Âl-i
İmrân, 144; Kavram, 157
HZ. MUHAMMED (S.A.S.)
Hz. Muhammed (s.a.s.); Hayat
ı ve ŞahsiyetiHz. Muhammed (s.a.s.)'in Hayat
ı ile İlgili Kronolojik CetvelKur’ân-
ı Kerim’de Hz. Muhammed (s.a.s.)Peygamberimiz’in
Şemâil-i ŞerifiAhlâkî Örnek Olarak Hz. Peygamber (s.a.s.)
Aile Reisi Ve Baba Olarak Hz. Peygamber (s.a.s.)
Bir Mücâhid, Bir Komutan Olarak Hz. Peygamber (s.a.s.)
Ticaret Ve Maî
şet Dünyasında Hz. Peygamber (s.a.s.)Cemiyet Adam
ı Olarak Hz. Peygamber (s.a.s.)Bir Kul Olarak Hz. Peygamber (s.a.s.)
E
ğitimci Olarak Hz. Peygamber (s.a.s.)Rahmet Peygamberi’nin
Şakaları, Tebessüm Dolu Çehresi ve BizVedâ Hutbesi
Evlerimize Üç Günlü
ğüne Misafir Olsa
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
وَمَا مُحَمَّدٌ اِلاَّ رَسُولٌ قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِهِ الرُّسُلُ اَفاَئِنْ مَاتَ اَوْ قُتِلَ انْقَلَبْتُمْ عَلَى اَعْقَابِكُمْ
وَمَنْ يَنْقَلِبْ عَلَى عَقِبَيْهِ فَلَنْ يَضُرَّ اللهَ شَيْئًا وَسَيَجْزِى اللهُ الشَّاكِرِينَ
"Muhammed, ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür ya da öldürülürse, gerisin geriye (eski dininize) mi döneceksiniz? Kim (böyle) geri dönerse, Allah'a hiçbir şekilde zarar vermiş olmayacaktır. Allah, şükredenleri mükâfatlandıracaktır." (3/Âl-i İmrân, 144)
Hz. Muhammed (s.a.s.); Hayat
ı ve Şahsiyetiİslâm'dan Önce İnsanlığın Hâli:
Peygamberimiz (s.a.s.) İslâm Dinini insanlara bildirmek vazifesiyle gelmezden önce, insanlık âlemi iki büyük devletin tesiri altında yaşıyordu. Bunlar Peygamberimizin memleketi olan Arabistan Yarımadasına komşu bulunan Bizans ve İran Devletleri idi. Yine insanların inandıkları, yolunda gittikleri dinler arasında Hıristiyanlık, Musevîlik mecusîlik ve putperestlik hüküm sürüyordu. Fakat Bizanslıların, Romalıların inandıkları din olan Hıristiyanlık, İncil'in eski devirlerden beri değiştirilip tahrif edilmesiyle İsa'nın (a.s.) getirdiği şeriatla büyük ölçüde ilgisini kesmişti. Üstelik Roma medeniyetinin putperestliği, kötü ahlâkı, her türlü perişanlığı da dinî inançlara karıştırılmış, iş çığırından çıkmıştı. Papazların şahsî düşüncelerine göre, din hükümleri çıkarttıkları, para ile Cennet sattıkları, günahkârları affetme gibi hayâllere daldıkları Hıristiyanlığın bir de üçlü ilâh sapıklığına bulaşmasıyla da hak dinle uzaktan yakından hiç ilgisi kalmamıştı.Yahûdilerin sahip çıktığı Musevîlik ise, yine bu milletin kendi sapıklıklarını din içine sokmalarıyla, Mûsâ'nın (a.s.) getirdiği şeriattan uzaklaşmıştı. Yahûdiler, kendi peygamberlerinden sonra yeni bir şeriatla gelen İsa'nın (a.s.) İslâm'a düşmanlık yapmakla da hak yoldan tamamıyla mahrum olmuşlardı.
İranlılar da, Mecûsîlik adı verilen ateşperestlik yani ateşe tapma gibi sapık bir dinin içindeydiler. Araplar ise putlara tapıyorlardı. Bu arada komşuları olan Hıristiyan ve yahudi milletlerin tesirinde kalarak bu dinlere girenleri de vardı. Ancak bunlar, putperest Araplara göre oldukça az, bir kısım kabilelerdi. Zaten putperest düşünce ve davranışlar, Hıristiyanlık ve yahûdilik gibi diğer dinler içerisine de girmişti.
Araplar içerisinde İbrahim'in (a.s.) şeriatı üzerine devam eden, Allah Teâlâ'nın birliğine iman eden "Hanifler" de vardı. Ancak, bunlar adetleri belli olacak kadar az bir sayıdaydılar. Araplar ahdine vefâ göstermek, müsafire ikramda bulunmak, sünnet olmak, tırnak kesmek gibi Hz. İbrâhim ve Hz. İsmâil'den kalma bazı sünnetleri de yapıyorlardı. Ne var ki, hak din üzere olmadıkları için câhillik onları esir etmişti.
Cehâletin getirdiği kötülükler içerisinde, kabileler arasında kan davaları sürüp gidiyordu. Sadece haram ay sayılan Receb, Zilkade, Zilhicce ve Muharrem denilen dört ayda harbi bırakıyorlardı. Kabileler halinde idare olunduklarından, Kâbe'de her kabileye ait olmak üzere 360 adet put doldurulmuştu. Kurulan panayırlarda, yaşayış şartlarından çok ileride edebiyat yarışmaları yapılıyor, şairler ve hatipler insanları hayli tesir altında tutuyordu.
İnsan hakları ayak altına alınmış, güçlüler zayıfları eziyor, köleler ve esirler içler acısı bir halde yaşıyor, kadınlara önem verilmiyor, kız çocukları geçim sıkıntısı veya damat ayıbı korkusuyla diri diri toprağa gömülüyordu. Ahlâksızlık her tarafı kaplamıştı.
İşte gerek Arabistan Yarımadası'nın içine düştüğü cahillik, gerekse Bizans ve İran Devletlerinin hüküm sürdüğü yerlerdeki sapıklık ve ahlâksızlık, birbirinden aşağı kalır şekilde değildi. Bütün insanlık âleminin karanlık bulutlar altında ve karışıklık içerisinde yaşadığı bir devirde, onları bu alçak ve bayağı hayattan kurtarıp ebedî kurtuluş ve saadete ulaştıracak bir Peygamber bekleniyordu. Hıristiyan ve yahûdilerin mukaddes kitapları böyle bir peygamberin geleceğini, zamanının yaklaştığını bütün alâmetleri ile müjdeliyordu. Bu peygamberin Hz. İbrâhim soyundan, Mekke taraflarından çıkacağına dair bilgiler veriliyordu.
Mekke Şehri ve Yüce Kâbe: İslâm Tarihinde mukaddes Mekke şehri ve içerisinde bulunan Mescid-i Haram ve onun içinde yüce Kâbe büyük ve önemli bir yer tutar. Çünkü bu şehirde birçok peygamberin vazife yapması, Kâbe'nin, müslümanların kıblesi olması, İslâm’da hac ve tavaf ibadetlerinin bu şehre tahsis edilmesi, daimi olarak Mekke’ye, dinî bir merkez vasfı kazandırmıştır. Her taraftan gelen hacıların, ziyaretçilerin kestikleri kurbanlar, yaptıkları alış-verişlerle mühim bir ticaret merkezi olan Mekke, Kâbe ile de manevî merkez sıfatını hiç kaybetmemiştir.
Kâ'be'yi, Allah Teâlâ'nın emriyle İbrâhim (a.s.) ile oğlu Hz. İsmâil inşâ etmişlerdi. Daha sonraları insanların ortak çalışmalarıyla zaman zaman yeniden yapılmış, tamir ve değişiklikler görmüştür.
Kâbe'de Mübarek Vazifeler: Kâ'be'deki mukaddes vazifeleri eskiden beri yapan ve ellerinde tutan Araplar, bunları büyük bir şeref olarak kabul ederlerdi. Bu vazifeler arasında en mühimleri; Kâbe'nin anahtarlarını elinde tutmak olan Hicâbet, Zemzem suyunu ve hacıların su işlerini idare etmek olan Sikâye; ziyaretçileri barındırma ve misâfirlik işlerini ayarlamak olan Rifâde'dir. Bu şerefli vazifeleri Peygamberimiz (s.a.s.)'in soyuna mensup kimseler yapıyordu. Hatta Efendimizin dedesi Abdülmuttalib'in, kaybolan Zemzem kuyusunu ve suyunu bulması, büyük bir hizmet olmuş, itibarını da çok artırmıştı.
Fil Vak'ası (M. 571): Mekke'nin mânevî ve ticarî bir merkez halinde olması, Kâbe sebebiyle her taraftan insanların oraya akın ederek saygı göstermeleri, zaman zaman bazı hükümdarların dikkatlerini çekiyor, bunu önlemek için düşmanca fikirlere itiyordu. Habeşistan Devletinin Yemen Valisi olan Ebrehe de, insanları Kâbe ziyaretinden vazgeçirmek, Mekke'nin ağırlığını ortadan kaldırmak için San'a şehrinde Aklis veya Kulleys adında büyük bir kilise yaptırdı. insanların Kâbe'yi bırakıp buraya gelmelerini sağlamak istedi. Ancak başaramadı. Üstelik Arapların bu kiliseye hakaret ettiklerini görünce, Mekke'ye yürüyüp Kâbe'yi yıkmak çılgınlığına düştü.
Ebrehe'nin Kâbeye Saldırması: Ebrehe, hazırladığı büyük bir ordu ile Mekke üzerine yürüdü. O zamanın âdetince uğur sayılan ve bugünün tanklarının yerini tutan büyük Mahmudî Filini de ordusunun önüne kattı. Bu sebeple hâdise, tarihte Fil Vak'ası adıyla anılmıştır. Kabileler halinde dağınık yaşayan Araplar, yer yer Ebrehe'nin ordusuna karşı koymaya çalıştılarsa da, onu önleyemediler. Ebrehe'nin keşif için ileriye gönderdiği askerleri de, Mekke'lilerin nesini buldularsa, yağmalayıp getirdiler.
Mekke'lilerden bir sulh hey'eti, Ebrehe'ye gittiler ve mallarının geri verilmesini istediler. Heyetin başında, o zaman Mekke şehrini idare eden Kureyş kabilesi reisi, Peygamberimizin dedesi Abdülmuttalib bulunuyordu. Yağmalanan mallar arasında, onun da 100 devesi vardı. Ebrehe, onların bu isteğine şaşırdı: "Ben, Kâbe'yi yıkmak için geliyor ve bundan vazgeçmem için rica etmenizi bekliyorken, siz develerinizin derdine düşüyorsunuz?!" dedi. Böylece onları aşağılamak istedi. Fakat Abdülmuttalib: "Ben, develerin sahibiyim ve onları istiyorum. Kâbe'nin ise asıl sahibi var. O'nu O Yüce sahibi korur!" diye cevap verdi.
Ebrehe, yağmalanan malları geri verdikten sonra, ordusunu ve şöhretli filini Mekke üzerine yürüttü. Abdülmuttalib ise, Kâbe'nin kapısına yapışıp göz yaşları ile duâ ettikten sonra halkı dağlara çekerek olacakları ibretle beklemeye başladı. Ebrehe, koca filinin Mekke üzerine gitmemekte direndiğini, ayaklarının kumlara saplanıp kaldığını, başka tarafa çevrildiği zaman koşarak yol aldığını görünce, küplere bindi. Bu sırada, Ebrehe ve askerleri Kur'ân-ı Kerîm'in Fîl Sûresi'nde bildirildiği üzere, hiç beklemedikleri bir şeyle karşılaştılar. Bir anda gökyüzünü kaplayan Ebabil kuşları, ağızlarında ve ayaklarında taşıdıkları küçük kızgın taşları düşman askerlerinin üzerine atıyorlar, bir nevi Ebrehe ordusunu havadan bombardıman ediyorlardı. Böylece koca ordu neye uğradığını şaşırdı, yara bere içinde perişan oldu. Çok az kişi kaçabildi. Onlar da aldıkları yaranın tesiriyle kısa zaman sonra öldü. Ebrehe de canını zor kurtarıp Yemen'e döndü ise de, çok geçmeden o da orada öldü. Kâbe'nin sahibi Kâbe'yi işte böyle korumuştu.
Peygamberimiz (s.a.s.) Dünyaya Geliyor: (17 Nisan 571-12 Rabîulevvel) Fil Vak'ası, milâdî 571 senesinde meydana gelmiş, o sene de "Fil Yılı" adıyla Araplar arasında bir çeşit tarih başlangıcı sayılmıştı. İşte bu hâdiseden 52 gün sonra, Nisan ayının 17'nci, Rabîulevvel ayınım 12'nci Pazartesi gecesi sabah olurken Mekke'de Hâşim Oğulları mahallesinde, âlemlere rahmet olan iki cihan güneşi, son peygamber Muhammed Mustafa (s.a.s.), tek bir inci gibi dünyaya geldi. O sabah âlem başka bir âlem oldu, bütün cihan nur ile doldu, kâinat murâdına erdi.
Peygamberimiz (s.a.s.)'in doğduğu gece birçok mûcizenin meydana geldiği rivâyet edilir. Mübârek sırtının iki küreği arasında, kalbinin hizasında Peygamberlik mührü vardı. Melekler vâlidesini tebrike geldi. Kâbe'deki ve civardaki putlar yüzüstü yere serilmiş halde bulundu. Hükümdarların sarayları sarsıldı, direkleri yıkıldı. Mecûsilerin bin seneden beri devamlı yanan ateşleri söndü, İran'da Sâve Gölü kurudu, bin yıldır kurumuş olan Semâve vâdisi sularla dolup taştı. İnsanlar, büyük bir hâdisenin başladığını anladı. Çünkü bu mûcizeler, hükümdarların saltanatının yıkılışını, dünyadaki küfür ateşlerinin sönüşünü, bâtıl dinlerin, sapık inançların kuvvetinin kuruyuşunu haber veriyordu.
Peygamberimizin Yüce Soyu: Peygamberimizin yüce soyu, İbrahim (a.s.)'in oğlu Hz. İsmâil'e dayanır. Babası Kureyş'in Hâşim Oğulları sülâlesinden Abdulmuttalib'in oğlu Abdullah'tır. Annesi ise, Zühre Oğulları'ndan Vehb'in kızı Âmine'dir. İkisi de Mekke'li olmakla birkaç göbek yukarıda soyları birleşir. Abdullah, Peygamberimiz daha ana rahminde iken, doğumundan iki ay evvel Suriye seyahatinden dönerken Medine'de 25 yaşında vefat etmişti. Bu sebeple Efendimiz doğuştan öksüz olarak doğdu.
Doğduğunda Muhammed ve Ahmed isimleri, daha sonra Mahmud ve Mustafa isimleri verilen Fahr-i Kâinat Efendimize, babasından miras olarak beş deve, bir sürü koyun, Ümmü Eymen adında Habeşli bir câriye ve doğduğu kutlu bir ev kalmıştı.
Sütanneye Verilmesi: (M. 571) Mekke'nin havası yeni doğan çocuklara ağır geldiği ve onların daha güzel dil öğrenmeleri için, civar yaylalardan gelen süt analarına verme âdeti vardı. Bu âdet üzere Mekke'ye yine bir çok kadın gelmiş hepsi birer çocuk almışlardı. Bunların içinde merkebinin çok kötürüm olması sebebi ile Halime bir çocuk alamamıştı. Kendisine Peygamberimiz teklif edilince de, yetim olması sebebiyle pek kârlı bir iş olmaz diye düşünmüş, fakat sonradan aldığına çok sevinmişti. Çünkü O'nun gelmesiyle evinde malında bereket artmış, her şeylerine bolluk gelmişti. Hz. Halime ve kocası ondaki üstün vasıfları sezerek bir şey olmaması için üzerinde titremişlerdi.
Sütanne, Annesine Teslim Ediyor: (M.575) Peygamberimiz (s.a.s.) beş yaşma basıncaya kadar, bu aile içerisinde kalmış, süt kardeşi Şeyma ile beraber büyümüştür. Daha sonra Hz. Halime getirip validesine teslim etmiştir. Peygamberimiz, süt annesine karşı hayatı boyunca hürmet ve ikramda bulunmuştur. Süt kız kardeşi Şeyma'ya karşı da nasıl vefâkâr davrandığı Huneyn savaşı sonunda görülmüştür.
Annesini Kaybediyor: ( M.577) Peygamberimiz, süt anasından geldikten sonra iki sene annesi ile beraber kaldı. Âmine, oğlu ve kölesi ile beraber Medine'ye gidip Abdullah'ın kabrini ziyâret etmek istedi. Bu maksatla yola çıktılar, Medine'ye ulaştılar. Ziyaretlerini yaptıktan sonra, geri dönerken Medine yakınlarındaki Ebvâ köyünde hastalanan Âmine 21 yaşında vefat etti.
Dedesinin Himayesinde: (M.577) Babasından sonra, altı yaşında anasından da yetim kalan Peygamberimiz'i (s.a.s.) kölesi Ümmü Eymen Mekke'ye getirip dedesi Abdülmuttalib'e teslim etti. Vâlidesinin vefatından sonra Peygamberimiz (s.a.s.), dedesi Abdulmuttalib'in yanında kaldı. Hizmeti ile câriye Ümmü Eymen uğraştı.
Ebû Tâlib'in Yanında: (M.579) Peygamber Efendimiz, İki sene geçip sekiz yaşına geldiği zaman, Kureyş'in reisi olan dedesi Abdülmuttalib de vefat etti. O vefat ederken oğulları içinde Ebû Tâlib'e, yeğenine bakmak vazifesini verdi.
Amcası Ebû Tâlib, ona baba yakınlığı gösterir ve diğer öz oğullarından daha iyi bakar, her şeyden esirgerdi. Çünkü Peygamberimizin; evinin, malının bereketi olduğunu görüyor, kendisindeki ileriye ait halleri seziyordu. Peygamberimiz (s.a.s.) bir müddet amcasının koyunlarını güderek, amcasına yardımcı olmuştur.
1. Şam Seyahati: (M.583) Peygamberimiz (s.a.s.) 13 yaşına girdikleri zaman, ilk defa Mekke dışına seyahat etme imkanını buldular. O devirlerde Kureyş kervanları ticaret için yazın Şam tarafına, kışın da Yemen tarafına giderlerdi. Peygamberimizin amcaları da Kureyş kabilesinin önde gelen kişileri olarak zaman zaman bu kafilelere katılırlardı. Efendimiz (s.a.s.) de amcaları ile beraber başka ülkeleri görmeyi arzu ediyor ve bunu amcası Ebû Talib'e söylüyordu.
Ebû Tâlib, yetim yeğenini yanından ayırmak istemiyor, O'nun başına bir şey gelir korkusuyla ne bırakmakta, ne de götürmekte karar kılabiliyordu. Peygamberimiz (s.a.s.)ın kendisiyle gelmek istemesi karşısında, Efendimiz 13 yaşında iken Suriye'ye giden Şam ticaret kervanına katıldılar. Kafilenin yolu Şam yakınındaki Busra kasabasına uğradı. Buradaki kilisede vazifeli, gelip geçen yolcularla ilgilenen Bahira adındaki rahibin, kervanı takip eden bir bulut ve kervanda gördüğü genç bir çocuk dikkatini çekti. Mukaddes kitaplarda okuyup, vasıflarını gördüğü ve gelmesinin yaklaştığını sezdiği son peygambere ait bildiklerini, bu genç delikanlıda gördü.
Râhip Bahira, Fahr-i Kâinat Efendimize, Arapların en büyük putları Lat ve Uzza'nın adına yemin vererek bazı şeyler sordu. O'nun bunlara yemin etmekten hoşlanmadığını gördü. Nihayet Efendimizden rica ederek sırtını açtırdı ve O'nda gördüğü peygamberlik mührünü edeple öptü. Sonra Ebû Tâlib'e yanındaki çocuğun geleceği hakkında bildiklerinden anlatarak, Şam'a gitmemelerini istedi. Çünkü orada yahûdilerin, O'ndaki vasıfları görerek, hasetlerinden bir kötülük yapmalarından korkuyordu. Ebû Tâlib de mallarını Busra'da satıp alacaklarını temin ederek oradan geri döndü.
Yemen Seyahati (M. 583) Peygamberimiz 17 yaşında da, diğer amcaları Zübeyr ve Abbas'ın yanında Yemen ticaret kafilesine katılarak bu ülkeye gidip geldi. Bu yolculukta da kendisinde büyük haller görüldü. Araplar arasında şan ve şerefi iyice yükseldi.
Hılfü'l-Fudul Cemiyeti ve Antlaşması: (M. 591 ) Câhiliye devrinde Arap kabileleri arasında kan dâvaları, iç savaşlar eksik olmazdı. Yalnız dört haram ay olan Receb, Zilkade, Zilhicce ve Muharrem'de savaşmak haram kabul edilirdi. Eğer bu aylarda da, savaş yapılırsa, buna Ficar Savaşları adı verilirdi.
Kureyşliler ile Havazin kabilesi arasında çıkan ve dört yıl süren böyle bir Ficar Harbine, Peygamberimiz de 20 yaşında iken amcalarıyla beraber katılmıştır. Kureyş'in haklı olduğu bu savaşta, Efendimiz hiç kimsenin kanını dökmemiş, bir ok bile atmamıştı. Ancak, düşmanı oklarını toplayıp amcalarına vermişti.
Peygamberimiz (s.a.s.) 20 yaşında iken, Mekke'de yerli ve yabancı herkesin can ve mal emniyetinin korunması, asayişin sağlanması, adaletin işlemesi gibi hususlara sahip çıkan "Hılfu'l-Fudul (Fâdılların Yemini)" adıyla anılan cemiyette bulunmuş, amcalarıyla beraber kurucuları arasında yer almıştır.
2. Şam Seyahati: (M. 595) Efendimiz, amcalarının yanında ticaret hayatını öğrenmiş ve bu işle uğraşmaya başlamıştı. Eskiden beri kavmi arasında akıl, zekâ, kabiliyet ve doğruluğu ile biliniyordu. Bu sebeple herkese emniyet ve güven verdiği için kendisine "Emîn" lâkabı verilmişti.
Kureyş'in zengin kadınlarından, yüksek ahlâkı ve yardımseverliği ile tanınmış dul bir hanım olan Hatice, bazı kimselere sermaye ve yardımda bulunarak ortak ticaret yapardı. İlk kocasının ölümünden sonra, kendisi ile evlenmek isteyenler hayli fazla olduğu halde, hiçbirini kabul etmemişti. Peygamberimiz doğruluk ve dürüstlüğünü duymuş, kendisine sermaye vererek kölesi Meysere ile beraber Şam'a büyük bir ticaret kervanı kaldırmıştı.
Peygamberimiz bu seyahatinde Şam'a varmadı. Râhip Bahira'nın ölümünden sonra yerine geçen Râhip Nastura, O'ndaki alâmetleri sezerek bir zarar gelmemesi için, mallarını Busra'da sattırdı. Üç ay süren bu yolculuktan çok büyük bir kârla Mekke'ye dönen Peygamberimiz, Hatice'nin dikkatini çekti. Çünkü O'nun doğruluğu sayesinde, o zamana kadar görülmemiş bir kâr elde etmişti.
Hz. Hatice ile İzdivâcı: (M.596) Hatice, elde ettiği büyük kazançlardan çok, Peygamberimizin doğruluğuna ve üstün vasıflarına hayran kalmış, araya konulan vasıtalarla evlenmişlerdi. Nikâhları kıyıldığı zaman Peygamberimiz 25, Hatice validemiz ise 40 yaşında bulunuyordu. Birbirinden memnun olarak 25 sene mesut bir hayat sürdüler, çocuklarını büyüttüler, insanlara örnek oldular. Bu 25 senenin 15 yılı Peygamberlikten önce, 10 yılı da Peygamberlik devrinde geçti. Peygamberimiz, kendisine yapılan bir çok tekliflere rağmen, Hz. Hatice'nin sağlığında başka bir kadın almadı. İbrahim isimli oğlundan başka bütün çocukları Hz. Hatice'den dünyaya geldi.
Hakem Seçilmesi (M. 606) Kureyşliler bir ara, yağan yağmurlar ve çıkan yangınlardan hayli zarar görmüş olan Kâbe'yi yeniden yapmaya, tamir etmeye başlamışlardı. Peygamberimiz de bu çalışmaya katılmış, mübarek omuzlarında taşlar taşımıştı. Her iş bitip sıra Hacer-i Es'ad'ın yerine konulmasına gelince, kabileler arasında anlaşmazlık çıktı. Çünkü herkes bu mübarek taşı yerleştirme şerefini başkasına kaptırmak istemiyordu.
Dört beş gün devam eden çekişmeler sonunda, iş iyice alevlendi ve kabileler arasında savaş çıkmasına kadar vardı. Mekke'nin kana bulanacağını gören ve endişeye kapılan yaşlı bir Kureyşli bir fikir ortaya attı. Buna göre herkes bekleyecek, Harem-i Şerife ilk girecek kişi hakem seçilecekti. Bu fikir herkes tarafından beğenildi. Bir müddet sonra Fahri Kâinat Efendimizin çıkıp geldiğini gören insanlar, hep birden sevindiler, rahatladılar. Çünkü O'na, doğru ve adâletli davranışından dolayı "Emîn" lâkabını kendileri vermişlerdi.
Peygamberimiz kendisinden beklenen şekilde, herkesi yatıştıracak bir usûl buldu. Mübârek hırkasını yaygı yaparak ortasına Hacer-i Es'ad'ı yerleştirdi. Yaygının uçlarından, her kabilenin büyüklerine tutturdu. Böylece hep beraber mukaddes taşı kaldırdılar, yerine getirdiler. Yerleştirileceği sırada, Peygamberimiz mübarek ellerine aldı ve yerine koydu. Peygamberimizin 35 yaşında iken yaptığı bu hakemlik ile, büyük bir anlaşmazlık çözüldü, kan dökülmesi önlenmiş oldu. O'nun bu güzel hareketi ile, Kureyşliler kendisine daha çok hayranlık duydu, içlerindeki sevgi arttı, böylece itibarı yükseldi.
İlk Vahiy; Peygamberlik ve İslâm Dininin Gelişi (M.610) Bütün insanlık kara bir cehalet, akla hayale gelmez sapıklıklar içinde yüzüyordu. Akıl sahipleri ve tevhid inancı içinde olan çok az bir gurup insan, âlemi aydınlatacak hakikat güneşinin yakında doğacağını anlıyorlar, söylüyorlar ve dört gözle bekliyorlardı. Mekke'de bulunan tevhid inancına sahip Hanifler de, Hıra Dağı, (diğer adıyla Nur Dağı)'ndaki özel yerlerine, mağaralara çekilip Allah Teâlâ'ya ibâdet ile uğraşıyorlardı.
Peygamberimiz de Ramazan ayı gelince, yanına zeytin, su ve kuru ekmekten meydana gelen azığını alır, orada inzivaya çekilir, Allah Teâlâ'ya ibâdete dalardı. Bu ibadeti, olanlardan ibret almak, hakikati düşünmek, iç âleminde murâKâbeye varmak şeklinde oluyordu. Peygamberimiz 40 yaşına girdiği zaman kendisine peygamberlik geldi. Milâdî 610 yılının Ramazan ayında yine böyle Hıra Dağına çekildiği sırada, ayın 17'sine rastlayan Pazartesi gecesi seher vaktinde, bulunduğu mağaranın içinde bir ses ve bir nurla irkildi, dehşete kapıldı. Allah Teâlâ tarafından kendisine gönderilen Melek, Cebrâil (a.s.) ilk vahyi getiriyor, Alak Sûresi'nin ilk âyetleri olan "Allah'ın ismiyle oku!" emrini bildiriyordu. Hz. Cibrîl bu ilk gelişinde, Fahr-i Kâinat Efendimize okumayı, abdest almayı ve namaz kılmayı öğretti.
Peygamberimiz (s.a.s.), saâdetli hânesine İlâhî vahyin heybetinden korkmuş bir halde döndü. Hz. Hatice'ye kendisini örtmesini söyledi. Biraz istirahat edip kendine geldikten sonra, olanları anlattı. Hz. Hatice, her zaman olduğu gibi, Peygamberimizin Peygamberlik vazifesinde de ilk yardımcısı oluyordu. O'nu, tesellî edip büyük bir nimetle karşı karşıya olduğunu anladı ve anlattı. Amcası Varaka'ya olanları bildirdiler. Varaka eski kitapları okumuş, tevhid inancı üzerine olan Haniflerdendi. Duydukları karşısında, Peygamberimiz'i tebrik etti. Kendisinin peygamberlikle vazifelendiğini, başına gelecek güçlükleri anlattı. Ancak Peygamberimiz'in İslâm'a çağırma zamanına yetişemeden öldüğü için, O'na yardımcı olmak emeline kavuşamadı.
Allah Teâlâ, Peygamberi (s.a.s.) yavaş yavaş mukaddes vazifesine alıştırdıktan sonra, üç sene geçince Hz. Cibril gelerek İlâhî emirleri anlatma ve azabdan korkutma vazifesine başlamasını bildirdi. Bundan sonra Cebrâil (a.s.) 23 sene boyunca Kur'an âyetlerini, İlâhî emirleri getirmeye devam etti Peygamberimizin büyük vazifesi de, 13 senesi Mekke'de, 10 senesi de Medine'de olmak üzere yaklaşık 23 yıl devam etti.
Peygamberimiz, bütün âlemlere rahmet, insanların tümüne kılavuz ve kurtarıcı olarak gönderilmişti. Bu dine İslâm, ona teslim olup emirlerini kabul edenlere, inananlara Müslüman ve Mü'min denildi.
İlk Müslümanlar: Peygamberimiz, vazifeye ilk başladığı zaman, insanları gizli olarak dine çağırıyor, saklı yerlerde buluşup ibadet ediyorlardı. İslâm ile ilk önce şereflenen ve Peygamberimizle namaz kılan zevcesi Hz. Hatice, en yakın arkadaşı ve dostu Hz. Ebû Bekir, amcasının oğlu genç Hz. Ali ve âzatlı kölesi Hz. Zeyd bin Hârise'dir.
Daha sonra Hz. Ebû Bekir'in yol göstermesiyle Hz. Osman b. Affan, Hz. Abdurrahman b. Avf, Hz. Sa'd b. Ebî Vakkas, Hz. Zübeyr b. Avvam, Hz. Talha b. Ubeydillah ve Hz. Ebû Ubeyde b. Cerrah müslüman oldular. İşte bunlara "İlk Müslümanlar adı verilir. Sonradan Hz. Ömer'in katılmasıyla bu 10 erkek müslüman "Aşere-i Mübeşşere Cennetle Müjdelenen Onlar" adıyla anılmış, sahâbilerin en büyükleri olmuşlardır.
Alenî Davet Başlıyor: (M. 613 - İslâm'ın 4. Yılı) Peygamberimiz (s.a.s.); ilk üç sene insanları el altından, gizliden gizliye İslâm Dinine girmeye, putları terketmeye çağırıyordu. Hz. Ebû Bekir başta olmak üzere diğer mü'minler de O'na yardımcı olmaya çalışıyorlar, dostlarını, yakınlarını bu hak dine davet ediyorlardı. Bu üç sene içerisinde müslümanların sayısı 30'u biraz geçmişti. İbâdetlerini ise evlerinde, gizli yerlerde yapabiliyorlar, Mescid-i Haram'a girip duâ edemiyorlardı. Kur'an âyetlerini ve hükümlerini öğrenmeleri de yine gizlilikle yürüyordu. Sahâbîlerin meydana çıkma isteği karşısında, Peygamberimiz (s.a.s.) henüz az olduklarını söylüyordu.
Nihayet peygamberliğin dördüncü yılına rastlayan Mîlâdî 614 senesinde, Hıcr Sûresi'nin 94'ncü âyetiyle bildirilen "Emrolunduğunu açıkça, çatlatırcasına bildir!" İlâhî emri geldi. Peygamberimiz (s.a.s.) da vahyin bu emrine uyarak insanları açıktan açığa hak yola çağırmaya başladı. Önce en yakınlarını, akrabalarını, dostlarını ziyaret ederek İslâm'a dâvet etti. Bu yüce dinin güzelliklerini anlatarak onları kötülüklerden uzaklaştırmaya çalıştı.
Mekke kâfirleri, müslümanların yeni bir dinle ortaya çıkmasından hoşlanmamışlardı. Ancak kendilerine bir zararları olmadığı için de pek fazla ses çıkarmıyorlardı. Ancak putlara tapmalarının yanlış ve sapık bir hareket olduğu, gittikleri yolun kötü sonuçlar vereceği gibi hakikatler bildirilmeye başlanınca, düşmanlıklarını ortaya döktüler. Bu düşmanlıkları alay ve hakaretle başladı, sonraları ezâ, cefâ, işkence, ticarî ve medenî sıkıntılara düşürme, şiddet kullanma şeklinde devam etti.
Kabul Etmiyorlar Şuarâ Sûresi'nin 214 ilâ 216'ncı âyetlerinin gelmesiyle en yakınlarından başlayarak Allah'ın azabıyla korkutma emri bildirilince, Peygamberimiz (s.a.s.) akrabasını topladı. Putları terketmelerini Allah Teâlâ'ya ibâdette bulunmalarını, iyilikleri ve kötülükleri anlattı. Peygamberimizin karşısına ilk çıkan amcası Ebû Leheb oldu. Nitekim, Allah Teâlâ'nın emirlerini bildirmek için Mekke halkını Safâ tepesine topladığında; kendisinden şimdiye kadar bir yalan duyup duymadıklarını, şu tepenin arkasında bir düşman ordusu bulunduğunu haber verse inanıp inanmayacaklarını sormuş, kendisine "Emîn" lâkabını verdikleri kimseye elbette inanacaklarını, ondan hiç bir yalan duymadıklarını söyleyen insanlar, O'nun Peygamberliğini bildirip iman etmeleri teklifine bir şey diyememişlerdi. Ebû Leheb ise yine küstahlığını gösterip hakaret etmeye kalkışmış, karısıyla kendisi hakkında Tebbet Sûresi'nin nazil olmasına sebep olmuştu.
Kureyş müşrikleri haklarında azap âyetleri gelince, mü'minlere eziyet etmeye başladılar. İslâm'ın yayılmasını, müslümanların çoğalmasını önlemek için ezâ ve cefâdan geri durmadılar. Bir taraftan da, Fahri Kâinat Efendimize, amcası ve koruyucusu Ebû Tâlib'e başvurarak yeni bir din ortaya çıkarmaktan, putlarına dil uzatılmasından vazgeçilmesine çalıştılar. Fakat imkânsız bir şey istedikleri için, red cevabı aldılar. Bunun üzerine zayıf ve kimsesiz mü'minlere işkence etmeye giriştiler.
İşkenceler Başlıyor: Peygamberimiz (s.a.s.) ve diğer kabile ve akrabası kuvvetli olan bazı müslümanlara bir şey yapamıyorlarsa da, fakir, zayıf ve kimsesiz mü'minlere göz açtırmıyorlardı. Dinlerinden döndürmek ve onlara bakarak başkalarının da iman etmesini önlemek için, akıllarına gelen her türlü eziyet ve işkenceyi uyguluyorlardı. Kâfirlerin bu işkenceleri arasında, mü'minler öz oğulları bile olsa, aç susuz bırakmak, hapsetmek, bayıltıncaya kadar dövmek, yaralamak, kanlar içinde bırakmak, kızgın güneşin altında üzerine kayalar koyarak bekletmek, kızgın demirlerle dağlamak gibi insanlık dışı usuller vardı.
İslâm'ın ilk devirlerinde işkence gören bu mü'minler arasında en meşhurları Hz. Bilal Habeşî, Hz. Ammar b. Yâsir ve babası Hz. Yâsir ile annesi Hazret! Sümeyye, Hz. Habbab b. Eret, Hz. Suheyb b. Sinan Rumî, Hz. Ebû Fukeyhe gibi köleler ve zayıflar; Hz. Zinnîre, Hz. Lübeyne ve Hz. Nehdiyye gibi cariyeler vardır. Bunların hepsi de dinlerinden döndürülmek için işkenceye uğramışlardı. Fakat çoğu, kâfirlerin dediklerine uymamış, bazısı ise Peygamberimiz (s.a.s.)ın izniyle sadece dillerinden söylenileni tekrarlamışlardı. Hz. Ebû Bekir bu işkence gören erkek ve kadın köle müslümanların yedisini büyük karşılıklarla satın alarak âzad etmişti.
Hz. Sümeyye ve Hz. Yâsir en acı ve çirkin şekilde öldürülerek İslâmın ilk şehîdleri olmuşlardı. Mü'minlere eziyet ve işkence edenlerin başında Ebû Cehil, Ebû Leheb, As b. Vâil, Ümeye b. Halef, Velid b. Mugîre, Nadr b. Hâris gibi ileri gelen Mekke kâfirleri bulunuyordu.
İşkenceler Mekke müşriklerinin bütün düşmanca hareketlerine rağmen İslâm dini genişliyor, mü'minlerin sayısı gittikçe çoğalıyordu. Fakat bu hal, kâfirlerin ezâ ve cefâlarını daha da arttırmalarına yol açıyordu. Çünkü iman ile küfür arasındaki mücadele böyle devam edegeliyordu. Peygamberimiz (s.a.s.), düşmanların kendilerine yaptıkları kötülüklere karşı, onları sarsmış olan her türlü dinî ve medenî sapıklıklardan kurtarmaya, ebedî kurtuluşa, huzura kavuşturmaya çalışıyor, Kur'ân okuyarak, İslâm'ın güzelliklerini, küfrün aşağılıklarını anlatarak vazifesini ifâdan geri kalmıyordu.
