/En’âm, 14), Kitab'ı indiren, barışseverleri kollayıp gözeten (7/A’râf, 196), yalnız dünyada değil, ölümle bizi bırakıp gidenlerin ardından da bizi kucaklayan sonsuz vefâlı (12/Yûsuf, 101) bir velidir.

 

Kur'ân'da mü'minler için kullanıldığında ise iki anlama gelir. Bunlardan ilki, işlerini Allah'ın gördüğü, kendisine bırakmadığı kimse anlamıdır. "O sâlih kimselere velilik eder, işlerini yönetir" (7/A'râf, 196) âyetindeki velilik bu anlamdadır. Diğer anlam ise, Allah'a ibâdet ve taat işini üstlenen kimseyi dile getirir. Bu anlamda her mü'min ve müttaki insan velidir, bunlara korku yoktur, üzülmeyeceklerdir de (10/Yûnus, 62-63). Diğer bir âyette bu anlamdaki veli ayrıntılı biçimde açıklanır: "...Allah'a, âhiret gününe, meleklere, Kitab'a ve peygamberlere inandı; sevdiği malını yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlarsa, dilencilere ve boyunduruk altında bulunan (köle ve esir)lere harcadı; namazı kıldı, zekatı verdi. Andlaşma yaptıkları zaman andlaşmalarını yerine getirenler; sıkıntı hastalık ve savaş zamanlarında sabredenler, işte doğru olanlar onlardır, müttakiler de onlardır" (2/Bakara, 177).

 

Kur'ân'a göre velilik ve veli edinme, mü'minin ilişkilerinin yönünü belirler. Gerçek, değişmez ve mutlak veli Allah'tır (3/Âl-i İmran, 68; 42/Şûrâ, 9). Velilik yalnız Allah'a özgüdür (18/Kehf, 44). Mü'minlerin velisi ancak Allah'tır (5/Mâide, 55). Bu nedenle mü'minler Allah'ı veli edinmelidirler (42/Şûrâ, 6). Mü'minlerin Allah'tan başka velileri de vardır. Bunlar melekler (41/Fussılet, 31), Allah Resûlü ve diğer mü'minlerdir (5/Mâide, 55).

 

Kur'ân, mü'minlerin kimleri veli edinmemeleri gerektiğini de açıklar. Örneğin, mü'minler şeytanı veli edinemezler. Onu veli edinen tam bir hüsrana gömülür (4/Nisâ, 119). Şeytanı veli edinenler, hesap gününde onun dışında bir dost bulamazlar (16/Nahl, 63). Şeytanlar kâfirlerin velisidirler (7/A’râf, 27). Şeytanlar, mü'minleri, gerçek veli olan Allah'tan uzak düşürmek için kendi evliyasına sürekli gizli direktifler verirler (6/En’âm, 121). Öyleyse mü'minler şeytanı hayat sahnesinden silmelidirler (4/Nisâ, 76). Mü'minler küfre batan kişileri de veli edinemezler (3/Âl-i İmrân, 28). Edinirlerse, izzet yerine zillete düşerler (4/Nisâ, 28). Yahudiler ve Hristiyanlar da mü'minlerin veli edinemeyecekleri kimselerdir. Bunlar, mü'minlerin dinlerini eğlence ve alay konusu edinirler (5/Mâide, 51). İmana karşı küfrü seviyorlarsa, mü'minler baba ve kardeşlerini bile veli edinemezler (9/Tevbe, 23. Ahmet Özalp, Şamil İslâm Ansiklopedisi, 6/337-338).

 

 

57) EL-HAMÎD

el-Hamîd: Ancak kendisine şükredilen, bütün varlığın   diliyle yegâne övülen. “O'dur ki, onlar umutlarını kestikten sonra yağmuru indirir ve rahmetini serip-yayar. O, Veli'dir, Hamid'dir.” (42/Şûrâ, 28)

 

Kâinatta yaşayan tüm bitkiler ve hayvanlar, Allah'ın yeryüzünde kendilerini yerleştirdiği şekilde yaşarlar. Böylelikle Allah'ı tesbih edip O'nu yüceltirler. Denizin dibinde yaşayan bir balık da, çölde yetişen bir kaktüs de büyük bir teslimiyetle yaşamını sürdürür. Allah'ın kendileri için takdir ettiği şekilde yaşamaları, O'nun kurduğu düzeni asla bozmamaları tüm canlıların Allah'ı tesbih ettiklerini gösterir. Gökyüzündeki ve yeryüzündeki herşey, tonlarca suyun biraraya getirilmesiyle oluşan denizler, binlerce metreye uzanan dağlar ve gökyüzünde sürüklenen bulutlar, ardarda gelen şimşek ve gökgürültüsü de Allah'ı tesbih edip yüceltirler. O'nun sonsuz ilmini ve gücünü insanlara gösterirler. Fakat iman etmeyenler onların bu tesbihlerini kavrayamazlar. Allah bu gerçeği bir âyetinde şu şekilde insanlara bildirir: “Yedi gök, yer ve bunların içindekiler O'nu tesbih eder; O'nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur, ancak siz onların tesbihlerini kavramıyorsunuz. Şüphesiz O, halim olandır, bağışlayandır.” (17/İsrâ, 44)

 

İnsanlardan da iman sahipleri Allah'ın üzerlerindeki nimetlerini, büyüklüğünü, yüceliğini kavrayarak O'nu tesbih eder, O'nu yüceltirler. Çünkü kendilerine verilen her türlü nimet karşılığında kendilerinden istenen yalnızca şükredici, hamd edici birer kul olmalarıdır.

 

"Göklerde ve yerde ne varsa Allah'ındır. Andolsun, biz sizden önce Kitap verilenlere ve sizlere: ‘Allah'tan korkup sakının’ diye tavsiye ettik. Eğer inkâra saparsanız, şüphesiz, göklerde ve yerde ne varsa Allah'ındır. Allah, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, hamde lâyık olandır."  (4/Nisâ, 131)

 

"Mûsâ demişti ki: ‘ğer siz ve yeryüzündekilerin tümü inkâr edecek olsanız bile şüphesiz Allah hiçbir şeye muhtaç değildir, övülmüştür." (14/İbrâhim, 8)

 

"Kendilerine ilim verilenler ise, Rabbinden sana indirilenin hakkın ta kendisi olduğunu ve üstün, güçlü, övülmeye lâyık olan (Allah)ın yoluna yöneltip ilettiğini görüyorlar." (34/Sebe, 6)

58) EL-MUHSÎ

el-Muhsî: Sonsuz da olsa bir bir herşeyin sayısını bilen. “Andolsun, onların tümünü kuşatmış ve onları sayı olarak saymış bulunmaktadır.” (19/Meryem, 94)

 

"O yarattığını bilmez mi?" (67/Mülk, 14) âyetinde bildirildiği gibi, Allah kâinatta yarattığı herşeyi en ince ayrıntısına kadar bilir, tüm canlılara hakimdir. Çünkü onların herbirini renklerine, biçimlerine, görünüşlerine, özelliklerine kadar ince ince planlamış ve yaratmıştır. Yarattığı canlı varlıklarla cansızların sayısını da kesin olarak belirlemiştir. Kuşkusuz bu, insanoğlunun asla sahip olamayacağı, güç yetiremeyeceği bir ilimdir ve yalnızca alemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur.

 

Allah uzayın boşluğunda kaç tane gezegen ve kaç tane göktaşı olduğunu, yıldızların sayısını, atomun çekirdeğinin çevresinde dönen elektronların sayısını bilir. Dünyada bulunan ağaçların tümünde kaç yaprak olduğunu ve her yaprakta ne kadar atom bulunduğunu da bilir. Allah yerin içinde ve yüzeyinde kaç tane kum taneciğinin bulunduğunu, yağan yağmur damlalarını, dünyadaki tüm denizlerin dibinde yaşayan balıkların sayısını bilir. Yeryüzünde kaç milyar bitki ve hayvan çeşidinin olduğunun bilgisi de tam olarak yine kendisinde gizlidir. Yeryüzünde Hz. Adem'den beri yaşayan, şu anda yaşamakta olan ve kıyâmete kadar da yaşayacak olan insan sayısını da yalnızca O bilir...

 

Bunun dışında, insanların hayatları boyunca her yaptıkları her düşündükleri Allah tarafından eksiksizce sayılır ve din gününde kendilerine haber verilir. Yapılan her amel en küçük ayrıntılar bile eksik kalmaksızın ortaya getirilir. Allah bu gerçeği âyette şöyle haber verir: “Allah, hepsini dirilteceği gün, onlara neler yaptıklarını haber verecektir. Allah, onları (yaptıklarıyla bir bir) saymıştır; onlar ise onu unutmuşlardır. Allah, herşeye şâhid olandır.” (58/Mücâdele, 6)

 

 

59) EL-MÜBDÎ

El-Mübdî: Varlıkları daha önce bir misli ve benzeri olmaksızın ilk defa yaratan.  “Yaratıkları ilkin yoktan var eden, sonra da onu tekrar iâde eden O’dur. Ve bu O’na göre daha kolaydır.” (30/Rûm, 27)

 

Varlıkların yaratılışı iki tarzdadır: Birisi ibdâ’, diğeri ise inşâ. İbdâ’, daha önce yapılmış bir başka şeyi taklit etmeden, bir şeyi ilk ve son olarak en mükemmel ve benzersiz şekilde yaratmak demektir. Ne güneş sistemi bir başka sistemden örnek alınarak yaratılmıştır, ne insan, ne de başka canlı. Bunların hepsinde mübdî’ ismi tecelli etmiştir.

 

Eşya, yokluk ve hiçlikten gelmiyorlar, belki ilim dâiresinden kudret dâiresine geçiyorlar. Zira yokluğa gitmeyen, yokluktan da gelmiyor demektir. Bu hikmet dersinin ışığında şöyle diyebiliriz: İlâhî ilimde mâhiyetleri ve bütün özellikleri tâyin edilen varlıkların, şu âlemde boy göstermeleri ibdâ’ iledir.

 

Her şeyin kendine has müstakil özellikleri vardır. Bu yönüyle her şey, bir eşi ve benzeri olmaksızın, ilk defa dünya yüzüne gelmektedir. Ve bu yaratılışta Mübdî’ ismi tecelli etmektedir. İnşâ ise, hikmet âlemi olan bu dünyada, bazı şeylerin bir anda yahut zamansız olarak değil de, belli bir zaman dilimi içerisinde ve kademeli olarak yaratılmasıdır. İnşâda terbiye fiili daha hâkimdir.

 

Kendi simamıza ve parmak izimize bakalım. Bu yüz ve bu iz ilk defa yaratılmıştır. Daha önce bir benzeri görülmemiştir. Buna göre insanın bedeni nutfe, alaka… dönemlerinden, çocukluk, gençlik çağlarından bir inşâ ile geçmiş olsa bile, onun rûhu, simasının şekli ve daha nice husûsiyetleri ilk defa vücut bulmakta ve Mübdî’ isminin bir tecellisini sergilemektedir. Kula düşen vazife, bu tecellileri tefekkürle okumak ve her şeyi misalsiz olarak yaratan o misilsiz zâtın varlığana iman ederek O’na hakkıyla kulluk etmeye çalışmaktır (Alâaddin Başar, Esmâ-i Hünsâ, s. 145-146)

      

Allah Teâlâ bir şeyin olmasını murad ettiği zaman o şeye “ol!” der ve o şey zaman geçirmeksizin modeliyle, şekliyle, rengiyle ve hacmiyle oluverir. Bu Allah’a (c.c.) göre çok kolaydır. Gördüğümüz ve göremediğimiz her varlık Allah’ın (c.c.) ‘El-Mübdî’ isminin tesecellîsini taşır.

60) EL-MUÎD

El-Mu’îd: Ölümden sonra dirilten. “...Halbuki siz daha önce ölüler idiniz de sizi O diriltti. Sonra (eceliniz geldiğinde) sizi yine O öldürecek, sonra tekrar sizi O diriltecek ve sonunda yine O’na döndürüleceksiniz.” (2/Bakara, 28)

 

Muîd, iâde eden demektir. Varlıkların İlâhî ilimde planlandıktan sonra bu dünyaya gönderilmeleri, “ilim dâiresinden kudret dâiresine geçiştir. Bu geçiş, ibdâ’ ile tahakkuk eder. Dünya faslının sona ermesiyle, bütün nefisler ölümü tadarlar ve yeniden ilim dâiresine geçerler.

 

İşte, âhirette bu varlıkların ikinci kez kudret dâiresine geçirilmeleri, bir iâdedir ve Muîd isminin tesecellisyledir. Konuyu ruh yönüyle ele aldığımızda şöyle de diyebiliriz: İnsanın esası ruhtur ve ruha verilen hayat sıfatı onda ebediyen kalacak, geri alınmayacaktır. İnsanın ölmesiyle, ruh hayâtiyetini yine devam ettirir ama beden artık elinden gitmiştir. Meyveyi sadece seyir ve tefekkür eder, fakat tadına bakamaz. Çünkü, dil elinden gitmiştir. Diğer cismânî lezzetler de buna kıyas edilebilir. İşte mahşere çıkışta, ruha yeniden beden iâde edilecek ve bu yeni dirilişte ruh, cismânî lezzet ve elemleri almaya yeniden başlayacaktır.

 

Bu ism-i şerifi yâd eden bir mü’min, ölümün mutlak yokluk olmadığını bir kez daha hatırlayacak ve beden-ruh beraberliğiyle geçirdiği bu hayatın, ölümle son bulmayacağını, bedeninin daha mükemmel bir şekilde kendine yeniden iâde edileceğini hatırlayacaktır. Bu ikinci yaratılışın kendisi hakkında Cennet olarak tezâhür etmesi için, ömrünü istikamet dâiresinde geçirmeye çalışacaktır. Aksi halde, Cehennemde hem cismânî, hem de rûhânî azaplar çekeceğini hatırlayıp nefsini dizginleyecek, şeytandan uzak duracaktır (Alâaddin Başar, Esmâ-i Hünsâ, s. 147-148).

    

Önceleri yoktuk... Daha sonra ‘El-Muhyî’ isminin tecellisi ile hayat bulduk. Ölüm meleği ile tanışınca ruhumuz bedenimizi çürümeye terk eder. Daha sonra da ‘El-Muîd’ isminin tecellîsiyle de çürümüş bedenler tekrar dirilirler.

 

El-Muîd ismini özellikle baharda yetişen bitkilerde görmek mümkün.

 

 

61) EL-MUHYÎ

el-Muhyî: Can bağışlayan, sağlık veren, dirilten, yaşatan. “O, diriltir ve öldürür. Ve O'na döndürüleceksiniz.” (10/Yûnus, 56)

 

Cansız elementlerle dokunan dünyamızda bir milyondan fazla canlı türü bulunuyor. Dünün, güneşten kopmuş bir parçasında bu gün çiçekler açıyor, kuşlar uçuyor, balıklar yüzüyor, insanlar geziniyor. Bu eşsiz mûcize, Allah’ın ihyâ, yani hayat verme fiiliyle icrâ ediliyor. “(Ey Allah’ım) Sen ölüden diri çıkarırsın, diriden de ölü çıkarırsın.” (3/Âl-i İmrânh, 27). Cansız yumurtalar, onlardan çıkan canlılar ve yine o canlılardan çıkan cansız yumurtalar birlikte düşünüldüğünde bu âyet-i kerimeyle verilen haberin, çok tezâhürlerine şâhit olunur.

 

Bütün canlıların temel taşı olan elementler cansızdırlar. Onlarla dokunan varlıkların hayat sahibi olmaları, hayat mûcizesinin elementlerinin işi olmadığını açıkça gösterir, ilân ederler. Şu kâinat fabrikası, bütün makineleri, âletleri ve çarklarıyla cansızdır. Hayattan nasipsiz olma noktasında yumurtadan çok daha gerilerde kalır. O fabrikadan çıkan bütün canlılar, Muhyî ismini gösterir ve hayatlarının o fabrikanın işi olmadığını ilân ederler. Kâinat fabrikasında canlıların sadece bedenleri dokunur, ruhları değil. Ölülerden çıkarılan bütün diriler, Muhyî isminin bir tecellisine sahiptir.

 

Hayat, ruhun bir sıfatıdır. Allah, ruhları hayat sahibi kılmakla onlarda Muhyî ismini tecelli ettirmiş bulunuyor. Canlı olan ruh, girdiği bedene de hayat nurunu saçıyor ve bütün hücreler bu nurdan nasiplerini alıyorlar. Böylece Cenâb-ı Hak bedenler âlemine de ruhlarla hayat veriyor ve onlarda Muhyî ismini böylece tecellî ettiriyor. Hayat sahipleri denilince aklımıza, insanlar, melekler, cinler ve hayvanlar gelir. Yani, bunlar kendilerine hayat verilmesiyle Muhyî ismine ayna olmaktadırlar (Alâaddin Başar, Esmâ-i Hünsâ, s. 149-150).

     

Bir varlığa can vermek, onu yoktan yaratmak ve onun yaşamını sürdürebileceği şekilde dünya şartlarını düzenlemek yalnızca sonsuz güç sahibi olan Allah'a mahsus bir özelliktir. Allah gözle görülemeyecek kadar küçük bir yumurta ile spermi birleştirir. Sperm yumurtanın içine girer girmez yumurtanın çevresi bir zarla örtülür. Ve hayat başlar. Allah bu küçücük hücreyi önce ikiye, sonra dörde böler. Ve bu bölünme hızla devam eder. Ve böylelikle annenin karnında mucizevi bir yaşam başlar. Aynı hücreler bir süre sonra farklılaşarak hem beyni, hem sinir sistemini, hem de sert kemikleri ve kıkırdakları oluşturur. Böylelikle Allah dokuz ay içinde yoktan, gören, duyan, konuşan ve akleden bir insan yaratır. Ona can bağışlar. Bir canlının oluşum aşamalarında meydana gelen bu mucizevi olayları, bir yumurtayla spermin başaramayacağı açıktır. Onları birleştiren ve anne karnındaki bebeği dokuz ay boyunca koruyarak büyüten yalnızca Allah'tır. İşte bu ilk yaratılış ve ilk diriltmedir.

 

 

62) EL-MÜMÎT

Ölümü yaratıp var eden; Canlıları, ecelleri gelince hayatlarına son verip öldüren. “O, (öyle yüce Allah’tır ki, hanginizin daha güzel davranacağını imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratmıştır. O, azîzdir/mutlak gâlibdir, ğafûrdur/çok bağışlayandır.” (67/Mülk, 2) “O, diriltir ve öldürür. Ve O'na döndürüleceksiniz.” (10/Yûnus, 56)

 

Allah insanı dünyaya getirdikten sonra onun yaşamasına izin verir. Sonra Allah tüm insanlara kaderlerinde bir ölüm günü tayin etmiştir. Bu ölüm gününe kadar da onları belli bir süre dünya hayatında tutarak imtihan eder. Tayin edilen süre geldiğinde de insanların canını alır ve dünyada işledikleri amellerin karşılıklarını vermek üzere, daha önce yoktan varettiği gibi ölümlerinden sonra tekrar diriltir. Kuşkusuz bu, sonsuz güce sahip Allah için çok kolay bir iştir.

 

Ancak insanların bir kısmı bu dirilişten yana gaflet içindedirler ve derler ki: “Kendi yaratılışını unutarak bize bir örnek verdi; dedi ki: Çürümüş bozulmuşken, bu kemikleri kim diriltecekmiş?” (36/Yâsin, 78). Elbette insanların gaflet içinde oldukları, inkâr ettikleri bu gerçeği Allah vaat etmiştir ve onların getirdiği misale karşılık en hikmetli cevabı vermiştir: “De ki: ‘Onları, ilk defa yaratıp inşâ eden diriltecek. O, her yaratmayı bilir.” (36/Yâsin, 79)

 

“O, yaşatan ve öldürendir; gece ile gündüzün aykırılığı (veya ardarda gelişi) da O'nun (kanunu)dur. Yine de aklınızı kullanmayacak mısınız?” (23/Mü’minûn, 80) “Şimdi Allah'ın rahmetinin eserlerine bak; ölümünden sonra yeryüzünü nasıl diriltmektedir? Şüphesiz O, ölüleri de gerçekten diriltecektir. O, herşeye güç yetirendir.” (30/Rûm, 50) O'nun âyetlerinden biri de, senin gerçekten yeryüzünü huşu içinde (solmuş, boynu bükülmüş ve kupkuru) görmendir. Ama Biz onun üzerine suyu indirdiğimiz zaman, deprenir ve kabarır. Şüphesiz onu dirilten, ölüleri de elbette dirilticidir. Çünkü O, herşeye güç yetirendir.” (41/Fussilet, 39)

 

63) EL-HAYY

Diri, herşeyi bilen ve herşeye gücü yeten. “O, Hayy (diri) olandır. O'ndan başka ilâh yoktur; öyleyse dini yalnızca kendisine halis kılanlar olarak O'na duâ edin. Alemlerin Rabbine hamdolsun. (40/Mü’min, 65)

 

İnsan âcizdir ve çok az şeye güç yetirebilir. Dünyaya geldiği andan itibaren hayatının  5-10 senesi yarı şuurlu olarak geçer. Bu dönem boyunca sürekli bir ilgiye ve bakıma muhtaçtır. Bundan sonra yaşadığı hayatın ise büyük bir bölümü kendi bedenine bakmakla, temizlenmekle geçer. Eğer bu sayılanları yapmak istemese ve ertelese kısa süre içinde bakılamayacak bir görünüme girer.

 

Ayrıca insanın bedenen ihtiyaç duyduğu büyük bir eksikliği daha vardır: Uyku. İnsanın ömrünün neredeyse üçte biri uykuyla geçer. Ancak ne kadar istemese de, uykuya ayıracağı zamanlarda başka şeyler yapmayı tercih etse de buna bir iki günden fazla dayanması mümkün değildir. Hatta 24 saat uyumayan bir insanın şuurunda bir bulanıklık, idrakinde bir yavaşlık baş gösterir. Her zaman doğal olarak yapabildiği şeyleri yapamamaya, karşılaştığı olayları sağlıklı muhakeme edememeye, hatta konuşma güçlüğü çekmeye, bildiği şeyleri unutmaya başlar.

 

Elbette âciz olan ancak insan ve insan gibi yaratılmış olan diğer canlılardır. Canlı ve cansız tüm kâinatın yaratıcısı olan Allah ise Hayy'dır. Daima diridir, her an herşeye hakimdir, herşeyi bilir, herşeye güç yetirir, O'nu uyku ve uyuklama tutmaz, her türlü acizlikten de münezzehtir. O, yarattıklarına çeşitli acizlikler vermiş ve bu eksiklikleri farkederek yalnızca kendisine kulluk etmelerini, herşeyi kendisinden istemelerini emretmiştir. İnsana düşen de, O dilemedikçe hiçbir şeye güç yetiremeyeceğini, tek bir saniye bile hayatını devam ettiremeyeceğini bilerek Rabbine yönelip dönmektir.

 

“Allah... O'ndan başka ilâh yoktur. Diridir, kaimdir.” (3/Âl-i İmran, 2) “Sen, asla ölmeyen ve daima diri olan (Allah)a tevekkül et ve O'nu hamd ile tesbih et. Kullarının günahlarından O'nun haberdar olması yeter.” (25/Furkan, 58) “(Artık bütün) Yüzler, diri, kaim olanın önünde eğik durmuştur ve zulüm yüklenen ise yok olup gitmiştir.” (20/Tâhâ, 111)

 

 

64) EL-KAYYÛM

 

Herşeyi tutan, koruyan anlamında Allah'ın isimlerinden biri. Kayyûm, "fey'ûl" vezninde mübalağa sıygasıdır. Hayy ve Kayyûm isimlerinin ism-i azam yani Allah'ın en büyük ismi olduğu da söylenmiştir. Kur'ân'da üç yerde geçer.

 

"Allah, kendisinden başka ilâh olmayan daima diri ve yarattıklarını koruyup idare edendir" (2/Bakara, 255; 3/Âl-i İmrân, 2) "Bütün yüzler, "Hayy", ezelî ve ebedî diri, "Kayyûm" her şeyin mutlak hâkimi olan Allah'a boyun eğer. Zulüm yüklenen perişan olur" (29/Tâhâ, 111).

 

Diğer yandan Rasûlüllah (s.a.s.)'in bazen bu isimlerle duâ ettiği nakledilir. Bir hadiste, aşağıdaki duâyı yatağa girerken üç defa okuyan kimsenin günahlarının, denizin köpüğü kadar çok olsa bile, af edilebileceği bildirilmiştir. "Ben; kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan, "Hayy", ezelî ve ebedî diri "Kayyum ", herşeyin mutlak hakimi olan Allah'tan bağışlanmamı diliyor ve O'na tevbe ediyorum." (Ahmed bin Hanbel, Müsned III/10)

 

Enes b. Mâlik, bir adamın namazdan sonra "Hayy ve kayyûm" isimleriyle Allah'a duâ ettiğini duyan Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğunu nakleder: "Siz Allah'a ne ile duâ ettiğini biliyor musun?" Hazır bulananlar; "Allah ve Rasülü daha iyi bilir" dediler. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: "Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, O, Allah'a ism-i azamı ile duâ etti.-Allah bununla duâ edilince kabul eder ve bununla bir şey istenince verir." (Ahmed bin Hanbel, III/245)

 

Bazen Hz. Peygamber duâda "Kayyûm" kelimesini de kullanmıştır. "Allahım hamd, sana mahsustur. Sen yerleri ve gökleri idare edip, ayakta tutan (Kayyûmsun)." (Buhârî, Teheccüd 1, Tevhid 8, 35; Ahmed bin Hanbel, I/358)

 

Kayyûm ismi şu anlamları da kapsar; Allah zâtı ve yüceliği ile vardır; her şeyin var olması, varlığını sürdürmesi, ayakta durması O'nun varlığına bağlıdır. Nitekim, Âyetü'l-Kürsî'de bu isimden sonraki kısım, onun açıklaması gibidir. "O'nu ne uyuklama ne de uyku tutar. Göklerde ve yerde olanlar O'nundur. O'nun izni olmadan, katında kim şefaat edebilir? O, insanların geçmişlerini ve geleceklerini bilir. İnsanlar ise O'nun ilminden, O'nun dilediğinin dışında bir şey kavrayamazlar. O'nun hükmü gökleri ve yeri kuşatmıştır. Yeri ve göğü koruyup gözetmek, O'nun için zor değildir. O, yücedir, büyüktür." (2/Bakara, 255) (bk. Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul t.y., 849, 850, 118 vd.; A. Sehaade, "Kayyüm" maddesi İA; Hamdi Döndüren, Şamil İslâm Ansiklopedisi, 3/318)

 

65) EL-VÂCİD

El-Vâcid: Mutlak zengin olan. Her istediği ve her şeyi bulan. “Her şeyin hazineleri yalnız Bizim yanımızdadır.” (15/Hicr, 21)

 

Vâcid olan zât, sonsuz ilim, mutlak irâde, nihâyetsiz kudret… sahibi olmalıdır. Vâcid isminde bütün İlâhî sıfatlara işaret ve delâlet vardır. Bu ismiyle yâd eden insan, kendisinin son derece âciz ve fakir olduğunu hatırlar. Aczi ve fakirliği bedeninden kâinata, dünyadan âhirete uzanmaktadır. Bütün bunlara muhtaç bulunmakla son derece fakirdir ve bunların hiçbirini yapamaması cihetiyle de son derece âcizdir.

Mü’min çok iyi bilir ki, onun bütün ihtiyaçlarını gören ve güç yetiremediği şeyleri emrine veren, ancak Vâcid olan Allah’tır.

Kudreti ve rahmeti sonsuz olan yüce Allah her şeyi; büyüyü, küçüğü, uzağı, yakını ve hükmünü infaz edeceği kimseleri hemen bulur. Yaratılan hiçbir varlık izini kay­bettir­mez. Kaçacağı her yer Rabbimi­zin kayıtlarına yazılmış bir adrestir. İstediği her şeyi istediği anda bulup iradesini gerçekleştirir.

 

Allah’ın (c.c.) ‘El-Vâcid’ isminin tecellisini; eceli dolan, belâ ve musibetin (olumlu ya da olumsuz) isâbet ettiği her varlık üzerinde görmek mümkün.

 

66) EL-MÂCİD

El-Mâcid: Zatı mukaddes, şânı yüce, ihsanı bol olan. Yarattığı tüm varlıkları koruyup gözeten, mükemmel yaratan ve sayısız nimetler yaratarak insanlara sunan Allah Teâlâ; yücedir, uludur,...

 

 

 

Allah’ın şânı yüce olduğu gibi, ihsân ve yardımı da son derece boldur. Demek oluyor ki, bu mübârek isimde her iki sıfat birden ifade edilmektedir. “Elbette, Rabbimizin şânı yücedir. O, ne bir eş edinmiştir, ne de bir çocuk.” (Cin, 3) “Allah’ın emrine mi şaşıyorsunuz? Allah’ın rahmeti ve bereketleri üzerinizdedir, ey ev halkı şüyphesiz O, övülmeye lâyık olandır, Mecîddir.” (11/Hûd, 73)

 

Allah, râzı olduğu kullarının da şânını yücealtir ve onlara bül ihsanlarda bulunur. Bu şereften daha çok pay almak isteyen bir kul, ihlâs, takvâ ve Sâlih amel yollarında ilerlemeye çalışmalı, ayrıca Allah’a çok hamd etmeli ve O’nun ihsanlarını sıkça hatırlayıp çokça ilân etmelidir.

 

67) EL-VÂHİD

el-Vâhid: Tek. Zatında, sıfatlarında, işlerinde, isimlerinde, hükümlerinde, asla ortağı veya benzeri dengi bulunmayan. “Sizin ilâhınız tek bir ilâhtır; O'ndan başka ilâh yoktur; O, Rahmân'dır, Rahim'dir (bağışlayan ve merhamet edendir).” (2/Bakara, 163)

 

Allah'ın büyüklüğünü kavrayamayan insanlar yüzyıllardır O'na denk güçler bulmaya çalışmışlar, O'nu göremedikleri için gözlerinde yücelttikleri şeylere tapmışlardır. Kimisi çok parlak ve güçlü gördüğü için güneşi daha üstün tutmuş ve ona tapmış, kimisi de yıldızların önünde eğilmiştir. Hatta bazıları akılsızlığın boyutlarını o kadar genişletmiştir ki tüm acizliklerine rağmen, kendilerinin de çok güçlü olduğunu söyleme cesaretini göstermişlerdir. Kuran'da Hz. İbrahim'le Allah'ın gücü ve birliği konusunda tartışan kişi bu konuya verilebilecek en vurucu örnektir. Hz. İbrahim ise Allah'a kimsenin ortak olamayacağını yalnızca bir örnekle ispat etmiştir: “Allah, kendisine mülk verdi, diye Rabbi konusunda İbrahim'le tartışmaya gireni görmedin mi? Hani İbrahim: ‘Benim Rabbim diriltir ve öldürür’ demişti; o da: ‘Ben de öldürür ve diriltirim’ demişti. (O zaman) İbrahim: ‘Şüphe yok, Allah güneşi doğudan getirir, (hadi) sen de onu batıdan getir’ deyince, o inkârcı böylece afallayıp kalmıştı. Allah, zâlimler topluluğunu hidâyete erdirmez.” (2/Bakara, 258)

 

Allah'a denk ilâhlar bulmaya çalışmak yalnızca geçmişte yaşayan insanlara mahsus bir akılsızlık değildir. Günümüzde de pek çok insan Allah'a ortak koşarak, O'nun eşinin ve benzerinin olamayacağını inkâr eder. Bu inkârcılar belki görünürde güneş, yıldızlar vs. gibi birer put edinmemişlerdir; ama onlar da kendileri gibi aciz olan diğer insanlara veya değer verdikleri metalara (zenginlik, güzellik, güç vs.) taparlar. Örneğin, tüm yaşamlarını zenginlik, mal-mülk edinmek uğruna harcar ve bu arada Rablerini râzı edip etmediklerini hiç düşünmezler. Allah'ı insanlarla, diğer varlıklarla veya metalarla eş tutarlar ki bu da apaçık bir şirktir.

