Bakara, 84; Kavram: 78

 

 

K A N D Ö K M E K

 

Kan Dökmek; Anlam ve Mâhiyeti

Kur’ân-ı Kerim’de Kan Dökme ve Adam Öldürme

Hadis-i Şeriflerde Kan Dökme

Cinayet; Büyük Zulüm

Cana Kıymanın Uhrevî Sorumluluğu

İslâm Hukukuna Göre Adam Öldürme ve Cezası

Kısas ve Hikmeti

Peygamberleri Maddeten ve Mânen Öldürmek

İntihar

“(Ey İsrâiloğulları!) Birbirinizin kanını dökmeyeceğinize, birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayacağınıza dair sizden söz almıştık. Her şeyi görerek sonunda bunları kabul etmiştiniz.” (2/Bakara, 84)

“Bu misakı kabul eden sizler, (verdiğiniz sözün tersine) birbirinizi öldürüyor, aranızdan bir zümreyi yurtlarından çıkarıyor, kötülük ve düşmanlıkta onlara karşı birleşiyorsunuz. Onları yurtlarından çıkarmak size haram olduğu halde (hem çıkarıyor hem de) size esirler olarak geldiklerinde fidye verip onları kurtarıyorsunuz. Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden öyle davrananların cezası dünya hayatında ancak rüsvaylık; kıyamet gününde ise en şiddetli azaba itilmektir. Allah sizin yapmakta olduklarınızdan asla gâfil değildir.” (2/Bakara, 85)

 

Kan Dökmek; Anlam ve Mâhiyeti

Kur’ân-ı Kerim’de kan dökmek “sefk” kelimesiyle ifade edilmektedir. Sefk: Söz söylemek, kan dökmek anlamındadır. Ancak, söz söylemekten daha ziyade, kan dökmek anlamında kullanılır. Bakara sûresi, 30 ve 84. âyetlerde olmak üzere Kur’an’da iki yerde geçer: Zaten Kur’an’da bu kelimenin geçtiği iki âyetten sonra “dimâ” kelimesi, bu kelimeyi sadece kan dökme anlamına tahsis etmektedir. Dimâ’: Dem’ kelimesinin çoğuludur, dem, kan demektir.

Cinâyet: Başkasının hayatına kıymaya, birini katletmeye cinayet denir. Cinâyet kelimesi, lügatta meyveyi ağaçtan toplamak/koparmak anlamındadır. Sonradan, insanların yapmış oldukları kötü davranışa isim olmuştur. Cinâyet, terim olarak, “cezayı gerektiren suç” demektir. Cinayet, bir terim olarak insanın hayatına ve vücut tamlığına karşı işlenmesi yasaklanmış fiillerdir. İslâm hukukunda kullanıldığı şekliyle cinâyet, insanın nefsine veya organlarına yönelik yasak bir fiildir. Kısas veya tazminatı gerektirecek şekilde insanın canı veya bedeni hakkında yapılan tecâvüze cinâyet denilir. Cinayet, öldürme ve yaralama olmak üzere iki kısma ayrılır. Öldürme, dünya ve âhirette cezayı gerektiren bir fiildir. Dünyadaki cezası kısas, âhiretteki ise cehennem azâbıdır. Çünkü o, dünyada Allah’ın yaratmasına tecavüz, toplumun ve toplum hayatının emniyetini tehdit eden bir fiildir.

 

 

 

 

 

Kur’ân-ı Kerim’de Kan Dökme ve Adam Öldürme

Kur’ân-ı Kerim’de adam öldürmenin haram olduğunu bildiren birçok âyet vardır (2/Bakara, 178-179; 4/Nisâ, 92-93; 5/Mâide, 32, 45; 17/İsrâ, 33). “Sefkü’d-dimâ’ (kan dökmek) deyimi Kur’an’da 2 âyette yer alır. Öldürmek anlamına gelen “katl” kelimesi türevleriyle birlikte 170 yerde, “kısas” kelimesi de 4 yerde geçer.

Kur’an’ın haber verdiğine göre, ilk kan döken kimse, Hz. Âdem’in oğlu Kabil’dir. Onun kardeşi Hâbil’i öldürmesi, bir cana kıymanın ötesinde, tüm insanlığa tecâvüz anlamına gelir (5/Mâide, 27-31). Kur’an, bir insanı haksız yere öldürenin, bütün insanlığı öldürmüş gibi suçlu sayılacağını söyler (5/Mâide, 32). Kur’an, katil için kısas cezasını emreder 2/Bakara, 178-179). Kur’an, adam öldürme fiilini işleyenlerin uhrevî cezalarını da açıklar. Kim, kasden bir mü’mini öldürürse, cezası ebedî cehennemdir, Allah’ın gazabı ve lâneti de onadır (4/Nisâ, 93).

“(Ey İsrâiloğulları!) Birbirinizin kanını dökmeyeceğinize, birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayacağınıza dair sizden söz almıştık. Her şeyi görerek sonunda bunları kabul etmiştiniz.” (2/Bakara, 84)

“Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas yazıldı (farz kılındı). Hüre hür, köleye köle, kadına kadın öldürülür. Ancak kim kardeşi tarafından affedilirse kısas düşer. Bundan sonra ma’rûfa/iyiye uymak, öldürülenin velîsine (gereken diyeti) güzel bir şekilde ve tam olarak ödemek gelir. O halde söylenenler, Rabbinizden bir hafifletme ve rahmettir. Kim bundan sonra saldırmaya kalkışırsa, muhakkak onun için elem verici bir azap vardır. Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki, prensiplere uyar da kendinizi (kötülüklerden) korursunuz.” (2/Bakara, 178-179)

“Ey iman edenler! ...Kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah, size karşı çok merhametlidir. Kim düşmanlık ve haksızlıkla bunu yaparsa, (bilsin ki) onu ateşe sokacağız; bu ise Allah'a çok kolaydır.” (4/Nisâ, 29-30)

 

“Yanlışlıkla olması dışında bir mü’minin bir mü’mini öldürmeğe hakkı olmaz. Yanlışlıkla bir mü’mini öldüren kimsenin, mü’min bir köle âzâd etmesi ve ölenin ailesine teslim edilecek bir diyet vermesi gereklidir. Eğer ölünün ailesi, o diyeti bağışlamış olursa (bu takdirde diyet vermez). Eğer ölen mü’min olduğu halde, size düşman olan bir toplumdan ise, mü’min bir köle âzâd etmek lâzımdır. Eğer kendileriyle aranızda antlaşma bulunan bir toplumdan ise ailesine teslim edilecek bir diyet ve bir mü’min köleyi âzâd etmek gerekir. Bunları bulamayan kimsenin, Allah tarafından tevbesinin kabulü için iki ay peşi peşine oruç tutması lâzımdır. Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir. Kim bir mü’mini kasden öldürürse cezası, içinde ebediyyen kalacağı cehennemdir. Allah ona gazab etmiş, ona lânet etmiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.” (4/Nisâ, 92-93)

“Bu nedenle, İsrâiloğullarına şunu yazdık: Kim bir nefsi, bir nefse ya da yeryüzündeki bir fesada karşılık olmaksızın (haksızca) öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu (öldürmesine engel olarak) diriltirse, bütün insanları diriltmiş gibi olur…” (5/Mâide, 32)

“Tevrat’ta onlara şöyle yazdık: ‘Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş (karşılık ve cezadır). Yaralar da kısastır (Her yaralama misli ile cezalandırılır). Kim bunu (kısası) bağışlarsa, kendisi için o keffâret olur. Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar zâlimlerdir.” (5/Mâide, 45)

“De ki: ‘Gelin, Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım: O’na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayın, ana-babaya iyilik edin, fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin; sizin de onların da rızkını Biz veririz. Kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın ve haksız yere Allah’ın yasakladığı cana kıymayın! İşte şu size anlatılanları Allah vasiyet etti. Umulur ki düşünüp anlarsınız.” (6/En’âm, 151)

“Geçim endişesi ile çocuklarınızın canına kıymayın. Biz, onların da, sizin de rızkınızı veririz. Onları öldürmek, gerçekten büyük bir suçtur.” (17/İsrâ, 31)

“Haklı bir sebep olmadıkça Allah’ın haram kıldığı cana kıymayın. Bir kimse zulmen öldürülürse, onun velîsine (mirasçısına, hakkını alması için) yetki verdik. Ancak bu velî de kısasta ileri gitmesin. Zaten (kendisine bu yetki verilmekle) o, yardıma mazhar olmuştur.” (17/İsrâ, 33)