Müşrikler ise, İslâm'ın gelmesiyle o zamana kadar sürdürdükleri haksızlığın, zorbalığın ve bu sayede elde ettikleri makam ve menfaatlerin elden gitmesinden, itibarlarının kaybolarak zengin ve fakir, kuvvetli ve zayıf herkesin ilahî adalet önünde eşit hale gelmesinden korkuyorlardı. Bunun için de, Ebû Tâlib'i sıkıştırarak, mü'minlerin kuvvetlilerine kadar eziyeti arttırarak, hattâ Peygamberimiz (s.a.s.)ı boğmaya kalkışacak kadar gözleri dönmüş bir şekilde hak dine ve yolcularına saldırıyorlardı.
1. Habeşistan Hicreti: (M. 615 İslâm'ın 6. Yılı) İslâm'ın altıncı yılına rastlayan Mîlâdî 615 senesinde, Peygamberimiz (s.a.s.) sahâbîlerinin bir kısmı ile Hz. Erkam'ın evine taşınmış, bu saadetti hane "Dâru'l-Erkam" adı ile İslâm'da çok mühim bir yer tutmaya başlamıştı. Müslümanlar, artan eziyet ve işkence karşısında ibadetlerini serbestçe yapabilecekleri ve yaşayacakları bir yere hicret, göç etmek için Peygamberimiz (s.a.s.)'den izin istediler. Kendilerine Habeş diyarına hicret için müsaade verildi ve hayır dualarla yolcu edildiler.
Habeş hicretine ilk katılan muhacirler 12 erkek ve 4 kadından ibaretti. Bunların içinde Hz. Osman b. Affan ve zevcesi, Peygamberimiz (s.a.s.)'in kızı Hz. Rukayye, Hz. Zübeyr b. Avvam, Hz. Abdurrahman b. Avf ve Hz. Abdullah b. Mesud gibi sahâbîler bulunuyordu. Kureyş kâfirleri, onların Mekke'den çıkışını duyarak peşlerinden gitmişlerdi. Ancak mü'minler gemiye binerek Kızıldeniz'e açılmış olduklarından yetişemediler.
İslâm'ın altıncı yılı, Mîlâdî 616 senesinde Ebû Tâlib'in oğlu Hz. Cafer Tayyar başkanlığında 83 erkek, 21 kadından meydana gelen 104 kişilik bir mü'min topluluğu daha Habeşistan'a hicret etmişlerdi. Müslümanlar Habeş hükümdarı Ashame tarafından çok iyi karşılandılar ve her hususta yardım gördüler. Mekke kâfirleri ise, onların iyi halde olduklarını öğrenmişler; orada da kuvvet bulmasınlar diye elçiler göndererek, kendi vatandaşları olan bu insanların geri verilmesini istemişlerdi. İsa (s.a.s.)'ın şeriatı üzere tevhid inancında olan Ashame ise, mü'minlerin verdiği güzel ve mantıklı cevaplardan da kuvvet alarak Kureyşlilerin isteklerini kabul etmemişti. Habeş Hükümdarının bu sıkıntılı devirde, gösterdiği yakınlıkla İslâm'a ve insanlığa büyük hizmeti geçmiştir.
Habeşistan'da çok iyi geçinen mü'minlerden bir kısmı, müslümanlarla kâfirlerin anlaştıkları haberini duyarak Mekke'ye dönmüşler, ancak asılsız olduğunu öğrenince tekrar hicret etmişlerdi. Garânik hâdisesi adıyla anılan bu yanlış haberden dolayı dönenlere, müşrikler yine işkenceden geri kalmamışlardır.
Hz. Hamza’nın Müslüman Oluşu: (M. 616-İslâm'ın 7. Yılı) Peygamberimiz (s.a.s.), her türlü güçlük karşısında insanları hak yola çağırmaya çalışırken, düşmanlar da her fırsatta O'na ve mü'minlere eziyet etmekten geri kalmıyorlardı. Hicretin altıncı yılında, bir gün Safa tepesinde oturmakta olan Peygamberimiz (s.a.s.), Ebû Cehil'in kendisine karşı hakaret dolu sözlerine sabır göstermiş, cevap vermeye tenezzül etmemişti. Bunu gören bir kadın, avdan dönen ve Kâbe'yi câhiliyet âdeti üzere tavaf etmekte olan amcası Hamza'ya haber vermiş, hâdiseyi sitemli sözlerle anlatmıştı.
Hamza, yeğeninin hakarete uğramasına dayanamayarak kalabalık bir topluluk içerisinde oturan Ebû Cehil'e çattı ve kafasına yayı ile vurup yardı. Adamları Ebû Cehil'in uğradığı bu saldırı karşısında Hamza'ya karşılık vermek istediler. Ancak Hamza'nın müslüman olmasından korkan Ebû Cehil, onun, kardeşinin oğlunun intikamını almakta haklı olduğunu söyleyerek aşağıdan aldı. Hamza ise, Fahr-i Kâinat Efendimize giderek yaptığını anlattı, Efendimizi tesellî etmek istedi. Fakat Peygamberimiz (s.a.s.), amcasına, ancak müslüman olduğu takdirde tesellî bulup memnun olacağını bildirdi. Bunun üzerine Hz. Hamza İslâm ile şereflendi.
Hz. Ömer'in Müslüman Oluşu: (M. 616; İslâm'ın 7. Yılı) Hz. Hamza'nın iman etmesiyle, küfür ileri gelenleri korktuklarına uğramışlar, kuvvetli bir destekçilerini kaybetmişlerdi. Bu korku ve telaşla acele alarak toplandılar ve bu işe bir çare bulmanın yollarını araştırdılar. Sonunda Peygamberimizi (s.a.s.) ortadan kaldırmaya karar verdiler. Ancak Peygamberimiz (s.a.s.)'in kabilesi Hâşim Oğulları hayli kuvvetli olduğu için, kimse böyle bir işi almaya cesaret edemiyordu. İçlerinde en cesuru, 33 yaşında bir yiğit olan Ömer b. Hattab, ortaya çıktı ve bu işi üzerine aldı. Kâfirler onun bu fedailiği karşısında çok sevindiler. Kendisini alkış ve övmelerle, büyük vaat ve mükâfatlarla yola çıkardılar. Ömer, kılıcını sıyırmış bir halde hırsla Peygamberimizin (s.a.s.) bulunduğu Dâru'l-Erkam'a giderken, yolda kız kardeşi Hz. Fâtıma ile eniştesi Hz. Sa'd'ın da müslüman olduklarını öğrenince, çileden çıktı. Önce onların işini bitirmek maksadıyla geri döndü. Onun geldiğini duyan ve içeride Kur'ân okumakta olan ev halkı, korkuyla âyetleri sakladılar. Fakat Ömer, okunan âyetleri duymuş, ne olduğunu sormuştu. Onlar gizlemek isteyince, eniştesini ayağının altına aldı. Kocasına yardım etmek isterken, kız kardeşi de yediği tokatla ağzı burnu kan içinde yere düştü. Ancak imanın verdiği kuvvetle; "Ey Ömer, Allah'tan kork da yaptığın zulme bak! İşte biz, müslüman olduk, başımızı kessen de imanımızdan dönmeyiz!" diye haykırdı.
Bu duygulandırıcı manzara karşısında, yaptıklarından utanan ve pişman olan Ömer, okuduklarını getirmelerini istedi. Kendisine Tâhâ ve Hadîd Sûresi âyetlerini getirip okudular. Kur'ân-ı Kerîm'in hakikatleri ve güzelliği karşısında kalbi yumuşayan ve küfür düşüncelerini dışarı fırlatan Ömer, Fahr-i Kâinat Efendimize götürülmesini istedi.
O sırada Efendimiz ashâbı ile Dâru'l-Erkam'da bulunuyordu Ömer'in geldiğini gören ve duyan mü'minler endişe ve korkuya kapıldı. Yalnız Hz. Hamza istifini bozmadı. Peygamberimiz (s.a.s.), Hz. Cibril'den müjdeyi aldığı için sakin bir şekilde bekliyordu. Nitekim içeri girer girmez kendisine müslüman olmasını teklif ettiği zaman, Hz. Ömer kelime-i şehâdet getirip İslâm'ın 40'ıncı yiğidi olma şerefini kazanıyordu. Müslümanlar ise, önce Hz. Hamza, üç gün sonra da Hz. Ömer'i kazanmakla büyük sevince boğuldular.
Kâbe'de İlk açık Namaz: Hz. Ömer'in teklifi ile, Peygamberimiz (s.a.s.) ve mü'minler toplu halde meydana çıktılar ve namaz kılmak üzere Kâbe'ye yürüdüler. Peygamberimiz (s.a.s.)ı öldürmek üzere gönderdikleri Hz. Ömer'in; Peygamberimizin yanında diğer müslümanlarla beraber geldiğini gören kâfirler, endişeye kapıldılar. Hz. Ömer'in meydan okuyan sözleri karşısında neye uğradıklarını şaşırdılar, her biri bir tarafa sıvıştılar.
Mü'minler ise Fahri Kâinat Efendimizle, Kâbe'de ilk defa açıkça kıldıkları namaz ve getirdikleri tekbirlerle etrafı inletiyorlardı. Peygamberliğin yedinci, miladın 616'ncı yılında küfrün iki ana direğini, kendi sarayına kazanan İslâm'a girenlerin sayısı, bu iki sahâbîden sonra aynı sene içerisinde 300'e çıkmış oluyordu.
Mü'minler Muhasaraya Alınıyor: (M. 616-619) Kureyş'in ileri gelenlerinden Hz. Hamza ve Hz. Ömer gibi iki yiğidin müslümanlar tarafına geçmesi, kâfirleri düşündürmeye başladı. Düşman oldukları topluluk günden güne kuvvetleniyor, inanmadıkları din gittikçe yayılıyordu. Toplanıp ne yapacaklarını konuştular. Nihayet müslümanlar ve onlara yardımcı olanlarla her türlü alâkayı kesmeye, kendilerine boykot ilân ederek muhasara ve abluka altına almayı kararlaştırdılar.
Alış-veriş etmemek, kız alıp vermemek, görüşüp buluşmamak ve yardımcı olmamak gibi maddeler koyarak bu hususta bir de ahidnâme, antlaşma yazdılar. Ahidnâmeyi götürüp Kâbe'nin duvarına astılar, yaptıkları işe mukaddeslik vermek istediler. Böylece İslâm'ın yedinci yılının başı olan Muharrem ayında, Mîlâdî 616 senesinde Peygamberimiz (s.a.s.) ile müslümanlar, onlara destekte bulunan Hâşim Oğulları, Ebû Tâlib mahallesi denilen yerde hapis kalmaya başladılar.
Kureyş kâfirleri bu hareketleriyle müslümanları ve yardımcılarını yıldırmak, aç ve susuz, ticarî ve medenî haklardan mahrum ve çaresiz bırakarak teslim olmaya, Peygamberimiz (s.a.s.)ı desteklemekten caydırmaya çalışıyorlardı. Ancak Müslümanlar ve Ebû Tâlib'in idaresindeki Hâşim Oğulları, her türlü sıkıntıya katlanarak Peygamberimizin etrafından ayrılmamaya kararlıydılar. Peygamberimizin (s.a.s.) amcalarından Ebû Leheb ise, akrabalarının ölümüne bile göz yumarak kâfirlerle beraber olmaktan çekinmemişti.
Üç senelik muhasara devrinde, mü'minler ve dostları her türlü sıkıntı ile karşılaştılar. Aç ve susuz kaldılar, çocukların açlıktan feryatları Mekke sokaklarını inletir oldu. Yiyeceksizlikten ağaç yapraklarını, deri parçalarını yemek zorunda kaldılar. Bu insanlık dışı davranışlar, küfür sapıklığına düşmüş azgınlara en ufak bir acıma duygusu, pişmanlık hissi vermiyordu. Gelen kervanların mallarını en pahalı fiyatı vererek yere dökerek mü'minlerin almalarını önlüyorlardı. Muhasara altında kalanlara gizlice yardım etmek isteyen yakınlarını en ağır cezalara çarptırıyorlardı.
Mîlâdî 616-619 yıllarında devam eden bu sıkıntılı hayat sırasında, sadece haram aylardaki yumuşaklıktan faydalanarak ihtiyaçlar sağlanıyordu. Peygamberimiz (s.a.s.) da hak yola çağırma vazifesini ancak bu aylarda yapabiliyordu. Bu üç senelik zaman içerisinde de pek çok mucizeler meydana geldi. Birçok kimseler imanla şereflendi. Ahidnâmeyi yazan Mansur b. İkrime adındaki kâfirin elleri kurudu. Ahidnâmenin Allah Teâlâ'nın ismi bulunan yerinden başka her tarafını güveler yedi. Akıl ve vicdandan nasibi olanlar insafa geldi. Yakınlarının bu haline dayanamayan bazı Mekkeliler güve yemekle hükümsüz kalan ahidnâmeyi astıkları yerden indirdiler. Gösterdikleri gayret ve çaba ile muhâsara altındaki insanların serbest bırakılmasını sağladılar. İslâm ehli ve dostları üç yıllık sıkıntı ve azaptan kurtuldukları için Mekke'de adetâ bayram yapıldı. Herkes evine, eşine, dostuna, akrabasına kavuştu, birbiri ile kaynaştı.
Hüzün Yılı: (M.619) Müslümanların ve dostlarının sevinmesi fazla sürmeden, muhasaradan sekiz ay sonra Ebû Tâlib, ondan üç gün sonra da Hz. Hatice vefat etti. Mü'minler üst üste gelen bu acıyla sarsıldı, Peygamberimiz (s.a.s.) çok üzüldü. Ebû Tâlib, küçüklüğünden beri Peygamberimizi (s.a.s.) öz evladından daha çok severek büyütmüş, baba olmuş, kendisi iman etmemekle beraber imansızlara karşı korumuş, her zaman O'na kanat germişti. Onun ölümüyle Peygamberimizin (s.a.s.) çok üzülmesi, iki sebebe bağlıydı. Biri, o kadar destek ve yardımına rağmen iman etmeyip küfür üzere gitmesi, diğeri gözle görülür bir himayeden mahrum kalmasıydı.
80 yaşında ölen Ebû Tâlib'den üç gün sonra da, mü'minlerin validesi, Peygamberimizin (s.a.s.) en büyük ve yakın desteği Hz. Hatice, 65 yaşında vefat etti. Peygamberimizin ve sahâbîlerinrin acısı bir kat daha arttı. Onların üst üste uğradığı bu acı sebebiyle, miladın 620'nci, İslâm'ın ise 11. senesine rastlayan bu yıla "Hüzün Yılı" adı verildi.
Tâif Yolculuğu: (M.620; İslâm'ın 11. Yılı) Ebû Talib'in ölümünden sonra, kâfirlerin Fahri Kâinat Efendimize ve sahâbîlerine karşı düşmanlıkları iyice arttı. Kureyş'in idaresi düşmanların eline geçtiği için, eziyet ve işkenceleri dayanılmaz hale geldi. Daha önce söz sihirbazlığı ile suçladıkları Fahri Kâinat Efendimize toprak, deve işkembesi pislikleri atarak en ağır işkenceleri uygulamaya başladılar. Peygamberimiz (s.a.s.) bütün bu güçlüklere rağmen, panayırlarda, hac mevsimlerinde civardan gelen insanları hak yola çağırmaktan geri kalmıyordu. Başta amcası Ebû Leheb olmak üzere, müşrikler ise yol başlarında bekleyerek O'na inanmamalarını söylüyorlardı. Peygamberimizin İslâm'a çağırışının arkasından, hemen kendisini yalancılıkla, sihirbazlıkla, huzuru bozmakla suçluyorlardı.
Peygamberimiz (s.a.s.), Kureyşlilerin bu zulüm ve baskısından biraz uzak kalmak ve vazifesini başka yerlerde yapabilmek için Mekke dışına çıktı. Mîlâdî 620 yılının Şevval ayında, ilk mü'minlerden âzatlı kölesi Hz. Zeyd bin Hârise ile beraber Hicaz şehirlerinden Tâif'e gitti. Burada akrabası da olduğu için, imana geleceklerinden ümitli idi. On gün kadar kalarak puta tapan halkı, Allah Teâlâ'nın varlığına ve birliğine îman etmeye çağırdı.
Fakat Tâif'liler, yazın bağlık ve bahçelik şehirlerinde sayfiyeye gelen Mekkelilerle aralarının bozulmasını, putlarının ve yaşayışlarının değerini kaybetmesini istemediler. Onun için de Fahri Kâinat Efendimize îman etmek şöyle dursun, peşine taktıkları serseri ve başıbozuk takımıyla işkence ettiler. Serseri ve çapulcular önce alay ederek, sonra şehir dışına kovalayarak taşa tuttular. Peygamberimiz (s.a.s.)ın mübarek ayaklarını yaraladılar, kanlar içinde bıraktılar. Kızgın güneşin altında hem kaçan ve hem Peygamber'e siper olmaya çalışan Hz. Zeyd'i de yaraladılar.
Bin bir güçlükle Mekkeli iki kardeşin bağına sığman Peygamberimiz (s.a.s.) kendisinden önce, arkadaşının yarasıyla ilgilendi. Gördüğü bu en ağır ezâ karşısında, o insanların helak olmalarını istemedi. İmana gelmeleri, kurtuluşa ermeleri için duada bulundu. Bağda kendilerine üzüm getiren, Yunus'un (s.a.s.) hemşehrisi Ninova'lı bir Hıristiyan köle olan Hz. Addas İslâm ile şereflendi.
Peygamberimizin (s.a.s.) başına gelenler Mekke'de duyulmuştu. Onun için mü'minlerin tavsiyesi üzerine, Peygamberimiz (s.a.s.) kâfirlerden Mut'ım b. Adiyy'in himâyesini istedi. Onun kabul etmesiyle Kâbe'ye gidip namaz kıldı. Mut'ım, kâfir olarak Bedir Harbinde öldü. Peygamberimiz bu defa mukaddes vazifesini yerine getirmek için, etraf kabilelere gitti. Onların putları bırakıp hakikate gelmelerini söyledi. Fakat Mekke kâfirlerinin tesiri her yerde hüküm sürdüğü için umulan fayda elde edilemedi.
Birinci Akabe Biati: (M. 620; İslâm'ın 11. Yılı) Peygamberimiz (s.a.s.) İslâm'ın 11'inci yılı hac mevsiminde, etraftan gelen ziyaretçileri hak yola çağırmaya çıkmıştı. Mekke ile Mina arasında, Akabe denilen tepede Medine'li altı kişiye rastladı. Kendilerine Kur'ân okuyup vaaz ve nasihatte bulundu, iman etmeye çağırdı. Onlar da beraber yaşadıkları yahûdilerden böyle bir peygamber geleceğini duyarlardı. Hattâ yahûdiler kendilerinin Allah'ın dini üzere olduklarını, onların ise puta taptıklarını söyleyerek kınarlar ve aşağılarlardı. Medine'nin Hazrec kabilesinden olan bu kimseler, Evs kabilesiyle aralarında çıkan çarpışmalardan hayli yıpranmışlar ve destekçi bulmak için yola çıkmışlardı. Yahudilerle de süregelen savaşlar ve onların baskısı altında ezilmişlerdi. Böylece geleceğini duydukları peygambere îman ederek Medine'den İslâm kervanına katılan ilk müslümanlar ve Ensâr oldular.
Hz. Esad b. Zürâre, Hz. Rafi' b. Mâlik, Hz. Avf b. Haris, Hz. Kutbe b. Amir, Hz. Utbe b. Amir ve Hz. Hâris b. Abdullah'dan meydana gelen bu ilk Ensâr topluluğu, Medine'ye dönünce, duyduklarını anlattılar. Böylece hak din orada da yayılmaya, kuvvet bulmaya başladı. Bu ilk Medine'li müslümanların Peygamberimize (s.a.s.) îman ettikleri gün, "İlk Akabe Buluşması" adıyla anılır. Ertesi sene ise yine bunlardan beş kişinin de içlerinde bulunduğu 12 kişilik bir Kaafile, hac mevsiminde Akabe'ye geldi. Burada Peygamberimiz (s.a.s.)la buluşup kendisine bîat ettiler. "Birinci Akabe Biatı" diye isimlendirilen bu karşılaşmada, ilk defa Peygamberimizin (s.a.s.) elini tutarak hırsızlıktan, kız çocuklarını öldürmekten, nikâhsız yaşamaktan, yalan ve iftiradan kaçınmak, Allah ve Rasûlüne itaatten ayrılmamak üzere ahid verdiler.
Akabe bîatıyla İslâm'da yeni bir devir açılıyor, Arap Yarımadasında hüküm süren şirk ve zulüm hayatına karşı bayrak açılarak, din ve insan hakları için büyük bir hizmet başlıyordu. Bu müslümanlar Medine'ye dönerek yine din hizmetine başladılar. Kendilerine din öğretmek üzere Hz. Mus'ab b. Umeyr gönderildi. Reisleri ise Hz. Esad bin Zürâre idi. İslâmiyet Medine'de gittikçe yayıldı. Puta tapmayı bırakıp müslüman olanların sayısı kısa zamanda 40'a yükseldi. Hz. Mus'ab'ın yumuşak ve iknâ edici nasihatleri, en katı insanların kalbini bile İslâm'a açıyordu.
Mi'rac Mûcizesi: (M. 621; İslâm'ın 12. Yılı) Birinci Akabe bîatinden sonra, İslâm'ın 12'nci, milâdın 621'inci yılında Receb ayının 27'nci, Cuma gecesinde Mi'rac Mûcizesi meydana geldi. Yükseğe çıkmak, yücelmek ve gece vakti yol almak mânâlarından dolayı İsra ve Miraç adıyla anılan bu büyük hâdisede pek çok sırlar ve lütuflar vardır. İsrâ Sûresi âyetlerinde bu mûcize bildirilmektedir.
Cebrâil (a.s.), Allah Teâlâ'nın emriyle bir gece, Peygamberimizi (s.a.s.) Mescid-i Haram'dan alıp Mescid-i Aksâ'ya getirdi. Oradan da göklere çıkarıp gezdirdi. Rivâyete göre, buralarda peygamberlerle karşılaştı ve tanıştı. Hiç bir peygambere nasip olmayan nice âlemler ve hakikatlere ulaştı. Allah Teâlâ'nın dilediği yere kadar vardı, neler gördü, neler...
Rivâyete göre, Mi'rac gecesinde o zamana kadar sabah ve akşam iki vakit olarak kılınan namaz beş vakte çıkarıldı. Bakara Sûresi'nin sonu olan Âmene'r-rasûlü âyetleri ile Allah Teâlâ'ya ortak koşanların dışında bütün mü'minlerin Cennete girecekleri müjdeleri gibi hediyeler verildi. Efendimiz bütün bu hakikatlere çok kısa bir zamanda ve İslâm ulemâsının çoğunun kabulüne göre ruh ve cesediyle beraber erip döndü.
Peygamberimiz (s.a.s.) ertesi günü Mi'rac mucizesini insanlara haber verdi. İlk önce Hz. Ebû Bekir kabul ve tasdik ettiği için "Sıddîk" lâkabını aldı. Diğer sahâbîler de kabul ederek tebriklerde bulundular. Ancak kâfirler, kuru akılla böyle bir şeyin imkansız olduğunu söylediler. Kervanların bir- ayda gidip bir ayda döndüğü Mescid-i Aksâ'ya ve daha ötelere bir gecede gidip gelmeyi mümkün görmediler. Mescid-i Aksa ile ilgili sorularına, mucize ile tam ve doğru cevap veren Peygamberimizi (s.a.s.) yine yalanlamaktan geri kalmadılar.
İkinci Akabe Biati: (M. 622; İslâm'ın 13. Yılı) Peygamberliğin 13'üncü, milâdın 622'nci yılında yine hac mevsiminde Peygamberimiz (s.a.s.) ile buluşan ve bîat eden Medine'li müslümanların sayısı 75'e ulaşmıştı. Bu mü'minler içerisinde Hz. Halid b. Zeyd Ebû Eyyub Ensarî ve iki de kadın bulunuyordu. Bu üçüncü buluşmaya "İkinci Akabe Bîatı" adı verildi.
Peygamberimiz (s.a.s.), bu toplantıya henüz îman etmemiş olan amcası Abbas ile gelmiş ve Medine'ye hicretin şartları görüşülmüştü. Müslümanlar Allah ve Rasûlüne her hal içerisinde itaat içinde olacaklarına, Peygamberimiz (s.a.s.)ı kendi nefisleri, çoluk ve çocukları gibi düşmanlarından koruyacaklarına, doğru olanın yapılması için hiç bir şeyden çekinmeyeceklerine mallarıyla ve canlarıyla bu yolda çalışacaklarına söz verdiler.
Peygamberimiz (s.a.s.) kendisine bîat edildikten sonra, Medine'lilerin arasından 12 temsilci seçip kabilelerinin başına tayin etti. Müslümanlar toplantı yerine gizli ve ayrı ayrı geldikleri için müşriklerin haberleri her şey bittikten sonra oldu. Bu sebeple de bir şey yapamadılar.
Hicret Hazırlıkları: Kâfirlerin işkence ve baskıları son hadde ulaştığı bir sırada, mü'minlerin Medine şehrine hicret etmelerine izin verildi. Böylece Peygamberliğin 14'üncü yılında iman ehli, birer, ikişer, küçük gruplar halinde Mekke'den ayrılmaya başladılar. Allah yolunda uğradıkları zulüm ve cefâdan dolayı, mallarını, mülklerini, yakınlarını terk ederek yine Allah rızâsı için memleketlerinden göç ediyorlardı.
Mü'minlerin hicreti, Medine'li müslümanlarla son Akabe bîati sırasında Zilhicce ayında kararlaştırılmıştı. Mîlâdî 622 yılının Nisan ayına rastlayan Muharrem ayı başlarında da hicret için izin çıkmıştı. Kureyş kâfirleri, düşman oldukları kimselerin aralarından ayrılmalarını istemekle beraber, bir taraftan da endişeleniyorlardı. Onun için istemedikleri insanların çıkıp gitmelerinde bile düşmanlıktan geri kalmıyorlardı. Kâfirlerin zararından korunmak için bütün mü'minler gizlice göç ederlerken, Hz. Ömer kılıcını kuşanmış bir halde Kâbe'yi tavaf ettikten sonra, din düşmanlarına meydan okuyarak yola çıktı. Kendisine kimse karşılık vermeye cesaret edemedi.
Müslümanların, dinleri uğruna her şeylerini bırakıp vatanları olan Mekke'den ayrılmalarına "Hicret", hicret edenlere "Muhâcirler", onları Medine'de karşılayıp Allah için her türlü maddî ve mânevî yardımda bulunan mü'minlere de "Ensâr" adı verildi. İslâm Dininde zulme uğrayanların yurtlarını terk edip yeni bir memlekete sığınmaları ve orada yaşayan müslümanların kendilerine kucak açıp kardeşçe davranmaları gibi büyük bir dayanışma ve kaynaşmayı, Allah yolunda beraber çalışmayı sergileyen Hicret hadisesi, tarihte çok mühim bir yer tutmaktadır.
Öldürme Kararı: Bir müddet sonra Mekke'de Peygamberimiz, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ali ve hapsedilenlerle beraber bir kaç mü'min kalmıştı. Kureyş kâfirleri önce kendilerinden kurtulduklarını sanarak rahatladıkları mü'minlerin, Medine'de toplanıp birleşerek kuvvet bulduklarını görünce endişeye kapıldılar. Çünkü Medine, Mekkelilerin Şam ticaret yolunun üzerinde bulunuyordu. Bu sebeple, kendileri için tehlike gözüküyordu. Üstelik mü'minlerin orada iyice kuvvetlenmeleriyle islâm'ın civar kabilelere de yayılması, tehlikeyi daha da büyütüyordu.
Kureyş kâfirleri acele olarak toplandılar. Peygamberimiz (s.a.s.) gidip mü'minlerin başına geçmeden bu işi bitirmek, tehlikeyi ortadan kaldırmak istediler. Ne yapacaklarına dair uzun uzun konuştular. Zincire vurup hapsetmek veya başka bir yere sürgüne göndermek gibi bir çok fikirler ileri sürdüler. Ancak bunların hepsinin bir mahzuru ortaya çıkıyor, istenilen neticeyi vermesi de şüpheli görülüyordu.
Nihâyet en cin fikirlileri olan Ebû Cehil, Peygamberimizin vücudunun ortadan kaldırılmasını söyledi. Kan dâvasını önlemek için de, her kabileden seçilecek birer yiğidin topluca hücum etmelerini ileri sürdü. Böylece kimin öldürdüğü bilinmeyecek, Hâşim Oğulları da bu kadar kabileye karşı koyamayacağı için diyet ödenmesine razı olacak, iş de kolayca kapanıverecekti. Ebû Cehil'in fikri kabul edildi. Kureyş'in çapulcuları Peygamberimiz (s.a.s.)ı öldürmek için saadetti hanesini geceleyin çevirdiler. Niyetleri kapıdan sabah vakti çıkar çıkmaz işlerini bitirmekti. Ancak Allah Teâlâ, Cebrâil (a.s.) ile onların kötü ve korkunç niyetini sevgili peygamberine bildirdi. Efendimiz de yatağına Hz. Ali'yi yatırdı. Kendisi ise, Yâsin Sûresi'ni okuyarak müşriklerin arasından çıkıp gitti. Kâfirler işin farkına bile varamadılar. Sabahleyin yatakta Hz. Ali'yi görünce küplere bindiler.
Mekke'den Ayrılış Ve Sevr Mağarası: (M. 622; İslâm'ın 13. Yılı) Peygamberimiz (s.a.s.), kendisine hicret etmek arzusunu bildiren fakat her defasında beklemesi söylenen en yakın dostu Hz. Ebû Bekir'in yanına varmıştı. Hazırlıklarını tamamlayıp yola çıktılar. Mekke'ye birbuçuk saatlik mesafedeki Sevr dağında bir mağaraya gizlendiler. Mekke'den ayrılırken ayakkabılarını çıkarmışlar, ayaklarının uçlarına basarak yol almışlardı.
Peygamberimiz (s.a.s.), iman etmeyen fakat yine de en emin kişi olduğunu kabul eden Kureyşlilerin; kendisine bıraktıkları emanetlerini de Hz. Ali'ye teslim etmişti. Hz. Ali de Efendimiz Mekke'den ayrıldıktan sonra bu emanetleri sahihlerine vermiş, onlardan üç gün sonra yalnız olarak Medine'ye hareket etmişti. Kureyş kâfirleri, Peygamberimizi (s.a.s.) ellerinden kaçırdıktan sonra, 100 deve mükâfat vaadiyle, peşine bir çok adamlar saldılar. Kendileri de en iyi kılavuzları tutarak aramaya çıktılar. Bir ara gizlendikleri mağaranın kapısına kadar geldiler. Ancak mağaranın ağzındaki ağaca yuva yapan güvercinleri, kapıyı ördükleri ağ ile kapatan örümcekleri görünce döndüler. Bu halde içeriye kimsenin girmemiş olduğunu sandılar. Halbuki onların konuşmaları içeriden duyuluyor, Hz. Ebû Bekir Peygamberimiz (s.a.s.) için endişeye kapılıyordu. Efendimiz ise, yakın dostunu: "Mahzun olma, Allahü Teâlâ bizimle beraberdir!" (9/Tevbe, 40) diye tesellî ediyordu.
Bulana 100 Deve: Peygamberimiz (s.a.s.), hicret arkadaşı ile üç gün üç gece mağarada kaldı. Bu zaman içerisinde Hz. Ebû Bekir'in oğlu Abdullah haberleri bildirir, âzatlı kölesi Hz. Âmir b. Füheyre de sütlerini getirirdi. Üç gün sonra, arama işi biraz gevşeyince, kılavuz seçilen kimse develeri getirdi. Kılavuz kâfir olmakla beraber, yolu en iyi bilen, güvenilir bir adamdı. Hz. Âmir de yanlarında olarak Medine'ye doğru yola çıktılar. Sapa ve kestirme yollardan gittiler.
Kureyş'in 100 develik mükâfatını duyan Süraka adında yiğit bir pehlivan, Fahri Kâinat Efendimize yetişmeyi başarmıştı. Hz. Ebû Bekir'in endişeleri arasında kılıcını çekip atını sürdü. Ancak atının ayakları kumlara gömülüp aşağı yuvarlandı. Bütün gayretleri sonuç vermeyince, bir şey yapamayacağını anladı. Pişmanlık duyarak Peygamberimiz (s.a.s.)dan aman diledi. İsteğinin kabul edilmesiyle o tarafa gelenleri de geri çevirdi. İlerki senelerde ise İslâm'la şereflendi.
Medine yolcularını yakalamak isteyenlerden biri de 70 kişiyle takip eden Büreyde idi. Ancak Peygamberimizle (s.a.s.) karşılaşınca, onu bağlayıp götürmek isterken kendisi O'na bağlandı kaldı. Yanındakilerle beraber müslüman olup beyaz sarığını mızrağına geçirerek Peygamberimizin ilk bayraktarlığını yaptı.
Nihâyet İslâm'ın 13'üncü senesi Rebîulevvel ayına rastlayan Mîlâdî 17 Temmuz 622 tarihinde, Mekke'den çıkıp 13 günlük yolu 8 günde alarak Medine'ye hicret eden Peygamberimiz (s.a.s.) ve en yakın dostu, Kuba köyüne ulaştı. Peygamberimizin (s.a.s.) gelmesini her gün güneşin altında dört gözle bekleyen ve bunun için yollara dökülen mü'minler, yüksek bir kuledeki yahudinin "Beklediğiniz zât geliyor!" diye bağırmasıyla sevince boğuldular. Medine adetâ bayram yerine döndü. Hep beraber Peygamberimizi (s.a.s.) karşıladılar.
Cuma Namazı Farz Kılındı: Peygamberimiz (s.a.s.), Medine'ye bir saatlik mesafede bulunan Küba'da iki hafta kadar kaldı. İslâm'da ilk mescid olan Kuba mescidini yaptırdı. Hz. Ali ile bazı sahâbîler burada kendisine kavuştu. Daha sonra bir Cuma günü, etrafını kuşatan mü'minlerle Medine'ye hareket etti. Rânûna vadisindeki Salim Oğulları yurdundan geçerken, öğle vakti Cuma namazı farz kılındı. Peygamberimiz (s.a.s.) bu emri bildirerek ilk Cuma namazını kıldırdı ve güzel bir hutbe okudu.
Aynı günün akşamı Medine'liler Peygamberimiz (s.a.s.)ı büyük bir sevgi ile karşıladılar, bayram yaptılar. Kendisini ve O'na inanarak hicret edenleri başlarına tâç ettiler. Peygamberimiz (s.a.s.)ı misâfir etmek için yarışa girdiler. Efendimiz (s.a.s.) ise, hiçbirini kırmamak için devesini serbest bıraktı. Devesinin Hz. Hâlid b. Zeyd Ebû Eyyub Ensarî'nin evinin yanına çökmesiyle, yedi ay onun evinde misafir kaldı.
MEDİNE DEVRİ (M. 622; İslâm'ın 13. Yılı; Hicrî 1) Peygamberimizin (s.a.s.) Medine'ye hicretiyle, ilahî vazifeyi îfâ etmekteki 13 senelik Mekke devri sona ermiş, 10 yıllık Medine devri başlamış oldu. Hicretin İslâm ve dünya tarihindeki yeri çok mühim olduğundan, yapılışından 17 yıl sonra takvim başlangıcı olarak kabul edildi. Böylece Medine devriyle, aynı zamanda hicret yılı da başlamış oldu. Peygamberimiz (s.a.s.) hicretinde 53 yaşında bulunuyordu. Bu 53 sene, Fil yılından Hicret'e kadar geçen zamanı da gösteriyordu. Peygamberimizin (s.a.s.) gelişiyle o zamana kadar Yesrib diye anılan bu şehir, Medine (Medînetü'n-Nebî/Peygamberin Şehri) olarak isim değiştirdi.
Müslümanlar Arasında Kardeşlik Kurulması: Mekke'li müslümanlar yurdlarından göç edip ayrıldıkları için Muhacirler, Medine'li mü'minler ise onlara her türlü yardımı yaptıkları için, bu mânâya gelen Ensâr adıyla anılıyorlardı. Peygamberimiz (s.a.s.) düşmanlara karşı iyice kuvvetlendirmek ve aralarında daha çok kaynaştırmak için mü'minleri birbirine kardeş yaptı. Bir muhâcir ve bir ensâr mü'min, ikişer ikişer kardeş oldular. Böylece vatanlarını bırakıp mallarını, mülklerini Allah yolunda terk edenlere, yine Allah için diğer kardeşleri ellerini uzatıyor, malını paylaşıyor, derdine ortak oluyordu. Bununla da İslâm iyice kuvvet bulup din hizmeti daha kolay yapılıyordu.
Müslümanlar arasındaki bu kardeşlik, tarihte örneği görülmemiş bir şekilde büyük bir mânâyı dile getiriyor, kan kardeşliğinden daha tesirli olduğunu gösteriyordu. Peygamberimiz (s.a.s.) mü'minleri kardeş yaptıktan sonra, erkek ve kadın yeni müslüman olanların hepsinden de bîat almış, ahit ve sözle Allah yoluna bağlamıştı.
Bu kardeşliğin tesiriyle mal ve sermaye sahibi olan Mekke'li muhacirler de kısa zamanda ticaret hayatında ilerlemişler, kendi kendilerini idare eder hale gelmişlerdi. Hatta içlerinde büyük kervanlar kaldıranlar, son derece zengin olanlar bile vardı.