 

Allah yaratandır. Kimse güneşi batıdan getiremez, kimse uzayda inanılmaz hızla genişleyen kâinatı durduramaz, kimse göğü ve yeri tutamaz ve kimse yoktan bir insan yaratamaz. Bunları ancak kâinatta tek olan ve eşi olmayan Allah yapabilir. Yaratanla yaratılan ise asla eşit değildir. Kuran'da şirk koşulanların acizliğinden bahsedilmiştir:

 

“Ey insanlar, (size) bir örnek verildi; şimdi onu dinleyin. Sizin, Allah'ın dışında tapmakta olduklarınız -hepsi bunun için bir araya gelseler dahi- gerçekten bir sinek bile yaratamazlar. Eğer sinek onlardan bir şey kapacak olsa, bunu da ondan geri alamazlar. İsteyen de güçsüz, istenen de.” (22/Hac, 73)

 

 

 

 

“...Yoksa Allah'a, O'nun yaratması gibi yaratan ortaklar buldular da, bu yaratma, kendilerince birbirine mi benzeşti? De ki: ‘Allah, herşeyin yaratıcısıdır ve O, tektir, kahredici olandır.” (13/Ra’d, 16)

 

“...Meryem oğlu Mesih İsa, ancak Allah'ın elçisi ve kelimesidir. Onu ('Ol' kelimesini) Meryem'e yöneltmiştir ve O'ndan bir ruhtur. Öyleyse Allah'a ve elçisine inanınız;  ‘üçtür’ demeyiniz. (Bundan) kaçının, sizin için hayırlıdır. Allah, ancak bir tek ilâhtır. O, çocuk sahibi olmaktan yücedir. Göklerde ve yerde her ne varsa O'nundur. Vekil olarak Allah yeter.” (4/Nisâ, 171)

 

68) ES-SAMED

Hâcetlerin bitirilmesi, ızdırapların giderilmesi için tek merci. “Allah, Samed'dir (herşey O'na muhtaçtır, daimdir, hiçbir şeye ihtiyacı olmayandır).” (112/İhlâs, 2)

 

Tüm evrende gerçek güç sahibi olan yalnızca Allah'tır. İnsanın karşılaştığı her türlü sıkıntıyı, zorluğu, ihtiyacı giderebilecek olan da ancak O'dur. İnsanlar kimi zaman kendilerini yaratanı unutup O'ndan başka veliler edinir; gücü, onuru ve yardımı onların yanında bulmaya çalışırlar. Oysa bu insanlar bir aldanış içindedirler; çünkü yukarıda da belirttiğimiz gibi Allah'tan başka güç sahibi yoktur. O dilemedikçe hiçkimsenin bir başkasına faydası veya zararı dokunamaz. Kuran'da bu gerçeğe şöyle dikkat çekilmiştir: "Onlar, mü'minleri bırakıp kâfirleri dostlar (veliler) edinirler. 'Kuvvet ve onuru (izzeti)' onların yanında mı arıyorlar? Şüphesiz, bütün kuvvet ve onur, Allah'ındır." (4/Nisâ, 139)

 

İnsan için her türlü sıkıntıdan kurtulmanın tek yolu 'bütün kuvvet ve onur'un sahibi olan Yaratıcısı'na sığınmaktır. Çünkü O, sıkıntı ve ihtiyaç içinde olup kendisine yönelen samimi kullarına icâbet eder ve onların üzerindeki zorlukları, sıkıntıları kaldırır. Kur’an’da Allah'ın sâlih kullarına icâbeti şöyle haber verilmiştir: "Ya da sıkıntı ve ihtiyaç içinde olana, kendisine duâ ettiği zaman icâbet eden, kötülüğü açıp gideren ve sizi yeryüzünün halifeleri kılan mı? Allah ile beraber başka bir ilâh mı? Ne az öğüt alıp düşünüyorsunuz." (27/Neml, 62)

 

Yukarıdaki âyette insanların Allah'ın icâbetine karşılık nankörlük yapabildikleri, Allah'ın kendileri üzerindeki şefkati ve merhametini farkedemedikleri veya unuttukları da bildirilmiştir. Oysa Allah "De ki: ‘Ondan ve her türlü sıkıntıdan sizi Allah kurtarmaktadır..." (6/En’âm, 64) âyetinin haber verdiği gibi, her türlü sıkıntıdan insanı kurtaran tek mercidir. Bunun karşılığında insanın yapması gereken ise, bu icâbeti görmek, gördüğünün önemini düşünebilmek ve bu düşünceler sonunda Allah'a teslim olarak şükredici bir kul haline gelmektir.

 

69) EL-KAADİR

El-Kaadir: İstediğini istediği gibi yapmaya gücü yeten; Dilediği gibi yapmaya gücü yeten; dilerse yapan, dilemezse yapmayan. “O'nun âyetlerinden biri de, senin gerçekten yeryüzünü huşu içinde (solmuş, boynu bükülmüş ve kupkuru) görmendir. Ama Biz onun üzerine suyu indirdiğimiz zaman, deprenir ve kabarır. Şüphesiz onu dirilten, ölüleri de elbette dirilticidir. Çünkü O, herşeye güç yetirendir.” (41/Fussilet, 39)

 

 

 

 

 

Kuran'ın pek çok âyetinde bildirildiği gibi gerçekleşen her olay Allah'ın bilgisi dahilindedir ve O'nun "Ol" demesiyle meydana gelir. Yeryüzünde her yaprağın düşüşü O'nun izniyledir, yine hiçbir dişi O'nun izni olmadan gebe kalamaz ve hiçbir canlı O'nun bilgisi dışında doğuramaz. Kâinatta gerçekleşen her olay ancak O'nun dilemesiyle vuku bulur. O, iman etmeyen bir kavmin yerine hemen yenisini getirebilecek güçtedir. Dilediğine görülmemiş bir mülk verir, dilediğinden bütün mülkünü çekip alır. İman etmeyen bir kavme, azap hiç ummadıkları bir anda ve hiç ummadıkları bir şekilde gelir. Dilerse yeryüzünün tüm bereketini çekip alır, onu kurutur ve üzerinde yaşama dair hiçbir iz bırakmaz. Dilerse genişliği yeryüzü kadar olan bambaşka bir dünya yaratır. Göklerde ve yerde Allah'ı aciz bırakacak hiçbir kuvvet yoktur. O istediğini istediği gibi yapmaya güç yetirendir.

 

“Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı ki, kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını görsünler; üstelik onlar kuvvet bakımından kendilerinden daha güçlüydüler. Göklerde ve yerde Allah'ı aciz bırakacak hiçbir şey yoktur. Şüphesiz O, bilendir, güç yetirendir.” (35/Fâtır, 44)

 

“Artık, doğuların ve batıların Rabbine yemin ederim; Biz gerçekten güç yetireniz; Onların yerine kendilerinden daha hayırlılarına getirip-değiştirmeye. Üstelik Bizim önümüze geçilemez.” (70/Meâric, 40-41)

 

Allah Teâlâ yarattığı her varlık üzerinde hakimdir. Dilediğini yapar gücü buna müsaittir. Kızgın güneşi de yaratır, devâsâ dağları da, küçücük zerreleri, hücre ve atomları da… Dilediğine dilediği kadar güç verir... Fakat bir müddet sonra vermiş olduğu gücün etkisini kaybettirerek kendi gücünü göstermiş olur.

 

Dilediğini yapan ve kimseye danışmayan Allah’ın ‘El-Kadir’ isminin tecellisini yapılması ya da gerçekleşmesi zor gibi gözüken duâlarımızın kabulünde görebiliriz.

 

 

70) EL-MUKTEDİR

El-Muktedir: Her şeye gücü yeten... Kudretli; Kuvvet ve kudret sahiplerinin üzerinde olan. “Onlara dünya hayatının misalini de ver. O gökten indirdiğimiz, sonra yeryüzünün bitkileri ile karışan bir suya benzer. Sonra o bitki, rüzgarların kökünden savurduğu çer çöpe döner. Allah her şeye kadir olandır.” (18/Kehf, 45) “Onlara, dünya hayatının örneğini ver; gökten indirdiğimiz suya benzer, onunla yeryüzünün bitkileri birbirine karıştı, böylece rüzgarların savurduğu çalı-çırpı oluverdi. Allah, herşeyin üzerinde güç yetirendir.” (18/Kehf, 45)

 

Allah tarihte kimi insanları kudret sahibi kılmış; onlara hem benzerine az rastlanır bir mülk vermiş, hem de makam sahibi yapmıştır. Yaşadıkları kavmin başına geçirmiş, tüm insanların ve toprakların yönetimini kendilerine vermiştir. Firavun da bu insanlardan biridir. Ancak Firavun, Allah'a karşı büyüklenmiş, gerçek kuvvetin ve gücün kendisinde olduğunu zannetmiştir. Öyleki bu, kendini ilâh ilan etmeye kadar varmıştır: “Firavun dedi ki: ‘Ey önde gelenler, sizin için benden başka ilâh olduğunu bilmiyorum...” (28/Kasas, 38)

 

“Firavun, kendi kavmi içinde bağırdı; dedi ki: ‘Ey kavmim, Mısır'ın mülkü ve şu altımda akmakta olan nehirler benim değil mi?” (43/Zuhruf, 51)

 

 

 

 

Bunun üzerine tüm gücün tek sahibi olan Allah, Firavun ve ordusunu suda boğarak onlardan büyük bir intikam almıştır: “O ve askerleri, yeryüzünde haksız yere büyüklendiler ve gerçekten bize döndürülmeyeceklerini sandılar. Bunun üzerine, onu ve askerlerini tutup suya attık. Böylelikle zulmedenlerin nasıl bir sona uğradıklarına bir bak.” (28/Kasas, 39-40)

 

Hâman ve Karun da yaptıkları dolayısıyla Firavun'la aynı sonu paylaşmışlardır. Bu azgın insanlar malları ve orduları dolayısıyla yeryüzünde büyüklendikçe büyüklenmişler, gerçek gücün ve kudretin kendilerinde olduğunu zannetmişlerdir. Böylelikle de Allah gerçek gücün kimde olduğunu tüm kavme göstermiştir.

 

“Karun'u, Firavun'u ve Haman'ı da (yıkıma uğrattık). Andolsun, Mûsâ onlara apaçık delillerle gelmişti, ancak yeryüzünde büyüklendiler. Oysa onlar (azabtan kurtulup) geçecek değillerdi. İşte biz, onların her birini kendi günahıyla yakalayıverdik. Böylece onlardan kiminin üstüne taş fırtınası gönderdik, kimini şiddetli bir çığlık sarıverdi, kimini yerin dibine geçirdik, kimini de suda boğduk. Allah onlara zulmedici değildi, ancak onlar kendi nefislerine zulmediyorlardı.” (Ankebût, 39-40)

 

Halbuki kâinattaki tüm iktidar ve kudretin yegâne sahibi Allah'tır. Yeryüzünde güç ve yetki sahibi olanlara ellerinde olan malları, bulundukları makamları ve orduları veren de kendisidir. Hergün güneşi doğuran, geceyi ve gündüzü ardarda getiren, uzayda hızla yol alan gezegenleri yörüngelerinde tutan ve kâinattaki sayısız düzeni kusursuzca kontrol altında tutan Allah'ın gücü ortadadır. İnsan ise elinden malı alındığında, makamından indirildiğinde hemen tüm gücünü yitirir. Vücudundan direnci çekilip alındığında ise görülmemiş bir acizlik içinde kalır. Yine Allah dilediği zaman, onlardan kimisini bir çığlık sarar, kimisi de yerden gelen bir azapla toprağın içine alınır. Böylelikle Allah kullarına gerçek gücün kimde olduğunu gösterir....

 

“Onlar Bizim âyetlerimizin tümünü yalanladılar. Biz de onları üstün ve güçlü, kudretli olanın yakalayışıyla yakalayıverdik.” (54/Kamer, 42) “Ya da kendilerine va'dettiğimiz şeyi onlara gösteririz ki, biz gerçekten onların üstünde güç yetirenleriz.” (43/Zuhruf, 42)

 

Yarattığı her varlığa belirli bir güç veren Allah Teâlâ; belirlemiş olduğu zaman diliminde güçlerini tekrar ellerinden alarak kendi gücünü göstermiş olur. Fışkıran sudan yaratılıp da kendini bir şey zanneden insanoğlunu; on dakikalık bir kar yağışı ile evlerine hapsedip, uçak seferlerini iptal ettiren Allah Teâlâ; gücünü her halükarda kullarına göstererek âdetâ; Ben güçlüyüm, siz güçsüzsünüz, benim gücüm karşısında hiçbir varlık dayanamaz, sizin gücünüz ise en ufak bir mikrop karşısında devrilir’ diyor.

 

 

71) EL-MUKADDİM

el-Mukaddim: İstediğini, arzu ettiğini öne alan, ileri geçiren. “Eğer Allah, insanları zulümleri nedeniyle sorguya çekecek olsaydı, onun üstünde (yeryüzünde) canlılardan hiçbir şey bırakmazdı; ancak onları adı konulmuş bir süreye kadar ertelemektedir. Onların ecelleri gelince ne bir saat ertelenebilirler, ne de öne alınabilirler.” (16/Nahl, 61)

 

Allah dilediğini erteleyen, geride bırakan, dilediğini de öne alan, ileri geçirendir. Herşeyin tek Yaratıcısı olduğu için kâinat üzerindeki her türlü canlı ve cansız varlık üzerinde dilediğini yapabilme gücüne sahiptir. Dünya üzerinde gerçekleşen her olayın zamanı, Allah katında önceden tespit edilmiştir. Herşeyin varlığının ve yazgısının gerçek sahibi olan Allah, bu varlıkların yaşamları süresince görüp geçirecekleri tüm olayları süresiyle belirlemiştir. Günü, saati hatta saniyesi geldiğinde gerçekleşecek olan mutlaka gerçekleşir. Ve bu gerçekleşen olay ancak Allah'ın dilemesiyle olur; O'nun dışında hiçkimse herhangi bir olayı öne alamaz veya erteleyemez. Nitekim bu gerçeğe Kuran'da şöyle dikkat çekilmiştir: “Her ümmet için bir ecel vardır. Onların ecelleri gelince, ne bir saat ertelenebilirler ne de öne alınabilirler (tam zamanında çökerler).” (7/A’râf, 34)

 

Tâyin edilen bu vakitleri O'ndan başka kimse bilmez. Allah'ın takdir ettiği an gelmeden önce bir yaprak dahi düşmez. Var olan herşey doğumundan ölümüne bu İlâhî zamanlamaya tâbidir. Hiç kimse Allah'ın kendisi için tâyin ettiği vaktin dışına çıkamaz, hiçbir olayı ertelemeye ya da öne almaya güç yetiremez. Ancak ve ancak Allah takdir ederse, dilediğini erteler, dilediğini de öne alır. Allah âyetlerinde bunu açıkça bildirmiştir: “(Ey Muhammed,) Allah'ı sakın zulmedenlerin yapmakta olduklarından habersiz sanma, onları yalnızca gözlerin dehşetle belireceği bir güne ertelemektedir.” (14/İbrahim, 42) “Hiçbir ümmet, kendi ecelini ne öne alabilir, ne de onlar ertelenebilirler.” (15/Hicr, 5)

 

Bu durumda Allah'a iman eden bir kula düşen ise, Allah'ın neyi ileri aldığını neyi ertelediğini araştırmadan O'na yakınlaşmaya çalışmak, O'nun kendisine verdiklerinden kesin olarak râzı olmaktır. Çünkü âyetlerde de bildirildiği gibi insan “acelecidir” (17/İsrâ, 11). Kimi zaman bir olayın hemen gerçekleşmesini ister, kimi zaman da bir olayın hemen bitmesini ister. Ama insan için en hayırlı olanı bilen, tesbit eden Allah'tır. İnsanın hayırlı gördüğü bir şey kendisi için bir şer olabilir. Mü’min için önemli olan Rabbinin neyi takdir ettiği, kendisi için neyi öne aldığı, neyi ertelediğidir.

 

“Allah’ım! Önce yaptıklarımı ve sonra yaptıklarımı bağışla. Gizli ve açıktan yapacaklarımı bağışla. İsrafımı, haddi aşmamı ve senin benden daha iyi bildiğin hatalarımı affet. Sen Rahmetinle dilediğini öne geçirir, dilediğini de kendi haline bırakarak geri koyarsın. Senden başka (ibâdete lâyık hiçbir) ilâh yoktur.” (Müslim)

 

Her şeyin yaratıcısı dilemiş olduğu yaratığını öne alır dilediğini geri plânda bırakır. İnsanlara dinini ulaştıracak peygam­be­ri milyonlarca insan arasından dilediğini seçerek öne alır. Kendisine koşarak gelenlere Rahmet ve Rahim kapılarını açarak dünya ve âhiretteki takvâ derecesini yükseltir, asi olanların derecelerini ise hayvanlardan da aşağı seviyelere düşürür. Tüm bunlar Allah’ın dilemesi ile olur ancak.

 

 

72) EL-MUAHHİR

El-Muahhir: Tehir eden, istediğini geri koyan, arkaya bırakan. “Allah’ı sakın zâlimlerin yaptıklarından gâfil sanma. Onları gözleri dehşetle dışarı fırlayacağı bir güne ertelemektedir.” (14/İbrahim, 42)

 

Tüm kullarının maddî ve mânevî tasarrufu elinde olan Allah Teâlâ dilediği kulunu zenginlik, takvâ, zekâ, basiret, üstün ahlâk yönünden öne çıkarır; dilediğini de geri bırakır.

 

Gece gündüz, yalvararak duâ edenlerin duâlarını hemen kabul etmeyip dilediği bir güne kadar erteleyebilir....  Ticarî hukuka riâyet edip sün­netullaha uyarak gece gündüz çalışan kuluna zenginliği; dilediği güne kadar erteleyebilir... isterse hep fakir de bırakabilir.

 

Âsi olan kullarına gereken cevabı hemen vermemesi hem ‘Es-Sabûr’ is­mi­nin tecellisidir hem de ‘El-Muahhir’ isminin... Duâlarınıza hemen cevap gel­miyor­sa, ahlâk, takvâ, zenginlik, zekâ ve basiret bakımından sizden daha iyileri varsa onun yanında ‘El-Muahhir’ isminin tecellisini taşıyorsunuz demektir.

 

 

73) EL-EVVEL

El-Evvel: Başlangıcı olmayan, ilk. “O, Evveldir, Âhirdir, Zahirdir, Batındır. O, herşeyi bilendir.” (57/Hadîd, 3)

 

Evrenin bir başlangıcı var mıdır? Kuşkusuz bu soru yüzyıllar boyunca insanların cevap aradıkları bir soru olmuştur. Bu mükemmel düzenin bir Yaratıcısı olması gerektiğini kavrayabilen insanlar, evrenin bir başlangıcı olduğuna inanmışlardır. Ancak insanların bir kısmı da Yaratıcının varlığını kabullenmek istememiş ve bu yüzden evrenin bir başlangıcı olmadığını, ezelden geldiğini ve ebede gideceğini iddia etmişlerdir. Ancak bugün bilimin ulaştığı nokta, bu kişilerin apaçık bir yanılgı içinde olduklarını kanıtlamıştır.

 

Bugüne kadar evrenin var oluşuyla ilgili çeşitli tezler ortaya konmuştur ancak  günümüzde tüm bilim çevreleri ortak bir noktada birleşmektedir. Bilimin yakın zamanda keşfettiği bir gerçek duruma açıklık getirmektedir. 1929 yılında, Edwin Hubble tarafından ortaya konduğu gibi kâinat sürekli genişlemektedir. Bu gerçekten yola çıkan bilim adamları şöyle bir çıkarım yapmışlardır: Zaman kavramını tersine çevirirsek, genişlemekte olan evreni sıkışan bir sistem olarak, meselâ daralmakta olan dev bir yıldız gibi düşünebiliriz. Bu durumda ortaya çıkan sonuç şöyledir; zaman kavramına göre daralan evren sonunda tekliğe ulaşır. Yani kâinatın başlangıcı tek bir noktanın büyük bir patlama ile açılması sûretiyle olmuştur.

 

Bizim buradan çıkarmamız gereken bir sonuç mevcuttur: İçinde yaşadığımız kâinatın bir başlangıcı vardır. Böylesine kusursuz bir sistemin bir başlangıcı varsa; elbette bu başlangıcı tasarlayan bir gücün varlığı da açıktır. Bu Güç Sahibi'nin varlığı ezeli ve ebedidir. Yani O, herşeyden önce de vardır, sonra da olacaktır.

 

İşte bu sonsuz gücün sahibi Allah'tır. Ve canlıların, gezegenlerin, galaksilerin, tüm evrenin yaratılmadığı ve hatta zamanın da henüz  var olmadığı anda yalnızca O vardır. Çünkü O 'Evvel'dir.

 

Rasûlullah (s.a.s.) Rabbine şu sözlerle hitap etmektedir: “Ey Allah’ım! Sen evvelsin, Senden önce hiçbir şey yoktur...” (Müslim 4, 2084)

 

Tüm duyu organların, zekâların, akılların kilitlendiği bir isim; ‘El-Evvel’; ‘Başlangıcı olmayan’. Önce vardı, daha önce vardı ve daha daha önceleri vardı... O hep vardı şimdide var. Ve hep var olacak...

 

 

74) EL-ÂHİR

El-Âhir: Herşeyin yok oluşundan sonra da var olan; Varlığının başlangıcı olmayan Allah Teâlâ’nın sonu da yoktur. “O, Evveldir, Ahirdir, Zahirdir, Batındır. O, herşeyi bilendir.” (57/Hadîd, 3)

 

 

 

 

 

 

 

Allah kâinatı yokluktan yaratmıştır ve onu en sonunda yine eski durumuna çevirecek, yok edecektir. Yok olmayacak hiçbir eşya, ölümsüz olan hiçbir canlı mevcut değildir. Dünyadaki tüm canlılar doğarlar ve ölürler, herşeyin bir ömrü, sayılı günü vardır. Oysa Allah'ın evveli, başı olmadığı gibi sonu da yoktur. Herşey yok olduktan sonra kalacak olan da O'dur.

 

Ömrü ve zamanı yaratan Allah maddeye ait tüm bu özelliklerden uzaktır. O, öncesi ve sonrası olmayandır. Yok olacağı kesin bir gerçek olan evren, dünya ve içinde yaşayan tüm canlılar, O'nun sonsuzluğuna ve birliğine şahittir. Sonsuzluğun sahibi, zamanın ve mekânın üstünde olan Allah'tır. Sonuçta kâinat tekrar başlangıç noktasına dönecek, canlı cansız hiçbir şey kalmayacaktır. Yalnız Allah'ın varlığı bâkî kalacaktır. Allah bu gerçeği Kuran'da şöyle bildirmiştir: “(Yer) Üzerindeki herşey yok olucudur; Celâl ve ikram sahibi olan Rabbinin yüzü (kendisi) bâkî kalacaktır.” (55/Rahmân, 26-27)

 

Rasûlullah (s.a.s.) Rabbine şu sözlerle hitap etmektedir: “Ey Allah’ım! Sen Âhirsin, Senden sonra da hiçbir şey yoktur...” (Müslim, 2084)

 

Hiçbir mahlûkatın az da olsa nasiplenemediği bir sıfat; ‘El-Ahir’... Tüm akılların, zekâların, düşüncele­rin ve benzerlerinin kilitlendiği ve kapsama alanları dışında kalan bir sıfat...

 

Allah’ın varlığının başlangıcı yok... ‘O hep vardı, şimdide var sonra da hep var olacak’ cümlesi sadece yüce yaratıcı için kullanılır.

 

 

75) EZ-ZÂHİR

Ez-Zâhir: Varlığını ve birliğini belgeleyen bir çok delilin bulunması açısın­dan apâşikâr. “Göklerde ve yerde nice âyetler vardır ki, onlar bunlardan (ibret almaksızın) yüz çevirerek üzerlerinde (düşünmeden) geçer giderler.” (12/Yusuf 105) “O, Evveldir, Âhirdir, Zâhirdir, Bâtındır. O, herşeyi bilendir.” (57/Hadîd, 3)

 

Allah'ın varlığının delilleri düşünebilen her insanın rahatlıkla etrafında tespit edebileceği kadar aşikardır, tüm evrene yayılmıştır. Bir insanın Allah'ın varlığını kavrayabilmesi için hiçbir araştırma yapmadan sadece içinde bulunduğu ortamı dikkatli bir gözle incelemesi yeterlidir. Çünkü bütün kâinat yaratılış delillerini gözler önüne serer. En sadesinden en karmaşığına kadar var olan tüm sistemler, son derece kompleks, içlerine girildikçe daha çok sırrı açığa çıkaran yaratılış mucizeleri ile doludurlar. Allah bu mucizelerle ilgili Kuran'da çeşitli örnekler vermiştir:

 

“Üzerlerindeki göğe bakmıyorlar mı? Biz, onu nasıl bina ettik ve onu nasıl süsledik? Onun hiçbir çatlağı yok. Yeri de (nasıl) döşeyip yaydık? Onda sarsılmaz dağlar bıraktık ve onda 'göz alıcı ve iç açıcı' her çiftten (nice bitkiler) bitirdik.” (50/Kaf, 6-7) “Onlar, üstlerinde dizi dizi kanat açıp kapayarak uçan kuşları görmüyorlar mı? Onları Rahmân (olan Allah')tan başkası (boşlukta) tutmuyor. Şüphesiz O, herşeyi hakkıyla görendir.” (67/Mülk, 19)

 

 

 

 

 

 

“Taneyi ve çekirdeği yaran şüphesiz Allah'tır. O, diriyi ölüden çıkarır, ölüyü de diriden çıkarır. İşte Allah budur. Öyleyse nasıl oluyor da çevriliyorsunuz? O sabahı yarıp çıkarandır. Geceyi bir sükun (dinlenme), güneş ve ay'ı bir hesap (ile) kıldı. Bu, üstün ve güçlü olan, bilen Allah'ın takdiridir. O, karanın ve denizin karanlıklarından yolunuzu bulmanız için size yıldızları var edendir. Bilebilen bir topluluk için biz âyetleri birer birer (bölüm bölüm) açıkladık.” (6/En’âm, 95-97)

 

Kuşkusuz yukarıdaki âyetlerde verilenler yalnızca sayılı birkaç konudur. Allah Kuran'da verdiği daha pek çok örnekle kullarına kendi varlığını hatırlatmıştır. Mü’minlerin en önemli özelliklerinden biri de çevrelerinde gördükleri herşey üzerinde derin derin düşünmeleri ve sonucunda Allah'ın varlığını ve büyüklüğünü farketmeleridir. Zira yukarıda da belirttiğimiz gibi içinde yaşadığımız evrendeki her detay kendisinin yaratılmış olduğunu hissettirmekte ve Yaratıcının varlığını kesin olarak açıklamaktadır.

 

Tüm kâinatın yaratıcısının büyüklüğünü, yüceliğini farkeden akıl sahibi insanın en önemli özelliklerinden biri de âhirette hesap vereceği Rabbine karşı içli bir korku duyması ve tüm yaşamını O'nu râzı etmeye çalışarak geçirmesidir: “Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah'ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki:) ‘Rabbimiz, sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek yücesin, bizi ateşin azabından koru.” (3/Âl-i İmran, 191)

 

Kulları tarafından tanınmak iste­yen Allah Teâlâ; büyüklüğünü, gü­cünü, rahmetini, işitici ve görücü olduğunu, her şeye kadir olduğunu, tek olduğunu, öldükten sonra tekrar dirilteceğini kısaca tüm isim ve sıfatlarını ispat edecek o kadar çok deliller yaymıştır ki...

 

İnsana düşen şey ise gördüğü her varlık karşısında Rabbinin sanatını ve büyüklüğünü görüp secde etmesidir...

 

76) EL-BÂTIN

 

Allah'ın isimlerinden biri. Gizli, yaratıkların gözlerinden gizli olan, görülemeyen anlamına. Allah Teâlâ'nın varlığı, hem aşikâr, hem gizlidir. Aşikârdır; çünkü varlığını bildiren işleri, nişanları, gözsüzler bile görmüş ve bu eşyanın hakikatler hakikatı yüce varlığa umumi şehadetini, sağırlar bile işitmiştir. Gizlidir; çünkü kul, Allah'ı künhüyle bilemez, ama varlığını hisseder. Allah'ı tam bir biliş ile tanımak hiçbir mahlûk için mümkün değildir. Akıl ve bilgi sonludur, sınırlıdır, ezel ve ebedin bilgisine ulaşamaz. Resulullah (s.a.s.), müslümanları belli bir sınıra kadar gitmeleri hususunda uyarmış; daha ileri gideceklerin ya inkâr yahut şirk, yahut deliliğe varacaklarını buyurmuştur. Allahu Teâlâ'nın zatı mutlak bir sırdır. O sırrı ancak kendisi bilir. Kula yaraşan; onun ilmini araştırmak, O'na ibâdet etmektir.

 

Bâtın olan Allah, yaratıklarının duyu organlarıyla idrak edemedikleri, görüş ve ilimlerinin kapsayamadığı yegâne zattır. Allah, vücudu ile zâhir, künhü ile bâtındır. O'nun künhüne vukûfiyet imkânsızdır. O, eserleriyle tezahür eder ama künhünün sırrını kimse bilemez. Bu meyanda Hz. peygamber'in bize öğrettiğine göre, O' nun zatı düşünülemez; buna güç yetmez. Ancak O'nun nimetleri ve kudretinin eserleri hakkında düşünmek mümkündür.

 

 

 

 

 

 

 

"O, hem evveldir, hem ahirdir, hem zâhirdir, hem bâtındır. O, her şeyi kemaliyle bilendir." (57/Hadîd, 3) "Hiçbir göz O'nu (dünyada) ihata ve idrak edemez. Fakat o, (ilmiyle) bütün gözleri (varlıkları) ihâta eder..." (6/En'âm, 103) âyetlerinde Allah Teâlâ bu hususu açıklamaktadır ve Hz. Mûsâ'ya buyurduğu gibi; "Buyurdu: 'Beni kesinlikle göremezsin, fakat şu dağa bak. Eğer o, yerinde durabilirse sen de beni görürsün'. Derken Rabbi o dağa tecelli edince onu paramparça ediverdi..." (7/A'râf, 143) (Şamil İslâm Ansiklopedisi, 1/209)

 

Bâtın; Bir şeyin içi, gözle görülemeyen tarafı demektir. Bâtın kelimesi Kur'an'da değişik anlamlarda kullanılmıştır. Bâtın, her şeyden önce Esmâü’l-hüsnâ'dan biridir: "O evvel (her şeyden önce) dir, Ahir (kendisinden sonraya hiç bir şeyin kalmayacağı son)'dur. Zâhir (varlığı aşikâr)'dır. Bâtın (gerçek mahiyeti insan için gizli) olandır." (57/Hadîd, 3).

 

Ebû Hüreyre (r.a.)'den rivâyet edilen bir hadis-i şerifte de Allah Teâlâ'nın doksandokuz ismi olduğu zikredilmiş, bunlardan birinin de el-Bâtın olduğu belirtilmiştir (Tirmizî, Deavât 82). Bâtın, bazı âyetlerde de gizli anlamınadır: "Günahın gizlisini (bâtın) de açığını (zâhir) da bırakın!" (6/En'âm, 120). "Açık (zâhir) ve gizli (bâtın) olarak size bolca nimetler ihsan ettiğini görmez misiniz?" (31/Lokmân, 20).

 

Râğıb el-Isfahânî, son âyette geçen zâhirî nimeti peygamberlik müessesesi; bâtınî nimeti de akıl olarak yorumlamaktadır (el-Müfredât fî Garîbi'l-Kur'an, Mısır 1970, s. 97). Zâhirî nimeti sağlam vücûd, bâtınî nimeti güzel ahlâk olarak anlayanlar da vardır. Bâtın, hadislerde genellikle bir şeyin içi anlamında geçmektedir. Meselâ, "batınu'l-keff elin içi, "bâtınu'l-kademeyn" ayağın çukuru demektir.

 

Hadislerde Bâtın'a, Cenâb-ı Hakk'ın adı olarak da rastlamak mümkündür (Ebû Dâvud, Edeb 95). Bu isim, Cenâb-ı Hakk'a izafe edildiğinde "kendisini zatı itibariyle gereği gibi tanımak mümkün olmayan zat" anlamına gelir. Allah'ın "evvel" sıfatı "âhir" sıfatıyla beraber kullanıldığı gibi, "bâtın" sıfatı da "zâhir" sıfatıyla beraber kullanılır. Ayrı olarak kullanılmazlar (Râgıp el-Isfahânî, el-Müfredât, s. 52).

 

Allah evveldir; O'ndan evvel hiç bir varlık yoktur. O'nun öncesi mevcut değildir. Allah âhirdir; varlığının sınırı yoktur. Her şey yok olacak yalnız Yüce Allah bâkî kalacaktır. Allah zâhirdir; varlığı her şeyden aşikârdır. Çünkü kâinattaki herşey O'nun varlığına delildir. Sıfatlarının tezahürüyle, ilim ve kudretinin tecellisiyle varlığı apaçık olarak bilinmektedir. Allah "bâtındır", zâtı ve mahiyeti kavranamaz, niceliği ve nasıllığı bilinemez. Allah zatı itibariyle gizlidir. Zatının hakikatı duyu organlarıyla bilinemez. O'nun gizli oluşu, aşikâr oluşunun şiddetindendir. Hakikatı, akıl ve idrakin ihatasına sığmaktan yücedir.

 

Zâhir ve bâtın kelimelerinin Kur'an'da geçmesi, bu iki kelimenin terim olarak yerleşmesinde etkili olmuş, özellikle fakîhlerle mutasavvıflar arasında bazı münakaşaların çıkmasına yol açmıştır. Her şeyin bir zâhiri ve bâtını bulunduğunu, ilimlerin de zâhirî ilimler ve bâtınî ilimler olmak üzere ikiye ayrıldığını ifade ederek Cibril hadisinde anlatılan "İslâm"ı, zâhir ve dış; "Îman"ı, bâtın ve iç olarak değerlendirmişlerdir. Zâhirî ameller, dış organlarla yapılan amellerdir ki; ibâdet, taharet, namaz, oruç, hac, zekât, nikâh ve benzerleri bu gruba girer. Bâtınî ameller ise kalplerin, tasdik, yakin, îman ve ihlâs gibi amelleri, murakabe gibi halleridir. Sûfiler, ihlası târif ederken "kulun fiillerinin zâhir ve bâtında eşit olmasıdır" diyerek zâhirî amellerle bâtınî amellerin dengesine dikkat çekerler. Zâhir ve bâtın dengesinin bâtın lehine bozulması mutasavvıfları ürkütmez; fakat bu dengenin zâhir lehine bozulması mutasavvıfları rahatsız eder. Nitekim Cüneyd el-Bağdâdî'nin "Zâhirini süslemeye çalışânın bâtını haraptır" sözü bu anlamdadır.

