48/Fetih, 10; Kavram, 202

 

 

 

 

                                          B  E  Y’ A  T    

 

 

 

·   Bey’at; Anlam ve Mâhiyeti

·   Akabe Bey’atleri

·   Bey’atu’r-Rıdvân

·   Tasavvufta Bey’at Anlayışı

·   Kur’ân-ı Kerim’de Bey’at Kavramı

·   Hadis-i Şeriflerde Bey’at Kavramı

·   Bey’at’le İşbaşına Gelen İslâm Devlet Başkanı: Halife

·   Halifenin Görevleri

·   Râşid Halifeler

·   İmam ve İmâmet-i Kübrâ

·   İmâmet Sisteminin Temel Özellikleri

·   İmâmetin Önemi

·   Zâlim ve Fâsığın İmâmeti

·   Zâlim ve Fâsık İmama Karşı Kıyam Hakkı

·   Tefsirlerden İktibaslar

 

 

 

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحيم

 

إِنَّ الَّذِينَ يُبَايِعُونَكَ إِنَّمَا يُبَايِعُونَ اللَّهَ يَدُ اللَّهِ فَوْقَ أَيْدِيهِمْ فَمَن نَّكَثَ فَإِنَّمَا يَنكُثُ عَلَى نَفْسِهِ وَمَنْ أَوْفَى بِمَا عَاهَدَ عَلَيْهُ اللَّهَ فَسَيُؤْتِيهِ أَجْراً عَظِيماً

 

 

“Muhakkak ki sana biat edenler ancak Allah’a biat etmektedirler. Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah’a verdiği ahde vefâ gösterirse Allah ona büyük bir mükâfat verecektir.” (48/Fetih, 10)

 

 

Bey’at; Anlam ve Mâhiyeti

                  

Bey’at/Biat Nedir? “Biat”in aslı, satmak, satın almak anlamına gelen bey’ masdarıdır. “Biat”, yöneticiliği birine vermek, bir kimsenin yöneticiliğini benimsemek demektir.                                                                                                                                                          Kavram olarak ‘biat’, müslümanların devlet başkanını (veliyyü’l-emr’i) seçme,  belirleme ve İslâmî hükümlere uygun işlerde ona bağlılık göstermedir. Müslümanların içerisinden çıkan ehl-i hal ve’l akd (müslümanların işlerini görmek üzere seçilen yetkili şûra -danışma topluluğu-) tarafından tesbit edilen bir imama (halifeye ) itaat ve bağlılık sözüdür.

 

Bey’, yani alım-satım; bir değer karşılığında bir değeri vermek demektir. Araplar önceden alış-verişlerde yaptıkları satış akdini (anlaşmayı) kuvvetlendirmek üzere el sıkışırlardı. Buradan hareketle, müslümanlar da bir başkan seçerken el sıkışma örneğini almışlar ve aralarındaki benzerlikten dolayı buna da ‘biat/bey’at’ demişlerdir. Sorumlu başkanı seçme konusunda yönetilenler haklarını seçtikleri kişiye, seçilen kişi de onların hakkına ve Allah’ın koyduğu sınırlara uymak şartıyla bunun karşılığını yönetilenlere, yani biat edenlere verir.

 

Bu, tıpkı rızâ ile bir mal alım-satımındaki anlaşma gibidir. Bir taraf kendi isteği ile, yönetim emanetini hakka-hukuka uyma şartıyla biat ettiği kimseye verir ve ona bağlı kalacağını ilân eder. Kendisine biat edilen de biat edenleri Allah’ın hükümleri doğrultusunda yöneteceğine söz verir (Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 82).

 

Arapça bir kelime olan bey'at; "kabul etmek, bir akitten (anlaşmadan) râzı olmak ve tasdik etmek" gibi mânâlara gelir. İslâmî ıstılahta: "Bir mükellefin, ehil bir cemaat (ehl-i hal ve'l akd) tarafından tesbit edilen halifeye, (imama, ulü'l-emr'e) itaat edeceğine dair, söz vermesine bey'at denilir." Bu bir anlamda mükellefin, meşrû (şer'i) olan her emirde (hoşuna gitse de, gitmese de) itaat edeceğine dair sadâkat yeminidir. Zira Rasûl-i Ekrem (s.a.s.): "Müslümanlar, gerek hoşlarına giden, gerek hoşlarına gitmeyen her hususta kendilerinden olan emir sahiplerine itaat ederler. Bununla yükümlüdürler. Ancak günah işlemeleri emredilirse, itaat etmezler." (Buhârî, Ahkâm 4) buyurduğu bilinmektedir. Yine diğer bir hadis-i şerifte "Allah Teâla'ya isyan hususunda mahlûka itaat yoktur. İtaat ancak ma'rûftadır." (Müslim, İmâre 39, hadis no: 1840; Ebû Davûd, Cihad 87, h. no: 2625-2626; Nesâî, Bey'at 34; İbn Mâce, Cihad 40, h. no: 2864) buyurulmuştur. Dolayısıyla bey'at sonucu ortaya çıkan itaat, İslâmî hükümlerle sınırlıdır. Şeriata ittiba esastır (Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler ve Kavramlar, İnkılâp Y., s. 68. Y. Kerimoğlu, Şamil İslâm Ansiklopedisi, 1/230).

 

Biat’in Bağlayıcılığı: Peygamberimiz (s.a.s.) müslümanların hoşlarına gitse de gitmese de, kendilerinden olan, yani Allah’ın hükmüyle hükmeden emir sahiplerine, yani yönetim işinin kendilerine biat ile verildiği yöneticilere itaat etmek zorunda olduklarını, ancak onlar günah olan bir şeyi emrederlerse onlara itaat etmemeleri gerektiğini söylüyor (Buhârî, Ahkâm 4).

 

Biat aslında müslümanların peygamber aracılığıyla Allah (c.c.) ile yaptıkları bir alış-veriştir. Nitekim Kur’an Allah’ın (c.c.) mü’minlerin mallarını ve canlarını Cennet karşılığı satın aldığını haber veriyor (9/Tevbe, 111). Burada biat kelimesinin kökü olan bey’ fiilinin kullanılması dikkat çekicidir. 

 

Peygamberimiz (s.a.s.) Hicret’ten önce Medineli müslümanlardan Akabe denilen yerde, yine bazı önemli siyasî ve dinî olaylar öncesinde sahâbelerden biat almıştır.  Avf ibni Mâlik el- Eşcaî (r.a.) diyor ki: “Biz bir keresinde Hz. Peygamberin (s.a.s.) huzurunda yedi, sekiz veya dokuz kişiydik. “Allah’ın elçisine biat etmiyor musunuz?” dedi. Ellerimizi uzatarak; ‘Hangi şartlara uymak üzere biat edeceğiz ey Allah’ın elçisi?’ dedik. Buyurdu ki: “Allah’a ibâdet etmek ve O’na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmamak, beş vakit namazı kılmak, (verilen emirlere) kulak verip itaat etmek üzere (biat edin).”  Bu sırada kulağımıza fısıldayarak “halktan bir şey istemeyin!” buyurdu.” (Müslim, Zekât 108, hadis no: 1043;  İbni Mâce, Cihad 41, hadis no: 2867; Ebû Dâvud, Zekât, hadis no: 1642)

 

Peygamberimiz zamanında biat, daha çok O’na ve O’nun tebliğ ettiği dinî hükümlere itaat şeklinde gerçekleşiyordu. Şüphesiz Peygamber’e biat etmek, hem O’nun peygamberliğini kabul etmek, hem tebliğ ettiklerine uymak, hem de O’nun o günkü şartlarda verdiği emirlere kesinlikle karşı gelmemek anlamını taşıyordu. Kur’an şöyle diyor: “Allah’a ve O’nun Rasûlüne itaat edin. Birbirinizle çekişmeyin. Sonra korku ile zayıflığa düşersiniz, rüzgârınız (kesilip) gider. Bir de sabredip katlanın. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (8/Enfâl, 46)

 

Mü’minlerin bu itaatinin somut bir şekilde görülmesi için, Peygamber onlardan zaman zaman biat alırdı. Nitekim Akabe ve Rıdvan biatleri bu konuda oldukça meşhurdur. Akabe biatleri Hicretten önce Medineli müslümanlarla yapılmıştı. Daha sonradan Ensar adını alacak olan bu müslümanlar, Peygamberimize itaat edeceklerine, İslâm’ın emirlerini dinleyeceklerine, Hz. Peygamber’i koruyacaklarına, bu konuda gerekli yardımı yapacaklarına söz vererek biat etmişlerdi. Bu biatlerden sonra Hicret gerçekleşti. İslâm Medine’de siyasî bir güç oldu ve çevreye daha rahat yayılmaya başladı. Akabe biatleri, Medineli müslümanların o günkü şartlar içerisinde son derece tehlikeli, riskli bir tercihleriydi. Onlar bunu göze aldılar ve karşılığında Cenneti hak ettiler.

 

Rıdvan biati de son derece önemli bir olaydır. Peygamberimiz (s.a.s.) Hicretin altıncı yılında sahâbelerle beraber Kâbe’yi ziyaret etmek üzere silahsız olarak yola çıktı. Ancak Kureyşliler O’nu Mekke’ye sokmadılar ve baskı altında tutmaya çalıştılar. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.s.) sahâbelerden yeniden biat aldı. Onlar Allah için gerekirse savaşacaklardı, ölüm olsa geriye dönmeyeceklerdi. Savaş silahlarına sahip olmamalarına rağmen İslâm uğruna, Peygamber’i korumak için her şeyi yapmaya söz vermişlerdi.

 

Kur’an, Rıdvan biatine katılanları şöyle övüyor: “Andolsun, Allah sana o ağacın altında biat ederlerken mü’minlerden râzı olmuştur, kalplerinde olanı bilmiş ve böylece üzerlerine sekîne (güven duygusu ve huzur) indirmiştir ve onlara yakın bir fethi sevap (karşılık) olarak vermiştir.” (48/Fetih, 18)

 

Bu fetih, Fetih Sûresine adını veren Mekke’nin fethinden başkası değildi. Peygamber’e Rıdvan ağacının altında veya başka yerlerde biat edenler aslında Allah’a biat ediyorlardı. Çünkü Hz. Muhammed (s.a.s.) bir peygamberdi, insanları Allah’a dâvet ediyor ve kendi başına bir iş yapmıyordu. Bunu Kur’an açık bir biçimde vurguluyor. Peygamber’e biat edenler Allah’a biat etmiş olurlar. Kim verdiği sözden cayarsa, yani biatini bozarsa kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah’a verdiği sözde durursa, o büyük bir ecir (sevap) alır (48/Fetih, 10).

 

Peygamber (s.a.s.) mü’minlerden biat aldığı gibi, mü’minlerin işlerini yürütmekle ve Allah’ın hudutlarını (koyduğu hükümleri) uygulamakla görevli ülü’l-emr, bir başka deyişle veliyyü’l-emr (müslüman yetki sahibi) de, müslümanlardan Allah’ın hükümleri doğrultusunda onların işlerini yerine getirmek üzere biat alır. Müslümanların, din ve dünya işlerini yürütmek, Allah’ın hudutlarını uygulamak, müslümanların çıkarını ve İslâm vatanını korumak, mazlumlara yardım etmek ve zâlimlerin zulmünü önlemek üzere aralarında uygun bir başkan seçmeleri gerekir. Bunun İslâmî bir görev olduğu noktasında İslâm âlimleri arasında icmâ, yani söz birliği bulunmaktadır. Bu yetkili kimseye imam, halîfe, başkan, veliyyü’l-emr ya da emîru’l-mü’minîn denilmesi yalnızca bir nitelemedir.

 

Müslümanların işlerini görmek üzere kendisine biat edilen başkan, bey’at denilen ümmetin bir çeşit serbest seçimi ile göreve gelir. Bu biat işinde karşılıklı rızâ esastır. Tıpkı alış-verişte olduğu gibi. Zorla ve dayatma ile alınan biatler geçersizdir, bir faydası da yoktur.  Biat olayı, biat edenleri bağlar ve onlara bazı sorumluluklar yükler. Seçilen yetkili kişilere İslâm’a aykırı olmayan konularda itaat etmek gerekir. Biat ettikten sonra haklı bir gerekçe olmadan onlara karşı gelmek, onların tutarlı ve adâletli yönetimlerine keyfî tutumlarla isyan etmek, toplumda kargaşa doğurur ve zulme sebep olur (H. Ece, e.g.e., s. 82-84).

 

Allah Teâlâ'nın indirdiği hükümlerin hakkı ile edâ edilmesi ve insanlar arasındaki ilişkileri düzenlemesi için, bey'at zarûrîdir. İbn Hümâm: "Mü'minlerin kendi içlerinden bir imam seçmelerinin lüzumunun sebebi, İslâmî emirleri hakkı ile edâ etmek içindir" (İbn Hûmam, Kitâbu'l-Musâyere, İstanbul 1979, s. 265) diyerek, meselenin hassâsiyetine işaret eder. Dolayısıyla bey'at, müslüman kadın ve erkeğin, müslüman lidere karşı görev ve sorumluluğu, Kur'an'da belirtilip sünnet ile açıklanarak uygulandığı şekilde, kabul etmek için yaptıkları sözleşmedir.

 

Bey'at, cemaatin selâmeti ve muhâfazası, hudûdullah'ın tatbiki için mü’minlerin kendilerine bir emîr tayini ile bu emîre itaat etmek üzere ahidleşmeleridir. Hudûdullah'ın tatbiki, mutlaka organize edilmiş kurumları ve yetkileri belirtilmiş bir sosyal olgu gerektirdiğine göre; inanan müslümanların böyle bir sosyal olguyu gerçekleştirmek için bir lider ve başkana meşrû hududlar içinde bey'at etmeleri şart olmaktadır.

 

Kur'an, merkezî bir itaati gündeme getirmiştir. Toplumun selâmeti; emrine itaat edilen bir imamın varlığı ile mümkündür. Herkes o imamın işareti ile hareket eder. İmama itaat edilmesi için; onun kendisine itaat edilecek derecede doğru ve bilgi sahibi, cesur ve dirâyetli olması, hür olması, kendisine bey'at edenler arasında bir ayrım yapmadan onlardan herhangi birine bir zarar geldiği zaman bunun bütün topluma geldiği ve toplum için bir tehdit oluşturduğu görüşünde bulunması, düşmanın her türlü hile ve metodunu anlayacak kapasitede olması ve tâğûtî metotlardan uzak olarak işlerini şûrâ ile yapması gerekmektedir.

 

Kendisine bey'at edilen, mü’minlerden bey'at alırken bu göreve ehil olup olmadığını düşünmeli, Kur'an ve sünnete bağlı kalıp kalamayacağını, Râşid halifelerin yollarını takip edip edemeyeceğini değerlendirmelidir. Eğer İslâmî hükümler ve selef-i sâlihîni izleyebileceğini düşünebiliyorsa bey'at almalıdır. Çünkü bey'at alması, mü’minlerin düşmandan kaçmayacaklarına, kendisini destekleyeceklerine, hakkın ikamesine çalışacaklarına, yalan söylemeyeceklerine, zâlimlerden intikam alacaklarına, kısaca hudûdullahı muhâfaza edeceklerine dair söz ve and vermeleriyle yapılmaktadır. Onların bu andını kabul ettikten sonra bu prensipler dâhilinde musâfahalaşırlar.

 

Bey'at; kitap, sünnet ve sahâbe-i kirâm'ın icmâı ile sâbit olan sâlih bir ameldir. Bey'at, insanların birbirleriyle olan ilişkilerinde ve siyasî otorite ile olan münasebetlerinde, İslâm'ın hükümlerine râzı olduklarını ihlâsla ortaya koyan bir akiddir. Bilindiği gibi mü’minlerin kendi aralarından seçtikleri bir Ulû'l-emr'e (siyasî otoriteye) itaat etmeleri kat'î nasslarla farz kılınmıştır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm' de: "Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygambere itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine (ulu'l-emr'e) de (itaat edin)." (4/Nisâ, 59) emri verilmiştir.

 

İslâm'ın temel hedeflerini gerçekleştirebilecek ve bu uğurda her türlü engeli aşabilecek vasıftaki insanın tesbiti önemli bir hâdisedir. Bu sebeple fukahâ, bey'at edilecek kimsede aranan vasıflar hususunda titizlik göstermiştir. Şurası muhakkak ki, halîfe (ulû'l-emr), mü’minlerin irâde beyanı ve rızâları sonucu ortaya çıkabilir. Zorbalıkla ve kılıç zoruyla (ikrahla) alınan bey'at geçerli değildir. Zira Hz. Ömer (r.a.): "Bir kimse müslümanlara danışmadan ister kendisi başkan olmaya, isterse de başkasını başkanlığa geçirmeye kalkışırsa (vazgeçmediği tadirde) onu öldürmelisiniz" demiştir (Muhammed Ravvas Kal’aci, Mevsûatu fıkh Ömer b. el-Hattâb, 1401/1981, 103). Öldürülmeye müstehak olan tiplerin "meşrû bir ulu'lemr" olarak değerlendirilebilmesi imkânsızdır.

 

Fukahâ'dan bazıları "zarûret" halinde, zorbalıkla (kuvvet kullanarak) başa geçen, fakat İslâmî hükümleri tatbik eden kimselere itaat edilebileceğini zikretmişlerdir. Nitekim İbn Âbidin "Reddü'l Muhtar" da: "Zaruretten dolayı zorbanın sultanlığı sahihtir" demektedir. Ancak İmam'da bulunması gereken vasıflar kendisinde mevcut olmalıdır. Hilâfete tayinde asıl olan, mü’minlerin seçmesidir. İmamlık akdi ya halîfenin kendi yerine birini seçmesiyle olur -nitekim Hz. Ebû Bekir (r.a.) böyle yapmıştır- yahut ûlemâdan ve söz sahiplerinden bir cemaatin bey'atiyle olur. İmam Eş'arî'ye göre şâhidler huzurunda olmak şartı ile söz sahiplerinden meşhur bir âlimin bey'ati yeterlidir. Şâhidler huzurunda olması, şâyet inkâr vâki olursa, onu defetmek içindir. Mûtezile ise, beş kişinin bey'atini, hanefilerden bazıları da, bir cemaatin bey'atini şart koşmuş, belli bir sayıya itibar etmemişlerdir. Zarûretten maksat, fitneyi önlemektir. Bir de Peygamber (s.a.s.): “Size burnu kesik Habeşli bir köle bile hükümdar olsa dinleyin ve itaat edin!” (Buhârî, Ahkâm 4) buyurmuştur, diyerek konunun mâhiyetini izah eder. İleriyi görebilen İslâm âlimleri, "zarûret" mefhumunun sınırlarının bir hayli nazik olduğunu bilir. Zâlimlerin, fâsıkların, delilerin ve çocukların halîfeliğine; "fitne çıkmasın" gerekçesiyle râzı olmanın faturasını ümmet çok ağır ödemiştir. İslâm topraklarındaki tâğutî iktidarların oluşmasında, farz olan "emaneti ehline verme" fiilinin terkedilmesinin büyük payı vardır. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)'in: "İş, ehil olmayanın eline geçti mi, kıyameti gözetleyiniz" (Buhârî, İlim 2) mealindeki tesbiti üzerinde iyi düşünülmelidir. Kaldı ki sadece mü’minlerin emîrinin (halifenin) muttakî olması kâfi değildir. Bu muttakî olan halîfenin her sahada, mü’minlerin en ehliyetli olanlarına görev vermesi zarûrîdir. Nitekim bir hadîs-i şerifte: "İdaresi altında bulunan müslümanlardan daha ehliyetlisi bulunduğu halde, bir başkasına vazife veren hakikaten Allah'a, O'nun Rasûlüne ve İslâm milletine ihânet (hâinlik) etmiş olur" (İbn Humâm, Fethü'l-Kadîr, V, 457) hükmü beyan buyurulmuştur.

 

Günümüzde "bir kimseye, bey’atin farz olabilmesi için İslâmî bir yönetimin (devletin) bulunması şarttır" tezini ileri süren anlayışlar vardır. Hâlbuki Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) ile mü’minlerin yaptığı ilk bey'at, Akabe'de gerçekleşmiştir. Bu tevâtür derecesindeki haber bütün sahîh kaynaklarda mevcuttur. Aksini iddia eden hiç kimsenin varlığından söz edilemez. Bu bey'atin Mekke tebliğ döneminin sonlarına rastladığı da bilinmektedir. Mekke dönemiyle ilgili olarak İmam Serahsî: "O dönemde Mekke İslâm ahkâmının tatbik olunmadığı bir darû'ş-şirkti" (İmam Serahsî, el-Mebsüt, XIV, 57) tesbitini gündeme getirmektedir. İbn Abbâs (r.a.)'dan rivâyet edilen bir hadîs-i şerîf'te, Medine'nin de aynı dönemde "darû'ş-şirk" özelliği taşıdığı kaydedilmektedir (Nesâî, el-Bey'a 13). Dolayısıyla ilk bey’atin gerçekleştiği dönemde, İslâmî bir devlet mevcut değildi. O şartlar altında, Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)'in bey'at alması, mü’minlerin her durumda, kendi içlerinden bir emir seçmelerinin zaruretini ortaya koymaktadır. Günümüzde emperyalist kâfirlerin istilâsı altında yaşayan milyonlarca müslüman vardır. Bu müslümanlardan bazıları kendi içlerinden bir cihat emîrine bey'at ederek istilâyı ortadan kaldırma hususunda gayret sarfederken, bazıları kâfirlerin kültürlerine boyun eğmiş ve tâğûtî iktidarları kabullenerek zilleti seçmiştir. Hâlbuki mü’minlerin kime ve hangi şartlarda itaat edecekleri kat'i naslarla sâbittir. Kâfirlerin kültürlerine boyun eğerek ve tâğûtî iktidarları kabullenerek yaşamayı esas alanların, "câhiliye ölümüyle ölmeleri" kaçınılmazdır. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)'in: "Her kim ülü'l-emr'e itaatten bir karış kadar ayrılırsa kıyamet gününde Allah'a ameli hususunda, lehinde hiçbir hücceti olmaksızın kavuşacaktır. Her kim de (ülü'l-emr'e) bey'at sorumluluğu olmadan ölürse, câhiliye ölümüyle ölür" (Buhârî, Ahkâm 4; Müslim, el-İmâre 58, h.no: 1851) buyurduğu sâbittir. Mü’minler için iki yol vardır: Eğer meşrû bir ulu'l-emr mevcut ise, O'na bey'at etmeleri ve meşrû emirlerine itaat hususunda gayretli olmaları esastır. Yok eğer tağûtî bir yönetimin istilâsı altında iseler; kendi içlerinden bir ulu’l-emr (cihad emîri) seçmek ve istilâyı ortadan kaldırmak için, dilleriyle, mallarıyla ve canlarıyla cihad etmek zorundadırlar (Yusuf Kerimoğlu, Şamil İslâm Ansiklpedisi, c. 1, s. 230-231; Y. Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, İnkılap Y., 68-71).

        

Biat’in Kapsamı: Kendisine biat edilen kimse bu işe uygun olmalı. Yani onda İslâm’a göre yönetici sıfatları olmalı, veliyyü’l-emr şartlarını taşımalıdır. Bu konuda baskı, hile ve adam kayırma gibi yöntemler geçersizdir. Veliyyü’l-emr olma hakkı güçlünün, daha çok propaganda yapanın, daha zengin olanın, ya da belli bir kesimin değil; gerekli şartları taşıyan ve ümmetin biatle tasvibini almış, onların yetki verdiği kimselerindir. Yeterli şartları taşımayan kimselerin iş başına gelmesiyle insanlar zarar görür, haklar sahibine ulaşmaz ve insanların muhtaç olduğu hizmetler yapılamaz.

 

Kendisine biat edilen kimse biatin gereğini yapmazsa, ya da veliyyü’l-emr olmanın sıfatlarını kaybederse biat geçersiz olur. Biat edilenler Kur’an’a, Sünnet’e ve toplumun menfaatine uygun iş yaptıkları sürece de biat bozulmaz. Ancak gerekirse biat yenilenir, ümmetin serbest görüşüne yeniden başvurulur. Böylece ümmetin işlerini yürütme hususunda daha yetkin ve daha becerikli kimselerin iş başına gelmeleri sağlanır. İslâm’ın hâkim olduğu yerlerde biatin işleyişi böyledir. Ümmet, yeterli özellikleri taşıyan bir ülü’l-emr (imam, veliyyü’l-emr) seçme durumundadır. 

 

Müslümanların çoğunlukta olmadığı veya yönetimin müslümanların elinde bulunmadığı yerlerde müslümanlar kendi aralarında bir emîr (başkan) seçerek ona biat edebilirler. Böylece hem cemaat olarak dinlerini yaşama imkânını bulurlar, hem de kimliklerini korumaları kolaylaşır. Bir araya gelmenin, birlikte hareket etmenin ve bir başkanın ya da yetkili kılınan kimselerin organizesiyle çalışmanın faydası inkâr edilemez. Birlikler, dernekler, vakıflar ve benzeri teşkilatlanmalar oldukça faydalıdır. Müslümanlar nerede olurlarsa olsunlar, sorunlarını çözmek ve varlıklarını daha sağlıklı bir şekilde korumak için meşrû yollara başvurmalı, faydalı organizelerle bir araya gelmeliler. Kendi aralarında sürekli işleyen biat mekanizmasına da işlerlik kazandırmalılar.

 

“Aynı zamanda birkaç imama (halifeye) biat edilir mi, edilmez mi, yani bütün ümmet tek bir halifeye mi biat etmeli, aynı anda birkaç imam olabilir mi?” sorusuna kesin bir cevap verilememiştir. Birçok İslâm bilginine göre her devirde tek bir imam (halife) olur. Bazıları da ihtiyaçtan dolayı aynı anda bir’den fazla imam olabilir demişlerdir. Bunun tarihte bir-iki örneği görülmüştür.

 

Bugün İslâm âlemi parça parçadır. Bir sömürge dönemi geçirmiştir. Sömürgecilik dönemi bitmesine rağmen, müslümanları yöneten siyasal sistemler sömürgecilerin etkilerinden kurtulamamaktadırlar. Hatta bazı kuruluşlar sömürgecilerin işini gören kurumlar, bazı yöneticiler ise sömürgecilerin genel valisi konumundadırlar. Bu bakımdan bugün ‘bütün müslümanlar tek bir imama biat etmeliler’ iddiası yeniden gözden geçirilmelidir.

 

Müslüman ülkeler sömürge kültüründen ve bâtıl anlayışların işgalinden tam anlamıyla kurtulduktan sonra, kendi aralarında bir önderlik kurumu oluşturmalılar. Bu önderlik kurumu başlangıçta konsey; ‘ehl-i hal ve’l-akd’ görevini yapacak bir kurum şeklinde olabilir. Ya da bütün müslüman ülkeleri temsil edecek bir meclis şeklinde de olabilir. Bu kurum, konsey veya meclis zaman içerisinde bütün müslümanların kabul edebileceği bir satatüye kavuşturulabilir. Zamanla biat şuuru geliştikçe bu kurumun tüzel kişiliğine, ya da bir kişiye müslümanların önderi (imamı) görevi verilir. Böyle bir yöntem bütün müslümanların maslahatı açısından daha gerçekçi görünmektedir.

 

Bugün müslümanların böyle bir kuruma ihtiyaçları var. Çünkü çıkar ve sömürge savaşını hâlâ sürdüren zenginler ve dünün emperyalistleri, dünya düzeninin bugünkü haliyle devam etmesini istiyorlar. Hâlbuki bugünkü durum fakir ülkelerin ve özellikle müslüman halkların aleyhinedir.

 

Seçim Olayı ve Biat: Peygamberimiz zamanında ve O’nun yanında olanlar el tutup tokalaşarak biat ediyorlardı. Tarihî akış içerisinde çeşitli şekillerde biatler olmuştur. Esasen biat, bir kimseyi yönetici olarak onaylamak, ona itaat etmeye söz vermektir. Bunun şekli çok önemli değildir.

 

Biat olayı bir anlamda, bir iş ve vazife için insanlar arasında en uygun, en yetkin olanını hür bir irâdeyle seçmek ve ona halkın sorumluluğunu verme işidir. İnsanlar serbest irâdesiyle seçtikleri kimselere gönül rızâsıyla itaat ederler. Onun hizmetlerinden memnun olurlar. Eksikliklerini fazla görmezler. Böyle bir seçimin, ya da yetkin insanlara görev vermenin faydaları sayılamayacak kadar çok, bu seçimi terketmenin zararları ise sayılamaycak kadar fazladır. Bir iş konusunda serbest irâdeye dayalı seçim varsa; orada en iyiyi, en yetkini bulmak mümkün olur. Tayin ve seçim işi bir kişiye veya bir zümreye bırakılırsa, insanlar bir kişinin veya bir zümrenin becerisine, ya da beceriksizliğine mahkûm olurlar. Bunun da pek çok işin aksamasına, pek çok kimsenin kutsanmasına, hatta pek çok yıkıma yol açtığı bilinen bir şeydir.

 

Bir toplumda, bir teşkilatta, bir cemaatte veya herhangi bir yönetimde biatin (özel seçimin) olmaması; orada işlerin zorlaşması, çözümlerin azalması, fikirlerin donuklaşması anlamına gelir. İnsanlardan kendi işlerine ilişkin karar ve çeşitli konularda seçim ve tercih hakkını almak onlara zulüm yapmanın ötesinde, hem onlara güvenmemek, hem de birilerinin despotluğuna ve tepeden buyurmacılığına onay vermek demektir. Bu, aynı zamanda sorumluluktan kaçmak ve kabiliyetlere sınır koymak demektir. Hâlbuki Rabbimiz (c.c.), bırakın insanlara kendi dünya işleriyle ilgili seçim hakkını vermeyi; dinlerini ve tanrılarını bile (sonucuna katlanmak şartıyla) seçmede onları serbest bırakmış, zorlamamıştır.

 

Biat, hem güven yenileme, hem irâdelerin ve fikirlerin önünü açma, hem de emanatleri emin kişilere teslim etme çabasıdır. Müslümanlar hayatın pek çok alanında biat imkânını terkettiler. Yönetim gibi çok ciddi bir emaneti zorbalar ve işin ehli olmayan sultanlar ele geçirdi. Sultanların hâkim olduğu beldelerde halkın ve bilginlerin görüşüne değer verilmedi. İnsanlar onların irâdelerine, zâlim de olsa yönetimlerine katlanmak zorunda kaldı. Bu durum saltanat kavgalarını, fitneleri, hırsları ve rekabetleri artırdı. İslâm âlemi bunun zararlarını çok çekti ve hâlâ da çekmektedir. (Hatırlatmak gerekir ki biz hakkaniyet ölçülerine uygun biatlerden söz ediyoruz. Günümüzde çeşitli ülkelerde gerçekleştirilen seçimlerdeki ayak oyunlarını, seçim rüşvetlerini, göz boyayıcı propagandaları, göstermelik oy vermeleri kasdetmiyoruz.)

 

Biat metodu aynı zamanda insanların (özelde mü’minlerin) bir konu üzerinde düşünüp anlaşmalarını, bir araya gelmelerini sağlar. Onların işlerini istişare ile yapmalarına kapı açar. Bu nedenle İslâm’ın biat metodu üzerinde, kapsamı genişletilerek yeniden düşünülmeli ve konu iyi değerlendirilmelidir.

 

Tarihte ümmetin velâyetini (halifeliği, yönetimi) zorla ele geçiren bazıları, insanlardan kılıç zoruyla biat aldılar. Bazı âlimler de buna fetvâ verdiler ya da verdirildiler. Bugün ise iş o noktaya vardı ki, bırakın zorla biat alan müslüman birini; İslâm’a karşı olan, İslâmî olan her şeyi hayata ve kamuya sokmamaya çalışan, böyle bir çabayı suç haline getiren ve asla Allah’ın indirdiği hükümlere yüz vermeyen nicelerine ‘ülü’l-emr, veliyyü’l-emr’ diye kayıtsız şartsız itaat edilmekte, onların iş başına gelmeleri için çalışılmakta ve onların verdikleri hükümlerden râzı olunmaktadır. Müslümanlar ‘biat’ şuuruyla, kime ve nasıl destek olacaklarını, din ve dünya işlerini kime bırakacaklarını, kamu velâyeti anlamına gelen yönetme yetkisini kime vereceklerini imanlarına uygun bir şekilde bilmek zorundadırlar.