Yahûdilerle Vatandaşlık Antlaşması: Peygamberimiz (s.a.s.) mü'minleri birbirine bağladıktan sonra, aynı şehirde beraber yaşadıkları diğer insanlarla da iyi münasebetler kurmak istedi. Bunların başında yahûdiler geliyordu. Müslümanlar Medine'ye göç etmekle düşman tehlikesinden kurtulmuş sayılmazlardı. Kureyşliler, gönderdikleri mektuplarla gerek yahûdileri, gerekse Medine kâfirlerini mü'minler aleyhine kışkırtıyorlar, bu hususta onlara bile hakaret ve tehditte bulunuyorlardı.
Yahûdilerle yapılan vatandaşlık antlaşmasında, Medine'ye yapılacak düşman saldırıları karşısında ortak hareket etmek, birbirlerinin haklarına saygı göstermek, kötü hareketlerden, yasaklardan kaçınmak gibi maddeler vardı, antlaşmazlık halinde Peygamberimiz (s.a.s.) hakem seçilmişti. Ancak müslümanlığın ilerlemesini istemeyen yahudiler, sonraları ilk fırsatta antlaşmayı bozdular ve cezâlarını da çektiler.
Mescid-i Nebevî'nin Yapılması ve Suffa Ashâbı: Peygamberimiz (s.a.s.) Medine'ye gelince, mü'minlerin genişçe ibadet edebileceği bir Mescid ihtiyacı ortaya çıktı. Şehre girişinde devesinin çöktüğü arsa satın alındı. Peygamberimiz (s.a.s.) ve bütün sahâbîler canla başla çalışarak büyük bir Mescid yapıldı. Bu mescide,"Mescid-i Nebevî/Peygamber Mescidi" .adı verildi. O zaman kıble, Mescid-i Aksâ üzere olduğu için, mihrabı Kudüs'e doğru yapıldı.
Peygamberimiz (s.a.s.) mescidinin hemen yanı başına Suffa denilen gölgelik bir yer yaptırdı. Kimsesiz, ilim öğrenen ve öğreten mü'minleri yerleştirdi. Böylece bugünkü Kur'ân mekteplerinin temeli atılmış, ilim tahsili başlamış oldu. Suffa ashâbı adıyla anılan bu mü'minler, devamlı olarak Peygamberimiz (s.a.s.)ın yanında bulunurlar, ilim öğrenirlerdi. Sahâbîle.rin zenginleri ise, onların geçimini sağlarlardı. Islâm'a yeni girenlere öğretici olarak burada yetişen âlimler gönderilirdi.
Hz. Âişe ile Evlenmesi: (M. 623; Hicrî 2) Peygamberimiz (s.a.s.), Mescid'in inşâsı bittikten sonra, bitişiğinde kendi ev halkı için Hâne-i Saadet adı verilen odalar yaptırdı. O zamana kadar Mekke'de bulunan ev halkını getirterek buralara yerleştirdi. Efendimiz o zaman Hz. Şevde validemiz ile evli, Hz. Ebû Bekir'in kızı Hz. Aişe validemiz ile de nişanlı idi. Mescid ve hâne-i saâdet yapıldıktan sonra Hz. Âişe validemiz ile evlendi. Hicretten 7-8 ay sonra yapılan bu evlilik sırasında Hz. Âişe vâlidemiz, zekâsı ve aile terbiyesiyle genç yaşına rağmen çok olgunlaşmış biriydi. Peygamberimiz'den (s.a.s.) öğrendikleriyle, hadis ve fıkıh ilmine çok büyük hizmetlerde bulunmuştur.
İlk Ezan, Namaz Rekâtleri ve Aşûrâ Orucu: (H.-2) Mescid'in bitmesinden sonra, müslümanlara namaz vakitlerini bildirmek için bir alâmete ihtiyaç oldu. Peygamberimiz (s.a.s.) sahâbîleriyle çeşitli çareler konuştu. Çan çalmak, boru çalmak, ateş yakmak gibi fikirler, başka dinlerin alâmetlerine benzediği için kabul edilmedi. Sonra, görülen bir rüya üzerine bugünkü şekliyle Ezan sünnet kılındı. Aynı zamanda ilahî vahiy ile de bildirilen Ezan, çok kuvvetli bir sünnet oldu. Hz. Bilâl-ı Habeşî, gür sesiyle ezan okumaya başladı.
Hicretin birinci yılında namaz rekâtlarının sayısı da değişti. Mi'racda vitir ve akşam namazı farzı üç, yatsı, sabah, öğle ve ikindi namazlarının farzları ise ikişer rekât olarak emrolunmuş ve hicrete kadar böyle kılınmıştı. Ancak hicretten hemen sonra vitir ve akşam namazı farzı yine üç, sabah namazı farzı da iki rekat olarak kaldı, hazerde ve seferde değişmedi. Yatsı, öğle ve ikindi namazlarının farzları ise seferde yine iki olarak kaldı, hazerde ise dörder rekata yükseltildi.
Cuma namazının farzı, Ramazan ve Kurban namazları ise iki rekat olarak emrolundu. Peygamberimiz (s.a.s.) Medine'ye gelince, sahâbîlerine Muharrem ayında Aşûrâ orucu tutulmasını da bildirdi.
Kâfirlerle Savaşa İzin Verilmesi: (M. 623; H. 2) Mekke Kâfirleri, müslümanların günden güne kuvvet bulmasını çekemiyorlar, kendileri için büyüyen bir tehlike olarak görüyorlardı. Bu endişelerinden dolayı, Medine yahûdileri ile müşriklerine gönderdikleri mektuplarla kışkırtıcılıktan geri kalmıyorlardı. Bunun tesiri de kendini göstermiş, yahûdiler ve yerli kâfirler düşmanlığa başlamışlardı. Bunlara müslüman gözüküp de kâfirlerle aynı düşmanlığı gizli ve sinsice yapan münafıklar eklenince, İslâm'ın düşmanları gittikçe işi azıtıyordu.
Kureyş kâfirleri kışkırtıcılıkta, hakaretti sözler yayarak dil ile yaptıkları düşmanlıklarına; bir de, Medine yakınlarına kadar sızarak mal ve can emniyetini bozmayı eklediler. Kâfirlerin bu baskınları karşısında, sayıları 1500'e ulaşan müslümanlar nöbet tutmaya başladılar. Kâfirlere karşı koymak istediler. Ancak ilahî emir henüz gelmediği için Peygamberimiz (s.a.s.) izin vermiyordu. Bir müddet sonra, önce İslâm şairlerine, kâfirlerin dil ile saldırılarına karşı koyma izni çıktı. Arkasından da müşriklerin kullandıkları silâhlarla karşılık vererek, mukaddes cihad emri geldi. Böylece mü'minlerin kendilerini savunması şeklinde başlayan küçük, büyük pek çok savaşlar oldu.
Seriyye ve Gazveler: Peygamberimizin (s.a.s.) hazır bulunduğu savaşlara "Gazâ" veya "Gazve", bulunmadıklarına ise "Seriyye" adı verilir. Gazâların sayısı 20'den fazla, seriyyelerin adedi ise 50'ye yakındır. Gazvelerin içinde en mühimleri Bedir, Uhud, Hendek ve Hayber savaşlarıdır. Seriyyeler, keşif kolları halinde düşmanın halini gözetlemek, ticaret kervanları üzerine giderek gözdağı vermek gibi vazifeler yapıyor, müslüman yiğitlerin kendilerini korumak, Allah yolunda vuruşmak için hazırlıklı olduklarını gösteriyordu. İlk seriyye bir beyaz bayrak bağlanarak Hz. Hamza'nın kumandanlığında gönderilmiştir. Bedir savaşına kadar seriyyelere katılan askerler hep muhâcir mü'minlerden meydana gelmiştir.
Serriyelerin hiç birinde kan dökülmek istenmemiştir. Ancak Hz. Abdullah b. Cahş kumandanlığında yapılan seriyyede, çok nâzik bir durum ortaya çıktığı için ilk defa Allah yolunda düşman öldürülmüş, esir ve ganimet alınmıştır. Fakat hadise haram aylardan Receb'e rastladığı ve Peygamberimiz (s.a.s.) kan dökme emri vermediği için dedikodulara, üzüntülere yol açmıştır. Daha sonra gelen bir vahiy ile seriyye askerleri affolunmuş, kâfirlerin yaptığı düşmanlığın daha ağır ve kötü olduğu bildirilmiştir.
Kıble'nin Kudüs'den Kâbe'ye Çevrilmesi: (M. 623; H. 2) Hicretin ikinci senesine kadar mü'minler Kudüs'deki Mescid-i Aksâ'ya doğru namaz kılıyorlar, ibadet yapıyorlardı. Bu senede ise kıble Mescid-i Aksâ'dan Mescid-i Haram'a, Kâbe'ye çevrildi. Bu husustaki vahiy geldiği zaman, Peygamberimiz (s.a.s.) Seleme Oğulları yurdundaki mescidde öğle namazını kıldırıyordu. Farzın ikinci rekâtının rükûsunda vahyin gelmesiyle, Kudüs'den Kâbe'ye doğru döndüler. Namazlarını bu halde tamamladılar. Onun için bu mescid, "Mescid-i Kıbleteyn", yani İki Kıbleli Mescid adını aldı.
Yahûdiler ve Hıristiyanların da kıbleleri Kudüs olduğu için, daha önce mü'minlerin o tarafa doğru ibadet etmesinden memnun oluyorlardı. Zaten onların İslâm Dinine ısınmaları için, bir süre böyle devam etmişti. Kıblenin değişmesiyle gerek yahûdiler, gerekse kâfirler çok dedikodu ve yaygara yaptılar.
Bedir Savaşı: Bedir Savaşı, İslâm'ın gelişinin 15'inci, hicretin ikinci, miladın 624'üncü yılında Medine'ye 80 millik mesafedeki Bedir köyünde meydana geldi. Kâfirlere karşı korunmak ve Allah Teâlâ'nın dinini yaymak için verilen savaş izninden sonra yapılan ilk gazâ olan Bedir'in; tarihteki yeri çok büyük ve mühimdir.
Müslümanları Medine'de de rahat bırakmayan, tehdit mektublarıyla şehirde huzuru bozan, yakın yerlere kadar gelerek yağmacılıkla mal emniyetini sarsan Kureyş müşrikleri harbe hazırlanıyorlardı. Bunun için Ebû Süfyan idaresinde büyük bir ticaret kervanını Şam'a göndermişlerdi. Elde edilecek gelir ile silahlarını ve kuvvetlerini iyice arttırmak istiyorlardı.
Peygamberimiz (s.a.s.) Ramazan ayı içerisinde, Kureyş kervanının halini anlamak ve hazırlık olmak için sahâbîleriyle beraber Medine'den çıktı. İslâm Ordusunda ilk defa Medine'li ensâr da yer almıştı. Müslümanların bu hareketini haber alan Ebû Süfyan, kervanının korunması için Mekke'ye haber saldı. Mekke'de koparılan yaygara üzerine büyük bir kâfir ordusu yola çıkarıldı. Mü'minlerden önce gelerek Bedir'de su başını tuttular.
Peygamberimiz (s.a.s.) bir savaş maksadıyla çıkmamıştı. Ancak Kureyşlilerin bu kötü niyetleri karşısında sahâbîleriyle görüştü. Onların fikirlerini, düşüncelerini öğrendi. Buraya kadar sokulmuş bulunan düşmana karşı konulmasında birleşildi. Sahâbîler Fahr-i Kâinat Efendimize sonuna kadar bağlılıklarını bildirdiler.
Ebû Süfyan ticaret Kaafilesini sahilin kestirme yollarından geçirerek tehlikeli bölgeden uzaklaştırmıştı. Kervanı kurtardığını Kureyşlilere de bildirmişti. Ancak müslümanlarla savaşmak, onların birliğini dağıtmak için çoktan beri fırsat arayan müşrikler geri dönmediler. Sayı ve silah üstünlüklerine güvenerek müslümanları ortadan kaldırabileceklerini sandılar.
Tarafların Kuvvetleri: Kureyşliler saldırarak, mü'minler ise kendilerini koruyarak savaşa başlayacakları sırada kuvvet dengesi birbirinden hayli farklıydı. Ebû Cehil'in kumandası altındaki kâfirler, 100 atlı, 700 develi, geri kalanı yaya olmak üzere 950 kişiydi. Çoğu zırhlı ve ağır silâhlarla donatılmıştı. Mü'minler ise 3 atlı, 70 develi 313 yiğitti. Hayvanlara nöbetleşe biniyorlardı. Ancak Peygamberimizin (s.a.s.) kızı olan, zevcesi Hz. Rukayye'nin ağır hastalığı sebebiyle Hz. Osman gibi birkaç sahâbîye izin verilmişti.
Bedir'de, şimdiye kadar kan ve başka anlaşmazlıklar için çarpışan Arap kavmi, ilk defa din uğruna savaşıyordu. Bunun içindir ki, iki tarafın askerlerinden çoğu birbirlerinin en yakınıydı. Müslümanların sancağını Hz. Mus'ab, kâfirlerin bayrağını kardeşi Ebû Aziz taşıyordu. Peygamberimiz (s.a.s.)ın amcalarından Hz. Hamza kendi yanında, diğer amcası Abbas düşman safındaydı. Yine dâmatlarından Hz. Ali yanında iken; diğeri, Hz. Zeyneb'in kocası Ebû Âs kâfirler arasındaydı. Hz. Ebû Bekir'in oğullarından Hz. Abdullah yanında, Abdurrahman ise karşısında bulunuyordu. Diğerlerinin yakınları da bunlar gibiydi.
Savaş Başlıyor: (M. 13 Mart 623; H. 17 Ramazan 2) Hazırlıklardan sonra, iki ordu 17 Ramazan'a rastlayan Mîlâdî 13 Mart 624 Cuma günü sabahı karşı karşıya geldi. Peygamberimiz (s.a.s.) mü'minlerin orucunu bozdurdu. Gece yağan yağmurla su ihtiyaçlarını da karşılamışlardı. Çünkü su kuyusu kâfirlerin elinde bulunuyordu. Peygamberimiz (s.a.s.) Allah Teâlâ'ya dualarda bulunuyor, yalvarıyor, mü'minlere müjdeler veriyordu. Müslümanların da kendilerinden üç misli fazla düşman karşısında, mâneviyâtı artıyor, gayretleri çoğalıyordu.
Hz. Abdullah b. Cahş seriyyesinde öldürülen Amr'ın kardeşi Âmir, bir ok atarak Hz. Ömer'in âzatlı kölesi Hz. Mihcâ'yı şehîd etti. İslâm yolunda savaşta, ilk düşen şehîd o oldu ve çarpışma da böylece başladı. İlk hücumu ve öldürmeyi kâfirler yapmış, mü'minler de karşılık vermek zorunda kalmış oluyorlardı. O zamanın âdetine göre, Kureyşliler ortaya üç kişi çıkardı. Mü'minlerden de Hz. Hamza, Hz. Ali ve Hz. Ubeyde karşılık verdiler ve düşman kâfirleri yere serdiler. Artık savaş, iyice kızışmış, Kureyşliler korkunç bir saldırıya geçmişti. Mü'minler iman kuvvetiyle karşı koydular ve büyük bir azimle dayandılar. Sonunda Allah Teâlâ'nın yardımına kavuştular.
Zafer Müslümanların: Savaşın sonunda kâfirler bozguna uğramış, gâlip gelenler Allah ve Rasûlüne inananların olmuştu. Aralarında Ebû Cehil gibi büyük kâfirlerin de olduğu 70 Kureyşli öldü, 70 kişi de esir düştü. Canını kurtarabilenler de ölülerine, mallarına bakmadan kaçtı. Mü'minler jse 14 şehîd verdi, bol ganimet aldı. Peygamberimiz (s.a.s.) esirlere hoş davranılmasını emretti. Kâfirlerin ölüsünü ise bir çukura doldurttu. Haber Mekke'ye ulaşınca kimse inanamadı. Şehir halkı mateme büründü. Savaşa gelmeyen ve yerine paralı asker gönderen Ebû Leheb, bir hafta sonra kahrından öldü.
Müslümanlar büyük ve mühim bir zafere kavuştu. Ancak Peygamberimiz (s.a.s.)ın kızı Hz. Rukayye'nin ölüm haberi gelmekle, sevinmeleri uzun sürmedi. Savaşta alınan ganimetler eşit şekilde sahâbîlere dağıtıldı. İzinli olanların hakkı da verildi. Esirler ise kurtulup paraları ödettirilerek serbest bırakıldı. Kurtulma parasını bulamayan kâfirlere ise mühim bir hak tanındı. Ensâr çocuklarından onar kişiye okuma-yazma öğreterek kurtuldular. Bazıları ise hallerine göre karşılıksız salıverildi. Esirler hakkındaki bu güzel davranış, çoklarının îman etmesine yol açtı.
Zekât Ve Oruç Farz Kılınıyor: (M. 623- H.2) Hicretin ikinci senesinde mühim dinî hükümlerden bir kısmı daha emrolundu. Bunlar, oruç, fıtır sadakası, zekât, kurban, Ramazan ve Kurban bayramları namazlarıdır. Ramazan orucu, Bedir gazasından önce Şaban ayında farz kılındı. Ayrıca fıtır sadakası da emrolundu. Ramazan ve Kurban bayramları namazları ve bu bayram günlerindeki beş vakit namazdan sonra tekbir getirmek vâcip oldu. Zilhicce ayında kurban kesmek vacip zekât da, farz kılındı.
Kaynuka Yahûdileriyle Savaş: (M. 623; H. 2) Müslümanların Bedir zaferini kazanarak kuvvetlenmesi, yahûdilerin hoşuna gitmedi. Kıskançlıkları iyice artarak huzursuzluk çıkardılar. Daha önce mü'minlerle yaptıkları antlaşmayı da bozdular. Kendilerine güvendikleri ve Kureyşlilerden üstün gördükleri için savaşa hazırlandılar. Bir yahûdi kuyumcunun dükkanına gelen bir mü'mine kadının hakarete uğraması ile iş alevlendi. Hakaret eden yahûdi ile mü'mine kadını korumaya gelen müslümanın öldürülmesiyle savaşa girilmiş oldu.
Hemen kalelerine çekilen ve savaşa başlayan yahûdiler, Peygamberimizin (s.a.s.) sulh tekliflerini reddettiler. Bunun üzerine kale kuşatıldı. 15 gün kuşatma altında kalan yahudilere, umdukları yardım gelmedi. Sonunda teslim olduklarını açıkladılar. O zamanın savaş kanunlarına göre, teslim olanlar öldürülebilirdi. Ancak münafıklardan araya girenler oldu. Peygamberimiz (s.a.s.) fitnenin büyümemesi için ricaları kabul etti. 700 kişilik Kaynuka Oğulları yahûdileri canlarını kurtarıp Suriye'ye sürgüne gittiler. Ele geçen ganimet askerlere dağıtıldı. Topraklar da ihtiyaç sahibi mü'minlere verildi.
Uhud Savaşı: Kureyş kâfirleri Bedir hezimetinden sonra, öç almak için bir yıl hazırlık yaptılar. Mekke'nin idarecisi de Ebû Süfyan olmuştu. Medine'yi basmak, mü'minlerden intikamlarını almak düşüncesiyle 3000 kişilik bir ordu hazırladılar. Orduda 700 zırhlı, 200 atlı ile 3000 deve bulunuyordu. Orduya, yakınlarının öcünün alınması için askerleri gayretlendirmek maksadıyla bazı Kureyş kadınları da katılmıştı. Ayrıca düşük ahlâklı kadınlar ile çalgı ve içki âlemleri ile ordunun rezilliği arttırılmıştı. Kısaca kâfirlerin gayretini arttırmak için her türlü çare düşünülmüştü. Ebû Süfyan'ın karısı Hind gibi kadınlar da, askerlerinin Bedir'deki gibi kaçmalarını önlemek için orduya katılmışlardı. Katılmalarını istemeyenlere karşı da bu fikirlerini açıkça söylüyorlardı.
Peygamberimizin (s.a.s.) Mekke'de bulunan amcası Abbas, Kureyşlilerin bu büyük hazırlığını özel olarak tuttuğu bir adamla gönderdiği mektupta yeğenine bildirdi. Peygamberimiz (s.a.s.) ve dostlarının zarar görmesini istemiyordu. Peygamberimiz (s.a.s.) gönderdiği keşif kolları ile, bu haberin doğruluğunu ayrıca öğrendi. Düşmanı karşılamak için hemen hazırlıkları başlattı.
İstişâre: Peygamberimiz (s.a.s.) sahabîlerini topladı ve nasıl hareket edeceklerini konuşmaya başladı. Kendisi gördüğü bir rüya üzerine şehirde kalarak düşmanı püskürtmek fikrinde olduğunu söyledi. Sahabîlerin bir kısmı da bu düşüncede olduklarını bildirdiler. ancak Bedir savaşma katılamayanlar, gençler ve yiğitler, düşmanla göğüs göğüse çarpışmak için Medine dışına çıkılmasını istediler. Bu fikirlerinin kabulü için de çok ısrarlı davrandılar. Peygamberimiz (s.a.s.) bunun üzerine İslâm ordusu ile hazırlandı. Dışarıda savaşmak için ısrar edenler, Peygamberin fikrine göre hareket etmenin daha iyi olacağını anladılar. Bu fikrin uygulanması için ısrarlarından vazgeçtiler. Ancak Peygamberimiz, verilen karardan dönmesinin uygun olmadığını bildirdi.
Tarafların Kuvvetleri: Peygamberimiz (s.a.s.) 1000 kişilik bir kuvvetle Cuma namazından sonra Medine'den çıktı. Yolda yahûdilerden bir kısmı da savaşa katılmak istedi. Fakat Peygamberimiz (s.a.s.) kabul etmedi. Yahudilerle dost olan münafıkların reisi Abdullah b. Übey b. Selül, bazı bahaneler göstererek 300 adamıyla birlikte İslâm Ordusundan ayrıldı. Onların Medine'ye dönmesiyle mü'minler 700 kişi kaldı. Bunlardan 100'ü zırhlı, ikisi atlı idi.
İslâm Ordusu Uhud dağına vardığı zaman, düşman askerleri oraya yerleşmişti. Kâfirlere gözükmeden şafak vakti dağın eteklerine varıldı. Arkaları Uhud dağına gelerek Medine'ye karşı saf bağladılar. Düşmanın geriden saldırısını önlemek için 50 kişilik bir okçu bölüğü, dağın sol taraftaki boğazına yerleştirildi. Peygamberimiz (s.a.s.) okçulara, savaşın sonucu ne olursa olsun, kendilerinden habersiz yerlerini terketmemelerini emretti.
Uhud Savaşı Başlıyor: (M. 625; H. 4) İslâm'ın 16'ncı, hicretin 3'üncü, milâdın 625'inci yılının 25 Mart'ında, 11 Şevval Cumartesi günü Uhud gazası başlamış oldu. Mekkeli kadınların çalgıları arasında ortaya çıkan ve çarpışmak için adam isteyen kâfir askerleri Hz. Hamza ve Hz. Ali'nin kılıçları ile yere düştüler. Kureyşliler ölülerinin öcünü almak, putlarını korumak için var güçleriyle saldırıyor, onların üçte birinden daha az mü'minler ise Allah yolunda, O'nun hak dâvası uğrunda karşı koyuyorlardı. Savaş kısa zamanda kızışmış, imanlı İslâm askerleri düşmanın merkezine kadar ilerlemişti. Onların kılıç darbeleri altında hemen 20 kâfir ölmüş, düşen bayraklarını kaldıracak kimse bulunamaz olmuştu.
Okçular Tenbihe Uymuyor: Çok geçmeden Kureyş ordusu bozulmuş, kadınlar panik içerisinde dağa kaçışmaya, bağırışmaya başlamışlardı. Mü'minlerin bir kısmı kaçan düşmanı kovalamaya çalışırken, diğer bir kısmı ise savaş zaferimizle bitti, diyerek ganimet toplamaya başlamıştı. Ganimetler pek çok olduğundan düşmanı sonuna kadar kovalama işini bıraktılar, ele geçen büyük bir fırsatı tam değerlendiremediler. Ayneyn adındaki boğaza yerleştirilmiş bulunan okçular da savaşın, kendilerinin zaferiyle bittiğini söyleyerek ganimet toplamaya koştular. Kumandanları Hz. Abdullah b. Cübeyr'in, hiç bir halde buradan ayrılmamakla emrolunduklarına dair gösterdiği çabalar bir sonuç vermedi. Boğazda kumandanla beraber sekiz okçu kalıverdi.
Kureyş kumandanlarından Hâlid b. Velid, bu fırsatı çok kollamış fakat ele geçirememişti. Okçuların dağıldığını görünce, 250 kişilik süvari birliği ile boğaza daldı. Kalan okçuları şehîd ettikten sonra, ganimet toplamaya dalan mü'min askerleri arkadan sardı. Diğer taraftan da dağılan Kureyş askerleri toplanıp saldırmaya başladı. Müslümanlar iki taraftan da kıskaca alınmıştı. Mü'minler aralarındaki parolayı bile unutmuşlar, birbirlerine girmişlerdi. Bu şaşkınlık içerisinde savaşı kazanmışken kaybeder hale düştüler. Dağlardan inen Kureyş kadınları tekrar kâfirleri çalgılar ve şarkılar ile coşturmaya çalışıyorlardı. İslâm Ordusu pek sıkışık bir halde kaldı. Kendilerini toparlamaya çalıştılarsa da, Kureyşliler üstünlüğü ele geçirmişti. Bazı sahâbîler Kureyş'in amansız saldırılarına, yer yer mukavamet gösteriyorlar ise de, umumî gidiş kâfirlerin lehine idi.
Mübârek Dişi kırılıyor: Kureyş askerleri bu fırsattan faydalanarak Peygamberimizi (s.a.s.) öldürmeyi gözetliyordu. Sahâbîlerden Hz. Mus'ab'ı, Efendimiz sanarak şehîd etmişler ve bunu bağırarak savaş meydanına duyurmuşlardı. Peygamberimiz (s.a.s.)ın öldürüldüğüne dair yayılan bu yanlış haber de, müslümanların moralini iyice bozdu. Halbuki, dağın tepesinde bir avuç müslüman Peygamberimizin etrafını sarmışlar, O'na bir zarar gelmemesi için canlarını veriyorlardı. Bu arada Peygamberimizin mübârek dişi kırılmış, yanağı yarılmış, bazı yaralar almıştı.
Ebû Süfyan, Peygamberimizin bulunduğu tepenin altına gelerek oradakilere seslendi. Hz. Peygamberimizin, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'in sağ olup olmadıklarım öğrenmek istedi. Fakat Peygamberimizin emriyle cevap verilmedi. Ebû Süfyan'ın "Demek ki, bunların hepsi ölmüş!" demesine dayanamayan Hz. Ömer, "Hayır! Sorduklarının hepsi de sağ!" cevabını verdi. Ebû Süfyan: "Savaş nöbetledir. Bugün biz Bedir'in öcünü aldık!" diye övünmek istedi. Hz. Ömer de "Fakat bizim ölülerimiz Cennette, sizinkiler Cehennemde!" diye haykırdı.
Müşrikler, mü'minlere karşı sağladıkları üstünlükten faydalanıp savunmasız kalan Medine'ye giremediler. Çünkü Allah Teâlâ'nın onlara verdiği korkuyla, mü'minlerden tek bir esir bile alamadan Mekke'nin yolunu tuttular. Yolda akılları başlarına geldi ve tekrar saldırmayı düşündüler. Fakat Peygamberimiz (s.a.s.) da böyle bir tehlikeyi düşündü. Sahâbîlerden bir birlik meydana getirdi. Başlarına geçerek düşmanı takibe çıktı. Medine'den sekiz kilometrelik mesafedeki Hamrâu'l-Esed denilen yere kadar gidildi. Üç gece hiç sönmeyen kalabalık ateş yaktırdı. Müslümanlara kuvvet geldiğini sanan kâfirler korktular. Tekrar saldırmaya cesaret edemeden yollarına devam ettiler. Halbuki mü'minlerin sayısı 75 kişilik bir kuvvetti.
Uhud savaşı böylece üç safha geçirmiş oldu. Mü'minler gâlip iken mağlûp, mağlûp iken düşmanı tâkiple tekrar gâlip hale geldi. Mağlûp duruma düşmeleri, Peygamberimiz’in (s.a.s.) iki emrinde gösterdikleri gevşeklikten, gâlip hale gelmeleri ise tekrar O'nun sözlerine tam yapışmakla mümkün oldu. Uhud Savaşı'na bazı mü'min kadınlar da katılmışlar, yaralıların yarasını sarmak, askerlere su dağıtmak gibi vazifeler yapmışlardır. Kureyşli kadınlar ise kâfirleri eğlendirmek, kaçmalarını önlemek, öçlerini alabilmek için katılmışlardı. Bu arada savaş meydanındaki şehîdlerin burunlarını, kulaklarını kesmek gibi vahşîce, insanlığa sığmayan alçaklıklarda bulunmuşlardır. Uhud'da kâfirler 20 ila 30 arasında ölü verirken, mü'minlerden 70 kişi şehîd düştü. Bunlar arasında Peygamberimizin (s.a.s.) amcası Hz. Hamza da vardı.
İrşad Heyetleri İhânete Uğruyor: (M. 625; H. 4) Uhud savaşının sonucu, müşrikleri, yahûdileri ve onlara destek olan kabileleri şımartmıştı. Mü'minler ise, gelecek tehlikelere karşı çok tedbirli davranıyorlardı. Diğer taraftan ise, çıkarılan seriyyelerle düşmanlara karşı hazır olduklarını gösteriyorlardı. Fakat düşmanlar başka aldatıcı yollara başvurdular. Müslümanları böyle kalleşçe avlamak istediler. Hicretin dördüncü yılında, irşad için istenen mü'minler ihânete uğradılar.
Racî' Vak'ası: Medine yakınındaki kabilelerden ikisi, Fahri Kâinat Efendimize gelerek kendilerine İslâm dinini öğretecek kılavuzlar göndermesini istediler. Efendimiz de Kur'ân öğretip din bilgilerini anlatmak üzere, 10 kişilik bir irşad heyetini onlarla gönderdi. Fakat kafile Racî' denen yere varınca mü'minler, 20 kişilik bir çete tarafından sarıldı. İhanete uğradıklarını anlayan irşad heyeti, dağa sığınarak kendilerini savundular. Sekizi şehîd edildi, ikisi ise canlarına zarar gelmemek üzere teslim alındı. Fakat onlar da Mekke müşriklerine satıldı. Kureyşliler, bu iki mü'mini Bedir'de ölenlere karşılık idam ettiler. Canlarının bağışlanması için dinlerinden dönmeleri peygamberlerini kötülemeleri teklifini ise şiddetle reddedip .şehîdlik rütbesine kavuştular.
Bi'r-i Mâune Fâciası: Yine aynı sene içinde Necid şeyhi Ebû Berâ, Peygamberimiz (s.a.s.)dan din öğretmeleri için bir heyet istedi. Peygamberimizin (s.a.s.) güvenememesi üzerine, kendisine teminat verdi. Bunun üzerine Suffa ashâbından 70 kişi gönderildi. Kendilerine, Ebû Berâ'nın yeğenine yazılan bir de mektup verildi. Ebû Berâ'nın iyi niyetine rağmen, yeğeni başka adamlar toplayarak, mektubu bile okumadan mü'minlere baskın yaptı. "Bi'r-i Mâune/Mâune Kuyusu" mahallinde irşad heyetini kılıçtan geçirtti. İçlerinden sadece biri sağ olarak kurtuldu. Medine'ye gelerek acı haberi ulaştırdı. Peygamberimiz (s.a.s.) ve sahâbîleri çok elem içinde kaldılar. Peygamberimiz (s.a.s.) bir ay müddetle, namazdan sonra bu zâlimlere bedduâ etti. Mü'minler göz yaşı dökerken, münâfıklar, yahûdiler bu işe çok sevindiler. Bu hâdise, Bi'r-i Mâune Fâciası adıyla anılır.
Benî Nâdir Gazâsı: Uhud Savaşından altı ay sonra Benî Nadir yahûdileri ile gazâ yapıldı. Medine'nin Kuba köyü yakınlarında yaşayan Nadir Oğulları yahûdileri, Kureyşlilerin tahriklerine kapıldılar. Uhud Savaşının sonucunu İslâm aleyhine kullanmak istediler. Peygamberimizle (s.a.s.) yaptıkları antlaşmayı bozdular. Diyet borçlarını ödemeleri için bazı sahâbîleriyle beraber yurdlarına gelen Fahr-i Kâinat Efendimize sûikast yapıp kalleşçe öldürmeye bile kalkıştılar. Onların kötü niyetini anlayarak oradan ayrılan Peygamberimiz (s.a.s.), ya antlaşmayı yenilemelerini veya 10 gün içinde Medine'yi terk etmelerini bildirdi.
Yahûdiler Medine'den ayrılmaya hazırlanırken, münâfıkların reisi Abdullah b. Ubey b. Selül gizlice haber gönderdi. Kendilerinin ve diğer yahudi kabilelerinin yardım edeceklerini vaad ederek direnmelerini istedi. Nadir Oğulları bir yıllık yiyeceklerini doldurup çok sağlam gördükleri kalelerine çekildiler. Müslümanlar kaleyi kuşattılar. Kuşatma ve savaş 20 gün kadar sürdü. Vaad edilen yardım gelmeyince, yahûdiler aman diledi. Bunun üzerine mallarını alarak gitmelerine izin verildi. Yahudiler düğün alayı gibi şenliklerle Medine'den ayrıldılar. Silahları ve toprakları mü'minlere kaldı. Peygamberimiz (s.a.s.) toprakları muhacirlere ve ensârdan fakir olan iki mü'mine dağıttı. Yahudilerin böylece Medine'den çıkarılması Peygamberimiz (s.a.s.)ın tesirini arttırdı.
Hendek Savaşı: (M. 627; H. 6) Medine'den sürülen Kaynuka ve Nâdir Oğulları Yahudileri, İslâma karşı olan kinlerini arttırmışlar, öç almak hevesine kapılmışlardı. Bunun için sığındıkları yerlerde hazırlıklar yaptılar. Mekke'ye giderek Kureyşlilerle beraber Islama karşı anlaştılar. İslâm düşmanlığını körüklemek için puta tapmanın Allah Teâlâ'ya ibâdet etmekten üstün olduğu sapıklığını bile söylemekten çekinmediler. Kendileri kitap sahibi olduklarını bilip putperestliğe karşı durdukları halde, İslâm düşmanlığı için böyle alçaklığa düştüler. Müslümanlarla savaş için kâfirlere büyük yardım ve vaadde bulundular.
Hendek Aşılamıyor: Ebû Süfyan kumandasında 10 bin kişilik bir ordu hazırlayan müşrikler, hicretin altıncı milâdın 627'nci yılında Medine üzerine yürüdüler. Peygamberimiz (s.a.s.) sahâbîleriyle görüştü. Medine'de kalarak düşmanı karşılamak kararını aldı. Üç bin kişilik bir İslâm Ordusu hazırlandı. Ancak düşman çok kalabalık ve hazırlıklı olduğu için başka tedbirler araştırıldı. Sahâbîlerden İranlı Hz. Selman'ın fikri üzerine, şehrin etrafına hendekler kazıldı. Bu kazı işleri çok güç oldu. Peygamberimiz (s.a.s.) çalışmalar sırasında büyük müjdeler verdi. Kureyş'in topladığı ordu, Medine'ye gelince, gördükleri hendek karşısında şaşırıp kaldı. Çünkü Arabistan'da şimdiye kadar böyle bir savaş tekniği görülmemişti. Bu hâl onların moralini bozdu. Karargâhlarını kurup beklemeğe başladılar. Hendeği geçemedikleri için karşılıklı ok ve taş atmalarla kuşatma 20 güne yakın sürdü. Şehirde açlık ve kıtlık müslümanları güç durumda bıraktı. Bu arada Kaynuka ve Nâdir Oğulları Yahudileri, müslümanlarla antlaşma halinde olan Kurayza Oğulları Yahudilerini de kandırdı. Kuvvet çok büyük olduğu için, müslümanların işi bitirilecek gözüyle bakılıyordu. Mü'minler bu ihânet ile iki düşman arasında sıkışıp kaldı.
O sırada Gatafan kabilesi büyüklerinden Nuaym, gizlice müslüman oldu. Bu nâzik devrede iyi bir hizmet yapmak istedi. Kureyşliler ve yahûdiler arasındaki birliği hile ile bozdu. Bu arada Allah Teâlâ'nın lütfuyla çıkan bir fırtına her tarafı alt üst etti, soğuk ve yağmur da bastırınca müşrikler barınacak yer bulamadı. Yahûdiler ise kalelerine çekildi. Moralleri iyice bozulan Kureyş ordusu da çareyi çekilmekte buldu. Müslümanlar en sıkışık bir halde, umulmadık şekilde kurtuluşa erdi. Çekilen düşman askerlerinden pek çok mal ve yiyecek kaldı. Açlık ve kıtlık da giderilmiş oldu.
"Hendek" veya bir çok hiziplerden, kabilelerden asker toplandığı için "Ahzâb Gazâsı" adı verilen bu savaşta mü'minlerden 5 kişi şehîd düştü. Kâfirlerden ise 4 kişi öldü. Hendeğin dar bir yerinden atlayan Arap yarımadasının çok ünlü pehlivan savaşçısı Amr b. Abdivüdd, Hz. Ali'nin yiğitçe ve kurnazca karşı koymasıyla can verdi. Savaşın en sıkışık bir gününde mü'minler namazlarını hiç kılamamışlar, gece kazâ etmişlerdi. Bu gazadan sonra Peygamberimiz (s.a.s.), Kureyş'in artık saldıramayacağını, nöbetin kendilerine geldiğini müjdeledi.