 

 

 

İlmin de ameller gibi zâhirî olanı ve bâtınî olanı vardır. Zâhirî amellere ve görünen şeylere aid açık bilgi ve zâhir ilmi; kalp, gönül ve keşfle ilgili bulunan ilme bâtın ilmi denir. Bu mânâya göre âyetlerin de hadîslerin de bir bâtınî tarafı olduğunu düşünmek tabiîdir. Mutasavvıfların, Hüzeyfetü'l-Yemân'ın rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfe istinaden "Allah'ın kulunun kalbine yerleştirdiği bir sırr olarak" (Münâvî, Feyzu'l-kadir, IV, 326) nitelendirdiği "ilm-i bâtın" asla ilm-i zâhir'e muhalif olmamalıdır. Nitekim Ebû Saîd el-Harrâz'a atfedilen ve bütün mutasavvıfların ortak kanaati hâline gelen "Zâhire muhâlif her bâtın bâtıldır" (Sülemî, Tabakatu's-Süfiyye, s. 231) görüşü bunu teyid etmektedir (H. Kâmil Yılmaz, Şamil İslâm Ansiklopedisi, 1/209-210).

 

77) EL-VÂLÎ

El-Vâli: Bütün kâinatın yöneteni ve hâkimi. “Bir toplum kendi durumunu değiştirmedikçe, Allah, onlarda bulunanı değiştirmez. Allah bir topluma kötülük diledi mi, artık onu ondan geri çevirecek yoktur. Zâten onların O’ndan başka koruyucuları da yoktur.” (13/Ra’d, 11)

 

El-Vâlî, hükümdar demektir. Allah Teâlâ bütün varlıkların üzerinde yegâne emir fermanını uygulayandır. İşler eninde sonunda Rabbül âlemînin dediğine varmıyor mu? İsteyen bildiği gibi yaşasın, ama “bana Allah’ın kanunları etki etmez” demesin. İnsan yaşlanmıyor mu? İnsan zengin iken fakir olmuyor mu? Sağlıklı iken sıhhatini kaybedip vücudu ile karşı karşıya gelmiyor mu? Bunları düşünerek gelin işi başından doğru tutalım; yönetenin, kanunları geçerli olanın O olduğuna şehâdet edelim de evrenle barışık yaşamanın mutluluğu yüreklerimizi aydınlatsın.

 

Kâinatta Allah’ın hükümranlığı tartışılmaz bir gerçek iken bu gün insan topluluklarının önünde kurtuluşa veasile olabilecek Allah’ın yüce dini İslâm’ın emirleri ihmal edilerek büyük dengesizliğe yol açılmakta; sonuç gözyaşı, yıkım ve huzursuzluk olmaktadır. Allah’ın idâresinde kanun hâkimiyeti vardır, ödül, cezâ sistemi işlerliği sözkonusudur. Cennet iyileri, cehennem kötüleri beklemektedir.

 

Bu kâinata “insan-ı ekber” (büyük insan), onun meyvesi olan insana da “âlem-i asğar” (küçük evren) denilir. İnsan-ı ekber denilen şu uçsuz bucaksız âlem, Vâlî isminin tecellisiyle, bir insan gibi kolaycak tedbir ve idare ediliyor.

 

Vâlî isminin âlem-i asğar olan insandaki tecellisiyle de, her duyguya, her organa ve her hücreye en uygun vazifeler yükleniyor; o vazifelerin yerine getirilmesi için gerekli bütün şartla da en güzel şekilde hazırlanıyor. Beden hânesini ruh kanunuyla tedbir ve idare eden Allah, âlem şehrini de, şeriat-ı fıtriye denilen bir kanunlar manzûmesiyle, en mükemmel şekilde tedbir ve tanzim ediyor.

 

İnsana düşen görev, kendi varlığında icrâ edilen bu tedbir ve idare için Rabbine hamd ve şükürde bulunmak ve bütün kâinatta hükmeden İlâhî tedbir ve tanzimi de hayret ve ibretle tefekkür etemektir.

 

Tüm vak’alara müdâhale yetkisi ve gücü olan Allah Teâlâ insanların sosyal hayatlarını da yakın murakabeye alır. Ve dilediği gibi yaşânılması için bir kıvılcım bekler. İnsanların en ufak bir değişim teşebbüslerinde yardımını esirgemez ve onlara râzı olduğu bir yönetim şekli nasip eder.

 

 

 

 

‘El-Vâli’ isminin tecellisini yine doğadaki diğer canlıların (Vahşi olan ve olmayan) müthiş bir uyum içinde yaşadıklarında, güneş, dünya ve ayın belirli bir yörünge etrafında hareket etmesinde, yani tüm alemde görebiliriz.

 

 

78) EL-MÜTEÂLÎ

El-Müteâlî: Yaratılmışlar hakkında aklın mümkün gördüğü her şeyden, her hal ve tavırdan pek yüce. “(O Allah), hazırı da gaybı da, gizliyi de âşikârı da bilendir, büyüktür, yücedir.” (13/Ra’d, 9)

 

El-Müteâlî, Yüceler yücesi demektir. Allah Teâlâ için kullanıldığında kudret, hâkimiyet diye anlaşılabilir. Allah Teâlâ’nın emirlerine bakalım; kudretinin izlerini görürüz. İşlerine nazar kılalım, O’nun hâkimiyeti önünde secdelere kapanırız. Kur’ân-ı Kerim’de anlatılan, Hz. Peygamberin mübârek dilinden bizlere aktarılan Allah’ın pek yüce olduğuna şu âyet dikkatimizi çeker: “Düşen hiçbir yaprak yoktur ki, O’nu bilmesin. Yer dibinin karanlığında hiçbir dâne yoktur ki, O’nu bilmesin. Yaş-kuru hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta olmasın.” (6/En’âm, 59)

 

Yücelik ve hükümranlıkta kendisine denk ya da kendisinden daha üstün bir varlık bulunmayan; mutlak anlamda yüce olan, övülmeyi hak edecek tüm vasfa sahip olan ve tüm noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah Teâlâ’nın ‘El-Müteali’ ismi bizlere yüceler yücesi olduğunu gösterir.

 

79) EL-BERR

El-Berr: Kullarına karşı iyiliği çok olan. Allah'ın isimlerinden biri. Kullarına şefkatli olup, lûtuf, ihsanı, keremi, iyiliği ve bahşetmesi çok olan anlamına gelen Allah'ın Esmâü'l-Hüsnâ'sından biri. Allah Teâlâ kulları için daima kolaylık ve rahatlık ister; zorluk istemez. Zorluk çıkaranları da sevmez. Yapılan kötülüklerin çoğunu bağışlar, örter; merhametlilerin merhametlisidir; bir iyiliğe on mükâfat verir. Kötülüğün cezası ise bir katını geçmez. Bir kul, gönlünde iyi bir şey yapmayı kurmuş, fakat herhangi bir engel yüzünden onu yapmamış olsa bile, bilfiil meydana getirmiş gibi mükâfatlandırılır. Buna karşı, bir kötülük yapmayı tasarlamış ve kararını vermişken herhangi bir sebeple yapmamışsa ona ceza verilmez.

 

Berr, "iyiliği ve hayrı geniş olmak" anlamındaki "birr" masdarından sıfattır. Kur'an'da şöyle geçer: "Gerçek biz bundan evvel (muvahhid olarak) O'na ibâdet ediyorduk. Şüphesiz ki O, (evet) O, (va'dinde sadık) ihsanı bol, çok esirgeyicidir." (52/Tûr, 38). Evet, Cennet'e girecekler böyle diyecektir. Allah kullarına karşı şefkatlidir. O, hiçbir fiilinde zulüm ve hiçbir hükmünde de haksızlık etmez. İnsanlar, nankörlük ederek kendileri haddi aşarlar. Oysa Allah sonsuz nimetler vermiş, sonsuz ihsanda bulunmuştur. Kullar kendileri kendilerine zulmederler. Allah onca inkâr, kötülük ve nankörlüklere karşı ceza vermede acele etmez. O, sonsuz kerem sahibidir. O, yardım edenlerin en hayırlısıdır. Allah kullarına çok merhametlidir (2/Bakara, 207). "Şüphesiz Rabbiniz Rauf'dur, Rahim'dir, çok şefkatli, çok merhametlidir." (16/Nahl, 7) (Şamil İslâm Ansiklopedisi, 1/224-225)

 

“Çok iyilik eden, merhamet eden ancak O’dur.” (52/Tûr, 28). Allah’ın kullarına karşı olan iyiliği (nimeti)’ni yazmaya hiçbir mürekkep yetmez. Hangi iyiliğinden bahsedelim? Günahlarımızı affedeceğini bildirmesinden mi? Rızıklandırmasından mı? Az teşekküre bol sevap vermesinden mi? İşlediğimiz günahların karşılığını hemen vermeyip affedebileceğini bildirmesinden mi? Duâlarımızın karşılığını vereceğini vaad etmesinden mi?... hangisinden bahsedelim.

 

Eğer şu an yüzümüz gülüyorsa; bu Allah’ın ‘El-Berr’ isminin tecellisidir.

 

80) ET-TEVVÂB

El-Tevvab: Kullarına tevbe kapılarını açan, onları tevbeye sevk edecek sebepler yaratan. “Allah, kötülükten yüz çevirerek tevbeye yönelenleri son derece bağışlayıcıdır.” (17/İsrâ, 25)

 

"Tevbe" masdarından mübalâğa siğası olup, doksanokuz olan Esmâ-i Hüsnâ'dan biri. Tevbe; kulun, günahtan sonra Allah'a itaat etmeye dönüş yapmasıdır. Tevvâb ise, Allah Teâlâ'nın Esmâ-i Hüsnâ'sından biri olup; mânâsı, kulun Allah'a itaat etmeye dönüş yaptığı ve günahlarından dolayı pişmanlık duyduğu zaman Allah'ın o, kuluna ihsan ve rahmetini ulaştırması; kulun önceden yaptığı hayırlı amelleri boşa çıkarmaması ve itaatkâr kullarına va'dettiği ihsandan bu kulunu da mahrum etmemesidir. Kulun tevbesi tekerrür ettikçe Tevvâb olan Allah Teâlâ'dan da kabûlü tekerrür eder.

 

Allah'ın Tevvâb ismi, Kur'an-ı Kerîm'de 2/Bakara sûresinde 4; 9/Tevbe sûresinde de 2 defa olmak üzere toplam 6 yerde geçer. Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Âdem Rabbından bir takım kelimeler telâkki etti, yalvardı; o da tevbesini kabul buyurup ona yine baktı. Filhakika O'dur ancak öyle Tevvâb öyle Rahim.” (2/Bakara, 37)

 

Tevbe, kula, nisbet edildiği zaman arâzı olan günah halini bırakıp aslî olan salâh halinde dönmek demek olur. Allah Teâlâ'ya nisbet edildiği zaman da tâli olan gazab nazarından aslî olan rahmet nazarına dönmek mânâsını ifade eder (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul, 1979, I/326). Bir Hadis-i Şerif'te Resulullah (s.a.s.) şöyle buyurur: "Allah sizden birinizin tevbesine, birinizin kayıp hayvanını bulduğu vakit sevinmesinden daha çok sevinir" (Müslim, Kitabu't-Tevbe, Bab, I-II, 87).

 

Rahmeti sonsuz olan Allah Teâlâ, Tevvâb'dır ve Tevvâb olanları sever ve şöyle buyurur: "Şüphesiz Allah çok tevbe edenleri de sever, çok temizlenenleri de sever" (2/Bakara, 222). Yani Allah, vâki olacak kusurlardan dolayı çok çok tevbe edenleri sever (Ahmed Abdülcevâd, Esmâ-i Hüsnâ, 211-213); (Abdulbâkî Turan, Şamil İslâm Ansiklopedisi, 6/216-217).

 

Allah Teâlâ’nın Büyüklüğünü ve kullarına karşı sıcak ilgisini bu isminde de görebiliyoruz.

 

İstediğin kadar günah işlemiş ol, şeytan istediği kadar ümitsizliğe sevk etmiş olsun, Allah’ın (c.c.) büyüklüğüne, merhametine ve ‘Tevvab’ ismine sığınarak ellerini aç ve; ‘Ey bütün günahları bağışlayan Allah’ım! Senin Tevvab ismine sığınarak beni bağışlamanı istiyorum!’ de ve tevbenin gereklerini yerine getir defterin sağdan gelsin.

 

Allah’ın ‘Et-Tevvab’ ismine sığınmakla; Allah’ın büyüklüğünü, affedildiğimizde vaadi olan cennetin hak olduğunu, affedilmediğinde vaadi olan cehennemin hak olduğunu, tek bağışlayıcı mercînin Allah (c.c.) olduğunu, kendimizin aciz ve Rabbimize muhtaç olduğumuzu ispatlamış oluruz

 

81) EL-MÜNTAKÎM

El-Muntakîm: Zulüm etmeksizin intikam alan; suçluları müstahak oldukları cezâya çarptıran. “Fakat biz büyük bir şiddetle yakalayacağımız gün, kesinlikle intikamımızı alırız.” (44/Duhân, 16) “Sonunda Bizi öfkelendirince, biz de onlardan intikam aldık, böylece onları toplu olarak suda boğduk.” (43/Zuhruf, 55)

 

Allah her toplumu, mutlaka içinde bulunduğu şirk, dejenerasyon ve bozulmuşluktan kurtulabilmesi için seçtiği elçileri yoluyla uyarır. Söz konusu toplumun bu uyarıları dinlememesi ve hatta taşkınlıklarını daha da artırarak sürdürmesinin ardından ise Allah intikam alır. Allah'ın intikamı ise elbette insanlarınkine benzemez: “Şüphesiz küfredenlere de (şöyle) seslenilir: "Allah'ın gazablanması, elbette sizin kendi nefislerinize gazablanmanızdan daha büyüktür. Çünkü siz, imana çağrıldığınız zaman inkâr ediyordunuz.” (40/Mü’min, 10)

 

Allah uyarılan ve gerçeği öğrenen insanlardan çoğu zaman hemen intikam almaz. Onlara iman etmeleri ve günahlarından arınmaları için süre tanır. Oysa insanların çoğu kendilerine tanınan bu süreyi aleyhlerinde kullanarak daha da şımarıp azarlar. Böylelikle de azap üzerlerine hak olur. “Sen buna müstahaksın, dahasına müstahaksın. Yine müstahaksın, dahasına da müstahaksın. İnsan, 'kendi başına ve sorumsuz' bırakılacağını mı sanıyor?“ (75/Kıyâmet, 34-36)

 

Kuşkusuz insanın Yaratıcısını inkâr etmesi, ona isyanda bulunması nankörlük etmesi ve bu tutumunda kararlı davranması işlenebilecek en büyük suçtur. Dolayısıyla Allah'ın adâleti buna uygun bir ceza gerektirir. İşte burada Allah inkârcılardan intikam alarak daha önce hiç karşılaşmadıkları azaplarla onları tanıştırır. Çünkü bunu fazlasıyla haketmişlerdir.

 

“Büyük bir şiddetle yakalayacağımız gün, elbette biz intikam alacağız.” (44/Duhân, 16)

 

 ‘El-Muntakîm’ isminin ilk muhatapları insanları dalalete düşürmek için yoğun çaba harcayan Allah’ın dinine savaş açanlardır. Allah Teâlâ sınırsız sabır ve Rahmetinin gereği tevbe etmeleri için hem süre tanır hem de ölünceye kadar rızıklandırma­ya devam eder. İnatlarından vazgeçmeyenlere bazen bu dünyada ufaktan bir azabını dokundurur. (Kusurlarını açığa vurur, rezil eder, müzmin bir hastalık verir, açı çektiren ölümle canını alır vs.)

 

Ama asıl intikam yeri öteki taraftır. Cehennem vizesini sol taraftan vermesiyle intikam odasına girdirmiştir. Artık orada ne azap hafifler, ne bir mola olur, ne yalvarmaya kulak verilir ne de oradan çıkarılması için torpil bulunur.

 

‘El-Muntakîm’ olan Allah Teâlâ Âdildirr ve hiçbir kimseye zulmetmez.

 

82) EL-AFÜVV

 

Allah'ın isimleri olan esmâü’l-hüsnâsından biridir. Çok affeden, günahları silen, tevbe edeni bağışlayan, suç işleyene ceza uygulamayan anlamındadır. Allah'ın kullarını bağışlaması suçlarını affetmek şeklinde olduğu gibi mükellefiyetlerini hafifletmek ve kolaylaştırmakla da ortaya çıkar.

 

 

 

 

 

Allah'ın affetmesi, inanan ve işlediği suçtan dolayı pişmanlık duyarak tevbe eden hakkındadır. İşlediği suçta ısrar edip ona devam eden için af değil, öç almak söz konusudur: "Allah geçmişi affetmiştir. Kim düşmanlık ederse Allah ondan öç alır. Allah daima galiptir, öç alandır." (5/Mâide, 95) "Odur ki kullarından tevbeyi kabul eder, kötülüklerden geçer ve yaptıklarınızı bilir." (42/Şûrâ, 25)

 

Yüce Allah, bağışlanacak muttakilerin vasıflarını sıralarken şöyle buyurmaktadır: "Ve onlar bir kötülük yaptıkları, ya da nefeslerine zulmettikleri zaman, Allah'ı hatırlayarak hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler. Günahları da Allah'tan başka kim bağışlayabilir? Ve onlar, yaptıklarında bile bile ısrar etmezler." (3/Âl-i İmrân, 135).

 

Af mağfiretten daha şumullüdür. Cezadan önce de sonra da olabilir. Mağfiret ise cezadan önce olur. Af günahların izlerini de silip büsbütün yok etmektir. Mağfiret ise günahların üstüne bir perde çekmektir. Af intikamın zıddıdır. Yüce Allah bazı suçluları intikamıyla sorguya çeker, bazılarını da affiyle sevindirir. Allah günahkâr kullarına af ve lütfûyle muamele etmeyi onları cezalandırmaktan daha çok sever ve onları hemen cezalandırmaz. Tevbe etmeleri için mühlet verir. Bağışlanabilmelerinin yollarını gösterir.

 

Ancak Cenâb-ı Hakk şirk ve küfür suçu ile huzuruna gelen kullarını affetmez. Zira şirk, af kapsamına girmez (4/Nisâ, 48). Allah tevbe eden kullarını bağışlar. O hâlde Allah, affı çok olmakla birlikte, kulun affedilmesi için birtakım kayıtlar da koymuştur. Kulun, affedilmeğe yaraşır davranışlar içerisine girmesi gerekir. Bir âyette, toplumlarına kötüler ve kötülükler hakim olduğu halde bunlara karşı gelmeyenler arasında sadece güçsüzlerin, yani karşı gelme gücü bulunmayanların affedileceği bildirilerek şöyle buyurulmaktadır: "Nefislerine yazık eden kimselere, canlarını alırken melekler: "Ne işte idiniz?' dediler. (Bunlar): "Biz yeryüzünde aciz düşürülmüştük' diye cevap verdiler. Melekler dediler ki: "Peki, Allah'ın yeri geniş değil miydi ki onda göç edip gönlünüzce yaşayabileceğiniz bir yere gideydiniz?' işte onların durağı Cehennem'dir, ne kötü bir gidiş yeridir orası! Yalnız hiçbir çareye gücü yetmeyen ve göç için yol bulmayan, gerçekten zayıf erkekler, kadınlar ve çocuklar hariç. Çünkü Allah'ın bunları affetmesi umulur. Allah çok affeden çok bağışlayandır." (4/Nisâ, 97-99)

 

Allah Teâlâ, kendisi affedici olduğu gibi inanan kullarının da affedici olmalarını teşvik etmektedir. Muttakîlerin vasıfları anlatılırken şöyle buyurulmaktadır: "Onlar bollukta ve darlıkta Allah için harcarlar, Öfkelerini yutkunurlar, insanları affederler. Allah da güzel davrananları sever." (3/Âl-i İmrân, 134). Hz. Peygamber (s.a.s.) de bir hadîslerinde şöyle buyurmaktadır: "Sadaka hiçbir zaman malı eksiltmez. Allah, kişinin affetmesi sebebiyle ancak şerefini arttırır. Allah için alçak gönüllü davranan kimseyi Allah mutlaka yükseltir." (İmam Mâlik, Muvatta, Sadaka 12; Tirmizî, Birr 81)

 

Cenâb-ı Hakk, adâleti gereği suçlu ve günahkârı cezalandırmaya kadir olduğu halde lütfu ile affettiği ve edebileceği Kur'ani ifade ile belirtilmiştir. Aslında af, cezalandırmaya güç bulan kuvvetli ve nüfuzlu kimse tarafından yapılması halinde değer kazanır (M. Sait Şimşek, Şamil İslâm Ansiklopedisi, 1/47-48).

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

83) ER-RAÛF

 

Er-Raûf; Esmâül-Hüsnâdan birisidir. Raûf kelimesi Arapçada "re'fet"ten türemiştir. Re'fet; şefkat ve merhamet göstermek, esirgemek, kalbi bir şeye dayanmamak anlamlarına gelir. Raûf, feûl kalıbında aşırılık (mübalağa) ifade eden bir sıfat olup, çok merhamet eden, çok şefkat ve merhamet gösteren anlamlarını ifade eder. Kur'an-ı Kerim'de Cenâb-ı Allah'ın kendisi için kullandığı bir sıfat ve güzel isimlerdendir. "Sizin ağırlıklarınızı da yüklenirler ve ancak nefis zahmetiyle ulaşabileceğiniz bir beldeye de taşırlar. Muhakkak ki Rabbiniz Raûf'dur, Rahim'dir" (16/Nahl, 7); "Yahut da kendilerini ağır ağır yakalayıp helak etmesinden emin mi oldular? Gerçekten Rabbiniz Raûf'tur, Rahim'dir (Çok şefkatli, çok merhametlidir)." (16/Nahl, 47)

 

Raûf'un anlamı ilk anda "Rahim" kelimesinin anlamıyla aynı gibi görünüyorsa da, Kur'an-ı Kerim'de geçtiği yerlerde Cenâb-ı Hakk iki sıfatı da beraber zikrettiği durumlarda Raûf'u Rahim'den önce buyurmuştur. Bu durumda iki kelimenin az da olsa anlam farklılığı olduğu ileri sürülmüştür. Buna göre re'fet'in menşei, failinin ihsanı ulaştırma halinin kemalidir. Rahmet'inki ise, kendisine rahmet edilecek kişinin ihsâna ihtiyaç durumunun kemal noktasında olmasıdır. Bu sebeple re'fet, rahmet manalarının en üstünü ve en güçlüsüdür (Metin Yurdagür, Allah'ın Sıfatları Esmâül-Hüsnâ,  İstanbul 1984, s. 107).

 

Raûf vasfı Kur'an-ı Kerim'de çoğunlukla Rahim ismine yakın olarak zikredilmiştir. Rahim'e verilen; "özellikle teklif konusunda, kullarına müsamahalı ve yumuşak davranan" tarzındaki manâ, bu vasfın "Raûfun bil-ibad-kullarına karşı Raûf" (çok şefkatli ve merhametli) şeklinde geçtiği âyetlerle ilgili görülmüştür. Şu âyet-i kerimelerde görüldüğü gibi: "İnsanlardan bir kısmı da vardır ki, Allahın rızâsını isteyerek nefsini Allah yolunda sarf eder. Allah kullarına karşı Raûf'tur" (2/Bakara, 107); "Kıyâmet gününde herkes, dünyada iyilik (hayır) ve kötülükten yaptığı şeyi hazır bulur ve ister ki, o kötülüklerle orasında uzak bir mesafe bulunsaydı. Yine Allahu Teâla size kendisinden korkmanızı emreder. Allah, Kullarına karşı Raûf (çok bağışlayıcı, merhametli, esirgeyici)dur." (3/Âl-i İmrân, 30) (Necip Taylan, Şamil İslâm Ansiklopedisi, 5/227)

 

“Allah; sizin imanınızı zayi edecek değildir. Şüphesiz, Allah, Rauf’tur, Rahim’dır.” (2/Bakara, 143). Yarattığı tüm canlıların ihtiyaçlarını gören ve onu düşmanlardan emin kılacak her türlü duygu ve hislerle donatan Allah Teâlâ kullarına karşı çok Rauf’tur. Yani yaşamın tüm alanlarında kullarına kolaylık sunandır.

 

Allah Teâlâ’nın ‘Er-Raûf’ isminin tecellisini; ‘Gücümüzün dışında bir sorumluluk vermemesinde, unutarak ya da bilmeyerek işlediklerimizden hesaba çekmemesinde, haram kıldığı bazı şeyleri yeri geldiğinde ruhsat vermesinde, kısaca bir çok alanda’ görmek mümkün. Seferde iken farzları yarı yarıya kılmamız, hastayken oruç tutmayıp erteleyebilmemiz Allah’ın ‘Raûf’ isminin tecellisidir.

 

84) MÂLİKÜ'L MÜLK

 

Mâlikü’l Mülk: Mülkün ebedî sahibi: Cenâb-ı Hakk'ın mülk üzerinde hem sahipliği, hem de hükümdarlığı vardır. Mülkünü  dilediği gibi tasarruf eder ve aynı zamanda onda geçerli olan yasaları koymak sûretiyle dilediği  gibi hükmetme hakkı da O'na âittir. Bu hususta hiçbir ortağı, dengi  ve yardımcısı yoktur. Mülk denilince dünyası ve uhrâsı ile kâinatın tümü  anlaşılır. Bizzat insan da  O'nun kulu olarak, mülküne dâhildir.

 

Allah Teâlâ mülkün hem sâhibi, hem hükümdârıdır. Mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Hiçbir kimsenin O'nun bu tasarrufuna itiraz ve tenkide hakkı yoktur. Dilediğine verir, dilediğinden alır. Mülkünde hiçbir ortağa ve yardımcıya ihtiyacı yoktur.

 

“De ki: ‘Ey mülkün sahibi Allah'ım, dilediğine mülkü verirsin ve dilediğinden mülkü çekip-alırsın, dilediğini aziz kılar, dilediğini alçaltırsın; hayır Senin elindedir. Gerçekten Sen, herşeye güç yetirensin." (3/Âl-i İmran, 26). Şu an bulunduğunuz yerden etrafınıza baktığınızda gördüğünüz herşeyin Sahibi vardır. Oturduğunuz koltuk, Sahibinin var ettiği atomlardan oluşmaktadır. Saksıda duran çiçek, Sahibinin ona sağladığı imkânlarla (güneş, su vs.) büyümektedir. Pencereden görünen deniz ve içindeki tüm canlılar Sahipleri dilediği için orada bulunmaktadır....

 

Ve hatta kendi bedeniniz; o da sizden tamamen bağımsız olarak sizi var edenin kontrolündedir. Tüm uzuvlarınız, damarlarınız, sinir sisteminiz, hücrelerinizin her biri Sahibinizin ilminin ve üstün sanatının eserleridir. Bu sayılanların hiçbiri sizin sahip olmayı düşünüp tasarladığınız, sonra da var ettiğiniz şeyler değildir.

 

Siz dünyaya gözünüzü açtığınızda hem kendi bedeninizdeki kusursuz sistemle, hem de içinde bulunduğunuz dünyayla ve hatta tüm evrenle karşılaştınız. Ancak bundan önce bunların hiçbirine sahip değildiniz ve bundan sonra da kendi irâdenizle bunlara sahip olmanız mümkün değildir. Elbette bu gerçek tüm insanlar için geçerlidir. O halde herşeyin mülkü, onları Yaratana aittir; yani herşeyin yaratıcısı ve sahibi olan Allah'a...

 

Bu açık gerçeğe rağmen insan körleşir ve O'nun varlığını gözardı ederek elindeki herşeyin kendisine âit olduğu zannına kapılır. Tüm âcizliğine rağmen kendini üstün görme yanılgısı içinde olan insan, büyüklenir ve inkâra kalkışır. Fakat bu inkâr yalnızca kendisine zarar verir; çünkü Hz. Mûsâ'nın söylediği gibi; "Eğer siz ve yeryüzündekilerin tümü inkâr edecek olsanız bile şüphesiz Allah hiçbir şeye muhtaç değildir, övülmüştür." (14/İbrâhim, 8)

 

Suad Yıldırım, bu isim hakkında şunları söyler: “Mâlikü’l-mülk: “Dünya ve âhiretin mülkü, yalnız Kendisine âit olan” demektir.Yalnız bir Medenî âyette (3/Âl-i İmrân, 26) geçer. Kur’an; sıfat, masdar ve fiil şekilleriyle hükümranlığı Allah’a tahsis etmeye büyük önem vermiştir. Başından sonuna kadar, O’nun bu vasfını hatırlatmıştır. Onun “Hükümrân” olarak tanıtılmasına bazı felsefî düşünceler bir anlam vermeyebilirse de, beşerî realitenin başka türlü olduğunu anlatmaya çalışacağız.  

 

Hükümdar kültü, özellikle eski dünyanın hemen her tarafında rastlanan bir tezâhürdür. Anlaşılan insanlık, hükümranlıkla Ulûhiyette birbirinden ayrılmaz iki kavram bulmaktadır. Denebilir ki, hükümdarlar kendilerini halklarına kabul ettirmek için, bir İlâhî kaynağa dayanıyor göstermişlerdir. Yahut, hâkim olanların, raiyyelerini kendilerinin kulları, kendilerini de onların tanrısı gibi görmek istedikleri söylenebilir. Başka şeyler de düşünülebilir. Şimdi serdedeceğimiz tarihî gerçeklere bakarak, biz daha çok, birinci ihtimalin, yani insanların tanrılıkla hükümranlığı ayrılmaz kabul etmelerinin doğru olduğunu kabul ediyoruz.

 

İnsan, taptığı Tanrının Hükümran olmasını, hükmünü yürütmesini beklemektedir. Kendisine hükmeden beşerî varlıkların hükümranlığına, ancak ilâhî bir esasa ve izne dayandıkları düşüncesiyle, tâbi olmak istemektedir. Eski Mısırlılar nezdinde Firavun, tanrının oğludur. Yaşadığı sürece, tanrı Horus ile eşit tutularak, tanrı sıfatıyla kendisine tapınılması gerekirdi. Çinlilere göre Tanrı “Cihan hükümdarı”dır; yerdeki kral, semâvî Hükümdar’ın temsilcisidir. Kral ancak, bu unvanla halka emretme yetkisini haklı gösterebilir. “Sümerlerde, hükümdarlık gökten iner”, kral, Tanrı Anu’dan iktidarını alır. İşte bundandır ki, yalnız hükümdar halkı temsilen Onu çağırabilir, sıradan adamlar değil. Babil ve Asur’daki siyasî rejim, daima bir teokrasidir. Bütün iktidar bir Tanrıdan veya tanrılardan gelmektedir. Orta Asya ve kuzey kutup bölgesi kavimlerinde Tanrı, “Han”, yani kâinatın Hükümdarıdır. Moğollarda da böyledir. Fakat Tanrı, âlemi doğrudan doğruya değil; yerdeki temsilcileriyle, Hanlarla idare eder. Mengü Han, Fransa kralına yolladığı mektubunda: “Ebedî Tanrının emri böyledir; Gökte bir tek ebedî Tanrı vardır, yerde de yalnız bir hüküm bulancaıktır: Tanrı’nın oğlu Cengiz Han”. Ural Altay bölgesinde, Tatarlarda Yüce Semâvî Tanrı, “Han” yani Hükümdardır. Brahmanlar, kralı takdîs ederlerdi. Hindistan’daki Semâvî Tanrı Varuna hükümdardır. Hükümdar-Tanrı’dır. Zerdüştlükteki tek Tanrı Ahura-Mazda da, “Hükümran Tanrı”dır. Bazı Afrika topluluklarında kral mukaddes veya ilâhî telâkki edilir. Yunanistan’da Zeus’da da hükümranlık vasfı vardır, krallar otoritelerini ondan alırlar. İtalya’da Jupiter, mutlak hükümdar idi. Japonya’da, Mikado güneş tanrıçasının soyundan gelmedir, hem kral, hem baş râhiptir. İlâhî nesnenin cisimleşmiş şeklidir. Bir Japon, bütün hallerde Mikado’nun (kralın) irâdesine itaat etmeye mecburdur. Mikado kültü, halen Japonya’da mevcuttur.

 

M.Ö. 6. yılda, yahûdiler Filistin’de Galile (el-Halil) bölgesinde Roma idaresine karşı ayaklanırlar; zira Tanrı, onların tek Hükümdarıdır. Çünkü yahûdiler, Allah’ı Kral olarak nitelerler. Kezâ yahûdiler, krallarının Tanrı ve halk tarafından seçilmesi gerektiğine inanırlardı. İsrail’de kral, ilâhî bir kuvvete sahip olup Yahova tarafından, yahut Yahova’nın işaretiyle halk tarafından seçilmiştir (Kur’an’da 2/Bakara, 247’de Tâlût’un, onlara Allah tarafından kral olarak gönderildiği bildirilir). “İmparatora tapınma (Sezarizm), Roma devletinde bütün din mensuplarının imparatora ve yurda bağlılıklarını sağlayan bir inanma ve tapınma sistemidir. Sistem, Jül Sezar’ın ölümünden sonra kurulmuştur. İlk Hıristiyanların işkence görmeleri, bu tapınmaya katılmamaları yüzünden olmuştur. Hz. İsa, kendisini yahûdilerin kralı olarak kabul ediyordu. Onu tanrılaştıran hıristiyanlar, kendisini “insanlığın ve kâinatın hükümdarı” olarak görürler. Çokça, rûhânîleştirilen “Allah’ın melekûtu”, hıristiyanlıkta en önemli yeri işgal eder. Pater duâsında: “Melekûtun gelsin” denir. Hıristiyanlarda “Semâvî Peder”, her şeyden önce Mâlik (Kral)dır.

