48/Fetih, 10; Kavram, 202
·
Bey’at; Anlam ve Mâhiyeti
·
Akabe Bey’atleri
·
Bey’atu’r-Rıdvân
·
Tasavvufta Bey’at Anlayışı
·
Kur’ân-ı Kerim’de Bey’at Kavramı
·
Hadis-i Şeriflerde Bey’at Kavramı
·
Bey’at’le İşbaşına Gelen
İslâm Devlet Başkanı: Halife
·
Halifenin
Görevleri
·
Râşid
Halifeler
·
İmam ve İmâmet-i Kübrâ
·
İmâmet Sisteminin Temel
Özellikleri
·
İmâmetin Önemi
·
Zâlim ve Fâsığın İmâmeti
·
Zâlim ve Fâsık İmama
Karşı Kıyam Hakkı
·
Tefsirlerden
İktibaslar
بِسْمِ
اللهِ
الرَّحْمنِ
الرَّحيم
إِنَّ
الَّذِينَ
يُبَايِعُونَكَ
إِنَّمَا
يُبَايِعُونَ
اللَّهَ يَدُ
اللَّهِ
فَوْقَ
أَيْدِيهِمْ
فَمَن
نَّكَثَ
فَإِنَّمَا
يَنكُثُ
عَلَى نَفْسِهِ
وَمَنْ
أَوْفَى
بِمَا
عَاهَدَ عَلَيْهُ
اللَّهَ
فَسَيُؤْتِيهِ
أَجْراً عَظِيماً
“Muhakkak ki sana biat edenler ancak Allah’a biat
etmektedirler. Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa,
ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah’a verdiği ahde vefâ gösterirse
Allah ona büyük bir mükâfat verecektir.” (48/Fetih, 10)
Bey’at/Biat Nedir? “Biat”in aslı, satmak, satın almak anlamına
gelen bey’ masdarıdır. “Biat”, yöneticiliği birine vermek, bir kimsenin
yöneticiliğini benimsemek demektir. Kavram olarak
‘biat’, müslümanların devlet başkanını (veliyyü’l-emr’i) seçme, belirleme ve İslâmî hükümlere uygun işlerde
ona bağlılık göstermedir. Müslümanların içerisinden çıkan ehl-i hal ve’l akd
(müslümanların işlerini görmek üzere seçilen yetkili şûra -danışma topluluğu-)
tarafından tesbit edilen bir imama (halifeye ) itaat ve bağlılık sözüdür.
Bey’, yani alım-satım;
bir değer karşılığında bir değeri vermek demektir. Araplar önceden alış-verişlerde
yaptıkları satış akdini (anlaşmayı) kuvvetlendirmek üzere el sıkışırlardı.
Buradan hareketle, müslümanlar da bir başkan seçerken el sıkışma örneğini
almışlar ve aralarındaki benzerlikten dolayı buna da ‘biat/bey’at’ demişlerdir.
Sorumlu başkanı seçme konusunda yönetilenler haklarını seçtikleri kişiye,
seçilen kişi de onların hakkına ve Allah’ın koyduğu sınırlara uymak şartıyla bunun
karşılığını yönetilenlere, yani biat edenlere verir.
Bu, tıpkı rızâ ile bir
mal alım-satımındaki anlaşma gibidir. Bir taraf kendi isteği ile, yönetim
emanetini hakka-hukuka uyma şartıyla biat ettiği kimseye verir ve ona bağlı
kalacağını ilân eder. Kendisine biat edilen de biat edenleri Allah’ın hükümleri
doğrultusunda yöneteceğine söz verir (Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları,
s. 82).
Arapça bir kelime olan
bey'at; "kabul etmek, bir akitten (anlaşmadan) râzı olmak ve tasdik
etmek" gibi mânâlara gelir. İslâmî ıstılahta: "Bir mükellefin, ehil
bir cemaat (ehl-i hal ve'l akd) tarafından tesbit edilen halifeye, (imama,
ulü'l-emr'e) itaat edeceğine dair, söz vermesine bey'at denilir." Bu bir
anlamda mükellefin, meşrû (şer'i) olan her emirde (hoşuna gitse de, gitmese de)
itaat edeceğine dair sadâkat yeminidir. Zira Rasûl-i Ekrem (s.a.s.): "Müslümanlar, gerek hoşlarına giden,
gerek hoşlarına gitmeyen her hususta kendilerinden olan emir sahiplerine itaat
ederler. Bununla yükümlüdürler. Ancak günah işlemeleri emredilirse, itaat
etmezler." (Buhârî, Ahkâm 4) buyurduğu bilinmektedir. Yine diğer bir
hadis-i şerifte "Allah Teâla'ya
isyan hususunda mahlûka itaat yoktur. İtaat ancak ma'rûftadır." (Müslim,
İmâre 39, hadis no: 1840; Ebû Davûd, Cihad 87, h. no: 2625-2626; Nesâî, Bey'at
34; İbn Mâce, Cihad 40, h. no: 2864) buyurulmuştur. Dolayısıyla bey'at sonucu
ortaya çıkan itaat, İslâmî hükümlerle sınırlıdır. Şeriata ittiba esastır (Yusuf
Kerimoğlu, Kelimeler ve Kavramlar, İnkılâp Y., s. 68. Y. Kerimoğlu, Şamil İslâm
Ansiklopedisi, 1/230).
Biat’in Bağlayıcılığı:
Peygamberimiz
(s.a.s.) müslümanların hoşlarına gitse de gitmese de, kendilerinden olan, yani
Allah’ın hükmüyle hükmeden emir sahiplerine, yani yönetim işinin kendilerine
biat ile verildiği yöneticilere itaat etmek zorunda olduklarını, ancak onlar günah
olan bir şeyi emrederlerse onlara itaat etmemeleri gerektiğini söylüyor (Buhârî,
Ahkâm 4).
Biat aslında
müslümanların peygamber aracılığıyla Allah (c.c.) ile yaptıkları bir
alış-veriştir. Nitekim Kur’an Allah’ın (c.c.) mü’minlerin mallarını ve
canlarını Cennet karşılığı satın aldığını haber veriyor (9/Tevbe, 111). Burada
biat kelimesinin kökü olan bey’ fiilinin kullanılması dikkat çekicidir.
Peygamberimiz (s.a.s.)
Hicret’ten önce Medineli müslümanlardan Akabe denilen yerde, yine bazı önemli
siyasî ve dinî olaylar öncesinde sahâbelerden biat almıştır. Avf ibni Mâlik el- Eşcaî (r.a.) diyor ki:
“Biz bir keresinde Hz. Peygamberin (s.a.s.) huzurunda yedi, sekiz veya dokuz
kişiydik. “Allah’ın elçisine biat etmiyor
musunuz?” dedi. Ellerimizi uzatarak; ‘Hangi şartlara uymak üzere biat
edeceğiz ey Allah’ın elçisi?’ dedik. Buyurdu ki: “Allah’a ibâdet etmek ve O’na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmamak, beş
vakit namazı kılmak, (verilen emirlere) kulak verip itaat etmek üzere (biat
edin).” Bu sırada kulağımıza
fısıldayarak “halktan bir şey istemeyin!”
buyurdu.” (Müslim, Zekât 108, hadis no: 1043;
İbni Mâce, Cihad 41, hadis no: 2867; Ebû Dâvud, Zekât, hadis no: 1642)
Peygamberimiz zamanında
biat, daha çok O’na ve O’nun tebliğ ettiği dinî hükümlere itaat şeklinde
gerçekleşiyordu. Şüphesiz Peygamber’e biat etmek, hem O’nun peygamberliğini
kabul etmek, hem tebliğ ettiklerine uymak, hem de O’nun o günkü şartlarda
verdiği emirlere kesinlikle karşı gelmemek anlamını taşıyordu. Kur’an şöyle
diyor: “Allah’a ve O’nun Rasûlüne itaat
edin. Birbirinizle çekişmeyin. Sonra korku ile zayıflığa düşersiniz, rüzgârınız
(kesilip) gider. Bir de sabredip katlanın. Çünkü Allah sabredenlerle
beraberdir.” (8/Enfâl, 46)
Mü’minlerin bu itaatinin
somut bir şekilde görülmesi için, Peygamber onlardan zaman zaman biat alırdı.
Nitekim Akabe ve Rıdvan biatleri bu konuda oldukça meşhurdur. Akabe biatleri
Hicretten önce Medineli müslümanlarla yapılmıştı. Daha sonradan Ensar adını
alacak olan bu müslümanlar, Peygamberimize itaat edeceklerine, İslâm’ın
emirlerini dinleyeceklerine, Hz. Peygamber’i koruyacaklarına, bu konuda gerekli
yardımı yapacaklarına söz vererek biat etmişlerdi. Bu biatlerden sonra Hicret
gerçekleşti. İslâm Medine’de siyasî bir güç oldu ve çevreye daha rahat
yayılmaya başladı. Akabe biatleri, Medineli müslümanların o günkü şartlar
içerisinde son derece tehlikeli, riskli bir tercihleriydi. Onlar bunu göze
aldılar ve karşılığında Cenneti hak ettiler.
Rıdvan biati de son
derece önemli bir olaydır. Peygamberimiz (s.a.s.) Hicretin altıncı yılında sahâbelerle
beraber Kâbe’yi ziyaret etmek üzere silahsız olarak yola çıktı. Ancak Kureyşliler
O’nu Mekke’ye sokmadılar ve baskı altında tutmaya çalıştılar. Bunun üzerine
Peygamberimiz (s.a.s.) sahâbelerden yeniden biat aldı. Onlar Allah için
gerekirse savaşacaklardı, ölüm olsa geriye dönmeyeceklerdi. Savaş silahlarına
sahip olmamalarına rağmen İslâm uğruna, Peygamber’i korumak için her şeyi
yapmaya söz vermişlerdi.
Kur’an, Rıdvan biatine
katılanları şöyle övüyor: “Andolsun,
Allah sana o ağacın altında biat ederlerken mü’minlerden râzı olmuştur,
kalplerinde olanı bilmiş ve böylece üzerlerine sekîne (güven duygusu ve huzur)
indirmiştir ve onlara yakın bir fethi sevap (karşılık) olarak vermiştir.” (48/Fetih,
18)
Bu fetih, Fetih Sûresine
adını veren Mekke’nin fethinden başkası değildi. Peygamber’e Rıdvan ağacının
altında veya başka yerlerde biat edenler aslında Allah’a biat ediyorlardı.
Çünkü Hz. Muhammed (s.a.s.) bir peygamberdi, insanları Allah’a dâvet ediyor ve
kendi başına bir iş yapmıyordu. Bunu Kur’an açık bir biçimde vurguluyor.
Peygamber’e biat edenler Allah’a biat etmiş olurlar. Kim verdiği sözden
cayarsa, yani biatini bozarsa kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah’a
verdiği sözde durursa, o büyük bir ecir (sevap) alır (48/Fetih, 10).
Peygamber (s.a.s.)
mü’minlerden biat aldığı gibi, mü’minlerin işlerini yürütmekle ve Allah’ın
hudutlarını (koyduğu hükümleri) uygulamakla görevli ülü’l-emr, bir başka
deyişle veliyyü’l-emr (müslüman yetki sahibi) de, müslümanlardan Allah’ın
hükümleri doğrultusunda onların işlerini yerine getirmek üzere biat alır.
Müslümanların, din ve dünya işlerini yürütmek, Allah’ın hudutlarını uygulamak,
müslümanların çıkarını ve İslâm vatanını korumak, mazlumlara yardım etmek ve zâlimlerin
zulmünü önlemek üzere aralarında uygun bir başkan seçmeleri gerekir. Bunun İslâmî
bir görev olduğu noktasında İslâm âlimleri arasında icmâ, yani söz birliği
bulunmaktadır. Bu yetkili kimseye imam, halîfe, başkan, veliyyü’l-emr ya da emîru’l-mü’minîn
denilmesi yalnızca bir nitelemedir.
Müslümanların işlerini
görmek üzere kendisine biat edilen başkan, bey’at denilen ümmetin bir çeşit serbest
seçimi ile göreve gelir. Bu biat işinde karşılıklı rızâ esastır. Tıpkı
alış-verişte olduğu gibi. Zorla ve dayatma ile alınan biatler geçersizdir, bir
faydası da yoktur. Biat olayı, biat
edenleri bağlar ve onlara bazı sorumluluklar yükler. Seçilen yetkili kişilere
İslâm’a aykırı olmayan konularda itaat etmek gerekir. Biat ettikten sonra haklı
bir gerekçe olmadan onlara karşı gelmek, onların tutarlı ve adâletli
yönetimlerine keyfî tutumlarla isyan etmek, toplumda kargaşa doğurur ve zulme
sebep olur (H. Ece, e.g.e., s. 82-84).
Allah Teâlâ'nın
indirdiği hükümlerin hakkı ile edâ edilmesi ve insanlar arasındaki ilişkileri
düzenlemesi için, bey'at zarûrîdir. İbn Hümâm: "Mü'minlerin kendi
içlerinden bir imam seçmelerinin lüzumunun sebebi, İslâmî emirleri hakkı ile
edâ etmek içindir" (İbn Hûmam, Kitâbu'l-Musâyere, İstanbul 1979, s. 265)
diyerek, meselenin hassâsiyetine işaret eder. Dolayısıyla bey'at, müslüman
kadın ve erkeğin, müslüman lidere karşı görev ve sorumluluğu, Kur'an'da belirtilip
sünnet ile açıklanarak uygulandığı şekilde, kabul etmek için yaptıkları
sözleşmedir.
Bey'at, cemaatin
selâmeti ve muhâfazası, hudûdullah'ın tatbiki için mü’minlerin kendilerine bir
emîr tayini ile bu emîre itaat etmek üzere ahidleşmeleridir. Hudûdullah'ın
tatbiki, mutlaka organize edilmiş kurumları ve yetkileri belirtilmiş bir sosyal
olgu gerektirdiğine göre; inanan müslümanların böyle bir sosyal olguyu
gerçekleştirmek için bir lider ve başkana meşrû hududlar içinde bey'at etmeleri
şart olmaktadır.
Kur'an, merkezî bir
itaati gündeme getirmiştir. Toplumun selâmeti; emrine itaat edilen bir imamın
varlığı ile mümkündür. Herkes o imamın işareti ile hareket eder. İmama itaat
edilmesi için; onun kendisine itaat edilecek derecede doğru ve bilgi sahibi,
cesur ve dirâyetli olması, hür olması, kendisine bey'at edenler arasında bir
ayrım yapmadan onlardan herhangi birine bir zarar geldiği zaman bunun bütün
topluma geldiği ve toplum için bir tehdit oluşturduğu görüşünde bulunması,
düşmanın her türlü hile ve metodunu anlayacak kapasitede olması ve tâğûtî
metotlardan uzak olarak işlerini şûrâ ile yapması gerekmektedir.
Kendisine bey'at edilen,
mü’minlerden bey'at alırken bu göreve ehil olup olmadığını düşünmeli, Kur'an ve
sünnete bağlı kalıp kalamayacağını, Râşid halifelerin yollarını takip edip
edemeyeceğini değerlendirmelidir. Eğer İslâmî hükümler ve selef-i sâlihîni
izleyebileceğini düşünebiliyorsa bey'at almalıdır. Çünkü bey'at alması, mü’minlerin
düşmandan kaçmayacaklarına, kendisini destekleyeceklerine, hakkın ikamesine
çalışacaklarına, yalan söylemeyeceklerine, zâlimlerden intikam alacaklarına,
kısaca hudûdullahı muhâfaza edeceklerine dair söz ve and vermeleriyle
yapılmaktadır. Onların bu andını kabul ettikten sonra bu prensipler dâhilinde
musâfahalaşırlar.
Bey'at; kitap, sünnet ve
sahâbe-i kirâm'ın icmâı ile sâbit olan sâlih bir ameldir. Bey'at, insanların
birbirleriyle olan ilişkilerinde ve siyasî otorite ile olan münasebetlerinde,
İslâm'ın hükümlerine râzı olduklarını ihlâsla ortaya koyan bir akiddir. Bilindiği
gibi mü’minlerin kendi aralarından seçtikleri bir Ulû'l-emr'e (siyasî
otoriteye) itaat etmeleri kat'î nasslarla farz kılınmıştır. Nitekim Kur’ân-ı
Kerîm' de: "Ey iman edenler! Allah'a
itaat edin. Peygambere itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine (ulu'l-emr'e)
de (itaat edin)." (4/Nisâ, 59) emri verilmiştir.
İslâm'ın temel
hedeflerini gerçekleştirebilecek ve bu uğurda her türlü engeli aşabilecek
vasıftaki insanın tesbiti önemli bir hâdisedir. Bu sebeple fukahâ, bey'at
edilecek kimsede aranan vasıflar hususunda titizlik göstermiştir. Şurası
muhakkak ki, halîfe (ulû'l-emr), mü’minlerin irâde beyanı ve rızâları sonucu
ortaya çıkabilir. Zorbalıkla ve kılıç zoruyla (ikrahla) alınan bey'at geçerli
değildir. Zira Hz. Ömer (r.a.): "Bir kimse müslümanlara danışmadan ister
kendisi başkan olmaya, isterse de başkasını başkanlığa geçirmeye kalkışırsa
(vazgeçmediği tadirde) onu öldürmelisiniz" demiştir (Muhammed Ravvas Kal’aci,
Mevsûatu fıkh Ömer b. el-Hattâb, 1401/1981, 103). Öldürülmeye müstehak olan
tiplerin "meşrû bir ulu'lemr" olarak değerlendirilebilmesi
imkânsızdır.
Fukahâ'dan bazıları
"zarûret" halinde, zorbalıkla (kuvvet kullanarak) başa geçen, fakat
İslâmî hükümleri tatbik eden kimselere itaat edilebileceğini zikretmişlerdir.
Nitekim İbn Âbidin "Reddü'l Muhtar" da: "Zaruretten dolayı
zorbanın sultanlığı sahihtir" demektedir. Ancak İmam'da bulunması gereken
vasıflar kendisinde mevcut olmalıdır. Hilâfete tayinde asıl olan, mü’minlerin
seçmesidir. İmamlık akdi ya halîfenin kendi yerine birini seçmesiyle olur
-nitekim Hz. Ebû Bekir (r.a.) böyle yapmıştır- yahut ûlemâdan ve söz
sahiplerinden bir cemaatin bey'atiyle olur. İmam Eş'arî'ye göre şâhidler
huzurunda olmak şartı ile söz sahiplerinden meşhur bir âlimin bey'ati
yeterlidir. Şâhidler huzurunda olması, şâyet inkâr vâki olursa, onu defetmek
içindir. Mûtezile ise, beş kişinin bey'atini, hanefilerden bazıları da, bir
cemaatin bey'atini şart koşmuş, belli bir sayıya itibar etmemişlerdir.
Zarûretten maksat, fitneyi önlemektir. Bir de Peygamber (s.a.s.): “Size burnu kesik Habeşli bir köle bile
hükümdar olsa dinleyin ve itaat edin!” (Buhârî, Ahkâm 4) buyurmuştur,
diyerek konunun mâhiyetini izah eder. İleriyi görebilen İslâm âlimleri, "zarûret"
mefhumunun sınırlarının bir hayli nazik olduğunu bilir. Zâlimlerin, fâsıkların,
delilerin ve çocukların halîfeliğine; "fitne çıkmasın" gerekçesiyle râzı
olmanın faturasını ümmet çok ağır ödemiştir. İslâm topraklarındaki tâğutî
iktidarların oluşmasında, farz olan "emaneti ehline verme" fiilinin
terkedilmesinin büyük payı vardır. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)'in: "İş, ehil olmayanın eline geçti mi,
kıyameti gözetleyiniz" (Buhârî, İlim 2) mealindeki tesbiti üzerinde
iyi düşünülmelidir. Kaldı ki sadece mü’minlerin emîrinin (halifenin) muttakî
olması kâfi değildir. Bu muttakî olan halîfenin her sahada, mü’minlerin en
ehliyetli olanlarına görev vermesi zarûrîdir. Nitekim bir hadîs-i şerifte: "İdaresi altında bulunan müslümanlardan
daha ehliyetlisi bulunduğu halde, bir başkasına vazife veren hakikaten Allah'a,
O'nun Rasûlüne ve İslâm milletine ihânet (hâinlik) etmiş olur" (İbn
Humâm, Fethü'l-Kadîr, V, 457) hükmü beyan buyurulmuştur.
Günümüzde "bir
kimseye, bey’atin farz olabilmesi için İslâmî bir yönetimin (devletin)
bulunması şarttır" tezini ileri süren anlayışlar vardır. Hâlbuki Rasûl-i
Ekrem (s.a.s.) ile mü’minlerin yaptığı ilk bey'at, Akabe'de gerçekleşmiştir. Bu
tevâtür derecesindeki haber bütün sahîh kaynaklarda mevcuttur. Aksini iddia
eden hiç kimsenin varlığından söz edilemez. Bu bey'atin Mekke tebliğ döneminin
sonlarına rastladığı da bilinmektedir. Mekke dönemiyle ilgili olarak İmam
Serahsî: "O dönemde Mekke İslâm ahkâmının tatbik olunmadığı bir
darû'ş-şirkti" (İmam Serahsî, el-Mebsüt, XIV, 57) tesbitini gündeme
getirmektedir. İbn Abbâs (r.a.)'dan rivâyet edilen bir hadîs-i şerîf'te, Medine'nin
de aynı dönemde "darû'ş-şirk" özelliği taşıdığı kaydedilmektedir
(Nesâî, el-Bey'a 13). Dolayısıyla ilk bey’atin gerçekleştiği dönemde, İslâmî
bir devlet mevcut değildi. O şartlar altında, Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)'in bey'at
alması, mü’minlerin her durumda, kendi içlerinden bir emir seçmelerinin
zaruretini ortaya koymaktadır. Günümüzde emperyalist kâfirlerin istilâsı
altında yaşayan milyonlarca müslüman vardır. Bu müslümanlardan bazıları kendi
içlerinden bir cihat emîrine bey'at ederek istilâyı ortadan kaldırma hususunda
gayret sarfederken, bazıları kâfirlerin kültürlerine boyun eğmiş ve tâğûtî
iktidarları kabullenerek zilleti seçmiştir. Hâlbuki mü’minlerin kime ve hangi
şartlarda itaat edecekleri kat'i naslarla sâbittir. Kâfirlerin kültürlerine
boyun eğerek ve tâğûtî iktidarları kabullenerek yaşamayı esas alanların, "câhiliye
ölümüyle ölmeleri" kaçınılmazdır. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)'in: "Her kim ülü'l-emr'e itaatten bir karış
kadar ayrılırsa kıyamet gününde Allah'a ameli hususunda, lehinde hiçbir hücceti
olmaksızın kavuşacaktır. Her kim de (ülü'l-emr'e) bey'at sorumluluğu olmadan
ölürse, câhiliye ölümüyle ölür" (Buhârî, Ahkâm 4; Müslim, el-İmâre 58,
h.no: 1851) buyurduğu sâbittir. Mü’minler için iki yol vardır: Eğer meşrû bir ulu'l-emr
mevcut ise, O'na bey'at etmeleri ve meşrû emirlerine itaat hususunda gayretli
olmaları esastır. Yok eğer tağûtî bir yönetimin istilâsı altında iseler; kendi
içlerinden bir ulu’l-emr (cihad emîri) seçmek ve istilâyı ortadan kaldırmak
için, dilleriyle, mallarıyla ve canlarıyla cihad etmek zorundadırlar (Yusuf
Kerimoğlu, Şamil İslâm Ansiklpedisi, c. 1, s. 230-231; Y. Kerimoğlu, Kelimeler
Kavramlar, İnkılap Y., 68-71).
Biat’in Kapsamı:
Kendisine biat
edilen kimse bu işe uygun olmalı. Yani onda İslâm’a göre yönetici sıfatları
olmalı, veliyyü’l-emr şartlarını taşımalıdır. Bu konuda baskı, hile ve adam
kayırma gibi yöntemler geçersizdir. Veliyyü’l-emr olma hakkı güçlünün, daha çok
propaganda yapanın, daha zengin olanın, ya da belli bir kesimin değil; gerekli
şartları taşıyan ve ümmetin biatle tasvibini almış, onların yetki verdiği
kimselerindir. Yeterli şartları taşımayan kimselerin iş başına gelmesiyle
insanlar zarar görür, haklar sahibine ulaşmaz ve insanların muhtaç olduğu
hizmetler yapılamaz.
Kendisine biat edilen kimse
biatin gereğini yapmazsa, ya da veliyyü’l-emr olmanın sıfatlarını kaybederse
biat geçersiz olur. Biat edilenler Kur’an’a, Sünnet’e ve toplumun menfaatine
uygun iş yaptıkları sürece de biat bozulmaz. Ancak gerekirse biat yenilenir, ümmetin
serbest görüşüne yeniden başvurulur. Böylece ümmetin işlerini yürütme hususunda
daha yetkin ve daha becerikli kimselerin iş başına gelmeleri sağlanır. İslâm’ın
hâkim olduğu yerlerde biatin işleyişi böyledir. Ümmet, yeterli özellikleri
taşıyan bir ülü’l-emr (imam, veliyyü’l-emr) seçme durumundadır.
Müslümanların çoğunlukta
olmadığı veya yönetimin müslümanların elinde bulunmadığı yerlerde müslümanlar
kendi aralarında bir emîr (başkan) seçerek ona biat edebilirler. Böylece hem
cemaat olarak dinlerini yaşama imkânını bulurlar, hem de kimliklerini
korumaları kolaylaşır. Bir araya gelmenin, birlikte hareket etmenin ve bir
başkanın ya da yetkili kılınan kimselerin organizesiyle çalışmanın faydası
inkâr edilemez. Birlikler, dernekler, vakıflar ve benzeri teşkilatlanmalar oldukça
faydalıdır. Müslümanlar nerede olurlarsa olsunlar, sorunlarını çözmek ve
varlıklarını daha sağlıklı bir şekilde korumak için meşrû yollara başvurmalı,
faydalı organizelerle bir araya gelmeliler. Kendi aralarında sürekli işleyen
biat mekanizmasına da işlerlik kazandırmalılar.
“Aynı zamanda birkaç
imama (halifeye) biat edilir mi, edilmez mi, yani bütün ümmet tek bir halifeye
mi biat etmeli, aynı anda birkaç imam olabilir mi?” sorusuna kesin bir cevap
verilememiştir. Birçok İslâm bilginine göre her devirde tek bir imam (halife)
olur. Bazıları da ihtiyaçtan dolayı aynı anda bir’den fazla imam olabilir
demişlerdir. Bunun tarihte bir-iki örneği görülmüştür.
Bugün İslâm âlemi parça parçadır.
Bir sömürge dönemi geçirmiştir. Sömürgecilik dönemi bitmesine rağmen,
müslümanları yöneten siyasal sistemler sömürgecilerin etkilerinden
kurtulamamaktadırlar. Hatta bazı kuruluşlar sömürgecilerin işini gören
kurumlar, bazı yöneticiler ise sömürgecilerin genel valisi konumundadırlar. Bu
bakımdan bugün ‘bütün müslümanlar tek bir imama biat etmeliler’ iddiası yeniden
gözden geçirilmelidir.
Müslüman ülkeler sömürge
kültüründen ve bâtıl anlayışların işgalinden tam anlamıyla kurtulduktan sonra,
kendi aralarında bir önderlik kurumu oluşturmalılar. Bu önderlik kurumu
başlangıçta konsey; ‘ehl-i hal ve’l-akd’ görevini yapacak bir kurum şeklinde
olabilir. Ya da bütün müslüman ülkeleri temsil edecek bir meclis şeklinde de
olabilir. Bu kurum, konsey veya meclis zaman içerisinde bütün müslümanların
kabul edebileceği bir satatüye kavuşturulabilir. Zamanla biat şuuru geliştikçe
bu kurumun tüzel kişiliğine, ya da bir kişiye müslümanların önderi (imamı)
görevi verilir. Böyle bir yöntem bütün müslümanların maslahatı açısından daha
gerçekçi görünmektedir.
Bugün müslümanların
böyle bir kuruma ihtiyaçları var. Çünkü çıkar ve sömürge savaşını hâlâ sürdüren
zenginler ve dünün emperyalistleri, dünya düzeninin bugünkü haliyle devam
etmesini istiyorlar. Hâlbuki bugünkü durum fakir ülkelerin ve özellikle müslüman
halkların aleyhinedir.
Seçim Olayı ve Biat:
Peygamberimiz
zamanında ve O’nun yanında olanlar el tutup tokalaşarak biat ediyorlardı. Tarihî
akış içerisinde çeşitli şekillerde biatler olmuştur. Esasen biat, bir kimseyi
yönetici olarak onaylamak, ona itaat etmeye söz vermektir. Bunun şekli çok
önemli değildir.
Biat olayı bir anlamda,
bir iş ve vazife için insanlar arasında en uygun, en yetkin olanını hür bir irâdeyle
seçmek ve ona halkın sorumluluğunu verme işidir. İnsanlar serbest irâdesiyle
seçtikleri kimselere gönül rızâsıyla itaat ederler. Onun hizmetlerinden memnun
olurlar. Eksikliklerini fazla görmezler. Böyle bir seçimin, ya da yetkin
insanlara görev vermenin faydaları sayılamayacak kadar çok, bu seçimi
terketmenin zararları ise sayılamaycak kadar fazladır. Bir iş konusunda serbest
irâdeye dayalı seçim varsa; orada en iyiyi, en yetkini bulmak mümkün olur.
Tayin ve seçim işi bir kişiye veya bir zümreye bırakılırsa, insanlar bir
kişinin veya bir zümrenin becerisine, ya da beceriksizliğine mahkûm olurlar.
Bunun da pek çok işin aksamasına, pek çok kimsenin kutsanmasına, hatta pek çok
yıkıma yol açtığı bilinen bir şeydir.
Bir toplumda, bir
teşkilatta, bir cemaatte veya herhangi bir yönetimde biatin (özel seçimin)
olmaması; orada işlerin zorlaşması, çözümlerin azalması, fikirlerin donuklaşması
anlamına gelir. İnsanlardan kendi işlerine ilişkin karar ve çeşitli konularda
seçim ve tercih hakkını almak onlara zulüm yapmanın ötesinde, hem onlara
güvenmemek, hem de birilerinin despotluğuna ve tepeden buyurmacılığına onay
vermek demektir. Bu, aynı zamanda sorumluluktan kaçmak ve kabiliyetlere sınır
koymak demektir. Hâlbuki Rabbimiz (c.c.), bırakın insanlara kendi dünya
işleriyle ilgili seçim hakkını vermeyi; dinlerini ve tanrılarını bile (sonucuna
katlanmak şartıyla) seçmede onları serbest bırakmış, zorlamamıştır.
Biat, hem güven
yenileme, hem irâdelerin ve fikirlerin önünü açma, hem de emanatleri emin
kişilere teslim etme çabasıdır. Müslümanlar hayatın pek çok alanında biat imkânını
terkettiler. Yönetim gibi çok ciddi bir emaneti zorbalar ve işin ehli olmayan
sultanlar ele geçirdi. Sultanların hâkim olduğu beldelerde halkın ve
bilginlerin görüşüne değer verilmedi. İnsanlar onların irâdelerine, zâlim de
olsa yönetimlerine katlanmak zorunda kaldı. Bu durum saltanat kavgalarını,
fitneleri, hırsları ve rekabetleri artırdı. İslâm âlemi bunun zararlarını çok
çekti ve hâlâ da çekmektedir. (Hatırlatmak gerekir ki biz hakkaniyet ölçülerine
uygun biatlerden söz ediyoruz. Günümüzde çeşitli ülkelerde gerçekleştirilen
seçimlerdeki ayak oyunlarını, seçim rüşvetlerini, göz boyayıcı propagandaları,
göstermelik oy vermeleri kasdetmiyoruz.)
Biat metodu aynı zamanda
insanların (özelde mü’minlerin) bir konu üzerinde düşünüp anlaşmalarını, bir
araya gelmelerini sağlar. Onların işlerini istişare ile yapmalarına kapı açar.
Bu nedenle İslâm’ın biat metodu üzerinde, kapsamı genişletilerek yeniden
düşünülmeli ve konu iyi değerlendirilmelidir.
Tarihte ümmetin
velâyetini (halifeliği, yönetimi) zorla ele geçiren bazıları, insanlardan kılıç
zoruyla biat aldılar. Bazı âlimler de buna fetvâ verdiler ya da verdirildiler.