 

Peygamberimizin (s.a.s.) biatle ilgili önemli bir hadisini de nakledelim: “Kim  (meşrû bir yöneticiye) itaatten elini çekerse, Kıyamet günü elinde hiçbir delil olmadan Allah’a kavuşur. Kim de boynunda biat (meşrû bir emîre bağlı) olmadan ölürse, câhiliyye ölümüyle ölmüş olur.” (Müslim, İmâre 58, Hadis no: 1851) (1)

 

Seçim olayı ve biat konusunda önemli olan bir husus da, biatin/bey’atin bugünkü demokratik seçimlerle hiçbir şekilde uyum göstermediğidir. Demokrasi ile İslâm, hâkimiyet hakkının kime ait olduğu ve hangi ilkelerle hükmedileceği, kimin hakem ve ölçü olacağı gibi temel hususlarda birbiriyle tümüyle çelişen sistemlerdir. Biri, beşerî ideoloji, diğeri Allah’ın nizamıdır. Bu sistemlerin seçim sistemlerinin de farklı olacağı gâyet doğaldır. Biat, İslâm’a has özel bir seçim sistemidir; demokratik seçim sisteminden ayrılan birçok yönü vardır.

 

Bey’at; İslâmî terminolojide "siyasî veya askerî şartların gerektirdiği vasıflardan biriyle ehliyeti olan li­dere, her türlü şartlarda itaat etmek üzere, ehl-i hal ve'l-akd sınıfına girenlerin ahidleşmesi"dir. Gündemdeki konuya göre bey’at'in de mâhiyeti değişebilir. Rasûlullah (s.a.s.) döne­minde yapılan bey’atleri beş bölümde incele­mek mümkündür:

 

1- İslâm'a yapılan bey’atler (ancak, bu tür bey’atler, Peygamberimiz’den sonra gerçekleşmemiştir. İslâm'a girecek olan­lar bey’atsiz girmişlerdir. O'nun döneminde de, bey’atle müslüman olmanın herkes için söz konusu olduğu sâbit değildir.),

 2-Yardım ve ko­rumaya yapılan bey’atler,

 3- Cihada yapılan bey’atler,

 4- Hicrete yapılan bey’atler,

 5- İtaat ve bağlılık bey’atleri.

 

Bey'at, mutlak olarak işlendiğinde yukarıdaki bölümlerden son şık kastedilmektedir. Tam anlamıyla ilk bey’at, Akabe bey’atidır. Akabe bey’ati Medine İslâm Devleti'ne zemin oluşturması, devletin kurulmasında ilk isimler olacak dâvetçilerin belir­lenmesi bakımından Siyer'de önemli konular arasındadır.

 

Bir bey’atin şer’îlik vasfı alabilmesi için şu şartları hâiz olması gerekir:

 1- Bey'at edilen şa­hısta, imâmet'te aranan şartlar bulunmalıdır (Darbe ve galebe yoluyla imâmet makamını işgal edenlerle ilgili özel fıkhî hükümler bu ka­yıttan istisnâ edilmiştir).

 

 2- İmama bey’at eden kişiler -bey’atin resmiyet alabilmesi noktasın­da- Ehl-i Hal ve'1-Akd'den olmalıdır. İmam Buhârî’'nin Hz. Ömer'den (r.a.) rivâyet ettiği şu söz, bu şarta ışık tutmaktadır: "Müslümanla­rın meşvereti olmadan bey'at eden, -o ve bey’at eden kimse- kendini aldatıp ölüme itmiş­tir." (Fethu'1-Bârî, 12/149)

 

 3- Bey'at edilen bey’ati kabul etmelidir. Farz-ı ayın olmadıkça kimse bey’at edilmeye zorlanamaz.

 

 4- Bey’atin bir kişiye olması gerekir. Yeryüzünde aynı anda iki kişiye, "mü’minlerin imamı" vasfıyla bey'at edilemez.

 

 5- Bey’atin söz ve eylem ola­rak, Allah'ın kitabı ve Rasûlü'nün (s.a.s.) Sünneti üzerine olması şarttır. Bu kayıtla, bey’at edilen kişinin uygulamalarında daha sonra Kur'an ve Sünnete ters eylemler görülmesi halinde, azllin şer'î bir sorumluluk olarak gündeme gel­mesi garanti edilmiş olmaktadır.

 

 6- Bey'at ede­nin tam bir hürriyete sahip olması gerekir. Zorlama yolu ile insanlardan bey’at alınamaz.

 

 7- Bey'at şâhidlerle kuvvetlendirilmelidir. An­cak, bey'atin kalabalık bir kitle tarafından ya­pılacağı gözönüne alınmış ve bu şart, ulemâ­nın çoğunluğunca şartlar listesine dâhil edilmemiştir.

 

Kur'an'da ahde vefâyı emreden âyetlerin yekûnünden bey’ati bozmanın câiz olmadığı kanaati hâsıl olmaktadır (bkz. 17/İsrâ, 34; 5/Mâide, 1; 16/Nahl, 91). Şer'î bir gerekçe olmadan itaat, vefâ ve yardım üzere bey’at eden bir müslümanın bey’atini geri alması büyük günahlardan sa­yılmıştır. Buhârî ve Müslim'in rivâyet ettiği bir hadiste şöyle denmiştir: "Emîrinden hoşlanmadığı bir şeyi gören sabretsin. Çünkü ce­maati bir karış terkedip ölen, câhiliye ölümü ile ölür."

 

Bey’ati imamın kendisi alabildiği gibi tayin et­tiği temsilciler de alabilir. Bey'at genelde üç türlü gerçekleşegelmiştir.

 

1- Elle musâfaha/tokalaşma ve sözleşme ile. Bey'at-ı Rıdvan böyle gerçekleşmiştir (48/Fetih, 19).

 

2- Yalnızca konuş­ma ile. Kadınların bey’ati böyle olmuştur. Sahih hadislerde Rasûlullah (s.a.s.)'in hiçbir yabancı ka­dının elini tutmadığı haber verilmiştir.

 

 3- Yal­nızca yazı ile bey’at.

 

Şer'î bir bey'at normalde iki merhalede so­nuçlanır: Birinci merhalede Ehl-i hal ve'l-Akd bey'at eder. Asıl olan da bu bey’attir. İkinci merhalede de diğer insanların bey’atine geçilir. İslâm tarihinde günümüze örnek teşkil edip uygulanabilirliği açısından en güzel bey'at örneği, Hz. Ebû Bekir'e (r.a.) yapılan bey’attir. (2)

 

 

Bey'atin Kapsamı: Mümtehine sûresinin ilk bölümünde, mü'minlerin gay­ri müslimlerle dostluk ve ittifak ilişkilerini ve hicretin ortaya çıkardığı sosyal ve siyasî sorunları gündeme getiril­dikten sonra, sûrenin son bölümünde Akabe Bey'ati'ni sözkonusu eden âyet, aynı zamanda bu bey'atin içeriğini de vermektedir: "Ey peygamber! Mü’mine kadınlar, Allah'a hiçbir şirk/ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etme­mek, çocuklarını öldürmemek, başkasının çocuğunu sa­hiplenerek kocasına isnadda bulunmamak (hiç yoktan yalan uydurup iftira atmamak) ve iyi (ma'ruf) işlerde sana karşı gelmemek şartıyla, sana bey'at etmek üzere geldikle­ri zaman, onların bey'atini kabul et. Onlar için Allah'tan bağışlanma dile. Doğrusu Allah, bağışlayan ve merhamet edendir." (60/Mümtehine, 12)

 

Bu âyeti, bey'atin tarafları, içeriği ve amacı açılarından ele almak uygundur:

1) Bey'atin tarafları, siyasî-dinî otoriteyi temsil eden Hz. Peygamber ile mü'min kadınlardır. Kadınların özel olarak âyette zikredilmesi, erkeklerin de böyle bir bey'at yapmasına engel değildir. Anlaşılan; kadınların özellikle belirtilmesi, onların da etkin bir siyasî katılım gerçekleştirmelerinin is­tenmesine dayalıdır. (Kadınların bey’ati, kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmesi için Batı dünyasının 20. yüzyıllara kadar beklemesi ile karşılaştırma yapılarak kadın hakları konusunda değerlendirmeler için bir başka ölçü yapılmalıdır.)

 

2) Bey'at, kapsamı açısından incelendiğinde, imanın temeli, ana ahlâk kuralları ile iyi işlerde itaat konularını içerdiği görülür.

 

3) Bu bey'at, siyasî otoritenin belirlenmesi amacıyla bir irâde beyanı değildir. Siyasî otoriteye kapsamı belli konu­larda bir söz verme (ahd), bir sadâkat yemini, bir bağlılık andı, başka bir deyişle siyasî destek sağlayıcı bir irâde açıklaması görünümündedir. Aynı durum, Rıdvan Bey'ati açısından da geçerlidir.

 

Bey'atin Bağlayıcılığı: Fetih sûresinin başlangıç bölümünde, Allah'ın pey­gambere ve mü'minlere olan dünyevî ve uhrevî nimetleri, münâfıkların ve müşriklerin dünyevî ve uhrevî kötülükle­ri, Allah'ın göklerdeki ve yerdeki ordulara sahipliği, güçlü ve bilge oluşu, peygamberin şâhit, müjdeci ve uyarıcı özellikleri belirtildikten, bütün bunlar sonunda da insan­lara, Allah'a ve peygambere inanma, yardım, saygı ve tes­bih çağrısı yapıldıktan sonra, övgüyle anılan Rıdvan Bey'ati (Allah Rızâsı Andı) şöylece anlatılır: "Şüphesiz sana bağlılık bildirerek ellerini verenler (bey'at edenler, bağlılıklarını bildirenler) Allah'a el vermiş sayılırlar. Allah'ın eli onların ellerinin üstündedir. Verdiği bu sözden (ahidden) dönen, ancak kendi aleyhine dön­müş olur. Allah'a verdiği sözü yerine getirene, o büyük ecir (ödül) verecektir." (48/Fetih, 10)

 

Bu âyetin en önemli özelliği, akasya ağacı altında yapı­lan Rıdvan Bey'ati'nin, hatta bunun da ötesinde, tarihî şartlarını aşıp, verilen bey'atin bağlayıcılığı konusuna de­ğinmiş olmasıdır. Çok nazik şartlarda yapılan bu bey'at, gerçekte Allah'a yapılmış bir bey’ate eş değerdir. Peygamber’in şahsında, Allah'a bağlılık andıdır. Nitekim Muhammed Esed de, şu açıklamayı yapıyor: "Bu, ilk bakışta, Hudeybiye'de toplanan müslümanların Hz. Peygamber'e sun­dukları inanç ve bağlılıklarına (bey'atu'r-rıdvan) işaret et­mektedir. Bu tarihsel delâleti dışında yukarıdaki cümle, aynı zamanda kişinin, Allah'ın elçilerine inanmasının, an­lam ve amaç olarak bizzat Allah'a inanmakla eşanlamlı ol­duğunu ve böylece Allah'a itaat etme isteğinin, onun elçi­sine de itaati gerektirdiğini anlatır. "Allah'ın eli onların el­leri üzerindedir" ifadesi, yalnızca Hz Peygamber’in bütün arkadaşlarının kendisine bağlılıklarını bildirmek için el sı­kışmalarına işaret etmeyip, aynı zamanda Allah'ın, onla­rın bağlılıklarına şâhit olduğunun da mecâzî bir ifadesi­dir." (Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, c. 3, s. 1046, 8 nolu dipnot)

 

Âyetin son bölümü, verilen bey'at sözünden dönmenin kötü, sözü tutmanın ise iyi sonuçlarını, bey'atin bağlayıcılığını bir kere daha vurgulayarak anlatır.

 

Bey'atin Karşılığı: Bey'at eden, peygamberin bağışlanma dileği çerçevesi­ne girer (60/Mümtehıne, 12). Allah verdiği sözü tutana büyük ecir (ödül) vere­cektir (48/Fetih, 10). Ayrıca Allah, râzı/hoşnut olmuş ve dolayısıyla mü'min­lere, maddî ve mânevî nimetler vermiştir: "Allah iman edenlerden, ağaç altında sana bağlılık bildirerek el verenlerden and olsun ki râzı/hoşnut olmuştur. Gönüllerinde olanı da bil­miş, onlara güvenlik (sekinet/iç huzuru) vermiş, yakın bir zafer ve ele geçirecekleri bol ganimetler bahşetmiştir. Al­lah, güçlüdür ve hakîmdir/bilgedir." (48/Fetih, 10)

 

Birçok müfessir, âyetteki "zafer"in, Hudeybiye Andlaşması'ndan birkaç ay sonra meydana gelen Hayber’in Fethi'yle bağlantılı olduğunu düşü­nür. Ama aslında burada kastedilen anlamın, daha geniş olması kuvvetle muhtemeldir; yani h. 8. yılda Mekke'nin kansız bir şekilde fethedilmesi, İslâm'ın bütün Arap Yarımadası'nda üstünlük sağlaması ve nihâyet, Hz. Peygamber'in halifeleri döneminde İslâm Birliğinin olağanüstü ge­nişlemesi (Muhammed Esed, a.g.e., 3/1048-1049 -22-). (3)

 

Allah, urvet'ül-vüska'yı insanlara, aralarından seç­tiği elçileri (rasûl) aracılığıyla gönderir. Her insanla Al­lah konuşmaz, Kendi'ni O'na açmaz, her insana açık yahy'de bulunmaz; fakat, her insan Allah'a yükselebi­lir, O'na seslenebilir. Bu seslenme, bu çıkış, akidleri ve mîsakı yerine getirmekle olacaktır. Rasûllerin risâletlerine, yani, rasûl olduklarına öncelikle Allah şâhiddir ve bu bakımdan, insanlar kabul etseler de, etmeler de rasûller rasûldürler. Allah'ın Din'i İslâm; usûl (esaslar, asıllar) ve ahkâm (hükümler) olmak üzere iki bölümde ele alınır. Usûl, inanç esaslarıdır. Usûl'e inanmış bir cemaat oluştuğunda ve bu cemaat ahkâmı alabilecek, yani Allah'ın hükümeti­ni yeryüzünde kurabilecek düzeye geldiğinde, bu dü­zey için gerekli sınavları başarıyla verdiğinde, rasûller bu cemaatle ahdleşirler. Bu ahid, rasûlü ne olursa ol­sun koruyacakları, onun emirlerinden dışarı çıkmaya­cakları, mallarını ve canlarını istediği biçimde vere­cekleri, hırsızlık yapmayacakları, yeryüzünde fesat çıkar­mayacakları... gibi hükümleri içerir. Daha doğrusu, rasûlün getireceği, Allah'tan alıp tebliğ edeceği her hük­mü yerine getirmek konusundadır bu ahd. Aslında, bu ahd, Allah'la ahidleşmedir; ama, nasıl, Allah'la ahidleşmenin sembolü olarak, Haceru’l-Esved’e/Kara Taş'a el uzatılıyorsa, Allah adına rasûlle yapılan ahidde de, rasûlün eline el veri­lir ki, bu ahidleşmenin adı biat'tir.

 

Bi'at, 'bâ-a (be-ye-a)' fiil kökünden gelir. Masdarı olan 'bey', veya biat' 'alış-veriş' demektir; 'bir değer karşılığında bir değeri vermek' demektir. Alana ‘müş­teri’, verene ise ‘bâyi'’ denilir. Kelime, bu anlamda Kur’ân-ı Kerim'de çok geçer; söz gelimi, “Allah bey'i (alış­verişi) helâl, ribâyı/fâizi haram kıldı” (2/Bakara, 275) buyurulur. İşte, 'biat' bir alış-veriştir; mü'minlerin rasûl aracılığıyla Allah'la yaptıkları bir alışveriştir; bu ‘alış-veriş’, şu âyette en güzel anlamını bulur: “Muhakkak Allah, Cennet karşı­lığında mü'minlerden canlarını ve mallarını satın aldı.” (9/Tevbe, 111). Bundandır ki, Rasûl-i Ekrem (s.a.s.), Akabe biatlerinde, Ensar'dan, “Allah'tan başka ilâh olmadığına, kendisinin Allah'ın kulu ve elçisi olduğuna şehâdet etmeleri, namaz kılıp malların­dan infakta bulunmaları, her zaman sözlerini dinleyip emirlerine itaat etmeleri, muhtaçlara yardımda bulun­maları, Allah yolunda Allah için hakkı söylemeleri, iyi­liği emredip kötülükten sakındırmaları ve öz canları­nı, kadınlarını ve çocuklarını korudukları gibi, kendisi­ni de korumaları” hususunda söz almış; “bunların kar­şısında ne var ey Allah'ın Rasûlü?” sorusuna da, “Cen­net” cevabını vermiştir (Buhârî, Kitab'ül-İman I/12; Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, çev. S. Mutlu, I/118).

 

İslâm'da, gerek Rasûl, gerekse O'ndan sonra gelen veliyy'ül-emr olsun, ümmetten Allah'ın hü­kümlerini kendi önderliği altında yerine getirmeleri için biat alır; yani mü'nıinler, canlarını ve mallarını Cennet karşılığında Allah'a satmaya söz verirler.

 

Alış-veriş her iki tarafın rızâsıyla olur ve sonunda 'aldım, verdim' denilerek el sıkışılır. Biat de Allah'la mü'minlerin alış-verişi olarak, aynen böyledir. Bu ba­kımdan, biat'in bazı şartları olması gerekir:

 

1. İslâmî hükümet biatsiz olamaz ve zorla biat alınmaz; insanlar da biate zorlanmaz. Bu, iman sorunu­dur. Nitekim, Hz. Ali, kimseyi kendisine biate zorlama­dığı gibi, biat ettikleri halde, kendine yardım etmeyenleri de zorlamamıştır. Kılıç zoruyla alınan biatler ge­çerli değildir.

 

2. Biat edecekler niçin biat ettiklerini bilmelidir­ler. Artık, bundan sonra, öncelikle Allah'a karşı so­rumludurlar.

 

3. Biat herkese edilmez. Allah'ın hükümlerini en iyi bilen, yani emr'in sahibi olana, zikir ehli'ne biat edilir. Kendisinde, bu nitelik olmayan kimselerin biat istemeleri bir zulümdür.

 

4. Nasıl, alış-verişte, satan malın eksikliğini söy­lemez, bu da sonradan ortaya çıkar ve bunun sonucun­da, alan anlaşmadan dönebilirse; kendisine biat olu­nan kişi, şartların gereğini yerine getirmezse, biat edenler onu buna zorlayabilir veya biati feshedebilirler.

 

5. Biatten dönülmez. İki taraf da biat şartlarına bağlı kaldıkça, biatten dönen olursa ve biatine rağmen, biatinin gereklerini yerine getirmezse, bu Allah'a veri­len sözden dönme olur ve Allah'ın azâbını gerektirir (Ebu'l-Hasan el-Mâverdî, Ahkâmu’s-Sultâniyye, çev. A. Şafak, Bedir Y., s. 6-14; Ö. Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye ve Istılahat-ı Fıkhıyye Kamusu, Bilmen Y., c. 6, s. 4-28).

 

Biat, ahkâm indikten, hükümet kurma aşamasına gelindikten son­radır. Rasûlüllah daha önce kimseden biat almamıştır. Fakat, gerek Rasûlün, gerekse veliyy'ül-emr'in görevi her zaman hükümet kurmak değildir. Öyle zamanlar olur ki, yeni bir Mekke'nin yaşanması gerekir. Bu nok­tada, tüm rasûllerin ana görevi, insanlara Allah'ın âyetlerini okumak, onları tezkiye etmek, on­lara Kitab'ı ve hikmeti öğretmektir. Bu noktada, rasûlün rasûllüğü için insanların biati gerekmez; şartsız iman etmeleri gerekir. Rasûl'e biatten sonra, emrde ortaklık yoktur; Rasûl neyi emreder ve hangi şeyden sakındırırsa, mü'minler onu yapmak zorundadırlar. Rasûl'den son­ra aynı yetki veliyy'ül-emr'e geçer. Tekrar belirtmek gerekir ki, veliyy'ül-emr'in zikir ehli, yani Kur'an ve Sünnet ehli olması, Kur'an ve Sünnet'i en iyi derecede bilme, âdil ve takvâ sahibi olma niteliklerini de kendinde barındırması gerekir. Biat, belirli durumlarla ilgili olarak yenilenebilir; Biat-ı Rıdvan olayında olduğu gibi. (4)

 

Tasavvufta bey'at mürîdin mürşide intisabını ilânıdır ki, genellikle el öpmeyle, bazen de bir merasimle ortaya konur. Kur’ân-ı Kerim bey’ati iki yerde (2/Bakara, 282; 9/Tevbe, 111) hukuksal anlamda, diğer yerlerde ise Hz. Peygamberle her konuda irâde uyuşumunu ifade etmek mânâsında kullan­maktadır (Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 68).

 

"Dünyanın ücrâ bir köşesinde bile olsa, üç kişinin içlerinden birini kendilerine emir tayin etmeden yaşamaları câiz olmaz" (el-Müsned, İstanbul 1401, c. II, s. 177) hadis-i şerifinin hükmü umumîdir. Her mükellef (ister erkek, ister kadın olsun) bey’ate muhataptır. Rasûlullah (s.a.s.)'ın, bülûğa eren her çocuktan, derhal bey'at aldığı da bilinmektedir. İbn-i Hümam: "Mü'minlerin kendi içlerinden bir imam seçmelerinin sebebi; İslâm'ın emirlerini hakkı ile edâ etmektir." hükmünü zikretmektedir. Bu husustaki hassasiyet, İslâmî birçok hükmün, ancak imamın varlığı ile tatbik edilebilmesine dayanır. Nitekim imâmet ile ilgili meseleler, "akaid" kitaplarına konu olmuştur (Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, İnkılab Y., s. 70)

 

Biat, İslâm devletinde idare edenle idare edilenler arasında yapılan, seçim veya bağlılık karakteri taşıyan sosyopolitik akid demektir. Türkçe'de biat şeklinde kullanılan ke­limenin Arapça aslı bey'attir. Bey'at "sat­mak; satın almak" mânâsındaki bey’ masdarına bağlı olarak "yöneticilik tevdî etmek, birinin yöneticiliğini benimsemek" anlamında kullanılmıştır. Sosyopolitik bir akid olarak ise devlet başkanını seçme, belirleme ve İslâm hukuku çerçevesin­de ona bağlılık gösterme anlamına gel­mektedir.

 

Kur'ân-ı Kerîm'de bey'at kelimesi geç­memekle birlikte bey' kökünden türe­yen mubâyea masdarının türevleri “biatleşme, getirdiği emir ve yasaklarda pey­gambere itaat arzetme ve bu konuda onunla ahidleşme” anlamında kullanılmış­tır (meselâ bk. 48/Feth, 10; 60/Mümtehine, 12). Hadislerde ise bey' kökün­den türemiş birçok kelime hem sözlük anlamında hem de terim olarak kullanıl­mıştır (bk. Wensinck, Mu’cem, "bâyea' md). Hz. Peygamber’in önemli dinî-siyasî olaylar arefesinde veya İslâmiyet'i kabul eden kimselerle ilk defa görüştü­ğünde biat aldığı bilinmektedir. Bu tü­rün örnekleri olarak Akabe biatleri ve Bey'atü’r-rıdvân zikredilebilir.

 

Hz. Peygamber döneminde daha çok dinî hükümlere bağlı kalmak ve Rasûlullah'a itaat etmek anlamında kullanı­lan biat, Hz. Ebû Bekir'in halife seçilme­sinden itibaren sonraki kullanışlarına esas olacak siyasî bir mâhiyet kazanmış, bir devlet başkanını seçme yahut seçil­miş veya bu makama herhangi bir yol­la gelmiş devlet başkanına bağlılık sun­ma anlamında kullanılmaya başlanmış­tır. Gerek dört halife döneminde görü­len, gerekse sonraki dönemlerde orta­ya çıkan uygulamalar bu kurumun teorik esaslarının belirlenmesinde önemli rol oynamıştır.

 

Biatin Unsur ve Şartları: Devlet başkanlığı makamı boşaldığında bu makama bir başkan seçmeyi veya iş başında bu­lunan başkana İslâm hukuku çerçevesin­de bağlılık sunmayı amaç edinen biatin oluşması ve geçerli sayılması için gerek­li görülen unsur ve şartlarla, konu ile il­gili diğer hükümler şöylece özetlenebi­lir: Biat akdinin unsurlarından birincisi, bir yanda halife, diğer yanda biat eden kimseler olmak üzere iki tarafın mev­cut olmasıdır. İslâm hukukçuları devlet başkanında bulunması gereken şartlar üzerinde durmuşlar, bunlardan müslüman ve âdil olmak, beden ve ruh sağlı­ğına, ictihad derecesinde ilmî yeterliliğe sahip bulunmak, erkek olmak gibi şart­lar üzerinde görüş birliğine varmışlar, Kureyş kabilesine mensup ve zamanının en faziletlisi olma gibi şartlarda ise bir­birinden farklı görüşler ileri sürmüşler­dir. Bu şartlarda meydana gelecek her­hangi bir eksiklik, şartın esasla ilgili olup olmamasına göre farklı sonuçlar doğur­maktadır. Biat eden tarafta aranan genel şartlar ise müslüman ve hür olmak, temyiz gücü­ne sahip bulunmaktır. İslâm hukukçula­rı müslüman olma şartını Mümtehine süresindeki (60/12) âyete, hürriyet şar­tını da Hz. Peygamber'in durumunu bil­meden biat aldığı bir köleyi statüsünü öğrendikten sonra iki köle karşılığında satın alarak âzat etmesi ve bir daha hür olduğunu bilmediği hiç kimseden biat almaması şeklindeki uygulamasına (bk. İbn Mâce, Cihâd 41; Tirmizî, Siyer 36; Nesâî, Bey’at 21) dayandırmaktadırlar. Temyiz gücüne gelince, bazı hukukçular biat eden kimsenin diğer akidlerde ol­duğu gibi tam ehliyetli olmasını şart ko­şarken diğer bir kısmı Hz. Hasan, Hüse­yin, İbn Abbas, Abdullah b. Ca'fer ve Ab­dullah b. Zübeyr'in küçük yaşlarda Rasûlullah'a biat etmelerine bakarak sadece temyiz gücünün biat için yeterli olduğu­nu söylemişlerdir.

 

Biatin geçerli olabilmesi için ona katıl­ması gerekli olan kimselerin sayısı hak­kında bir kişiden başlayarak şartlarını taşıyan herkese varıncaya kadar değişik görüşler ileri sürülmüştür. Bir, üç, beş gibi sınırlı sayıda kişinin yapacağı biatin yeterli olduğunu söyleyen İslâm âlimleri Hulefâ-yi Râşidîn dönemindeki bazı uy­gulamalara dayandıklarını ifade ediyor­larsa da onları böyle bir hükme götüren asıl âmil, sonraki dönemlerde fiilen ve­râsete dayanan bazı saltanatları meşrû bir seçimle yapılmış gibi gösterme gay­reti olmalıdır. Çünkü dört halife döne­minde Medine'de bulunanların çoğunun biatlere katıldığı, ondan kaçınanların sa­yısının çok az olduğu bilinen bir husus­tur.

 

İkinci unsur tarafların halife seçme ve seçilme konusundaki irâdelerini ortaya koymaları, yani irâde beyanlarıdır. Biat sırasında irâde beyanının sözlü olması şart değildir, uygulamada bu beyan da­ha çok el sıkma şeklinde ortaya konmuş­tur. Burada önemli olan, rızâyı bozan hal­lerin özellikle ikrah'ın bulunması duru­munda bu biatin geçerli ve ona dayanan hilâfetin sahih olup olmadığıdır. İslâm hukukçuları, umûmiyetle ikrah altındaki biatin geçerli olmadığını söylemektedir­ler. Gerek Hz. Peygamber gerekse dört halife, zor kullanarak biat almamışlardır. İmam Mâlik cebir altında yaptırılan ye­minin ve dolayısıyla alınan biatin geçer­li olmadığını söylemiş, bu sebeple de çe­şitli baskılara mâruz kalmıştır (İbn Hal­dun, II, 609). Bununla birlikte daha son­ra ortaya çıkan fiilî durumlar sebebiy­le böyle bir biate dayanan hilâfetin zarûreten geçerli olduğunu söyleyen hu­kukçular da olmuştur. Biat genellikle herhangi bir şart koşulmaksızın yapıl­makla birlikte, belirli durumlarda şart­lı olması da mümkündür. Nitekim Amr b. Âs'ın Hz. Peygamber'e, affolunması şartıyla biat ettiği rivâyet edilmektedir (Müslim, İman 192; Ümmü Atıyye'nin yapmış olduğu şartlı biat için de bk. Buhârî, Ahkâm 49; Nesâî, Bey'at 18; Müslim, Cenâ'iz 33).

 

Biat halifeye bizzat yapılabileceği gibi asil adına vekil, bir topluluk adına mü­messil tarafından da icrâ edilebilir. Hz. Peygamber, Bey'atü’r-rıdvân'a katılama­yan Hz. Osman'a vekâleten kendi ken­dine musâfaha yapmak suretiyle biat etmiştir (Tirmizî, Menâkıb 18). Aynı şe­kilde Dımâd b. Sa'lebe, kabilesi Ezd-i Senûe adına Hz. Peygamber'e biatte bu­lunmuştur (Müslim, Cum’a 46). Biatin mektupla yapılması da mümkündür. Necâşî Hz. Peygamber'e, Abdullah b. Ömer de Halife Abdülmelik'e (Buhârî, Ahkâm 43) biatlerini mektupla bildirmişlerdir. Öte yandan halifenin şahsen olduğu gi­bi bir temsilcisi vâsıtasıyla biat alması da mümkündür. Nitekim Hz. Peygamber ensar kadınlarından biat almak üzere Hz. Ömer'i temsilci olarak tayin etmiş­tir (Ahmed bin Hanbel, Müsned, V/85; VI/409).

 

Biatte önemli olan seçim veya bağlı­lık irâdesinin belirtilmesidir. Bu sebeple biatin icrâsı için belli bir şekle uymak gerekli görülmemiştir. Hz. Peygamber ve dört halife zamanındaki uygulama genellikle el sıkışma şeklinde olmakla birlikte Rasûlullah'ın başka şekillerde biat aldığı da vâkidir. Nitekim cüzzamlı bir müslümandan sözlü olarak biat aldı­ğı (Müslim, Selâm 126; İbn Mâce, Tıb 44), kadınlardan biat alırken de bir bez üzerinden musâfaha yaptığı veya bir kap suya birlikte ellerini soktukları bilinmek­tedir (Kurtubî, Tefsir, XVIII/71). Biat Hz. Peygamber ve dört halife döneminde mescidde herkesin katılımına açık ola­rak düzenlenirdi. Rasûlullah döneminde biate iştirak eden kadınların ilk halife döneminden itibaren fiilen bu uygula­manın dışında kaldıkları görülmektedir.

 

Biat akdinin yazı ve yeminle tevsiki tamamen sonraki dönemlerin ürünüdür. İlk defa Haccâc'ın Halife Abdülmelik b. Mervân adına zorla aldığı biatleri ye­minle tasdik ettirmeye ve yazılı olarak düzenlemeye başladığı bilinmektedir. Abbasîler döneminde de veliahtlar için alınan biatler ahidnâme veya fermanla tevsik edilir, halife ve akrabalarınca mü­hürlenerek veliahta verilir, gerektiğinde kasa, mescid veya Kâbe gibi güvenli yer­lerde saklanırdı. Meselâ Hârûn Reşid'in, oğulları için almış olduğu ahidnâme Kâbe'de saklanmıştı.

 

Biat ferdî olarak yapılabileceği gibi toplu olarak da akdedilebilir. Hz. Pey­gamber hem tek tek fertlerden (Müs­lim, İman 98; Nesâî, Tatbik 35), hem de topluca cemaatlerden (Buhârî, Cihâd 110, Ahkâm 43; Müslim, İmâre 80; Nesâî, Tahrîmü'd-dem 14, Bey’at 8, 17; Tirmizî, Siyer 34) biat almıştır. Ayrıca biat, şartlar gerektirdiğinde yeni­lenebilir (Buhârî, Ahkâm 44; Müslim, Zekât 108; Ebû Dâvûd, Zekât 27; İbn Mâce, Cihâd 41).