 

Dinler tarihçisi M. Eliade, dünyanın hemen her yerinde, ayrı ayrı toplulukların inandığı Yüce Varlık’ların, neticede unutulup gölgede kaldığını birçok örneklerle gösterdikten sonra, Ulûhiyette hükümrânlık kavramı hakkında diyor ki: ‘Bazı semâvî Tanrı’lar, hükümrân Tanrı olarak tecellî etmek sûretiyle, dinî aktüalitelerini korur veya güçlendirirler, Panteonda, kendi hâkimiyetlerini korumayı pek iyi başaran Tanrılar, işte onlardır (Jupiter, Zeus, T’ien). Monoteist inkılâplar da işte onları lehine olarak meydana gelmiştir: Yahova, Ahura-Mazda gibi’.

 

Bu dünya turundan sonra, insanın “Hükümran” olan bir Tanrı’ya ve yalnız Ona kulluk etmek üzere yaratıldığını anlamamak mümkün değildir. Mutlak ve Gerçek Hükümdarı (el-Melikü’l-Hakk) bulamayınca, uydurduğu tanrılara bu vasfı verdiği görülmektedir. Bu vasıfla tecellî etmeyen Tanrının da unutulduğu gerçeğini hatırlayacak olursak, Allah’ın Kendisini hükümranlıkla nitelemesinin hikmetini anlamamız çok kolay olacaktır.” (Suad Yıldırım, Kur’an’da Ulûhiyet, s. 130-132)

 

Mal-Mülk Allah’ındır: "Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır." (3/Âl-i İmrân, 189; 5/Mâide, 17, 18, 40, 120; 9/Tevbe, 116; 24/Nûr, 42; 45/Câsiye, 27; 48/Fetih, 14). "Göklerin ve yerin mülkü O'nundur." (2/Bakara, 107; 3/Âl-i İmrân, 189; 5/Mâide, 40; 7/A'râf, 158; 25/Furkan, 2; 39/Zümer, 44; 42/Şûrâ, 49; 43/Zuhruf, 85; 57/Hadîd, 2, 5; 85/Bürûc, 9). "Mülk O'nundur." (6/En'âm, 73; 35/Fâtır, 13; 39/Zümer, 6). Ve yine bkz. 3/Âl-i İmrân, 26; 17/İsrâ, 111; 22/Hacc, 56; 25/Furkan, 26; 40/Mü'min, 16; 64/Teğâbün, 1)   

 

 

 

 

Bu âyetler ve benzerleri mülkün, hükümranlığın Allah'a âit olduğunu, gerçek mülk sahibinin O olduğunu vurgulamaktadır. Allah, mülkünü yönetme hakkını, yeryüzünde halîfe tâyin ettiği insana vermiştir. "Allah'a ve Rasûlüne iman edin ve (O'nun) sizi hâkim kıldığı, sizin yönetiminize verdiği şeylerden (Allah için) infak edip harcayın. Sizden, iman eden ve (Allah rızâsına) infak edip harcayanlar için büyük mükâfat vardır." (57/Hadîd, 7). Bu âyetten anlaşıldığı üzere mal, gerçekte Allah'ındır. İnsan, yeryüzünde halîfe olarak mala sahip olur; mal, aslında ona emânettir. Göklerin ve yerin mülkü Allah'a âittir. Mülkün gerçek sahibi Allah'tır. İnsanın mala halîfe kılınması, iki anlama gelebilir: Ya Allah adına malın üzerinde vekil kılınması, malın yönetiminin kendisine bırakılmasıdır. Yahut başkasından kendisine geçmesi, kendisi başkasının yerine geçip mala sahip olmasıdır. Mal denilen şey, böyle insandan insana geçen, insanların mülkiyetini birbirinden devraldıkları bir şey olduğu için âyette "cealeküm müstahlefîne fîh; başkasının yerine geçirildiğiniz, başkasının ardından size verilen şey" diye nitelendirilmiştir.

 

Şimdi insan, mülkiyeti geçici olarak elinde bulunan malı Allah yolunda harcarsa, aslında kendi malını değil; Allah'ın malını harcamakta; O'nun adına, O'nun yoluna vermektedir. Mülkün gerçek sahibi Allah olduğuna göre, neden Allah'ın malını, Allah'ın emrettiği yere harcamaktan çekinir, niçin kendisini mutlu edecek şeyden geri kalır? Hz. Peygamber (s.a.s.)'in şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: "Sizi çokluk mahvetti. İnsanoğlu 'malım, malım' der. Yiyip tükettiğinden, ya da giyip eskittiğinden, ya da sadaka verdiğinden başka senin malın mı var? (Çünkü bundan ötesi başkasının eline geçecektir)." (Müslim, Zühd 3; Tirmizî, Zühd 31, Tefsir, sûre 102; Nesâî, Vesâyâ 1; Ahmed bin Hanbel, 4/24, 26)  

 

Mâlik’l-Mülk: Mülkünde dilediği gibi tasarruf edebilen. “(Rasûlüm) de ki: Mülkün gerçek sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik Senin elindedir. Gerçekten Sen her şeye kadirsin.” (3/Âl-i imran, 26)

 

Dünya ve içindekiler Allah’ındır. Oturmuş olduğumuz ev, binmiş olduğumuz arabalar, uçaklar, tarlalarımız, bahçelerimiz, ev eşyalarımız, stoktaki mallarımız kısacası kendimiz de dahil her şey Allah’ındır. Allah Teâlâ zenginliğinin ve imtihanının gereği insanlara mal vererek zenginleştirir ve onlardan şükür ve infak (zekat, sadaka, kendi yolunda olanlara vs.) etmelerini bekler.

 

Bir zaman sonra tasarruf yetkisi kendisinde olması hasebiyle vermiş olduğu malları bir şekilde geri alır. (Yangın, deprem, hırsızlık, iflas, vs.) Ve kulunun sabrını ölçer. Eğer zenginseniz bilin ki mallarınızı ticari bir zekanızla kazanmadınız. Allah öyle diledi ve zengin oldunuz.

 

Eğer fakirseniz yine bilin ki ticarî zekâsızlıktan fakir olmadınız. Allah (c.c.) öyle diledi ve siz fakir oldunuz (Allah (c.c.) bir kuluna zenginlik yada fakirlik dilemişse gerekli sebepleri de yaratır).

 

85) ZÜ'L-CELÂLİ VE'L-İKRÂM

Zü’l Celâli ve’l İkram: Hem büyüklük sahibi hem de fazl u kerem, ikram sahibi. “Büyüklük ve ikram sahibi (Zü’l-celâli ve’l-ikrâm) Rabbinin adı yücelerden yücedir.” (55/Rahmân, 78) “Ancak azamet ve ikrâm sahibi (Zü’l-celâli ve’l-ikrâm) Rabbinin zâtı bâki kalacak.” (55/Rahmân, 27)

 

 

 

 

Dünyada insanın hoşuna gidecek sayısız nimet vardır. Allah kullarının hoşnut olacağı çeşitli detaylarla dünyayı süslemiştir. Ancak elbette Allah'ın sonsuz kerem ve ihsanını asıl olarak göstereceği yer cennettir. Kuran'da tasvir edilen cennet, O'nun sonsuz ikramını gözler önüne sermektedir.

 

Cennetin Kuran'da anlatılan en belirgin özelliklerinden biri 'nefislerin arzuladığı herşeyin' verilmiş olmasıdır. Cennetin 'altından ırmaklar akar', 'yemişleri ve gölgelikleri süreklidir', 'ne sıcak-ne soğuk, tam kararında bir gölgelik' vardır. Allah kendisinden bir rahmet olarak sâlih kullarını cennet bahçelerindeki 'gölgeliklerde ve pınar başlarında' bulunduracaktır. 'Çeşit çeşit inceliklere ve güzelliklere sahip' olan cennette mü’minlere 'istek duyup-arzuladıkları meyvelerden ve etten bol bol' verilecektir. Mü’minler, 'içinde hesapsız olarak rızıklandırılmak  üzere Cennet'e girerler.' Ayrıca cennette inananlar için 'yüksek köşkler bina edilmiştir.' Bu köşklerin altlarından ırmaklar akmaktadır.  'Özenle işlenmiş mücevher tahtlar üzerinde' oturur ve etraflarını 'bakıp seyrederler.' Bu arada yapılan ikram da son derece ihtişamlıdır. 'Kendileri için hizmet eden civanlar' 'çevrelerinde gümüşten billur kaplar ve kupalar dolaştırırlar.' Bu hizmetler esnasında mü’minlerin giyimleri de son derece göz alıcıdır; “...Orada altından bileziklerle ve incilerle süslenirler, oradaki elbiseleri ipek(ten)dir.” (35/Fâtır, 21)

 

Kuşkusuz Kuran'daki cennet tasviri yukarıda anlatabildiğimizin çok üstündedir. Aşağıdaki âyetler Allah'ın cennetteki sonsuz keremini ve ikramını açıkça bildirmektedir: “...Orada nefislerin arzu ettiği ve gözlerin lezzet (zevk) aldığı herşey var. Ve siz orada süresiz kalacaksınız.” (43/Zuhruf, 71) “Her nereye baksan, bir nimet ve büyük bir mülk görürsün.” (76/İnsan, 20)

 

Büyüklüğünü hemen hemen her isim ve sıfatta dile getiren Rabbimizin övülmek istediğini bu isimde görmek mümkün.

 

Allah büyüktür; övülmek ister. Allah (c.c.) kullarına olmadık zamanda ve mekânda farklı nimetler ikram eder; övülmek ister. Allah (c.c.) akla hayale gelmeyecek çeşitlikte ve güzellikte canlı ve cansızlar yaratır; övülmek ister. Övülmeyi hak eden Rabbimiz çok büyüktür.

86) EL-MUKSIT

 

El-Muksıt: Kullarına muâmelesi, tam adâlet ve merhamet üzere olan. “Aralarında adâlet ile hükmedilir. Ve onlara zulmedilmez.” (10/Yunus, 54). Âdil olan ve âdil olmamızı isteyen Allah Teâlâ mazlumun hakkını sorarken zâlime de haksızlık etmez. Sonuçta her ikisi de neticeye râzı olur.

 

“Ey iman edenler, âdil şâhidler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adâletten alıkoymasın. Adâlet yapın. O, takvâya daha yakındır. Allah'tan korkup sakının. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır.” (5/Mâide, 8)

 

Allah adâlet yapanların en hayırlısıdır. O'nun mizanı tüm kâinatı kuşatmıştır. O, adâletini dünyada ve âhirette kullarına gösterecektir. Herşeyi hakkıyla gören, herşeyin içini dışını bilen, herşeyden haberdar olan Allah'ın tüm işleri hikmetli ve adâletlidir.

 

İnsanların yaşamları boyunca işledikleri tüm fiiller muhakkak Allah'ın adâletine göre değerlendirilecektir. Zulüm yapanların zulümleri elbette karşılıksız kalmayacağı, iyi tek bir sözün bile mükafatının verileceği, Kuran'da bizlere bildirilmiştir. Zâten iyi ile kötü bir olamayacağına göre tüm bunların adilce değerlendirileceği bir yer olmalıdır. İşte bu yer âhirettir; Allah'ın sonsuz adâletinin tecelli edeceği yer...

 

Dünya hayatında inkârcıların peygamberlere ve mü’minlere çıkardıkları zorluklar, engellemeler, attıkları iftiralar elbette yanlarına kar kalmayacaktır. Mü’minlerin cennetteki mertebesini yükselten tüm bu zorluklar, inkârcıların da cehennemin en alt tabakalarına inmelerine vesile olacaktır. Allah hesap gününde son derece duyarlı terazilerle hiçkimseyi haksızlığa uğratmayacak, dünyada onlara verdiği sürenin sonunda sonsuz adâletine uygun olarak hesabını çok seri olarak görecektir. Şüphesiz Allah hiçbir şeyi unutmayan ve vaadine en sadık olandır. İnsanlar dünyada yaptıklarının karşılığını âhirette muhakkak görecektir. Böylece inkârcılar, içinde yaşadıkları küfrün, en acı şekilde karşılığını bulacak, Allah'a imanında ve bağlılığında kararlı olanlar ise yaptıklarının karşılığını en güzeliyle muhakkak Allah'tan alacaklardır: “Şüphesiz sana biat edenler, ancak Allah'a biat etmişlerdir. Allah'ın eli, onların ellerinin üzerindedir. Şu halde, kim ahdini bozarsa, artık o, ancak kendi aleyhine ahdini bozmuş olur. Kim de Allah'a verdiği ahdine vefa gösterirse, artık O da, ona büyük bir ecir verecektir.” (48/Fetih Sûresi, 10)

 

Allah'ın adâletini düşünürken kesinlikle bir insanın adâlet anlayışıyla değerlendirme yapılmamalıdır. Çünkü Allah'ın adâleti hiçbir şeyle kıyaslanamaz. İnkar eden bir insan isteklerine ve zaaflarına uyabilir, adâleti gözetirken duygusallığa kapılabilir, karşısındaki hakkında yanlış hüküm verebilir ve karşısındaki insanın yaptıklarını unutabilir. En önemlisi de karşısındakinin içinden geçirdiklerini bilmesi mümkün değildir. Allah ise asla yanılmaz ve asla unutmaz. Her insan için onun her hareketini gözetleyen ve kaydeden adil melekler tayin etmiştir. Bu melekler insanların hem içinden geçeni, hem de tüm eylemlerini yazarlar. Sonuç olarak Allah insanın ruhuna tamamiyle hakimdir. Böylece en adâletli hüküm verecek olan da kendisidir. Kur’an, Allah'ın her zaman âdil olduğunu açıkça söylemektedir:

 

“Her insan grubunu imamlarıyla çağıracağımız gün, artık kimin kitabı sağ eline verilirse, onlar kitaplarını okuyacaklar ve onlar, bir 'hurma çekirdeğindeki iplikçik kadar' bile haksızlığa uğratılmazlar.” (17/İsrâ, 71)

 

Yapılan tüm kötülüklerin, inananların aleyhine kurulan örgütlenmelerin, hazırlanan tuzakların karşılığı en küçük ayrıntısına kadar âhirette verilecektir. Allah inkârcılara, dünya hayatında aslında yalnızca onların kötülüklerini arttırmaya yarayacak mal, mülk, zenginlik ve bunun gibi birçok imkan verebilir. Mü’minlere de buna aldanmamalarını bildirir. Çünkü kısacık dünya hayatının karının, âhirettekinin yanında hiçbir anlama ve öneme sahip olmadığı şüphe götürmez bir gerçektir. Hele sonsuz bir cehennem o inkârcılara gittikçe yaklaşıyorken...

 

Asıl yurt olan âhirette her nefis yaptıklarını karşısında hazır bulacaktır. Allah sonsuz adâletinin tecellisini kullarına, cennetinde ve cehenneminde sonsuza kadar gösterecektir. Allah en sonunda kendisine inananlarla inanmayanların arasını hak ile ayıracaktır.

 

“Allah, sizinle din konusunda savaşmayan, sizi yurtlarınızdan sürüp-çıkarmayanlara iyilik yapmanızdan ve onlara adâletli davranmanızdan sizi sakındırmaz. Çünkü Allah, adâlet yapanları sever.” (60/Mümtehine, 8)

 

“Şüphesiz Allah, size emanetleri ehline (sahiplerine) teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adâletle hükmetmenizi emrediyor. Bununla Allah, size ne güzel öğüt veriyor!.. Doğrusu Allah, işitendir, görendir.” (4/Nisâ, 58)

 

“...Onlar, yalana kulak tutanlardır, haram yiyicilerdir. Sana gelirlerse aralarında hükmet veya onlardan yüz çevir. Eğer onlardan yüz çevirecek olursan, sana hiçbir şeyle kesin olarak zarar veremezler. Aralarında hükmedersen adâletle hükmet. Şüphesiz, Allah, adâletle hüküm yürütenleri sever.” (5/Mâide, 41)

 

“De ki: ‘Rabbimiz (kıyâmet günü) bizi bir arada toplayacak, sonra da hak ile aramızı ayıracaktır. O, (gerçek hükmünü vererek hak ile batılın arasını) açandır, (herşeyi hakkıyla) bilendir.” (34/Sebe’, 26)

 

Allah’ın ‘El-Muksıt’ isminin tecellisini; koyduğu kanunlarda, tabiattaki canlılarda ve yaşamlarındaki âhenkte görmek mümkün.

 

87) EL-CÂMİ'

 

El-Câmi’; Allah'ın güzel isimlerinden biridir. Hesap günü için kullarını ve her istediğini istediği zaman, istediği yerde toplayan anlamındadır. Cem, dağınık şeyleri bir araya toplamak demektir. Allahu Teâlâ vücutların ölümden sonra yürüyerek dağılmış olan zerrelerini tekrar birleştirecek, bedenleri yeniden diriltecektir. Sonra yine, yaratılmış olan herkesi Arasat meydanında toplayacak, hak sahiplerini, hasımlarıyla huzurunda karşı karşıya getirecektir.

 

El-Câmi', Esmâü’l-hüsnâ'dan olarak Kur'an'da şöyle geçer: "Ey Rabbimiz, muhakkak ki sen (vukuunda) hiç bir şüphe olmayan bir günde insanları toplayacak olansın. Şüphesiz Allah sözünden caymaz." (3/Âl-i İmran, 9) "...Allah, muhakkak ki, münâfıkları da, kâfirleri de Cehennem'de toptan bir araya getirecek olandır." (4/Nisâ, 140) "Rabbimiz, kendisinde şüphe olmayan bir günde insanları gerçekten Sen toplayacaksın. Doğrusu Allah, vaadinden cayıp dönmez." (3/Âl'i İmran, 9)

 

Dağınık şeylerin biraraya toplanması demek olan 'cem' kelimesi, Allah'ın tüm evrendeki sistemler üzerindeki hakimiyetini gösteren sıfatını ifâde eder. Evreni ve içindekileri yaratan Allah, canlı ve cansız tüm varlıklara dilediğini yaptırma, istediği yerde ve istediği şekilde toplama kudretine sahiptir. Nitekim Allah dünyada mü’minleri bir araya toplayacağını vaat etmiştir.

 

“Herkesin (her toplumun) yüzünü çevirdiği bir yön vardır. Öyleyse hayırlarda yarışınız. Her nerede olursanız, Allah sizleri bir araya getirecektir. Şüphesiz Allah, herşeye güç yetirendir.” (2/Bakara, 148)

 

Ancak gerçek toplanma günü kıyâmetle gerçekleşecektir. Kendisinden şüphe olmayan kıyâmet gününde, Allah'ın bütün kulları O'nun huzurunda toplanacaklardır. Dünyada kendisini ve elçilerini yalanlayan kişilerin inkârlarını ve bu inkârlarından kaynaklanan bütün eylemlerini bilen Allah, elçileriyle tüm insanlığa haber verdiği büyük hesap gününde, gelmiş geçmiş tüm toplumları biraraya toplayacaktır. Sur'a üfürüldüğü gün suçlu günahkarların tümü biraraya getirilecekler ve yaptıklarından topluca hesaba çekileceklerdir. İnkâr edenler yine topluca, yüzükoyun cehenneme sürülecek, lâyık oldukları karşılığı yine yandaşlarıyla beraber topluca göreceklerdir.

 

Allah kendisine iman edenleri ise tüm yaptıklarına bir karşılık olmak üzere dünyada  beraber oldukları gibi cennette  de hep birlikte ağırlayacaktır. Allah takvâ sahiplerini de önderleriyle birlikte bir heyet halinde huzuruna getirecektir. Onlar nurları önlerinde ve yanlarında olacak şekilde, Allah'ın izni ve rahmetiyle topluca cennete gireceklerdir. Kendisini inkâr eden insanları ise, dünyada da birbirlerine arka çıkıp örgütlendikleri gibi, cehennemde  de hep birarada tutacak birbirleriyle çekişip durmalarına izin verecektir. Zulmedenlerin eşleri ve taptıkları hep birarada olacaklar, yaptıklarının karşılıklarını cehennemin dar bir köşesinde hep beraber göreceklerdir. O çok güvendikleri eşleri ve dostlarıyla birlikte cehenneme sürülmenin azabını yaşayacaklardır. Allah dünyada şeytana uyan insanları âhirette biraraya toplayarak cehenneme süreceğini aşağıdaki âyetiyle bildirmiştir: “O, size Kitapta: ‘Allah'ın âyetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğinizde, onlar bir başka söze dalıp geçinceye kadar, onlarla oturmayın, yoksa siz de onlar gibi olursunuz’ diye indirdi. Doğrusu Allah, münâfıkların ve kâfirlerin tümünü cehennemde toplayacak olandır.” (4/Nisâ, 140)

 

88) EL-ĞANÎ  

el-Ğanî: Zengin olmak, başkasına ihtiyacı olmamak anlamına gelen "Ğınâ" masdarından sıfat olan Allah'ın güzel isimlerinden biridir. el-Ğanî ismi ve sıfatı Kur'an-ı Kerîm'de yedi yerde Allah hakkında kullanılmıştır.

 

Allah'ın ganî olması, zat ve sıfatları itibarıyla başkasından müstağnî olması anlamındadır. Gerek zat ve sıfatlarında, gerek işlerinde hiçbir zaman, hiçbir sûrette, hiçbir şeye muhtaç olmayan, bunun yanında herşeyin kendisine muhtaç olduğu tek zengin O'dur: "Ey insanlar, siz Allah'a muhtaçsınız; Allah ise, işte zengin ve hamde lâyık olan O'dur" (35/Fâtır, 15). "Allah zengindir, sizler fakirsiniz" (47/Muhammed, 38).

 

Allah'ın, başkasının kendisine ibâdet etmesine de ihtiyacı yoktur. İnsanların O'na inanıp ibâdet etmeleri, kendisine bir yararı olmadığı gibi, inanmamaları ve emirlerine itaat etmemelerinin de kendisine bir zararı yoktur. "Ve Mûsâ dedi ki: "Siz ve yeryüzünde bulunanlar hep nankörlük etseniz, iyi bilin ki Allah zengindir, (sizin Şükrünüze muhtaç değildir, zatında) övülmüştür" (14/İbrâhim, 8). "Kim şükrederse kendisi için şükreder, kim nankörlük ederse muhakkak ki, Allah zengindir ve övgüye lâyıktır." (31/Lokman, 12)

 

Allah'ın bu ismi Kur'an'da, diğer isimlerinden Halîm, Hamîd, Kerîm gibi isimlerle zikredilmektedir. Böylece Allah'ın, başkalarına muhtaç olmamakla birlikte yaratıklara ve özellikle insanlara karşı ilgisiz, ihtimamsız olmadığı belirtilmektedir. Allah, "rahmet sahibi gânîdir" (Suad Yıldırım, Kur'an'da Ulûhiyet, İstanbul 1987, s. 206).

 

Allah'ın ibâdetlerimize bir ihtiyacı yoktur. Kur'ân-ı Kerîm bunu gayet açık ve birçok âyetinde ifâde etmektedir: O'nun rızâsı için kesilen "kurbanlık hayvanların ne etleri, ne kanları Allah'a ulaşmaz; O'na ancak sizden takvâ ulaşır" buyurur (22/Hacc, 37). O halde insan Allah'a kulluk ederken, O'nun emirlerini yerine getirirken Allah'a minnet etme gibi bir duyguya kapılmamalıdır. Kula yaraşan, Rabbini bu şekilde tanıması; O'na muhtaç olduğunu hatırından çıkarmaması, bütün ihtiyaçlarında O'na yönelmesidir (M. Sait Şimşek, Şamil İslâm Ansiklopedisi, 2/212-213).

 

 

89) EL-MUĞNÎ

El-Muğni: Dilediğine zenginlik veren, istediğini zengin eden. “O size istediğiniz her şeyden verdi. Allah’ın nimetini sayacak olsanız sayamazsınız. Doğrusu insan zâlim, çok nankördür.” (14/İbrâhim, 34) “...Allah dilerse size lütfundan zengin edecektir. Şüphesiz Allah iyi bilendir, hikmet sahibidir.” (9/Tevbe, 28) “Doğrusu muhtaç olmaktan O kurtardı ve sermaye verip hoşnut kıldı.” (53/Necm, 48)

 

Gerçek zenginlik yalnızca Allah'a aittir. O dilediğini kendi fazlından zengin kılar, dilediğini de belli bir süreye kadar yoklukla dener. 'Vâris' sıfatında da belirttiğimiz gibi herşeyin vârisi yalnızca Allah'tır. İnsanların dünyada sahip oldukları zenginlikler, mal-mülk de yalnızca Allah'a aittir. Hiçkimse kendine ait herhangi bir şeyi ölümünden sonra yanına alamamakta, artık o metaların sahibi olamamaktadır. Hayatı boyunca çalışıp kazandığı herşeyi muhakkak geride bırakmaktadır. Ancak tüm bunlara rağmen yaşadığı kısa hayatta mal mülksahibi olmakla övünen, zenginliğiyle büyüklenen, ve bunun sonucunda Rabbini unutan kişiler için Allah Kuran'da şöyle hükmetmiştir: “Onlar sanıyorlar mı ki, kendilerine verdiğimiz mal ve çocuklarla Biz onların hayırlarına koşuyoruz (veya yardım ediyoruz)? Hayır, onlar şuurunda değiller.” (23/Mü’minûn, 55-56)

 

Allah dilediği kullarını ise dünyada büyük bir mülkle ödüllendirmiştir. Özellikle elçilerine verdiği büyük mülke Kuran'da pek çok âyetle dikkat çekilmiştir. Hz. İbrahim, Hz. Muhammed, Hz. Dâvud ve Hz. Yusuf, Allah'ın dünyada büyük bir zenginlikle ödüllendirdiği elçilerindendir. Hz. Süleyman ise dünya üzerinde hiç kimseye verilmeyen büyük bir mülkü Rabbinden talep etmiş ve buna sahip olmuştur. Ancak bu noktada unutulmamalıdır ki, Allah'ın elçileri kendilerine verilen mülkü Rablerini râzı etmek, O'nun hoşnut olacağı hayırlar işlemek için kullanmışlardır. Ellerindeki herşeyi, sahip olduklarıyla övünüp şımaran, mülkün gerçek Sahibini unutan insanlardan çok farklı bir amaçla harcamışlardır. Çünkü onlar bilirler ki mülk Allah'a aittir, dilediğine mülk veren Allah, dilediğinden de mülkünü geri alabilir.

 

Görüldüğü gibi evrendeki herşeyin tek hakimi, mülkün yegâne sahibi olan Allah, dünyada dilediği insanı zengin kılmaktadır. Gerçek zenginliği ise âhirette verecektir. Kendisine iman eden, tüm hayatını sâlih ameller işleyerek, O'nun rızasını kazanmaya çalışarak geçiren mü’minleri, âhirette çok büyük bir zenginlikle nimetlendirecektir. Rabbini râzı ederek cennete girmeye hak kazanan sayılı insanın orada karşılaşacağı zenginlik, Kuran'da çok sayıdaki âyette detaylı olarak tarif edilmiştir:

 

“Artık Allah, onları böyle bir günün şerrinden korumuş ve onlara parıltılı bir aydınlık ve bir sevinç vermiştir. Ve sabretmeleri dolayısıyla cennetle ve ipekle ödüllendirmiştir. Orada tahtlar üzerinde yaslanıp dayanmışlardır. Orada ne (yakıcı) bir güneş ve ne de dondurucu bir soğuk görürler. (Meyvelerin) Gölgeleri onlara pek yakın ve devşirilmeleri kolaylaştırıldıkça kolaylaştırılmış. Çevrelerinde gümüşten billur kablar, kupalar dolaştırılır. Gümüşten billur kaplar ki, onları belli bir ölçüyle tesbit etmişlerdir. Orada onlara bir kadeh içirilir ki, karışımı zencefildir. Bir pınar ki orada "selsebil" olarak adlandırılır. Çevrelerinde (gençlikleri ve dinçlikleri) ebedi kılınmış civanlar dolaşır-durur; sen onları gördüğün zaman saçılmış birer inci sanırsın. Her nereye baksan, bir nimet ve büyük bir mülk görürsün. Onların üzerinde hafif ipek ve ağır işlenmiş atlastan yeşil elbiseler vardır. Gümüşten bileziklerle bezenmişlerdir. Rableri onlara tertemiz bir şarab içirmiştir. Şüphesiz, bu, sizin için bir mükâfaattır. Sizin çaba-harcamanız şükre değer (meşkur:makbul) görülmüştür.” (76/İnsan, 11-22)

 

Tüm mülkün sahibi olan Allah Teâlâ’nın bu isminin tecellisini müslü­man olsun olmasın tüm zenginlerde görmek mümkün. Allah Teâlâ dilediğini, dilediği yoldan zengin eder. Böylece hem kendi ismini tecelli etmiş olur hem de o kulunun ‘zenginlikle imtihanı’ için start vermiş olur.

 

90) EL-MÂNİ'

El-Mani: Koruyucu sebepler yaratarak zararları önleyen, istemediği bir şeyin meydana gelmesini istemeyen. Kulları üzerinde maddî ve mânevî tasarruf yetkisine sahip olduğunu bu isminde de görüyoruz. “Eğer Allah seni bir zarara uğratırsa, onu kendisinden başka giderecek yoktur. Ve eğer sana hayır verirse, şüphesiz O her şeye kadirdir.” (6/En’âm, 17)

 

 

 

 

 

El-Mânî’, Yasaklar koyup bunlarla kullarına insanca yaşama fırsatı tanıyan demektir. Allah Teâlâ’nın nehiylerine bakıldığında onların insan fıtratını korumakta olduğu görülür. Yalan söylemeyiniz, zinâ etmeyiniz, adam öldürmeyin, haram yemeyin, iftirâ etmeyin, gıybet, hırsızlık etmeyin, söz taşımayın, insanların ne yaptıklarını araştırmayın, zulmetmeyin, hakaret etmeyin, kötü sözleri iftirâ, yalanı nakletmeyin, Allah’a ortak koşmayın, dinde tartışmayın, ana babaya öf demeyin, nehiyleri binlerce yıllık insan tecrübesi ile sâbittir ki, hayır ve iyiliğin ortaya çıkış vesilesi bunlardır.

 

Kötülüğün insanca anlamı yanında, şeriatce de anlamı belirlenmiş, bunu yapanlar uyarılarak kötülüğün insanlara kendi yapıp durdukları işlerden meydana geldiği Yüce Allah tarafından defalarca belirtilmiştir.  

 

Allah Teâlâ imtihanı gereği bazen kullarına hiç beklemedikleri bir anda bir musibet göndererek sabırlarını ölçer. Buradan şunu anlayabiliriz: Fâili kim olursa olsun, ne şekilde olursa olsun, ister savaşta ister depremde, ister yangında, isterse de trafik kazalarında her hangi bir musibet gelmişse; Allah’ın takdiri ile olmuştur. Yani o musibetin isabetinde Allah’ın izni söz konusudur.

 

Güçlü olduğunu, hastalara şifa, sıkıntılara deva vermenin tek mercii kendisi olduğunu bu ismi ile de dile getiriyor.

 

91) ED-DÂRR

 

Ed-Dârr: Dilediği kuluna zarar veren; O'nun takdiri olmadan kimseye zarar verilemeyen demektir. Elem verici şeyler yaratan anlamında Allah'ın isimlerinden biri. Zıddı, en-Nâfi'dir.

 

Menfaatleri ve mazarratları yaratan, ancak Allah'tır. Bütün olaylar sebeplerle meydana geliyorsa da, sebepler yok olanı var edemez. Onlar ancak insanların elinde birer tutamak ve Hak'tan bir isteme vesikası olmak üzere yaratılmıştır. İnsanın menfaat ve zararlarına hâkim ve rakipsiz müessir ancak Allah'tır. O, insanlara, menfaat ve zararları ayırd edici kuvvet vermiştir. Yani insanlar akıl ve ilimle hayır veya şerri birbirinden ayırabilirler. Dünya imtihan yeridir ve zâhirde kötü olarak görünen, aslında iyi olabilir veya bunun tersi de mümkündür. Bunun sırrını ancak Allah bilir.