Bugün ise iş o noktaya vardı ki, bırakın zorla biat alan müslüman birini; İslâm’a
karşı olan, İslâmî olan her şeyi hayata ve kamuya sokmamaya çalışan, böyle bir
çabayı suç haline getiren ve asla Allah’ın indirdiği hükümlere yüz vermeyen
nicelerine ‘ülü’l-emr, veliyyü’l-emr’ diye kayıtsız şartsız itaat edilmekte,
onların iş başına gelmeleri için çalışılmakta ve onların verdikleri hükümlerden
râzı olunmaktadır. Müslümanlar ‘biat’ şuuruyla, kime ve nasıl destek olacaklarını,
din ve dünya işlerini kime bırakacaklarını, kamu velâyeti anlamına gelen
yönetme yetkisini kime vereceklerini imanlarına uygun bir şekilde bilmek
zorundadırlar.
Peygamberimizin (s.a.s.) biatle ilgili önemli bir hadisini de nakledelim: “Kim (meşrû bir yöneticiye) itaatten elini çekerse, Kıyamet günü elinde hiçbir delil olmadan Allah’a kavuşur. Kim de boynunda biat (meşrû bir emîre bağlı) olmadan ölürse, câhiliyye ölümüyle ölmüş olur.” (Müslim, İmâre 58, Hadis no: 1851) (1)
Seçim olayı ve biat konusunda önemli olan bir husus da, biatin/bey’atin bugünkü demokratik seçimlerle hiçbir şekilde uyum göstermediğidir. Demokrasi ile İslâm, hâkimiyet hakkının kime ait olduğu ve hangi ilkelerle hükmedileceği, kimin hakem ve ölçü olacağı gibi temel hususlarda birbiriyle tümüyle çelişen sistemlerdir. Biri, beşerî ideoloji, diğeri Allah’ın nizamıdır. Bu sistemlerin seçim sistemlerinin de farklı olacağı gâyet doğaldır. Biat, İslâm’a has özel bir seçim sistemidir; demokratik seçim sisteminden ayrılan birçok yönü vardır.
Bey’at; İslâmî
terminolojide "siyasî veya askerî şartların gerektirdiği vasıflardan
biriyle ehliyeti olan lidere, her türlü şartlarda itaat etmek üzere, ehl-i hal
ve'l-akd sınıfına girenlerin ahidleşmesi"dir. Gündemdeki konuya göre bey’at'in
de mâhiyeti değişebilir. Rasûlullah (s.a.s.) döneminde yapılan bey’atleri beş
bölümde incelemek mümkündür:
1- İslâm'a yapılan bey’atler
(ancak, bu tür bey’atler, Peygamberimiz’den sonra gerçekleşmemiştir. İslâm'a
girecek olanlar bey’atsiz girmişlerdir. O'nun döneminde de, bey’atle müslüman
olmanın herkes için söz konusu olduğu sâbit değildir.),
2-Yardım ve korumaya yapılan bey’atler,
3- Cihada yapılan bey’atler,
4- Hicrete yapılan bey’atler,
5- İtaat ve bağlılık bey’atleri.
Bey'at, mutlak olarak işlendiğinde yukarıdaki bölümlerden son şık kastedilmektedir. Tam anlamıyla ilk bey’at, Akabe bey’atidır. Akabe bey’ati Medine İslâm Devleti'ne zemin oluşturması, devletin kurulmasında ilk isimler olacak dâvetçilerin belirlenmesi bakımından Siyer'de önemli konular arasındadır.
Bir bey’atin şer’îlik
vasfı alabilmesi için şu şartları hâiz olması gerekir:
1- Bey'at edilen şahısta, imâmet'te aranan şartlar bulunmalıdır (Darbe ve galebe yoluyla imâmet makamını işgal edenlerle ilgili özel fıkhî hükümler bu kayıttan istisnâ edilmiştir).
2- İmama bey’at eden kişiler -bey’atin resmiyet alabilmesi noktasında- Ehl-i Hal ve'1-Akd'den olmalıdır. İmam Buhârî’'nin Hz. Ömer'den (r.a.) rivâyet ettiği şu söz, bu şarta ışık tutmaktadır: "Müslümanların meşvereti olmadan bey'at eden, -o ve bey’at eden kimse- kendini aldatıp ölüme itmiştir." (Fethu'1-Bârî, 12/149)
3- Bey'at edilen bey’ati kabul etmelidir. Farz-ı ayın olmadıkça kimse bey’at edilmeye zorlanamaz.
4- Bey’atin bir kişiye olması gerekir. Yeryüzünde aynı anda iki kişiye, "mü’minlerin imamı" vasfıyla bey'at edilemez.
5- Bey’atin söz ve eylem olarak, Allah'ın kitabı ve Rasûlü'nün (s.a.s.) Sünneti üzerine olması şarttır. Bu kayıtla, bey’at edilen kişinin uygulamalarında daha sonra Kur'an ve Sünnete ters eylemler görülmesi halinde, azllin şer'î bir sorumluluk olarak gündeme gelmesi garanti edilmiş olmaktadır.
6- Bey'at edenin tam bir hürriyete sahip olması gerekir. Zorlama yolu ile insanlardan bey’at alınamaz.
7- Bey'at şâhidlerle kuvvetlendirilmelidir. Ancak,
bey'atin kalabalık bir kitle tarafından yapılacağı gözönüne alınmış ve bu
şart, ulemânın çoğunluğunca şartlar listesine dâhil edilmemiştir.
Kur'an'da ahde vefâyı
emreden âyetlerin yekûnünden bey’ati bozmanın câiz olmadığı kanaati hâsıl
olmaktadır (bkz. 17/İsrâ, 34; 5/Mâide, 1; 16/Nahl, 91). Şer'î bir gerekçe
olmadan itaat, vefâ ve yardım üzere bey’at eden bir müslümanın bey’atini geri
alması büyük günahlardan sayılmıştır. Buhârî ve Müslim'in rivâyet ettiği bir
hadiste şöyle denmiştir:
"Emîrinden
hoşlanmadığı bir şeyi gören sabretsin. Çünkü cemaati bir karış terkedip ölen,
câhiliye ölümü ile ölür."
Bey’ati imamın kendisi
alabildiği gibi tayin ettiği temsilciler de alabilir. Bey'at genelde üç türlü
gerçekleşegelmiştir.
1- Elle musâfaha/tokalaşma
ve sözleşme ile. Bey'at-ı Rıdvan böyle gerçekleşmiştir (48/Fetih, 19).
2- Yalnızca konuşma
ile. Kadınların bey’ati böyle olmuştur. Sahih hadislerde Rasûlullah (s.a.s.)'in
hiçbir yabancı kadının elini tutmadığı haber verilmiştir.
3- Yalnızca yazı ile bey’at.
Şer'î bir bey'at
normalde iki merhalede sonuçlanır: Birinci merhalede Ehl-i hal ve'l-Akd bey'at
eder. Asıl olan da bu bey’attir. İkinci merhalede de diğer insanların bey’atine
geçilir. İslâm tarihinde günümüze örnek teşkil edip uygulanabilirliği açısından
en güzel bey'at örneği, Hz. Ebû Bekir'e (r.a.) yapılan bey’attir. (2)
Bey'atin Kapsamı:
Mümtehine sûresinin ilk bölümünde, mü'minlerin gayri müslimlerle dostluk
ve ittifak ilişkilerini ve hicretin ortaya çıkardığı sosyal ve siyasî sorunları
gündeme getirildikten sonra, sûrenin son bölümünde Akabe Bey'ati'ni sözkonusu
eden âyet, aynı zamanda bu bey'atin içeriğini de vermektedir: "Ey
peygamber! Mü’mine kadınlar, Allah'a hiçbir şirk/ortak koşmamak, hırsızlık
yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, başkasının çocuğunu sahiplenerek
kocasına isnadda bulunmamak (hiç yoktan yalan uydurup iftira atmamak) ve iyi
(ma'ruf) işlerde sana karşı gelmemek şartıyla, sana bey'at etmek üzere geldikleri
zaman, onların bey'atini kabul et. Onlar için Allah'tan bağışlanma dile.
Doğrusu Allah, bağışlayan ve merhamet edendir." (60/Mümtehine, 12)
Bu âyeti, bey'atin tarafları, içeriği ve amacı açılarından ele almak
uygundur:
1) Bey'atin tarafları, siyasî-dinî otoriteyi temsil eden Hz. Peygamber ile mü'min kadınlardır. Kadınların özel olarak âyette zikredilmesi, erkeklerin de böyle bir bey'at yapmasına engel değildir. Anlaşılan; kadınların özellikle belirtilmesi, onların da etkin bir siyasî katılım gerçekleştirmelerinin istenmesine dayalıdır. (Kadınların bey’ati, kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmesi için Batı dünyasının 20. yüzyıllara kadar beklemesi ile karşılaştırma yapılarak kadın hakları konusunda değerlendirmeler için bir başka ölçü yapılmalıdır.)
2) Bey'at, kapsamı
açısından incelendiğinde, imanın temeli, ana ahlâk kuralları ile iyi işlerde
itaat konularını içerdiği görülür.
3)
Bu bey'at,
siyasî otoritenin belirlenmesi amacıyla bir irâde beyanı değildir. Siyasî
otoriteye kapsamı belli konularda bir söz verme (ahd), bir sadâkat yemini, bir
bağlılık andı, başka bir deyişle siyasî destek sağlayıcı bir irâde açıklaması
görünümündedir. Aynı durum, Rıdvan Bey'ati açısından da geçerlidir.
Bey'atin
Bağlayıcılığı: Fetih
sûresinin başlangıç bölümünde, Allah'ın peygambere ve mü'minlere olan dünyevî
ve uhrevî nimetleri, münâfıkların ve müşriklerin dünyevî ve uhrevî kötülükleri,
Allah'ın göklerdeki ve yerdeki ordulara sahipliği, güçlü ve bilge oluşu,
peygamberin şâhit, müjdeci ve uyarıcı özellikleri belirtildikten, bütün bunlar
sonunda da insanlara, Allah'a ve peygambere inanma, yardım, saygı ve tesbih
çağrısı yapıldıktan sonra, övgüyle anılan Rıdvan Bey'ati (Allah Rızâsı Andı)
şöylece anlatılır: "Şüphesiz sana bağlılık bildirerek ellerini verenler
(bey'at edenler, bağlılıklarını bildirenler) Allah'a el vermiş sayılırlar.
Allah'ın eli onların ellerinin üstündedir. Verdiği bu sözden (ahidden) dönen,
ancak kendi aleyhine dönmüş olur. Allah'a verdiği sözü yerine getirene, o
büyük ecir (ödül) verecektir."
(48/Fetih,
10)
Bu âyetin en önemli özelliği, akasya ağacı altında yapılan Rıdvan Bey'ati'nin, hatta bunun da ötesinde, tarihî şartlarını aşıp, verilen bey'atin bağlayıcılığı konusuna değinmiş olmasıdır. Çok nazik şartlarda yapılan bu bey'at, gerçekte Allah'a yapılmış bir bey’ate eş değerdir. Peygamber’in şahsında, Allah'a bağlılık andıdır. Nitekim Muhammed Esed de, şu açıklamayı yapıyor: "Bu, ilk bakışta, Hudeybiye'de toplanan müslümanların Hz. Peygamber'e sundukları inanç ve bağlılıklarına (bey'atu'r-rıdvan) işaret etmektedir. Bu tarihsel delâleti dışında yukarıdaki cümle, aynı zamanda kişinin, Allah'ın elçilerine inanmasının, anlam ve amaç olarak bizzat Allah'a inanmakla eşanlamlı olduğunu ve böylece Allah'a itaat etme isteğinin, onun elçisine de itaati gerektirdiğini anlatır. "Allah'ın eli onların elleri üzerindedir" ifadesi, yalnızca Hz Peygamber’in bütün arkadaşlarının kendisine bağlılıklarını bildirmek için el sıkışmalarına işaret etmeyip, aynı zamanda Allah'ın, onların bağlılıklarına şâhit olduğunun da mecâzî bir ifadesidir." (Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, c. 3, s. 1046, 8 nolu dipnot)
Âyetin son bölümü, verilen bey'at sözünden dönmenin kötü, sözü tutmanın
ise iyi sonuçlarını, bey'atin bağlayıcılığını bir kere daha vurgulayarak
anlatır.
Bey'atin Karşılığı:
Bey'at eden, peygamberin bağışlanma dileği çerçevesine girer
(60/Mümtehıne, 12). Allah verdiği sözü tutana büyük ecir (ödül) verecektir
(48/Fetih, 10). Ayrıca Allah, râzı/hoşnut olmuş ve dolayısıyla mü'minlere,
maddî ve mânevî nimetler vermiştir: "Allah
iman edenlerden, ağaç altında sana bağlılık bildirerek el verenlerden and olsun
ki râzı/hoşnut olmuştur. Gönüllerinde olanı da bilmiş, onlara güvenlik
(sekinet/iç huzuru) vermiş, yakın bir zafer ve ele geçirecekleri bol ganimetler
bahşetmiştir. Allah, güçlüdür ve hakîmdir/bilgedir." (48/Fetih, 10)
Birçok müfessir, âyetteki "zafer"in, Hudeybiye
Andlaşması'ndan birkaç ay sonra meydana gelen Hayber’in Fethi'yle bağlantılı
olduğunu düşünür. Ama aslında burada kastedilen anlamın, daha geniş olması
kuvvetle muhtemeldir; yani h. 8. yılda Mekke'nin kansız bir şekilde
fethedilmesi, İslâm'ın bütün Arap Yarımadası'nda üstünlük sağlaması ve nihâyet,
Hz. Peygamber'in halifeleri döneminde İslâm Birliğinin olağanüstü genişlemesi
(Muhammed Esed, a.g.e., 3/1048-1049 -22-). (3)
Allah, urvet'ül-vüska'yı insanlara, aralarından seçtiği elçileri (rasûl) aracılığıyla gönderir. Her insanla Allah konuşmaz, Kendi'ni O'na açmaz, her insana açık yahy'de bulunmaz; fakat, her insan Allah'a yükselebilir, O'na seslenebilir. Bu seslenme, bu çıkış, akidleri ve mîsakı yerine getirmekle olacaktır. Rasûllerin risâletlerine, yani, rasûl olduklarına öncelikle Allah şâhiddir ve bu bakımdan, insanlar kabul etseler de, etmeler de rasûller rasûldürler. Allah'ın Din'i İslâm; usûl (esaslar, asıllar) ve ahkâm (hükümler) olmak üzere iki bölümde ele alınır. Usûl, inanç esaslarıdır. Usûl'e inanmış bir cemaat oluştuğunda ve bu cemaat ahkâmı alabilecek, yani Allah'ın hükümetini yeryüzünde kurabilecek düzeye geldiğinde, bu düzey için gerekli sınavları başarıyla verdiğinde, rasûller bu cemaatle ahdleşirler. Bu ahid, rasûlü ne olursa olsun koruyacakları, onun emirlerinden dışarı çıkmayacakları, mallarını ve canlarını istediği biçimde verecekleri, hırsızlık yapmayacakları, yeryüzünde fesat çıkarmayacakları... gibi hükümleri içerir. Daha doğrusu, rasûlün getireceği, Allah'tan alıp tebliğ edeceği her hükmü yerine getirmek konusundadır bu ahd. Aslında, bu ahd, Allah'la ahidleşmedir; ama, nasıl, Allah'la ahidleşmenin sembolü olarak, Haceru’l-Esved’e/Kara Taş'a el uzatılıyorsa, Allah adına rasûlle yapılan ahidde de, rasûlün eline el verilir ki, bu ahidleşmenin adı biat'tir.
Bi'at, 'bâ-a (be-ye-a)' fiil kökünden gelir. Masdarı olan 'bey', veya biat' 'alış-veriş' demektir; 'bir değer karşılığında bir değeri vermek' demektir. Alana ‘müşteri’, verene ise ‘bâyi'’ denilir. Kelime, bu anlamda Kur’ân-ı Kerim'de çok geçer; söz gelimi, “Allah bey'i (alışverişi) helâl, ribâyı/fâizi haram kıldı” (2/Bakara, 275) buyurulur. İşte, 'biat' bir alış-veriştir; mü'minlerin rasûl aracılığıyla Allah'la yaptıkları bir alışveriştir; bu ‘alış-veriş’, şu âyette en güzel anlamını bulur: “Muhakkak Allah, Cennet karşılığında mü'minlerden canlarını ve mallarını satın aldı.” (9/Tevbe, 111). Bundandır ki, Rasûl-i Ekrem (s.a.s.), Akabe biatlerinde, Ensar'dan, “Allah'tan başka ilâh olmadığına, kendisinin Allah'ın kulu ve elçisi olduğuna şehâdet etmeleri, namaz kılıp mallarından infakta bulunmaları, her zaman sözlerini dinleyip emirlerine itaat etmeleri, muhtaçlara yardımda bulunmaları, Allah yolunda Allah için hakkı söylemeleri, iyiliği emredip kötülükten sakındırmaları ve öz canlarını, kadınlarını ve çocuklarını korudukları gibi, kendisini de korumaları” hususunda söz almış; “bunların karşısında ne var ey Allah'ın Rasûlü?” sorusuna da, “Cennet” cevabını vermiştir (Buhârî, Kitab'ül-İman I/12; Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, çev. S. Mutlu, I/118).
İslâm'da, gerek Rasûl, gerekse O'ndan sonra gelen veliyy'ül-emr olsun,
ümmetten Allah'ın hükümlerini kendi önderliği altında yerine getirmeleri için biat
alır; yani mü'nıinler, canlarını ve mallarını Cennet karşılığında Allah'a
satmaya söz verirler.
Alış-veriş her iki tarafın rızâsıyla olur ve sonunda 'aldım, verdim' denilerek el sıkışılır. Biat de Allah'la mü'minlerin alış-verişi olarak, aynen böyledir. Bu bakımdan, biat'in bazı şartları olması gerekir:
1. İslâmî hükümet biatsiz olamaz ve zorla biat alınmaz; insanlar da biate
zorlanmaz. Bu, iman sorunudur. Nitekim, Hz. Ali, kimseyi kendisine biate
zorlamadığı gibi, biat ettikleri halde, kendine yardım etmeyenleri de
zorlamamıştır. Kılıç zoruyla alınan biatler geçerli değildir.
2. Biat edecekler niçin biat ettiklerini bilmelidirler. Artık, bundan
sonra, öncelikle Allah'a karşı sorumludurlar.
3. Biat herkese edilmez. Allah'ın hükümlerini en iyi bilen, yani emr'in
sahibi olana, zikir ehli'ne biat edilir. Kendisinde, bu nitelik olmayan
kimselerin biat istemeleri bir zulümdür.
4. Nasıl, alış-verişte, satan malın eksikliğini söylemez, bu da
sonradan ortaya çıkar ve bunun sonucunda, alan anlaşmadan dönebilirse; kendisine
biat olunan kişi, şartların gereğini yerine getirmezse, biat edenler onu buna
zorlayabilir veya biati feshedebilirler.
5. Biatten dönülmez. İki taraf da biat şartlarına bağlı kaldıkça, biatten dönen olursa ve biatine rağmen, biatinin gereklerini yerine getirmezse, bu Allah'a verilen sözden dönme olur ve Allah'ın azâbını gerektirir (Ebu'l-Hasan el-Mâverdî, Ahkâmu’s-Sultâniyye, çev. A. Şafak, Bedir Y., s. 6-14; Ö. Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye ve Istılahat-ı Fıkhıyye Kamusu, Bilmen Y., c. 6, s. 4-28).
Biat, ahkâm indikten, hükümet kurma aşamasına gelindikten sonradır.
Rasûlüllah daha önce kimseden biat almamıştır. Fakat, gerek Rasûlün, gerekse veliyy'ül-emr'in
görevi her zaman hükümet kurmak değildir. Öyle zamanlar olur ki, yeni bir
Mekke'nin yaşanması gerekir. Bu noktada, tüm rasûllerin ana görevi, insanlara
Allah'ın âyetlerini okumak, onları tezkiye etmek, onlara Kitab'ı ve hikmeti
öğretmektir. Bu noktada, rasûlün rasûllüğü için insanların biati gerekmez;
şartsız iman etmeleri gerekir. Rasûl'e biatten sonra, emrde ortaklık yoktur;
Rasûl neyi emreder ve hangi şeyden sakındırırsa, mü'minler onu yapmak
zorundadırlar. Rasûl'den sonra aynı yetki veliyy'ül-emr'e geçer. Tekrar
belirtmek gerekir ki, veliyy'ül-emr'in zikir ehli, yani Kur'an ve Sünnet ehli
olması, Kur'an ve Sünnet'i en iyi derecede bilme, âdil ve takvâ sahibi olma
niteliklerini de kendinde barındırması gerekir. Biat, belirli durumlarla ilgili
olarak yenilenebilir; Biat-ı Rıdvan olayında olduğu gibi. (4)
Tasavvufta bey'at mürîdin mürşide intisabını ilânıdır ki, genellikle el
öpmeyle, bazen de bir merasimle ortaya konur. Kur’ân-ı Kerim bey’ati iki yerde
(2/Bakara, 282; 9/Tevbe, 111) hukuksal anlamda, diğer yerlerde ise Hz.
Peygamberle her konuda irâde uyuşumunu ifade etmek mânâsında kullanmaktadır (Kur’an’ın
Temel Kavramları, s. 68).
"Dünyanın ücrâ bir köşesinde
bile olsa, üç kişinin içlerinden birini kendilerine emir tayin etmeden
yaşamaları câiz olmaz" (el-Müsned, İstanbul 1401, c. II, s. 177)
hadis-i şerifinin hükmü umumîdir. Her mükellef (ister erkek, ister kadın olsun)
bey’ate muhataptır. Rasûlullah (s.a.s.)'ın, bülûğa eren her çocuktan, derhal
bey'at aldığı da bilinmektedir. İbn-i Hümam: "Mü'minlerin kendi içlerinden
bir imam seçmelerinin sebebi; İslâm'ın emirlerini hakkı ile edâ etmektir."
hükmünü zikretmektedir. Bu husustaki hassasiyet, İslâmî birçok hükmün, ancak
imamın varlığı ile tatbik edilebilmesine dayanır. Nitekim imâmet ile ilgili
meseleler, "akaid" kitaplarına konu olmuştur (Yusuf Kerimoğlu,
Kelimeler Kavramlar, İnkılab Y., s. 70)
Biat, İslâm devletinde idare edenle idare edilenler arasında yapılan, seçim
veya bağlılık karakteri taşıyan sosyopolitik akid demektir. Türkçe'de biat
şeklinde kullanılan kelimenin Arapça aslı bey'attir. Bey'at "satmak;
satın almak" mânâsındaki bey’ masdarına bağlı olarak "yöneticilik
tevdî etmek, birinin yöneticiliğini benimsemek" anlamında kullanılmıştır.
Sosyopolitik bir akid olarak ise devlet başkanını seçme, belirleme ve İslâm
hukuku çerçevesinde ona bağlılık gösterme anlamına gelmektedir.
Kur'ân-ı Kerîm'de bey'at kelimesi geçmemekle birlikte bey' kökünden
türeyen mubâyea masdarının türevleri “biatleşme, getirdiği emir ve yasaklarda
peygambere itaat arzetme ve bu konuda onunla ahidleşme” anlamında kullanılmıştır
(meselâ bk. 48/Feth, 10; 60/Mümtehine, 12). Hadislerde ise bey' kökünden
türemiş birçok kelime hem sözlük anlamında hem de terim olarak kullanılmıştır
(bk. Wensinck, Mu’cem, "bâyea' md). Hz. Peygamber’in önemli dinî-siyasî
olaylar arefesinde veya İslâmiyet'i kabul eden kimselerle ilk defa görüştüğünde
biat aldığı bilinmektedir. Bu türün örnekleri olarak Akabe biatleri ve Bey'atü’r-rıdvân
zikredilebilir.
Hz. Peygamber döneminde daha çok dinî hükümlere bağlı kalmak ve Rasûlullah'a
itaat etmek anlamında kullanılan biat, Hz. Ebû Bekir'in halife seçilmesinden
itibaren sonraki kullanışlarına esas olacak siyasî bir mâhiyet kazanmış, bir
devlet başkanını seçme yahut seçilmiş veya bu makama herhangi bir yolla
gelmiş devlet başkanına bağlılık sunma anlamında kullanılmaya başlanmıştır.
Gerek dört halife döneminde görülen, gerekse sonraki dönemlerde ortaya çıkan
uygulamalar bu kurumun teorik esaslarının belirlenmesinde önemli rol
oynamıştır.
Biatin Unsur ve Şartları:
Devlet başkanlığı makamı boşaldığında bu makama bir başkan seçmeyi veya iş
başında bulunan başkana İslâm hukuku çerçevesinde bağlılık sunmayı amaç
edinen biatin oluşması ve geçerli sayılması için gerekli görülen unsur ve
şartlarla, konu ile ilgili diğer hükümler şöylece özetlenebilir: Biat akdinin
unsurlarından birincisi, bir yanda halife, diğer yanda biat eden kimseler olmak
üzere iki tarafın mevcut olmasıdır. İslâm hukukçuları devlet başkanında
bulunması gereken şartlar üzerinde durmuşlar, bunlardan müslüman ve âdil olmak,
beden ve ruh sağlığına, ictihad derecesinde ilmî yeterliliğe sahip bulunmak,
erkek olmak gibi şartlar üzerinde görüş birliğine varmışlar, Kureyş kabilesine
mensup ve zamanının en faziletlisi olma gibi şartlarda ise birbirinden farklı
görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu şartlarda meydana gelecek herhangi bir
eksiklik, şartın esasla ilgili olup olmamasına göre farklı sonuçlar doğurmaktadır.
Biat eden tarafta aranan genel şartlar ise müslüman ve hür olmak, temyiz gücüne
sahip bulunmaktır. İslâm hukukçuları müslüman olma şartını Mümtehine süresindeki
(60/12) âyete, hürriyet şartını da Hz. Peygamber'in durumunu bilmeden biat
aldığı bir köleyi statüsünü öğrendikten sonra iki köle karşılığında satın
alarak âzat etmesi ve bir daha hür olduğunu bilmediği hiç kimseden biat
almaması şeklindeki uygulamasına (bk. İbn Mâce, Cihâd 41; Tirmizî, Siyer 36;
Nesâî, Bey’at 21) dayandırmaktadırlar. Temyiz gücüne gelince, bazı hukukçular
biat eden kimsenin diğer akidlerde olduğu gibi tam ehliyetli olmasını şart koşarken
diğer bir kısmı Hz. Hasan, Hüseyin, İbn Abbas, Abdullah b. Ca'fer ve Abdullah
b. Zübeyr'in küçük yaşlarda Rasûlullah'a biat etmelerine bakarak sadece temyiz
gücünün biat için yeterli olduğunu söylemişlerdir.
Biatin geçerli olabilmesi için ona katılması gerekli olan kimselerin
sayısı hakkında bir kişiden başlayarak şartlarını taşıyan herkese varıncaya
kadar değişik görüşler ileri sürülmüştür. Bir, üç, beş gibi sınırlı sayıda
kişinin yapacağı biatin yeterli olduğunu söyleyen İslâm âlimleri Hulefâ-yi
Râşidîn dönemindeki bazı uygulamalara dayandıklarını ifade ediyorlarsa da
onları böyle bir hükme götüren asıl âmil, sonraki dönemlerde fiilen verâsete
dayanan bazı saltanatları meşrû bir seçimle yapılmış gibi gösterme gayreti
olmalıdır. Çünkü dört halife döneminde Medine'de bulunanların çoğunun biatlere
katıldığı, ondan kaçınanların sayısının çok az olduğu bilinen bir husustur.
İkinci unsur tarafların halife seçme ve seçilme konusundaki irâdelerini
ortaya koymaları, yani irâde beyanlarıdır. Biat sırasında irâde beyanının sözlü
olması şart değildir, uygulamada bu beyan daha çok el sıkma şeklinde ortaya
konmuştur. Burada önemli olan, rızâyı bozan hallerin özellikle ikrah'ın
bulunması durumunda bu biatin geçerli ve ona dayanan hilâfetin sahih olup
olmadığıdır. İslâm hukukçuları, umûmiyetle ikrah altındaki biatin geçerli
olmadığını söylemektedirler. Gerek Hz. Peygamber gerekse dört halife, zor
kullanarak biat almamışlardır. İmam Mâlik cebir altında yaptırılan yeminin ve
dolayısıyla alınan biatin geçerli olmadığını söylemiş, bu sebeple de çeşitli
baskılara mâruz kalmıştır (İbn Haldun, II, 609). Bununla birlikte daha sonra
ortaya çıkan fiilî durumlar sebebiyle böyle bir biate dayanan hilâfetin zarûreten
geçerli olduğunu söyleyen hukukçular da olmuştur. Biat genellikle herhangi bir
şart koşulmaksızın yapılmakla birlikte, belirli durumlarda şartlı olması da
mümkündür. Nitekim Amr b. Âs'ın Hz. Peygamber'e, affolunması şartıyla biat
ettiği rivâyet edilmektedir (Müslim, İman 192; Ümmü Atıyye'nin yapmış olduğu
şartlı biat için de bk. Buhârî, Ahkâm 49; Nesâî, Bey'at 18; Müslim, Cenâ'iz
33).
Biat halifeye bizzat yapılabileceği gibi asil adına vekil, bir topluluk
adına mümessil tarafından da icrâ edilebilir. Hz. Peygamber, Bey'atü’r-rıdvân'a
katılamayan Hz. Osman'a vekâleten kendi kendine musâfaha yapmak suretiyle
biat etmiştir (Tirmizî, Menâkıb 18). Aynı şekilde Dımâd b. Sa'lebe, kabilesi
Ezd-i Senûe adına Hz. Peygamber'e biatte bulunmuştur (Müslim, Cum’a 46). Biatin
mektupla yapılması da mümkündür. Necâşî Hz. Peygamber'e, Abdullah b. Ömer de
Halife Abdülmelik'e (Buhârî, Ahkâm 43) biatlerini mektupla bildirmişlerdir. Öte
yandan halifenin şahsen olduğu gibi bir temsilcisi vâsıtasıyla biat alması da
mümkündür. Nitekim Hz. Peygamber ensar kadınlarından biat almak üzere Hz.
Ömer'i temsilci olarak tayin etmiştir (Ahmed bin Hanbel, Müsned, V/85; VI/409).
Biatte önemli olan seçim veya bağlılık irâdesinin belirtilmesidir. Bu
sebeple biatin icrâsı için belli bir şekle uymak gerekli görülmemiştir. Hz.
Peygamber ve dört halife zamanındaki uygulama genellikle el sıkışma şeklinde
olmakla birlikte Rasûlullah'ın başka şekillerde biat aldığı da vâkidir. Nitekim
cüzzamlı bir müslümandan sözlü olarak biat aldığı (Müslim, Selâm 126; İbn
Mâce, Tıb 44), kadınlardan biat alırken de bir bez üzerinden musâfaha yaptığı
veya bir kap suya birlikte ellerini soktukları bilinmektedir (Kurtubî, Tefsir,
XVIII/71). Biat Hz. Peygamber ve dört halife döneminde mescidde herkesin
katılımına açık olarak düzenlenirdi. Rasûlullah döneminde biate iştirak eden
kadınların ilk halife döneminden itibaren fiilen bu uygulamanın dışında
kaldıkları görülmektedir.
Biat akdinin yazı ve yeminle tevsiki tamamen sonraki dönemlerin
ürünüdür. İlk defa Haccâc'ın Halife Abdülmelik b. Mervân adına zorla aldığı
biatleri yeminle tasdik ettirmeye ve yazılı olarak düzenlemeye başladığı
bilinmektedir. Abbasîler döneminde de veliahtlar için alınan biatler ahidnâme
veya fermanla tevsik edilir, halife ve akrabalarınca mühürlenerek veliahta
verilir, gerektiğinde kasa, mescid veya Kâbe gibi güvenli yerlerde saklanırdı.
Meselâ Hârûn Reşid'in, oğulları için almış olduğu ahidnâme Kâbe'de saklanmıştı.
Biat ferdî olarak yapılabileceği gibi toplu olarak da akdedilebilir.
Hz. Peygamber hem tek tek fertlerden (Müslim, İman 98; Nesâî, Tatbik 35), hem
de topluca cemaatlerden (Buhârî, Cihâd 110, Ahkâm 43; Müslim, İmâre 80; Nesâî,
Tahrîmü'd-dem 14, Bey’at 8, 17; Tirmizî, Siyer 34) biat almıştır. Ayrıca biat,
şartlar gerektirdiğinde yenilenebilir (Buhârî, Ahkâm 44; Müslim, Zekât 108;
Ebû Dâvûd, Zekât 27; İbn Mâce, Cihâd 41).