 

Biat akdinin üçüncü unsuru ise akdin bir konusunun bulunmasıdır. Bu da ya hilâfet makamının boşalması halinde yeni bir halife seçmek veya iş başındaki halifeye bağlılık sunmaktır.

 

Biatin Çeşitleri: Biat icrâ ettiği fonksi­yona göre ikiye ayrılmaktadır. Birincisi, ehlü'l-hal ve'l-akdin gerekli şartlara sa­hip bir kimseyi devlet başkanı olarak be­lirledikleri seçim biatidir (bey'atü'l-in'ikad). Sınırlı sayıda kimselerin katılması sebe­biyle buna "bey'atü'l-hâssa" da denilmektedir. Hz. Peygamber'in ölümünden sonra Ebû Bekir'in halife olarak seçil­mesi için yapılan biat bu türdendir. Ba­zılarına göre bu biat Benî Sâide toplan­tısındaki biattir; bazılarına göre ise Be­nî Sâide'de Ebû Bekir'in sadece adaylığı kesinleşmiş, seçim ertesi gün mescidde yapılmıştır. Dolayısıyla mesciddeki biat seçim biatidir. Bu biatte aynı zamanda bağlılık anlamı da vardır. İkincisi, seçim veya başka bir yolla devlet başkanlığını elde etmiş bulunan kimseye bağlılık sunmak için yapılan biattir (bey'atü't-tâa). Çok sayıda kimsenin katılmasından do­layı buna "bey'atü'l-âmme" de denilmiş­tir. Hilâfetin zorla ele geçirilmesi duru­munda halkın yapmış olduğu biat bu gruba girer. Halifenin veliaht tayin et­me (istihlâf) yoluyla belirlenmesi durumunda ise yapılan biatin hangi gruba girdiği hususu tartışmalıdır. Bazı hukuk­çulara göre yalnızca veliaht tayin etme devlet başkanı olmak için yeterli değil­dir; ayrıca ehlü'l-hal ve'l-akd tarafın­dan biat edilmesi de gerekir (Ebû Ya'lâ, s. 25). Bu durumda çağdaş bazı hukuk­çuların belirttiği gibi veliaht tayini bir aday göstermedir (Senhûrî, s. 150); baş­kan olmayı sağlayan asıl unsur biattir. Bu açıdan bakıldığı takdirde söz konu­su biat bir seçim biatidir. Emevîler ve Abbasîler döneminde de istihlâf usulü böyle anlaşılmış ve önceki halifenin veli­aht tayin edip biat aldığı kimse, hilâfet makamına geçtikten sonra meşrû bir ha­life olabilmek için tekrar biat alma ge­reğini hissetmiştir. Mâverdî'nin de için­de bulunduğu diğer bir grup hukukçu­ya göre ise halifenin kendi çocuğu veya babası dışındaki veliaht tayinleri biate ih­tiyaç göstermeksizin halife olmak için yeterlidir (el-Ahkâmü's-Sultâniyye, s. 11). Dolayısıyla böyle bir halifeye yapılan bi­at sadece bir bağlılık biatidir. Hz. Ömer ve Osman'a göreve başlarken yapılan biat bu türdendir.

 

Devlet başkanının seçimle belirlendiği durumlarda seçim biatini umûmiyetle geniş kitlelerin zaman içerisinde yap­tıkları bağlılık biati takip etmektedir.

 

Biatin Sonuçları: Hukukî yönü itibariy­le alım satım, vekâlet ve hibe gibi çeşit­li akidlere benzetilmesine rağmen as­lında kendisine has sosyopolitik bir akid olan biat, gerekli şartları taşıyan bütün müslümanlar için vâciptir. Ayrıca gerçek­leştirilmiş sahih bir biat akdine vefânın hükmü de budur. Bu hususun Kur'an'daki delili şu âyettir: "Ey Peygamber! Sana biat edenler aslında Allah'a biat etmiş olurlar. Allah'ın eli onların elleri­nin üzerindedir. Şu halde biatinden dö­nen kendi aleyhine dönmüş olur. Allah'a verdiği ahde vefâ gösterene ise O büyük bir ecir verecektir" (48/Feth, 10). Bu âyette belirtildiği üzere Hz. Muhammed ile ashâbı büyük bir tehlike ile karşı kar­şıya bulundukları bir sırada İslâm inan­cını ve müslümanların varlığını korumak üzere biatleşmişler ve ne pahasına olur­sa olsun bundan caymayacaklarına kesin söz vermişlerdir. Benzer nitelikler taşıyan, müslümanla­rın dinî ve dünyevî işlerini idare edecek bir otoriteyi seçmek ve ona bağlılık sö­zü vermek anlamına gelen biatler ise daha sonra Hz. Peygamber'in halifeleriyle ashab arasında akdedilmiştir. Biatin vâcip olduğunu ifade eden hadisle­rin birinde meşrû bir devlet başkanına bağlılığı olmadan dünyadan ayrılan kişi­nin İslâm dışı sayılan bir ölümle hayata vedâ etme durumuna düştüğü ifade edil­miştir (Müslim, İmâre 58; diğer hadis­ler için bk. Buhârî, Enbiyâ 50; Müslim, İmâre 44, 46; İbn Mâce, Fiten 9). Çe­şitli hadis metinlerinden ve Asr-ı saâdet'le Hulefâ-yi Râşidîn dönemi uygula­malarından anlaşılacağı üzere biatte aslolan meşrû devlet başkanını tanımak, kendini ona bağlı hissetmek ve bu hissi hayatının sonuna kadar korumaktır. Bu­na göre milletin her ferdinin devlet baş­kanı ile musâfaha ederek veya başka bir şekilde biate fiilen katılması şart değil­dir.

 

Biatin hem biat eden hem de edilen kimse için doğurduğu hukukî sonuçlar çeşitli durumlara göre farklılık göster­mektedir. Halife, üzerine aldığı görevi yürüttüğü ve İslâm hukukunun çizdiği yoldan ayrılmadığı sürece biat edenle­rin ahidlerinden dönmeleri mümkün değildir. Buna göre biat bunlar için bağ­layıcı (lâzım) bir akiddir. Nitekim bütün baskılara rağmen Emevî halifelerine biat etmekten kaçınan bazı kimseler bu tu­tumlarını daha önce Abdullah b. Zübeyr'e yapmış oldukları biatin kendilerini bağ­layıcı olmasıyla açıklamışlardır. Hukuk çizgisinin dışına çıkmayan (âdil) halifeye yapılan biatten dönme ve silâhla karşı çıkma isyan suçunu (bağy) oluşturur. Fakihlerin büyük çoğunluğu hukuk çiz­gisinin dışına çıkan (fâsık) halifeye yapı­lan biatin bağlayıcı niteliğini kaybettiği ve onun değiştirilmesinin gerektiği görüşündedir. Ancak, fitneye yol açacağı en­dişesiyle silâhla değiştirilmesini câiz gör­mezler. Onları bu konuda tereddüde sevkeden âmillerden biri, İslâm tarihinin ilk dönemlerindeki dinî-siyasî ihtilâfla­rın müslümanları bölmesi ve çok kan dö­külmesine yol açması diğeri de kendi dönemlerindeki yöneticilerin baskıları olmalıdır. İslâm bilginleri hukuk çizgisi­nin dışına çıkan devlet adamlarıyla fi­ilen mücadele edememişlerse de onların meşrûiyetlerini yitirdiklerini söyleye­bilmişler ve bu yolla idare edenle edilen­leri uyarma görevlerini yerine getirmiş­lerdir.

 

Aynı anda iki halifeye biat edilmesi hilâfetin tekliği prensibini bozacağı için ilk dönem İslâm hukukçuları tarafından kabul edilmemiştir. Onlar bu konuda Hz. Peygamber'in, "İki halifeye birden biat edilmişse sonrakini öldürün" (Müslim, İmâre 61) hadisine ve Benî Sâide toplantısında ensârın, "Bizden bir emîr, siz­den bir emîr olsun" teklifini Hz. Ebû Be­kir'in, "Emirler bizden, vezirler sizden" diye reddetmesi vâkıasına dayanmakta­dırlar. Mutezile mensupları ile diğer ba­zı âlimler ise Hz. Ali ile Muâviye'nin aynı zamanda halife olduklarını öne sürerek iki halifeye biati kabul etmektedirler. Endülüs Emevî Devleti'ne meşrûiyet ka­zandırmak isteyen sonraki dönem âlim­leri Endülüs'ün konumuna uygun bir is­tisna getirmek mecburiyetini hissetmiş­ler ve aralarında deniz bulunması şar­tıyla iki halifenin, dolayısıyla iki İslâm devletinin olabileceğini kabul etmişler­dir. Bu görüş tabiatiyla Mısır'daki Fatı­mî hilâfetini meşrûiyet sınırları dışında bırakmaktadır. Zeydîler de başlangıçta aynı anda iki halifenin gayri meşrû ol­duğunu söylerken Yemen ve Mâverâünnehir'de iki ayrı Zeydî imamın ortaya çık­ması karşısında iki halifenin meşrûlu­ğunu benimsemişlerdir. Bütün bu farklı görüşlerin, hukukçuların bunları ortaya koyarken dayandıkları teorik esasları içinde bulundukları sosyal ve siyasî or­tamın etkisiyle farklı yorumlamış olma­larından kaynaklandığını söylemek müm­kündür. Çağdaş Mısırlı hukukçu Abdürrezzak Ahmed es-Senhûrî ise hilâfeti sahih ve nâkıs olmak üzere ikiye ayır­makta, iki halifenin ancak nâkıs hilâfet düzeninde olabileceğini, sahih hilâfet esasen bütün ümmetin ehlü'1-hal ve'l-akdinin iştirakiyle gerçekleşeceğinden aynı anda iki halifenin hukuken ve fiilen mümkün olamayacağını söylemektedir (Fıkhü'l-hilâfe, s. 136, 177).

 

İslâm Tarihinde Biat: Hz. Peygamber’in Akabe'de aldığı ilk biatten sonra yeni müslüman olanlardan Allah'a ortak koş­mamak, ölünceye kadar cihad etmek, haktan ayrılmamak, hırsızlık yapmamak, zinâ etmemek, çocukları öldürmemek, Peygamber'e karşı gelmemek gibi İslâm'ın çeşitli hükümleri üzerine ve önem­li siyasî olaylar arefesinde biat aldığı bilinmektedir (bk. 60/Mümtehine, 12; Wensinck, Mu'cem, "bâyea" md.; a.mlf., Miftâhu künûzi's-sünne, bey’at md.). Hulefâ-yi Râşidîn döneminde halife daima bir biatle vazifeye başlamıştır. Emevîler'den itibaren İslâm devletlerinde de halifenin değişimi sırasında biat daima başvurulan bir prosedür olmuştur. An­cak gerek Emevîler'de gerekse sonraki devirlerde biatin seçimden çok bağlılık sunma fonksiyonu göze çarpar. Çünkü bu dönemlerde halife çoğunlukla veliaht tayin etme yoluyla belirlenmiştir. Bu şe­kilde belirlenen halifelerin aynı aileden olmasına özen gösterilmesiyle de hilâfet verâsetle intikal eder bir hale gelmiştir.

 

İlk dönemlerde veliaht için biat alınır­ken halifede bulunması gereken şartla­rın veliahtta da arandığı, bu şartlan ta­şımayanlar adına biat istenmediği veya şartlı biat yoluna başvurulduğu görülür. Nitekim Emevî Halifesi Yezîd b. Abdülmelik, yaşı küçük olduğu için doğrudan veliaht tayin edemediği oğlu Velîd'i veli­aht seçmesi şartıyla kardeşi Hişâm için biat almıştır. Ancak daha sonra buna dikkat edilmemiş ve çocuklar için dahi biat alınmıştır. Abbasî Halifesi Emîn veliaht seçilip kendisi için biat alındığında henüz beş yaşındaydı. Genelde tek bir kişi veliaht tayin edilmekle birlikte sıra­lı olarak birkaç kişinin tayin edildiği de olurdu. Nitekim Hârûn Reşîd, oğulları Emîn ile Me'mûn'u ardarda halife olmak üzere veliaht tayin etmiş, diğer oğlu Kasım'ın veliahtlığını ise Me'mûn'un tasvi­bine bırakmıştır.

 

Emevîler ve Abbasîler döneminde bi­at merasimine çeşitli bölge ve kabilele­rin temsilcileri başta olmak üzere çok sayıda kimsenin katıldığı tarihî kaynak­larda belirtilmektedir. Özellikle siyasî problemlerin fazla olduğu dönemlerde halifelere imkân nisbetinde çok kimse­nin biat etmesine özen gösterilmiştir. Abdullah b. Zübeyr'in bertaraf edilme­sinden sonra Kûfe'de Abdülmelik b. Mervân'a yapılan biat merasimine temsilci­leri vasıtasıyla katılan kabileler kaynak­larda teker teker sayılmaktadır. Genellikle biate ilk önce devlet bü­yükleri başlar, onları hiyerarşik sıraya göre diğer makam sahipleri takip eder­di. Abbasîler'deki biat merasimlerinde protokolün başında vezirler, askerler, serdarlar ve Bağdat kadıları gelirdi. Si­vil halktan da ulemâ ve ileri gelenler ha­zır bulunurdu. Bu merasimlerin çoğun­da ordu kâtibi biat edenlerin yemin törenlerini düzenler ve herkesi ismen dâ­vet ederek yemin verdirirdi. Biat merasiminin tamamlanmasından sonra halife­ye birtakım lakaplar arzedilir, o da bun­lardan birini seçerdi. Merkezde biat alan halife diğer bölge emîr ve vezirlerine ya­zı gönderip kendi adına biat almalarını bildirirdi. Aynı şey veliahtlık için de söz konusu idi.

 

Biat usûlü her zaman ve her yerde ay­nı olmamış, bazan çok sade bir merasim­le yetinilirken bazan da debdebeli tören­ler düzenlenmiştir. Emevî ve Abbasî ha­lifelerinin resmî törenlerle biat alarak hilâfet saraylarına girdikleri tarih kay­naklarının incelenmesinden anlaşılmaktadır. Endülüs Emevî Devleti'nde biat merasimlerinin önemli bir yer tuttuğu ve günlerce sürdüğü bilinmektedir. Fâtımîler'de de biat uygulaması vardır. An­cak Fâtımîler'de devlet başkanının se­çimle gelmesi söz konusu olmadığından biat tamamen bağlılık anlamını taşımak­tadır. Tarihî seyir içinde biat törenleri sırasında teklif edilen yeminler esas iti­bariyle aynı olmakla birlikte kullanılan ifadeler ve teferruat bakımından farklı­lık arzetmiştir. Nitekim Haccâc'ın baş­lattığı yeminli biat merasimlerinde ye­mininden dönenin karısının boş, kölele­rinin âzat, malının sadaka olacağı ve üze­rine hac terettüp edeceği belirtilmiştir. İlk önceleri birkaç kelimeden ibaret ve sözlü olan yeminler daha sonra yapılan birtakım değişiklik ve ilâvelerle uzadık­ça uzamış ve yazılıp ezberlenmeye baş­lanmıştır. Öyle ki Mısır Abbasî Halifesi Hâkim-Billâh'a yapılan biat yemininin sûreti dört sayfaya ulaşmıştı. Her şeyin şekil şartlarına bağlandığı Fâtımîler dö­neminde de biat yazıları kompozisyon kaidelerine varıncaya kadar en ince ayrıntılarıyla belirlenmişti.

 

Biat merasimlerinde Emevîler dönemininin başlangıcından itibaren "biat res­mi" veya "biat hakkı" uygulaması ile de karşılaşılmaktadır. Biat alan halifenin, başta askerler ve devlet ricali olmak üze­re çeşitli kesimlere ulûfe dağıtmasından ibaret olan bu uygulama Abbâsîler'in son dönemlerinde askerî ayaklanmalara yol açacak kadar kontrol dışına çıkabilmiş­tir. Nitekim babası hiçbir şey bırakma­dığından biat resmi veremeyen Kâim Biemrillâh'a karşı isyan başlatılmış, an­cak Melik Celâlüddevle'nin onun yerine 3000 dinar gibi külliyetli bir miktar dağıtması üzerine fitne önlenebilmiştir. Yi­ne biatleri için câize isteyerek Muktedir Billâh'a karşı isyan eden askerlerden bir grup öldürülmüştür.

 

Osmanlılar'da genellikle Hırka-i Saâdet Dairesi'nde veziriazam ve şeyhülislâm’ın biatiyle başlayan merasime Topkapı Sarayı'ndaki Bâbüssaâde önünde devam edilirdi. Bu merasimde de önce nakîbü’l-eşraf biat eder, onu vezirler ve diğer devlet erkânı takip ederdi. Padişah Bâ­büssaâde önüne konan tahta oturur, biat edenler tahta yanaşır ve padişahın ete­ğini öperlerdi. İlmiyeye mensup kimse­lerin padişahın bizzat elini öperek veya sıkarak biat ettiklerinin örneklerine de rastlanmaktadır.

 

Medine, Şam, Bağdat, Kahire, Kurtuba, İstanbul gibi değişik hilâfet merkez­lerinde biat müessesesi zaman içinde değişiklik arzetmiş, şeklî bir merasim­den öte gitmese de bütün İslâm devlet­lerinde uygulanmaya devam etmiştir. (5)

 

 

 

 

Akabe Bey’atleri

                                 

Hz. Peygamber (s.a.s.)'in Medine'den gelip ilk müslüman olanlarla 621-622 yıllarında Mekke'nin Akabe adı verilen mevkîinde yaptığı iki anlaşma ve ahidleşme, Akabe Bey’atleri diye tarihe geçmiştir.

 

Mekke'ye üç km. kadar uzaklıkta bulunan Mina ile Mekke arasındaki bir mevkiye verilen “Akabe” adına, bölgenin başka yerlerinde de rastlanmaktadır. Aynı adı taşıyan birçok yer bulunmasına rağmen Akabe denince ilk defa bu meşhur ahidleşme ve anlaşmaların yapıldığı mevkî hatıra gelmektedir.

 

İslâm'ı çeşitli kabile ve gruplara anlatmaya çalışan Rasûlullah (s.a.s.) özellikle Hac mevsiminde Mekke'ye gelen kabileler arasında dolaşıyor ve onlara bu yeni mesajı iletmeye uğraşıyordu. Bu hac mevsimlerinin birinde Yesrib (Medine)'den gelen ve bu şehirde yaşayan iki Arap kabilesinden biri olan Hazrec kabîlesine mensup bazı kimselerle karşılaşan Hz. Peygamber, onları İslâm'a davet etti. Peygamberliğinin on birinci yılında onun bu çağrısına adı geçen kabîleden altı kişi icâbet edip büyük bir samimiyetle bu yeni dine sarıldılar. Zira yıllardır Yesrib'teki diğer Arap kabîlesiyle aralarında sürüp gitmekte olan Buas savaşlarından bezmiş olduklarından bu yeni dinin aralarında bir barış ortamı oluşturacağını ümit ediyorlardı. Yesrib'e geri döndüklerinde bu olaydan ve yeni dinlerinden kardeş kabîle Evs'e bahsedip onları da İslâm'a dâvet edeceklerine ve gelecek yıl yine Hac mevsiminde aynı yerde Rasûlullah'la buluşacaklarına dair söz verip ayrıldılar.

 

Medine'de yaşayan bu iki kabîlenin dışında ayrıca üç Yahûdi kabîlesi daha bulunuyordu. Bunlar müşrik Arapları dinlerinden ve putperestlik anlayışlarından dolayı hep hor görüyorlardı. Yahûdiler ellerindeki Tevrat'a, ayrıca âlimlerinden ve atalarından işitip durduklarına göre yakında bu bölgede zuhur edecek bir peygambere iman edeceklerini ve bu peygamberin desteğiyle putperestliğe son vererek Arapları ortadan kaldıracaklarını söyleyip duruyorlardı. Yahûdilerin bu sözleri Yesrib'li Evs ve Hazrec kabilelerinin zihninde yer etmişti. Hz. Peygamber (s.a.s.) ile Akabe'de görüşünce, yahûdilerden önce davranıp bu peygamberin yanında yer almakta hiç tereddüt etmediler. Bu ilk müslüman Yesribliler Rasûlullah'a iman ederek şöyle dediler: "Kavmimiz çok zor günler yaşıyor, hiç iyi bir durumda değiliz. Yıllardır süren çatışmalar aramızda sonu gelmez bir anlaşmazlığa sebep oldu. Bu yeni dinin bizleri bir araya getireceğine ve bizleri barıştırıp kaynaştıracağına inanıyoruz." Gerçekten Yesribliler Buas savaşlarının artık son bulmasını istiyorlardı. Hz. Peygamber’e iman eden Hazrecliler şu kişilerden ibaretti: Es'ad b. Zurâre, Avf b. Hâris, Râfi' b. Mâlik, Ukbe b. Âmir, Kutba b. Âmir ve Câbir b. Abdullah b. Riab. Bunlardan ilk ikisi Neccaroğullarına mensup idi (İbn Hişâm, Sîre, II, 70 vd.; İbn Sa'd, Tabakât, I, 217 vd.). İslâm'a gönül veren bu ilk Medineli müslümanlar memleketlerine geri dönerek bütün güçleriyle bu yeni dini tanıtmaya ve akrabalarının da iman etmelerini temine çalıştılar. Bu küçük grubun Yesribliler üzerinde büyük etkileri oldu. Evs ve Hazrec'ten birçok kimse bunların aracılığıyla İslâm'a girdi. Özellikle Rasûlullah'ın dayılarından olan Neccaroğullarına mensup Es'ad b. Zurâre ile Avf b. Hâris müslümanlıklarını asla gizlemeksizin büyük bir gayretle insanları İslâm'a davet ettiler. Gerçekten İslâm akîdesi Yesrib’de yıllardır süren savaşların sona ermesinde büyük bir etken oldu. Düşmanlıklar sona erdi ve insanlar Allah'ın rahmeti sâyesinde kısa zamanda kardeşler oluverdiler. Ertesi yıl, yani peygamberliğin on ikinci yılında yine Hac mevsiminde Mekke'ye gelen Yesrib'li on iki kişi Akabe mevkiinde Rasûlullah (s.a.s.) ile geceleyin gizlice buluştular. Bunlardan altısı bir önceki yıl müslüman olan kişilerdi. Birinci Akabe Bey’ati adı verilen bu bey’atte bulunan sahâbelerden Ubâde b. es-Sâmit, hadiseyi söyle anlatır:

 

"Refahta olduğu kadar sıkıntıda, sevinçte olduğu kadar üzüntüde de onu destekleyecek ve her konuda emirlerine itaat edeceğimize, Rasûlullah'ı kendi nefislerimizden aziz tutup, durum ne olursa olsun ona muhâlefet etmeyeceğimize, Allah yolunda hiçbir kınayıcının kınamasından korkmayacağımıza, Allah'a asla şirk koşmayacağımıza, hırsızlık ve zina yapmayacağımıza, çocuklarımızı öldürmeyeceğimize, kendiliğimizden uyduracağımız yalan ve dolanlarla hiç kimseye iftirada bulunmayacağımıza, hiçbir hayırlı işte Rasûlullah'a muhâlefet etmeyeceğimize dair bey'at ettik. Ayrıca bizden birinin verdiği sözünde durmasına karşılık onun ecir ve mükâfâtının Allah'a ait olduğuna ve ona Cennet nimetinin verileceğine; kim insanlık haliyle bunlardan birini işler de ondan dolayı dünyada cezaya çarptırılırsa bunun ona keffâret olacağına; kim de yine bunlardan birini işler de işlediği o suçu Allah açığa vurmazsa onun işinin Allah'a kalacağına; Allah'ın dilerse onu bağışlayıp dilerse azaba uğratacağına dair Rasûlullah'ın bize bildirdiği hususlara sâdık kalacağımıza da söz verdik."

 

Bu birinci Akabe Bey’atine katılan on iki kişiden altısı bir önceki yıl iman eden kimselerdi. Diğer altısı ise Muaz b. Hâris, Zekvân b. Kays, Ubâde b. es-Sâmit, Yezid b. Sa'lebe, Abbâs b. Ubâde ve Ebû'l-Heysem Mâlik b. Teyyihan idiler. Bazı kaynaklarda bir önceki yıl Rasûlullah ile tanışan altı kişiden biri olan Câbir b. Abdullah yerine Uveym b. Saide'nin birinci Akabe Bey’atinda bulunduğu ifade edilir.

 

Medineliler, hacdan geri dönerlerken, yanlarında, İslâm'ı öğretmek üzere Rasûlullah tarafından tayin edilen Mus'ab b. Umeyr'i götürdüler. Kısa sürede Medine-i Münevvere'de İslâmiyet hızla yayıldı. Mus'ab b. Umeyr, Rasûlullah'ı Medine'deki her hareketten haberdar ediyordu. Kısa zamanda Evs ve Hazrec kabilesinin bütün evleri İslâm'ın nuruyla aydınlanmaya başladı. Artık Medine, bir İslâm devletinin doğuşuna hazır hâle gelmişti. Mus'ab b. Umeyr'in gayret ve etkisiyle Yesrib'in ileri gelenlerinden Sa'd b. Muaz ve Useyd b. Hudayr müslüman oldular. Bu iki büyük reisin İslâm'a girmesiyle İslâm, Medine'de bir hayli kabul gördü. Bunun üzerine Medineliler Hz. Peygamber’i şehirlerine dâvet etmeye karar verdiler.

 

Birinci Akabe Bey’atinden bir yıl sonra Medineliler yeniden hac için Mekke'ye geldiler. İçlerinde ikisi kadın, yetmiş beş müslüman vardı. Allah Rasûlünün bu defa onlarla ilgi kurması İslâm'ın tebliğinden ibâret değildi. Çok önemli kararlar arifesindeydiler. Buluşma yeri yine Akabe mevkii oldu. Buluşma gizli yapılacak ve hiç kimseye haber sızdırılmayacaktı. Gece yarısına doğru, Medineliler, gâyet tedbirli hareket ederek kararlaştırılan yerde toplandılar.

 

Rasûl-i Ekrem Akabe'ye bu defa amcası Abbâs ile birlikte geldi. Abbâs henüz ya müslüman olmamış yahut müslümanlığını gizliyor, ancak yeğenini himâye ediyordu. Böylesi bir toplantıda bulunmayı bir aile borcu kabul etmişti. Toplantıda ilk sözü Hz. Abbâs aldı:Ey Hazrecliler, Muhammed (s.a.s.)'in aramızdaki mevkii bildiğiniz gibidir. Biz, onu düşmanlarından koruduk ve koruyacağız. Kendisi burada, ailesinin yanında, nezdimizde izzet ve ikrâm içindedir. Fakat sizinle bir andlaşma yapmak ve size katılmak istiyor. Ona verdiğiniz sözü tutmak, kendisine muhâlefet edenlere karşı gelmek hususunda azminiz kuvvetli ve sağlam ise buna bir diyecek yoktur. Fakat onu ele verecek, yanınıza geldikten sonra yalnız başına bırakacaksanız, bunu şimdiden söyleyiniz ve onu kendi haline bırakınız.”

 

Medineli Müslümanların cevabı şöyle oldu: “Dediklerinizi dinledik. Ey Allah'ın Rasûlü, siz söyleyin! Kendiniz adına, Allah adına istediğiniz andı bizden alınız. Biz hazırız.” Rasûlullah Hz. Muhammed (s.a.s.) Kur’ân-ı Kerim'den bazı âyetler okuduktan sonra şöyle buyurdular: "Kadınlarınızı ve çocuklarınızı nasıl koruyorsanız, beni de öylece korumak üzere size elimi veriyorum."

 

Elini ilk uzatan, Berâ b. Ma'rur oldu. O, şöyle dedi: “Bey'at ettik ya Rasûlullah, seni Hak dinle gönderen Allah'a yemin ederiz ki kendimizi, çocuk ve hanımlarımızı koruduğumuz gibi seni de koruyacak ve savunacağız. Biz, zaten harp içinde yoğrulmuş kimseleriz. Zırha alışkınız. Bu, bize atalar mirasıdır.” Bera'dan sonra söz alan Ebû'l Heysem de: “Yâ Rasûlallah, dedi. Bizim yahudilerle birtakım bağlantılarımız vardır. Bu bağlantıları keseceğiz. Biz bunu yaptıktan sonra siz de Allah'ın inâyetiyle muvaffak olunca bizi bırakıp kendi kavminizin yanına döner misiniz?” Rasûlullah (s.a.s.) gülümsediler ve dediler ki: "Kanım sizin kanınızdır. Siz bendensiniz, ben de sizdenim. Kiminle dövüşürseniz ben sizin yanınızdayım. Kiminle barış yaparsanız, ben de onunla barış yaparım."

 

Rasûlullah (s.a.s.)'in bu sözlerini duyan herkes, bey'at etmek üzere elini uzatıyordu. Bu sırada Abbâs b. Ubâde ortaya atılarak şunu söyledi: “Hazrecliler! Bu zâta niçin bey'at ettiğinizi biliyor musunuz? Ona bey'atle insanların kırmızısına ve siyahına, yani Arap ve Arap olmayana (bütün dünya insanlarına) karşı savaşa hazır olmayı kabul etmiş oluyorsunuz. Bir felâkete uğradığınız ve ulularınızın maktul düştüğünü gördüğünüz zaman onu yalnız başına bırakacaksanız şimdiden bırakınız. Bu, daha doğru olur. Yoksa dünyada ve âhirette rüsvay olursunuz. Fakat ona verdiğiniz sözü tutacak, malca felâkete uğramayı, büyüklerinizin ölümüyle karşılaşmayı göze alacaksanız, bunu yapınız. Çünkü dünya ve âhiret hayrı bundadır.” Hepsi kabul ettiler ve sordular: “Ey Allah'ın Rasûlü, buna karşılık bize ne va'd ediyorsunuz?” Rasûlullah: "Cennet" dedi.

 

Bey'at kısa zamanda tamamlandı. “Hepsi de darlıkta ve genişlikte her durumda itaate, sözün ancak doğrusunu söylemeye ve Allah yolunda hiçbir kınayıcının kınamasından korkmamaya” söz verdiler. Bey’atten sonra Rasûlullah (s.a.s.), Hazrec'den dokuz, Evs'den üç kişi olmak üzere on iki nakip seçtiler. Es'ad b. Zurâre de hepsinin başı ve emîri seçildi. Bunlardan her biri bir kabîlenin reisi idiler. Bunun anlamı, on iki kabilenin İslâmiyeti kabul etmesiydi.

 

Bey'at gece karanlığında tenhada ve gizlilik içinde yapılmıştı. Fakat bey’atin bitiminde bir çığlık karanlığın perdesini yırttı:Ey Kureyş, Muhammed ile atalarının dininden çıkanlar, sizinle dövüşmek için andlaşma yaptılar!” Fakat müslümanların artık kimseden çekindikleri yoktu. Bu sesi duyar duymaz Abbas b. Ubâde şöyle dedi:Yâ Rasûlallah, seni hak ile gönderen Allah'a yemin ederim ki istersen sabah olur olmaz kılıçlarımızı kınından sıyırır üzerlerine saldırırız.” Rasûlullah (s.a.s.) ise şöyle buyurdular: "Hayır... Bize savaş izni henüz verilmiş değildir. Şimdi hepiniz yerlerinize dönünüz."

 

İslâm'a teslim olup Rasûlullah'a tam anlamıyla bey'at eden bu ilk müslüman kitle için emre itaat mutlak idi. Akabe'deki bu toplantı dağıldı ve herkes yerine döndü. Sabah olunca Kureyşli müşrikler bu bey’atten haberdar olmuşlardı. Müşrikler bu anlaşmanın mâhiyetini araştırmaya başladılar. Fakat henüz müslüman olduğunu bilmedikleri Yesribliler'in Hz. Peygamber ile anlaşmalarına bir türlü anlam veremiyorlardı. Mekkeli müşrikler bu gizli anlaşma hakkında bir bilgi alamadan Yesrib'li müslümanlar şehri terk etmişlerdi.