“Onlar (o mü’minler) ki, Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarmazlar. Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar ve zinâ etmezler. Bunları yapan, günahı(nın cezasını) bulur. Kıyâmet günü azâbı kat kat olur ve orada alçaltılmış olarak temelli kalır. Ancak tevbe edip iyi davranışta bulunanlar başka...” (25/Furkan, 68-70)

“Diri diri toprağa gömülen kızlara, ‘suçunuz neydi, hangi günah sebebiyle öldürüldünüz?’ diye sorulduğunda... her kişi (hayır ve şerden) neler yapıp getirdiğini anlar.” (81/Tekvîr, 8-9, 14)

 

 

 

 

 

Hadis-i Şeriflerde Kan Dökme

“Müslümanın kanı ancak üç şeyden birisi ile helâl olur. Zina eden evli, cana karşılık can (kısas), dinini terk edip İslâm cemaatından ayrılan kimse.” (Buhârî, Diyât 6; Müslim, Kasâme 25, 26; Ebû Dâvud, Hudûd 1; Tirmizî, Diyât 10, Hudûd 15; Nesâî, Tahrîm 5)

Vedâ haccında Peygamberimiz, muazzam kalabalığa şöyle demiştir: “...Şüphesiz, sizin kanlarınız ve mallarınız; bu gününüzün, bu ayınızın ve bu beldenizin haram olduğu gibi birbirinize haramdır.” (Buhâri, İlim 37, Hacc, 132, Hudûd, 9; Müslim, Hacc 147; Tirmizî, Fiten 6)

“Yedi helâk edici günahtan uzak durun.” Denildi ki, ‘Ya Rasûlallah, onlar nelerdir?’ Şöyle buyurdu: “Allah’a şirk koşmak, bir cana kıymak, sihir yapmak, fâiz yemek, yetim malı yemek, cihaddan/savaştan kaçmak, iffetli ve hiçbir şeyden habersiz mü’min bir kadına zinâ iftirası atmak.” (Buhârî, Vesâyâ 23, Hudûd 28; Müslim, İman 144)

“Her günahı Allah’ın mağfiret buyurması muhtemeldir. Ancak, bilerek mü’mini öldüren veya kâfir olarak ölen kimse hâriç.” (Nesâî, Tahrîm 1 -7, 81-)

“Mü’minin öldürülmesi, Allah katında, dünyanın zevâlinden daha büyük (bir hâdise)dir.” (Nesâî, Tahrim 2 –7, 83-)

“Kim kasten öldürürse, bunun hükmü kısastır.” (Ebû Dâvud, Diyât 5)

“Kıyâmet gününde insanlar arasında hükmü verilecek ilk dâvâ, kan dâvâlarıdır.” (Buhârî, Diyât 1; Müslim, Kasâme 8, hadis no: 28)

“Dünyanın tamamen yok olması, Allah indinde müslüman bir adamın öldürülmesinden daha hafiftir.” (Tirmizî, Diyât 7)

“Gökler ve yer, bir mü’minin kanını (haksız yere) dökmek için birleşmiş olsa, Allah onların hepsini cehenneme atar.” (Tirmizî, Diyât, 8)

“Yeryüzünde haksız yere öldürülen bir insan yoktur ki, katilin günahından bir misli Hz. Âdem’in ilk oğluna (Kabil’e) gitmemiş olsun. Çünkü o, haksız öldürme yolunu ilk açandır.” (Buhârî, Diyât 2, Enbiyâ 1, İ’tisâm 15; Müslim, Kasâme 27, Tirmizî, İlm 14)

“Kim, yarım sözcükle de olsa bir müslümanın öldürülmesine yardım ederse kıyâmet gününe, iki gözünün arasına (Allah’ın rahmetinden umutsuzdur) yazısı yazılmış olarak gelir.” (İbn Mâce, Diyât 1)

“Mü’min, haram kana bulaşmadıkça dininde genişlik içindedir.” (Buhârî, Diyât 1)

“Kim haksız yere, bile bile öldürülürse velîsi şu üç şeyden birini tercihte muhayyerdir: Ya kısas ister; ya affeder; yahut diyet alır. Eğer dördüncü bir şey istemeye kalkarsa elinden tutun (mâni olun)!” Sonra Rasûlullah şu âyeti okudu: “Kim bundan sonra tecâvüz ederse, ona elîm bir azab vardır.” (2/Bakara, 179) (Ebû Dâvud, Diyât 3; Tirmizî, Diyât 13)

“Kim mü’min bir kimseyi kasden öldürürse, katil bu sebeple kısas olunur. Kim bu kısasa mâni olursa Allah’ın lânet ve gadabı onun üzerine olsun! Allah onun farz olsun, nâfile olsun hiçbir hayrını kabul etmez.” (Ebû Dâvud, Diyât 17; Nesâî, Kasâme 29)

“Kim kölesini öldürürse, biz de onu öldürürüz. Kim de kölesinin (burnunu, kulağını keserek) sakatlarsa, biz de onun (burnunu, kulağını keserek) sakatlarız.” (Ebû Dâvud, Diyât 7; Tirmizî, Diyât 18; Nesâî, Kasâme 9)

“Mü’minlerin kanı eşittir. Onlar kendilerinden başkalarına karşı tek bir el gibidirler. Onlar içlerinden en âdîlerinin verdiği emana uyarlar. Haberiniz olsun: Mü’min, kâfir mukabilinde öldürülmez; ahd (antlaşma) sahibi de anlaşma müddeti esnasında (küfrü sebebiyle) öldürülmez. Kim bir cinayet işlerse sorumluluğu kendine aittir (başkasını ilzâm etmez). Kim bir cinayet işler veya câniyi himâye ederse, Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti üzerine olsun!” (Ebû Dâvud, Diyât 11; Nesâî, Kasâme 8)

İki müslüman birbirine kılıç çekip saldırırsa öldüren de, öldürülen de ateştedir.” “Ya Rasûlallah, öldüren ateşte, ama öldürülen niçin ateşte oluyor?” dediler. Buyurdu ki: “Çünkü o da arkadaşını öldürmek istiyordu.” (Buhâri, İman 22, Diyât 2, Kasâme 2; Müslim, Kasâme 33, Fiten 14-15; Ebû Dâvud, Fiten 5; Nesâî, Tahrim 29, Kasâme 7; İbn Mâce, Fiten 11)

“Kim kendisini dağdan atarak intihar ederse o cehennemlik olur. Orada ebedî olarak kendini dağdan atar. Kim zehir içerek intihar ederse, cehennem ateşinin içinde elinde zehir olduğu halde ebedî olarak ondan içer. Kim de kendisine bıçak gibi bir demir saplayarak intihar ederse, cehennemde ebedî olarak o demiri karnına saplar.” (Buhârî, Tıb 56; Müslim, İman 175; Tirmizî, Tıb 7; Nesâî, Cenâiz 68; Ebû Dâvud, Tıb 11)

 

 

 

 

Cinayet; Büyük Zulüm

Kur’an’da haksız yere adam öldürmek, şirkin hemen ardından gelen büyük günahlardan biri olarak belirtilir. Şirk koşmadan Allah’a iman eden hâlis kulların en belirgin vasıflarından biri olarak: “Allah’ın yasakladığı canı haksız yere öldürmezler.” (25/Furkan, 68) âyetinin de bildirdiği üzere, haksız yere adam öldürmeyecekleri vurgulanır. Kur’an’da “Haksız yere adam öldürmeyin!” emri, birkaç kez vurgulanır (17/İsrâ, 33; 6/En’âm, 151) İnsanlık tarihinde ilk kan dökme olayı, Hz. Âdem’in oğulları arasında, kardeşin kardeşi (Kabil’in, Hâbil’i) öldürmesi şeklinde meydana gelmiştir. Bu ilk cinayet, kıskançlık ve çekememe yüzünden işlenmiştir. Kur’ân- Kerim, bu olayı şöyle anlatır: “Onlara, Âdem’in iki oğlunun haberini gerçek olarak anlat: Hani birer kurban takdim etmişlerdi de birisinden kabul edilmiş, diğerinden ise kabul edilmemişti. (Kurbanı kabul edilmeyen kardeş, kıskançlık yüzünden), ‘Andolsun seni öldüreceğim’ dedi. Diğeri de ‘Allah ancak takvâ sahiplerinden kabul eder’ dedi (ve ekledi:) ‘Andolsun ki sen, öldürmek için bana elini uzatsan (bile) ben sana, öldürmek için el uzatacak değilim. Ben âlemlerin Rabbı olan Allah’tan korkarım. Ben istiyorum ki, sen, hem benim günahımı hem de kendi günahını yüklenip ateşe atılacaklardan olasın; zâlimlerin cezası işte budur.’ Nihayet nefsi onu, kardeşini öldürmeye itti ve onu öldürdü; bu yüzden de kaybedenlerden oldu. Derken Allah, kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini ona göstermek için yeri eşeleyen bir karga gönderdi. (Katil kardeş:) ‘Yazıklar olsun bana! Şu karga kadar da olamadım mı ki, kardeşimin cesedini gömeyim’ dedi ve yaptığına pişman olanlardan oldu.” (5/Mâide, 27-31)