 

Sözlükte "darre" zarar vermek demektir. Zarar da aynı şekliyle dilimize geçmiştir: ed-Dararü. İsm-i fâil olan ed-dârr, meselâ "durrin" şeklinde şu âyette geçmekte ve Allah'ın kullarına zarar vericiliği sıfatını açıklamaktadır: "Allah sana bir zarar isabet ettirecek olsa, o zararı O'ndan başka hiçbir kimse kaldıramaz. Eğer sana bir hayır (nimet) da dokundurursa, işte o, her şeye hakkıyle Kadir'dir." (6/En'am, 17)

 

Diğer âyetlerde de, Allah'ın bir zarar vermeyi dilemesini hiçbir şeyin önleyemeyeceği; yine bir hayrını da hiç bir şeyin engelleyemeyeceği açıklanmaktadır. Dönekler, Allah'a hiçbir zarar veremez (3/Âl-i İmran, 144). Sapıklık, Allah'ı bırakıp kendisine bir zarar veya fayda vermeyen şeye tapan kimsenindir (22/Hacc, 12). Ehl-i Kitap, müslümanlara bir iyilik dokunduğu zaman, bu onların kötüsüne gider; bir kötülük dokununca da buna sevinirler (3/Âl-i İmrân, 120). İnsanlar kendilerine bir zarar dokunduktan sonra Allah onlara rahmet ettiği zaman hemen âyetler hakkında hileye saparlar (10/Yûnus, 21). Allah insana uğradığı zarardan sonra tekrar nimetler tattırdığında, o, kötülükler başımdan gitti diye sevinir. İnsan çok sevinen, çok öğünen bir mahluktur (13/Ra’d, 10). İnsanlara zarar verenlere, Allah'ın hükümlerine karşı gelenlere Allah'ın zarar vermesi haktır (Şamil İslâm Ansiklopedisi, I-355).

 

“...Rahmân (olan Allah), bana bir zarar dileyecek    olsa onların şefaati bana bir fayda vermez, beni kurtaramazlar.” (36/Yâsin, 23). Allah Teâlâ, kullarını hastalıkla, candan ve maldan eksiltmekle imtihan eder. Bu üç kanaldan (hastalık, can ve mal) gelen musibetler, Allah’ın ‘El-Darr’ isminin tecellisidir. Sebepler ne olursa olsun tüm şerler Allah’ın bilgisi ve izni dahilinde isabet eder.

 

Allah (c.c.) ateşi yaratmıştır; yemek pişirir faydalanırsın. Kendi iradeni kullanarak kendini yakmak istersin O ateş seni yakar, sana zarar verir, şer işlemiş olursun. ‘Ed-Dârr’ ismine yakini iman sabrı da doğurur. Madem başıma gelecek tüm belâ ve musibetler Allah’ın izni ile; o zaman neden sebeplerden korkayım ki… Madem başıma gelecek tüm musibetler Allah’ın izni ile; o zaman Rabbim benim sabrımı görmek istiyor der sabrederim.

 

Dişiniz bile ağrısa Allah’ın (c.c.) ‘ed-Darr’ isminin tecellisindendir... (Allah’ın ‘Eş-Şafi ismine sığınıp diş doktoruna gitmek ve şifâ için duâ etmek yerinde bir davranıştır.)

 

92) EN-NÂFİ'

En-Nâfi’: Dilediğine fayda veren demektir. “De ki: Ben Allah’ın dilediğinden başka kendime her hangi bir fayda ve zarar verebilecek güce sahip değilim.” (7/Arâf, 188)

 

Sıkıntı veren şeyleri kulun isteğine göre yaratan O olduğu gibi, hayır veren şeyleri de halk eden eden O’dur. Dert ve tasanın hayatta yer aldığını inkâr etmemiz söz konusu değildir. İnsanların karşılıklı münâsabetlerinde kendi anlayışlarına göre farklı bakış açılarının bulunması çok olağa iken yaşadığımız hayat ne hikmetse bunu çok çabuk unutturuyor ve insan sosyal ilişkilerinde hep kendini haklı çıkartacak biçimde davranış başkalarını suçlayabiliyor. Bütün olaylar karşısında temkinli olmak dert ve tasanın nereden kaynaklandığını tesbit etmek gerekir. Sıkıntı insana kendi sınırlarını bilememekten gelir, ince zekâ, akıl, ferâset, maddî-Mânevî güçlerimizin bizleri nereye götüreceğini çok iyi hesap etmeliyiz. Dertsiz insanın olamayacağını da unutmayalım.

 

Hayırları insan eliyle yaratan Rabbimizin şânı çok yücedir. İnsana bu boyutta böyle bir cilve verilerek hayata sevgi oluşturulmaya çalışıldığını anlıyoruz. Bütün mahlûkat O Yüce Rabbin merhametinin hürmetine benlik, senlik vehimleriyle sevinip duruyor ve bundan da kendilerine pay çıkartabibiyor.   

 

‘Ed-Darr’ isminin tecelli ettiği kullarından, dilemiş olduğu kuluna ‘En-Nâfi’ ismini tecelli ederek ona bir lütufta bulunmuş olur. İnsanlar üzerinde her türlü tasarruf yetkisi sadece kendisinde olan Allah Teâlâ yine dilemiş olduğu kula dilediği şekilde fayda verir ve hiçte ihtiyacı olmadığı halde ondan teşekkür bekler.

 

Aynı ilacı kullanan hastalarda ‘En-Nâfi’ isminin muhâtabı şifa görür!

 

93) EN-NÛR

En-Nûr: Alemleri nurlandıran, aydınlatan. “Allah, göklerin ve yerin nûrudur...” (24/Nûr, 35) “Allah mü’minlerin dostudur. Onları zulmetlerden nûra çıkarır.” (2/Bakara, 257)

 

 

 

Işığını başkasına borçlu olmayan bizatihi mutlak nur, âlemleri nurlandıran, varlığı rahmet nuruyla kuşatan  Allah'tır. "Allah, göklerin ve yerin (tüm kâinatın) nurudur." (24/Nur, 35) Mutlak nura, hatta o nurun tecelli etmesine (yansımasına) insan tahammül edemeyeceği gibi, aynı zamanda onu tümüyle kavrayamaz. Nitekim, Hz. Musa, Allah'ı görmek istediğinde, ona, Allah'ın nurunun tecelli edeceği dağa bakması  söylendi ve Musa (a.s.) bu tecelliye bile dayanamayarak kendinden geçip bayıldı (7/A'râf, 143). Işık, görmeyi sağlamasına rağmen, şiddetli hale geldiğinde, bizzat kendisi görmeye engel olmaktadır. Cenab-ı Hakk'ın en açık ve en aydın varlık olmasına rağmen görülememesi bununla ilgili kabul edilmiştir. Yani O, "zuhurunun şiddetinden ötürü gizlidir." Buradaki  "gizli",  bizim tarafımızdan görülemez anlamındadır.

 

"Allah, göklerin ve yerin nurudur. O'nun nuru, içinde ışık bulunan bir kandil yuvası gibidir. Kandil cam içindedir. Cam da sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır.  Ne  tam  doğuda  ne de tam batıda olan mübarek bir zeytin ağacının yağıyla tutuşturulur. Yağ neredeyse ateş değmeden bile tutuşup ışık verecek kadar saf ve parlaktır. Bu, nur üstüne nurdur. Allah, dilediğini nuruna kavuşturur. Allah insanlara misaller verir. Allah, her şeyi çok iyi bilendir."  (24/Nur, 35)   Bu ayet,  sınırsız  olanı  sınırlı  olan  insan  idrakine  yakınlaştırmak  için  bir örnektir. Göklerde ve yerlerde bulunan bütün varlıkları aydınlatan, dilediğini nuruyla hidayete erdiren Allah kastedilmektedir. Allah, nurun yaratıcısı, var edicisidir: "Hamd, gökleri ve yeri yaratan, zulumâtı ve nuru (karanlıkları ve aydınlığı) var eden Allah'a mahsustur." (6/En'âm, 1) 

 

Nur, kendisi görünen ve eşyayı görünür kılan şeydir. İnsan zihni, nuru bu anlamıyla düşünür. Nurun yokluğu karanlık, görünmezlik ve geçilmezliktir. Öte yandan görünebilirlik olduğu ve eşya göze göründüğü zaman, insan, nur (ışık) vardır der. Allah'a bu temel anlamıyla "Nur" denmiştir. İnsanın Allah için kullandığı tüm kelimeler, fizikî çağrışımlardan uzak temel anlamlarıyladır. Sözgelimi, Allah'la ilgili "görme" kelimesini kullandığımız zaman, bu, hiçbir zaman Allah'ın insanlar veya başka yaratıklar gibi kendisiyle gördüğü gözü bulunduğu anlamına gelmez. Bu kelime, Allah hakkında mecazî anlamda kullanılmakta olup, ancak zayıf akıllı birisi, işitmenin, görmenin bizim algıladığımız sınırlı ve dar anlam dışında mümkün olamayacağı yanılgısına düşer. Yine "nur"  kelimesini, ışıklı bir cisimden çıkan ve ağtabakaya çarpan fizikî ışık anlamında kullanmak kısa görüşlülük olacaktır. Bu kelime Allah hakkında da ve sınırlı anlamıyla değil; ancak mutlak anlamıyla kullanılır. Yani evrende yalnızca O, tezâhürün, görünmenin, ortaya çıkmanın gerçek ve asıl nedenidir. Aksi halde kâinatta karanlıktan başka hiçbir şey olmaz. Işık veren ve başka şeyleri aydınlatan her şey, ışığını O'ndan alır, hiçbir şeyin ışığı kendinden değildir.

 

Allah, nasıl değişik isimlerini evrende sergiliyor ve bu isimler tecelli ediyorsa, evrenin bütününde Nur ismiyle de tecelli etmektedir. Evrendeki her varlığın yansıttığı nur Allah'ın nurudur; veya onun nurundandır.

 

Allah için kullanılan "nur" kelimesinden; her şeyi kuşatan ve aydınlatan, vahyinin ve o vahyin içerdiği kurtuluş ve gerçek iç aydınlığının kastedildiğini belirten ayetler vardır. "Onlar, ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek isterler. Kâfirler istemese de Allah, nurunu mutlaka tamamlayacaktır." (9/Tevbe, 32; 61/Saf, 8) Buradaki nur, Rasülüllah'a vahyedilen İslam'dır.

 

Allah (c.c.) güzeldir, güzeli sever. Doğrudur, doğruları sever. Âdildirr, adil olanları sever. Alimdir, cehaleti sevmez. İnsanları karanlıktan kurtarıp ‘İmanla aydınlanmaları için Kur’an ve peygamberler göndermiştir. Artık her kim peygamberin getirdiklerine iman etmişse Allah’ın ‘El-Nur’ isminin parıltısını taşıyor demektir.

 

 

 

 

 

Kendisini ‘Nur’lu olarak tanıtan Allah Teâlâ’nın diğer isim ve sıfatları da aynı görüşte; ‘İman et, nurlan!’  Allah Teâlâ ‘El-Nûr’ isminin tecelli­sini; ‘hidâyete eren tüm insanlarda (hatta zencide de) gökteki yıldızlarda, güneşte ve ayda görmek mümkün.

 

Allah 'Nur' sıfatının sahibidir ve yukarıdaki âyette de bildirildiği gibi göklerin ve yerin nuru O'dur. Ancak Allah bu sıfatını insanlar üzerinde de tecelli ettirir. Allah'a iman eden, O'nun büyüklüğünü tanıyıp takdir eden, hak din olan İslâm'a yönelen ve İslâm ahlakıyla yaşayan kullarına da kendinden bir 'nuru' nimet olarak verir:

 

“Allah, kimin göğsünü İslâm'a açmışsa, artık o, Rabbinden bir nur üzerinedir, (öyle) değil mi? Fakat Allah'ın zikrinden (yana) kalpleri katılaşmış olanların vay haline. İşte onlar, apaçık bir sapıklık içindedirler.” (39/Zümer, 22)

 

İnkârcıların durumu ise tam zıttıdır. Onlar için yeryüzünde tek bir 'nur' kaynağı dahi yoktur. İçinde bulundukları karanlıklardan çıkmak için bir yol bulabilmeleri de mümkün değildir. Allah inkârcıların içlerinde yaşadıkları karanlığı şöyle tarif etmiştir: “Ya da (inkâr edenlerin amelleri) engin bir denizdeki karanlıklara benzer; onun üstünü bir dalga kaplar, onun üstünde bir dalga, onun da üstünde bir bulut vardır. Bir kısmı bir kısmı üzerinde olan karanlıklar; elini çıkardığında onu bile neredeyse göremeyecek. Allah kime nur vermemişse, artık onun için nur yoktur.“ (24/Nûr, 40)

 

Allah kâfirleri karanlıklar içinde bıraktığı gibi mü’min kullarını da her işlerinde karanlıktan aydınlığa çıkarır. Bu iki grubun durumlarının birbirinden çok farklı olduğuna ve mü’minlerin kesin bir üstünlük içinde olduklarına dair Kuran'da şöyle bir örnek verilmiştir: “Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve insanlar içinde yürümesi için kendisine bir nur verdiğimiz kimsenin durumu, karanlıklarda kalıp oradan bir çıkış bulamıyanın durumu gibi midir? İşte, kâfirlere yapmakta oldukları böyle 'süslü ve çekici' gösterilmiştir.” (6/En’âm, 122)

 

Mü’minleri doğru yola, 'kendinden olan bir nura' yöneltmek için Allah çeşitli uyarılar gönderir. Gerek elçileri, gerekse elçileriyle gönderdiği hak kitapları birer 'nur' kaynağı kılar. Onların getirdiği hükümlere uyanlar ise doğru yola ulaşmış ve Rablerinden olan bir 'nuru' kazanmışlardır: “Ey Peygamber, gerçekten biz seni bir şahid, bir müjde verici ve bir uyarıcı olarak gönderdik. Ve kendi izniyle Allah'a çağıran ve nur saçan bir çerağ olarak (gönderdik).” (33/Ahzâb, 45-46)

 

“Sizi karanlıklardan nura çıkarması için kuluna apaçık âyetler indiren O'dur. Şüphesiz Allah, size karşı elbette şefkatli olandır, merhamet edendir.” (57/Hadîd, 9)

 

“Ey Kitap Ehli, Kitaptan gizlemekte olduklarınızın çoğunu size açıklayan ve bir çoğundan geçiveren elçimiz geldi. Size Allah'tan bir nur ve apaçık bir Kitap geldi. Allah, rızasına uyanları bununla kurtuluş yollarına ulaştırır ve onları kendi izniyle karanlıklardan nura çıkarır. Onları dosdoğru yola yöneltip iletir.” (5/Mâide, 15-16)

 

Allah'ın sâlih kulları sonsuza kadar hoşnutluk içinde yaşayacak, nurlarıyla tanınacaklardır. İnkar edenler ise âhirette de sonsuz bir karanlık içinde kalacak ve mü’minlerin sahip olduğu nurdan isteyeceklerdir. Mü’minlerle inkârcıların âhiretteki bu zıtlıkları âyetlerde şöyle bildirilmiştir:

 

"O gün, mü'min erkekler ile mü'min kadınları, nurları önlerinde ve sağlarında koşarken görürsün. "Bugün sizin müjdeniz, içinde ebedi kalıcılar (olduğunuz), altından ırmaklar akan cennetlerdir." İşte 'büyük kurtuluş ve mutluluk' budur. O gün, münâfık erkekler ile münâfık kadınlar, iman edenlere derler ki: ‘(Ne olur) Bize bir bakın, sizin nurunuzdan birazcık alıpyararlanalım.’ Onlara: ‘Arkanıza (dünyaya) dönün de bir nur arayıp bulmaya çalışın’ denilir. Derken aralarında kapısı olan bir sur çekilmiştir; onun iç yanında rahmet, dış yanında o yönden azab vardır." (57/Hadîd, 12-13)

"Allah, iman edenlerin velisi (dostu ve destekçisi)dir. Onları karanlıklardan nura çıkarır; inkâr edenlerin velileri ise tağut'tur. Onları nurdan karanlıklara çıkarırlar. İşte onlar, ateşin halkıdırlar, onda süresiz kalacaklardır. " (2/Bakara, 257)

"O'dur ki, sizi karanlıklardan nura çıkarmak için size rahmet etmekte; melekleri de (size duâ etmektedir). O, mü'minleri çok esirgeyicidir."  (33/Ahzâb, 43)

"Yer, Rabbi'nin nuruyla parıldadı; (orta yere) kitap kondu; peygamberler ve şahidler getirildi ve aralarında hak ile hüküm verildi, onlar haksızlığa uğratılmazlar." (39/Zümer, 69)

"Allah'a ve O'nun Resûlü'ne iman edenler; işte onlar Rableri katında sıddîklar ve şehidler (veya şahid)lerdir. Onların ecirleri ve nurları vardır. İnkar edip âyetlerimizi yalanlayanlar ise; işte onlar da cehennem halkıdır."  (57/Hadid, 19)

"Ey iman edenler, Allah'tan sakınıp-korkun ve O'nun elçisine iman edin, size kendi rahmetinden iki kat (güzel karşılık) versin. Size kendisiyle yürüyeceğiniz bir nur kılsın ve size mağfiret etsin. Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir."  (57/Hadîd, 28)

 

 

94) EL-HÂDÎ

El-Hâdî: Hidâyet lütfederek batıldan ve dalaletten uzaklaştıran. “...Hidâyet verici ve yardımcı olarak Rabbim yeter.” (25/Furkan, 31) “Şüphesiz ki Allah iman edenleri, kesinlikle doğru bir yola yöneltir.” (21/Hac, 54)

 

Allah, hâdîdir; yani kendisini tanıma yollarını kullarına gösterip tanıtan, onları Rububiyetini ikrar edici kılan, necat (kurtuluş) yolunu gösterip açıklayan,   her yaratığın bekası ve varlığını sürdürmesi için gerekli olan cihetlere yönelten zattır. Bundan fazla olarak, kullarından dilediğini tevhid nuruyla müşerref kılar, istediğini dosdoğru yola hidâyet eder. Ayrıca bütün diğer yaratıkları faydalarına olan yöne sevkeder, rızık arama yollarını, zararlardan sakınmalarını ilham eder. İmam Gazali, bu ikinci nevi hidâyete bazı örnekler verir: Yeni doğan yavruya memeyi tutmasını, civcive çıkar çıkmaz daneleri toplamasını, arıya yuvasını altıgen şeklinde yapmasını vb. gibi her canlı için en uygun şartı ilham eder.

 

Hidâyet, Kur'an'ın en önemli kavramlarından birisi olmakla beraber, aynı zamanda zıddı olan dalâletle birlikte Kur'an'da en çok zikredilen  kelimelerdendir. Hidâyet kelimesinin kökü olan “Hdy” kelimesi ve türevleri Kur'an'da 317 yerde geçer. Hidâyetin zıddı olan dalâlet kelimesinin kökü “d-l-l” ve türevleri ise toplam 188 yerde kullanılır. Hâdî, hidâyet eden, hidâyet yaratan, istediğini hayırlı ve kârlı yollara muvaffak kılan anlamına gelir. Kur'an'a göre mutlak Hâdî, Allah'tır. Mutlak Hâdî olan Allah'ın insanlara olan hidâyetinin ise dört şekilde olacağı beyan edilmektedir:

 

1- Hidâyetin bütün mahlukata şamil olması. Bu, Allah'ın onlara akıl, zeka ve zaruri bazı bilgiler ihsan etmesidir. Tâhâ, 50 ve A'lâ, 3 âyetlerinde bu tür hidâyetten bahsedilir.

 

2- Peygamber ve Kitaplarla insanları çağırdığı hidâyet. "Onları, buyruğumuz ile, insanları doğru yola götüren (yehdûne) önderler yaptık." (21/Enbiyâ, 73) âyetinde olduğu gibi.

 

3- Bu hidâyeti kabul eden ve doğru yolda olanlara tevfik hidâyeti, onları bu hidâyete muvaffak kılması. "Hidâyeti kabul edenlerin (ihtedev), Allah hidâyetlerini artırır." (47/Muhammed, 17) "Allah, iman edenleri hidâyet etti." (2/Bakara, 213) âyetlerinde olduğu gibi.

 

 

4- Âhirette cennete hidâyet edip iletmesi. "Hamd Allah'a olsun ki, bizi buna hidâyet etti." (7/A'râf, 43) âyetinde olduğu gibi.

 

İnsan, bir başkasını, bu dört hidâyet çeşidinden sadece davet ve yolu tanıtmak sûretiyle hidâyete sevkedebilir. Hz. Peygamber'e hitaben: "Muhakkak ki sen, dosdoğru yola hidâyet edersin." (42/Şûrâ, 52) "Her millet için hidâyet eden (yani, davet eden) vardır." (13/Ra'd, 7) gibi âyetlerde kasdolunan hidâyet, bu nevidendir. Gerekli istidatları, tevfik ve âhirette mükâfat verme şeklinde olan öbür hidâyet çeşitlerine ise: "Sen istediğini hidâyete erdiremezsin"  (28/Kasas, 56) (Hitap özellikle Hz. Peygamber'edir.) gibi âyetler işaret eder. Allah'ın; zâlimler, kâfirler, fasıklar hakkında menettiğini bildirdiği her âyette, üçüncü nevi, yani "hidâyeti kabul edenlere mahsus olan tevfik hidâyeti" söz konusudur. Cennete koymak ve âhirette mükafat vermekten ibaret olan dördüncü kısma giren hidâyet ise şu gibi âyetlerdedir: "İman ettikten, Peygamber'in hak olduğuna şehadet ettikten, kendilerine apaçık deliller geldikten sonra inkâr eden bir topluluğu, Allah nasıl hidâyet eder?" (3/Âl-i İmran, 86) "Allah, zâlimler topluluğuna hidâyet etmez." (2/Bakara, 258) "Onların hidâyetleri sana düşmez, fakat Allah dilediğini hidâyet eder." (2/Bakara, 272)

 

Biz kimseye hidâyet veremeyiz. Ama İslâm nuruna davet eder, yol gösteririz. Gözlere nur vermek Allah'a aittir. Doktorlar nur vermiyor, veremiyor; sadece gözü perdelenenlerin nurunun açılmasına vesile oluyor. Hidâyet gönül işidir. Kişinin kafasına tabanca dayayarak iman ettiremezsiniz. Böylesi, hidâyete ermiş gibi görünür ama, gönülden inkâr eder. Yine, kişinin kafatası veya kalbi açılarak içinden iman sökülemez. İman, hidâyet bir gönül işidir. Gönle de yalnız onu Yaratan hakim olur. Bizim tebliğimiz, bir kişinin hidâyetine sebep olursa, bu bizim için yeryüzü dolusu altına sahip olmaktan daha hayırlıdır. Bu, bize biraz ters gelebilir. Ama, yeryüzü, insan için yaratılmıştır. Yeryüzünün tamamı, insanın haksız yere akıtılmış bir damla kanına denk olmaz. Dinimizin insana verdiği değer bu!... "Kim, bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın (haksız yere) bir cana kıyarsa, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim bir canı kurtarırsa, ihya ederse (hidâyetine vesile olursa) bütün insanları kurtarmış, ihya etmiş gibi olur." (5/Mâide, 32)   Kur'an-ı Kerim'de Rabbimiz haksız yere herhangi bir kişiyi öldürenin bütün insanları öldürmüş gibi olduğunu haber verirken (Maide, 32) öldürülenin mü'min veya kâfir olmasını ayırt etmez. Medeni zannedilen Avrupalının, Amerikalının gözünde ise, bir varil petrol, hıristiyan olmayan milyarlarca insandan daha değerlidir. İşte böyleleriyle aynı safta, aynı zihniyet ve aynı paktta olmamak için "gazaba uğrayanların ve sapıkların yoluna değil" diyoruz.     

 

"Rabbimiz, her şeye yaratılışını verip, sonra hidâyet edendir." (20/Tâhâ, 50) "Ne zaman benden bir "hüdâ" gelir de, kim benim "hüdâ"ma uyarsa, böyleleri için korku yoktur, onlar üzülecek  de  değillerdir."  (2/Bakara, 38)  Yeryüzündeki  hayatında  insanın  önüne  iki yol açılmış bulunuyor. Bu yollardan birisi, Allah'a giden yol, diğeri ise, Allah'ın yolu dışındaki sayısız yollar. Allah, yarattığı kullarına karşı son derece merhametli olduğu için, insanlara sürekli olarak "hüdâ"sını göndermiştir. Nitekim “hidâyet” kelimesinin bir anlamı "hediye" dir. Allah'ın insanlara yol göstermesi, onlara hüdâsını göndermesi, bütünüyle O'nun hediyesidir. İnsana düşen, Allah'ın hediyesini kabul etmektir. Bu hediyeyi Allah, her insana doğrudan doğruya değil de, aralarından seçtiği elçileri vasıtasıyla gönderir. İblis, dünya hayatının geçimliliğini insan için yegâne amaç haline getirir. Bunun sonucunda, yalnızca tutkuları peşinde koşan ve yeryüzünde fesat çıkaran insanın doğru yolu bulması için Allah, elçilerini gönderir ve onlarla beraber Kitap indirir.

 

Hidâyet için kulun çabası gerekir. İnsanın, saptığı yollardan ayrılıp, Allah'ın yoluna girebilmesi için, öncelikle böyle bir zorunluluğu duyması, yani bu yola girmek için çabalaması gerekir. Bu çabalama Allah uğrunda cihaddır.  Böyle bir  çabanın  içinde olan, yani,  ya kendi  kendilerine,  ya da   elçilerinin çağrısıyla böyle bir çabanın içine giren insanlara, elçiler getirdikleri Kitab'ın âyetlerini okurlar. Ne ilginçtir ki, elçilere ilk inananlar, şirkin kirlerine bulaşmamış ve şirkin yarattığı ortamdan son derece rahatsızlık duyanlar olmuşlardır. Yani, Kur'an'ın deyişiyle, kulakları bütünüyle sağır, gözleri bütünüyle kör olmamış, bunun sonucunda kalpleri hepten kararmamış, yani, ölmemiş insanlardır bunlar. İnsanı öldüren, kalbi karartan günahlardır. Şirkin her türlü kirlerinin içine bulaşarak, karanlıklar içinde hayaller ve kuruntular üzerinde bir 'bilgi' oluşturan ve bunu gerçek bilgi sanan insanların iman etmesi kolay olmaz. İblis, insanlara yaptıklarını süsler, onlara va'd eder, içlerine kuruntular eker. "Elbette senin kullarından belirlenmiş bir pay alacağım' dedi; 'onları mutlaka saptıracağım, boş kuruntulara sokacağım ve onlara emredeceğim.' (İblis) Onlara va'd eder, ümit verir."  (4/Nisâ, 118-120) İşte, şeytanın va'dine, verdiği ümitlere ve emirlerine bağlanıp, tutkularına kapılan insanlar  'ölmüş'  insanlardır. Bunlar, fasıktırlar, facirdirler... Elçilerin getirdiklerine inanmazlar; onları yalanlarlar, iman edenleri de vazgeçirmeye çalışırlar. Onların bu durumuna, Kur'an-ı Kerim'de  "çok uzak bir dalal"  denir.

 

Kalplerini arıtanlar; Allah'a yapışır, Rasüllerin öğretilerine kulak verir ve bu öğretiler üzerinde gitmeğe, hayatlarını sürdürmeğe çalışırlarsa, Allah da onların hidâyetini artırır, onları sırat-ı müstakimde sabitleştirir. "Allah, İhtida edenlerin hidâyetlerini artırdı ve onlara takvâlarını verdi."  (47/Muhammed, 17)  İhtidalarında sabit olup, imanlarından dönmeyenler ve sâlih amellerde  bulunanların  sonunda  kalpleri  de  hidâyete  erer.  Kalp  hidâyete  erince,  insan bütünüyle hüdâya ulaşmış, yani artık tam anlamıyla hidâyet bulmuş demektir. "Kim Allah'a iman ederse, Allah kalbini hidâyete erdirir."  (64/Teğabün, 11) Allah'ın hidâyete erdirdiği insanlar, yine İblis'in iğvalarına kapılıp, dalâlete düşebilirler. Dalâlet, doğru yoldan her türlü sapmayı içine alır; İster bilerek, ister bilmeyerek, ister unutarak, ister kasden olsun. Sırat-ı müstakimde olmamak veya sırat-ı müstakimi bilmemek de dalâlettir.               

 

Kur'an, hidâyetin Allah'ın elinde olduğunu, Allah'ın hidâyet vermediğine kimsenin hidâyet veremeyeceğini, eğer Allah dileseydi herkesin hidâyet üzere olacağını söylemektedir. (Örnek olarak bkz. 6/En'am, 149; 16/Nahl, 9, 93; 7/A'râf, 30; 13/Ra'd, 31; 4/Nisâ, 88; 28/Kasas, 56; 42/Şûrâ, 52; 18/Kehf, 17; 39/Zümer, 37; 2/Bakara, 142, 213, 272; 10/Yûnus, 25; 14/İbrahim, 4...). Kişinin bâtıl yolu bırakıp, hidâyete yönelmesi, Cenab-ı Hakk'ın dilemesi ve yardımı ile olur. " De ki: Ey insanlar, size Rabbiniz tarafından bir hak geldi. Kim ihtida eder, doğru yola giderse, kendi lehine doğru yola gitmiş olur. Kim de dalâlet içinde olursa, saparsa; kendi aleyhine sapmış olur. Ben üzerinize vekil değilim." (10/Yûnus, 108). "Allah kimi saptırırsa, artık onu hidâyete, doğru yola sevk edecek hiçbir kimse bulunmaz." (13/Ra'd, 33).  

 

Hidâyet, öncelikle Allah'tandır ve tek hidâyet edici O'dur. Fakat, rasüller Allah'ın hidâyetiyle hidâyet edici, yani insanları Allah'ın yoluna yönelticidirler. Bu yönelişi tam bir hidâyet üzerinde oluşa çevirmek yine Allah'ın elindedir. Peygamber ne kadar isterse istesin, insanlara hidâyet veremez. Allah'ın izniyle insanlar hidâyete erer veya sapıklıkta devam eder. Aynı şekilde İblis de insanlara vesvese vererek, emrederek, kuruntular ve ümitler içinde yürüterek onları dalâlete çağırır. Ama, yine, insanı sapıklığa iten Allah'tır; yani, nihai belirleyici O'dur. İnsansa iradesini kullanarak sapar; yani Allah, İblisin va'dlerine kanarak, tutkularına esir olan insanları, kendileri istedikleri ve o yöne yöneldikleri için saptırır. İnsanları doğruya yönelten, yani hidâyete götüren imamlar olarak rasüller göndermesi, temelde yine Allah'ın hidâyet etmesi olduğu gibi, İblisle de saptırması, yine Allah'ın saptırmasıdır; yani, Allah insanın gerek hidâyete ermesi, gerekse sapması için gerekli her türlü şartı yaratır; sonra, hidâyete ermeğe çabalayan insanları hidâyete ulaştırır; sapıklıkta ısrar edenleri de kendi hallerine bırakır.

 

Kur'an'ı başından başlayarak okuyan kimsenin, Yüce Allah'tan ilk isteği hidâyettir. Bu isteğe cevap da, ardından verilmektedir: Hidâyeti isteyene "işte Kur'an!" (2/Bakara, 2) denilmektedir. Dosdoğru yol, hidâyet Kur'an yoludur.

 

Allah Teâlâ dilediği kulunu karanlık­tan çıkarır, dilediği kulunu da karanlıkların derinliklerine iter. Allah Teâlâ kimseye zulmetmez. Çağrısına kulak verenleri ‘El-Hadi’ isminin muhatabı yapar, davetine icâbet etmeyenlerin de cehennemdeki ateşinin derecesini arttırır.

 

Allah Teâlâ’nın ‘El-Hâdi’ isminin tecellisini; yeni müslüman olanların yaşantıla­rında daha net bir şekilde görmek mümkün.

 

95) EL-BEDÎ'

 

El-Bedî’; Allah'ın güzel isimlerinden biridir. Bütün varlıkları yoktan var eden ve bunun için bir örneğe ihtiyaç duymayan, örneksiz, misalsiz, acib ve hayret verici âlemler icat eden anlamına gelmektedir.

 

Bedî, hiç birinin örneği yokken sayısız şeyler icat eden; düşünmeye, araştırmaya muhtaç olmadan kolaylıkla ve daima misilsiz şeyler yaratan, icat eden, Allah'u Teâlâ'dır. Örneği yokken, Allah'ın kudreti ile meydana gelen fevkalâde güzel ve insana hayret verici şeylere ibda' olunmuş mânâsına bedî' denilir. Her tür, yoktan ve benzersiz olarak yaratılmıştır. Bir türün bütün fertleri de tamamiyle birbirinin aynı değildir.

 

Bedî' sıfati, "daha önce bir misali olmaksızın ve misale uymaksızın bir şey yapmak" demek olan ibdâ' masdarından ism-i fâil olan mubdi' yerine kaimdir. "İcat eden" mânâsına gelir. Bu sıfat Kur'an-ı Kerîm'de "Göklerin ve yerin yaratıcısıdır O. O, bir şeye hükmetti mi ona ancak "ol" der, o da oluverir." (2/Bakara, 117) âyetiyle; "O, gökleri ve yeri yoktan varedendir. O'nun nasıl çocuğu olabilir? O'nun bir eşi de yoktur. Her şeyi O yaratmıştır ve O, her şeyi hakkıyla bilendir." (6/En'âm, 101 ) âyetinde açıklanmıştır. Allah'u Teâlâ kâinatı hiç bir örneği olmaksızın, ilksizlikte ol diye eşsiz ve benzersiz yarattı (Şâmil İslâm Ansiklopedisi, I/216).

 

Cenâb-ı Allah'ın esmâü’l-hüsnâsından biri. Kendinden türediği Be de' fiilî "icat etmek, örneksiz yapmak, yokken eşsiz biçimde ortaya koymak" demektir. Allah'la ilgili olarak kullanıldığında, "aletsiz, zamansız ve mekânsız icat etmek" anlamı da verilmiştir (Râğıp el-Isfahanî, el-Müfredat fi Garîbi 'l-Kur'an, 38).