Kurayza Yahûdilerinin Cezâlandırılması: Hendek gazasının en nâzik devresinde ahidlerini, antlaşmalarını bozan ve vatanlarına ihanet eden Kurayza Oğulları yahudileri kalelerine çekilmişlerdi. Peygamberimiz (s.a.s.), mü'minlere silâhlarını çıkarmadan onların üzerine hareket emrini verdi. İhanetin cezası geciktirilmeden verilmesi için ilâhî ilham gelmişti. Eğer bu hainlik cezasız kalırsa, müslümanlar için tehlike devam edecekti.
Yahûdiler, müslümanları görünce 900 kişilik kuvvetleriyle karşı koydular. Kalenin kuşatılması ile süren savaş, 25 gün sonra yahûdilerin teslim olmasıyla bitti. Yahudiler kendileri için verilecek karar hakkında, dostları olan Evs kabilesinin reisi Hz. Sa'd b. Muaz'ın hakemliğini istediler. O da yahûdilerin arzusu üzerine Mûsâ (a.s.) şeriatı ve Tevrat'a göre hüküm verdi. Yahudiler hükmün Tevrat'a uygun olduğunu kabul ettiler. Buna göre, eli silâh tutan erkeklerden 400 kişi idam edildi, kadınlar ve çocuklar esir sayıldı, mallar ise ganimet olarak alındı.
Müreysî Gazâsı ve Teyemmüm: (M. 627; H. 6) Medine'ye 9 günlük mesafede yerleşen Mustalık Oğulları kabilesi, müslümanlarla iyi geçiniyorlardı. Ancak Kureyşlilerin tahriklerine kapıldılar. Medine'ye saldırmak ve Peygamberimiz (s.a.s.)ı öldürmek sarhoşluğuna düştüler. Böylece Kureyşlilerin yapamadığını başarmak ve müşrikler içinde itibarlı hale gelmek istediler. Peygamberimiz (s.a.s.) 1000 kişilik bir kuvvetle, bunların üzerine yürüdü. Mü'minlerin üzerlerine geldiğini gören düşman korktu. Bir kısmı kaçtı, bir kısmı savaştı.
Hicretin altıncı, milâdın 627'nci yılı Aralık ayında Müreysi denilen su başındaki savaşta, düşman kısa zamanda hezimete uğratıldı. Mü'minler bir şehîd verdi. Düşman ise 10 ölü ile 700 esir, binlerce hayvanlık ganimet bıraktı. Kabile reisi Hâris'in kızı Cüveyriyye de esirler arasındaydı. Babası, onun asâletinden dolayı câriye olamayacağını ileri sürdü. Cüveyriyye ise Peygamberimizin (s.a.s.) yanında kalmak istediğini bildirdi. Peygamberimizin kurtuluş parasını vermesiyle serbest kaldı. Kendi isteği ile Peygamberimiz (s.a.s.) ile evlendi. Sahâbîler de mü'minlerin vâlidesinin yakınlarını esir tutmaktan kaçındılar, hepsini serbest bıraktılar.
Müreysî veya Benî Mustalık gazvesi adıyla anılan bu savaştan dönerken, mü'minlerin validesi Hz. Âişe iftiraya uğradı. Emânet olarak takındığı bir gerdanlığı düşürmüş ve onu ararken Kafileden geri kalmıştı. Kendisine rastlayan bir mü'min, onu devesine alarak kafileye yetiştirdi. Ordudaki münafıklar bunu dillerine doladılar. İfk (iftira) dedikoduları ile bütün mü'minleri üzüntüye soktular. Ancak Hz. Âişe'nin iftiradan uzak ve temiz olduğuna dair âyetler indi. ^Peygamberimiz (s.a.s.) ve müslümanlar rahatladı. Hz. Âişe'nin gerdanlığının aranması sebebiyle İslâm Ordusu beklemiş ve su sıkıntısı çekilmişti. Namazlarını kılmak için abdest alacak su bulamadılar. Sahâbîler telâşa kapıldı. Hz. Ebû Bekir, buna yol açtığı için kızına çok kızdı. Ancak teyemmüm emri geldi, bütün mü'minler sevindi. Toprakla teyemmüm edip temizlenerek namazlarını kıldılar. Böyle bir kolaylığa sebep oldukları için Hz. Ebû Bekir ailesini kutladılar. Gerdanlığın kaybolmasının hikmeti de meydana çıkmış oldu.
Kâbe'yi Ziyaret İçin Yola Çıkış: Hicretin altıncı yılının Zilkade ayında Peygamberimiz (s.a.s.) 1500 ashâbıyla Kâbe'yi ziyâret için yola çıktı. Niyetleri sadece ziyaret ve tavaf olduğundan yanlarına, yalnız âdet üzere yolcu silâhı olan kılıç almışlardı. Bununla Kureyşlilere de savaşmak için gelmediklerini göstermek istiyorlardı. Eğer Kureyşliler de sulh niyetiyle gelişe anlayış gösterirse, İslâm Dini daha iyi yayılma imkânı bulacaktı. Çünkü bazı kabileler, arzu ettikleri halde, Kureyşlilerin savaş haline bakarak mü'minlere yaklaşmaktan çekiniyorlar, İslâm Dini ile şereflenemiyorlardı.
Müslümanlar, ihramlarına bürünmüş, kurbanlık develerini yanlarına almış oldukları halde, Mekke'ye bir günlük mesafedeki Hudeybiye Kuyusunun adını taşıyan köye kadar geldiler. Haber Mekke'ye ulaştığı zaman, kâfirler telâşa kapıldılar. Ne olursa olsun müslümanları Mekke'ye sokmamaya karar verdiler. Müslümanların niyetini tam öğrenebilmek için elçi gönderdiler. Ancak kendi elçilerinin Fahr-i Kâinat Efendimize gösterilen itaat ve hürmeti anlatmasından hoşlanmadılar. Peygamberimiz (s.a.s.) Kureyşlilere hacdan başka bir maksat için gelmediklerini anlatabilmek için, mü'minlere baskın için gelen ve esir alınan müşrikleri de serbest bıraktırdı. Gönderdiği bir keşif kolu ile de müşriklerin durumunun ne olduğunu öğrendi.
Peygamberimiz (s.a.s.), kendi elçilerine güvenmeyen, araya girenlerin sözlerine bakmayan Kureyşlilere, savaş niyetinde olmadıklarını bildirmek için Hz. Osman'ı elçi gönderdi. Kureyşliler Mekke'de bir çok yakını olmasına rağmen, Hz. Osman'ı göz hapsine aldılar. Onun Kâbe'yi tavaf için geldiklerine dair sözlerine aldırış etmediler. Ancak kendisinin tavafına izin verdiler. Hz. Osman ise, Peygamberimiz (s.a.s.) olmadan Kâbe'yi ziyaret edemeyeceğini bildirdi. Hz. Osman'ın gelmemesi üzerine mü'minler endişeye düştü. Hatta Mekkeliler tarafından öldürüldüğü haberi çıkarıldı. Vaziyet çok nazik bir devreye girdi. Sahâbîler Peygamberimizin etrafında toplandılar. Bir ağacın altında, Peygamber elçisini öldürenlerle savaşmak, Peygamberimizin emirlerine sonuna kadar uymak üzere biat ettiler, söz verdiler. Onun için bu ahde, Rıdvan Biati denilir. Mü'minlerin sayısı ve silâhı azdı, fakat imânları kuvvetliydi. Onun için bu biatin tarihteki yeri çok mühimdir.
Müslümanların bu kararlı hazırlığı duyulunca, Kureyşliler telâşa kapıldı. Çünkü ileri gelenler, savaşların kendileri için iyi sonuç vermediğini anlamıştı. Üstelik sulh içinde olurlarsa, Şam ticaret yolunda serbestçe gidip gelebileceklerini düşünüyorlardı. Hemen Hz. Osman'ı serbest bıraktılar. Antlaşma yapmak üzere de elçiler gönderdiler. Hz. Osman'ın sağ olarak dönmesiyle mü'minler rahatladılar.
Hudeybiye Antlaşması: (M. 628) Peygamberimiz (s.a.s.) sulhun daha iyi olacağını ve Mekke'de gizlice imân edenleri düşünerek elçilerle antlaşmayı kabul etti. antlaşma görünüşte mü'minlerin aleyhine gibiydi. Çünkü Kâbe ziyâretinin ertesi seneye kalması, imân eden Mekkelilerin Medine'ye alınmaması, gelirlerse geri verilmesi gibi ağır hükümler vardı. 10 sene için imzalanan bu antlaşma, mü'minlere çok ağır geldi. Peygamberimiz (s.a.s.), kendilerini Fetih Sûresi'nin gelişiyle, zaferin yakın olduğunu müjdeledi. 13 Mart 628 yılında imzalanan antlaşma sırasında, Hudeybiye'de 20 gün kalındıktan sonra dönüldü.
Hudeybiye'de mü'minlere ağır gelen maddelerin hikmeti kısa zamanda anlaşıldı. O maddeler, kâfirlerin kendi isteğiyle antlaşmadan çıkarıldı. Çünkü antlaşma hükümlerince, Medine'ye gelemeyen ve barınamayan müslümanlar Şam yolu üzerinde toplandı. 300 kişilik bir mücâhid birliği kurarak Mekke kervanları için korkulu rüya oldular. Kâfirler bu tehlike karşısında ricalarla bu hükmü kaldırttılar. Mü'minlerin Medine'ye serbestçe gelmesi, Arap kabilelerinden dileyenlerin mü'minlerle birlik olmasıyla İslâmiyet iyice yayıldı ve kuvvetlendi.
Hayber'in Fethi: (M. 628; H. 7) Mü'minler, Hudeybiye antlaşmasına kadar hep Mekke'li düşmanlarla uğramışlar, Şam tarafındakilere karşılık verememişlerdi. Halbuki Hayber'de toplanan yahûdilerin zararı hayli büyüktü. Çünkü Medine'den kovulmalarının acısını unutmamışlar, her fırsatta İslâm aleyhinde çalışmaktan geri kalmıyorlardı. Hayber bereketli ve zengin bir yer olduğu için maddî kuvvetleri yerindeydi. Elde ettikleri büyük gelirleri, mü'minlere zarar vermek için kullanıyorlardı. Nitekim Hendek savaşı bunların maddî destekleriyle olmuş, müşriklerle beraber hareket ederek mü'minlere ihanetten çekinmemişlerdi.
Peygamberimiz (s.a.s.) Mekke'lilerden sonra Hayber yahûdileri ile de sulh yapıp İslâmın yayılmasını istiyordu. Bunun için elçiler gönderdi. Ancak yahûdiler bazı müşrik kabilelerle de dost oldukları için sulhu kabul etmediler. Müşrik dostları ile beraber müslümanları yeneceklerini sandılar. Bunun üzerine, İslâm aleyhinde devamlı olarak kaynayan fitne ve fesad ocağını söndürmek için karar verildi. 2000 kişilik mücâhid ordusu dört günlük mesafedeki Hayber kalelerine dayandı. Yahûdiler Peygamberimizin (s.a.s.) yeniden yaptığı sulh teklifini yine reddettiler. Bunun üzerine kale kuşatıldı ve şiddetli çarpışmalar başladı.
Yahûdilere yardım gelecek yerleri mü'minler kestiği için, kaledekilerin ümitleri suya düştü. 10 gün boyunca çok çetin bir savaş oldu. Kaleler birer birer düşmeye başladı. Hz. Ali bu savaşta çok üstün kahramanlıklar gösterdi. Yahûdilerin düşmeyen kalesi Kamus'un kumandanı meşhur ve cesur pehlivan Mahrab'ı yere serdi. Mü'minlere meydan okuyan bu korkunç kumandanın ölmesiyle yahûdiler paniğe kapıldı. Hz. Ali kale kapısını koparıp kalkan olarak kullandı. Kamus kalesini alan kumandan oldu. Böylece Hayber Fâtihi unvanı verildi.
Milâdî 628 yılının Mayıs ayında yapılan bu savaşta yahûdiler 93 ölü ile teslim oldular. Mü'minler ise 15 şehîd verdiler. Hayber'in topraklarını çalıştıracak insanlara ihtiyaç vardı. Onun için yahûdiler burada yarı hisse ile çalışmak üzere bırakıldı. Ancak onlar, Peygamberimizi (s.a.s.) bir yemek sırasında zehirlemeye kalkıştılar. Yine de affolundular.
Peygamberimiz (s.a.s.), Hayber'den dönerken Fedek yahûdilerini de aynı şartlarla topraklarında bıraktı. Vâdi'l-Kurâ bölgesi yahûdileri karşı koymak istediyse de, burası fethedildi. Topraklarında yarı hisse ile çalışmaları kabul edildi. Mekkelilerle antlaşma yapılıp Hayber yahûdilerinin de zararsız hale getirilmesiyle Medine'nin iki tarafı da açılmış oldu. Arap kabileleri birer birer gelip imân etmeye başladı. Böylece İslâm Dini, Şam diyarından Yemen'e kadar bütün Arap yarımadasında kök saldı. Bu gelişmelerin hepsi Hudeybiye antlaşmasından sonra olmuştu. Vaktiyle antlaşmayı müslümanların zararına görenler, bu fetihler sonunda fikirlerinde yanıldıklarını anladılar ve pişman oldular.
Hükümdarları Dine Dâvet: (M. 628; H. 7) Peygamberimiz (s.a.s.), bütün insanlara ve cinlere doğru yolu göstermek üzere gönderilmişti. Arap kabilelerinin imân etmeye başlamalarından sonra, diğer insanları da hak dine çağırdı. Hicretin yedinci milâdın 628'nci yılı Muharrem ayında, hükümdarlara ve devlet temsilcilerine elçiler gönderdi. Kendilerini ve emirlerinde yaşayan toplulukları İslâm Dinine çağırdı. Yazdığı mektuplarda bir çok nasihatlar etti.
Peygamberimizin (s.a.s.) elçilerinden Hz. Amr b. Ümeyye, Habeş Hükümdarı Ashame'ye; Hz. Hâtıb b. Ebî Beltia, Mısır Hükümdarı Mukavkıs'a; Hz. Dıhye b. Halife, Bizans Kralı Herakl'e; Hz. Süleyt b. Amr, Yemâme Meliki Hevze b. Ali'ye; Hz. Şücâ b. Vehb, Gassan Meliki Haris b. Ebî Şemmer'e; Hz. Abdullah b. Huzâfe ise, İran Şahı Husrev Perviz'e gönderildi.
Bunların içinde ilk dört hükümdar, elçileri iyi karşıladı. Diğer ikisi ise, çok kızarak küstahlık gösterdi. Ancak çok geçmeden belâlara uğrayıp cezalarını çektiler. Habeş Hükümdarının imân ettiği, Bizans Kralı'nın ise bu niyette olduğu halde yanındakilerden çekindiği bildirilmektedir. Elçi geldiği zaman Şam'da bulunan Herakl, Mekke tüccarlarıyla beraber Ebû Süfyan'ı kabul etmiş, Peygamberimiz (s.a.s.) hakkında bilgi almıştır. Duyduklarının hepsinin son peygamberin vasıfları olduğunu söylemiştir. Mısır hükümdarı nâzik bir cevapla birçok hediyeler ve iki câriye göndermiştir. Bunlardan birisi mü'minlerin vâlidesi Hz. Mâriye'dir. Peygamberimizin (s.a.s.) mektubunu yere atıp savaşa kalkışan Gassan Meliki'nin yurdu, kısa zaman sonra müslümanlarca fethedildi. Mektubu yırtıp Peygamberimizi (s.a.s.) öldürtmek için valisine emir veren İran Şahı ise, kendi oğlu tarafından öldürüldü.
Mü'minlerin Kâbe Ziyâreti: (M. 628; H. 7) Hicretin yedinci yılı hac mevsiminde, Peygamberimiz (s.a.s.) 2000 kişilik mü'min topluluğuyla Kâbe'yi ziyâret etti. Hudeybiye antlaşmasıyla bir sene sonraya kalan bu ziyâret sırasında mü'minler sadece yolcu silâhlarını kuşandılar, antlaşma hükümlerince üç günlük ziyâret esnâsında Kureyşliler şehri boşalttılar. Mü'minlerin Peygamberimizin (s.a.s.) etrafında birlik içerisinde Kâbe'de ibâdet etmelerini uzaktan hayranlıkla seyrettiler. Medine'de zayıfladıkları suçlaması karşısında Peygamberimiz (s.a.s.) ile sahâbîleri başları dimdik halde koşarak güçlerini gösterdiler. Kurbanlarını kestikten sonra Medine'ye döndüler.
Hicretin yedinci, milâdın 628'nci yılında yapılan Kâbe ziyâreti, büyük tesirler uyandırdı. Müslümanların dinlerine bağlılıkları, temiz ahlâkı müşriklerin dikkatini çekti. Nitekim Uhud'da İslâm Ordusunu boğazdan basan ve savaşın şeklini değiştiren büyük kumandan Hâlid b. Velid ile, Amr b. Âs, Osman b. Talha gibi Kureyş'in ileri gelenleri imân etti. Kâfirlerin kendilerini kınamaları karşısında, İslâm Dininin üstünlüğüne tam inandıklarını, her türlü kötü inançtan kurtulduklarını bildirdiler. Onların Medine'ye gelerek aralarına katılması, müslümanları çok sevindirdi.
Mûte Harbi: (M. 629; H. 8) Hicretin sekizinci, milâdın 629'ncu yılı Eylül ayında Rumlarla ilk karşılaşma olan Mûte harbi yapıldı. Peygamberimizin İslâm'a dâvet için gönderdiği elçisi Hz. Hâris b. Umeyr, Gassan Meliki Şurahbil tarafından alçakça şehîd edilmişti. Bunun üzerine 3000 kişilik bir ordu toplandı. Peygamberimiz (s.a.s.), azadlı kölesi Hz. Zeyd b. Hârise'yi başkumandan seçti. Şehîd olması halinde sancağı Hz. Cafer b. Ebî Talib, Hz. Abdullah b. Revâha ve bir mü'minin sıra ile almalarını emretti.
İslâm ordusu önce Şurahbil'i imân etmeye çağıracak reddederse savaşılacaktı. Fakat Bizans Devleti'nin himâyesinde olan Gassan Meliki, bunu duymuş kraldan yardım istemişti. Böylece yardım için 100 bin kişilik çok büyük bir ordu toplandı. Mü'minler Suriye tarafında Kudüs'e yakın Mûte kasabasında korkunç Rum ordusunu görünce şaşırdılar. Ancak Allah yolunda, geri dönmelerinin uygun olmadığına karar verdiler. Bu kadar büyük düşman karşısında bir avuç sayılabilecek İslâm mücâhidleri amansız bir savaşa girdiler.
Hz. Zeyd'in şehîd düşmesiyle, Hz. Cafer başkumandan oldu. 90 yerinden aldığı yaralarla 33 yaşında o da şehîdlik rütbesine kavuştu. Ondan sonra sancağı alan Hz. Abdullah da şehîd olunca, mü'minler paniğe kapıldılar. Hz. Hâlid b. Velid'in konuşmaları ve çabaları karşısında, kendisini başkumandan seçtiler. Hz. Hâlid, orduda yeni ayarlamalar yaptı. Mü'minlerin gayretleri karşısında sayısını bilemeyen düşmanı şaşırttı. Kahramanca çarpışmalar yaparak elinde dokuz kılıç kırdı. Mü'minlere taze kuvvet geldiğini sanan düşman bozguna uğradı. Bu fırsatı iyi kullanan Hz. Hâlid, ordusunu toparlayıp Medine'ye getirdi. Böylece 12 şehîd verildikten sonra büyük bir felâketin önü alınmış oldu.
Peygamberimiz, savaşta kolları kesilerek şehîd olan Hz. Cafer'e Cennette iki kanat takıldığını müjdeleyerek "Tayyar/Uçucu" lâkabını bildirdi. Hz. Halid'e ise "Seyfullah/Allah'ın Kılıcı" lâkabını verdi. Onun kahramanlığını; askerî dehâsını övdü.
Mekke'nin Fethi: (M. 630; H. 9) Mü'minlerin Mûte savaşından başarıyla ayrılması, Arap kabilelerini sevindirdi ve İslâm Dininin kuzeyde yayılmasına sebep oldu. Mekke'li müşrikler ise, Mute savaşının sonucunu mü'minleri küçültücü buluyorlar, düşmanlıklarından geri kalmıyorlardı. Bu arada kendi dostları olan Bekir Oğulları kabilesine gizlice yardım ettiler. Müslümanların dostu olan Huzâa kabilesine baskın yaparak 23 kişinin öldürülmesine yol açtılar.
Huzâa kabilesi reisleri, Medine'ye gelerek yardım istedi. Peygamberimiz (s.a.s.) Kureyşlilere haber gönderdi. Ölülerin diyetlerinin ödenmesini veya Bekir Oğullarını himayeyi bırakmalarını, yahut antlaşmaya uymalarını istedi. Kureyşliler antlaşmayı bozduklarını söylediler. Ancak yaptıkları hatânın farkına vardılar. Ebû Süfyan'ı Medine'ye elçi göndererek antlaşmayı yenilemek istediler. Ebû Süfyan'ın Medine'de çalmadığı kapı kalmadı. Fakat kimseden yüz bulamadı. Kendi kızı, Peygamberimizin (s.a.s.) zevcesi Hz. Ümmü Habîbe bile babasını tersledi.
Ebû Süfyan'm eli boş dönmesiyle Kureyşliler endişeye kapıldı. Huzâa kabilesi Medine yolunu tuttuğu için mü'minlerin durumu hakkında bir haber de alamıyorlardı. Peygamberimiz (s.a.s.) ise, 10 bin kişilik büyük bir ordu hazırladı. Ramazan ayı içerisinde Mekke'yi putlardan temizlemek üzere yola çıktı. Kan dökülmeden Mekke'ye girilmesi için hareket gizli tutuldu. Yolda Fahri Kâinat Efendimize imân ederek Medine'ye gitmekte olan son muhacir, amcası Hz. Abbas ile karşılaştı. O da ailesini gönderip kendi orduya katıldı.
İslâm ordusu gece binlerce ateş yaktı. Kureyşliler gördükleri bu büyük manzara karşısında dehşete kapıldı. Ebû Süfyan olup bitenlerden bir haber alabilmek için bir tepeye çıktı. Burada İslâm süvari karakoluna esir düştü. Hz. Abbas kendisini Peygamberimizin (s.a.s.) huzuruna getirdi. Ebû Süfyan orada İslâm dinine girdi. Burada Mescid-i Haram'a sığınanlara, savaşmadan kendi evine kapananlara ve Ebû Süfyan'm hânesine girenlere dokunulmaması emri ile şereflendi.
Hicretin sekizinci yılı 20 Ramazan, milâdî 11 Ocak 630'da öğle vakti İslâm Ordusu tekbirlerle dört koldan Mekke'ye girdi. Silâh kullanılmadıkça kan dökülmemesi emrolunmuştu. Mü'minler sadece birkaç direnişe karşılık verdi. Kâbe'de bulunan 360 put kırılıp atıldı. Beytullah tertemiz edildi. Kureyşliler, hayretler içersinde sabah taptıkları putların; öğleye kadar hepsinin yerle bir oluşunu seyrediyorlar, Hz. Bilâl'in Kâbe üzerinde öğle ezanını okuyuşunu ve binlerce ağızdan tekbirlerle Allah Teâlâ'ya yapılan şükür ve hamd nidâlarını dinliyorlardı. Böylece yıllarca taptıkları putların faydasızlığını anlamakla onlara lânetler okuyorlar, İslâm ile şereflenmeye koşuyorlardı.
Mü'minler Kâbe'de topluca namazlarını kıldılar. Peygamberimizin (s.a.s.) birlik ve eşitlik hakkındaki hutbesini dinlediler. Efendimiz, İslâm’a çok zararı dokunan birkaç kişi dışında, bütün Mekke'lilere af ilân ediyordu. O'nun bu cömertliği karşısında Mekke halkı şimdiye kadar yaptıklarından utandılar. Akın akın müslüman olarak erkekli, kadınlı Fahr-i Kâinat Efendimize biat ettiler.
Huneyn Gazâsı: (M. 630; H. 8) Mekke'nin fethiyle Kureyş meselesi çözülmüş, onların tesirinde kalan Arap kabileleri de İslâm'ı kabul etmeye gelmişlerdi. Ancak Arapların en büyük kabilesi olan Hevâzin kabilesi, İslâm'ın üstünlüğünü istemiyorlardı. Müslümanların zafer rahatlığı içinde olduğu bir sırada 20 bin asker topladılar. Müslümanları hazırlıksız yakalamak istediler. Bunu duyan Peygamberimiz (s.a.s.) Mekke'de bir vekil bırakarak 12 bin kişilik ordusu ile Hevâzin üzerine yürüdü. Orduya bazı yeni mü'minler de katıldı.
Hevâzin ordusu, bir boğazda ani baskın yaptıkları İslâm ordusunu sıkıştırdı. Bu beklenmedik saldırı mü'minleri şaşırttı. Mekke'nin fethi gibi büyük bir zaferin verdiği rahatlık da onları aldattı, işi gevşek tutmalarına sebep oldu. Hz. Hâlid b. Velid'in kumandasındaki birliğin bozulması da, morallerini iyice bozdu. Bu şaşkınlıkla gelen bozgun karşısında İslâm Ordusu dağılmaya başladı. Ancak Peygamberimiz (s.a.s.) sahâbîlerine seslenerek etrafında toplanmalarını istedi. Düşmanın üzerine hücum edip askerin moralini düzeltti. Savaşta da en üstün kendisinin olduğunu gösterdi. Bozulan İslâm askerleri yeni bir hamleyle düşmanı hezimete uğrattı. Hevâzin Ordusu bütün varlığını savaş meydanında bırakarak kaçtı. Müslümanların kovalaması ile iyice perişan oldular.
Hevâzin kabilesi, savaşta kaçmayı önlemek için kadın, çocuk, mal, servet neleri varsa yanlarında getirmişti. İslâm'ın zaferi karşısında bunlar da fayda etmedi. Mü'minlerin 4 şehîdine karşılık 70 ölü, 6 bin esir, 24 bin deve, 40 bin koyun ve 4 bin okka gümüş ganimet bırakarak kaçtılar. Esirler arasında Peygamberimizin (s.a.s.) süt kız kardeşi Şeymâ da vardı. Efendimiz kendisine hürmet ve ikramda bulundu. Birçok mal vererek memleketine gitmek üzere serbest bıraktı. Bu durumdan ümitlenen Hevâzin kabilesi ileri gelenleri de ricada bulundular. Böylece 6 bin esir serbest bırakıldı. Eşine rastlanmayan bir fazilet örneği gösterildi. Peygamberimizin (s.a.s.), cömertliği dillere destan olan Hâtem-i Tâî'nin kızını da hediyeler vererek serbest bırakması, üstün ahlâkından bir örnek, iyiliklere gösterilen karşılığa bir delildir.
Mekke'nin fethinden 16 gün sonra, milâdî 27 Ocak 630 tarihinde yapılan bu gazâ, Hevâzin kabilesi ile Huneyn Vadisinde yapılmış, bu iki isimle anılmıştır. Peygamberimiz (s.a.s.) savaştan sonra Mekke'ye döndü. Vekil bıraktığı 20 yaşındaki Hz. Attab'ı, idaresinin iyi olmasından dolayı Mekke Valisi yaptı. Kâbe'yi tavaftan sonra Mekke'den ayrıldı.
Tâif Kuşatması ve Evtas Savaşı: (M. 630; H. 8) Huneyn'den kaçan Hevâzin askerlerinden bir kısmı Taif kalesine, bir kısmı da Evtas'a kaçmıştı. Peygamberimiz (s.a.s.) Evtas'a bir birlik gönderdi. Kendisi de Taife hareket etti. mü'minler Evtas'tan zafer ve ganimetlerle döndü. Tâif kalesi sağlam, halkı ise savaşa kararlıydı. 15 günlük kuşatma sırasında mancınık ve Debbâde" denilen ağaç tanklar gibi ağır âletler kullanıldı. Fakat mü'minler bir sonuç alamadı. Kaledekiler ise yiyeceklerini depo etmişler, sonuna kadar direnmeye niyetliydiler.
Peygamberimiz (s.a.s.), kalenin alınması için çok kan döküleceğini anladı. Atılan oklarla 12 mü'min de şehîd olmuştu. Sahâbîleriyle ne yapacaklarını konuştu. Her tarafı müslümanlar ve dostlarıyla sarılı Tâif'lilerden bir zarar gelmeyeceği fikri kabul edildi. Müslümanlar kuşatmayı bırakıp çekildiler. Tâif'liler ise, bir sene sonra kendiliklerinden gelip müslüman oldular. Taife sığınan Hevâzin kabilesi reisi Mâlik ise, müslüman olmayı kabul ettiği için çoluk çocuğu serbest bırakıldı.
Kabileler Topluca İman Ediyorlar: Mekke'nin fethinden sonra Arap kabilelerinden henüz imân etmemiş olanlar da İslâm'a geldi. Yeni mü'minlere dinleri öğretmek için âlimler gönderildi. Bahreyn, Gassan ve Yemen Hükümdarları gönderilen elçilerle müslüman oldu. Müslüman olan hükümdarlardan Maan Emiri Ferve ise, bağlı olduğu Bizanslılar tarafından öldürüldü. Yeni İslâm ülkelerine, şehirlerine valiler tâyin edildi. Eski dinlerinde kalmaya devam eden Hıristiyan, yahûdi ve mecûsî toplulukları vergiye bağlandı. Özetle İslâm Dini Arabistan yarımadasında hükmünü uygulamaya ve kök salmaya başladı.
Tebük Gazâsı: (M. 630; H. 8) İslâm Dininin her tarafa yayılmaya başlaması Bizans Devletinin huzurunu kaçırdı. İranlılara üstünlük sağladıktan sonra, müslümanların da ilerlemesini durdurmak istediler. Bu sebeple 40 bin kişilik bir ordu hazırladılar. Peygamberimiz (s.a.s.), bu haberi alınca asker toplanması için emir verdi. Hicretin 9'uncu milâdın 630'uncu yılının, sıcak aylarında 30 bin kişilik bir ordu hazırlandı.
O sırada kıtlık hüküm sürdüğü için, mü'minler orduyu donatmak için yarışa girdiler. Münafıklar ise, sıcak ve iş zamanını, yolun uzunluğunu, düşmanın büyüklüğünü ileri sürüp bozgunculuk yapmaya çalıştılar. Peygamberimiz (s.a.s.) İslâm ordusuyla Medine ile Şam arasında Tebük denilen yere kadar geldi. Ancak karşılarına düşmanın çıkmadığını gördü. Çünkü İslâm ordusunun büyüklüğü, her tarafa dehşet "salmıştı. Bizans Devleti ise iç çekişmelerle uğraşıyordu. Bu sebeple mü'minlerle savaşmaktan kaçınmışlardı.
İslâm Ordusu Tebük'te 20 gün kaldıktan sonra döndü. Peygamberimiz (s.a.s.) Şam'a girme teklifini kabul etmedi. Çünkü orada vebâ salgını vardı ve bu tehlikenin üzerine gitmekten sakındı. Düşman sindirildiği için, kuzeyden gelecek büyük tehlike de atlatılmış, istenen sonuç elde edilmişti. Bu arada civardaki bazı hükümetler ve kabileler ile ahid yapıldı, vergiye bağlanarak dostluk kuruldu.
Münâfıkların Fesadı ve Mescid-i Dırar: Peygamberimiz (s.a.s.), Ramazan ayında Tebük'ten Medine'ye döndü. Büyük bir sevinçle karşılandı. İslâm Ordusunun Bizans Devletine karşı koyması, her tarafta geniş yankılar uyandırdı. Münâfıklar ise, Hıristiyan ve yahûdilerle işbirliği yaparak İslâm'ı baltalamak çabalarını sürdürüyordu. Mü'minleri, türlü bahanelerle Tebük seferinden alıkoymak istemişler, bozgunculuk yapmışlardı. Kendileri dışındaki İslâm düşmanlarının yardımı ve teşviki ile bir mescid yapmışlardı. Kuba Mescidi yakınında yapılan ve buradaki cemaati bölmek istedikleri mescid, sadece adıyla ibadet yerini andırıyordu. Aslında ise, mü'minlere karşı dış düşmanlarla yapılacak bir savaş için hazırlanmış, içi silâh deposu haline getirilmişti. Münâfıklar Tebük Savaşına giderken, Peygamberimiz (s.a.s.)ı mescidlerinde namaz kılmaya davet etmişler, söz de almışlardı.
Peygamberimiz (s.a.s.) Tebük'ten dönünce, buraya uğramak istedi. Ancak İlâhî vahiy ile işin hakikati bildirildi. Çünkü Peygamberimize suikast yapmayı bile düşünüyorlardı. Bunun üzerine Efendimiz mescidin yıkılması için emir verdi. Yerle bir edilerek, gizli emelleri ortaya çıkarılan bu yere, "Mescid-i Dırar/Zarar Mescidi" adı verildi. İki ay sonra münafıkların reisi Abdullah b. Ubey b. Selül ölünce, adamları da dağıldı. Böylece İslâm, dışarıda Bizans, içeride de münafıklar gibi iki tehlikeyi atlatmış oldu.
Vedâ Haccı ve Hutbesi: (M. 632; H. 1O) Hicretin dokuzuncu yılında Hz. Ebû Bekir, Hac emîri seçilmiş ve 300 mü'minle Hac ibâdetini yerine getirmişti. Hz. Ali ile beraber kâfirlerin artık Kâbe'yi ziyaret edemeyeceklerini bildirmişlerdi. Bunun üzerine müslüman olmayan kabileler de imân ile şereflendiler. İslâm Dini Arap yarımadasında girmedik yer bırakmadı.
Bir sene sonra, hicretin 11. milâdın 632'nci yılında, Peygamberimiz (s.a.s.) 40 bin kişilik bir topluluk ile haccetmek üzere Mekke'ye gitti. O'nun gelişini duyan mü'minler Zilkade ayında Mekke'de toplandı. Böylece Peygamberimiz (s.a.s.) hac sırasında 124 bin kişilik bir İslâm topluluğuna hutbe okudu. İslâm Dininin tamamlandığına işaret ederek, insanlığı maddî ve manevî huzura, kurtuluşa kavuşturacak şeriat hükümlerini, sonsuz nimetleri bildirdi, nasihatler etti. Büyük peygamber, Efendimiz (s.a.s.) devesinin üzerinde idi. Devesinin yularından Amr b. Hârice tutuyordu.. Efendimizin sözlerini tekrar edecek olan da gür sesiyle meşhur, Rabîa b. Ümeyye b. Halefti. Ve Rasûlullah Efendimiz sözlerine şöyle başladı:
Cenab-ı Hakk'a hamd ü senâ ederiz. Ona döneriz. Nefislerimizin fenalıklarından ve kötü amellerimizden Allaha sığınırız. Allah'ın hidâyet ettiğini kimse yoldan çıkaramaz. Allanın şaşırttığını da kimse doğru yola getiremez. Şehâdet ederim ki Allah'tan başka il3ah yoktur. Birdir, eşi ve ortağı yoktur. Yine şehâdet ederim ki Muhammed O'nun kulu ve peygamberidir. Ey Allanın kulları! Allah'tan korkmanızı ve O'na itaat etmenizi vasiyet ederim.
Ey insanlar! Sözlerimi dikkatle dinleyiniz. Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada, ebedî olarak bir daha buluşamayacağım.
Sonra da Peygamberimiz (s.a.s.) Rabîa b. Ümeyye'ye size:
"Ey insanlar! bu hangi beldedir, diye soruyor de. Buyurdu. Rabîa b. Ümeyye de bunu bağırarak onlara duyurdu.
Onlar da haram ve dokunulmaz olan beldedir, diyorlardı.
Peygamberimiz, "Söyle onlara Allah sizlere kanlarınızı ve mallarınızı Rabbinize kavuşuncaya kadar bu beldeniz gibi haram ve dokunulmaz kılmıştır. Sizler muhakkak Rabbinize kavuşacaksınız. Amellerinizden işlediklerinizden sorguya çekileceksiniz" buyurdu.
"Tebliği ettim mi?" diye sordu. Sonra elini semâya kaldırdı. Ey Allah'ım, bunlara tebliğde bulunduğuma şâhit ol dedi.
"Kimin yanında emanet varsa, onu hemen sahibine teslim etsin. İyi biliniz ki üç şey müslümanların kalplerine kin ve kıskançlık sokmaz.
1- Allah'a ihlâslı olarak amel etmek.
2- Emir sahiplerine nasihatte bulunmak.
3- Müslümanların cemaatine İtikat ve sâlih amelde tâbi olmak. İyi biliniz ki câhiliyye devrine ait her şey ayaklarımın altına konulmuş, hükümsüz sayılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası da bize ait, kan davalarından İbn Rabîa'nın kan dâvâsıdır. Câhiliyye devrinde olan, bütün fâizler de kaldırılmış, hükümsüz sayılmıştır. Kaldırdığım ilk faiz, Amcam Abbas'ın fâiz alacağıdır, onun da tümü kaldırılmıştır. Fakat ana paralarınız size aittir, sizin hakkınızdır. Ne. bundan fazlasını isteyip borçlulara zulmediniz, ne de hakkınızdan aşağı alıp, mazlum duruma düşünüz. Allah fâiz yoktur diye hükmetmiştir.
