Bakara, 217; Kavram 127

 

 

 

İ R T İ D Â D

 

 

İrtidâd; Anlam ve Mâhiyeti

Mürted

Fıkhî İctihadlara Göre Mürtedin Cezası

Ridde Savaşları

Kur'ân-ı Kerim'de İrtidâd Kavramı

Hadis-i Şeriflerde İrtidâd Kavramı

Mürtede Verilecek Dünyevî Cezânın Tahlili

İrtidadın Dünyevî Cezası Yoktur Diyenlerin Delilleri

Gizli İrtidâd

Şirkin Çağdaş Yansımaları; Özendirilen ve Dayatılan Mürtedlik

şrik ve Mürtedlerle Mücâdele

Şirk, Küfür ve İrtidaddan Korunma Yolları

İrtidâd, İrticâ/Gericilik Demektir; Mürted de Mürtecî/Gerici

“Sana haram aydan ve onda savaşmanın doğru olup olmadığından soruyorlar. De ki: ‘Haram ayda savaşmak büyük bir günahtır. Ancak, (insanları) Allah yolundan çevirmek, Allah’ı inkâr etmek, Mescid-i Haram’ın ziyaretine mâni olmak ve halkını oradan çıkarmak; bunlar Allah katında daha büyük bir günahtır. Onlar eğer güçleri yeterse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler. Sizden kim, dininden irtidâd edip döner de kâfir olarak ölürse, onların yaptıkları işler dünyada da âhirette de geçersiz sayılmıştır. Onlar cehennemliktir ve orada devamlı kalırlar.” (2/Bakara, 217)

 

 

İrtidâd; Anlam ve Mâhiyeti

İrtidâd, Arapça bir kelime olup, ridde’nin türevidir. Reddetmek, geri çevirmek ve bir işten rücû etmek gibi manalara gelir. Istılahta, iman ettikten sonra, İslâm’dan dönmeye verilen isimdir. İslâm dinini terkedip başka bir dine geçmek veya eski inancına dönmeye irtidat; bunu yapan kimseye de “mürted” denir.

Kur’an’da irtidatla ilgili şöyle buyrulur: “Sizden kim irtidat eder (dininden döner) ve kâfir olarak ölürse, işte onların dünya ve âhirette amelleri boşa çıkmıştır ve onlar cehennem ehlidir, orada ebedî kalacaklardır.” (2/Bakara, 217). “Kim imanı küfürle değiştirirse, şüphesiz o, dümdüz yolun ortasında sapıtmıştır.” (2/Bakara, 108)

İrtidâd edip, dinden dönen, İslâm’ı terkedip küfrü veya şirki seçen kimseye mürde denir. İslâm’dan çıkma olayına ‘ridde’ veya ‘irtidat’ denilmektedir. Mürted, müslümanlığı kendi isteğiyle, hiç bir baskı olmadan seçtiği halde, sonradan çeşitli nedenlerle yine kendi arzusu ile terkeden, küfrünü açıkça ortaya koyan insandır. Kur’ân-ı Kerim, böylelerinin çirkin durumunu açıklayarak onları kötü bir âkıbetin/sonucun beklediğini haber veriyor (2/Bakara, 217).

Mürtedin Kişiliği: Mürted, kişilik zaafı olan biridir. Doğru bir bilgiye ve sağlam bir görüşe sahip olamamıştır. İnandım dediği dini yeterince benimsememiştir. Bir başka fikir veya inanç, hoşuna giden bir dünyalık onu daha çok etkilemiştir. ‘İslâm’dan çıkarsam, gayri müslimlerin safına geçersem maddî bir çıkar kazanabilirim’ diye düşünmüştür. Kendisine çok süslü gösterilen, İslâm dışı hayat şekilleri daha çok hoşuna gitmiştir. Nefsinin arzuları kabarıp taşmıştır. Çok şey istemektedir, bir çok şeyden zevk alma arzusundadır, ama müslüman kaldığı müddetçe bunlara ulaşması zordur. Zaten pamuk ipliği ile bağlı olduğu İslâm bağını hemen koparıp atmaktadır.

Mürtedlik aslında sıradan bir mesele değildir. Allah katında din seçmek insan varlığı için en önemli olaydır. Âlemlerin Rabbi, insana değer veriyor, onu kendisine muhâtap (hitap edilecek kişi) olarak kabul ediyor, deyim yerindeyse, insanı ‘adam yerine koyuyor’. Ona elçiler ve din gönderiyor, ona doğru yolu gösteriyor. Buna karşın insanların bir kısmı buna aldırmıyor, yahut elçilerle gelen dâvete karşı çıkıyor, ya da onu eğlenceye alıyor. Bunun bir belirtisi olarak da bazen inandığını söylüyor, bazen de bu inandığı dini terkediyor. Kimileri de dışarıdan inanmış gibi görünüyor, ancak içinden inkârcılığa devam ediyor. Aslında pek de âciz olan ve ölünce mutlaka Rabbinin huzuruna çıkacak olan insanın bu denli cesur olması, cür’ette bulunması, korkmaması, yaptığı işin sonunu düşünmemesi ne kadar acıdır!

Kendisine verilen değeri anlamayan ve değerini çok çok yüceltecek olan ilâhî dâvete kulak vermeyen insandan daha akılsızı, daha bedbahtı/şanssızı var mıdır? Böyleleri bile bile zararlı ve kötü olanı tercih ediyorlar, derecelerini kendi elleriyle alçaltıyorlar. Bir kısmı da kurtuluş ve mutluluğun adı olan İslâm’ı kabul ettikten sonra şu veya bu sebepten dolayı onu terkediyorlar. Onu ya beğenmiyorlar, ya küçümsüyorlar, ya da çıkarlarına engel görüyorlar.

Hangi sebeple olursa olsun bu tavır Allah’ın sevmediği bir tavırdır. Bu davranış âlemlerin Rabbi Allah ve O’nun aziz dini İslâm ile -hâşâ- dalga geçmek gibidir. Bu bir ciddiyetsizlik, câhillik ve dönekliktir. İslâm’a göre, elbette din ve inanç hürriyeti vardır. İsteyen istediği dini ve yaşama biçimini seçebilir. Bu konudaki seçim hakkı bireyin kendisine aittir. Onu hiç bir kimse bir inanca ve ideolojiye bağlanmaya zorlayamaz. Herkesin cehenneme gitme, orayı tercih etme özgürlüğü vardır. Ancak bir kimsenin İslâm’ı din olarak seçtikten sonra onu terketmesi hem onun için çok önemli bir kayıp, hem müslüman toplum için bir sorun, hem de İslâm’ın yüceliğine gölge düşüren bir durumdur. (1)

Günümüzde batılı ülkelerin ulaştığı zenginlik ve kalkınma, birçok zayıf imanlı müslümanı onlara hayran ediyor. Bir kısmı da onların İslâm’a uymayan fikirlerini, hayat şekillerini benimsiyor, onlar gibi olmaya çalışıyor. Bu, İslâm’ı bilmemenin ve ona imanın zayıf olmasının bir sonucudur. Bazı müslümanlar da yönetildikleri rejimler tarafından İslâm dışı ideolojilere, uyguladıkları eğitim, medya ve devlet politikasıyla inandırılmaya, İslâm’dan koparılmaya çalışılıyor.

Bugün yapılması gereken, ‘falanca adam küfür sözü söyledi, şu söz ve davranışıyla şirke düştü; mürted oldu, müşrik oldu, ona hangi cezayı verelim?’ diye fetvâ arayışı değil; İslâm’ın, güzellikler ve kurtuluş yolu olduğunu en güzel yolla insanlara ulaştırmak, hatayı biraz da kendimizde arayıp zayıf müslümanların dinden uzaklaşma sebeplerini azaltmaya çalışmaktır. Şirk konusu, bu bilgileri çevremizdeki düzenin kurbanı ve câhil insanlara karşı kılıç gibi kullanmak için öğrenilmez. Şirki, irtidâdı tanımak, yani tevhidî şuur, kendimizi, en küçük bir ihtimalle bile şirke düşürebilecek davranışlardan şiddetle sakınmak ve insanları bu hale getiren bataklıkla mücâdele etmek, şirk düzeni ile savaşılmadan bunun önününün alınamayacağını idrâk etmek ve insanları en büyük tehlike olan bu belâdan kurtarmanın yollarını aramak, tebliğ etmek, canlı Kur’an olmaya çalışıp tevhidi bayraklaştırdığımızı davranışlarımızla isbat etmek için olmalıdır.

İman edip de imanlarına herhangi bir zulüm (şirk) bulaştırmayanlar var ya, işte güven onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır.” (6/En’âm, 82)

 

 

 

Mürted

Mürted; geri dönmek, geriyi istemek, eski haline dönmek anlamındaki "irtidâd" masdarının fâil ismidir, yani irtidad eden kimse demektir. Istılahta ise, müslüman olduktan sonra, İslâm'dan dönüp başka bir dine giren veya dinsizliği tercih eden kimseler için kullanılan bir akaid terimidir. Dinden çıkma olayına "riddet", İslâm’dan çıkana da “mürted” denir.

Müslümanın dinden çıkıp irtidat etmesine sebep olan şeyler şunlardır:

1- Allah Teâlâ'ya ibâdette O'na şirk koşmak: "Kim Allah'a ortak koşarsa, şüphesiz Allah ona Cenneti haram kılmıştır ve onun varacağı yer Cehennemdir. Zâlimlerin hiç bir yardımcısı da yoktur." (5/Mâide, 72). İbâdet türlerinden herhangi birini Allah'tan başkasına yönelterek işlemek, ölülerden yardım istemek, aracılık ve şefaat dileyerek ilk müşriklerin yaptığı gibi Allah'a şirk koşmak, (Mekkeli müşrikler ibâdet ettikleri ilâhlarının/putlarının, insanları yarattığına, rızıklandırdığına ve tasarruf yetkisine sahip olduğuna inanmıyorlardı. Onlar, tapındıkları putlarının Allah indinde bir makama sahip olduklarına ve insanlarla Allah arasında aracı ve şefaatçilikte bulunduklarına inanıyorlardı): "Bunlar Allah katında şefaatçilerimizdir derler." (10/Yunus, 18). "Şüphesiz, mescidler Allah'a mahsustur. O halde orada Allah ile beraber bir başkasını anmayın." (72/Cinn, 18). "Doğru duâ ancak Allah'a yapılandır. Allah'tan başkasından yardım istenmez. Zira Allah'tan başka diğer varlıklar duâ edenlerin ve yardım isteyenlerin hiçbir isteğine cevap veremezler. Allah'tan başkasından yardım isteyenlerin durumu ellerini tamamen açarak suya uzatan kimseye benzer. Ağzına su götürmek ister fakat götüremez. Şu halde kâfirlerin duâsı sapıklıktan başka bir şey değildir." (13/Ra'd, 14)

Allah'tan başkasına duâ edip bir dilekte bulunanlar, kâfirler olarak adlandırılmaktadır. Bu konu üzerinde ulemânın icmâ'ı olup, buna muhâlif görüş beyan eden hiç bir kimse yoktur.

Allah'ın şeriatından başka kanunlarla veya Allah'ın nizamının dışındaki şirk düzenlerinin kaideleriyle hükmetmek de, Allah'a ibâdette ortaklar edinmektir: "Hüküm ancak Allah'ındır. O ancak kendisine ibâdet etmenizi emretti" (12/Yusuf, 40). "O hiç bir varlığı hükmüne ortak yapmaz" (18/Kehf, 26)

Allah'ın dışında; insan, melâike, cin, taştan heykel vb. adına kurban kesmek veya adak adamak; ayrıca, Allah'a tevekkül eder ve O'na sığınır gibi, bir başka varlığa sığınmak ve ondan medet ummak da irtidadı gerektirecek fiillerdendir.

2- Kâfirleri tekfir etmemek, kâfirler hakkında şüpheye düşmek ve uydukları İslâm dışı ideolojilerinin doğru olduğuna inanmak; anıt, mezar ve ölülere tapınmak; Yahudilik, Hristiyanlık, Komünizm, Kapitalizm, Demokrasi, Sosyal Demokrasi vb. şirk düzenlerini doğrulamak. Allah Teâlâ, bunların hepsinin küfür olduğuna hükmetmiştir. Bu, Kitap, Sünnet ve icmâ ile sabittir. Buna göre bunların küfür olduğunu kabul etmeyen, Kur'an'ı, Sünnet'i ve icmâ'ı yalanlamıştır. Müslüman olduktan sonra, bu şekilde düşünmeye başlayan kimse irtidat etmiştir.

3- Muhammed (s.a.s.)'in getirdiklerinden bir şeye kızmak ve uygunsuz görmek. Onlarla amel ediyor olsa bile durum değişmez. Allah Teâlâ bunu şöyle ifade etmektedir: "Bunun sebebi, onların, Allah'ın indirdiklerini beğenmeyip çirkin bulmalarıdır. Dolayısıyla da Allah, onların amellerini heder etmiştir." (47/Muhammed, 9)

4- Rasulullah (s.a.s)'in dininin sevap veya günahlarından herhangi birini alaya almak, eğlence konusu yapmak: "Onlara de ki: Allah ile, âyetleri ve peygamberleriyle mi alay ediyordunuz? Özür beyan etmeyin. Çünkü iman ettikten sonra, inkâr ettiniz." (9/Tevbe, 65-66)

5- Kâfirleri alkışlamak ve mü'minlere karşı onlara yardım etmek: "Sizden kim onları dost edinirse, şüphesiz onlardan olur. Muhakkak ki Allah zâlim kavmi hidayete erdirmez." (5/Mâide, 51)

6- Allah'ın dininden tamamıyla veya o olmadan dinin sahih olması mümkün olmayan temel unsurlarının birinden yüz çevirmek: "Fakat kâfirler, uyarıldıkları şeylerden yüz çevirirler." (46/Ahkaf, 3)

7- Bazı insanların, Muhammed (s.a.s)'in şerîatini aşıp, ona bir şeyler ekleyebileceğine inanması: "İslâm'dan başka bir din arayan kimseden Allah bunu asla kabul etmez. O kimse ahirette de hüsrana uğrayanlardan olacaktır." (3/Âl-i İmrân, 85)

8- Üzerine icmâ vâki olmuş İslâm'ın farzlarından birisi üzerinde tartışmaya girmek veya yine haramlığı icmayla sabit olan bir şeyi helâl saymak. İmam Suyûtî şart koşulan sahihlik şartlarını taşıyan hadisi inkâr edenin İslâm dairesinden çıkıp irtidat etmiş olduğunu ve kıyamet gününde Yahûdilerle, Hristiyanlarla veya küfür gruplarından uymayı dilediği kimselerle haşrolacağını söylemektedir (Miftâhü'l Cenne fi'l-İhticâcı bi's-Sûnne, s. 5).

Bir kimse şehâdet getirip, namazını kılsa, orucunu tutsa ve kendisinin müslüman olduğunu iddia etse bile, bu sayılan şeylerden ve İslâm'a dair eserlerin mürted bahislerinde etraflıca zikredilen hususlardan bir tanesini işlediği zaman irtidat etmiş sayılır.

Burada şöyle bir soru sorulabilir: Bir müslüman nasıl tekfir edilebilir? Zira Rasûlüllah (s.a.s.); "Bir adam kardeşine "ey kâfir" derse, bu söz ikisinden biri için mutlaka gerçekleşir" (Buhârî, Edeb, 73; Müslim, İman, 111). "Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in O'nun Rasulü olduğuna şehâdet eden kimseye Allah ateşi haram kılmıştır" (Buhârî, İlim, 49) buyurmaktadır. Burada tekfir edilmesi câiz olmayan müslüman, muvahhid olup, İslâm'a aykırı olan şeylerden kaçınan kimsedir. O, tevhid üzere olan kişidir. İşte Allah Teâlâ bu gibi kimseler üzerine ateşi; kendisine şirk koşanlara ise Cennet'i haram kılmıştır. Nitekim, Rasûlüllah (s.a.s) şöyle buyurmaktadır: "Allah'a inanıp O'na hiç bir şeyi ortak koşmayan Cennet'e girmiştir. Allah'a inanıp da O'na şirk koşan ise Cehenneme girmiştir" (Müslim, İmân, 152). Bunun içindir ki ashâb, Müseylemetü'l-Kezzab ve Esvedü'l-Ansî'nin nübüvvetine iman edenleri ve ayrıca zekât vermek istemeyenleri tekfir ederek, onların mürted olduklarına hükmetmiş ve onlarla savaşmışlardı.

Akıl hastası ve çocuğun dinden dönmesi irtidat cezasını gerekli kılmaz: "Üç kişiden hesap sorma kaldırılmıştır: Aklını kaybetmiş kimse akıllanana kadar; uyuyan uyanana kadar ve çocuk, bulûğa erene kadar. Bu üç zümreden kalem kaldırılmıştır ve yaptıklarından sorumlu tutulmazlar." (Ebû Dâvud, Hudûd, 17; Tirmizi, Hudûd,1; Nesâi, Talak, 21; İbn Mâce, Talak, 15).

Bunun gibi, istemediği ve kastetmediği halde hataen küfrü getiren bir söz sarfeden kimse de mürted sayılmaz: "Allah, ümmetimden hata, unutma ve zorlanma ile yaptığı şeylerden sorumluluğu kaldırdı" (İbn Mâce, Talâk, 16). Kalbi imanla dolu olduğu halde, zorlama (ikrah) ile dinden döndüğünü söyleyen kimse için irtidat vâki olmaz: "Kalbi imanla dolu olduğu halde, inkâra zorlananların dışında her kim imanından sonra Allah'ı inkâr edip de küfre göğüs açarsa, işte Allah'ın gazabı o gibilerin başınadır ve onlar için büyük bir azap vardır." (16/Nahl,106). İkrahın özür sayılmasının bir ölçüsü vardır. İçki içmek, ölü eti yemek, küfür ve malı telef etmek şeklindeki zorlama veya dövmek ve hapsetmekle tehdid edilmek, ikrah değildir ve haddi gerektirir. Sadece ölümle tehdit edilip de tehdit edenin bunu yapabilme gücüne sahip olması halinde ikrah özür sayılabilir. Kişi sabreder, dininden dönmez ve öldürülürse bunun karşılığında büyük bir mükâfat alır (el-ihtiyâr, II/106).

Zorlama olmadan (ikrah) küfrü gerektiren bir söz söyleyen veya bir iş yapan, bunu korkusundan yahut alay için yapmış olsa bile mürted sayılır. Çünkü mücerred korku özür değildir. Sarhoşların irtidadı hakkında alimler arasında ihtilâf vardır.

 

İslâm'ın ilk dönemlerinde on bir fırka dönden dönmüştür. Bu vak'alardan üçü Hz. Peygamber'in hayatının sonlarına doğru meydana gelmiş, yedisi Hz. Ebû Bekir devrinde, biri de Hz. Ömer devrinde olmuştur. Ama, bizim için önemli olan husus, bunları birer tarihî vak'a olarak anmak ve anlatmak değil, günümüz insanının bir irtidad keyfiyetiyle ilgisi ve bulaşıklığı olup olmadığının incelenmesidir. Bilindiği veya bilinmesi gerektiği gibi irtidâd, bir veya birkaç olaya ve belli bir zamana münhasır değildir. Yani değişik karakterler arzetse de irtidâd etme halleri, hiçbir devirde ve toplumda tümüyle ortadan kalkmamıştır. Kur'an âyetlerinin hükmü de umûmidir.

İrtidâd olayının temel illeti, sadece inkâr değil; çoğu kere İslâm otoritesine karşı gelmektir. Meselâ, bugün de zekât, İslâmî ülü'l-emr tarafından toplanacak olsa, vermeyecekler çoğunluktadır. Asr-ı saâdetteki irtidâd olaylarına baktığımızda, açıkça görülür ki, mürted olmanın temelinde biraz ekonomik, biraz da Hz. Peygamber'in (veya O'ndan sonra başa geçen Hz. Ebû Bekir'in) iktidarını kabul etmemek gibi siyasî etkenler de vardır. Bu arka plan, hemen her devirdeki irtidâd olaylarında da sözkonusudur.

Mürted, İslâmî otoriteye (âdetâ) savaş açmış bir bağî ve muhârip durumundadır.

İrtidad, bilinçli ve kasıtlı yapılan bir eylemdir. İrtidâd eden kimseye, yani bilerek, düşünerek ve karar vererek İslâm'dan çıktığını söyleyen ya da buna ilişkin kanıtlayıcı bir tavır gösteren kimseye mürted denir.

Gaflet içindeki kimselerin sorumsuzca sarfettikleri bir sözden, yaptıkları bir eylemden ya da gösterdikleri yanlış bir tavırdan dolayı küfre saptıkları, yaşanan bir olaydır. Bunların mürted olup olmadığına gelince, çoğunun demeçleri, günlük konuşmaları ve genelde tavırları, bu insanların kendilerini müslüman veya mü'min saydıklarını açıkça göstermektedir. Halbuki mürted böyle değildir. Mürted insan, İslâm'ı reddettiğini, Onun yerine dinsizliği, ya da başka bir dini tercih ettiğini açıkça ifade eden veya bu doğrultuda eylem yapan insandır. Örneğin vaktiyle namaz kılan, oruç tutan, benzeri İslâmî ibâdetleri yaptığı görülen bir kimsenin, daha sonra bir kiliseye girerek fiilen âyine katılması veya bir put karşısında saygı duruşu göstermesi onun mürted olduğunu kanıtlamak için yeterlidir. Öyle ise birçok gâfil insanın bir an için işledikleri küfür, genelde riddet anlamını taşımaz.

Elbette ki mürted insan da netice itibarıyla kâfirdir. Çünkü İslâm'ı açıkça reddetmiştir. Ancak onun işlediği suç, küfrün türlerinden biridir. Yani şirk nasıl ki aynı zamanda küfrün bir alt kümesi ise, irtidâd da aynen öyledir. Fakat mürtedi sıradan müşrik ve kâfir insandan ayıran ciddî çizgiler vardır. Çünkü genellikle şirk ve küfür, bir insanın hayatına yanlışlıklarla birlikte girer. Çok kere kişi, bilinçsiz bir şekilde bu suçu işler. Ama irtidâd böyle değildir. Tıpkı nifak gibi mutlaka bilinçli işlenen bir suçtur.

İrtidad olayı, daha çok bilgisizliğin ya da düşünce kaosunun sonuçlarından olan küfür ve şirkle karşılaştırıldığı takdirde görülür ki, mürted insan, sıradan kâfir ve müşrikten çok farklıdır. Çünkü irtidâd düşünüp tasarlamayı, ondan sonra karar vermeyi gerektirmektedir. Böyle bir insan ise, anca son derece bilinçle hareket eden biri olabilir. İşte bu nedenledir ki, geleneksel küfrün ve şirkin yaygın olmasına karşın, irtidâd çok ender rastlanan bir olaydır.

İrtidâd, neden küfrün en az rastlanan türüdür? Bunun nedenini iki noktada aramak gerekir:

Birincisi: Bir insanın özellikle düşünerek ve karar vererek İslâm'dan bilinçle çıkıp dinsiz olmak, ya da başka bir dini seçmek için bir haklı ve mantıklı neden bulamamasıdır. Çünkü İslâm, gerçeklerin tümünü kucaklayan en büyük gerçektir. İslâm'ı yalanlamaya, Onu çürütmeye, hiçbir mantık ve hiçbir otorite güç yetirememiştir. Aynı zamanda İslâm o kadar rahat, o kadar kolay anlaşılan bir hayat ve kâinat düzenidir ki, insan zaten Onun atmosferinden dışarıya çıkamamaktadır.

İslâm, bir anlamda fıtrat ve doğa demektir. Dolayısıyla bilgi ve kültür düzeyi ne olursa olsun her müslüman, İslâm'ı âdeta solumaktadır. Onun için de başka bir din arayışı müslümanın akıl ve hayalinden hiçbir zaman geçmez. Oysa İslâm'ın dışındaki bütün dinlerin mensuplarında, hatta onların aydınlarında, râhiplerinde ve her rütbeden din adamlarında bile bu arayış vardır.

İrtidâda ender rastlanmasının ikinci nedeni ise çok ilginçtir. Çünkü kimliğindeki "İslâm" sözcüğünden başka İslâm'la hemen hiçbir bağı olmayan, buna rağmen kendini belki de müslüman sanan birçok insan daha vardır ki, bunlar da İslâm'dan çıkıp başka bir din seçmeyi hiçbir zaman düşünmemektedirler. Çok şaşırtıcı gibi görünen bu gerçeğin arka planındaki neden şudur: Aslında çoğu pozitivist kâfir ya da müşrik olan bu insanların İslâm'dan başka bir din aramamaları, onların hemen hiçbir dine önem vermemelerinden kaynaklanmaktadır. Onlara göre; İslâm demek, mevlitler, kandiller, çelenkler, âyinler, tarikatler, fal ve büyüler gibi İslâm'la uzaktan yakından ilişkisi olmayan bir sürü gelenekler, törenler ve şarlatanlıklar demektir. Ve yine onlara göre; İslâm da aynen hıristiyanlık, yahûdilik, budizm ya da şintoizm gibi bir dindir; dolayısıyla İslâm'dan çıkıp başka bir dine girmek ya da dinsiz olduğunu söylemek anlamsızdır.

Tarihte iki kez toplu riddet olayı meydana gelmişse de bu her iki olayın temelinde o günlerin özel nedenleri yatmaktadır. Bunların birincisi, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in vefatı üzerine henüz İslâm'a ısınmamış bulunan câhil çöl Araplarının yaşadıkları deprasyondur. İkincisi ise, yine İslâm'ı pek kavrayamamış olan Hazar Türklerinin 8. yüzyılda Kral Bulan'ın eğilimi üzerine topluca yahûdiliğe girmeleri olayıdır.

İrtidâd, imanî bir sorunun ötesinde genelin vicdanına karşı cüretkâr bir isyan, toplum düzenini sarsıcı ve anarşiyi dâvet edici sinsi bir suçtur. Bazen de organize hale dönüşür. İslâm hukukuna göre bir kimsenin mürted sayılabilmesi için onun daha önce müslüman, akıllı ve özgür olması şarttır. Şu halde hiç müslüman olmamış, ya da aklî dengesi bozuk veya zorlanarak irtidâd eden kimse için böyle bir durum sözkonusu olmaz. Kâfirlerin ve müşriklerin, diğer şirk ve küfür dinlerinden herhangi birini seçmeleri için de İslâm'a göre bir engel yoktur. Çünkü sonuç itibarıyla "ehl-i küfür bir tek millettir." (2)

 

 

 

 

Fıkhî İctihadlara Göre Mürtedin Cezası

Bir müslümanın dinini değiştiştirip irtidâdı; görülmesi, duyulması, itiraf etmesi veya iki âdil müslüman tarafından şâhitlik edilmesi hallerinde sâbit olur.

Mürtedin cezası, eğer tevbe etmezse öldürülmektir: "Dinini değiştireni öldürün" (Buhârî, Cihâd, 149). Ulemanın çoğunluğu kadın için de aynı hükmün uygulanacağı görüşündedirler. Ancak Hanefiler bu konuda farklı görüştedirler. Kadınların öldürülmesini nehyeden hadisin (Ebû Dâvud, Cihad, 121) hükmünün geneli kapsadığını iddia ederek irtidad eden kadının öldürülmeyeceği görüşünü ileri sürmüşlerdir (İbn Kudâme, el-Muğnî, Mısır (t.y.), VIII/125; Seyyid Sâbık, Fıkhu's-Sünne, Kahire, (t.y.), II/385 vd.).

Mürtede had uygulanmadan önce, tevbe edip İslâm'a dönmesi telkin edilir. Fakat bunun ne şekilde uygulanacağı hakkında ihtilâf vardır. Âlimlerin çoğunluğunun görüşüne göre, üç defa tevbe etmesi istendikten sonra öldürülür. Hz. Ömer (r.a.), irtidad edenin üç gün hapsedilip tevbe etmeye çağrılması ve bu zaman zarfında yiyecek olarak suçluya sadece ekmek verilmesi gerektiğini bildirmiştir.

Hz. Ali (r.a.), bu müddeti bir ay olarak uygulamıştır. en-Nahaî ise bunun bir zamanla sınırlandırılmaması ve tevbe edene kadar sürekli İslam'a çağrılması gerektiği görüşünü ileri sürmüştür. Ancak, bu görüş, Sünnet ve icmâ ile sâbit olan irtidad cezasının uygulanmasını imkânsız kılacağından itibara şâyân değildir.

İmam Mâlik, Leys, İshak ve Ebû Hanîfe; zındıkın ve irtidat edip tevbe ettikten sonra tekrar dinden dönenin tevbesinin dikkate alınmayacağını ve haddin uygulanacağını kabul etmişlerdir. Çünkü zındıkın mürted sayılmasını gerektiren önceki görüşlerinden döndüğü hiç bir zaman açık olarak tesbit edilemez. Allah Teâlâ; "Ancak, tevbe edip kendilerini düzelten ve Allah'ın indirdiğini açıklayanlar müstesnâ" (2/Bakara, 160) buyurmaktadır. Dinden dönmeyi birkaç defa tekrarlayanların tevbelerinin kabul edilmeyeceğine delil olarak da şu âyet-i kerîme gösterilmektedir: "İman edip sonra inkâr eden, sonra imân edip tekrar inkâr eden, sonra da inkârlarında ileri gidenleri Allah ne bağışlayacak ne de doğru yola eriştirecektir." (4/Nisâ, 137)

Müslüman anne babadan doğan ve müslüman olarak yetişen kimse irtidat edince, tevbe etmeye çağrılmadan had uygulanır. Fakat daha önce küfre girip sonra müslüman olan kimse tevbeye çağrılır. Allah'a ve Rasûlüne küfreden kimse de tevbe etmeye çağrılmadan öldürülür. Böyle bir kimse tevbe etse dahi durum değişmez. Çünkü, Allah'a ve Rasûlüne küfretmek haddi gerektirir. Tevbe ise haddi düşürmez (İbn Kudâme, a.g.e., 125 vd.).

Mürtedin irtidat etmesiyle birlikte, bütün sâlih amelleri silinir ve o ebedî olarak Cehennemde kalır: "Sizden kim, dininden döner ve kâfir olarak ölürse, işte onların dünya ve âhirette amelleri boşa gitmiştir. İşte cehennemlikler onlardır. Onlar orada ebedî olarak kalacaklardır." (2/Bakara, 2/217)

Bu, tevbe edilmediği takdirde böyledir. Mürted tevbe ettiği takdirde, irtidat etmeden önceki amellerinin yok olup olmayacağı hususunda İslâm âlimleri arasında görüş ayrılıkları vardır. İmam Şâfiî'ye göre irtidad edip, sonra İslâm'a dönenin haccı da dâhil hiç bir ameli düşmez. İmam Mâlik'e göre ise amellerinin tamamı, irtidad ettiği an düşer (el-Kurtubî, el-Cami'li Ahkâmi'l-Kur'an, Beyrut 1965, III/48).

İrtidatla birlikte evlilik akdi fesh olur. Ancak mürted tekrar İslâm'a döner ve her iki taraf evliliklerini sürdürmek isterse, yeniden bir nikâh akdi ve mehir söz konusu olmaz. Hanefîler kocanın irtidadına bağlı boşanmayı bâ'in talak olarak kabul etmişlerdir. Mürted, müslüman yakınlarına mirasçı olamadığı gibi, o öldüğünde de müslüman yakınları ona mirasçı olamazlar: "Kâfir müslümana, müslüman da kâfire mirasçı olamaz." (Buhârî, Ferâiz, 26; Müslim, Ferâiz, 1)

Ancak âlimler bu konuda da ihtilaf etmişlerdir. Hz. Ali (r.a), Hasan, Şa'bi, Leys, Ebû Hanife ve İshak ibn Raheveyh müslüman yakınların mirasa sahip olacaklarını kabul ederken; Mâlik ve Şâfii'nin de içinde bulunduğu diğer bir grup âlim de mürteddin malının beytülmale intikal edeceğini söylemişlerdir. Ebû Hanîfe'ye göre, irtidad halinde kazanılan mal fey hükmündedir (Kurtubî, a.g.e., III/49). Ebû Hanîfe, irtidad etmeden önce sahip olunan malın mirasçılara intikal edebileceğine hükmederken, mürtedin irtidadla birlikte hukuken ölmüş olduğu prensibinden hareket etmektedir. Ebû Yusuf, Muhammed ve Şubrume her hâl u kârda mirâs olayının sözkonusu olduğunu söylemişlerdir. Kurtubî; "İki millet (mü'min ve kâfir) arasında miras yoktur." (Ebû Dâvud Ferâiz, 13; Tirmizî, Ferâiz, 16; İbn Mâce, Ferâiz, 6) hadisinin hükmünün mutlak olacağını ileri sürerek, müslümanla mürted arasında verâset olayından bahsedenlerin görüşlerini reddetmektedir (Kurtubî, aynı yer).

Mürted, had uygulanana kadar, malının gerçek sahibi olup, bunda dilediği gibi tasarruf etmekten alıkonulamaz. Öldürülmeyi hak etmiş olması, O'nun malındaki tasarruf hakkını düşürmez. Bu konu diğer had gerektiren cezalarda olduğu gibi değerlendirilir. Bunun gibi, kaçıp daru'l harbe sığınsa, mülkiyet hakkı yine düşmez. İslâm ülkesindeki mal varlığı yed-i emin vasıtası ile koruma altına alınır (Seyyid Sabık, a.g.e., II/390).

Ayrıca mürted öldüğünde yıkanmaz, kefenlenmez, cenaze namaz kılınmaz ve müslüman mezarlığına defnedilmez. Mürted için istiğfar câiz olmadığı gibi, onu rahmetle anmak da câiz değildir: "Ne peygamberin ne de mü'minlerin cehennemlik oldukları belli olduktan sonra, yakın akrabaları da olsa, müşrikler için af dilemeleri asla doğru olmaz."(9/Tevbe, 113)

Bir kimse İslâm'dan çıkıp başka bir dine girdiği zaman onun irtidadına hükmedilerek cezalandırılır. Ancak, irtidat olayı bununla sınırlı mıdır; yoksa kâfirlerin din değiştirip başka bir küfür dinine girmesi de irtidad mı sayılır? Âlimler bu konuda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.