 

Kelime, Kur'an'da çok az yerde geçer. Bir âyette, hristiyanlar'ın ruhbaniyyeti ibtidâ', yani Allah kendilerine emretmediği halde, sonradan icat ettikleri ifade olunurken (57/Hadîd, 27); bir başka âyette, Hz. Muhammed'in (s.a.s.) "bid'an mine'r-rusul" yani, kendinden önce hiç resul gelmemiş de, kendisinin ilk defa resulluk iddiasında bulunan biri olmadığı ve Risâlet'i icat etmediği anlatılır (46/Ahkaf, 9).

 

Kur'an'da yaratılışla ilgili olarak, onu tabiî, biyolojik, müşahhas, mücerred, maddî-manevî... her yönden ve bütün safhalarıyla açıklayan ' halk, fatr, ber, inşa, tasvir, tesviye, istiva, ca'l, vaz', medd, inbat, ihrâc, ta'dîl, binâ, raf', bast, ferş, mehd...' gibi çeşitli kelimeler kullanılır. Yaratılış, bir yandan böyle yeri yayma, üzerine dağları mıhlama, dağlar üzerinde yollar yapma, duman halindeki göğü yedi gök halinde tesviye etme, dünya semasını süsleme, ay'ı ışıklı, güneşi lamba kılma ve cinleri alevli ateşten, insanı ise derece derece kuru toprak, kara balçık, nutfe, rahim cidarına asılan aşılanmış yumurta, kan pıhtısı, bir çiğnem et, sonra kemikler ve etten yaratma gibi ifadelerle anlatılırken, bir yandan da daha mücerred tarzda yaratılışın sadece bir kelime' olduğu ifade edilir. Esmâ-i Hüsnâ'dan olan bedî' ismi, tabiî ve tedricî yaratılışı ve aynı zamanda bu yaratılışın bütünüyle örneksiz ve eşsiz yapıldığını ifade etmektedir. Bu mânâyı, Kur'an'da "O gökleri ve yeri eşsiz, örneksiz ve önünde hiç bir model olmadan yaratan" (2/Bakara, 117) ifadesinde görürüz

 

 

 

Allah; evvel, âhir, zahîr ve batındır ve Kâinat'ı yoktan, hiçbir varlık hiçbir model ve örnek ortada yokken yaratmıştır. Hüccetü'l-İslâm İmam-ı Gazâli bu eşsiz yaratış için "yaratılışta daha güzeli olamaz." demiştir. Bu bakımdan, O'nun yaratmasında hiçbir eşi, ortağı olmadığı gibi; O'nun faydalandığı, -hâşâ- kendisinden istifade ettiği bir başka ilâh, bir başka yaratıcı da yoktur. Oysa, Allah'a şirk koşmak gibi, gökleri ve yeri titretecek bir zulmü işleyen insanın herhangi bir şeyi örneksiz, yardımcısız ve tek başına yoktan varlık alanına çıkarması mümkün değildir. İnsan, temelde var olan ve dolayısıyle zihnine kavram halinde Allah tarafından çabasının karşılığında ilham edilen ve gerek kendinden önce, gerekse kendi zamanında yaşayanların fikirleriyle olgunlaşan şeyleri ortaya koyabilir. İnsanın bu özelliği de Bedî' olanın varlığını ortaya koymaya yeterlidir (Ali Ünal, Şamil İslâm Ansiklopedisi, II/216-217).

 

“O göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısıdır. Bir şeyi dilediğinde ona sadece ‘OL’ der, o da hemen oluverir.” (2/Bakara, 117). Allahu Teâlâ yaratmak istediği zaman o şeye ‘ol’ der ve o şey; modeliyle, güzelliğiyle, ince sanatı ile hemen oluverir. Yaratılan her şey modeli ile beraber yaratılmıştır. Domatesin yaratılış projesinde (renginde, şeklinde, tadında ve kokusunda) salatalığın ya da her hangi bir varlığın katkısı yoktur.

 

Allah zengindir. Milyonlarca çeşit canlı ve cansız yaratan Allah Teâlâ ‘model’ üretme bakımından da zengindir. İnsanoğlu icat ettiği (Allah’ın dilemesi ile tabi) her şeyin modelini Allah’ın sanatından kopyalamıştır. Oyuncaklardan tutun da, savaş araçlarına kadar...

 

96) EL-BÂKÎ

 

Allah'ın güzel isimlerinden biri. Varlığının sonu olmayan, varlığın devamı, önü ve sonu olmamak anlamına gelmektedir. Başlangıcı olmamak anlamıyla Allahu Teâlâ'ya "el-Kadîm"; sonu olmamak anlamında da "el-Bâkî" denir. Bu manalara yakın "el-Ezelî, el-Ebedî" ism-i şerifleri de vardır. Ezel, geçmişte başlangıcı olmayan; ebed, ilerde sonu olmayan demektir. Allah'ın varlığı imtidad, istimrar ve devam bakımından zaman methumunun içine girmez. Zaman, yaratılmışlara hastır. Kâinat yokken zaman da yoktu, fakat Allah vardı. Kâinat bittiğinde zaman da bitecektir, ancak Allah bâkîdir. Dünyadaki her şey fanîdir, Allah ise bâkîdir.

 

Allah Teâlâ Rahmân sûresinde şöyle buyurur: "Yeryüzünde bulunan her şey fanîdir. Ancak yüce ve cömert olan Rabb'ının varlığı bâkîdir." (55/Rahmân, 26-27). Vâcibu'l-Vücud olan Cenâb-ı Hakk'ın, vücuddan ayrılması mümteni olduğuna, vücud da, varlığının evveli olmamak mânâsına gelen Kıdem'i gerektirdiğine göre, Kıdem'i sabit olanın ademi mümtenidir. Kıdemi sabit olan Cenâb-ı Hakk, beka sıfatına haiz olmakla bâkîdir.

 

"O, evveldir ve ahirdir, hem zahirdir, hem batındır. O, her şeyi kemâliyle bilendir." (el-Hadid: 57/3) Sebepler O'ndan başlar, müsebbebler O'na müntehi olur. O, başlangıçsızdır, sonu da gelmez, isim ve sıfatlarıyla ezelidir (Şâmil İslâm Ansiklopedisi, I/197-198).

 

“...O’nun zatından başka her şey helâk olucudur.” (28/Kasas, 88). “Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zâtı bâki kalacak.” (55/Rahmân, 27)

 

Önce, yalnızca Allah vardı. Daha sonraları melekleri, cinleri, kâinatı ve insanları yarattı. Yarattığı her varlığa bir ömür biçti. Bazılarının ömrü bir dakika, bazılarının ömrü 50 yıl, bazısının ki ise kıyâmete kadar (Taşlar, hava, su gibi).

 

Gün gelecek cennet, cehennem, melekler, peygamberler ve insanlar yok olacak. Hatta tüm kâinat... Yalnızca Allah’ın zâtı kalacak. Sonra hayatı tekrar başlatacak... Sizce kim güçlü?

 

97) EL-VÂRİS  

 

El-Vâris: Servetlerin geçici sâhipleri elleri boş olarak yokluğa döndükleri zaman servetlerin hakikî sâhibi... “Biz, yaşama biçimleriyle 'refah içinde şımarıp azmış' nice şehri yıkıma uğrattık. İşte meskenleri; çok az (bir zaman) dışında (onlarda) kendilerinden sonra oturulabilmiş değildir. (Onlara) Vâris olanlar Biziz.” (28/Kasas, 58)

 

İnsanlar dünyadaki yaşamları boyunca sürekli olarak bir şeyler kazanmaya, zenginliklerini, mallarını, mülklerini arttırmaya çalışırlar. Hatta kimi insanda bu, öylesine büyük bir hırstır ki hayatı boyunca başka hiçbir amaç edinmeden, varlığının gerçek nedenini hiç düşünmeden sabah akşam daha fazlasını elde etmek uğruna çalışıp didinir. Ancak bu insanların gözardı ettikleri bir gerçek vardır: “De ki: "Davranış (ameller) bakımından en çok hüsrana uğrayacak olanları size haber vereyim mi? Onların, dünya hayatındaki bütün çabaları boşa gitmişken, kendilerini gerçekte güzel iş yapmakta sanıyorlar.” (18/Kehf, 103-104)

 

Evet, bu insanlar hayatları boyunca kendilerine edindikleri boş bir amaç uğruna çaba harcayıp dururlar. Fakat bir gün, belki de hiç beklemedikleri bir anda ölüm melekleri gelir ve Allah'ın emriyle onların canını alır. Herkesin imrendiği büyük bir servete sahip olan bu insanlar yalnızca bir beze sarılarak toprağın birkaç metre altına gömülürler ve âhirete giderken hayatları boyunca kazandıkları hiçbir şeyi yanlarında  götüremezler. Toprağın içine çıplak bedenlerinden başka hiçbirşey konmaz. Onlar istemeseler de evleri, arabaları, tüm malları, toprakları ve evlatları geride kalır. Âhirette yanlarında buldukları ise yalnızca takvâları ve Allah'a olan yakınlıklarıdır.

 

Onların arkasından yeryüzüne mirasçı olan ise yalnızca Allah ve O'nun zengin kıldığı samimi kullarıdır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi bir insan ne kadar isterse istesin malına, mülküne, dünyadaki itibarına, zenginliğine sonsuza kadar sahip olamaz. Elindeki herşey ona kısa bir süre kullanması için dünyada verilen nimetlerdir. Ancak bu nimetleri veren Allah dilediği zaman kişinin canını alır ve onu malından mülkünden uzaklaştırır. Geride kalanları da Allah dilediğine verir, O'nun zenginliğinde hiçbir eksilme olmaz. İnsan ise malını dünyada, bedenini de toprakta bırakarak Allah'ın huzuruna çıkarılır... 

 

“Şüphesiz Biz, gerçekten Biz yaşatır ve öldürürüz ve vâris olanlar Biziz.” (15/Hicr, 23) “Zekeriyâ da; hani Rabbine çağrıda bulunmuştu: ‘Rabbim, beni yalnız başıma bırakma, sen mirasçıların en hayırlısısın." (21/Enbiyâ, 89)

 

Allah Teâlâ mülkün gerçek sâhibi olduğu gibi, gerçek vârisidir de. İnsanların mülk sâhibi olmaları geçici olduğu gibi, vârislikleri de geçici ve muvakkattır. Mülkün gerçek vârisi, mülk sâhibi Allah'tır. Kıyâmet hengâmında bütün canlılar ölecek, bütün mülk tamamıyla O'na kalacaktır. “Biz, refahından şımarıp azmış nice şehri helak ettik. İşte meskenleri; kendilerinden sonra bunların pek azından oturuldu. (Onlara) biz vâris olmuşuzdur.” (28/Kasas, 58)

 

El-Vâris: Her şeyin tek hakiki sahibi Allah Teâlâ, mülkünü imtihan edilmesi için belirli bir müddet emaneten insanlara verir. Kendilerine emânet edilen mülkü kabul eden insanoğlu onu sahiplenir. Bir müddet kullandıktan sonra vasiyet yazıp sırtındaki ceketi bile çıkararak dünyayı terk eder. Bu silsile evlattan toruna, torundan da diğer nesillere kadar devam eder. Önce Allah’ın olan mülk, sonra yine Allah’a kalır.

 

98) ER-REŞÎD

Bütün işleri ezelî takdîrine göre yürütüp, bir nizam ve hikmet üzere âkıbetine ulaştıran; Her şey'i yerli yerine koyan, en doğru şekilde nizama sokan...

 

Reşîd isminde iki mâna vardır:

1. Doğru ve selâmet yolu gösteren. Bu mânada Hâdî ismiyle eş mânaya gelir.

2. Hiçbir işi boş ve faydasız olmayan, hiçbir tedbîrinde yanılmayan, hiçbir takdîrinde hikmetsizlik bulunmayan zât mânasındadır.

 

...Allah kime hidâyet ederse, işte o, hakka ulaşmıştır. Kimi de hidâyetten mahrum ederse artık onu doğruya yöneltecek bir dost bulamazsın!” (18/Kehf, 17)

 

Er-Reşid: İnsanları hayırlı yollara irşad eden demektir.İnsanların hidâyete ermesi tamamen Allah’ın iznine bağlıdır. Çünkü kalpler Allah’ın elindedir. Peygamber de dâhil hiçbir davetçi edip, alim, profesör ve büyücü; insanlara hidâyeti sağlayamazlar. Eğer hidâyet insanların elinde olsaydı, Resulullah’ın (sav) yoğun daveti neticesinde amcası müslüman olurdu.

 

Dâvete 950 yılını veren Nuh (as.), küfür üzerine boğulan evladı dahil gemiyi insanlarla doldurmak isterdi... Hidâyetin tamamen Allah’ın elinde olmasının yani ‘El-Reşid’ isminin tecellisini; ‘Müslümansanız kendi nefsinizde görmeniz mümkün.’

 

99) ES-SABÛR                        

Allah, bir işi, vakti gelmeden yapmak için acele etmez. Yapacağı işlere muayyen bir zaman koyar ve onları koyduğu kanunlara göre - zamanı gelince - icra eder. Önceden çizdiği zamandan, - bir tenbelin yaptığı gibi, - geciktirmez. Ve kezâ - bir acelecinin yaptığı gibi - zamanı gelmeden yapmağa kalkmaz. Bil'akis her şey'i, hangi zamanda yapılmasını takdîr buyurmuş ise, o zaman yapar.

Sabûr, sabredici demektir. İnsan, kendinden hareketle Allah’a ne kadar yol bulabilir. Kendini bilenin tanıyacağı Rabbe övgüler olsun. Dünyanın düzenini O kurmuştur. Emirleri ve yasakları ile dünyaya düzenini O kurmuştur. Emirleri ve yasakları ile dünyaya düzen koyan Allah Teâlâ’nın en büyük sırrı insanlara benzemeyip kendince olmasıdır. İçimizde yer alan duygular anaforu çoğu vakit makul düşüncelerden bizleri bile uzaklaştırmıyor mu? Allah’ı kendiniz gibi bilmeyin. İnsan sınırlı varlığı ile ancak bu kadar bir hayatı yaşayabilir, buradan ötesini istemek için dil verildi ya, sadece dünya nimetlerini isteyenlere bunlar verilecek ve onlar Rabbin kapısından boş çevrilmeyeceklerdir, ama cennetin ötesini isteyenlere Rabbin cemâli verilip huzura gark olacaklardır.

 

Acele ve tedirginlik insanın özelliği. Allah ise çok sabırlıdır. Bizlerin bilemeyeceği hikmetleri yaratan O’dur. İnsana insanca düşünüp yaşamak yakışır, ama bu yolun hikmeti de işlere O’ndan bir ışık düşürmektedir.

   

“Biz onu (kıyâmet günü) sadece sayılı bir müddete kadar bekletiriz.” (11/Hûd, 104). Es-Sabur; Azap etmekte acele etmeyen, cezayı belli bir vakte kadar tehir eden demektir. Kullarını her sâniye gözeten Allahu Teâlâ kendisine ve dinine savaş açan insanlara gerekli cevabı verecek kudrete sahip olmasına rağmen ertelemesi O’nun sabrının ne boyutta olduğunu gösteriyor.

 

Senin sözün dinlenilmeyecek; sen ikram edeceksin, sana inanmayacaklar; ikramına devam edeceksin, senin sevdiğin insanlara zulmedecekler; ikramına devam edeceksin, sana savaş açacaklar; ve sen onlara ikram edeceksin, bol bol mal ve evlat vereceksin... Vallahi bu sabrı ancak Allah (c.c.) gösterir. Allah’ın (c.c.) ‘Es-Sabur’ isminin tecellisini her toplumda görmek mümkün.

 

 

Allah'ın diğer isimleri: Allah'ın isimleri 99 taneden ibaret değildir. Âyet ve hadîslerde bu 99 isimlerden ayrı olarak Allah'a başka isimler de izâfe edilmiştir.

 

Allah'a izâfe edilen diğer bâzı isimler şunlardır:

el-Vâhid'in yerine el-Ehad, el-Kahhâr'ın yerine el-Kâhir, eş-Şekûr'un yerine eş-Şâkir; el-Kâfi, ed-Dâim, el-Münevver, es-Sıddık, el-Muhît, el-Karîb, el-Vitr, el-Fâtır, el-Allâm, el-Ekrem, el-Müdebbir, er-Refî', Zittavl, Zülmeâric, Zülfadl, el-Hallâk, el-Mevlâ, en-Nasîr, el-Gâlib, el-Hannân, el-Mennân...

 

Kur'ân-ı Kerîm'de Allah ism-i şerîfi 2800 defa zikredilmiştir. Allah isminden sonra Kur'an'da en çok zikri geçen isim, Rab ismidir. 960 yerde zikredilmektedir.

 

Rab isminden sonra, Kur'an'da en çok yer alan isimler ise; Rahmân, Rahîm ve Mâlik isimleridir. Fâtiha sûresinde "Allah" isminden sonra sıra ile zikredilen bu dört ism-i şerîfe, Cenâb-ı Hakk'ın Rubûbiyet Sıfatları adı da verilmektedir.

 

Terbiye etmek, büyütmek, yetiştirmek mânalarını ihtiva eden Rab kelimesinin asıl mânası: "Bir şey'i derece derece yükselterek, gayesi olan en mükemmele erişinceye kadar kollayan" demektir.

 

 

 

Tefsirlerden İktibaslar

 

Elmalılı der ki:

180- Halbuki Allah'ın esmâ-i hüsnâsı (güzel isimleri) vardır. En güzel isimler O'nundur. Gerçi Allah zatında birdir (ehaddir) ve zatının ismi Allah'dır. Fakat sayı olan bir gibi eşi ve benzeri bulunabilecek şekilde bir birlikle değil, eşi ve benzeri bulunmayan üstün bir birlikle birdir. Zatında yalnızca vâhid değil, ehaddir: Cemâl ve celâliyle, bütün sıfatlarındaki kemaliyle vâhid ve her şeyin Rabb'i olan bir Samed'dir. Bundan dolayı zati, izafi, sübûtî, selbî, fiilî ve manevî özellikleri ve bu özellikleri dile getiren isimleri vardır. İlâhî hitapta yer alan "Biz, şehâdet ettik, yarattık." gibi çoğul kiplerindeki azamet ve ihtişam, işte İlâhî sıfat ve isimlerin bir araya gelmesinden doğan azamet ve yüceliği dile getirir ki, Allah yüce ismi, bütün bu sıfat ve isimlerin hepsini içine alan bir yüce isimdir. Allah ismi, Allah'ın kendisi gibi, eşi ve benzeri olmayan bir isimdir. Sıfat ve isimlerin çokluğu, zatın çokluğunu gerektirmeyeceğinden o isim ve sıfatların her biri Allah'ın eşsiz özelliklerinden birine delalet eder. Âdem'e öğretilen de isimlerin en güzelleridir. Daha doğrusu en güzel isimler Allah'a mahsustur. Öyleyse ey mü’minler, O'na o isimlerle duâ ediniz, O'nu onlarla çağırınız veya O'nu bu güzel isimlerle adlandırıp anınız. Ve O'nun isimlerinde ilhad (yani yamukluk) edenleri terk ediniz. Meselâ bedevîlerin "Ey ikram ve yüceliklerin babası, ey ak yüzlü, ey kurtarıcı!" demeleri gibi, yanlış düşünceye ve kötü zanna sebebiyet verecek bozuk ifâdelerden ve hadd-i zâtında herhangi bir en üst düzeydeki kemâli de ifâde etmeyen isimlerden uzak durunuz. Veya "Rahmân" ismini tanımak istemeyen müşrikler gibi, sapık düşünceyle esmâ-i hüsnânın (güzel isimlerin) bazılarından yan çizmek isteyen, meselâ Kur'ân'da yer alan "Güçlü, intikam alan, büyüklük sahibi, zorlu" gibi azamet ve sonsuz kudret ifâde eden İlâhî isimlerin güzelliğine itiraz etmeye kalkışan, ya da Allah'a mahsus olan esmâ-i hüsnâyı Allah'tan başkasına da aynen ıtlak edip vermeye kalkan, veyahut Arap müşriklerinin yaptığı gibi, Allah'ın isimlerin d en bazısını alıp müennes sigasıyla Allah isminden el-Lât, el-Azîz isminden el-Uzzâ şeklinde kendi putlarına isim koydukları gibi bir çeşit isim türetme yoluna sapan, meselâ şuna buna ilâh, (müzik ilâhı, gençliğin ilâhı, futbol ilâhı vs.) "ilâhe, ma’bûd, ma’bûde, rezzak, hallâk diyen dinsizlere bakmayınız, onlara uymayınız, onların inkârlarını kendilerine bırakınız. Onlar yaptıklarının cezâsını göreceklerdir (Hak Dini Kur’an Dili).

 

 

Mevdûdi der ki:

180 İsimlerin en güzeli Allah'ındır. Öyleyse O'na bunlarla duâ edin. O'nun isimlerinde 'aykırılığa (ve inkâra) sapanları' bırakın. Yapmakta oldukları dolayısıyla yakında cezalandırılacaklardır.

 

“İsimlerin en güzeli Allah'ındır.”: Şimdi, artık hitabın sonuna doğru gelinilmekte ve herkes tarafından bilinen bazı sapmalara karşı dikkatli olmaları konusunda insanlara tenbihde ve itapta bulunulmakta ve ayrıca Hazreti Peygamberin (s.a) mesajına karşı takındıkları alaycı ve inkârcı tavırların ciddi sonuçları hususunda da kendilerine uyarılarda bulunulmaktadır.

 

“…O'nun isimlerinde 'aykırılığa (ve inkâra) sapanları' bırakın. Yapmakta oldukları dolayısıyla yakında cezâlandırılacaklardır.”: Farklı isimler, insanların zihinlerinde şekillendirdikleri farklı tanrı kavramlarını yansıttığından dolayı, Allah'a çeşitli isimler verme konusundaki bu tenbih çok önemlidir. İnsanlar eşyaya, onlar hakkındaki kendi kavramlarını ifâde eden isimler verirler. Eşyayı algılamadaki bir kusur, isimlerdeki bir kusuru ve yanı sıra isimlerdeki kusur da tasavvurdaki kusuru gösterir. Öte yandan, insanın bir kimse ya da bir nesne ile ilgisi ve ilişkisi de bunlar hakkında oluşturduğu belirti ve tasavvura dayalıdır. Nesnenin tasavvurundaki kusur kişinin o nesneye olan yaklaşımındaki kusuru gösterir. Öte yandan, eğer bir insanın bir nesne hakkındaki tasavvuru doğru ve düzgünse, o kişinin o eşya ile olan ilgisi de doğru ve düzgünce olur. İnsanın, Allah ile olan ilişkisinde de bu durum aynen geçerlidir.

 

Bir insanın, Allah'a isimler atfederken işlediği hata (isterse O'nun sıfatlarını başkalarından ayırmak için olsun) Allah'ı ve sıfatlarının kavrayış ve inanışındaki hatanın bir sonucudur. Allah'ın ve sıfatlarının inanışında hataya düşen bir insan, aynı hatayı aynı derecede, hayata karşı ahlâkî tavrını, bütünüyle onun Allah anlayışı, O'nunla ve kâinatla olan ilişkisini yönlendirir. Bu yüzdendir ki Allah, insanlardan kendisi için en seçkin ve en güzel isimleri atf etmeyi istemiş ve kendisi için yanlış isimler ve sıfatlar yakıştırmaktan kaçınmayı emretmiştir. Çünkü, O'na yalnızca en güzel ve mükemmel isimler (Esmâ-ul-Hüsnâ) lâyıktır. Öyleyse O'nun isimlerine ters mânâlar vermenin sonuçları son derece ciddi olduğu için en güzel iş, O'na en güzel isimler vermektir.

 

"En güzel isimler" "Esmâu’l-Hüsnâ", O'nun büyüklüğünü, yüceliğini, kudsiyetini, nezâhetini ve sıfatlarının mükemmelliğini gösteren isimlerdir. Payesinin altında O'na isimler atfetmek, O'nun isimlerini saptırmak olur ki bu O'nun azametine aykırıdır ve O'na kusur ve noksanlık isnâd etmek veya bir başkasının O'nun hakkında yanlış bir inanç sahibi olması demektir. Gene, sadece ve sadece Allah'a lâyık olan isimleri, O'nun herhangi bir yaratığına vermek de O'nun isimlerini tahriftir.

 

"Onun isimleri konusunda ilhâda sapanları bırakın" emrine gelince, bu "Onlarla faydasız münakaşalara girmen gereksizdir. Eğer, senin ikazlarına kulak asmıyor, söylediklerini anlamaya çalışmıyorlar ve bilâkis sırf meseleyi karıştırmak için eğri, çarpık deliller ileri sürüyorlarsa, onlar sapıtmalarının sonuçlarını bizzat kendileri göreceklerdir" anlamına gelmektedir (Tefhimu’l Kur’an).

 

 

 

Ali Küçük der ki:

180. En güzel isimler Allah'ındır. O'na o isimlerle duâ edin. O'nun isimleri konusunda eğriliğe sapanları bırakın. Onlar yaptıklarının cezasını göreceklerdir.

 

En güzel isimler sadece Allah’ındır. En güzel isimler sadece Allah’a aittir. O halde onlarla Ona çağırın. O isimlerle Rabbinize duâ edin. Rabbinizin en güzel isimleriyle iletişim içine girip O’na seslenin. Rabbinizin en güzel isimlerini çağrıştırarak, Rabbınızın en güzel isimlerinin muhtevâlarını hayatınızda canlı tutarak o isimlerin gereklerini yerine getirin.

 

Bu hususu ortaya koyan bir hadis-i şeriflerinde Allah’ın Rasûlü buyurur ki: “Allah’ın 99 esmâsı vardır, kim onları ihsâ ederse muhakkak Cennete girecektir” Evet Rabbimizin bu en güzel isimlerini ihsâ edenin Cennete gideceğini anlatıyor Rasûlullah. Peki mademki sonunda Cennet var, o halde bu isimleri ihsânın ne demek olduğunu tanımak zorundayız. Ne demektir ihsâ? İhsâ bir şeyi bir şeyin içinden çıkarmak, ayırmak ve saymak demektir. O halde Allah’ın en güzel isimlerini ihsâ onları başkalarından ayırmak, onları Allah’tan başkalarına vermemek onları saymak hayatta onları hatırda canlı tutmak, onların muhtevâlarına göre bir hayat yaşamak hasılı onların hakkını vermek demektir.

 

Evet elbette ki Rabbimizin bu en güzel isimlerini Rabbimizin kendisini bize anlattığı kitabından ve elçisinin sünnetinden öğrenmek zorundayız. Allah kitabında ve elçisinin beyanlarında kendisini bize nasıl tanıtmışsa, hangi isimlerin, hangi sıfatların sahibi olarak bildirmişse Rabbimizi öylece tanıyacak, öylece o simlerin sahibi olarak Ona iman edecek ve bu en güzel isimlerin çağrıştırdığı biçimde kendisine yönelecek, bu isimlerin muhtevâlarına uygun bir biçimde kendisine karşı nasıl bir tavır takınmamızı istemişse öylece yapmaya çalışacağız. Bu isimleri bizden nasıl bir kulluk istiyorsa öylece O’na kulluk yapacağız. İşte âyet-i kerime bizden bunu istiyor. Yani Rabbimize duâ ederken, bir derdimizi, bir sıkıntımızı Rabbimize arzeder ve Ondan yardım talep ederken bu isimlerle çağıracağız, bu en güzel isimlerle Onunla ilgi ve iletişim kurarak Ona iltica edeceğiz. Yani Rabbimizin bu en güzel isimleriyle tevessül ederek O’na duâ edeceğiz. Çünkü bunu bize anlatan, bunu bize târif ve teşvik eden Rabbimizin bizzat kendisidir. İşte bu âyet-i kerimesinde Rabbimiz en güzel isimlerin sadece kendisine ait olduğunu ve bu isimlerle kendisine duâ etmemiz gerektiğini anlatıyor.

 

Dikkat ederseniz burada âyet-i kerimede “El-esmâu’l-husnâ lillahi” denmiyor da “Velillâhil esmâu’l-husnâ” deniliyor. Bu ifâde bu isimlerin, bu en güzel isimlerin sadece Allah’a mahsus olduğunu vurgulamak içindir, Arapça’da kelimenin bu şekilde kullanılmasından anlıyoruz bunu. Anlıyoruz ki bu en güzel isimler sadece Rabbimize aittir. Anlıyoruz ki, bu en güzel isimleri açısından kendisine ortak olacak hiç bir varlık yoktur. Bazen Kur’ân-ı Kerim içinde Rabbimizin bu en güzel isimleriyle başka varlıklara da tesmiye olunduğunu, yani onlara da bu isimlerin verildiğini görüyoruz. Meselâ Rabbimizin Kur’an’daki isimlerinden birisi olan Raûf, Rahîm gibi isimlerinin Rasûlullah Efendimiz için de kullanıldığına şâhit oluyoruz. Veya meselâ Allah’ın Hâdî isminin Rasûlullah Efendimize ve Kur’an’a da verildiğine şâhit oluyoruz. Veya meselâ Rasûlullah Efendimiz için de Kur’an-ı Kerim için de Aziz isminin kullanıldığın biliyoruz. Ancak bu isimlerin onlar hakkında da kullanılmış olması kesinlikle o varlıkların Allah’a denk oldukları, Allah’a benzer oldukları anlamına gelmez. Yani ne kitabın ne de Rasûlullah Efendimizin Allah’ın izzetine benzer bir izzetle aziz olduklarını düşünmemiz câiz değildir. Sadece şu kadarını söyleyebiliyoruz ki, Aziz olan ve tümüyle izzet kendisinden olan, izzetin sahibi olan Allah izzeti peygamberinde yaratmıştır, kitabını izzetinden şereflendirmiştir. Onların izzeti Allah’tandır, ama Rabbimizin izzeti başkalarından değil kendisindendir diyoruz.

 

 

 

Evet en güzel isimler sadece Allah’a aittir ve bizler o isimlerle Rabbimize duâ edeceğiz. Yani O’nunla iletişimimizi bu isimleriyle kuracağız. Yani duâ edeceğimiz konu neyse, hangi konuda O’na duâ edeceksek o konuyla alâkalı ismini gündeme getirerek, o ismin çağrıştırdığı mânâyı, o ismin istediği tavrı takınarak duâ edeceğiz. Eğer isteyeceğimiz konu affımızsa o zaman “Yâ Rahmân, yâ Rahîm bizi affedip mağfiret buyur!” diyeceğiz. Eğer ayıplarımızın kusurlarımızın örtülmesi konusuysa “yâ Ğaffâr, yâ Settâr!” diyerek, eğer konu rızık konusuysa “yâ Razzak!” diyerek, eğer şifâ konusuysa “yâ Şâfî!” diyerek, eğer bir tehlikeden korunma konusuysa “yâ Hâfız!” gibi isimlerle Rabbimize duâ edip O’nu imdâdımıza çağıracağız ve de bu konuya etkin ve yetkin sadece O’nun olduğuna iman edeceğiz. Yani bu isimleri konusunda göklerde ve yeryüzünde asla kendisine ortakların olmadığına, benzerlerin olmadığına iman edeceğiz. Bir anlamda Rabbimizi bu isimleriyle tanıyacak ve O’na bu şekilde iman edeceğiz. Sadece Allah’a âit olduğu haber verilen bu isimleri, bu sıfatları Allah’tan başkalarına vermeyeceğiz. Allah’tan başkalarını bu isimlerle muttasıf bilerek onlara da duâ ederek, onları da çağırarak, çağrıştırarak şirke düşmeyeceğiz. Meselâ Alîm sadece Allah’tır. İlim tümüyle Allah’tandır ama ilminden bir kısmını bize açmıştır O Rabbimiz. Kitapları peygamberleri aracılığıyla ilminden bir kısım bize indirmiştir. İşte gerçek Alim olarak Allah’ı bilmeli, gerçek ilim olarak Allah bilgisini bilmemiz ve dışındakileri ise zandan ibâret, bâtıldan ibâret bilmeliyiz. İşte Rabbimizin Aliym ismi bizde bunu çağrıştırmalı, Onunla ilişkimizi bu şekilde ayarlamalı, bizim bu konuda böyle bir tavır sergilememizi gerçekleştirmelidir. Yani ilme ulaşmak, izzet ve şerefe ulaşmak isterken de sadece Ona ve Onun kitabına müracaat biçiminde duâ etmeliyiz. Çünkü gerçek ilim sadece Allah’ın ilmidir, gerçek Alim sadece Allah’tır ve ilim sahibi olan kimse de Allah’ın kitabının bilgisine sahip olan kimsedir. Allah’tan başkalarını Alîm görmek, ilmi Allah’ın vahyinin dışında aramak, ilim konusunda Allah’tan başkalarını çağırmak ve çağrıştırmak ise şirktir. Evet bu konuda sadece Allah’ı çağıracak, Allah’ı çağrıştıracak ve Allah’a duâ edeceğiz. Allah’tan başka Alîm, Allah’tan başka Aziz, Allah’tan başkalarında ilim ve izzet aramaya çıkmayacağız. Tüm isimleri böyledir. Allah’tan başka Rab, Allah’tan başka Şafi, Allah’tan başka Hâdî, Allah’tan başka Razzak, Allah’tan başka Mâlik Melik yoktur.