Biat akdinin üçüncü unsuru ise akdin bir konusunun bulunmasıdır. Bu da
ya hilâfet makamının boşalması halinde yeni bir halife seçmek veya iş başındaki
halifeye bağlılık sunmaktır.
Biatin Çeşitleri: Biat icrâ
ettiği fonksiyona göre ikiye ayrılmaktadır. Birincisi, ehlü'l-hal ve'l-akdin
gerekli şartlara sahip bir kimseyi devlet başkanı olarak belirledikleri seçim
biatidir (bey'atü'l-in'ikad). Sınırlı sayıda kimselerin katılması sebebiyle
buna "bey'atü'l-hâssa" da denilmektedir. Hz. Peygamber'in ölümünden
sonra Ebû Bekir'in halife olarak seçilmesi için yapılan biat bu türdendir. Bazılarına
göre bu biat Benî Sâide toplantısındaki biattir; bazılarına göre ise Benî
Sâide'de Ebû Bekir'in sadece adaylığı kesinleşmiş, seçim ertesi gün mescidde yapılmıştır.
Dolayısıyla mesciddeki biat seçim biatidir. Bu biatte aynı zamanda bağlılık
anlamı da vardır. İkincisi, seçim veya başka bir yolla devlet başkanlığını elde
etmiş bulunan kimseye bağlılık sunmak için yapılan biattir (bey'atü't-tâa). Çok
sayıda kimsenin katılmasından dolayı buna "bey'atü'l-âmme" de
denilmiştir. Hilâfetin zorla ele geçirilmesi durumunda halkın yapmış olduğu
biat bu gruba girer. Halifenin veliaht tayin etme (istihlâf) yoluyla
belirlenmesi durumunda ise yapılan biatin hangi gruba girdiği hususu
tartışmalıdır. Bazı hukukçulara göre yalnızca veliaht tayin etme devlet
başkanı olmak için yeterli değildir; ayrıca ehlü'l-hal ve'l-akd tarafından
biat edilmesi de gerekir (Ebû Ya'lâ, s. 25). Bu durumda çağdaş bazı hukukçuların
belirttiği gibi veliaht tayini bir aday göstermedir (Senhûrî, s. 150); başkan
olmayı sağlayan asıl unsur biattir. Bu açıdan bakıldığı takdirde söz konusu
biat bir seçim biatidir. Emevîler ve Abbasîler döneminde de istihlâf usulü
böyle anlaşılmış ve önceki halifenin veliaht tayin edip biat aldığı kimse,
hilâfet makamına geçtikten sonra meşrû bir halife olabilmek için tekrar biat
alma gereğini hissetmiştir. Mâverdî'nin de içinde bulunduğu diğer bir grup
hukukçuya göre ise halifenin kendi çocuğu veya babası dışındaki veliaht
tayinleri biate ihtiyaç göstermeksizin halife olmak için yeterlidir (el-Ahkâmü's-Sultâniyye,
s. 11). Dolayısıyla böyle bir halifeye yapılan biat sadece bir bağlılık biatidir.
Hz. Ömer ve Osman'a göreve başlarken yapılan biat bu türdendir.
Devlet başkanının seçimle belirlendiği durumlarda seçim biatini umûmiyetle
geniş kitlelerin zaman içerisinde yaptıkları bağlılık biati takip etmektedir.
Biatin Sonuçları: Hukukî
yönü itibariyle alım satım, vekâlet ve hibe gibi çeşitli akidlere benzetilmesine
rağmen aslında kendisine has sosyopolitik bir akid olan biat, gerekli şartları
taşıyan bütün müslümanlar için vâciptir. Ayrıca gerçekleştirilmiş sahih bir
biat akdine vefânın hükmü de budur. Bu hususun Kur'an'daki delili şu âyettir: "Ey Peygamber! Sana biat edenler
aslında Allah'a biat etmiş olurlar. Allah'ın eli onların ellerinin
üzerindedir. Şu halde biatinden dönen kendi aleyhine dönmüş olur. Allah'a
verdiği ahde vefâ gösterene ise O büyük bir ecir verecektir" (48/Feth,
10). Bu âyette belirtildiği üzere Hz. Muhammed ile ashâbı büyük bir tehlike ile
karşı karşıya bulundukları bir sırada İslâm inancını ve müslümanların
varlığını korumak üzere biatleşmişler ve ne pahasına olursa olsun bundan
caymayacaklarına kesin söz vermişlerdir. Benzer nitelikler taşıyan, müslümanların
dinî ve dünyevî işlerini idare edecek bir otoriteyi seçmek ve ona bağlılık sözü
vermek anlamına gelen biatler ise daha sonra Hz. Peygamber'in halifeleriyle
ashab arasında akdedilmiştir. Biatin vâcip olduğunu ifade eden hadislerin
birinde meşrû bir devlet başkanına bağlılığı olmadan dünyadan ayrılan kişinin
İslâm dışı sayılan bir ölümle hayata vedâ etme durumuna düştüğü ifade edilmiştir
(Müslim, İmâre 58; diğer hadisler için bk. Buhârî, Enbiyâ 50; Müslim, İmâre
44, 46; İbn Mâce, Fiten 9). Çeşitli hadis metinlerinden ve Asr-ı saâdet'le
Hulefâ-yi Râşidîn dönemi uygulamalarından anlaşılacağı üzere biatte aslolan meşrû
devlet başkanını tanımak, kendini ona bağlı hissetmek ve bu hissi hayatının
sonuna kadar korumaktır. Buna göre milletin her ferdinin devlet başkanı ile musâfaha
ederek veya başka bir şekilde biate fiilen katılması şart değildir.
Biatin hem biat eden hem de edilen kimse için doğurduğu hukukî sonuçlar
çeşitli durumlara göre farklılık göstermektedir. Halife, üzerine aldığı görevi
yürüttüğü ve İslâm hukukunun çizdiği yoldan ayrılmadığı sürece biat edenlerin
ahidlerinden dönmeleri mümkün değildir. Buna göre biat bunlar için bağlayıcı
(lâzım) bir akiddir. Nitekim bütün baskılara rağmen Emevî halifelerine biat etmekten
kaçınan bazı kimseler bu tutumlarını daha önce Abdullah b. Zübeyr'e yapmış
oldukları biatin kendilerini bağlayıcı olmasıyla açıklamışlardır. Hukuk
çizgisinin dışına çıkmayan (âdil) halifeye yapılan biatten dönme ve silâhla
karşı çıkma isyan suçunu (bağy) oluşturur. Fakihlerin büyük çoğunluğu hukuk çizgisinin
dışına çıkan (fâsık) halifeye yapılan biatin bağlayıcı niteliğini kaybettiği
ve onun değiştirilmesinin gerektiği görüşündedir. Ancak, fitneye yol açacağı endişesiyle
silâhla değiştirilmesini câiz görmezler. Onları bu konuda tereddüde sevkeden
âmillerden biri, İslâm tarihinin ilk dönemlerindeki dinî-siyasî ihtilâfların
müslümanları bölmesi ve çok kan dökülmesine yol açması diğeri de kendi
dönemlerindeki yöneticilerin baskıları olmalıdır. İslâm bilginleri hukuk
çizgisinin dışına çıkan devlet adamlarıyla fiilen mücadele edememişlerse de
onların meşrûiyetlerini yitirdiklerini söyleyebilmişler ve bu yolla idare
edenle edilenleri uyarma görevlerini yerine getirmişlerdir.
Aynı anda iki halifeye biat edilmesi hilâfetin tekliği prensibini
bozacağı için ilk dönem İslâm hukukçuları tarafından kabul edilmemiştir. Onlar
bu konuda Hz. Peygamber'in, "İki
halifeye birden biat edilmişse sonrakini öldürün" (Müslim, İmâre 61)
hadisine ve Benî Sâide toplantısında ensârın, "Bizden bir emîr, sizden
bir emîr olsun" teklifini Hz. Ebû Bekir'in, "Emirler bizden,
vezirler sizden" diye reddetmesi vâkıasına dayanmaktadırlar. Mutezile
mensupları ile diğer bazı âlimler ise Hz. Ali ile Muâviye'nin aynı zamanda halife
olduklarını öne sürerek iki halifeye biati kabul etmektedirler. Endülüs Emevî
Devleti'ne meşrûiyet kazandırmak isteyen sonraki dönem âlimleri Endülüs'ün
konumuna uygun bir istisna getirmek mecburiyetini hissetmişler ve aralarında
deniz bulunması şartıyla iki halifenin, dolayısıyla iki İslâm devletinin
olabileceğini kabul etmişlerdir. Bu görüş tabiatiyla Mısır'daki Fatımî
hilâfetini meşrûiyet sınırları dışında bırakmaktadır. Zeydîler de başlangıçta
aynı anda iki halifenin gayri meşrû olduğunu söylerken Yemen ve
Mâverâünnehir'de iki ayrı Zeydî imamın ortaya çıkması karşısında iki halifenin
meşrûluğunu benimsemişlerdir. Bütün bu farklı görüşlerin, hukukçuların bunları
ortaya koyarken dayandıkları teorik esasları içinde bulundukları sosyal ve siyasî
ortamın etkisiyle farklı yorumlamış olmalarından kaynaklandığını söylemek mümkündür.
Çağdaş Mısırlı hukukçu Abdürrezzak Ahmed es-Senhûrî ise hilâfeti sahih ve nâkıs
olmak üzere ikiye ayırmakta, iki halifenin ancak nâkıs hilâfet düzeninde
olabileceğini, sahih hilâfet esasen bütün ümmetin ehlü'1-hal ve'l-akdinin
iştirakiyle gerçekleşeceğinden aynı anda iki halifenin hukuken ve fiilen mümkün
olamayacağını söylemektedir (Fıkhü'l-hilâfe, s. 136, 177).
İslâm Tarihinde Biat: Hz.
Peygamber’in Akabe'de aldığı ilk biatten sonra yeni müslüman olanlardan Allah'a
ortak koşmamak, ölünceye kadar cihad etmek, haktan ayrılmamak, hırsızlık
yapmamak, zinâ etmemek, çocukları öldürmemek, Peygamber'e karşı gelmemek gibi
İslâm'ın çeşitli hükümleri üzerine ve önemli siyasî olaylar arefesinde biat
aldığı bilinmektedir (bk. 60/Mümtehine, 12; Wensinck, Mu'cem, "bâyea"
md.; a.mlf., Miftâhu künûzi's-sünne, bey’at md.). Hulefâ-yi Râşidîn döneminde
halife daima bir biatle vazifeye başlamıştır. Emevîler'den itibaren İslâm
devletlerinde de halifenin değişimi sırasında biat daima başvurulan bir
prosedür olmuştur. Ancak gerek Emevîler'de gerekse sonraki devirlerde biatin
seçimden çok bağlılık sunma fonksiyonu göze çarpar. Çünkü bu dönemlerde halife
çoğunlukla veliaht tayin etme yoluyla belirlenmiştir. Bu şekilde belirlenen
halifelerin aynı aileden olmasına özen gösterilmesiyle de hilâfet verâsetle
intikal eder bir hale gelmiştir.
İlk dönemlerde veliaht için biat alınırken halifede bulunması gereken
şartların veliahtta da arandığı, bu şartlan taşımayanlar adına biat
istenmediği veya şartlı biat yoluna başvurulduğu görülür. Nitekim Emevî
Halifesi Yezîd b. Abdülmelik, yaşı küçük olduğu için doğrudan veliaht tayin
edemediği oğlu Velîd'i veliaht seçmesi şartıyla kardeşi Hişâm için biat
almıştır. Ancak daha sonra buna dikkat edilmemiş ve çocuklar için dahi biat
alınmıştır. Abbasî Halifesi Emîn veliaht seçilip kendisi için biat alındığında
henüz beş yaşındaydı. Genelde tek bir kişi veliaht tayin edilmekle birlikte
sıralı olarak birkaç kişinin tayin edildiği de olurdu. Nitekim Hârûn Reşîd,
oğulları Emîn ile Me'mûn'u ardarda halife olmak üzere veliaht tayin etmiş,
diğer oğlu Kasım'ın veliahtlığını ise Me'mûn'un tasvibine bırakmıştır.
Emevîler ve Abbasîler döneminde biat merasimine çeşitli bölge ve
kabilelerin temsilcileri başta olmak üzere çok sayıda kimsenin katıldığı
tarihî kaynaklarda belirtilmektedir. Özellikle siyasî problemlerin fazla
olduğu dönemlerde halifelere imkân nisbetinde çok kimsenin biat etmesine özen
gösterilmiştir. Abdullah b. Zübeyr'in bertaraf edilmesinden sonra Kûfe'de
Abdülmelik b. Mervân'a yapılan biat merasimine temsilcileri vasıtasıyla
katılan kabileler kaynaklarda teker teker sayılmaktadır. Genellikle biate ilk
önce devlet büyükleri başlar, onları hiyerarşik sıraya göre diğer makam
sahipleri takip ederdi. Abbasîler'deki biat merasimlerinde protokolün başında
vezirler, askerler, serdarlar ve Bağdat kadıları gelirdi. Sivil halktan da
ulemâ ve ileri gelenler hazır bulunurdu. Bu merasimlerin çoğunda ordu kâtibi
biat edenlerin yemin törenlerini düzenler ve herkesi ismen dâvet ederek yemin
verdirirdi. Biat merasiminin tamamlanmasından sonra halifeye birtakım lakaplar
arzedilir, o da bunlardan birini seçerdi. Merkezde biat alan halife diğer
bölge emîr ve vezirlerine yazı gönderip kendi adına biat almalarını
bildirirdi. Aynı şey veliahtlık için de söz konusu idi.
Biat usûlü her zaman ve her yerde aynı olmamış, bazan çok sade bir
merasimle yetinilirken bazan da debdebeli törenler düzenlenmiştir. Emevî ve Abbasî
halifelerinin resmî törenlerle biat alarak hilâfet saraylarına girdikleri
tarih kaynaklarının incelenmesinden anlaşılmaktadır. Endülüs Emevî Devleti'nde
biat merasimlerinin önemli bir yer tuttuğu ve günlerce sürdüğü bilinmektedir.
Fâtımîler'de de biat uygulaması vardır. Ancak Fâtımîler'de devlet başkanının
seçimle gelmesi söz konusu olmadığından biat tamamen bağlılık anlamını taşımaktadır.
Tarihî seyir içinde biat törenleri sırasında teklif edilen yeminler esas itibariyle
aynı olmakla birlikte kullanılan ifadeler ve teferruat bakımından farklılık
arzetmiştir. Nitekim Haccâc'ın başlattığı yeminli biat merasimlerinde yemininden
dönenin karısının boş, kölelerinin âzat, malının sadaka olacağı ve üzerine
hac terettüp edeceği belirtilmiştir. İlk önceleri birkaç kelimeden ibaret ve
sözlü olan yeminler daha sonra yapılan birtakım değişiklik ve ilâvelerle uzadıkça
uzamış ve yazılıp ezberlenmeye başlanmıştır. Öyle ki Mısır Abbasî Halifesi
Hâkim-Billâh'a yapılan biat yemininin sûreti dört sayfaya ulaşmıştı. Her şeyin
şekil şartlarına bağlandığı Fâtımîler döneminde de biat yazıları kompozisyon
kaidelerine varıncaya kadar en ince ayrıntılarıyla belirlenmişti.
Biat merasimlerinde Emevîler dönemininin başlangıcından itibaren
"biat resmi" veya "biat hakkı" uygulaması ile de
karşılaşılmaktadır. Biat alan halifenin, başta askerler ve devlet ricali olmak
üzere çeşitli kesimlere ulûfe dağıtmasından ibaret olan bu uygulama
Abbâsîler'in son dönemlerinde askerî ayaklanmalara yol açacak kadar kontrol
dışına çıkabilmiştir. Nitekim babası hiçbir şey bırakmadığından biat resmi
veremeyen Kâim Biemrillâh'a karşı isyan başlatılmış, ancak Melik
Celâlüddevle'nin onun yerine 3000 dinar gibi külliyetli bir miktar dağıtması
üzerine fitne önlenebilmiştir. Yine biatleri için câize isteyerek Muktedir Billâh'a
karşı isyan eden askerlerden bir grup öldürülmüştür.
Osmanlılar'da genellikle Hırka-i Saâdet Dairesi'nde veziriazam ve
şeyhülislâm’ın biatiyle başlayan merasime Topkapı Sarayı'ndaki Bâbüssaâde
önünde devam edilirdi. Bu merasimde de önce nakîbü’l-eşraf biat eder, onu
vezirler ve diğer devlet erkânı takip ederdi. Padişah Bâbüssaâde önüne konan
tahta oturur, biat edenler tahta yanaşır ve padişahın eteğini öperlerdi.
İlmiyeye mensup kimselerin padişahın bizzat elini öperek veya sıkarak biat
ettiklerinin örneklerine de rastlanmaktadır.
Medine, Şam, Bağdat, Kahire, Kurtuba, İstanbul gibi değişik hilâfet
merkezlerinde biat müessesesi zaman içinde değişiklik arzetmiş, şeklî bir
merasimden öte gitmese de bütün İslâm devletlerinde uygulanmaya devam
etmiştir. (5)
Hz. Peygamber (s.a.s.)'in
Medine'den gelip ilk müslüman olanlarla 621-622 yıllarında Mekke'nin Akabe adı
verilen mevkîinde yaptığı iki anlaşma ve ahidleşme, Akabe Bey’atleri diye
tarihe geçmiştir.
Mekke'ye üç km. kadar uzaklıkta
bulunan Mina ile Mekke arasındaki bir mevkiye verilen “Akabe” adına, bölgenin
başka yerlerinde de rastlanmaktadır. Aynı adı taşıyan birçok yer bulunmasına
rağmen Akabe denince ilk defa bu meşhur ahidleşme ve anlaşmaların yapıldığı
mevkî hatıra gelmektedir.
İslâm'ı çeşitli kabile ve
gruplara anlatmaya çalışan Rasûlullah (s.a.s.) özellikle Hac mevsiminde
Mekke'ye gelen kabileler arasında dolaşıyor ve onlara bu yeni mesajı iletmeye
uğraşıyordu. Bu hac mevsimlerinin birinde Yesrib (Medine)'den gelen ve bu
şehirde yaşayan iki Arap kabilesinden biri olan Hazrec kabîlesine mensup bazı
kimselerle karşılaşan Hz. Peygamber, onları İslâm'a davet etti.
Peygamberliğinin on birinci yılında onun bu çağrısına adı geçen kabîleden altı
kişi icâbet edip büyük bir samimiyetle bu yeni dine sarıldılar. Zira yıllardır
Yesrib'teki diğer Arap kabîlesiyle aralarında sürüp gitmekte olan Buas
savaşlarından bezmiş olduklarından bu yeni dinin aralarında bir barış ortamı
oluşturacağını ümit ediyorlardı. Yesrib'e geri döndüklerinde bu olaydan ve yeni
dinlerinden kardeş kabîle Evs'e bahsedip onları da İslâm'a dâvet edeceklerine
ve gelecek yıl yine Hac mevsiminde aynı yerde Rasûlullah'la buluşacaklarına
dair söz verip ayrıldılar.
Medine'de yaşayan bu iki
kabîlenin dışında ayrıca üç Yahûdi kabîlesi daha bulunuyordu. Bunlar müşrik
Arapları dinlerinden ve putperestlik anlayışlarından dolayı hep hor
görüyorlardı. Yahûdiler ellerindeki Tevrat'a, ayrıca âlimlerinden ve
atalarından işitip durduklarına göre yakında bu bölgede zuhur edecek bir
peygambere iman edeceklerini ve bu peygamberin desteğiyle putperestliğe son
vererek Arapları ortadan kaldıracaklarını söyleyip duruyorlardı. Yahûdilerin bu
sözleri Yesrib'li Evs ve Hazrec kabilelerinin zihninde yer etmişti. Hz.
Peygamber (s.a.s.) ile Akabe'de görüşünce, yahûdilerden önce davranıp bu
peygamberin yanında yer almakta hiç tereddüt etmediler. Bu ilk müslüman
Yesribliler Rasûlullah'a iman ederek şöyle dediler: "Kavmimiz çok zor
günler yaşıyor, hiç iyi bir durumda değiliz. Yıllardır süren çatışmalar
aramızda sonu gelmez bir anlaşmazlığa sebep oldu. Bu yeni dinin bizleri bir araya
getireceğine ve bizleri barıştırıp kaynaştıracağına inanıyoruz." Gerçekten
Yesribliler Buas savaşlarının artık son bulmasını istiyorlardı. Hz. Peygamber’e
iman eden Hazrecliler şu kişilerden ibaretti: Es'ad b. Zurâre, Avf b. Hâris,
Râfi' b. Mâlik, Ukbe b. Âmir, Kutba b. Âmir ve Câbir b. Abdullah b. Riab.
Bunlardan ilk ikisi Neccaroğullarına mensup idi (İbn Hişâm, Sîre, II, 70 vd.;
İbn Sa'd, Tabakât, I, 217 vd.). İslâm'a gönül veren bu ilk Medineli müslümanlar
memleketlerine geri dönerek bütün güçleriyle bu yeni dini tanıtmaya ve
akrabalarının da iman etmelerini temine çalıştılar. Bu küçük grubun Yesribliler
üzerinde büyük etkileri oldu. Evs ve Hazrec'ten birçok kimse bunların
aracılığıyla İslâm'a girdi. Özellikle Rasûlullah'ın dayılarından olan
Neccaroğullarına mensup Es'ad b. Zurâre ile Avf b. Hâris müslümanlıklarını asla
gizlemeksizin büyük bir gayretle insanları İslâm'a davet ettiler. Gerçekten
İslâm akîdesi Yesrib’de yıllardır süren savaşların sona ermesinde büyük bir
etken oldu. Düşmanlıklar sona erdi ve insanlar Allah'ın rahmeti sâyesinde kısa
zamanda kardeşler oluverdiler. Ertesi yıl, yani peygamberliğin on ikinci
yılında yine Hac mevsiminde Mekke'ye gelen Yesrib'li on iki kişi Akabe
mevkiinde Rasûlullah (s.a.s.) ile geceleyin gizlice buluştular. Bunlardan
altısı bir önceki yıl müslüman olan kişilerdi. Birinci Akabe Bey’ati adı
verilen bu bey’atte bulunan sahâbelerden Ubâde b. es-Sâmit, hadiseyi söyle
anlatır:
"Refahta olduğu kadar
sıkıntıda, sevinçte olduğu kadar üzüntüde de onu destekleyecek ve her konuda
emirlerine itaat edeceğimize, Rasûlullah'ı kendi nefislerimizden aziz tutup,
durum ne olursa olsun ona muhâlefet etmeyeceğimize, Allah yolunda hiçbir
kınayıcının kınamasından korkmayacağımıza, Allah'a asla şirk koşmayacağımıza,
hırsızlık ve zina yapmayacağımıza, çocuklarımızı öldürmeyeceğimize,
kendiliğimizden uyduracağımız yalan ve dolanlarla hiç kimseye iftirada
bulunmayacağımıza, hiçbir hayırlı işte Rasûlullah'a muhâlefet etmeyeceğimize
dair bey'at ettik. Ayrıca bizden birinin verdiği sözünde durmasına karşılık
onun ecir ve mükâfâtının Allah'a ait olduğuna ve ona Cennet nimetinin
verileceğine; kim insanlık haliyle bunlardan birini işler de ondan dolayı
dünyada cezaya çarptırılırsa bunun ona keffâret olacağına; kim de yine
bunlardan birini işler de işlediği o suçu Allah açığa vurmazsa onun işinin
Allah'a kalacağına; Allah'ın dilerse onu bağışlayıp dilerse azaba uğratacağına
dair Rasûlullah'ın bize bildirdiği hususlara sâdık kalacağımıza da söz
verdik."
Bu birinci Akabe Bey’atine
katılan on iki kişiden altısı bir önceki yıl iman eden kimselerdi. Diğer altısı
ise Muaz b. Hâris, Zekvân b. Kays, Ubâde b. es-Sâmit, Yezid b. Sa'lebe, Abbâs
b. Ubâde ve Ebû'l-Heysem Mâlik b. Teyyihan idiler. Bazı kaynaklarda bir önceki
yıl Rasûlullah ile tanışan altı kişiden biri olan Câbir b. Abdullah yerine
Uveym b. Saide'nin birinci Akabe Bey’atinda bulunduğu ifade edilir.
Medineliler, hacdan geri
dönerlerken, yanlarında, İslâm'ı öğretmek üzere Rasûlullah tarafından tayin
edilen Mus'ab b. Umeyr'i götürdüler. Kısa sürede Medine-i Münevvere'de
İslâmiyet hızla yayıldı. Mus'ab b. Umeyr, Rasûlullah'ı Medine'deki her
hareketten haberdar ediyordu. Kısa zamanda Evs ve Hazrec kabilesinin bütün
evleri İslâm'ın nuruyla aydınlanmaya başladı. Artık Medine, bir İslâm
devletinin doğuşuna hazır hâle gelmişti. Mus'ab b. Umeyr'in gayret ve etkisiyle
Yesrib'in ileri gelenlerinden Sa'd b. Muaz ve Useyd b. Hudayr müslüman oldular.
Bu iki büyük reisin İslâm'a girmesiyle İslâm, Medine'de bir hayli kabul gördü.
Bunun üzerine Medineliler Hz. Peygamber’i şehirlerine dâvet etmeye karar
verdiler.
Birinci Akabe Bey’atinden bir
yıl sonra Medineliler yeniden hac için Mekke'ye geldiler. İçlerinde ikisi kadın,
yetmiş beş müslüman vardı. Allah Rasûlünün bu defa onlarla ilgi kurması
İslâm'ın tebliğinden ibâret değildi. Çok önemli kararlar arifesindeydiler.
Buluşma yeri yine Akabe mevkii oldu. Buluşma gizli yapılacak ve hiç kimseye
haber sızdırılmayacaktı. Gece yarısına doğru, Medineliler, gâyet tedbirli
hareket ederek kararlaştırılan yerde toplandılar.
Rasûl-i Ekrem Akabe'ye bu defa
amcası Abbâs ile birlikte geldi. Abbâs henüz ya müslüman olmamış yahut
müslümanlığını gizliyor, ancak yeğenini himâye ediyordu. Böylesi bir toplantıda
bulunmayı bir aile borcu kabul etmişti. Toplantıda ilk sözü Hz. Abbâs aldı:
“Ey Hazrecliler, Muhammed (s.a.s.)'in
aramızdaki mevkii bildiğiniz gibidir. Biz, onu düşmanlarından koruduk ve
koruyacağız. Kendisi burada, ailesinin yanında, nezdimizde izzet ve ikrâm
içindedir. Fakat sizinle bir andlaşma yapmak ve size katılmak istiyor. Ona
verdiğiniz sözü tutmak, kendisine muhâlefet edenlere karşı gelmek hususunda
azminiz kuvvetli ve sağlam ise buna bir diyecek yoktur. Fakat onu ele verecek,
yanınıza geldikten sonra yalnız başına bırakacaksanız, bunu şimdiden söyleyiniz
ve onu kendi haline bırakınız.”
Medineli Müslümanların cevabı
şöyle oldu: “Dediklerinizi
dinledik. Ey Allah'ın Rasûlü, siz söyleyin! Kendiniz adına, Allah adına
istediğiniz andı bizden alınız. Biz hazırız.” Rasûlullah Hz. Muhammed (s.a.s.) Kur’ân-ı Kerim'den bazı âyetler
okuduktan sonra şöyle buyurdular:
"Kadınlarınızı ve çocuklarınızı nasıl
koruyorsanız, beni de öylece korumak üzere size elimi veriyorum."
Elini ilk uzatan, Berâ b.
Ma'rur oldu. O, şöyle dedi: “Bey'at
ettik ya Rasûlullah, seni Hak dinle gönderen Allah'a yemin ederiz ki kendimizi,
çocuk ve hanımlarımızı koruduğumuz gibi seni de koruyacak ve savunacağız. Biz,
zaten harp içinde yoğrulmuş kimseleriz. Zırha alışkınız. Bu, bize atalar
mirasıdır.” Bera'dan sonra söz alan Ebû'l Heysem de: “Yâ Rasûlallah, dedi. Bizim yahudilerle birtakım
bağlantılarımız vardır. Bu bağlantıları keseceğiz. Biz bunu yaptıktan sonra siz
de Allah'ın inâyetiyle muvaffak olunca bizi bırakıp kendi kavminizin yanına
döner misiniz?” Rasûlullah
(s.a.s.) gülümsediler ve dediler ki:
"Kanım sizin kanınızdır. Siz
bendensiniz, ben de sizdenim. Kiminle dövüşürseniz ben sizin yanınızdayım.
Kiminle barış yaparsanız, ben de onunla barış yaparım."
Rasûlullah (s.a.s.)'in bu
sözlerini duyan herkes, bey'at etmek üzere elini uzatıyordu. Bu sırada Abbâs b.
Ubâde ortaya atılarak şunu söyledi: “Hazrecliler! Bu zâta niçin bey'at ettiğinizi biliyor musunuz? Ona
bey'atle insanların kırmızısına ve siyahına, yani Arap ve Arap olmayana (bütün
dünya insanlarına) karşı savaşa hazır olmayı kabul etmiş oluyorsunuz. Bir
felâkete uğradığınız ve ulularınızın maktul düştüğünü gördüğünüz zaman onu
yalnız başına bırakacaksanız şimdiden bırakınız. Bu, daha doğru olur. Yoksa
dünyada ve âhirette rüsvay olursunuz. Fakat ona verdiğiniz sözü tutacak, malca
felâkete uğramayı, büyüklerinizin ölümüyle karşılaşmayı göze alacaksanız, bunu
yapınız. Çünkü dünya ve âhiret hayrı bundadır.” Hepsi kabul ettiler ve
sordular: “Ey Allah'ın Rasûlü,
buna karşılık bize ne va'd ediyorsunuz?” Rasûlullah: "Cennet" dedi.
Bey'at kısa zamanda tamamlandı.
“Hepsi de darlıkta ve genişlikte her durumda itaate, sözün ancak doğrusunu
söylemeye ve Allah yolunda hiçbir kınayıcının kınamasından korkmamaya” söz
verdiler.
Bey’atten sonra Rasûlullah
(s.a.s.), Hazrec'den dokuz, Evs'den üç kişi olmak üzere on iki nakip seçtiler.
Es'ad b. Zurâre de hepsinin başı ve emîri seçildi. Bunlardan her biri bir
kabîlenin reisi idiler. Bunun anlamı, on iki kabilenin İslâmiyeti kabul
etmesiydi.
Bey'at gece karanlığında
tenhada ve gizlilik içinde yapılmıştı. Fakat bey’atin bitiminde bir çığlık
karanlığın perdesini yırttı: “Ey
Kureyş, Muhammed ile atalarının dininden çıkanlar, sizinle dövüşmek için
andlaşma yaptılar!” Fakat
müslümanların artık kimseden çekindikleri yoktu. Bu sesi duyar duymaz Abbas b.
Ubâde şöyle dedi: “Yâ Rasûlallah,
seni hak ile gönderen Allah'a yemin ederim ki istersen sabah olur olmaz
kılıçlarımızı kınından sıyırır üzerlerine saldırırız.” Rasûlullah (s.a.s.) ise
şöyle buyurdular: "Hayır... Bize savaş izni henüz verilmiş
değildir. Şimdi hepiniz yerlerinize dönünüz."
İslâm'a teslim olup Rasûlullah'a
tam anlamıyla bey'at eden bu ilk müslüman kitle için emre itaat mutlak idi. Akabe'deki
bu toplantı dağıldı ve herkes yerine döndü. Sabah olunca Kureyşli müşrikler bu bey’atten
haberdar olmuşlardı. Müşrikler bu anlaşmanın mâhiyetini araştırmaya başladılar.
Fakat henüz müslüman olduğunu bilmedikleri Yesribliler'in Hz. Peygamber ile
anlaşmalarına bir türlü anlam veremiyorlardı. Mekkeli müşrikler bu gizli
anlaşma hakkında bir bilgi alamadan Yesrib'li müslümanlar şehri terk etmişlerdi.
İslâm Devleti'nin kurulmasında
önemli bir dönüm noktası olan ikinci Akabe bey’atine, Rasûlullah'ın savaş ve
barışta korunacağına dair prensiplerin tesbit edildiği ve kararların alındığı
bir bey'at olmasından dolayı, "Bey'atü'l-Harb" adı da verilir. İkinci
Akabe bey'atinin gerçekleşmesiyle İslâm tarihinde yeni bir dönem başlıyor ve o
gün İslâm Devleti'nin temeli atılmış oluyordu. (6)
Rıdvân Bey’ati; Ashâbın, Allah'ın râzı olacağı şekilde, Kur'an'ın hükümlerine uyacaklarına ve Rasûlullah'ı koruyup onun yanında düşmanlarına karşı sonuna kadar savaşacaklarına dair Hudeybiye’de Hz. Peygamber (s.a.s.) ile ahidleşmeleri olayıdır.