Zâhiren bakıldığında bir kâfir, bâtıl olan dininden çıkıp, onun gibi bâtıl olan başka bir dine girmiş olduğundan dolayı sorgulanmaz. Çünkü küfür tek bir millettir. Ancak, İslâm'ı terkedip başka bir dine girenin durumu, hidâyetten yüz çevirip dalâleti seçtiği için farklılık arzetmektedir. Mâlikîler ve Hanefîler bu görüştedirler.

Şâfiîler'de ise bu konuda iki farklı görüş vardır. Bir kâfir, dininden döndükten sonra, ya İslâm'a girer ya da öldürülür. Taberânî İbn Abbas'tan merfû olarak şöyle bir hadis nakletmektedir: "Dininden çıkıp kendisine İslam'dan başka bir din seçeni öldürün." (Seyyid Sabık, a.g.e., 382). Ahmed ibn Hanbel'in de iştirak ettiği diğer görüş ise şöyledir: Kâfirin seçtiği yeni din, eski dininden yukarıda ise, sorgulanmaz, aksi halde irtidat cezası uygulanır; Yahûdi veya Hristiyan'ın Mecusîliği seçmesi gibi (bkz. Seyyid Sâbık aynı yer).

Mürtedin öldürülmesinin hikmeti: İslâm, insan için, bütün eksikliklerden arındırılmış bir hayat programıdır. O, dindir, devlettir, ibâdettir, önderliktir, kitap ve kılıçtır, ruh ve maddedir, hem dünya hem de âhirettir. O, akıl ve mantık üzerine binâ edilmiş ve kesin bilgi ve deliller üzerinde yükseltilmiştir. Onun inanç sisteminde ve şeriatında insan fıtratıyla çatışan, ona ters düşen hiç bir şey yoktur ve o, insanın önünde diğer beşerî düşünceler gibi, onun ebedî ve maddî olgunluğa erişmesi için bir engel değil; ona ulaştıran emin bir yoldur. Kim İslâm'a girer, onun hakikatini kavrar, onun ruhî zevkini tadar ve sonra da ondan dönüp irtidad ederse apaçık delilleri inkâr ederek, hak ve mantık ölçülerinin dışına çıkmış olur.

İnsan bu duruma geldiği zaman, çöküş derecelerinin en aşağılarına düşmüştür. Böyle bir insanın hayatının korunmasının hiç bir geçerli sebebi yoktur. Çünkü onun hayatında ulaşılması gereken ne yüce bir gâye, ne de şerefli bir maksat kalmıştır.

Diğer bir açıdan bakıldığında da İslâm'ın insanın yaşayışında ihtiyaç duyduğu her şeyi kapsayan bir nizam olduğu ve bu nizamın değer ve hududlarının korunmasının mutlak anlamda gerekli olduğu görülecektir. Çünkü hiç bir nizam yoktur ki, onu yok etmeye, yeryüzünden silmeye yönelik tehditlere karşı korunmadan ayakta durabilsin, varlığını devam ettirebilsin. Bir düzenin korunmasını sağlayan en önemli şeylerden biri de, her dileyenin dilediği gibi onu inkâr ederek, dışına çıkmasını engellemektir. Bu yapılmadığı taktirde, bir düzenin korunması mümkün değildir.

İslâm'dan çıkıp irtidat etmek; ihânet ederek ona baş kaldırmak ve parçalayıp yok etmeye azmetmektir. İslâm toplumunu bu tür bir tehlikeden korumak için önlemlerin alınması kaçınılmazdır. Bunu önlemek ise, beşerî sistemlerin de uygulamak zorunda oldukları gibi ölüm cezası vermeye bağlıdır.

Komünist veya kapitalist toplumların hangisinde olursa olsun, devletin anayasal nizamının dışına çıkıp ona başkaldıran kimse, ülkesine ihânet suçuyla itham edilir ve ölüm cezası ile cezalandırılır. Bu, İslâm'ın bu konudaki uygulamasına karşı çıkanların itirazlarının gerçekte, İslâm'a karşı olan düşmanlıklarından kaynaklandığını ortaya koymaktadır. İslâm'ın mürted'e uyguladığı cezanın mantık dışı hiç bir tarafı olmadığı ortadadır. Zaten tarihe bakıldığında, müslümanları idare edenler, bu haddi, hakedenlere uygulamaktan ne zaman yüz çevirmişlerse, işte o zaman, devlet ellerinden gitmiş, İslâm toplumu İslâm dışı güçlerin baskısı altında ezilir hale gelmiştir (Seyyid Sâbık, a.g.e., II/387). (3)

 

Hanefî fıkhına göre İslâm’dan çıktığını açıkça gösteren söz, tutum ve davranışlarda bulunan kişi, mürted sayılır ve tevbe etmediği takdirde idam edilir. Mürted ile kâfir arasında çok önemli bir fark vardır. Şöyle ki; mürted, İslâm’ın Allah indinde yegâne din olduğunu ve kudsiyetini bildiği halde; dünya menfaati, hırs, hased, kin veya bunun gibi duygularla dinini terketmiştir. Bu duygular, mürtedi müslümanlara karşı harbî (muhârip, savaşçı) durumuna getirir. Çünkü irtidatla birlikte sahip olduğu ismet-i şahsiyetini (kişisel mâsumluk ve dokunulmazlığını) kaybetmiştir. Gayr-i müslim olan kâfir ise, dâvete muhtaçtır. İslâm hakkında doğru bir bilgiye sahip değildir.

İbn Âbidin: “İrtidat eden ve muhârip durumuna geçen kimsenin öldürülmesi, dinin muhâfazası için zarûridir. Çünkü dinin muhâfazası, maslahatların en üstünüdür” hükmünü zikreder. Hanefî fukahâsı: “irtidat eden erkeğin öldürülmesinde, kadının ise hapsedilmesinde müttefiktir. Çünkü kadın, muhârip (savaşçı) durumunda değildir.” Bu noktada şunu hatırlatmakta fayda vardır: Mürted olan erkek derhal öldürülmez; önce irtidat sebebi araştırılıp, şüpheye düştüğü husus izah edilir ve tecdîd-i imana dâvet edilir. Bütün bunlardan sonra, durum değişmezse ülü’l-emr tarafından öldürülür. Bu cezayı herhangi bir mü’min, kendi şahsî değerlendirmesiyle yapamaz. Çünkü velâyete tecâvüz câiz değildir. Ülü’l-emr, bütün ümmetin velâyetine sahiptir. (4)

İslâm dini temelde din ve vicdan hürriyetine büyük önem vermiştir. Bu yüzden hiç kimse müslüman olmaya zorlanamaz. Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulur: "Dinde zorlama yoktur. Artık hak bâtıldan seçilip belli olmuştur. Kim tâğutu inkâr edip Allah'a iman ederse, şüphesiz ki o, kopmayan sağlam bir kulpa sarılmıştır. Allah her şeyi işiten ve her şeyi bilendir." (2/Bakara, 256). Kendi hür irâdesiyle müslüman olan kimsenin ise artık İslâm dininin esaslarına uyması gerekir.

İrtidad, bir bakıma İslâm toplumuna ve devletine karşı baş kaldırma, ciddi bir isyanda bulunma hareketidir. Bu yüzden mürtede uygulanacak müeyyideler ağır tutulmuştur. Bir hadis rivâyetinde şöyle buyurulur: "Kim dininden dönerse, onu öldürün" (Buhârî, Cihad, 148; İ'tisâm, 28); "Müslüman bir kimsenin öldürülmesi ancak şu üç sebepten biriyle helâl olur: İmandan sonra dinden çıkma, evlilikten sonra zina, haksız yere birini kasden öldürme" (Buhârî, Diyât, 6, Kasâme, 25, 26). İrtidad edenin öldürüleceğine dair hüküm Hanefîler'e göre, yalnız erkekleri kapsamına alır. İrtidad edene, İslâm dini arzedilerek tevbe etmesi istenir. Bu müstehaptır. Kendisine daha önce İslâm dâveti ulaştığı için, bu çağrı farz değildir. O, yeniden İslâm'a dönerse problem bitmiş olur. Eğer küfürde ısrar eder, devlet başkanı tevbe ümidi görürse veya mürted, süre istemiş bulunursa; kendisine üç gün süre verilir. Eğer devlet başkanı tevbe ümidi görmez ve mürted de bir süre talebinde bulunmamış olursa, derhal öldürülür. Bu konuya delil olarak Hz. Ömer'in uygulaması gösterilir. İslâm ordusunda irtidad edip, derhal öldürülen bir adamın durumu Hz. Ömer'e haber verilince şöyle demiştir: "Onu bir yerde üç gün hapsetmeniz her gün bir ekmek vermeniz ve tevbeye dâvet etmeniz gerekmez miydi? Umulur ki o, tevbe eder ve Allah'a dönerdi. Ey Allah'ım! Ben bu olayda hazır bulunmadım. Emir vermedim. Haber bana ulaştığı zaman rızâ da göstermedim" (el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi’, Beyrut 1402/1982, VII/134-135). Rivâyete göre Hz. Ali de mürtedi üç defa tevbeye dâvet eder ve şu âyeti okurdu; "İman edip sonra inkâr eden, sonra iman edip tekrar inkâr eden, sonra da inkarlarında ileri gidenleri Allah ne bağışlayacak ne de doğru yola eriştirecektir" (4/Nisâ, 137). Mürted'in tevbeye dâvet edilmeden önce öldürülmesi mekruhtur. Ancak dinden dönmekte ismetini yitirdiği için, onu öldüren yetkiliye bir şey gerekmez. Mürtedin tevbesi, kelime-i şehâdet getirmesi ve girdiği dinden yeniden İslâm'a dönmesi, hangi konuyla ilgili irtidâd etmişse o konu ile ilgili İslâmî hükümleri kabul ettiğini ilân etmesidir.

Dinden dönen kadının öldürülmesi câiz değildir. Fakat o, yeniden İslâm'a girmeye zorlanır. Zorlama şöyle olur: Hapsedilir ve her gün çıkarılarak tevbe etmesi istenir. İslâm'a dönerse serbest bırakılır. Aksi halde ölünceye kadar hapiste kalır. Öldürülmeme konusunda delil şu hadistir: "Kadın ve çocukları öldürmeyin!" (Ebû Dâvud, Cihâd, 90)

İmam Şâfiî'ye göre, mürted kadın da erkek gibi öldürülür. Delil: "Dinini değiştiren kimseyi öldürünüz" (Buhârî, Cihâd, 149; İ'tisam, 28) hadisinin genel ifadesidir. Çünkü kanın mubah olmasının illeti, imandan sonra küfürdür. Mürted erkeğin öldürülmesinin sebebi budur. Aynı özellik mürted kadında da vardır. İmandan sonra küfür, aslî küfürden daha ağırdır (el-Kâsânî, a g e., VII, 135).

Mürted mânen ölmüş sayıldığı için o, kimseye mirasçı olamaz. Mürtede başkalarının mirasçı olması konusunda ise görüş ayrılıkları vardır. Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'e göre, dinden çıkanın irtidaddan önce veya sonra kazandıkları kendi müslüman vârislerine intikal eder. Ebû Hanîfe'ye göre ise, irtidaddan önce kazandıkları kendi mirasçılarına, sonra kazandıkları ise beytülmâle gider. Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelîlere göre ise tüm malı beytülmâle intikal eder.

Mürtedin nikâhı geçersiz olur, irtidâd eden erkek, müslüman hanımından; irtidâd eden kadın da müslüman kocasından boşanmış olur. Karı-koca birlikte irtidad etseler veya birlikte İslâm'a girseler, nikâh bağları devam eder. İmam Züfer'e göre ise bu durumlarda da nikâh akdi fâsit olur. Eşlerden biri diğerinden önce İslâm'a girerse, nikâh akdinin fâsit olacağı konusunda görüş birliği (icmâ') vardır (el-Kâsânî, a.g.e., VIII/136-137).

İman sahibi olduktan sonra İslâm'ı terkedenlerin dünya ve âhirette karşılaşacakları tehlikeleri haber veren pek çok âyet vardır (2/Bakara, 217; 3/Âl-i İmrân, 3/86-91, 106; 4/Nisâ, 115, 137; 5/Mâide, 54).

Hz. Peygamber'in vefatından sonra, Hz. Ebû Bekir'in halîfeliğinin ilk günlerinde dinden dönme olayları görüldü. Ebû Bekr (r.a.)'in onlara savaş açarak kararlı tutumuyla İslâm'ın bütünlüğü korunmuş oldu. Ebû Hureyre'den şöyle dediği nakledilmiştir: Resulullah vefat edip de ondan sonra Ebû Bekir halife seçildiği ve Araplardan bazıları dinden döndüğü zaman Hz. Ömer, Ebû Bekir'e şöyle dedi: "Allah Resulu; "İnsanlar, 'Allah'tan başka ilâh yoktur' deyinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum. Kim, 'Allah'tan başka ilâh yoktur' derse, malını ve canını benden korumuş olur. Ancak İslâm'ın hakkı müstesnâdır. Onun asıl hesabı ise Allah'a kalmıştır" buyurduğu halde, nasıl olur da sen insanlarla savaşırsın? Ebû Bekir şöyle cevap verdi: Allah'a yemin ederim ki namazla zekâtın arasını ayıranlarla mutlaka savaşacağım. Çünkü zekât malî bir haktır. Allah'a yemin ederim ki, Resulullah'a vermiş oldukları bir deve yularını bile bana vermezlerse, onlarla savaşırım" dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer şöyle dedi: "Allah'a yemin olsun ki, Azîz ve Celîl olan Allah Ebû Bekir'in gönlünü savaş için genişletmiş ve yine anladım ki, onun görüşü doğrudur" (Ebû Dâvud, Zekât, l).

Hz. Ebû Bekir'in zekât vermeyenlerle savaşa karar vermesinin delili, Hz. Peygamber'in şu uygulamasıdır. Allah Resulu, Eşca' kabilesinden birisinin zekâtını alması için bir memur göndermiş, vermeyince, ikinci defa göndermiş, üçüncüde yine vermezse boynunu vurmasını söylemiştir (Kâmil Miras, Tecrid-i Sarih Tercümesi, Ankara 1984, V/21). Diğer yandan, namaz kılmayanlarla harp edileceğine dair sahâbenin icmâ'ı vardır. Ebû Bekir burada zekâtı, namaza kıyas etmiştir (Sünen-i Ebû Dâvud Terceme ve Şerhi, N. Yeniel - H. Kayapınar - N. Akdeniz, İstanbul 1988, VI/93).

Hattâbî'ye göre, bu dönemde dinden dönenler iki sınıftır:

1. Dinden tamamen dönenler: Museylimetü'l-Kezzâb ile el-Esvedü'l Ansî'ye uyanlar. Ebû Bekir (r.a.) bunlarla savaşmış, Müseylime'yi Yemâme'de, el-Ansî'yi ise San'a'da öldürtmüştür. Onlara uyanların çoğu da öldürülmüş, kalanlar ise kaçmış ve dağılmıştır. Diğer yandan dinin bütün hükümlerini inkâr edip namaz ve orucu terkedenler de vardı. Bunlar câhiliyye devrindeki hallerine dönmüşlerdi.

2. Namazla zekâtı birbirinden ayıranlar: Bunlar namazın farz olduğunu kabul ediyor, fakat zekâtı tanımıyorlardı. İçlerinde kabile reisinden korkarak zekât vermeyenler de vardı. Meselâ; Benû Yerbu' kabilesi kendi arasında zekâtı toplamış, Hz. Ebû Bekir'e göndermek üzere iken Mâlik b. Nuveyre bunu duymuş ve toplanan zekâta el koyarak kabileye dağıtmıştır. Bazıları da; "Onların mallarından, kendilerini temizleyeceğin bir zekât al." (9/Tevbe, 103) âyetini yalnız Hz. Peygamber'le ilgili görüyor ve zekât vermek istemiyordu.

İşte Hz. Ömer'in tereddüdü ve Halîfe Ebû Bekir'e itirazı bu ikinci madde ile ilgilidir. Diğer yandan Hz. Ömer'in dayandığı; "İnsanlar Allah'dan başka ilâh olmadığını söyleyinceye kadar... onlarla savaşmakla emrolundum" hadisi, başka rivâyetlerde "Hz. Muhammed'e imanı, kıblemize dönme, kestiklerimizi yeme, bizim gibi namaz kılma" gibi ilâvelerle nakledilmiştir. Hz. Ömer'in başlangıçta, bu ayrıntıları düşünmeden karşı çıkmış olması de muhtemeldir (bkz. Buhârî, İmân, 17, 28, Salât, 28, Zekât, 1, İ'tisâm, 2, 28; Müslim, İmân, 32-36; Ebû Dâvud, Cihâd, 95; Tirmizî, Tefsîru Sûre (88); Nesâî, Zekât, 3; İbn Mâce, Fiten, 1-3; Dârimî, Siyer, 10; Ahmed bin Hanbel, IV/8). (5)

 

 

 

Ridde Savaşları

 

Rasûlüllah (s.a.s.)'ın vefatından sonra dinden dönüp İslâm devletine savaş açanların isyanlarının bastırılması için yapılan askerî harekâtlara Ridde savaşları denir.

Rasûlüllah (s.a.s.)'in vefat haberini duyan Yemen ve Necid bölgelerindeki bazı kabileler özellikle zekât ödemeyi reddederek isyan ettiler. Ayrıca Rasûlüllah (s.a.s.)'in vefatı ile ortaya çıkan karışık ortamdan istifade etmek isteyen bazı kimseler de peygamberliklerini ilan etmişler ve kendilerine inandırdıkları kalabalıkları peşlerine takarak İslâm hükümranlığını tehdit etmeye başlamışlardı. Rasûlüllah (s.a.s.)'in sağlığında onun hâkimiyetine boyun eğmek zorunda kalarak müslüman olan, ancak imanın kalplerine nüfuz edip yerleşmediği bu bedevî topluluklar, onun vefatıyla cesaretlenmiş ve kalplerinde gizlediklerini açığa çıkarmışlardı. Aslında onların bu durumu bilinmiyor değildi. Zira Allah Teâlâ onlar için bir âyet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: "Ey Muhammed! Bedeviler "İman ettik" derler. Sen onlara şöyle de: "Hayır! İman etmediniz. Siz ancak, müslüman olduk deyin. Çünkü iman henüz kalbinize girmemiştir." (49/Hucurât, 14)

İrtidat hareketlerinin başlamasıyla başkent Medine her taraftan düşmanlarla kuşatılmış bir duruma geldi. Öte taraftan Yahûdi ve Hristiyanlar, ortaya çıkacak fırsatları değerlendirmek için müslümanların durumunu izlemeye başladılar. Tarihçiler müslümanların o zaman içinde bulundukları dehşet verici durumu; "Müslümanlar, peygamberlerini kaybetmeleri, sayılarının azlığı ve düşmanlarının çokluğu yüzünden sanki şiddetli soğuk, yağmurlu ve karanlık bir gecede sahrâda kaybolmuş koyun sürüsüsün durumunu andırıyordu" (Taberî, Tarih, Beyrut ty, III/225; İbnü’l-Esîr, Tarih, Beyrut 1979, II/33) şeklinde ifade etmektedirler. Medine'nin bu şekilde ciddi olarak tehdit altında bulunmasını ileri süren bazı kimseler, Rasûlüllah (s.a.s)'in vefatından az önce yola çıkan Usâme'nin ordusunu bu seferden alıkoyması için Ebû Bekir (r.a.)'a mürâcaat ettiler. İslâm devletinin başına henüz geçmiş olan Hz. Ebû Bekir son derece net ve kararlı bir ifade ile bu tavsiyeyi yapanlara; Bilsem ki kurtlar burada beni parçalayacak; Usâme'nin ordusu için Rasûlullah (s.a.s.)'in emretmiş olduğu şeyi uygulayacağım" (Taberi, a.g.e., III, 225, 228; İbnül-Esir, a.g.e., aynı yer) dedi ve bu orduya yoluna devam etmesi için emir verdi.

İlk dinden dönme hareketi Peygamber (s.a.s.)'in sağlığında Yemen'de ortaya çıkmıştı. Kendisinin peygamber olduğunu iddia eden Esved el-Ansî, topladığı kuvvetlerle önce Necran bölgesini, peşinden de San'a’yı, vali Şehr ile yirmi beş gün savaşarak ele geçirdi. Hz. Peygamber'in âmil ve muallim olarak bölgeye gönderdiği Mu'az b. Cebel, Ma'rib'de bulunan Ebû Mûsâ el-Eşarî'ye iltihak etmiş daha sonra ikisi birlikte Hadramevt'e gitmişlerdi (Taberiî III/229-230). İbnül-Esir'in ifadesiyle, "Esved'in çıkarmış olduğu fitne bir alev gibi, Hadramevt'ten Taif, Bahreyn ve Ahsa'dan Aden'e kadar her yeri kaplamıştı" (İbnül-Esir, II, 338). Hadramevt'te toplanan müslümanlar endişeli bir şekilde beklerken, durumu haber alan Rasûlüllah (s.a.s.)'in, Yemen bölgesinde bulunan müslümanların tamamına yönelik, Esved'e karşı savaşılması emri bölgeye ulaştı. Veber b. Yuhannis vasıtasıyla gönderilen mektupta; dinin korunması, mürtedlere karşı savaşılması, Esved el-Ansî'nin açıkça savaşılarak veya gizli bir tertiple ortadan kaldırılması ve bu emrin İslâm'da sebât eden bölgedeki bütün müslümanlara ulaştırılması gibi tâlimatlar yer almaktaydı (Taberî, III/231; İbnül-Esîr, II/338).

Rasûlüllah (s.a.s.)'in emri San'a'daki müslümanlara ulaştığı zaman, planlanan bir suikast ile Esved el-Ansî, Firûz adındaki biri tarafından öldürülmüş ve Kenan bölgesi tekrar İslâm'ın hâkimiyetine girmişti. Onun öldürüldüğü haberi Medine'ye Rasûlüllah (s.a.s.)'in vefat ettiği günün sabahında ulaşmıştı (geniş bilgi için bkz. Taberî, III/227 vd.).

Peygamber (s.a.s.)'in ölüm haberi üzerine, Müseyleme ve Tuleyha, peygamberlik iddiasıyla ortaya çıktılar, Tay ve Esed kabileleri Tuleyha'ya tâbi olarak dinden döndüler. Gatafan ise, Uyeyne b. Hısn'ın başkanlığı altında isyan etti. Uyeyne: "Esed ve Gatafandan bir peygamber, bize Kureyşten olan bir peygamberden daha sevimlidir. Muhammed öldü. Tuleyha ise hayattadır" diyerek, Tuleyha'ya tâbi oldu (İbnül-Esîr, II, 342). Havâzinliler ise zekâtlarını ödemeyeceklerini bildirdiler. Her taraftan irtidat haberleri Medine'ye ulaştığı zaman Ebû Bekir (r.a.), elçiler göndermek sûretiyle İslâm'a dönmelerini sağlamaya çalıştı ve Usame'nin ordusunun dönüşünü bekledi. Ancak, Abslar'la, Zubyanlar'ın Medine'ye saldırmaları üzerine bu tehlikeyi yok etmek için faâliyete geçmek zorunda kaldı. Bu arada diğer birtakım kabilelerin elçileri Medine'ye gelerek, namazı kılacaklarını, ancak zekât'ı ödemeyeceklerini bildirdiler. Ve bu durumun kabul edilmesini istediler.

Ebû Bekir (r.a.) elçilere; "Zekât olarak vereceğiniz hayvanların, bağlanacakları ipleri vermediğiniz takdirde bile sizinle savaşacağım" şeklinde sert bir cevap verdi (Taberi, III, 244). Hz. Ebû Bekir (r.a.) tarafından istekleri reddedilen bu elçi heyeti dönüşlerinde, Medine'de bulunan müslümanların azlığını kabilelerine bildirerek Medine'ye yürümek için onları heveslendirdiler. Ebû Bekir (r.a.) sayılarının azlığını öğrenen mürtedlerin Medine'ye saldırabileceklerini anladığı için birtakım tedbirler aldı. Yakında olan düşman birliklerinin şehre girişini önlemek için Ali (r.a.), Talha (r.a.), Zübeyr (r.a.) ve İbn Mes'ud (r.a.)'ı şehre giren yollara yerleştirdi ve herkesin mescidde toplanmasını istedi. Nitekim o, düşüncesinde yanılmamış ve üç gün sonra mürtedler gece vakti harekete geçmişlerdi. Ancak yolları bekleyen birlikler onlarla savaşarak şehre girmelerini engellediler ve durumu Hz. Ebû Bekir'e bildirdiler. Ebû Bekir (r.a.) mesciddekilerle birlikte hemen harekete geçerek onları geri püskürttü ve Zahusa'ya kadar onları takip etti. Burada mürted askerlerin uyguladıkları bir yöntemle müslümanların develeri ürkmüş ve geri dönmüşlerdi. Mürtedler, müslümanların korkarak geri döndükleri zannına kapıldılar ve Zül-Kassa'da toplananlara haber göndererek kendilerine katılmalarını bildirdiler. Öte taraftan Ebû Bekir (r.a.), geceyi savaş hazırlığı ile geçirdi ve sabaha yakın, sağ kanatta Numan b. Mukarrin, sol kanatta Abdullah b. Mukarrin, ortada Suveyd b. Mukarrin şeklinde bir tabya düzeni ile yola çıktı. Merkezinde Ebû Bekir (r.a.)'ın bulunduğu ordu yaya olarak (sadece aracı birlikte süvâriler vardı) hızlı bir yürüyüş yaptı ve fecirde düşmanın bulunduğu yere geldi. Onlar olan-bitenlerden habersiz olarak dururken, müslümanların âni saldırısı karşısında çok sayıda ölü bırakarak kaçmak zorunda kaldılar. Hz. Ebû Bekir, kaçanları Zül-Kassa'ya kadar takip etti. Numan b. Mukarrin'i bir miktar askerle orada bırakarak Medine'ye döndü. İrtidat eden Absoğulları ile Zubyanoğulları, aldıkları bu yenilginin acısıyla kabileleri içerisindeki müslümanları öldürmeye ve çevrede bulunan diğer müslümanlara saldırmaya başladılar. Bu haber Ebû Bekir (r.a.)'a ulaştığı zaman o, müthiş bir şekilde hiddetlendi ve müslümanları çeşitli şekillerde öldüren mürted kâfirlerin, öldürdükleri müslümanlara karşılık olarak korkunç bir şekilde öldürüleceklerine dair yemin etti (Taberî, III, 246; İbnül-Esîr, II, 345). Bu olaydan sonra, müslümanların moralleri düzeldi ve kabileler içerisinde irtidat eden kimselerin bir bölümü tekrar İslâm'a dönmeye ve yeniden zekât mallarını Medine'ye göndermeye başladılar. İbnül-Esir'in kaydına göre de kırk gün sonra Usâme bin Zeyd seferden dönerek Medine'ye geldi. Hz. Ebû Bekir onları sefer yorgunluğunu üzerlerinden atmaları için Medine'de bıraktı ve tertip ettiği kuvvetlerin başına geçerek, Necd yönünde bulunan Zül-Kassa'ya doğru hareket etti. Bu nazik ortamda Hz. Ebû Bekir (r.a.)'ın bizzat savaşa çıkmasını doğru bulmayan bazı kimseler ona müracaat ederek Medine'de kalmasını istediler. Bu kimseler, eğer Halife Ebû Bekir (r.a.)'a bir şey olursa, içinde bulunulan kritik durumun müslümanlar için bir felakete dönüşmesinden endişe ediyorlardı. Ebû Bekir (r.a.); müslümanları bizzat koruyacağını söyleyerek bu teklifi reddetti (Taberî, III, 247).

Yolda kendisine katılan komutanlarından Mukarrinoğlu Numan, Abdullah ve Suveyd kardeşlerle birlikte Rebezelilerin toplandığı Ebrak denilen yere kadar ilerledi ve burada yapılan savaşta mağlup olan ve komutanlarını kaybeden Abslar ve Benû Bekr'ler dağılarak suratli bir şekilde bölgeden uzaklaştılar. Günlerce Ebrak'da kalan Ebû Bekir (r.a.), Benû Zübyan'ları mağlup etti ve topraklarını ganimet olarak değerlendirerek bu arazileri Benû Zübyan'lar için yasak bölge ilan etti. Onun bu galibiyeti üzerine mürtedlerin çoğunluğu tekrar İslâm'a döndü. Ebû Bekir (r.a.), itaat altına aldığı bu kimselere karşı Rasûlüllah (s.a.s.)'in sünnetine uyarak oldukça yumuşak davranmıştır. Öte taraftan, dağılan Abs ve Zübyan kuvvetleri peygamberlik iddiasında bulunan Tuleyha'nın yanına gittiler. Tuleyha, Sumeyra'dan hareket ederek Buzaha'ya yöneldi ve burada karargâh kurdu. Medine'ye dönen Eb" Bekir (r.a.) savaş hazırlıklarına girişti ve orduyu on bir kısma ayırarak her birine bir bayrak verip görev sahalarını belirledi. Buna göre, Halid b. Velid, Buzaha'da bulunan yalancı peygamber Tuleyha ile savaşacak, peşinden Butah'da bulunan Mâlik b. Nuveyre üzerine yürüyecek, İkrime bin Ebi Cehl Müseyleme ile mücâdele edecek, Muhâcır b. Ebî Ümeyye, Esved el-Ansî'nin bağlılarına karşı harekete geçecek, peşinden de Kays b. Makşuh ve onu destekleyen diğer Yemenliler'e karşı, Ebnalar'a yardım edecek ve sonra Kindelileri te'dip için Hadramut'a yönelecek. Halid b. Said, Suriye taraflarına; Amr b. el-As, Kuzâ'aya karşı yürüyecek; Huzeyfe b. Mıhsan, Deba halkıyla savaşacak; Arfece b. Herseme, Mehre kabilesiyle; Tureyfe b. Haciz, Benî Süleym'i ve onlarla birlikte hareket eden Havazinliler'i itaat altına alacak; Süveyd b. Mukarrın, Yemen'in Tıhame bölgesine; Alâ b. el-Hadramî, Bahreyn'e gidecekti. Halife, Şurahbil b. Hasane'yi de, İkrime bin Ebî Cehl'in arkasından göndererek, İkrime'nin Yemen'den ayrılıp Kuzâ'alılar üzerine yöneldiği zaman ona iltihak etmekle görevlendirdi (Taberî, III, 248-249).

Ebû Bekir (r.a.), orduyu Zül-Kassa'da taksim etti ve görevlendirdiği komutanlar birliklerini alarak görev bölgelerine doğru harekete geçtiler. Hz. Ebu Bekir irtidat eden kabilelere elçilerle, orduların önünden mektuplar göndererek onları İslam'a dönmeye dâvet ediyor ve tavırlarının doğuracağı sonuçlar hakkında onları uyarıyordu (Bu belgenin tam metni için bk. Taberi, Tarih, III, 249-251). Öte tarafta, mürtedlere karşı gönderdiği komutanlara da, düşmanla karşılaşıldığı zaman nasıl hareket etmeleri gerektiği konusunda talimatlar verdi. Bu talimatlar; Allah'dan korkmaları, Allah'ın emri dışına çıkanlarla savaşmada gayretli olmaları; savaştan önce düşmanın İslâm'a dâvet edilmesi; karşı tarafa fayda ve zararlarına olan herşeyin açıkça izah edilmesi; emirlere uyanların açıkladıkları sözlerinin kabul edilerek iyi muâmelede bulunulması; ganimetin şer'i kurallara göre taksimi ve müslümanlara her hal ve durumda iyi davranılması gibi maddeleri içeriyordu.

Halid bin Velid'in Tuleyha Meselesini Çözümlemesi: Tuleyha, Beni Esed bin Huzeyme'ye mensup olup, Rasûlüllah (s.a.s.)'in son zamanlarında peygamberlik iddiasında bulunmuştu. O, bağlı bulunduğu Esedoğullarına kendisine Cebrail'in geldiğini söyleyerek bazı tuhaf şeyler uyduruyor ve onlardan kendisine tâbi olmalarını istiyordu. Kendisine tâbi olanlara namaz kılarken secde etmeyi yasaklıyor ve Allah'ın buna ihtiyacı olmadığını, O'nu ayakta zikretmelerini emrediyordu. İbnül-Esir; "Kabilecilik taassubundan dolayı çok sayıda Arap ona tâbi oldu" demektedir (İbnül-Esir, a.g.e., II, 344). Bu yüzden ona bağlı olanların çoğu Esed, Gatafan ve Tay kabilelerine mensuptular. Fezare ve Gatafanlılar Taybe'nin güneyinde toplanmış, Tay kabilesi ise kendi topraklarının sınırında beklemekte idiler. Tuleyha'nın mensup bulunduğu Esed oğulları ise Sumeyra'da toplanmıştı. Abs, Sa'lebe ve Mürreliler ise Rebeze dolaylarında, Ebrek'de beklemekteydiler. Onların bir kısmı burada kalmış, diğer bir kısmı da Zül-Kassa'ya giderek Medine'yi tehdit etmişlerdi. Bizzat halifenin başında bulunduğu kuvvetler tarafından, önce Zül-Kassa'da sonra da Abrek'de yenilgiye uğrayan grup Sumeyra'dan ayrılıp, Gatafan ve diğer kabilelerle birleşerek Tay kabilesi arasında bir su kenarı olan Buzaha'da karargâh kuran Tuleyha'ya iltihak etti. Bu olay üzerine Tuleyha Tay kabilesinin Cedile ve Gavş boylarına adam göndererek kendisine iltihak etmelerini emretti. Onların bir bölümü acele olarak onun yanına hareket ettiler; arkada kalanlara da gelmelerini söylediler.