 

Allah’ın kendisine ait en güzel isimlerini öğrenmenin, bu isimlerin istediği biçimde bir tavır sergilemenin, yani Allah’ı Allah olarak tanıyarak O’nunla O’nun istediği biçimde bir iletişim kurmanın yolu Allah’ın kitabını ve Rasûlünün sünnetini tanımadan geçer. Öyleyse bu konularda şirke düşmek, yanlışlara düşmek istemiyorsak sürekli kitap ve sünnetle birlikte olmak zorundayız bunu hiç bir zaman hatırımızdan çıkarmamalıyız.

 

Allah’ın isimleri konusunda ilhâda düşen, sapan, sapıtan kimseleri de bırakıverin. Onlar yakında yaptıklarının cezâsını çekeceklerdir. Evet Allah’ın isimleri konusunda, Allah’ın esmâsı konusunda, Allah’ın sıfatları konusunda ilhâda düşen, yani onları ezen bozan, Allah’ın isim ve sıfatlarını tahrif eden, sadece Allah’a ait olan bu isim ve sıfatları Allah’tan başkalarına da vermeye çalışan ve yeryüzünde Allah isimlerine Allah sıfatlarına haiz bir kısım varlıklar kabul ederek şirke düşen insanları bırakıverin. Onlar bu konuda nasıl bir anlayış içine girerlerse girsinler, nasıl bir tavır sergilerlerse sergilesinler, kendi şirk anlayışlarının ürünü olarak size nasıl bir anlayış sunarlarsa sunsunlar onları terk ederek onların anlayış ve inanışlarını reddedin. Onların şirk anlayışlarının ürünü olan eğitimlerini reddedin kılık kıyafet anlayışlarını reddedin, parlamento anlayışlarını reddedin, hukuk anlayışlarını reddedin, ekonomi anlayışlarını reddedin. Çünkü bunların her bireri Allah’ın belli bir ismini nefyeden şirk anlayışlarından kaynaklanmaktadır ve Rabbimiz onları terk etmemizi bizden istemektedir.

 

Evet Allah’ın esmâsı konusunda ilhâda düşenleri terk edin. Onları dinlemeyin, onları kendinize velî ve dost edinmeyin, hayatınızı onların yasalarına binâ etmeyin, hayatınızı onlara sormayın, onlarla istişare etmeyin. Tabii bu ifâde onlarla görüşmeyin, onlara karışmayın, onları kendi hallerine bırakıverin, onlara din duyurmayın, onlara doğruyu anlatmayın, onların hayatlarını ve inanışlarını sorgulamayın, onları oldukları gibi kabullenin demek değildir. Bütün bunları yapmakla beraber onlarla dostça bir ilişki içine girip hayatınızı onlar kaynaklı düzenlemeyin demektir.

 

Peki acaba Allah’ın isimleri konusunda ilhâdı nasıl anlayacağız? Bu gerçekten çok önemli bir konudur üzerinde biraz duralım ve bir şeyler söyleyelim inşaallah. Yani bu insanlar Allah’ın isimleri konusunda acaba nasıl ilhâda düşüyorlar? Meselâ az evvel de ifâde ettiğimiz gibi Allah kitabında diyor ki her konuda en bilen benim, tek bilen benim, ilim bendendir diyor. Ama kimileri Allah’ın bu ismini nefyederek, bilme konusunda Allah’ı diskalifiye ederek içinde bulunduğumuz Nemrutların, Fravunların, Ebû  Cehillerin tekrar hortlatılmaya çalışıldığı bu çağı ilim çağı olarak empoze etmeye, ilim çağı olarak sunmaya çalışıyorlar. Bu çağda artık Allah bilgisine, vahiy bilgisine ihtiyacımız kalmamıştır, artık o bilgiler eski çağlarda kalmıştır, eskilerde kalmıştır, mâzide ve çölde kalmıştır. Artık bugün orta çağa ait bir kısım Allah bilgileriyle, Allah yasalarıyla ha-yatımızı düzenlememiz mümkün değildir. Çünkü bu devirde onların uygulanmaları da bizim problemlerimize çözüm getirmeleri de mümkün değildir. Zira çağımız değişmiştir, çağ ilim çağıdır diyorlar. İşte bu iddia Allah’ın Alim ismi şerifi açısından bir ilhaddır bir sapmadır ve şirktir, küfürdür. Çünkü Alim sadece Allahken, bu isim sadece Allah’a aitken onu Allah’tan nefyedip başkalarına vermek ilhaddır ve küfürdür.

 

Veya meselâ Allah kitabında diyor ki Rab sadece benim. Kullarımı yaratan, onları doyurup besleyen, görüp gözeten ve onların hayat programlarını belirleme hakkına onların hayatlarına yasa koyma hakkına sahip olan sadece benim diyor. Benden başka Rab, benden başka İlâh, Melik ve Mâlik yoktur diyor. Benden başka kullarımın ha-yatında söz sahibi yoktur diyor. Ama gelin görün ki, kimi mülhidler hayır artık devir değişti, bizim hayatımıza karışacak, bizim hayatımıza program yapacak, yasa belirleyecek başka Rablerimiz de vardır. Tamam Allah büyüktür, Allah yücedir, gökleri yaratan odur, bizleri yara-tan odur ama hayatımıza karışmaz O Allah. Bize isteklerini arzularını bildirmez O Allah. Bizim hayatımızı kendi yasalarıyla düzenleyeceğimiz başka tanrılarımız var. Bizim hukuk tanrılarımız, eğitim tanrılarımız, kılık kıyafet tanrılarımız, siyasal tanrılarımız, şifa tanrılarımız var. Onlar bizim işlerimizi düzenliyorlar. Allah bizim işlerimize karışmamalıdır. Çünkü bizim pis işlerimiz var, mafya işlerimiz var Allah bu işlere karışmamalı. Şimdi bu Allah bizim bu işlerimize karışır ve arzularını bize duyurursa o zaman biz onunkileri mi dinleyeceğiz? yoka öteki tanrılarımızınkini mi dinleyeceğiz? En iyisi mi hayatımızda böyle bir kaos yaşamaktansa Allah’ınkileri duymamak daha iyidir diyorlar. Onun için Allah’ı ve onun elçilerini dinlememeye çalışıyorlar. Tamam Allah’a da kulluk yapalım ama başka ilâhları da dinleyelim diyorlar. Yeri gelince işleri düşünce başları daralınca Allah’a kulluk yapıyorlar ama işleri bitince de başka ilâhlara kulluk ediyorlar. Toplumun benimsediği kimsenin ayıplamadığı birtakım kulluk türleri yerine getirilsin ama hayatın tümünü bu kulluk kapsamasın diyorlar. Meselâ Kureyş müşriklerinin yaptığı gibi kendilerine servet sağlayan hac gibi ibâdetlere şu anda bizimkilerin de yaptıkları gibi tamam diyorlardı ama hayatlarının geri kalan bölümüne Allah’ı karıştırmıyorlar. Yani hayatı parçalıyorlar. Hayatımızın ibâdet bölümüne Allah karışsın ama öteki bölümlerine başka Rablerimiz karışsın diyorlar. İşte bu Cenâb-ı Hakk’a Rab ismi, Rubûbiyet sıfatı konusunda ilhaddır ve küfürdür, şirktir.

 

Allah Azizdir. İzzet ve şeref sadece Ona aittir, ama bugün izzeti başkalarında ve başka şeylerde arayan insanlar vardır. Malda, parada, makamda, mansıpta, diplomada, doktorada statüde izzet ve şeref arayanlar vardır. Veya sadece Allah’a ait olan bu izzeti kendilerinde görenler vardır. İzzet bizdedir, şeref bizdedir, hâkimiyet bizdedir, bizim istediğimiz biçimde yaşamak zorundasınız, bizim istediğimiz şekilde giyinmek zorundasınız, bizim yasalarımıza itaat etmek zorundasınız, biz olmadan yaşayamazsınız. Bizim dediğimiz gibi olun ki, size izzet ve şeref verelim, bizin sözümüzden çıkmayın ki, size dereceler verelim diyen insanların bu tavırları da Allah’ın Aziz ismi konusunda bir ilhaddır ve şirktir. Şâfi sadece Allah olduğu halde şifa veren biziz diyenler, Razzak sadece Allah olduğu halde rızık dağıtan biziz diyenler, bizim dediklerimizden çıkarsanız maaşlarınızı keseriz, sizi aç bırakırız diyenler, kendilerini hacet kapısı görenler, şu devlet kapısına girmişseniz artık sizin için rızık garantidir diyenler, halbuki herkes için rızkı garanti eden Allah’tır. Yeryüzünde debelenen hareket eden hiç bir canlı varlık yoktur ki onların rızıkları Allah’ın üzerine olmasın. Halbuki rızık başkaları değil sadece Allah kaynaklıdır. Yaratan, yaşatan, hayat veren Allah’tır. Halik sadece Allah’tır. Hayat Allah kaynaklıdır, Allah sigortalıdır. Ama birileri gelin ha-yatınızı sigorta edelim diyorlar ve Allah esmâsı konusunda ilhâda gidiyorlar. Allah’tan başka birilerinin insanların hayatlarını hatta kendi hayatlarını bile sigorta etmeleri mümkün değildir. Allah bu dünyada ne kadar kalmamızı istemişse, ne kadar ömür takdir etmişse ancak o kadar yaşayabiliriz. Kimsenin bunu değiştirmesi mümkün değildir. Hadi sadece Allah olduğu halde hidâyeti kendilerinde görenler hepsi de Allah’ın esmâsı konusunda ilhad içindedirler. Veya meselâ Allah Rakıyb’dir. Murâkabe ve kontrol edendir. Yani insanların nerede ve nasıl olduklarını, hangi durumda bulunduklarını bilebilen ve murâkabe edebilen sadece Allah’tır. Çünkü O kişiye şah damarından daha yakındır. Siz neredeyseniz O sizinle beraberdir. Allah’ın bu sıfatı, bu ismi konusunda da insanların ilhâda düştüklerini görüyoruz. Allah’tan başka insanların insanları kontrol ettiklerine, insanların ne yapıp ettiklerine muttalî olduklarına inananları görüyoruz. Veya kendilerini murâkıb olarak insanlara takdim edenlere şâhit oluyoruz. Veya meselâ işte Allah’a ait bu sıfatı K.G.B.’ye, Mossad’a veya başkalarına verenler görüyoruz. İnsanların yatak odalarına kadar girip onların durumlarına muttali olanları duyuyoruz. Halbuki bu sıfatlar sadece Allah’a ait olan sıfatlardır bunu böyle bilmeyenler Allah’ın bu sıfat ve esmâları konusunda ilhâda düşmüş insanlardır. Onun içindir ki bizler de ilhâda düşmemek için Rabbimizin isimlerini ve sıfatlarını çok iyi bilmek zorundayız. Bunun için de Kur’an’ı ve Sünneti çok iyi tanımak zorunda olduğumuzu unutmayacağız.

 

Ve Allah diyor ki ey mü’minler, siz onları terk edin. Onları hayatınızdan, zihinlerinizden çıkarın. Sizin dünyanızda onların sözleri, onların programları olmasın. Sakın ha onlar sizi sizin gözlerinizin içine baka baka kendi sapıklıklarına çağırmalarına izin vermeyin. Evlerinizde onların vahiy organlarına izin vererek onların günahlarına ortak olmayın. Dinlemeyin onların vahiy organlarını. Okumayın onların gazetelerini dergilerini. Şunu hiç bir zaman hatırınızdan çıkarmayın ki onlar mutlaka sizi kendi Cehennemlerine çekmeye çalışacaklar, kendi fikirlerini, kendi inanışlarını, kendi ilhadlarını size de empoze etmeye çalışacaklardır. Eğer sizler bu mülhidleri terk etmez, onların programlarını izlemeye devam ederseniz unutmayın ki sizler de onların ilhadlarına ortak olmuş olacak ve sizler de günün birinde onlar gibi düşünmeye başlayacaksınız bunu hiç bir zaman hatırınızdan çıkarmayın diyor Rabbimiz (Besâiru’l Kur’an).

 

 

Muhammed Esed der ki: 

“Yetkinlik ve kusursuzluğa dair nitelikler (yalnızca) Allah'a aittir. Öyleyse, bu niteliklerle artık yalnız Allah'ı çağırın. Ve O'nun niteliklerinin anlamını eğip büken kimselerden uzak durun. Böyleleri yapıp ettiklerinden ötürü er-geç cezalandırılacaklardır!” (7/A’râf, 180)

 

“Yetkinlik ve kusursuzluğa dair nitelikler…”: Bu bölüm, önceki âyetin sonunda, Allah'ın kendilerine eğriyi doğruyu ayırsınlar diye akıl verdiği halde bunu gereği gibi kullanmayan ve O'na karşı -yani, bütün yüce ve yetkin sıfatları kendinde toplayan ve dolayısıyla mutlak ve nihaî hakikatin kendisi olan Allah'a karşı- ilgisiz ve duyarsız kalanlardan bahseden bölümle bağlantılıdır. El-esmâu'l-husnâ (lafzen, “en güzel isimler”) tabirine gelince; bu tabir, 17:110; 20:8 ve 59:24'de olmak üzere bütün Kur’an'da dört defa geçmektedir.

 

İsim denince ilk akla gelen, ele alınan ya da işaret edilen herhangi bir nesnenin özünü, cevherini, kendi özünden, yapısından ileri gelen özellik ve niteliklerini göstermek üzere seçilen bir kelime oluyor; el-husnâ terimi ise, el-ahsen (“en iyi/en güzel”) sözcüğünün çoğulu. Hal böyle olunca, El-esmâu'l-husnâ terkibini “yetkinliğe/kusursuzluğa dair sıfatlar” şeklinde çevirmek yanlış olmayacaktır. Bu tabir Kur’an'da yalnız Allah için kullanılmaktadır.

 

“…O'nun niteliklerinin anlamını eğip büken kimselerden uzak durun.”: Yani, bu sıfat ve nitelikleri başka varlıklara ya da nesnelere yakıştırarak ya da bunun tam tersi bir yönde giderek Allah'ı, “baba” yahut “oğul” gibi insan-biçimli (anthropomorphic) nitelikler ve beşerî ilişkiler içinde tasarlayıp öylece tanımlayarak (Râzî). (Kur’an Mesajı)

 

 

Fahreddin Yıldız der ki:

Yüz sekseninci âyette, yüceliğe, yetkinliğe ve mükemmelliğe dair en güzel isimlerin, Allah’a ait olduğu; O’nu bu isimlerle çağırmak gerektiği, O’nun isimlerini gerçek anlamından saptıranların er geç cezalandırılacakları belirtilir.

 

Bu âyetteki “el-esmâu’l-husnâ” terkibi, “en güzel isimler” anlamına gelir ve bu tabir, Allah’ın isimleri için kullanılır. Kur’an’ın tamamında dört defa geçen bu terkip, naslarda Allah’a nisbet edilen isimleri ifâde eder. Sadece Kur’an’da geçen İlâhî isimler, yüzden fazladır. Ayrıca, muhtelif hadislerde Allah’a nisbet edilen başka isimlerde vardır. İşte “el-esmâu’l-husnâ” terkibi, geniş anlamda bunların hepsini kapsamakla beraber, bu terkibin daha çok doksan dokuz ismi içerdiği kabul edilir.

 

İlâhî isimler, Allah hakkında yücelik, yetkinlik ve mükemmellik ifâde ettikleri; insanlarda saygı hissi oluşturdukları, duâda kabule vesile olup sevap kazandırdıkları; insanın kalbine huzur ve sükun verip ümit aşıladıkları; bir de Allah hakkında doğru ve yeterli bilgi sahibi olmaya imkân sağladıkları için, “el-esmâu’l-husnâ” diye nitelendirilmişlerdir. Gerçekten de bu isimlerle, Allah hakkında kullanılacak “güzel” kavramının kemal ve celâl nitelikleri en iyi biçimde dile getirilmektedir. Bu yüzden “esmâ-i hüsnâ” bilgisi, Allah-âlem ve Allah-insan ilişkisine ışık tutması, sonuçta Allah’ı Kur’an ölçüsünde tanıtması açısından büyük önem taşımaktadır.

 

“Esmâ-i hüsnâ” tabiri mutlak olduğundan, bir sayı belirlemeden bütün güzel isimlerin Allah’a ait olduğunu ifâde etmektedir. Şu halde Kur’an, esmâ-i hüsnâ sayısını dondurmamaktadır. Bu durumda, taşkınlığa ve yanlışlığa düşmemek için izlenmesi gereken en iyi yol, Allah’a Kur’an’da dayanağı olmayan isimleri vermemektir. Çünkü biz Allah’ı en doğru biçimde ancak O’nun bize verdiği bilgilerle tanıyabiliriz. Bu konuda sayıyı belirleyen en önemli delil, Hz. Peygamberin: “Allah’ın doksan dokuz ismi vardır; kim bunları sayarsa (gereğini yerine getirirse) cennete girer. Allah tekdir, teki sever.” anlamındaki hadisidir. Allah’ın isim ve sıfatları, kitap ve sünnetin belirlemesiyle kesinlik kazanır. Halbuki bu konuda belirli bir sayı yoktur. Sünnette Allah’ın “doksan dokuz ismi” olduğu söylenmiş, ama bu isimler belirtilmemiştir. İsimleri belirleyen rivâyetlerin de, birbirinden farklı oldukları görülmüştür. Ayrıca, doksan dokuzla kesin sayıya değil, çokluğa işaret edilmiş de olabilir. Bir de hadisteki “ezberleyip saymayı”, bilinçsizce lafız tekrarı olarak değil de, “İslâm’ın ulûhiyet inancını naslara baş vurarak öğrenmek, bu inancı benimseyip ona uygun biçimde yaşamak” şeklinde anlamak gerekir.

 

Sonuç olarak, Kur’an’da Allah’a nisbet edilen isimler, insanlar tarafından belirlenip konulmuş değildir; onlar, Allah’ın bizzat kendi zatına verdiği isimlerdir. Şu halde ilâhî isim ve sıfatlar, gösterdikleri varlığın kendisi değil, onun tanıtıcı durumundadırlar. Bunun için isim, müsemmanın (ilâhî zatın) aynı değil, gayrıdır. Ancak Allah’a Rabb, Rahmân, Rahim ve benzeri isimlerle yapılan duâ ve zikirlerde gönlün amaçlayıp bağlandığı varlık, hiç kuşkusuz Yüce Allah’ın kendisi olduğundan, bu kelimeler, O’na ulaştıran vâsıtalardır. Bu açıdan bakıldığında isim, müsemmânın aynı olmaktadır.

 

Allah’ın isimlerinin anlamını eğip bükenlerden maksat, Allah’a ait isimleri uydurma tanrıları için kullanan müşriklerdir. Zira onlar, Allah’a ait isimleri, söz gelimi “el-Aziz” in dişisi olarak kabul ettikleri “el-uzzâ” ismini putlarına vererek ilâhî isimleri gerçek anlamlarının dışına çekmişlerdir. Kur’an, mü’minlere böyle yapan kimselerden uzak durmaları uyarısında bulunuyor. Çünkü doğru yolun üstündeki en büyük tehlike şirk; insanı bu tehlikeden koruyan en önemli koruyucular da vahiy ve onun aydınlığında yürüyen akıldır. Eğer insanlar vahyi ve aklı bir tarafa bırakırlarsa, din diye öne sürülen bir yığın yanlışın peşinden giderler. İşte bunun için âyet, Allah’a ait nitelikleri başka varlıklara yakıştırmayı, ya da bunun aksine Allah’ı “baba” yahut “oğul” gibi insan biçimli niteliklerle ve beşeri ilişkiler içinde tasarlayıp öylece tanımlamayı kesinlikle yasaklamakta; O’na naslarda belirtilen isim ve nitelikler dışında, Kur’an’da dayanağı olmayan isimler vermeyi, azabı gerektiren bir suç olarak belirtmektedir (Fahreddin Yıldız). 

 

 

Seyyid Kutub diyor ki:

Kâinattaki Tevhid anlaşmasına ilişkin manzara arz edildikten ve bu anlaşmadan Allah'ın kendisine verdiği âyetlerden yüz çevirip sapan adam bir örnek olarak sunulduktan sonra, İslâm çağrısına Allah'a ortak koşarak karşılık veren müşriklerin tutumları ile somutlaşan sapıklara aldırmayı öngören yönlendirmeye yer veriliyor. Bunlar Allah'ın isimlerinde ilhâda kalkışan ve onları tahrif eden, Allah'ın isimlerini sahte tanrılara yakıştıran bir topluluktur:

 

"En güzel isimler Allah'ınkilerdir. O'na o isimler ile duâ ediniz. O'nun isimleri konusunda eğriliğe sapanları sapıklıkları ile başbaşa bırakınız. Onlar yaptıklarının cezasını ilerde çekeceklerdir." (7/A’râf, 180)

 

Âyet-i kerimenin metninde geçen "İlhad" kavramı sapmak veya tahrif etmek anlamına gelir. Arap Yarımadası'nda yaşayan müşrikler Allah'ın güzel isimlerini tahrif etmişler ve onları sahte ilâhlarına yakıştırmışlardı. "Allah" ismini değiştirerek bu ismi "Lât"a vermişlerdi. "Aziz" ismini değiştirip onu "Uzzâ"ya takmışlardı. Âyeti kerime bu isimlerin yalnız Allah'a ait olduğunu belirtmektedir. Ve yalnız mü’minlerin hiçbir tahrife ve sapmaya yer vermeden bunlarla kendisine çağırmalarını, bu konuda sapmış ve saptırılmış bulunanları kendi hallerine bırakmalarını, onlara aldırmamalarını, onların içinde bulundukları sapıklığa iltifat etmemelerini emretmektedir. Çünkü onların işleri Allah'a havale edilmiştir. Bu hareketlerinden dolayı kendilerini bekleyen cezaya mutlaka çarptırılacaklardır. Aman Allah'ım, bu ne korkunç bir tehdit!...

 

Allah'ın isimlerinden eğriliğe sapanların kendi hallerine bırakılmasına ilişkin bu emir, sırf bu tarihi olayla ve Allah'ın isimlerini lafzı olarak değiştirip onları sahte ilâhlara yakıştırmakla sınırlı değildir. Bu emir bütün şekilleriyle her türlü yanlış adlandırmayı kapsamına alır. Ulûhiyet gerçeği konusundaki düşüncelerinde, ilhâda kalkışan, yani tahrif eden veya sapan herkesi kapsamına alır. Allah'ın çocuğu olduğunu iddia edenler, Allah'ın dilemesinin evrendeki tabiat kanunlarına bağlı olduğunu ileri sürenler, yüce Allah hiçbir şeye benzemediği halde O'nun işlerinin insanların işlerine benzer şekilde meydana geldiğini ileri sürenler, Yüce Allah'ın gökte yani evrenin düzenini idarede, insanları âhirette hesaba çekmede ilâh olduğunu kabul edip, O'nun yeryüzünde, yani insanların hayatlarında yasa koyamayacağını, hayatla ilgili konularda insanların ancak kendi akıllarıyla, deneyimleriyle ve menfaatleriyle bağdaşacak şekilde uygun gördüklerini yasa olarak belirleyeceklerini, bu konularda insanların kendi kendilerinin ilâhları olduklarını veya bir kısmının diğer bir kısmının ilâhları konumunda bulunduğunu söyleyenler ve buna (dilleriyle ifâde etmeseler de pratikleriyle) şahitlik yapanlar!.. Evet bunların hepsi, Allah'ın sıfatları ve ilâhlığının özellikleri konularında birer sapmadır. Buların hepsini aynı çerçevede görmek gerekir. Müslümanlar ise, bunların hepsinden yüz çevirmek ve onlara aldırmamakla yükümlüdürler. Bu sapık yakıştırmalara kalkışanlara gelince, onlar zâten yaptıklarına karşılık olarak Allah'ın cezasıyla tehdit edilmiş bulunmaktadırlar!

 

 

 

Karşıt Gruplar: Kur'an-ı Kerim'in akış seyri insanların bir kısmını oluşturan cehennemin yakıtı olan ve şu âyette: "Onların kalpleri var, fakat anlamazlar; gözleri var, fakat görmezler; kulakları var, fakat işitmezler"... sözü edilen kesimi açıkladıktan sonra, insan gruplarını açıklamaya geçiyor. İnsanların bir grubu bunlardır. Bir grup da, Allah'ın isimlerinde eğriliğe sapanlar ve onları tahrif edenlerdir. Sonra insanların içinden hakka sarılan, insanları gerçeğe çağıran, hak ile hükmeden ve ondan sapmayan bir kesim de vardır. Bunların tam karşısında yer alan, gerçeği inkâr eden ve Allah'ın âyetlerini yalan sayan bir grup da bulunmaktadır. Kur'an-ı Kerim birinci grubun varlıklarını kabul eder ve onların varlığını kuşku götürmeyen değişmez bir realite olarak gösterir. Bunlar, sapıklar haktan saptıklarında, insanlar gerçeği yalan saydıklarında hakkın bekçiliğini yapanlar ve ona bağlılıkta direnen kimselerdir. Diğerlerine gelince, Kur'an onların korkunç akıbetlerini açığa çıkarıyor ve Allah'ın onlara karşı çok çetin bir tuzak hazırladığını belirtiyor (Fi Zılâli’l Kur’an)

 

 

1-       Osman Çetin, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 118-122

2-       Bekir Topaloğlu, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 11, s. 404-418

3-       Ahmed Özalp, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 198-199

4-       Bekir Topaloğlu, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 23, s. 75-76

 

 

Esmâü’l-Hüsnâ Kavramıyla İlgili Âyet-i Kerimeler

 

A-   ESMÂÜ’L-HÜSNÂ İFÂDESİNİN GEÇTİĞİ ÂYETLER: Toplam 4 Yerde: 7/A’râf, 180; 17/İsrâ, 110; 20/Tâhâ, 8; 59/Haşr, 24.

 

B-   ALLAH LAFZININ GEÇTİĞİ ÂYETLER: Toplam 2697 Yerde; ALLAHUMME LAFZI: 5 Yerde

 

C-   ALLAH’IN İSİM VE SIFATLARINDAN BAZILARI

a-   En Güzel İsimler Allah'ındır. (Esmâü'l-Hüsnâ): 7/A'râf, 180; 17/İsrâ, 110; 20/Tâhâ, 8; 59/Haşr, 22-24; 87/A'lâ, 2.

b-   Allah'ın Adı Yücedir: 55/Rahmân, 78.

a-       Allah'ın İsimlerinde Aşırı Gitmekten Sakınmak: 7/A'râf, 180.

b-       Bütün Üstün Sıfatlar Allah'ındır: 16/Nahl, 60; 20/Tâhâ, 114; 30/Rûm, 27; 40/Mü'min, 15.

c-       Allah'ın Şânı Yücedir: 25/Furkan, 1, 10, 61; 36/Yâsin, 83; 42/Şûrâ, 4; 67/Mülk, 1.

d-       Allah, Büyük ve Yücedir: 31/Lokman, 30; 42/Şûrâ, 5, 51; 43/Zuhruf, 85; 45/Câsiye, 37; 59/Haşr, 23; 74/Müddessir, 3; 85/Bürûc, 15.

e-       Allah, Her Türlü Noksan Sıfatlardan Münezzehtir: 59/Haşr, 23.

f-        Allah, Azamet Sahibidir: 59/Haşr, 23.

g-       Allah, Mutlak Galiptir: 59/Haşr, 23-24; 61/Saff, 1; 63/Münâfıkun, 8; 64/Teğâbün, 18; 67/Mülk, 2.

h-       Allah, Her Şeyi Koruyup Gözetendir: 59/Haşr, 23.

i-         Allah, Emniyet Verendir: 59/Haşr, 23.

j-         Allah, Âfet ve Kederden Sâlimdir: 59/Haşr, 23.

k-       Allah, Şah Damarından Daha Yakındır: 56/Vâkıa, 85.

l-         Allah, Her Faâliyettedir: 55/Rahmân, 29.

m-      Allah, Hiçbir Şeye Muhtaç Değildir: 35/Fâtır, 15; 55/Rahmân, 29; 64/Teğâbün, 6; 112/İhlâs, 2.

n-       Allah, Doğurmaktan ve Doğurulmaktan Münezzehtir: 112/İhlâs, 3.

o-       Allah, Göklerin ve Yerin Nûrudur: 24/Nûr, 35-36.

p-       Allah, Çocuk Edinmekten Münezzehtir: 2/Bakara, 116; 4/Nisâ, 171; 6/En'âm, 100-101; 9/Tevbe, 31; 10/Yûnus, 68; 17/İsrâ, 111; 18/Kehf, 5; 19/Meryem, 35, 88-92; 21/Enbiyâ, 26; 23/Mü'minûn, 91; 25/Furkan, 2; 39/Zümer, 4.

q-       Allah, Ortak Koşulan Şeylerden Münezzehtir: 7/A'râf, 190; 9/Tevbe, 31; 10/Yûnus, 18; 16/Nahl, 1, 3; 17/İsrâ, 42-43, 111; 23/Mü'minûn, 92; 28/Kasas, 68; 30/Rûm, 40; 39/Zümer, 67; 52/Tûr, 43; 59/Haşr, 23.

r-        Allah, Her İşi İdare Eder: 13/Ra'd, 2; 32/Secde, 5-6.

s-       Allah Rahmândır: 1/Fâtiha, 1, 3; 2/Bakara, 163; 13/Ra'd, 30; 17/İsrâ, 110; 19/Meryem, 18, 26, 44-45, 58, 61, 69, 75, 78, 85, 87-88, 91-93, 96; 20/Tâhâ, 5, 90, 108-109; 21/Enbiyâ, 26, 36, 42, 112; 25/Furkan, 26, 59, 60, 63; 26/Şuarâ, 5; 27/Neml, 30; 36/Yâsin, 11, 15, 23, 52; 41/Fussılet, 2; 43/Zuhruf, 17, 19-20, 33, 36, 45, 81; 50/Kaf, 33; 55/Rahmân, 1; 59/Haşr, 22; 67/Mülk, 3, 19-20, 29; 78/Nebe', 37-38.

t-        Allah Rahîmdir: 1/Fâtiha, 1, 3; 2/Bakara, 37, 54, 128, 143, 160, 163, 173, 182, 192, 199, 218, 226; 3/Âl-i İmrân, 31, 89, 129; 4/Nisâ, 25; 5/Mâide, 3, 34, 39, 74, 98; 6/En'âm, 54, 145, 165; 7/A'râf, 153, 167; 8/Enfâl, 69-70; 9/Tevbe, 5, 27, 91, 99, 102, 104, 117-118, 128; 10/Yûnus, 107; 11/Hûd, 41, 90; 12/Yûsuf, 53, 98; 14/İbrâhim, 36; 15/Hıcr, 49; 16/Nahl, 7, 18, 47, 110, 115, 119; 22/Hacc, 65; 24/Nûr, 5, 20, 22-23, 62; 26/Şuarâ, 9, 68, 104, 122, 140, 159, 175, 191, 217; 27/Neml, 11, 30; 28/Kasas, 16; 30/Rûm, 5; 32/Secde, 6; 34/Sebe', 2; 36/Yâsin, 5, 58; 39/Zümer, 53; 41/Fussılet, 2, 58; 39/Zümer, 53; 41/Fussılet, 2, 32; 42/Şûrâ, 5; 44/Duhân, 42; 46/Ahkaf, 8; 49/Hucurât, 5, 12, 14; 52/Tûr, 28; 57/Hadîd, 9, 28; 58/Mücâdele, 12; 59/Haşr, 10, 22; 60/Mümtehine, 7, 12; 64/Teğâbün, 14; 66/Tahrîm, 1; 73/Müzzemmil, 20.

u-       Allah, Âlemlerin Rabbidir: 1/Fâtiha, 2; 2/Bakara, 131, 263; 5/Mâide, 28; 6/Enâm, 45, 71, 162; 7/A'râf, 54, 61, 67, 104, 121; 10/Yûnus, 10, 37; 13/Ra'd, 16; 19/Meryem, 65; 21/Enbiyâ, 19; 26/Şuarâ, 16, 23, 47, 77, 98, 109, 127, 145, 164, 180, 192; 27/Neml, 8, 44; 28/Kasas, 30; 32/Secde, 2; 37/Sâffât, 87, 182; 39/Zümer, 75; 40/Mü'min, 64-66; 41/Fussılet, 9, 42; 43/Zuhruf, 46; 44/duhân, 7-8; 45/Câsiye, 36; 55/Rahmân, 17; 56/Vâkıa, 80; 59/Haşr, 16, 23; 69/Haakka, 43; 70/Meâric, 40; 73/Müzzemmil, 9; 78/Nebe', 37; 81/Tekvîr, 29; 83/Mutaffifîn, 6.