Rasûl-i Ekrem Hz. Muhammed (s.a.s.) Kâbe'yi ziyaret ve Umre yapmak
gayesiyle Hicret'in altıncı yılı Zülkade ayında ashâbıyla Medîne-i
Münevvere'den çıkıp Mekke'ye doğru yola koyuldu (İbn Hîşam, Sîre, III, 321).
Hudeybiye'ye indiğinde Hudâalılardan Hıraş b. Umeyye'yi elçi olarak müşriklere
gönderdi. O, müşriklere, savaşmak niyetinde olmayıp yalnızca Kâbe'yi ziyaret
için geldiklerini ve Umre yapıp döneceklerini bildiriyordu. Elçi İbn Umeyye,
Mekke'ye varıp bunu söyleyince müşrikler devesine vurup onu yere düşürerek
öldürmek istediler. Mekkeli olmayan çoğu Habeşli bazı kimseler araya girip bu
elçiyi kurtardılar, geri dönerek durumu Rasûlullah (s.a.s.)'e anlattı. Bunun
üzerine Rasûl-i Ekrem. Hz. Ömer (r.a.)'i göndermek için yanına çağırdı. Hz.
Ömer (r.a.): "Ya Rasûlullah, onlar benim kendilerine olan kin ve
düşmanlığımı bilirler. Ben onlara güvenemem, şâyet onlar tarafından bir
işkenceye uğrarsam Mekke'de bana yardımcı olacak akrabalarım Adiyyoğulları'ndan
kimse yoktur. O yüzden, Osman b. Affân'ı gönderirseniz, orada onun akraba ve
yakınları çoktur. Hem onu severler. İrâde ve arzunuzu daha rahat tebliğ
edebilir." dedi.
Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.) Hz. Osman b. Affân (r.a.)'ı çağırıp, onu Kureyş'e gönderdi. Osman b. Affân (r.a.) Mekke-i Mükerreme'ye varınca önce Rasûlullah'ın emrini tebliğ etti ve: "Biz Hudeybiye'ye muhârebe için gelmedik. Yalnız ziyaret ve umre yapmak için geldik." dedi. Bu arada Osman b. Affân (r.a.) Mekke'de iman edip İslâm'a girmiş olanlara fethi müjdelemek istiyordu. Bu da Hz. Osman'ın görevleri arasındaydı. Bu arada Kureyş Hz. Osman'a, "İstersen sen Beytullah'ı tavaf et; ancak hepinizin, üzerimize gelip tavaf etmenize izin veremeyiz." dediler. Hz. Osman b. Affân'ın verdiği cevap bir elçiye yakışır nitelikte ve gâyet vakurdu: "Allah'a yemin ederim ki Rasûlullah ve ashâbı tavaf etmedikçe ben de Beytullah'ı tavaf edemem." (Vakidî, Kitâbu'l-Meğâzî, II, 602).
Hz. Osman b. Affân'ın bu cevabı üzerine müşrikler onu göz hapsinde
tutup Mekke'de alıkoydular. Diğer taraftan Hudeybiye'ye "Osman
öldürüldü" diye yanlış bir haber ulaştı (İbn Hişam, Sîre, III, 329). Bu
haber, mü’minleri ziyâdesiyle üzdü ve Rasûlullah (s.a.s.): "O kavim ile çarpışmadan gidemeyiz" dedi (Taberî, Tarih,
III, 77; İbnü'l-Esir, el-Kâmil, II, 203).
Bir çağrıcıyı görevlendiren Rasûlullah (s.a.s.), ashâba şunu ilân
ettirdi: "Haberiniz olsun ki Rasûlullah'a Ruhu'l-Kudüs indi. Ona bey’ati
emretti." Ashâbı Rasûlullah'a Bey'at'e dâvet etti. Bütün ashâb Allah adına
ona bey'at ettiler. Bey'atleşme, semûre ağacı altında olmuştu. Rasûlullah,
ağacın altında oturmuş, ashâbından bey'at alıyordu. Ashâb, Hz. Peygamber'e, “Ölmek
pahasına da olsa savaştan kaçmamak ve asla çekinmemek üzere” söz verdiler. Bu
bey’at, bir rivâyete göre "ölüm üzerine" (Buhârî, Meğâzî 35), bir
başka rivâyete göre ise "savaştan kaçmamak üzere" (Buhârî, Cihâd
110; Müslim, İmâre 67) idi. Rasûlullah onlara şöyle dedi: "Siz bugün yeryüzündekilerin en hayırlısısınız." (Buhârî,
Meğâzî 35). Bu bey’at, hicretin 6. yılı Zilkade ayında, (Milâdî 628 yılı Mart
ayı) meydana geldi.
Ashâbından herbirini bir söz, bir ahd ve bir birlik üzere olmak için
bey'ate çağıran Hz. Muhammed (s.a.s.) en sonunda sağ elini öbür eli üzerine
koyup, "Bu da Osman'ın bey’ati"
demesi Hudeybiye'deki mü’minleri çok heyecanlandırdı (Ahmed İbn Hanbel, Müsned,
II, 120). Onun bu ifadelerini işiten Mekkeli müşrikler, Osman b. Affân (r.a.)
ve Mekke'deki müslümanlardan birkısmını serbest bıraktılar. Arkasından, Suheyl
b. Amr'ın başkanlığında bir heyeti antlaşma yapmak üzere Rasûlullah'a
gönderdiler. Burada İslâm tarihinde meşhur olan Hudeybiye Andlaşması yapıldı.
Rasûlullah (s.a.s.), Hudeybiye'de yapılan ve adına Bey'atu'r-Rıdvân
denen bu olay ve bey'atleşme için şöyle buyurmuşlardır: "Bey'atu'r-Rıdvân'da bulunan kimse ateşe (cehenneme) girmez."
(Buhârî, Meğâzî 19, 35; Fadâilü's-Sahâbe 7; Müslim, Cihâd 52; Tirmizî, Menâkıb
18; Nesâî, İhbas, 4; Ahmed bin Hanbel, I/59, V/423)
Bey'atu'r-Rıdvân, müslümanların, devlet şuurunda oldukları ve İslâm'ı
sonuna kadar savunup koruyacaklarını gösteren bir olaydır. Burada yalnız
Selemoğulları'ndan Cedd b. Kays adındaki münâfık devesinin karnı altına
saklanarak (İbn Hişam, Sîre, III, 330) devlet başkanı Rasûlullah (s.a.s.)'e
bey'at etmemiştir. Osman b. Affân (r.a.) ise tek başına Kâbe-i Muazzama'yı
tavaf etmemişti. Çünkü kâfirler müslümanlara ve onların devlet başkanına tavafı
yasaklamışlardı. Böyle olunca, müslümanın tek başına, kâfirler ve tâğutî
güçlerin müsaadesi ile ve onlar istediği için Kâbe'yi ziyareti söz konusu
olamazdı. (7)
Kaynaklardaki rivâyetlerde biat eden sahâbîlerin sayısı 700, 1300,
1400, 1525 ve 1600 olarak gösterilir. Güvenilir kaynaklarda ise 700 rivâyeti
yoktur. 1400 kişi olduklarına dair rivâyet daha yaygındır (Buhârî, Meğâzî 35).
Hz. Peygamber ve müslümanlar yapılan antlaşmadan sonra Hudeybiye'den
ayrılıp Medine'ye dönerlerken yolda Feth sûresi nâzil oldu. Bu sûrenin iki
âyetinde (10, 18) Bey'atürrıdvân'dan söz edilmiştir: "Ey Muhammed! Şüphesiz ki sana biat edenler ancak Allah'a biat
etmiş olurlar; Allah'ın eli onların elleri üstündedir..." (48/Fetih, 10).
"Ey Muhammed! And olsun ki Allah
seninle ağaç altında biat ederlerken mü’minlerden râzı olmuştur..."
(48/Fetih, 18). Bundan dolayı bu biate "Bey'atü'r-rıdvân" (rıdvân -râzı
olma- biati) veya "Bey'atü'ş-şecere" (ağaç altındaki biat); biat eden
sahâbîlere "Ashâbü'ş-şecere" (ağaç altında Hz. Peygamber'e biat
edenler); gölgesinde bu biatin yapıldığı ağaca da
"Şeceretü'r-rıdvân" denilmiştir.
Altında biat yapılan ağaç hakkında kaynaklarda iki ayrı rivâyet
bulunmaktadır. Bir rivâyete göre müslümanlar ertesi yıl veya Hz. Ömer'in
hilâfeti zamanında (634-644) Hudeybiye'ye giderek bu ağacı aramışlar, fakat
bulamamışlardır. Bunun üzerine Hz. Ömer onu sel sularının veya benzeri bir
şeyin alıp götürmüş olabileceğini söyleyerek aranmasından vazgeçilmesini
istemiştir. Diğer rivâyette ise müslümanların ziyaretleri sebebiyle bu ağacın
kutsiyet kazanmasından endişe eden Hz. Ömer, hilâfeti sırasında onun kesilip
imhâ edilmesini emretmiştir. Bugün bu ağacın bulunduğu yerde Hudeybiye Mescidi
vardır.
Sahâbîleri fazilet ve derece bakımından çeşitli gruplara ayıran hadis
âlimleri arasında Hâkim en-Nîsâbûrî'nin on iki basamaklı kronolojik taksimi
daha fazla kabul görmüştür. Buna göre "Ehlü Bey'ati'r-rıdvân" (Rıdvan
bey’atine katılanlar) dokuzuncu sırayı oluşturmaktadır. (8)
Biat, tasavvufta el almak; şeyhine sâdık ve bağlı kalacağına, ona
kayıtsız şartsız teslim olacağına, her dediğini itiraz etmeden yapacağına dair
mürîdin mürşidine söz vermesi demektir. Aynı zamanda, bu maksatla tarikat
mensupları arasında düzenlenen tören anlamında da kullanılır. Ankaravî biati
şöyle tanımlar: “Biat, el alıp şeyhle muâhede kılıp, şeyhin dostuna dost,
düşmanına düşman olup, gerek rahat, gerek sıkıntılı zamanlarda ona itaat edip
emrinden dışarı çıkmamaktır.” (Ankaravî, 34, Mirâtu’l-Makasıd, 259, 268) (Süleyman
Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Marifet Y., s. 99)
Biat, tasavvufta mürid adayının (tâlip, muhib) şeyhe ve onun vereceği
emirlere tam anlamıyla bağlı kalacağına dair verdiği söz mânâsında kullanılır.
Mubâyaa, ahz-ı tarik, ahid, intisap, intimâ, telkîn-i zikr, inâbe ve el almak,
ikrar vermek gibi terimler de aynı anlama gelir.
Mutasavvıflar ve tarikat ehli, biatin Kur'an ve Sünnet'e dayandığı
görüşündedirler. Kur'ân-ı Kerîm'de biate ve taşıdığı öneme işaret edilmiştir
(bk. 9/Tevbe, 11; 48/Feth, 10; 60/Mümtehine, 12). Hz. Peygamber’in İslâm'a
girmek isteyen kişilerden, hicret ve cihad gibi önemli faâliyetlere karar
verirken sahâbîlerden, iyi ve temiz bir dinî hayat yaşamak isteyenlerden biat
alması, tarikatlerde şeyh ile mürid adayları arasında akdedilen bir çeşit
bağlılık yemini kabul edilen biat için örnek teşkil etmiştir (Şah Veliyyullah
ed-Dihlevî, s. 38-40).
Aralarında bazı önemsiz farklar bulunmakla beraber biatin şekli ve
gayesi bütün tarikatlerde hemen hemen aynıdır. Tarikate girmek isteyen mürid
adayının intisaba ehil olup olmadığı araştırılır. Araştırmalar olumlu sonuç
verirse tâlip bir deneme ve müridliğe hazırlık dönemi geçirir. (…) Şeyh, sağ
elini uzatıp müridle musâfaha eder, ondan söz alarak biat hakkındaki âyetleri
okur (9/Tevbe, 111; 48/Feth, 10; 60/Mümtehine, 12). Tâlibe şeyhinin dostuna dost, düşmanına düşman olmasını, refahta
ve sıkıntıda ona itaat etmesini, hiçbir emrine karşı çıkmamasını tenbih ederek
(Ankaravî, s. 34) kelime-i tevhidi üç defa okur, peşinden tâlip bunu tekrar
eder. Şeyh, "Allah'ı rab, İslâm'ı din, Muhammed'i peygamber, Kur'an'ı
rehber, Kâbe'yi kıble, efendimiz falan zâtı (mesela Abdülkâdir-i Geylânî) şeyh,
mürebbî ve rehber olarak gönül hoşluğuyla kabul ettim" der (Harîrîzâde,
I, vr. 4a); tâlip de bunu tekrarlar. Sonra ellerini kaldırırlar, şeyh duâ
eder, mürid de "âmin" der. Bu merasimden sonra tâlip mürid olarak
ihvan arasına girer, sohbetlere katılır. Biat sırasında mürşidin tâlibe verdiği
öğütlere vasiyet (tavsiye) denir.
Biat merasimine genellikle “ağyar” (yabancılar, o tarikatte olmayanlar)
alınmaz. Kadınların biati musâfaha yapılmadan sözlü olarak yerine getirilir.
Mevlevîler'de biat töreninde tâlibe tekbir getirilerek sikke giydirilir; musâfaha
yapılmaz. Bununla beraber Mevlevîlik'te de ilk zamanlarda musâfaha bulunduğundan
daha sonraki dönemlerde bu tarikatte de biat merasiminde musâfaha yapmaya cevaz
verilmiştir (Ankaravî, s. 34).
Tasavvuf anlayışına göre biat, tâlibin şeyhine mânevî bağlılık ve
teslimiyetini simgeler ve bu yolla mürşidin mâneviyatından tâlibin kalbine akan
feyiz onu psikolojik olarak yeniler. Tâlibin elinin üstünde şeyhin eli bulunduğu
gibi şeyhin elinin üstünde tarikat pirinin eli bulunduğu ve tarikatin
silsilesiyle bu durumun Hz. Peygamber'e kadar ulaştığı kabul edilir. Bu
sebeple şeyhin eli aynı zamanda Hz. Peygamber'in, onun eli de
"yedullah" sayılmış (bk, 48/Feth, 10) ve bu anlayış "el ele, el
Allah'a" deyimiyle ifade edilmiştir.
Biat tam anlamıyla şeyhe bağlılık sözleşmesi olduğundan biati bozmanın
manevî sorumluluğunun da ağır olduğu kabul edilir.
Tasavvufun ilk dönemlerinde sûfîler arasında yukarıda tasvir edildiği şekilde bir biat töreni uygulaması olmadığından, tasavvufun kaynak niteliğindeki ilk eserlerinde bu konuya yer verilmemiştir. Sühreverdî’nin de işaret ettiği gibi bu dönemlerde hırka giyme töreni biat yerine geçiyordu (Avârifü'l-ma'ârif, s. 95). Biat uygulaması ise tarikatler döneminde yaygınlaşmıştır. (9)
Bâyea fiili, alış-veriş yapmak mânâsına gelmekle birlikte, içerisinde hukuk mübâdelesi bulunduğundan ve değişik anlamda bir alış-verişi içerdiğinden dolayı biat etmek, antlaşmak mânâsında kullanılır. Bey’at anlamında “bâyea” fiili ve türevlerinin Kur’ân-ı Kerim’de dört âyette toplam 6 yerde kullanılır (9/Tevbe, 111; 48/Fetih, 10, 10, 18; 60/Mümtehıne, 12, 12). Bey’at kelimesinin türediği “b-y-a” kökü ise, değişik biçimlerde Kur’ân-ı Kerim’de toplam 15 yerde geçer.
Bey'at konusunu ele alan âyetler, çok sınırlı sayıdadır. Bu âyetlerde
Medine'ye hicretten az önce yapılan Akabe Bey'ati ile hicretin altıncı
yılındaki Hudeybiye Andlaşması sırasındaki Rıdvan Bey'ati sözkonusu edilir. Her
iki bey'at de, bağlılık andı niteliğindedir. Oysa İslâm siyaset edebiyatında
bey'at kavramı, bundan daha geniş bir anlam kazanmış, "iktidara lâyık
olanı serbest irâde ile toplumun işbaşına getirmesi, İlâhî irâdeden sapmadıkça
ona itaat sözü vermesi" biçiminde tanımlanmıştır.
“Muhakkak ki sana biat edenler ancak Allah’a biat etmektedirler.
Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa, ancak kendi
aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah’a verdiği ahde vefâ gösterirse Allah ona
büyük bir mükâfat verecektir.”
(48/Fetih,
10)
"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygambere itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine (ulu'l-emr'e) de (itaat edin)." (4/Nisâ, 59)
“Allah’a ve O’nun Rasûlüne itaat edin. Birbirinizle çekişmeyin. Sonra korku ile zayıflığa düşersiniz, rüzgârınız (kesilip) gider. Bir de sabredip katlanın. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (8/Enfâl, 46)
“Andolsun, Allah sana o ağacın altında biat ederlerken mü’minlerden râzı olmuştur, kalplerinde olanı bilmiş ve böylece üzerlerine sekîne (güven duygusu ve huzur) indirmiştir ve onlara yakın bir fethi sevap (karşılık) olarak vermiştir.” (48/Fetih, 18)
"Ey peygamber! Mü’mine kadınlar, Allah'a hiçbir şirk/ortak
koşmamak, hırsızlık yapmamak, zinâ etmemek, çocuklarını öldürmemek, başkasının
çocuğunu sahiplenerek kocasına isnadda bulunmamak (hiç yoktan yalan uydurup
iftira atmamak) ve iyi (ma'ruf) işlerde sana karşı gelmemek şartıyla, sana
bey'at etmek üzere geldikleri zaman, onların bey'atini kabul et. Onlar için
Allah'tan bağışlanma dile. Doğrusu Allah, bağışlayan ve merhamet edendir."
(60/Mümtehine, 12)
"Müslümanlar gerek hoşlarına
giden, gerek hoşlarına gitmeyen her hususta, kendilerinden olan emir
sahiplerine itaat ederler. Bununla yükümlüdürler. Ancak günah işlemeleri
emredilirse itaat etmezler." (Buhârî, Ahkâm 4)
"Allah Teâlâ'ya isyan olan hususta mahlûka (hiç kimseye) itaat yoktur. İtaat ancak ma'ruftadır, yani dinin ve aklın güzel gördüğü işlerdedir." (Müslim, İmâre, 39, hadis no: 1840; Ebû Davûd, Cihad 87, h. no: 2625-2626; Nesâî, Bey'at, 34; İbn Mâce, Cihad, 40, hadis no: 2864)
"Kim ülü'l-emr'e (müslümanların meşrû yöneticisine) itaatten bir karış kadar ayrılırsa kıyâmet gününde Allah'a ameli hususunda, lehinde hiçbir hücceti olmaksızın kavuşacaktır. Kim de boynunda (ülü'l-emr'e) bey'at olmadan ölürse, câhiliye ölümüyle ölmüş olur." (Buhârî, Ahkâm 4; Müslim, el-İmâre 58, h. no: 1851)
“Size burnu kesik Habeşli bir köle bile hükümdar olsa dinleyin ve itaat
edin!” (Buhârî, Ahkâm 4)
"İş, ehil olmayanın eline geçtimi, kıyameti gözetleyiniz."
(Buhârî,
İlim 2)
"İdaresi altında bulunan müslümanlardan daha ehliyetlisi bulunduğu
halde, bir başkasına vazife veren hakikaten Allah'a, O'nun Rasûlüne ve İslâm
milletine ihânet (hâinlik) etmiş olur." (İbn Humâm, Fethü'l-Kadîr, V,
457)
"Bey'atu'r-Rıdvân'da bulunan kimse ateşe (cehenneme) girmez."
(Buhârî, Meğâzî, 19, 35; Fadâilü's-Sahabe, 7; Müslim, Cihâd 52; Tirmizî,
Menâkıb, 18; Nesâî, İhbas, 4; İbn Hanbel, I, 59, V, 423).
Ubadetu'bnu's-Sâmit (r.a.) anlatıyor: Biz, bir seferinde Hz. Peygamber (s.a.s.)'le aynı cemaatte beraber oturuyorduk ki: "Allah'a hiçbir şey ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina fazîhasını işlememek, Allah'ın haram ettiği cana meşrû bir sebep olmaksızın kıymamak şartları üzerine bana biat edin" buyurdu.
Bir diğer rivâyette "...Çocuklarınızı öldürmemek, halde ve
istikbalde iftirada bulunmamak, meşrû dairedeki emirlerde -ne bana ne de
vazifelilere- isyan etmemek üzere biat edin. Kim vereceği bu sözlere sâdık
kalır, ahdine vefâ gösterirse karşılığını Allah'tan alacaktır. Kim de bu
yasaklardan birini işleyecek olursa artık işi Allah'a kalmıştır, dilerse
affeder, dilerse azab verir, cezalandırır" buyurdu. Biz de bu
şartlarla biat ettik."
Nesâî, bir başka rivâyette "...karşılığını Allah'tan
alacaktır" ifadesinden sonra şu ziyâdeyi kaydeder:
"Kim
bunlardan birini işler, sonra da dünyada cezalandırılırsa, çektiği bu ceza onun
için keffâret ve o günahtan temizlenme olur."
Buhârî, Müslim, Muvatta ve Nesâî'de gelen bir diğer rivâyette şu ifade
mevcuttur: "Hz. Peygamber (s.a.s.)'e zor durumlarda olsun, kolay
durumlarda olsun, hoş şartlarda olsun nâhoş şartlarda olsun, aleyhimize
kayırmaların yapılıp hakkımızın çiğnendiği hallerde olsun itaat etmek, idareyi
elinde tutanlara karşı iktidar kavgası yapmamak, nerede olursak olalım hakkı
söylemek, Allah'ın emrini yerine getirmede kınayanların kınamalarından
korkmamak üzere biat ettim."
Bir başka rivâyette şu ifadeye rastlanmaktadır: "..İktidar
sahibine karşı onda, Allah'ın kitabında gelmiş bulunan bir delil sebebiyle
te'vil götürmeyen açık bir küfür görülmedikçe iktidar kavgası yapmamak..."
(Buhârî, İman 11; Müslim, Hudud 41, h. no: 1709; Nesâî, Bey'a 17, h. no: 7,
148; Tirmizî, Hudud 12, h. no: 1439; Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, 2/272)
Açıklamalar:
1- Türkçemizde biat diye bilinen kelimenin Arapça aslı bey'at'dır. Aslında herhangi bir satış akdinin el sıkışması ile tamamlanmasına denir. Siyasî mâhiyette imamla teba'a arasında cereyan eden itaat anlaşması da ticarete benzetildiği için bey'at adını almıştır ki buna mübâya'a denir. Taraflardan biri olan Hz. Peygamber (s.a.s.) sevab vaadetmiş, öbür taraf da itaat sözünde bulunmuştur.
Rasûlullah (s.a.s.), ashâb ile Akabe bey’atleri ve Rıdvan bey’ati yapmıştır. Bunlardan başka, hicreti müteakip Medineli kadınlarla yaptığı bey'at de belirtilmesi gereken toplu bey'atlerden biridir. Ayrıca pekçok ferdlerle de münferid bey'at akitlerini yapan Hz. Peygamber (s.a.s.)'in bazan çocuklarla da bey'at yaptığı olmuştur.
Hz. Peygamber (s.a.s.)'e Akabe'de yapılan biat'de Ensar şöyle demişti: "Ey Rasûlullah! Diyarımıza gelinceye kadar senin hak ve hürmetinden mesul değiliz. Bize gelirsen hak ve hürmetin üzerimize vâcib olur. Kendimizi, çocuklarımızı, kadınlarımızı her neden korursak seni de ondan koruruz." Yukarıda metni Ubâdetu'bnu's-Sâmit'in rivâyeti olarak kaydedilen bey'at de Akabe'de akdedilmiştir ve bu Bey'atu'n-Nisâ diye meşhurdur. Hz. Peygamber (s.a.s.) bu bey’atle, İslâm'ın ana meselelerinin tatbikatını ve kendisine itaati garanti altına almıştır. Bu akdi, İslâm devletinin ortaya çıkmasında atılmış ilk ciddî adım, ilk temel olarak görebiliriz." (Biât'ın târihi gelişimi, Osmanlılarda biat şekli vs. hakkında geniş bilgi için Mehmet Zeki Pakalın'ın Osmanlı Tarih deyimleri ve Terimleri Sözlüğü adlı ansiklopedik lügatine bakılabilir (1, 228-231) (İbrahim Canan).
2- Hadiste geçen, izaha muhtaç bir husus, işlenen cinâyetlerin cezası dünyada çekildiği takdirde, âhirette bu suçtan muâheze edilip edilmiyeceği meselesidir. Yukarıdaki hadiste, dünyevî cezanın kişiyi temizleyeceği açık bir dille ifade edilmiş olmasına rağmen, başka hadislerde beyan edilen tereddüd sebebiyle, âlimler hududun keffâret olup olmayacağı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Ancak, çoğunluk, yukarıda kaydedilen hadisin sıhhatçe üstünlüğünden hareketle, irtidad sebebiyle tatbik edilen ölüm cezası dışındaki had cezâlarının keffâret sayılacağı görüşünü benimsemiştir. Mürtedin haddi hariç tutulmuştur, çünkü yukarıdaki hadiste muhâtap mü'minlerdir. Hâlbuki mürted İslâm'dan çıkmakla mü'minlik vasfını kaybetmiş ve dolayısıyla mü'mine vaad edilen "keffâret" lütfunun dışında bırakılmıştır.
3- Temâs etmemiz gereken
bir diğer husûs, her çeşit şarta, hakkımızın çiğnenmesine rağmen (İslâmî
hükümlerle hükmeden müslüman) idarecilerle (silahlı) mücâdelenin yasaklanması,
sabretmenin emredilmiş olmasıdır. Âlimler, bunu, "daha büyük zararı
önlemek için" diye izah ederler. Bununla birlikte, "Fitneye meydan
vermeden bertaraf edilebilecekse zâlim sultana karşı konmalıdır" diyen
âlimler de mevcuttur.
Avf ibni Mâlik el- Eşcaî (r.a.) diyor ki: “Biz bir keresinde Hz. Peygamberin (s.a.s.) huzurunda yedi, sekiz veya dokuz kişiydik. ‘Allah’ın elçisine biat etmiyor musunuz?’ dedi. Ellerimizi uzatarak; ‘Hangi şartlara uymak üzere biat edeceğiz ey Allah’ın elçisi?’ dedik. Buyurdu ki: “Allah’a ibâdet etmek ve O’na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmamak, beş vakit namazı kılmak, (verilen emirlere) kulak verip itaat etmek üzere (biat edin).” Bu sırada kulağımıza fısıldayarak “halktan bir şey istemeyin” buyurdu. Avf İbnu Malik ilâveten der ki, Hz. Peygamber (s.a.s.)'i benimle dinleyen o cemaatten öylelerini biliyorum ki, bineğinin üzerinde iken kazara kamçısı düşse kimseye "Şunu bana verir misin?" diye talebde bulunmaz (iner kendisi alır)dı.” (Müslim, Zekât 108, hadis no: 1043; İbn Mâce, Cihad 41, hadis no: 2867; Ebû Dâvud, Zekât 27, hadis no: 1642; Nesâî, Salât 5, h. no: 1, 229)
İbn Ömer (r.a.) anlatıyor: "Biz Hz. Peygamber (s.a.s.)'e kulak
vermek ve itaat etmek şartıyla biat ederken "Gücünüzün yettiği
şeylerde" diyordu (Buhârî, Ahkâm 42; Müslim, İmâret 90, h. no: 1867;
Nesâî, Bey'at 18, h. no: 7, 148; Tirmizî, Siyer 37, h. no: 1597; Muvatta,
Bey'at 1, h. no: 2, 982; İbn Mâce, Cihâd 43, h. no: 2874)
Ümeyme bintu Rukayka (r.a.) dedi ki: "Ensâr'dan bir grup kadınla
Hz. Peygamber (s.a.s.)'e gelip kendisine: "Allah'a hiçbir şeyi ortak
koşmamak, çalmamak, zina etmemek, çocuklarımızı öldürmemek, halde ve istikbalde
iftira atmamak, sana meşrû emirlerinde isyan etmemek şartları üzerine biat
ediyoruz" dedik. Hemen ilâve etti: "Gücünüzün yettiği ve
takatınızın kâfi geldiği şeylerde". Biz: "Allah ve Rasûlü bize
karşı bizden daha merhametlidir, haydi biat edelim" dedik. Süfyan merhum
der ki: Kadınlar, biati (erkekler gibi) musâfaha ederek yapmayı kasdetmişlerdi.
Hz. Peygamber (s.a.s.): "Ben kadınlarla müsâfaha etmem, benim yüz
kadına toptan söylediğim söz her kadın için ayrı ayrı söylenmiş yerine
geçer" buyurdu (Muvatta, Bey'a 2, h. no: 2, 982; Tirmizî, Siyer 37, h.
no: 1597).
Açıklama:
1- Hz. Peygamber (s.a.s.)
gerek kadınlarla ve gerekse erkeklerle biat yaparken, onlara, "gücünüz
yeten hususlarda" kaydını koymuş, hatta bunu söylemelerini telkin
etmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak, bu ümmete güç yetiremiyeceği teklifte
bulunmamıştır (2/Bakara, 286). Rasûlullah’ın (s.a.s.)'ın bu kaydı koyması,
hanım sahâbeler üzerinde iknâ edici tesir bırakmış olmalı ki onlara: "Allah'ın
Rasûlü bize, kendimizden çok daha merhametli" dedirtmiş ve bazı rivâyetlerde
görüldüğü üzere "Haydi ey Allah'ın Rasûlü elini uzat sana hemen biat
edelim" diye acele ile biat kararını vermelerine sebep olmuştur.
2- Yukarıdaki metinden
de anlaşıldığı üzere, kadınlar da erkekler gibi el sıkışarak biat etmek
istemişler, ancak Hz. Peygamber (s.a.s.) belki de ilk defa, bu vesîle ile
İslâm'ın yeni bir âdabını teşrî buyurmuştur: Birbirlerine nikâh düşen kadın ve
erkeklerin el ele tutuşması uygun olmaz. Zürkânî, bu hâdiseyi açıklayıcı başka rivâyetler
sunar. Bunlardan birine göre "Kadınlar mubâya'a (biat) sırasında Rasûlullah
(s.a.s.)'ın elini, elbisesinin üstünden tuttular."
Bir başka rivâyette de: "Rasûlullah (s.a.s.) elinde bir sevb
(giyecek parçası) olmadıkça, bey'at sırasında kadınlarla müsâfaha etmezdi
(tokalaşmazdı)" der. Keza Buhârî'de Hz. Aişe'den gelen bir rivâyette
"Rasûlullah (s.a.s.) kadınlarla "Ey Peygamber! Mü’mine kadınlar,
Allah'a hiçbir ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmememk, çocuklarını
öldürmemek, başkasının çocuğunu sahiplenerek kocasına isnadda bulunmamak ve
ma'ruf olanı işlemekte sana karşı gelmemek şartıyla sana bey'at etmek üzere
geldikleri zaman, onları kabul et; onlara Allah'tan mağfiret dile..."
(60/Müntahine, 12) mealindeki âyetle bey'at yapardı. O'nun eli, ailesine mensup
olanlar dışında hiçbir kadının eline değmedi" buyurulur.
Hülâsa, bütün rivâyetler, ittifakla, Rasûlullah (s.a.s.)'ın bey'at
sırasında kadınların ellerine çıplak olarak değmediğini ifade eder (İbrahim
Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 2/275-276).