 

İslâm Devleti'nin kurulmasında önemli bir dönüm noktası olan ikinci Akabe bey’atine, Rasûlullah'ın savaş ve barışta korunacağına dair prensiplerin tesbit edildiği ve kararların alındığı bir bey'at olmasından dolayı, "Bey'atü'l-Harb" adı da verilir. İkinci Akabe bey'atinin gerçekleşmesiyle İslâm tarihinde yeni bir dönem başlıyor ve o gün İslâm Devleti'nin temeli atılmış oluyordu. (6)

 

 

 

Bey’atu’r-Rıdvân

 

Rıdvân Bey’ati; Ashâbın, Allah'ın râzı olacağı şekilde, Kur'an'ın hükümlerine uyacaklarına ve Rasûlullah'ı koruyup onun yanında düşmanlarına karşı sonuna kadar savaşacaklarına dair Hudeybiye’de Hz. Peygamber (s.a.s.) ile ahidleşmeleri olayıdır.

 

Rasûl-i Ekrem Hz. Muhammed (s.a.s.) Kâbe'yi ziyaret ve Umre yapmak gayesiyle Hicret'in altıncı yılı Zülkade ayında ashâbıyla Medîne-i Münevvere'den çıkıp Mekke'ye doğru yola koyuldu (İbn Hîşam, Sîre, III, 321). Hudeybiye'ye indiğinde Hudâalılardan Hıraş b. Umeyye'yi elçi olarak müşriklere gönderdi. O, müşriklere, savaşmak niyetinde olmayıp yalnızca Kâbe'yi ziyaret için geldiklerini ve Umre yapıp döneceklerini bildiriyordu. Elçi İbn Umeyye, Mekke'ye varıp bunu söyleyince müşrikler devesine vurup onu yere düşürerek öldürmek istediler. Mekkeli olmayan çoğu Habeşli bazı kimseler araya girip bu elçiyi kurtardılar, geri dönerek durumu Rasûlullah (s.a.s.)'e anlattı. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem. Hz. Ömer (r.a.)'i göndermek için yanına çağırdı. Hz. Ömer (r.a.): "Ya Rasûlullah, onlar benim kendilerine olan kin ve düşmanlığımı bilirler. Ben onlara güvenemem, şâyet onlar tarafından bir işkenceye uğrarsam Mekke'de bana yardımcı olacak akrabalarım Adiyyoğulları'ndan kimse yoktur. O yüzden, Osman b. Affân'ı gönderirseniz, orada onun akraba ve yakınları çoktur. Hem onu severler. İrâde ve arzunuzu daha rahat tebliğ edebilir." dedi.

 

Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.) Hz. Osman b. Affân (r.a.)'ı çağırıp, onu Kureyş'e gönderdi. Osman b. Affân (r.a.) Mekke-i Mükerreme'ye varınca önce Rasûlullah'ın emrini tebliğ etti ve: "Biz Hudeybiye'ye muhârebe için gelmedik. Yalnız ziyaret ve umre yapmak için geldik." dedi. Bu arada Osman b. Affân (r.a.) Mekke'de iman edip İslâm'a girmiş olanlara fethi müjdelemek istiyordu. Bu da Hz. Osman'ın görevleri arasındaydı. Bu arada Kureyş Hz. Osman'a, "İstersen sen Beytullah'ı tavaf et; ancak hepinizin, üzerimize gelip tavaf etmenize izin veremeyiz." dediler. Hz. Osman b. Affân'ın verdiği cevap bir elçiye yakışır nitelikte ve gâyet vakurdu: "Allah'a yemin ederim ki Rasûlullah ve ashâbı tavaf etmedikçe ben de Beytullah'ı tavaf edemem." (Vakidî, Kitâbu'l-Meğâzî, II, 602).

 

Hz. Osman b. Affân'ın bu cevabı üzerine müşrikler onu göz hapsinde tutup Mekke'de alıkoydular. Diğer taraftan Hudeybiye'ye "Osman öldürüldü" diye yanlış bir haber ulaştı (İbn Hişam, Sîre, III, 329). Bu haber, mü’minleri ziyâdesiyle üzdü ve Rasûlullah (s.a.s.): "O kavim ile çarpışmadan gidemeyiz" dedi (Taberî, Tarih, III, 77; İbnü'l-Esir, el-Kâmil, II, 203).

 

Bir çağrıcıyı görevlendiren Rasûlullah (s.a.s.), ashâba şunu ilân ettirdi: "Haberiniz olsun ki Rasûlullah'a Ruhu'l-Kudüs indi. Ona bey’ati emretti." Ashâbı Rasûlullah'a Bey'at'e dâvet etti. Bütün ashâb Allah adına ona bey'at ettiler. Bey'atleşme, semûre ağacı altında olmuştu. Rasûlullah, ağacın altında oturmuş, ashâbından bey'at alıyordu. Ashâb, Hz. Peygamber'e, “Ölmek pahasına da olsa savaştan kaçmamak ve asla çekinmemek üzere” söz verdiler. Bu bey’at, bir rivâyete göre "ölüm üzerine" (Buhârî, Meğâzî 35), bir başka rivâye­te göre ise "savaştan kaçmamak üzere" (Buhârî, Cihâd 110; Müslim, İmâre 67) idi. Rasûlullah onlara şöyle dedi: "Siz bugün yeryüzündekilerin en hayırlısısınız." (Buhârî, Meğâzî 35). Bu bey’at, hic­retin 6. yılı Zilkade ayında, (Milâdî 628 yılı Mart ayı) meydana geldi.

 

Ashâbından herbirini bir söz, bir ahd ve bir birlik üzere olmak için bey'ate çağıran Hz. Muhammed (s.a.s.) en sonunda sağ elini öbür eli üzerine koyup, "Bu da Osman'ın bey’ati" demesi Hudeybiye'deki mü’minleri çok heyecanlandırdı (Ahmed İbn Hanbel, Müsned, II, 120). Onun bu ifadelerini işiten Mekkeli müşrikler, Osman b. Affân (r.a.) ve Mekke'deki müslümanlardan birkısmını serbest bıraktılar. Arkasından, Suheyl b. Amr'ın başkanlığında bir heyeti antlaşma yapmak üzere Rasûlullah'a gönderdiler. Burada İslâm tarihinde meşhur olan Hudeybiye Andlaşması yapıldı.

 

Rasûlullah (s.a.s.), Hudeybiye'de yapılan ve adına Bey'atu'r-Rıdvân denen bu olay ve bey'atleşme için şöyle buyurmuşlardır: "Bey'atu'r-Rıdvân'da bulunan kimse ateşe (cehenneme) girmez." (Buhârî, Meğâzî 19, 35; Fadâilü's-Sahâbe 7; Müslim, Cihâd 52; Tirmizî, Menâkıb 18; Nesâî, İhbas, 4; Ahmed bin Hanbel, I/59, V/423)

 

Bey'atu'r-Rıdvân, müslümanların, devlet şuurunda oldukları ve İslâm'ı sonuna kadar savunup koruyacaklarını gösteren bir olaydır. Burada yalnız Selemoğulları'ndan Cedd b. Kays adındaki münâfık devesinin karnı altına saklanarak (İbn Hişam, Sîre, III, 330) devlet başkanı Rasûlullah (s.a.s.)'e bey'at etmemiştir. Osman b. Affân (r.a.) ise tek başına Kâbe-i Muazzama'yı tavaf etmemişti. Çünkü kâfirler müslümanlara ve onların devlet başkanına tavafı yasaklamışlardı. Böyle olunca, müslümanın tek başına, kâfirler ve tâğutî güçlerin müsaadesi ile ve onlar istediği için Kâbe'yi ziyareti söz konusu olamazdı. (7)

 

Kaynaklardaki rivâyetlerde biat eden sahâbîlerin sayısı 700, 1300, 1400, 1525 ve 1600 olarak gös­terilir. Güvenilir kaynaklarda ise 700 rivâyeti yoktur. 1400 kişi olduklarına dair rivâyet daha yaygındır (Buhârî, Meğâ­zî 35).

 

Hz. Peygamber ve müslümanlar yapı­lan antlaşmadan sonra Hudeybiye'den ayrılıp Medine'ye dönerlerken yolda Feth sûresi nâzil oldu. Bu sûrenin iki âyetin­de (10, 18) Bey'atürrıdvân'dan söz edil­miştir: "Ey Muhammed! Şüphesiz ki sa­na biat edenler ancak Allah'a biat etmiş olurlar; Allah'ın eli onların elleri üstün­dedir..." (48/Fetih, 10). "Ey Muhammed! And olsun ki Allah seninle ağaç altında biat ederlerken mü’minlerden râzı olmuştur..." (48/Fetih, 18). Bundan dolayı bu biate "Bey'atü'r-rıdvân" (rıdvân -râzı olma- biati) veya "Bey'atü'ş-şecere" (ağaç altındaki biat); biat eden sahâbîlere "Ashâbü'ş-şecere" (ağaç altında Hz. Peygamber'e biat edenler); gölgesinde bu biatin yapıldığı ağa­ca da "Şeceretü'r-rıdvân" denilmiştir.

 

Altında biat yapılan ağaç hakkında kaynaklarda iki ayrı rivâyet bulunmak­tadır. Bir rivâyete göre müslümanlar er­tesi yıl veya Hz. Ömer'in hilâfeti zama­nında (634-644) Hudeybiye'ye giderek bu ağacı aramışlar, fakat bulamamışlardır. Bunun üzerine Hz. Ömer onu sel suları­nın veya benzeri bir şeyin alıp götürmüş olabileceğini söyleyerek aranmasından vazgeçilmesini istemiştir. Diğer rivâyet­te ise müslümanların ziyaretleri sebe­biyle bu ağacın kutsiyet kazanmasından endişe eden Hz. Ömer, hilâfeti sırasında onun kesilip imhâ edilmesini emretmiş­tir. Bugün bu ağacın bulunduğu yerde Hudeybiye Mescidi vardır.

 

Sahâbîleri fazilet ve derece bakımın­dan çeşitli gruplara ayıran hadis âlimle­ri arasında Hâkim en-Nîsâbûrî'nin on iki basamaklı kronolojik taksimi daha fazla kabul görmüştür. Buna göre "Ehlü Bey'ati'r-rıdvân" (Rıdvan bey’atine katılanlar) dokuzuncu sırayı oluşturmaktadır. (8)

 

 

 

Tasavvufta Biat Anlayışı

 

Biat, tasavvufta el almak; şeyhine sâdık ve bağlı kalacağına, ona kayıtsız şartsız teslim olacağına, her dediğini itiraz etmeden yapacağına dair mürîdin mürşidine söz vermesi demektir. Aynı zamanda, bu maksatla tarikat mensupları arasında düzenlenen tören anlamında da kullanılır. Ankaravî biati şöyle tanımlar: “Biat, el alıp şeyhle muâhede kılıp, şeyhin dostuna dost, düşmanına düşman olup, gerek rahat, gerek sıkıntılı zamanlarda ona itaat edip emrinden dışarı çıkmamaktır.” (Ankaravî, 34, Mirâtu’l-Makasıd, 259, 268) (Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Marifet Y., s. 99)

 

Biat, tasavvufta mürid adayının (tâlip, muhib) şeyhe ve onun ve­receği emirlere tam anlamıyla bağlı ka­lacağına dair verdiği söz mânâsında kul­lanılır. Mubâyaa, ahz-ı tarik, ahid, intisap, intimâ, telkîn-i zikr, inâbe ve el al­mak, ikrar vermek gibi terimler de aynı anlama gelir.

 

Mutasavvıflar ve tarikat ehli, biatin Kur'an ve Sünnet'e dayandığı görüşündedirler. Kur'ân-ı Kerîm'de biate ve ta­şıdığı öneme işaret edilmiştir (bk. 9/Tevbe, 11; 48/Feth, 10; 60/Mümtehine, 12). Hz. Peygamber’in İslâm'a girmek isteyen kişilerden, hicret ve cihad gibi önemli faâliyetlere karar verirken sahâbîlerden, iyi ve temiz bir dinî hayat ya­şamak isteyenlerden biat alması, tari­katlerde şeyh ile mürid adayları arasın­da akdedilen bir çeşit bağlılık yemini ka­bul edilen biat için örnek teşkil etmiştir (Şah Veliyyullah ed-Dihlevî, s. 38-40).

 

Aralarında bazı önemsiz farklar bu­lunmakla beraber biatin şekli ve gayesi bütün tarikatlerde hemen hemen aynı­dır. Tarikate girmek isteyen mürid ada­yının intisaba ehil olup olmadığı araştı­rılır. Araştırmalar olumlu sonuç verirse tâlip bir deneme ve müridliğe hazırlık dönemi geçirir. (…) Şeyh, sağ elini uzatıp müridle musâfaha eder, ondan söz alarak biat hakkındaki âyetleri okur (9/Tevbe, 111; 48/Feth, 10; 60/Müm­tehine, 12). Tâlibe şeyhinin dostuna dost, düşmanına düşman olmasını, re­fahta ve sıkıntıda ona itaat etmesini, hiç­bir emrine karşı çıkmamasını tenbih ede­rek (Ankaravî, s. 34) kelime-i tevhidi üç defa okur, peşinden tâlip bunu tekrar eder. Şeyh, "Allah'ı rab, İslâm'ı din, Muhammed'i peygamber, Kur'an'ı rehber, Kâbe'yi kıble, efendimiz falan zâtı (mesela Abdülkâdir-i Geylânî) şeyh, mürebbî ve rehber olarak gönül hoşluğuyla ka­bul ettim" der (Harîrîzâde, I, vr. 4a); tâ­lip de bunu tekrarlar. Sonra ellerini kal­dırırlar, şeyh duâ eder, mürid de "âmin" der. Bu merasimden sonra tâlip mürid olarak ihvan arasına girer, sohbetlere katılır. Biat sırasında mürşidin tâlibe verdiği öğütlere vasiyet (tavsiye) denir.

 

Biat merasimine genellikle “ağyar” (yabancılar, o tarikatte olmayanlar) alın­maz. Kadınların biati musâfaha yapıl­madan sözlü olarak yerine getirilir. Mevlevîler'de biat töreninde tâlibe tekbir ge­tirilerek sikke giydirilir; musâfaha ya­pılmaz. Bununla beraber Mevlevîlik'te de ilk zamanlarda musâfaha bulundu­ğundan daha sonraki dönemlerde bu tarikatte de biat merasiminde musâfaha yapmaya cevaz verilmiştir (Ankaravî, s. 34).

 

Tasavvuf anlayışına göre biat, tâlibin şeyhine mânevî bağlılık ve teslimiyetini simgeler ve bu yolla mürşidin mâneviyatından tâlibin kalbine akan feyiz onu psikolojik olarak yeniler. Tâlibin elinin üstünde şeyhin eli bulundu­ğu gibi şeyhin elinin üstünde tarikat pi­rinin eli bulunduğu ve tarikatin silsilesiyle bu durumun Hz. Peygamber'e ka­dar ulaştığı kabul edilir. Bu sebeple şeyhin eli aynı zamanda Hz. Peygamber'in, onun eli de "yedullah" sayılmış (bk, 48/Feth, 10) ve bu anlayış "el ele, el Al­lah'a" deyimiyle ifade edilmiştir.

 

Biat tam anlamıyla şeyhe bağlılık söz­leşmesi olduğundan biati bozmanın ma­nevî sorumluluğunun da ağır olduğu kabul edilir.

 

Tasavvufun ilk dönemlerinde sûfîler arasında yukarıda tasvir edildiği şekilde bir biat töreni uygulaması olmadığın­dan, tasavvufun kaynak niteliğindeki ilk eserlerinde bu konuya yer verilmemiş­tir. Sühreverdî’nin de işaret ettiği gibi bu dönemlerde hırka giyme töreni biat yerine geçiyordu (Avârifü'l-ma'ârif, s. 95). Biat uygulaması ise tarikatler döne­minde yaygınlaşmıştır. (9)

 

 

 

 

Kur’ân-ı Kerim’de Bey’at Kavramı

 

Bâyea fiili, alış-veriş yapmak mânâsına gelmekle birlikte, içerisinde hukuk mübâdelesi bulunduğundan ve değişik anlamda bir alış-verişi içerdiğinden dolayı biat etmek, antlaşmak mânâsında kullanılır. Bey’at anlamında “bâyea” fiili ve türevlerinin Kur’ân-ı Kerim’de dört âyette toplam 6 yerde kullanılır (9/Tevbe, 111; 48/Fetih, 10, 10, 18; 60/Mümtehıne, 12, 12). Bey’at kelimesinin türediği “b-y-a” kökü ise, değişik biçimlerde Kur’ân-ı Kerim’de toplam 15 yerde geçer.  

 

Bey'at konusunu ele alan âyetler, çok sınırlı sayıdadır. Bu âyetlerde Medine'ye hicretten az önce yapılan Akabe Bey'ati ile hicretin altıncı yılındaki Hudeybiye Andlaşması sırasındaki Rıdvan Bey'ati sözkonusu edilir. Her iki bey'at de, bağlılık andı niteliğindedir. Oysa İslâm siyaset edebiyatında bey'at kavramı, bundan daha geniş bir anlam ka­zanmış, "iktidara lâyık olanı serbest irâde ile toplumun iş­başına getirmesi, İlâhî irâdeden sapmadıkça ona itaat sö­zü vermesi" biçiminde tanımlanmıştır.

 

“Muhakkak ki sana biat edenler ancak Allah’a biat etmektedirler. Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah’a verdiği ahde vefâ gösterirse Allah ona büyük bir mükâfat verecektir.” (48/Fetih, 10)

 

"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygambere itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine (ulu'l-emr'e) de (itaat edin)." (4/Nisâ, 59)

 

“Allah’a ve O’nun Rasûlüne itaat edin. Birbirinizle çekişmeyin. Sonra korku ile zayıflığa düşersiniz, rüzgârınız (kesilip) gider. Bir de sabredip katlanın. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (8/Enfâl, 46)

 

“Andolsun, Allah sana o ağacın altında biat ederlerken mü’minlerden râzı olmuştur, kalplerinde olanı bilmiş ve böylece üzerlerine sekîne (güven duygusu ve huzur) indirmiştir ve onlara yakın bir fethi sevap (karşılık) olarak vermiştir.” (48/Fetih, 18)

 

"Ey peygamber! Mü’mine kadınlar, Allah'a hiçbir şirk/ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zinâ etme­mek, çocuklarını öldürmemek, başkasının çocuğunu sa­hiplenerek kocasına isnadda bulunmamak (hiç yoktan yalan uydurup iftira atmamak) ve iyi (ma'ruf) işlerde sana karşı gelmemek şartıyla, sana bey'at etmek üzere geldikle­ri zaman, onların bey'atini kabul et. Onlar için Allah'tan bağışlanma dile. Doğrusu Allah, bağışlayan ve merhamet edendir." (60/Mümtehine, 12)

 

 

 

 

 

 

 

Hadis-i Şeriflerde Bey’at Kavramı

 

"Müslümanlar gerek hoşlarına giden, gerek hoşlarına gitmeyen her hususta, kendilerinden olan emir sahiplerine itaat ederler. Bununla yükümlüdürler. Ancak günah işlemeleri emredilirse itaat etmezler." (Buhârî, Ahkâm 4)

 

"Allah Teâlâ'ya isyan olan hususta mahlûka (hiç kimseye) itaat yoktur. İtaat ancak ma'ruftadır, yani dinin ve aklın güzel gördüğü işlerdedir." (Müslim, İmâre, 39, hadis no: 1840; Ebû Davûd, Cihad 87, h. no: 2625-2626; Nesâî, Bey'at, 34; İbn Mâce, Cihad, 40, hadis no: 2864)

 

"Kim ülü'l-emr'e (müslümanların meşrû yöneticisine) itaatten bir karış kadar ayrılırsa kıyâmet gününde Allah'a ameli hususunda, lehinde hiçbir hücceti olmaksızın kavuşacaktır. Kim de boynunda (ülü'l-emr'e) bey'at olmadan ölürse, câhiliye ölümüyle ölmüş olur." (Buhârî, Ahkâm 4; Müslim, el-İmâre 58, h. no: 1851)

 

“Size burnu kesik Habeşli bir köle bile hükümdar olsa dinleyin ve itaat edin!” (Buhârî, Ahkâm 4)

 

"İş, ehil olmayanın eline geçtimi, kıyameti gözetleyiniz." (Buhârî, İlim 2)

 

"İdaresi altında bulunan müslümanlardan daha ehliyetlisi bulunduğu halde, bir başkasına vazife veren hakikaten Allah'a, O'nun Rasûlüne ve İslâm milletine ihânet (hâinlik) etmiş olur." (İbn Humâm, Fethü'l-Kadîr, V, 457)

 

"Bey'atu'r-Rıdvân'da bulunan kimse ateşe (cehenneme) girmez." (Buhârî, Meğâzî, 19, 35; Fadâilü's-Sahabe, 7; Müslim, Cihâd 52; Tirmizî, Menâkıb, 18; Nesâî, İhbas, 4; İbn Hanbel, I, 59, V, 423).

 

Ubadetu'bnu's-Sâmit (r.a.) anlatıyor: Biz, bir seferinde Hz. Peygamber (s.a.s.)'le aynı cemaatte beraber oturuyorduk ki: "Allah'a hiçbir şey ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina fazîhasını işlememek, Allah'ın haram ettiği cana meşrû bir sebep olmaksızın kıymamak şartları üzerine bana biat edin" buyurdu.

Bir diğer rivâyette "...Çocuklarınızı öldürmemek, halde ve istikbalde iftirada bulunmamak, meşrû dairedeki emirlerde -ne bana ne de vazifelilere- isyan etmemek üzere biat edin. Kim vereceği bu sözlere sâdık kalır, ahdine vefâ gösterirse karşılığını Allah'tan alacaktır. Kim de bu yasaklardan birini işleyecek olursa artık işi Allah'a kalmıştır, dilerse affeder, dilerse azab verir, cezalandırır" buyurdu. Biz de bu şartlarla biat ettik."

Nesâî, bir başka rivâyette "...karşılığını Allah'tan alacaktır" ifadesinden sonra şu ziyâdeyi kaydeder: "Kim bunlardan birini işler, sonra da dünyada cezalandırılırsa, çektiği bu ceza onun için keffâret ve o günahtan temizlenme olur."

Buhârî, Müslim, Muvatta ve Nesâî'de gelen bir diğer rivâyette şu ifade mevcuttur: "Hz. Peygamber (s.a.s.)'e zor durumlarda olsun, kolay durumlarda olsun, hoş şartlarda olsun nâhoş şartlarda olsun, aleyhimize kayırmaların yapılıp hakkımızın çiğnendiği hallerde olsun itaat etmek, idareyi elinde tutanlara karşı iktidar kavgası yapmamak, nerede olursak olalım hakkı söylemek, Allah'ın emrini yerine getirmede kınayanların kınamalarından korkmamak üzere biat ettim."

Bir başka rivâyette şu ifadeye rastlanmaktadır: "..İktidar sahibine karşı onda, Allah'ın kitabında gelmiş bulunan bir delil sebebiyle te'vil götürmeyen açık bir küfür görülmedikçe iktidar kavgası yapmamak..." (Buhârî, İman 11; Müslim, Hudud 41, h. no: 1709; Nesâî, Bey'a 17, h. no: 7, 148; Tirmizî, Hudud 12, h. no: 1439; Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, 2/272)

 

Açıklamalar:

1- Türkçemizde biat diye bilinen kelimenin Arapça aslı bey'at'dır. Aslında herhangi bir satış akdinin el sıkışması ile tamamlanmasına denir. Siyasî mâhiyette imamla teba'a arasında cereyan eden itaat anlaşması da ticarete benzetildiği için bey'at adını almıştır ki buna mübâya'a denir. Taraflardan biri olan Hz. Peygamber (s.a.s.) sevab vaadetmiş, öbür taraf da itaat sözünde bulunmuştur.

 

Rasûlullah (s.a.s.), ashâb ile Akabe bey’atleri ve Rıdvan bey’ati yapmıştır. Bunlardan başka, hicreti müteakip Medineli kadınlarla yaptığı bey'at de belirtilmesi gereken toplu bey'atlerden biridir. Ayrıca pekçok ferdlerle de münferid bey'at akitlerini yapan Hz. Peygamber (s.a.s.)'in bazan çocuklarla da bey'at yaptığı olmuştur.

 

Hz. Peygamber (s.a.s.)'e Akabe'de yapılan biat'de Ensar şöyle demişti: "Ey Rasûlullah! Diyarımıza gelinceye kadar senin hak ve hürmetinden mesul değiliz. Bize gelirsen hak ve hürmetin üzerimize vâcib olur. Kendimizi, çocuklarımızı, kadınlarımızı her neden korursak seni de ondan koruruz." Yukarıda metni Ubâdetu'bnu's-Sâmit'in rivâyeti olarak kaydedilen bey'at de Akabe'de akdedilmiştir ve bu Bey'atu'n-Nisâ diye meşhurdur. Hz. Peygamber (s.a.s.) bu bey’atle, İslâm'ın ana meselelerinin tatbikatını ve kendisine itaati garanti altına almıştır. Bu akdi, İslâm devletinin ortaya çıkmasında atılmış ilk ciddî adım, ilk temel olarak görebiliriz." (Biât'ın târihi gelişimi, Osmanlılarda biat şekli vs. hakkında geniş bilgi için Mehmet Zeki Pakalın'ın Osmanlı Tarih deyimleri ve Terimleri Sözlüğü adlı ansiklopedik lügatine bakılabilir (1, 228-231) (İbrahim Canan).

 

2- Hadiste geçen, izaha muhtaç bir husus, işlenen cinâyetlerin cezası dünyada çekildiği takdirde, âhirette bu suçtan muâheze edilip edilmiyeceği meselesidir. Yukarıdaki hadiste, dünyevî cezanın kişiyi temizleyeceği açık bir dille ifade edilmiş olmasına rağmen, başka hadislerde beyan edilen tereddüd sebebiyle, âlimler hududun keffâret olup olmayacağı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Ancak, çoğunluk, yukarıda kaydedilen hadisin sıhhatçe üstünlüğünden hareketle, irtidad sebebiyle tatbik edilen ölüm cezası dışındaki had cezâlarının keffâret sayılacağı görüşünü benimsemiştir. Mürtedin haddi hariç tutulmuştur, çünkü yukarıdaki hadiste muhâtap mü'minlerdir. Hâlbuki mürted İslâm'dan çıkmakla mü'minlik vasfını kaybetmiş ve dolayısıyla mü'mine vaad edilen "keffâret" lütfunun dışında bırakılmıştır.

 

3- Temâs etmemiz gereken bir diğer husûs, her çeşit şarta, hakkımızın çiğnenmesine rağmen (İslâmî hükümlerle hükmeden müslüman) idarecilerle (silahlı) mücâdelenin yasaklanması, sabretmenin emredilmiş olmasıdır. Âlimler, bunu, "daha büyük zararı önlemek için" diye izah ederler. Bununla birlikte, "Fitneye meydan vermeden bertaraf edilebilecekse zâlim sultana karşı konmalıdır" diyen âlimler de mevcuttur.

 

Avf ibni Mâlik el- Eşcaî (r.a.) diyor ki: “Biz bir keresinde Hz. Peygamberin (s.a.s.) huzurunda yedi, sekiz veya dokuz kişiydik. ‘Allah’ın elçisine biat etmiyor musunuz?’ dedi. Ellerimizi uzatarak; ‘Hangi şartlara uymak üzere biat edeceğiz ey Allah’ın elçisi?’ dedik. Buyurdu ki: “Allah’a ibâdet etmek ve O’na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmamak, beş vakit namazı kılmak, (verilen emirlere) kulak verip itaat etmek üzere (biat edin).”  Bu sırada kulağımıza fısıldayarak “halktan bir şey istemeyin” buyurdu. Avf İbnu Malik ilâveten der ki, Hz. Peygamber (s.a.s.)'i benimle dinleyen o cemaatten öylelerini biliyorum ki, bineğinin üzerinde iken kazara kamçısı düşse kimseye "Şunu bana verir misin?" diye talebde bulunmaz (iner kendisi alır)dı.” (Müslim, Zekât 108, hadis no: 1043;  İbn Mâce, Cihad 41, hadis no: 2867; Ebû Dâvud, Zekât 27, hadis no: 1642; Nesâî, Salât 5, h. no: 1, 229)

 

İbn Ömer (r.a.) anlatıyor: "Biz Hz. Peygamber (s.a.s.)'e kulak vermek ve itaat etmek şartıyla biat ederken "Gücünüzün yettiği şeylerde" diyordu (Buhârî, Ahkâm 42; Müslim, İmâret 90, h. no: 1867; Nesâî, Bey'at 18, h. no: 7, 148; Tirmizî, Siyer 37, h. no: 1597; Muvatta, Bey'at 1, h. no: 2, 982; İbn Mâce, Cihâd 43, h. no: 2874)

 

Ümeyme bintu Rukayka (r.a.) dedi ki: "Ensâr'dan bir grup kadınla Hz. Peygamber (s.a.s.)'e gelip kendisine: "Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamak, çalmamak, zina etmemek, çocuklarımızı öldürmemek, halde ve istikbalde iftira atmamak, sana meşrû emirlerinde isyan etmemek şartları üzerine biat ediyoruz" dedik. Hemen ilâve etti: "Gücünüzün yettiği ve takatınızın kâfi geldiği şeylerde". Biz: "Allah ve Rasûlü bize karşı bizden daha merhametlidir, haydi biat edelim" dedik. Süfyan merhum der ki: Kadınlar, biati (erkekler gibi) musâfaha ederek yapmayı kasdetmişlerdi. Hz. Peygamber (s.a.s.): "Ben kadınlarla müsâfaha etmem, benim yüz kadına toptan söylediğim söz her kadın için ayrı ayrı söylenmiş yerine geçer" buyurdu (Muvatta, Bey'a 2, h. no: 2, 982; Tirmizî, Siyer 37, h. no: 1597).

 

Açıklama:

1- Hz. Peygamber (s.a.s.) gerek kadınlarla ve gerekse erkeklerle biat yaparken, onlara, "gücünüz yeten hususlarda" kaydını koymuş, hatta bunu söylemelerini telkin etmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak, bu ümmete güç yetiremiyeceği teklifte bulunmamıştır (2/Bakara, 286). Rasûlullah’ın (s.a.s.)'ın bu kaydı koyması, hanım sahâbeler üzerinde iknâ edici tesir bırakmış olmalı ki onlara: "Allah'ın Rasûlü bize, kendimizden çok daha merhametli" dedirtmiş ve bazı rivâyetlerde görüldüğü üzere "Haydi ey Allah'ın Rasûlü elini uzat sana hemen biat edelim" diye acele ile biat kararını vermelerine sebep olmuştur.

 

2- Yukarıdaki metinden de anlaşıldığı üzere, kadınlar da erkekler gibi el sıkışarak biat etmek istemişler, ancak Hz. Peygamber (s.a.s.) belki de ilk defa, bu vesîle ile İslâm'ın yeni bir âdabını teşrî buyurmuştur: Birbirlerine nikâh düşen kadın ve erkeklerin el ele tutuşması uygun olmaz. Zürkânî, bu hâdiseyi açıklayıcı başka rivâyetler sunar. Bunlardan birine göre "Kadınlar mubâya'a (biat) sırasında Rasûlullah (s.a.s.)'ın elini, elbisesinin üstünden tuttular."

 

Bir başka rivâyette de: "Rasûlullah (s.a.s.) elinde bir sevb (giyecek parçası) olmadıkça, bey'at sırasında kadınlarla müsâfaha etmezdi (tokalaşmazdı)" der. Keza Buhârî'de Hz. Aişe'den gelen bir rivâyette "Rasûlullah (s.a.s.) kadınlarla "Ey Peygamber! Mü’mine kadınlar, Allah'a hiçbir ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmememk, çocuklarını öldürmemek, başkasının çocuğunu sahiplenerek kocasına isnadda bulunmamak ve ma'ruf olanı işlemekte sana karşı gelmemek şartıyla sana bey'at etmek üzere geldikleri zaman, onları kabul et; onlara Allah'tan mağfiret dile..." (60/Müntahine, 12) mealindeki âyetle bey'at yapardı. O'nun eli, ailesine mensup olanlar dışında hiçbir kadının eline değmedi" buyurulur.

 

Hülâsa, bütün rivâyetler, ittifakla, Rasûlullah (s.a.s.)'ın bey'at sırasında kadınların ellerine çıplak olarak değmediğini ifade eder (İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 2/275-276).