Ebû Bekir (r.a.), Hâlid bin Velid'e ilk önce Eknaf'da bulunan Taylıların üzerine yürümesi, peşinden Buzaha'da toplananlarla savaşması, sonra da Butah'a yönelmesi tâlimâtını verdi. Halid'den önce, Adiy b. Hâtem et-Taî Medine'den kabilesinin yanına giderek onları üzerlerine gelen orduyla korkuttu ve Halife'ye itaate çağırdı. Onlar, bu çağrıya uyarak, Adiy'den kendileri için Halid'den eman almasını ve kendilerine mühlet vermesini istediler. Onlar, Buzaha'da bulunan kabilenin diğer mensuplarını, Tuleyha'nın öldürmesinden korkuyorlardı. Adiy, durumu Halid'e bildirdi. O da onlara zaman tanıdı. Taylılar, Tuleyha'nın yanında bulunan akrabalarına haber gönderdiler. Onlar da oradan ayrılarak Halid'le birleştiler. Daha sonra Adiy'in teşebbüsü ile Cedileliler de İslam'a dönüp Halid'e iltihak ettiler. Tay ve Cedilelilerden bin beşyüz kişinin iltihakıyla daha da güçlenen Halid, Buzaha'ya Tuleyha'nın üzerine yürüdü. Benu Amirliler etraftan, hangi tarafın galip geleceğini gözetlemekte idiler. Halid b. Velid Tuleyha ile savaşa tutuştu. Tuleyha'nın yanında Uyeyne b. Hısn komutasında yedi yüz kişilik Fezareli asker bulunmaktaydı. Savaşın şiddetlendiği bir sırada Uyeyne birkaç defa Tuleyha'nın yanına gidip kendisine Cebrail'in savaşın sonucu hakkında haber verip vermediğini sordu. Tuleyha sonunda ona; "Evet geldi ve bana; "bir gün düşmanlarınla karşılaşacaksın. Başlangıçta aleyhinde de olsa sonunda savaşı kazanacaksın. Değirmen gibi insan öğüten kanlı bir savaş... Ve işte unutamayacağın bir söz" diye haber getirdi" dedi. Uyeyne ona; "unutamayacağın bir sözmüş..." dedi ve askerlerine; "Ey Fezareliler! Bu adam bir yalancıdır. Savaşı bırakıp geri dönün" emrini verdiğinde adamları ona uydu. Savaşı kaybeden Tuleyha, atına binerek Suriye'ye kaçtı. Sonra da Kelb kabilesinin yanına gitti. Esed oğulları ve Gatafanlıların tekrar İslâm'a döndüğünü duyduğu zaman o da iman etti. Hz. Ebû Bekir (r.a.) vefat edinceye kadar, Kelblilerin arasında yaşamaya devam eden Tuleyha ancak onun vefatından sonra Medine'ye gitmiş ve Ömer (r.a.)'a bey'at etmişti. Tuleyha Hz. Ömer döneminde vukubulan Kadisiye ve daha sonraki savaşlarda akıl almaz kahramanlıklar göstermiş ve bu sefer gerçekten iman ettiği İslâm için hayatını sürekli tehlikelere atarak hizmet etmekten geri kalmamıştır.

Benû Âmir, Havâzin ve Suleymlilerin İrtidâdı: Benû Âmirler, Tuleyha'nın komutasında savaşan Esed ve Gatafanlıların durumunu gözetliyorlar ve tereddüt içinde bulunuyorlardı. Tuleyha mağlup olduğu zaman, Kurre b. Hubeyre, Kâ'b oğullarının; Alkame b. Ulase ise, Kilaboğullarının başına geçerek kendilerine katılan diğer kimselerle Kâ'boğulları arazisine gelerek kamp kurmuştu. Alkame, Rasûlüllah (s.a.s.) zamanında müslüman olmuş, peşinden irtidat ederek Suriye'ye kaçmıştı. Onların irtidat haberi ve hazırlıkları Ebû Bekir (r.a.)'a ulaştığı zaman Ka'ka b. Amr'ı bir birlikle üzerlerine gönderdi. Ka'ka', Alkame'nin bulunduğu yere geldiği zaman, o kaçmayı tercih etti ve peşinden takip edenlerden kurtulmayı başardı. Ka'ka' ise, onun eşini, çocuklarını ve orada bulunan diğer kimseleri yakalayarak Medine'ye döndü. Onlar, Alkame'ye yardım etmediklerini, dolayısıyla irtidatla suçlanamayacaklarını ileri sürdüler. Ebû Bekir onları serbest bıraktı. Alkame de Medine'ye gelerek İslâm'a girdiğini açıkladı (Taberî, III/261-262).

Benû Âmirler ise Tuleyha'nın Buzaha bozgununu gördükleri vakit, birbirlerine; "Döndüğümüz dine girelim. Allah'a ve Rasûlüne iman edelim" dediler. Onlar Halid bin Velid'e giderek ona zekât vermek de dâhil İslâm'ın her rüknüne uyacaklarına dair bey'at ettiler. Ancak Halid, Esed, Gatafan, Tay, Suleym ve Âmirlerden, irtidat durumunda iken müslümanları yakarak öldüren, onlara müsle yapan ve İslam'a düşmanlıkta bulunan kimselerin teslim edilmesinden önce bu kabilelere eman vermedi. Onlar Halid'in bu istediğini yerine getirip bu suçları işleyenleri ona teslim ettiler. O da müslümanlara karşı işledikleri cinâyetlerin benzerlerini onlara tatbik ederek cezalandırdı (İbnül-Esîr, II/350). (6)

 

 

 

Kur'ân-ı Kerim'de İrtidâd Kavramı

Kur'an'da irtidâd kelimesinin türediği kök olan r-d-d kelimesi ve türevleri toplam 60 yerde geçer. Kur’an’da, din hürriyeti temel hak ve özgürlüklerden kabul edilmiş, kimsenin zorla dine sokulması uygun görülmemiş, dinde zorlama olmadğı ilân edilmiştir (2/Bakara, 256). Bunun yanında müslümanlardan, sahih bir iman ve ona yakışan sâlih amel istenmiş ve müslümanlar olarak can vermeleri emredilmiştir (3/Âl-i İmrân, 102). Kitabın/dinin bir kısmını kabul edip bir kısmını reddetmek şirk veya irtidâd kabul edilmiştir (2/Bakara, 85).

İrtidâd ile ilgili âyetlerde, irtidâdın dünyevî cezasından hiçbir şekilde bahsedilmemiş, uhrevî cezalar dile getirilmiştir. İnsan, sonucuna katlanmak şartıyla dilediği dine girebilir, dilediği şekilde yaşayabilir. Hak dinden dönen kimselerin amellerinin/yaptıkları iyiliklerin dünyada da âhirette de boşa gideceği vurgulanır (2/Bakara, 217). Bütün amelleri, İslâm inancına sahip iken yaptıkları hasenâtın hepsi, dünyada ve âhirette bâtıl olur, boşa gider; telâfîsi kabil olmayacak bir sûrette tutulur, yani bütün çalışmaları heder olur. İman ettikten sonra kâfirliğe sapıp sonra inkârcılıkta/küfürde daha da ileri gidenlerin tevbeleri, asla kabul edilmeyecektir (3/Âl-i İmrân, 89-90). İslâm’dan başka bir din arayan kimseden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o, âhirette ziyan edenlerden olacaktır. Mürtedlere Allah’ın hidâyet nasip etmeyeceği vurgulanır. Bunların cezâsı olarak, Allah’ın, meleklerin ve bütün insanlığın lâneti onların üzerinedir. Onların azapları hafifletilmez; âhirette yüzlerine de bakılmaz (3/Âl-i İmrân, 85-91). Kâfirler ve özellikle ehl-i kitaptan çoğu, mü’minleri imanından vazgeçirip küfre döndürmek isterler (2/Bakara, 109). O yüzden onlara uymak, mürtedliğe kapı açar (3/Âl-i İmrân, 100, 149). Onlar eğer güçleri yeterse, mü’minleri dinlerinden döndürünceye kadar onlara karşı savaşırlar (2/Bakara, 217).

Mürtedlere şeytan günah işlemeyi kolaylaştırmış ve onları uzun emellere, arzulara düşürmüştür (47/Muhammed, 25). Büyük günahları işlemeyi onlara önemsiz ve kolay göstermiş, emellerini ve kuruntularını çoğaltmış, kendilerinin çok ömür süreceklerini onlara telkin etmiştir (Beyzavî, Mecmua, 5/511).

Kur’ân-ı Kerim’de irtidâd, mâhiyet ve vasıf değişikliği ile hal ifade eden dönüş mânâlarında kullanılmıştır. Küfre dönüşün acıklı sonunu tasvir eder ve gayr-ı müslimlere itaatin mü’minleri küfre ve dolayısıyla irtidâda götüreceği haber verilir. Bu, tatbik edilen sosyal nizam, ekonomik sistem ve genel kabul gören dünya görüşü için de böyledir. Eğer bir toplum, kendi dünya görüşünü, sosyal, ekonomik ve siyasal sistemini İslâm’dan seçmiyorsa, o toplum câhiliyye toplumudur ve tümüyle küfür içindedir. Eğer önceleri müslüman iken sonradan bu duruma düştüler ise mürted bir toplumdur.

“...Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına iman edip bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden öyle davrananların cezâsı, ancak, dünya hayatında rezillik/rüsvaylıktır. Kıyâmet gününde ise en şiddetli azâba itilmektir. Allah, sizin yapmakta olduklarınızdan asla gâfil değildir.” (2/Bakara, 85)

“...Kim imanı küfre değişirse, şüphesiz dümdüz yoldan sapmış olur.” (2/Bakara, 108)

“Ehl-i kitaptan çoğu, hak ve doğru olan kendilerine apaçık belli olduktan sonra sırf içlerindeki kıskançlıktan ötürü sizi imanınızdan vazgeçirip küfre döndürmek isterler...” (2/Bakara, 109)

“Sana haram aydan ve onda savaşmanın doğru olup olmadığından soruyorlar. De ki: ‘Haram ayda savaşmak büyük bir günahtır. Ancak, (insanları) Allah yolundan çevirmek, Allah’ı inkâr etmek, Mescid-i Haram’ın ziyaretine mâni olmak ve halkını oradan çıkarmak; bunlar Allah katında daha büyük bir günahtır. Onlar eğer güçleri yeterse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler. Sizden kim, dininden irtidâd edip döner de kâfir olarak ölürse, onların yaptıkları işler dünyada da âhirette de geçersiz sayılmıştır. Onlar cehennemliktir ve orada devamlı kalırlar.” (2/Bakara, 217)

“Dinde ikrâh/zorlama yoktur. Çünkü doğruluk, sapıklık ve eğrilikten ayırt edilmiştir. O halde kim tâğutu inkâr edip Allah’a iman ederse, hiçbir zaman kopmayan sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah (her şeyi) işitir ve bilir.” (2/Bakara, 256)

“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, bilsin ki, kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o, âhirette ziyan edenlerden olacaktır. İman ettikten, Rasûl’ün hak olduğuna şehâdet ettikten ve kendilerine apaçık deliller geldikten sonra inkârcılığa sapıp kâfir olan bir topluluğa Allah nasıl hidâyet nasip eder? Allah zâlimler topluluğunu doğru yola iletmez. İşte onların cezâsı: Allah’ın, meleklerin ve bütün insanlığın lâneti onların üzerinedir. Bu lânette ebedî gömülüp gidecekler. Zira onların azapları hafifletilmez; yüzlerine de bakılmaz. Ancak, bundan sonra tevbe edip ıslah olanlar/yola gelenler başka. Çünkü Allah, çok bağışlayıcı ve merhametlidir. İman ettikten sonra kâfirliğe sapıp sonra inkârcılıkta/küfürde daha da ileri gidenlerin tevbeleri asla kabul edilmeyecektir. Ve işte onlar, sapıkların ta kendisidirler. Gerçekten, inkâr edip kâfir olarak ölenler var ya, onların hiçbirinden -dünya dolusu altını fidye olarak verecek olsa dahi- kabul edilmeyecektir. Onlar için acı bir azap vardır; hiç yardımcıları da yoktur.” (3/Âl-i İmrân, 85-91)

“Ey iman edenler! Kendilerine Kitap verilenlerden bir gruba uyarsanız, imanınızdan sonra sizi çevirip (irtidat ettirip) kâfirler haline getirirler.” (3/Âl-i İmrân, 100)

“Ey iman edenler! Allah’tan, O’na yaraşır şekilde, hakkıyla korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin.” (3/Âl-i İmrân, 102)

“Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için pek büyük bir azap vardır. Nice yüzlerin ağardığı, nice yüzlerin de karardığı günü (düşünün). Şimdi, yüzleri kararanlara, ‘inanmanızdan sonra kâfir mi oldunuz? Öyleyse inkâr etmiş olmanız yüzünden tadın azâbı!’ (denilir.)” (3/Âl-i İmrân, 105-106

“Ey iman edenler! Eğer kâfirlere uyarsanız, sizi eski dininize geri çevirirler; o takdirde büsbütün kaybedersiniz.” (3/Âl-i İmrân, 149)

“Alllah, kendisine şirk/ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar. Allah’a şirk/ortak koşan kimse büyük bir günah (ile) iftira etmiş olur.” (4/Nisâ, 48)

“Sana indirilene ve senden önce indirilenlere inandıklarını ileri sürenleri görmedin mi? Zira tâğûta inanmamaları/küfretmeleri kendilerine emrolunduğu halde, tâğutun önünde muhâkemeleşmek, onun hükümleriyle hükmetmek istiyorlar. Halbuki şeytan onları büsbütün saptırmak istiyor.” (4/Nisâ, 60)

İman edip sonra inkâr edip kâfir olanları, sonra yine iman edip tekrar küfre girenleri, sonra da inkârlarını arttıranları Allah ne bağışlayacak ne de onları doğru yola iletecektir.” (4/Nisâ, 137)

“O Kitap’ta size indirmiştir ki: Allah’ın âyetlerinin inkâr edildiğini, yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze dalıncaya kadar kâfirlerle beraber oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz. Elbette Allah, münâfıkları ve kâfirleri cehennemde bir araya getirecektir.” (4/Nisâ, 140)

“...Kim Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.” (5/Mâide, 44)

“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki); Allah, sevdiği ve kendisini seven, mü’minlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı aziz/onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah’ın, dilediğine verdiği lutfudur. Allah’ın lutfu ve ilmi geniştir.” (5/Mâide, 54)

“Âyetlerimiz hakkında (ileri geri konuşmaya) dalanları gördüğünde, onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan uzak ol (meclislerini terk et). Eğer şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra (hemen kalk) o zâlimler topluluğu ile oturma. (Allah’ın azâbından) korunanlara, inanmayanların hesabından herhangi bir sorumluluk yoktur. Lâkin onlara doğruyu hatırlatın. Umulur ki, korunurlar. Dinlerini bir oyuncak ve bir eğlence edinen, böylece kendilerini dünya hayatı aldatmış olan kimseleri (kendi hallerine) bırak. Sen yalnız Kur’an’la nasihat et ki, hiçbir kimse kazandığı (günah) yüzünden helâke sürüklenmesin. Onun Allah’tan başka ne bir dostu ne de bir şefaatçisi vardır. O, bütün varını fidye olarak verse, yine de ondan alınmaz (kabul olunmaz). Onlar kazandıkları (günahlar) yüzünden helâke sürüklenmiş kimselerdir. İnkâr etmekte oldukları gerçeklerden ötürü onlar için kaynar sudan ibâret bir içecek ve acıklı bir azap vardır. De ki: ‘Allah’ı bırakıp da bize fayda ya da zarar veremeyecek olan putlara mı tapalım? Allah bizi doğru yola ilettikten sonra, şeytanların saptırıp şaşkın olarak çöle düşürmek istedikleri, arkadaşlarının ise: ‘Bize gel!’ diye doğru yola çağırdıkları şaşkın kimse gibi ökçelerimizin üzerinde irtidat edip gerisin geri (küfür ve şaşkınlığa) mı döndürüleceğiz?’ Allah’ın (gösterdiği hidâyet) yolu, doğru yolun ta kendisidir. Ve bize âlemlerin Rabbine teslim olmamız emrolundu.” (6/En'âm, 68-71)

“Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O halde sen, iman etmeleri için insanları zorluyor musun? Allah’ın izni olmadan hiç kimse iman etmez. O, murdarlık (azâbını), akıllarını kullanmayanlara verir.” (10/Yûnus, 99-100)

“Sakın, Allah’ı zâlimlerin yaptıklarından habersiz sanma. Şu kadar var ki, Allah onları (cezâlandırmayı), gözlerin şaşkınlıktan bakakalacağı bir güne erteliyor.” (14/İbrâhim, 42)

“Kalbi iman ile mutmain olduğu halde (dinden dönmeye) ikrâh olunan/zorlanan hâriç, kim, iman ettikten sonra Allah’ı inkâr ederse (ona Allah’ın gazabı vardır). Ama kim, kâfirliğe göğüs açarsa, onların üzerine Allah’tan bir gazap ve onlara büyük bir azap vardır.” (16/Nahl, 106)

“Ve de ki: ‘Hak, Rabbinizdendir. Öyle ise dileyen iman etsin, dileyen inkâr edip kâfir olsun. Biz, zâlimlere öyle bir cehennem hazırladık ki, onun duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmıştır...” (18/Kehf, 29)

“Onlar, boş söz işittikleri zaman, ondan yüz çevirirler ve ‘bizim amellerimiz/işlerimiz bize, sizin amelleriniz size; size selâm olsun. Biz kendini bilmezleri (arkadaş edinmek) istemeyiz’ derler. Sen sevdiğini hidâyete erdiremezsin; bilâkis, Allah dilediğine hidâyet verir ve hidâyete girecek olanları en iyi O bilir.” (28/Kasas, 55-56)

İşte onun için sen (tevhide) dâvet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların kötü arzularına uyma ve de ki: ‘Ben Allah’ın Kitap’tan indirdiğine inandım ve aranızda adâleti gerçekleştirmekle emrolundum. Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim işlediklerimiz bize, sizin işledikleriniz de sizedir. Bizimle sizin aranızda tartışmayı gerektiren bir durum yoktur. Allah hepimizi bir araya toplar, dönüş de O’nadır.” (42/Şûrâ, 15)

Şüphesiz ki kendilerine hidâyet/doğru yol belli olduktan sonra, ona arka dönüp mürted olanları, şeytan sürüklemiş ve kendilerine ümit vermiştir. Bunun sebebi; onların, Allah’ın indirdiğinden hoşlanmayanlara ‘bazı hususlarda size itaat edeceğiz’ demeleridir. Oysa Allah, onların gizlediklerini biliyor. Ya melekler onların yüzlerine ve sırtlarına vurarak canlarını alırken durumları nasıl olacak? Ona sebep, onların Allah’ı gazaplandıran şeylerin ardınca gitmeleri ve O’nu râzı edecek şeylerden hoşlanmamalarıdır. Bu yüzden Allah onların işlerini boşa çıkarmıştır. Kalplerinde hastalık olanlar, yoksa Allah’ın kendilerine besledikleri kinlerini ortaya çıkarmayacağını mı sandılar? Biz isteseydik onları sana gösterirdik de, sen onları yüzlerinden tanırdın. Andolsun ki sen onları, konuşma üslûplarından tanırsın. Allah bütün işlediklerinizi bilir.” (47/Muhammed, 25-30)

İnkâr edip kâfir olanlar, Allah yolundan alıkoyanlar ve kendilerine doğru yol belli olduktan sonra Peygamber’e karşı gelenler, Allah’a hiçbir zarar veremezler. Halbuki Allah onların yaptıklarını boşa çıkaracaktır.” (47/Muhammed, 32)

İnkâr edip Allah yolundan alıkoyanları ve sonra da kâfir olarak ölenleri Allah asla bağışlamaz.” (47/Muhammed, 34)

“...Sen onların üzerinde bir cebbâr/zorlayıcı değilsin, sadece tehdîdimden korkanlara Kur’an’la öğüt ver.” (50/Kaf, 44-45)

“Sizin dininiz size, benim dinim bana.” (109/Kâfirûn, 6)

 

 

 

Bir Tefsirden İktibas

"Onlar yapabilseler sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaya devam ederler." Bu açıklama herşeyi bilen ve herşeyin içyüzünden haberdar olan Allah'tan gelen doğru bir tespittir. Burada kötülüğe ve müslümanları dinlerinden koparmaya yönelik iğrenç bir ısrar açığa vuruluyor. Bu ısrarlı çaba, İslâm düşmanlarının sürekli hedefleri olmuştur. Bu çaba nerede ve hangi zaman diliminde olursa olsun müslüman cemaatin düşmanlarının değişmez amacıdır. İslâm'ın yeryüzündeki varlığı, bu dinin düşmanları, her dönemdeki İslâm cemaatinin düşmanları için başlıbaşına bir kin ve korku kaynağı olmuştur. Başlıbaşına İslâm onları rahatsız ediyor, korkutuyor, kinlerini kabartıyor. İslâm o kadar güçlü, o kadar sağlam bir dindir ki, bütün Batı taraftarları ondan korkuyor, bütün haydutlar ondan ürküyor ve bütün bozguncular (müfsitler) ona karşı antipati duyuyor. İslâm gerek başlıbaşına gerek içerdiği apaçık hakk, gerek tutarlı sistemi ve gerekse sağlıklı sosyal düzeni ile doğrudan doğruya somut bir savaştır; o bütün bu nitelikleri ile batıla, haydutluğa, zulme ve bozgunculuğa karşı doğrudan doğruya somut bir savaştır. Bundan dolayı batıl taraftarları, haydutlar, bozguncular onun varlığına katlanamıyorlar. Bu yüzden müslümanların karşısında hep pusudadırlar, onları dinlerinden koparmak, kâfirliğe döndürmek için yanıp tutuşurlar. Kâfirlik olsun da hangi türü olursa olsun, onlar için farketmez. Zira yeryüzünde bu dine inanan, bu sistemin izinden giden, bu düzeni yaşayan bir tek müslüman cemaat varken batıl düzenlerinin yaşayacağına, haydutluklarının ve bozgunculuklarının devam edebileceğine güvenemiyorlar.

Bu İslâm düşmanlarının savaş metodları ve savaş araçları zamanla farklılaşır, fakat hedef hiçbir zaman değişmez. Bu hedef, gerçek müslümanları dinlerinden döndürmektir. Ne zaman ellerindeki silâhlardan biri kırılsa, bozulsa başka bir silah çekerler. Ne zaman ellerindeki silâhlardan biri körelse, etkisini yitirse bir başkasını bilerler.

Herşeyi bilen ve herşeyden haberdar olan yüce Allah'ın vermiş olduğu bu doğru haber karşımızdadır, müslüman cemaati bu düşmanlara teslim olmamaları hususunda uyarıyor, onlara tehlikenin büyüklüğünü gösteriyor, onları düşmanların oyunları karşısında direnmeye, savaşın zorluklarına dayanmaya çağırıyor. Aksi halde karşılaşılacak sonuç dünya ve ahiret hüsranı zararıdır, hiçbir mazeretin ve hiçbir gerekçenin önleyemeyeceği bir azaptır:

"Sizden kim dininden döner de kâfir olarak ölürse böylelerinin bütün yaptıkları dünyada da ahirette de boşa gider. Bunlar Cehennemliktirler ve orada ebedi olarak kalacaklardır." Burada geçen "Hubut" kelimesi, merada otlayan bir devenin zararlı bir ot yemesi sonucunda önce şişip arkasından ölmesini anlatan bir deyimden türemedir. Kur'an-ı Kerim, burada bu kelime ile insanın işlediği amellerin önce kabarıp sonra yokoluvermeleri olayını anlatmak istiyor. Görüldüğü gibi bu kelimenin somut anlamı ile soyut anlamı arasında sıkı bir uyum var. Yani batıl amelin önce kabarması, görüntüsünün şişmesi, sonunda ise ortadan çekilip yokluğa karışması olayı ile zehirli ot yiyen devenin şişmesi ve bu şişkinlik sonunda patlayıp ölmesi olayı arasında sıkı bir çağrışım vardır.

Kim İslâm'ı taddıktan, onu tanıdıktan sonra baskı ve caydırma darbeleri altında bu dinden dönerse -uğradığı baskının ve karşılaştığı caydırma girişimlerinin çapı ne olursa olsun- yüce Allah tarafından belirlenen akıbeti budur. Yani amellerinin hem dünyada ve hem de ahirette boşa gitmesi, buna ek olarak da hiç bitmeyecek bir Cehennem azabına çarpılmasıdır.

İslâm'ın tadına varan, onu tammış olan bir kalp, gerçek anlamda asla ondan dönemez, vazgeçemez. Bu dönüşün sözkonusu olabilmesi için o kalbin düzelmez, ıslâh olmaz derecede bozulması gerekir. Yalnız, insan takatını aşan ağır işkence karşısında görünüşte taviz verilerek başvurulan korunma önlemi (takıyye) bu sözümüzün dışındadır. Zira yüce Allah merhametli olduğu için insanın dayanma gücünü aşan işkence karşısında müslümana dinini bırakmış gibi davranarak canını kurtarma izni verdi. Fakat bu zor durumda müslümanın kalbi İslâm'a bağlılığını sürdürmeli, imanını seve seve korumalıdır. Başka bir deyimle bu durumda müslümana verilen müsaade, gerçekten kâfir olma, (Allah korusun) sahici bir "dininden dönme" müsaadesi değildir.

Yüce Allah'ın bu uyarısı dünyanın son anına, Kıyamet gününe kadar geçerlidir. Hiçbir müslüman işkenceye, çeşitli caydırma girişimlerine boyun eğerek dinini, Allah'a kesin bağlılığını bırakmakta, imanından ve İslâm'a bağlılığından dönmekte mazur sayılamaz. Yapılması gereken şey cihaddır, mücadeledir, yüce Allah bir çıkış yolu gösterinceye kadar sabretmek, direnmektir. Hiç kuşkusuz yüce Allah kendisine inanan ve O'nun yolunda işkencelere maruz kalan kullarını yüzüstü bırakmaz. O, onları, fedakârlıklarına karşılık olarak iki güzel sonuçtan biri ile; ya zafer ya da şehitlik ile ödüllendirecektir. (Fi Zılâl, 2/218)

 

 

 

Hadis-i Şeriflerde İrtidât Kavramı

Abdullah İbn Abbâs'ın, güvenilirliği çok tartışmalı âzâdlı kölesi İkrime'den gelen rivâyete göre, eğer doğruysa Hz. Ali, kendisine tanrı diyenleri, yahut zındıkları veya gizlice putlara tapanları ateş dolu hendeklere attırıp yaktırmış. Bunu duyan Abdullah İbn Abbâs: "Ben olsaydım, onları yakmazdım. Çünkü Peygamber (s.a.s.), "Allah'ın azâbıyla azâb etmeyiniz!" buyurmuştur. Ben onları öldürürdüm. Çünkü Peygamber (s.a.s.): "Dinden döneni öldürünüz!" buyurmuştur. (Buhârî, Cihad 149, İ’tisâm 28, İstitâbe 2, Ahkâm 16, Mürteddîn 2; Ebû Dâvud, Hudûd 1; Tirmizî, Hudûd 25; Nesâî, Tahrîmu’d-Dem’ 14; İbn Mâce, Hudûd 2; Ahmed bin Hanbel, I/2, 7, 28, 282, 283, 323, V/231)

İnsanlar ‘Allah’tan başka ilâh yoktur, Muhammed O’nun rasûlüdür’ deyinceye kadar kendileriyle savaşmaya emrolundum. Ne zaman bunu söylerlerse kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Ancak dinî cezalar müstesna; iç yüzlerinin muhasebesi ise Allah'a aittir.” (Buhâri, Cihad 102, İman 17; Müslim, İman 8; Ebû Dâvud, Cihad 104; Tirmizî, Tefsir 78; Nesâî, Zekât 3; İbn Mâce, Fiten 1; Dârimî, Siyer 10)

Abdullah bin Mes’ûd dedi ki: “Rasûlullah (s.a.s.) bize karşı yaptığı bir konuşmasında dedi ki: “Kendisinden başka ilâh olmayan (Allah) hakkı için söylüyorum: Allah’tan başka hiçbir ilâh bulunmadığına, benim de Allah’ın peygamberi olduğuma şehâdet eden bir kimsenin kanı ancak şu üç şeyden biri dolayısıyla helâl olur: İslâm’ı terkedip İslâm cemaatinden ayrılan, evli olduğu halde zinâ eden ve birisini öldürdüğü için (kısas cezâsı olarak) öldürülmesi gereken.” (Müslim, Kasâme 25-26; Ebû Dâvud, Hudûd 1; Nesâî, Tahrîmu’d-Dem’ 5, 14; İbn Mâce, Hudûd 1)

Hâlid bin Velîd, "Nice namaz kılan var ki, kalbinde olmayanı söylüyor (inanmış görünüyor)" gerekçesiyle kısmeti (ganimet taksimini) kabul etmeyen bir kişiyi öldürmek için izin isteyince Allah'ın Rasûlü: "Bana insanların kalbini yarıp karınlarını deşip imanlarını araştırmam emredilmedi' buyurmuştur (Buhârî, Meğâzî 61; Müslim, Zekât 144; Fethu'l-Bârî, 8/67). Bir rivâyette Peygamber (s.a.s.): "Bırak şunun boynunu vurayım" diyen kimseye, "Hayır, ben ashâbımı öldürmem!" demiştir (Fethu'l-Bârî, 12/293).

Ebû Mûsâ el-Eş’arî’den rivâyete göre, (Yemen’de vali iken) bir adam önce İslâm’a girmiş, sonra da yahûdiliği kabul etmişti. (Muâz bin Cebel) dedi ki: “Allah’ın ve Rasûlünün hükmü gereğince onu öldürmedikçe oturmayacağım.” (Buhârî, Ahkâm 16, Mürteddîn 2; Ebû Dâvud, Hudûd 1)

"Kâfir müslümana, müslüman da kafire mirasçı olamaz" (Buhârî, Ferâiz, 26; Müslim, Ferâiz, 1).

"İki millet (mü'min ve kâfir) arasında miras yoktur." (Ebû Dâvud Ferâiz, 13; Tirmizi, Ferâiz, 16; İbn Mâce, Ferâiz, 6)

“…Her kim ‘Lâ ilâhe illâllah’ der ve Allah’tan başka tapınılan şeyleri reddederse, onun malına ve canına haksız yere dokunmak haram olur. Hesabı Allah’a kalmıştır.” (Müslim, İman 35, hadis no: 21, 1/52)

"Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in O'nun Rasulü olduğuna şehâdet eden kimseye Allah ateşi haram kılmıştır." (Buhârî, İlim, 49)

Ebû Zer (r.a.)’in rivâyet ettiğine göre Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Cebrail (a.s.) bana gelerek; ‘Ümmetinden kim Allah’a herhangi bir şeyi şirk koşmadan ölürse cennete girer müjdesini verdi.” Ben, (hayretle) zina ve hırsızlık yapsa da mı? diye sordum. “Evet, hırsızlık etse de, zina yapsa da” cevabını verdi. Ben tekrar: ‘Yani hırsızlık etse, zina yapsa da ha?’ dedim. “Evet, bunları yapsa da (Cennete girecektir)” buyurdu. Ben aynı soruyu dördüncü defa sorunca; “Ebû Zerr’in burnu kırılsa (patlasa) da Cennete girecektir” buyurdu. (Müslim, İman 153-154, hadis no: 94, 1/94-95; Tirmizî, İman 18, hadis no: 2644, 5/27; Buhârî, Tevhid 33; K. Sitte, 2/205)

"Allah'a inanıp, O'na hiç bir şeyi ortak koşmayan Cennet'e girmiştir. Allah'a inanıp da, O'na şirk koşan ise Cehenneme girmiştir" (Müslim, İmân, 152)

“Ümmetimle ilgili olarak korktuklarımın en korkutucusu Allah’a şirk/ortak koşmalarıdır. Dikkat edin; ben size ‘onlar aya, güneşe ve puta tapacaklar’ demiyorum. Fakat onlar (hâkimiyet hakkını bazı fertlerde, zümrelerde meclis ve toplumlarda görecekler), Allah’tan başkasının emirlerine ve arzularına göre iş yapacaklardır.” (İbn Mâce, hadis no: 4205)

"Bir adam kardeşine "ey kâfir" derse, bu söz ikisinden biri için mutlaka gerçekleşir" (Buhârî, Edeb, 73; Müslim, İman, 111)

"Üç kişiden hesap sorma kaldırılmıştır: Aklını kaybetmiş kimse akıllanana kadar; uyuyan uyanana kadar ve çocuk, bulûğa erene kadar. Bu üç zümreden kalem kaldırılmıştır ve yaptıklarından sorumlu tutulmazlar." (Ebû Dâvud, Hudûd, 17; Tirmizi, Hudûd,1; Nesâi, Talak, 21; İbn Mâce, Talak, 15)

"Allah, ümmetimden hata, unutma ve zorlanma ile yaptığı şeylerden sorumluluğu kaldırdı." (İbn Mâce, Talâk, 16)

 

 

Mürtede Verilecek Dünyevî Cezânın Tahlili

Fıkıh bilginlerinin çoğuna ve geleneksel anlayışa göre mürtedin cezası, ölümdür. Dinden dönmenin cezâsının idam olduğuna hükmedenlerin dayandığı delilleri şöyle özetleyebiliriz: “...Sizden kim, dininden döner de kâfir olarak ölürse, onların yaptıkları işler dünyada da âhirette de geçersiz sayılmıştır. Onlar cehennemliktir ve orada devamlı kalırlar.” (2/Bakara, 217).

İbn Abbâs’tan rivâyet edilen bir hadise göre Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Men beddele dînehû fa’ktulûhu -Kim dinini değiştirirse, onu öldürün-!” (Buhârî, Cihad 149, İ’tisâm 28, İstitâbe 2, Ahkâm 16, Mürteddîn 2; Ebû Dâvud, Hudûd 1; Tirmizî, Hudûd 25; Nesâî, Tahrîmu’d-Dem’ 14; İbn Mâce, Hudûd 2; Ahmed bin Hanbel, I/2, 7, 28, 282, 283, 323, V/231)

Fakîhler, yukarıdaki âyet ve hadise dayanarak mürteddin idam edilmesinin gerektiğini kabul etmişlerdir. Hanefî hukukçu Serahsî, mürteddin öldürülmesinin asıl dayanağı: “Bedevîlerden (Hudeybiye seferinden) geri kalmış olanlara de ki: ‘Siz yakında çok kuvvetli bir kavme karşı savaşmaya çağrılacaksınız. Onlarla savaşırsınız veya müslüman olurlar. Eğer itaat ederseniz, Allah size güzel bir mükâfat verir. Ama önceden döndüğünüz gibi yine dönecek olursanız sizi acıklı bir azâba uğratır.” (48/Fetih, 16) âyeti olduğunu belirtmektedir (Serahsî, el-Mebsût, Beyrut, 1978, c. 10, s. 68)

Rahatlıkla görülebileceği gibi, bu iki âyette de dinden dönenin öldürüleceğine dair açık bir hüküm yoktur. Kur’ân-ı Kerim’de dinden dönme ile ilgili 2/Bakara, 217 yanında başka âyetler de vardır. Bunları, yukarıda gördük. Ancak bunlardan hiçbiri dünya hayatında verilmesi gereken bir cezâdan bahsetmemektedir. Sadece âhirette uğrayacakları cezâdan bahsetmektedir. Bu da, cehennem ateşi ile, ziyana uğramak ve yapılan amellerin yok olup gitmesidir (47/Muhammed, 25; 5/Mâide, 54). Ayrıca, imandan sonra kâfir olmakla ilgili bazı âyetler de vardır (4/Nisâ, 37; 5/Mâide, 5, 3/Âl-i İmrân, 86; 18/kehf, 29 gibi). Ancak bu âyetlerde de dünyevî cezâdan bahsedilmemektedir.