"İki halifeye birden biat edilmişse sonrakini öldürün." (Müslim, İmâre 61)
“İnsanlar
üzerinde olan büyük imam, çoban (gibi)dır. (Çobanın sürüden sorumlu olduğu
gibi) O da halkından sorumludur.” (Buhârî, Ahkâm 1; Müslim, İmâre, hadis
no: 1705; Ebû Dâvud, İmâre 1; Tirmizî, Cihad 7, hadis no: 1705; Ahmed bin
Hanbel, 2/54)
“Üç kişi sefere
çıktıkları zaman içlerinden birini emir tâyin etsinler.” “Üç kişi, yeryüzünde
bir çölde oldukları vakit, içlerinden birisini emir tâyin etmemeleri onlara
helâl olmaz.” (Ebû Dâvud, Cihad 87; Ahmed bin Hanbel, 2/177)
“Kim Bana itaat
ederse Allah’a itaat etmiş olur; kim Bana isyan ederse Allah’a isyan etmiş
olur. Kim Benim emîrime itaat ederse Bana itaat etmiş; kim de Benim emîrime
isyan ederse Bana isyan etmiş olur.” (Buhârî, Ahkâm 1; Müslim, İmâre 33;
Nesâî, Bey’at 26)
“Dinleyin ve
itaat edin! Üzerinize tâyin olunan vâli/yönetici, başı siyah kuru üzüm gibi
Habeş’li bir köle olsa bile, sizin aranızda Allah’ın kitabını uyguladığı
müddetçe dinleyin ve itaat edin.” (Buhârî, Ahkâm 4; Müslim, İmâre 37;
Nesâî, Bey’at 27)
“Üç kişi vardır
ki, kıyâmet gününde Allah onlarla konuşmaz, onlara bakmaz, onları tezkiye
etmez/temize çıkarmaz. Hem onlara elîm bir azap vardır. Bunlar: 1- Kırda fazla
suyu olup da onu yolcuya vermeyen, 2- İkindiden sonra bir kimseye bir mal satan
ve o malı ‘(kendim) şu kadara aldım’ diye Allah’a yemin ederek, gerçek bunun
aksine olduğu halde müşteriyi kendisine inandıran, 3- Bir imama, yalnız
dünyalık için bey’at eden, dünyalık verirse sözünde duran, vermezse durmayan
kimsedir.” (Buhârî, Ahkâm 48; Müslim, İman 173; Tirmizî, Siyer 35, hadis
no: 1595; İbn Mâce, Ticâret 30, hadis no: 2207)
“Bir kimse
imama bey’at eder de ona şaklayan elini ve kalbinin semeresini verirse, elinden
geldiği takdirde hemen ona itaat etsin! Başka biri gelir de onunla çekişirse
sonradan çıkana itaat etmeyin!” (Müslim, İmâre 46; Ebû Dâvud, Bey’at 25;
İbn Mâce, Fiten 9; Nesâî, Bey’at 25; Ahmed bin Hanbel, 2/161)
“Benden sonra
sizin (yönetim) işinizi birtakım insanlar üzerine alacaklar, sünneti
söndürecekler, bid’ati ihdâs edecekler (uyduracaklar), namazı vakitlerinden
geciktirecekler.” Bunun üzerine İbn Mes’ud Rasûlullah’a sordu: “Ben onlara
yetişirsem ne yapmalıyım?” Rasûlullah
şöyle buyurdu: “Ey Ümmü Abd’in oğlu!
Allah’a isyan edene itaat olmaz!” (Ahmed bin Hanbel, 5/301, hadis no: 3790;
İbn Mâce, Cihad 40, hadis no: 2865)
“Sizden kim
yaşarsa çok ihtilâf görecektir. Size vâcip (gerekli) olan Benim sünnetim ve
hidâyette olan râşid halîfelerimin sünnetine uymanızdır. Bu sünnetlere tutunun
ve azı dişlerinizle ısırırcasına bunlara sıkı sıkı sarılın. Dinde sonradan
uydurulan işlerden (bid’atlerden) sakının. (Din ve ibâdet olarak) Sonradan
çıkarılan şey bid’attir. Ve her bid’at dalâlettir/sapıklıktır.”
(Tirmizî,
İlim 16, hadis no: 2676; Ebû Dâvud, Sünnet 5; İbn Mâce, Mukaddime 6, hadis no:
42; Dârimî, Mukaddime 6)
“Nübüvet
hilâfeti otuz senedir. Sonra krallık olur.”
(Ebû Dâvud, Sünnet 8; Tirmizî,
Fiten 48, hadis no: 2226)
“Sizin aranızda
Allah’ın, olmasını dilediği kadar nübüvvet olacak, sonra peygamberliği
kalkmasını dilediği zaman kaldıracak. Sonra nübüvvet metodu üzerine hilâfet
olacak; o da Allah’ın olmasını istediği kadar olacak. Sonra hilâfeti,
kalkmasını dileyince kaldıracak. Sonra ısırıcı krallık olacak. O da Allah’ın
olmasını dilediği kadar olacak. Sonra ısırıcı melikliği, kalkmasını dilediği
zaman kaldıracak. Sonra zorba/zâlim krallık olacak. O da Allah’ın, olmasını
dilediği kadar olacak. Onu da kalkmasını dilediği zaman kaldıracak. Sonra
nübüvvet metodu üzere hilâfet olacak.”
(Ahmed bin Hanbel, 4/273)
“Benî İsrâili
peygamberler yönetirdi. Bir peygamber vefât ettiği zaman yerine (başka) bir
peygamber geçerdi. Şu muhakkaktır ki, Benden sonra peygamber yoktur. Ama
halîfeler gelecek, hem de çok olacaklardır.”
Ashâb: “O durumda bize ne
emredersin?” diye sordular. “Birinciye ve
ondan sonra gelene yaptığınız bey’ati tutun! Onlara haklarını verin. Çünkü
Allah halka, gözetmelerini istediği şeyden soracaktır.” (Buhârî, Enbiyâ 5;
Müslim, İmâre 44, hadis no: 1842; İbn Mâce, Cihad 42, hadis no: 2871; Ahmed bin
Hanbel, 2/97)
“Müslüman bir halka, Allah’ın görüp gözetmek
üzere idâreci kıldığı hiçbir kul yoktur ki, onları aldatıp (zulmetmiş) olduğu
halde ölürse muhakkak Allah ona cenneti haram etmiş olmasın.”
(Buhârî,
Ahkâm 8)
“Müslümanların
idare işini üzerine alıp da onlar için çalışmayan ve hayır istemeyen hiçbir
âmir yoktur ki, onlarla (müslümanlarla) birlikte cennete girebilsin.” (Müslim,
İman 229, hadis no: 142)
“İslâm’ın
tutunulması gereken kulpları (yapılması gereken emirleri) tek tek çözülecek;
her bir kulp koptukça insanlar önlerindekilere benzeyecekler. O kulpların ilki
hüküm (hâkimiyetin Allah’ın olması, Kur’an’la hükmedilmesi), sonuncusu da
namazdır.” (Ahmed bin Hanbel, 5/251; İbn Hibban, Sahih, hadis no: 257;
Hâkim, el-Müstedrek, 4/92)
Hz. Peygamber’e “cihadın hangisi efdaldir?” diye
sorulunca: “Zâlim sultana karşı hakkı
söylemektir” buyurdu. (Ahmed bin
Hanbel, 5/251; İbn Mâce, Fiten 20, hadis no: 4011-4012; Tirmizî, Fiten 13,
hadis no: 2175; Ebû Dâvud, Melâhim 17)
Hz. Ebû Bekir (r.a.)’e Ahmes’li bir kadın şöyle bir
soru sormuştur: “Câhiliyyeden sonra Allah’ın getirdiği bu iyi ve uygun işin
(İslâm’ın) bekası ne kadar sürer?” Hz. Ebû Bekir (r.a.): “İmamlarınız sizi
(İslâmî) istikamet üzere doğru tuttuğu müddetçe” diye cevap vermiştir. (Buhârî,
Menâkıbu’l-Ensâr 25; Dârimî, Mukaddime 23)
Hz. Ömer bin Hattab (r.a.) şöyle diyor: “İmamları
(yöneticileri) ve rehberleri istikamet üzere oldukları müddetçe, insanlar
istikamet üzere olmaya devam edecektir.” (et-Tabakatu’l-Kübrâ, İbn Sa’d, 3/292;
Beyhakî, Sünen)
Selman (r.a.)’dan rivâyet edilmiştir ki, Halîfe Ömer
İbn Hattab (r.a.), Selman (r.a.)’a, “halîfe ile melik/kral arasındaki farktan
sorduğunda Selman (r.a.) şu cevabı vermiştir: “Müslümanların arazisinden bir
dirhem veya daha az veya daha çok toplarsan, sonra da onu lâyık olmayan yere
koyarsan (sarfedersen) işte sen bu halinle kralsın demektir. Halîfe ise, halka
adâletle davranandır, aralarında adâletli ve düzgün bir şekilde taksimat
yapandır, erkeğin ev halkına ve ananın çocuğuna olan şefkati gibi halkına
şefkat ve merhamet eden ve Allah’ın kitabıyla hükmedendir”. Kâ’b, bu cevap
üzerine şöyle dedi: “Bu mecliste halîfe ile melikin arasını ayırt edecek
kimseyi zannetmiyordum. Fakat Allah Selman’a cevabı ilham etti.” (et-Tabakatu’l-Kübrâ, İbn Sa’d, 3/306;
Târihu’l-Hulefâ, es-Süyûtî, s. 140)
Siyasî anlamda "halife": Bey'at sonucu
mü'minler adına tasarruf (yönetme) yetkisine sahip olan ve Allah'ın indirdiği
ahkâmın adalet ve istişare ile tatbikini sağlayan kimse demektir.
Hilâfetin akdî
temeli, ümmetin halifeyi seçme hakkı bulunduğu esasına dayanır. Halife, özel
bir seçim olan bey’atla seçilir. Ehl-i Hal’ ve’l-Akd denilen ümmetin seçkin
temsilcileri tarafından bey’atla seçilerek görev alır. Bu kurumun; halife küfre
meyleder, açıkça fısk olan işleri yapar, yönetimi hakkıyla icra edemeyecek
duruma düşerse halifeyi azletme (hal’ etme) yetkisi vardır. Halife, şeriatı, bu
seçkin temsilcilerden oluşan organla istişare ederek icra eder. Bu organ, aynı
zamanda şûrâ organıdır.
Halifelik, bütün ümmetin bağlılığını gerektirecek
şekilde, dini ve müslümanları, tüm insanî özellikleri korumak, sosyal hayatı
idare etmek konusunda Hz. Peygamber’e halef olmak demektir. İslâmî devlet yönetiminde olmazsa olmaz
olan temel esaslar:
Bey’atle başa
geçen halifelik/imamlık, adalet (Allah’ın indirdikleriyle hükmetmek) ve şûra
prensipleridir.
1-
Allah’ın hükümlerini tatbik etmek,
2-
Namazları, özellikle Cuma ve Bayram namazlarını kıldırmak,
3-
Zekât ve diğer vergileri toplamak,
4-
Kadıları (hâkimleri) ve valileri tayin etmek,
5-
İslâm devletinde yaşayan fertlerin malını, canını, dinini, ahlâkını,
neslini korumak.
6-
İslâm devletinin sınırların korumak, cihadı tanzim etmek,
7-
Orduları hazırlamak, seferberlik emri vermek, komutan tayin etmek ve
gerekirse
komutanlık yapmak,
8-
İslâm devleti içinde zulme uğrayanlara veya ihtiyaç sahibi olanlara
yardım etmek,
9-
İslâm devletinde yaşayan fertler arasındaki ihtilafları çözmek ve
fitneleri engellemek.
Hz. Peygamber, hayatta
olduğu sürece peygamberlik görevinin yanı sıra devlet başkanlığını da şahsında
toplamıştı. Bu nedenle Hz. Peygamber hayatta iken, kurulan ilk İslâm devletinin
başkanını belirlemek gibi bir problemle karşılaşılmış değildi. Diğer taraftan
Peygamberimiz, kendisinden sonraki halifeyi belirleyen herhangi bir söz de
söylememişti. Durumun böyle olması nedeniyle Hz. Ebû Bekir (r.a.) halife
seçilene kadar bazı farklı görüşlerin ortaya çıktığını görüyoruz. Ancak bu
durumlar geçici ve oldukça kısa bir süre için sözkonusu olmuş; bir müddet sonra
unutulup gitmiştir. Yani bu görüş ayrılıkları Hz. Peygamber’in vefâtından sonra
Hz. Ebû Bekir halife seçilinceye kadar devam etmiş ve onun seçilmesiyle son
bulmuştur. Hz. Ebû Bekir, halife seçildikten sonra yaptığı konuşmada şunları
söyledi:
“İnsanlar! Sizin en iyiniz olmadığım halde başınıza getirildim. İyi
davranırsam bana yardımcı olun; saparsam düzeltin beni. Doğruluk emânet, yalan
hiyânettir. İçinizdeki güçsüz, hakkını alıncaya kadar benim yanımda güçlüdür.
İçinizdeki güçlü de, Allah’ın izniyle hakkı ondan alınıncaya kadar benim
yanımda zayıftır. Sizden kimse cihadı terketmesin; çünkü onu terkeden bir
kavmi, muhakkak Allah zillete düşürmüştür. Allah'a ve Rasûlüne itaat ettiğim
sürece bana itaat edin. Allah'a âsi olursam, bana itaatiniz gerekmez!”
Hilâfet kurumunda bu ilk mesaj, bir yandan onun kişiliğini ve görev anlayışını
dile getirirken; bir yandan da, “hilâfet”in hangi temellere dayandığını ve
varlık gayesini açıklamaktadır.
Rasûl-i Ekrem’den sonra, müslümanların devlet ve
hükümet reisine “Rasûlullah’a halef olan”
anlamında “halife” denmiştir. Bu halifelerin ilk dördü hemen her
yönüyle örnek halifelerdir. Bunlara hulefâ-i râşidîn/râşid halifeler denir.
Hz. Peygamber (s.a.s.)'den sonra gelen ilk dört
halifenin hilâfet süreleri, Saâdet Asrının ikinci dönemini teşkil eder. İslâm
hukukçularının büyük bir çoğunluğu, bu dönemdeki uygulamalara, alınan kararlara
büyük bir önem verir ve bunları İslâm hukukunun kaynakları arasında görürler.
Çünkü onların uygulamaları Hz. Peygamber'e zaman itibariyle en yakın olmak,
O'nun eğitiminden geçmiş olmak, vahyin nüzulüne tanık olmak, sünneti yakından
tanımak gibi ayırıcı özellikler nedeniyle önem taşır, başkalarının fikir ve
düşüncelerine göre üstünlük arz ederler. Hakkında
nass bulunmayan konularda Râşid Halifelerin uygulamaları oldukça değerlidir. Bunun
nedeni ise, onların hem veliyyü'l-emr olarak mü'minlerin kendilerine
itaat etmekle yükümlü
olmaları; hem de
İslâm'ın özünü en iyi kavramış bulunmalarıdır. Bununla ilgili verilecek
örnekler pek çoktur. Mesela, Hz. Ebû Bekir'in zekât vermeyenlerle ilgili olarak
aldığı kararlar, Hz. Ömer (r.a.)'in Irak topraklarıyla ilgili görüşleri ve
bunları etrafındakilere de delilleriyle birlikte açıklayıp kabul ettirmesi, Hz.
Ali (r.a.)'nin Hâricilerle savaşmak ile ilgili tutumları kendi konumlarında
olduğu gibi, sonra bunlardan çıkarılan sonuç ve hükümlerle ilgileri bakımından
oldukça önemlidir.
Çünkü bütün bunlarla ilk defa karşılaşılıyordu ve
bunların islâmî bir çözüme bağlanmaları gerekli idi. Yine Hz.Peygamber (s.a.s.)'in
vefâtından hemen sonra onun yerine geçecek devlet başkanını belirlemek konusu
ortaya çıktı. Hz. Ebû Bekir'den sonra gelen diğer üç halife de farklı
şekillerde belirlendi. Onlar ile ilgili durumlar İslâm hukukunda devlet
başkanının başa geçiş yollarının farklı olabileceği görüşünü belirledi. Bu
konuda kesin ve açık bir hükmün bulunmayışı, bu tabii sonucu doğurmuştur. Bu
ise İslâm'ın, her çağda her toplum için uygulanabilir olmasının kanıtları
arasındadır. Hulefâ-i Râşidîn’den sonra Muaviye’nin hilâfete geçmesiyle
birlikte, hilâfetin tarihinde saltanatın egemenliği de başlamış olur. Artık, 4
halifeden sonra kâmil anlamda halifelik değil; eksik halifelik veya ismi
halifelik olan saltanat başlamış oldu. Emevîlerden toplam 14 halife/sultan
işbaşına geçti. Emevilerden sonra Abbasilerin uzun saltanat dönemleri başlar.
Abbasilerden de toplam 37 halife/sultan hüküm sürmüştür. Abbasilerden sonra,
1924’teki ilgâsına kadar hilâfet Osmanlılarda kaldı. 29 halife/padişahın
idaresindeki Osmanlılardaki hilâfet de ondan öncekilerden pek farklı değildi.
Hilâfet kurumu, 23 Mart 1924’de T.B.M.M.’nin 431 nolu kanunuyla tam 1293 yıl
devam ettikten sonra şimdilik tarihe terkedilmiştir.
Hilâfetin akdî temeli, ümmetin halifeyi seçme hakkı
bulunduğu esasına dayanır. Halife, özel bir seçim olan bey’atla seçilir. Ehl-i
Hal’ ve’l-Akd denilen ümmetin seçkin temsilcileri tarafından bey’atla seçilerek
görev alır; bu kurumun halife küfre meyleder, açıkça fısk olan işleri yapar,
yönetimi hakkıyla icra edemeyecek duruma düşerse halifeyi azletme (hal’ etme)
yetkisi vardır. Halife, şeriatı, bu seçkin temsilcilerden oluşan organla
istişare ederek icra eder. Bu organ, aynı zamanda şûrâ organıdır.
Halifelik, bütün ümmetin bağlılığını gerektirecek
şekilde, dini ve müslümanları, tüm insanî özellikleri korumak, sosyal hayatı
idare etmek konusunda Hz. Peygamber’e halef olmak demektir. İslâmî devlet
yönetiminde olmazsa olmazlardan biri bey’atla başa geçen halifelik/imamlık,
adalet (Allah’ın indirdikleriyle hükmetmek) ve şûra prensipleridir.
Kur'ân-ı Kerim'de: "Ey
iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber'e itaat edin. Peygamber'e ve sizden
olan (müslüman) emir sahiplerine (ülü'l-emre) de itaat edin. Eğer bir şey
hakkında ihtilafa düşerseniz, onu (ihtilaf konusunuR Allah'a ve Rasûlüne havâle
edin. Eğer Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız (böyle yapın). Bu hem
hayırlı, hem netice bakımından daha güzeldir. Sana indirilene de Senden evvel
indirilmiş olan (kitap)lara da iman ettiklerini boş yere iddia edenlere bir
bakmadın mı ki; onu inkâr etmeleriyle emrolundukları halde, yine tâğutun
huzurunda muhakeme edilmelerini arzu ediyorlar. Şeytan da onları uzak bir
sapkınlıkla büsbütün saptırmak ister." (4/Nisâ, 59-60) Mü'minlerin kime, hangi şartlarda ve nasıl
itaat edecekleri, neyi kesinlikle reddedecekleri burada açıkça izah olunmuştur.
Rasul-i Ekrem (s.a.s.)'in, "Kim
ülü'l-emre itaatten bir el kadar ayrılırsa, kıyamet gününde Allah'a, fiili
(ameli) hususunda lehinde hiçbir hücceti olmayarak kavuşacaktır. Kim de
boynunda (ülü'l-emre) bey’ati olmayarak ölüdrese, câhiliyye ölümü ile
ölür." (S. Müslim, 2/1478, hadis no: 1851; ayrıca S. Buhârî, Ahkâm,
8/105) buyurduğu rivâyet edilmiştir. İslâmî eserlerde "halife", "imam", "ülü'l-emr" kavramları hep aynı mâhiyeti beyan için
kullanılmıştır.
Hanefi fıkıh bilginlerinden İbn Hümam, mü'minlerin
kendi içlerinden halife/imam seçmelerinin sebebi, İslâm'ın hükümlerini edâ
etmek içindir demektedir (İbn Hümam, Kitabü'l-Müsâyere, s. 265). İmam Nesefî de
bu konuda şunları söyler: "Üzerimizde İslâm devlet başkanı olan
halifeyi/imamı seçilmiş görmeden bir
günün geçmesi caiz değildir. İmam, devlet başkanı olan halifedir.
İmametin/hilâfetin hak olduğunu kabul etmeyen kimse dinden çıkar. Çünkü dinî
hükümlerden bir kısmının farz olması, imamın varlığına bağlıdır. Cuma namazı,
bayram namazı ve yetimleri evlendirmek gibi... İmamı inkâr eden kimse, farzları
inkâr etmiş olur (En-Nesefî, Bahrü'l-Kelâm fi Akaidi'l-Ehli'l-İslâm). Tarihî
kaynaklarda, Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)'in vefâtından sonra sahabenin Rasûlüllah'ı
defnetmeden önce halife seçme hususunda titiz davrandığı kayıtlıdır.
Kâfirlerin, tâğutî güçlerin; Allah'ın indirdiği
hükümlere mukabil olmak ve onların yerine geçmek üzere koydukları hükümleri
reddetmek farzdır. Onların, mü'minler üzerinde velâyet hakkının bulunmayacağı
hususu kat'idir. Dolayısıyla mü'minler; kâfirlerin veya mürtedlerin istilasına
uğrarlarsa, kuvvetle başlarına geçen bu yönetimi kabul etmezler. Onlara karşı
cihadın farz-ı ayn olduğunu bilirler. Nitekim İmam Serahsi; "Cihaddan maksat;
müslümanların emniyet içerisinde bulunmaları, din ve dünya işlerini
yürütme imkânına kavuşmalıdır" der. İstila altında iken dahi mü'minlerin
müstevlilerin liderine itaat etmeyip kendi içlerinden bir halife/imam seçmeleri vaciptir. (10)
“İmam” kelimesinin sözlük anlamı; önde olan,
kendisine uyulan, önder, lider demektir. “İmam” kelimesi, anne demek olan
“el-ümm” kelimesinden türemiştir. “Ümmet” kavramı da aynı köke dayalı olarak;
bir köke, bir öze, bir anne gibi asıla bağlı olan mânâsına gelir.
“İmam”, bir anlamda
“ümmet”in önderidir. “İmam”, kendisine uyulan bir liderdir. Bir kök
durumundadır ve arkasında bir cemaat vardır. Bu cemaat de bir imamın/önderin
peşinde olduğu için “ümmet” adını almaktadır. Ümmetsiz imam, imamsız ümmet
olmaz.
İslâm
hukukunda “imâmet”, dünyayı din ile idâre etmekte peygamberliğe vekâlet
etmektir. Müslümanların işlerini
yönetmek için Rasûlullah’a vekil olana da imam denir. “İmam”, müslümanların
özel bir seçim sistemi olan “biat”ı ile seçilen, ümmetin (müslüman toplumun)
din ve dünya siyasetini idare etmek üzere seçilmiş müslüman önderlere denir. Bu
mânâda ‘imam’, İslâm’la yönetilen bir ülkenin müslüman başkanıdır. Bu imama
“ülü’l-emr”, “halîfe”, “emîru’l-mü’minîn” de denilir. Mü’minler, kendi
zamanlarında müslümanların serbest biatiyla (özel seçimiyle) iş başına gelen
imama tâbi olmak durumundadırlar. Böyle bir imama biat etmeden ölen müslümanlar
hata etmiş olurlar.
“İmam”, bir topluluğa önder olan demektir. Günümüz
Türkiye’sinde, imam kavramının diğer bütün anlamları kaybolmuş ve yalnızca
namaz/câmi imamlığı mânâsı kalmıştır. O da, çoğunluğun kafasında basit
karşılığı olan bir kavramdır.
Görünen
o ki, bugün paramparça olan İslâm ümmetini ilimde, siyasette ve toplumsal
hayatta bir araya toplayacak müslüman imamlara -önderlere, rehberlere- ihtiyaç
vardır. Müslümanların biatiyla (özel ve serbest tercih ve onaylamasıyla
seçilmiş) halifelere de ‘imam’ denildiğini tekrar hatırlayalım. Müslümanlar, bu
şekilde seçilmiş bir imamın önderliğinde her tür işlerini ve ibâdetlerini daha
iyi yerine getirirler, yaşadıkları coğrafyayı daha iyi ıslah ve tanzim ederler.
Müslümanlar, her devirde bol miktarda meydanda olan
“küfür ve şirk” imamlarını çok iyi tanımalı, onların peşinden gitmemelidir.
Onların kurduğu düzenlere, ortaya koydukları dünya görüşlerine ve hayat
anlayışlarına karşı dikkatli olmalıdır.
(11)
İmâmet-i
Kübrâ/Büyük İmamlık
İslâmî topluluğun dinî ve siyasî liderliğine imâmet-i
kübrâ denilir. Bu anlamda "hilâfet" kavramı kullanıldığı gibi,
başlangıçtan itibaren ve özellikle şiî müslümanların bu kavram yerine
"imâmet"i kullanmasından sonra "imâmet" kelimesi de
kullanılmaya başlanmıştır. Aynı zamanda bu makama, namaz kıldırma vazifesi
demek olan imamlıktan (imâmet-i suğrâ/küçük imâmet) ayırdetmek için
"İmâmet-i kübrâ" da denilmiştir.
Şiî müslümanların dışında ve özellikle ehl-i sünnete göre
imâmet-i kübrâ, itikadı ilgilendiren bir konu değildir. Sadece kulların
fiillerine ait muâmelâtla ilgili meselelerdendir. Rasûlullah'ın vefâtını
müteâkip ashâbın imam/halîfe seçtikleri ve İslâm ümmetinin imamsız bir
zamanının geçmesine rızâ göstermedikleri tevâtüren sâbittir. Nitekim Hz.
Ebûbekir, meşhur ilk hutbesinde buna işaret ederek diyordu ki; "Haberiniz
olsun ki, Muhammed (s.a.s.) vefât etmiştir ve bu dini ayakta tutacak bir reise
(imâmet-i kübrâya) mutlaka ihtiyaç vardır." Muhtemel bir zararın
defedilmesi ve ümmetin çeşitli maslahatı bakımından da imam/halîfe seçilmesinin
vâcip olduğunda icmâ edilmiştir. Bu nedenle herkes Hz. Ebûbekir'in sözünü
yürekten kabul etmiştir (Taftazânî, Şerhu'l-Makasıd II/271).
Taftazânî, şunları da söylemektedir: "İmâmet-i kübrâ
meselesi, itikadî esaslardan olmayıp fıkhı ilgilendiren bir meseledir. Fıkıh
kitaplarımızda zikredilmiştir ki; millet için, dini yaşatacak, sünneti ayakta
tutacak, mazlumları koruyacak ve haklıyı haksızdan ayıracak bir başkana/imama
mutlaka ihtiyaç vardır (Taftazânî, a.g.e. II/27). İmamın seçimi ise;
"ehl-i hall ve'l-akd"in seçmesi ile olur. Diğer bir görüşe göre; daha
evvelki imam tarafından bir tavsiye ile beraber halkın ileri gelenlerinin bey’atindan
ibârettir. Bu iki görüş arasında gerçekte büyük bir ayrılık yoktur. Bu ihtilâf,
ilk halîfelerin tesbit tarzından ileri gelmektedir.
İmamda Aranan
Şartlar: İmamın mükellef, müslüman,
hür ve erkek olmasından başka şu şartları da taşıması gerekir:
1- İlim: İmâmete aday gösterilecek kimse,
Allah'ın insanlara bildirdiği kanunlarını tam mânâsıyla bilip derinliğine nüfuz
edecek kadar âlim olmalıdır.
2- Adâlet: İmamlığa aday olacak kimsenin âdil
olması gerekir. Bu makam, adâletle iş görmesi gereken bütün diğer makamları
idare ve kontrol eden bir makamdır. O halde imamın her şeyden evvel âdil olması
gerekir. Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenlerin, zâlilmlerin ta kendisi
olduklarından (5/Mâide, 45) İmamların, Allah'ın hükmünü gereken titizlikle
uygulamaları şarttır. Yine adâlet, fıskın (fâsıklığın) zıddı olduğundan, âdil
olması gereken imamın, günahlarda ısrar eden veya büyük günah işleyen birisi
olmaması gerekmektedir.
3- İktidar ve
ehliyet: Dinin korunması,
düşmanla savaş, Allah'ın hükmüne uygun çeşitli kanunların çıkarılması, İslâm'a
uygun hükümlerin konulması ve şer'î cezaların (hadlerin) tatbik edilmesi gibi
birçok hususta imamın, zamanında karar vermesi ve bu kararı yerinde tatbik
edebilecek ehliyete ve fevkalâde bir siyâsî basîrete sahip olması gerekir. Bazı
eserlerde ayrı birer sıfat olarak zikredilen cesaret, ictihad ve rey
sahibi olması da iktidar ve ehliyetin içinde değerlendirilebilir
(Taftazânî, a.g.e. II/271).
4- Bünyesinin
sağlam ve ârızâsız olması: İmâmet makamına gelecek kimsenin delilik,
körlük, sağırlık, dilsizlik, iki el ve ayağının yokluğu gibi noksanlıklardan
berî ve duyularının sağlam olması lâzımdır. Çünkü bu noksanlıklar, imamın
üzerine aldığı işleri başaramamasının sebeplerindendir. Bu bakımdan eğer bu
eksiklikler, şahsın sadece görünüşünü ilgilendiren cinsten ise, o zaman bu
şart, bir kemal şartı olur (İbn Haldun, Mukaddime I/342-343). Meselâ körlük,
sağırlık, dilsizlik sebebiyle imam azledilir; fakat ağır işitmek ve kekemelik
sebebiyle azledilemez.
İmâmet makamına gelecek kimsenin Kureyş'li olmasına
gelince; "İmamlar Kureyştendir"
hadis-i şerifi ile ileri sürülen bu şartı, bazı âlimler, meselâ Ebûbekir
Bâkıllâni gibi ilim adamları kabul etmemişlerdir (Bkz. İbn Haldun, Mukaddime,
345). Bu hususta İbn Haldun'un görüşü şudur: "Halîfenin/imamın Kureyş'ten
olmasının şart koşulmasının asıl sebebi, Kureyş'in devleti idare ve koruma
kudretine sahip olduğu ve çekişmeleri ortadan kaldırabildiği içindir. Şâri',
hüküm ve kaideleri yalnız bir kavim, bir asır ve sadece bir toplum için ortaya
koymamıştır. Müslümanların idaresi başında bulunacak kavmin, devleti idare ve
koruma kuvvetine sahip ve kendi zamanında diğer kavimlerden üstün olması
şarttır. Şâri'in maksadı herhalde işte budur. Bu açıklamalardan halîfeliğin,
her asırda Kureyş'e mahsus olacağı değil; her ülkenin o zamanda devleti idare
etme kudretine sahip olan kavmin elinde olacağı anlaşılır ve o kavim devletin
başına geçer" (İbn Haldun, Mukaddime, I/345-347).
"Ey iman
edenler, Allah'a itaat edin, Peygamber'e itaat edin ve sizden olan ülü'l-emre
(emir sahiplerine) itaat edin." (4/Nisâ, 59). Bu âyet-i kerimeye göre,
imama/halîfeye itaat farzdır. Yalnız, bu itaat imamın Allah'ın emrine uyması
ile kayıtlanmıştır. "Allah'a isyan
konusunda yaratılmışlara itaat edilmez." (Müslim, İmâre 38, hadis no:
1839) "Ma’siyet emredilirse, ne
dinlemek vardır, ne de itaat!” (Buhârî, Ahkâm 4; Müslim, İmâre 38, hadis
no: 1839)
Eğer halîfe Allah'ın emrine uymazsa, kendisi ikaz edilir;
dinlemezse azledilir. Nitekim Hz. Ebûbekir (siyasetin düsturu sayılan) meşhur
ilk hutbesinde bu hususu şöyle açıklar: "Ben, sizin en hayırlınız
olmadığım halde başınıza geçmiş bulunuyorum. Eğer doğru yolda yürürsem bana
yardım ediniz; doğrudan saparsam bana gerçek yolu gösteriniz. Doğruluk emânet;
yalan ise hiyânettir. İçinizde zayıf bir kimse, hakkını kendisine vererek
rahatlatıncaya kadar nazarımda kuvvetlidir. Kuvvetli de, başkasının hakkını ben
kindisinden alıncaya kadar yanımda zayıftır. Hiçbiriniz Allah yolunda cihadı
terk etmesin; çünkü cihadı terk eden kavmi Cenâb-ı Allah zillete düşürür. Bir
kavimde de kötülükler yayıldımı, Allah onları genel belâlarla terbiye eder. Ben
Allah ve Rasûlüne itaat ettiğim müddetçe bana itaat ediniz. Eğer Allah ve
Peygamberine itaat etmezsem sizin de bana itaatiniz gerekmez!" (et-Taberî,
Târihu'r-Rusül ve mülûk, IV/1829). Taberînin bu naklinden de anlaşıldığı gibi,
imâmet makamında olan kimseye Allah ve Rasûlüne bağlı olduğu müddetçe itaat
edilir. Allah'a karşı isyan eden bir kimseye itaat etmeme, İslâm'da çok meşhur
ve bilinen bir prensiptir. (Geniş bilgi için bkz. El-Mâverdî,
el-Ahkâmu's-Sultâniyye, terc. Ali Şafak, Bedir Y., s. 5-25) (12)
Kur’an’da imâm ve imâmetle ilgili âyetler, ahkâmla ve
Allah’ın indirdiğiyle hüküm konusunu içeren âyetlerle birlikte
değerlendirildiğinde, bu konudaki hadis-i şerifler ve İslâm âlimlerinin
görüşleri ışığında şu gerçekler ortaya çıkar:
1- İslâm, yönetim sahasında mükemmel bir sistem
getirmiştir. Bu, İslâm’ın her zamânâ ve her yere uygun olduğunu, evrensellik ve
kapsamlılığını bize gösterir. Bu düzen ebedîdir ve kıyâmete kadar da tatbiki
mümkündür. Bu ümmetin sonra gelenlerine yaraşacak sistem, önce gelenlerine
yaraşan ve “asr-ı saâdet” örneğinde ortaya çıkan sistemden başkası değildir.