Bu âyetlerden de açıkça anlaşılıyor ki, insan nefsânî duygularına, kıskançlık hissine boyun eğerse kardeşini bile öldürebilir; ancak bunun sonu dünyada insanı içten içe yakan vicdan azabı ve pişmanlık, âhirette ise ruh ve vücudunu yakan ateştir. Kıskançların kendilerini gören gözleri kördür, mazhar oldukları nimetleri ve güzellikleri görmez; hep başkasındakini görür ve kinlenirler. Bu hastalığın çaresi İslâm’ı bütünüyle yaşayarak nefsi terbiye etmek, hep kötülüğü emreden nefs-i emmâreyi, sükûn ve huzura kavuşturmak (mutmainne kılmak) ve Allah’ın verdiğine râzı hale getirmektir. Kur’an, bu öldürme olayını bir hüsran (büyük kayıp, sapma) olarak belirtir (5/Mâide, 30). Bu hüsranın sonu da pişmanlık olmuştur (5/Mâide, 31).

Haksız yere ilk kan dökme olayını başlattığı, kötü bir sünnet/çığır başlattığı için, Kabil, diğer kan dökenlerin vebalini de yüklenecektir. “Yeryüzünde haksız yere öldürülen bir insan yoktur ki, katilin günahından bir misli Hz. Âdem’in ilk oğluna (Kabil’e) gitmemiş olsun. Çünkü o, haksız öldürme yolunu ilk açandır.” (Buhârî, Diyât 2, Enbiyâ 1, İ’tisâm 15; Müslim, Kasâme 27, Tirmizî, İlm 14)

6/En’âm sûresi, 151. âyetin bildirdiği haramlardan biri, fakirlik korkusuyla çocukları öldürmektir. Günümüzde de kimi kadınların, doğan çocuğunu boğduğu veya bir tarafa attığı duyulmaktadır. Eski toplumlarda da fakirlik endişesiyle çocuklarını öldürenler vardı. Fakat o zamanki öldürme tekniği ilkel olduğu için öldürülen çocuk sayısı da fazla değildi. Bugün bin bir çeşit öldürme tekniğiyle anne karnında vücudu belirmiş, can üflenmiş 5-6 aylık çocuklar, parça parça doğranıp alınabilmektedir. Kendilerini sırf çocuk öldürmeğe hasredip bu konuda uzmanlaşan, günde kim bilir kaç çocuğu annesinin karnında parçalayıp alan kürtajcı doktorlar, cinayet işlemekte, hatta katliam yapmaktadır. Tabii, bu yaptıklarının hesabını hem ebeveyn, hem de bu doktorlar, Allah’ın huzurunda ve o parçaladıkları çocukların ruhları karşısında çok vahim bir şekilde vereceklerdir.

Abdullah bin Mes’ûd, diyor ki: “Ey Allah’ın elçisi, hangi günah daha büyüktür?’ dedim. Rasûlullah (s.a.s.): “Seni yaratan Allah’a eş, ortak koşman” dedi. “Sonra hangisi?” dedim. “Senin yemeğini yer, rızkına ortak olur düşüncesiyle çocuğunu öldürmen” buyurdu. “Sonra hangisi?” dedim. “Komşunun karısıyla zinâ etmen” dedi. (Buhârî, Tefsir 25, Edeb 20, Diyât 1, Hudûd 20, Tevhid 40, 46; Müslim, İman 141-142; Ebû Dâvud, Talak 50; Tirmizî, Tefsir 25)

 

 

 

Cana Kıymanın Uhrevî Sorumluluğu

“Kim bir mü’mini kasden öldürürse cezası, içinde ebediyyen kalacağı cehennemdir. Allah ona gazab etmiş, ona lânet etmiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.” (4/Nisâ, 93) Âyet-i kerimede, haksız yere kasden bir müslümanı öldüren kimsenin, ebedî cehennemde kalacağı, Allah’ın ona lânet ettiği ve onun için büyük bir azap hazırladığı vurgulanmaktadır. Adam öldürmek, şirke yakın bir günah olduğu için Allah, bunu şirkle beraber saymış, hiçbir günah için böyle çok ağır dört ceza (sürekli cehennem, Allah’ın gazabı, lâneti ve acı azâp) belirtmemiştir.

Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Kıyâmet gününde insanlar arasında hükmü verilecek ilk dâvâ, kan dâvâlarıdır.” (Buhârî, Diyât 1; Müslim, Kasâme 8, hadis no: 28) “Dünyanın tamamen yok olması, Allah indinde müslüman bir adamın öldürülmesinden daha hafiftir.” (Tirmizî, Diyât 7) “Gökler ve yer, bir adamı öldürmek için birleşmiş olsa, Allah onların hepsini cehenneme yuvarlar.” (Tirmizî, Diyât, 8) “Kim, yarım sözcükle de olsa bir müslümanın öldürülmesine yardım ederse kıyâmet gününe, iki gözünün arasına (Allah’ın rahmetinden umutsuzdur) yazısı yazılmış olarak gelir.” (İbn Mâce, Diyât 1)

İbn Abbas’tan gelen bir hadise göre kasden bir mü’mini öldürenin tevbesi makbul değildir. Zeyd bin Sâbit, Ebû Hüreyre, Abdullah bin Ömer gibi bazı sahâbiler de kasden bir mü’mini öldürenin tevbesi olmayacağı kanısındadırlar. Bu konuda çok hadis vardır.

Fakat selef ve halefin çoğunluğuna göre kasden de olsa adam öldüren kişi tevbe eder, iyi amel işlerse tevbesi kabul edilir, Allah onun kötülüklerini iyliklere değiştirir. Maktulün uğradığı zulme karşılık da kendisine nimetler verip onu memnun eder ve hakkını helâl ettirir. “De ki: ‘Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım, Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” (39/Zümer, 53) Bu âyet, şirk de dahil, her türlü günahın affedilebileceğini bildirmektedir. Âyette geçen “cemîan” kelimesi, bütün günahları içine almaktadır. Fakat: “Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz, bunun dışında kalan (günah)ları, dilediği kimseye bağışlar.” (4/Nisâ, 48) âyeti, şirki af dışında bırakmıştır. Ancak şirkten tevbe eden de affedilir.

Tevbe ettikten sonra af dışında kalan hiçbir günah yoktur. Allah’ın, şirki affetmemesi, şirk içinde kalanla ilgilidir. Yüce Allah, tevbe edenlerin günahlarını affedeceğine göre, kasden adam öldüreni de dilerse affeder. “Kim bir mü’mini kasden öldürürse cezası, içinde ebediyyen kalacağı cehennemdir. Allah ona gazab etmiş, ona lânet etmiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.” (4/Nisâ, 93) âyeti de kasden bir mü’mini öldürenin cezasını bildirmektedir. Normal olarak onun cezası budur. Fakat Allah dilerse onu affeder. O, dilediğini yapar.

Nisâ sûresi 93. âyetinde geçen “hâliden” kelimesinin kökü olan “hulûd”, uzun zaman kalmak demektir. Kasden mü’min öldüren, çok uzun süre cehennemde kalacaktır ama sonunda yine oradan kurtulacaktır. Çünkü kalbinde zerre kadar iman bulunan kimsenin cehennemden çıkacağına dair mütevâtir hadisler vardır (Buhârî, Tevhid 24, 36; Müslim, İman 81, 82, 83).