Hadis rivâyeti konusunda, aşağıda belirtilecek çok önemli tenkitler yapılmış ve bunun sahih olamayacağı, en çok da bir sahâbî görüşü olduğu değerlendirmesi yapılmıştır. Hadis-i şerif, sahih olmuş olsa bile, âhad hadistir. Birçok ilim adamına göre, hadler âhad haberle sâbit olmamaktadır. Şayet, âhad haberle hadler sâbit olsa bile, burada mürtedden kastedilen, onun mücerred olarak İslâm’dan ayrılması, küfrü benimsemesi değildir.

Abdülkerim Zeydan, bu konuda şunları söyler: “Dinden dönen kimseye uygulanan cezayı inanç özgürlüğüne getirilmiş bir kısıtlama gibi görenler yanılmaktadır. Bunun inanç hürriyeti ile hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü irtidâd, bilindiği gibi, bir müslümanın dinden dönmesidir. Bu nedenle karşımızda suç işleyen müslüman vardır; dininden, inancından zorla çıkarılan bir hıristiyan veya yahûdi değil. Zaten kimsenin dininden zorla çıkarılamayacağı Kur'an teminatı altındadır. Eğer insanlar zorla İslâm dinine sokulabilseydi, İslâm hukukunda zimmet akdi (zimmîlerle ilgili hükümler) meşrû görülmezdi. Ayrıca, mürtedin dinden çıktığını herhangi bir şekilde ilân etmesi gerekir. Aksi takdirde onun dinden döndüğüne hükmedilemez. Çünkü o takdirde bu kişi mürted değil; münâfık sayılır. Böylece mürtedin dinden çıkışını ilân etmesi, bir başka suç teşkil eder. Çünkü bu ilânda, ümmetin inancını alaya alma vardır, İslâm nizamını hiçe sayma vardır. Ayrıca mürted, bu davranışıyla kendisi gibi olanları bu yola teşvik etmiş olur. En azından zayıf inançlı kişilerin kalplerine şüphe tohumlarını ekmiş olur. Bütün bunlar, toplumun sarsılmasına ve İslâm nizamının zedelenmesine sebebiyet verir. Bunlar büyük suçlardır. Bu suçların önlenmesi, ancak mürtede verilecek ceza ile mümkün olur. İslâm hukukunda (bu şekilde savaşçı konumunda olan) mürtede ölüm cezası öngörülmüştür. Çünkü İslâm nizamını bozucu (ve onu yıkmayı hedefleyen) davranışta bulunmak çok büyük bir suçtur.

Nitekim bazı davranışlar, çok kötü sonuçlar verdiği için cezası da ona göre ağırdır, bunda garipsenecek bir şey de yoktur. Meselâ devletle orduya erzak temin etmek üzere anlaşan bir insanın, tam savaş sırasında kasden ordunun erzâkını kesmesi, onun idamı için yeterlidir. Çünkü yaptığı hareket basit gibi görünse de korkunç sonuçlar doğuracağı için cezası da büyük olur. Bir başka örnek; bir bebeği emzirmeyi üzerine alan bir kadın kasden yavruyu emzirmez ve bundan dolayı çocuk ölürse, bazı hukukçulara göre, kadının cezası idamdır. Böyle bir durumda kadın, "önce kabul ettim, sonra fikrimi değiştirdim, fikrimi değiştirme, fikir özgürlü hakkım yok mu?" diyebilir mi? Bununla birlikte, İslâm hukuku, mürtedin suçunun büyüklüğüne rağmen, ona üç gün mühlet vermeyi gerekli görmüştür. Bu müddet içinde pişman olursa cezası düşer. Bütün bunlara rağmen "mürtedi cezalandırmada inanç hürriyetinin kısıtlanması vardır" denilebilir mi? Hayır, denilemez!” (7)

Abdülkerim Osman ise şu tesbitlerde bulunur: “Şu kadarını söylemeliyiz ki; Dinden çıkma ile, dine karşı çıkma arasında fark vardır. Dinden çıkma, genellikle fert bazında olur. Oysa dine karşı çıkma, daha çok topluca olur; tıpkı Rasûlullah dönemindeki yahûdi gruplar ile Hz. Ebûbekir dönemindeki Arap mürtedler gibi. İkinci olarak, bir fiili yasaklamak ile o fiilin karşılığında bir ceza koymak arasında fark vardır. Mürtedin cezası had değil; tâzirdir, bu cezanın şekli, veliyyü'l-emrin (İslâm devlet başkanının) kararına bırakılmıştır. İbn Kayyım'a göre, mürtedin cezasının İslâm'daki inanç hürriyeti ile ilgisi yoktur; bu, siyasî bir husustur. Bundan maksat, müslümanları ve İslâm devletinin nizamını düşman saldırılarından korumaktır.” (8)

 

 

 

İrtidadın Dünyevî Cezası Yoktur Diyenlerin Delilleri

Günümüzde Kur'an etrafında oluşturulan problemlerin büyük bir kısmını, Kur'an dışı rivâyetlerle yanlış olarak elde edilen yorumlar teşkil eder. Örnek vermek gerekirse; Kur'an'da mürtedd'in (İslâm'dan, başka bir dine dönenin) öldürüleceğini emreden hiçbir nass mevcut değilken; bu hüküm âdeta tartışmasız bir İslâmî ceza olarak kabul edilmiştir. Oysa böyle bir hüküm, birçokları meyanında 2/Bakara, 217; 5/Mâide, 54; "Dinde zorlama yoktur..." (2/Bakara, 256) âyetine de aykırı düşmektedir.

Hz. Peygamber sonrası uygulama ve ictihadlardan yararlanmak gerektiği halde, dogmalaştırılıp İslâm haline getirilmesi, din anlayışlarımızla ilgili promberlerin çoğunu teşkil etmektedir. Öncelikle Kur'an dışı rivâyetleri, Kur'an'ın önüne geçirmemek, ona tahakküm ettirmemek sûretiyle birçok problem bertaraf edilmiş olur. Geriye kalan problemler ise, Kur'an'ın doğru anlaşılmasına dayanan problemlerdir. (9)

İrtidad, büyük bir günah olmakla beraber Kur'ân-ı Kerim'de buna dinî bir cezâ (önleyici bir yaptırım) konmamıştır. Çünkü iman gönül işidir; zorlama ile olmaz. Dinden dönen, içinden inkâr ediyorsa dil ile inandığını söylese bile gerçekte mü'min değildir. Öyle ise dinden dönen kimse, zorla dine sokulamaz. "Dinde ikrâh yoktur!" (2/Bakara, 256). İrtidâd edenin öldürüleceği hakkında rivâyetler varsa da Kur'an'a ters olan bu rivâyetlerin bir değeri yoktur.

İrtidâd Allah'a karşı işlenen bir suç olduğundan buna bir cezâ belirlenmemiş, diğer tür dinî hükümler gibi cezâsı âhirette Allah'ın hükmüne bırakılmıştır. Mürteddin öldürüleceği hakkındaki bazı görüşler dinin değil; insanların kendi kanaatleridir. Kur'an bu konuda bir cezâ belirtmemiştir.

Mürteddin öldürüleceğine dair bazı zayıf rivâyetler vardır ki, bunlar hadisten çok, sahâbî sözü (eser) olarak aktarılmıştır. Abdullah İbn Abbâs'ın, güvenilirliği çok tartışmalı âzâdlı kölesi İkrime'den gelen rivâyete göre güya Hz. Ali, kendisine tanrı diyenleri, yahut zındıkları veya gizlice putlara tapanları ateş dolu hendeklere attırıp yaktırmış. Bunu duyan Abdullah İbn Abbâs: "Ben olsaydım, onları yakmazdım. Çünkü Peygamber (s.a.s.), "Allah'ın azâbıyla azâb etmeyiniz!" buyurmuştur. Ben onları öldürürdüm. Çünkü Peygamber (s.a.s.): "Dinden döneni öldürünüz!" buyurmuştur. (Buhârî, Cihad 149, İstitâbe 2; Ebû Dâvud, Hudûd 1; Tirmizî, Hudûd 25; Nesâî, Tahrîm 14; İbn Mâce, Hudûd 2; Ahmed bin Hanbel, I/2, 7, 28, 282)

Bu rivâyet çelişkilerle doludur. Çünkü önce rivâyetten Peygamber döneminde henüz bir çocuk olan Abdullah İbn Abbâs'ın, mürteddin hükümlerini, Peygamber döneminde icraatın içinde yoğrulmuş Hz. Ali'den daha iyi bildiği anlaşılmaktadır. Bu, mantıklı değildir. İkinci olarak Abdullah İbn Abbâs, Hz. Ali döneminde Kûfe'de Hz. Ali'nin yanında idi. Hz. Ali'nin çukurlar eştirmesi, bu çukurlara doldurduğu yakıtları ateşleyip bu insanları ateş hendeklerine attırıp yaktırması, toplumdan gizli kalacak bir şey değildir. Abdullah da muhakkak ki orada idi ve olayı görüyordu. Eğer böyle bir uygulama olsaydı, bu konuda düşüncesini Hz. Ali'ye söyleyebilir, onu bu korkunç uygulamadan caydırabilirdi.

Ayrıca bu rivâyetlerde ateşte yakılanların kimliği de değişmektedir. Bir rivâyette Ali'nin yaktırdığı kişiler zındıklar (gizli Mani dini bağlıları), bir rivâyette gizlice putlara tapan fakat müslüman görünen kişiler, bir diğer rivâyette de Ali'nin Tanrı olduğunu söyleyen Yemen'li Abdullah İbn Sebe' ve adamlarıdır.

Aslında birçok yazarın allandıra ballandıra fitne olaylarının kaynağı olarak gördükleri bu Abdullah İbn Sebe', gerçekte efsânevî bir kişidir, tarihî bir kişi değildir. Bu olayların altında hep bir yabancı parmağı arama alışkanlığındaki kişilerin ürettiği sanal bir kişidir. Yüz elli Uydurma Sahâbî adlı kitabın yazarı, bu kişinin uydurma bir kişi olduğunu ispatlamaktadır.

Kimi rivâyette Hz. Ali bunları yakmamış, hendeklere attırıp üstlerine duman salarak boğdurmuş; kimi rivâyette de bunları önce hapsetmiş, bunlara ne yapmak gerektiğini adamlarına danışmış. Adamları bunların öldürülmesini önermişlerse de Hz. Ali: 'Hayır, ben bunlara, babamız İbrâhim'e uygulanan cezâyı uygulayacağım!' demiş ve öyle yapmış (Fethu'l-Bârî, 12/270; Neylu'l-Evtâr, 7/191, 194). Sanki Hz. Ali, Hz. İbrâhim'in ateşe atılmasını yerinde bir cezâ görmüş ki zorba kâfirlerin, tevhid imamına uyguladıkları o tüyler ürpertici cezâyı, bu zavallı insanlara uygulamaya heveslenmiş. Hz. Ali'den gelen başka bir rivâyette ise mürted öldürülmeden önce tevbeye çağrılır ve tevbe etmesi için kendisine bir ay süre tanınır (Fethu'l-Bârî, 12/270).

Ahmed bin Hanbel'in bir rivâyetine göre Ebû Mûsâ el-Eş'arî'nin, Allah ve Elçisi'nin hükmüne göre mürtedin derhal öldürülmesini istediği söylenirken, devamı olan başka bir rivâyette ise Ebû Mûsâ'nın, kendisine gelen mürtedi yirmi gece veya buna yakın bir süre tevbeye çağırdığı, Muâz gelince hâlâ tevbe etmemiş olan bu adamın boynunun vurulduğu belirtilmektedir.

Enes'in rivâyetine göre "Hz. Ömer, yanına gelen Enes İbn Mâlik'e: Bekr İbn Vâil'den irtidât eden altı kabileye ne yaptıklarını sormuş. Enes, onların savaşta öldürüldüklerini söyleyince; Ömer, onların öldürülmesini uygun bulmadığı için 'İnnâ lillâh...' demiş. Enes: 'Onlar için öldürülmekten başka bir yol var mıydır?' diye sormuş. Ömer: 'Evet, onlara İslâm'ı arz ederim, kabul etmezlerse onları hapsederim' demiştir" (Neylu'l-Evtâr, 7/191 -Beyhakî'den-). Hz. Ömer'in bu sözünden, mürtedin sadece hapsedileceği, fakat öldürülmeyeceği anlaşılmaktadır.

Hâlid bin Velîd, "Nice namaz kılan var ki, kalbinde olmayanı söylüyor (inanmış görünüyor)" gerekçesiyle kısmeti (ganimet taksimini) kabul etmeyen bir kişiyi öldürmek için izin isteyince Allah'ın Rasûlü: "Bana insanların kalbini yarıp karınlarını deşip imanlarını araştırmam emredilmedi' buyurmuştur (Buhârî, Meğâzî 61; Müslim, Zekât 144; Fethu'l-Bârî, 8/67). Bir rivâyette Peygamber (s.a.s.): "Bırak şunun boynunu vurayım" diyen kimseye, "Hayır, ben ashâbımı öldürmem!" demiştir (Fethu'l-Bârî, 12/293).

Başka olaylar saldırgan düşmanlara karşı takınılması gereken tavrı belirleyen âyetleri, derûnî (içsel) olan ve asla zor kabul etmeyen vicdânî inanca müdâhaleye dayanak yapmak, Kur'an'ın din ve vicdan özgürlüğüne tamamen aykırıdır. İman gönül işidir. İnanmadığı takdirde öldürüleceğini anlayan insan, zor karşısında inansa da mü'min sayılmaz ki. İkrâh ile ne iman, ne de küfür olur. İman serbest olarak benimsenip kabul edilen düşüncedir. "Dinde zorlama yoktur. Doğruluk, sapıklıktan seçilip belli olmuştur. Kim tâğutu inkâr edip Allah'a iman ederse, muhakkak ki o, kopmayan, sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah işetendir, bilendir." (2/Bakara, 256). (10)

İslâm'ın kimseyi zorla dine sokmayı emretmediği, herkese din ve vicdan hürriyeti tanıdığı, başka dinden insanlara dinlerini yaşama fırsatı verdiği herkesin bildiği bir gerçektir. Herşeyden önce, "Lâ ikrâhe fi'd-dîn -Dinde zorlama yoktur-" (2/Bakara, 256) âyetiyle bu hüküm ilân edilmiştir. Bir başka âyette de; "Rabbin dileseydi yeryüzündekilerin hepsi mutlaka inanırdı, o halde sen mi insanları inanmaları için zorlayacaksın?" (10/Yûnus, 99) buyurulmakla, Allah'ın insanoğluna bahşettiği kendisine inanıp inanmama özgürlüğüne işaret edilmiştir. Yoksa tüm insanları, mü'min ve itaatkâr kullar olarak yaratması ve yeryüzünde hiçbir kâfir kul bırakmaması işten bile değildi. Fakat o zaman insanoğlunun yaratılmasının altında yatan hikmet, geçersiz hale gelirdi. (11)

Bazılarına göre bu hürriyet, dine girmeden öncedir. Kimse, zorla müslüman edilemez, ancak dine girdikten sonra dilediği gibi davranamaz, onun kurallarına uymak gerekir. Bu doğrudur, bir sistemi benimsemek onun kurallarına uymayı kabul etmek anlamına gelir. Aykırı davranışların müeyyideleri de olmalıdır. Ancak, İslâm'ın insanlara tanıdığı din ve vicdan hürriyetini müslüman olmadan önceki bir zamana hasretmek sadece bir izah tarzıdır ve böyle bir davranış, Hıristiyan ve Yahûdilere tanınan din ve vicdan hürriyetinin Müslümanlardan esirgenmesi demektir ki, nasslarda böyle bir sınırlama mevcut değildir. (12)

Din ve inanç hürriyeti var" diyoruz, ama İslâm dininden dönen kişinin (yani ben müslüman değilim diyen insanın) öldürülmesi gerektiği konusunda hâlâ büyük bir ittifak var. Yani, din hürriyetini hıristiyana, yahûdiye tanıyoruz, ama müslümana tanımıyoruz gibi bir kanaat var. Yani hıristiyan hıristiyan olarak, yahûdi yahûdi olarak kalacak, ama Mehmet Aydın dinden çıkarsa? Onun cevabı pek hoş değil. "Lâ ikrâhe fi'd-dîn gayi müslimler içindir, müslümanlar için değildir" diyenler, böyle anlayanlar var; hâlâ bu böyle yorumlanıyorsa ciddî bir inanç hürriyeti problemi var demektir. (13)

Zorla iman olmaz. Gönül ferahlığı ile dinden çıkan kişinin, inandıktan sonra inkâr eden kimsenin cezası nedir? Kur'ân-ı Kerim, buna bir ceza koymamıştır. Şöyle bir kural konabilir: "Toplum hukukunu ilgilendiren, toplum haklarına dokunan suçlar işlendiği takdirde Kur'an'ın ona belirlediği cezalar vardır, ama toplumun haklarını ilgilendirmeyen, Allah ile kul arasında kalan tamamen vicdanî meselelerde suç işleyen kimselerin Kur'an'da bir cezası yoktur." Yani bir adam hırsızlık yaparsa, bu, toplumun hakkına saldırıdır. Allah katında günah ama aynı zamanda toplum hakkına da saldırıdır. Bir adam zina ederse bu, toplum hakkına saldırıdır. Allah katında suç olduğu gibi, bir de toplum düzenine saldırı var. Bunların elbette cezaları vardır. Ama oruç tutmamanın dünyada cezası var mıdır? Yoktur; cezası âhirettedir. Yani Allah ile kul arasında olan suçların cezası uhrevîdir, ama toplum düzenini ihlâl eden suçların cezası dünyevîdir. Âhirette Allah onu ya affeder veya etmez; o ayrı bir konu. İrtidad da tamamen Allah ile kul arasında olan bir meseledir. O yüzden cezası uhrevîdir. Sonradan bir ceza uygulanmış ama bu Kur'an'ın getirdiği bir ceza değil. O toplumun yaptığı ictihaddır.

Bugün biz Kur'an bağlamında düşündüğümüz zaman görürüz ki, irtidâdın cezası olmadığı gibi, dinde de zorlama yoktur. Adam "ben dine inanmıyorum, dinden çıkıyorum" derse çıksın, biz onu zorlamayız ama ikaz ederiz. Kabul eder veya etmez, o ayrı mesele. Zaten "inan!" diye zorlasak, o da "inandım" dese, acaba gerçekten inanmış mıdır? Bu, bir vicdan işidir. Hatta bir sahâbî savaşta bir insanı selâm verdiği (Lâ ilâhe illâllah dediği) halde öldürüyor. Durumu Peygamberimize iletiyorlar. Peygamberimiz onu öldüren kişiye "neden öldürdün?" diyor. O da, "sadece korkusundan, öldürüleceği endişesiyle selâm verdi (Lâ ilâhe illâllah dedi)" diyor. "Hel lâ şekakte kalbehu = kalbini yarıp da baksaydın ya" diyor. Biz, adamın zâhirine, görünüşüne değer veririz. Dinde zorlama yoktur. Ama hukukî meselelerde elbette zorlama olacaktır. Farazâ şimdi bir Alman, Türk vatandaşlığını kabul etse, bu adam T.C.'nin kanunlarına uymayı kabul etmiş demektir, ona uymak mecbûriyetindedir. T.C.'nin kanunlarına göre suç olduğu halde; "ben hırsızlık ederim, adam öldürürüm" diyebilir mi? Devlet, ona keyfî hareket etme serbestliğini verir mi? Elbette ki vermez. İslâm da hiçbir müslümana kendi kurallarını çiğneme hakkını vermez. Aksi halde nizam diye, hukuk diye bir şey kalmaz. Elbette bu konularda zorlama vardır. Ama iman meselesinde bir zorlama yoktur. (14)

Hayreddin Karaman Hoca ise, bu konuda şunları söylemektedir: “İrtidad, bir insanın müslümanken İslâm’ı terk edip dinsiz olması, yahut başka bir dine geçmesi demektir. Öyleyse şimdi müslüman değilken din değiştirse, ona irtidad demiyoruz. Dilediğine inansın, dilediğine geçsin. Müslüman olmayan bir insanın din değiştirmesi zaten serbesttir. Müslüman bir kimsenin din değiştirmesidir problem. Şimdi korkuyor ya bir kısım insanlar, “ya gelirseniz ne olacak?”

Bugün Türkiye’de yaşayanların % 99,6’sı müslüman(mış); iyi de, şimdi, bazı alevî vatandaşlarımız çıkıyor, diyorlar ki: "25 milyon alevî var". Onlara soruyoruz: “Bu alevîlik nasıl bir şeydir?” Anlatıyorlar; bir kısmının anlattığı şeyin İslâm’la alâkası yok. Zaten böyle alevîlere soruyorsun, diyorlar ki; “biz bir kere sünnî değiliz ya, bizimki İslâm da değil; apayrı bir kültürdür, vs.dir.” Bu, tüm alevîler için doğru olmadığı halde, onların sözcülüğünü üstlenen niceleri böyle diyor, en azından böyle olanlar da var. Başka birileri çıkıyor, diyor ki: “Ülkemizde şu kadar falan dinden insan var, şu kadar filan inançtan kişi var, şu kadar şu ideolojiye mensup insan var. Bunlar söyleniyor. Kaleme vuruyorsun, neticede % 99 gibi bir şey gözükmüyor. Bunların hepsini biz müslüman sayıp da, yarın adam “ben müslüman değilim” deyince, mürted sayma hakkımız var mı? Bu soru olarak ortaya atılan cümlenin cevabı içinde vardır. Yani bu tür kimseleri mürted saymaya hakkımız yok. Biz, bu kimseleri henüz müslüman olmamış ham madde olarak kabul edeceğiz. Ham madde ama ahsen-i takvîme, eşref-i mahlûkata yönelik, ona tâlip ham madde. Bütün gayretimizle onlara İslâm’ı sevdirmeye çalışacağız, öyle düşmanca, merhametsizce, kılıçla, sopayla değil. Kur’ân-ı Kerim insanları nasıl İslâm’a kazanacağımızı, nasıl dâvet edeceğimizi anlatıyor. Orada müjde vardır, sevgi vardır, merhamet vardır, paylaşma vardır. İslâm’ın güzelliklerini anlatma, gönülleri ısındırma ve kazanma vardır. Biz bunları yaparak bu insanları kazanmaya çalışacağız, mesele budur ve korkulacak bir şey yoktur.

İkincisi, diyelim ki hakikaten bir müslüman, -Allah esirgesin- nasıl olduysa bir gün İslâm’dan şüphe etti ve dini bıraktı, dinden çıktı. Müslüman iken dinsiz oldu, başka bir dine intikal etti, ama meselâ müslümanların karşısına geçip müslümanlara hiyânet etmedi, müslümanların düşmanlarıyla onlara karşı savaşmadı, sadece dinini değiştirdi, İslâm dinini terk etti. Sırf bundan dolayı bu insan öldürülür mü? Bu soruya İslâm, bir tek cevap vermiyor. Öldürülür diyen var, öldürülmez diyen de. Nitekim Ebû Hanife diyor ki: Kadın irtidad ettiğinde öldürülmez. Niye? Çünkü kadın muhârip değildir. Yani kadın bilkuvve muhârip, savaşçı değildir. Bilfiil bazı kadınlar da savaşçı olabilir, ama olsun, potansiyel olarak genellikle kadınlar düşmanlara iltihak edip müslümanları vurmayacağı için kadın öldürülmez diyor.

Eğer bir insan, sadece dinini değiştirdiği için öldürülseydi, kadının da öldürülmesi lâzım gelirdi. Çünkü kadın da insandır ve kadının Allah’a kulluk mükellefiyeti bakımından erkekten hiçbir farkı yoktur. Öyle olunca, eğer bir insan, sadece dinini değiştirdiği için öldürülseydi, sebep bu olsaydı, o zaman dinini değiştiren kadın da öldürülürdü. O halde “İslâm’da mürted öldürülür” diyen fıkıhçının gerekçesi sadece din değiştirme değildir. Böyle olunca, başta kâfir olma hürriyeti olduğu gibi, insanların sonradan kâfir olma hürriyeti de vardır. İnsanlar zorla iman ettirilemez ve zorla iman içinde tutulamaz.” (15)

Mürtede karşı tavır konusunda dikkatli olmak mecbûriyeti vardır. Önüne gelene, ‘kâfir’ damgası vurmak demek olan “tekfir hastalığı”na düşmemek, rastgele câhil müslümanlara ‘mürted’ mührü vurmamak gerekir. İnsanların yetişme tarzı, bilgilerinin azlığı, o bilgileri kullanma tavrı, İslâm’ı öğrenme kaynakları göz önüne alınmadan ‘tekfir’ etmek çok yanlıştır. Bir müslümanı onu dinden çıkaran davranış ve söz üzerinde bulursak, onun yanlışlığını düzeltmeye çalışmamız gerekir. Rastgele ‘kâfir’ damgası vurmak hem görevimiz değil, hem de müslümanların sayısını azaltmaktır. Sayımızın azlığı ancak düşmanlarımızı sevindirir.

Mürted’e verilecek ceza konusunda fıkıhçıların değişik görüşleri var. Bazıları, eğer toplu irtidat olmuşsa bu; İslâm toplumunun veya devletin güvenliğini ilgilendirdiği için, onlarla topluca savaşılır, zararları def edilir demektedirler.

Günümüzde batılı ülkelerin ulaştığı zenginlik ve kalkınma, birçok zayıf imanlı müslümanı onlara hayran ediyor. Bir kısmı da onların İslâm’a uymayan fikirlerini, hayat şekillerini benimsiyor, onlar gibi olmaya çalışıyor. Bu, gerçek İslâm’ı gereği gibi bilmemenin ve ona imanın zayıf olmasının bir sonucudur. Bazı müslümanlar da, yönetildikleri rejimler tarafından İslâm dışı ideolojilere, uyguladıkları eğitim, medya ve devlet politikasıyla inandırılmaya, Islâm’dan koparılmaya çalışılıyor.

Bugün yapılması gereken, ‘falanca adam küfür sözü söyledi ve mürted oldu, ona hangi cezayı verelim’ diye fetvâ arayışı değil; İslâm’ın, güzellikleri ve kurtuluş yolu olduğunu en güzel yolla insanlara ulaştırmak, hatayı biraz da kendimizde arayıp zayıf müslümanların dinden uzaklaşma sebeplerini azaltmaya çalışmaktır. Haksız ve gereksiz tekfîr mantığı haksız ve kolaycı bir davranıştır. Hiç bir yararı da yoktur. (16)

Kanaatimize göre, mürtedden kasıt, İslâm nizamına, İslâm devletinin varlık ve bütünlüğüne karşı çıkıp ona baş kaldırmak için dinden dönmedir. İşte dört mezhebin ittifakıyla mürtede uygulanan idam cezâsı, bu düşünceyle dinden dönmenin cezâsıdır, yoksa kılıç zoruyla insanları dinde tutmak için değildir. Birçok âyette belirtildiği gibi, dini zorla kabul ettirmek gibi bir şey zaten yasaklanmıştır (Bkz. 2/Bakara, 256; 10/Yûnus, 99; 18/Kehf, 29 vb.).

Muhammed Hamidullah’ın şu sözleri de bu kanaatimizi desteklemektedir: “İrtidâd suçu, İslâm milletine karşı işlenen bir bağy (isyan) suçu olduğundan, hem siyasî, hem de dinî cezâ gerektirmektedir.” (Vâkıdî, Kitâbu’r-Ridde, Hamidullah’ın Mukaddimesi, s. 9). Bilindiği gibi, bağy suçunun cezâsı, Hucurât sûresinin 9. âyetiyle sâbittir. Peygamberimiz döneminde mürted olan ve sayıları hiç de az olmayan insan çıkmıştır. Hicreti göze alamadığı için Mekke'de kalmaya devam eden ve çevre şartlarına, oradaki baskılara dayanamayıp irtidad edenler, Habeşişsatan'a hicret edip oranın şartlarına uyum sağlayıp irtidad edenler vardır. Yine, Hz. Peygamber'e vahiy kâtipliği yapmış olan Kays, sonradan mürted olup kaçmıştır. Hz. Peygamber, bu mürtedlere herhangi bir ceza uygulamamıştı. Yani Rasûlullah'ın fiilî sünnetinde mürtedlere idam cezası gibi bir hükümden bahsetmek doğru değildir. Mekke'nin fethi sırasında Hz. Peygamber'in öldürülmelerini emrettiği bazı müşrikler yanında kimi mürtedler varsa da, bunlar, salt mürted oldukları için bu cezâya çarptırılmamıştır. Mürted olduktan sonra İslâm düşmanlarını müslümanların aleyhine kışkırttıkları için, İslâm'a büyük oranda zarar vermeye çalıştıkları, savaşçı konumları için bu cezaya müstahak olmuşlardır. (Ayrıntılı bilgi için bkz. İbn Hacer, el-İsâbe, II/317). Hatta bunlardan bir kısmı tekrar müslümanlığı kabul etmiştir.

Özellikle Hz. Ebû Bekir (r.a.) döneminde “ridde savaşları” diye bilinen savaşlar, hele zekât gibi o dönemde devlete verilen bir vergiye itiraz edenlere karşı uygulandığı gözönüne alınınca, bunların bağî/isyankâr oldukları, meşrû İslâm devletine karşı ayaklandığı, savaşçı konumunda oldukları ve bunun cezâsı olarak kendileriyle savaşıldığı değerlendirilmelidir. Hz. Ebû Bekr'in mürtedlere ve zekât vermeyenlere karşı savaş açması, tamamen devletin düzenini yıkma girişimlerine karşı verilmiş bir savaştır. Tarihte devlet adamları, kamunun yararını dikkate alarak bazı uygulamalarda bulunmuş olabilirler, ama bunlar siyasî amaçlıdır, başkaldırılara karşı tedbirden ibârettir. Yoksa, savaşçı konumunda olmadıkları için kadınların sırf irtidad ettikleri için öldürülmemeleri gerektiği hükmü de değerlendirilmemiş olur. Dolayısıyla İslâm’la ve/veya müslümanlarla savaşçı durumunda olan ister önceden beri kâfir/müşrik, ister mürted kimselerle savaşılır, onlar öldürülür. Ama savaşçı durumunda olmayan kendi halindeki mürtedlerin öldürülmesi, Kur’an hükümlerine uygun değildir, Kur’an’ın inanç özgürlüğü ilkelerine terstir. İslâm fıkhında dört mezhebin ittifak ettiği mürtedin idamla cezalandırılması hükmü, devletin düzenine karşı başkaldırması ve bir bağy suçu işlediği içindir. Yoksa, Şeltut'un da dediği gibi; kendi kendi kendine, İslâm'ı karalayıp suçlamadan bir başka dini benimseyen kimseye idam cezası verilmez (Mahmut Şeltut, el-İslâmu Akîdeten ve Şerîah, s. 301).

Peygamberimiz (s.a.s.)'in müslümanlar arasında münâfıkların varlığından haberdar olduğu halde, bu insanları cezalandırmadığı, hatta onları mescidinden kovup mahcup etmediği bilinmektedir. Bu da, müslümanların ne kadar hoşgörü sahibi olduğunun bir delilidir. Bunun için diyoruz ki, mürtedin ölüm cezasına çarptırılması, İslâmî sisteme, devletin egemenliğine karşı çıkma haliyle sınırlıdır (M. Şeltut, a.g.e. s. 301). Bugün hemen hemen bütün dünyada bu suçu işleyenlerin cezası hep aynıdır; idam.

Mürtedin dinden çıktığını herhangi bir şekilde ilân etmesi gerekir. Aksi takdirde onun dinden döndüğüne hükmedilemez. Çünkü o takdirde bu kişi mürted değil; münâfık sayılır. Bu ilân ile de İslâm nizamını hiçe saymış olur, mürted, bu davranışıyla kendisi gibi olanları bu yola teşvik etmiş, İslâm aleyhinde en azından soğuk savaş başlatmış, yıkıcı propagandaya girişmiş olur. En azından zayıf inançlı kişilerin kalplerine şüphe tohumlarını ekmiş olur. Bütün bunlar, toplumun sarsılmasına ve İslâm nizamının zedelenmesine sebebiyet verir. Bunlar büyük suçlardır. İslâm'da kimsenin gizli hallerini araştırmak, yani tecessüs câiz olmadığına göre (49/Hucurât, 12), fıkıhçılar tarafından irtidâd için öngörülen idam cezâsı, aslında bu davranışın açıkça propaganda yoluyla İslâm nizamına karşı gelinmesinden dolayıdır.

Dinden çıkma ile, dine karşı çıkma ayrı ayrı şeylerdir. Fıkıhçılara göre, idam cezasına çarptırılan mürted, dinden dönen herhangi bir kimse değil; dine karşı saldırıya geçen savaşçı kimliğindeki insandır.

İrtidâd, akıllı ve bâliğ kimsenin zorlama olmadan İslâm dinini fiil, söz veya inanç bağlamında terketmesiyle gerçekleşir. Delinin, aklı ermeyen çocuğun ve mükrehin/zorlananın dinden dönmesi geçerli değildir. Kişinin sözlü, fiilî veya itikadî olarak gerçekleştirdiği davranışının dinden çıkmayı gerektirdiğini bilmesi ve bunu bilerek yapması gerekir. Hatta Şâfiî’ye göre, kişinin bu işi bilerek yapması da yetmez, dinden çıkmaya niyetlenmesi de gerekmektedir. Çünkü ameller niyetlere göre değer kazanır (Buhârî, Bed’ü’l-Vahy 1; Itk 6, Menâkıbu’l-Ensâr 45, Talâk 11; Eymân 23; Müslim, İmâre 155; Ebû Dâvud, Talak 11; Nesâî, Tahâre 59, Talak 24, Eymân 19; İbn Mâce, Zühd 26; Abdülkadir Udeh, et-Teşrîu’l-Cinâiyyü’l-İslâmî, 2/719).