 

"İki halifeye birden biat edilmişse sonrakini öldürün." (Müslim, İmâre 61)

 

“İnsanlar üzerinde olan büyük imam, çoban (gibi)dır. (Çobanın sürüden sorumlu olduğu gibi) O da halkından sorumludur.” (Buhârî, Ahkâm 1; Müslim, İmâre, hadis no: 1705; Ebû Dâvud, İmâre 1; Tirmizî, Cihad 7, hadis no: 1705; Ahmed bin Hanbel, 2/54)

 

“Üç kişi sefere çıktıkları zaman içlerinden birini emir tâyin etsinler.” “Üç kişi, yeryüzünde bir çölde oldukları vakit, içlerinden birisini emir tâyin etmemeleri onlara helâl olmaz.” (Ebû Dâvud, Cihad 87; Ahmed bin Hanbel, 2/177)

  

“Kim Bana itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur; kim Bana isyan ederse Allah’a isyan etmiş olur. Kim Benim emîrime itaat ederse Bana itaat etmiş; kim de Benim emîrime isyan ederse Bana isyan etmiş olur.” (Buhârî, Ahkâm 1; Müslim, İmâre 33; Nesâî, Bey’at 26)

 

“Dinleyin ve itaat edin! Üzerinize tâyin olunan vâli/yönetici, başı siyah kuru üzüm gibi Habeş’li bir köle olsa bile, sizin aranızda Allah’ın kitabını uyguladığı müddetçe dinleyin ve itaat edin.” (Buhârî, Ahkâm 4; Müslim, İmâre 37; Nesâî, Bey’at 27)

 

“Üç kişi vardır ki, kıyâmet gününde Allah onlarla konuşmaz, onlara bakmaz, onları tezkiye etmez/temize çıkarmaz. Hem onlara elîm bir azap vardır. Bunlar: 1- Kırda fazla suyu olup da onu yolcuya vermeyen, 2- İkindiden sonra bir kimseye bir mal satan ve o malı ‘(kendim) şu kadara aldım’ diye Allah’a yemin ederek, gerçek bunun aksine olduğu halde müşteriyi kendisine inandıran, 3- Bir imama, yalnız dünyalık için bey’at eden, dünyalık verirse sözünde duran, vermezse durmayan kimsedir.” (Buhârî, Ahkâm 48; Müslim, İman 173; Tirmizî, Siyer 35, hadis no: 1595; İbn Mâce, Ticâret 30, hadis no: 2207)

 

“Bir kimse imama bey’at eder de ona şaklayan elini ve kalbinin semeresini verirse, elinden geldiği takdirde hemen ona itaat etsin! Başka biri gelir de onunla çekişirse sonradan çıkana itaat etmeyin!” (Müslim, İmâre 46; Ebû Dâvud, Bey’at 25; İbn Mâce, Fiten 9; Nesâî, Bey’at 25; Ahmed bin Hanbel, 2/161)

   

“Benden sonra sizin (yönetim) işinizi birtakım insanlar üzerine alacaklar, sünneti söndürecekler, bid’ati ihdâs edecekler (uyduracaklar), namazı vakitlerinden geciktirecekler.” Bunun üzerine İbn Mes’ud Rasûlullah’a sordu: “Ben onlara yetişirsem ne yapmalıyım?”  Rasûlullah şöyle buyurdu: “Ey Ümmü Abd’in oğlu! Allah’a isyan edene itaat olmaz!” (Ahmed bin Hanbel, 5/301, hadis no: 3790; İbn Mâce, Cihad 40, hadis no: 2865)

 

“Sizden kim yaşarsa çok ihtilâf görecektir. Size vâcip (gerekli) olan Benim sünnetim ve hidâyette olan râşid halîfelerimin sünnetine uymanızdır. Bu sünnetlere tutunun ve azı dişlerinizle ısırırcasına bunlara sıkı sıkı sarılın. Dinde sonradan uydurulan işlerden (bid’atlerden) sakının. (Din ve ibâdet olarak) Sonradan çıkarılan şey bid’attir. Ve her bid’at dalâlettir/sapıklıktır.” (Tirmizî, İlim 16, hadis no: 2676; Ebû Dâvud, Sünnet 5; İbn Mâce, Mukaddime 6, hadis no: 42; Dârimî, Mukaddime 6)

 

“Nübüvet hilâfeti otuz senedir. Sonra krallık olur.” (Ebû Dâvud, Sünnet 8; Tirmizî, Fiten 48, hadis no: 2226)

 

“Sizin aranızda Allah’ın, olmasını dilediği kadar nübüvvet olacak, sonra peygamberliği kalkmasını dilediği zaman kaldıracak. Sonra nübüvvet metodu üzerine hilâfet olacak; o da Allah’ın olmasını istediği kadar olacak. Sonra hilâfeti, kalkmasını dileyince kaldıracak. Sonra ısırıcı krallık olacak. O da Allah’ın olmasını dilediği kadar olacak. Sonra ısırıcı melikliği, kalkmasını dilediği zaman kaldıracak. Sonra zorba/zâlim krallık olacak. O da Allah’ın, olmasını dilediği kadar olacak. Onu da kalkmasını dilediği zaman kaldıracak. Sonra nübüvvet metodu üzere hilâfet olacak.” (Ahmed bin Hanbel, 4/273)

 

“Benî İsrâili peygamberler yönetirdi. Bir peygamber vefât ettiği zaman yerine (başka) bir peygamber geçerdi. Şu muhakkaktır ki, Benden sonra peygamber yoktur. Ama halîfeler gelecek, hem de çok olacaklardır.” Ashâb: “O durumda bize ne emredersin?” diye sordular. “Birinciye ve ondan sonra gelene yaptığınız bey’ati tutun! Onlara haklarını verin. Çünkü Allah halka, gözetmelerini istediği şeyden soracaktır.” (Buhârî, Enbiyâ 5; Müslim, İmâre 44, hadis no: 1842; İbn Mâce, Cihad 42, hadis no: 2871; Ahmed bin Hanbel, 2/97)

 

 “Müslüman bir halka, Allah’ın görüp gözetmek üzere idâreci kıldığı hiçbir kul yoktur ki, onları aldatıp (zulmetmiş) olduğu halde ölürse muhakkak Allah ona cenneti haram etmiş olmasın.” (Buhârî, Ahkâm 8)

 

“Müslümanların idare işini üzerine alıp da onlar için çalışmayan ve hayır istemeyen hiçbir âmir yoktur ki, onlarla (müslümanlarla) birlikte cennete girebilsin.” (Müslim, İman 229, hadis no: 142)

 

“İslâm’ın tutunulması gereken kulpları (yapılması gereken emirleri) tek tek çözülecek; her bir kulp koptukça insanlar önlerindekilere benzeyecekler. O kulpların ilki hüküm (hâkimiyetin Allah’ın olması, Kur’an’la hükmedilmesi), sonuncusu da namazdır.” (Ahmed bin Hanbel, 5/251; İbn Hibban, Sahih, hadis no: 257; Hâkim, el-Müstedrek, 4/92)

    

Hz. Peygamber’e “cihadın hangisi efdaldir?” diye sorulunca: “Zâlim sultana karşı hakkı söylemektir” buyurdu. (Ahmed bin Hanbel, 5/251; İbn Mâce, Fiten 20, hadis no: 4011-4012; Tirmizî, Fiten 13, hadis no: 2175; Ebû Dâvud, Melâhim 17)  

 

Hz. Ebû Bekir (r.a.)’e Ahmes’li bir kadın şöyle bir soru sormuştur: “Câhiliyyeden sonra Allah’ın getirdiği bu iyi ve uygun işin (İslâm’ın) bekası ne kadar sürer?” Hz. Ebû Bekir (r.a.): “İmamlarınız sizi (İslâmî) istikamet üzere doğru tuttuğu müddetçe” diye cevap vermiştir. (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 25; Dârimî, Mukaddime 23)

 

Hz. Ömer bin Hattab (r.a.) şöyle diyor: “İmamları (yöneticileri) ve rehberleri istikamet üzere oldukları müddetçe, insanlar istikamet üzere olmaya devam edecektir.” (et-Tabakatu’l-Kübrâ, İbn Sa’d, 3/292; Beyhakî, Sünen)   

 

Selman (r.a.)’dan rivâyet edilmiştir ki, Halîfe Ömer İbn Hattab (r.a.), Selman (r.a.)’a, “halîfe ile melik/kral arasındaki farktan sorduğunda Selman (r.a.) şu cevabı vermiştir: “Müslümanların arazisinden bir dirhem veya daha az veya daha çok toplarsan, sonra da onu lâyık olmayan yere koyarsan (sarfedersen) işte sen bu halinle kralsın demektir. Halîfe ise, halka adâletle davranandır, aralarında adâletli ve düzgün bir şekilde taksimat yapandır, erkeğin ev halkına ve ananın çocuğuna olan şefkati gibi halkına şefkat ve merhamet eden ve Allah’ın kitabıyla hükmedendir”. Kâ’b, bu cevap üzerine şöyle dedi: “Bu mecliste halîfe ile melikin arasını ayırt edecek kimseyi zannetmiyordum. Fakat Allah Selman’a cevabı ilham etti.”  (et-Tabakatu’l-Kübrâ, İbn Sa’d, 3/306; Târihu’l-Hulefâ, es-Süyûtî, s. 140)   

 

 

 

 

 

 

 

Bey’at’le İşbaşına Gelen İslâm Devlet Başkanı: Halife

 

Siyasî anlamda "halife": Bey'at sonucu mü'minler adına tasarruf (yönetme) yetkisine sahip olan ve Allah'ın indirdiği ahkâmın adalet ve istişare ile tatbikini sağlayan kimse demektir.

 

Hilâfetin akdî temeli, ümmetin halifeyi seçme hakkı bulunduğu esasına dayanır. Halife, özel bir seçim olan bey’atla seçilir. Ehl-i Hal’ ve’l-Akd denilen ümmetin seçkin temsilcileri tarafından bey’atla seçilerek görev alır. Bu kurumun; halife küfre meyleder, açıkça fısk olan işleri yapar, yönetimi hakkıyla icra edemeyecek duruma düşerse halifeyi azletme (hal’ etme) yetkisi vardır. Halife, şeriatı, bu seçkin temsilcilerden oluşan organla istişare ederek icra eder. Bu organ, aynı zamanda şûrâ organıdır.  

 

Halifelik, bütün ümmetin bağlılığını gerektirecek şekilde, dini ve müslümanları, tüm insanî özellikleri korumak, sosyal hayatı idare etmek konusunda Hz. Peygamber’e halef olmak demektir. İslâmî devlet yönetiminde olmazsa olmaz olan temel esaslar: Bey’atle başa geçen halifelik/imamlık, adalet (Allah’ın indirdikleriyle hükmetmek) ve şûra prensipleridir.

 

 

         

Halifenin Görevleri

 

1-     Allah’ın hükümlerini tatbik etmek,

2-     Namazları, özellikle Cuma ve Bayram namazlarını kıldırmak,

3-     Zekât ve diğer vergileri toplamak,

4-     Kadıları (hâkimleri) ve valileri tayin etmek,

5-     İslâm devletinde yaşayan fertlerin malını, canını, dinini, ahlâkını, neslini korumak.

6-     İslâm devletinin sınırların korumak, cihadı tanzim etmek,

7-     Orduları hazırlamak, seferberlik emri vermek, komutan tayin etmek ve gerekirse

                            komutanlık yapmak,

8-     İslâm devleti içinde zulme uğrayanlara veya ihtiyaç sahibi olanlara yardım etmek,

9-     İslâm devletinde yaşayan fertler arasındaki ihtilafları çözmek ve fitneleri engellemek. 

                         

Hz. Peygamber, hayatta olduğu sürece peygamberlik görevinin yanı sıra devlet başkanlığını da şahsında toplamıştı. Bu nedenle Hz. Peygamber hayatta iken, kurulan ilk İslâm devletinin başkanını belirlemek gibi bir problemle karşılaşılmış değildi. Diğer taraftan Peygamberimiz, kendisinden sonraki halifeyi belirleyen herhangi bir söz de söylememişti. Durumun böyle olması nedeniyle Hz. Ebû Bekir (r.a.) halife seçilene kadar bazı farklı görüşlerin ortaya çıktığını görüyoruz. Ancak bu durumlar geçici ve oldukça kısa bir süre için sözkonusu olmuş; bir müddet sonra unutulup gitmiştir. Yani bu görüş ayrılıkları Hz. Peygamber’in vefâtından sonra Hz. Ebû Bekir halife seçilinceye kadar devam etmiş ve onun seçilmesiyle son bulmuştur. Hz. Ebû Bekir, halife seçildikten sonra yaptığı konuşmada şunları söyledi:

 

“İnsanlar! Sizin en iyiniz olmadığım halde başınıza getirildim. İyi davranırsam bana yardımcı olun; saparsam düzeltin beni. Doğruluk emânet, yalan hiyânettir. İçinizdeki güçsüz, hakkını alıncaya kadar benim yanımda güçlüdür. İçinizdeki güçlü de, Allah’ın izniyle hakkı ondan alınıncaya kadar benim yanımda zayıftır. Sizden kimse cihadı terketmesin; çünkü onu terkeden bir kavmi, muhakkak Allah zillete düşürmüştür. Allah'a ve Rasûlüne itaat ettiğim sürece bana itaat edin. Allah'a âsi olursam, bana itaatiniz gerekmez!” Hilâfet kurumunda bu ilk mesaj, bir yandan onun kişiliğini ve görev anlayışını dile getirirken; bir yandan da, “hilâfet”in hangi temellere dayandığını ve varlık gayesini açıklamaktadır.  

 

 

 

 

Râşid Halifeler

 

Rasûl-i Ekrem’den sonra, müslümanların devlet ve hükümet reisine “Rasûlullah’a halef olan”  anlamında  “halife”  denmiştir. Bu halifelerin ilk dördü hemen her yönüyle örnek halifelerdir. Bunlara hulefâ-i râşidîn/râşid halifeler denir.

 

Hz. Peygamber (s.a.s.)'den sonra gelen ilk dört halifenin hilâfet süreleri, Saâdet Asrının ikinci dönemini teşkil eder. İslâm hukukçularının büyük bir çoğunluğu, bu dönemdeki uygulamalara, alınan kararlara büyük bir önem verir ve bunları İslâm hukukunun kaynakları arasında görürler. Çünkü onların uygulamaları Hz. Peygamber'e zaman itibariyle en yakın olmak, O'nun eğitiminden geçmiş olmak, vahyin nüzulüne tanık olmak, sünneti yakından tanımak gibi ayırıcı özellikler nedeniyle önem taşır, başkalarının fikir ve düşüncelerine göre üstünlük arz ederler. Hakkında nass bulunmayan konularda Râşid Halifelerin uygulamaları oldukça değerlidir. Bunun nedeni ise, onların hem veliyyü'l-emr olarak mü'minlerin  kendilerine  itaat  etmekle   yükümlü    olmaları;  hem  de  İslâm'ın özünü en iyi kavramış bulunmalarıdır. Bununla ilgili verilecek örnekler pek çoktur. Mesela, Hz. Ebû Bekir'in zekât vermeyenlerle ilgili olarak aldığı kararlar, Hz. Ömer (r.a.)'in Irak topraklarıyla ilgili görüşleri ve bunları etrafındakilere de delilleriyle birlikte açıklayıp kabul ettirmesi, Hz. Ali (r.a.)'nin Hâricilerle savaşmak ile ilgili tutumları kendi konumlarında olduğu gibi, sonra bunlardan çıkarılan sonuç ve hükümlerle ilgileri bakımından oldukça önemlidir.

 

Çünkü bütün bunlarla ilk defa karşılaşılıyordu ve bunların islâmî bir çözüme bağlanmaları gerekli idi. Yine Hz.Peygamber (s.a.s.)'in vefâtından hemen sonra onun yerine geçecek devlet başkanını belirlemek konusu ortaya çıktı. Hz. Ebû Bekir'den sonra gelen diğer üç halife de farklı şekillerde belirlendi. Onlar ile ilgili durumlar İslâm hukukunda devlet başkanının başa geçiş yollarının farklı olabileceği görüşünü belirledi. Bu konuda kesin ve açık bir hükmün bulunmayışı, bu tabii sonucu doğurmuştur. Bu ise İslâm'ın, her çağda her toplum için uygulanabilir olmasının kanıtları arasındadır. Hulefâ-i Râşidîn’den sonra Muaviye’nin hilâfete geçmesiyle birlikte, hilâfetin tarihinde saltanatın egemenliği de başlamış olur. Artık, 4 halifeden sonra kâmil anlamda halifelik değil; eksik halifelik veya ismi halifelik olan saltanat başlamış oldu. Emevîlerden toplam 14 halife/sultan işbaşına geçti. Emevilerden sonra Abbasilerin uzun saltanat dönemleri başlar. Abbasilerden de toplam 37 halife/sultan hüküm sürmüştür. Abbasilerden sonra, 1924’teki ilgâsına kadar hilâfet Osmanlılarda kaldı. 29 halife/padişahın idaresindeki Osmanlılardaki hilâfet de ondan öncekilerden pek farklı değildi. Hilâfet kurumu, 23 Mart 1924’de T.B.M.M.’nin 431 nolu kanunuyla tam 1293 yıl devam ettikten sonra şimdilik tarihe terkedilmiştir.

 

Hilâfetin akdî temeli, ümmetin halifeyi seçme hakkı bulunduğu esasına dayanır. Halife, özel bir seçim olan bey’atla seçilir. Ehl-i Hal’ ve’l-Akd denilen ümmetin seçkin temsilcileri tarafından bey’atla seçilerek görev alır; bu kurumun halife küfre meyleder, açıkça fısk olan işleri yapar, yönetimi hakkıyla icra edemeyecek duruma düşerse halifeyi azletme (hal’ etme) yetkisi vardır. Halife, şeriatı, bu seçkin temsilcilerden oluşan organla istişare ederek icra eder. Bu organ, aynı zamanda şûrâ organıdır.  

 

Halifelik, bütün ümmetin bağlılığını gerektirecek şekilde, dini ve müslümanları, tüm insanî özellikleri korumak, sosyal hayatı idare etmek konusunda Hz. Peygamber’e halef olmak demektir. İslâmî devlet yönetiminde olmazsa olmazlardan biri bey’atla başa geçen halifelik/imamlık, adalet (Allah’ın indirdikleriyle hükmetmek) ve şûra prensipleridir.

 

 

Kur'ân-ı Kerim'de: "Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber'e itaat edin. Peygamber'e ve sizden olan (müslüman) emir sahiplerine (ülü'l-emre) de itaat edin. Eğer bir şey hakkında ihtilafa düşerseniz, onu (ihtilaf konusunuR Allah'a ve Rasûlüne havâle edin. Eğer Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız (böyle yapın). Bu hem hayırlı, hem netice bakımından daha güzeldir. Sana indirilene de Senden evvel indirilmiş olan (kitap)lara da iman ettiklerini boş yere iddia edenlere bir bakmadın mı ki; onu inkâr etmeleriyle emrolundukları halde, yine tâğutun huzurunda muhakeme edilmelerini arzu ediyorlar. Şeytan da onları uzak bir sapkınlıkla büsbütün saptırmak ister." (4/Nisâ, 59-60)  Mü'minlerin kime, hangi şartlarda ve nasıl itaat edecekleri, neyi kesinlikle reddedecekleri burada açıkça izah olunmuştur. Rasul-i Ekrem (s.a.s.)'in, "Kim ülü'l-emre itaatten bir el kadar ayrılırsa, kıyamet gününde Allah'a, fiili (ameli) hususunda lehinde hiçbir hücceti olmayarak kavuşacaktır. Kim de boynunda (ülü'l-emre) bey’ati olmayarak ölüdrese, câhiliyye ölümü ile ölür." (S. Müslim, 2/1478, hadis no: 1851; ayrıca S. Buhârî, Ahkâm, 8/105) buyurduğu rivâyet edilmiştir. İslâmî eserlerde "halife",  "imam",  "ülü'l-emr"  kavramları hep aynı mâhiyeti beyan için kullanılmıştır.

 

                                                 

Hanefi fıkıh bilginlerinden İbn Hümam, mü'minlerin kendi içlerinden halife/imam seçmelerinin sebebi, İslâm'ın hükümlerini edâ etmek içindir demektedir (İbn Hümam, Kitabü'l-Müsâyere, s. 265). İmam Nesefî de bu konuda şunları söyler: "Üzerimizde İslâm devlet başkanı olan halifeyi/imamı  seçilmiş görmeden bir günün geçmesi caiz değildir. İmam, devlet başkanı olan halifedir. İmametin/hilâfetin hak olduğunu kabul etmeyen kimse dinden çıkar. Çünkü dinî hükümlerden bir kısmının farz olması, imamın varlığına bağlıdır. Cuma namazı, bayram namazı ve yetimleri evlendirmek gibi... İmamı inkâr eden kimse, farzları inkâr etmiş olur (En-Nesefî, Bahrü'l-Kelâm fi Akaidi'l-Ehli'l-İslâm). Tarihî kaynaklarda, Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)'in vefâtından sonra sahabenin Rasûlüllah'ı defnetmeden önce halife seçme hususunda titiz davrandığı kayıtlıdır.

 

Kâfirlerin, tâğutî güçlerin; Allah'ın indirdiği hükümlere mukabil olmak ve onların yerine geçmek üzere koydukları hükümleri reddetmek farzdır. Onların, mü'minler üzerinde velâyet hakkının bulunmayacağı hususu kat'idir. Dolayısıyla mü'minler; kâfirlerin veya mürtedlerin istilasına uğrarlarsa, kuvvetle başlarına geçen bu yönetimi kabul etmezler. Onlara karşı cihadın farz-ı ayn olduğunu bilirler. Nitekim İmam Serahsi; "Cihaddan  maksat;  müslümanların emniyet içerisinde bulunmaları, din ve dünya işlerini yürütme imkânına kavuşmalıdır" der. İstila altında iken dahi mü'minlerin müstevlilerin liderine itaat etmeyip kendi içlerinden bir halife/imam  seçmeleri vaciptir. (10)             

 

 

 

 

 

                         

İmam ve İmâmet-i Kübrâ

     

“İmam” kelimesinin sözlük anlamı; önde olan, kendisine uyulan, önder, lider demektir. “İmam” kelimesi, anne demek olan “el-ümm” kelimesinden türemiştir. “Ümmet” kavramı da aynı köke dayalı olarak; bir köke, bir öze, bir anne gibi asıla bağlı olan mânâsına  gelir.

        

“İmam”, bir anlamda “ümmet”in önderidir. “İmam”, kendisine uyulan bir liderdir. Bir kök durumundadır ve arkasında bir cemaat vardır. Bu cemaat de bir imamın/önderin peşinde olduğu için “ümmet” adını almaktadır. Ümmetsiz imam, imamsız ümmet olmaz.

        

         İslâm hukukunda “imâmet”, dünyayı din ile idâre etmekte peygamberliğe vekâlet etmektir. Müslümanların işlerini yönetmek için Rasûlullah’a vekil olana da imam denir. “İmam”, müslümanların özel bir seçim sistemi olan “biat”ı ile seçilen, ümmetin (müslüman toplumun) din ve dünya siyasetini idare etmek üzere seçilmiş müslüman önderlere denir. Bu mânâda ‘imam’, İslâm’la yönetilen bir ülkenin müslüman başkanıdır. Bu imama “ülü’l-emr”, “halîfe”, “emîru’l-mü’minîn” de denilir. Mü’minler, kendi zamanlarında müslümanların serbest biatiyla (özel seçimiyle) iş başına gelen imama tâbi olmak durumundadırlar. Böyle bir imama biat etmeden ölen müslümanlar hata etmiş olurlar.

 

“İmam”, bir topluluğa önder olan demektir. Günümüz Türkiye’sinde, imam kavramının diğer bütün anlamları kaybolmuş ve yalnızca namaz/câmi imamlığı mânâsı kalmıştır. O da, çoğunluğun kafasında basit karşılığı olan bir kavramdır.

 

         Görünen o ki, bugün paramparça olan İslâm ümmetini ilimde, siyasette ve toplumsal hayatta bir araya toplayacak müslüman imamlara -önderlere, rehberlere- ihtiyaç vardır. Müslümanların biatiyla (özel ve serbest tercih ve onaylamasıyla seçilmiş) halifelere de ‘imam’ denildiğini tekrar hatırlayalım. Müslümanlar, bu şekilde seçilmiş bir imamın önderliğinde her tür işlerini ve ibâdetlerini daha iyi yerine getirirler, yaşadıkları coğrafyayı daha iyi ıslah ve tanzim ederler.

 

Müslümanlar, her devirde bol miktarda meydanda olan “küfür ve şirk” imamlarını çok iyi tanımalı, onların peşinden gitmemelidir. Onların kurduğu düzenlere, ortaya koydukları dünya görüşlerine ve hayat anlayışlarına karşı dikkatli olmalıdır. (11) 

 

 

İmâmet-i Kübrâ/Büyük İmamlık

İslâmî topluluğun dinî ve siyasî liderliğine imâmet-i kübrâ denilir. Bu anlamda "hilâfet" kavramı kullanıldığı gibi, başlangıçtan itibaren ve özellikle şiî müslümanların bu kavram yerine "imâmet"i kullanmasından sonra "imâmet" kelimesi de kullanılmaya başlanmıştır. Aynı zamanda bu makama, namaz kıldırma vazifesi demek olan imamlıktan (imâmet-i suğrâ/küçük imâmet) ayırdetmek için "İmâmet-i kübrâ" da denilmiştir.

 

Şiî müslümanların dışında ve özellikle ehl-i sünnete göre imâmet-i kübrâ, itikadı ilgilendiren bir konu değildir. Sadece kulların fiillerine ait muâmelâtla ilgili meselelerdendir. Rasûlullah'ın vefâtını müteâkip ashâbın imam/halîfe seçtikleri ve İslâm ümmetinin imamsız bir zamanının geçmesine rızâ göstermedikleri tevâtüren sâbittir. Nitekim Hz. Ebûbekir, meşhur ilk hutbesinde buna işaret ederek diyordu ki; "Haberiniz olsun ki, Muhammed (s.a.s.) vefât etmiştir ve bu dini ayakta tutacak bir reise (imâmet-i kübrâya) mutlaka ihtiyaç vardır." Muhtemel bir zararın defedilmesi ve ümmetin çeşitli maslahatı bakımından da imam/halîfe seçilmesinin vâcip olduğunda icmâ edilmiştir. Bu nedenle herkes Hz. Ebûbekir'in sözünü yürekten kabul etmiştir (Taftazânî, Şerhu'l-Makasıd II/271).

 

Taftazânî, şunları da söylemektedir: "İmâmet-i kübrâ meselesi, itikadî esaslardan olmayıp fıkhı ilgilendiren bir meseledir. Fıkıh kitaplarımızda zikredilmiştir ki; millet için, dini yaşatacak, sünneti ayakta tutacak, mazlumları koruyacak ve haklıyı haksızdan ayıracak bir başkana/imama mutlaka ihtiyaç vardır (Taftazânî, a.g.e. II/27). İmamın seçimi ise; "ehl-i hall ve'l-akd"in seçmesi ile olur. Diğer bir görüşe göre; daha evvelki imam tarafından bir tavsiye ile beraber halkın ileri gelenlerinin bey’atindan ibârettir. Bu iki görüş arasında gerçekte büyük bir ayrılık yoktur. Bu ihtilâf, ilk halîfelerin tesbit tarzından ileri gelmektedir.

 

İmamda Aranan Şartlar: İmamın mükellef, müslüman, hür ve erkek olmasından başka şu şartları da taşıması gerekir:

 

1- İlim: İmâmete aday gösterilecek kimse, Allah'ın insanlara bildirdiği kanunlarını tam mânâsıyla bilip derinliğine nüfuz edecek kadar âlim olmalıdır.

 

2- Adâlet: İmamlığa aday olacak kimsenin âdil olması gerekir. Bu makam, adâletle iş görmesi gereken bütün diğer makamları idare ve kontrol eden bir makamdır. O halde imamın her şeyden evvel âdil olması gerekir. Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenlerin, zâlilmlerin ta kendisi olduklarından (5/Mâide, 45) İmamların, Allah'ın hükmünü gereken titizlikle uygulamaları şarttır. Yine adâlet, fıskın (fâsıklığın) zıddı olduğundan, âdil olması gereken imamın, günahlarda ısrar eden veya büyük günah işleyen birisi olmaması gerekmektedir.

 

3- İktidar ve ehliyet: Dinin korunması, düşmanla savaş, Allah'ın hükmüne uygun çeşitli kanunların çıkarılması, İslâm'a uygun hükümlerin konulması ve şer'î cezaların (hadlerin) tatbik edilmesi gibi birçok hususta imamın, zamanında karar vermesi ve bu kararı yerinde tatbik edebilecek ehliyete ve fevkalâde bir siyâsî basîrete sahip olması gerekir. Bazı eserlerde ayrı birer sıfat olarak zikredilen cesaret, ictihad ve rey sahibi olması da iktidar ve ehliyetin içinde değerlendirilebilir (Taftazânî, a.g.e. II/271).

 

4- Bünyesinin sağlam ve ârızâsız olması: İmâmet makamına gelecek kimsenin delilik, körlük, sağırlık, dilsizlik, iki el ve ayağının yokluğu gibi noksanlıklardan berî ve duyularının sağlam olması lâzımdır. Çünkü bu noksanlıklar, imamın üzerine aldığı işleri başaramamasının sebeplerindendir. Bu bakımdan eğer bu eksiklikler, şahsın sadece görünüşünü ilgilendiren cinsten ise, o zaman bu şart, bir kemal şartı olur (İbn Haldun, Mukaddime I/342-343). Meselâ körlük, sağırlık, dilsizlik sebebiyle imam azledilir; fakat ağır işitmek ve kekemelik sebebiyle azledilemez.

 

İmâmet makamına gelecek kimsenin Kureyş'li olmasına gelince; "İmamlar Kureyştendir" hadis-i şerifi ile ileri sürülen bu şartı, bazı âlimler, meselâ Ebûbekir Bâkıllâni gibi ilim adamları kabul etmemişlerdir (Bkz. İbn Haldun, Mukaddime, 345). Bu hususta İbn Haldun'un görüşü şudur: "Halîfenin/imamın Kureyş'ten olmasının şart koşulmasının asıl sebebi, Kureyş'in devleti idare ve koruma kudretine sahip olduğu ve çekişmeleri ortadan kaldırabildiği içindir. Şâri', hüküm ve kaideleri yalnız bir kavim, bir asır ve sadece bir toplum için ortaya koymamıştır. Müslümanların idaresi başında bulunacak kavmin, devleti idare ve koruma kuvvetine sahip ve kendi zamanında diğer kavimlerden üstün olması şarttır. Şâri'in maksadı herhalde işte budur. Bu açıklamalardan halîfeliğin, her asırda Kureyş'e mahsus olacağı değil; her ülkenin o zamanda devleti idare etme kudretine sahip olan kavmin elinde olacağı anlaşılır ve o kavim devletin başına geçer" (İbn Haldun, Mukaddime, I/345-347). 