Kıyâmet gününde maktûlün katilden hak istemesine gelince; Bilerek öldürme, insan haklarına saldırıdır. Bu saldırı, sırf tevbe ile kalkmaz, gasbedilen hakkı geri vermek gerekir. Gasbedilen, saldırı ile alınan hakların, sahiplerine geri verilmeden, tevbe ile kalkmayacağı hakkında icmâ vardır. Şayet gasbedilen hakkı geri vermek mümkün değilse hakkına saldırılmış bulunan kişi, âhirette hakkını ister. Her hak istemenin, mutlaka ceza ile sonuçlanması gerekmez. Zira olur ki, katilin iyi amelleri bulunur, bunların tamamı veya bir kısmı maktûle verilerek maktûl râzı edilir. Yahut da Allah, dilerse maktûle, uğramış olduğu zulme karşılık cennette nimetler, yüksek dereceler vererek onu râzı eder. Katili de tevbesi ve iyi amelleri yüzünden affedip cennete koyar.

İbn Abbas başta olmak üzere bazı âlimlerin Nisâ sûresi 93. âyetinin zâhirinden yola çıkarak katilin tevbesinin kabul edilmeyeceği ve buna karşılık da ehl-i sünnet âlimlerinin hemen hepsinin tevbesinin kabul edileceğini belirtmelerine rağmen, en doğru hüküm şudur: Kasden adam öldüren kimse âsî ve fâsık olur. Onun işi Allah’a kalmıştır. O dilerse azab eder, dilerse bağışlar; dilerse cehennemde kısa veya uzun süre azab eder, sonra cennete koyar. Tabii, bütün bu değerlendirmeler, katil de olsa hakiki bir mü’min olan ve gerçek anlamda tevbe eden kişi içindir.

Haksız yere adam öldürmek, en büyük günahlardandır (6/En’âm, 151). Yüce Allah, İsrâil oğullarına, bir adam öldürenin, bütün insanları öldürmüş gibi olacağını bildirmiştir. Bir kişiyi haksız yere öldürmek, cinayetlerin topluma yayılmasına, can güvenliğinin kalkmasına sebep olur. Canı, ancak veren alabilir. Allah’ın verdiği canı başkasının almağa hakkı yoktur. Cana kıymak, hem insanın, hem de Allah’ın hakkına saldırıdır. Din için yapılan savaşta adam öldürmek hak olur. Haksız yere adam öldüreni öldürmek, yani kısas da haktır. Bunların ikisi de Allah’ın buyruğudur. Bu durumda öldürmek, Allah adınadır. Ancak kısası kişiler değil, mahkeme kararıyla İslâm devleti uygular. Savaş ve kısas dışında her insanın canı dokunulmazdır. Haksız yere adam öldürenin, Allah’ın lânet ve gazabına uğrayıp ebedî cehennemde kalacağını vurgulayan Kur’an, haksız yere bir canı öldürmeyi, bütün insanları öldürmekle eş bir suç saymaktadır (5/Mâide, 32).

Neden bir insanı öldürmek, bütün insanları öldürmek sayılmıştır? Çünkü bir insan, türünü temsil eder. Bir insanın haksız yere öldürülmesi, toplumda öldürme olaylarının yayılmasına, sonunda bütün insanların birbirine düşmesine, haksızlıkların ve düşmanlıkların çoğalmasına, toplum düzeninin bozulmasına yol açar. Birinin hayatını koruyup kurtarmak da toplumda can güvenliğini sağlar. Toplumu gönül huzuru ile yaşatır. Yüce Allah, bir ferdin hayatını, bir toplumun hayatı kadar değerli görmüş; fertlerin hayatlarına saygının; toplumun hayatı, güvenliği, mutluluğu ve toplumda cinayetleri önlemek için kısasın gerekliliğini anlatmak istemiştir. Allah’ın elçisi de şöyle buyurmuştur: İki müslüman birbirine kılıç çekip saldırırsa öldüren de, öldürülen de ateştedir.” “Ya Rasûlallah, öldüren ateşte ama, öldürülen niçin ateşte oluyor?” dediler. Buyurdu ki: “Çünkü o da arkadaşını öldürmek istiyordu.” (Buhâri, İman 22, Diyât 2, Kasâme 2; Müslim, Kasâme 33, Fiten 14-15; Ebû Dâvud, Fiten 5; Nesâî, Tahrim 29, Kasâme 7; İbn Mâce, Fiten 11) (1)

 

 

 

 

İslâm Hukukuna Göre Adam Öldürme ve Cezası

İslâm hukukunda katl, yani adam öldürme cinayeti beş kısma ayrılmıştır:

1- Kasden öldürme: Ateşli silâh veya silâh yerine geçen yaralayıcı kılıç, bıçak ve balta gibi şeylerle vurup öldürmektir. Böyle bir suçu işleyen hem büyük günah işlemiş olur ve hem de kısas cezasına çarptırılır. Kur’ân-ı Kerim’de bu konuda şöyle buyurulur: “Kim bir mü’mini kasden öldürürse cezası, içinde ebediyyen kalacağı cehennemdir. Allah ona gazab etmiş, ona lânet etmiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.” (4/Nisâ, 93) “Ey iman edenler! (Kasden) öldürülenler hakkında size kısas yazıldı (farz kılındı).” Kasden öldürmede keffâret cezası yoktur. Katil, yakınını öldürmüşse, mirastan da mahrum olur.

2- Kasda benzeyen öldürme: Taş, sopa ve benzeri silâh olmayan şeylerle kasden vurup öldürmektir. Böyle bir cinayeti işleyen de günahkâr olur. Keffâret öder ve ağır diyet cezası verir, mirastan mahrum olur.

3- Hata yoluyla öldürme: Hata; kasıtta hata ve fiilde hata olmak üzere iki kısma ayrılır. Av hayvanı diye insana ateş etmek kasıtta hata; başka bir hedefe atılan kurşunun insana isabet etmesi de fiilde hatadır. Böyle bir cinayet işleyen günahkâr olmaz. Kendisine keffâret gerekir. Diyet ödemesi gerekmez; mirastan mahrum olur.

4- Hata yerine geçen öldürme: İnsanın uyku esnasında sağa sola dönmesi ile yanındakinin ölümüne sebep olması bu tür bir cinayettir. Bu da hata yoluyla öldürme gibidir. Aynı hükümler burada da geçerlidir.

5- Sebep olarak öldürme: Bu, çeşitli şekillerde bir başkasının ölümüne sebep olmaktır. Meselâ, birinin kendi mülkü olmayan bir yere kuyu kazıp oraya bir başkasının düşerek ölmesi gibi. Böyle bir cinayetten dolayı sadece diyet gerekir. (2)

 

 

 

 

Kısas ve Hikmeti

“Kısas”, sözlükte aynıyla karşılık vermek demektir. Herhangi bir hakkı dengiyle takas etmek, değiştirmek anlamına da gelmektedir. Kavram olarak bir suç işleyenin aynı cinsten bir ceza ile cezalandırılmasıdır. Kanı, aynısıyla ödetmek, bir hakkı misliyle takas etmektir. Hayat kutsaldır. Hayatı veren Hayy (diri) ve Muhyî (hayat veren) isimlerinin sahibi Allah, onu alan da Mümît (öldüren) ismiyle yine Allah’tır. Allah’a ait olan bu hak ve yetkiyi O’nun dışında, O’nun izni ve emri olmadan kimsenin kullanma hakkı yoktur.

İslâm hukukunun ana kurallarından biri olan kısas, suçluya, işlediği suç kabilinden ceza vermektir. Kasden ve haksız yere bir insanı öldüren kimseye hapis cezası vermek, aklın kabul edeceği bir şey değildir. İslâm’da hapishane yoktur, tutuk evi vardır. Suç işleyen bir kimse, ya öldürülür, ya para ya da sürgün cezasına çarptırılır; hapse atılmaz. İslâm’da af da büyük bir yer işgal eder. Suçundan dolayı öldürülmesi gereken kimse, hak sahibi tarafından affedilirse, cezası paraya dönüşür. Kısası emreden Bakara, 178. âyetinde bu cihet de ifade edilmiştir.

Meşrû müdafaa yaparken öldürmek gibi, ilk öldüreni cezalandırmak için öldürmek, yani kısas, hayata kasdetmek değil; tam tersine hayata hizmettir (2/Bakara, 179).

İslâm’a göre insan öldürmek, intihar etmek, kana, mala ve ırza (iffete) tecavüz haramdır. Müslümanın canı, malı, ırzı ve şerefi koruma altındadır. Yine müslümanın müslümana hakareti, alay etmesi, ona karşı kibirlenmesi, ona eliyle ve diliyle zarar vermesi de helâl değildir.