Özellikle, günümüz câhiliyye ortamlarında insanlar, müslüman olduğunu iddiâ edenler, ya da müslümanların yaşadığı yerlerdeki insanlar, çevrelerinden İslâm’ı ne kadar, doğru bir şekilde öğrenme, güzel örneklerini görme imkânlarına sahiptir? Çoğunlukla bid’at ve hurâfelerle yer yer tahrife uğramış, medyada, okullarda, hatta kimi câmilerde tanıtılan ve yaşanılan İslâm’ın ne oranda gerçek İslâm olduğu sorulmalıdır. Ve bütün bu olumsuz şartlar içinde insanın bazen hurâfelere, zâlimlerle işbirliği yapanlara karşı çıktığını zannedip değerlendirerek hak adına hakka karşı çıkabildiğini unutmamak gerekiyor. Câhillik, bilinmeyen İslâm’a karşı çıkmayı neticelendirdiği gibi, bazen bu câhiller sevdiği(ni zannettiği) dinin gerçeklerine karşı çıkıp çıkmadığını bile bilip değerlendirmeden aklına göre bir hükmü kabul etmeyebiliyor. Nice insan İslâm için kendini belki fedâ edebilecek durumda Allah’ı ve Rasûlünü sevdiği halde, düzen ve ortamın kurbanı olarak, ilim ve amel konularında da ihmalin neticesi, bazı müslümanlarca mürted ilan edildiği için idamı hak eden duruma düşebiliyor. Acınması ve kurtarılması gereken bu zavallılara karşı görevlerini yerine getirmeyen müslümanların, bunları asılması gereken insanlar olarak ilân etmeleri ne kadar doğru olur? Bunlara ne verdik ki, ne istiyoruz? Bataklıktan, hele gübrelikten çok güzel kokulu güller mi çıkacak? Tek tük çıksa bile, gübreliğin gülistan olmasını beklemek idealizmin anormallik boyutu değil midir? Bataklık/gübrelik kurutulmadan b... böceklerinin veya sivrisineklerin önüne geçmek mümkün mü? Cehâlet, aldatmalar, saptırmalar, akın kara, karanın da ak gösterilmesi gibi tavırlar değerlendirilmeden ve bunlara çözümler bulunmaya çalışılmadan insanların hakka tümüyle nasıl teslim olabileceğini düşünmek gerekiyor. Derdimiz bağcı dövmek değil, üzüm yemek olmalı. Yargı yerine dâvet öne çıkmalı, tekfir ve mürtedlik damgalamasıyla öldürülecek adam aramak yerine; ihyâ edilecek, hidâyetlerine sebep olunacak tavırlar gerekiyor. Mesleğimiz yargıçlık değil, itfaiyecilik ve doktorluk olmalı. Bilinçli şekilde savaşçı konumunda olmayanları öldürmeye değil, onları kurtarmaya, ihyâ etmeye koşmalıyız. Militanlık değil, merhamet fedâiliği gerekiyor ıslah için, amel-i sâlih için, hakkı ve sabrı tavsiye için. Unutmayalım ki, bir canı kurtaran/ihyâ eden, bütün insanları kurtarmış gibi; haksız yere birini öldüren de bütün insanları öldürmüş gibi olur (5/Mâide, 32).

 

 

 

Gizli İrtidâd

İçinde bulunduğumuz toplumun önemli bir kesiminin, itikad ve fikir bakımından halleri, gizli irtidâd vak'asına uymaktadır. Bu kalabalıkları, bundan başka hiçbir kalıba oturtmak mümkün olmamaktadır.

Tanzimat denilen kökü imanın dejenere olması psikolojisiyle başlayan Meşrûtiyet ve Cumhuriyet dönemleriyle gelişen kâfirlere özenme ve her konuda onlara benzeme, batılaşma şeklindeki hâlet-i rûhiye ve bu ruh halinin sonucunda, akîde, düşünce ve sosyal yaşantıda meydana gelen değişim, öyle bir insan türü oluşturdu ki, bu insan türü, mukaddesat cümlesinden bazı şeyleri "bu benim aklıma ve çağdaş anlayışa uymuyor..." diyerek kolayca reddedebilecek, inanç bakımından zararlı olan birçok şeyi de rahatlıkla isteyerek benimseyip bir kurtuluş düsturu gibi sarılabilecek hale düşmüştür.

Batılılaşma adı altında gelişen bâtıllaşma ve değişim, diğer adıyla yabancılaşma çığırında gelinen bugünkü nokta, tam anlamıyla bir gizli irtidâd olgusunu sergilemektedir. Hem resmî, hem de özel ve sivil planda İslâmiyet'in dışlanması demek olan bu hal, gizli irtidâd hükmünden başka hiçbir şeyle izah edilemez. Çünkü bu toplum, bir zamanlar İslâmiyet'i -tam ve mükemmel olmasa da- esası itibarıyla benimsemiş bir toplumdu.

Ama sonra onu çağın gerisinde kabul ederek kendine göre çağdaş normlar edinmek gibi bâtıl bir yola saptı, daha doğrusu saptırıldı. İşte bu kültür ve bu anlayışla oluşan bir toplumun içinde fikrî ve itikadî alanda, tevhid ölçüsünde ve çizgisine göre birçok sapmaların olması ve ne idüğü belirsiz, melez, şahsiyetsiz/kimliksiz insanlardan oluşan bir toplumun ortaya çıkması kaçınılmazdır,

İlk dönemde kendini gösteren irtidâd olayları ile son dönemlerde gizli ve itikadî esaslarda da meydana gelen gelen irtidâd hallerinde, temelde yatan etkenler ve reddetmenin dışa vuruş şekilleri bakımından ortak nitelikler ve benzerlikler vardır. Meselâ, kendini mü'min saydığı halde, zekât diye bir görev tanımayan zenginler, (Hz. Ebû Bekir'in konumundaki) yetkili mercîler tarafından tahsil edilecek olsa vermeyecek durumda mü'min olduğunu iddiâ eden zenginler... "Fâizi bankalar kendi rızâsıyla veriyor veya biz kendi isteğimizle ödüyoruz..." diyerek böyle dinî bir haramı kabul etmeyen ve bu fâizi meşrû sayan şahıs ve kurumlar... ("Alan râzı, veren râzı, bu haram olan zorla ırza geçme değildir ki, zinâ olsun" deyip kerhâneleri savunanlar, devlet eliyle işletilen kumarı, meselâ milli piyangoyu, altılıyı, sayısalı, totoyu... haram kabul etmeyip meşrû gören, önceden de müslüman olduğu bilinen kişiler...)

Yine meselâ, icabında oruç tutan, kurban kesen, Cuma namazı kılan, fakat beş vakit namaz diye bir görevi yerine getirmeyip böyle bir yükümlülüğü de âdeta kabul etmez bir tavır içinde olan kalabalıklar... Ve daha yaygın bir hastalık olarak, laik ve şeriatsız bir dindarlığa güya taraftar olanlar... (Lâ'sı olmayan, ilâh kavramına girecek çağdaş bâtıl zihniyet ve putlardan hemen reddedecek hemen hiçbir şeyi olmayan, tâğuta karşı çıkmayan, bâtılı reddetmeyen insanlar... "Biz de bir zamanlar bu yollardan geçtik, bunlar boş şeyler, çağın gereklerine, yaşanılan gerçeklere, konjönktüre uymuyor" deyip cihada, İslâmî tavırlara karşı çıkan bukalemun gibi her renge giren veya renksizleşenler...)

Bütün bunlar "ridde" ve "irtidâd" ölçüsünden başka hangi kalıba oturtulabilir? Yine bu tür düşünce sahipleri, belki de mü'min bir âileden gelmektedir ya da gençliklerinde tam müslümandılar. Dinden dönme olayının bireysel ve toplumsal düzeyde vuku bulduğunu biliyoruz. Bu durumu, müfessir Hamdi Yazır merhum da şöyle belirtiyor: "Demek oluyor ki, bu gibi televvünât (yani itikadî bakımdan değişik renklilikler göstermek) sadece efrâd (fertler) hakkında değil; cemaatler hakkında da sebeb-i felâkettir. Binâen aleyh, bir zamanlar İslâm dinine hizmet etmiş olup da bilâhere kâh küfür ve kâh iman, şuraya buraya bocalayarak sonunda küffâra istihâle etmiş (dönüşmüş, yabancılaşmış) olanların halâs ve selâmet bulmalarında asla ihtimal olmadığı da anlaşılmış oluyor." (Hak Dini Kur'an Dili, Eser Y. c. 3, s. 1499)

Yani bu (mürted) toplumlar iflâh olmazlar. Felâh, refah ve terakkî gibi zâhirî bakımdan iyi gibi görünen hallere rağmen, bunun gerçek bir saâdet ve iyileşme olmadığı şüphesizdir. Asıl kurtuluş, toplumların benlik ve şahsiyetlerini bulmasıdır. Bu da ancak İslâmiyet'le mümkündür. İslâm'ın dışında herhangi bir mercîye ve düzene yöneliş, durum ve derecesine göre küfür, şirk, nifak ya da irtidâd hallerinden biriyle nitelenip hükme bağlanabilir. (17)

 

 

 

Şirkin Çağdaş Yansımaları; Özendirilen ve Dayatılan Mürtedlik

Şirk, Allah’a ait özellikleri bir anlamda gasbetmek ve onları hak etmeyenlere vermektir. Haddi aşan insanlar veya aklını iyi kullanmayanlar, Allah’ın rabliğini, melikliğini, ilâhlığını, hâkimiyetini gasbederler. Bütün bu ilâhî özellikleri bazı şeylere, insanlara veya birtakım güçlere verirler. Sonra da onların önünde şöyle veya böyle boyun eğerler, onlara mutlak anlamda itaat ederler. İnsanların şirk içinde olması Allah’ın rabliğine zarar vermez. İnsan, kendi aleyhine olarak şirke yuvarlanır. Ancak, şirkin zararı sadece müşrikle sınırlı kalmaz, topluma da yayılır. Şirkin ve müşriklerin güçlü olduğu yerlerde fesat yaygınlaşır, toplumun huzuru bozulur. Allah’tan başka yaratıcı, öldürücü, mutlak tasarruf sahibi, sınırsız güç sahibi, sevilen ve ibâdet eder gibi itaat edilen, hükmüne -Allah’ın hükümlerine aykırı olarak- boyun eğilen her şey, şirke götüren sahte tanrılardır. Şirk içinde olanlar, şüphesiz toplum içinde, tabiatta ve insan ilişkilerinde dengeyi bozarlar. Halbuki Tevhid bu hayatî dengeyi kurmak ve korumak için gönderilmiştir.

Şirke düşenler hiç bir zaman “Allah (c.c.) evreni şu kadar ortakla, yardımcı ile idare ediyor” demiyorlar. Onlar, yaptıklarının şirk olduğunu çoğunlukla kabul bile etmezler. Hatta birçoğu İslâm’a ve Kur’an’a saygı duyduklarını dahi söylerler. Ancak, şirk koşmaktan maksat, Allah’ın evren üzerindeki hâkimiyetini tanımamak, O’nun hükümlerini reddetmek ve O’na Rabliğinde ortaklar bulmak, öyle inanmaktr. Dolaysıyla hayata ait hükümleri, ilâhî ölçüleri Allah’tan almamak, kulluğu, mutlak itaati başka sahte ilâhlara yapmaktır.

Bu anlamda çağımızda yepyeni şirk örnekleri gelişmiştir. Eskiden görülen şirk çeşitlerine yenileri de ilave olmuştur. Artık atalar dini, eskiden beri devam eden putçuluk, falcılık, kurtarıcı liderlik, siyasal güçler, mezarda yatan ölüler, spor kulüpleri, ikon (put) haline getirilen sevgililer, her bir şeyi taklit edilen sanatçılar, dünya çıkarları, makamlar, heykeller ve ölümlü kişiler birer şirk aracı haline getirilmiştir. Allah’a inandığını söyleyen niceleri, O’nun Rabliğini göklere gönderirken, O’nun yalnızca göklere karışmasını isterken, kendi hayatına ve toplum hayatına başkalarının ilkelerini daha uygun görmekte, Allah’ın peygamber aracılığıyla gönderdiği ölçüye aldırış etmemektedirler. Bir kişinin veya bir siyasal gücün ilkelerini Allah’ın hükümlerinin önüne getirebilmektedirler. Çok üstün sandıkları birtakım kişilere ve şeylere Allah’tan ve O’nun hükümlerinden daha fazla değer vermektedirler. İslâm, insanın bu sapıklıktan kurtulup Tevhidle hayat bulmasını istiyor. Allah’ı birlemek ve yanlızca O’na kulluk yapmak üzere yaratılan insanın fıtratına uygun olan da budur. İnsana düşen, Kur’an’ın “De ki O Allah tektir. O’nun eşi ve benzeri yoktur. Doğmamış, doğurulmamıştır. Hiç bir şey O’na denk/eş değildir.” (112/İhlâs, 1-4) gerçeğine teslim olmak ve gereğini yapmaktır. (18)

İnsan, müslümanım dediği, kelime-i tevhidi söylediği halde, cehâlet ve düzenin/ortamın cahilî yapısından dolayı -Allah muhâfaza etsin- kolaylıkla şirke düşebilir. Mü’min olmak, çok zor değildir; esas önemli olan, özellikle İslâm’ın hâkim olmadığı çevrelerde mü’min kalmak ve müslüman olarak ölmektir. Günümüzde sık görülen şirk unsurlarının, tevhidi bozan durumların en yaygın olanları şunlardır:

Güncel Câhilî Eğitimde Şirk: Câhilî eğitim kurumlarında bilginin temel kaynağı olarak vahy kabul edilmeyip, sadece akıl ve duyu organları kabul edilir. Bu, hem eski Arap câhiliyyesinde, hem de günümüzdeki şirke dayalı düzenlerin güdümündeki modern câhiliyyede ortak şirk kaynağıdır. Dünyanın oluşumu ve insanın ortaya çıkışı konularında ortaya atılan teoriler câhilî eğitimin temelini teşkil eder. İlk insanı, tesadüf sonucu veya doğa kanunları gereği hayvanın evrim geçirmiş türü kabul eden günümüz bilimleri ve eğitim anlayışları, yaratmayı ve eğitip terbiye etmeyi (rablığı) Allah'a hiç dayandırmayan, yaratıcı ve rab olarak başka tanrılara inanan müşrik tip yetiştirmek için çabalar. Yaratma konusunda Arap müşrikleri kadar bile Allah’ı kabul etmeyen çağdaş şirk zihniyeti, dünyadaki ilk insanların yaşayışını, karanlık çağ safsatası ile başlatır. Çağ tasnifleri ve tarihe bakış, tevhidî inanıştan tümüyle farklıdır. Hz. Âdem’den beri devam eden tevhidî hayat ve hak-bâtıl mücadelesi unutturulmak istenir. Müşriklerin hâkim olduğu devlet düzenleri, ileri medeniyetler olarak tanıtılır, câhiliyye hayatı ideal toplum modelleri olarak sunulur. Câhiliye eğitiminden geçmiş ve İslâm’ı hakkıyla öğrenememiş her ırktan insanın asr-ı saâdeti; Roma, Atina ve Isparta uygarlığı, Mısır veya Bâbil medeniyetidir.

Günümüzde ekonomik yorumlar da baştan sona şirk anlayışı içerir. Sadece iktisat ve ekonomi eğitimi veren kurumlar değil; medyanın, hatta halkın gündemindeki ekonomik değerlendirmelerin hemen hepsinde para, ilâhların başında gelir. Tüm mülkün, para, mal ve nimetlerin Allah'a ait olduğu anlayışı olan “ekonomik tevhid” anlayışına yer yoktur. İnsanların ekonomi yönüyle de evrim geçirdiği, ilkel komünal toplumdan köleci topluma, feodal toplumdan, kapitalist ve sosyalist topluma doğru seyri ve bu çeşit tasnifi, insanların Allah’tan bağımsız olarak sürekli evrim geçirdiği iddiasını haklı çıkarmaya dayanır. İlk insanın, ilk peygamber ve ilk yaşama biçiminin vahyin ışığında tevhid olduğu gerçeği, en küçük bir teori ve ihtimal dahilinde bile değerlendirilmez.

Siyasal şirk anlayışı da bilimsel kılıflarla takdim edilir. En iyi sistem, milyonlarca yıllık tecrübe sonunda cumhuriyet ve demokrasi olarak adlandırılır. Hakk’ın değil; halkın egemenliğini, Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyi alternatif bile kabul etmeyen bu câhiliyye düzenlerini neredeyse tüm insanlar canla başla savunur. Faşist, kapitalist veya sosyalist olsun her farklı grup, gerçek demokrasinin kendi savundukları ideoloji ve düzen anlayışında olduğunu iddia ederlerken, kendini müslüman sayan nice insan da bu orkestraya katılır.

Devlet yönetiminde dine yer yoktur, eğitim ve sosyal hayatın düzenlenmesi laik ve Kemalist esaslarla düzenlenmek zorundadır. Din anlayışı, din eğitimi ve din kurumları da laik düzenlemeye tâbidir. Dinlerin ortaya çıkışı, ilk insanın yapısı, konumu, evrim inancı gibi nice hususlar batı câhiliyyesinden aynen aktarılmış, zanna dayalı uydurma teorilerdir. İlk insan da, ilk peygamber Hz. Âdem değildir bu şirk anlayışında; insan, önce tabiata, totemlere tapmış, sonra çok tanrılı dinleri icad etmiş, çok sonraları da tek tanrılı din anlayışı oluşturmuştur...

Modern câhiliyyenin sosyal ve siyasal şirk anlayışı gereği, devlet, din esaslarına -en küçük çapta bile- dayandırılamaz. Tüm kurum ve kurallarıyla şirkin dışına çıkılamaz bu devlet anlayışında. Halk da sosyal hayatta, kamu alanında tevhidî inancını sergileyemez, muvahhid bir şekilde yaşayamaz. Ama demokrasi vardır; halk şirk arasında istediği tercihi özgürce yapabilir, istediği tâğutu rab olarak seçebilir.

İnsanların çoğu, aynen eski Arap câhiliyyesinde olduğu gibi, Allah’ı, göklerin hâkimi kabul ediyor, yağmuru yağdıran, insanları ve varlıkları yaratan olarak kabul ediyor; ama yeryüzüne O’nu karıştırmak istemiyor, yerin egemenliğini başka tanrılara veriyorlar. “Allah, yeryüzünde (o da beşerî kanunlara, ilke ve yönetmeliklere uygun olmak şartıyla) sadece -o da sınırlı şekilde- câmilere karışabilir, oraya hâkim olabilir. Üniversite dahil okullara, mahkemelere, meclislere, çarşı ve pazarlara, cadde ve sokaklara, kıyafet ve kanunlara, sosyal hayatı düzenleyen anlayışlara karışamaz.” Bu anlayış ve uygulamalar, şirk değil de nedir? Çok kaypak bir içeriği olduğu halde, üzerinde ittifak edilen en belirgin anlamıyla “dinin devlete, devletin dine karışmaması” demek olan “laiklik” gereği ve dayatması olarak sadece vicdana hâkim olmasına karışıl(a)mayan Allah'ı dünya işlerine karıştırmak istemiyorlar, buralarda egemen başka güçler (tanrılar) kabul ediyorlarsa, buna herhalde tevhid ve İslâm adı verilemez. Bu anlamda laikliğin çağdaş değil, temeli çok eskilere dayanan bir şirk olduğunu söyleyebiliriz. Ve eski Arap câhiliyesinin de Allah’ı (hak dini) dünya ve devlet işlerine karıştırmak istemediklerini, Peygamberimiz’le bunun için mücâdele ettiklerini biliyoruz. Demek ki şirk cephesinde yeni hiçbir şey yok; sadece eski câhiliyenin modern görünüm ve söylemleri var; tek millet olan müşrikler, ilkel atalarını taklit etmekten başka bir şey yapıyor değiller.

İnsanlar, demokrasi ve özgürlük putlarının da etkisiyle, hevâlarını hiçbir sınır tanımadan tatmin etmek istiyor, şeytanî fesad ve ahlâksızlıklara, içki, kumar ve zina evlerine dinin müdâhale edip yasak koymasını istemiyorsa, konu şirk kavramıyla ilgilidir. Tüm sosyal, siyasal, kamusal ve hukukî alanlara Allah’ın dışında başka tanrıların egemenliği egemen güçler tarafından isteniyor, dayatılıyor ve halk tarafından buna rızâ gösteriliyorsa, bunların tümü, şirkin dışında birşeyle izah edilemez.

Câhiliyye Arapları, yaratıcı olarak sadece Allah’ı kesin bir şekilde kabul ediyorlardı (29/Ankebût, 61, 63; 31/Lokman, 25; 39/Zümer, 38; 43/Zuhruf, 9, 87). Modern câhiliyye insanı ise, Allah'a bu kadar bile inanmıyor; ne olduğunu ve hangi vasıflara sahip olduğunu düşünmeden doğa/tabiat ve tesadüfe yaratıcılık atfediyor. Tabiatı ilâhlaştırarak çocukları, çiçekleri, güzellikleri doğanın armağanı olarak kabul ediyor. Bazen de bu “tabiat tanrısı”na kendisini ve hemcinslerini ortak koşuyor, kensinin veya başka insanların yaratıcılıklarından bahsediyor.

Tüm bunların yanında, her dönemde görülebilen şirk unsurlarını da katarsanız, muvahhid insanın, istisnalar dışında niye yetişmediği, huzursuzluk ve zilletin, kaos ve krizlerin niye artarak devam ettiğinin temel sebebi daha iyi teşhis edilecektir.

Yalnız, burada unutulmaması gereken önemli bir husus var: Allah'a ortak koşan birisinin, şirk koştuğu şey için, “bu da bir ilâhtır” , “ben buna da tapıyorum” demesi veya böyle düşünmesi de, olayın şirk olması için şart değildir. Şirk, öncelikle kalpte yer eder, sonra düşünce ve hareketlere yansır. Şirkin temeli, Allah’tan başka herhangi bir şeyi Allah'a tercih etmektir.

Hızır olarak adlandırılan ölümsüz zannedilen zat, gerçekte hayatta olmayan bir kimsedir. Yine Hızır gibi bazı ilâhî vasıflara sahip olduğu zannedilen “evliyâ”nın, tanrılaştırılıp bunların her yerde hazır ve nâzır olduğuna, insanları gözetlediğine, bazen koruyup yardım ettiğine inanılır. Dünyanın varlık sebebinin bu gibi zatlar olduğu kabul edilir. Müslümanım diyen nice insan, Allah’ın dünyayı ve özellikle yaşanılan coğrafyaları onların yüzü suyu hürmetine ayakta tuttuğunu, yoksa çoktan helâk edeceğini kabul edip dillendirir. Bu tür inançların gerçekle de, temel hakikat olan tevhidle de hiçbir ilgisi yoktur. Tümüyle bâtıl itikatlardır. Allah, dünyayı kendi irâdesiyle ayakta tutmaktadır. O’nun irâdesine engel olacak veya onu değiştirecek hiçbir ölü veya diri zât olamaz. Allah, dünyanın ve evrenin işleyişi ile ilgili kanunlar koymuş, hikmetler belirlemiştir. Evren bu ilâhî kanunlarla ayakta durur. Allah’ın otoritesinde ve tasarrufunda hiçbir kimsenin ortaklığı yoktur. Dolayısıyla Allah’tan başkasına, sanki bir güce sahipmiş gibi duâ etmek şirktir. Ölülerlerden medet ummak câhiliyye sapıklıklarındandır. Muvahhid bir mü’min, bunlardan kesinlikle uzak durmalıdır. O, yalnızca Rabbinden dilekte bulunmalı, O’na yönelmeli ve O’na duâ etmelidir.

İttibâ Şirki: İnsanın inanç, düşünce ve davranışları yönüyle şirki üçe ayırmak mümkündür: İtikad şirki, ibâdet şirki ve ittibâ şirki. Bırakın eğitim kurumlarını, câmiilerde bile (istisnalar dışında) tevhidden şirkten pek bahsedildiği olmaz. Olursa bile yasak savma bâbından ve fincancı katırları ürkütmemeye özen göstermek adına ve bazen de hakla bâtıl karıştırılarak veya hakkı ketmederek... Abdesti bozan şeylerin üzerinde durduğu kadar insanlar tevhidi bozan konulara önem vermez. Halbuki insanların kurtuluşunun yolu, Kur’an kavramlarının tashihi, boşaltılan içlerinin yeniden Kur’anî değerlendirmelerle doldurulmasıdır. Özellikle de lâ ilâhe illâllah kavramının, yani tevhid ve şirk gibi temel kavramların düzeltilmesi gerçekleşmeden dünyamızın da âhiretimizin de kurtulması mümkün değildir. Bütün şikâyet edilen olumsuzluklar, bu kavramların düzeltilmesine ve sağlam şekilde yaşanmasına bağlıdır. Filistin topraklarında siyonist yahûdiler başta olmak üzere, İslâm topraklarını işgal eden zâlim kâfirler silâhtan korkmuyor, zaten müslümanın elindeki silâhın pek korkutmaya yetecek önemi de yok. Ama onlar, eliyle (veya buna gücü yetmiyorsa) diliyle, kalemiyle kendilerini taşlayan mü’minin akîdesinden çekiniyor, korkuyor. Tevhid eri Allah’ın askerini, ölümden korkmayan canlı şehidi korkutup yıldıracak hiçbir silâhın mevcut olmadığı gibi; tevhid bilincine sahip insan da imanı oranında kâfirlerin korkulu rüyası olmaktadır.

Islah çalışmaları, ülkeyi kalkındırma planları en azından iki yüz senedir uygulanan batılı tarzdaki yaklaşımlarla iflas etmiştir. Şirk düzeninin ıslah edilmesi mümkün de değildir, doğru da olmaz. “Zulmedenler, hangi inkılâpla devrilip döndürüleceklerini yakında bileceklerdir.” (26/Şuarâ, 227). Çözüm, câhiliyye düzenini devirip yerine saâdet asrının anlayışını yerleştirmektir. Aynen Peygamber’in yaptığı gibi. İnsanları sahih akîdeye, tevhidî bilince, Kur’ânî eğitime, inkılâbî çizgiye yönlendirmedikçe uğraş ve gayretler, delik kabı suyla doldurmaya benzeyecektir. Siz ne kadar (sadece fazilet, ahlâk ve benzeri özellikleri teşvik ederek) delik kabı doldurursanız, o, kısa zaman içinde boşalacaktır.

Tevhid, İslâm’ın birinci ve en büyük esasıdır. Kur’an’ın en fazla önem verdiği konudur. Mekke’de inen âyetlerin hemen hepsi tevhide vurgu yapan âyetlerdir. Medine’de inen âyetler de, çoğunlukla tevhide atıfta bulunur, onu kökleştirmeye çalışır. Ahkâm âyetlerinin ekserisi “Ey iman edenler...” diye tevhide işaretle, o temeli güçlendirmek ve üstüne binâ dikmek için alt yapıya dikkat çeker. Tevhid, bir zaman konuşulup birazcık üstünde durularak başka söze geçilecek bir konu değildir. Hemen her konu buna dayanmalı, müslümanın hayatından hiçbir zaman geri planlara atılmamalı, bu konu hiç bitmemelidir. “Ey iman edenler, İman edin! (imanınıza devam edin, yeniden ve kâmil anlamda iman edin, imanınızı yenileyin, güçlendirin, imanda sebat edin).” (4/Nisâ, 136)

“Lâ ilâhe illâllah” hükmü, beşerî hayatta süreklidir. Sadece kâfirler inanmak için, müşrikler inançlarını düzeltmek için çağrılmaz ona. Mü’minler de ona çağrılır ve onlara sık sık hatırlatılır. Kalplerinde canlı ve sâbit kalması, hayatlarında etkili olması, gereklerini ihmal etmemeleri için “Ey iman edenler, İman edin!” diye uyarılır. Kur’an, insanın hayat programını çizen bir kitap olduğu için tevhide karşı bu önemi ve titizliği gösterir. Allah, tek yaratıcı, yegâne hâkim ve yönetici, rızık verici... olduğundan yalnız O’na ibâdet edilmeli, başkası O’na ortak koşulmamalıdır: Bu, Allah’ın kulları üzerindeki en büyük hakkıdır. Allah, kullarının ibâdetine muhtaç değildir, ama insan muhtaçtır ve her an mutlaka ibâdet halindedir; ya Allah'a veya Allah’ın dışındakilere. İnsan, imanla küfür arasında, sahte ilâhlarla gerçek İlâh arasında bir tercih yapmalıdır. Âdemoğlu, hem Allah'a hem de şeytana kul olarak yaşayamaz (Bkz. 33/Ahzâb, 44). “Tâğuta kulluk/ibâdet etmekten kaçınan ve tam gönülle Allah'a yönelenlere müjdeler! Dinleyip de sözün en güzeline tâbi olan kullarımı müjdele!” (39/Zümer, 17-18). Bunun için insan daima “Lâ ilâhe illâllah”a muhtaçtır.

Bütün peygamberler, kavimlerine bu sözü tebliğ ediyor, “yalnız Allah'a kulluk edin, O’ndan başka ilâhınız yoktur” diyerek insanları tevhide dâvet ediyorlardı. Peygamberimiz de kavmini bu esasa çağırıyordu. Amcası Ebû Tâlib’e “Onu söyle, onunla Allah’ın yanında sana şefaatçı olmam için bir cümle: Lâ ilâhe illâllah...” diyordu. Câhilî tavır, eski peygamberlerin kavimlerinden itibaren bu cümleyi kabullenmiyor, bu dâveti reddediyordu. Niçin? Sadece bir cümle için mi, yoksa o cümlenin anlam ve gerekleri için mi? Çağrıldıkları hayatla, yaşadıkları hayat arasında bir uçurum vardı. Dâvete karşı çıkışlarının çeşitli şekilleri ve çeşitli sebepleri vardı: Vahy olayını, yeniden dirilmeyi, hesap ve cezayı yalanlıyorlardı. İlâhın tek bir ilâh olmasını, babalarının yolundan ayrılmayı, Kitab’a uymayı, Allah’ın hudûdunu kabul etmiyorlardı. Bir de ahlâkî çıkmazları vardı: İçki, kumar, zina, zulüm... Ama bunların temeli itikad ve itaat idi; inanç, düşünce, helâl ve haram ve ahlâkı içeren kapsamıyla Allah’tan bir din kabulünü benimsemedikleri gibi böyle bir dinin bağlayıcılığını da kabul etmiyorlardı.

Kur’an’ın önemle vurguladığı, bütün sorunları içeren iki baş sorun vardı: İbâdetin tek olan Allah'a yapılması ve helâl-haramda Allah’ın indirdiğine uyulması. Şirk, inançta Allah’tan başka ilâhların varlığına inanma, amelde ve ibâdette Allah’tan başkasına yönelme ve Allah’tan başkasının Allah'a rağmen hüküm koyması, helâl haram tayin etmesidir. İşte bunun için müşrik Araplar, kelime-i tevhidi kabul etmediler, onu söylemeye yanaşmadılar. Yığınlar, tutucudur; alıştıkları çok sayıdaki ilâhları, atalarının yolunu bırakmayı kolay kabullenmezler. Elleriyle tutabildikleri, duyu organlarıyla algıladıkları eşyaya bağlıdırlar. Mele’ (ileri gelenler, müstekbirler, tâğutlar) ise, onların ilâhlara bağlılığı gerçekçi değil; sahtedir, şeklîdir. Mevcut sahte ilâhları savunmaları, onların adıyla halk kitlesini sömürmelerinden kaynaklanır. Bu zâlimlere göre, gerçek sorun hâkimiyet sorunudur. Onlar mı, yoksa şeriatının uygulanması yoluyla Allah mı? Bütün câhiyyelerdeki müstekbirleri tevhid çağrısıyla savaşa iten gerçek sorun budur. Hakları olmayan egemenliğin ve otoritenin ellerinden çıkıp sömürünün ortadan kalkması onların işine gelmez. Halbuki otorite, hüküm; tek yaratıcı, rızık verici... Allah'a aittir. “...Dikkat edin, yaratmak da emretmek/hükmetmek de O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbı Allah ne yücedir!” (7/A’râf, 54) “...Hüküm sadece Allah’a aittir.” (12/Yûsuf, 40) “Hiç yaratan, yaratmayan gibi midir? Hiç düşünmüyor musunuz?” (16/Nahl, 17) “Allah’tan başka size gökten ve yerden rızık verecek bir yaratıcı var mı? O’ndan başka ilâh yoktur. O halde, nasıl oluyor da (tevhidden) çevriliyorsunuz (imanı istemeyip küfre dönüyorsunuz)?” (35/Fâtır, 3)

Buna rağmen, toplumun üst tabakası açık veya gizli diktatörlükle yığınlar üzerindeki otoriteleri neticesinde hevâlarına, süflî arzu ve heveslerine hizmeti kaybetmek istemezler. Aslan payının ellerinden çıkmasına tepkiyi arkasına gizlendikleri, aslında kendilerinin de inanmadığı sahte putların gölgesine sığınarak, güya onlar adına sürdürürler. Yönetimi ve rantı elinde bulunduranlar, bundan dolayı, koltuklarına alternatiflerden, makamlarına aday olanlardan daha çok, tevhid çağrısından çekinirler. Bütün güçlerini tevhidle savaşa hazırlarlar. Yığınları kandırır, korkutur, tevhidi savunanları karalar, onlara komplo kurar ve halkı onlara karşı kışkırtırlar. “Firavun dedi ki: ‘Bırakın, Mûsâ’yı öldüreyim de, o Rabbine duâ etsin, yalvarsın (bakalım O Mûsâ’yı kurtaracak mı?) Çünkü ben, onun dininizi değiştireceğinden, yahut yeryüzünde bir fesat/bozgunculuk çıkaracağından korkuyorum.” (40/Mü’min, 26; Ve yine bkz. 10/Yûnus, 75-78; 43/Zuhruf, 54).