 

"Ey iman edenler, Allah'a itaat edin, Peygamber'e itaat edin ve sizden olan ülü'l-emre (emir sahiplerine) itaat edin." (4/Nisâ, 59). Bu âyet-i kerimeye göre, imama/halîfeye itaat farzdır. Yalnız, bu itaat imamın Allah'ın emrine uyması ile kayıtlanmıştır. "Allah'a isyan konusunda yaratılmışlara itaat edilmez." (Müslim, İmâre 38, hadis no: 1839) "Ma’siyet emredilirse, ne dinlemek vardır, ne de itaat!” (Buhârî, Ahkâm 4; Müslim, İmâre 38, hadis no: 1839)   

 

Eğer halîfe Allah'ın emrine uymazsa, kendisi ikaz edilir; dinlemezse azledilir. Nitekim Hz. Ebûbekir (siyasetin düsturu sayılan) meşhur ilk hutbesinde bu hususu şöyle açıklar: "Ben, sizin en hayırlınız olmadığım halde başınıza geçmiş bulunuyorum. Eğer doğru yolda yürürsem bana yardım ediniz; doğrudan saparsam bana gerçek yolu gösteriniz. Doğruluk emânet; yalan ise hiyânettir. İçinizde zayıf bir kimse, hakkını kendisine vererek rahatlatıncaya kadar nazarımda kuvvetlidir. Kuvvetli de, başkasının hakkını ben kindisinden alıncaya kadar yanımda zayıftır. Hiçbiriniz Allah yolunda cihadı terk etmesin; çünkü cihadı terk eden kavmi Cenâb-ı Allah zillete düşürür. Bir kavimde de kötülükler yayıldımı, Allah onları genel belâlarla terbiye eder. Ben Allah ve Rasûlüne itaat ettiğim müddetçe bana itaat ediniz. Eğer Allah ve Peygamberine itaat etmezsem sizin de bana itaatiniz gerekmez!" (et-Taberî, Târihu'r-Rusül ve mülûk, IV/1829). Taberînin bu naklinden de anlaşıldığı gibi, imâmet makamında olan kimseye Allah ve Rasûlüne bağlı olduğu müddetçe itaat edilir. Allah'a karşı isyan eden bir kimseye itaat etmeme, İslâm'da çok meşhur ve bilinen bir prensiptir. (Geniş bilgi için bkz. El-Mâverdî, el-Ahkâmu's-Sultâniyye, terc. Ali Şafak, Bedir Y., s. 5-25) (12) 

 

 

                  

İmâmet Sisteminin Temel Özellikleri

 

Kur’an’da imâm ve imâmetle ilgili âyetler, ahkâmla ve Allah’ın indirdiğiyle hüküm konusunu içeren âyetlerle birlikte değerlendirildiğinde, bu konudaki hadis-i şerifler ve İslâm âlimlerinin görüşleri ışığında şu gerçekler ortaya çıkar:

 

1- İslâm, yönetim sahasında mükemmel bir sistem getirmiştir. Bu, İslâm’ın her zamânâ ve her yere uygun olduğunu, evrensellik ve kapsamlılığını bize gösterir. Bu düzen ebedîdir ve kıyâmete kadar da tatbiki mümkündür. Bu ümmetin sonra gelenlerine yaraşacak sistem, önce gelenlerine yaraşan ve “asr-ı saâdet” örneğinde ortaya çıkan sistemden başkası değildir.

 

2- İmâmetin vâcip oluşu, Kitap, sünnet, icmâ ve şer’î kurallarla sâbittir. Bu ümmetin temsilcileri olmaları, bu önemli konuda ümmetin vekili olmaları bakımından “ehl-i hal ve’l-akd”e yöneltilen bir farz-ı kifâyedir. Ehl-i hal ve akd bu işte zayıflık gösterirse, bu vâcibin yerine getirilmesi için gücü yeten her müslüman gayret göstermedikçe kendilerini vebalden kurtaramaz ve gücü yetip de bu faâliyeti göstermeyen herkes günahkâr olur.

 

3- “İslâm, hüküm alanında bir düzen getirmemiştir. ‘İslâm devleti’ diye bir şey olmaz. Müslümanlara câhiliyye düzenlerinden farklı bir İslâm devletini kurmak farz kılınmamıştır” diyenlerin iddiâsı kesinlikle bâtıldır, geçersizdir.

 

4- İmâmet vesiledir; gâye değildir. Gâye, Allah’a ibâdet/kulluk yaparak O’nun rızâsını kazanmaktır. İmâmet ümmetin hayır ve adâlet üzere kalmasını, hakkın hak, bâtılın da bâtıl olarak kabul edilip bunun geçerli kılınmasını sağlamaya bir vesiledir. O ümmet ki, iyiliği emreder, kötülükten sakındırır ve Allah’a inanır; O’nun indirdikleriyle hükmetmek için Kur’an’a uygun düzenin oluşması için gayret eder. Kendisinin ve toplumunun, İslâmî değişim ve dönüşümü için tüm gayretlerini seferber eder; bu gayretlerini de, beşerî metotlara göre değil; Allah’ın çizdiği hudûda ve Rabbânî usûle göre ortaya koyar.

 

5- İmâmetin hedeflerinin en önemlisi, dini korumak, dünyayı da din ile yönetmektir. Bu ise, imamın boynuna takılan görevlerin en önemlisidir. Zira din ile siyaseti/yönetimi ayıran ve dünyayı bu dinin dışında yöneten mü’min olamaz (5/Mâide, 44). Dini siyasetten ayırıp “din başka, devlet başka” deyince; devlet dinsiz, din de devletsiz/güçsüz kalacaktır.   

 

6- İzzet, şeref ve İslâm ümmetinin ayakta kalışı, ancak Allah’ın kitabı ve Rasûlü’nün sünnetinin hükmüne dönmekle mümkündür. Dini koruyup müslümanlara izzet ve şereflerini iâde etmek, İslâmî hilâfeti/imâmeti oluşturup onun uygulanmasına çalışmakla gerçekleşebilir.

 

7- İmâmete geliş usûlü, Kur’an ve sünnet ilkeleri çiğnenmemek şartıyla ümmete bırakılmıştır. Râşid halîfelerin iş başına geliş şekilleri ve bey’atin yapılış tarzı örnek alınmalı ve bu örnekler çağa uyarlanabilmelidir.

 

8- İmâmete dayalı sistemde 3 ana esas dikkate alınmalıdır. Bunlar; “bey’at” denilen İslâm’a has özel seçim sistemi, “adâlet” denilen Allah’ın indirdiğiyle hükmetme (5/Mâide, 45) ve zerre kadar haksızlık yapmama gayreti, “istişâre” denilen emin ve ehil kimselerle, işinin uzmanı ve dinini yaşayan takvâ sahibi güvenilir kişilerle danışarak onların öneri, eleştiri ve tavsiyelerini dikkate alma şeklindeki uygulamadır.

 

9- İmamı seçme yetkisine sahip olanlar, “ehl-i hal ve’l-akd” diye isimlendirilen ümmetin en âlim ve seçkinleridir. Demokrasilerde olduğu gibi seçime bütün insanlar direkt olarak katılamaz. Şûrâ’ya da bundan dolayı, en uygun ve en akıllı olanlar seçilir. Çağdaş demokrasilerde olduğu gibi milletvekili olabilmek için insanları iknâ etmeye (kandırmaya) ve bu uğurda boş yere ve çokça para harcamaya ve propaganda yapmaya gerek de yoktur.

 

10- İmâmet, verâset yoluyla (babadan oğula) intikal etmez. İslâm, bir ırka, bir soy ve kabileye ayrıcalık verme anlayışını kabul etmez. Krallıkla imâmetin bir farkı da; birinde soy, diğerinde ehliyet/yetenek ve en uygun olanı belirlemenin öne çıkmasıdır.

 

11- Bey’at, imâmete lâyık bir imamın bulunduğu vakit müslümanın boynuna borçtur. Aksine bir tavır, kişinin câhiliyye ölümü ile ölmesini sonuçlandırabilir. Keyfî ve indî gerekçelerle bey’ati bozmak da, meşrû imamın meşrû her emrine en küçük bir itaatsizlik de haramdır.

 

14- Devrim yoluyla ve zorla imâmete geçmek, şer’î bir yol değildir. İmâmet, ümmetin bey’ati olmaksızın gerçekleşmez.

 

15- İmam adayının o makama ehil olabilmesi için imâmete ait şartları taşıması gerekir.

 

16- İmamın, mevcut insanların en faziletlisi olması şart değildir. Zaten bunu tesbit de mümkün olmayabilir. Evlâ olan, faziletlilerden biri olması, müslümanlara en faydalı ve en uygun olanının seçilmeye çalışılmasıdır.

 

17- Ümmetin maslahatıyla ilgili olarak imamın üzerinde birçok görev vardır. Bunları imamın yerine getirme zorunluluğu ve sorumluluğu vardır. Fakat bu görevleri yerine getirebilmesi için kendisine yardım edilmesi, kendisinin ümmet üzerindeki haklarındandır.

 

18- Âdil imama karşı çıkmak ve fitneyi uyandırmak haramdır, büyük günahlardandır. Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmettiği ve ma’siyeti emretmediği müddetçe imama itaat vâciptir. Şeriata ters düşen yerde, Allah’a isyan kabul edilecek durumlarda itaat ise haramdır. İmamların otoritesi, Kitap ve sünnete uygun davranmasına bağlıdır. Allah’a itaat ettiği müddetçe kendilerine itaat edilir. Allah’a karşı geldiklerinde de kendilerine karşı gelinir. Yaratıcı’ya isyanda mahlûka itaat yoktur. Kim isyanda onlara itaat ederse, günah hem emredene ve hem de emri uygulayanadır.

 

19- Şûrâ, meşrû ve gereklidir. İmamın seçilmesi ânında şûrânın olması vâcip olduğu gibi, halkın işlerinin düzenlenmesinde de şûrâ gereklidir. Bu, halkın direkt veya dolaylı seçimiyle oluşabilecek “Danışma Meclisi” şeklinde seçilecek milletvekillerinden veya İslâm’a ters düşmeyen çağın anlayış ve ihtiyaçlarına uygun farklı şekillerde istişâre meclisinden oluşabilir.

 

20- İslâm hukuk sistemi ve yönetim tarzı, geçmişte ve bugün uygulanan beşerî sistemlerin tümünden farklı özelliklere sahiptir. Güttüğü amaç, gâyeye götüren araçlar, vesileler, hedefler, dayandığı kaynak/referans, ulaşmak istediği hedef... yönünden sayılamayacak farkı vardır. O, beşerî düzenlerden çok ayrı bir sistemdir. Onunla beşerî hüküm, rejim ve kanunları kıyaslamak mümkün değildir. (13)     

 

 

 

İmâmetin Önemi

 

İmamsız ümmet, başsız beden gibidir. Organizmanın canlılığı, ruhu ne ise; ümmet için imam da odur. İmamsız toplum, bir cesetten farksızdır. Ümmetin başına gelenler, imâmetin başına gelenlerle doğru orantılıdır. Kur’an’da ümmet ile imâmet kavramları birbiriyle yakın irtibat halindedir. Allah İbrâhim (a.s.)’i insanlara imam yapmıştır (2/Bakara, 124). O imamların başıdır. Aynı zamanda o, imamların kendisinden geldiği bir ümmettir (16/Nahl, 120). Dolayısıyla Hz. İbrâhim'in şahsında imâmet ve ümmet kavramları birlikte gündeme gelmişlerdir. O yüzden rahatlıkla şu hükme varılabilir: Ümmet; tek bir imama bey’at ederek bağlı olan mü’minler topluluğudur. İmama bağlı olmadan ümmet teşekkül edemez. Ümmetsiz imam, imamsız ümmet olmaz.

 

“Gerçek şu ki sizin bu ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim. Öyleyse Bana ibâdet/kulluk edin.” (21/Enbiyâ, 92) Mü’minler olarak hepimiz Allah’ın huzurunda tek ümmet inancını ve şuurunu koruyup korumadığımız hususunda hesap vereceğiz. İslâm ümmeti, tektir, birdir; küfür ümmeti ise sayısız denecek kadar çok olabilir. Tek ümmet inancının saptırılmadan devam etmesi, tek imamın varlığına bağlıdır. Esasen imâmet, bir ümmet sorunudur. Ümmet olmadan imâmet de olmaz. İmâmetin ihyâsı, ümmetin varlığına bağlanmıştır. Çünkü İslâm’da tek ümmet ve tek imam esastır. (14)

 

İmâmet; “din ve dünya işlerinde Rasûlullah’a niyâbeten (vekil olarak) başkanlık, devlet reisliği” diye tanımlanmıştır. “Dinin uygulanması, dinin sınırlarının korunması konusunda, ümmetin tümünün kendisine uyması vâcip olmak üzere Râsûlullah’ın halîfeliğini yapmak” diye de ifade edilmiştir. (15)  Mâverdî de şöyle diyor: “İmâmet; dinin bekçiliği ve dünya siyaseti konularında peygamberliğe halef olarak konulmuş ve kabul edilmiş bir müessesedir.” (16) İbn Hümam; “Mü’minlerin, kendi içlerinden imam seçmelerinin sebebi, İslâm’ın hükümlerini hakkı ile edâ etmek içindir” (17) diyerek önemli bir noktaya işaret ediyor. İmam Ebû Muin en-Nesefî de bu konuda şöyle der: “Üzerimizde İslâm devlet başkanı olan imamı görmeden bir günün geçmesi câiz değildir. İmam, devlet başkanı olan halîfedir. İmâmetin hak olduğunu kabul etmeyen kimse kâfir olur. Çünkü dinî hükümlerden bir kısmının farz olması, ancak imamın varlığına bağlıdır. Cuma namazı, bayram namazı ve yetimleri evlendirmek... gibi. İmamı inkâr eden kimse, farzları inkâr etmiş olur. Farzları inkâr eden de kâfir olur.” (18) 

 

Siyerle ilgili kaynaklarda Rasûl-i Ekrem’in vefâtından sonra sahâbenin, daha Rasûlullah’ı defnetmeden önce imam/halife seçme hususunda titiz davrandığı kaydedilir. İbn Âbidin, bu konuyla ilgili şunları zikreder: “Rasûlullah (s.a.s.) pazartesi günü vefât etmiş, çarşamba günü defnedilmiştir. Bu arada ashâb-ı kiram, her şeyden evvel müslümanların başına bir halife seçmekle meşgul olmuşlardır. Bu sünnet, bugüne kadar devam edegelmiştir. Bir imam vefât ettimi, onun yerine başkası seçilmedikçe defnedilmez. İmamın, müslüman ve hür/özgür olması şarttır. Zira kâfir, müslüman üzerine velî olamaz. Köleden de halife olmaz. Çünkü onun kendine velî olmaya bile gücü yokken, nasıl başkasına velî olabilir? Sabî ve köle de deli gibidir. İmam, muktedir, yani hükümleri yürütebilir, mazlumun hakkını zâlimden almağa, sınırları ve memleketi korumağa, asker sevkine vs. gücü yeter olmalıdır.” (19)    

 

Kâfirlerin (tâğutî güçlerin); Allah’ın indirdiği hükümlere mukabil/alternatif olmak ve onların yerine geçmek üzere koydukları hükümleri reddetmek farzdır. Onların, mü’minler üzerinde velâyet hakkının bulunmayacağı hususu kesindir (4/nisâ, 141). Dolayısıyla mü’minler; kâfirlerin veya mürtedlerin istilâsına/işgâline uğrarlarsa, zor gücüyle başlarına geçen bu yönetimi kabul etmezler. Onlara karşı cihadın farz-ı ayın olduğunu bilirler. Nitekim İmam Serahsî; “Cihaddan maksat; müslümanların emniyet içerisinde bulunmaları, din ve dünya işlerini yürütme imkânına kavuşmalarıdır” (20) diyerek, hassas bir noktaya işaret eder. İşgal altında iken dahi; mü’minlerin (müstevlîlerin liderine itaat etmeyip) kendi içlerinden bir imam seçmeleri vâciptir. Nitekim İbn Âbidin bu konuyu şu şekilde izah etmektedir: “Eğer görev verecek sultan yoksa veya kendisinden görev alacak bir yetkili bulunmazsa (ki bazı müslümanların yaşadığı bölgelerde olduğu gibi) o bölgelerde gayr-ı müslimler hâkim olmuşlar, müslümanlar bir bakıma azınlıkta kalmışlar  veya müslümanlar mahkûm durumda, gayr-ı müslimler ise hâkim durumdadırlar. Kurtuba’da (İspanya’da) bugün (yazarın yaşadığı tarihlerde) olduğu gibi. Bu durumda ne yapılmalıdr? Gerekli (vâcip) olan, müslümanların kendi aralarından birine bu görevi (imâmeti) vermeleridir.  Onda  ittifak  etmeleri vâciptir. Onu kendilerine imam/idareci olarak seçerler, o da kadı tâyin eder. Böylece kendi aralarında vuku bulan hâdiselerin yargı organlarına (mahkemeye) aktarılması sağlanmış olur. Yine buralarda kendilerine Cuma namazı kıldıracak bir imam nasbederler. İnsanın mutmain olduğu, kabul edebileceği görüş de bu olsa gerektir. Bu görüş istikametinde amel edilmelidir. (21) Kâfir oldukları; kendi ikrarları ve beyyine ile sâbit olan işgalcilerin tâyin ettiği kadı kabul edilemez. Çünkü velâyet hakkı, kat’i nasslarla sâbittir. (22)         

 

“İçinizden hayra çağıran ve ma’rûfu emredip münkerden nehyeden bir ümmet bulunsun. Kurtuluşa erenler, işte bunlardır.” (3/Âl-i İmrân, 104) Bu âyeti tefsir ederken Elmalılı Hamdi Yazır şunları söyler: “Ümmet, öne düşen, çeşitli insan gruplarını toplayan, kendilerine uyulan bir topluluk demektir ki, hepsinin önünde “imam” bulunur. Cemaat ile namazlar, bu muntazam ve hayırlı sosyal tertibin görüntüsünü ifade eden gözle görülür şeklidir. Bu şekilde hayra dâvet ve emr-i bi’l-ma’ruf, nehy-i ani’l-münker yapacak bir ümmet ve imâmet teşkili, müslümanların imandan sonra ilk dinî farîzalarıdır. (Farîza; İslâm açısından yapılması mecburî olan, farz, Allah’ın emri demektir.) Bu farîzayı yerine getirebilen müslümanlar âyetin açık hükmü gereğince kâmil (tam) kurtuluşa ererler.” (23) 

 

 Devletsiz toplum, toplumsuz birey olmaz. Fert olarak insanın yaratılış maksadı “Allah’a kulluk”tur. Bu gâyenin gerçekleşebilmesi için ferdin canı, malı, dini, aklı, nesli ve şerefi korunmalıdır. Korunma ancak düzen içinde olur; düzen ise devlettir, kanun hâkimiyetidir. Yönetimsiz devlet, başkansız yönetim olmayacağına göre, devlete bir başkan gereklidir. İslâm'da bu başkana, halîfe ve emîru’l-mü’minîn sıfatlarının yanı sıra, imam denilmiştir. Birçok hadis-i şerif, müslümanlara, İslâm devletinin müslüman ve ehil başkanını tanımalarını, ona bey’at ve itaat etmelerini; bey’at “şartlı” itaat sözü ve vekâlet mâhiyetinde olduğu için, imam, şartlara riâyet etmediği veya liyâkat vasfını kaybettiği takdirde ona itaat etmemelerini (değiştirip yerine lâyık olanı getirmelerini) emretmektedir.     

 

Her sosyal hareket gibi, İslâmî hareketin de rehberlere ve baş rehbere (imam/önder) ihtiyacı vardır. Hareket, İslâmî olunca, İslâm’ın hayata hâkim kılınması gibi bir hedefe yönelince rehberlerin de İslâm âlimi, İslâm’ı iyi bildiği kadar iyi yaşayan kimseler olması zarûret haline gelmektedir. Tesbihin başlangıç ve bitiş yerini belirleyen, tesbihi boncuk dizisinden ayırıp “tesbih” yapan şeyin adına “imâme” denir. Tesbih bile imâmesiz olmadığına göre, ümmetin imamsız olması elbette mümkün değildir.

 

“İpi kopan tesbihim,

Dağılmış tane tane;

Acı ama, tesbihim

Hani nerde imâme?”

 

 

İmam, bir rehber ve önderdir; insanlara öncülük eder. İmâmet ise bir makamdır, rehberlik ve önderlik makamı. İmâmet, Âdem’le başlamış ve Rasûlullah’a kadar kesintisiz olarak vahiyle birlikte devam etmiştir. Rasûlullah’tan sonra ise bu makam, O’nun getirdiği Kitab (Kur’an)’a vâris olan, Kitabı yaşayıp toplumda yaşanılır kılabilmek için mücâdele veren imamlar tarafından sürdürülecektir. İşte bu imamlar, Rasûl’ün getirdiği şeriatı uygulamada ve dini insanlara tebliğ etmede O’nun halefidirler. Bu makama getirilen insanın Kur’an’ı kendisine rehber, Rasûlullah’ı ise örnek edinerek muttakî olması gerekir. Peygamber’in soyundan da gelse zâlim olanlar bu makama gelemezler (2/Bakara, 124).

 

Firavunî sistemlerin temeli, zora ve zulme dayanır. Orada insanlar gruplara, partilere ayrılarak güçsüzleştirilerek birlikleri yok edilir. Bu sistemlerin zulüm ve sömürülerinden kendilerini korumaya çalışanlar, Firavunların/küfür önderlerinin kendilerine müsaade etmiş oldukları yasalar çerçevesinde hareket ederler. Bu sebeple orada güç ve inisiyatif Firavunların elindedir, onu diledikleri gibi kullanırlar. Tüm mücâdeleci hareketleri kontrolleri altında tutarlar.

 

Allah ise zayıf bırakılmış, ezilen ve sömürülen müstaz’af halka seslenerek onları birlik olmaya, yeniden imâmeti diriltmeye ve müstekbirlere karşı mücâdeleye dâvet ediyor, kendilerine lütufta bulunarak onları yeniden önderler yapacağını, ezilmiş ve sömürülmüşlükten kurtaracağını ve ne yapmaları gerektiğini anlatarak uyarıyor. “Biz istiyoruz ki, o yeryüzünde müstaz’aflara (güçsüz düşürülenlere) lütufta bulunalım, onları imamlar/önderler yapalım, onları vârisler kılalım (ötekilerin yerini aldıralım).” (28/Kasas, 5)

 

“Ey iman edenler, size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman Allah’a ve Rasûlüne icâbet edin. Ve bilin ki, muhakkak Allah, kişi ile kalbi arasına girer ve siz O’na götürülüp toplanacaksınız.” (8/Enfâl, 24)

 

İman edenler, imanlarının gereği olarak Allah’ın ve Rasûlünün çağrısına dikkat etmeliler. Bu çağrının gösterdiği hedefin gerçekleşebilmesi için gerekli güç ve çalışmayı ortaya koymalılar. Zira bu çağrı iman edenlere hayat bahşedecek bir dâvettir. İmâmet kurumunun yeniden gerçekleşebilmesi için imamlı cemaatlerini oluşturmaları gerekir. Zira Allah’ın huzuruna götürüldükleri âhiret gününde bu ağır sorumluluk gerektiren görevlerini yerine getirmemenin ne anlama geldiğini bilirler.

 

Her imam, kendi cemaatini oluştururken, İslâm’ın karşısında insanlar da oluşacaktır. Bu insanlar da küfrün imamlarıdır. İnsanları kendi küfür yollarına dâvet ederken, kendi küfrî toplumlarını oluştururlar. Artık orada iki ayrı topluluk oluşmuştur. Bir yanda insanları Allah ve O’nun dinine çağıran imam ve beraberinde oluşan “İslâm toplumu”, diğer yanda, insanları ateşe (cehenneme) çağıran küfür imamları ve beraberinde oluşan “câhiliyye toplumu”.

 

Bu iki toplumun da inandıkları bir rabbi, bir dini vardır. Bu topluluklar, âhirete imamlarıyla birlikte giderler. Peygamber’i, O’nun getirdiği Kur’an’ı ve Kitap’la insanlar arasında hükmeden Peygamber’in halefi olan imamları kendisine rehber edinenler âhirette O’nunla beraber cennete girerler. Allah, Kur’an ve Peygamber’i tanımayan veya bunları tanıdığını iddia etmesine rağmen, Kur’an’ı yaşam biçimi olarak kabullenmeyip kendi yanlarından sistem belirleyerek insanları onunla idare edenleri önder ve rehber edinenler de âhirette o imamlarıyla birlikte ateşe girecekler, cehenneme atılacaklardır.

 

Her ümmetin peygamberi Allah huzurunda şâhidlik edecek (4/Nisâ, 41) ve “Ya Rabbi, Senin dinini, Senin mesajını insanlara ulaştırdım, onlara Kitap’ta belirlediğin hayat şeklini ve bana öğrettiğin doğru düşünme ve uygulama biçimini öğrettim” diyecektir. Rasûlullah’ın ümmeti, sadece kendi bulunduğu dönemde yaşayıp da dâvetini kabullenerek onun gereklerini yerine getiren insanlarla sınırlı değildir. Bu ümmet, O’nun risâlet döneminde başlayıp kıyâmet gününe kadar getirmiş olduğu dine girerek ona uygun amellerle imanını doğrulayarak onun göstermiş olduğu yolda yürüyen ve o dinin sürekli yaşanılabilmesi için dâvet ve cihad görevini yerine getiren insanların tamamından oluşmaktadır.

 

Biz de, bizim için çizilmiş olan bu yolda imamlarımızı hangi ölçüye göre tesbit etmiş olduğumuza, kimleri imam olarak tanıdığımıza dikkat edelim. Dikkat edelim ki, âhiretimizi kurtarmaya çalışmış, görevimizi yapmış olabilelim; âhirete imamımızla birlikte gideceğimizi unutmayalım. Onlar bizim hakkımızda orada şâhidlik edeceklerdir.

 

Kur’an’da belirlenen imamlı cemaatimizi oluşturarak, âhirette kurtuluşumuzu sağlayacak davranış içerisinde olalım. Bu ümmetin kıyâmete kadar devam edebilmesi için bizden sonra gelen nesillere bu kurumu sapasağlam, tertemiz bir vaziyette bırakalım ki, kurtuluşa erenlerden olabilelim. “İçinizden hayra çağıran ve ma’rûfu emredip münkerden nehyeden bir ümmet bulunsun. Kurtuluşa erenler, işte bunlardır.” (3/Âl-i İmrân, 104) “Muhakkak ümmetiniz tek bir ümmettir ve Ben de sizin Rabbinizim; o halde Bana ibâdet edin.” (21/Enbiyâ, 92)

 

İşte Allah’ın tarif ettiği ideal toplum. İslâm’ı kendine din olarak seçmiş, Allah’a iman ederek yalnız O’nu Rab edinmiş, kulluğunu sadece O’na yaparak başka hiçbir şeyi ortak tanımayan, sahte rableri reddederek onların yaşam biçimlerini ve ideolojilerini kabul etmeden,  kıble edinilen çeşitli şeylere yönelmeyip sadece Rabbimizin belirlediği kıbleye yönelen, Kur’an’da tarif edilen, özellikleri belirtilen şahsı kendisine imam edinerek, başkalarını önder ve rehber edinmeyen muttakî toplum; işte kurtulacak olan cemaat de budur. (24)               

 

 

                                                

Zâlim ve Fâsığın İmâmeti

 

Yüce Allah, kulu ve elçisi olan İbrâhim (a.s.)’i ateşten koruduğu gibi, evlâtlarını da korumuş ve onlara peygamberler arasında üstün mevki ve mertebe de vermiştir. Kur’ân-ı Kerim Hz. İbrâhim’in önderliğinden ve evlâtlarından şöyle bahsediyor: "Bir zamanlar Rabbi İbrâhim'i birtakım kelimelerle sınamış, onları tam olarak yerine getirince; 'Ben seni insanlara imam/önder yapacağım' demişti. 'Soyumdan da (imamlar/önderler yap, yâ Rabbi!)' dedi. Allah: 'Ahdim zâlimlere ermez (onlar için söz vermem)' buyurdu." (2/Bakara, 124) Allah Teâlâ, sevdiği kulu İbrâhim’i herkesin tâbi olduğu bir imam/önder yaptığını beyan ediyor. Çünkü İbrâhim (a.s.), Yüce Allah’ın sınavlarını tümüyle ve en güzel şekilde kazanmıştı.

 

Yüce Allah, kulu ve elçisi olan İbrâhim (a.s.)’i ateşten koruduğu gibi, evlâtlarını da şirk ve haramlardan korumuş ve onlara peygamberler arasında üstün mevkî ve mertebe de vermiştir. Yüce Allah, sevdiği kulu İbrâhim’i herkesin tâbi olduğu bir imam/önder yaptığını beyan ediyor (2/Bakara, 124). Çünkü İbrâhim (a.s.), Allah’ın sınavlarını kazanmıştı. Allah’ın kendisini insanlara imam kılacağını beyan edince, İbrâhim (a.s.) kendi soyundan da imamlar isteyince, Allah “zâlimler imamlık/önderlik hakkına sahip olamazlar” karşılığını vermiştir. Hiçbir zâlim, imam olamaz, kendisine uyulan önder olamaz, buna hakkı yoktur. Allah’ın imâmet ahdine hiçbir zâlim eremez.

 

Bu konuda Fahreddin Râzi şöyle der: “Onlar (zâlimler), Allah’ın emirlerinin kendilerine emanet edildiği kişiler olamaz. Kendilerine uyulamaz. Dolayısıyla imam (önder, lider) olamaz. Böylece fâsığın imâmetinin bâtıl olduğu bu âyetin delâleti ile sâbit olmuştur. Efendimiz buyuruyor ki: “Yaratana isyan konusunda hiçbir mahlûka itaat yoktur.”(Müslim, İmâre, 38, hadis no: 1839) Ve yine bu âyet-i kerime gösteriyor ki, fâsık hâkim olamaz. Hüküm mevkiine geçtiği zaman, onun verdiği hükümler uygulanamaz. Şehâdeti kabul edilmez ve Rasûlullah’tan naklettiği hadis benimsenemez. Fetvâ verirse fetvâsına itibar edilmez. Namaz için öne geçirilemez.” (25)

 

Görüldüğü üzere imamlık veya diğer bir adıyla önderlik, sıradan basit bir görev değildir. Babadan oğula geçen veya soy sop takip eden bir verâset malı olmadığı gibi, zâlim, fâcir, fâsık, münâfık ve müşrik gibi kimselerin de gelip oturduğu bir makam değildir. İmamlık; iman, amel, şuur ve yaptırıcı güce sahip olanların hakkıdır. Bu üstün meziyetlere sahip olmayanlar babası ve atası ne olursa olsun, o yüce makama getirilemez. İslâm, bir saltanat ve hükümdarlık dini değildir. İslâm, hak ve adâlet dinidir. Kim o mertebeye ulaşırsa onun hakkıdır.

 

İmamlığı sadece bir devlet başkanı olarak düşünmek doğru değildir. İmamlık; risâlet imamlığı, hilâfet imamlığı, devlet imamlığı, cemaat imamlığı ve namaz imamlığı şeklinde geniş bir muhtevâya sahiptir. Hangi şekliyle olursa olsun, o makamlara geçecek şahsın zâlimlik, fâsıklık ve benzeri sıfatlardan uzak kalarak tam bir adâlet sıfatına sahip olması şarttır. Allah Teâlâ’nın İbrâhim (a.s.)’e söylediği “zâlimlere imamlık ahdim erişmez” ifadesi, sadece İbrâhim nesline münhasır değildir. Her dönemde geçerli bir kuraldır. Zâlimlik ve fâsıklık yaparak Allah’ın dinini hafife alan herkes için geçerli bir ölçüdür bu. Dün de, bugün de, yarın da olsa zâlimler, bu yüce makama getirilemez. Şirk, en büyük zulüm (31/Lokman, 13) olduğu için, müşrik bir kimse büyük bir zâlimdir. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyen zâlimlerin ta kendisi (5/Mâide, 45) olduğundan Allah’ın indirdiği dışında, O’na ters yasa veya hükümle hükmetmek, insanları yönetmek zulüm olduğu gibi bu yönetici de zâlimin ta kendisidir (5/Mâide, 45). Zulmün zıddı, adâlettir. Allah adâletle davranmayı emretmektedir (16/Nahl, 90). Bütün bunlarla birlikte nefsine uyduğundan, câhillik ve başka sebepler yüzünden adâletten ayrılan kimse de zâlimdir. Ve zâlimlerin imam/önder/lider olma hakkı yoktur. (26)

 

İslâm siyâset tarihinde hiçbir fakîh, kâfirin imâmetini/yöneticiliğini tartışmamıştır. Çünkü Kur’an’la sâbittir ki, kâfirlerin mü’minler üzerinde velâyet hakkı yoktur: “Allah kâfirlere mü’minler üzerine asla velâyet hakkı tanımamıştır.” (4/Nisâ, 141) Tartışılan konu, fâsık ve zâlimin imâmeti ve yöneticiliğidir.