Bir kimse, birini öldürür veya bedenine zarar verirse; İslâm bunun cezasının verilmesini öngörür. Hem insan haklarının korunması, hem toplumun huzurunun sağlanması, hem de kin ve nefret duygularının azalması için buna ihtiyaç vardır. Karşılığı verilmeyen suçlar, sahibini daha da azdırır.

Allah’ın insana verdiği en kutsal şeylerden biri de hayattır. Hayatı sona erdirme hakkı da sadece onu veren Allah’a aittir. Hiç kimse haksız yere bir cana kıyamaz. Allah (c.c.) haksız yere cana kıyanlara ve insanların bedenlerine zarar verenlere belli cezaların verilmesini emrediyor. Kur’an-ı Kerim diyor ki: “Bu nedenle, İsrâiloğullarına şunu yazdık: Kim bir nefsi, bir nefse ya da yeryüzündeki bir fesada karşılık olmaksızın (haksızca) öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu (öldürmesine engel olarak) diriltirse, bütün insanları diriltmiş gibi olur….” (5/Mâide, 32) Görüldüğü gibi bir insanı haksızca öldürmek bütün insanları öldürmek kadar ağır bir suçtur. Böylesine büyük bir suçun cezası da kendi cinsinden olmalıdır. Bu, adâletin gereğidir.

Bir kimsenin hayatına saldıranın, bunu hayatıyla ödemesi, bir kimsenin bedenini yaralayanın, kendi vücudunda bunun karşılığı kadar zedelenmeye uğraması gerekir. Bu insana ve onun haklarına bir saygıdır. Devletin, mahkemenin katili affetmeye hakkı yoktur. Vârisleri dışında öldüreni affetmek, ölenin hakkına tecavüzdür. Kur’an, öldürenin (katilin) bağışlanmasını tavsiye ediyor. Ancak bu af yetkisi yalnızca ölenin yakınlarına aittir. Onlar dilerlerse af ederler, dilerlerse diyet (kan bedeli) alırlar. Ama affetmezlerse, suçlunun cezası verilmelidir. Bu cezayı da ancak müslümanların işlerini yürüten yetkililer yerine getirebilir.

Kısas, Kur’an’ın tespit ettiği bir cezadır. Peygamberimiz bunu hem uygulamış hem de tavsiye etmiştir. Bütün İslâm âlimleri bu konuda fikir birliği (icmâ) etmişlerdir. Akıl yönünden de bu cezanın gerekliliği ortadadır. Bir tarafta suçlu, öbür tarafta ise haksızlığa uğrayan taraf vardır. Suçlunun ceza alması, haklının da hakkının ödenmesi gereklidir. Bu konuda Kur’an-ı Kerim şöyle diyor: “Ey iman edenler! (haksızca) öldürülenler hakkında size kısas yazıldı (farz kılındı). Özgüre karşı özgür (hüre karşı hür), köleye karşı köle, kadına karşı kadın. Ancak her kimin kardeşi (öldürülenin vârisi) tarafından bir miktar bağışlanırsa artık (taraflar) haklarına râzı olmalı ve öldüren ona (gereken diyeti) güzellikle ödemelidir. Bu söylenenler Rabbinizden size bir hafifletme ve rahmettir. Her kim bundan sonra hakkına râzı olmazsa onun için elem verici bir azap vardır. Ey akıl sahipleri, kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki suç işlemekten sakınırsınız.” (2/Bakara, 178-179) 5/Mâide sûresinin beşinci âyetinde ise, “cana can, kulağa kulak, göze göz, buruna burun, dişe diş karşılığı kısas olduğu” bildirilmektedir.

Günümüzde kimileri kısas cezasını ağır bulurlar ve karşı çıkmaya çalışırlar. Kısas, dengiyle karşılık vermektir, yani adâleti yerine getirmektir. Üstelik katilin vârislerine af etme veya diyet alma yetkisi de verilmiştir. Hatta bunu Kur’an, teşvik eder. Asıl haksızlık bu cezaların kaldırılması, ölenin yakınlarının haklarının, kendilerine sorulmadan ellerinden alınmasıdır. Kim hangi yetkiyle öldürülenin vârislerinin bu hakkını ellerinden alıyor? Katile ceza vermemek, bir başkasının hakkına saldırıdır. Aynı zamanda ölenin vârislerinin intikam duygularını kabartır. Nitekim bir çok yerde, katillere hak ettiği ceza verilmediği için ölünün yakınları, kendileri ceza vermeye kalkıyorlar ve kan dâvâları sürüp gidiyor.

Öldürenin yaşama hakkı öleninkinden daha kutsal değildir. Kısasta insanlar için hayat vardır (2/Bakara, 179). Hem ahlâk yönünden, hem sosyal barış yönünden, hem caydırıcılık yönünden, hem de merhamet yönünden en tutarlı yoldur kısas. Allah, insanları bu konuda akıllı davranmaya çağırıyor. Kötülüğün cezası, yapılan kötülük kadardır. Ancak affedip barışma yolunu seçenlere Allah mükâfat verecektir (42/Şûrâ, 40). İslâm’da, bir yanağına vurana öbür yanağı da çevirmek yoktur. Ne zulmetmek vardır, ne de zulme uğrayınca sessiz kalmak. Kur’an-ı Kerim, haklının hakkını ortaya koyduktan sonra, hak sahibini affetmeye çağırır. Bu da tam bir dengedir.

Kısas cezasını uygun gören bizzat Rabbimizdir. Her şeyi bilen Rabbimiz insanlar hakkında şüphesiz en hayırlısını bildiğinden ona göre hükmeder. Kimin hak sahibi olduğunu en iyi O gösterir. Doğruyu ve yanlışı O’ndan daha iyi kim bilebilir? O’nun hükmüne karşı çıkanlar ya bilgisiz câhiller, ya da çok cür’etli kibirliler veya art niyetli İslâm düşmanlarıdır. Onlar Allah’ın Rabliğini ve merhametini yeterince bilemeyenlerdir.

Kısas cezasının uygulanması için birtakım şartlar aranır. Bunların başlıcalarını şöyle sayabiliriz:

a- Kısas, cinâyeti/ suçu kim işlemişse ona uygulanır.

b- Kısası ancak İslâm devleti yetkilileri, müslüman otorite sahipleri yerine getirir. Başka birisi veya başka topluluk bunu yapamaz.

c- Bir cinâyeti bir kaç kişi işlemişse, kısas hepsine uygulanır.

d- Cinâyetin işlendiği tam kesin olmazsa, şüphe varsa, bu durumda kısas uygulanmaz.

e- Suçlulara bu ceza uygulanırken makamlarına göre ayrım yapılmaz. Cezasını çekme konusunda halk ile devlet başkanı arasında, zenginle fakir arasında fark yoktur.

f- Suçun kasten, yani bilerek işlenmesi gerekir. Hatalı öldürme ve yaralamalarda başka cezalar uygulanır.

g- Öldürülenin vârisleri veya yaralananın kendisi ‘diyet’ isterse veya affederse, kısas uygulanmaz.

h- Kısas, kendi dengine göre uygulanır, aşırıya gidilmez.

İslâm’ın bütün hükümlerinde ve ölçülerinde insanlar için hayırlar ve faydalar vardır. Kimi câhiller bunu görmese de bu böyledir. Çünkü O, yerin ve göklerin sahibi Allah’ın dinidir.

Yaralamalara ve organlara verilecek zararlara karşı, onların dengi bir ceza, yani bir diyet uygulanır. Göze göz, kulağa kulak demenin, anlamı, gözün aynen çıkartılması, kulağın aynen kesilmesi değil; onların bedellerinin günün şartlarına uygun olarak diyet şeklinde verilmesidir.