Mekke’deki olay da aynıydı. Mele’, Kureyş’ti orada. Düşmanlık ve savaş, onlarla Rasûlullah arasında değil; onlarla dâvet, tevhid arasındaydı. Kendilerine karışmayacak “el-emîn” Muhammed (s.a.s.)’den şikâyetçi değillerdi. Onun için, dâvetten vazgeçmesi halinde mal, mülk, dünya varlığı, hatta yöneticilik teklif ve takdim ediliyordu. Dâvetle düşmanlık, ister istemez onlarla dâvetin temsilcisi arasında bir savaşa dönüşüyordu. Putlar yalnız değildi rablık anlayışında. Şirk de tek çeşit değildi: Kabile, tapınılan bir rabdı, baba ve dedelerin örfü/töre, kamuoyu tapınılan bir rabdı. Kureyş ve diğer büyük kabileler, Araplara dediğini yaptıran ve dilediğini haram yapan rablardı.

Ve bazıları iman etti; Örnek nesil, sahâbe denilen altın nesil. Lâ ilâhe illâllah nasıl yer ediyordu onların hayatında? Ondan ne anlıyorlardı? Sadece kalple tasdikten, dille ikrardan mı ibaretti onların hayatında? Mü’minlerin nefisleri (her şeyleri) tevhidle değişince, şirkin pis renklerinden aklanınca onlarda çok büyük değişme/inkılâb oldu. Sanki yeniden doğmuşlardı... İnsanlık açısından, bir insanın bir şeye inanması, ardından da bütün tavırlarının inandığının tersi veya muhâlifi olması normal midir, mümkün müdür? Zehirli bir yılanın öldürücü olduğuna inanan ve ölmek de istemeyen bir insanın, elini yılanın ağzına hiç tedbir almadan sokması düşünülebilir mi? Ateşin yakıcı olduğuna inanan kimsenin elini ve tüm vücudunu ateşe atması?! Peki, gerçekten Allah'a iman eden tevhid eri bir mü’minin Allah'a itaat etmemesi, O’nu tek mâbud, tek rızık verici, tek otorite... kabul ettiğini davranışlarında göstermemesi nasıl olur?!

İman iddiası, itaat ile isbat edilmeden insanı kurtaramaz. Bu konuda Kur’an’dan açık hükümleri görelim: Adiy bin Hâtem, Rasûlullah’ın yanına girdi. Peygamberimiz şu âyeti okuyordu: “Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve râhiplerini rabler (ilâhlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih’i de... Oysa onlar, tek olan bir ilâh’a ibâdet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka ilâh yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden yücedir.” (9/Tevbe, 31). Adiy: “Ya Rasûlallah, hıristiyanlar din adamlarına ibâdet etmiyorlar, onları rab ve ilâh edinmiyorlar ki” dedi. Rasûlullah şöyle buyurdu: “Onlara haramı helâl, helâlı da haram yaptılar, onlar da uymadılar mı din adamlarına?” Adiy: “Evet” dedi. Efendimiz buyurdu ki: İşte bu, onlara ibâdettir.” (Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’an 10, hadis no: 3292; Tirmizî şerhi Tuhfetu’l-Ahvezî, hadis no: 5093)

“Rabbınızdan size indirilen Kitab’a uyun. O’ndan başka dostlar edinerek onlara uymayın.” (7/A’râf, 3) “Yoksa, Allah’ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara meşrû kılacak ortakları mı vardır?” (42/Şûrâ, 21) “Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek, Allah’a aittir.” (42/Şûrâ, 10) “...Doğrusu, şeytanlar, sizinle tartışmaları için dostlarına fısıldarlar. Eğer onlara itaat ederseniz, şüphesiz siz müşrik olursunuz.” (6/En’âm, 121) “Hayır, Rabbin hakkı için onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan tam anlamıyla teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” (4/Nisâ, 65) “(Münâfıklar,) ‘Allah’a ve Rasûlüne inandık ve itaat ettik’ diyorlar. Sonra onlardan bir grup, bunun ardından dönüyor. Bunlar mü’min değillerdir. Onlar, aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Rasûlüne çağrıldıkları zaman, hemen onlardan bir grup yüz çevirir.” (24/Nûr, 47-48) “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.” (5/Mâide, 44) “Yoksa câhiliyye hükmünü mü istiyorlar? İyice bilen bir toplum için Allah’tan daha güzel hüküm veren (hüküm koyan) kim olabilir?” (5/Mâide, 50) “Allah, hüküm verenlerin en üstünü değil midir?” (95/Tîn, 8) “Ey iman edenler, Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin ve sizden olan ülü’l-emre. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, Allah’a ve âhirete gerçekten iman ediyorsanız, onu Allah’a ve Rasûlüne götürün (onların tâlimâtına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.” (4/Nisâ, 59) “Allah ve Rasûlü, bir işte hüküm verdiği zaman, artık iman etmiş bir erkek ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur.” (33/Ahzâb, 36) “...Dikkat edin, yaratmak da emretmek/hükmetmek de O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbı Allah ne yücedir!” (7/A’râf, 54) İman edip de imanlarına herhangi bir zulüm (şirk) bulaştırmayanlar var ya, işte güven onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır.” (6/En’âm, 82) “...Hüküm sadece Allah’a aittir. O size kendisinden başkasına ibâdet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (12/Yûsuf, 40)

Allah’a ve Rasûlüne itaat, ebedî cennete götürdüğü gibi, Allah’a ve Rasûlüne itaatsizlik/isyan da kişiyi ebedî cehenneme ulaştırır: “Bunlar Allah’ın (koyduğu) sınırlardır. Kim Allah’a ve Peygamberine itaat ederse Allah onu, zemininden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır; orada devamlı kalıcıdırlar; işte büyük kurtuluş budur. Kim Allah’a ve Peygamberine karşı isyan eder ve O’nun sınırlarını aşarsa Allah onu devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azap vardır.” (4/Nisâ, 13-14) “Sana ganimetleri soruyorlar. De ki: ‘Ganimetler Allah ve Peygamber’e aittir. O halde siz (gerçek) mü’minler iseniz Allah’tan korkun, aranızı düzeltin, Allah ve Rasûlüne itaat edin.” (8/Enfâl, 1) “Tâğuta kulluk etmekten kaçınıp Allah’a yönelenlere müjde vardır. (Ey Muhammed!) Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah’ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır.” (39/Zümer, 17-18). “(Rasûlüm!) De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve merhamet edicidir. De ki: ‘Allah’a ve Rasûlüne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.” (3/Al-i İmrân, 31-32) Yine bkz. 4/Nisâ, 60, 61, 64; 49/Hucurât, 15; 29/Ankebût, 2-3; 2/Bakara, 214; 24/Nûr, 50-54; 3/Âl-i İmrân, 142; 9/Tevbe, 16; 23/Mü’minûn, 115.

Ve bir hadis-i şerif: “Ümmetimle ilgili olarak korktuklarımın en korkutucusu Allah’a şirk/ortak koşmalarıdır. Dikkat edin; ben size ‘onlar aya, güneşe ve puta tapacaklar’ demiyorum. Fakat onlar (hâkimiyet hakkını bazı fertlerde, zümrelerde meclis ve toplumlarda görecekler), Allah’tan başkasının emirlerine ve arzularına göre iş yapacaklardır.” (İbn Mâce, hadis no: 4205)

Hüküm koyma (teşrî), “Lâ ilâhe illâllah”la direkt ve sağlam bir şekilde irtibatlıdır. Bu bağ da, hiçbir durumda kopmaz. “Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler kâfirlerdir.” (5/Mâide, 44) âyetinde fukahâ, Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen kimse, bunu helâl saymadıkça tekfir edilmez, eğer helâl saymıyorsa, dinden çıkarmayan küfür (küfrün gerisinde bir küfür, yani büyük günah) demişlerdir. Taraflardan birinden rüşvet aldığından, önündeki meselede Allah’ın indirdiği dışında bir şeyle hüküm veren hâkim de bu yaptığıyla tekfir edilmez. Allah’ın gazabına uğramış bir günahkârdır. İctihad edip önündeki konuda yanılan ve Allah’ın indirdiği dışında bir şeyle hüküm vermiş olan biri ise günahkâr da değildir. Bilâkis niyeti ihlâslı oldukça ictihadına ecir de vardır. Ve sayılan diğer fıkhî hususlar...

Evet, lâkin bunların hiçbiri, Allah’ın indirdiği dışında bir şeyi teşrî ile ilgili değildir. Önündeki bir konuda, helâl saymamak şartıyla, fıkıh kitaplarında belirtilen herhangi bir nedenle Allah’ın indirdiği dışında bir şeyle hüküm vermek başka, Allah’tan ayrı olarak teşrî/hüküm koyma başka bir şeydir. Birinci durumda Allah’ın dinini kaynak olarak kabuldeki itiraf (uygulamadaki farklılığa rağmen) bozulmuyor. İkinci durumda, kendi yanından Allah’ın dinine muhâlif haramlar helâllar koyuyor. Ardından açıkça veya lisan-ı haliyle: “Allah’ın dinini değil; benim hükmümü/kurallarımı uygulayın, çünkü bu, ona denktir, veya bu, Allah’ın kanunundan daha üstündür, kıymetlidir” diyor. İslâm tarihinde fıkıh âlimleri, bunun dinden çıkaran bir şirk ve küfür olduğunda ihtilâf etmemiştir. Yine, fıkıh âlimlerinin tarihten bu yana hiç ihtilâf etmeden şirk ve küfür olduğunu kabul ettikleri bir mesele de şudur: Bilmesine rağmen ve kendi irâdesiyle Allah’ın dini dışında bir teşrîe (hüküm koymaya) râzı olmak. İkrâh bunun dışındadır (16/Nahl, 106); çünkü ikrahta rızâ yoktur.

Şirkin ve zulmün hâkimiyeti ve egemen tâğutî güçlerin de etkisiyle insanların İslâm’dan kopukluğu arttı. Artık, kendisinin müslüman olduğunu da söyleyen nice insan, açıkça şirk olan inançlara sahip olmaya, şirk ideolojilerini kabullenmeye, elfâz-ı küfrü dilleriyle ulu orta söylemeye başladı. Allah’ın hükmüne uymak, İslâm’a teslim olmak, her konuda helâl ve haramlara dikkat etmek, Allah’ın sınırlarına riâyet etmek gibi değerler, müslüman olduğunu iddia eden nice insanın gündeminden çıktı. Bütün bunlar ve sayılması uzun sürecek şirk unsurlarına rağmen, insanlara, “lâ ilâhe illâllah” deyince müslüman olacakları, İslâm’ı yaşamasa da insanın küfre düşmeyeceği ısrarla söyleniyordu. Müstekbir oburların önüne konulmuş çanaktaki yem gibi oldu bu kelimeyi sadece diliyle söyleyenler. (19)

Tarihten bu yana, tevhîdî muhtevanın soyulmasının bazı etkenleri, sebepleri vardır. Tekliflerden kaçınma, uyarının (emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker) yetersizliği, aşırı bolluk (lüks ve rahata meyil, yani dünyevîleşme), siyasî istibdat ve mürcie düşüncesi, israfa ve dünyevîliğe pasif tepki şeklinde ortaya çıkan, zulümle mücâdele ve toplumsal tavır yerine kabuğuna çekilme anlayışının oluşturduğu mistisizm... bu etkenlerin başında gelir.

 

Şirk ve irtidâdla ilgili bu bilgilerden sonra, içinde yaşadığımız toplumu değerlendirmeye çalışalım: Eski ümmetler gibi bu toplum da helâk olsa, deprem vb, bir âfetle yerle bir olsa, aradan uzun asırlar geçtikten sonra buralarda yaşayan insanlar, kazılarla elde edecekleri heykel ve eğlence araçlarından, tesbit ettikleri, araştırıp buldukları şeylerden bu zamanki toplumun yaşam tarzı ve dini hakkında neye hükmederler dersiniz? Ya da (hayâlî bir şey de olsa) "zaman tüneli"nden bir sahâbeyi geçirseler, bizim yaşadığımız zaman ve ülkeye misafir etseler, (meselâ bir gece klübüne, bir mahkemeye, bir okula, çarşıya, ya da bir eve) baksa, bu toplumun inancı konusunda ne tür bir yargıya varırdı? Hasan Basrî'nin daha 3. nesil müslümanlarına söylediği sözü hatırlayalım: "... Onlar sizi görseydi, müslüman demezlerdi."

Okullar, törenler, mahkemeler, meclisler, resmî kurumlar, bankalar, stadyumlar, ...hâneler, kumar ve eğlence yerleri... toplumun dinini yansıtmıyor mu? Hele yasalar ve hükümler... Seçim öncesi halkın yönetici adaylarından beklediklerinin, onların vaadlerinin hangi dinle izahı yapılabilir? Küçük Amerika hülyâları, sadece dünyevî ve fânî istekler...

Anket yapsanız, halkın kendini hangi sıfat-isimle benimseyip başkasına tanıtmak istediğini sorsanız, içinde, "Atatürkçü/Kemalist, laik, demokrat, Batıcı, Sosyalist, falancı, Avrupa Birliğine üyeliği çok önemseyen, özgürlük taraftarı, falan partili, filan takım taraftarı veya şu sanatçı hayranı gibi kelimeler sıralasanız, bu listenin sonuna da "müslüman" kelimesini ekleseniz; bunlardan birini tercih etmesini isteseniz, son kelimeyi isim-sıfat olarak tercih edenler gerçekten hâlâ bazılarının düşünmeden söyledikleri gibi % 99'ları bulur mu dersiniz?

Meselâ, Taksim'e, ya da şehrin işlek bir caddesine, meydanına çıksanız, gelip geçen gençlere teklifte bulunsanız, "alın size bin dolar, ama şurada 'falan dini seçiyorum' diye söz verecek, -meselâ- şu belgeyi de imzalayacaksınız" deseniz, nasıl bir netice ile karşılaşırsınız? Ya da "ayda 500 milyon maaşla bir Yahûdi sinegogunda Yahûdiliğe hizmetle ilgili iş vereceğim" veya "yurtdışına, meselâ Amerika'ya gönderiyoruz, ama, farklı bir dinle ilgili bazı şartlarımız var" deseniz... Bu konularda sonucu tahmin etmeden önce, Harp Okullarına, emniyete veya bir devlet kurumuna girmek için can atan gençleri, anıtkabire akın eden insanları, çok rahat elfâz-ı küfür söyleyen, hatta dine ve mukaddesâta sövebilen kışladaki subayları, kahvedeki vatandaşları... göz önüne getirmeli ve özellikle insanın para için neler yapabildiğini, nâmusunu hem de çok ucuza satan bayanları, "ne iş olursa yaparım, ağabey, sen yeter ki paradan haber ver!" diyen insanları değerlendirmelisiniz. Hele devletin emri veya yasağı olan konularda, halkın anormal görmediği durumlarda...

Diyanet'in açıklamasına göre, Adapazarı deprem bölgesinde 100 civarında insan, misyonerlerin hummalı çalışmaları sonucu İslâm'ı bırakıp resmen Hıristiyanlığı seçmiş. Her gün dininden kopan, farklı ideoloji ve hayat görüşlerini benimseyen ama resmen farklı bir dine geçtiği değerlendirilmeyen insanların sayısını kimse bilmiyor. Medya, okullar, resmî kurumlar devamlı mürted yetiştiren programlarıyla ha bire müslümanları adı konulmamış farklı dinlere çekmekteler. 2 Ocak 1976'da çıkan Sebil adlı Haftalık gazetenin kapaktan sorup, sayfalarında işlediği konu şöyleydi: "Nasıl Hristiyan Olacaktık?" Kâzım Karabekir Paşa'nın hâtıralarından alıntılar yapılıyor, TBMM'de ilk yılında meclis başkanının riyâsetinde devletin resmî dininin Hristiyanlık olmasının ısrarla savunulduğu ve bu konudaki tartışmaları anlatıyordu. Devlet, resmen Hristiyanlığı kabul etmemişti, ama çok kısa zaman sonra Anayasadan "Devletin dini İslâm'dır" ifadesi kaldırılmış, "laik demokratik devlet" ifadesi konulmuştu. Sonra da bu doğrultuda dayatmalar, devrimler, takrir-i sükûn kanunları ve İstiklâl Mahkemeleri...

“Ümmetimle ilgili olarak korktuklarımın en korkutucusu Allah’a şirk/ortak koşmalarıdır. Dikkat edin; ben size ‘onlar aya, güneşe ve puta tapacaklar’ demiyorum. Fakat onlar (hâkimiyet hakkını bazı fertlerde, zümrelerde meclis ve toplumlarda görecekler), Allah’tan başkasının emirlerine ve arzularına göre iş yapacaklardır.” (İbn Mâce, hadis no: 4205)

Toplumla ilgili esas problem, ekonomik kriz değildir, maddî sıkıntılar da, açlık da. Hatta yolsuzluklar, ahlâk eksikliği de değildir. Problem, iman problemi; kriz, tevhid krizidir. İmanı olmayan topluma hangi ahlâkî ilkeleri yerleştirmek isterseniz isteyin, delik kaba su doldurmaya çalışmış olursunuz. Arabanın motorunu çalmışlarken kaportadaki çiziklerin ne önemi var? Kalbi olmayan birinin, nesi olursa olsun, o insan değildir artık. İmanını yitiren toplumun her şeyi gitmiş/bitmiş demektir.

 

 

 

Mürtedliğe Giden Yollar

Mürtedliğe Yol Açan Sebepler: Mürtedlik, söz, fiil/eylem ve inanç (ve şüphe) ile ortaya çıkar. Mürtedlerin İslâm’dan dönmelerinin birkaç sebebi olablir:

1- İslâm’ı ve onun hükümlerini beğenmemek,

2- İslâm’ı çıkarlarına ve zevklerine engel görmek,

3- Dünyalık bir makam elde etme ihtirası,

4- İman zayıflığı veya İslâm’ı yeterince tanımama,

5- Gayri müslimlere özenme, onların zevk içinde yaşamalarına imrenme ve onları bazı konularda üstün ve ileri kabul etme anlayışı ve diğer sebepler.

Bir Müslümanı Mürted Yapan Tavırlar: Bir müslümanın İslâm’dan çıkmasına sebep olacak bazı durumları şöylece özetleyebiliriz.

Müslüman olduğu halde, Allah’a şirk koşmak; Allah’ın dışında bir kimseye, bir otoriteye, putlara tapınmak, Allah’tan istenecek yardımı ölülerden veya mezarlardan istemek, birtakım örgütleri veya devletleri Allah gibi düşünmek, kişiyi İslâm’dan çıkarır, mürted yapar.

İslâm’ın küfr veya kâfirlik dediği şeyler konusunda şüphe etmek; İslâm da bellidir, onun dışındaki bâtıl yollar da bellidir. Küfür olan konularla ilgili olarak “acaba onlar da doğru olabilir mi?” düşüncesi İslâm inancına aykırıdır. Onlar doğru olsaydı, İslâm’ın Hz. Muhammed ve Kur’an’la gönderilmesine ne lüzum vardı? Bütün bâtıl dinler, bütün İslâm dışı ideolojiler, insanlar adına nisbet edilen hayat sistemleri İslâm tarafından reddedilmektedir (Komünizm, Hinduizm, Hırıstiyanlık, Demokrasi, Marksizim, laisizm, Kemalizm ve diğerleri).

Peygamberimiz’in bize bildirdiği bazı şeyleri beğenmemek, onlara karşı yüzü buruşturmak, râzı olmamak (47/Muhammed, 9).

Müslümanlara karşı kâfirlerle işbirliği yapmak, onlara yardım etmek (9/Tevbe, 65-66).

İslâm’ın ilkelerine, şeriata karşı gelmek, onlarla alay etmek, onların yerine başka otoritelerin veya kişilerin görüşlerini daha iyi, güzel veya çağdaş bulmak.

Kesin deliller ile, ümmetin icmâsı ile sâbit olmuş, dinden sayılan hükümlere karşı gelmek, onları kabul etmemek.

Bunlar veya bunlara benzer davranışlar ve sözler bir müslümanı dinden çıkarabilir, mürted yapabilir. Bunlar birer hükümdür ve müslümanları din konusunda dikkatli olmaya teşviktir, onları tehlikeden sakındırmaktır. Kişi ya inanır, ya inanmaz. Ama tutarlı olması gerekir; inandığı dinin gösterdiği gibi inanması ve yaşaması lâzımdır. İslâm, Allah’ın dinidir ve ona nasıl inanılması gerektiği ortaya konulmuştur. O, insanların görüşü değildir ki, dileyen dilediği gibi kullansın. (20)

Günümüzde insanlar, ortamın ve çevre şartlarının İslâmî değil; câhiliyye yapısı arzettiğinden, İslâm’ı doğru bir şekilde kavrama ve sırât-ı müstakîm çizgisini kolaylıkla sürdürme imkânlarına yeterince sahip değildirler. İslâm dışı, hatta İslâm’a düşman düzen ve buna bağlı kurum ve kuralların etkisiyle her an bâtıl yollara bilinçsiz de olsa dalma riskiyle karşı karşıyadır. Bunlardan birkısmı, belki imanını tümüyle giderecek ve kişiyi mürted yapacak durumda değilse de, bir kısım insan bilerek ve seçerek İslâm’dan farklı yollar/ideolojiler/dinler edinmektedirler. Bu kimselerin mâzîsinde İslâm’ı gerçek anlamıyla bilip bir bütün halde kabul etme ve yaşama gayreti var iken, sonradan bilinçli bir tercih sonucu dinini değiştirme sözkonusu olmuş ise, -neûzü billâh- mürtedlik vuku bulmuş olur. Mü’min iken kişinin mürted olması sonucunu veren birtakım söz ve fiillere şunlar örnek gösterilebilir:

Müslüman bir kimsenin kendi irâdesiyle açıkça; ‘Ben Allah’a ortak koşuyorum’ demesi, yahut Allah’ın varlığını inkâr etmek, peygamberleri reddetmek ya da bir tek peygamberi dahi yalanlamak gibi küfrü gerektirici bir söz söylemek, açıkça küfrü gerektiren -Mushaf’ı ya da bir parçasını pisliğe atmak gibi- bir fiil işlemek, namazın farz oluşu, zinânın haram oluşu gibi İslâm’ın kesin bir hükmünü inkâr etmek, farz namazların, -bunların bir rekâtinin bile olsa- farz olduğunu, dinin emri olduğunu reddetmek gibi veya farz olmadığı kesin delillerle sâbit bir hükmün farz olduğuna -meselâ farz namazlara bir rekât ilâve etmek gibi- inanmak, peygamberliğin insanların kendi gayretiyle kazanılabileceğini ileri sürmek gibi hususlar küfrü gerektirir. Bu gibi küfrü gerektiren inanç ve tavırlar önceden müslüman bir kimse tarafından kabul ediliyorsa, bu kimse mürted olur.

Çağımızda ortaya çıkan birtakım şartlar vardır ki, müslüman kimse iman açısından bunların da hükmünü bilmelidir. Bunların en başında hiç şüphesiz Allah’ın indirdiği hükümlerin dışındaki hükümler ile hükmetmek gelir. Konuyla ilgili olarak Abdülkadir Udeh’den alıntı yapalım: “Çağımızda reddetmek, kabul etmemek yoluyla küfrün açık örneklerinden bir tanesi de, Allah’ın şeriatiyle hükmetmeyi kabul etmemek ve onun yerine insanlar tarafından konulmuş hükümleri, kanunları uygulamaya koymaktır. Çünkü İslâm dininde asıl olan kural, Allah’ın indirdikleriyle hükmetmenin farz, ondan başka kanun ve hükümler ile hükmetmenin ise haram olduğudur. Kur’ân-ı Kerim’in bu hususa dair nasları gâyet açık ve kesindir.

İslâm şeriatine aykırı her türlü yasa ve hükmün bâtıl olduğu hususunda fakîhler ile ilim adamları arasında görüş ayrılığı bulunmamaktadır. Yine onların ittifakına göre İslâm dışı hükümlere itaat gerekmez, hatta İslâm şeriatine aykırı olan her şey, müslümanlara haramdır. İsterse bu haramı emreden ya da mubah kılan egemen otorite ya da başkası olsun. Yine ittifakla kabul edilen hususlardan bir tanesi de şudur: Sahih olduğuna inandığı bir te’vile dayanmaksızın müslümanlardan her kim Allah’ın indirdiklerinden başka hükümler ortaya atarsa, o kimseler hakkında Yüce Allah’ın verdiği “kâfir, zâlim ve fâsık” hükümleri verilir. Meselâ, başka bir hükmü ondan daha üstün, daha güzel gördüğü için İslâm’ın öngördüğü cezaları ve hükümleri uygulamaktan yüz çeviren bir kimse, kesinlikle kâfirdir, daha önce iman etmiş ise bu tavırlarıyla mürted olur.

İttifakla kabul edilen hususlardan bir diğeri: Allah’ın ya da peygamberinin emirlerinden herhangi birisini reddeden bir kimse, bunu ister şüphe ve tereddüt yoluyla, isterse de terk ve kabul etmemek yoluyla, isterse de o hükme teslim olmamak dolayısıyla reddedecek olursa İslâm’dan çıkar, mürted olur. Çünkü sahâbe-i kirâm, zekât vermeyi kabul etmeyenleri mürted olarak değerlendirmişlerdir. Yüce Allah kendisinin ve Rasûlünün hükmünü teslimiyetle kabul etmeyenlerin kâfir olduklarına dair açık hükmünü indirmiştir: “Rabbine andolsun ki, onlar kendi aralarındaki anlaşmazlıklarda Senin hükmüne başvurmadıkça ve verdiğin hükmü, içlerinde bir sıkıntı olmaksızın tam bir teslimiyetle kabul etmedikçe iman etmiş olmazlar.” (4/Nisâ, 65) (21)

Elfâz-ı Küfür: Elfâz'ın tekili olan lafız (lafz); söz, kelime ve ifade demektir. Küfür ise "kefera" fiilinden masdar olup, sözlükte; bir şeyi örtmek anlamına gelir. Kalbindeki imanını örten kimseye de bu yüzden münkir veya kâfir denilmiştir. Bir terim olarak, kişiyi küfre düşüren ve dinden çıkmasına sebep olan sözlere "elfâz-ı küfür" adı verilir.

Bir mü'mini küfre düşüren sözler dörde ayrılır. Bunlar: İstihzâ, istihfaf, istihkar ve istinkârdır. İstihzâ, dinin esaslarından birini alaya almak; istihfâf, inanılması gereken ve zarûrât-ı diniyye denilen prensipleri küçümsemek, hafife almak; istihkar, dinle ilgili temel esasları ve dinin mukaddes saydıklarına hakaret etmek, çirkin sözler söyleyip sövmek; istinkâr ise bir İslâmî hükmü açıkça inkâr etmek veya dince mukaddes olan şeylere inanmayıp küfretmek.

Allah'ın zatı, sıfatları, fiilleri, isimleri, emirleri, yasakları hakkında şaka yollu da olsa alay ederek küçümseyici konuşmak ve Allah'a çirkin sözler söylemek kişiyi dinden çıkarır. "Allah ile, O'nun ayetleriyle, O'nun Rasulü ile alay mı ediyorsunuz? Boş yere özür dilemeye kalkışmayın. Siz imandan sonra küfre düştünüz." (9/Tevbe, 65)

Peygamberlik kurumunu önemsememek ve peygamberlikle alay etmek, onlar hakkında küçük düşürücü sözler söylemek istihkar (hakaret ve sövme) sayılır. Bu yüzden herhangi bir peygamberi küçük gören, alay eden ve O'na ezâ veren dinden çıkar. "Şüphe yok ki, Allah'a ve Rasûlü’ne eziyet verenlere Allah dünyada ve âhirette lânet etmiştir. Onlara çok küçük düşürücü bir azap hazırlamıştır." (33/Ahzab, 57) "Münâfıklardan öyleleri vardır ki, peygamberi incitiyorlar ve 'O her söyleneni dinleyen bir kulaktır' diyorlar. De ki, 'O sizin için bir hayır kulağıdır. Allah'a da inanır, mü'minlere de. İman edenleriniz için bir rahmettir. Allah'ın Rasûlüne eziyet verenlere ise acıklı bir azab vardır." (9/Tevbe, 61)

Hz. Peygamber'e hakaret dinden çıkardığı gibi, mukaddes kitaplara ve Kur'ân-ı Kerim'e hakaret veya mukaddes kitapların aslını inkâr edici sözler söylemek küfürdür. Kur'an'la, bir sûresi veya âyetiyle alay etmek, onu küçümsemek küfürdür. Meleklere hakaret etmek, alay etmek, ayıplamak, onları küçük görmek küfürdür. Cebrâil'in vahyi getirirken hata ettiğini, Hz. Ali yerine yanlışlıkla Hz. Muhammed (s.a.s.)'e vahyi verdiğini söylemek de kişiyi dinden çıkartır. Azrâil'e, ölüm meleği olduğu için hakaret etmek, meleklerin dişi olduğunu söylemek de küfürdür. Sahâbeleri tekfir ederek, onların mü'min olmadığını söylemek de küfür kabul edilmiştir. Sahâbeyi küçümsemek, alay etmek ve onlara buğz etmek ise bid'at ve sapıklıktır. (Bkz. 48/Fetih, 18; 9/Tevbe, 100).

Söyleyeni dinden çıkaran küfür sözlerinin bu sonucu meydana getirmesi için hür bir irâde ve ihtiyarla söylenmesi gerekir. Tehdit, zor ve baskı altında küfür sözlerini söyleyen kimse, ikrâh-ı mülcî yani tam zorlama ile, öldürme, kesme, bedene zarar verme ve şiddetli dövme gibi işkence veya bu tehditler varsa küfür sözü söyleyebilir. "Kalbi imanla dolu olduğu halde, küfre zorlanan müstesnâ olmak üzere, kim iman ettikten sonra, küfre sîne açarsa Allah'tan onlara bir azap vardır." (Nahl, 106). Bu âyet, küfre zorlanan kimsenin dinden çıkmayacağını gösterir. Nitekim Mekke müşrikleri, Yâsir ile hanımı Sümeyye'yi İslâm'dan dönmeleri için zorlamış, işkence altında ikisini de öldürmüştür. Yâsir'in oğlu Ammâr'ı da bir kuyuya atarak işkence yapmışlar, Ammâr işkenceye dayanamayarak, kalbi imanla dolu olduğu halde, diliyle İslâm'dan döndüğünü söylemiş ve canını kurtarmıştır. Haber Hz. Peygamber'e ulaşınca, kendisiyle görüşmüş ve yine işkenceye mâruz kalırsa aynı sözleri söylemesine ruhsat vermiştir. Yukarıdaki âyet-i kerime bu olay üzerine inmiştir.

Günümüzde nice şarkılarda dinle ilgili kutsal esaslara hakaret taşıyan, kadere isyan eden, bir kadını putlaştırıp Allah'ı sever gibi sevme ifadeleri müslümanım diyen insanlar tarafından rahatlıkla söylenebilmektedir. Bir futbol takımı ekber, yani Allah'a ait olan "en büyük" ifadesiyle sloganlaştırılabilmekte, öğrencilere bir şahıs hakkında ilâhî özellikler verilerek antlar, şiirler söylettirilebilmektedir. Medyada, kahvelerde, sokaklarda nice elfâz-ı küfür rahatlıkla ağızlardan çıkabilmektedir. "İşimiz Allah'a kaldı", "Allah'lık" gibi ifadelerle Allah hakkında küçültücü ifadeler söylenebiliyor. Azrail'e kızılıp ileri geri sözler sarfedilebiliyor. Bir kıza "Melek" ismi verilebiliyor, felek ifadesiyle göklerin insan kaderi üzerinde etkisi kabullenilerek ona kader adına hakaretler edilebiliyor. ıkça kadere de çatılabiliyor. Zamana sövülebiliyor. Cennet ve cehennemle ilgili fıkralar anlatılarak Allah'ın ödül ve cezası şaka konusu edilebiliyor. Dini küçük düşürücü Bektaşi fıkraları veya dinin kutsallarını küçük düşürecek uydurmalar anlatılabiliyor. Allah'ın sıfatları başkasına verilebiliyor. Allah'tan başkasına duâ edilip medet ve yardım istenebiliyor. Allah'tan başkası adına yemin edilebiliyor. Ağzımızdan çıkan her sözün hesabının isteneceği unutularak küfür lafızları sakız gibi ağızlarda dolaşabiliyor. Bütün bunlar, elfâz-ı küfür, şirk, irtidat gibi konuların kapsamına girmektedir.