 

Bu konuda Hâricîler’i bir kenara bırakırsak, birbirine zıt iki görüş vardır orta yerde. 1- Mürcie’nin görüşü: Bunlar, “olan” olması gerekendir, deyip statükoyu savunanlardır. Bunlara göre, eğer birileri herhangi bir yolla yönetimi ele geçirmişse bunun ele geçiriliş tarzına bakılmaz. O yönetici zâlim ve fâsık olsa da meşrû addedilir. 2- Mu’tezile: Bu kesim de fıskı ve zulmü görülen bir yöneticinin yönetimi gayr-ı meşrûdur. O meşrû olmadığı gibi, o yönetimde görev yapan hâkimlerin -isterse Allah’ın indirdiğiyle hükmetsinler- hükümleri meşrû değildir.

 

Bu noktada İmam Âzam, daha dengeli bir tavrı benimsemiştir. Zâlim ve fâsığın yöneticiliğini kabul etmemekle birlikte, sosyal faâliyetlerin yürütülmesi gerektiğini kabul ederek, eğer kendisi âdilse zâlim imamın/halîfenin kadısının (hâkiminin) hükmünü kabul etmiş, sorumluluğu ferdin kendisinden başlatmıştır. İmam Âzam, zâlim ve fâsık bir yönetimde görev alma konusuna bireysel açıdan yaklaşıyordu. Eğer fâsık bir rejimde fert, bulunduğu makamda İslâm’ın ahkâmını icrâda bir engelle karşılaşmıyorsa onun o makamda bulunmasına cevaz veriyordu. Ancak, ferdin fâsık ve zâlim olması durumunda bunu meşrû saymıyordu. Tekrar başa dönerek, sorumuzu soralım: İmam Âzam’ın zâlim ve fâsığın imamlığı/yöneticiliği konusundaki net görüşü ne idi? Bu sorumuza Mekkî ve Kerderî’nin ortaklaşa aldıkları İmam Âzam’ın bir ictihadında cevap buluyoruz:

 

“Fey’i (İslâm devletinin gayr-ı müslimlerden aldığı vergiyi) meşrû olmayan yollarda harcayan, ya da zulümle hükmeden ve Allah’ın emirlerini terkedip yasaklarını irtikâp eden kimsenin imamlığı/yöneticiliği bâtıldır. Onun vereceği emirler ve hükümler geçersizdir.” Bazıları, İmam Âzam’ın “fâsık imamın ardında namaz kılınabilir ve eğer âdil ve sâlih ise yönetici zâlim de olsa o yönetimin Kur’an ile hükmeden kadısının hükmü geçerlidir” görüşleriyle; “zâlim ve fâsık’ın yöneticiliği gayr-ı meşrûdur; onun hükümleri geçersiz, ona yapılan biat bâtıldır” ictihadı arasında bir çelişki olduğu zehâbına kapılmıştır.

 

İmam Âzam’ın namaz için fâsığın imâmetine, zâlim bir yönetimde kadılık yapan âdil birinin meşrû hükmünü tenfîze cevaz verişinden yola çıkanlar “yanlıştan yanlış gelir” mantığıyla onun fâsık ve zâlimin imâmetini/yöneticiliğini de kabul ettiğini sanmışlardır. Yani, “zâlim imamın/yöneticinin hükmü ne ise, onun tâyin ettiğinin hükmü de aynıdır” demişlerdir. Bazıları bu zanlarından dolayı Ebû Hanife’yi tâviz vermekle suçlarken, bazıları da yine bu yanlış anlayışı kendi bâtıl görüşleri olan zulümle uzlaşma çarpıklığına dayanak göstermişlerdir. İkisi de yanlış.

 

Hanefî mezhebinin ünlü imamlarından Ebûbekir Cessas’tan dinleyelim: “İnsanlardan bazıları Ebû Hanife’nin fâsığın imâmetine ve hilâfetine “olur” verdiğini ve halîfeyle hâkimin arasını ayırarak onun hükmünü câiz görmediğini zannederler. Bunu kelâmcılardan Zürkan adında biri söylemiştir. Kuşkusuz bu lakırdı asılsızdır. Ebû Hanife’ye göre halife ile onun atadığı hâkim arasında (yönetme hakkı ve meşrûiyet açısından) bir fark yoktur. Yönetime gelişleri ve getirilişleri (hâkimin kendisi âdil ve sâlih de olsa) gayr-ı meşrûdur. Çünkü her ikisinin meşrûiyetinin şartı da âdil olmaktır. Fâsığın hilâfeti ve hâkimliği meşrû olmadığı gibi, şâhitliği de kabul edilmez. Eğer Peygamber’den rivâyet ettiği hadis varsa o da alınmaz.” (Cessas, Ahkâmu’l-Kur’an, I/86)

 

Ebû Hanife şöyle der: “Ümmetin malını meşrû olmayan yollarda harcayan, ya da zulümle hükmeden ve Allah’ın emirlerini terkedip yasaklarını irtikâp eden kimsenin yöneticiliği bâtıldır. Onun vereceği emirler ve hükümler geçersizdir.”

 

Cessâs, “Zâlimler ahdime nâil olamazlar” (2/Bakara, 124) âyetinden hüküm çıkarırken şunları söyler: “Bu âyetin delâletiyle fâsığın imamlığının/yöneticiliğinin bâtıl olduğu anlaşıldı. Fâsık ve zâlim biri halife olamaz. Hatta bu karakterde olanlar, herhangi bir biçimde yönetim makamına gelseler, fıskları yüzünden halkın kendilerine uymaları gerekmez. Bu konuda Rasûlullah şöyle buyuruyor: “Allah’a isyanda kula itaat yoktur.” Bu hadis de delâlet eder ki; fâsık biri hâkim olamaz; hükmettiği zaman verdiği hüküm yerine getirilmez, şâhitliği kabul edilmez, Peygamber’den rivâyet ettiği hadis alınmaz, müftü olup fetvâ verdiğinde fetvâsına uyulmaz.” (Cessâs, a.g.e. I/86)

 

İbn Abbas, bu konuda şöyle der: “Zâlime verilen söze (biat) vefâ gerekmez. Eğer ona verdiğin sözü yapmayınca zulme uğrayacaksan, o zaman sözünü yerine getir.” Hasan Basrî ise şu açıklamayı yapar: “Zâlimlere verilmiş ahid yerine getirilmez. Allah âhirette onu yerine getirmeyen kişiyi sorumlu tutmayacağı gibi, ecrini de artırır.” (a.g.e. I/85)

 

İmam Âzam’ın zâlim ve fâsığın (kâfirin değil) yöneticiliği konusunda hem böylesine pratik, hem de ideal bir yaklaşımı benimsemesi, üzerinde durulması gereken bir konu. İmam bu yaklaşımıyla olayı ferdin kendisinde başlatmış, kişiyi kendi yaptığı eylemlerle karşı karşıya bırakmıştır. Böyle yapmakla “olan” ile “olması gereken” arasındaki tercihte bocalayan birçok insana çıkış yolu göstermiştir. Bu yol, anarşiye meydan vermeden zulme karşı çıkmanın yoludur. Bu yol, toplum için ferdin önceliklerini, fert için toplumun önceliklerini ihlâl etmeden yaşayabilmenin adıdır. Bu yol, zâlim ve fâsık yöneticileri aklamak için kendilerince meşrû birtakım mâzeretler uyduranların mâzeretlerini iptal eden yoldur. Ümmetin tepesine musallat olan zorbaların elinden ümmeti kurtarmak için bulunmuş dengeli bir mücâdele metodudur. İmam Âzam, insanlara, zâlim ya da mazlum olmaktan başka seçenek bırakılmayan ortamlarda, dengeli bir çözüm, meşrû ve pratik bir çıkış yolu göstermiştir. (27)                                           

 

 

 

Zâlim ve Fâsık İmama Karşı Kıyam Hakkı

 

İmam Âzam, zâlim ve fâsık yönetime karşı müslümanların silâhlı başkaldırısını emr bi’l-ma’ruf ve nehy ani’l-münker farîzasının bir parçası olarak görmüştür. Bu konuda İmam Ebû Hanife ilk değildir. Emevîler, hilâfeti ellerine geçirdiğinden beri silâhlı kıyamı savunan sahâbe ve ulemâ eksik olmamıştır.

 

Sahâbeden Hicr bin Adiyy ve arkadaşları bu görüşteydiler ve yönetim tarafından katledildiler. Hz. Âişe ve Abdullah bin Mes’ud gibi ünlü isimler de bu çıkışları desteklediler. Hz. Hüseyin, zâlim ve fâsık yönetime karşı kıyâmın (hurûç ale’s-sultan) farziyyetine inanıyor ve bu uğurda şehâdeti göğüslüyordu. Hz. Ebûbekir’in torunu Abdullah bin Zübeyr de aynı inanç uğrunda mücâdele vermiş ve şehid edilmişti. İbn Eş’as ayaklandığında tâbiînin en ünlü âlimleri onun bu çıkışının şer’î olduğunu ilân ederek halkı yönetime karşı onu desteklemeye çağırıyorlardı. Bu cümleden olarak İbn Ebî Leylâ, eş-Şa’bî, Ebû’l-Bahterî ve Said bin Cübeyr’i sayabiliriz. Zamanlarının en ünlü fakîhleri olan bu zatlar İbn Eş’as kıyâmının içinde yer almışlar, bizatihî yardımcı olmuşlardır.

 

Hasan Basrî de kıyamları meşrû görmekle birlikte, başarılı olmasını şart koşmuş, başarılamaması durumunda çok kan dökülür gerekçesiyle kıyamların içinde bizzat yer almamıştır. Ancak, yönetimin verdiği maaşı reddetmiş, işledikleri zulümleri bir bir saymış, bunun gıybet olacağını söyleyen bazılarına “zâlimin zulmünü dile getirmek gıybet değildir” demiştir. Bu dönemde, her tarafta zâlimler tarafından oluk oluk müslüman kanı akıtılırken âlimlerden bazılarının “ilim” adı altında fer’î meselelerle halkı oylamasına içerleyen Hasan Basrî hayretini şöyle dile getirecektir: “Ne garip! Müslümanların kanlarının köpek kanı gibi akıtılmasına aldırmayanlar, pire kanının hükmünü soruyorlar.”

 

İmam Zeyd ile İmam Muhammed ve İbrahim’in kıyamlarında İmam Âzam’ın sergilediği tavır oldukça nettir. Kıyâmını Bedir Zaferi’ne benzettiği İmam Zeyd’e elinden gelen her türlü yardımı yapması, onu çağının diğer fakîhlerinden ayıran en önemli boyutudur. Bu olaylarda verdiği fetvâ ve sergilediği tavırlardan anlaşılan o ki İmam Âzam, İmam Zeyd ile İmam Muhammed ve İbrahim’e biat etmişti. İmam, İbrahim bin Hasan’ın kıyâmında “boynumuza ipler takılsa yine de sözünden dönenlerden olmayacağız” diyordu. Basra’lı tâbîsi Ebû İshak’a: “İbrahim’in safında cihad eden kardeşinin aldığı sevap, senin kâfirlerle giriştiğin savaşta aldığın sevaptan üstündür” diyordu.

 

İmam Âzam’ın zâlim ve fâsık yönetimler karşısında gösterdiği bu tavır konusunda çağdaşlarından fakîh Evzaî şöyle der: “Ebû Hanife’nin tüm ictihadlarına tahammül ettik. Ne ki, bu kez zâlim ve fâsık yöneticiye karşı silâhlı kıyâmı kabullenerek, üzerimize kılıçla geldi. Emr bi’l-ma’ruf nehy ani’l-münker’in vücûbuna inanıyordu. Kendisine bu konuda hüküm soranlara Rasûlullah’ın şu hadisini naklediyordu: “Şehidlerin en erdemlisi Hamza bin Abdulmuttalib ve zâlim yöneticiye iyiyi emredip kötüden sakındırdığı için öldürülen kimsedir.” (Cessâs, Ahkâmu’l-Kur’an, I/87)

 

İmam Âzam, bu ictihadının altını kanıyla imzalamış, Allah da onun adını yüceltmiş ve ebedîleştirmiştir. İmam Âzam’ın bu konudaki ictihadlarını ve tavrını çok net bir biçimde özetleyen Hanefî mezhebinin ünlü imamı Ebûbekir el-Cessâs, yöneticilerin zulmüne ve fıskına karşı hassâsiyetini yitiren kimi tâvizkâr âlimleri eleştirerek şunları söyler: “Geçmişte ve günümüzde câhil ve lüzumsuz bazı hadisçiler hâriç İslâm ümmetinin âlimlerinden hiçbiri böyle bir durumda silâhlı kıyâma karşı çıkmadı. Bu câhil ve lüzumsuzlar, bağî olan topluluğun öldürülmesini, emr bi’l-ma’ruf nehy ani’l-münker’in silâhla yapılmasını hoş görmeyip ona karşı çıktılar. Allah’ın şu âyetini işittikleri halde silâhla emr bi’l-ma’ruf nehy ani’l-münker’i fitne sayıp azgın zorbaların öldürülmesini kerih gördüler: “Saldırganlık yapanlarla Allah’ın hükmüne boyun eğinceye kadar savaşın.” (49/Hucurât, 9) Âyetin lafzı, savaş işinin kılıç, ya da başka silâhlarla olmasını gerekli kılıyor.

 

Bazıları, sultanın zulmüne, fıskına, Allah’ın öldürülmesini haram kıldığı canlara kıymasına, karşı konulamayacağını, ancak sultanın dışındaki yöneticilere de silâhsız olarak sözle, ya da başka bir biçimde karşı konulabileceğini söylemekle ümmete düşmanlardan daha beter kötülük ettiler. Çünkü onların bu gibi fetvâları insanları zorbaları öldürmekten, zâlim ve günahkâr yöneticiye karşı koymaktan alıkoydu. İnsanlar ne zaman zâlim yöneticilere ma’rufu emredip -velev ki silâhla olsun- münkerden nehyetmediler, işte o zaman tüm İslâm topraklarını kesif bir zulüm bulutu kuşattı. Din de gitti, dünya da gitti elden ve birçok zındıka akım türedi.” (A.g.e. II/320-321) (28) 

 

 

 

Tefsirlerden İktibaslar

 

Elmalılı diyor ki:

“Her durumda sana bey'at edenler ancak Allah'a bey'at etmektedirler. Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdi bozarsa ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah'a verdiği ahde vefa gösterirse Allah ona büyük bir mükâfat verecektir.” (48/Feth, 10). Muhakkak ki o sana bey'at edenler yalnız Allah'a bey'at ederler. Çünkü Rasûle Rasûl olması yönüyle boyun eğmek, gönderene itaat edip boyun eğmektir. "Kim peygambere itâat ederse, Allah'a itaat etmiş olur." (4/Nisâ, 80) yine Tevbe Sûresi'nde "Allah mü’minlerden mallarını ve canlarını... satın almıştır." (9/Tevbe, 111) âyetlerinin tefsirine bkz.) Bunun indirilmesi biraz sonra geleceği üzere Hudeybiye'de ağacın altında yapılan rıdvân bey’ati hakkındadır. Kaçmamaya veya ölüme söz vererek bey'atleşmiş idiler. Fakat mânânın genel olması gerekir. Allah'ın eli onların elleri üzerindedir, yani bey'atleşme bir alım-satım gibi elele vererek karşılıklı bir antlaşma ve şartlaşma halinde ise de hakikatte bundan faydalanacak olanlar onlardır. Çünkü Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir. İbnü Cerir tefsirinde der ki; bunda iki vecih vardır, birisi: Bey'at yaparlarken Allah eli onların ellerinin üzerinde demektir. Çünkü onlar Allah'ın peygamberine bey'at etmekle Allah'a bey'at etmiş oluyorlardı. Birisi de: Allah'ın kuvveti onların kuvvetinin üzerindedir, demektir. Birincisine göre cümle, bey’ati tasvir halinde bir te'kid olarak peygamber, Allah Teâlâ'nın bir elçisi, hükümlerini uygulamaya memur bir âleti olmak itibariyle Allah'ın bir eli tasvir edilmiş, bir hayal ettirilmiştir. Çünkü Allah Teâlâ, kendisinden bir cüz olmak mânâsına uzuvlardan berîdir. İkinci mânâya göre ise istinaf (başlangıç) cümlesi olarak "yed" kuvvet ve kudret veya nimet mânâsına tevil olunmuştur ki ikisinin de sonucu bu bey'atten oluşan asıl faydanın bey'at edenlere ait olacağını açıklamaktır. Onun için buna ilişkin olarak buyuruluyor ki: Bunun üzerine her kim cayarsa yalnız kendi aleyhine caymış olur, her kim de Allah'a verdiği ahde vefa gösterirse O, ileride ona büyük bir mükâfaat verecektir ki Cennet ve rızâsıdır. Orada gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve insan kalbine henüz düşmemiş şeyler vardır.

 

“Andolsun o ağacın altında (Hudeybiye'de) sana bey'at ederlerken Allah, mü’minlerden râzı olmuştur. Kalplerinde olanı bilmiş, onlara güven indirmiş ve onları pek yakın bir fetih ile mükâfatlandırmıştır.” (48/Feth, 18). "Andolsun ki o ağacın altında sana bey'at ederlerken Allah, mü’minlerden râzı olmuştur." İşte yukarıda adı geçen bu bey'at, Hudeybiye’de yapılan ve bu âyet sebebiyle Allah Teâlâ'nın rızâsıyla müjdelenmiş olduğundan dolayı Bey'atü'r-Rıdvân ismi verilmiş olan bey'attır. Kıssayı tefsirciler şöyle özetlemişlerdir: Rasûl-i Ekrem (s.a.s.), Hudeybiye'ye indiğinde Huzâîler'den Hıraş b. Ümeyye'yi Sa'leb adındaki devesine bindirip Mekke'lilere gönderdi. Harp niyetinde olmayıp yalnız Kâbe'yi ziyaret ve Umre için geldiğini bildiriyordu, bunu varıp onlara söyleyince deveyi vurdular, kendisini de öldürmek için hücum ettiler; fakat Ehâbiş (Habeşliler) araya girip kurtardılar. O da gelip durumu Rasûlullah'a haber verdi, Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) Hz. Ömer'i göndermek için çağırdı: Hz. Ömer (r.a.): “Yâ Rasûlallah! dedi; onlar benim kendilerine olan hiddet ve düşmanlığımı bilirler. Ben onlara güvenemem, şâyet bir ezâya uğrarsam Mekke içinde beni savunacak hısımlarım Adiy oğullarından kimse yoktur. Bundan dolayı Osman b. Affân'ı gönderseniz, orada onun akraba ve taallukatı çoktur, hem onu severler, irâdenizi o bildirebilir.” Bunun üzerine Rasûlullah Hz. Osman'ı çağırdı, Kureyş'e gönderdi "Biz onlarla muharebeye gelmedik, yalnız ziyaret ve Umre için geldik, bunu haber ver ve kendilerini İslâm'a davet eyle!" dedi ve Mekke'de imana gelmiş bir kısım erkeklere ve kadınlara varıp fethi müjdelemesini ve Allah Teâlâ'nın dininin yakında Mekke'de ortaya çıkacağını haber vermesini de emretti. Bu suretle Hz. Osman, Kureyş'e gitti, kendisini Ebân b. Said b. Âs karşıladı, hayvanından indi, onu bindirdi ve kayırdı (himayesine söz verdi), böylelikle Kureyş'e vardı, emrolunduğu haberi bildirdi, dediler ki: "İstersen sen beyti tavâf et fakat hepinizin üzerimize gelip girmeniz olmaz, ona yol yok!" Hz. Osman (r.a.) "Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) tavaf etmedikçe ben tavaf edemem." dedi. Bunun üzerine onu alıkoydular, göz hapsinde tuttular, beriden ise Rasûlullah'a ve müslümanlara "Osman katlolunmuş." diye duyuldu. Bunun üzerine Peygamber (s.a.s.), "O kavimle çarpışmadan gitmeyiz." dedi ve Peygamber (s.a.s.)'in nidâcısı şöyle çağırdı: Haberiniz olsun ki Rasûlullah'a Rûhu'l-Kudüs indi de ona bey'ati emretti, hemen çıkın Allah Teâlâ adına Peygamber'e bey'at edin. Derhal müslümanlar fırladılar ve Rasûlullah'a bey'at ettiler. Bu bey'at bir ağacın altında olmuş idi ki bir "semûre" ağacı idi. Denilmiştir ki, Rasûlullah ağacın dibine oturmuştu dallarından bir dal sırtının üzerine geliyordu, Abdullah b. Mugaffel (r.a) demiştir ki: Ben baş ucunda dikiliyordum ve elimde ağaçtan bir dal vardı, koruyordum, dalı sırtından kaldırdım. Önünde ölmek ve kaçmamak üzere kendisine bey'at ettiler, Rasûlullah onlara "Siz bugün dünya ehlinin en hayırlısısınız." buyurdu. Müslim ve diğerlerinde rivâyet edildiği üzere Câbir b. Abdullah (r.a.) "Biz Rasûlullah'a bey'ati kaçmamak üzere yaptık, ölüme bey'at etmedik." demiştir. Buhari'de Seleme b. Ekvâ (r.a)'tan da şöyle rivâyet edilmiştir: “Ben Rasûlullah'a ağacın altında bey'at ettim” demiş, “ne üzerine bey'at ettiniz?” denildiğinde de, “kaçmamak üzere” demiştir. Müslim, Ma'kıl b. Yesâr'dan da: Bey'at ederlerken Rasûlullah'ın yüzünden ağacın dallarını tuttuğunu rivâyet etmiştir. İlk bey'at eden Ebu Sinan-ı Esedî olmuştur ki Ukâışe b. Muhsin'in kardeşi Vehb b. Muhsin'dir. Beyhakî'nin Delâil'inde, Şa'bi'den rivâyetine göre, bu zat Hz. Peygamber'e "Elini uzat sana bey'at edeyim" dedi. Hz. Peygamber "Ne üzerine bey'at edeceksin?" buyurdu. "Nefsindeki ne ise onun üzerine" dedi. Müslim'in rivâyet ettiği Câbir hadisinde: Hz. Câbir: "Biz Peygamber (s.a.s.)'e bey'at ettiğimizde mübarek ellerini Ömer (r.a.) tutuyordu" demiştir. Fakat bu, bey’atin sonlarına doğru olduğu anlaşılıyor. Zira Sahih-i Buhari'de Nafi'den: Ömer (r.a.) Hudeybiye günü oğlu Abdullah’ı, Ensar'dan bir kimsenin yanında bulunan atını, üzerinde savaş yapmak üzere getirmeye göndermişti, Rasûlullah (s.a.s.) ağacın yanında bey'at alıyor, Ömer bilmiyordu, Abdullah bey'ati yaptı, sonra gitti, atı getirdi, Ömer (r.a.) savaş için zırh giyiyordu. Kendisine Rasûlullah'ın ağaç altında bey'atleştiğini haber verdi, hemen beraber gitti, Rasûlullah'a bey'at etti." diye de rivâyet edilmiştir. Demek ki ondan sonra Hz. Ömer, Rasûlullah'ın yorulmaması için mübarek elini tutmuştu. Bir de Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) sağ elini öbür eline vurup bu da Osman'ın bey'ati demişti, müşrikler bu bey'ati işitip korktular ve Hz. Osman ile müslümanlardan bir topluluğu da salıverdiler, bu Bey'at-i rıdvan'ı yapan mü’minlerin adedi en sahihi rivâyete göre bin dört yüzdür. Binbeşyüz kadar ve daha fazla rivâyetleri de vardır. Denilmiştir ki birinde küçükler ve tâbiler sayılmamış, diğerinde hepsi sayılmıştır, orada olanlardan hiç bey'at etmeyen kalmamış, yalnız Cedd b. Kays adında bir münâfık devesinin karnı altına gizlenmiş kalmış idi. Nâfi'den rivâyet edildiğine göre altında bey'at yapılan semüre ağacına daha sora insanlar gidip yanında namaz kılar olmuşlardı. Hz. Ömer işitti, o ağacın kesilmesini emrediverdi, henüz cahiliyye âdetini unutmayanların fitneye tutulup Allah'tan başkasına ibadet etmesinden sakınmıştı. Hz. Peygamber (s.a.s.)'den hadiste geçmiştir ki; "Rıdvan bey'atinde bulunan kimse ateşe girmez." Bu âyette de yemin ile "Allah râzı oldu." buyurmuştur. Ebu Hayyân der ki: Burada rızâ üzerlerine nimetlerin açıklanması mânâsına İlâhî sıfattır; Zâtî sıfat değildir. Çünkü "Sana bey'at ettikleri zaman..." diye zaman ile kayıtlanmıştır. Netice olarak; ism-i celiline yemin olsun ki Allah, o mü’minlerden hoşnut oldu, o ağacın altında sana bey'at ederlerken çünkü kalplerindekini bildi, doğruluk ve samimiyetlerini ve müşriklerin hareketlerine karşı üzüntü ve heyecanlarını bildi de üzerlerine o sekineti indirdi, sulha yatıştırdı. Ve onları yakın bir fetihle mükâfatlandırmıştır. Mekke'den dönüşte Hayber'in fethini kendilerine bir mükâfat olarak vaad etti. Bir de harpsiz olarak Hecr arazisi fetholunmuştu ki, birçok zaman hâsılâtından faydalandıkları güzel bir fetihtir. Hasan-ı Basrî; "yakın fetih"ten maksadın, bu olduğunu söylemiştir. Diğerleri ise Hayber demişlerdir (Hak Dini Kur’an Dili).

 

Seyyid Kutub diyor ki:

“Sana biat edenler, Allah'a biat etmektedirler. Allah'ın eli, onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa, kendi aleyhine bozmuş olur. Ve kim Allah'a verdiği sözü tutarsa Allah ona büyük bir mükâfat verecektir.” (48/Feth, 10). Rasûlullah gönderilmiş olduğu şu insanlığa şâhidtir. Kendisine emredileni onlara bildirdiğine, kendisini nasıl karşıladıklarına, içlerinden mü'minler, kâfirler ve münâfıklar olduğuna, iyiler ve bozguncular olduğuna şâhidlik edecektir. Peygamberliğini yerine getirdiği gibi şâhidlik de edecektir. Rasûlullah, mü'minler için hayır, bağışlanma, hoşnutluk ve iyi mükâfat müjdecisi; kâfirler, münâfıklar, isyankârlar ve bozguncular için de kötü âkıbet, gazap, lânet ve ceza ile korkutucu ve uyarıcıdır.

 

Rasûlullah'ın görevi bunlar... Sonra Yüce Allah kitabını mü'minlere çevirmekte, bu peygamberlikten güdülen hedefi onlara açıklamaktadır. Bu hedef; Allah'a ve Rasûlüne iman etmek, sonra imanın gereklerini yerine getirmektir. Buna göre mü'minler, Yüce Allah'ın şeriatını ve sistemini destekleyerek Yüce Allah'a yardım edecekler, O'nun yüceliğini gönüllerinde duyarak O'na tanzim edecekler, sabah-akşam tesbih edip hamdederek, O'nu noksan niteliklerden tenzih edeceklerdir. Sabah-akşam deyimi bütün günü üstü kapalı olarak anlatan bir terimdir. Çünkü bir günün iki ucu olan sabah ve akşam o günün bütün zamanlarını içermektedir. Bundan gaye, kalbin her an Yüce Allah’a bağlı olmasıdır. İşte bunlar; Rasûlullah'ı müjdeci, şâhid ve korkutucu olarak gönderilirken mü'minlerin imanından umulan semerelerdir.

 

Rasûlullah onları Yüce Allah'a bağlamak ve kendisinin aralarından ayrılması ile kopmayacak sürekli bir biati Yüce Allah ile onların aralarında oluşturmak için gelmiştir. Dolayısı ile Rasûlullah biat için elini onların elleri üstüne koyunca, bunu ancak ve ancak Allah adına yapmaktadır. Sana biat edenler ancak Allah'a biat etmektedirler. Allah'ın eli onların ellerinin üstündedir." Bu anlatım Rasûlullah ile aralarındaki biati canlandıran çok ürpertici ve yüceltici bir anlatımdır. Biate katılan her kişi, elini Rasûlullah'ın eline koyarken, Allah'ın elinin kendi elinin üstünde olduğunu ve Yüce Allah'ın bu biatte hazır olduğunu, biatin asıl sahibinin O olduğunu ve onu Yüce Allah'ın aldığını ve O'nun elinin mü'minlerin elleri üstünde olduğunu hissedecektir. Kimin? Yüce Allah'ın. Aman Allah'ım! Ne müthiş, ne hoş ve ne yüce bir olay bu!

 

İşte bu manzara, insanın aklından, biati bozma düşüncesini kökünden söküp atmaktadır. Çünkü Rasûlullah, kişi olarak ortadan kalksa bile Yüce Allah mevcuttur ve diridir. Allah almakta bu biati ve O vermektedir. Biati gözetleyen de kendisidir. "Kim ahdini bozarsa, kendi aleyhine bozmuş olur." Her yönden zarar görecek olan odur. Kendisi ile Yüce Allah arasındaki kârlı alış-verişten dönmekle zararlı çıkacak olan da odur. Yüce Allah ile kulu arasındaki her biatte ve her sözleşmede sürekli Allah’ın fazlından yararlanıp kârlı çıkacak olan kuldur. Çünkü Yüce Allah âlemlere hiç muhtaç değildir. Allah'a vermiş olduğu ahdi bozup cayınca zararlı çıkacak olan kulun kendisidir. Bunun sonucu olarak Yüce Allah'ın gazab ettiği ve çirkin gördüğü caymaya karşılık O'nun gazabına ve cezasına uğrayacak olan da kuldur. Çünkü Allah vefâyı ve sözünde sâdık olanları sever. "Ve kim Allah'a. verdiği sözü tutarsa Allah ona büyük bir mükâfat verecektir."

 

Evet ifadede yer aldığı gibi, niceliği belirtilip açıklanmayan “Büyük bir mükâfat…” Bu karşılık Yüce Allah'ın "büyük" diye nitelediği bir karşılıktır. Yeryüzünün insanlarının az olanı kavrayabilen, sınırlamaya mahkûm ve fâni akıllarının onu kavrayacak seviyeye asla çıkamayacağı Yüce Allah'ın ölçüsü, tartısı ve nitelemesine göre "Büyük bir mükâfat"tır.

 

Söz "biatin içyüzü"ne, biatten dönekliğin tehlikesine ve ahde vefanın önemine gelmişken, ifadenin akışı Allah'a kötü zan beslemeleri ve kendi anavatanında olan ve daha önce iki yıl arka arkaya Medine’ye saldıran Kureyş üzerine gitmekten, Rasûlullah ile çıkacak olanların başlarına zarar gelecek diye tahmin yürütüp de geri kalan bedevilere yönelmektedir. Evet, ifadenin akışı Rasûlullah'a, kendisi ve beraberinde bulunanlar sağ-sâlim geri dönünce onların özür dileyeceklerini haber vermek için onlara yönelmektedir. Kureyşliler Rasûlullah ile kavgadan vazgeçmiş, onunla savaşmamıştı. Kendisi ile bir anlaşma imzalamıştı. Şartları ne olursa olsun bu anlaşmadan açıkça görülen Kureyşliler geri adım atmışlar, Muhammed (s.a.s.)’i kendileri ile savaşı bırakma anlaşması yapılacak ve düşmanlığından çekinilen kendilerine denk bir güç kabul etmişlerdir. Sonra ifadenin akışı, onların asıl, neden kendisi ile gelmediklerini Rasûlullah'a ifşa etmekte ve onları rezil etmekte, Rasûlullah ve mü'minlerin önünde kirli çamaşırlarını ortaya dökmektedir. Öte yandan ifadenin akışı, Rasûlullah ve kendisi ile sefere çıkanlara müjdeli haberler vermektedir. Buna göre onlar yakında kolay ganimetler elde edecekler, onlara katılmayıp geri duran bedeviler bu kolay ganimetlerden elde etmek için kendisi ile gelmeyi isteyeceklerdir. İşte burada İlâhî ifadeler, Rasûlullah'a onlara ne şekilde davranacağını ve nasıl cevap vereceğini göstermektedir. Bu İlâhî telkine göre Rasûlullah onların kendisi ile birlikte yakında ve kolay elde edilecek ganimet için gelmelerini kabul etmeyecektir. Çünkü bu sadece daha önce kendisi ile yola çıkan ve Hudeybiye'de bulunanlara özeldir. Buna karşın Yüce Allah onlara başka bir hedef göstermektedir. Bu hedefte güçlük vardır. Ve güçlü kuvvetli bir toplulukla savaş vardır. Eğer itaat ederlerse büyük mükâfat elde edecekler, yoksa daha önce karşı geldikleri gibi yine karşı gelirlerse kendilerine şiddetli bir azap verilecektir.