İnsanlar arasında adâlet, ancak Allah’ın koyduğu hükümlerin uygulanmasıyla sağlanır. İnsan, toplum, hayvan ve çevre haklarının garantisi, ilâhî hükümlerdir. Bu hükümlere yüz çevirenler, hem gerçek adâletten, hem de herkese ait hakları gereği gibi yerine getirmekten mahrum kalırlar. Adâletten mahrum kalmanın sonucu ise zulüm, baskı, ezilme, horlanma ve hakkını alamama gibi kötülüklerdir. (3)

Kısas hükmü, bazılarına çok ağır bir ceza gibi gelse de ülü’l-elbâb/akıl sahipleri kabul ederler ki, bu adaletin gereğidir, kangren olmuş bir uzvun kesilmesiyle vücudun kurtarılmasının sağlanması gibi, hayat sağlayan bir yaptırımdır. Çünkü kısas, dini veya nefsi müdafaa gibi meşrû bir sebep olmadan bir adamı zulmen öldürenlere uygulanır. Birisinin yaşama hakkını yok yere, kaba gücüne dayanarak elinden alan kimseye, kendisinden daha güçlünün var olduğunu bildirmek, onun da elinden hayat hakkını almak lâzımdır. Birisini haksız yere öldürdüğü takdirde kendisinin de öldürüleceğini bilen insan, kimseyi öldürmeğe cesaret edemez. Böylece toplumda öldürme olayları çok azalır. Arada sırada gözü dönmüş katiller çıkarsa, onlar da Allah’ın kanunuyla ortadan kaldırılınca topluma tam bir huzur havası egemen olur. Sonra zâlimler öldürülünce mazlum olarak öldürülen kimsenin yakınlarının kalbinde kin ve intikam hissi kalmaz. Hak yerini bulacağı için, fertler intikam hissine kapılıp kendileri ceza vermeğe kalkmazlar, kan dâvâları olmaz. Belki birkaç yılda bir kişi kısas olarak öldürülür ama, kendisinin kısas yapılarak öldürüleceğini düşünen kimse, başkasını öldürmeye kalkmaz, toplum yaşar. Her gün yüzlerce insanın çeşitli cinayetlere kurban gitmesi yerine saldırgan bir insanın öldürülerek toplumda güvenin sağlanması daha iyi değil midir? (4)

“Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki, prensiplere uyar da kendinizi (kötülüklerden) korursunuz.” (2/Bakara, 180) “Kısasta hayat vardır” sözü, gerçekten îcaz bakımından mûcizevî özellikler taşıyan ve çok dikkate değer bir ifadedir. Çünkü kısas tatbik edilirse bir kişinin öldürülmesiyle pek çok kimsenin yaşaması sağlanır, kan dâvâları böyle önlenir. Bir insanın hayatına kast eden zâlimi affetmek için, öldürülen mazlumun hakkını gasb etmek, merhamet ve insanlık değildir. Toplumun hakkını ferdin affetmesi mümkün olmadığı gibi, bir ferdin hakkını da toplum veya onlar adına düzenlerin affetme hakkı ve yetkisi yoktur. Katilin toplum veya kanunlar tarafından affedilmesi veya Allah’ın koyduğu cezanın dışında hafif cezalara çarptırılması, merhamet değil; zulümdür. Mazluma karşı, onun yakınlarına karşı, insanın yaşama hakkına, can emniyetine ve dolayısıyla insanlığa karşı bir zulümdür. Toplumun ve düzenlerin görevi, hak sahiplerinin haklarını korumaktır; başkasının en temel haklarından birini ihlâl edeni kurtarmak için bahane aramak değil.

 

 

 

Peygamberleri Maddeten ve Mânen Öldürmek

şriklerin Peygamberlere Karşı Tavırları: Allah, yeryüzündeki herhangi bir toplumu imtihan edeceği zaman, rahmeti icabı hemen azab etmez; önce onlara içlerinden bir peygamber tâyin eder. “Sizi uyarması için içinizden bir adam aracılığıyla Rabbinizden size bir zikr (hatırlatma) gelmesine şaştınız mı?” (7/A’râf, 69) Allah’ın o kavim içerisinden, onlarca çok iyi bilinen birini peygamber seçmesi, müşriklerin peygamber hakkındaki kimlik itirazlarını önler. Âyetlerde peygamberlerin kim olduğu, nereden geldikleri hakkında müşriklerce ileri sürülen itirazlara rastlanmaz. Eğer bu elçi dışarıdan gelen biri olsaydı, müşriklerin itirazlarının daha da çeşitleneceği görülürdü.

Her şeyden önce dışarıdan gelen bu peygamberin, kendini topluma tanıtması, onların güvenini kazanması gerekirdi. Ancak daha sonra vahyi anlatabilirdi. “Ben sizin için emîn/güvenilir bir nasihatçiyim.” (7/A’râf, 68) “Ey Sâlih, sen bundan önce, bizim aramızda ümit beslenen bir kişi idin.” (11/Hûd, 62) Ayetlerde işaret edildiği gibi peygamberler, bulundukları toplum içerisinde kendilerini kabul ettirmiş emin kişilerdi. Fakat Allah’ın onları peygamber seçip vahyini indirmeye başlamasıyla birlikte, bu emin kişilerin toplumdan tecrit edilerek dışlandıklarını ve ağır hakaretlere mâruz kaldıklarını görmekteyiz. “Doğrusu seni yalancılardan sanıyoruz.” (26/Şuarâ, 185) “Hayır, o yalancı şımarığın biridir” (54/Kamer, 25) “Biz senin beyinsiz olduğunu görüyor ve seni yalancılardan sanıyoruz.” (6/En’âm, 66)

Sapık toplumların, işlerine gelmediği anda tertemiz peygamberleri karalamaya çalışmaları vahye karşı aldıkları şiddetli tavırlardandır. Müşrikler, bu iftiralarına toplumu inandırabilmek için vahiyden önce, doğru sözlü ve güvenilir olan peygamberlerin, kâhin, sihirbaz ve şâirler gibi cinlere karışıp mecnunlaştığını ileri sürmüşlerdir. “Kâfirler: ‘Bu apaçık büyücüdür’ dediler.” (10/Yûnus, 2) “Cinlenmiş bir şâir...” (37/Saffât, 36) Bu saldırılarla müşrikler, peygamberin toplumdaki insanlarla muhatap olup onları vahyî doğrultuda değiştirmesini önlemek istemişlerdi. Böylece zâlim beşerî sistemlerinin oluşturduğu sosyal düzenleri muhafaza edip statükolarını koruyabileceklerdi. Müşriklerin bu benzetmelerine Allah şiddetle karşı koyar. “Rabbinin nimeti sayesinde sen ne kâhinsin, ne de mecnun.” (52/Tûr, 29) “Biz ona şiir öğretmedik, ona yakışmaz da.” (36/Yâsin, 69)

şrikler, toplumu vahiyden uzak tutabilmek için değişik metotlar da denemişlerdir. Misal olarak, gelen vahiyle birlikte toplumun, atalarının sapıklıkla itham edildiği ve kendilerinin sadece atalarının yolundan gittiğini gündeme getirerek peygamberlere karşı toplumda tepki oluşturmuşlardır. “Biz ilk atalarımızdan böyle bir şey işitmedik.” (23/Mü’minûn, 24) Şimdi atalarımızın taptıklarına tapmaktan bizi men mi ediyorsun?” (11/Hûd, 62) “Bu, sizi babalarınızın taptığından çevirmek isteyen bir adamdan başka bir şey değildir.” (34/Sebe’, 43)

Allah, müşriklere, körü körüne itaatin doğru bir yol olmayacağını, doğru yolun kendi akıllarına hitab eden vahye itaat ile bulunabileceğini bildirir. Neticede herkes kendi yaptıklarından sorumlu olacaktır. O halde boş bir yol olan atacılık/ırkçılık, vahye karşı geçerli bir savunma olmaz.

 

Peygamberler, elçilikle görevlendirildikleri andan itibaren, aldıkları vahyi topluma iletmeye başlarlar. Karşılarında vahyi iletmeleri gereken bütün bir toplum vardır. Çünkü içinde yaşadıkları toplumda yanlış bir din inancı vardır ve bu inanca vahy gelene kadar herkes itibar etmektedir. Ne zaman ki peygamber, elçilikle müşerref olur, o zaman karşısında tüm toplumu bulur. Vahyi onlara ilettiğinde bu insanlardan bazıları iman edecek ve peygamberlerin yanında bulunacaklardı. Ancak bu olana kadar peygamber, inancında yalnız, karşısında da tüm toplum bulunmaktadır. Vahyin gelişiyle beraber peygamber topluma tevhid inancını anlatmaya ve yaymaya başlar. Toplumdaki bazı insanlar, hemen onun yanında yer alır ve onun inancını paylaşmaya başlar. Ancak bunlar çok cüz’î bir azınlıktır. İnkâr edenler ise çok büyük bir çoğunluktur. Toplum artık peygambere inananlar ve karşı çıkanlar olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Bu olguyu Allah şöyle belirtiyor: “Semud kavmine, kardeşleri Sâlih’i gönderdik. Hemen birbiriyle çekişen iki zümre oluverdiler.” (27/Neml, 45)

Artık iki kutba ayrılan bu toplumda vahyî görüşü temsil eden peygamber ve ona itibar eden bir avuç taraftarı ile onun getirdiği vahyi reddeden büyük bir çoğunluk vardır. Müşriklerin bulunduğu inkârcı grubun içerisinde onları yönetip yönlendiren egemen bir grubun bulunduğunu görmekteyiz. Bu etkin grup, inkârcılar içerisinde çok küçük bir azınlık olarak ortaya çıkmaktadır. “O şehirde dokuz kişi vardı ki bunlar, yeryüzünde bozgunculuk yapıyorlar, iyilik tarafına yanaşmıyorlardı.” (27/Neml, 48) Sâlih (a.s.)’in kavminin inkârcıları içerisinde bu egemen gruba dahil insanların sayısını bildiren bu sayı, ilgi çekicidir. Kavmin nüfusunu bilmiyoruz. Ancak, binleri, on binleri bulacağını tahmin edebileceğimiz bir toplumda müşriklerin başını çeken ve onları peygamberlere karşı inkâra azmettiren çok az sayıya sahip bir gruptur. Bu olgu, bütün peygamberlerin kıssalarında aynı gözükmektedir.