2- İmâmetin vâcip oluşu, Kitap, sünnet, icmâ ve şer’î
kurallarla sâbittir. Bu ümmetin temsilcileri olmaları, bu önemli konuda ümmetin
vekili olmaları bakımından “ehl-i hal ve’l-akd”e yöneltilen bir farz-ı
kifâyedir. Ehl-i hal ve akd bu işte zayıflık gösterirse, bu vâcibin yerine
getirilmesi için gücü yeten her müslüman gayret göstermedikçe kendilerini
vebalden kurtaramaz ve gücü yetip de bu faâliyeti göstermeyen herkes günahkâr
olur.
3- “İslâm, hüküm alanında bir düzen getirmemiştir. ‘İslâm
devleti’ diye bir şey olmaz. Müslümanlara câhiliyye düzenlerinden farklı bir
İslâm devletini kurmak farz kılınmamıştır” diyenlerin iddiâsı kesinlikle
bâtıldır, geçersizdir.
4- İmâmet vesiledir; gâye değildir. Gâye, Allah’a
ibâdet/kulluk yaparak O’nun rızâsını kazanmaktır. İmâmet ümmetin hayır ve
adâlet üzere kalmasını, hakkın hak, bâtılın da bâtıl olarak kabul edilip bunun
geçerli kılınmasını sağlamaya bir vesiledir. O ümmet ki, iyiliği emreder,
kötülükten sakındırır ve Allah’a inanır; O’nun indirdikleriyle hükmetmek için
Kur’an’a uygun düzenin oluşması için gayret eder. Kendisinin ve toplumunun,
İslâmî değişim ve dönüşümü için tüm gayretlerini seferber eder; bu gayretlerini
de, beşerî metotlara göre değil; Allah’ın çizdiği hudûda ve Rabbânî usûle göre
ortaya koyar.
5- İmâmetin hedeflerinin en önemlisi, dini korumak,
dünyayı da din ile yönetmektir. Bu ise, imamın boynuna takılan görevlerin en
önemlisidir. Zira din ile siyaseti/yönetimi ayıran ve dünyayı bu dinin dışında
yöneten mü’min olamaz (5/Mâide, 44). Dini siyasetten ayırıp “din başka, devlet
başka” deyince; devlet dinsiz, din de devletsiz/güçsüz kalacaktır.
6- İzzet, şeref ve İslâm ümmetinin ayakta kalışı, ancak
Allah’ın kitabı ve Rasûlü’nün sünnetinin hükmüne dönmekle mümkündür. Dini
koruyup müslümanlara izzet ve şereflerini iâde etmek, İslâmî hilâfeti/imâmeti
oluşturup onun uygulanmasına çalışmakla gerçekleşebilir.
7- İmâmete geliş usûlü, Kur’an ve sünnet ilkeleri
çiğnenmemek şartıyla ümmete bırakılmıştır. Râşid halîfelerin iş başına geliş
şekilleri ve bey’atin yapılış tarzı örnek alınmalı ve bu örnekler çağa
uyarlanabilmelidir.
8- İmâmete dayalı sistemde 3 ana esas dikkate
alınmalıdır. Bunlar; “bey’at” denilen İslâm’a has özel seçim sistemi, “adâlet”
denilen Allah’ın indirdiğiyle hükmetme (5/Mâide, 45) ve zerre kadar haksızlık
yapmama gayreti, “istişâre” denilen emin ve ehil kimselerle, işinin uzmanı ve
dinini yaşayan takvâ sahibi güvenilir kişilerle danışarak onların öneri,
eleştiri ve tavsiyelerini dikkate alma şeklindeki uygulamadır.
9- İmamı seçme yetkisine sahip olanlar, “ehl-i hal
ve’l-akd” diye isimlendirilen ümmetin en âlim ve seçkinleridir. Demokrasilerde
olduğu gibi seçime bütün insanlar direkt olarak katılamaz. Şûrâ’ya da bundan
dolayı, en uygun ve en akıllı olanlar seçilir. Çağdaş demokrasilerde olduğu
gibi milletvekili olabilmek için insanları iknâ etmeye (kandırmaya) ve bu
uğurda boş yere ve çokça para harcamaya ve propaganda yapmaya gerek de yoktur.
10- İmâmet, verâset yoluyla (babadan oğula) intikal
etmez. İslâm, bir ırka, bir soy ve kabileye ayrıcalık verme anlayışını kabul
etmez. Krallıkla imâmetin bir farkı da; birinde soy, diğerinde ehliyet/yetenek
ve en uygun olanı belirlemenin öne çıkmasıdır.
11- Bey’at, imâmete lâyık bir imamın bulunduğu vakit
müslümanın boynuna borçtur. Aksine bir tavır, kişinin câhiliyye ölümü ile
ölmesini sonuçlandırabilir. Keyfî ve indî gerekçelerle bey’ati bozmak da, meşrû
imamın meşrû her emrine en küçük bir itaatsizlik de haramdır.
14- Devrim yoluyla ve zorla imâmete geçmek, şer’î bir yol
değildir. İmâmet, ümmetin bey’ati olmaksızın gerçekleşmez.
15- İmam adayının o makama ehil olabilmesi için imâmete
ait şartları taşıması gerekir.
16- İmamın, mevcut insanların en faziletlisi olması şart
değildir. Zaten bunu tesbit de mümkün olmayabilir. Evlâ olan, faziletlilerden
biri olması, müslümanlara en faydalı ve en uygun olanının seçilmeye
çalışılmasıdır.
17- Ümmetin maslahatıyla ilgili olarak imamın üzerinde
birçok görev vardır. Bunları imamın yerine getirme zorunluluğu ve sorumluluğu
vardır. Fakat bu görevleri yerine getirebilmesi için kendisine yardım edilmesi,
kendisinin ümmet üzerindeki haklarındandır.
18- Âdil imama karşı çıkmak ve fitneyi uyandırmak
haramdır, büyük günahlardandır. Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmettiği ve
ma’siyeti emretmediği müddetçe imama itaat vâciptir. Şeriata ters düşen yerde,
Allah’a isyan kabul edilecek durumlarda itaat ise haramdır. İmamların
otoritesi, Kitap ve sünnete uygun davranmasına bağlıdır. Allah’a itaat ettiği
müddetçe kendilerine itaat edilir. Allah’a karşı geldiklerinde de kendilerine
karşı gelinir. Yaratıcı’ya isyanda mahlûka itaat yoktur. Kim isyanda onlara
itaat ederse, günah hem emredene ve hem de emri uygulayanadır.
19- Şûrâ, meşrû ve gereklidir. İmamın seçilmesi ânında
şûrânın olması vâcip olduğu gibi, halkın işlerinin düzenlenmesinde de şûrâ
gereklidir. Bu, halkın direkt veya dolaylı seçimiyle oluşabilecek “Danışma
Meclisi” şeklinde seçilecek milletvekillerinden veya İslâm’a ters düşmeyen
çağın anlayış ve ihtiyaçlarına uygun farklı şekillerde istişâre meclisinden
oluşabilir.
20- İslâm hukuk sistemi ve yönetim tarzı, geçmişte ve
bugün uygulanan beşerî sistemlerin tümünden farklı özelliklere sahiptir.
Güttüğü amaç, gâyeye götüren araçlar, vesileler, hedefler, dayandığı
kaynak/referans, ulaşmak istediği hedef... yönünden sayılamayacak farkı vardır.
O, beşerî düzenlerden çok ayrı bir sistemdir. Onunla beşerî hüküm, rejim ve
kanunları kıyaslamak mümkün değildir.
(13)
İmamsız ümmet, başsız beden gibidir. Organizmanın
canlılığı, ruhu ne ise; ümmet için imam da odur. İmamsız toplum, bir cesetten
farksızdır. Ümmetin başına gelenler, imâmetin başına gelenlerle doğru
orantılıdır. Kur’an’da ümmet ile imâmet kavramları birbiriyle yakın irtibat
halindedir. Allah İbrâhim (a.s.)’i insanlara imam yapmıştır (2/Bakara, 124). O
imamların başıdır. Aynı zamanda o, imamların kendisinden geldiği bir ümmettir
(16/Nahl, 120). Dolayısıyla Hz. İbrâhim'in şahsında imâmet ve ümmet kavramları
birlikte gündeme gelmişlerdir. O yüzden rahatlıkla şu hükme varılabilir: Ümmet;
tek bir imama bey’at ederek bağlı olan mü’minler topluluğudur. İmama bağlı
olmadan ümmet teşekkül edemez. Ümmetsiz imam, imamsız ümmet olmaz.
“Gerçek şu ki sizin
bu ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim. Öyleyse Bana
ibâdet/kulluk edin.” (21/Enbiyâ, 92) Mü’minler olarak hepimiz Allah’ın
huzurunda tek ümmet inancını ve şuurunu koruyup korumadığımız hususunda hesap
vereceğiz. İslâm ümmeti, tektir, birdir; küfür ümmeti ise sayısız denecek kadar
çok olabilir. Tek ümmet inancının saptırılmadan devam etmesi, tek imamın
varlığına bağlıdır. Esasen imâmet, bir ümmet sorunudur. Ümmet olmadan imâmet de
olmaz. İmâmetin ihyâsı, ümmetin varlığına bağlanmıştır. Çünkü İslâm’da tek
ümmet ve tek imam esastır. (14)
İmâmet; “din ve dünya işlerinde Rasûlullah’a niyâbeten
(vekil olarak) başkanlık, devlet reisliği” diye tanımlanmıştır. “Dinin
uygulanması, dinin sınırlarının korunması konusunda, ümmetin tümünün kendisine
uyması vâcip olmak üzere Râsûlullah’ın halîfeliğini yapmak” diye de ifade
edilmiştir. (15) Mâverdî de şöyle diyor: “İmâmet; dinin
bekçiliği ve dünya siyaseti konularında peygamberliğe halef olarak konulmuş ve
kabul edilmiş bir müessesedir.”
(16) İbn Hümam; “Mü’minlerin, kendi içlerinden imam seçmelerinin
sebebi, İslâm’ın hükümlerini hakkı ile edâ etmek içindir”
(17)
diyerek önemli
bir noktaya işaret ediyor. İmam Ebû Muin en-Nesefî de bu konuda şöyle der:
“Üzerimizde İslâm devlet başkanı olan imamı görmeden bir günün geçmesi câiz
değildir. İmam, devlet başkanı olan halîfedir. İmâmetin hak olduğunu kabul
etmeyen kimse kâfir olur. Çünkü dinî hükümlerden bir kısmının farz olması,
ancak imamın varlığına bağlıdır. Cuma namazı, bayram namazı ve yetimleri
evlendirmek... gibi. İmamı inkâr eden kimse, farzları inkâr etmiş olur.
Farzları inkâr eden de kâfir olur.”
(18)
Siyerle ilgili kaynaklarda Rasûl-i Ekrem’in vefâtından
sonra sahâbenin, daha Rasûlullah’ı defnetmeden önce imam/halife seçme hususunda
titiz davrandığı kaydedilir. İbn Âbidin, bu konuyla ilgili şunları zikreder:
“Rasûlullah (s.a.s.) pazartesi günü vefât etmiş, çarşamba günü defnedilmiştir.
Bu arada ashâb-ı kiram, her şeyden evvel müslümanların başına bir halife
seçmekle meşgul olmuşlardır. Bu sünnet, bugüne kadar devam edegelmiştir. Bir
imam vefât ettimi, onun yerine başkası seçilmedikçe defnedilmez. İmamın,
müslüman ve hür/özgür olması şarttır. Zira kâfir, müslüman üzerine velî olamaz.
Köleden de halife olmaz. Çünkü onun kendine velî olmaya bile gücü yokken, nasıl
başkasına velî olabilir? Sabî ve köle de deli gibidir. İmam, muktedir, yani hükümleri
yürütebilir, mazlumun hakkını zâlimden almağa, sınırları ve memleketi korumağa,
asker sevkine vs. gücü yeter olmalıdır.”
(19)
Kâfirlerin (tâğutî güçlerin); Allah’ın indirdiği
hükümlere mukabil/alternatif olmak ve onların yerine geçmek üzere koydukları
hükümleri reddetmek farzdır. Onların, mü’minler üzerinde velâyet hakkının
bulunmayacağı hususu kesindir (4/nisâ, 141). Dolayısıyla mü’minler; kâfirlerin
veya mürtedlerin istilâsına/işgâline uğrarlarsa, zor gücüyle başlarına geçen bu
yönetimi kabul etmezler. Onlara karşı cihadın farz-ı ayın olduğunu bilirler.
Nitekim İmam Serahsî; “Cihaddan maksat; müslümanların emniyet içerisinde
bulunmaları, din ve dünya işlerini yürütme imkânına kavuşmalarıdır”
(20)
diyerek, hassas
bir noktaya işaret eder. İşgal altında iken dahi; mü’minlerin (müstevlîlerin
liderine itaat etmeyip) kendi içlerinden bir imam seçmeleri vâciptir. Nitekim
İbn Âbidin bu konuyu şu şekilde izah etmektedir: “Eğer görev verecek sultan
yoksa veya kendisinden görev alacak bir yetkili bulunmazsa (ki bazı
müslümanların yaşadığı bölgelerde olduğu gibi) o bölgelerde gayr-ı müslimler
hâkim olmuşlar, müslümanlar bir bakıma azınlıkta kalmışlar veya müslümanlar mahkûm durumda, gayr-ı
müslimler ise hâkim durumdadırlar. Kurtuba’da (İspanya’da) bugün (yazarın
yaşadığı tarihlerde) olduğu gibi. Bu durumda ne yapılmalıdr? Gerekli (vâcip)
olan, müslümanların kendi aralarından birine bu görevi (imâmeti)
vermeleridir. Onda ittifak
etmeleri vâciptir. Onu kendilerine imam/idareci olarak seçerler, o da
kadı tâyin eder. Böylece kendi aralarında vuku bulan hâdiselerin yargı
organlarına (mahkemeye) aktarılması sağlanmış olur. Yine buralarda kendilerine
Cuma namazı kıldıracak bir imam nasbederler. İnsanın mutmain olduğu, kabul
edebileceği görüş de bu olsa gerektir. Bu görüş istikametinde amel edilmelidir.
(21)
Kâfir
oldukları; kendi ikrarları ve beyyine ile sâbit olan işgalcilerin tâyin ettiği
kadı kabul edilemez. Çünkü velâyet hakkı, kat’i nasslarla sâbittir.
(22)
“İçinizden hayra
çağıran ve ma’rûfu emredip münkerden nehyeden bir ümmet bulunsun. Kurtuluşa
erenler, işte bunlardır.” (3/Âl-i İmrân, 104) Bu âyeti tefsir ederken
Elmalılı Hamdi Yazır şunları söyler: “Ümmet, öne düşen, çeşitli insan
gruplarını toplayan, kendilerine uyulan bir topluluk demektir ki, hepsinin
önünde “imam” bulunur. Cemaat ile namazlar, bu muntazam ve hayırlı sosyal
tertibin görüntüsünü ifade eden gözle görülür şeklidir. Bu şekilde hayra dâvet
ve emr-i bi’l-ma’ruf, nehy-i ani’l-münker yapacak bir ümmet ve imâmet teşkili,
müslümanların imandan sonra ilk dinî farîzalarıdır. (Farîza; İslâm açısından
yapılması mecburî olan, farz, Allah’ın emri demektir.) Bu farîzayı yerine
getirebilen müslümanlar âyetin açık hükmü gereğince kâmil (tam) kurtuluşa
ererler.” (23)
Devletsiz toplum,
toplumsuz birey olmaz. Fert olarak insanın yaratılış maksadı “Allah’a
kulluk”tur. Bu gâyenin gerçekleşebilmesi için ferdin canı, malı, dini, aklı,
nesli ve şerefi korunmalıdır. Korunma ancak düzen içinde olur; düzen ise
devlettir, kanun hâkimiyetidir. Yönetimsiz devlet, başkansız yönetim
olmayacağına göre, devlete bir başkan gereklidir. İslâm'da bu başkana, halîfe
ve emîru’l-mü’minîn sıfatlarının yanı sıra, imam denilmiştir. Birçok hadis-i
şerif, müslümanlara, İslâm devletinin müslüman ve ehil başkanını tanımalarını,
ona bey’at ve itaat etmelerini; bey’at “şartlı” itaat sözü ve vekâlet
mâhiyetinde olduğu için, imam, şartlara riâyet etmediği veya liyâkat vasfını
kaybettiği takdirde ona itaat etmemelerini (değiştirip yerine lâyık olanı
getirmelerini) emretmektedir.
Her sosyal hareket gibi, İslâmî hareketin de rehberlere
ve baş rehbere (imam/önder) ihtiyacı vardır. Hareket, İslâmî olunca, İslâm’ın
hayata hâkim kılınması gibi bir hedefe yönelince rehberlerin de İslâm âlimi,
İslâm’ı iyi bildiği kadar iyi yaşayan kimseler olması zarûret haline
gelmektedir. Tesbihin başlangıç ve bitiş yerini belirleyen, tesbihi boncuk
dizisinden ayırıp “tesbih” yapan şeyin adına “imâme” denir. Tesbih bile
imâmesiz olmadığına göre, ümmetin imamsız olması elbette mümkün değildir.
“İpi kopan tesbihim,
Dağılmış tane tane;
Acı ama, tesbihim
Hani nerde imâme?”
İmam, bir rehber ve önderdir; insanlara öncülük eder.
İmâmet ise bir makamdır, rehberlik ve önderlik makamı. İmâmet, Âdem’le başlamış
ve Rasûlullah’a kadar kesintisiz olarak vahiyle birlikte devam etmiştir.
Rasûlullah’tan sonra ise bu makam, O’nun getirdiği Kitab (Kur’an)’a vâris olan,
Kitabı yaşayıp toplumda yaşanılır kılabilmek için mücâdele veren imamlar
tarafından sürdürülecektir. İşte bu imamlar, Rasûl’ün getirdiği şeriatı
uygulamada ve dini insanlara tebliğ etmede O’nun halefidirler. Bu makama
getirilen insanın Kur’an’ı kendisine rehber, Rasûlullah’ı ise örnek edinerek
muttakî olması gerekir. Peygamber’in soyundan da gelse zâlim olanlar bu makama
gelemezler (2/Bakara, 124).
Firavunî sistemlerin temeli, zora ve zulme dayanır. Orada
insanlar gruplara, partilere ayrılarak güçsüzleştirilerek birlikleri yok
edilir. Bu sistemlerin zulüm ve sömürülerinden kendilerini korumaya çalışanlar,
Firavunların/küfür önderlerinin kendilerine müsaade etmiş oldukları yasalar
çerçevesinde hareket ederler. Bu sebeple orada güç ve inisiyatif Firavunların
elindedir, onu diledikleri gibi kullanırlar. Tüm mücâdeleci hareketleri
kontrolleri altında tutarlar.
Allah ise zayıf bırakılmış, ezilen ve sömürülen müstaz’af
halka seslenerek onları birlik olmaya, yeniden imâmeti diriltmeye ve
müstekbirlere karşı mücâdeleye dâvet ediyor, kendilerine lütufta bulunarak
onları yeniden önderler yapacağını, ezilmiş ve sömürülmüşlükten kurtaracağını
ve ne yapmaları gerektiğini anlatarak uyarıyor. “Biz istiyoruz ki, o yeryüzünde müstaz’aflara (güçsüz düşürülenlere)
lütufta bulunalım, onları imamlar/önderler yapalım, onları vârisler kılalım
(ötekilerin yerini aldıralım).” (28/Kasas, 5)
“Ey iman edenler,
size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman Allah’a ve Rasûlüne icâbet
edin. Ve bilin ki, muhakkak Allah, kişi ile kalbi arasına girer ve siz O’na
götürülüp toplanacaksınız.” (8/Enfâl, 24)
İman edenler, imanlarının gereği olarak Allah’ın ve
Rasûlünün çağrısına dikkat etmeliler. Bu çağrının gösterdiği hedefin
gerçekleşebilmesi için gerekli güç ve çalışmayı ortaya koymalılar. Zira bu
çağrı iman edenlere hayat bahşedecek bir dâvettir. İmâmet kurumunun yeniden
gerçekleşebilmesi için imamlı cemaatlerini oluşturmaları gerekir. Zira Allah’ın
huzuruna götürüldükleri âhiret gününde bu ağır sorumluluk gerektiren
görevlerini yerine getirmemenin ne anlama geldiğini bilirler.
Her imam, kendi cemaatini oluştururken, İslâm’ın
karşısında insanlar da oluşacaktır. Bu insanlar da küfrün imamlarıdır.
İnsanları kendi küfür yollarına dâvet ederken, kendi küfrî toplumlarını
oluştururlar. Artık orada iki ayrı topluluk oluşmuştur. Bir yanda insanları
Allah ve O’nun dinine çağıran imam ve beraberinde oluşan “İslâm toplumu”, diğer
yanda, insanları ateşe (cehenneme) çağıran küfür imamları ve beraberinde oluşan
“câhiliyye toplumu”.
Bu iki toplumun da inandıkları bir rabbi, bir dini
vardır. Bu topluluklar, âhirete imamlarıyla birlikte giderler. Peygamber’i,
O’nun getirdiği Kur’an’ı ve Kitap’la insanlar arasında hükmeden Peygamber’in
halefi olan imamları kendisine rehber edinenler âhirette O’nunla beraber
cennete girerler. Allah, Kur’an ve Peygamber’i tanımayan veya bunları
tanıdığını iddia etmesine rağmen, Kur’an’ı yaşam biçimi olarak kabullenmeyip
kendi yanlarından sistem belirleyerek insanları onunla idare edenleri önder ve
rehber edinenler de âhirette o imamlarıyla birlikte ateşe girecekler, cehenneme
atılacaklardır.
Her ümmetin peygamberi Allah huzurunda şâhidlik edecek
(4/Nisâ, 41) ve “Ya Rabbi, Senin dinini, Senin mesajını insanlara ulaştırdım,
onlara Kitap’ta belirlediğin hayat şeklini ve bana öğrettiğin doğru düşünme ve
uygulama biçimini öğrettim” diyecektir. Rasûlullah’ın ümmeti, sadece kendi
bulunduğu dönemde yaşayıp da dâvetini kabullenerek onun gereklerini yerine
getiren insanlarla sınırlı değildir. Bu ümmet, O’nun risâlet döneminde başlayıp
kıyâmet gününe kadar getirmiş olduğu dine girerek ona uygun amellerle imanını
doğrulayarak onun göstermiş olduğu yolda yürüyen ve o dinin sürekli
yaşanılabilmesi için dâvet ve cihad görevini yerine getiren insanların
tamamından oluşmaktadır.
Biz de, bizim için çizilmiş olan bu yolda imamlarımızı
hangi ölçüye göre tesbit etmiş olduğumuza, kimleri imam olarak tanıdığımıza
dikkat edelim. Dikkat edelim ki, âhiretimizi kurtarmaya çalışmış, görevimizi
yapmış olabilelim; âhirete imamımızla birlikte gideceğimizi unutmayalım. Onlar
bizim hakkımızda orada şâhidlik edeceklerdir.
Kur’an’da belirlenen imamlı cemaatimizi oluşturarak,
âhirette kurtuluşumuzu sağlayacak davranış içerisinde olalım. Bu ümmetin
kıyâmete kadar devam edebilmesi için bizden sonra gelen nesillere bu kurumu
sapasağlam, tertemiz bir vaziyette bırakalım ki, kurtuluşa erenlerden
olabilelim. “İçinizden hayra çağıran ve
ma’rûfu emredip münkerden nehyeden bir ümmet bulunsun. Kurtuluşa erenler, işte
bunlardır.” (3/Âl-i İmrân, 104) “Muhakkak
ümmetiniz tek bir ümmettir ve Ben de sizin Rabbinizim; o halde Bana ibâdet
edin.” (21/Enbiyâ, 92)
İşte Allah’ın tarif ettiği ideal toplum. İslâm’ı kendine
din olarak seçmiş, Allah’a iman ederek yalnız O’nu Rab edinmiş, kulluğunu
sadece O’na yaparak başka hiçbir şeyi ortak tanımayan, sahte rableri reddederek
onların yaşam biçimlerini ve ideolojilerini kabul etmeden, kıble edinilen çeşitli şeylere yönelmeyip sadece
Rabbimizin belirlediği kıbleye yönelen, Kur’an’da tarif edilen, özellikleri
belirtilen şahsı kendisine imam edinerek, başkalarını önder ve rehber edinmeyen
muttakî toplum; işte kurtulacak olan cemaat de budur.
(24)
Yüce Allah, kulu ve elçisi olan İbrâhim (a.s.)’i ateşten koruduğu
gibi, evlâtlarını da korumuş ve onlara peygamberler arasında üstün mevki ve
mertebe de vermiştir. Kur’ân-ı Kerim Hz. İbrâhim’in önderliğinden ve
evlâtlarından şöyle bahsediyor: "Bir
zamanlar Rabbi İbrâhim'i birtakım kelimelerle sınamış, onları tam olarak yerine
getirince; 'Ben seni insanlara imam/önder yapacağım' demişti. 'Soyumdan da
(imamlar/önderler yap, yâ Rabbi!)' dedi. Allah: 'Ahdim zâlimlere ermez (onlar
için söz vermem)' buyurdu." (2/Bakara, 124) Allah Teâlâ, sevdiği kulu
İbrâhim’i herkesin tâbi olduğu bir imam/önder yaptığını beyan ediyor. Çünkü
İbrâhim (a.s.), Yüce Allah’ın sınavlarını tümüyle ve en güzel şekilde
kazanmıştı.
Yüce Allah, kulu ve elçisi olan İbrâhim (a.s.)’i ateşten koruduğu
gibi, evlâtlarını da şirk ve haramlardan korumuş ve onlara peygamberler
arasında üstün mevkî ve mertebe de vermiştir. Yüce Allah, sevdiği kulu
İbrâhim’i herkesin tâbi olduğu bir imam/önder yaptığını beyan ediyor (2/Bakara,
124). Çünkü İbrâhim (a.s.), Allah’ın sınavlarını kazanmıştı. Allah’ın kendisini
insanlara imam kılacağını beyan edince, İbrâhim (a.s.) kendi soyundan da
imamlar isteyince, Allah “zâlimler imamlık/önderlik hakkına sahip olamazlar”
karşılığını vermiştir. Hiçbir zâlim, imam olamaz, kendisine uyulan önder
olamaz, buna hakkı yoktur. Allah’ın imâmet ahdine hiçbir zâlim eremez.
Bu konuda Fahreddin Râzi şöyle der: “Onlar (zâlimler), Allah’ın
emirlerinin kendilerine emanet edildiği kişiler olamaz. Kendilerine uyulamaz.
Dolayısıyla imam (önder, lider) olamaz. Böylece fâsığın imâmetinin bâtıl olduğu
bu âyetin delâleti ile sâbit olmuştur. Efendimiz buyuruyor ki: “Yaratana isyan konusunda hiçbir mahlûka
itaat yoktur.”(Müslim, İmâre, 38, hadis no: 1839) Ve yine bu âyet-i kerime
gösteriyor ki, fâsık hâkim olamaz. Hüküm mevkiine geçtiği zaman, onun verdiği
hükümler uygulanamaz. Şehâdeti kabul edilmez ve Rasûlullah’tan naklettiği hadis
benimsenemez. Fetvâ verirse fetvâsına itibar edilmez. Namaz için öne geçirilemez.”
(25)
Görüldüğü üzere imamlık veya diğer bir adıyla önderlik, sıradan basit
bir görev değildir. Babadan oğula geçen veya soy sop takip eden bir verâset
malı olmadığı gibi, zâlim, fâcir, fâsık, münâfık ve müşrik gibi kimselerin de
gelip oturduğu bir makam değildir. İmamlık; iman, amel, şuur ve yaptırıcı güce
sahip olanların hakkıdır. Bu üstün meziyetlere sahip olmayanlar babası ve atası
ne olursa olsun, o yüce makama getirilemez. İslâm, bir saltanat ve hükümdarlık
dini değildir. İslâm, hak ve adâlet dinidir. Kim o mertebeye ulaşırsa onun
hakkıdır.
İmamlığı sadece bir devlet başkanı olarak düşünmek doğru değildir.
İmamlık; risâlet imamlığı, hilâfet imamlığı, devlet imamlığı, cemaat imamlığı
ve namaz imamlığı şeklinde geniş bir muhtevâya sahiptir. Hangi şekliyle olursa
olsun, o makamlara geçecek şahsın zâlimlik, fâsıklık ve benzeri sıfatlardan
uzak kalarak tam bir adâlet sıfatına sahip olması şarttır. Allah Teâlâ’nın
İbrâhim (a.s.)’e söylediği “zâlimlere
imamlık ahdim erişmez” ifadesi, sadece İbrâhim nesline münhasır değildir.
Her dönemde geçerli bir kuraldır. Zâlimlik ve fâsıklık yaparak Allah’ın dinini
hafife alan herkes için geçerli bir ölçüdür bu. Dün de, bugün de, yarın da olsa
zâlimler, bu yüce makama getirilemez. Şirk, en büyük zulüm (31/Lokman, 13)
olduğu için, müşrik bir kimse büyük bir zâlimdir. Allah’ın indirdiği ile
hükmetmeyen zâlimlerin ta kendisi (5/Mâide, 45) olduğundan Allah’ın indirdiği
dışında, O’na ters yasa veya hükümle hükmetmek, insanları yönetmek zulüm olduğu
gibi bu yönetici de zâlimin ta kendisidir (5/Mâide, 45). Zulmün zıddı,
adâlettir. Allah adâletle davranmayı emretmektedir (16/Nahl, 90). Bütün
bunlarla birlikte nefsine uyduğundan, câhillik ve başka sebepler yüzünden
adâletten ayrılan kimse de zâlimdir. Ve zâlimlerin imam/önder/lider olma hakkı
yoktur. (26)
İslâm siyâset tarihinde hiçbir fakîh, kâfirin
imâmetini/yöneticiliğini tartışmamıştır. Çünkü Kur’an’la sâbittir ki,
kâfirlerin mü’minler üzerinde velâyet hakkı yoktur: “Allah kâfirlere mü’minler üzerine asla velâyet hakkı tanımamıştır.” (4/Nisâ,
141) Tartışılan konu, fâsık ve zâlimin imâmeti ve yöneticiliğidir.
Bu konuda Hâricîler’i bir kenara bırakırsak, birbirine
zıt iki görüş vardır orta yerde. 1- Mürcie’nin görüşü: Bunlar, “olan” olması
gerekendir, deyip statükoyu savunanlardır. Bunlara göre, eğer birileri herhangi
bir yolla yönetimi ele geçirmişse bunun ele geçiriliş tarzına bakılmaz. O
yönetici zâlim ve fâsık olsa da meşrû addedilir. 2- Mu’tezile: Bu kesim de
fıskı ve zulmü görülen bir yöneticinin yönetimi gayr-ı meşrûdur. O meşrû
olmadığı gibi, o yönetimde görev yapan hâkimlerin -isterse Allah’ın
indirdiğiyle hükmetsinler- hükümleri meşrû değildir.