 

Çevrede Çokça Duyulan Elfâz-ı Küfürden Bazıları (Söyleyeni Şirke Düşürmesinden Korkulan, Müslümanları Mürted Yapmasından Endişe Edilen Çirkin Sözler)

Allah’la İlgili:

"Allah'lık" (saf bir insan için)

"Allah'sız" (Bunun Allah'ı yok, bu kimseyi Allah yaratmamıştır anlamında)

"İşimiz Allah'a kaldı" (İşimiz yaş, netice beklemeyin anlamında)

"İnşâallah deme, kesin söz ver" (İnşâallah, yani Allah dilerse sözünün yanlış ve yetersiz olduğu anlamında)

"Gökte Allah var", "yukarıda Allah var" (Allah'a mekân isnadı anlamında)

"Seni Allah gibi seviyorum" (Allah'ı sever gibi çok sevmek, fanatiklik anlamında)

"Seni elimden Allah bile kurtaramaz" (Allah'ın gücü bile yeterli olmaz anlamında)

"Burada Allah yok, Peygamber izinde" (Karakolda, hapishanede vb. Allah'ın yardım edemeyeceği anlamında)

"Allah'ın olmadığı, şeytanın bol olduğu yerde elime geçecek, ciğerlerini sökerim" (Allah'ın olmadığı yer olabileceği anlamında)

"Allah, ondan verdiği canı alamıyor" (Borcuna sâdık olmayanlar hakkında, Allah'ın âcizliği anlamında)

"Allah'ın hükmü burada geçmez" veya "o eskidendi, şimdi Allah'ın hükmü uygulanmaz, devir değişti" (Allah'ın hükmünün geçersizliğini iddia veya tüm zamanlara ait olduğunu inkâr anlamında)

"Şu işin (şeyin) Allah'ını yapar" (Allah'ı herhangi bir şeye benzetme anlamında)

"Sen Allah mısın be?" (Bir yaratığın Allah olma ihtimalini çağrıştıracak anlamda)

"Ye Allah ye", "vur Allah vur" (Allah'ı kula benzetmek anlamında)

"Allah Baba", "Allah'ın oğlu gelse..." (Allah'a çocuk isnad etme anlamında)

"Tapılacak kadın" (Allah'tan başka tapılacak/ibadet edilecek mâbud kabulü anlamında)

"Futbol/müzik ilâhı, ...tanrıçası" (Allah'tan başka ilâh kabulü anlamında)

"Hâkimler hâkimi" (Allah'ın dışında bir varlığa Allah'ın bir sıfatını verme, her şeyi yönlendiren anlamında)

"Sezar'ın hakkı Sezar'a, Tanrı'nın hakkı Tanrı'ya" (Allah'a denk başkasının hakkı olduğu, Allah'ın her yerde tek güç olmadığı anlamında)

"Allah bizi unuttu" (Allah'ın zorluklarla denemesi konusunda Allah'ı unutma gibi bir eksiklikle vasfetme anlamında)

"Filan kimse şu şeyi yarattı" (Yaratma fiilini gerçek anlamda, yani yoktan var etme manasında başka birine verme, Allah'ın fiiline ortak kabulü anlamında)

"Allah'ın başka işi mi yok, bununla uğraşacak?" (Allah, her şeyi takdir edip, her şeye hükmünü geçirmez, O'nun dediğinin ve müdâhalesinin dışında da işler olur anlamında)

"Allah bilir ki, şu iş şöyledir" , "Allah şâhit şunu şöyle yaptım" dediği halde, yalan söylemiş olsa; Allah'a iftira atmak ve gizli-açık her şeyi bildiğini kabul etmemek anlamında)

"Hâkimiyet/egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir/meclisindir" (Hâkimiyetin/egemenliğin Allah'ın dışında başkalarına ait olduğunu kabul ve Allah'ın hükmünün üstünde hüküm olduğu anlamında)

"En büyük filân takım, başka büyük yok" (Ekber/en büyük sıfatının Allah'tan başkasına verilmesi ve başka büyüğün olmadığı, Allah'ın büyüklüğünün inkârı veya büyüklükte ortağı olduğu anlamında)

"Allah'ımı inkâr edeyim ki, şu şöyledir" (Söylediği söz, doğru bile olsa; Allah'ı inkâr etmeyi ihtimal olarak kabul ve inkârı basite almak anlamında)

"Allah, şunu şöyle yaratsaydı, şu işi şöyle yapsaydı ne iyi olurdu" (Allah'ın yarattığını beğenmemek, O'na eksiklik ve kusur isnad etmek anlamında)

"Allah, keşke şunu haram kılmasaydı, şunu farz etmeseydi" (Allah'ın hükmünü beğenmemek anlamında)

(O konuda âyet ve kudsî hadis olmadığı halde,) "Allah şöyle buyurmuştur" demek (Kur'an'da olmayan, ispatlanamayan cümleleri Allah'a isnâd etmek, dolayısıyla Allah'a iftira etmek anlamında)

(Allah'ın kesin olarak haram kıldığı bir şeyi yiyip içerken "Allah'ın ismiyle (Bismillâh)" demek (Allah'la, Allah'ın haram hükmüyle alay etme anlamında)

Allah'ı, O'nun kurallarını, O'nun dinini, kitabını... istihzâ/alay, küçük görme, hakaret, inkâr etme.

Allah'a, dine, dince mukaddes sayılan şeylere küfür, sövme veya çirkin söz söyleme.

Allah'tan başka mutlak gaybı bilen olduğunu kabul etme.

Allah'tan başkasına söylenmesi câiz olmayan şeyleri başka şeyler için söyleme: "Yeşil gözlerinden muhabbet kaptım, Diz çöküp önünde yıllarca taptım." , "Mihrâbım diyerek yüz sürdüm" , “Bir Allah'a, bir de sana taptım" , "Kâbe Arabın olsun, bize Çankaya/Anıtkabir yeter" , "Ey, bugünleri borçlu olduğumuz ulu Atatürk" vb.

Allah'tan başkasına dua etmek, veya bir kuldan meded istemek

Allah'ın helâllarını helâl; haramlarını haram kabul etmemek

Allah'tan başkası adına kurban kesmek, Allah'tan başkasına adak adamak

Allah'ın kesin yasağına rağmen Allah'ın düşmanlarını, kâfirleri sevmek, küfre rızâ göstermek, kâfirlere -hidâyetleri dışında- dua etmek

ğutların resim ve heykelleri önünde tapınırcasına saygı göstermek

Allah'ın şeriatından/hükmünden daha üstün yönetim şekilleri olduğunu belirtmek: "Demokrasi/halk idaresi en iyi idare şeklidir" , "Kemalizm, Kapitalizm insanları mutluluğa götürür" demek.

Allah'ı, sadece göklere ve tabiata hükmü geçen bir zat olarak kabul edip, yeryüzünü insanların kendi bağımsız arzularına bırakıp Allah'ı dünya işlerine karıştırmamak, insanların sosyal ve siyasal ilişkilerini düzenleme konusunda Allah'ın dışında otoriteler tanımak

Fayda ve zararı Allah'tan bilmemek, "şu doktor benim hayatımı kurtardı" , "frene basmasaydı ölmüştüm" , "şu hap bana şifa veriyor, beni iyi ediyor" "Devlete karşı çıkılır mı, ezer geçer"

İbadet kapsamına girecek tüm amelleri, sadece Allah için yapmamak, gösteriş veya dünyevî bir menfaat için yapmak.

b- Dinle İlgili:

"Din ayrı, dünya ayrı" (Dünyayı dinin dışına itmek, dini dünyaya karıştırmamak ve laiklik anlamında)

''Din ayrı, siyaset ayrı" (İnsanların yönetiminin dinle ilgisi yok, siyaset dinden bağımsız olmalıdır anlamında)

"Dinde zorlama yoktur" (Din seçme konusundaki özgürlükle ilgili Bakara sûresi, 256. âyetini farklı ve yanlış bir konu için delillendirerek, bir müslümana karışılamayacağı, onun haramları işlemede özgür olduğu anlamında; dinin ahkâmla/muâmelâtla ilgili konularını inkâr etmek veya geçerli olmayacağını iddia anlamında)

"Zevklere ve renklere karışılmaz" (Arzu ve heveslere hiç kimsenin müdahale etmesine hakkı yoktur, ben neden zevk alıyorsam onu yaparım, din adına bile olsa hiç kimse ona karışamaz anlamında)

"Bu benim özel hayatımdır, kimse karışamaz." , "Demokrasi var, bana kimse karışamaz, canım ne isterse onu yaparım" demek (Allah'ı, Allah'ın hükümlerini önemsememek ve O'na teslim olmamak, nefsini, hevâ ve hevesini putlaştırıp ilâhlaştırmak anlamında)

"Biz babamızdan, atalarımızdan böyle gördük" (geleneği, ataların yolunu mutlak doğru olarak kabul etmek, dine ters düşse de atalarının yolunun en doğru yol olduğunu kabul anlamında)

"Din şöyle diyor, doğru ama..." , "haklısın, fakat..." (Dinin emir ve yasaklarının doğru olduğunu kabul etmekle birlikte, hayata geçirmenin imkânsız gibi çok zor olduğu, yaşanamayacağı, başka alternatiflerin zaruri olduğu anlamında)

"İslâm dini akıl dinidir, mantık dinidir" (Nakli dışlama, vahyi temel ölçü almama, aklı putlaştırma anlamında)

"İslâm şeriatı eskidenmiş, bundan sonra din hâkim olamaz." (Dini, eski zamana ait tarihî bir vaka gibi kabul etme ve gelecekle ilgili Allah'ın vaadlerini inkâr anlamında)

"Dine bağlı yaşamanın, dindâr olmanın zamanı geçti; doğru olursan bu devirde aç kalırsın" (Dinin bütün zamanlar için geçerli olmasının reddi anlamında)

"Dinî günler" (Zamanı, günleri dinî olan ve dinî olmayan diye ayırıp, bazı günlerin dinle ilişkilerinin olmaması gibi anlaşılabilmesi anlamında)

"Hayat yalnız bu dünyadadır" (âhireti inkâr anlamında)

"Sen benim kalbime bak, kalbim temiz" (Dinin bazı emirlerini yerine getirmeyişin mâzereti olarak kalbin temizliği anlayışı ve ibadet edenlerin kalbi temiz değil ki ilâhî emirleri yerine getiriyorlar anlamında)

"Paranın açmadığı kapı yoktur" (Parayı putlaştırmak, kapitalizmin her şey olduğu anlamında)

"Demokrasilerde çare tükenmez" (Beşerî bir düzen olan demokrasi (halkın kendi kendisini yönetmesi)nin her konuya çözüm getiren en üstün idare şekli olduğu; İslâm’ın siyâset ve devlet anlayışından daha üstün bir yönetim şekli olduğu anlamında)

"Aşırı dinciler" , "dinciler" "fundemantalistler" , "dinci teröristler" gibi çirkin ithamları gerçek mü'minlere etiket olarak takmak, müslümanları, dolayısıyla İslâm'ı kötülemek anlamında)

İslâm'a irticâ, gericilik, fundemantalizm, taassup ve benzeri çirkin sıfatlar takmak.

İslâm'a, şeriata, tesettüre karşı tavır almak, veya bu tür dinle ilgili hususlara düşman olanları desteklemek.

İslâm'ın kutsal kabul ettiği hususların dışında, özellikle de İslâm'a düşman olan rejimlerin sembollerini yüceltmek veya onlara saygı duymak

c- Cennet, Melek ve Kaderle İlgili:

"Eşek cennetini boyladı" (Cenneti küçümsemek, cenneti yakışıksız bir şeyle vasıflandırmak anlamında)

"Sensiz cennet kötü, seninle cehennem bana ödül" gibi sözler (Cenneti, cehennemi önemsiz görmek veya âşık olduğu bir insanı bunlardan daha önemli kabul etmek anlamında)

Bir insana "Meleğim" demek, "Çarli'nin melekleri" veya bir kıza "Melek" ismi vermek, ya da birine “melek gibi” demek (Melekleri insan gibi olduğunu, şekillerinin, yapılarının insana benzediğini kabul etmek anlamında)

"Azrâil onun canını yanlış yere aldı" , "Azrâil'le savaşıyor" gibi sözler, Azrâil'e hakaret etmek, onu eleştirmek anlamında)

"Kader utansın" gibi kadere isyan anlamında sözler

"Felek"le ilgili hem hakaret, hem kaderi belirlediği inancı, göklerin (yıldız ve burçların) insan üzerinde etkinliğini, insanların kaderini/geleceğini gök cisimlerinin tayin ettiğini kabul anlamında)

Ve bunlara benzer, düşünmeden, ya da bilinçli olarak söylenen, şirk düşüncesini yansıtan nice sözler...

 

Ef’âl-i Küfür: Ef'âl-i küfür, küfür fiil ve davranışları demektir. İnsanların bazı hareket, kıyafet ve davranışları küfre alâmet sayılmıştır. Bu fiillerin bir kısmı müslüman olmayan toplumlara benzemek kastıyla yapılan hareket ve davranışlardır. Küfre alâmet sayılan ef'âl-i küfür kabul edilen hareketleri şu şekilde sıralamak mümkündür:

a- Puta tapmak: Puta tapmak, Allah'a şirk/eş koşmak demektir. "Nihayet elçilerimiz canlarını almak üzere onlara geldikleri zaman şöyle diyecekler: 'Allah'ı bırakıp da tapındığınız putlar nerede?' Onlar şöyle cevap verecekler: 'O putlar bizi bırakıp kayboldular.' Onlar kendi aleyhlerine kâfir olduklarına şâhitlik edeceklerdir." (A'raf, 37) "Onlar Allah'ın yolundan saptırmak için Allah'a eşler uydurdular. De ki: 'Eğlenip keyfinize bakın! Çünkü gidişiniz muhakkak ateştir." (İbrahim, 30) Allah'tan başkasına tapmanın küfür alâmeti/ef'âl-i küfür olduğu kesindir.

b- Mushafı pisliğe atmak gibi saygısızca davranmak: Mushafı pisliğe atmak da küfür fiillerinden biri sayılmıştır. Üzerinde Kur'an'dan bir bölüm, Yüce Allah'ın veya Peygamberin adı yazılı bir kağıdı pisliğe atmak da aynı hükme tâbi tutulmuştur. Tabii ki atma, kasden ve bilerek olursa, kâğıdın üzerindeki şeyi inkâr söz konusu olacağından küfür davranışı kabul edilmiştir. Zaman zaman medyaya yansıdığı gibi, üzerinde âyet veya Allah lafızlarının yazılı olduğu ayakkabı, bayan elbisesi şeklinde eğlence ve aşağılama kabul edilecek tarzda bunları giymek de aynıdır.

c- Gayr-i müslimlerin tapınaklarına ibâdet kasdıyla gitmek: Kilise, havra, katedral, puthane gibi yerlerde ibâdet ve duâ etmek, veya buralarda Allah'a ibâdet etmenin daha faziletli olduğuna inanmak da kişiyi İslâm'dan çıkarır. Fakat, bu tür yerlere ibâdet kasdı olmaksızın, bilgi edinmek veya incelemek için gitmekte bir sakınca yoktur.

d- İbâdet kasdıyla herhangi bir şahsa secde etmek: Bir kimse tapınma kasdı olmadan sadece hürmet ve saygı için bir büyük karşısında eğilse, yeri öpse bu günah kabul edilse bile küfür kabul edilmez. Kişiye tapmak anlamına gelecek davranış küfürdür.

e- Ölülerden duâ ederek bir şey istemek, kabirleri tapınak yapmak: Sadece Allah'a yapılması gereken ibâdet ve duâyı (1/Fâtiha, 4) Allah'tan başkasına, ister ölü ister diri olan birine yapmak küfürdür. Allah'tan başkasına kesilen kurban, Allah'tan başkasına adak, kabirleri tavaf, kabirde yatandan duâ ile bir şey istemek, ölülerden imdat ve medet istemek küfür davranışlarıdır.

f- Haç takınmak: Hıristiyanların takındıkları madalyon olan haç, onların iddiasına göre Hz. İsa'nın çarmıha gerilmiş şeklinin remzidir ve onlara göre kutsaldır. İslâm âlimleri, haç takınmanın küfür davranışı olduğunda hemfikirdirler. Günümüzde de böyle bir madalyonun ancak hıristiyanlar tarafından takıldığını unutmamak gerekir.

g- Ğıyar ve zünnâr: Ğıyar, zimmîlerin omuzlarına attıkları alâmet yahut kumaş parçasıdır. Zünnâr da hıristiyan ve mecûsîlerin küfür alâmetleri olan bir çeşit kuşaktır. Bunlar gayr-i müslimlerin özel giysileri ve dinlerinin alâmetleri olarak sembol olduğundan, bunları kullanmanın küfür fiilleri olduğu belirtilmiştir.

h- Mecûsî ve yahûdi şapkası: Mecûsîlerin ve yahudilerin mümeyyiz vasfı olan şapkalarını onlara benzemek kasdıyla giymek de küfür sayılmıştır.

Bu alâmetler, her asırda ve bölgede değişiklik gösterebilir. Buradaki temel espri, İslâm'ın dışındaki dinleri benimsemiş kişilerin özel kıyafetleri, dinlerine ait kıyafetleridir. Tabii, râhibe elbisesi ve papaz cübbesi giymek de küfür fiillerindendir. Her devrin küfür alâmeti değişik olmaktadır. Belli bir zaman küfür alâmeti olan şey, belki kısa zaman sonra küfür alâmeti olma özelliğini kaybedebilmektedir. Bu konuda en açık örnek, şapkadır. Belli bir döneme kadar şapka, özellikle fötr küfür alâmeti sayılırdı; Âtıf Hoca gibi nice âlimler ve müslümanlar şapka giymediği ve bunun küfür olduğunu belirttikleri için idam edilmiştir. Bu âlimler, küfrün sembolü olduğunu bildiklerinden dolayı buna karşı çıkmayı idamı göze alma pahasına sürdürmüşlerdir. Ama şimdi şapkanın küfür ve kâfir özelliği olduğunu iddia güçtür. Artık şimdi gayr-i müslimler, müslümanlar kadar bile şapka giymemektedirler. Dolayısıyla küfür alâmeti değişince, hüküm de değişmektedir. Küfür alâmetlerinin çağlara göre farklılık arzetmesi sebebiyle, eskiden küfür sayılan giysilerle ilgili bir husus, bugün küfür olmayabilir. (Veya tersi; eskiden küfrün sembolü sayılmayan bazı şeyler, sonradan kâfirlerin simgesi olarak kabul edilebilir.)

i- Sihir: Sihri öğrenip öğretmenin, sihir yapmanın haram oluşunda mezhepler arasında ihtilâf yoktur. Bütün mezhepler, sihrin mubahlığına inanmanın küfür olduğunda da müttefiktir. Fakat sihrin haram olduğuna inanmakla beraber, sihir/büyü yapan kimsenin, bu davranışıyla kâfir olup olmadığında ihtilâf vardır. Ebu Hanife ve tâbileri, İmam Mâlik, Ahmed bin Hanbel ve tâbilerine göre büyücü/sihirbaz kâfirdir. Bu gruba göre, sihirbaz sihrin haramlığına inansa da inanmasa da tekfir olunur ve öldürülür. İmam Şâfii'ye göre ise kendisinde küfrü gerektirecek bir inanç, söz ve fiil bulunmayan sihir küfür değil, sadece haramdır. (22)

 

 

şrik ve Mürtedlerle Mücâdele

İnsanlar ‘Allah’tan başka ilâh yoktur, Muhammed O’nun rasûlüdür’ deyinceye kadar kendileriyle savaşmaya emrolundum. Ne zaman bunu söylerlerse kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Ancak dinî cezalar müstesnâ; iç yüzlerinin muhasebesi ise Allah'a aittir.” (Buhâri, Cihad 102, İman 17; Müslim, İman 8; Ebû Dâvud, Cihad 104; Tirmizî, Tefsir 78; Nesâî, Zekât 3; İbn Mâce, Fiten 1; Dârimî, Siyer 10)

Şirk ehliyle, müşriklerle, özellikle de mürtedlerle mücâdele esastır. Müslüman, zaman ve şartların durumuna göre savaş(a)mıyorsa bile, onlara en azından “Ey kâfirler! Ben sizin tapmakta olduklarınıza ibâdet etmem. Sizin dininiz size; benim dinim bana!” (109/Kâfirûn, 1, 6) deyip, onları reddettiğini göstermek zorundadır. “Size de, Allah’ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylerinize, putlarınıza da yuh olsun! Siz, akıllanmaz mısınız?” (21/Enbiyâ, 67)

İslâm dininin en temel esası tevhiddir. Tevhid kelimesi ise, “Lâ ilâhe illâllah”tır. Mânâsı: Allah’tan başka ilâh yoktur, yani bütün kâinatta Allah’tan başka ibâdet edilmeye, O’nun dışında mutlak olarak itaat edilmeye ve boyun eğilmeye lâyık kimse yoktur. Dikkat etmek gerekir ki kelime-i tevhid önce Allah’tan başka diğer ilâhları reddetmekle başlıyor. Müslüman, önce Allah’tan başka bütün ilâhları reddetmeli ve ilâh olarak sadece Allah’ı kabul etmelidir.

İslâm dininin ilk indiği zamanlarda -tıpkı bugün olduğu gibi- şirk hâkimdi. İnsanlar putlara tapıyorlar, ilâhlık vasıflarını insanlara ve bazı varlıklara veriyorlardı. Araplar, melekleri Allah’ın kızları olarak kabul ediyorlar, ehl-i kitap olan yahûdi ve hıristiyanlar da, Allah’a oğullar isnat ediyorlardı. Helâl ve haram koyma yetkilerini din adamlarına vererek, onları ilâh ediniyorlardı. Peygamberimiz’in bu ortamda en küçük bir tâviz vermeden sürdürdüğü tebliğde, en çok vurguladığı konu tevhiddi. Esasen insanlık tarihi, Allah’a hakkıyla iman edenlerle, şirk koşanların, birden fazla ilâha inananların kavgasından ibârettir.

Kur’ân-ı Kerim baştan sona kadar tevhid’den söz etmektedir. Bütün peygamberler tevhid’i ikame etsinler diye gönderilmişlerdir. Kur’an’a baktığımız zaman, bütün peygamberlerin üzerinde ısrarla durdukları ve insanların kavramaları için her türlü zorluklara katlandıkları hususlar; Allah’ın her hususta, yani hayatın her sahasında “tek” olarak kabul edilmesi ve O’na kesinlikle şirk koşulmamasıdır. Tevhid, insanın hayatındaki düşünceden başlayarak, günlük hayatındaki her tavrına kadar, Allah’ın belirlediği sınırlara uyması, onların korunması için seferber olması ve Allah’ın ortaya koyduğu ölçü ve onun pratikteki şekli olan sünnetin yaşanılmasıdır.

İrtidad ve mürtedlerle ilgili bu hükümleri bilmenin büyük önemi vardır. Bu sâyede imandan sonra küfrün ne kadar büyük bir vebali gerektirdiği tekrar gündemimize girmiş olacak ve müslümanın imanını korumak üzere gereken hassâsiyet ve titizliği göstermesi gerektiğinin her şeyden daha önemli olduğu vurgulanacaktır. Bununla birlikte, tevbe kapısının açık olduğunu hatırlayarak, herhangi bir şekilde ve herhangi bir sebepten ötürü böyle bir tehlike ile karşı karşıya kalmış insanlar için herşeyin bitivermediği de değerlendirilecektir. Evet, irtidadın, küfrün, şirkin günahı büyüktür ve Allah bu günahı affetmez (4/Nisâ, 48, 116). Ama tevbe edilmediği müddetçe. Tevbe edilen şirk ve irtidad da affedilir. Allah tüm günahların bağışlayıcısıdır; elverir ki tevbe edilsin ve bu tevbe üzere hayatın sonuna kadar müslümanca yaşansın. “De ki: ‘Ey (isyan ederek) nefisleri aleyhine ileri giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü muhakkak Allah, bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayandır, çok rahmet edendir. Size azap gelmezden önce (tevbe ederek) Rabbinize dönün ve O’na teslim olun.” (39/Zümer, 53-54)

 

 

 

Şirk, Küfür ve İrtidaddan Korunma Yolları

Muvahhid bir mü’min olabilmek, öyle yaşayabilmek ve Allah’ın râzı olacağını ve kulları için seçip beğendiğini belirttiği İslâm dini üzere ölmek, bir müslümanın, bir mü’minin en büyük emelidir. Yüce Allah’ın da emri budur, bütün peygamberlerin ümmetlerine tavsiye ettikleri de budur. “Ey iman edenler, Allah’tan nasıl korkmak gerekiyorsa öylece, hakkıyla korkun ve ancak müslümanlar olarak ölün.” (3/Âl-i İmrân, 102). Kişinin âhiret hayatında Yüce Rabbimizin azâbından kurtulup ebedî mükâfatlarına nâil olabilmesi, günahlarının bağışlanabilmesi, ancak mü’min olarak, muvahhid olarak Yüce Allah’a herhangi bir şeklide herhangi bir şeyi, bir kimseyi, kurum ve nesneyi, madde ya da mânâyı, ideoloji ve putu şirk/eş koşmayarak Rabbine kavuşmasına bağlıdır. Çünkü kim Allah’a şirk koşarak ölürse cehhenneme girecektir (Buhârî, Tefsîr 2, Sûre 22, Eymân 19, Cenâiz 19; Müslim, İman 150, 151 ve 4/Nisâ, 48, 116). Kim de Allah’tan başka hiçbir ilâh olmadığı gerçeğini bilerek ve Allah’a hiçbir şeyi şirk koşmaksızın ölürse, o da cennete girecektir (Buhârî, Cenâiz 1, Rikak 13, 14, Tevhid 33; Müslim, İman 43, 150, 151; Tirmizî, İman 18; Nesâî, Cihad 18).

Bu büyük gerçeği Kur’ân-ı Kerim’in hemen hemen her sayfasında çeşitli şekilde dile getirilmiş olarak görebilmekteyiz. O halde müslümanın iman ve tevhid konularında gereken hassâsiyeti göstererek imanını her nefes, her an ve her durumda korumaya, ona herhangi bir zarar getirmemeye çalışması, bunun için âzamî gayretini harcaması gerekmektedir. Bunun için, yani imanı korumak ve şirk ve irtidaddan korunmak ve küfre yaklaşmamak için gerekli olan bazı önemli hususları kısaca sayalım:

Sahih bir iman, akaid bilgisi ve güçlü bir inanma/yakîn,

Kur’ân-ı Kerim’in ve sahih sünnetin emir ve teşvik ettiği amel ve ibâdetlere önem vermek, bunları yerine getirmek için âzamî gayret harcamak,

Allah’ın ve Peygamberinin uyarılarına dikkat ederek, sakındırdıklarından kesinlikle uzak kalmak, hatta o yasaklara yaklaşmamak,

Akîdemiz uğrunda gereken mücâdeleyi vermekten hiçbir şekilde geri kalmamak; inancımızla taban tabana zıt bir ortam içerisinde yaşamanın ıstırabını kalbimizin derinliklerinde duymak,

Akîdemizi hâkim kılmak azmi ve emelini daima canlı tutmak, bu uğurda aynı hedefi paylaşanlarla bir ve beraber olmak,

Allah’ı ve Rasûlünü yakından tanımak ve herşeyden çok sevmek, onların emir ve buyruklarını bütün emir ve direktiflerden üstün tutmak, onlara bağlanmayı her şeyin önünde bilmek, onların rızâlarını esas almak,

Yüce Peygamberimizin yolundan ayrılmayan, onun sünnetini baştacı bilen, onun dışında izlenmeye, yolundan gidilmeye değer hiçbir kimsenin varlığını kabul etmeyenleri, başta sahâbeleri, güzel bir şekilde onların izinden gidenleri mümkün mertebe yakından tanımak, onların bu akîde uğrunda verdikleri mücâdele ve cihadı, kendi mücâdele ve cihadımız için yol azığı edinmek,

İslâm’a, Kur’an ve Sünnet esaslarına kesin ve tâvizsiz bir şekilde bağlı kalmak, dinî vecîbeleri ihlâsla yerine getirmek,

Yüce Peygamberin dahi küfürden, şirkten, riyâkârlıklardan ve benzeri kalbî/imanî hastalıklardan Allah’a sığındığını bilerek, hatırlayarak, imanımızı son nefesimize kadar muhâfaza edebilmek için Rabbimize daima duâ etmek, yalvarmak, fiilî olarak duâ bâbından elimizden gelen tüm gayreti göstermek. Rasûlullah (s.a.s.) duâlarında: “Sonrası küfür olmayan bir iman” ister (Tirmizî, Deavât 30); her namazın akabinde “küfürden, fakirlikten ve kabir azâbından” (Nesâî, İstiâre 16, 29), “küfürden ve borçlanmaktan” Allah’a sığınırdı (Nesâî, İstiâze, 16, 29). Hz. Ebû Bekir’e ve onun şahsında bütün mü’minlere sabah akşam yapmasını tavsiye ettiği duâda, şirkten” Allah’a sığınmak yer almaktadır: “Bile bile şirk koşmaktan Allah’a sığınırım, bilmediklerimden de Senden af dilerim” (Ebû Dâvud, Edeb 102) (23)

 

 

 

İrtidâd, İrticâ/Gericilik Demektir; Mürted de Mürtecî/Gerici

Gerici; geriye dönmek isteyen, geride kalan dönemi ve bu dönemin değer yargılarını benimseyen, özleyen kişi ve bu kişinin niteliğine denir. Gerici ve gericilik kavramları mürteci ve irtica kelimeleriyle de dile getirilir.

Gericilik, kavram olarak zamansal bir geriye dönüş isteğini de içermekle birlikte, temelde değerlerle ilgilidir. Bu nedenle savunduğu değerlerin geçmişe, geride kalan bir döneme ait olup olmaması değil; bu değerlerin mâhiyeti, niteliği kişiyi gerici ya da mürtecî yapar. Bu temel anlamına karşılık İslâm toplumlarının Batılılaşmasından, Batılı câhilî değerlerin egemenliği altına girmesinden sonra gerici ve gericilik deyimleri İslâm dışı yönetimler ve işbirlikçisi kimseler tarafından tam tersi anlamda, siyasal ve ideolojik bir suçlama ve sindirme aracı olarak kullanılmaya başlandı. Gerçek anlamdaki gericiler, siyasal güçlerine dayanarak bu kullanımla İslam'ı topluma yeniden hâkim kılma mücâdelesi veren müslümanlara gerici, mürtecî; İslâm'a da gericilik, irticâ nitelikleri yamamaya çalışmaktadırlar.

Gericiliğin temel nitelikleri, câhiliye kavramının ihtivâ ettiği anlamlarla ifâde edilebilir. Bunlar, Râğıb el-İsfehânî izlenerek söylenirse; bilgisizlik, gerçek dışı ve yanlış inanç, yanlış davranış olarak tesbit edilebilir. Kur'an'a göre bilgisiz insanlar kişisel arzu ve hevâları peşinde koşar; diledikleri gibi yaşamak, istedikleri gibi kanunlar koymak isterler ve bu nedenle doğru yoldan saparlar (6/En'âm, 119). Diğer bir özellikleri de hevâlarına uygun çeşitli ideolojiler (emâniy, ümniye) geliştirmek (2/Bakara, 78) ve bunu yaparken zanlarına dayanmaktır (6/En'âm, 116). Bu etkenler câhilî bir sistem, bir hayat, düşünce ve inanç biçimi oluşturur. Bu sistemin temel özelliği şirktir. Şirk, ya Allah'ın ilâhlığını, Rablığını, Melikliğini tanımama ya da Allah'a bu ve benzeri konularda ortaklar tanıma biçiminde kendini gösterir. Şirkin toplum hayatındaki başlıca pratik sonuç ve işaretleri evrende ve insan hayatında Allah'tan başka bir yaratıcı, öldürücü, tasarruf edici, boyun eğilecek, sevilecek, korkulacak, tevekkül edilecek, hüküm ve kanunlar koyacak varlık, kişi ya da kurumlar tanımaktır. Şirkin davranışlar alanındaki sonucu ise, bu tür kişi ve kurumların koydukları kanun ve kurallara gönüllü olarak boyun eğmek, itaat etmektir.

Kur'an'ın öngördüğü inanç, düşünce ve hayat biçiminin dışında beşerî istekler, ideolojiler ve zanlara dayalı bilgiler doğrultusunda oluşturulan toplumsal düzenler, şirk düzenleri, eş deyişle câhiliye düzenleridir esas irticâ/gericilik. Böyle bir toplum modeli peşinde koşan insan, bu model; ister geçmişte uygulanan bir model olsun, ister henüz uygulanma imkânı olmayan bir tasarı olsun; adı ister Demokrasi, ister Sosyalizm; isterse Komünizm ya da Faşizm olsun, gericidir, mürtecidir.

Gerici ve gericilik kavramları İslâmî terminoloji içerisinde mürtecî ve irticâ kavramlarının yanısıra mürted-irtidâd, münâfık-münâfıklık, fâsık-fısk, tâğî-tuğyân, mücrim-cürm gibi başka kavramlarla da anlam ilişkileri içindedir. Bir İslâm toplumunda câhilî eğilimler, önlemler içindeki kişi, itikadî ve amelî durumuna göre mürted, münâfık, fâsık gibi adlar alır. İslâm'ın öngördüğü inanç ve toplum yapısını kabul ettiği halde sonradan bunu reddederek herhangi bir câhilî inanç sistemini, toplum modelini benimseyen kişi, İslâm'la bütün bağlarını keserek geriye dönmüş, irtidâd etmiş, mürted olmuştur. İrtidâd, gericiliğin en kesin ve açık biçimini oluşturur. Câhili inanç esaslarını terketmeden çeşitli nedenlerle İslâm'ı benimsemiş görünen ve hayatını müslümanlar arasında sürdüren münâfıklar da gericidirler. Bunlar, içlerinde taşıdıkları inançları ve bu inançların yansıması olan gerici eğilimleri zaman zaman davranışlarında, düşünce ve hayat biçimlerinde göstermek zorunda kalırlar. Gericiliğin bu biçimi gizli, ama İslâm toplumu için en tehlikeli olamdır. İrtidâd ve münâfıklık boyutlarına ulaşmayan kimi gericilik biçimleri de kişinin İslâm hüküm ve kuralları karşısındaki tutumu; benimseyerek sürdürdüğü câhiliye gelenek, görenek ve davranışlarına göre fısk, tuğyân, cürm gibi çeşitli adlarla ifâde edilir. Bütün bunlar kişiyi İslâm'ın doğru ve aydınlık yolundan saptırıcı ve belli bir cezayı gerektirici gerici davranışı belirtirler.

İslâm'ın değerler açısından baktığı gerici ve gericilik kavramlarına çağdaş câhil ve gerici dünya daha çok zamansal açıdan, eskilik-yenilik, gerilik-ilerilik kavramlarının yedeğinde bakar. Buna göre gerici, yeni olana direnerek eski olanı korumaya çalışan ya da tarihin tekerleğini geriye döndürmeye çalışan kişidir. Bu tanıma göre gerici, ilericinin karşısında yer alır ve gericilik; bilgisizlik, tutuculuk, sağcılık gibi kavramlarla ilişkilendirilir. Tanım, doğal olarak eski olanın kötülüğü, yeni olanın iyiliği kabulüne dayanmaktadır. Buna göre müslümanlar gerici, İslâm da gericiliktir. Bu yargı şöyle açıklanır: "Kendilerinin değerli buldukları düzeni ve kurumları değişime karşı şiddetle savunan muhâfazakârlar, bu uğraşlarında başarısızlığa uğradıkları takdirde, bir kısmı yeni beliren düzeni evrenin işleyişinin kaçınılmaz sonucu olarak kabul edecektir. Fakat eski ideallerini hâlâ benimsemekte devam eden mağlup olmuş muhâfazakâr ister istemez bir "gerici' olacaktır. Yeni gelişen dünyayı tenkid edecek ve gelecekte, eskiden varolmuş olduğuna inandığı "altın bir çağı' tekrar yaşamak için harekete geçecektir" (Ahmet Yücekök, Türkiye'de Din ve Siyaset, s. 90).