Şimdi ey insanlar! Şeytan Muhakkak ki şu toprağınızda kendisine tapınmaktan temelli olarak ümidini kesmiştir. Fakat siz bunun dışındaki ufak tefek işlerinizde, Şeytana itaat edecek olursanız, bu onu hoşlandıracaktır. Dininiz üzerinde ondan sakınınız.
....................
Ey İnsanlar! Kadınlar hakkında Allah'tan korkunuz. Çünkü siz onları ancak Allanın emaneti olarak aldınız. Ve kendileri ile evlenmeyi de Allh'ın kelimesiyle (nikâhla) helâl edindiniz.
Ey insanlar! Şüphe yok ki sizin kadınlarınız üzerinde hakkınız vardır, onların da sizlerin üzerinde hakkı vardır. Sizin onların üzerinde hakkınız döşeğinize sizden başka hiç kimseyi ayak bastırmamaları, fuhuş irtikâp etmemeleri, istemediğiniz kimseyi izniniz olmadıkça evlerinize sokmamalarıdır. Eğer onlar bunun aksini yaparlarsa, Allah size onları yatakta yalnız bırakmanıza izin vermiştir. Kendilerini fazla incitmeyecek şekilde dövebilirsiniz de .. Eğer uysallık ederler size boyun eğerlerse onların üzerinizdeki hakkı ma'rûf veçhiyle yani memleket âdet ve geleneğine göre kendilerinin bütün yiyecek ve giyeceklerini sağlamaktır. Kadınlar hakkında hayırlı olmanızı tavsiye ederim. Çünkü onlar yanınızda zayıftırlar, emânettirler. Kendileri için bir şeye mâlik değildirler.
Ey insanlar! Size tebliğ etmiş olduğum sözlerimi aklınızda iyice tutunuz. Ben size öyle bir şey bıraktım ki ona sımsıkı sarılırsanız hiçbir zaman sapmazsım. O Allah'ın kitabıdır. Allah'ın Peygamberinin sünnetidir. Ehl-i beytimdir.
Ey insanlar! Sözümü iyi dinleyiniz ve aklınızda iyice tutunuz. Müslüman müslümanın kardeşidir. Ve böylece bütün müslümanlar kardeştirler. Kişiye kardeşinin malı, kendisi onu gönlünden kopararak vermedikçe helal olmaz. Kendinize zulüm ve yazık etmeyiniz.
"Allah Aşkına tebliğ ettim mi?" diye sordu. Müslümanlar da Allah için evet dediler. Peygamberimiz; "Ey Allah'ım şâhit ol" diyerek Allah'ı şâhit tuttu. Sakın benden sonra kâfircesine câhiliyye hallerine dönmeyiniz. Ve birbirinizin boynunu vurmayınız.
Ey insanlar! Rabbiniz bir, babanız birdir. Hepiniz Ademin soyundansınız. Adem de topraktandır. Allah katında sizin en şerefliniz en muttekı olanınız, Allanın emirlerini en çok yerine getiren, yasaklarından da sakınanınızdır. Arabın Araptan olmayana üstünlüğü ancak takva iledir, buyurdu. Ve: "Tebliğ ettim mi ?" diye sordu. "Evet" dediler. Sizden burada bulunanlar bunları bulunmayanlara da tebliğ edip ulaştırsın.
Ey insanlar! Size âzâsı kesik bir köle bile emir tâyin edilecek olsa sizi Allah'ın kitabı ile idâre ettiği zaman onu dinleyiniz ve itaat ediniz, buyurdu. Sonra müslümanlara sordu: "Benim hakkımda ne diyeceksiniz?" Müslümanlar: "Allah tarafından getirdiklerini bize tebliğ ettin, peygamberlik vazifeni yerine getirdin, bize nasihat ettin diye şehâdette bulunacağız" dediler. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, Şehâdet parmağını havaya kaldırıp halka işaret ederek; "Allah'ım şâhit ol, Allah'm şâhit ol, Allah'ım şâhit ol!" "Ve'sselamü aleyküm ve rahmetullahi ve berakâtühû" buyurarak hutbesini sona erdirdi.
Peygamberimiz (s.a.s.) bundan sonra haccetmediği için, bu haccı ve hutbesi "Vedâ Hacı" ve "Vedâ Hutbesi" olarak anıldı. Bu hac emri sırasında 63 deve kurbanı kendisi kesti. Kalanlarını Hz. Ali keserek 100'e tamamladı. Peygamberimiz (s.a.s.), her sene için bir kurban keserek ömrünün 63 senede sona ereceğine, İslâm nûrunun tamamlanmasıyla, dünyadan ayrılacağına işaret etti. Kâbe'de 10 gün kaldıktan sonra Medine'ye döndü.
Son Peygamber Ordusu: Peygamberimiz (s.a.s.) hicretin 11'inci yılı Safer ayında, Şam yolunu açmak için bir ordu hazırlattı. Mûte savaşında şehîd düşen kumandan Hz. Zeyd b. Hârise'nin oğlu Hz. Usâme b. Zeyd'i 20 yaşında ordunun başına geçirdi. Bir çok ileri gelen sahâbîler de bu genç kumandanın emrindeydi. Peygamberimiz (s.a.s.) ordusunu uğurladıktan sonra saadetli hanesine döndü.
Hastalanıyor: Peygamberimiz (s.a.s.) 23 senelik vazifesinin sona erdiğini ve yakında dünyadan ayrılacağını anlamıştı. Uhud şehîdlerini ziyâret ederek sekiz yıl sonra cenâze namazlarını kıldı. Meşhur Bâkî' mezarlığına giderek orada yatan mü'minleri de ziyaret etti. Yakında kendisinin de o âleme göçeceğini bildirdi. Nitekim Rebiulevvel ayına bir gün kala hastalandı. Sahâbîlerine bir hutbe okuyarak Arabistan'ın putperestlerden temizlenmesini, gelen elçilere iyi davranılmasını emretti, son nasihatlerini yaptı. Yanında bulunan zevcelerinin hissesini ayırdı, kalanını sadaka olarak dağıttı. Peygamberimizin hastalığını duyan İslâm ordusu geri döndü.
Ve Dünyadan Ayrılıyor: (M. 632; H. 12 Rebûul Evvel 11) Peygamberimizin (s.a.s.) hastalığı sıtma idi. Soğuk su ile rahatlamaya çalışıyordu. Son üç günde hastalığı iyice ağırlaştı. Hz. Ebû Bekir'i imamlık yapmak üzere vekil seçti. Nihayet 13 gün süren hastalıktan sonra hicretin 11'inci yılı Rebiulevvel ayının 12'nci Pazartesi gecesi milâdî 632 yılında 63 yaşında mübârek ruhları uçup en yüce makama gitti. Sahâbîler bu acı hakikat karşısında şaşırıp kaldılar. Diller tutuldu, kalpler dondu, feryatlar göklere yükseldi. Hz. Ömer gibi sahâbîler bile inanmak istemedi. Bu fırsattan faydalanmak isteyen bazı kimseler dinden çıkarak yalancı peygamberlik hevesine kapıldı. Ancak Hz. Ebû Bekir'in soğukkanlı davranışı ve hâkim olucu sözleri karşısında herkes kendine gelebildi.
Çünkü o büyük dost Hz. Muhammed’in (s.a.s.) getirdiği Kur'an, ve şeriatının rehberlik vazifesine devam ettiğini bildiriyor, bu büyük hakikati hatırlatıyordu. Kendilerini toparlayan mü'minler önce Hz. Ebû Bekir'i halife seçip emrine girdiler. Sonra da Fahr-i Kâinat Efendimize karşı son vazifelerini yaptılar. Erkekler, kadınlar ve çocuklar sırayla namazını kıldılar. Peygamberimiz (s.a.s.), dünyaya gözlerini yumduğu Hz. Âişe'nin saâdetli hânesine defnedildi. Şimdi Ravza-ı Mutahhara denilen makamı meydana geldi.
Peygamberimizin Yüksek Ahlâkı: Peygamberimiz (s.a.s.), bütün yaratılmışların en şereflisi ve şânı en yüce olanıdır. İnsanlara güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildiğini söylemiştir. Her güzel işte, örnek O'dur, ölçü O'dur. Merhamet ve şefkati, cömertlik ve keremi, akıl ve zekâsı, güzellik ve yaratılışı, iyilik ve ihsanı, doğruluk ve adaleti, sabır ve kanaati, temizlik ve iffeti, yiğitlik ve kuvveti, hâsılı her üstünlük ve fazileti başkaları ile ölçülmesi mümkün olmayacak derecede yüksektir.
Küçükleri sevip okşamak, hastaları arayıp sormak, hareketlerinde ölçülü olmak, herkese tatlı söz ve güler yüz göstermek, fakirlere ve düşkünlere yardımcı olmak, işi her zaman ehline vermek, aşırılığa ve gösterişe yüz vermemek, herkesin hakkını gözetmek gibi akla gelen her olgun ahlâk, O'nun sünnetidir.
Koca Arap yarımadası emri altında iken bir kuru ekmek parçasıyla karnını doyuracak, hattâ açlığını gidermek için karnına taş bağlayacak derecede sabır, kendisini öldürmek için saldıran ve yaralayarak en ağır eziyeti yapanların, sadece doğru yola gelmelerini isteyecek kadar merhamet sahibiydi. Huzurunda titreyen bir ziyaretçiye: "Korkma arkadaş! Ben, Kureyş'ten kuru ekmek yiyen bir kadının oğluyum!" buyuran bir geniş gönül taşıyordu. Kısacası, her güzel ahlâk, O'nda ayrı bir güzellik kazanmıştı.
Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s.) uzuna yakın orta boylu, endamı biçimi gayet uygun, alnı açık, büyücek başlı, hilal kaşlı, değirmi yüzlü, güzel iri karagözlü, uzun kirpikli, çekme burunlu, kaşları birbirine yakın fakat arası açık, omuzlarının arası ve göğsü geniş, gümüş gibi saf boynu uzun ve düzgün, omuzları , kolları ve bacakları iri ve kalın, bilekleri uzun, parmakları uzunca, elleri ve parmaklan kalınca, karnı göğsü ile bir hizada, ne şişman ne pek zayıf, sıkı etli, ipek tenli, iri kemikli, iri gövdeli, güçlü kuvvetli, tabanları ve avuçları çukur, iki küreğinin arasında peygamberlik mührü, kendisi de peygamberliğin mührü, her hareketi mutedil, yürüyüşü dosdoğru ve sallanmadan, ne pek hızlı ne pek yavaş, güler yüzlü tatlı sözlü yumuşak, alçak gönüllü ve vakarlıydı.
Zevceleri: Peygamberimizin (s.a.s.) çok evlenmenin yasaklanmasından önce, bir çok hikmetler ye çeşitli sebeplerle nikâhına aldığı vâlidelerimizin sayısı 12'dir. İlk zevcesi Hz. Hatice ile Hz. Zeyneb binti Huzeyme, kendi sağlığında vefat etmişler, diğerleri ise sonraya kalmışlardır. Zevcelerinden Hz. Ebû Bekir'in kızı Hz. Âişe ve Hz. Ömer'in kızı Hz. Hafsa'yı bu en yakın iki dostuyla bağlılığını artırmak için nikâhlamıştır. Bu maksatla, kendi kızlarını da üçüncü ve dördüncü derecedeki yakın dostu Hz. Osman ve Hz. Ali'ye vermiştir.
Ebû Süfyan'ın kızı Hz. Ümmü Habîbe, kocasının Habeşistan'da Hıristiyanlığa dönmesiyle himâyesiz kalmıştı. Babası iman etmediği için onun yanına da gelemiyor, asâletli olduğu için herhangi sıradan biriyle evlenemiyordu. Peygamberimiz (s.a.s.) dininde sebat eden bu mü'mineyi Habeş hükümdarını vekil tâyin ederek nikâhladı. Medine'ye getirterek himâyesi altına aldı.
Hz. Zeyneb binti Huzeyme, Hz. Ümmü Seleme ve Hz. Sevde de Hz. Hafsa gibi kocaları Allah yolunda savaşırken şehîd düşmüşlerdi. Kimsesiz kalan ve korunmaya muhtaç olan bu kadınları Peygamberimiz (s.a.s.) nikâhına aldı. Hz. Zeyneb binti Cahş ise akrabası olup kocası ile geçinemediğinden ayrılmıştı. Efendimiz akrabasının ricaları üzerine, onu nikâhına aldı.
Hz. Cüveyriyye, Hz. Mâriye, Hz. Safiyye ve Hz. Meymûne validelerimiz ise, siyasî sebeplerden dolayı Peygamberimizin nikâhına girmişlerdir. 53 yaşına kadar dul bir kadın olan Hz. Hatice ile yaşayan Peygamberimiz (s.a.s.) birçok hikmet ve sebeplerle, ömrünün son 10 yılında çok kadınla evlenmiştir. Bu vâlidelerimiz de O'ndan öğrendikleri ile İslâm'a büyük hizmetlerde bulunmuşlardır.
Çocukları: Peygamberimizin (s.a.s.) üçü erkek, dördü kız olmak üzere yedi evlâdı dünyaya gelmiştir. İlk oğlu Hz. Kasım olduğu için, Efendimiz "Ebu'l-Kasım/Kasım'ın Babası" lâkabıyla anılmıştır. Diğer oğulları da Hz. Abdullah ve Hz. İbrahim'dir. Kızları Hz. Zeyneb, Hz. Rukayye, Hz. Ümmü Külsûm ve Hz. Fâtıma'dır. Yalnız Hz. İbrâhim, Hz. Mâriye'den doğmuş, diğerlerinin hepsi Hz. Hatice'den olmuştur.
Oğulları bebek halinde, kızları ise evlilik hayatı sürerken Peygamberimiz (s.a.s.)'dan önce vefat etmişlerdir. Yalnız Hz. Fâtıma, babasından altı ay sonra 24 yaşında dünyadan ayrılmıştır. Hz. Rukayye ile Hz. Ümmü Külsûm, sırasıyla Hz. Osman b. Affan ile evlenmişlerdir. Bu sebeple Hz. Osman'a "Zinnûreyn/İki Nur Sahibi" lâkabı verilmiştir. Hz. Zeyneb, Hz. Ebû As b. Rebî ile, Hz. Fâtıma da Hz. Ali ile evlenmişlerdir.
Peygamberimizin (s.a.s.) soyu, kızı Hz. Fâtıma'nın oğulları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin neslinden devam etmiştir. Diğer kızlarından olan torunları yaşamamıştır. Hz. Fâtıma'nın, Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin'den başka Muhsin adında bir oğlu, Ümmükülsûm ve Zeyneb adında iki kızı daha vardır.
Salât u selâm O'na, âline, ashâbına ve kıyâmete kadar O’nun izi üzerinde yürüyen ümmetine olsun. (1)
Hz. Peygamber'in Vücut Özellikleri: Peygamber Efendimiz, uzuna yakın orta boylu, pembemsi nûrânî beyaz tenli olup iri yapılı idi. Ama şişman değildi ve göbeği göğüs hizâsından taşmazdı. Uyumlu ve dengeli bir vücuda sahip olan Hz. Peygamber'in başı irice olup O'na ayrı bir güzellik ve heybet veriyordu. Saçları kumral olup düz ile kıvırcık arasındaydı ve kulak yumuşağına kadar uzanırdı. Saçını çoğu zaman tam ortasından ayırarak iki yana doğru tarardı. Muntazam ve gür bir sakalı vardı. Saç ve sakallarındaki beyaz tel sayısı vefat anlarında yirmiyi bulmuyordu. Saç ve sakal bakımını asla ihmal etmez, yanında devamlı tarak bulundururdu. Kaşlarının arası hafif aralıklı, gözleri siyah, burnunun üst tarafı gâyet îtidal üzere yüksekçe, dişleri muntazam ve tertemizdi. Devamlı misvak kullanırdı. Omuzlarının arası genişçe, omuz başları kalın, el ve ayakları enlice idi. İki kürek kemiği arasında, keklik ya da güvercin yumurtası büyüklüğünde tüylerle kaplı kırmızımtırak bir ben vardı; ki, bu ben, peygamberlik mührü idi. Yürürken adımlarını düzgünce kaldırarak atar, sanki yokuştan iniyormuşçasına önüne hafifçe eğilerek hızlıca yürürdü. Peygamber Efendimiz, bedenin, giyeceklerinin, yiyeceklerinin ve çevresinin temizliğine büyük bir önem ve îtinâ gösterirdi.
Peygamber Efendimiz, aile hayatında, özel yaşayışında, ahlâkında, dini tebliğinde, devlet idâresi ve askerî komutasında, eğitim ve öğretiminde, kısacası tüm sözleri, hareketleri ve davranışlarında bütün müslümanlar için güzel bir örnek idi. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurdu: "Andolsun ki Rasûlullah'ta sizin için, Allah'a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çokça zikredenler için mükemmel bir örnek vardır." (33/Ahzâb, 21).
Hz. Muhammed (s.a.s.)'in Hayat
ı ile İlgili Kronolojik CetvelM. 571-574:
Abdullah oğlu Muhammed (s.a.s.)'in doğumu (12 Rebi'u'l-evvel, 20 Nisan 571).
Dört yaşına kadar süt annesi Halime ile öz annesi Amine arasında gidip gelmesi.
Göğüs yarma olayının gerçekleşmesi.
M. 575-576:
İki yıl annesiyle birlikte kalması.
Annesiyle birlikte Yesrib (Medine)’deki dayılarının yanına gitmesi.
Yesrib (Medine) dönüşünde annesinin Ebvâ'da otuz yaşındayken vefat etmesi ve oraya defn edilmesi. Hz. Muhammed (s.a.s.) o zaman altı yaşındaydı (M. 576).
M. 577-578:
İki yıl dedesi Abdulmuttalib'in himayesinde kalması.
Hz. Muhammed (s.a.s.)'in sekiz yaşında olduğu sırada dedesi Abdulmuttalib'in ölmesi (M. 578).
M. 578-592:
Amcası Ebu Talib'in himayesine girmesi.
10-12 yaşlarında olduğu yıllarda Mekke kırlarında çobanlık yapması.
12 yaşına geldiğinde, yaz döneminde amcasıyla birlikte ticaret için Şam'a gitmesi (M. 583).
Hz. Muhammed (s.a.s.)'in yirmi yaşında olduğu sırada Kureyş'le Kaysi Aylan
kabileleri arasında Ficar savaşının ortaya çıkması.
Yine 20 yaşında olduğu sırada, mazlumlara yardım amacıyla hılfu'l-fudul anlaşmasının gerçekleştirilmesi.
M. 595:
25 yaşındayken Huveylid'in kızı Hatice'nin ticaret mallarıyla Şam'a gitmesi
Aynı yıl, Hz. Hatice (r.anha)'yla evlenmesi.
M. 606:
35 yaşında olduğu sırada, yıkılmak üzere olan Ka'be'nin onarılması. Bu onarım sırasında Haceru'l-Esved Hz. Muhammed (s.a.s.) tarafından yerine yerleştirilmiştir.
M. 610-613:
Hira mağarasında ibâdete çekilmesi.
40 yaşında olduğu sırada kendisine vahiy gelmesi ve peygamberlikle görevlendirilmesi (M. 610, Ramazan ayı).
Üç yıl süreyle dine dâvetin gizli tutulması.
M. 613-616:
Açıktan davetin başlaması (M. 613).
Müslümanlar üzerinde şiddet ve baskının başlaması.
İlk Müslümanların büyük bir kısmının Habeşistan'a hicret etmesi (I. Habeşistan hicreti) (M. 615).
Hz. Hamza (r.a.) ile Hz. Ömer (r.a.)'in Müslüman olması (M. 616).
M. 617:
Müslümanların ikinci kez Habeşistan'a hicret etmeleri.
Müslümanların ekonomik ablukaya alınması için bir belge yazılması, bu belgenin Kâ'be'nin duvarına asılıp yürürlüğe konması. Bu abluka M. 617'de başlamış ve üç yıl sürmüştür.
M. 619:
Ekonomik ablukanın kaldırılması.
Ebû Tâlib'in ölümü.
Hz. Hatice (r. anha)'nın vefatı (Bu iki ölüm olayının gerçekleştiği M. 619 yılı hüzün yılı olarak adlandırılmıştır).
Hac döneminde Yesrib (Medine)'deki Hazrec kabilesine mensup altı kişilik bir hac kafilesinin Müslüman olması.
M. 620:
Rasûlullah (s.a.s.)'ın dâvet için Mekke yakınındaki Tâif'e gidip dönmesi.
Tâif halkı Rasûlullah (s.a.s.)'ın davetine ilgi göstermemiş ve O’nu çocuklarına taşlatmışlardır.
Yesrib'deki Evs ve Hazrec kabilelerinden 12 kişinin Müslüman olması.
Birinci Akabe bey'atı.
M. 621:
İsrâ ve Mirac mucizesinin gerçekleşmesi ve Mirac esnasında beş vakit namazın
farz kılınması.İkinci Akabe bey'atı. Bu bey'atte Evs ve Hazrec kabilelerinden 73 erkek ve
2 hanım bulunmuştur.Müslümanların çoğunluğunun Medine’ye hicret etmesi.
H. 1; M. 622:
Rasûlullah (s.a.s.)'ın Medine'ye hicreti.
İlk Cuma namazının kılınması.
Mescidi Nebevi'nin inşası.
Ezanın uygulamaya konması.
Mekke'den gelen Müslümanlarla (muhâcirlerle) Medineli Müslümanların (ensârın) birbirleriyle kardeşleştirilmesi.
H. 2; M. 623-624:
Fakirlerin barındırılması için Mescid-i Nebevî'nin önüne suffe (teras) yapılması.
Kureyş kervanına askeri taarruz.
Müşriklerin Medine otlaklarına saldırarak bazı hayvanları gasbetmelerine karşı gerçekleştirilen Safevân gazvesi.
Kıblenin Kudüs'teki Mescidi Aksa tarafından Ka'be tarafına çevrilmesi.
Ramazan orucunun farz kılınması.
İslâm'da ilk savaş olan Büyük Bedir savaşı (Bu savaşta Müslümanlar büyük bir zafer elde etmişlerdir).
Zekâtın farz kılınması ve fitrenin emredilmesi.
Rasûlullah (s.a.s.)'ın kızı Hz. Fatıma (r.a.)'nın Hz. Ali (r.a.)'yle evlenmesi.
İlk Kurban bayramı namazının kılınması.
H. 3; M. 624-625:
Müşriklerin Medine'ye saldıracaklarına dair bir haber alınması üzerine gerçekleştirilen Gatafan gazvesi. Bu gazve Rasûlullah'ın Uhud'dan önce kumanda ettiği en büyük gazvedir.
Kureyş'le karşı karşıya gelmek üzere gerçekleştirilen Bahran gazvesi. Bu, aynı zamanda büyük bir savaş tatbikatı niteliği taşımaktadır.
Karde seriyyesi. Bu seriyye Müslümanların Uhud'dan önce gerçekleştirdikleri en büyük savaş tatbikatı niteliği taşımaktadır.
Hz. Osman (r.a.)'ın Peygamberimizin kızı Ümmü Külsüm (r. anhâ)'yla evlenmesi.
Hz. Hasan (r.a.)'ın dünyaya gelmesi.
625:
Rasûlullah (s.a.s.)'ın Hz. Ömer (r.a.)'in kızı Hafsa (r.anhâ)'yla evlenmesi.
Uhud savaşı. Bu savaşta Müslümanlardan Hz. Hamza (r.a.)'nın da içinde olduğu yetmiş kişi şehid olmuştur.
Uhud savaşının yaralarının sarılması ve Müslümanlara moral kazandırılması amacına yönelik Hamrau’l-Esed seferi.
H. 4 M. 625-626:
Arap kabilelerine dâvet için gönderilen on Müslümanın şehid edildiği er-Reci fâciası.
Bazı Arap kabilelerinin isteği üzerine, dini öğretmek üzere gönderilen yetmiş kurrânın (hâfızın) pusuya düşürülerek şehid edildiği Bi'ru Maune fâciası. Rasûlullah (s.a.s.) bu olaydan sonra bir ay süreyle, söz konusu kurrâları pusuya düşürenlerin cezalandırılması için sabah namazlarında kunut duâsı okudu.
626:
Müslümanlarla aralarındaki anlaşmaya uymayarak Resulullah (s.a.s.)'ı öldürmek için tuzak kuran Beni Nadir yahudilerinin sürgün edilmesi.
İçki ve kumarın haram kılınması.
Zâtu'r-Rikâ gazvesi. Korku (havf) namazı bu gazvede teşri edilmiş ve ilk olarak bu gazvede kılınmıştır.
Rasûlullah (s.a.s.)'ın hanımlarından Hz. Zeyneb bintu Huzeyme (r.anhâ)'nın vefâtı. Rasûlullah (s.a.s.)'ın hanımlarından sadece Hz. Hatice ve Hz. Zeyneb onun sağlığında vefât etmiştir.
Hz. Hüseyin (r.a.)'in dünyaya gelmesi.
H. 5 M. 626-627:
Suriye civarında toplanan eşkiya çetelerinin dağıtılması amacıyla gerçekleştirilen Du’metu'l-Cendel gazvesi.
Medine'ye saldırmaya hazırlanan Mustalik oğullarının susturulması amacına yönelik Benî Mustalik gazvesinin gerçekleştirilmesi. Bu gazveden dönülürken Hz. Aişe (r. anhâ)'ya iftirâ atılmıştır (İfk olayı).
627:
Haccın farz kılınması.
Hendek savaşı. Bu savaşta müşrikler Medine'yi kuşatmış, onlara karşı bir savunma tedbiri olarak şehrin etrafına hendek kazılmış, müşrikler de kuşatmayı günlerce sürdürmelerine rağmen umduklarını elde edememiş ve geri dönmek zorunda kalmışlardır.
Hendek savaşında ihanet eden Kurayza oğulları yahûdilerinin büyük erkeklerinin öldürüldüğü, kadınlarının ve çocuklarının da esir edildiği Benî Kurayza gazvesi.
H. 6; M. 627-628:
Bi'ru Maune'de Müslüman davetçileri pusuya düşürerek öldüren Lihyan oğullarının cezalandırıldığı Benî Lihyan gazvesi.
Rasûlullah (s.a.s.)'ın develerinin yağmalanması ve çobanının şehid edilmesi olayı ve buna karşılık bazı bölgelere seriyyeler gönderilmesi.
İslâm'a davet için bazı devlet başkanlarına elçiler ve mektuplar gönderilmesi.
628:
Rasûlullah (s.a.s.)'ın kuraklıktan dolayı yağmur duasına çıkması.
Rıdvan bey'atı. Bu olayda Müslümanlar, Hudeybiye'deki yeşil bir semure ağacının altında ya Mekke fethedilinceye ya da Allah yolunda şehid edilinceye kadar cihad etmek üzere Resulullah (s.a.s.)'a bey'at etmişlerdir.
Müslümanlarla Mekke müşrikleri arasında, görünüşte Müslümanların aleyhine sanılan ancak onlara büyük fetihlerin kapılarını açan Hudeybiye anlaşmasının imzalanması.
H. 7; M. 628-629:
Yine bazı devlet başkanlarına İslâm'a davet mektupları ve elçiler gönderilmesi.
Medine'ye saldırıda bulunmaya hazırlanan Hayber yahûdilerinin bunu yapmalarına fırsat vermemek için gerçekleştirilen Hayber gazvesi ve Hayber'in fethi. Bu fetihten sonra yahûdiler Hayber dışına sürgün edilmişlerdir.
Daha önce Habeşistan'a hicret etmiş Müslümanlardan orada kalanların Medine'ye dönmeleri.
Medine'ye saldırıya hazırlanan Vâdi'l-Kurra, Fedek ve Teymâ yahûdilerine karşı gerçekleştirilen Vâdi’l-Kurrâ gazvesi.
629:
Umre ziyareti.
H. 8; M. 629-630:
Amr ibnu'l-As ve Hâlid ibnu'l-Velid'in Müslüman olması.
Rasûlullah (s.a.s.)'ın elçisini öldüren Rumlara/Bizanslılara karşı Mûte seferi.
630:
Mekke'nin fethi.
Müslümanlara saldırmak üzere toplanan Hemazin kabilelerine ve onlara yardım eden Sakif kabilesine karşı gerçekleştirilen Huneyn gazvesi.
Rasûlullah (s.a.s.)'ın Ci'râne'den ihrama girerek umre yapması.
H. 9; M. 630-631:
Rasûlullah (s.a.s.)'ın Müslüman bölgelerine valiler ve zekât tahsil memurları göndermesi.
Tebük gazvesi. Bu, Bizans devletine Suriye topraklarında verilen bir derstir.
Tebük seferine katılmak istemeyen münâfıkların Mescidi Dırar olarak bilinen bir mescid yapmaları ve orada toplanmaları. Bu mescid daha sonra Rasûlullah tarafından yıktırılmıştır.
Sulh ve sükun dönemi. Bu dönemde çeşitli kabilelerden Medine'ye hey'etler gelerek Müslüman olduklarını bildirmişler, sonra bu kabilelere dâvetçiler ve öğreticiler gönderilmiştir. Bu gelişmelerin yaşandığı yıl Senetu'l-Vufûd (Hey'etler Yılı) olarak adlandırılmıştır.
631:
Müslümanların, Hz. Ebu Bekir (r.a.)'in emirliğinde (yönetiminde) hac yapmaları.
İslâm’ın bütün Arap Yarımadası’na yayılması.
H. 10; M. 631-632:
632: İslâm'ın yayıldığı yeni bölgelere de valiler ve zekât tahsil memurları gönderilmesi.
Vedâ haccı. Bu, Resulullah (s.a.s.)'ın ilk ve son haccıdır. Bu hacda yaklaşık yüz bin kişiye hitâben Vedâ hutbesini okumuştur.
H. 11; M. 632:
Beni Nahle heyetinin gelmesi. Bu, Resulullah (s.a.s.)'ın sağlığında Müslüman olduklarını bildirmek üzere gelen son heyettir.
Rasûlullah (s.a.s.)'ın ânî bir şekilde Bâki kabristanını ziyâret etmesi, orada medfun olan Müslümanları selâmlaması ve şehitler için duâ etmesi.
Usâme ibn Zeyd (r.a.) komutasında bir ordunun Filistin'e gönderilmesi.
Rasûlullah (s.a.s.)'ın hastalanması ve ardından, H. 13 Rebi'u'l-evvel 11, M. 8 Haziran 632 tarihinde Pazartesi günü vefat ederek Makam-ı Mahmûd'a yükselmesi. Allah'ın salâtı ve selâmı onun ve tüm âlinin, ashâbının üzerine olsun.
Rasûlullah (s.a.s.)'
ın Aile ÇizelgesiHan
ımları:Adı Evlenme Yaşı Evlendiği tarih Vefat tarihi Vefat yaşı
H. M.
1. Hatice bintu Huveylid 40 595 619 65
2. Sevde bintu Zem'a 52 620 54 674 105
3. Âişe bintu Ebi Bekr 9 2 623 57 676 66
4. Hafsa bintu Ömer 20 3 625 45 665 60
5. Zeyneb bintu Huzeyme 30 3 625 4 625 30
6. Ummu Seleme 29 4 626 61 679 84
7. Zeyneb bintu Cahş 38 5 627 20 671 53
8. Cuveyriye bintu Hâris 20 5 627 50 670 65
9. Ummu Habibe 38 7 628 44 664 73
10. Safiyye bintu Huyey 17 7 628 50 662 51
11. Meymune bintu Hâris 24 7 629 51 671 66
12. Mâriye el-Kıbtiyye 8 628 16 637
Çocuklar
ı:Adı Doğumu Vefatı Vefat Yaşı Çocukları
M. H. M. H.
1. Zeyneb 600 8 629 30 Ümâme, Ali
2. Rukiyye 602 2 624 22 Abdullah
3. Ümmü Külsüm 604 9 630 26 Çocuğu olmadı.
4. Fâtıma 606 11 632 26 Hasan, Hüseyin; Zeyneb,
Ümmü Külsüm (,Muhsin)
1. Kasım 614 618 4
2. Abdullah 618 619 1
3. İbrâhim 630 8 631 10 1,5
Kur'ân-
ı Kerim'de Hz. Muhammed (s.a.s.)"(Rasûlüm!) De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayan ve merhamet edenidir." (3/Âl-i İmrân, 31)
"De ki: Allah'a ve Rasûlü'ne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez." (3/Âl-i İmrân, 32)
"Allah'a ve Rasûlü'ne itaat edin ki size merhamet edilsin." (3/Âl-i İmrân, 132)
"Muhammed, ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür ya da öldürülürse, gerisin geriye (eski dininize) mi döneceksiniz? Kim (böyle) geri dönerse, Allah'a hiçbir şekilde zarar vermiş olmayacaktır. Allah, şükredenleri mükâfatlandıracaktır." (3/Âl-i İmrân, 144)
"...Kim Allah'a ve Peygamberi'ne itaat ederse Allah onu, zemininden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır; orada devamlı kalıcıdırlar; işte büyük kurtuluş budur. Kim Allah'a ve Peygamberi'ne karşı isyan eder ve hudûnu/sınırlarını aşarsa Allah onu, devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azap vardır." (4/Nisâ, 13-14)
"Küfür yoluna sapıp Peygamber'i dinlemeyenler o gün yerin dibine batırılmayı temenni ederler ve Allah'tan hiçbir haberi gizleyemezler." (4/Nisâ, 42)
"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber'e ve sizden olan emir sahiplerine (müslüman idarecilere) de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah'a ve âhirete gerçekten iman ediyorsanız- onu Allah'a ve Rasûl'e götürün (onların tâlimatına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha iyidir." (4/Nisâ, 59)
"Onlara: 'Allah'ın indirdiğine (Kur'an'a) ve Rasûl'e gelin (onlara başvuralım)' denildiği zaman, münâfıkların senden iyice uzaklaştıklarını görürsün." (4/Nisâ, 61)
"Biz her peygamberi, ancak Allah'ın izniyle kendisine itaat edilmesi için gönderdik. Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah'tan bağışlanmayı dileseler, Rasûl de onlar için istiğfar etseydi Allah'ı ziyadesiyle affedici, merhamet edici bulurlardı. Hayır! Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymasızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar." (4/Nisâ, 64-65)
"Kim Allah'a ve Rasûl'e itaat ederse işte onlar, Allah'ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddîklar, şehidler ve sâlih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır!" (4/Nisâ, 69)
"Kim Rasûl'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur. Yüz çevirene gelince, seni onların başına bekçi göndermedik." (4/Nisâ, 80)
"Kendisi için hidâyet/doğru yol belli olduktan sonra, kim Peygamber'e karşı çıkar ve mü'minlerin yolundan başka bir yola giderse, onu o yolda bırakırız ve cehenneme sokarız; o, ne kötü bir yerdir." (4/Nisâ, 115)
"Ey ehl-i kitab! Rasûlümüz size Kitaptan gizlemekte olduğunuz birçok şeyi açıklamak üzere geldi; birçok (kusurunuzu) da affediyor. Gerçekten size Allah'tan bir nur, apaçık bir Kitab geldi." (5/Mâide, 15)
"Ey ehl-i kitab! Peygamberlerin arası kesildiği bir sırada size Rasûlümüz/elçimiz geldi. Gerçekleri size açıklıyor ki (kıyâmette); 'bize bir beşîr ve nezîr (müjdeleyici ve uyarıcı) gelmedi' demeyesiniz. İşte size müjdeleyici ve uyarıcı gelmiştir. Allah her şeye hakkıyla kaadirdir." (5/Mâide, 19)
"Allah ve Rasûlü'ne karşı savaşanların ve yeryüzünde fesat çıkarıp hak düzeni bozmaya çalışanların cezası, ancak ya acımadan öldürülmeleri, veya asılmaları, yahut da bulundukları yerden sürülmeleridir. Bu, onların dünyadaki rezilliği/rüsvaylığıdır. Onlar için âhirette de büyük bir azap vardır." (5/Mâide, 33)
"Sizin velîniz/dostunuz ancak Allah'tır, Rasûlü'dür, Allah'ın emirlerine boyun eğerek namaz kılan ve zekâtı veren mü'minlerdir. Kim Allah'ı, Rasûlü'nü ve iman edenleri dost edinirse (bilsin ki;) üstün gelecek olanlar şüphesiz hizbullahtır/Allah'ın tarafını tutanlardır." (5/Mâide, 55-56)
"Allah'a itaat edin. Rasûl'e de itaat edin ve (kötülüklerden) sakının. Eğer (itaatten) yüz çevirirseniz, bilin ki Rasûlümüzün vazifesi belâğdır/tebliğdir (apaçık duyurmak ve bildirmektir)." (5/Mâide, 92)
"Yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları o Rasûle, o ümmî Nebî'ye uyanlar (var ya), işte o Peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten men eder, onlara tayyibâtı (temiz ve güzel şeyleri) helâl, habâisi (pis ve zararlı şeyleri) haram kılar. Ve üzerlerindeki ağırlıkları, sırtlarındaki zincirleri atar(hata ile adam öldürmekte kısas icrâsını ve günah işleyen âzâların, pislis değen elbisenin kesilmesi gibi ağır teklifleri kaldırır). O Peygamber'e iman edip ona saygı gösteren, yardım eden ve onunla birlikte gönderilen Nûr'a (Kur'an'a) uyanlar var ya, işte kurtuluşa erenler onlardır." '7/A'râf, 157)
Âyette geçen "ümmî" kelimesi, okuma yazma bilmeyen karşılığında kullanılmış olup Rasûlullah'ın bir vasfıdır. Allah Teâlâ'nın O'nu bu vasıf ile açıklaması ümmî olduğu halde ilmin bütün kemâlâtına sahip olmasındandır ki, bu da O'nun hakkında bir mûcizedir. "Rasûl" denilmesi Allah'a izâfeten, "Nebî" denilmesi ise kullara nisbetendir. Yani, O Allah'ın elçisi olması bakımından Rasûl, insanlara Allah'ın emirlerini tebliğ edip haber vermesi bakımından da Nebîdir.