Bu noktada İmam Âzam, daha dengeli bir tavrı
benimsemiştir. Zâlim ve fâsığın yöneticiliğini kabul etmemekle birlikte, sosyal
faâliyetlerin yürütülmesi gerektiğini kabul ederek, eğer kendisi âdilse zâlim
imamın/halîfenin kadısının (hâkiminin) hükmünü kabul etmiş, sorumluluğu ferdin
kendisinden başlatmıştır. İmam Âzam, zâlim ve fâsık bir yönetimde görev alma
konusuna bireysel açıdan yaklaşıyordu. Eğer fâsık bir rejimde fert, bulunduğu
makamda İslâm’ın ahkâmını icrâda bir engelle karşılaşmıyorsa onun o makamda
bulunmasına cevaz veriyordu. Ancak, ferdin fâsık ve zâlim olması durumunda bunu
meşrû saymıyordu. Tekrar başa dönerek, sorumuzu soralım: İmam Âzam’ın zâlim ve
fâsığın imamlığı/yöneticiliği konusundaki net görüşü ne idi? Bu sorumuza Mekkî
ve Kerderî’nin ortaklaşa aldıkları İmam Âzam’ın bir ictihadında cevap
buluyoruz:
“Fey’i (İslâm devletinin gayr-ı müslimlerden aldığı
vergiyi) meşrû olmayan yollarda harcayan, ya da zulümle hükmeden ve Allah’ın
emirlerini terkedip yasaklarını irtikâp eden kimsenin imamlığı/yöneticiliği
bâtıldır. Onun vereceği emirler ve hükümler geçersizdir.” Bazıları, İmam
Âzam’ın “fâsık imamın ardında namaz kılınabilir ve eğer âdil ve sâlih ise
yönetici zâlim de olsa o yönetimin Kur’an ile hükmeden kadısının hükmü
geçerlidir” görüşleriyle; “zâlim ve fâsık’ın yöneticiliği gayr-ı meşrûdur; onun
hükümleri geçersiz, ona yapılan biat bâtıldır” ictihadı arasında bir çelişki
olduğu zehâbına kapılmıştır.
İmam Âzam’ın namaz için fâsığın imâmetine, zâlim bir
yönetimde kadılık yapan âdil birinin meşrû hükmünü tenfîze cevaz verişinden
yola çıkanlar “yanlıştan yanlış gelir” mantığıyla onun fâsık ve zâlimin
imâmetini/yöneticiliğini de kabul ettiğini sanmışlardır. Yani, “zâlim
imamın/yöneticinin hükmü ne ise, onun tâyin ettiğinin hükmü de aynıdır”
demişlerdir. Bazıları bu zanlarından dolayı Ebû Hanife’yi tâviz vermekle
suçlarken, bazıları da yine bu yanlış anlayışı kendi bâtıl görüşleri olan zulümle
uzlaşma çarpıklığına dayanak göstermişlerdir. İkisi de yanlış.
Hanefî mezhebinin ünlü imamlarından Ebûbekir Cessas’tan
dinleyelim: “İnsanlardan bazıları Ebû Hanife’nin fâsığın imâmetine ve
hilâfetine “olur” verdiğini ve halîfeyle hâkimin arasını ayırarak onun hükmünü
câiz görmediğini zannederler. Bunu kelâmcılardan Zürkan adında biri
söylemiştir. Kuşkusuz bu lakırdı asılsızdır. Ebû Hanife’ye göre halife ile onun
atadığı hâkim arasında (yönetme hakkı ve meşrûiyet açısından) bir fark yoktur.
Yönetime gelişleri ve getirilişleri (hâkimin kendisi âdil ve sâlih de olsa)
gayr-ı meşrûdur. Çünkü her ikisinin meşrûiyetinin şartı da âdil olmaktır.
Fâsığın hilâfeti ve hâkimliği meşrû olmadığı gibi, şâhitliği de kabul edilmez.
Eğer Peygamber’den rivâyet ettiği hadis varsa o da alınmaz.” (Cessas,
Ahkâmu’l-Kur’an, I/86)
Ebû Hanife şöyle der: “Ümmetin malını meşrû olmayan
yollarda harcayan, ya da zulümle hükmeden ve Allah’ın emirlerini terkedip
yasaklarını irtikâp eden kimsenin yöneticiliği bâtıldır. Onun vereceği emirler
ve hükümler geçersizdir.”
Cessâs, “Zâlimler
ahdime nâil olamazlar” (2/Bakara, 124) âyetinden hüküm çıkarırken şunları
söyler: “Bu âyetin delâletiyle fâsığın imamlığının/yöneticiliğinin bâtıl olduğu
anlaşıldı. Fâsık ve zâlim biri halife olamaz. Hatta bu karakterde olanlar,
herhangi bir biçimde yönetim makamına gelseler, fıskları yüzünden halkın
kendilerine uymaları gerekmez. Bu konuda Rasûlullah şöyle buyuruyor: “Allah’a isyanda kula itaat yoktur.” Bu
hadis de delâlet eder ki; fâsık biri hâkim olamaz; hükmettiği zaman verdiği
hüküm yerine getirilmez, şâhitliği kabul edilmez, Peygamber’den rivâyet ettiği
hadis alınmaz, müftü olup fetvâ verdiğinde fetvâsına uyulmaz.” (Cessâs, a.g.e.
I/86)
İbn Abbas, bu konuda şöyle der: “Zâlime verilen söze
(biat) vefâ gerekmez. Eğer ona verdiğin sözü yapmayınca zulme uğrayacaksan, o
zaman sözünü yerine getir.” Hasan Basrî ise şu açıklamayı yapar: “Zâlimlere
verilmiş ahid yerine getirilmez. Allah âhirette onu yerine getirmeyen kişiyi
sorumlu tutmayacağı gibi, ecrini de artırır.” (a.g.e. I/85)
İmam Âzam’ın zâlim ve fâsığın (kâfirin değil)
yöneticiliği konusunda hem böylesine pratik, hem de ideal bir yaklaşımı
benimsemesi, üzerinde durulması gereken bir konu. İmam bu yaklaşımıyla olayı
ferdin kendisinde başlatmış, kişiyi kendi yaptığı eylemlerle karşı karşıya
bırakmıştır. Böyle yapmakla “olan” ile “olması gereken” arasındaki tercihte
bocalayan birçok insana çıkış yolu göstermiştir. Bu yol, anarşiye meydan
vermeden zulme karşı çıkmanın yoludur. Bu yol, toplum için ferdin önceliklerini,
fert için toplumun önceliklerini ihlâl etmeden yaşayabilmenin adıdır. Bu yol,
zâlim ve fâsık yöneticileri aklamak için kendilerince meşrû birtakım mâzeretler
uyduranların mâzeretlerini iptal eden yoldur. Ümmetin tepesine musallat olan
zorbaların elinden ümmeti kurtarmak için bulunmuş dengeli bir mücâdele
metodudur. İmam Âzam, insanlara, zâlim ya da mazlum olmaktan başka seçenek
bırakılmayan ortamlarda, dengeli bir çözüm, meşrû ve pratik bir çıkış yolu
göstermiştir. (27)
İmam Âzam, zâlim ve fâsık yönetime karşı müslümanların
silâhlı başkaldırısını emr bi’l-ma’ruf ve nehy ani’l-münker farîzasının bir
parçası olarak görmüştür. Bu konuda İmam Ebû Hanife ilk değildir. Emevîler,
hilâfeti ellerine geçirdiğinden beri silâhlı kıyamı savunan sahâbe ve ulemâ
eksik olmamıştır.
Sahâbeden Hicr bin Adiyy ve arkadaşları bu görüşteydiler
ve yönetim tarafından katledildiler. Hz. Âişe ve Abdullah bin Mes’ud gibi ünlü
isimler de bu çıkışları desteklediler. Hz. Hüseyin, zâlim ve fâsık yönetime
karşı kıyâmın (hurûç ale’s-sultan) farziyyetine inanıyor ve bu uğurda şehâdeti
göğüslüyordu. Hz. Ebûbekir’in torunu Abdullah bin Zübeyr de aynı inanç uğrunda
mücâdele vermiş ve şehid edilmişti. İbn Eş’as ayaklandığında tâbiînin en ünlü
âlimleri onun bu çıkışının şer’î olduğunu ilân ederek halkı yönetime karşı onu
desteklemeye çağırıyorlardı. Bu cümleden olarak İbn Ebî Leylâ, eş-Şa’bî, Ebû’l-Bahterî
ve Said bin Cübeyr’i sayabiliriz. Zamanlarının en ünlü fakîhleri olan bu zatlar
İbn Eş’as kıyâmının içinde yer almışlar, bizatihî yardımcı olmuşlardır.
Hasan Basrî de kıyamları meşrû görmekle birlikte,
başarılı olmasını şart koşmuş, başarılamaması durumunda çok kan dökülür
gerekçesiyle kıyamların içinde bizzat yer almamıştır. Ancak, yönetimin verdiği
maaşı reddetmiş, işledikleri zulümleri bir bir saymış, bunun gıybet olacağını
söyleyen bazılarına “zâlimin zulmünü dile getirmek gıybet değildir” demiştir.
Bu dönemde, her tarafta zâlimler tarafından oluk oluk müslüman kanı akıtılırken
âlimlerden bazılarının “ilim” adı altında fer’î meselelerle halkı oylamasına
içerleyen Hasan Basrî hayretini şöyle dile getirecektir: “Ne garip!
Müslümanların kanlarının köpek kanı gibi akıtılmasına aldırmayanlar, pire
kanının hükmünü soruyorlar.”
İmam Zeyd ile İmam Muhammed ve İbrahim’in kıyamlarında
İmam Âzam’ın sergilediği tavır oldukça nettir. Kıyâmını Bedir Zaferi’ne
benzettiği İmam Zeyd’e elinden gelen her türlü yardımı yapması, onu çağının
diğer fakîhlerinden ayıran en önemli boyutudur. Bu olaylarda verdiği fetvâ ve
sergilediği tavırlardan anlaşılan o ki İmam Âzam, İmam Zeyd ile İmam Muhammed
ve İbrahim’e biat etmişti. İmam, İbrahim bin Hasan’ın kıyâmında “boynumuza
ipler takılsa yine de sözünden dönenlerden olmayacağız” diyordu. Basra’lı tâbîsi
Ebû İshak’a: “İbrahim’in safında cihad eden kardeşinin aldığı sevap, senin
kâfirlerle giriştiğin savaşta aldığın sevaptan üstündür” diyordu.
İmam Âzam’ın zâlim ve fâsık yönetimler karşısında
gösterdiği bu tavır konusunda çağdaşlarından fakîh Evzaî şöyle der: “Ebû
Hanife’nin tüm ictihadlarına tahammül ettik. Ne ki, bu kez zâlim ve fâsık
yöneticiye karşı silâhlı kıyâmı kabullenerek, üzerimize kılıçla geldi. Emr
bi’l-ma’ruf nehy ani’l-münker’in vücûbuna inanıyordu. Kendisine bu konuda hüküm
soranlara Rasûlullah’ın şu hadisini naklediyordu: “Şehidlerin en erdemlisi Hamza bin Abdulmuttalib ve zâlim yöneticiye
iyiyi emredip kötüden sakındırdığı için öldürülen kimsedir.” (Cessâs,
Ahkâmu’l-Kur’an, I/87)
İmam Âzam, bu ictihadının altını kanıyla imzalamış, Allah
da onun adını yüceltmiş ve ebedîleştirmiştir. İmam Âzam’ın bu konudaki
ictihadlarını ve tavrını çok net bir biçimde özetleyen Hanefî mezhebinin ünlü
imamı Ebûbekir el-Cessâs, yöneticilerin zulmüne ve fıskına karşı hassâsiyetini
yitiren kimi tâvizkâr âlimleri eleştirerek şunları söyler: “Geçmişte ve
günümüzde câhil ve lüzumsuz bazı hadisçiler hâriç İslâm ümmetinin âlimlerinden
hiçbiri böyle bir durumda silâhlı kıyâma karşı çıkmadı. Bu câhil ve
lüzumsuzlar, bağî olan topluluğun öldürülmesini, emr bi’l-ma’ruf nehy
ani’l-münker’in silâhla yapılmasını hoş görmeyip ona karşı çıktılar. Allah’ın
şu âyetini işittikleri halde silâhla emr bi’l-ma’ruf nehy ani’l-münker’i fitne
sayıp azgın zorbaların öldürülmesini kerih gördüler: “Saldırganlık yapanlarla Allah’ın hükmüne boyun eğinceye kadar
savaşın.” (49/Hucurât, 9) Âyetin lafzı, savaş işinin kılıç, ya da başka
silâhlarla olmasını gerekli kılıyor.
Bazıları, sultanın zulmüne, fıskına, Allah’ın
öldürülmesini haram kıldığı canlara kıymasına, karşı konulamayacağını, ancak
sultanın dışındaki yöneticilere de silâhsız olarak sözle, ya da başka bir
biçimde karşı konulabileceğini söylemekle ümmete düşmanlardan daha beter
kötülük ettiler. Çünkü onların bu gibi fetvâları insanları zorbaları
öldürmekten, zâlim ve günahkâr yöneticiye karşı koymaktan alıkoydu. İnsanlar ne
zaman zâlim yöneticilere ma’rufu emredip -velev ki silâhla olsun- münkerden
nehyetmediler, işte o zaman tüm İslâm topraklarını kesif bir zulüm bulutu
kuşattı. Din de gitti, dünya da gitti elden ve birçok zındıka akım türedi.” (A.g.e.
II/320-321) (28)
Elmalılı diyor ki:
“Her durumda sana bey'at edenler ancak
Allah'a bey'at etmektedirler. Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim
ahdi bozarsa ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah'a verdiği ahde vefa
gösterirse Allah ona büyük bir mükâfat verecektir.”
(48/Feth, 10). Muhakkak
ki o sana bey'at edenler yalnız Allah'a bey'at ederler. Çünkü Rasûle Rasûl
olması yönüyle boyun eğmek, gönderene itaat edip boyun eğmektir. "Kim peygambere itâat ederse, Allah'a
itaat etmiş olur." (4/Nisâ, 80) yine Tevbe Sûresi'nde "Allah mü’minlerden mallarını ve
canlarını... satın almıştır." (9/Tevbe, 111) âyetlerinin tefsirine
bkz.) Bunun indirilmesi biraz sonra geleceği üzere Hudeybiye'de ağacın altında
yapılan rıdvân bey’ati hakkındadır. Kaçmamaya veya ölüme söz vererek
bey'atleşmiş idiler. Fakat mânânın genel olması gerekir. Allah'ın eli onların
elleri üzerindedir, yani bey'atleşme bir alım-satım gibi elele vererek
karşılıklı bir antlaşma ve şartlaşma halinde ise de hakikatte bundan
faydalanacak olanlar onlardır. Çünkü Allah'ın eli onların ellerinin
üzerindedir. İbnü Cerir tefsirinde der ki; bunda iki vecih vardır, birisi:
Bey'at yaparlarken Allah eli onların ellerinin üzerinde demektir. Çünkü onlar Allah'ın
peygamberine bey'at etmekle Allah'a bey'at etmiş oluyorlardı. Birisi de:
Allah'ın kuvveti onların kuvvetinin üzerindedir, demektir. Birincisine göre
cümle, bey’ati tasvir halinde bir te'kid olarak peygamber, Allah Teâlâ'nın bir
elçisi, hükümlerini uygulamaya memur bir âleti olmak itibariyle Allah'ın bir
eli tasvir edilmiş, bir hayal ettirilmiştir. Çünkü Allah Teâlâ, kendisinden bir
cüz olmak mânâsına uzuvlardan berîdir. İkinci mânâya göre ise istinaf
(başlangıç) cümlesi olarak "yed" kuvvet ve kudret veya nimet mânâsına
tevil olunmuştur ki ikisinin de sonucu bu bey'atten oluşan asıl faydanın bey'at
edenlere ait olacağını açıklamaktır. Onun için buna ilişkin olarak buyuruluyor
ki: Bunun üzerine her kim cayarsa yalnız kendi aleyhine caymış olur, her kim de
Allah'a verdiği ahde vefa gösterirse O, ileride ona büyük bir mükâfaat
verecektir ki Cennet ve rızâsıdır. Orada gözlerin görmediği, kulakların
işitmediği ve insan kalbine henüz düşmemiş şeyler vardır.
“Andolsun o ağacın altında (Hudeybiye'de) sana bey'at ederlerken Allah, mü’minlerden râzı olmuştur. Kalplerinde olanı bilmiş, onlara güven indirmiş ve onları pek yakın bir fetih ile mükâfatlandırmıştır.” (48/Feth, 18). "Andolsun ki o ağacın altında sana bey'at ederlerken Allah, mü’minlerden râzı olmuştur." İşte yukarıda adı geçen bu bey'at, Hudeybiye’de yapılan ve bu âyet sebebiyle Allah Teâlâ'nın rızâsıyla müjdelenmiş olduğundan dolayı Bey'atü'r-Rıdvân ismi verilmiş olan bey'attır. Kıssayı tefsirciler şöyle özetlemişlerdir: Rasûl-i Ekrem (s.a.s.), Hudeybiye'ye indiğinde Huzâîler'den Hıraş b. Ümeyye'yi Sa'leb adındaki devesine bindirip Mekke'lilere gönderdi. Harp niyetinde olmayıp yalnız Kâbe'yi ziyaret ve Umre için geldiğini bildiriyordu, bunu varıp onlara söyleyince deveyi vurdular, kendisini de öldürmek için hücum ettiler; fakat Ehâbiş (Habeşliler) araya girip kurtardılar. O da gelip durumu Rasûlullah'a haber verdi, Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) Hz. Ömer'i göndermek için çağırdı: Hz. Ömer (r.a.): “Yâ Rasûlallah! dedi; onlar benim kendilerine olan hiddet ve düşmanlığımı bilirler. Ben onlara güvenemem, şâyet bir ezâya uğrarsam Mekke içinde beni savunacak hısımlarım Adiy oğullarından kimse yoktur. Bundan dolayı Osman b. Affân'ı gönderseniz, orada onun akraba ve taallukatı çoktur, hem onu severler, irâdenizi o bildirebilir.” Bunun üzerine Rasûlullah Hz. Osman'ı çağırdı, Kureyş'e gönderdi "Biz onlarla muharebeye gelmedik, yalnız ziyaret ve Umre için geldik, bunu haber ver ve kendilerini İslâm'a davet eyle!" dedi ve Mekke'de imana gelmiş bir kısım erkeklere ve kadınlara varıp fethi müjdelemesini ve Allah Teâlâ'nın dininin yakında Mekke'de ortaya çıkacağını haber vermesini de emretti. Bu suretle Hz. Osman, Kureyş'e gitti, kendisini Ebân b. Said b. Âs karşıladı, hayvanından indi, onu bindirdi ve kayırdı (himayesine söz verdi), böylelikle Kureyş'e vardı, emrolunduğu haberi bildirdi, dediler ki: "İstersen sen beyti tavâf et fakat hepinizin üzerimize gelip girmeniz olmaz, ona yol yok!" Hz. Osman (r.a.) "Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) tavaf etmedikçe ben tavaf edemem." dedi. Bunun üzerine onu alıkoydular, göz hapsinde tuttular, beriden ise Rasûlullah'a ve müslümanlara "Osman katlolunmuş." diye duyuldu. Bunun üzerine Peygamber (s.a.s.), "O kavimle çarpışmadan gitmeyiz." dedi ve Peygamber (s.a.s.)'in nidâcısı şöyle çağırdı: Haberiniz olsun ki Rasûlullah'a Rûhu'l-Kudüs indi de ona bey'ati emretti, hemen çıkın Allah Teâlâ adına Peygamber'e bey'at edin. Derhal müslümanlar fırladılar ve Rasûlullah'a bey'at ettiler. Bu bey'at bir ağacın altında olmuş idi ki bir "semûre" ağacı idi. Denilmiştir ki, Rasûlullah ağacın dibine oturmuştu dallarından bir dal sırtının üzerine geliyordu, Abdullah b. Mugaffel (r.a) demiştir ki: Ben baş ucunda dikiliyordum ve elimde ağaçtan bir dal vardı, koruyordum, dalı sırtından kaldırdım. Önünde ölmek ve kaçmamak üzere kendisine bey'at ettiler, Rasûlullah onlara "Siz bugün dünya ehlinin en hayırlısısınız." buyurdu. Müslim ve diğerlerinde rivâyet edildiği üzere Câbir b. Abdullah (r.a.) "Biz Rasûlullah'a bey'ati kaçmamak üzere yaptık, ölüme bey'at etmedik." demiştir. Buhari'de Seleme b. Ekvâ (r.a)'tan da şöyle rivâyet edilmiştir: “Ben Rasûlullah'a ağacın altında bey'at ettim” demiş, “ne üzerine bey'at ettiniz?” denildiğinde de, “kaçmamak üzere” demiştir. Müslim, Ma'kıl b. Yesâr'dan da: Bey'at ederlerken Rasûlullah'ın yüzünden ağacın dallarını tuttuğunu rivâyet etmiştir. İlk bey'at eden Ebu Sinan-ı Esedî olmuştur ki Ukâışe b. Muhsin'in kardeşi Vehb b. Muhsin'dir. Beyhakî'nin Delâil'inde, Şa'bi'den rivâyetine göre, bu zat Hz. Peygamber'e "Elini uzat sana bey'at edeyim" dedi. Hz. Peygamber "Ne üzerine bey'at edeceksin?" buyurdu. "Nefsindeki ne ise onun üzerine" dedi. Müslim'in rivâyet ettiği Câbir hadisinde: Hz. Câbir: "Biz Peygamber (s.a.s.)'e bey'at ettiğimizde mübarek ellerini Ömer (r.a.) tutuyordu" demiştir. Fakat bu, bey’atin sonlarına doğru olduğu anlaşılıyor. Zira Sahih-i Buhari'de Nafi'den: Ömer (r.a.) Hudeybiye günü oğlu Abdullah’ı, Ensar'dan bir kimsenin yanında bulunan atını, üzerinde savaş yapmak üzere getirmeye göndermişti, Rasûlullah (s.a.s.) ağacın yanında bey'at alıyor, Ömer bilmiyordu, Abdullah bey'ati yaptı, sonra gitti, atı getirdi, Ömer (r.a.) savaş için zırh giyiyordu. Kendisine Rasûlullah'ın ağaç altında bey'atleştiğini haber verdi, hemen beraber gitti, Rasûlullah'a bey'at etti." diye de rivâyet edilmiştir. Demek ki ondan sonra Hz. Ömer, Rasûlullah'ın yorulmaması için mübarek elini tutmuştu. Bir de Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) sağ elini öbür eline vurup bu da Osman'ın bey'ati demişti, müşrikler bu bey'ati işitip korktular ve Hz. Osman ile müslümanlardan bir topluluğu da salıverdiler, bu Bey'at-i rıdvan'ı yapan mü’minlerin adedi en sahihi rivâyete göre bin dört yüzdür. Binbeşyüz kadar ve daha fazla rivâyetleri de vardır. Denilmiştir ki birinde küçükler ve tâbiler sayılmamış, diğerinde hepsi sayılmıştır, orada olanlardan hiç bey'at etmeyen kalmamış, yalnız Cedd b. Kays adında bir münâfık devesinin karnı altına gizlenmiş kalmış idi. Nâfi'den rivâyet edildiğine göre altında bey'at yapılan semüre ağacına daha sora insanlar gidip yanında namaz kılar olmuşlardı. Hz. Ömer işitti, o ağacın kesilmesini emrediverdi, henüz cahiliyye âdetini unutmayanların fitneye tutulup Allah'tan başkasına ibadet etmesinden sakınmıştı. Hz. Peygamber (s.a.s.)'den hadiste geçmiştir ki; "Rıdvan bey'atinde bulunan kimse ateşe girmez." Bu âyette de yemin ile "Allah râzı oldu." buyurmuştur. Ebu Hayyân der ki: Burada rızâ üzerlerine nimetlerin açıklanması mânâsına İlâhî sıfattır; Zâtî sıfat değildir. Çünkü "Sana bey'at ettikleri zaman..." diye zaman ile kayıtlanmıştır. Netice olarak; ism-i celiline yemin olsun ki Allah, o mü’minlerden hoşnut oldu, o ağacın altında sana bey'at ederlerken çünkü kalplerindekini bildi, doğruluk ve samimiyetlerini ve müşriklerin hareketlerine karşı üzüntü ve heyecanlarını bildi de üzerlerine o sekineti indirdi, sulha yatıştırdı. Ve onları yakın bir fetihle mükâfatlandırmıştır. Mekke'den dönüşte Hayber'in fethini kendilerine bir mükâfat olarak vaad etti. Bir de harpsiz olarak Hecr arazisi fetholunmuştu ki, birçok zaman hâsılâtından faydalandıkları güzel bir fetihtir. Hasan-ı Basrî; "yakın fetih"ten maksadın, bu olduğunu söylemiştir. Diğerleri ise Hayber demişlerdir (Hak Dini Kur’an Dili).
Seyyid Kutub diyor ki:
“Sana biat edenler, Allah'a biat
etmektedirler. Allah'ın eli, onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa,
kendi aleyhine bozmuş olur. Ve kim Allah'a verdiği sözü tutarsa Allah ona büyük
bir mükâfat verecektir.” (48/Feth, 10). Rasûlullah gönderilmiş olduğu şu
insanlığa şâhidtir. Kendisine emredileni onlara bildirdiğine, kendisini nasıl
karşıladıklarına, içlerinden mü'minler, kâfirler ve münâfıklar olduğuna, iyiler
ve bozguncular olduğuna şâhidlik edecektir. Peygamberliğini yerine getirdiği
gibi şâhidlik de edecektir. Rasûlullah, mü'minler için hayır, bağışlanma,
hoşnutluk ve iyi mükâfat müjdecisi; kâfirler, münâfıklar, isyankârlar ve
bozguncular için de kötü âkıbet, gazap, lânet ve ceza ile korkutucu ve
uyarıcıdır.
Rasûlullah'ın
görevi bunlar... Sonra Yüce Allah kitabını mü'minlere çevirmekte, bu
peygamberlikten güdülen hedefi onlara açıklamaktadır. Bu hedef; Allah'a ve Rasûlüne
iman etmek, sonra imanın gereklerini yerine getirmektir. Buna göre mü'minler, Yüce
Allah'ın şeriatını ve sistemini destekleyerek Yüce Allah'a yardım edecekler,
O'nun yüceliğini gönüllerinde duyarak O'na tanzim edecekler, sabah-akşam tesbih
edip hamdederek, O'nu noksan niteliklerden tenzih edeceklerdir. Sabah-akşam
deyimi bütün günü üstü kapalı olarak anlatan bir terimdir. Çünkü bir günün iki
ucu olan sabah ve akşam o günün bütün zamanlarını içermektedir. Bundan gaye,
kalbin her an Yüce Allah’a bağlı olmasıdır. İşte bunlar; Rasûlullah'ı müjdeci, şâhid
ve korkutucu olarak gönderilirken mü'minlerin imanından umulan semerelerdir.
Rasûlullah onları Yüce Allah'a bağlamak ve kendisinin aralarından ayrılması ile kopmayacak sürekli bir biati Yüce Allah ile onların aralarında oluşturmak için gelmiştir. Dolayısı ile Rasûlullah biat için elini onların elleri üstüne koyunca, bunu ancak ve ancak Allah adına yapmaktadır. Sana biat edenler ancak Allah'a biat etmektedirler. Allah'ın eli onların ellerinin üstündedir." Bu anlatım Rasûlullah ile aralarındaki biati canlandıran çok ürpertici ve yüceltici bir anlatımdır. Biate katılan her kişi, elini Rasûlullah'ın eline koyarken, Allah'ın elinin kendi elinin üstünde olduğunu ve Yüce Allah'ın bu biatte hazır olduğunu, biatin asıl sahibinin O olduğunu ve onu Yüce Allah'ın aldığını ve O'nun elinin mü'minlerin elleri üstünde olduğunu hissedecektir. Kimin? Yüce Allah'ın. Aman Allah'ım! Ne müthiş, ne hoş ve ne yüce bir olay bu!
İşte bu
manzara, insanın aklından, biati bozma düşüncesini kökünden söküp atmaktadır.
Çünkü Rasûlullah, kişi olarak ortadan kalksa bile Yüce Allah mevcuttur ve
diridir. Allah almakta bu biati ve O vermektedir. Biati gözetleyen de
kendisidir. "Kim ahdini bozarsa,
kendi aleyhine bozmuş olur." Her yönden zarar görecek olan odur.
Kendisi ile Yüce Allah arasındaki kârlı alış-verişten dönmekle zararlı çıkacak
olan da odur. Yüce Allah ile kulu arasındaki her biatte ve her sözleşmede
sürekli Allah’ın fazlından yararlanıp kârlı çıkacak olan kuldur. Çünkü Yüce
Allah âlemlere hiç muhtaç değildir. Allah'a vermiş olduğu ahdi bozup cayınca
zararlı çıkacak olan kulun kendisidir. Bunun sonucu olarak Yüce Allah'ın gazab
ettiği ve çirkin gördüğü caymaya karşılık O'nun gazabına ve cezasına uğrayacak
olan da kuldur. Çünkü Allah vefâyı ve sözünde sâdık olanları sever. "Ve kim Allah'a. verdiği sözü tutarsa
Allah ona büyük bir mükâfat verecektir."
Evet ifadede yer aldığı gibi, niceliği belirtilip açıklanmayan “Büyük bir mükâfat…” Bu karşılık Yüce Allah'ın "büyük" diye nitelediği bir karşılıktır. Yeryüzünün insanlarının az olanı kavrayabilen, sınırlamaya mahkûm ve fâni akıllarının onu kavrayacak seviyeye asla çıkamayacağı Yüce Allah'ın ölçüsü, tartısı ve nitelemesine göre "Büyük bir mükâfat"tır.
Söz "biatin
içyüzü"ne, biatten dönekliğin tehlikesine ve ahde vefanın önemine
gelmişken, ifadenin akışı Allah'a kötü zan beslemeleri ve kendi anavatanında
olan ve daha önce iki yıl arka arkaya Medine’ye saldıran Kureyş üzerine gitmekten,
Rasûlullah ile çıkacak olanların başlarına zarar gelecek diye tahmin yürütüp de
geri kalan bedevilere yönelmektedir. Evet, ifadenin akışı Rasûlullah'a, kendisi
ve beraberinde bulunanlar sağ-sâlim geri dönünce onların özür dileyeceklerini
haber vermek için onlara yönelmektedir. Kureyşliler Rasûlullah ile kavgadan
vazgeçmiş, onunla savaşmamıştı. Kendisi ile bir anlaşma imzalamıştı. Şartları
ne olursa olsun bu anlaşmadan açıkça görülen Kureyşliler geri adım atmışlar,
Muhammed (s.a.s.)’i kendileri ile savaşı bırakma anlaşması yapılacak ve düşmanlığından
çekinilen kendilerine denk bir güç kabul etmişlerdir. Sonra ifadenin akışı,
onların asıl, neden kendisi ile gelmediklerini Rasûlullah'a ifşa etmekte ve
onları rezil etmekte, Rasûlullah ve mü'minlerin önünde kirli çamaşırlarını
ortaya dökmektedir. Öte yandan ifadenin akışı, Rasûlullah ve kendisi ile sefere
çıkanlara müjdeli haberler vermektedir. Buna göre onlar yakında kolay
ganimetler elde edecekler, onlara katılmayıp geri duran bedeviler bu kolay
ganimetlerden elde etmek için kendisi ile gelmeyi isteyeceklerdir. İşte burada İlâhî
ifadeler, Rasûlullah'a onlara ne şekilde davranacağını ve nasıl cevap
vereceğini göstermektedir. Bu İlâhî telkine göre Rasûlullah onların kendisi ile
birlikte yakında ve kolay elde edilecek ganimet için gelmelerini kabul etmeyecektir.
Çünkü bu sadece daha önce kendisi ile yola çıkan ve Hudeybiye'de bulunanlara
özeldir. Buna karşın Yüce Allah onlara başka bir hedef göstermektedir. Bu
hedefte güçlük vardır. Ve güçlü kuvvetli bir toplulukla savaş vardır. Eğer
itaat ederlerse büyük mükâfat elde edecekler, yoksa daha önce karşı geldikleri
gibi yine karşı gelirlerse kendilerine şiddetli bir azap verilecektir.