Sosyolojik olarak bu olgu, genel geçer bir kuraldır. Toplumlar, her zaman küçük bir azınlık tarafından yönetilmiş ve yönlendirilmişlerdir. Toplum yöneticileri, malî bakımdan önde giden zenginler, güç olarak sivrilmiş askerler ve bunların dediklerini yapan idareci takımdan oluşur. Bu zümre öylesine birbirine kaynaşmıştır ki, hem zenginlik, hem askerî kuvvet bir kişide olabileceği gibi, bütün bu toplumu yönetme erki veren maddeler, ayrı ayrı şahıslarda da bulunabilmektedir. Dolayısıyla siyasî, askerî ve maddî gücü elinde bulunduran bu zümre, toplumun peygambere karşı tutumlarını belirleme çabası içindedir. Kur’ân-ı Kerim’de bu grup, “mele”, “mütref”, “müstekbir” olarak isimlendirilmektedir. “Kavminden müstekbirlik yapan (büyüklük taslayan) mele’ (ileri gelenler), içlerinden zayıf görülen iman edenlere; ‘Siz, dediler, Sâlih’in gerçekten Rabbi tarafından gönderildiğini biliyor musunuz?’ Onlar da ‘doğrusu biz, onunla gönderilene iman edenleriz!’ dediler.” (7/A’râf, 75 ve konuyla ilgili âyetlere örnekler için bkz. 11/Hûd, 27; 34/Sebe’, 34; 17/İsrâ, 16; 14/İbrahim, 21). Âyetlerde görülebileceği gibi müşrikleri yöneten ve onları peygamberlere karşı inkâra azmettirenler, azınlık küçük bir gruptur. Peygamberlere yapılan tüm iftira ve saldırı kampanyalarını bu azınlık grup tezgâhlar ve böylece halkın vahye yönelmesini önlemeye çalışırlardı. Çoğunluk olan halk ise, bunların ürettiği sloganlar çerçevesini aşamayan, rızıklarını kazanmak derdine düşmüş, fikrî gayret göstermeyen bir kitledir. (5)

Peygamber Katletmek: Tarih boyunca ve günümüzde, peygamberlere inandığını iddia etmekle beraber, peygamberlerin yolunu bırakıp başka yollara uyan, sünneti terk edip bid'atlara yapışan insanlar, peygamberlerini mânen öldürmüş, hayatlarından onu silmiş durumda zâlim insanlardır. Yahudiler'in peygamberleri maddeten de öldürdüklerini Kur'an haber vermektedir (2/Bakara, 61, 87, 91, 33). Yahûdiler, bu büyük zulmü işlediklerinden dolayı lânet ve zillete müstahak olmuşlardır (3/Âl-i İmrân, 21, 112, 155, 181, 183; 5/Mâide, 70).

"Zekeriyya peygamberi taşlayarak öldürdüler. Kâfirlere ve isyankârlara çok keskin eleştiriler yapan peygamber Amos'u öldürdüler. İşaya peygamberin başını testere ile keserek onu şehid ettiler. Yahudilerin peygamberlere karşı tutumları sadece öldürme düzeyinde kalmıyor, kendi peygamberlerinin peygamberliklerini de inkâr ediyorlardı. Zaten öldürdükleri bazı peygamberleri, elçiliklerini inkâr ettikleri için öldürüyorlardı. Geçmişte yaşayıp da sadece kendi ırklarından olmadığı için inkâr ettikleri peygamberler de vardı. Sâlih, Hûd, Şuayb, İsmail peygamberler, bunlardan bazıları idi. Bir yandan Allah'ın elçilerinin peygamberliğini reddederken, bir yandan da aralarından yalancı peygamberler çıkarıyorlardı. Bel'am kılıklı bazı yahudi bilginleri, peygamberlik ve ermişlik rolüne yatarak halkı aldatmaya kalkıyorlardı." (6)

 

 

 

 

İntihar

İntihar” kelimesi, “nahr” kökünden türemiştir. Nahr, gırtlak, boğaz anlamına gelir. Deve, göğsüne yakın yerden boğazına bıçak vurulup kesildiğinden deve kesmeye “nahr” denir (108/Kevser, 2). Tenâhur, boğaz boğaza, göğüs göğüse çarpışmak demektir. Aynı kökten intihar da, kendi boğazını kesmek, kendini öldürmek anlamındadır.

“Nefislerinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah, size karşı çok merhametlidir. Kim düşmanlık ve haksızlıkla bunu yaparsa, (bilsin ki) onu ateşe koyacağız; bu ise Allah’a çok kolaydır.” (4/Nisâ, 29) Âyette geçen “nefislerinizi öldürmeyin” ifadesi, “sizin kardeşleriniz olan mü’minleri, birbirinizi öldürmeyin” anlamına geldiği gibi, daha çok da, “kendinizi öldürmeyin, kendi canınıza kıyıp da intihar etmeyin” demektir.

Bir insanın canına kast etmek, hayat hakkını ortadan kaldırmak, insanın kendi hayatı için de benzer bir suçtur, haramdır. Hayatı veren de alan da Muhyî/hayat veren ve Mümît/öldüren isimlerine sahip Yaratan Allah’tır. İnsan, hayatını devam ettirmek için ne gerekiyorsa yapmaya izinlidir, hatta görevlidir. Fakat hayatı tehlikeye atmaya veya ortadan kaldırmaya, hayatın gerçek sahibi Allah izin vermez (2/Bakara, 195; 4/Nisâ, 29). İntihar, başkasının canına kıymak kadar büyük bir günahtır; bize canı veren Allah olduğundan, gerçek sahibinin hakkını ihlâl etmek ve emanete ihanettir.

Dünyada birçok insan, çeşitli nedenlerle; ticarette iflâs ettiğinden, aile geçimsizliğinden, yaptığı hatalardan bunalıma düşüp kurtuluş çaresini intiharda bulacağını sanır ve canına kıyar. Oysa, intihar çare değildir. Ruh ölmez. Ruh, bedenden ayrıldıktan sonra, insanın dünyada yaptığı hareketlere uygun bir yaşantı içine girer. Ölüm, ruhun yeni ve sürekli bir hayata başlamasıdır. İntihar edenin uhrevî cezası, intihar şekline uygun olarak verilir. “Kim kendisini dağdan atıp öldürürse, o cehennem ateşinde sürekli olarak yuvarlanır durur. Kim zehir içip kendisini öldürürse cehennem ateşi içinde elindeki zehri sürekli olarak içer durur. Kim kendisini bıçak gibi bir demir parçasıyla öldürürse cehennem ateşi içinde sürekli olarak onu karnına saplar.” (Buhârî, Tıb 7; Müslim, İman 175; Tirmizî, Tıb 7; Nesâî, Cenâiz 68) “Kendini (ip ve benzeri şeyle) boğan kimse, cehennemde kendisini boğar, dünyada kendisini vuran da cehennemde kendisini vurur durur (azabı böyle olur).” (Buhârî, Cenâiz 84)

Yine, Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Sizden önceki insanlar arasında, vücudunda yarası bulunan bir adam vardı. Yaranın ağrısına dayanamadı, sızlandı, bir bıçak alıp elini kesti. Akan kan durmadı ve adam öldü. Yüce Allah; ‘Kulum canını Benden önce aldı, ona cenneti haram kıldım’ buyurdu.” (Buhârî, Enbiyâ 50, hadis no: 720; Müslim, İman 47, hadis no: 180) Bu hadis-i şeriflerde dikkat çeken husus, intihar edenlerin, intihar ânındaki acılarını, öteki âlemde, kendilerine sanki sonsuz zaman kadar gelecek uzun bir süre boyunca aynen yaşayacaklarıdır.