 

“Andolsun ki, o ağacın altında sana biat ederken, Allah, mü'minlerden râzı olmuştur. Allah onların gönüllerinden geçeni bildiği için onların üzerine huzur ve güven indirdi ve onlara yakın bir fetih verdi.” (48/Feth, 18). Bu dersin tamamı, mü'minlerden söz etmekte, mü’minlerle konuşmaktadır. O ağacın altında Rasûlullah'a biat eden şu eşsiz, mutlu insan kitlesi ile konuşmaktadır. Yüce Allah o biatte bulunmuş, tanıklık etmiş ve kudret eli onların elleri üstünde kendisi almıştır biati. Bu ders, Yüce Allah'ın elçisine kendilerinden "Andolsun ki o ağacın altında sana biat ederken, Allah, mü'minlerden râzı olmuştur. Allah onların gönüllerinden geçeni bildiği için onların üzerine huzur ve güven indirdi ve onlara yakın bir fetih verdi" diye söz ettiğini işitme bahtiyarlığına eren kitle ile konuşmaktadır. Yine bunlar, Rasûlullah'ın kendileri hakkında "Sizler bugün yeryüzünün en hayırlı insanlarısınız." (Buhârî, Meğâzi 64, hadis no: 1685) övgüsünü işiten bahtiyar kitledir.

 

Bu derste Yüce Allah bu kitle hakkında hem Rasûlü ile ve hem de kendileri ile konuşmaktadır. Yüce Allah bu sözlerde kendilerine birçok fetihler ve ganimetler müjdelemekte ve yine bu seferde ve daha sonra çıkacakları diğerlerinde asla değişmez İlâhî adâletine bağlı olarak takdir etmiş olduğu zaferlerdeki himayesi ile onları kuşatma müjdesi vermektedir. Ve bu insanların küfre sapan düşmanlarını da şiddetle kınamaktadır. Ve o yıl savaşı bırakıp barışı tercihteki hikmetini onlara beyan etmektedir. Yine bu bahtiyar insanlara, Rasûlullah'ın Mescid-i Haram'a gireceklerine dair görmüş olduğu rüyanın doğruluğunu ve müslümanların oraya korkusuzca güven içinde gireceklerini, Yüce Allah'ın dininin yeryüzünde tüm dinlere üstün geleceğini vurgulamaktadır.

 

Hem ders ve hem de sûre, Rasûlullah'ın ashâbından şu mutlu ve eşsiz insan topluluğunun parlak ve değerli manzaraları ve Tevrat ve İncil'deki nitelikleri ile Yüce Allah'ın kendilerine bağış ve büyük mükâfat va'di ile son bulmaktadır.

 

O Ağacın Altında Biat Edenler: "Andolsun ki o ağacın altında sana biat ederken, Allah, mü'minlerden râzı olmuştur. Allah onların gönüllerinden geçeni bildiği için onların üzerine huzur ve güven indirdi ve onlara yakın bir fetih verdi." (48/Feth, 18) "Yine onlara alacakları birçok ganimetler bahşeyledi. Allah üstündür, hüküm ve hikmet sahibidir." (48/Feth, 19)

 

Bugün ben, geçen bin dört yüz küsur senenin ardından o kutsal ânı, bütün varlık âleminin Yüce Allah'tan, emîn Peygamberine bu topluluk hakkında gelen bu ulvî bildirisine tanık olduğu ânı kavramaya çalışıyorum. Varlık âleminin o andaki sayfasına ve gizli dünyasına bakmaya çalışıyorum. Varlık âlemi tüm benliği ile o anda bu âlemin belirli bir köşesinde bulunan o insanlar hakkındaki, şerefli ve kutsal İlâhî sözü nasıl karşıladılar, izlemeye çalışıyorum. Ve yine ben, âyette sözü edilen o insanlar kendileri olduklarını kulakları ile işiten bizzat, kendileri işiten, o mutlu insanların ruhsal duygularını bir parça hissetmeye çalışıyorum. Yüce Allah onlardan söz ederken, kendilerinden hoşnut olduğunu söylemekte, bulundukları yeri ve bu hoşnutluğu elde ederken bulundukları durumu "Onlar o ağacın altında biat ederken" diye belirtmektedir. Onlar bu sözleri doğru ve doğrulanmış Peygamberlerinin ağzından azametli ve yüce Rabblerinin sözcükleri ile işitmektedirler. Aman Allah'ım! Acaba bu bahtiyar insanlar o kutsal ânı ve bu İlâhî bildiriyi nasıl karşıladılar? Herkese teker teker bizzat işaret eden ve "Sen bizzat sen... Allah sana bildiriyor... Senden hoşnut olmuştur O. Sen biat ederken... O ağacın altında... Senin içinde geçen duyguları bildi O. Bildi de senin üzerine gönül huzuru indirdi" diyen, bildiriyi nasıl karşıladılar acaba? İçimizden herhangi biri "Yüce Allah inananların yardımcısıdır." (2/Bakara, 257) âyetini okur veya duyabilir; sonra da mutlu olur. Ve kendi kendine "Âyette yer alan o insanların arasına ben de dâhil olmayı neden ummayayım?" der. Ve yine, "Yüce Allah sabredenlerle birliktedir." (2/Bakara, 153) âyetini okur veya duyar da içine güven gelir. Ve kendi kendine “Bu sabredenlerden birinin de ben olduğumu neden ummayayım?” der. Oysa bu biate katılanlar, öyle midirler? Evet, Yüce Allah'ın bizzat kendilerini kastettiği ve kendilerinden hoşnut olduğu, içlerindeki duyguyu bildiği ve içlerinden geçen şeylerden hoşnut olduğunu tek tek kendilerine bildirdiği söylenmekte ve belirtilmektedir. Aman Allah'ım! Bu ne müthiş bir hal?

 

"Andolsun ki o ağacın altında sana biat ederken, Allah, mü'minlerden râzı olmuştur. Allah onların gönüllerinden geçeni bildiği için onların üzerine huzur ve güven indirdi ve onlara yakın bir fetih verdi.” (48/Feth, 18)

 

Yüce Allah onların kalplerinde kabaran izzet-i nefsin kendi benlikleri için değil, dinleri uğruna olduğunu bilmiştir. Biat ederlerken, niyetlerinin içten ve samimi olduğunu ve Rasûlullah'ın çağrısı karşısında birer müslüman, sabırlı ve itaatkâr kimseler olmak amacı ile duygularını frenlediklerini kışkırtmaya karşı oluşan reaksiyonlarını yendiklerini görmüştür. “Onların üzerine huzur ve güven indirdi” Güvenin indirilişi öyle bir ifade ile anlatılıyor ki, sanki yukarıdan kolayca, sakin ve ağır başlılıkla bir güven iniyor ve o tutuşmuş heyecanlı, kavgaya hazır coşkun kalplere dolarak huzur getiriyor, güven getiriyor, rahat ve sevinç getiriyor.

 

“Ve onları pek yakın bir fetihle mükâfatlandırmıştır.” Bu, sağladığı şartlar itibarı ile Hudeybiye ile barış anlaşmasını "Feth"e çeviren ve onu birçok fetihlere başlangıç yapan Hudeybiye barış anlaşmasıdır. Hayberin fethi de bu fetihlerden biri olabilir. Ki tefsircilerin çoğunluğu, Yüce Allah'ın müslümanlara bahşettiği yakın fethin bu fetih olduğunu söylerler. "Alacakları birçok ganimetlerle" "Yakın Fetih"ten maksat, Hayberin fethi ise, bu fetih ile birlikte alacakları bol ganimetlerle birlikte demektir. Eğer "Yakın fetih" müslümanlara birçok fetihlerin kapısını aralayan şu Hudeybiye barış anlaşması ise bu anlaşmayı izleyen fetihlerle elde edecekleri bol ganimetler demektir. "Allah üstündür, hüküm ve hikmet sahihidir." Bu ifade daha önce geçen âyetlerin sonuna çok uygun düşen bir ifadedir. Çünkü, hoşnutluk, fetih ve ganimet va'dinde Yüce Allah'ın hikmeti ve idaresi yanında, kuvvet ve kudreti de ortaya çıkmaktadır. Zaten kutsal ve şerefli va'd hikmet ve izzet ile gerçekleşir.

 

Biate katılan mü'minler hakkında, emîn olan Rasûlüne bu şerefli ve yüce bildiriden sonra, Yüce Allah sözünü bizzat mü'minlerin kendilerine yöneltiyor. Bu barış anlaşmasından ya da bir başka deyimle, teslimiyet içinde sabırla karşıladıkları şu "Fetih"ten sözediyor, onlara: "Allah size elde edeceğiniz birçok ganimetler va'detti. Bunu size hemen vermiş ve insanların ellerini sizden çekmiştir ki bu mü'minlere bir işaret olsun ve Allah sizi dosdoğru yola iletsin: "Bundan başka sizin güç yetiremediğiniz, ancak Allah'ın sizin için kuşattığı ganimetler de vardır. Allah her şeye kadirdir."

 

Mü'minlerin Yüce Allah'tan duydukları ve açıkça gördükleri bir müjdedir bu... Ve mü'minler Yüce Allah'ın kendilerine birçok ganimetler hazırlamış olduğunu öğrenmişler ve bundan sonra bu değişmez va'din doğru olduğuna dair birçok delilleri göre göre diledikleri gibi yaşamışlardı. Burada Yüce Allah onlara şu ganimetleri ivedi ve peşin olarak verdiğini belirtiyor. Burada Yüce Allah İbn Abbas'ın da söylediği gibi, Hudeybiye barış anlaşmasının başlıbaşına bir fetih ve bir ganimet olduğunu vurgulamak için, Hudeybiye barış anlaşmasını "hemen verilmiş ganimet" olarak değerlendirmiş olabilir. Daha önce belirttiğimiz gibi Rasûlullah'ın sözünden ve bu anlayışımızın doğruluğunu kendilerine özgü dilleri ile ifade eden olaylardan anlaşılacağı üzere, gerçekten de Hudeybiye barışı böyle bir fetih ve ganimettir.

 

Öte yandan Mücâhit'ten rivâyet edildiğine göre, Hudeybiye barışından sonra en yakın ganimet olması bakımından bu "hemen verilmiş ganimet"ler Hayber’in fethi de olabilir. Fakat birinci ihtimal gerçeğe daha yakın olmakta ve daha ağır basmaktadır. Yüce Allah onlara insanların ellerini kendilerinden çektiğini, yüce katından bir ihsan ve iyilik olarak hatırlatıyor. Gerçekten Yüce Allah kureyş müşriklerinin ellerini onlardan çektiği gibi, onlardan başka kendileri için üzerlerine belâlar gelmesini bekleyen düşmanlarının da elini çekmiştir... Sözün kısası, onlar azınlıkta, düşmanlar çoğunluktaydılar. Fakat müslümanlar biatlerini tutarak görevlerini yapmışlardır. Ve Allah da insanların ellerini (düşmanların ellerini) onlardan çekmiş ve kendilerini emniyete kavuşturmuştur.

 

"Ki bu mü'minlere bir işaret olsun: Yüce Allah başlangıçta hoş karşılamadıkları ve kendilerine çok ağır gelen bu olayın onlara bir ibret olacağını, hem de içinde Yüce Allah'ın kendileri hakkında gerçekleştireceği şeyleri ve Rasûlullah'a itaat ve teslimiyetlerinin mükâfatını görecekleri bir ders olacağını ifade ediyor. Ki bütün bunlar Yüce Allah'ın bu olayı gönüllerine önemli bir gelişme, bol hayır olarak yerleştirmesine ve kalplerine iç huzuru, mutluluk, hoşnutluk ve iman vermesine yol açan unsurlar olmuştur.

 

"Allah sizi dosdoğru yola iletsin." İtaatinizin, emre sarılmanızın ve içinizdeki samimiyetinizin karşılığı olarak sizi doğru yola çıkarsın... Böylece Yüce Allah onlara hem ganimet veriyor ve hem de hidâyet bahşediyor. Ve hoşlanmadıkları ve çok ağır kabul ettikleri bir anlaşma onlara her yönden tam bir hayır olarak ortaya çıkıyor. Böylece Yüce Allah onlara bildiriyor ki; onlar için kendi tercihi, tercih edilmesi gereken yararlı bir şeydir. Ve kalplerini mutlak itaat ve emre sarılmaya hazırlayan da kendisidir.

 

Yüce Allah ayrıca onlara yine ihsanda bulunmuş ve bundan başka bir ganimetin daha müjdesini vermiştir. Fakat bu ganimeti onların adına kudreti ve takdiri ile bizzat kendisi üstlenmektedir: "Bundan başka sizin güç yetiremediğiniz ancak Allah'ın sizin için kuşattığı ganimetler de vardır. Ve Allah her şeye kadirdir." Burada geçen "başka ganimetler" hakkında rivâyetler çeşit çeşittir. Acaba bu, Mekke'nin fethi mi, yoksa Hayber’in fethi mi, yahut da Kisra ve Kayserlerin ülkelerinin fethi mi? Yoksa bu Hudeybiye barışının ardından müslümanların elde ettikleri tüm fetihler mi diye rivâyetler çeşit çeşittir.

 

İlâhî ifadenin akışına en uygun düşeni, bu ganimetin Hudeybiye barışını izleyen Mekke'nin fethi olayıdır. Yürürlükte ancak iki yıl kalabilen ve sonra müşriklerin bozduğu bu anlaşma nedeni ile Yüce Allah Mekke'yi müslümanlara hemen hemen savaşsız açmış ve nasib etmiştir. Bilindiği gibi, bu Mekke önceleri müslümanlara boyun eğmemiş, onlara Medine'de kendi evlerinin önünde saldırmış ve Hudeybiye yılı kendilerini Mekke'ye sokmadan geri çevirmişti. Sonra Yüce Allah Mekke'yi çepeçevre kuşatmış ve onlara savaşsız olarak orayı teslim etmiştir. "Allah herşeye kadirdir." Burada bu müjde kapalı bir müjde idi, Yüce Allah bunu açıkça belirtmemiştir. Çünkü bu âyetin indiği sıralarda bu müjde Yüce Allah'ın, bilgisini vermediği şeylerden biri idi. Yüce Allah onların kalbine iç huzuru, hoşnutluk, ümit ve sevinç vermek için bu şekilde bir ifade ile îmâda bulunuyordu.

 

Bu peşin olan ganimete ve Yüce Allah'ın kendisinin bildiği ve müslümanların da beklemekte oldukları ganimete iman edilmesi münasebeti ile, Yüce Allah onlara üstün geleceklerini ifade etmekte ve o yıl barış yapmaları, onların güçsüzlüğü ya da müşriklerin üstünlüğü nedeni ile değil, fakat kendisinin gözetmiş olduğu bir hikmet nedeni ile olduğunu ve küfre sapanlar eğer kendileri ile savaşırlarsa onların yenileceklerini açıklıyor. Mü'minlerle kâfirler birbirleri ile ne zaman kesin amaçlı, ölüm-kalım savaşına tutuşurlarsa Yüce Allah'ın yasası hep böyle olmuştur (Fî Zılâli’l Kur’an).

 

 

 

 

1-       Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y., s. 82-87

2-       Nureddin Yıldız, Sosyal Bilgiler Ansiklopedisi, Risale Y.

3-       Vecdi Akyüz, Kur’an’da Siyasi Kavramlar, Kitabevi Y., s. 202-209

4-       Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Y., s. 109-117

5-       Cengiz Kallek, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 120-124

6-       Ahmet Ağırakça, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 79-81

7-       A. Ağırakça, a.g.e., c. 1, s. 231-232

8-       Mustafa Fayda, TDV İslâm Ansiklopedisi, Bey’atü’r-rıdvan maddesi

9-       Osman Türer, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 124-125

10-    Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, s. 181-182

11-    Hüseyin K. Ece, a.g.e., s. 302

12-    Ahmet Yaşar, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 3,  s. 143-144

13-    Süleyman ed-Demirci, El-İmâmetu’l-Uzmâ, İslâm’da Devlet Başkanlığı, s. 491-493

14-    Mustafa Çelik, İslâmî Hareket Fıkhı, c. 4, s. 42

15-    Abdülkadir Udeh, İslâm ve Siyasî Durumumuz, s. 121-122

16-    İmam Mâverdi, el-Ahkâmu’s-Sultâniyye, s. 5    

17-    Kemâleddin İbn Hümam, Kitabü’l-Müsâyera, s. 265

18-    İmam Ebû Muîn en-Nesefî, Bahrü’l Kelâm fî Akaidi’l-ehli’l-İslâm

19-    İbn Âbidin, Reddü’l-Muhtar al’d-Dürri’l-Muhtar, c. 2, s. 384

20-    İmam Serahsî, el-Mebsût, c. 10, s. 3

21-    İbn Âbidin, a.g.e. c. 12, s. 145

22-    Yusuf Kerimoğlu, a.g.e., s. 182-183

23-    Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Y. c. 2, s. 407

24-    C. Tayyar Soykök, Kur'an'da İmam ve İmamet, Haksöz, sayı 62, 64

25-    İbn Kesir, Hadislerle Kur'ân-ı Kerim Tefsiri, c. 2,  s. 536

26-    Beşir İslâmoğlu, İslâmî Hareketin Tarihî Seyri, Denge Y., s. 46-49

27-    Mustafa İslâmoğlu, İmamlar ve Sultanlar, Denge Y., s. 239-242

28-    A.g.e. s. 246-249

  

 

  

 

Bey’at Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler

 

A- Bey’at Anlamında Kullanılan “Bâyea” Fiili ve Türevlerinin Kullanıldığı Âyet-i Kerimeler (Toplam 6 Yerde): 9/Tevbe, 111; 48/Fetih, 10, 10, 18; 60/Mümtehıne, 12, 12)

 

B- Bey’at kelimesinin Türediği “B-y-a” Kökünün Değişik Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 15 Yerde): 2/Bakara, 254, 275, 275, 282; 9/Tevbe, 111, 111; 14/İbrâhim, 31; 22/Hacc, 40; 24/Nûr, 37; 48/Fetih, 10, 10, 18; 60/Mümtehıne, 12, 12; 62/Cum’a, 9. 

 

C- Kur’ân-ı Kerim’de “İmam”  ve Çoğulu “Eimme”  Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (12 âyet): 2/Bakara, 124; 9/Tevbe, 12; 11/Hûd, 17; 15/Hıcr, 79; 17/İsrâ, 71; 21/Enbiyâ, 73; 25/Furkan, 74; 28/Kasas, 5, 41; 32/Secde, 24; 36/Yâsin, 12; 46/Ahkaf, 12.

 

D-   Kur’ân-ı Kerim’de Halîfe Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 2 Yerde): 2/Bakara, 30; 38/Sâd, 26.

a-  Halîfe Kelimesinin Çoğulu Halâif ve Hulefâ’ Kelimelerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 7 Yerde): 6/En’âm, 165; 7/A’râf, 69, 74; 10/Yûnus, 14, 73; 27/Neml, 62; 35/Fâtır, 39.

b-  Halife Kelimesinin Türevlerinin Geçtiği Diğer Âyet-i Kerimeler (+Toplam Yerde) 6/En’âm, 133; 7/A’râf, 129, 169, 169; 9/Tevbe, 118, 120; 11/Hûd, 57; 19/Meryem, 59, 64; 24/Nûr, 55, 55; 34/Sebe’, 39; 57/Hadîd, 7.  

c-  Halife Kavramıyla İlgili Konular: 2/Bakara, 30; 6/En'âm, 133, 165; 7/A'râf, 69, 74, 129, 169; 10/Yûnus, 14, 73; 11/Hûd, 57; 19/Meryem, 59; 24/Nûr, 55; 27/Neml,   62; 35/Fâtır, 39; 38/Sâd, 26.

 

 

 

 

Bey’at Konusuyla İlgili Hadis-i Şerif Kaynakları

 

Buhârî, Ahkâm 43, 44, 46, 49, Cihâd 110, Enbiyâ 50;

Müslim, İmâre 44, 46, 58, 61, 80; Cenâ'iz 33, Cum’a 46, İmân 98, 152, 192; Zekât 108, Selâm 126;

İbn Mâce, Cihâd 41, Fiten 9, Tıb 44; Nesâî, Bey'at 8, 17, 18, 20, 21; Tahrîmü'd-dem 14, Tatbik 35;

Ebû Dâvûd, İmâre 9, Zekât 27;

Tirmızî, Menâkıb 18, Siyer 34, 36

Ahmed bir Hanbel, Müsned, V/85; VI/409;

 

 

 

 

Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar

1.        Bey’at ve Seçim Sistemi, M. Ali Kapar, Beyan Y.

2.        İslâm’ın İlk Döneminde Siyasal Katılma, Davut Dursun, Beyan Y.

3.        Siyasal Katılım, Zübeyir Yetik, Fikir Y.

4.        İslâm Siyasî Düşüncesinde Muhalefet, Nevin A. Mustafa, İz Y.

5.        Din-Devlet İlişkileri Sempozyumu, Beyan Y.

6.        Asr-ı Saâdette İslâm, 5 cilt, Beyan Y.

7.        Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslâm, Heyet, Kahraman Y.

8.        İslâm'da Siyasî Düşünce ve İdare, Harun Han Şirvani, Nur Y.

9.        Biat, 1, 2, 3, Nuri Pakdil, Edebiyat Dergisi Y.

10.     Sonsuz Biat, Ahmet Taşgetiren, Erkam Y.

11.     Osmanlı Tarih deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, Mehmet Zeki Pakalın, M.E.B. Y., c. 1, s. 228-231

12.     İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y., s. 82-87

13.     Sosyal Bilgiler Ansiklopedisi, Nureddin Yıldız, Risale Y., Bey’at Maddesi

14.     Kur’an’da Siyasi Kavramlar, Vecdi Akyüz, Kitabevi Y., s. 202-209

15.     Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Beyan Y., s. 109-117

16.     TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 120-125; Akabe Biati ve Bey’atü’r-rıdvan maddeleri

17.     Şamil İslâm Ansiklopedisi, Ahmet Ağırakça, Şamil Y., c. 1, s. 79-81, 231-232

18.     Rasûlullah’ın Diplomatik Münasebetleri, Abidin Sönmez, İnkılap Y.

19.     Hâkimiyet Allah’ındır, Ziyaüddin el-Kudsi, Hak Y.

20.     Hükmüllah, Heyet, Hilâl Y.

21.     Hâkimiyet Allah’ındır, Âyetullah eş-Şiran, İhtar Y.

22.     İslâm’da Hükümet, Mevdûdi, Hilâl Y.

23.     İslâmî Hareket Fıkhı, Mustafa Çelik, Yenda Y. c. 1, s. 523-528; c. 2, s. 27-36, 291-299

24.     İslâm Siyaset İlişkileri, Süleyman Uludağ, Dergâh Y.

25.     İslâm Devlet Yapısı, M. Beşir Eryarsoy, İşaret/Bunuc Y.

26.     İslâm Siyasî Düşüncesinde Muhalefet, Nevin A. Mustafa, İz Y.

27.     İslâm’ın Siyasî Yorumu, Ebû’l-Hasan Ali Nedvi, Akabe Y.

28.     Devlet ve Devrim, Münir Şefik, Dünya Y.

29.     Modern Çağda İslâm’ın Politik Sistemi, Lokman Tayyib, İlke Y.  

30.     İslâm’da Hükümet, Mevdudi, Hilal Y.

31.     İslâm İnkılâbının Süreci, Mevdudi, Özgün Y.

32.     İslâm Nizamı, Mevdudi, Hilal Y.

33.     İslâm’da Siyasî Sistem, Mevdudi, Özgün Y.

34.     İslâm Düşüncesi Sempozyumu, Beyan Y.

35.     İslâm’ın İlk Asrında İktidar Mücadelesi, Adnan Demircan, Beyan Y.

36.     Çağdaş Haricilik Düşüncesi, A. Celi, Beyan Y.

37.     Hz. Ali’nin Hilâfeti Hakkında, Gadir-i Hum Olayı, Adnan Demircan, Beyan Y. 

38.     Din-Siyaset İlişkisi, Adnan Demircan, Beyan Y. 

39.     Ali-Muaviye Kavgası, Adnan Demircan, Beyan Y. 

40.     Emeviler Döneminde Saray Hayatı, M. Koyuncu, Beyan Y.

41.     El-İmâmetü’l-Uzmâ, İslâm’da Devlet Başkanlığı, Süleyman ed-Demirci, trc. İbrahim Cücük, Ravza Y.    

42.     İmamlar ve Sultanlar, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y.

43.     İmamet ve Rehberiyyet Reçetesi, Murtaza Mutahhari, çev. Ünal Çetinkaya, Endişe Y.

44.     İmamet ve Rehberiyet Felsefesi, Muhammed Beyşehri, çev. Ünal Çetinkaya, Endişe Y. 

45.     İmam En Büyük Önder, Ensari Kirmani, çev. İrfan Keser, Endişe Y.

46.     İslâmî Siyaset Teorisi ve Sorunlar, Heyet, Ekin Y.

47.     Ümmet Bilinci, Atasoy Müftüoğlu, Denge Y.

48.     Ulemâ ve Dinî Otorite, Derleme, İnsan Y.

49.     İslâm ve Siyasî Durumumuz, Abdülkadir Udeh, terc. M. Beşir Eryarsoy, Pınar Y.

50.     Ahkâmu’s-Sultâniyye, İmam Mâverdi, Bedir Y. 

51.     Kur'an'da İmam ve İmamet, Cafer Tayyar Soykök, Haksöz, sayı 62, 64 (Mayıs, Temmuz, 1996)

52.     İslâm’da İmâmet ve Hilâfet, Hasan Gümüşoğlu, Kayıhan Y.

53.     Hilâfet: Modern Arap Düşüncesinin Eleştirisi,  Fehmi Şinnavi, İnsan Y.

54.     Halifesiz Günler, Hakan Albayrak, Denge Y.

55.     Hilâfet ve Şehâdet, Muhammed Bâkır es-Sadr, Objektif Y.

56.     Hilâfet ve Halifesiz Müslümanlar, Sadık Albayrak, Araştırma Y.

57.     Hilâfet Nasıl Yıkıldı? Abdülkadim Zellum, Hizbü’t-Tahrir Y.

58.     Hilâfet ve Kemalizm, Şeyhülislâm Mustafa Sabri, Âlem Y/Araştırma Y.

59.     Hilâfetin İlgâsının Arkaplanı, Şeyhülislâm Mustafa Sabri, İnsan Y.

60.     Hilâfet-i İslâmîyye ve T.B.M. Meclisi, İsmail Şükrü, Bedir Y.

61.     Hilâfet (Geçmişi ve Geleceği ile), Kadir Mısıroğlu, Sebil Y.

62.     Hilâfet ve Saltanat, Mevdudi, Hilâl Y.

63.     Hilâfetin Saltanata Dönüşmesi, Vecdi Akyüz, Dergâh Y.

64.     Hilâfet Hareketleri, Mim Kemal Öke, T. Diyanet Vakfı Y.

65.     Hilâfetin Kaldırılması Sürecinde Cumhuriyetin İlanı,  1-2, Murat Çulcu, Kastaş Y.

66.     Halifeliğin Kaldırılması ve Laiklik, Seçil Akgün, Turhan Kitabevi Y. 

67.     Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 4, s. 244-260

68.     TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 7, s. 17-19

69.     Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 269-270

70.     İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 95-101

71.     Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 383-388

72.     Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. s. 75-79

73.     İnanç Sorunları, Hudaybi, İnkılâb Y.

74.     İslâm ve Siyasî Durumumuz, Abdülkadir Udeh, Pınar Y.

75.     Anayasa ve Demokrasi, Abdurrahman Dilipak, Emre Y.

76.     Laiklik, Demokrasi ve Hâkimiyet, M. Beşir Eryarsoy, Buruc Y.

77.     Siyasî Hutbeler, Şeyh Said Şaban, Endişe Y.

78.     Gelin Bu Dünyayı Değiştirelim, Mevdudi, Özgün/İnkılâb Y.

79.     Kur’an’a Göre Dört Terim, Mevdudi, Beyan Y.

80.     Yeryüzü Tanrıları Şirk Psikolojisi, Hamdi Kalyoncu, Marifet Y.

81.     İslâm Kapitalizm Çatışması, Seyyid Kutub, Bir/Arslan Y.

82.     Yoldaki İşaretler, Seyyid Kutub, Fecr/Dünya/Özgün/Pınar Y.

83.     İslâm’ın Dünya Görüşü, Seyyid Kutub, Arslan Y.

84.     İslâm Toplumuna Doğru, Seyyid Kutub, İslâmoğlu Y.   

85.     İslâm - Laiklik, Yusuf Kardavi, Denge Y.

86.     İslâm, Laiklik ve Kenan Evren, N. Yücel Mutlu, Rehber Y.

87.     İslâm ve Laisizm, Nakib Attas, Pınar Y.

88.     Laik Düzende İslâm’ı Yaşamak, 1-2, Hayreddin Karaman, İz Y.

89.     Laiklik Yargılanıyor, Rauf Pehlivan, Gonca Y.

90.     Laik Vahşet, Faruk Köse, Mektup Y.

91.     Laiklik Çıkmazı, Ahmed Taşgetiren, Erkam Y.

92.     Laiklik Devrini Kapamıştır, İsmail Kazdal, İhya Y.

93.     İslâm Açısından Laiklik, Muhammed İslâmoğlu (Sadreddin Yüksel), Özel Y.

94.     Laikliğin Neresindeyiz? Safâ Mürsel, Yeni Asya Y.

95.     Laik Demokratik Cumhuriyet İlkelerine Bağlı Kalacağıma, Abdurrahman Dilipak, Risale Y.

96.     Laisizm, Abdurrahman Dilipak, Beyan Y.

97.     Din ve Laiklik, Ali Fuad Başgil, Yağmur Y.

98.     Türkiye’de Laiklik İdeolojisi, Ahmet Parlakışık, Objektif Y.

99.     Türkiye’de Laiklik ve Fikir Özgürlüğü, Fehmi Koru, Beyan Y.

100.  Müslüman Laik Olamaz, Ali Kemal Saran, Şelale Y.

101.  Sosyalizm Bitti Laiklik Alır mıydınız? Yavuz Bahadıroğlu, Nesil Basım Y.

102.  Osmanlı ve Safevîlerde Din-Devlet İlişkisi, Vecih Kevseranî, Denge Y.  

103.  Medenî Vahşet, Hüsnü Aktaş, Ölçü Y.

104.  Çağdaş Truva Atı Demokrasi, İsmail Kazdal, İhya Y.

105.  Demokrasi Risalesi, Yaşar Kaplan, Timaş Y.

106.  Alaturka Demokrasi ve Alaturka Laiklik, İhsan Süreyya Sırma, Beyan Y.

107.  Demokrasi ve Totalitarizm,  Raymond Aron, Kültür Bakanlığı Y.  

108.  İzmlerin Çöküşü ve İslâm’ın Yükselişi, M. Emin Gerger, Şelale Y.

109.  İlahlar Rejiminin Anatomisi, Mustafa Çelik, Ölçü Y.

110.  Lâ 1-2, Mustafa Çelik, Ölçü Y. 

111.  İslâm’a Göre Partinin Hükmü, Muhammed Fatih, Tevhidî Çekirdek Y.

112.  Devlet ve Din, Çetin Özek, Ada Y.

113.   Ceza Hukuku ve Demokratik Düzenin Korunmasında Laiklik İlkesi, Çetin Özek, 1978, İstanbul

114.   Türk Hukukunda Laikliği Koruyucu Ceza Hükümleri, Çetin Özek, 1961, İstanbul

115.   İslâm’da Bey’at (Seçim Usûlü) Selçuk Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi Sayı:4, Konya, 1991, s.73-83.

116.   Hz.Peygamber Döneminde Bey’at, Selçuk Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, Sayı:5, Konya,1994, s.75-83.

117.   İktibas Dergisi, c. 5, sayı 97, 98, 99

118.   Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, İbrahim Canan, Akçağ Y., c. 2, s. 271-302, c. 4, s. 317-319, c. 6, s. 415-417, c. 13, s. 63-65, c. 16, s. 344-346, c. 17, s. 364-365