"De ki: 'Ey insanlar! Gerçekten ben, sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi Allah'ın (gönderdiği) Rasûlüyüm. Ondan başka ilâh/tanrı yoktur; O diriltir ve öldürür. Öyle ise Allah'a ve O'nun ümmî Rasûlüne, Allah'a ve O'nun kelimelerine gönülden inanan Rasûlü'ne iman edin ve O'na uyun ki, hidâyeti/doğru yolu bulasınız." (7/A'râf, 158)
"Ey iman edenler! Allah'a ve Rasûlü'ne itaat edin, işittiğiniz halde O'ndan yüzçevirmeyin. İşitmedikleri halde 'işttik' diyenler gibi olmayın. Çünkü Allah katında hayvanların en kötüsü, düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir (Hakkı işitip kabul etmeyen kâfirlerdir)." (8/Enfâl, 20-22)
"Ey iman edenler! Hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah ve Rasûlü'ne (onların çağrılarına) uyun. Ve bilin ki, Allah kişi ile onun kalbi arasına girer ve (siz) mutlaka O'nun huzurunda toplanacaksınız." (8/Enfâl, 24)
"Ey iman edenler! Allah'a ve Peygamber'e hâinlik etmeyin. (Sonra) bile bile kendi emânetlerinize hâinlik etmiş olursunuz." (8/Enfâl, 27)
"Allah'a ve rasûlü'ne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin. Sonra korkuya kapılırsınız da devletiniz (gücünüz) gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir." (8/Enfâl, 46)
"De ki: 'Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akarabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticâret, hoşlandığınız meskenler (evler, konaklar, köşkler) size Allah'tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah, fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez." (9/Tevbe, 24)
"Kendilerine Kitap verilenlerden Allah'a ve âhiret gününe inanmayan, Allah ve Rasûlü'nün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini (kendine) din edinmeyen kimselerle, küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşın." (9/Tevbe, 29)
"O (Allah), müşrikler hoşlanmasalar da (kendi) dinini bütün dinlere üstün kılmak için Rasûlünü hidâyet ve Hak Din ile gönderendir." (9/Tevbe, 33) ve (48/Fetih, 28; 61/Saff, 9)
"...Allah'ın Rasûlüne eziyet edenler için acıklı bir azap vardır." (9/Tevbe, 61)
"(Hâlâ) Bilmediler mi ki; Kim Allah ve Rasûlü'ne karşı koyarsa elbette onun için, içinde ebedî kalacağı cehennem ateşi vardır. İşte bu, büyük rezillik/rüsvaylıktır." (9/Tevbe, 63)
"Andolsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. Çünkü o, size çok düşkün, mü'minlere karşı raûf/çok şefkatli, rahîmdir/merhametlidir." (9/Tevbe, 128)
"(Rasûlüm!) Biz seni, ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik." (21/Enbiyâ, 107)
"O gün, zâlim kimse, ellerini ısırıp şöyle der: 'Keşke o Peygamber'le birlikte bir yol tutsaydım! Yazık bana! Keşke falancayı dost edinmeseydim! Çünkü zikir (Kur'an) bana gelmişken o, hakikaten beni ondan saptırdı. Şeytan, insanı (uçuruma sürükleyip, sonra) yapayalnız ve yardımcısız bırakmakta. Peygamber dedi ki: 'Ey Rabbim! Doğrusu kavmim bu Kur'an'ı mehcûr/terkedilmiş (bir şey yerinde) tuttular." (25/Furkan, 27-30)
"(Bazı insanlar) 'Allah'a ve pegamber'e inandık ve itaat ettik' diyorlar; ondan sonra da içlerinden bir grup yüzçeviriyorlar. Bunlar mü'min değildirler. Onlar, aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve Peygamber'e çağrıldıklarında, bakarsın ki, içlerinden bir kısmı yüzçevirip dönerler. Ama, eğer (Allah ve Rasûlü'nün hükmettiği) hak kendi lehlerine ise, ona, gönülden bağlı olarak saygı ile gelirler. Kalplerinde bir hastalık mı var, yoksa şüphe ve tereddüt içinde midirler? Yoksa, Allah ve Rasûlü'nün kendilerine zulüm ve haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar? Hayır; asıl zâlimler kendileridir! Aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve Rasûlüne dâvet edildiklerinde, 'işittik ve itaat ettik' demek, sadece mü'minlerin söyleyeceği sözdür. İşte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir. Kim Allah'a ve Rasûlüne itaat eder, Allah'a saygı duyar ve O'ndan sakınırsa, işte asıl bunlar bedbahtlıktan kurtulanlardır." (24/Nûr, 47-52)
"De ki: Allah'a itaat edin; Peygamber'e de itaat edin. Eğer yüzçevirirseniz şunu bilin ki, Peygamber'in sorumluluğu kendisine yüklenen (tebliğ görevini yapmak), sizin sorumluluğunuz da size yüklenen (görevleri yerine getirmeniz)dir. Eğer ona itaat ederseniz, hidâyeti/doğru yolu bulmuş olursunuz. Peygamber'e düşen, sadece açık-seçik belâğ/tebliğdir, duyurmaktır." (24/Nûr, 54)
"(Ey mü'minler!) peygamber'i, kendi aranızda birbirinizi çağırır gibi çağırmayın. İçinizden,, birini siper ederek sıvışıp gidenleri muhakkak ki Allah bilmektedir. Bu sebeple, onun emrine aykırı davrananlar, başlarına bir belâ gelmesinden veya kendilerine çok elemli bir azap isâbet etmesinden sakınsınlar." (24/Nûr, 63)
Bu âyet, Hz. Peygamber (s.a.s.)'e sadece ismiyle hitap etmenin veya kendisinden bahsederken sırf ismini söylemenin, ümmetlik terbiyesi ile bağdaşmayacağını ifade etmektedir. Böyle durumlarda onun ismi ile beraber Peygamber, Nebî, Rasûl, Rasûlullah, Rasûl-i Ekrem, Peygamber Efendimiz, Habîbullah gibi onu anlatan ve ona saygımızı ifade eden sıfat ve unvanları da söylemek yerinde olur. Ayrıca, Allah Teâlâ'nın, 33/Ahzâb sûresinin 56. âyetindeki emri uyarınca biz müslümanların, Peygamberimizin ismi anılınca, 'Allah'ın salât ve selâmı onun üzerine olsun' anlamına gelen 'sallâllahu aleyhi ve sellem (s.a.s.)' dememiz de ona olan saygımızın bir gereğidir.
"(Rasûlüm!) Biz seni, ancak müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik." (25/Furkan, 56)
"Peygamber, mü'minlere kendi canlarından daha üstündür. Eşleri, onların analarıdır..." (33/Ahzâb 6)
"Andolsun ki, Allah'ın Rasûlünde, sizin için, Allah'a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için en güzel ve mükemmel bir örnek vardır." (33/Ahzâb, 21)
Âyette, Hz. Peygamber'in, Allah'ın rızâsını kazandıracak davranışlarda bulunmak isteyenler için mükemmel ve canlı bir örnek, en büyük fazilet numûnesi olduğu anlatılmaktadır. Böylece, Rasûlullah'ın, hislerine mağlûp insanları memnun etmek ve onlara pratik değerden mahrum birtakım teorik kurallar öğretmekle görevli olmayıp, O'nun hedefinin, insanlığa amelî kaideler öğretmek ve bu kuralları kendi yaşayışıyla Canlı Kur'an olarak izah ve târif etmek olduğu anlaşılmış olmaktadır. Bunun için, O'nun hayatı ve sîreti incelenirken bu nokta, asla gözden uzak tutulmamalıdır.
"Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, iman etmiş bir kadın ve erkeğe, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur." (33/Ahzâb, 36)
"Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat O, Allah'ın Rasûlü ve nebîlerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkıyla bilir." (33/Ahzâb, 40)
"Ey Peygamber! Biz seni hakikaten bir şâhid, bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik. Allah'ın izniyle, Allah'a çağıran bir dâvetçi ve nur saçan bir lâmba olarak (gönderdik)." (33/Ahzâb, 45-46)
"Allah ve melekleri, Peygamber'e çok salât ederler. (Onun şerefini gözetmeye, şânını yüceltmeye özen gösterirler.) Ey mü'minler! Siz de ona salât edin ve tam bir teslimiyetle selâm verin." (33/Ahzâb, 56)
Allah'ın salâtı, rahmet etmek ve kulunun şânını yüceltmektir. Meleklerin salâtı, Peygamber'in şânını yüceltmek, mü'minlere bağış dilemek anlamındadır. Mü'minlerin salâtı ise, duâ anlamına gelmektedir. Allah bütün bütün mü'minlere, peygamberlerine salât ve selâm getirmelerini emretmekte ve ona saygı göstermelerini istemektedir. "Allahumme salli alâ Muhammed" demek salât, "esselâmu aleyke eyyühe'n-Nebiyyu" demek selâmdır. Peygamberimiz'den rivâyet edilen çok sayıda salevât-ı şerîfe vardır. Bunları okumak, mümkün olduğu kadar çok salât ve selâm getirmek, Peygmaber'in sevgisini celp eder, Allah'ın izniyle şefâatine sebep olabilir.
"Allah ve Rasûlünü incitenlere Allah, dünyada ve âhirette lânet etmiş ve onlar için horlayıcı bir azap hazırlamıştır." (33/Ahzâb, 57)
"(Kâfirlerin) Yüzleri ateşte evrilip çevrildiği gün, 'eyvah bize! Keşke Allah'a itaat etseydik, Peygamber'e itaat etseydik!' derler. 'Ey Rabbimiz! Biz reislerimize ve büyüklerimize uyduk da onlar bizi yoldan saptırdılar' derler. 'Rabbimiz, onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lânetle rahmetinden kov, lânetle' (derler)." (33/Ahzâb, 66-68)
"(Ey Muhammed,) De ki: 'Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum. Ve ben kendiliğmden bir şey teklif edenlerden de değilim." (38/Sâd, 86)
"İman edip sâlih amel işleyenlerin, Rableri tarafından hak olarak Muhammed'e indirilen gerçeğe iman edenlerin günahlarını Allah örtmüş ve hallerini düzeltmiştir." (47/Muhammed, 2)
"Şüphesiz Biz seni, şâhid, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik ki, Allah'a ve Rasûlü'ne iman etmeniz, O'nu savunup desteklemeniz, O'nu en içten bir saygı ile yüceltmeniz ve sabah-akşam O'nu tesbih etmeniz için." (48/Fetih, 8-9)
"Muhammed rasûlullah'tır/Allah'ın elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler. Onları rükûa varırken, secde ederken görürsün. Allah'tan lütuf ve rızâ isterler. Yüzlerinde secdelerin izinden nişanları vardır..." (48/Fetih, 29)
"Ey iman edenler! Allah'ın ve Rasûlü'nün huzurunda öne geçmeyin. Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah (her şeyi) işitendir, bilendir. Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber'in sesinden fazla yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygamber'e yüksek sesle bağırmayın. Öyle yaparsanız, siz farkına varmadan amelleriniz boşa gider. Rasûlullah'ın huzurunda seslerini kısanlar, şüphesiz Allah'ın kalplerini takvâ ile imtihan ettiği kimselerdir. Onlara mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır." (49/Hucurât, 1-3)
Yukarıdaki âyetlerde Allah ve Rasûlü'nün huzurunda sözde veya işte öne geçerek konuşmak ya da hüküm beyan etmek yasaklanmıştır. Rasûlullah'ın huzurunda yüksek sesle konuşmak da haram kılınmıştır. Bundan maksat, onun huzurunda münâsebetsizce bağırıp çağırma ve sesini yükseltmedir. Sahâbeden Sâbit bin Kays'ın durumu, âyetin tefsirine açıklık getirmektedir. Zira bu zât âyet inince, yükses seli olduğundan, Hz. Peygamber'in huzurunda konuşursa amelinin boşa gideceği endişesi beslemiş, huzur-ı risâlete gitmemeye başlamıştı. Hz. Peygamber, onu çağırtarak teselli etmiş, ona hayır haberi ve cennet müjdesi vermiştir.
"Battığı zaman yıldıza andolsun ki, arkadaşınız (Hz. Muhammed) sapmadı ve bâtıla inanmadı; O, hevâsına (kötü arzularına) göre konuşmaz. O(nun konuşması, kendisine) vahyedilenden başkası değildir." (53/Necm, 1-4)
"Allah'a ve Rasûlü'ne karşı gelenler, kendilerinden öncekilerin alçaltıldığı gibi alçaltılacaklardır. Biz apaçık âyetler indirdik. Kâfirler için küçük düşürücü bir azap vardır." (58/Mücâdele, 5)
"Allah'a ve Rasûlü'ne düşman olanlar, işte onlar en alçaklar, en bayağılar arasındadırlar." (58/Mücâdele, 20)
"...Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının. Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azâbı çetindir." (59/Haşr, 7)
"Hatırla ki Meryem oğlu İsa, 'Ey İsrâil oğulları! Ben size Allah'ın rasûlüyüm, benden önce gelen Tevrat'ı tasdik edici ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir peygamberi de müjdeleyici olarak geldim' demişti. Fakat o, kendilerine açık deliller getirince, 'bu, apaçık bir büyüdür' doediler." (61/Saff, 6)
“(Ey Rasûlüm!) Hiç şüphesiz senin için bitip tükenmeyen bir ecir/mükâfât vardır. Ve sen, kesinlikle yüce bir ahlâk üzeresin (mükemmel bir ahlâka sahipsin).” (68/Kâlem, 4)
"...Kim Allah ve Rasûlü'ne karşı gelirse, bilsin ki ona, (kendi gibilerle birlikte) içinde ebedî kalacakları cehennem ateşi vardır." (72/Cin, 23)
Peygamberimiz’in
Şemâil-i Şerifi
Peygamberimiz (s.a.s.)'in ailesiyle ve çevresindeki mü’minlerle olan ilişkisi, günlük hayatından detaylar, dış görünümü, görenleri hayran bırakan heybeti (hürmetle beraber şiddetli heyecan hissini veren hali, azameti), sevdiği yiyecekler, giyimi ve gülüşü gibi pek çok detay İslâm âlimleri tarafından "şemâil" kelimesiyle ifade edilir. Şemâil kelimesi "şimâl"den türemiştir. Bu kelime "karakter, huy, hal, hareket, davranış ve tavır" gibi anlamlar taşır. Şemâil kelimesi ilk başlarda daha geniş anlamlar içerse de, zaman içinde özelleşmiş ve Peygamber Efendimiz’in nasıl bir yaşam sürdüğü ile ilgili detayları ve kişisel özelliklerini ifade eden bir terime dönüşmüştür.
Rabbimizin âlemlere üstün kıldığı bu seçkin kulunun karakterine ve görünüşüne dair aktarılan her bir detay, aynı zamanda onun üstün ahlâkının da bir yansımasıdır. Peygamber Efendimiz’in şemâilinin bilinmesinden amaç, O’nun güzel özelliklerini inceleyip, yaşamından günümüze öğütler çıkarıp örnek almaktır.
Peygamber Efendimizin Yaratılış Güzellikleri: Peygamber Efendimizin Ashâbı, bu kutlu insanın dış görünümünün güzelliği, görenleri hayran bırakan heybetinden nuruna ve duruşundan gülüşüne kadar Allah'ın onda tecelli ettirdiği çeşitli güzellikler hakkında pek çok detay aktarmışlardır. Sayıca oldukça kalabalık olan sahabeler, bu güzellikler hakkında birçok farklı detay vermiş, Peygamber Efendimizle aynı dönemde yaşamamış olan Müslümanlara Allah'ın Rasûlünü birçok yönüyle tanıtmışlardır. Bazı sahabeler onu genel özellikleriyle tarif ederken, diğerleri uzun ve detaylı anlatımlarda bulunmuşlardır. Bu anlatımlardan bazıları şu şekildedir:
Peygamber Efendimizin dış görünümü ve güzelliği: Sahâbeleri Peygamberimiz (s.a.s.)'in güzelliğini şöyle anlatıyorlardı: "Allah Rasûlü (s.a.s.) çok yakışıklı ve alımlı idi. Mübârek yüzü ayın on dördündeki dolunay gibi parlardı. Burnu gâyet güzel idi. Gür sakallı, iri gözlü, düz yanaklı idi. Ağzı geniş, dişleri inci gibi parlaktı. Boynu sanki bir gümüş hüzmesi idi. İki omzunun arası geniş, omuz kemik başları kalın idi."
Enes b. Malik (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah Efendimizin boyu; ne çok uzun, ne de fazla kısa idi; O orta boylu idi. Teni de ne duru beyaz, ne de koyu esmerdi. Saçları ise ne düz, ne de kıvırcık idi. Bu fânî hayata vedâ ettiklerinde, saçında ve sakalında 20 tel ak saç yoktu. Rasûlullah (s.a.s.) beyaz, güzel ve mûtedil (yavaş ve mülâyim, itidalli) idiler."
"Peygamber Efendimiz’in hoş bir görünüşü vardı. Saçı ise ne kıvırcık, ne de düzdü. Mübârek yüzlerinin rengi ise nûrânî beyazdı." Berâ b. Âzib (r.a.) anlatıyor: "Rasûllullah Efendimiz’den daha güzel birini görmedim. Omuzlarını döğen saçları vardı. İki omuz arası genişçe idi. Boyu ise ne kısa idi, ne de uzundu."
Mübârek yüzlerinin rengi kırmızıya çalar şekilde beyaz; gözleri siyah; kirpikleri sık ve uzun; omuz başları iri yapılı idi. O, insanların en cömert gönüllüsü, en doğru sözlüsü, en yumuşak tabiatlısı ve en arkadaş canlısı idi. Kendilerini ansızın görenler, O'nun heybeti karşısında çok şiddetli heyecanlanırlar; üstün vasıflarını bilerek sohbetinde bulunanlar ise, O'nu herşeyden çok severlerdi. O'nun üstünlüklerini ve güzelliklerini tanıtmaya çalışan kimse; “Ben, gerek Ondan önce, gerek Ondan sonra, O’nun gibi birisini görmedim” demek sûretiyle, O'nu tanıtma hususundaki aczini ve yetersizliğini itiraf ederdi.
Hz. Hasan (r.a.) naklediyor: "Rasûlullah Efendimiz, yaradılıştan heybetli ve muhteşemdi. Mübârek yüzü, dolunay halindeki ayın parlaklığı gibi nur saçardı. Orta boyludan uzun, ince uzundan kısa idi. Saçları kıvırcık ile düz arası idi; şâyet kendiliğinden ikiye ayrılmışlarsa onları başının iki yanına salar, değilse ayırmazlardı. Uzattıkları takdirde saçları kulak yumuşaklarını geçerdi. Peygamber Efendimizin rengi, ezher'ul-levn (pek beyaz ve parlak renk) idi, yani nurani beyazdı. Alnı açıktı. Kaşları; hilal gibi, gür ve birbirine yakındı. Boynu, saf mermerden meydana gelen heykellerin boynu gibi gümüş berraklığında idi. Vücudunun bütün organları birbiri ile uyumlu olup yakışıklı bir yapıya sahipti."
Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor: "Hz. Peygamber, gümüşten yaratılmış gibi nurlu beyazdı; saçları da hafif dalgalı idi. Efendimiz (s.a.s.) beyaza pembe karışık renkte idi. Gözleri siyah, kirpikleri sık ve uzun idi. Allah Rasûlünün alnı geniş olup hilal kaşlıydı, kaşları gürdü. Iki kaşı arası açık olup, halis bir gümüş gibiydi. Gözleri pek güzel, gözbebekleri simsiyahtı. Kirpikleri birbirine geçecek şekilde gürdü. Güldüğünde dişleri çakan şimşek gibi parıldardı. İki dudağı da emsalsiz şekilde güzeldi. Sakalı gürdü. Boynu pek güzeldi, ne uzun ne kısaydı. Boynunun güneş ve rüzgâr gören kısmı altın alaşımlı gümüş ibrik gibi, gümüşün beyazlığı ve altının da kırmızılığını yansıtır şekilde parıldardı. Göğsü genişti, göğsünün düzlüğü aynayı, beyazlığı da ayı andırırdı. Omuzları genişti. Kol ve pazuları irice idi. Avuçları ipekten daha yumuşaktı."
Peygamber Efendimiz’in hicret yolculuğu sırasında çadırını ziyaret ettiği Ümmü Mabed isimli cömertliği, iffeti ve cesareti ile tanınan biri, Peygamber Efendimiz’i tanımamıştır. Ancak Peygamberimiz (s.a.s.)'i anlatılanlardan tanıyan kocasına, onu şöyle tarif etmiştir: Aydın yüzlü ve güzel yaradılışlı idi; zayıf ve ince de değildi. Gözlerinin siyahı ve beyazı birbirinden iyice ayrılmıştı. Saçı ile kirpik ve bıyıkları gümrahtı (bol, gür). Sesi kalındı. Sustuğu zaman vakarlı (ağırbaşlılık, halim ve heybetli oluş), konuştuğu zaman da heybetli idi. Uzaktan bakıldığında insanların en güzeli ve en sevimlisi görünümündeydi; yakından bakıldığında da tatlı ve hoş bir görünüşü vardı. Çok tatlı konuşuyordu. Orta boylu idi; bakan kimse ne kısa ne de uzun olduğunu hissederdi. Üç kişinin arasında en güzel görüneni ve nur yüzlü olanıydı. Arkadaşları, ortalarına almış durumda hep onu dinlerler; buyurduğu zaman da hemen buyruğunu yerine getirirlerdi. Konuşması tok ve kararlı idi.
Kendisini görenlerin anlattıklarında da görüldüğü gibi, Peygamber Efendimiz olağanüstü yakışıklı, görenlerin nefesini kesecek kadar güzel yüzlü ve güzel endamlı idi. Ayrıca atletik ve son derece etkili bir yapısı vardı ve çok kuvvetli idi.
Peygamber Efendimiz’in saçı: Peygamber Efendimiz’in saçının uzunluğu ile ilgili farklı tarifler vardır. Tarifler arasında böyle farklılık olması ise doğaldır, çünkü bu bilgileri aktaranlar Peygamber Efendimizi farklı zamanlarda gördükleri için, saçının uzunluğu da farklı olmuş olabilir. Ancak bu tariflerden anlaşılan Peygamberimiz (s.a.s.) saçını en kısa kulağı hizasında, en fazla ise omuzlarına kadar uzatmıştır. Enes b. Malik (r.a.) anlatıyor: "Hz. Peygamberin saçları, kulaklarının orta hizasına kadar uzamıştı." Hazreti Âişe (r.a.) vâlidemiz anlatıyor: "Rasûlullah'ın mübârek saçları, kulakları ile omuzları arasındaydı." Berâ b. Âzib (r.a.) anlatıyor: "Saçları ise, kulak yumuşaklarını değerdi." Ebû Tâlib'in kızı ümmü Hâni (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah Efendimiz Mekke'ye geldiklerinde evimizi teşrif etmişlerdi. Bu sırada mübârek başları dört belikli (örgülü) idi."
Peygamberimiz (s.a.s.)'in saç ve sakal bakımı: Peygamber Efendimiz temizliğe çok önem verdiği için, saç ve sakal bakımına da önem vermişlerdir. Bazı kaynaklarda Onun yanında daima tarak, ayna, misvak, kürdan, makas, sürmedan gibi eşyalar bulundurduğu bildirilmektedir. Peygamberimiz (s.a.s.) ashâbına da aynı tavsiyelerde bulunmuş ve "Kim saç bırakmışsa, onun bakımına dikkat etsin" şeklinde buyurmuşlardır. Peygamberimiz (s.a.s.)'in saç ve sakalı ile ilgili diğer aktarılanlar şu şekildedir: Hz. Adda İbn Halid'den (r.a.): "Mübârek sakalı gâyet güzeldi." Hz. Âişe (r.a.) vâlidemiz anlatıyor: "Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) saçlarını tarayıp yağlardı."
Simak b. Harb (r.a.) aktarıyor: "Câbir b. Semüre'den işittim. Ona, Hz. Peygamberin saçlarının ağarma durumu sorulmuştu. O da: Mübârek başlarını yağladıkları zaman saçlarının akı gözle farkedilmez; fakat başlarına yağ sürmedikleri anlarda beyazları görünürdü" dedi. Peygamberimiz (s.a.s.), dış görünümüne ve temizliğine verdiği önemle, mü’minlere güzel bir örnek olmuştur. Bir rivâyette Peygamber Efendimizin bu konudaki tavrı şöyle belirtilir: "Bir gün Peygamber (s.a.s.) sahâbîlerinin yanına çıkacağı zaman küpteki suya bakarak sarığını ve sakalını düzeltti ve şöyle dedi: 'Allah, kulunun, kardeşlerinin yanlarına çıkarken kardeşleri için süslenmesini sever.'
Peygamber Efendimiz’in giyim tarzı: Peygamberimiz (s.a.s.)'in giyimi hakkında da sahâbîler pek çok detay aktarmışlardır. Bunun yanı sıra Peygamber Efendimiz’in mü’minlere nasıl giyinmeleri gerektiğiyle ilgili olarak tavsiyeleri de Onun bu konuya verdiği önemi ortaya koymaktadır. Örneğin Peygamber Efendimiz hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: "Allah güzeldir, güzelliği sever, güzel giyinmek kibir değildir, kibir (mazhar olduğun nimeti kendinden bilip) hakkı reddetmek, halkı hakir görmektir." (Kütüb-i Sitte, s. 208) "Allah güzeldir, güzeli sever ve kuluna verdiği nimetin eserini üzerinde görmekten hoşlanır." (A.g.e. s. 208)
Efendimizin torunu Hz. Hasan, onun giyim konusu hakkındaki görüşünü şöyle ifade etmiştir: "Peygamber Efendimiz bize elde ettiğinizin en iyisini giymemizi ve bulabildiğimiz en hoş kokuları sürmemizi emrederdi."
Bu konudaki Peygamberimiz (s.a.s.)'in bir başka hadisi de şu şekildedir: "Ey mü’minler! Gönlünüzce yiyiniz, içiniz, giyininiz ve Allah yolunda sarf ediniz. Ancak, israfa veya kibir ve gurura kaçmayınız." (Buhârî, VII, 33; İbn Mâce, II, 1192, h. no: 3605). Peygamber Efendimiz ashâbından biri dış görünümüne önem vermediğinde veya bakımsız olduğunda onu da hemen uyarırdı. Bu konuya ait bir rivâyeti Ebû'l Havas (r.a.), babasından şöyle nakletmektedir: Üzerimde âdî bir elbise olduğu halde Rasûlullah’ın yanına gelmiştim. Bana: "Senin malın yok mu?" diye sordu. "Evet var" cevabıma "Hangi çeşit maldan?" sorusunu yöneltti. "Her çeşit maldan Allah bana vermiştir" demem üzerine: "Öyle ise Allah Teâlâ sana bir mal verdiği vakit Allah'ın verdiği bu nimetin eseri ve fazileti senin üzerinde görülmelidir" (Nesâî, Ziynet 83) buyurdular.
Buna benzer bir başka olayı ise Hz. Câbir (r.a.) şöyle aktarmıştır: Rasûlullah aleyhissalâtu vesselam, binek hayvanlarımızı güden bir adamımızı gördü. Üzerinde eskimiş iki parçalı giysi vardı. "Onun bu eskilerden başka giyeceği yok mu?" diye buyurdular. "Evet var" dedim. "Çamaşır torbasında iki giysisi daha var. Ben onları giydirmiştim." "Öyleyse çağır onu da, bunları giysin" diye emrettiler. (Çağırdım, emr-i Nebeviyi söyledim.), o da onları giyindi. Geri gitmek üzere dönünce, Rasûlullah (s.a.s.): "Nesi var da, bu yenileri giymiyor? Bu daha hoş değil mi?" (Muvatta, Libas 1) diye buyurdular.
Peygamberimiz (s.a.s.)'in giyim tarzı ile ilgili sahâbîlerin aktardığı bilgilerden bazıları ise şunlardır: İbn Abbas (r.a.) anlatıyor: Ben Rasûlullah (s.a.s.) üzerinde mümkün olan en güzel elbiseyi gördüm." Ümmü Seleme (r.a.) anlatıyor: "Peygamber Efendimiz’in en çok sevdikleri elbise çeşidi, gömlek (kamis) idi." Enes b. Malik (r.a.) anlatıyor: "Peygamber Efendimiz, giydikleri elbiseler içerisinde, Hibere-i Yemani'yi çok severlerdi" (Hibere, Yemen'de dokunan pamuktan yapılan, kırmızı çubuklu yeşil bir kumaştır. Eskilerin "alaca" dedikleri desenli kumaşlar için kullanılan bir tâbirdir. Bu da kumaşın düz değil desenli olduğunu ve birkaç renkten oluştuğunu gösterir.)
El-Berâ b. Âzib (r.a.) anlatıyor: "Kırmızı desenli elbisenin, Peygamber Efendimiz kadar bir başkasına yakıştığını görmedim. Bu kıyafetle Rasûlullah (s.a.s.)'ı gördüğümde, mübârek saçları, omuzlarına değecek kadar sarkmıştı." Semüre b. Cündüb (r.a.) rivâyet ediyor: "Hazreti Peygamber: "Beyaz elbise giyiniz. Zira o, son derece temiz ve hoştur" buyurmuşlardır." Hz. Âişe (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah Efendimiz, bir sabah vakti, üstlerinde siyah yünden dokunmuş bir izar (peştemal, futa, göğüsten aşağı örtülen elbise) olduğu halde, evlerinden dışarı çıkmışlardı."
Peygamber Efendimiz’in dış kıyafetleri: Eşa's b. Süleyn (r.a.) anlatıyor: "Bana halam anlattı. Ona da amcası anlatmış. Halamın amcası demişti ki: Bir gün Medine sokaklarında izarımı sürüyerek yürüyordum. Bu sırada arkamdan bir ses işittim: "İzarını yukarı kaldır. Zira izarın yerde sürünmemesi, onun daha temiz kalmasını ve uzun müddet dayanmasını sağlar" diyordu. Arkama dönüp baktığımda bu sözleri söyleyenin Rasûlullah Efendimiz olduğunu gördüm." Seleme b. El-Ekva'dan (r.a.): "Hz. Osman, uzunluğu ayaklarının yarısına kadar ulaşan bir izar giyer ve "Arkadaşımın, yani Rasûlullah (s.a.s.)'ın izarları da aynen böyleydi" derdi.
Peygamber Efendimiz’in yüzüğü ve mührü: Enes b. Mâlik (r.a.) anlatıyor: "Peygamber Efendimiz’in mühr-i şerifleri gümüşten yapılmıştı. Kaşı ise Habeş taşındandı. Rasûlullah Efendimiz yabancı devlet reislerine mektup yazmak isteyince, bir mühür yüzük yapılmasını buyurdu. "Peygamber Efendimiz’in parmağındaki yüzüğün parıltısı hâlâ gözümün önünde duruyor."
"Peygamber Efendimiz’in mühr-i şeriflerinin kaşına, üç satır halinde, "Muhammed Rasûlullah" ibâresi kazınmıştı. Birinci satırda "Muhammed", ikinci satırda "Rasûl", üçüncü satırda da "Allah" kelimeleri yer alıyordu."
Peygamber Efendimiz’in yürüyüş şekli: Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor: "Ben Rasûlullah Efendimiz’den daha güzel birisini görmedim; sanki güneş, onun mübârek yüzünde devrediyor gibiydi. Peygamber Efendimiz’den daha hızlı yürüyen birisini de görmedim; yürürken âetâ yeryüzü ayakları altında dürülürdü. Bizler, arkalarından giderken, geri kalmamak için büyük çaba harcardık." Hz. Ali'nin torunlarından İbrahim b. Muhammed (r.a.), "Dedem Hz. Ali, Rasûlullah Efendimiz’i tanıtırken şöyle derdi: "Rasûlullah Efendimiz, yürürken, âdetâ yokuş aşağı inercesine, ayaklarını sertçe kaldırırlardı" diyerek, Peygamberimiz (s.a.s.)'in rahat bir yürüyüşü olduğunu belirtmiştir.
Hz. Yezid İbn Mirsad (r.a.) ise şöyle demiştir: "Yürüdüğü zaman vakarlı, fakat hızlı giderdi. Yanındakiler ona yetişemezdi." Hz. Ebû Atabe (r.a.)'den: "Yürürken kuvvetli adımlarla yürürdü." "Yürürken, ayaklarını yerden biraz kaldırıp önlerine hafif eğilerek yürürlerdi. Ayaklarını ses çıkarıp toz kaldıracak şekilde yere sert vurmazlar; adımlarını uzun ve seri atmakla birlikte sükûnet ve vakar üzere yürürlerdi. Yürürken, sanki meyilli ve engebeli bir yerden iniyor görünümünü arzederdi. Bir tarafa dönüp baktıklarında, bütün vücutları ile birlikte dönerlerdi. Rastgele sağa sola bakmazlardı. Yere bakışları, göğe bakışlarından daha çoktu. Çoğunlukla göz ucu ile bakarlardı. Ashâbı ile birlikte yürürken, onları öne geçirir, kendileri arkada yürürlerdi. Yolda karşılaştığı kimselere, onlardan önce hemen selâm verirdi."
"Her hareketi mûtedil idi. Bir yere gitmek üzere yola çıktığında, acele davranmayıp, sağa sola meyletmeyip, kemâl-i vakar ile, ağırbaşlılığın olgunluğuyla doğruca yoluna gider, fakat hızlı ve kolaylıkla yürürdü. Şöyle ki; âdetâ yürür gibi görünür, lâkin yanında gidenler, sür'atle yürüdükleri halde O’nun gerisinde kalırlardı."
Peygamber Efendimiz’in oturuş tarzı: Kayle binti Mahreme (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.)'i sonsuz bir mahviyet (alçak gönüllülük) ve tevâzu içinde otururken görünce, heybetinden vücudum titremeye başladı." Câbir b. Semüre (r.a.): "Ben Peygamber Efendimiz’i, sol tarafına konmuş bir yastığa dayanmış vaziyette gördüm."
Peygamber Efendimiz’in konuşma şekli: Peygamber Efendimiz etkileyici üslûbu, hikmetli ve keskin hitabıyla tanınan bir insandı. Onun tebliği insanlar üzerinde çok büyük bir etki oluşturur, sohbetinden herkes çok büyük bir zevk alırdı. Sahâbîlerden bizlere aktarılan çeşitli rivâyetler de Onun bu özelliğini ortaya koyar. Bu konuda bazı aktarımlar şu şekildedir:
Allah Rasûlü insanların en belîğ (belâğatlı kimse, merâmını tamamen, noksansız ve güzel sözlerle anlatmaya muktedir olan; sözleri kâfi derecede olan), en düzgün konuşanı ve en tatlı sözlü olanıydı (ağzından ballar akıyordu)! O, şöyle diyordu: "Ben Arab’ın en fasîhiyim (Hatasız olarak söyleyen. Açık ve güzel konuşan)." Hz. Âişe (r.a.), Rasûlullah (s.a.s.)'ın sözlerini şöyle târif eder: "O, sizlerin konuştuğunuz gibi lafları çabuk çabuk ve peş peşe sıralamazdı, sözleri az ve özdü. Halbuki sizler cümleleri birbirine ekleyip duruyorsunuz."
"Allah Rasülü çok vecîz (kısa, öz, az sözle çok mânâ ifade edecek şekilde) konuşurdu. Böyle konuşmasını kendisine Allah katından Cebrâil getirmişti. Kısa cümleler içinde bütün maksadını yansıtırdı. Veciz sözlü cümleler söylerdi, sözlerinde ne fazlalık, ne de eksiklik bulunurdu. Kelimeleri bir âhenk içinde birbirini izler, sözcükleri arasında duraklar ve böylece dinleyenleri sözlerini belleyip ezberlerlerdi. Sesi gürdü ve tatlıydı. Gerektiği zaman ve gerektiği kadar konuşurdu, kötü laflar etmezdi. Hiddetli ve hiddetsiz anlarında (nefsi için değil, Allah'ın rızâsı için) hep hakkı söylerdi."
"Güzel olmayan laflar edenlerden yüzçevirirdi. Hoşlanmadığı, çirkin saydığı bir sözü konuşmak zorunda kaldığında onu kinâye yoluyla ifade buyururdu. Kendisi sustuğunda huzurdakiler konuşurdu. Katında tartışma yapılmazdı. Ashâbının yüzlerine karşı son derece güler yüzlü ve gülümserdi, onların konuştuklarını beğenir, dikkatle dinler, kendisini onlardan biri sayardı. Hz. Âişe (r.a.) anlatıyor: "Mübârek kelâmları seçkindi. Her işiten Onun sözlerini anlardı." Hz. Ebû Umâme (r.a.)'den: "İnsanların en güleç yüzlüsü ve hoş canlısı idiler." Hz. Enes (r.a.) şunu bildirmiştir: "Efendimiz (s.a.s.) halkın en latîfecisi (hoş söz, şaka, mizah, söz ile iltifat) idi."