Hz. Peygamber’in Zâtu’s-Selâsil seferine komutan olarak gönderdiği Amr bin el-Âs (r.a.), ihtilâm olmuş, hava çok soğuk olduğu için, su bulunduğu halde, ölüm korkusundan dolayı teyemmümle namaz kıldırmıştır. Durumunu Hz. Peygamber’e anlatırken, Nisâ sûresi, 29. âyete göre amel ettiğini söylemiş ve Rasûlullah (s.a.s.) Amr’ın bu yaptığını tasvip etmiştir. (Ebû Dâvud, Tahâret 124; Ahmed bin Hanbel, 4/203)

Hayber gazvesi sırasında, İslâm askerleri arasında savaşan ve büyük fedâkârlıklar gösteren Kuzman adındaki birisinin, sonunda cehenneme gideceği Hz. Peygamber tarafından haber verilmişti. Bunun üzerine ashâb-ı kiramdan Huzâî Eksüm, Kuzman’ı izlemiş ve onun, aldığı yaralara sabredemeyip kılıcı üzerine yaslanarak intihar ettiğini görmüştür. (Buhârî, Kader 5, Rikak 33, Megâzî 38, Cihad 77 –182-; Müslim, İman 178, 179). Kuzman’ın ölüm şekli Allah Rasûlüne iletilince şöyle buyurmuştur: İnsanlar arasında öyle kimseler vardır ki, dış görünüşe göre, cennet ehline yaraşır hayırlı işler yaparlar; halbuki kendileri cehennemliktir. Öyle kimseler de vardır ki, cehennemliklere ait kötü işler yaparlar, halbuki kendileri cennetliktir.” (Buhârî, Kader 5, Rikak 33; Müslim, İman 179).

 

İslâm âlimlerinin çoğunluğuna göre, intihar eden dinden çıkmış olmaz, üzerine cenaze namazı da kılınır. Haber Gazvesinde intihar eden Kuzman’ın cehennemlik olduğu bildirilmişse de, cehennemde ebedî olarak kalacağını belirten açık bir ifade yoktur. Bu yüzden intihar suçunu işleyenin cezasını çektikten sonra cehennemden kurtulacağı umulur. Ancak bunun için, intihar edenin son anda mü’min sıfatını taşıması ve intiharın helâl olduğuna inanmamış olması da şarttır (S. Buhârî, Tecrîd-i Sarih Terc. 10/270).

Hz. Peygamber’in, bıçakla kendisini öldüren kimsenin cenaze namazını kıldırmadığı nakledilir. Câbir İbn Semûre (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.)’a, intihar eden bir kimse haber verilmişti: “Ben üzerine namaz kılmıyorum!” buyurdular. (Ebû Dâvud, Cenâiz 51) Ancak, bu olay, intihar edeni cezalandırmak ve başkalarını böyle bir fiilden men etmek amacına yöneliktir. Nitekim ashâb-ı kiram, bu kimsenin cenaze namazını kılmıştır (el-Askalânî, Bülûğu’l-Merâm Terc. 2/276-277). İmam Ebû Yûsuf’a göre intihar, hata ile veya şiddetli bir ağrıdan dolayı olmadıkça intihar edenin cenaze namazı kılınmaz.

Beden, Cenâb-ı Hakk’ın insanoğluna verdiği en büyük emanetlerden biridir. Bu emaneti, kişinin kendi müdahalesi olmaksızın ruh bedenden ayrılıncaya kadar korumak gerekir. Bunun için de, kişinin ruhî ve fizikî sıkıntılara sonuna kadar sabır göstermesi İslâm’ın emir ve tavsiyesidir. Aksi halde intihar etmekle dünyevî sıkıntı ve problemlerini çözeceğini düşünen kişi, hemen intikal edeceği kabir ve daha sonra âhiret hayatında çok daha büyük sıkıntı ve felâketlerle karşılaşır. Hayat, en kötü şartlar altında bile güzeldir. Çünkü ruh bedende kaldıkça Allah’tan ümit kesilmez. Her geceden sonra gündüz, her zorluktan sonra bir kolaylık vardır. Kulun Allah’a yönelmesi ve O’ndan yardım istemesi, sıkıntı ve problemlerin çözümünün başlangıç noktasını teşkil eder. Yüce Yaratıcı, umulmayan, beklenmeyen yer ve yönlerden kolaylıklar ihsan eder. Çünkü O’nun her şeye gücü yeter. O’na dayanan da güç kazanır. (7

 

 

 

 

S. Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, c. 1, s. 75 vd.

Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, 319; Ö. Nasuhi Bilmen, Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu, 3/10

Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, 354 vd.

S. Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, c. 1, s. 71

Cengiz Duman, Müşriklerin Vahye ve Rasullere Karşı Aldığı Tavırlar, Haksöz 46-47 (Ocak 95)

Mustafa İslâmoğlu, Yahudileşme Temayülü, s. s. 96 vd.

Hamdi Döndüren, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 166-167

 

 

 

Kan Dökmek/Adam Öldürmek Konusunda Âyet-i Kerimeler

Adam Öldürmek

Kasten Öldürmek: 2/Bakara, 178; 4/Nisâ, 92-93; 5/Mâide, 32; 6/En’âm, 151; 17/İsrâ, 33.

Hata İle Öldürmek: 4/Nisâ, 92.

Kan Dörmek: 2/Bakara, 84.

Öldürmenin Cezası: 5/Mâide, 33; 25/Furkan 68-69.

Mü’minler, Haksız Yere Öldürmezler: 25/Furkan, 68.

Fakirlik Korkusuyla, Çocukları Öldürmekten Sakınmak: 6/En’âm, 151; 17/İsrâ, 31.

İntihar (Kendi Kendini Öldürmek): 4/Nisâ, 29-31.

Kısas

Kısasın Farziyeti: 2/Bakara, 178.

Tevrat’ta Kısas: 5/Mâide, 45.

Kısasın Düşmesi: 2/Bakara, 178.

Misilleme: 42/Şûrâ, 40-43.

Cezada Misilleme: 16/Nahl, 126; 22/Hacc, 22, 60; 42/Şûrâ, 40-43; 60/Mümtehine, 11.

Öldürmede Misilleme: 2/Bakara, 190; 9/Tevbe, 36; 59/Haşr, 11.

Kısasta Misilleme: 2/Bakara, 178-179, 194; 5/Mâide, 45.

İntikam: 2/Bakara, 194; 16/Nahl, 126; 22/Hacc, 60.

Diyet

Kasten Öldürmede Diyet: 17/İsrâ, 33.

Hata İle Öldürmede Diyet: 4/Nisâ, 92.

 

 

Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar

Mefatihu’l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 3, s.191-200

Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 332-334

Hadislerle Kur'an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 406-409

El-Câmaiu li-Ahkâmi’l Kur’an, İmam Kurtubî, Burûc Y. c. 2, s. 202-205

Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s . 180-183

Ahkâm Tefsiri, Muhammed Ali Sâbûnî, c. 1, s. 422-438

Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c.1, s. 34-35; 318-319; c. 3, s. 166-167; 360-362

İslâm Ansiklopedisi, T.D.Vakfı Y. c. 8, s. 14-15

Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 1, s. 63-81; c. 10, s. 127-132

İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 354-356

Istılahât-ı Fıkhiyye Kamusu, Ömer Nasuhi Bilmen, Bilmen Y. c. 3, s. 27-186

Akaid ve Şeriat, Mahmud Şeltut, Yöneliş Y. c. II, s. 193-321

Kur’an’da İnsan Psikolojisi, Hayati Aydın, Timaş Y. s. 241-244

Yahudileşme Temayülü, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 96-98

Neden Öldürüyorlar? Vural Okur, Şahsî Y.

Kanı Kanla Yıkamak, İnsan Hakları ve Türkiye, Muzaffer İlhan Erdost, Sol-Onur Y.

İntihar, A. Alvaraz, Öteki Y.

İntihar İstatistikleri, Devlet İstatistik Enstitüsü Y.

şriklerin Vahye ve Rasullere Karşı Aldığı Tavırlar, Cengiz Duman, Haksöz 46-47 (Ocak 95)

Sevgi ve Şiddetin Kaynağı, Erich Fromm, Öteki Y.

İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri, Erich Fromm, Payel Y.