 

D-   ALLAH’IN SIFATLARI

D1- ALLAH’IN ZÂTÎ SIFATLARI (ZÂTININ SIFATLARI)

b-   Vücûd; Allah Vardır: 6/En’âm, 75-79; 12/Yûsuf, 105; 27/Neml, 59-64; 28/Kasas, 71-72; 29/Ankebût, 61, 63; 57/Hadîd, 3; 67/Mülk, 19, 30.

c-    Kıdem; Allah Ezelîdir, Evveli Yoktur: 57/Hadîd, 3, 2/Bakara, 255.

d-   Beka; Allah Ebedîdir, Sonu Yoktur: 2/Bakara, 255; 25/Furkan, 58; 28/Kasas, 88; 55/Rahmân, 26-27; 57/Hadîd, 3.

e-  Vahdâniyet; Allah Birdir, O’ndan Başka Tanrı Yoktur: 2/Bakara, 163, 255; 3/Âl-i İmrân, 2, 6, 18; 4/Nisâ, 87, 171; 6/En’âm, 10, 102; 9/Tevbe, 31; 11/Hûd, 14; 13/Ra’d, 16, 30; 16/Nahl, 22, 51; 17/İsrâ, 42-43; 20/Tâhâ, 8, 98; 21/Enbiyâ, 22-25; 23/Mü’minûn, 91, 116; 28/Kasas, 70, 88; 35/Fâtır, 3; 37/Sâffât, 1-5; 38/Sâd, 65-66; 39/Zümer, 4, 6; 40/Mü’min, 3, 16, 62, 65; 41/Fussılet, 6; 43/Zuhruf, 84; 44/Duhân, 8; 59/Haşr, 22-23; 64/Teğâbün, 13; 73/Müzzemmil, 9; 112/İhlâs, 1. 

f-  Muhâlefetü’n li’l-Havâdis; Allah, Yaratılanların Hiçbirine Benzemez: 42/Şûrâ, 11; 112/İhlâs, 4; 2/Bakara, 22; 6/En’âm, 101; 19/Meryem, 65.

g-   Kıyam bi-Nefsihî; Allah Kendi Varlığı ile Vardır: 2/Bakara, 255.

 

D2- ALLAH’IN SÜBÛTÎ SIFATLARI (VARLIĞININ SIFATLARI)

a-    Hayat; Allah Diridir: 2/Bakara, 255; 3/Âl-i İmrân, 2.

b-   İlim; Allah, Her Şeyi Bilir: 2/Bakara, 29, 33, 231, 244, 255-256, 282; 3/Âl-i İmrân, 5, 29; 4/Nisâ, 24, 111; 5/Mâide, 7, 99; 6/En’âm, 3, 13, 59, 73, 101; 11/Hûd, 5; 13/Ra’d, 8-10; 14/İbrâhim, 38; 16/Nahl, 19, 23; 20/Tâhâ, 7, 98, 111; 21/Enbiyâ,  110; 22/Hacc, 70, 76; 23/Mü’minûn, 92; 26/Şuarâ, 220; 27/Neml, 6; 28/Kasas, 69; 29/Ankebût, 45, 52, 61; 31/Lokman, 16, 23, 34; 32/Secde, 6; 33/Ahzâb, 1; 34/Sebe’, 1-2; 35/Fâtır, 38, 44; 36/Yâsin, 81; 39/Zümer, 7, 46; 40/Mü’min, 3, 19, 65; 41/Fussılet,  47; 42/Şûrâ, 17, 24-25; 43/Zuhruf, 84; 48/Feth, 4; 49/Hucurât, 1, 8, 13; 57/Hadîd, 3-4, 6; 58/Mücâdele, 7; 59/Haşr, 22; 64/Teğâbün, 4, 11, 18; 66/Tahrîm, 2; 67/Mülk, 13-14; 76/Ensan, 30.

c-   İrâde; Allah, Dilediğini Yapar: 2/Bakara, 185, 253; 3/Âl-i İmrân, 26, 40; 5/Mâide, 1; 11/Hûd, 107; 14/İbrâhim, 27; 22/Hacc, 14, 18; 24/Nûr, 45; 28/Kasas, 68; 30/Rûm, 54; 42/Şûrâ, 49; 85/Bürûc, 16; 68/Kalem, 17-19; 18/Kehf, 23-24.

d-   Semî'; Allah, Her Şeyi İşitir: 2/Bakara, 127, 137, 181, 224, 227, 244, 256; 3/Âl-i İmrân, 34-35, 38, 121; 4/Nisâ, 58, 134, 148; 5/Mâide, 76; 6/En'âm, 13, 115; 7/A'râf, 200; 8/Enfâl, 17, 42, 53, 61; 9/Tevbe, 98, 103; 10/Yûnus, 65; 11/Hûd, 24; 12/Yûsuf, 34; 14/İbrâhim, 39; 17/İsrâ, 1; 21/Enbiyâ, 4; 22/Hacc, 61, 75; 24/Nûr, 21, 60; 26/Şuarâ, 220; 29/Ankebût, 5, 60; 31/Lokman, 28; 34/Sebe', 50; 40/Mü'min, 20, 56; 41/Fussılet, 36; 42/Şûrâ, 11; 44/Duhân, 6; 49/Hucurât, 1; 58/Mücâdele, 1; 76/İnsan, 2.

e-    Basar; Allah, Her Şeyi Görür: 2/Bakara, 96, 110, 233, 237, 265; 3/Âl-i İmrân, 15, 20, 156, 163; 4/Nisâ, 58, 134; 5/Mâide, 71; 6/En'âm, 50; 7/Enfâl, 39, 72; 11/Hûd, 24, 112; 12/Yûsuf, 93, 96; 13/Ra'd, 16; 17/İsrâ, 1, 17, 30, 96; 20/Tâhâ, 35, 125; 22/Hacc, 61, 75; 25/Furkan, 20; 31/Lokman, 28; 33/Ahzâb, 9; 34/Sebe', 11; 35/Fâtır, 19, 31, 45; 40/Mü'min, 20, 44, 56, 58; 41/Fussılet, 40; 42/Şûrâ, 11, 27; 48/Feth, 24; 49/Hucurât, 18; 57/Hadîd, 4; 58/Mücâdele, 1; 60/Mümtehine, 3; 64/Teğâbün, 2; 67/Mülk, 19; 76/İnsan, 2; 84/İnşikak, 15.

f-   Kelâm; Allah, Söyler ve Konuşur: 2/Bakara, 37, 77, 124; 4/Nisâ, 164; 6/En'âm, 34, 115; 7/A'râf, 158; 9/Tevbe, 6; 18/Kehf, 27, 109; 31/Lokman, 27.

      Allah'ın Kelâmı ve Kelimeleri: 2/Bakara, 37, 124; 3/Âl-i İmrân, 39, 45; 4/Nisâ, 171; 6/En'âam, 34, 115; 7/A'râf, 137, 158; 8/Enfâl, 7; 9/Tevbe, 40; 10/Yûnus, 19, 33, 64, 82, 96; 11/Hûd, 110, 119; 18/Kehf, 27, 109; 20/Tâhâ, 129; 31/Lokman, 27; 37/Sâffât, 171, 40/Mü'min, 6; 41/Fussılet, 45, 42/Şûrâ, 14, 24; 66/Tahrîm, 12.

g-   Kudret; Allah'ın Her Şeye Gücü Yeter: 2/Bakara, 20, 106, 109, 148, 259, 284; 3/Âl-i İmrân, 26, 29, 65, 189; 4/Nisâ, 133, 149; 5/Mâide, 17, 19, 40, 120; 6/En'âm, 17, 37, 41, 65; 8/Enfâl, 41; 9/Tevbe, 39; 11/Hûd, 4; 16/Nahl, 70, 77; 17/İsrâ, 99; 22/Hacc, 6, 39; 23/Mü'minûn, 18; 24/Nûr, 45; 25/Furkan, 54; 29/Ankebût, 20; 30/Rûm, 54; 33/Ahzâb, 27; 35/Fâtır, 1, 44,; 36/Yâsin, 81; 41/Fussılet, 39; 42/Şûrâ, 9, 29, 50; 46/Ahkaf, 33, 48/Feth, 21, 57/Hadîd, 2; 59/Haşr, 6; 60/Mümtehine, 7; 64/Teğâbün, 1; 65/Talak, 12; 66/Tahrîm, 8; 67/Mülk, 1; 70/Meâric, 40; 75/Kıyâme, 4, 40; 77/Mürselât, 23; 86/Târık, 8.

h-    Tekvîn; Allah, Yaratıcıdır: 2/Bakara, 28-29, 117; 3/Âl-i İmrân, 47; 5/Mâide, 17; 6/En'âm, 73, 95, 101-102; 7/A'râf, 54; 10/Yûnus, 31; 13/Ra'd, 16; 15/Hıcr, 86; 16/Nahl, 40; 17/İsrâ, 99; 19/Meryem, 35; 23/Mü'minûn, 17; 24/Nûr, 45; 28/Kasas, 68; 29/Ankebût, 61, 63; 30/Rûm, 27, 40, 54; 31/Lokman, 28; 32/Secde, 7; 35/Fâtır, 1; 36/Yâsin, 81-82; 39/Zümer, 62; 49/Mü'min, 62, 68; 42/Şûrâ, 49; 54/Kamer, 49-50; 56/Vâkıa, 57-59, 63-65, 68-73; 59/Haşr, 24; 64/Teğâbün, 2.

      Yaratan Yalnız Allah'tır: 6/En'âm, 102; 13/Ra'd, 16; 15/Hıcr, 28; 23/Mt'minûn, 17; 35/Fâtır, 3; 38/Sâd, 71; 39/Zümer, 62; 40/Mü'min, 62; 59/Haşr, 24.

      Allah'ın "Kün -Ol-" Emri: 6/En'âm, 73; 16/Nahl, 40; 19/Meryem, 35; 36/Yâsin, 82; 40/Mü'min, 68.

 

E-  ALLAH’I NOKSAN SIFATLARDAN TENZİH ETMEK: 2/Bakara, 116; 4/Nisâ, 40, 171; 6/En’âm, 100, 102, 136, 144; 7/A’râf, 54; 9/Tevbe, 31; 10/Yûnus, 18; 11/Hûd, 101; 14/İbrâhim, 30; 16/Nahl, 1, 3, 57; 17/İsrâ, 43, 108, 111; 19/Meryem, 35; 21/Enbiyâ, 17-18, 22, 26, 87; 23/Mü’minûn, 91-92, 116-117; 26/Şuarâ, 209; 27/Neml, 8, 61, 64; 30/Rûm, 9; 36/Yâsin, 83; 37/Sâffât, 159, 180; 39/Zümer, 4-5, 66-67; 40Mü’min, 64; 43/Zuhruf, 15-16, 76, 81-82; 50/Kaf, 29, 38; 52/Tûr, 43; 55/Rahmân, 78; 59/Haşr, 23; 69/Haakka, 52; 87/A’lâ, 1; 112/İhlâs, 3-4.  

 

F-  ALLAH’IN RAHMETİ

a-   Allah'ın Rahmeti: 2/Bakara, 64, 207, 218; 3/Âl-i İmrân, 107; 4/Nisâ, 83, 113; 6/En'âm, 12, 16, 133, 147, 154, 157; 7/A'râf, 63; 11/Hûd, 28, 43, 63, 73, 119; 12/Yûsuf, 53; 17/İsrâ, 100; 18/Kehf, 16, 58, 65, 82, 98; 19/Meryem, 2, 21, 50, 53; 21/Enbiyâ, 75, 84, 86; 24/Nûr, 10, 14, 20-21; 28/Kasas, 73; 30/Rûm, 21; 33/Ahzâb, 17; 35/Fâtır, 2; 36/Yâsin, 44-45; 38/Sâd, 9, 43; 39/Zümer, 38; 40/Mü'min, 9; 43/Zuhruf, 32; 67/Mülk, 28.

b-  Allah, Dilediğine Rahmet Eder: 2/Bakara, 105; 3/Âl-i İmrân, 74; 12/Yûsuf, 56; 29/Ankebût, 21; 42/Şûrâ, 8; 48/Feth, 25; 76/İnsan, 31.

c-  Allah'ın Mü'minlere Rahmeti: 2/Bakara, 157, 178; 4/Nisâ, 175; 6/En'âm, 54; 7/A'râf, 52, 72, 154; 9/Tevbe, 21, 71; 11/Hûd, 58, 66, 94; 33/Ahzâb, 43; 44/Duhân, 42; 45/Câsiye, 30; 57/Hadîd, 13.

d-   Allah'ın Rahmetini İstemek: 2-Bakara, 218, 286; 3/Âl-i İmrân, 8, 159; 7/A'râf, 23, 149, 151; 10/Yûnus, 86; 17/İsrâ, 24, 28, 57; 18/Kehf, 10; 21/Enbiyâ, 83; 23/Mü'minûn, 109, 118; 27/Neml, 19; 39/Zümer, 9; 40/Mü'min, 7.

e-   Allah, Kendisine İtaat Edene Rahmet Eder: 3/Âl-i İmrân, 132; 24/Nûr, 56.

f-   Allah, Kendi Yolunda Savaşanlara Rahmet Eder: 3/Âl-i İmrân, 157; 4/Nisâ, 96.

g-  Allah, Kendisinden Korkanlara Rahmet Eder: 6/En'âm, 155; 49/Hucurât, 10; 57/Hadîd, 28.

h-   Allah, İyilik Yapanlara Rahmet Eder: 7/A'râf, 56.

i-    Allah, Kur'an Okuyana Rahmet Eder: 7/A'râf, 204.

k-   Allah, İnfak Edenlere Rahmet Eder: 9/Tevbe, 99.

l-    Allah, Tevbe Edenlere Rahmet Eder: 17/İsrâ, 8, 54; 27/Neml, 46.

m-  Allah'ın Rahmeti Boldur: 3/Âl-i İmrân, 73; 7/A'râf, 156; 10/Yûnus, 58; 35/Fâtır, 2; 57/Hadîd, 9.

n-   Allah'ın Rahmeti Dünyada Herkesi Kuşatır: 7/A'râf, 156.

o-   Allah, Âhirette Kâfirlere Rahmet Etmez: 7/A'râf, 49.

p-   Yağmur Rahmettir: 7/A'râf, 57; 25/Furkan, 48; 27/Neml, 63; 30/Rûm, 46, 50; 42/Şûrâ, 28.

r-   Kur'an Rahmettir: 7/A'râf, 203; 10/Yûnus, 57-58; 12/Yûsuf, 111; 16/Nahl, 64, 89; 17/İsrâ, 82; 27/Neml, 77; 28/Kasas, 86; 29/Ankebût, 51; 31/Lokman, 3; 44/Duhân, 6; 45/Câsiye, 20.

s-   Peygamberimiz Rahmettir: 9/Tevbe, 61, 128; 21/Enbiyâ, 107; 28/Kasas, 46; 44/Duhân, 6.

t-   Allah'ın Rahmetine Vesile Aramak: 5/Mâide, 35; 17/İsrâ, 57.

u-   Allah'ın Rahmetinden Ümit Kesmemek: 12/Yûsuf, 87; 15/Hıcr, 55-56; 39/Zümer, 53.

v-   Allah'ın Rahmetinden Ümit Kesenler: 12/Yûsuf, 87; 15/Hıcr, 56; 29/Ankebût, 23; 41/Fussılet, 49.

y-   Allah'ın Rahmetini İnkâr (Nankörlük) Etmek: 10/Yûnus, 21; 11/Hûd, 9; 23/Mü'minûn, 75; 30/Rûm, 33, 36; 41/Fussılet, 50; 42/Şûrâ, 48.

 

G-  ALLAH’IN TASARRUFU

a-   Allah, Her İşi İdare Eder: 13/Ra'd, 2; 32/Secde, 5-6.

b-   Allah Dilediği Gibi Tasarruf Eder: 39/Zümer, 62.

c-   Göklerin ve Yerin Tasarrufu Allah'ındır: 2/Bakara, 107; 3/Âl-i İmrân, 189; 5/Mâide, 40; 9/Tevbe, 116; 24/Nûr, 42; 25/Furkan, 2; 36/Yâsin, 83; 39/Zümer, 62-63; 42/Şûrâ, 49; 43/Zuhruf, 85; 45/Câsiye, 27; 48/Feth, 27; 57/Hadîd, 2, 5; 85/Bürûc, 9.

 

H-  ALLAH’IN SÜNNETİ (İLÂHÎ KANUN)

      Allah'ın Sünnetinde Hiçbir Değişme Olmaz: 8/Enfâl, 38; 15/Hıcr, 13; 17/İsrâ, 77; 18/Kehf, 55; 33/Ahzâb, 38, 62; 35/Fâtır, 43; 40/Mü'min, 85; 48/Feth, 23.

 

İ-   ALLAH’IN VAADİ (SÖZÜ)

a-  Allah'ın Vaadi Haktır, Gerçektir: 4/Nisâ, 122, 10/Yûnus, 4, 55; 14/İbrâhim, 22; 18/Kehf, 21, 98; 28/Kasas, 13; 30/Rûm, 60; 31/Lokman, 9, 33; 35/Fâtır, 5; 40/Mü'min, 55, 77; 45/Câsiye, 32; 46/Ahkaf, 17.

b-   Allah, Vaadinden Dönmez: 3/Âl-i İmrân, 9, 194; 13/Ra'd, 31; 14/İbrâhim, 47; 30/Rûm, 6; 39/Zümer, 20.

c-  Allah'ın Mü'minlere Vaadi: 2/Bakara, 268; 3/Âl-i İmrân, 194; 4/Nisâ, 95; 5/Mâide, 9; 7/A'râf, 44; 9/Tevbe, 72, 111; 13/Ra'd, 35; 19/Meryem, 61; 24/Nûr, 55; 25/Furkan, 15; 28/Kasas, 61; 39/Zümer, 74; 40/Mü'min, 8; 46/Ahkaf, 16; 47/Muhammed, 15; 48/Feth, 20, 29; 57/Hadîd, 10.

d-   Allah'ın Kâfirlere Vaadi: 9/Tevbe, 68; 34/Sebe', 30; 36/Yâsin, 52, 63; 43/Zuhruf, 42; 46/Ahkaf, 16.

 

K- ALLAH'IN ÖLDÜRMESI: 2/Bakara, 28, 258; 3/Âl-i İmrân, 27, 156; 6/En'âm, 2, 95; 7/A'râf, 158; 9/Tevbe, 116; 10/Yûnus, 31, 56; 15/Hıcr, 23; 16/Nahl, 70; 22/Hacc, 66; 23/Mü'minûn, 80; 30/Rûm, 19, 27, 40; 40/Mü'min, 68; 44/Duhân, 8; 45/Câsiye, 26; 50/Kaf, 43; 53/Necm, 44; 56/Vâkıa, 60; 57/Hadîd, 2.

 

L-   ALLAH’IN DİRİLTMESİ: 2/Bakara, 28, 72-73, 258-260; 3/Âl-i İmrân, 27, 156: 6/En'âm, 95; 7/A'râf, 158; 9/Tevbe, 116; 10/Yûnus, 31, 56; 15/Hıcr, 23; 22/Hacc, 5, 6, 66; 23/Mü'minûn, 80; 30/Rûm, 19, 27, 40; 31/Lokman, 28; 36/Yâsin, 12, 78-79; 40/Mü'min, 57, 68; 42/Şû'â, 9; 44/Duhân, 8; 45/Câsiye, 26; 46/Ahkaf, 33; 50/Kaf, 15, 43; 53/Necm, 44, 47; 56/Vâkıa, 60-61; 57/Hadîd, 2; 71/Nûh, 18; 75/Kıyâme, 3-4; 79/Nâziât, 27.

 

M-  ALLAH’IN AZÂBI

a-   Allah, Dilediğine Azap Eder: 2/Bakara, 284; 3/Âl-i İmrân, 129; 5/Mâide, 18, 40; 7/A'râf, 156; 17/İsrâ, 54; 29/Ankebût, 21, 25; 48/Feth, 14.

b-   Allah'ın Azâbı Şiddetli ve Çetindir: 2/Bakara, 165, 196; 3/Âl-i İmrân, 181; 4/Nisâ, 56, 173; 5/Mâide, 2, 98; 14/İbrâhim, 7; 15/Hıcr, 50; 17/İsrâ, 57; 20/Tâhâ, 127; 22/Hacc, 2; 35/Fâtır, 7; 40/Mü'min, 3; 59/Haşr, 7; 85/Bürûc, 25-26; 89/Fecr, 25.

c-   Allah'ın Azâbı Zâlimler, Münâfıklar, Kâfirler ve Müşrikler İçindir: 2/Bakara, 7, 10, 49, 86, 90, 96, 104, 114, 126, 162, 165-166, 174; 3/Âl-i İmrân, 4, 21, 56,77, 88, 91, 105, 106, 128, 176-178, 181, 188; 4/Nisâ, 14, 37, 93, 102, 138, 151, 161; 5/Mâide, 33, 36-37, 41, 73, 80, 94; 6/En'âm, 30, 49, 70, 93, 126, 157; 7/A'râf, 39, 141, 165, 167; 8/Enfâl, 14, 35, 50; 9/Tevbe, 3, 34, 55, 61, 68, 74, 79, 85, 90, 101; 10/Yûnus, 4, 52, 54, 70, 88, 97; 14/İsrâhim, 6, 17, 22; 16/Nahl, 58, 88, 94, 104, 106, 113, 117; 17/İsrâ, 10; 22/Hacc, 2, 4, 9, 18, 22, 57; 24/Nûr, 11, 23; 27/Neml, 5; 33/Ahzâb, 8, 24, 57, 73; 34/Sebe', 8; 35/Fâtır, 7; 38/Sâd, 26; 39/Zümer, 71; 42/Şûrâ, 26, 42; 43/Zuhruf, 65, 74; 48/Feth, 6; 58/Mücâdele, 4-5, 15; 76/İnsan, 31; 84/İnşikak, 24.

d-   Allah'ın Azaptan Koruması İçin Duâ: 2/Bakara, 201; 3/Âl-i İmrân, 16, 191-192; 25/Furkan, 65.

 

N-  ALLAH’IN HESABI (HESAP SORMASI)

      Allah, Hesabı Çabuk Görendir: 2/Bakara, 202; 3/Âl-i İmrân, 19, 199; 5/Mâide, 4; 13/Ra'd, 41; 14/İbrâhim, 51; 24/Nûr, 39; 40/Mü'min, 17.

 

O-   ALLAH’IN RIZÂSI: 2/Bakara, 207, 265; 3/Âl-i İmrân, 15, 162, 174; 4/Nisâ, 114; 5/Mâide, 2, 16, 119; 9/Tevbe, 21, 72, 100, 109; 19/meryem, 6, 55; 20/Tâhâ, 109; 27/Neml, 19; 39/Zümer, 7; 46/Ahkaf, 15; 48/Feth, 18, 28-29; 53/Necm, 26; 57/Hadîd, 20, 27; 58/Mücâdele, 22; 59/Haşr, 8; 60/Mümtehine, 1; 89/Fecr, 28; 92/Leyl, 22; 98/Beyyine, 8.

 

Ö-  ALLAH’IN FAZLI: 2/Bakara, 64, 105, 198, 243, 251, 268; 3/Âl-i İmrân, 74, 152, 170, 174, 180; 4/Nisâ, 32, 70, 73, 83, 113; 5/Mâide, 2, 54; 8/Enfâl, 29; 10/Yûnus, 58, 60; 11/Hûd, 3; 12/Yûsuf, 38; 17/İsrâ, 12; 24/Nûr, 10, 14, 20-21; 27/Neml, 16, 40, 73; 30/Rûm, 45-46; 33/Ahzâb, 47; 35/Fâtır, 12, 30, 35; 40/Mü'min, 61; 42/Şûrâ, 22, 26; 44/Duhân, 57; 45/Câsiye, 12; 48/Feth, 29; 49/hucurât, 8; 57/Hadîd, 21, 29; 59/Haşr, 8; 62/Cum'a, 4, 10. 

 

P-  RAB İSMİYLE İLGİLİ ÂYET-İ KERİMELER

a-   Herşeyin Rabbı (Terbiye Eden, Besleyen, Rızık Veren) Allah'tır:  Fatiha, 1 ; Bakara, 22, 126, 131 ; Âl-i İmran, 37 ; En'am, 164 ; Yunus, 31-32 ; Yusuf, 100 ; İbrahim, 37 ; Nahl, 53-54 ; İsra, 30, 66 ; Ta-ha, 49-50 ; Şuara, 77-83.

b-  Rabb, Her şeye Gerçek Anlamda Sahip ve Maliktir: Bakara, 139, 258, 286 ; Nisa, 17 ; A'raf, 155 ; Tevbe, 129 ; Hud, 107.

c-   Rabb, Kendisine Kulluk Edilecek Yegâne Varlıktır: Bakara, 21, 112, 127, 128 ; Âl-i İmran, 64, 79, 80 ; Maide, 72 ; En'am, 106 ; A'raf, 3 ; Yusuf, 23, 41, 42 ; Nahl, 86 ; İsra, 23 ; Kehf, 110 ; Meryem, 34 ; Fecr, 15-16.

d-   Rabb, İnsanları Huzurunda Toplayacaktır: Âl-i İmran, 9 ; En'am, 30, 51 ; Secde, 10, 11, 12 ; Sebe', 26 ; Mutaffifin, 6 ; İnfitar, 6 ; İnşikak, 6.

e-   Rabb, İlâhî Nizamıyla İnsanları Gerçeğe Ulaştırır: Bakara, 37, 129 ; Âl-i İmran, 8.

f-   Yalnız Rabbımıza İtaat Edilmelidir: En'am, 114, 115 ; A'raf, 33 ; Tevbe, 31.

g-   Rabbımız, Her şeyi Yaratan ve Yöneten Allah'tır: Âl-i İmran, 191 ; Nisa, 1 ; En'am, 133 ; A'raf, 54 ; Yunus, 3, 39 ; Yusuf, 101 ; Ra'd, 16 ; Hicr, 86 ; Kehf, 14, 36-38 ; Enbiya, 56 ; Faatır, 13 ; Saad, 66 ; Mü'min, 64 ; Alak, 1-5 ; Adiyat, 6.     

   

  R- İLÂH KELİMESİNİN GEÇTİĞİ ÂYETLER (Toplam 147 yerde):  2/Bakara, 133, 133, 133, 163, 163, 163, 255;  3/Âl-i İmrân, 2, 6, 18, 62;  4/Nisâ, 87, 171; 5/Mâide, 73, 73, 116;  6/En’âm, 19, 19, 46, 74, 102, 106;  7/A’râf, 59, 65, 73, 85, 127, 138, 138, 140, 158;  9/Tevbe, 31, 31, 129; 10/Yûnus, 90, 11/Hûd, 14, 50, 53, 54, 61, 84, 101; 13/Ra’d, 30, 14/İbrâhim, 52; 15/Hicr, 96; 16/Nahl, 2, 22, 22, 51, 51; 17/İsrâ, 22, 39, 42; 18/Kehf, 14, 15, 110, 110; 19/Meryem, 46, 81; 20/Tâhâ, 8, 14, 88, 88, 97, 98, 98; 21/Enbiyâ, 21, 22, 24, 25, 29, 36, 43, 59, 62, 68, 87, 99, 108, 108; 22/Hacc, 34, 34; 23/Mü’minûn, 23, 32, 91, 91, 116, 117; 25/Furkan, 3, 42, 43, 68; 26/Şuarâ, 29, 213; 27/Neml, 26, 60, 61, 62, 63, 64; 28/Kasas, 38, 38, 70, 71, 72, 88, 88; 25/Fâtır, 3; 29/Ankebût, 46, 46; 36/Yâsin, 23, 74; 37/Sâffât, 4, 35, 36, 86, 91; 38/Sâd, 5, 5, 6, 65; 39/Zümer, 6, 40/Mü’min, 3, 37, 62, 65; 41/Fussılet, 6, 6; 43/Zuhruf, 45, 58, 84, 84; 44/Duhân, 8; 45/Câsiye, 23; 46/Ahkaf, 22, 28; 47/Muhammed, 19; 50/Kaf, 26; 51/Zâriyât, 51; 52/Tûr, 43; 59/Haşr 22, 23; 64/Teğâbün, 13; 71/Nûh, 23; 73/Müzzemmil, 9; 114/Nâs, 3.  

 

S-   ALLAH’TAN BAŞKA İLÂH YOKTUR: 2/Bakara, 163, 255; 3/Âl-i İmrân, 2, 6, 18, 62; 4/Nisâ, 87, 171; 5/Mâide, 73; 6/En'âm, 19, 102, 106; 14/İbrâhim, 52; 16/Nahl, 22, 51; 20/Tâhâ, 8, 14; 22/Hacc, 34; 23/Mü'minûn, 116; 27/Neml, 26; 28/Kasas, 70, 88; 37/Sâffât, 4.

   

 

Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar

 

1.          Esmâ-i hüsnâ Allah'ın Güzel İsimleri, Alâddin Başar, Zafer Y. 2. Bs .İst. 2002

2.          Esmâu’l Hüsnâ Şerhi, Ali Osman Tatlısu, Yağmur Y. İst. 1984/Seha Neşriyat

3.          Âyet ve Hadislerle El-Esmâü’l Hünsâ, İzzeddin Cemel, Ravza Y., 2. Baskı, İst. 2000

4.          Esmâü’l-Hüsnâ Şerhi, Mustafa Necati Bursalı, Erhan Y. İst. 1997

5.          Esmâü’l-Hüsnâ, Afifüddin Süleyman et-Tilmisanî, İnsan Y. İst. 1996

6.          Esmâ-i Hüsnâ Şerhi, Said el-Kahtanî, Terc. Ahmet İyibildiren, Uysal Kitabevi Y. 2. bs, Konya, 1997

7.          O’nun Güzel İsimleri, M. Nusret Tura, İnsan Y. İst. 1997, 2. Bs.

8.          Esmâ-i Hüsnâ Allah'ın İsimleri, Metin Yurdagür, Marifet Y. İst. 1996

9.          İsm-i Âzam (Esmâü’l-Hüsnâ), Ali Büyükçapar, İnsan Saati Y. Kahramanmaraş, 1999

10.       el-Esmâü'l-Husnâ Şerhi, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. İst. 2000

11.       El-Esmâu’l-Husnâ Allah’ın Güzel İsimleri (El-Câmiu Li-Esmâillâhi’l-Husnâ), İbn Kayyim el-Cevziye, İmam el-Kurtubî, Allâme es-Sa’dî,  İbn Kesir, Beyhakî, Çeviren M. Ali Kara, Karınca Y., İst. 2004

12.       Esmâullahi’l-Hüsnâ, İbn Kayyim el-Cevziyye, Çevirenler: Hanifi Akın-Muhittin Korkmaz

13.       Esmâü’l-Husnâ, Feyzullah Birışık,  Karınca Y.

14.       99 Esmâ-i Hüsnâ'dan Esintiler, Sadettin Kaplan, Marifet Y. İst. 1998

15.       Esmâi Hüsnâ: Hikmeti, Fazileti ve Esrarı, Arif Pamuk, Pamuk Y.

16.       Esmâ-ül Hüsnâ Türkçe-İngilizce, Abdülmecit Yıldız, Ferşat Y.

17.       Esmâül Hüsnâ Şerhi, İmam Gazali, Terc. Yaman Arıkan, Merve Yay. Paz.

18.       Âyetlerle Esmâül-Hüsnâ, Said Köşk, Anahtar Yayıncılık

19.       Allah’ın İsimleri, Harun Yahya, Vural Y.

20.       Emâ-i Hüsnâ, Yusuf Tavaslı, Tavaslı Y. 

21.       Türk Edebiyatında Manzum Esmâü’l-Hüsnâlar, Halil ibrahim Şe­ner, doktora  tezi, 1985, İzmir Dokuz Eylül üniversitesi Sosyal Bilimler  Enstitüsü

22.       Gök Tanrının Sıfatlarına Esmâül-Hüsnâ Açısından Bakış, Sait Başer, Kubbealtı Neşriyat

23.       T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, (Bekir Topaloğlu,) T.D.V.  Y., c. 11, s. 404-418; 9/ 471-503; 23/75-76

24.       Şâmil İslâm Ansiklopedisi (Osman Çetin), Şamil Y., c. 2, s. 118-122; 3/198-199; 1/112-123

25.       Kur'an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 5,  s. 513-521; c. 2, s. 180-236

26.       Kur'ân-ı Kerim Allah'ı Nasıl Tanıtıyor? Veli Ulutürk, Nil Y. İzmir, 1994

27.       Kur’an’da Ülûhiyet, Suad Yıldırım, Kayıhan Y., İstanbul 1987, s. 43-44, 52 55, 59, 61, 63-82

28.       İslâm'da Allah İnancı, Said Havva, Hilâl Y. İst. 1980, 2. Bs.

29.       İslâm İnancında Allah’a İnanmak, Said Havva, Petek Y.

30.       Allah'ın Varlığı (İsbât-ı Vâcib), Bekir Topaloğlu, DİB Y. Ank. 1979, 2. Bs.

31.       Allah’ı Arayış, Hâris el-Muhâsibî, İlke Y.

32.       Allah’ı Tanımak ve Anlamak, Turhan Temizer, Alem Y. İst. 1991

33.       İslâm’da Allah İnancı, Said Havva, Petek Y.

34.       Kütüb-i Sitte: 1: 335; 2: 246-248; 4: 99-101, 221-222, 225;  6. 364, 373-374, 424, 521, 531; 7: 8, 27-28, 313, 517; 8: 6-7, 80-81;  9: 11-12, 203-204, 549; 10: 19, 138-140, 155-156, 191-194, 284-294; 11: 454;  12: 10, 126-127, 269, 288, 400, 549-550;  13: 261-262; 14: 16, 66, 381-382, 428, 469-472; 15: 523-524; 16: 127-128, 319, 323-327, 362-363, 536; 17: 15-16, 136, 236, 239, 259, 348, 352, 363, 507-509, 563, 567, 583-586, 591, 596, 605-605