Peygamber Efendimiz’in güzel kokusu: Peygamber Efendimiz temizliğe çok önem verirdi. Kendisi sürekli mis gibi, tertemiz, hoş ve güzel kokar, Müslümanlara da temizliği tavsiye ederdi. Ashâbından rivâyet edilen bilgilerde Peygamberimiz’in bu güzel özelliği hakkında detaylar aktarılmaktadır. Bunlardan bazıları şu şekildedir:
Enes b. Malik (r.a.) şöyle ifade etmektedir: "Rasûlullah Efendimiz Medine sokaklarının birinden geçtiğinde O'nun misk gibi kokusu hemen sezildiğinden, halk o yoldan Hazreti Peygamber’in geçtiğini söylerlerdi. Bizler, Peygamber Efendimiz’in gelişini, kokusunun güzelliğinden anlardık." İbn-i Ebi Adi, Humeyd, Enes (r.a.)'den: Rasûlullah (s.a.s.)’ın elinden daha yumuşak ne bir yün kumaşı, ne de bir ipeğe (hayatımda) dokunmadım. Rasûlullah (s.a.s.)'ın kokusundan daha güzel (kokan) bir kokuyu da koklamadım. "Rasûlullah (s.a.s.) güzel kokusu ile tanınırdı. Rasûlullah (s.a.s.) güzel idi, kokusu da hoş idi. Bununla beraber kokuyu severdi." "Cismi nazif (temiz), kokusu latif (hoş) idi. Koku sürünsün sürünmesin, teni en güzel kokulardan daha güzel kokardı. Bir kimse Onunla musâfaha etse (tokalaşsa), bütün gün Onun temiz ve güzel kokusunu duyardı ve mübârek eliyle bir çocuğun başını meshetse, kokusuyla o çocuk, diğer çocuklar arasında seçilirdi."
Peygamber Efendimiz’in sevdiği yemekler: "Çok sıcak yemeği sevmezdi. En çok hoşlandığı yiyecek etti. Kabağı çok severdi. Avlanan kuş etlerini yerdi. Hurmalardan Acve hurmasını severdi. Hz. Âişe (r.a.) Peygamberimiz (s.a.s.)'in sevdiği yiyeceklerle ilgili şunları söylemiştir: "Tatlı ve balı severlerdi." Hazreti Peygamberin katık olarak yediği yemeklerin bir kısmı şöyle sıralanabilir: Koyunun ön kolu ve sırt eti, pirzola, kebap, tavuk, toy kuşu, et çorbası, tirit, kabak, zeytinyağı, çökelek, kavun, helva, bal, hurma, pazı, anber balığı.
Hz. Âişe (r.a.) ek olarak şunları bildirmiştir: "Kavun, karpuzu yaş hurma ile yerlerdi." Hz. Câbir (r.a.)'den: "Taze hurma ve kavun çok yerlerdi ve 'bunlar güzel meyvedir' derlerdi." Hiçbir zaman bir yemeği yermemiş, kötülememiştir. Hoşuna giderse yer, gitmezse yemezdi. Hoşlanmadığında onu bir başkasına kötülemezdi.
Peygamber Efendimiz’in sevdiği bazı yiyecekler için söylediği sözlerden bir kısmı ise şöyledir: "Etin en güzel yeri sırt etidir." (H. Hatipoğlu, Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları, 9. cilt, İstanbul 1983, s. 62). "Sirke ne güzel katıktır" (A.g.e. s. 70). "Mantar kudret helvasıdır." (A.g.e. s. 209). "Sinameki ve sennut (tereyağ tulumuna konulan bal) yemeye devam ediniz. Çünkü bu iki şeyde samdan (ölümden) başka her hastalıktan şüphesiz şifâ vardır." (A.g.e. s. 213). "Zeytinyağını yiyiniz ve kullanınız. Çünkü bu yağ mübârektir." (A.g.e. s. 73)
Peygamber Efendimiz’in sevdiği içecekler: Hz. Âişe (r.a.) bildiriyor: "Şerbetlerin içinde tatlı ve soğuk olanını severlerdi. Peygamber Efendimiz bal şerbeti, hurma ve kuru üzüm şırası gibi içecekleri severlerdi. Peygamber Efendimiz’in en çok sevdiği içecek, soğuk tatlı şerbetlerdi." Şerbetlerin içinde en çok bal şerbetini severdi. İçilecek şeylerden en çok sütü severlerdi.
Peygamberimiz (s.a.s.) süt için şöyle buyurmuşlardır: "Allah bir kimseye yemek yedirdiği zaman o kimse, 'Allah'ım Bize bu yemeği bereketli kıl ve bize bundan hayırlı rızık ver' diye duâ etsin. Allah bir kimseye bir miktar süt içirdiği zaman da o kimse, 'Allah'ım bize bu sütü bereketli kıl ve bize daha çok süt ver' diye duâ etsin. Çünkü hem yiyeceğin ve hem içeceğin yerini tutan, sütten başka bir şeyi bilmiyorum." (A.g.e. c. 9, s. 75)
Peygamberimiz (s.a.s.)'in su için söyledikleri: Peygamberimiz (s.a.s.) özellikle yolculuklar sırasında ashâbına su dağıttırırdı. Örneğin bir yolculuğu sırasında, bir yerde durmuş ve yanındakilerden su istemiştir. Elini ve yüzünü yıkadıktan sonra, sudan içmiş ve yanındaki sahâbîlerine de "Siz de yüzünüze, boynunuza bir miktarını dökün" (Buhârî) demiştir. Rasûlullah (s.a.s.) su içtikten sonra şöyle duâ etmiştir: "Rahmetiyle suyu tatlı olarak yaratan, acı ve tuzlu yaratmayan Allah'a hamd olsun."
Peygamber Efendimiz’in Güzel Huylarından Bazıları
"Rasûlullah, insanların en yumuşak huylusu, en yiğidi, en adâletlisi ve en namuslusu idi. O, insanların en cömerti idi. Allah'ın kendisine verdiklerinden hurma, arpa ne olursa olsun yalnız senelik yiyeceğini ayırırdı, geri kalanını Allah yolunda harcardı. Kendisinde bulunan bir şey istendiğinde verirdi. O hayâ olarak da insanların en mükemmeliydi. Rabbi için kızar, şahsı için öfkelenmezdi. Kendisi veya ashâbı zarar görse bile hakkı uygulardı. Allah Rasûlü insanların en alçak gönüllüsü, lafı uzatmadan en beliğ konuşanı, en güler yüzlüsüydü. Dünya işlerinden hiçbir şey kendisini endişeye düşürmezdi. Medine'nin öbür ucundaki hastaları bile ziyârete gider, güzel kokudan hoşlanır, pis kokulardan tiksinirdi. Fakirlerle oturur, yoksullarla yerdi. Kimseye kaba davranmazdı, kendisine özür beyan edenin özrünü kabul ederdi. Latife yapar idi, ama şakalarında bile yalan söylemez, sadece hak ve hakikati söylerdi.
Mubah oyunları gördüğünde men etmezdi, hanımlarıyla yarış yapardı. Zavallıları yoksulluklarından dolayı horlamaz, zengine de varlığından dolayı saygı göstermezdi, onu da bunu da Allah'a eşit olarak çağırırdı. Allah Teâlâ, üstün huyu ve mükemmel siyaseti onda birleştirmişti. Allah Teâlâ, ahlâkın bütün güzelliklerini, iyi yolları, öncekilerin ve sonrakilerin başlarından geçmiş ve geçecek hâdiselerin haberlerini, âhirette kurtuluşa ve saâdete erdirecek hususları, dünyada gıpta edilip peşinden gidilecek ve gidilmeyecek her şeyi Ona öğretmişti.
Peygamber Efendimiz’in hayatının her ânında, davranışlarının tümünde mü’minlere çok güzel örnekler bulunmaktadır. Hz. Muhammed (s.a.s.)'in sahâbîleriyle olan sohbetleri, onlara hitapları, şakaları, çocuklara olan sevgi ve ilgisi, hanımlarına karşı adâletli, sevecen ve ilgili tavrı, hem ailesi hem de tüm Müslümanlar için örnek bir koruyucu olması, güler yüzü, neşesi, canlılığı, mü’minlere olan düşkünlüğü ve şefkati, güzel ahlâkın ve ideal insan modelinin önemli bir örneğidir.
Peygamberimiz (s.a.s.) güler yüzlüydü ve güler yüzlü olmayı tavsiye ederdi: Peygamber Efendimiz, üzerindeki ağır sorumluluğa ve karşılaştığı türlü zorluklara rağmen, son derece tevekküllü, teslimiyetli ve huzurlu bir insandı. Hayatının her ânında imanın neşesi ve şevki içindeydi. Hem bu imanî neşesi, hem de güzel ahlâkı nedeniyle daima güler yüzlü ve candan bir tavrı vardı. Sahâbîler, Peygamberimiz (s.a.s.)'in bu halini şöyle anlatmaktadırlar:
"Onun güler yüzlü oluşu ve herkese nâzik davranışı âdetâ Onu halka bir baba yapmıştı. Herkes Onun katında ve nazarında eşit idi." Allah Rasûlü daima güler yüzlü, yumuşak huylu idi. Allah Rasûlü, halkın en çok gülümseyeni ve en neşelisi idi. Peygamberimiz (s.a.s.) ashâbına da güler yüzlü olmalarını tavsiye etmiş ve şöyle demiştir: “Sizler insanları mallarınızla memnun edemezsiniz, onları güzel yüz ve güzel huyla hoşnut edersiniz.” "Allah Teâlâ kolaylık gösteren ve güler yüzlü kişiyi sever."
Peygamberimiz (s.a.s.)'in sahâbîleri ile olan ilişkisi ve sohbetleri: Peygamberimiz (s.a.s.), çevresindeki Müslümanlarla çok yakından ilgilenirdi. Onların her birinin imanını, tavrını, temizliğini, neşesini, sağlığını yakından takip ederdi. Her birinin eksiklerini, ihtiyaçlarını gözetir, temin edilmesini sağlardı. Onlarla olan sohbetlerinde ise, onları çok hoş tutar, gönüllerini alırdı. Sahâbîler, yanından neşe ve huzur içinde ayrılırlardı.
En yakınlarından biri olan Hz. Ali (r.a.), Peygamberimiz (s.a.s.)'in sohbetlerindeki ortamı ve sahâbîleriyle olan ilişkisini şöyle açıklamıştır: "Rasûlullah insanların eli en açık, gönlü en geniş ve şivesi en düzgün olanı, yüklendiği işi en iyi şekilde ifa edeni, en yumuşak huyluları ve sohbeti en güzel olanıydı. Onu tanıyıp sohbetinde bulunanlar Ona severek sokulurdu. Onu niteleyen: 'Ondan önce de ondan sonra da onun gibisini görmedim' derdi. Ne zaman kendisinden bir şey istense onu mutlaka verirdi."
(Birlikte) oturduğu kimselerin her biriyle ilgilenir, farklı muâmele ettiği izlenimi vermezdi. İhtiyacını gidermesi için Onunla oturan veya Onu ayakta tutan kimseye karşı sabırlı olur, o kişi ayrılmadıkça kendisi onu terk edip ayrılmazdı." "Ashâbını özler, (göremediği zaman) sorardı. İnsanların durumlarının nasıl olduğunu, işlerinin ne âlemde olduğunu da sorardı. Güzele güzel, çirkine çirkin derdi. Daima doğruların yanındaydı. Yanına geçici olarak girerler, çıktıklarında mutmain olarak çıkarlardı. Yanından birer delil ve kılavuz olarak çıkarlardı. Gelen yabancıların aşırı ve mantık dışı davranışlarını sabırla karşılardı. Ashâb bazen buna kızarlardı da O onları teskin eder, şöyler derdi: "böyle kimseleri gördüğünüzde onu irşad edin!" "Kimsenin sözünü kesmez, bitirinceye kadar beklerdi.
İnsanları birbirine sevdirecek, birbirlerine kaynaştıracak şeyleri konuşurdu. Onları ürkütmez, kaçırmazdı.
Her kavmin liderine önem verir, ikram ederdi. Bakışları son derece anlamlı idi. Az sözle çok mânâ ifâde edecek şekilde, gâyet güzel ve veciz konuşurdu. Sözlerinde ne fazlalık olurdu ve ne de eksiklik. İleri gelen kimselerle de sade vatandaşlarla da eşit şekilde konuşurdu. Onlardan hiçbir şeyi saklamazdı.Ebû Zer (r.a.), Peygamberimiz (s.a.s.)'in sahâbîlerine karşı sevgi dolu tavrını şöyle anlatmıştır: "Bir gün Peygamberimiz’in yanına gittim. Bir divanda oturuyordu. Kalktı beni kucakladı. Bu kucaklaması gerçekten pek içtendi." Ebû Hüreyre (r.a.) ise Hz. Muhammed (s.a.s.)'in insanlara karşı son derece ince düşünceli ve insaniyetli olan güzel tavrını şöyle tarif etmiştir: "Allah Rasûlü'nün elini birisi tuttuğunda o kişi elini bırakmadıkça, Rasûlullah elini çekmezdi. Kendisiyle konuşan herkese karşı yüzünü döndürür, konuşan lafını bitirmeden çehresini çevirmezdi." Peygamberimiz (s.a.s.), ashâbının rahatsızlıkları ile de yakından ilgilenirdi. Zayıf olanların kilo almaları, kilosu fazla olanların diyet yapmalarını, yiyeceklerin faydalı olanlarını seçmelerini tavsiye ederdi. Örneğin bazı hastalıklarında, sahâbîlerine bal şerbeti içmelerini tavsiye etmiştir. Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)'nin anlattığına göre, bir gün Ebû Hüreyre (r.a.) bayıldığında, Peygamberimiz (s.a.s.) onu kendisi ayağa kaldırmış, evine getirmiş ve aç olduğunu anlayarak ona ilk önce süt içirmiştir.
Peygamberimiz (s.a.s.) ashâbına şakalar yapar, onlarla birlikte gülerdi: Sahâbîlerin aktardıkları olaylardan anlaşıldığı gibi, Peygamber Efendimiz hem ailesi hem de ashâbı ile sık sık şakalaşır, onların yaptıkları esprilere güler ve onlara güzel isimler veya lakaplar takardı. Ancak, her konuda olduğu gibi şakalaşma konusunda da Peygamberimiz (s.a.s.) çok ince düşünceli, vicdanlı ve anlayışlı davranırdı. Peygamberimiz (s.a.s.)'in şakalar konusunda ashâbına verdiği tavsiyeler şöyle özetlenebilir:
"Ben şaka yaparım, ama sadece doğru olanı söylerim" "Bir Müslümanın kardeşini korkutması helâl değildir" "Kardeşinle münâkaşa etme, alaya alarak onunla şakalaşma." "Başkalarını güldürmek için yalan söyleyene yazıklar olsun." "Kul, şaka da olsa yalan söylemeyi, doğru da olsa münâkaşa etmeyi bırakmadıkça iyi bir mü’min olamaz." "Şaka da olsa yalan söylemeyin." (İ. Canan, Kütüb-i Sitte, c. 15, s. 209)
Peygamberimiz (s.a.s.)'in sevgi konusundaki tavsiyeleri: Peygamber Efendimiz’in özellikle üzerinde durduğu en önemli konulardan biri, mü’minlerin birbirlerini hiçbir çıkar gözetmeden, içten bir sevgi ile sevmeleri ve birbirlerine karşı kin, öfke ve kıskançlık gibi kötü hisler beslememeleriydi. Peygamberimiz (s.a.s.), bu konuda mü’minlere hem en güzel örnek olmuş, hem de onlara sık sık bu konularda tavsiyelerde bulunmuştur. Yüce Allah bu konu hakkında Kuran’da şöyle buyurmaktadır: “İşte Allah, iman edip sâlih amellerde bulunan kullarına böyle müjde vermektedir. De ki: ‘Ben buna karşı yakınlıkta sevgi dışında sizden hiçbir ücret istemiyorum.’ Kim bir iyilik kazanırsa, Biz ondaki iyiliği arttırırız. Gerçekten Allah, bağışlayandır, şükredene karşılığını verendir.” (42/Şûrâ, 23)
Peygamber Efendimiz’in sevgi, dostluk ve kardeşlik hakkındaki hadis-i şeriflerinden bazıları ise şöyledir: "Mü’min, kendisi için sevdiğini kardeşi için de sevmediği müddetçi (gerçek anlamda) iman etmiş olmaz." (Buhârî; Müslim)
"Hediyeleşin, birbirinizi sevin. Birbirinize yiyecek hediye edin. Bu, rızkınızda genişlik hâsıl eder." (İ.Canan, K. Sitte, c. 16, s. 239)
"Ziyâretleşin, hediyeleşin. Çünkü ziyâret sevgiyi perçinler, hediye de kalpteki kötü duyguları söker atar." A.g.e. c. 16, s. 239)
"Birbirinizi kıskanmayınız, birbirinize kin tutmayınız, birbirinize çirkin sözler söylemeyiniz, birbirinize sırtlarınızı dönmeyiniz, kiminiz kiminizi arkasından çekiştirmesin. Allah'ın kulları kardeşler olunuz." (Buhârî; Müslim)
"Sizden önceki toplumların derdi size de bulaştı: Haset ve kin. Kin beslemek kökten kazıyan şeydir. Allah'a yemin ederim ki iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olamazsınız. Size birbirinizi seveceğiniz bir şeyi haber vereyim mi? Aranızda selâmı yayın." (Tirmizî)
Peygamber Efendimiz’in çocuklara olan ilgisi ve şefkati: Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.)'in tüm insanlığa örnek olan şefkati, merhameti ve mü’minlere olan düşkünlüğü, çocuklara olan tavrında da çok yoğun olarak görülmektedir. Peygamberimiz (s.a.s.), hem kendi çocukları ve torunları hem de ashâbının çocukları ile çok yakından ilgilenmiş, doğumlarından isimlerinin konmasına, sağlıklarından ilimlerinin artmasına, giyimlerinden oynadıkları oyunlara kadar onlar için tavsiyelerde bulunmuş, hatta bizzat yol göstermiş, ilgilenmiştir.
Örneğin, Peygamber Efendimiz, kızı Hz. Fâtıma (r.a.)'ya, her iki torununun doğumundan hemen önce "Doğum olunca bana haber vermeden çocuğa hiçbir şey yapmayın" diye tenbihlemiştir. Bebeklerin doğumundan sonra ise onların beslenmelerini, bakımlarını ve nasıl korunacaklarını bizzat göstererek anlatmıştır. Peygamberimiz (s.a.s.) ayrıca, yeni doğan bebeklere, çocuklarına, torunlarına ve ashâbının çocuklarına hep duâ etmiştir. Onları severken ya da onların oyunlarını izlerken, onlar için Allah'tan hayırlı ve uzun bir ömür, ilim, hikmet ve iman istemiştir. Örneğin torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'e her vesilede duâ etmiş ve bu duâsının, Hz. İbrâhim'in Hz. İshak ve Hz. İsmâail için ettiği duâ olduğunu belirtmiştir (K. Sitte, c. 2, s. 450).
Ashâbından İbn-i Abbas (r.a.) çocukken Peygamberimiz (s.a.s.)'in kendisine "Allah'ım buna hikmeti öğret" diye duâ ettiğini aktarır. Ashâbından Enes (r.a.)'e ise çocukluk döneminde, Allah'ın mal ve evlâını çok ve ömrünü uzun kılması ve verdiklerinin Enes (r.a.) hakkında hayırlı ve mübârek olması için duâ etmiştir (A.g.e. c. 2, s. 450-451).
Peygamber Efendimiz çocukların oyununa da çok önem vermiş, hatta zaman zaman onlarla oyun oynayarak ilgilenmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.), "Çocuğu olan onunla çocuklaşsın" diyerek, anne babalara çocuklarını bizzat eğlendirmelerini tavsiye etmiştir. Peygamberimiz (s.a.s.) çocukların yüzme, koşu, güreş gibi oyun ve sporlarla meşgul edilmelerini de tavsiye etmiş, hatta torunlarını ve çevresindeki çocukları buna teşvik etmiştir.
Birçok sahâbî, Peygamber Efendimiz’in çocukları nasıl sevdiğini, onlarla nasıl ilgilendiğini ve oyunlar oynadığını aktarmıştır. Bunlardan bazıları şöyledir: Hz. Enes (r.a.): "Rasûlullah aleyhissalâtu vesselam çocuklarla şakalaşmada insanların en önde olanıydı." (A.g.e. 15/209). El Bera (r.a.): "Peygamber Sallallahu aleyhi ve sellemi Hasan omuzunda iken gördüm…" "Peygamberimiz (s.a.s.)kızı Hz. Fatıma (r.a.)'ya şöyle derdi: 'Haydi şu oğullarımı (Hasan ve Hüseyin) çağır bana!' Ondan sonra o ikisini göğsüne basar, koklardı." Ya'lâ İbnu Mürre (r.a.) Peygamberimiz (s.a.s.)'in çocuklara olan sevgisine, onlarla nasıl şakalaştığına dair şunları anlatmıştır:
"Bir grup ashâb, Rasûlullah ile birlikte O’nun dâvet edildiği bir yemeğe gittiler. Yolda torunu Hüseyin'e rastladılar, çocuklarla oynuyordu. Rasûlullah (s.a.s.) çocuğu görünce ilerleyip cemaatin önüne geçip onu tutmak için ellerini açtı. Çocuk ise sağa sola kaçmaya başladı. Rasûlullah da onu takliden sağa sola koşarak, tutuncaya kadar peşinde koştu. Yakalayınca ellerinden birini çenesinin altına diğerini de ensesine koyup öptü ve 'Hüseyin bendendir. Ben de Hüseyindenim. Kim Hüseyin'i severse Allah da onu sevsin. Hüseyin sıbtlardan (torunlardan) bir sıbttır' buyurdu."
Hz. Enes (r.a.)'in bildirdiğine göre Rasûlullah (s.a.s.), "dünyadaki iki reyhanım" dediği torunları Hasan ve Hüseyin'i sık sık yanına çağırtıp onları koklar ve bağrına basardı. İbn Rebi'ati'ibni'l Haris (r.a.) diyor ki: "Babam beni, Abbas (r.a.)'da oğlu el-Fadl (r.a.)'ı Rasûlullah'a gönderdi. Huzurlarına girdiğimiz zaman bizi sağlı sollu oturttu ve bizi öylesine sıkı kucakladı ki daha kuvvetlisini görmedik."
Rasûlullah (s.a.s.) çocuklara olan sevgisini gösterirken sıkça onların başlarını okşardı ve onlara hayır duâlar ederdi. Örneğin Yusuf İbn Abdillah İbni Selam (r.a.), "Hz. Peygamber (s.a.s.) beni Yusuf diye isimlendirdi, başımı okşadı" der. Amr İbnu Hureys (r.a.) ise annesinin kendisini Hz. Peygamber (s.a.s.)'in huzuruna götürdüğünü, Rasûlullah (s.a.s.)'ın başını okşayıp bol rızka kavuşması için duâ ettiğini, Abdullah İbn Utbe (r.a.) de beş-altı yaşlarındayken Peygamberimiz’in başını okşayarak, zürriyeti ve bereketi için duâ ettiğini hatırlayabildiğini anlatır.
Hz. Muhammed (s.a.s.)'in çocuklara gösterdiği ilgili ve sevgi dolu tavrı, Ebû Hüreyre (r.a.) de şu örneklerle anlatmıştır: "Meyvenin ilk çıkanı getirildiği zaman Rasûlullah (s.a.s.) şöyle derdi: 'Allah'ım Bize, Medinemize, meyvelerimize, müdd ve saımıza (yani ölçeklerimize) kat kat bereket ver' diye duâ ederdi. Sonra meyveyi orada bulunan en küçük yaştakine verirdi."
"Çocuğa karşı yumuşak davranmak Allah Rasûlü'nün âdetlerindendi. Allah Rasûlü bir seferden döndüklerinde çocuklar kendilerini karşılarlardı. Allah Rasûlü de durur, sahâbîlerine çocukları kaldırmalarını emrederdi. Onlar da çocukların kimini Allah Rasûlü'nün önüne, kimisini terkisine bindirir ve bazılarını da kendileri bineklerine alırlardı."
"Rasûlullah (s.a.s.), kızı Hz. Fâtıma'nın evinin avlusuna geldi ve oturdu. 'Burada çocuk var mıdır?' diye sordu. Hz. Fâtıma'nın çocuğu (Rasûlullah'ın torunu), süratle koşarak geldi ve Rasûlullah'ın boynuna sarıldı. Rasûlullah çocuğu öptü."
"Çocuklarla o kadar içiçe olmuştu ki, bir defasında yarış yapan çocukları görmüştü de, onların neşesine katılmak için birlikte koşmuştu."
Cabir İbnu Semüre (r.a.) de aynı konuda şunları anlatmıştır: "Rasûlullah (s.a.s.)’la birlikte ilk namazı kıldım. Sonra Peygamberimiz ehline gitti. Onunla ben de çıktım. Onu bazı çocuklar karşıladı. Derken onların yanaklarını bir bir okşamaya başladı. Benim yanağımı da okşadı. Elinde bir serinlik ve hoş bir koku hissettim."
Kız çocuklarının doğar doğmaz öldürüldükleri bir dönemde peygamber olarak görevlendirilen Hz. Muhammed (s.a.s.), kız çocuklarını da erkek çocuklardan ayırmamak gerektiğini, kız çocuklarını öldürmenin günah olduğunu bildirmiş ve hepsine eşit sevgi ve ilgi göstererek, topluma da güzel bir örnek olmuştur. Peygamberimiz (s.a.s.)'in kız çocuklarındaki güzel özellikleri vurguladığı sözlerinden biri şudur: "Kız ne güzel evlâttır. Şefkatli, yardımsever, mûnis, kutlu ve analık duyguları ile doludur."
Peygamberimiz (s.a.s.) sevgisini hem sözleriyle hem de davranışlarıyla gösterirdi. Çocuklara, onları sevdiğini söylerdi. Peygamber Efendimiz, çocuklara olan şefkatinde hiçbir ayırım gözetmezdi. Kendi çocuklarına ve torunlarına gösterdiği sevgi ve merhametin aynısını diğer sahâbî çocuklarına da gösterirdi. Halid bin Said (r.a.), Peygamberimiz (s.a.s.)'i ziyârete geldiğinde yanında küçük kızı da vardı. Habeşistan'da doğduğu için, Peygamberimiz (s.a.s.) ona ayrı bir yakınlık gösterirdi. Bir seferinde Peygamberimiz (s.a.s.)'in eline işlemeli bir kumaş parçası geçmişti. Hz. Halid'in kızını çağırttı ve ona verdi, sevindirdi.
Cemre o sıralar küçük bir çocuktu. Babası alır, onu Peygamberimiz (s.a.s.)'in huzuruna götürür, derdi ki: "Yâ Rasûlallah, şu kızım için Allah'a bereketle duâ eder misiniz?" Peygamber Efendimiz Cemre'yi kucağına oturttu, elini başına koydu ve bereketle duâ buyurdu.
Peygamberimiz (s.a.s.)'in yardımcısı Hz. Zeyd (r.a.)'in oğlu Üsame (r.a.), Peygamber Efendimiz’le ilgili şunları anlatmıştır: "Rasûlullah bir dizine beni, bir dizine de torunu Hasan'ı oturtur; sonra ikimizi birden bağrına basar ve 'Ya Rabbi, bunlara rahmet et. Ben bunlara karşı merhametliyim' diye duâ ederdi." Bazı kimseler, Peygamberimiz (s.a.s.)'in çocuklarla oyun oynamasını, onlarla ilgilenmesini anlamıyorlardı. Bir defasında Akra bin Habis (r.a.), Peygamberimiz (s.a.s.)'i, Hz. Hasan'ı öperken gördü ve şöyle dedi: "Benim on çocuğum var. Şimdiye kadar hiçbirini öpmedim." Bunun üzerine Peygamberimiz, "Merhamet etmeyene merhamet olunmaz" buyurdu." (K. Sitte, c. 2, s. 507)
Peygamber Efendimiz mübârek evlâdı İbrâhim'i de, süt annesinin evinde sık sık ziyârete gider, şefkat ve merhametini göstererek, başını okşar, bağrına basardı. Peygamber Efendimiz’in hizmetkârı Hz. Enes (r.a.), bir hâtırasını şöyle anlatır: "Ben, ev halkına Rasûl-i Ekrem’den (s.a.s.) daha şefkatli, daha merhametli davranan bir kimse hayatımda görmedim. İbrâhim, Medine'nin Avâli kısmında sütannesinin yanında bulunurken, Peygamberimiz onu görmeye gider, biz de beraberinde bulunurduk. Peygamberimiz içeri girer, oğlunu alır, öper, sonra dönerdi. Yine bir gün gittiğimizde Rasûlullah çocuğunu getirtti, bağrına bastı. Ona bazı sözler söyledi, onunla konuştu." (Müslim, 4, 1807; Ahmed bin Hanbel, 4, 194; A.g.e. 506-507)
Hazret-i Ali anlatıyor: "Peygamber Efendimiz bize ziyârete gelmişti. O gece bizde kaldı. Hasan ve Hüseyin de uyuyorlardı. Bir ara Hasan su istedi. Peygamberimiz hemen kalktı ve su kırbasından bir bardak su aldı, çocuğa verdi." Peygamberimiz (s.a.s.), ayrıca mü’minlere çocukları arasında adâletle davranmalarını hatırlatmış ve şöyle demiştir: "Allah'tan korkun. Çocuklarınızın size itaatli olmalarını istediğiniz gibi, siz de onların aralarında adâletle davranınız." (Râmûz el-Ehâdis, 1. cilt, 13/10). "Allah, öpücüğe varıncaya kadar her hususta çocuklar arasında adâletli davranmanızı sever." (K. Sitte, c. 2, s. 498)
Peygamberimiz (s.a.s.) çocukların eğitilmeleri ve güzel ahlâk ile terbiye edilmeleri üzerinde de önemle durmuş ve bu konuda birçok tavsiyede bulunarak yol göstermiştir. Peygamberimiz’in (s.a.s.) bu konudaki sözlerinden bazıları şöyledir: "Bir baba çocuğuna güzel ahlâktan daha üstün bir miras bırakamaz." (K. Sitte, c. 2, s. 512). "Çocuğun, babası üzerindeki haklarından biri, ismini ve edebini, terbiyesini güzel yapmasıdır." (K. Sitte, c. 2, s. 512). "Çocuklarınıza ikram edin ve terbiyelerini güzel yapın..." (A.g.e. c. 2, s. 515)
Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.), her konuda olduğu gibi, çocuklarla ilgilenmesi, onlara gösterdiği sevgi ve şefkat ile de mü’minlere en güzel örnektir. Peygamberimiz (s.a.s.) "Küçüklerimize şefkat etmeyen bizden değildir" (A.g.e. c. 2, s. 506) diyerek, çocuklara gösterilen şefkatin önemini belirtmiştir.
Ahlâkî Örnek Olarak Hz. Peygamber (s.a.s.)
“Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için en güzel örnek” olan Hz. Muhammed (s.a.s.), rahmeti her şeyi kuşatmış olan Allah’ın tasdikiyle “yüce bir ahlâk” üzere yaşamıştır.
Ahlâkın özünü kişilik; kişiliğin özünü ise kendiliğinden, devamlı ve kuşatıcı olan kısmı teşkil eder. İzlenmesi gerekli yol olarak “sünnet” de içerdiği devamlılık ve kuşatıcılık ile Hz. Peygamber’in eşsiz ahlâkını şüphe ve yanlış anlamaya meydan vermeyecek şekilde insanlığın düşünme, ibret alma ve doğruyu bulma yeteneğinin istifadesine sunar. Muhtemel her yönü ve her türlü tezahürü ile hayatı bütünüyle kucaklayan istikamet, doğruluk ve adâlet; özü sözle, sözü de davranışla ayrılmaz bir vücut halinde birbirine nakşeden içtenlik ve samimiyet; düşünülen, söylenen ve yapılan her şeye güzellik ve insanilik damgasını vuran incelik, nezaket ve haya; her türlü iyiliğin özünü simgeleyen şefkat, merhamet ve muhabbet; her durum ve şartta insancalığı, insana yakışırlığı temsil eden hilm, cömertlik, sabır ve cesaret; kökü sağlam, dalları ise gökte olup her daim Rabbin izniyle yemişini veren iman ağacının özünü teşkil eden takva, itidal ve hakkaniyet; her türlü güzellik ve olgunluğun en güzel elbiseleri olan tevazu, sadelik ve vefa... O’nun yüce ahlâkının ana çizgilerini oluşturur.
Yeme-içme, giyim-kuşam, istirahat ve eğlenme gibi tabi ihtiyaçlarını karşılamasında; ailesi , akrabaları, dostları ve düşmanları ile ilişkilerinde; duâ, ibâdet ve niyazında; tebliğ ve sohbetlerinde; geçimini teminine yönelik faaliyetlerinde; tebessüm ve vakarında; afiyet ve hastalığında; zenginlik ve fakirliğinde; savaşta düşmanla olan mücadelesi ile evinde çocuklarıyla olan muhabbetinde; vefat etmiş oğlu İbrahim’in bedenine damlayan gözyaşlarıyla şehid olmuş amcası Hz. Hamza’nın delik deşik edilip hunharca parçalanmış bedenine bakan gözlerinde... kısacası hayatının her an ve her aşamasında bütün bu yüce değerler olgunlaşma çabası altında kendilerini gösterir ve O’nun şahsiyetinin ayrılmaz parçaları haline gelirler.
Hayat, devamlı değişen ilişkiler bütünü olup bütün değişimleri ile bir süreci ifade eder. Ahlâkise istikrarı, gelişimi ve olgunlaşması ile bu sürece kimliğini kazandıran, şahsiyetini verendir. Bu açıdan Peygamber Efendimizin detaylarıyla bilinen hayatına bakıldığında, bu hayata örnek şahsiyetini verenin, yüce değerlerin, dosdoğru yolun, insanca, insanın yaratılış amacına uygun yaşamanın ilahi kelimelerle ifadesi olan Kur’an-ı Kerim’in olduğu rahatlıkla görülür. Kendisine O’nu en iyi tanıyan kimselerden biri olarak “O’nun ahlâkı nasıl idi?” diye sorulduğunda, sevgili eşi Hz. Âişe’nin “O’’nun ahlâkı Kur’an idi.” şeklinde cevap vermiş olması bu açıdan çok önemlidir. Öncelikle yaratan ve emredip en güzeline hidâyeteden yüce Allah’ın “Yâ-Sîn. Hikmet dolu Kur’an hakkı için, sen şüphesiz gönderilenlerden (rasullerden)sin, dosdoğru yol üzerindesin.” (36/Yâsin, 1-4), “Nun. Kaleme ve yazdıklarına andolsun ki sen Rabbinin nimeti ile bir mecnun değilsin ve hiç şüphesiz senin için bitip tükenmeyen bir ecir vardır. Ve hiç şüphesiz sen yüce bir ahlâküzeresin.” (68/Kalem, 1-4) ve benzeri âyetler ile Peygamber Efendimizin bir yandan üstün ahlâkına bir yandan da bu üstün ahlâkın ilahi öğreti ile bağlantısına şahadeti; sonra da bu ilahi şahadete selim akıl ve kalpleri ile doğru bilgi, tecrübe ve haberlere istinaden katılıp, bu hakikati tasdik eden nice insanların buna tanıklığı göstermektedir ki O, özü, sözü ve hareketi ile hayatının başından sonuna kadar her anına damgasını vuran ahlâkı ile ilahi öğreti Kur’an-ı Kerim rehberliğinde insani olgunluk ve kemale ulaşarak âlemlere rahmet olmuş; olgunluk ve kemali gaye edinenlere de en güzel örnek olarak Allah’ın kulu ve elçisi olmanın gereğini yerine getirmiş; “yaratan Rabbin adıyla” okumanın anlamını, şeklini ve beşeri düzlemdeki fonksiyonunu bütün insanlığa göstermiştir. Dolayısıyla O’nun eşsiz ahlâkını tetkik, insanı, Kur’an rehberliğinde yaşanmış bir olgunluğun, kemalin kıyısına götürmekte; insana, hayatı hayat olarak bütün karmaşıklığı içinde bütünlüğü ile anlama, tatma ve yaşama imkanı vermektedir. Zaten O’nu âlemlere rahmet ve insanlığa güzel örnek yapan da işte bu kuşatıcılık ile bütünlüğüdür; insanca yaşamanın eşsiz rehberi Kur’an-ı Kerim’i özü, sözü ve davranışı; ailesi, topluluğu ve devleti ile hayata yansıtmış olmasıdır.
İnsan yaşamının üzerinde gerçekleştiği yeryüzü nice başarılara şahitlik etmiş; insan elinde çiçeklenen nice güzelliklerin tanığı olmuştur. Ancak bütün bu güzellik ve başarıların tek bir insanın şahsiyetinde Hakk’a ve hakikate şahitlik ettiği pek görülmemiştir. İşte Peygamber Efendimizi ve O’nun eşsiz ahlâkını mümtaz kılan, hayatın muhtelif yönlerinde ortaya konulan çeşitli başarıların sahibi olan diğer insanlardan ayırıp da O’nu tüm olgunluk ve kemalin numunesi haline getiren husus bu kuşatıcılığı ile bütünlüğüdür. Bu durumda insana ait yaşamın her anı ve her safhası için O’nun asil hayatı ve güzel ahlâkında olması gereken, olgunluk ve kemale işaret eden bir örneklik vardır.