“Andolsun ki, o ağacın altında sana biat ederken, Allah, mü'minlerden râzı olmuştur. Allah onların gönüllerinden geçeni bildiği için onların üzerine huzur ve güven indirdi ve onlara yakın bir fetih verdi.” (48/Feth, 18). Bu dersin tamamı, mü'minlerden söz etmekte, mü’minlerle konuşmaktadır. O ağacın altında Rasûlullah'a biat eden şu eşsiz, mutlu insan kitlesi ile konuşmaktadır. Yüce Allah o biatte bulunmuş, tanıklık etmiş ve kudret eli onların elleri üstünde kendisi almıştır biati. Bu ders, Yüce Allah'ın elçisine kendilerinden "Andolsun ki o ağacın altında sana biat ederken, Allah, mü'minlerden râzı olmuştur. Allah onların gönüllerinden geçeni bildiği için onların üzerine huzur ve güven indirdi ve onlara yakın bir fetih verdi" diye söz ettiğini işitme bahtiyarlığına eren kitle ile konuşmaktadır. Yine bunlar, Rasûlullah'ın kendileri hakkında "Sizler bugün yeryüzünün en hayırlı insanlarısınız." (Buhârî, Meğâzi 64, hadis no: 1685) övgüsünü işiten bahtiyar kitledir.
Bu derste Yüce
Allah bu kitle hakkında hem Rasûlü ile ve hem de kendileri ile konuşmaktadır. Yüce
Allah bu sözlerde kendilerine birçok fetihler ve ganimetler müjdelemekte ve
yine bu seferde ve daha sonra çıkacakları diğerlerinde asla değişmez İlâhî adâletine
bağlı olarak takdir etmiş olduğu zaferlerdeki himayesi ile onları kuşatma
müjdesi vermektedir. Ve bu insanların küfre sapan düşmanlarını da şiddetle
kınamaktadır. Ve o yıl savaşı bırakıp barışı tercihteki hikmetini onlara beyan
etmektedir. Yine bu bahtiyar insanlara, Rasûlullah'ın Mescid-i Haram'a
gireceklerine dair görmüş olduğu rüyanın doğruluğunu ve müslümanların oraya
korkusuzca güven içinde gireceklerini, Yüce Allah'ın dininin yeryüzünde tüm
dinlere üstün geleceğini vurgulamaktadır.
Hem ders ve
hem de sûre, Rasûlullah'ın ashâbından şu mutlu ve eşsiz insan topluluğunun
parlak ve değerli manzaraları ve Tevrat ve İncil'deki nitelikleri ile Yüce
Allah'ın kendilerine bağış ve büyük mükâfat va'di ile son bulmaktadır.
O Ağacın
Altında Biat Edenler: "Andolsun ki o
ağacın altında sana biat ederken, Allah, mü'minlerden râzı olmuştur. Allah
onların gönüllerinden geçeni bildiği için onların üzerine huzur ve güven
indirdi ve onlara yakın bir fetih verdi." (48/Feth, 18) "Yine onlara alacakları birçok
ganimetler bahşeyledi. Allah üstündür, hüküm ve hikmet sahibidir." (48/Feth,
19)
Bugün ben, geçen bin dört yüz küsur senenin ardından o kutsal ânı, bütün varlık âleminin Yüce Allah'tan, emîn Peygamberine bu topluluk hakkında gelen bu ulvî bildirisine tanık olduğu ânı kavramaya çalışıyorum. Varlık âleminin o andaki sayfasına ve gizli dünyasına bakmaya çalışıyorum. Varlık âlemi tüm benliği ile o anda bu âlemin belirli bir köşesinde bulunan o insanlar hakkındaki, şerefli ve kutsal İlâhî sözü nasıl karşıladılar, izlemeye çalışıyorum. Ve yine ben, âyette sözü edilen o insanlar kendileri olduklarını kulakları ile işiten bizzat, kendileri işiten, o mutlu insanların ruhsal duygularını bir parça hissetmeye çalışıyorum. Yüce Allah onlardan söz ederken, kendilerinden hoşnut olduğunu söylemekte, bulundukları yeri ve bu hoşnutluğu elde ederken bulundukları durumu "Onlar o ağacın altında biat ederken" diye belirtmektedir. Onlar bu sözleri doğru ve doğrulanmış Peygamberlerinin ağzından azametli ve yüce Rabblerinin sözcükleri ile işitmektedirler. Aman Allah'ım! Acaba bu bahtiyar insanlar o kutsal ânı ve bu İlâhî bildiriyi nasıl karşıladılar? Herkese teker teker bizzat işaret eden ve "Sen bizzat sen... Allah sana bildiriyor... Senden hoşnut olmuştur O. Sen biat ederken... O ağacın altında... Senin içinde geçen duyguları bildi O. Bildi de senin üzerine gönül huzuru indirdi" diyen, bildiriyi nasıl karşıladılar acaba? İçimizden herhangi biri "Yüce Allah inananların yardımcısıdır." (2/Bakara, 257) âyetini okur veya duyabilir; sonra da mutlu olur. Ve kendi kendine "Âyette yer alan o insanların arasına ben de dâhil olmayı neden ummayayım?" der. Ve yine, "Yüce Allah sabredenlerle birliktedir." (2/Bakara, 153) âyetini okur veya duyar da içine güven gelir. Ve kendi kendine “Bu sabredenlerden birinin de ben olduğumu neden ummayayım?” der. Oysa bu biate katılanlar, öyle midirler? Evet, Yüce Allah'ın bizzat kendilerini kastettiği ve kendilerinden hoşnut olduğu, içlerindeki duyguyu bildiği ve içlerinden geçen şeylerden hoşnut olduğunu tek tek kendilerine bildirdiği söylenmekte ve belirtilmektedir. Aman Allah'ım! Bu ne müthiş bir hal?
"Andolsun ki o ağacın altında sana biat
ederken, Allah, mü'minlerden râzı olmuştur. Allah onların gönüllerinden geçeni
bildiği için onların üzerine huzur ve güven indirdi ve onlara yakın bir fetih
verdi.” (48/Feth, 18)
Yüce Allah onların kalplerinde kabaran izzet-i nefsin kendi benlikleri için değil, dinleri uğruna olduğunu bilmiştir. Biat ederlerken, niyetlerinin içten ve samimi olduğunu ve Rasûlullah'ın çağrısı karşısında birer müslüman, sabırlı ve itaatkâr kimseler olmak amacı ile duygularını frenlediklerini kışkırtmaya karşı oluşan reaksiyonlarını yendiklerini görmüştür. “Onların üzerine huzur ve güven indirdi” Güvenin indirilişi öyle bir ifade ile anlatılıyor ki, sanki yukarıdan kolayca, sakin ve ağır başlılıkla bir güven iniyor ve o tutuşmuş heyecanlı, kavgaya hazır coşkun kalplere dolarak huzur getiriyor, güven getiriyor, rahat ve sevinç getiriyor.
“Ve onları pek yakın bir fetihle mükâfatlandırmıştır.”
Bu, sağladığı şartlar itibarı ile Hudeybiye ile barış anlaşmasını
"Feth"e çeviren ve onu birçok fetihlere başlangıç yapan Hudeybiye
barış anlaşmasıdır. Hayberin fethi de bu fetihlerden biri olabilir. Ki
tefsircilerin çoğunluğu, Yüce Allah'ın müslümanlara bahşettiği yakın fethin bu
fetih olduğunu söylerler. "Alacakları
birçok ganimetlerle" "Yakın Fetih"ten maksat, Hayberin fethi
ise, bu fetih ile birlikte alacakları bol ganimetlerle birlikte demektir. Eğer "Yakın fetih" müslümanlara
birçok fetihlerin kapısını aralayan şu Hudeybiye barış anlaşması ise bu
anlaşmayı izleyen fetihlerle elde edecekleri bol ganimetler demektir. "Allah üstündür, hüküm ve hikmet
sahihidir." Bu ifade daha önce geçen âyetlerin sonuna çok uygun düşen
bir ifadedir. Çünkü, hoşnutluk, fetih ve ganimet va'dinde Yüce Allah'ın hikmeti
ve idaresi yanında, kuvvet ve kudreti de ortaya çıkmaktadır. Zaten kutsal ve
şerefli va'd hikmet ve izzet ile gerçekleşir.
Biate
katılan mü'minler hakkında, emîn olan Rasûlüne bu şerefli ve yüce bildiriden
sonra, Yüce Allah sözünü bizzat mü'minlerin kendilerine yöneltiyor. Bu barış
anlaşmasından ya da bir başka deyimle, teslimiyet içinde sabırla karşıladıkları
şu "Fetih"ten sözediyor, onlara: "Allah size elde edeceğiniz
birçok ganimetler va'detti. Bunu size hemen vermiş ve insanların ellerini
sizden çekmiştir ki bu mü'minlere bir işaret olsun ve Allah sizi dosdoğru yola
iletsin:
"Bundan başka sizin güç
yetiremediğiniz, ancak Allah'ın sizin için kuşattığı ganimetler de vardır.
Allah her şeye kadirdir."
Mü'minlerin
Yüce Allah'tan duydukları ve açıkça gördükleri bir müjdedir bu... Ve mü'minler Yüce
Allah'ın kendilerine birçok ganimetler hazırlamış olduğunu öğrenmişler ve
bundan sonra bu değişmez va'din doğru olduğuna dair birçok delilleri göre göre
diledikleri gibi yaşamışlardı. Burada Yüce Allah onlara şu ganimetleri ivedi ve
peşin olarak verdiğini belirtiyor. Burada Yüce Allah İbn Abbas'ın da söylediği
gibi, Hudeybiye barış anlaşmasının başlıbaşına bir fetih ve bir ganimet
olduğunu vurgulamak için, Hudeybiye barış anlaşmasını "hemen verilmiş
ganimet" olarak değerlendirmiş olabilir. Daha önce belirttiğimiz gibi Rasûlullah'ın
sözünden ve bu anlayışımızın doğruluğunu kendilerine özgü dilleri ile ifade
eden olaylardan anlaşılacağı üzere, gerçekten de Hudeybiye barışı böyle bir
fetih ve ganimettir.
Öte yandan Mücâhit'ten rivâyet edildiğine göre, Hudeybiye barışından sonra en yakın ganimet olması bakımından bu "hemen verilmiş ganimet"ler Hayber’in fethi de olabilir. Fakat birinci ihtimal gerçeğe daha yakın olmakta ve daha ağır basmaktadır. Yüce Allah onlara insanların ellerini kendilerinden çektiğini, yüce katından bir ihsan ve iyilik olarak hatırlatıyor. Gerçekten Yüce Allah kureyş müşriklerinin ellerini onlardan çektiği gibi, onlardan başka kendileri için üzerlerine belâlar gelmesini bekleyen düşmanlarının da elini çekmiştir... Sözün kısası, onlar azınlıkta, düşmanlar çoğunluktaydılar. Fakat müslümanlar biatlerini tutarak görevlerini yapmışlardır. Ve Allah da insanların ellerini (düşmanların ellerini) onlardan çekmiş ve kendilerini emniyete kavuşturmuştur.
"Ki bu
mü'minlere bir işaret olsun: Yüce Allah başlangıçta hoş karşılamadıkları ve
kendilerine çok ağır gelen bu olayın onlara bir ibret olacağını, hem de içinde Yüce
Allah'ın kendileri hakkında gerçekleştireceği şeyleri ve Rasûlullah'a itaat ve
teslimiyetlerinin mükâfatını görecekleri bir ders olacağını ifade ediyor. Ki
bütün bunlar Yüce Allah'ın bu olayı gönüllerine önemli bir gelişme, bol hayır olarak
yerleştirmesine ve kalplerine iç huzuru, mutluluk, hoşnutluk ve iman vermesine
yol açan unsurlar olmuştur.
"Allah sizi dosdoğru yola
iletsin." İtaatinizin, emre sarılmanızın ve içinizdeki samimiyetinizin
karşılığı olarak sizi doğru yola çıkarsın... Böylece Yüce Allah onlara hem
ganimet veriyor ve hem de hidâyet bahşediyor. Ve hoşlanmadıkları ve çok ağır
kabul ettikleri bir anlaşma onlara her yönden tam bir hayır olarak ortaya
çıkıyor. Böylece Yüce Allah onlara bildiriyor ki; onlar için kendi tercihi,
tercih edilmesi gereken yararlı bir şeydir. Ve kalplerini mutlak itaat ve emre
sarılmaya hazırlayan da kendisidir.
Yüce Allah ayrıca onlara yine ihsanda bulunmuş ve bundan başka bir ganimetin daha müjdesini vermiştir. Fakat bu ganimeti onların adına kudreti ve takdiri ile bizzat kendisi üstlenmektedir: "Bundan başka sizin güç yetiremediğiniz ancak Allah'ın sizin için kuşattığı ganimetler de vardır. Ve Allah her şeye kadirdir." Burada geçen "başka ganimetler" hakkında rivâyetler çeşit çeşittir. Acaba bu, Mekke'nin fethi mi, yoksa Hayber’in fethi mi, yahut da Kisra ve Kayserlerin ülkelerinin fethi mi? Yoksa bu Hudeybiye barışının ardından müslümanların elde ettikleri tüm fetihler mi diye rivâyetler çeşit çeşittir.
İlâhî
ifadenin akışına en uygun düşeni, bu ganimetin Hudeybiye barışını izleyen
Mekke'nin fethi olayıdır. Yürürlükte ancak iki yıl kalabilen ve sonra
müşriklerin bozduğu bu anlaşma nedeni ile Yüce Allah Mekke'yi müslümanlara
hemen hemen savaşsız açmış ve nasib etmiştir. Bilindiği gibi, bu Mekke önceleri
müslümanlara boyun eğmemiş, onlara Medine'de kendi evlerinin önünde saldırmış
ve Hudeybiye yılı kendilerini Mekke'ye sokmadan geri çevirmişti. Sonra Yüce
Allah Mekke'yi çepeçevre kuşatmış ve onlara savaşsız olarak orayı teslim
etmiştir. "Allah herşeye
kadirdir." Burada bu müjde kapalı bir müjde idi, Yüce Allah bunu
açıkça belirtmemiştir. Çünkü bu âyetin indiği sıralarda bu müjde Yüce Allah'ın,
bilgisini vermediği şeylerden biri idi. Yüce Allah onların kalbine iç huzuru,
hoşnutluk, ümit ve sevinç vermek için bu şekilde bir ifade ile îmâda
bulunuyordu.
Bu peşin olan ganimete ve Yüce Allah'ın kendisinin bildiği ve müslümanların da beklemekte oldukları ganimete iman edilmesi münasebeti ile, Yüce Allah onlara üstün geleceklerini ifade etmekte ve o yıl barış yapmaları, onların güçsüzlüğü ya da müşriklerin üstünlüğü nedeni ile değil, fakat kendisinin gözetmiş olduğu bir hikmet nedeni ile olduğunu ve küfre sapanlar eğer kendileri ile savaşırlarsa onların yenileceklerini açıklıyor. Mü'minlerle kâfirler birbirleri ile ne zaman kesin amaçlı, ölüm-kalım savaşına tutuşurlarsa Yüce Allah'ın yasası hep böyle olmuştur (Fî Zılâli’l Kur’an).
1-
Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel
Kavramları, Beyan Y., s. 82-87
2-
Nureddin Yıldız, Sosyal Bilgiler
Ansiklopedisi, Risale Y.
3-
Vecdi Akyüz, Kur’an’da Siyasi Kavramlar,
Kitabevi Y., s. 202-209
4-
Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar,
Beyan Y., s. 109-117
5-
Cengiz Kallek, TDV İslâm Ansiklopedisi,
c. 6, s. 120-124
6-
Ahmet
Ağırakça, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 79-81
7-
A. Ağırakça, a.g.e., c. 1, s. 231-232
8-
Mustafa Fayda, TDV İslâm Ansiklopedisi,
Bey’atü’r-rıdvan maddesi
9-
Osman Türer, TDV İslâm Ansiklopedisi, c.
6, s. 124-125
10-
Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, s.
181-182
11-
Hüseyin K. Ece, a.g.e., s. 302
12-
Ahmet Yaşar, Şâmil İslâm Ansiklopedisi,
c. 3, s. 143-144
13-
Süleyman ed-Demirci, El-İmâmetu’l-Uzmâ,
İslâm’da Devlet Başkanlığı, s. 491-493
14-
Mustafa Çelik, İslâmî Hareket Fıkhı, c.
4, s. 42
15-
Abdülkadir Udeh, İslâm ve Siyasî
Durumumuz, s. 121-122
16-
İmam Mâverdi, el-Ahkâmu’s-Sultâniyye, s.
5
17-
Kemâleddin İbn Hümam, Kitabü’l-Müsâyera,
s. 265
18-
İmam Ebû Muîn en-Nesefî, Bahrü’l Kelâm
fî Akaidi’l-ehli’l-İslâm
19-
İbn Âbidin, Reddü’l-Muhtar
al’d-Dürri’l-Muhtar, c. 2, s. 384
20-
İmam Serahsî, el-Mebsût, c. 10, s. 3
21-
İbn Âbidin, a.g.e. c. 12, s. 145
22-
Yusuf Kerimoğlu, a.g.e., s. 182-183
23-
Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an
Dili, Azim Y. c. 2, s. 407
24-
C. Tayyar Soykök, Kur'an'da İmam ve
İmamet, Haksöz, sayı 62, 64
25-
İbn Kesir, Hadislerle Kur'ân-ı Kerim
Tefsiri, c. 2, s. 536
26-
Beşir İslâmoğlu, İslâmî Hareketin Tarihî
Seyri, Denge Y., s. 46-49
27-
Mustafa İslâmoğlu, İmamlar ve Sultanlar,
Denge Y., s. 239-242
28-
A.g.e. s. 246-249
Bey’at Konusuyla İlgili Âyet-i
Kerimeler
A- Bey’at Anlamında Kullanılan “Bâyea”
Fiili ve Türevlerinin Kullanıldığı Âyet-i Kerimeler (Toplam 6 Yerde): 9/Tevbe,
111; 48/Fetih, 10, 10, 18; 60/Mümtehıne, 12, 12)
B- Bey’at kelimesinin Türediği “B-y-a”
Kökünün Değişik Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 15 Yerde):
2/Bakara, 254, 275, 275, 282; 9/Tevbe, 111, 111; 14/İbrâhim, 31; 22/Hacc, 40;
24/Nûr, 37; 48/Fetih, 10, 10, 18; 60/Mümtehıne, 12, 12; 62/Cum’a, 9.
C- Kur’ân-ı Kerim’de “İmam” ve Çoğulu “Eimme” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (12
âyet): 2/Bakara, 124; 9/Tevbe, 12; 11/Hûd, 17; 15/Hıcr, 79; 17/İsrâ, 71;
21/Enbiyâ, 73; 25/Furkan, 74; 28/Kasas, 5, 41; 32/Secde, 24; 36/Yâsin, 12;
46/Ahkaf, 12.
D- Kur’ân-ı Kerim’de Halîfe Kelimesinin Geçtiği
Âyet-i Kerimeler (Toplam 2 Yerde): 2/Bakara, 30; 38/Sâd, 26.
a- Halîfe Kelimesinin Çoğulu Halâif ve Hulefâ’
Kelimelerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 7 Yerde): 6/En’âm, 165; 7/A’râf,
69, 74; 10/Yûnus, 14, 73; 27/Neml, 62; 35/Fâtır, 39.
b- Halife Kelimesinin Türevlerinin Geçtiği Diğer
Âyet-i Kerimeler (+Toplam Yerde) 6/En’âm, 133; 7/A’râf, 129, 169, 169; 9/Tevbe,
118, 120; 11/Hûd, 57; 19/Meryem, 59, 64; 24/Nûr, 55, 55; 34/Sebe’, 39;
57/Hadîd, 7.
c- Halife Kavramıyla İlgili Konular: 2/Bakara,
30; 6/En'âm, 133, 165; 7/A'râf, 69, 74, 129, 169; 10/Yûnus, 14, 73; 11/Hûd, 57;
19/Meryem, 59; 24/Nûr, 55; 27/Neml, 62;
35/Fâtır, 39; 38/Sâd, 26.
Bey’at Konusuyla İlgili Hadis-i
Şerif Kaynakları
Buhârî, Ahkâm 43, 44, 46, 49, Cihâd 110, Enbiyâ 50;
Müslim, İmâre 44, 46, 58, 61, 80; Cenâ'iz 33, Cum’a
46, İmân 98, 152, 192; Zekât 108, Selâm 126;
İbn Mâce, Cihâd 41, Fiten 9, Tıb 44; Nesâî, Bey'at 8,
17, 18, 20, 21; Tahrîmü'd-dem 14, Tatbik 35;
Ebû Dâvûd, İmâre 9, Zekât 27;
Tirmızî, Menâkıb 18, Siyer 34, 36
Ahmed bir Hanbel, Müsned, V/85; VI/409;
Konuyla İlgili Geniş Bilgi
Alınabilecek Kaynaklar
1.
Bey’at
ve Seçim Sistemi, M. Ali Kapar, Beyan Y.
2.
İslâm’ın İlk Döneminde Siyasal Katılma, Davut
Dursun, Beyan Y.
3.
Siyasal Katılım, Zübeyir Yetik, Fikir Y.
4.
İslâm Siyasî Düşüncesinde Muhalefet, Nevin A.
Mustafa, İz Y.
5.
Din-Devlet İlişkileri Sempozyumu, Beyan Y.
6.
Asr-ı Saâdette İslâm, 5 cilt, Beyan Y.
7.
Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslâm, Heyet,
Kahraman Y.
8.
İslâm'da Siyasî Düşünce ve İdare, Harun Han Şirvani,
Nur Y.
9.
Biat, 1, 2, 3, Nuri Pakdil, Edebiyat Dergisi Y.
10.
Sonsuz Biat, Ahmet Taşgetiren, Erkam Y.
11.
Osmanlı Tarih deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, Mehmet
Zeki Pakalın, M.E.B. Y., c. 1, s. 228-231
12.
İslâm’ın
Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y., s. 82-87
13.
Sosyal
Bilgiler Ansiklopedisi, Nureddin Yıldız, Risale Y., Bey’at Maddesi
14.
Kur’an’da
Siyasi Kavramlar, Vecdi Akyüz, Kitabevi Y., s. 202-209
15.
Kur’an’da
Temel Kavramlar, Ali Ünal, Beyan Y., s. 109-117
16.
TDV
İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 120-125; Akabe Biati ve Bey’atü’r-rıdvan
maddeleri
17.
Şamil İslâm Ansiklopedisi, Ahmet Ağırakça, Şamil Y.,
c. 1, s. 79-81, 231-232
18.
Rasûlullah’ın Diplomatik Münasebetleri, Abidin Sönmez,
İnkılap Y.
19.
Hâkimiyet Allah’ındır, Ziyaüddin el-Kudsi, Hak Y.
20.
Hükmüllah, Heyet, Hilâl Y.
21.
Hâkimiyet Allah’ındır, Âyetullah eş-Şiran, İhtar Y.
22.
İslâm’da Hükümet, Mevdûdi, Hilâl Y.
23.
İslâmî Hareket Fıkhı, Mustafa Çelik, Yenda Y. c. 1,
s. 523-528; c. 2, s. 27-36, 291-299
24.
İslâm Siyaset İlişkileri, Süleyman Uludağ, Dergâh Y.
25.
İslâm Devlet Yapısı, M. Beşir Eryarsoy, İşaret/Bunuc
Y.
26.
İslâm Siyasî Düşüncesinde Muhalefet, Nevin A.
Mustafa, İz Y.
27.
İslâm’ın Siyasî Yorumu, Ebû’l-Hasan Ali Nedvi, Akabe
Y.
28.
Devlet ve Devrim, Münir Şefik, Dünya Y.
29.
Modern Çağda İslâm’ın Politik Sistemi, Lokman
Tayyib, İlke Y.
30.
İslâm’da Hükümet, Mevdudi, Hilal Y.
31.
İslâm İnkılâbının Süreci, Mevdudi, Özgün Y.
32.
İslâm Nizamı, Mevdudi, Hilal Y.
33.
İslâm’da Siyasî Sistem, Mevdudi, Özgün Y.
34.
İslâm Düşüncesi Sempozyumu, Beyan Y.
35.
İslâm’ın İlk Asrında İktidar Mücadelesi, Adnan
Demircan, Beyan Y.
36.
Çağdaş Haricilik Düşüncesi, A. Celi, Beyan Y.
37.
Hz. Ali’nin Hilâfeti Hakkında, Gadir-i Hum Olayı,
Adnan Demircan, Beyan Y.
38.
Din-Siyaset İlişkisi, Adnan Demircan, Beyan Y.
39.
Ali-Muaviye Kavgası, Adnan Demircan, Beyan Y.
40.
Emeviler Döneminde Saray Hayatı, M. Koyuncu, Beyan
Y.
41.
El-İmâmetü’l-Uzmâ, İslâm’da Devlet Başkanlığı,
Süleyman ed-Demirci, trc. İbrahim Cücük, Ravza Y.
42.
İmamlar ve Sultanlar, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y.
43.
İmamet ve Rehberiyyet Reçetesi, Murtaza Mutahhari,
çev. Ünal Çetinkaya, Endişe Y.
44.
İmamet ve Rehberiyet Felsefesi, Muhammed Beyşehri,
çev. Ünal Çetinkaya, Endişe Y.
45.
İmam En Büyük Önder, Ensari Kirmani, çev. İrfan
Keser, Endişe Y.
46.
İslâmî Siyaset Teorisi ve Sorunlar, Heyet, Ekin Y.
47.
Ümmet Bilinci, Atasoy Müftüoğlu, Denge Y.
48.
Ulemâ ve Dinî Otorite, Derleme, İnsan Y.
49.
İslâm ve Siyasî Durumumuz, Abdülkadir Udeh, terc. M.
Beşir Eryarsoy, Pınar Y.
50.
Ahkâmu’s-Sultâniyye, İmam Mâverdi, Bedir Y.
51.
Kur'an'da İmam ve İmamet, Cafer Tayyar Soykök,
Haksöz, sayı 62, 64 (Mayıs, Temmuz, 1996)
52.
İslâm’da İmâmet ve Hilâfet, Hasan Gümüşoğlu, Kayıhan
Y.
53.
Hilâfet: Modern Arap Düşüncesinin Eleştirisi, Fehmi Şinnavi, İnsan Y.
54.
Halifesiz Günler, Hakan Albayrak, Denge Y.
55.
Hilâfet ve Şehâdet, Muhammed Bâkır es-Sadr, Objektif
Y.
56.
Hilâfet ve Halifesiz Müslümanlar, Sadık Albayrak,
Araştırma Y.
57.
Hilâfet Nasıl Yıkıldı? Abdülkadim Zellum,
Hizbü’t-Tahrir Y.
58.
Hilâfet ve Kemalizm, Şeyhülislâm Mustafa Sabri, Âlem
Y/Araştırma Y.
59.
Hilâfetin İlgâsının Arkaplanı, Şeyhülislâm Mustafa
Sabri, İnsan Y.
60.
Hilâfet-i İslâmîyye ve T.B.M. Meclisi, İsmail Şükrü,
Bedir Y.
61.
Hilâfet (Geçmişi ve Geleceği ile), Kadir Mısıroğlu,
Sebil Y.
62.
Hilâfet ve Saltanat, Mevdudi, Hilâl Y.
63.
Hilâfetin Saltanata Dönüşmesi, Vecdi Akyüz, Dergâh
Y.
64.
Hilâfet Hareketleri, Mim Kemal Öke, T. Diyanet Vakfı
Y.
65.
Hilâfetin Kaldırılması Sürecinde Cumhuriyetin
İlanı, 1-2, Murat Çulcu, Kastaş Y.
66.
Halifeliğin Kaldırılması ve Laiklik, Seçil Akgün,
Turhan Kitabevi Y.
67.
Kur’an
Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 4, s. 244-260
68.
TDV
İslâm Ansiklopedisi, c. 7, s. 17-19
69.
Şamil
İslâm Ansiklopedisi, c. 269-270
70.
İslâm’ın
Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 95-101
71.
Kur’an’da
Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 383-388
72.
Kelimeler
Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. s. 75-79
73.
İnanç Sorunları, Hudaybi, İnkılâb Y.
74.
İslâm ve Siyasî Durumumuz, Abdülkadir Udeh, Pınar Y.
75.
Anayasa ve Demokrasi, Abdurrahman Dilipak, Emre Y.
76.
Laiklik, Demokrasi ve Hâkimiyet, M. Beşir Eryarsoy,
Buruc Y.
77.
Siyasî Hutbeler, Şeyh Said Şaban, Endişe Y.
78.
Gelin Bu Dünyayı Değiştirelim, Mevdudi,
Özgün/İnkılâb Y.
79.
Kur’an’a Göre Dört Terim, Mevdudi, Beyan Y.
80.
Yeryüzü Tanrıları Şirk Psikolojisi, Hamdi Kalyoncu,
Marifet Y.
81.
İslâm Kapitalizm Çatışması, Seyyid Kutub, Bir/Arslan
Y.
82.
Yoldaki İşaretler, Seyyid Kutub,
Fecr/Dünya/Özgün/Pınar Y.
83.
İslâm’ın Dünya Görüşü, Seyyid Kutub, Arslan Y.
84.
İslâm Toplumuna Doğru, Seyyid Kutub, İslâmoğlu
Y.
85.
İslâm - Laiklik, Yusuf Kardavi, Denge Y.
86.
İslâm, Laiklik ve Kenan Evren, N. Yücel Mutlu, Rehber
Y.
87.
İslâm ve Laisizm, Nakib Attas, Pınar Y.
88.
Laik Düzende İslâm’ı Yaşamak, 1-2, Hayreddin
Karaman, İz Y.
89.
Laiklik Yargılanıyor, Rauf Pehlivan, Gonca Y.
90.
Laik Vahşet, Faruk Köse, Mektup Y.
91.
Laiklik Çıkmazı, Ahmed Taşgetiren, Erkam Y.
92.
Laiklik Devrini Kapamıştır, İsmail Kazdal, İhya Y.
93.
İslâm Açısından Laiklik, Muhammed İslâmoğlu
(Sadreddin Yüksel), Özel Y.
94.
Laikliğin Neresindeyiz? Safâ Mürsel, Yeni Asya Y.
95.
Laik Demokratik Cumhuriyet İlkelerine Bağlı
Kalacağıma, Abdurrahman Dilipak, Risale Y.
96.
Laisizm, Abdurrahman Dilipak, Beyan Y.
97.
Din ve Laiklik, Ali Fuad Başgil, Yağmur Y.
98.
Türkiye’de Laiklik İdeolojisi, Ahmet Parlakışık,
Objektif Y.
99.
Türkiye’de Laiklik ve Fikir Özgürlüğü, Fehmi Koru,
Beyan Y.
100.
Müslüman Laik
Olamaz, Ali Kemal Saran, Şelale Y.
101.
Sosyalizm Bitti
Laiklik Alır mıydınız? Yavuz Bahadıroğlu, Nesil Basım Y.
102.
Osmanlı ve
Safevîlerde Din-Devlet İlişkisi, Vecih Kevseranî, Denge Y.
103.
Medenî Vahşet,
Hüsnü Aktaş, Ölçü Y.
104.
Çağdaş Truva
Atı Demokrasi, İsmail Kazdal, İhya Y.
105.
Demokrasi
Risalesi, Yaşar Kaplan, Timaş Y.
106.
Alaturka
Demokrasi ve Alaturka Laiklik, İhsan Süreyya Sırma, Beyan Y.
107.
Demokrasi ve
Totalitarizm, Raymond Aron, Kültür
Bakanlığı Y.
108.
İzmlerin
Çöküşü ve İslâm’ın Yükselişi, M. Emin Gerger, Şelale Y.
109.
İlahlar
Rejiminin Anatomisi, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
110.
Lâ 1-2,
Mustafa Çelik, Ölçü Y.
111.
İslâm’a Göre
Partinin Hükmü, Muhammed Fatih, Tevhidî Çekirdek Y.
112.
Devlet ve Din,
Çetin Özek, Ada Y.
113.
Ceza Hukuku ve Demokratik Düzenin Korunmasında
Laiklik İlkesi, Çetin Özek, 1978, İstanbul
114.
Türk Hukukunda Laikliği Koruyucu Ceza
Hükümleri, Çetin Özek, 1961, İstanbul
115.
İslâm’da Bey’at (Seçim Usûlü) Selçuk Üniversitesi
İlâhiyat Fakültesi Dergisi Sayı:4, Konya, 1991, s.73-83.
116.
Hz.Peygamber Döneminde Bey’at,
Selçuk Üniversitesi İlâhiyat
Fakültesi Dergisi, Sayı:5, Konya,1994, s.75-83.
117.
İktibas Dergisi, c. 5, sayı 97, 98, 99
118.
Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi,
İbrahim Canan, Akçağ Y., c. 2, s. 271-302, c. 4, s. 317-319, c. 6, s. 415-417, c.
13, s. 63-65, c. 16, s. 344-346, c. 17, s. 364-365