Alışılmış Batılı bakışı yansıtan bu değerlendirmenin, yanlışlığı, tutarsızlığı açıktır. Çünkü belli bir inanç biçiminin ve buna bağlı değerler düzeni ile toplum modelinin zaman bakımından önce ya da sonra oluşu, onun iyilik ya da kötülüğünün, gerilik ya da ileriliğinin ölçütü olamaz. İslâm'ın Türkiye'de terkedilmiş bir inanç ve toplum modelini temsil etmesi, doğal olarak, onun kötülük ve geriliğini göstermez. Bu nedenle Türkiye'de ya da dünyanın herhangi bir yerinde mevcut sistem yerine İslâm'ı öngören, İslâm'ı geçirmeye çalışan müslümana gerici denemez. Müslümanlar, toplumu tarihin belli bir zamanına döndürme amacı peşinde değillerdir. Tam tersine, insanların, içinde bulundukları koşullara göre oluşturdukları bir inancı ve toplumsal düzeni değil, zaman ve mekânın üstünde bir kaynaktan gelen ve bütün zamanlar için geçerli olan evrensel bir inanç ve değerler düzenini amaçlamaktadırlar. Bu inanç ve değerler düzeni ise Garaudy'nin deyişiyle "bilim, teknik, millet, para, cinsellik, büyüme gibi sahte tanrılar üretilerek oluşturulan politeizm (çok tanrıcılık) üzerine kurulan çağdaş uygarlığın iflâsının artık iyice anlaşıldığı günümüzde bütün insanlığın önünde duran kurtarıcı tek seçenektir" (Garaudy, İslâm ve İnsanlığın Geleceği, s. 29). Dolayısıyla müslümanların gerici, İslâm'ın gericilik gibi gösterilmesi, Kur'an'ın terimleriyle söylenirse zanlarına dayanan, hevâları ve ideolojileri (ümniye) peşinde koşan sapkın kişilerin câhilî değerlendirmelerinin bir işaretinden başka birşey değildir. (24). Nakıl ve akıl çerçevesinde irticâ/gericilik, başta mürtedlik ve her çeşit şirk için bir sıfat; mürtecî/igerici de, adı, dünya görüşü, diploması, kültürü ve yaşadığı zamanı ne olursa olsun her çeşit mürted ve müşriğin temel vasfıdır.

 

Gerek sözlük ve gerekse ıstılahî mânâsından anlıyoruz ki, irtidâd, bir geri dönüş hareketidir. Kaynaklar bunu “ric’at” veya “rücû” olarak da ifâde eder. İslâm’dan geri dönen, aynı zamanda Hak Dinden “rucû” ve “irticâ” etmiş demektir. Geri dönüş ve irticâ; bilgisizliğe, inkâra ve küfre rücû ettiğinden “câhiliyye”ye sapmış olur. İslâm’a ulaşmak, onu gerçek hayat ve bilgi kaynağı, dosdoğru yol kabul etmek, ilmin ta kendisine sahip olmakla, hidâyetle özdeştir. Câhiliyye ise, Allah’ı ve O’nun indirdiği hak hükümleri bilmemek/tanımamak veya inkâr etmek olduğundan bilgisizlik ve cehâlettir. O halde zaman zaman İslâm düşmanları tarafından hakaret ve itham ifâdesi olarak İslâm için kullanılan “irticâ”, “mürtecîlik”, yani “gericilik”, “geriye dönüş” aslında ilkel ve modern her çeşit küfür ve şirk için, İslâm dışı hayat görüşleri için kullanılabilir/kullanılmalıdır. İslâm’ı bildiği halde ve özellikle müslümanlıktan sonra başka bir dünya görüşü ve yaşama biçimi (ideoloji/din) seçenlerdir “mürtecî”, “gerici”. Çünkü onlar, İslâm’ın dışına çıkmakla geriye dönük bir hareket yapmış ve câhiliyyeye sapmış kimselerdir. Mü’minler, “Rabbim Allah” demişler ve kaalû belâ’da vermiş oldukları bu sözden (7/A’râf, 172) ve Allah’ın hidâyetinden dönmezler, döneklik yapmazlar. İrtidâd, bir geri dönüştür, dönekliktir. Hem de gerçek ilimden ve mutlak hakikatten, fazîlet ve erdemden geri dönüş ve irticâdır. Bu anlamda İslâm, her zaman ve gerçek ilmîliği, ilericiliği (hem de dünya ile sınırlı olmayan, âhireti de kuşatan istikbal anlayışı, ilericilik ve tekâmülü) temsil eder. Mürted kişi; zulmün, fıskın, küfrün ve sapıklığın, kısacası câhiliyyenin bataklığına döndüğü için bir “mü’min” iken kazandığı yüce ve şerefli mevkiini kaybetmiş, ahsen-i takvîmden esfel-i sâfilîne irtidâd ile redd olunmuştur (95/Tîn, 4-5). Müslüman, bir mürtedin/döneğin/gericinin bu aşağılık ve câhilî inanış ve yaşayışına göre elbette çok üstün ve çok ileridir. “...Eğer gerçekten iman etmişseniz, siz üstünsünüz.” (3/Âl-i İmrân, 139). “...İzzet/üstünlük/şeref, ancak Allah’ın ve Peygamberi’nin ve mü’minlerindir. Fakat münâfıklar bunu bilmezler.” (63/Münâfıkûn, 8).

İmandan sonra küfre düşme ihtimalini ateşe atılmak olarak gören ve imanını en kıymetli bir mücevher gibi koruyan, İslâm düşmanı bilinçli mürtedlerle mücâdeleyi bayraklaştıran muvahhid gençlere selâm olsun!

 

 

Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 457-459

Ferit Aydın, İslâm'da İnanç Sistemi, s. 190-195

Eymen ed-Dımaşkî-Ömer Tellioğlu, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 369-372

Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, s. 214

Eymen ed-Dımaşkî-Ömer Tellioğlu, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. c. 3, s. 175-176

Ömer Tellioğlu, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 262-267

Abdülkerim Zeydan, Mecmuâtu Buhûsin Fıkhiyye, Beyrut 1407/1986, s. 415-416

Abdülkerim Osman, en-Nizâmu's-Siyâsî fi'l-İslâm, s. 66-67

Hikmet Zeyveli, Kur'an'ın Aktüel değeri Üzerine, 1. Kur'an Sempozyumu, Bilgi Vakfı Y. s. 289, 293

Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi, c. 10, s. 170-172

Mevdûdi, Tefhimu'l Kur'an, c. 2, s. 340

Ahmet Yaşar, İslâm Ceza Hukukunda İdamı Gerektiren Suçlar, s. 98

Mehmet Aydın, 1. Kur'an Sempozyumu, s. 353

S. Ateş, 1. Kur'an Sempozyumu, Bilgi Vakfı Y. s. 382-383

Hayreddin Karaman, İslâm’da İnsan Hakları, Ensar Neşriyat, s. 72-73

Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 459

Ekrem Sağıroğlu, Kur'an'da İnsan ve Toplum, s. 213-216

Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 640-641

Geniş bilgi için bkz. Muhammed Kutub, Tevhid, Risale Y.

Hüseyin K. Ece, a.g.e. s.458-459

Abdülkadir Udeh, et- Teşrîu’l-Cinî el-İslâmî, Beyrut, 2/708-710 -İslâm Ceza Hukuku ve Beşerî Hukuk-

A.Saim Kılavuz, İman Küfür Sınırı, s. 160-165

M. Beşir Eryarsoy, İman ve Tavır, s. 351-354

Ahmed Özalp, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 232-233

 

 

 

 

İrtidat Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler

Kur'an'da, İrtidat Kelimesinin Türediği Kök Olan R-d-d Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyetler

(60 yerde): 2/Bakara, 85, 109, 217, 217, 228; 3/Âl-i İmrân, 100, 149; 4/Nisâ, 47, 59, 83, 86, 91; 5/Mâide, 21, 54, 108; 6/En'âm, 27, 28, 62, 71, 147; 7/A'râf, 53; 9/Tevbe, 45, 94, 101, 105; 10/Yunus, 30, 107; 11/Hûd, 76; 12/Yusuf, 65, 65, 96, 110; 13/Ra'd, 11; 14/İbrâhim, 9, 43; 16/Nahl, 70, 71; 17/İsrâ, 6; 18/Kehf, 36, 64, 87; 19/Meryem, 76; 21/Enbiyâ, 40, 40; 22/Hacc, 5; 27/Neml, 40; 28/Kasas, 7, 13, 85; 30/Rûm, 43; 33/Ahzâb, 25; 38/Sâd, 33; 40/Mü'min, 43; 41/Fussılet, 47; 42/Şûrâ, 44, 47; 47/Muhammed, 25; 62/Cum'a, 8; 79/Nâziât, 10; 95/Tîn, 5.

İrtidat ve Mürtedler

a- Dinden Dönmek: 2/Bakara, 108, 217; 4/Nisâ, 137.

b- İmanı Küfür ile Değiştirmek: 2/Bakara, 108.

c- İmandan Sonra Küfre Sapanlar, Hidâyete Eremez: 3/Âl-i İmrân, 86-87; 4/Nisâ, 137.

d- Dinden Dönenlerin Yaptıkları Boşa Gider: 2/Bakara, 217.

e- Dinden Dönenlerin Tevbesi: 3/Âl-i İmrân, 89-90.

f- Dinden Dönenlere Şeytan Uzun Ömür Telkin Eder: 47/Muhammed, 25.

g- Dinden Dönenlerin Malları, Kendilerine Fayda Vermez: 53/Necm, 36-38.

h- Dinden Dönmenin Müeyyidesi/Yaptırımı: 3/Âl-i İmrân, 87-88, 106; 16/Nahl, 106-109.

Şirk

Allah'a Eş/Şirk Koşmak: 4/Nisâ, 36, 48, 116; 6/En’âm, 151; 17/İsrâ, 23, 39; 29/Ankebût, 68; 33/Ahzâb, 57.

Şirkin Misali: 30/Rûm, 28.

Şirk Büyük Bir Zulümdür: 31/Lokman, 13.

Hevâ ve Hevesi Putlaştırmak: 45/Câsiye, 23, 47/Muhammed, 12.

Allah'a Çocuk İsnâd Edenler: 18/Kehf, 5, 102; 19/Meryem, 88-92.

Allah'a Eş Koşmak Haramdır: 7/A’râf, 33; 16/Nahl, 74; 22/Hacc, 31.

Putlara Tapmak: 5/Mâide, 76; 23/Mü’minûn, 117; 46/Ahkaf, 5.

Allah, Kendisine Şirk Koşmayı Affetmez: 4/Nisâ, 48, 116.

Şirkten Sakınmak: 26/Şuarâ, 213; 28/Kasas, 88; 30/Rûm, 31; 39/Zümer, 65-66; 40/Mü’min, 66; 41/Fussılet, 37; 51/Zâriyât, 51.

Şirkten Sakınanların Mükâfatı: 47/Muhammed, 15, 36.

Mekke’li Müşriklerin Şirki: 6/En’âm, 100; 30/Rûm, 28-29, 31-32; 34/Sebe’, 41; 43/Zuhruf, 20-21, 57-59.

D- Müşrikler

şrikler, Allah'a Çocuk İsnâd Ettiler:6/En’âm, 100-101; 10/Yûnus, 68-70; 16/Nahl, 57, 62; 17/İsrâ, 40; 19/Meryem, 88-92; 21/Enbiyâ, 26; 22/Hacc, 3-4; 34/Sebe’, 40-42; 37/Saffât, 149-159, 180; 43/Zuhruf, 15-16, 18, 79-82; 52/Tûr, 39; 53/Necm, 21-22.

şrikler, Allah’tan Başkasını Tanrı Edindiler: 2/Bakara, 165; 3/Âl-i İmrân,151; 4/Nisâ, 117; 5/Mâide, 76; 6/En’âm, 1, 107, 136, 150; 7/A’râf, 191; 10/Yûnus, 18, 66; 11/Hûd, 109; 14/İbrâhim, 30; 15/Hıcr, 95-96; 16/Nahl, 73; 19/Meryem, 81; 22/Hacc, 11-13, 71, 74; 25/Furkan, 3, 55; 36/Yâsin, 74-75; 37/Saffât, 11; 38/Sâd, 5-7; 39/Zümer, 15 45, 67; 40/Mü’min, 10-12; 42/Şûrâ, 9; 52/Tûr, 43.

şrikler, Kötülükleri “Atalarımızdan Devraldık” Diye Savunurlar: 2/Bakara, 170-171; 5/Mâide, 103-104; 7/A’râf, 28; 11/Hûd, 109; 31/Lokman, 21; 37/Saffât, 68-71; 43/Zuhruf, 22-25.

şrikler, Allah’ın Âyetlerini İnkâr Ederler: 6/En’âm, 4-5, 66-67, 105, 110, 124; 8/Enfâl, 31-33, 52; 9/Tevbe, 9; 10/Yûnus, 15; 37/Saffât, 68-71; 38/Sâd, 8.

şrikler, Put Diye Şeytana Taparlar: 4/Nisâ, 117.

şrikler, Hem Kendileri Peygamber’den Uzaklaşırlar, Hem de İnsanları Uzaklaştırmak İsterler: 6/En’âm, 26, 116-117; 21/Enbiyâ,. 2-5; 25/Furkan, 7-9; 31/Lokman, 6-7; 34/Sebe’, 43-44; 38/Sâd, 8, 50/Kaf, 1-2, 5; 54/Kamer, 3; 68/Kalem, 46-48, 51.

şrikler, Öldükten Sonra Dirilmeyi İnkâr Ederler: 6/En’âm, 29-30, 134; 11/Hûd, 19, 25/Furkan, 11, 32/Secde, 10-11, 36/Yâsin, 78-79; 37/Saffât, 16-21; 41/Fussılet, 7; 44/Duhân, 9-10 34-36; 45/Câsiye, 24-26; 50/Kaf, 2-4; 51/Zâriyât, 12-14; 64/Teğâbün, 7.

şrikler, Peygamberlerden İnanmayacakları Mûcizeler İsterler: 6/En’âm, 37, 57-58, 109-111, 158; 10/Yûnus, 20, 46; 11/Hûd, 12; 13/Ra’d, 6-7, 27, 40; 15/Hıcr, 6-8; 17/İsrâ, 59, 90-93; 20/Tâhâ, 133-135; 21/Enbiyâ, 5, 37-39; 25/Furkan, 7-8; 29/Ankebût, 50-51, 53-54; 32/Secde, 28-29; 37/Saffât, 176-177; 45/Câsiye, 25; 70/Meâric, 1-3, 5-7; 74/Müddessir, 52-53.

şrikler İman Etmezler: 7/A’râf, 192-193; 10/Yûnus, 42-43; 25/Furkan, 9; 36/Yâsin, 7-10; 41/Fussılet, 4, 14; 43/Zuhruf, 40, 88; 68/Kalem, 42-43; 109/Kâfirûn, 1-6.

şrikler, Putları Şefaatçi Kabul Ederler: 10/Yûnus, 18; 13/Ra’d, 14; 16/Nahl, 55; 19/Meryem, 81-82; 39/Zümer, 3, 43-44.

şriklerin Şirki: 6/En’âm, 100; 30/Rûm, 28-29, 31-32; 34/Sebe’, 41; 43/Zuhruf, 20-21, 57-59.

şriklerin Peygamberimiz’e İftiraları: 21/Enbiyâ, 5-6; 25/Furkan, 4-5; 34/Sebe’, 43, 46; 38/Sa’d, 4; 44/Duhân, 14; 46/Ahkaf, 8-9; 51/Zâriyât, 8-11;52/Tûr, 29-30, 32-33; 68/Kalem, 1-2, 5-6, 51.

şrikler, Peygamberimiz’le ve Mûcizelerle Alay Ederler: 21/Enbiyâ, 36; 25/Furkan, 7-9, 41-43; 37/Saffât, 11-12, 14-15, 35-36; 40/Mü’min, 83; 43/Zuhruf, 31-32, 57-58; 54/Kamer, 2; 70/Meâric, 1-2, 36-39.

şrikler, Kur’an’ı Dinlerler ve “Eskilerin Masallarından İbaret” Derler; Kur’an’la Alay Ederler ve O’nu Yalanlarlar: 6/En’âm, 25; 10/Yûnus, 42-43; 17/İsrâ, 47-48; 21/Enbiyâ, 5; 25/Furkan, 4-6; 34/Sebe’, 43; 37/Saffât, 167-170; 38/Sa’d, 7; 43/Zuhruf, 30-31; 46/Ahkaf, 7, 11; 50/Kaf, 5; 52/Tûr, 33; 53, Necm, 59-61; 68/Kalem, 15; 74/Müddessir, 11-26; 83/Mutaffifîn, 13.

şrikler, Meleklere Cinsiyet Yakıştırırlar: 43/Zuhruf, 19; 53/Necm, 27-28.

şriklerin Akıllarına Hitap Ederek İman Etmelerini İsteyen Âyet-i Kerimeler: 30/Rûm, 8-9; 36/Yâsin, 66-73; 40/Mü’min, 13; 50/Kaf, 6-7; 52/Tûr, 35-43; 53/Necm, 62; 67/Mülk, 19-24, 28, 30; 80/Abese, 17-32; 82/İnfitâr, 6-9; 88/Ğâşiye, 17-21; 106/Kureyş, 1-4.

Mekke Müşriklerinin İslâm’a ve Peygamberimiz’e Karşı Yürüttükleri Haksız Mücadele: 2/Bakara, 118, 139; 170; 3/Âl-i İmrân, 7, 10, 135, 165; 8/Enfâl,30, 47; 9/Tevbe, 13, 32; 10/Yûnus, 2, 15-16; 38-39, 49, 51, 53, 57, 59, 104, 108; 11/Hûd, 7-8, 12, 14; 13/Ra’d, 5-7, 16, 27, 30-31, 43; 14/İbrâhim, 28, 46; 15/Hıcr, 3, 85, 90-91; 16/Nahl, 1, 44-45, 83, 101-102, 125; 17/İsrâ, 46, 50-51; 56-57, 73, 76, 90, 93; 18/Kehf, 55, 58; 19/Meryem, 77, 80-82; 20/Tâhâ, 133-135; 21/Enbiyâ, 34, 36, 41, 46, 109, 111; 22/Hacc, 15, 19, 25, 47, 49, 68-69; 23/Mü’minûn, 56, 63-96, 109-110; 25/Furkan, 3-9, 21-22, 27, 29, 32, 40, 44, 52; 26/Şuarâ, 4-8 192 197, 208, 212, 214; 28/Kasas, 46-51, 57; 29/Ankebût, 12-13, 50-51, 53-54, 61, 63, 67; 30/Rûm, 6, 10, 28, 33, 43-46, 50-54; 35/Fâtır, 4, 5, 37, 42-43; 36/Yâsin, 6, 11, 69-70, 74-76; 37/Saffât, 11, 13, 34, 36, 38, 40, 50, 61, 149, 158, 167, 170, 176, 179; 38/Sa’d, 8-11, 15-16; 39/Zümer, 36, 38-40, 64; 40/Mü’min, 6, 10, 12, 56, 69, 77; 41/Fussılet, 5, 13-f4, 26, 29, 33, 38, 40, 53, 54; 42/Şûrâ, 13, 15, 24, 47, 54; 43/Zuhruf, 24-25, 29-31, 79-80; 44/Duhân, 10, 16, 34, 37; 46/Ahkaf, 9; 47/Muhammed, 1-3, 8, 10, 14, 32; 48/Fetih, 25-26, 50/Kaf, 12, 14, 22, 36-37, 45; 51/Zâriyât, 14, 53-54, 59-60; 52/Tûr, 15-16, 30, 47; 53/Necm, 19, 26, 33, 37, 59,61; 62/Cum’a, 2; 67/Mülk, 9, 11, 13, 18, 25, 30; 68/Kalem, 42-43, 46-47, 51; 69/Hakka, 43-44, 49-50; 73/Müzzemmil, 15; 74/Müddessir, 11, 49; 75/Kıyâme, 31; 76/İnsan, 27; 77/Mürselât, 7, 16; 78/Nebe’, 1; 83/Mutaffifîn, 13, 16; 86/Târık, 17; 96/Alak, 19; 102/Tekâsür, 1-8; 106/Kureyş, 1-4; 107/Mâûn, 1-3; 108/Kevser, 1-3; 109/Kâfirûr, 1-6; 111/Leheb, 1-5.

şriklerin Bazı Özellikleri

şrikler Nankördür: 6/En’âm, 63-64; 10/Yûnus, 12, 21-23; 16/Nahl, 53-55, 83; 21/Enbiyâ, 46; 29/Ankebût, 65-67; 30/Rûm, 33-35; 31/Lokman, 32; 37/Saffât, 11; 39/Zümer, 8; 43/Zuhruf, 9, 15, 87; 80/Abese, 17-23; 100/Âdiyât, 1-11; 106/Kureyş, 1-4.

şrikler, Kız Çocuklarını Öldürüyorlardı: 6/En’âm, 137, 140; 16/Nahl, 57-59; 42/Şûrâ, 17; 81/Tekvîr, 8-9.

şrikler, Helâlı Haram; Haramı Helâl Yaparlar: 6/En’âm, 136-140, 143-145, 148-151; 10/Yûnus, 15, 59-60; 16/Nahl, 35.

şrikler, Kadınlara Değer Vermezler: 6/En’âm, 139; 16/Nahl, 58-59; 42/Şûrâ, 17; 43/Zuhruf, 17; 52/Tûr, 39; 53/Necm, 21-22.

şrikler, Allah’a İftira Ederler: 6/En’âm, 138-139, 143-144,

şrikler, Çocuklarına Putlarının Adını Verirler: 7/A’râf, 190-191.

şrikler, Antlaşmalarını Bozarlar: 9/Tevbe, 1-4, 7-10, 12-13.

şrikler Necistir: 9/Tevbe, 28.

şriklerin Misali: 13/Ra’d, 14; 22/Hacc, 31; 25/Furkan, 44; 29/Ankebût, 41-43.

şrikler, Mü’minlerle Alay Ederler: 23/Mü’minûn, 109-111; 38/Sâd, 62-63; 67/Mülk, 25-29; 83/Mutaffifîn, 29-36.

şrikler, Dünya Nimetleriyle Övünürler: 13/Ra’d, 26; 23/Mü’minûn, 54-56, 101; 43/Zuhruf, 32; 53/Necm, 29-30; 68/Kalem, 14, 16-41.

şrikler, Fakirlere Vermekten Kaçarlar: 41/Fussılet, 7; 68/Kalem, 17-33, 36-40; 107/Mâûn, 1-3.

şrikler, Yetimlere Zulm Ederler: 107/Mâûn, 1-2.

Mekke Müşrikleri, Kâbe’yi Çıplak Tavaf Ederlerdi: 8/Enfâl, 35.

Mekke Müşrikleri, Kâbe’yi Tavaftan Men Ederlerdi: 8/Enfâl, 34-35.

F- Müşriklerin Cezaları

şrikler, Putlardan Fayda Görmeyecekler: 2/Bakara, 166; 6/En’âm, 22-24, 94; 7/A’râf, 37, 53, 194-198; 10/Yûnus, 28; 25/Furkan, 17-19; 26/Şuarâ, 96-103; 38/Sâd, 59-60; 45/Câsiye, 10.

şrikler, Azabı Görünce Tekrar Dünyaya Dönmek İsteyecekler: 2/Bakara, 167; 6/En’âm, 27-28; 7/A’râf, 53; 23/Mü’minûn, 99-100, 107-108; 26/Şuarâ, 94-102; 32/Secde, 12; 35/Fâtır, 37; 39/Zümer, 56-59.

Kıyâmet Günü Müşriklerin Durumu: 3/Âl-i İmrân, 151; 4/Nisâ, 120-121; 6/En’âm, 22-24, 30; 9/Tevbe, 17; 10/Yûnus, 28-30; 11/Hûd, 20, 22; 12/Yûsuf, 107; 13/Ra’d, 34; 15/Hıcr, 95-96; 16/Nahl, 86-87; 18/Kehf, 52-53; 23/Mü’minûn, 99-108, 112-115; 25/Furkan, 11-14; 26/Şuarâ, 91-103; 28/Kasas, 62-67, 74; 29/Ankebût, 54-55; 30/Rûm, 12-13; 34/Sebe’, 31-33; 37/Saffât, 19-34, 38-39; 38/Sâd, 55-64; 39/Zümer, 15-16, 60; 40/Mü’min, 71-76, 84-85; 41/Fussılet, 6, 47; 43/Zuhruf, 36-39; 50/Kaf, 22-30; 68/Kalem, 42-43; 70/Meâric, 42-44; 73/Müzzemmil, 11-13; 98/Beyyine, 6.

şriklerin Tevbesi: 9/Tevbe, 3, 11; 25/Furkan, 70; 28/Kasas, 67.

şriklerin Yaptıkları İyilikler Boşa Gider: 9/Tevbe, 17; 39/Zümer, 65.

Mekke Müşriklerinin Azapla Korkutulmaları: 16/Nahl, 45; 18/Kehf, 55, 58; 19/Meryem, 77-82; 20/Tâhâ, 134-135; 21/Enbiyâ, 41, 46, 109, 111; 22/Hacc, 19, 25, 49, 69; 40/Mü’min, 77; 41/Fussılet, 13; 43/Zuhruf, 41-42; 44/Duhân, 9-16, 36, 59; 50/Kaf, 12-14, 36; 51/Zâriyât, 59-60; 52/Tûr, 31 42, 44-47; 54/Kamer, 4-5, 43-48, 51; 67/Mülk, 16-18; 68/Kalem, 16-41. 44; 70/Meâric, 40-41; 72/Cin, 24; 73/Müzzemmil, 11, 15-17; 77/Mürselât, 16-18; 85/Bürûc, 17-20; 86/Târık, 17; 88/Ğâşiye, 23-24.

şriklerin Malları ve Evlâtları, Kendilerine Fayda Vermez: 3/Âl-i İmrân, 10, 91, 116; 5/Mâide, 36; 6/En’âm, 70; 7/A’râf, 48; 13/Ra’d, 18; 19/Meryem, 77-80; 45/Câsiye, 10; 58/Mücâdele, 17; 69/Hakka, 25-29; 92/Leyl, 8-11; 104/Hümeze, 2-6; 111/Leheb, 1-3.

şrikler, Azaptan Kurtulmak İçin Her Şeylerini Fedâ Etmek İsteyecekler: 70/Meâric, 11-18.

şriklere Verilen Mühlet (Süre): 18/Kehf, 58-59; 29/Ankebût, 53; 39/Zümer, 8; 68/Kalem, 44-45; 70/Meâric, 42-43; 73/Müzzemmil, 11.

şriklerin Kâbe’ye Hizmet Hakları Yoktur: 9/Tevbe, 17-19, 28.

şrik-Mü’min İlişkisi

şriklerin Dostluğu Yoktur: 2/Bakara, 105; 5/Mâide, 82; 6/En’âm, 106; 9/Tevbe, 7-8, 10, 12; 17/İsrâ, 73-75; 28/Kasas, 87; 60/Mümtehine, 1-2, 6-9.

şrikler, Mü’minleri Ateşe Çağırırlar: 2/Bakara, 221; 17/isrâ, 73-75; 29/Ankebût, 12-13.

şriklerden Yüz Çevirmek: 6/En’âm, 106, 150; 10/Yûnus, 41; 15/Hıcr, 94; 28/Kasas, 87; 32/Secde, 30; 37/Saffât, 173-174, 178-180; 43/Zuhruf, 83, 89; 45/Câsiye, 18; 51/Zâriyât, 54; 53/Necm, 29; 54/Kamer, 6; 68/Kalem, 8; 73/Müzzemmil, 10.

şriklerden Korkulmaz: 9/Tevbe, 13-14; 10/Yûnus, 65; 15/Hıcr, 94; 22/Hacc, 38; 37/Saffât, 171-175.

şrikler İçin İstiğfâr Edilmez: 9/Tevbe, 113-115.

şrikle Mü’min Karşılaştırması: 47/Muhammed, 15; 67/Mülk, 22.

şrikler, Mü’minlere Zarar Veremezler: 37/Saffât, 160-163; 52/Tûr, 42.

şriklere Savaşta Yapılacak İşlem: 9/Tevbe, 5-6, 11-12.

 

 

 

 

Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar

1. İslâm Fıkhında Mürtede Ait Hükümler, Numan A. Samerraî, Sönmez Neşriyat

2. Çağdaş İrtidat, Ebul Hasan Ali en-Nedvî, Akabe Y.

3. 20. Y.Y.da Tevhid ve Şirk, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y.

4. Kelime-i Tevhid Dâvâsı, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y.

5. Sorularla Tevhid ve Akaid, Mehmed Alptekin, Saff Y.

6. Biz Müslüman mıyız? Muhammed Kutub, Hilâl Y.

7. 20. Asrın Câhiliyeti, Muhammed Kutub, Hilal Y.

8. İslâm’da Allah İnancı, Said Havva, Petek Y.

9. Din Gerçeği ve İslâm, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y.

10. Küfür Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.

11. Epistemolojik Açıdan İman, Hanifi Özcan, İFAV Y.

12. İman, Şartları ve Onu Bozan Şeyler, Seyfüddin el-Muvahhid, Hak Y.

13. İslâm Siyasi düşüncesinde Muhalefet, Nevin A. Mustafa, İz Y.

14. İslâm Dünyasında İnanç Sorunları, Hasan el-Hudaybi, İnkılab Y.

15. İlâhlar Rejiminin Anatomisi, Mustafa Çelik, Ölçü Y.

16. Câhiliyye Düzeninin Ruh Haritası, Mustafa Çelik, Ölçü Y.

17. Elfâz-ı Küfür, Küfür Sözler, Hüseyin Aşık, İlim Y.

18. Sorumsuzca Söylenen Sözler, Mevlüt Özcan, Sabır Y.

19. Çağımızın Bâtıl İnançları, Yüksel Kanar, Beyan Y.

20. Antik İnançlar, Modern Hurâfeler, Martin Lings, İşaret Y.

21. İslâm Ceza Hukuku ve İnsanî Esasları, M. Cevat Akşit, Kültür Basım Yayın Birliği

22. Ceza Hukukunda Mağdurun Korunması, Süleyman Akdemir, İzmir, 1988

23. İslâm'da Düşünce ve İnanç Özgürlüğü, Yunus Vehbi Yavuz, Sahaflar Kitap Sarayı Y.

24. Kur'an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 10, s. 161-175; c. 8, s. 315-320

25. İslâm Ceza Hukuku ve Beşerî Hukuk, Abdülkadir Udeh, İhya Y. c. 4, s. 236-271

26. İslâm Ceza Hukukunda İdamı Gerektiren Suçlar, Ahmet Yaşar, Beyan Y. s. 90-107

27. İnançla İlgili Temel Kavramlar, Mehmet Soysaldı, Çağlayan Y. s. 64-83

28. İslâm'da İnsan Hakları, Hayreddin Karaaman, Ensar Neşriyat, s. 72-73

29. Kur’an’da İnsan ve Toplum, Ekrem Sağıroğlu, Pınar Y. s. 210-216

30. Bidâyetü’l-Müctehid, Mezheplerarası Mukayeseli İslâm Hukuku, İbn Rüşd, Beyan Y. c. 4, s. 349-350

31. Fıkhu’s-Sünne, Âyet ve Hadislerle İslâm İlmihali ve Hukuku, Seyyid Sâbık, Pınar Y. c. 4, s. 281-293

32. Kitâbur-Ridde ve Nebzetün min Futûhi'l-Irak, Muhammed bin Ömer Vâkıdî, Beyrut, 1989

33. Nazariyyetü'l İ'dâm Beyne'ş-Şerîati'l-İslâmiyye ve'l-Kavânîni'l-Vad'iyye, Mahmut İstanbulî, el-Va'yü'l- İslâmî, 92, Kuveyt 1972

34. El-Ahkâmu's-Sultâniyye, İmam Ebu'l-Hasan el-Mâverdi, Trc. Ali Şafak, Bedir Y. s. 63-70

35- İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, Vehbe Zuhayli, Risale Y. c. 7, s. 462-471

36. Şamil İslâm Ansiklopedisi, (İrtidad md:) (Eymen ed-Dımaşkî-Ömer Tellioğlu) c. 3, s. 175-176; (Mürted md:) c. 4, s. 369-372; (Ridde Savaşları:) c. 5, s. 262-267 (Gerici-Gericilik md:) (Ahmed Özalp) c. 2, s. 232-233

37. TDV İslâm Ansiklopedisi, İrtica Maddesi (Şaban Sitembölükbaşı), TDV Y. c. 22, s. 458-459

38. İman Küfür Sınırı (Tekfir Meselesi), A. Saim Kılavuz, Marifet Y. 62-64; 201-245

39. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi (Hüsnü Aktaş), Risale Y. c. 2, s. 257-259

40. Kur'an Sempozyumu, Bilgi Vakfı Y. s. 280-283, 289, 293, 353, 382-383

41. İslâm Hukuku Açısından Cehalet, Ebu Yusf Midhat b. el-Hasan Ali Ferrac, Kayıhan Y. s. 231-347

42. İslâm'da İnanç Sistemi, Ferit Aydın, Kahraman Y. s. 190-195; 61-72; 107-119

43. Akaid Ders Notları, Ahmed Kalkan,Tevhid Vakfı Y. s. 168, 102-109

44. İman ve Tavır, M. Beşir Eryarsoy, Şafak Y. s. 345-354

45. İslâm Davetinin Esasları, Abdülkerim Zeydan, Risale Y. s. 309-310

46. Kur'ân-ı Kerim Açısından İman-Amel İlişkisi, Murat Sülün, Ekin Y. s. 149-150

47. İslâm'ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 457-459

48. İslâm Nizamı, Ali Rıza Demircan, Eymen Y. c.1, s.98-103. c. 2, s. 29-46

49. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. s. 214

50. Allah Erinin Ahlâk ve Kültürü, Said Havva, Hilal Y. s. 9-29

51. Din Hürriyeti ve Mürteddin Öldürülmesi Meselesi, Reşid Rızâ, Terc. Hikmet Zeyveli, Kelime Dergisi, Sayı 15, Eylül 1987, s. 57

52. Din ve Zorlama, Veysel Kasar, Köprü, Kış 97, s. 86-112

53. Hoşgörü: Nereye Kadar, Köprü, Kış 1997

54. İslâm Nasıl Yozlaştırıldı, Y. N. Ö. Yeni Boyut Y. s. 307-314

55. Devlet, Demokrasi, Oligarşi, Teokrasi, E. Yüksel, Ozan Y. s. 94-96