“Muhammedî Risâlet” adlı eserinde Allâme Seyyid Süleyman en-Nedvî bu hususu şu güzel cümleleri ile ifade eder: “... Eğer zengin ve varlıklı bir insan isen, Rasulullah’ın Hicaz’la Şam arasında eşya taşıdığı ve Bahreyn’in hazinelerine sahip olduğu zamanı hatırla! Ve sen de O’nun gibi hareket et. Eğer fakir ve yoksul isen Rasul-i Ekrem’in EbûTalib mahallesinde mahsur kaldığı, vatanını ve bütün mülkünü terk ederek Mekke’den Medine’ye hicret ettiği zamanı düşün. Eğer hükümdar isen O’nun Arapların idaresini ele geçirdiği, her tarafa hâkim olduğu, ileri gelenlerin, şan ve şeref sahiplerinin O’na itaat ettiği zamanı hatırla. Eğer zayıf ve kimsesiz isen Rasulullah’ın Mekke’de yaşadıklarını hatırla! O’nda senin için güzel bir örnek vardır... Eğer fatih ve muzaffer bir hükümdar isen Bedir’de, Huneyn ve Mekke’de düşmana galip geldiği günlere bakarak Peygamber Efendimizin hayatından ibret al. Eğer mağlup olmuşsan Uhud harbinde Rasulullah’ın şehid ve ağır yaralı ashâbı arasındaki halini düşün. Eğer öğretmen isen mescidin sofasında ashâbına nasıl öğretmenlik yaptığını hatırla! Eğer öğrenci isen Cebrail’in huzurunda nasıl diz çöküp hidâyetistediğini düşün. Eğer nasihat eden bir vaiz, emin bir mürşit isen Mescid-i Nebevi’de bir kütük üzerinde vaaz eden Rasulullah’a kulak ver. Eğer hiçbir yardımcın olmadığı halde hakkı ayakta tutmak, iyiliği haykırmak istiyorsan Mekke’deki zayıf haline rağmen Peygamber Efendimizin hakkı açıkça ilan ettiği zamanı hatırla. Eğer düşmanını yenersen, Rasulullah’ın Mekke’yi fethettiği günü hatırla. Hakem ya da hakim isen, İslâm güneşi doğmadan önce, Kureyş reisleri birbirine girmek üzereyken Rasulullah’ın Hacer-i Esved’i yerine koymak için verdiği hükme bir göz at. Sonra gözünü çevir ve bir daha bak: Rasulullah’ın Medine mescidinin avlusunda insanlar arasında adâletle hüküm verdiği zamanı düşün...Hülasa her ne olursan ol, ne işle uğraşırsan uğraş yaşadığın müddetçe, günün her saatinde Rasulullah’ın hayatında senin için güzel bir hidâyet, hayat karanlıklarını aydınlatan güzel bir misal vardır. Böylece işlerin düzelir, sıkıntıların sona erer... O’nun hayatı bütün insanlık için hayatın her safhasında örnekti. O’nun hayatı aydınlanmak isteyenler için bir nur, hidâyete ermek isteyenler için bir kandil, doğru yolu bulmak isteyenler için de bir rehberdi.”
Peygamber Efendimizi herhangi bir şekilde görebilmek, O’nunla herhangi bir şekilde hayatın bir anını paylaşabilmek ya da onunla ilgili güvenilir bir eseri okuyabilmek, bir şekilde ona ulaşabilmek, görüp duyabilme ve görüp duyduklarını gereğince değerlendirebilme imkanına sahip bir insan için onun şahsiyet ve ahlâkının güzelliği ve eşsizliğini idrak noktasında yeterlidir. Onu gereğince takdir edebilmek ve onun bu güzellik ve eşsizliğinden yeterince istifade edebilmek ise insanın taşıdığı “sorumluluk” endişesiyle bağlantılı olarak onu, Allah elçisi ve dolayısıyla hakikatin (kitap ve hikmetin) öğreticisi, açıklayıcısı; olgunluk ve kemalin eğitimcisi olarak görebilmek ve değerlendirebilmekle; hiçbir istisnaya yer vermeksizin hayatın bütününü onun evrensel örnekliğine açabilmekle mümkündür. Bu durumda merâmı ifade için şu âyet yeterli olacaktır: “Andolsun ki Allah’ın rasulünde sizler için, Allah’ı ve ahiret gününü umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için elbette pek güzel bir örnek vardır.” (33/Ahzâb, 21)
Yakınları, dostları ve kendisini görenler tanıklık ederler ki Rasul-i Ekrem’in mübârek cismi baştan aşağı kusursuz, bütün azası birbirine uygun, alnı, göğsü ve iki omuzlarının arası ve avuçları geniş; boynu uzun ve düzgün; omuzları, pazuları, baldırları iri ve kalın; bilekleri uzun, parmakları uzunca, elleri ve parmakları kalınca idi. Karnı, göğsü ile beraber olup şişman değildi. Ayaklarının altı çukurdu, düz değildi. Uzuna yakın orta boylu, iri kemikli, güçlü kuvvetli idi. Cildi ipekten yumuşak, başları orta büyüklükte, kaşları hilal, çekme burunlu, az değirmi (yuvarlak) çehreli idi. Kirpikleri uzun, gözleri kara ve güzeldi. İki kaşının arası açık, fakat kaşları birbirine yakındı. Çatık kaşlı değildi. İki kaşının arasında bir damar vardı ki hiddetlendiğinde kabarıp görünürdü. Yüzü adeta pembe beyazdı. Yani ne kireç gibi beyaz ne de kara yağız, esmer idi. İkisi ortası gül gibi kırmızıya dönük, beyaz ve berrak olup yüzünde nur gibi bir parıltı vardı. Dişleri inci gibi beyaz ve parlak olup hafifçe seyrekti. Konuştuğu ve tebessüm ettiği vakit beliriverirdi. Saçları ne pek kıvırcık ne de pek düzdü. Uzadığı zaman kulaklarının memelerini geçerdi. Sakalı sıktı fakat uzun değildi. Bir tutamdan fazlasını keserdi. Vefatlarında saçı sakalı henüz ağarmaya başlamıştı. Başında pek az, sakalında yirmi kadar beyaz kıl vardı. Vücudu tertemizdi. Koku sürsün, sürünmesin teni ve teri en güzel kokulardan daha güzel kokardı... Haline hüzün ve tefekkür, bakışlarına da netlik ve derinlik hakimdi. Çoğu zaman sükut eder ancak gerektiğinde konuşurdu. Konuştuğunda ağır ağır, tane tane konuşur; önemli yerleri tekrar ederdi. Sevgi ve sevincini tebessümle ifade eder; yüz rengi ve hatları, haline delalet ederdi. Yürüdüklerinde ayaklarını kuvvetle kaldırır, vakar ve sükunetle çabuk ve uzun adımlarla, sanki yüksekten iner gibi yürürlerdi. Bir şeye yönelmek istediklerinde sadece başlarıyla değil bütün vücutlarıyla döner, sebepsiz hiçbir tarafa bakmazlardı. Temiz, düzenli ve sağlıklı idiler. Ağırbaşlı, vakur, canayakın, sıcak, samimi ve ilgili idiler...
Peygamberimizin dış görünüşü ve tabii özellikleri, iç ahlâkı ve iç dünyasını aksettirmektedir. Bu meyanda yapılan tarifler, nihâyetinde samimiyeti, içtenliği, sevecenliği, güvenilirliği, dürüstlüğü, bilinçliliği, dinginliği....ile noktalanmaktadır. Yüzünün parlaklığı, yürüyüşünün eminliği, yönelişinin tamlığı bu açıdan değerlendirilirse bu açıkça görülecektir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de bir çok yerde (2/Bakara, 173; 7/A’râf, 46-48; 47/Muhammed, 30; 48/Fetih, 29 ve 55/Rahmân, 41) Yüce Allah “sîmâ”yı “iç”i tanıtan, ahlâkı gösteren bir alâmet olarak değerlendirmiştir. İbn-i Abbas’ın: “İyiliklerin yüzlerde bir parlaklığı, kalpte bir nuru, bedende bir kuvveti, rızıkta bir genişliği ve gönüllerde bir sevgisi vardır. Kötülüklerin de yüzlerde bir sevimsizliği vardır.” sözü ile, Hz. Osman’ın “Kişinin işlediği her bir amelin elbisesi kendisine giydirilir. Hayır ise hayır; şer ise şer...” sözleri de bunu göstermektedir. Bu durumda, Medine dışında konaklamış bir kervandan, pazarlık etmeksizin söylenen fiyat ile kırmızı bir deveyi alıp, yularından çekerek şehre doğru yürüdüğünde Hz. Peygamber’in arkasından olayı değerlendirerek tanımadıkları bir kimseye bu şekilde karşılığını peşin olarak almaksızın deveyi vermiş olmalarından hayıflanan kervan ehline “rahat olun! bundan daha temiz ve daha nurlu başka bir insan görmedik” şeklinde görüş bildiren o kadının, ya da vefatı sonrasında, hücre-i saadetine girip de peygamberimizin yüzünü açıp alnını öptüğünde “Ah! Hayatında olduğun gibi ölümünde de güzelsin.” diyerek duygularını ifadeye çalışan Hz. Ebûbekir’in bu samimi sözlerini ve de neden onu ansızın görenlerin heybetinden heyecana kapıldıklarını, görüp tanıyanların ise onu o derece sevdiklerini daha iyi anlayabiliyoruz.
Rasûl-i Ekrem’in şahsiyetinde, “yaratan Rabbin adıyla okuma...” ve “emredildiği şekilde istikamet üzere olma” çaba ve gayretinin yeri ve etkisi aşikardır. Kendisine gelen ilk vahyin “Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı alaktan yarattı. Oku! Kâlem ile öğreten, insana bilmediğini öğreten Rabbin ne büyük kerem sahibidir.” âyetlerinden oluşmuş olması; yaşlılık emareleri üzerinde belirdiğinde, halini soran ashâbına “Beni, Hûd sûresi ihtiyarlattı.” şeklinde cevap vermiş olması buna işaret etmekte olup, mezkûr sûrenin 112. âyetinde Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “O halde sen, beraberindeki tevbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru ol! Ve aşırı gitmeyin. Çünkü O, her ne yaparsanız onu hakkıyla görendir.”
İnsan, bir münasebetler sentezidir. Her insan bir ilişkiler bütünü içerisinde yaratılır ve şahsiyetini, kişiliğini, ahlâkını bu bütün içerisindeki tavrı ve rolü ile ortaya koyar. Yüce Allah’ın “birleştirilmesi emredilen” olarak ifade ettiği bu ilişkiler bütününü muhafaza edebilmenin yolu olan yaratana kulluk, yaratılana da şefkat, merhamet ve adâletin, emrolunduğu üzere dosdoğru şekilde yerine getirilmesinin zorluğu ve zor olduğu kadar da insani olgunluğa ulaşabilmedeki önem ve rolü tartışmasızdır. İşte bizler Rasul-i Ekrem’in eşsiz ahlâkında, özünde, sözünde ve davranışlarında ve hatta ağaran saç ve sakallarında hep bu “emrolunduğu gibi dosdoğru olma” endişesi ve gayretini görmekteyiz. O, Allah Teâlâ ile olan ilişkisinde, iç dünyasında, evinde, ailesi ve akrabası ile olan münasebetinde; dostlarına, tanıdık tanımadık bütün insanlara karşı olan tavırlarında; istirahatinde, ticaretinde, savaşta ve savaş sonrası ganimet taksiminde; mescitte imamlıkta, en önde liderlikte, hayatı ve vefatında hep bu endişeyi taşımış, olanca gayretini buna sarfetmişti. O, durumunu şöyle ifade ediyordu: “Rabbim beni ne güzel terbiye etti.”, “Ben ancak ahlâki faziletleri tamamlamak üzere gönderildim.” O halde, Rasulullah’ın ahlâkını tanımak, onu, içerisinde bulunduğu ilişkiler bütünü ile tanımakla mümkün olacaktır. Bu yapıldığında ise onun ahlâki yüceliğinin temelinde bu ilişkiler bütününü hayranlık verecek şekilde, biç birini ihmal etmeksizin muhafaza etmiş olmasının; birleştirilmesi emrolunan her şeyi hayatı ile birleştirmiş olmasının bulunduğu görülecektir.
Ahlâki faziletlerin başında “adâlet” ve “ihsan” gelir ki her iki kavram da nihâyetinde “herşeyi yerli yerine koyma”yı ve “yapılması gerekeni layıkı ile yapma”yı ifade eder. Nitekim Yüce Allah: “Muhakkak ki Allah adâleti, ihsanı ve akrabaya vermeyi emreder; çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye sizlere öğüt verir.” (16/Nahl, 90) buyurur. Rasul-i Ekrem, hayatı boyunca her şeye gereken değeri gerektiği kadarı ile vermiş; ihmalkarlık, duyarsızlık ve aşırılık onun hayatında kendine bir yer bulamamıştır. Bir insanın ihmal ve dengesizliğe meydan vermeksizin, hiçbir aşırılığa düşmeksizin, hayatın her bir yönünde davranmış olması ve bu denge ve istikrarı hayatın hem yatay hem de dikey boyutunda muhafaza etmiş olması elbette olgunluk ve kemalin zirvesidir. Beşer olması peygamberliğine bir nakısa getirmemiştir. Peygamberliği ona ailesini, dostlarını unutturmamıştı. Allah’a olan bağlılığı ve deruni duyguları onu dünyadan el etek çekmeye yöneltmemişti. Liderliği, komutanlığı, hakimliği onu hastaları ziyaretten, fakirlerle sohbetten men etmemişti. Mekke’deki hayatı ile Medine’deki hayatı arasında yaşananlar ve sahip olunan imkanlar çok farklı da olsalar duruş bakımından hiçbir farklılık olmamıştır.
Adâlet ve ihsan onun hayatının her demini kuşatmıştı. Gençliğinde toplumda el-Emin olarak tanınır ve bilinirdi. Ticaret hayatındaki dürüstlüğü takdir edilir, insanlar arası anlaşmazlıklardaki hakemliği makbul görülürdü. “Doğruluk iyiliğe, iyilik de cennete götürür. Yalan kötülüğe, kötülük de cehenneme götürür” der, doğruluğu imanın gereği; yalanı, emanete ihaneti ve verilen sözlerde durmamayı nifak alameti sayardı. Doğruluk hassasiyeti o derecede idi ki şaka bile olsa ondan tâviz vermezdi. “şaka yapar mısınız?” diye sorulduğunda “evet, ama doğru sözden başkasını söylemem” demişti. Onun bu özelliğini düşmanları bile bilir, onu öldürmek için ellerinden geleni yaptıkları halde kıymetli eşyalarını ona emanet etmekten çekinmezlerdi. Mekke’den Medine’ye hicretinde yatağına yatırıp geride bıraktığı Hz. Ali’ye her emaneti sahibine vermesini tembihlemişti.
En zor durumlar bile onu verdiği söze bağlılıktan vazgeçiremezdi. Hiçbir menfaat ona, bu konuda geri adım attıramazdı. Mekke’den Medine’ye gelirken müşriklere yakalanan ve kendilerine karşı savaşmamak şartıyla serbest bırakılıp Bedir savaşı öncesi Hz. Peygamber’e kavuşan Huzeyfe el-Yeman ve bir arkadaşı, olayı Rasul-i Ekrem’e anlattığında sayılarının azlığı, adama olan ihtiyaçlarının şiddetine rağmen onlara savaşa katılamayacaklarını ifade ile “siz geriye dönün, her halukarda sözünüze riâyetedeceğiz. Bizim sadece Allah’ın yardımına ihtiyacımız var” demişti. Hudeybiye’de müşrikler ile yapılan anlaşmanın şartlarından biri de Mekke’den müslüman olarak Medine’ye gidecek olan kimselerin, talep edilmesi durumunda Mekkelilere geri verilmesi idi. Daha antlaşma henüz imzalanmış iken EbûCendel, elleri zincirli bir halde, hapsedildiği zindandan kaçarak müslümanların bulunduğu yere gelmişti. O esnada orada bulunup, anlaşmayı yapmış olan müşrik Süheyl Bin Amr, antlaşmanın derhal tatbikini talep ile kaçağın kendisine teslimini istediğinde bu durum müslümanların ağırına gitmişti. Rasul-i Ekrem ise inananların selamet ve kurtuluşuna olanca düşkünlüğüne rağmen “Ey EbûCendel, sabret! Biz ahdimizden dönemeyiz. İnşâallah Allah sana yakında bir yol açacaktır” demişti. Ne ahde bağlılıktan tâviz vermiş ne de EbûCendel’i ihmal etmişti. Sözde durmayı, ahde bağlılığı kul olmanın gereği olarak görmüş; işin sonucunu Allah’a havâleetmiş, O’na güvenip dayanmıştı.
“Helâl rızık kazanmak için çalışmanın mecburi bir görev” olduğunu; en hayırlı kazancın da el emeği ve meşrûticaret vasıtasıyla sağlanan kazanç olduğunu söyler; satarken ve satın alırken kolaylık gösterene Allah’ın rahmetini müjdeler, doğru ve güvenilir tacirlerin peygamber ve şehidlerle beraber olacaklarını ilan ederdi. Bazen pazarları gezer, satıcıların mallarını kontrol eder ve “bizi aldatan bizden değildir” derdi. Kendisi de bilfiil ticaretle uğraşmış, kanaati, dürüstlüğü ve vefası ile tanınmıştı. Bazen borçlanır, borçlarını vaktinde ve en güzel şekilde öderdi. Hakka riâyete önem verir, her hak sahibine hakkının mutlaka verilmesinde ısrar ederdi. “Hak sahibinin söze hakkı vardır” diyerek hakkın üstünlüğünü ilan ederdi. Hiçbir olayın hakkı zayi etmesine müsaade etmezdi. Yahudi alacaklısı, alacağını talep üzere gelip de elbisesini çekerek, yakasından tutarak “Siz Abdulmuttaliboğulları hep borcunuzu uzatırsınız” gibi kaba sözler söylediğinde, Hz. Ömer sinirlenerek sert bir şekilde karşılık vermişti. Rasul-i Ekrem ise olup biteni tebessümle karşılamış ve Hz. Ömer’e “Ey Ömer! Ben ve o, senden bunun dışında bir söz duymaya çok daha muhtaç idik. Bana borcumu güzelce ödemeyi, ona da alacağını güzelce istemeyi tavsiye etmeliydin, vadenin dolmasına daha üç gün vardı” diyerek fazlasıyla ödenmesini sağlamıştı. Bu olay, yahudinin müslüman olmasına vesile olmuştu.
Bir defasında kestiği hayvanın etini satan bir bedeviden, evde var zannettiği hurma karşılığında bir miktar et almış; eve geldiğinde ise hurma kalmadığını görmüştü. Derhal çarşıya gelerek bedeviyi bulmuş “senden hurma karşılığında et almıştım fakat ne yazık ki hurmam kalmamış” diyerek durumu izah etmişti. Aldatıldığını düşünen bedevi bağırıp çağırmış, Rasul-i Ekrem ise onu susturmaya çalışanlara “siz müdahale etmeyiniz zira bedevinin hakkı var” diyerek tekrar meseleyi anlatmaya çalışmış ama bedevi söylenmeyi bırakmamıştı. Bunun üzerine Peygamberimiz bedeviyi, Ensar’dan bir kadına havâleederek etinin karşılığı olan hurmaları almasını sağlamış, bedevi de Rasul-i Ekrem’in sabır ve müsamahakarlığından duygulanarak “Muhammed! Cenâb-ıHakk sana ecir ve mükafatını versin, sen bana hakkımı hem de fazlasıyla verdin” demişti. Hakka riâyetve en güzeliyle karşılık vermek onun ahlâkının en önemli esaslarındandı. O, “borçlarını daha iyi, daha mükemmel bir şekilde ödeyenler faziletli kimselerdir” der , aldığı borçları fazlasıyla geri öderdi.
Adâlete riâyet, kişinin kendisi, anne babası ve yakınlarının aleyhine de olsa adil olabilmeyi; muhataba duyulan kin ve nefret duygularının adâletsizlik ve aşırılık yönündeki baskılarına direnebilmeyi gerektirir. Üst tabakada hırsızlık yapmış bir kadın için aracılıkta bulunulduğunda “İsrailoğulları işte bu yüzden helak olmuştur. Onlar, kanunları fakirlere uygular, zenginleri ise affederlerdi. Allah’a yemin ederim ki eğer Muhammed’in kızı Fatıma hırsızlık yapsaydı onun da elini keserdim” diyerek her türlü iltiması reddeden, buna karşılık suçun tesbiti ve cezanın terettübü için kılı kırk yaran Rasul-i Ekrem, bu tarafsız adâlet ve hakkaniyetin emsalsiz temsilcisidir. Onun bu eşsiz özelliğidir, yahudilerin bile anlaşmazlıklarını ona götürmesine sebep olan.
Rasulullah, Hz. Ali’ye şöyle nasihat etmişti: “Sana iki kişi muhakeme için geldiğinde ikisini de dinlemeden sakın karar verme! Zira ancak her ikisini de dinlediğinde doğruyu bulabilirsin.” Hz. Ali, bu nasihat sâyesinde dâvâlarda zorluk çekmediğini, kolaylıkla doğruya ulaşabildiğini söylerdi. Rasul-i Ekrem, âdil liderlerin kıyâmet gününde Allah’a en yakın kimseler olacaklarını, zalimlerin ise en uzak olacaklarını; fakir, yoksul ve muhtaç kimselere kapısını kapatan hâkimlere Allah’ın da kapısını kapatacağını söylerdi. Bir savaş sonrası ganimetleri taksim ederken “bu taksim Allah rızası için yapılmıyor” şeklindeki bir ifadeyle karşılaştığında “ben âdil olmazsam kim adil olur?” diyerek mukabelede bulunmuştu. Kalabalık içerisinde üzerine yüklenen birisini, elindeki ince değnekle uyarmak istediğinde kazara o kimsenin ağzı çizilmişti. Peygamberimiz bu durumda, o kimseden aynısını kendisine yapmasını istemişti. Adâlet hususundaki hassasiyeti, hakkaniyete riâyeti ile tamamlanıyordu.
Onun adâleti sert, kaba ve kırıcı değil, bilakis yapıcı, onarıcı ve ıslah edici idi. Adâlete bağlılık ile geçen güzel ömrünün sonunda ölüm döşeğinde iken halka hitaben “birisine bir borcum varsa veya birini kırdıysam yahut birinin mal veya şerefine bir zarar verdiysem işte şahsım, işte şerefim, işte malım mülküm! Benden karşılığını bu dünyada alsın” demiş, onun bu sözleri sükunet ile karşılanmış, ancak bir adam Rasul-i Ekrem’den birkaç dirhem alacağı olduğunu söylemiş ve parasını almıştı. Ne mutlu, adâlete riâyetle zulmün zerresine bile bulaşmadan ömür sürmüş olanlara!
Adâletten her ayrılış, zulme doğru atılan bir adımı ifade eder. “Muhakkak ki şirk elbette pek büyük bir zulümdür” (31/Lokman, 13) âyetinin de işaret ettiği üzere, adâlete en uzak nokta şirk; adâletin özü de her türlü erdem ve iyiliğin bayrağı tevhiddir. Dolayısıyla yaratana kulluk peygamberimizin ahlâkının özünü teşkil eder ki, hayatı bunun en güzel şahididir. Hayatın yatay ve dikey boyutundaki her türlü kemale ait istikrar ve sebatının temelinde de bu sağlam bağlılık yatar. “şükreden bir kul olabilmek” onun her türlü düşünce, söz ve eyleminin saiki idi. Gece boyu namaz kılmaktan ayakları morardığında “Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışladı. Niçin böyle yapıyorsunuz? diye soran Hz. Âişe’ye: “Şükreden bir kul olmayayım mı?” diyerek cevap vermişti.
Allah’ın dinine dâvetettiği Tâifliler kendisine horlama, aşağılama hatta taşlama ile mukabelede bulunmuş, o ise teselliyi Rabbine münâcaatta bularak, O’na olan bağlılık ve sevgisini “senden gelen her şeye ben razıyım, yeter ki bana gazap etmiş olma....” şeklindeki duygu yüklü sözleriyle ifadeye çalışmıştı. Birçok vesile ile ashâbına “içinizde Allah’tan en çok korkanınız benim” demişti. Bu hayatının her anı için geçerliydi. Bir defasında bütün gece boyunca Kur’an-ı Kerim’de Hz. İsa’nın duâsı olarak geçen “eğer onlara azap edersen elbette onlar senin kullarındır. Şâyetonları bağışlarsan elbette sen yegane izzet ve hikmet sahibi olansın” (5-118) âyetini tekrar edip durmuştu.
Allah’ı zikir ve O’nu tesbih her ânını kuşatmıştı. Devamlı Kur’an okur, hatta başkalarının da okumasını ister, onu başkalarından dinlemeyi çok sevdiğini söylerdi. Özü, sözü ve davranışı ile Kur’an’ı hayata yansıtmak, her anının en büyük hedefiydi. “Gözümün aydınlığı namazdır” der, her vesilede namaz kılmayı arzulardı. “Haydi Bilal! Kalk, kamet getir de bizi rahatlat, bizi huzura kavuştur” derdi. Bu, O’nun için bütün dünya güzelliklerinin üstünde idi. Hz. Enes, “Rasulullah’ı gecenin hiç ihtimal vermediğiniz bir anında namaz kılarken, yine hiç ummadığınız bir anında da uyurken görebilirsiniz” demektedir. Bazen o kadar oruç tutardı ki hiç orucu bırakmayacağı zannedilir; bazen de oruca o kadar ara verirdi ki artık daha oruç tutmayacak denilirdi.
Allah’a olan bağlılığı, ibâdete olan düşkünlüğü had safhada olmakla birlikte bu, onu dünyadan ve insanlardan uzaklaştırmaya sevk etmemiş, bilakis itidali sâyesinde ihsan üzere bütün sorumluluklarını yerine getirmesinde en önemli etken olmuştur. “En hayırlı amel, az da olsa devamlı olandır” der, dinde aşırılık ile insanın bir yere varamayacağı ihtarı ile arkadaşlarına itidal üzere yaşamayı tavsiye ederdi. Sadece ibâdette değil yeme-içme, giyim-kuşam, dostluk-düşmanlık gibi hayatın her yönünde aşırılıklardan korunmada ısrar ederdi. Acıkmadan yememek, yediğinde ise iyice doymadan sofradan kalkmak, O’nun adeti idi. Bir seferinde her gün oruç tutmak, her geceyi namaz ile ihya etmek ve evlenmemek üzere anlaşan arkadaşlarını “İçinizde Allah’tan en çok korkanınız ve O’na karşı sorumluluklarını en fazla bileniniz olduğum halde bazı günler oruç tutarım, bazı günler ise tutmam. Aynı şekilde geceleri bazen uyur bazen de namaz kılarım, kadınlarla da evlenirim” diyerek itidâle yönlendirmiş; nefsin, vücudun, gözlerin...hanımın, çocukların, akrabaların ve dostların... insanın üzerinde hakları olduğunu beyan ile itidalin esasını ortaya koymuştur. Zaten bu, adâlet ve ihsanın da gereğidir. O’nun hayatı ve ahlâkı da olanca ağır sorumluluk ve muhtelif işlerine rağmen bu itidalin kusursuzluğu ile parıldar; yolunu arayana rehber, karanlıklardan çıkmaya çalışana da ışık olur.
Rasûl-i Ekrem nasıl yaşardı, diye sorulduğunda buna en kısa ve en basit olarak kul gibi yaşardı şeklinde cevap verebiliriz. Kulluk bilinci ve tevazuu hayatının her anında hakimdi. “Şüphesiz ki ben bir kulum. Kulun yediği gibi yer, oturduğu gibi otururum” der, hayata da bu gözle bakardı. Sadelik ve tevazu, şahsiyet ve yaşamının ayrılmaz vasıflarıydı. “Allahım! Ahiret hayatından başka bir hayat yoktur” diyerek dünyadaki yaşamını bir yolculuğa benzetir ve bu tanımlamaya aykırı her türlü tavır ve davranıştan kaçınırdı. Külfet, zorlama, gösteriş, riya, ucub ve kibir dünyada en çok O’na uzaktılar. Şekilcilik ve resmiyet O’nun ahlâkında kendilerine hiçbir yer bulamazlardı. Sade giyinir, önüne gelen nimeti küçük görmezdi. Çoğu zaman kuru ekmek, hurma ve sütle yetinir, şikâyetçi olmazdı. Kuru ekmek ve sudan oluşan mütevazi davetleri kırmazdı. Bir yemekten hoşlanmadığında herhangi bir yorum yapmaz yiyemeyeceğini belirtirdi. Hasır üzerinde yatardı. Çoğu zaman kalktığında sağ tarafında hasır iz yapmış olurdu. Üç gün art arda buğday ekmeği ile karnını doyurmamış, Medine dönemi boyunca bir günde iki öğün yemek yememiştir. Hz. Âişe“Ay gelir geçerdi de biz Muhammed ailesi yemek pişirmek üzere ateş yakmaz, sadece hurma ve su ile karnımızı doyururduk” demiştir. EbûÜmame de Rasulullah’ın şöyle dediğini bize naklediyor: “Rabbim, Mekke vâdisini benim için altına çevirmeyi teklif etti. Fakat ben ‘hayır ey Rabbim! Gün aşırı yiyeyim ve aç kalayım. Aç olduğum zaman sana yakarıp seni hatırlayayım. Doyduğum zaman da sana duâ edip şükredeyim’ dedim.
Bir gün Hz. Ömer, Hz. Peygamber’in evine geldiğinde Rasulullah’ın hasır üzerinde örtüsüz yattığını ve hasırın izlerinin sağ yanında çıkmış olduğunu, odada bulunan bütün eşyanın hurma lifleriyle doldurulmuş bir yastık, bir hayvan derisi ve bir su kırbasından ibaret olduğunu, yiyecek olarak da sadece birazcık arpanın bulunduğunu görmüştü. Manzara karşısında duygulanarak ağlamış ve peygamberin “neden ağlıyorsun?” diye sorması üzerine “Bizans’ın kayseri, Fars’ın kisrası debdebe içinde yaşarken sen seçilmiş insan, Allah’ın Rasulü böyle mi yaşayacaksın?” demişti. Rasulullah ise “Ey Ömer! Sen bunun için mi ağlıyorsun? Bilmez misin ki onlar bütün nasipleri dünya hayatında verilmiş insanlardır” diyerek hayata bakışını dillendirmiştir.
Cuma günleri ve dışardan heyetler geldiğinde giymesi için ipekten bir elbise alması teklif edildiğinde de “Bunu ahiretten alacak bir payı olmayan giysin” demişlerdi. Salim bir kafaya, sıhhatli bir bedene ve günlük yiyeceğine sahip olan kimsenin bütün dünya nimetine sahip olduğunu söylerdi. İnsanın dünyadan nasibini de giyilip eskitilen, yenilerek tüketilen ve hayır olarak sarfedilip kazanılan olarak özetler; 28/Kasas sûresinin 77. âyetinin ifâdesiyle Allah’ın verdiklerinde âhiret yurdunu gözetirdi. Vefatında, üzerinde iki yerinden yamalı bir elbise vardı. Zırhı, ailesinin geçimi için bir miktar arpa borç aldığı bir yahudinin elinde rehin olarak bulunuyordu. Ve evinde yiyecek olarak sadece bir avuç arpa vardı.
O’nun bu hali inancının, dünya hayatına bakışının, fedakarlığının ve cömertliğinin doğal bir sonucuydu. Yoksa bir zorlamanın ve dünyevi nimetlere olan soğukluğun eseri değil. Zira olanca sadeliğine rağmen bazen güzel yemekler yediği, güzel elbiseler giydiği olurdu. Nimeti takdir eder, Allah’ın bir lütfu ve ikramı olarak görürdü. O’nun yaptığı, içinde bulunulan ortamda yapılabilecek olanın en iyisini yapmaktan ibaretti. Komşusu açken tok yatmamak gibi.
Rasul-i Ekrem’in tevâzûve sadeliği, kendini beğenmenin, gösteriş ve kibrin ve hatta her yerde bir şekilde kendine yer edinen bencilliğin bir elbisesi değil, aksine eşsiz bir samimiyet ve içtenliğin doğal bir muhafazası idi. Arkadaşları arasında bulunurken, O’nu farkedilmez yapan da işte bu özelliğiydi. Bir meclise geldiğinde boş bulduğu yere oturur, “Ben bir kral değilim” diyerek kendisi için ayağa kalkılmasını istemez, elinin öpülmesine müsaade etmezdi. Bir defasında kendisini görüp de heyecanlanan bir kimseye “Heyecanlanma!! Ben kuru et yiyen bir kadının oğluyum” demişti. Kendisine “yaratılmışların en hayırlısı” diye hitap edildiğinde “yaratılmışların en hayırlısı İbrahim idi” diyerek cevap vermiş, kendisi için Allah’ın O’na vermiş olduğu “Allah’ın kulu ve elçisi” vasfından başka bir vasfın kullanılmamasını istemişti. Sık sık bu konuda arkadaşlarını uyarır, şeytanın kendilerini kandırmaması için dikkatli olmalarını tavsiye ederdi.
Oğlu İbrahim vefat ettiği gün, güneş de tutulmuştu. Bazı kimselerin “işte bakın güneş de Rasulullah’ın matemine iştirak ediyor” yollu düşünmeleri üzerine olaya hemen müdâhale etmiş ve “güneş tutulması Allah’ın âyetlerinden biridir. Kimsenin ölüm veya doğumu üzerine meydana gelmez” diyerek insanların kendisine olan sevgi, hürmet ve bağlılıklarının yanlış mecralara kaymasını engellemiştir.
“Hristiyanların Meryem oğlu İsa’yı övmede aşırıya gittikleri gibi sizler de beni övmede aşırıya gitmeyin. Ben sadece bir kulum. Benim için sadece ‘o, Allah’ın kulu ve Rasulü’dür’ deyin” sözleri, O’nun bu konudaki hassasiyetinin güzel bir göstergesidir. Yine O’nun tevâzûve sadeliği, pasifliğin, acizliğin kendisine yüklediği geçici bir vasıf değil, aksine Allah sevgisi ve kulluk bilincinin incelik ve ruhi derinliğinin hayata doğru doğal bir inkişafıydı. Başarıları arttıkça, insanların sevgi ve bağlılığı çoğaldıkça O’nun büyük bir içtenlik ve tevâzûile Rabbine yönelişi, hayatının hiçbir safhasında bu sadelik ve tevazuundan tâviz vermeyişi bunu açıkça göstermektedir.
Bizler Rasul-i Ekrem’i, Hayber’i fethettiğinde, dizgini hurma ağacının kabuğundan yapılmış bir merkep üzerinde Hayber’e girerken düşündüğümüzde; ya da yaşanan onca zorluğun ve çekilen onca hasretin ardından büyük fetihle birlikte, başını devesinin eyerine değecek kadar eğmiş, yüzü şefkat parıltılarıyla parlar olduğu halde Mekke’ye girerken gördüğümüzde eşsiz bir manzara ile karşı karşıya olduğumuzu idrak ederiz. O anda o, sadece Rabbini hamd ile tesbih ediyor ve O’ndan mağfiret diliyordu. “Allah’ın yardımı ve fetih geldiğinde ve insanları bölük bölük Allah’ın dinine giriyor gördüğünde, Rabbini hamd ile tesbih et ve O’ndan mağfiret dile. Zira O tevbeleri çokça kabul edendir” (110/Nasr, 1-3).
Yaşlı bir yük devesinin üzerinde, sırtında dört dirhem bile etmeyecek basit bir hırka, veda haccına giderken şöyle duâediyordu: “Allahım! Bu haccı riya, gösteriş ve ünden uzak et.”
İnsan kişiliğinin en açık ve net olarak gözlemlenebileceği yer, evidir. Rasul-i Ekrem, Hz. Âişe’nin ifadesiyle evde normal, sıradan bir insan ne yapıyorsa onu yapardı. Kendi işini kendi yapardı. Elbisesini diker, yamar, ayakkabılarını tamir ederdi. Keçilerinin sütünü sağar, devesinin boynuna yağ sürer, evi süpürürdü. Evde ailesi ile meşgul olur, ezan okunduğunda da namaza giderdi. Sorumluluklarının fazlalığı ve ağırlığı O’nun hayatında herhangi bir açığa, ihmale meydan vermezdi. Düzenliydi, tertipliydi; yaşanması gerekli her şeyin O’nun hayatında bir yeri vardı. Eşlerini sever, onlarla ilgilenir, dini yaşayıp uygulamada, kötülüklerden temizlenip, iyiliklerle olgunlaşmada onlara rehberlik eder, aile sorumluluğu ile hareket ederdi. Onlar için en iyisi ve en güzelini, ahlâki faziletlerin en üstününü arzular, sevgi, şefkat ve ilgisi ile elinden geleni yapardı. Her akşam eşlerini ziyaret eder, onlarla sohbet ederdi. Geceleri onları namaza kaldırır, daima onları iyilik yapmaya teşvik ederdi.
“Kişinin, eşinin ağzına koyduğu lokma sadakadır” der, kendisini ailesinin dünya ahiret saadetinden mesul tutardı. Hz. Âişe, Hz. Peygamber’in hiçbir eşine vurmadığını, kaba söz söylemediğini belirtir. Zaten Rasul-i Ekrem, “en hayırlınız ailesine karşı en merhametli olanınızdır” derdi. Ailesine karşı en merhametli olan da oydu.Çocuklarını çok sever, onlarla oynar, ilgilenirdi. Çocuk sevgisini merhametin bir eseri olarak görürdü. On çocuğu olduğu halde, onlardan hiçbirini öpmediğini söyleyen bedeviye “Allah, senin kalbinden merhameti aldıysa ben ne yapabilirim?” demişti. Ahlâkve fazilet ile dolu hanelerinde mânevîhavayı, kendilerini kuşatmış olan sevgi ve şefkat halesi içinde teneffüs ederek yetişen çocuklarının her derdiyle ilgilenir, bir baba olarak bütün sorumluluklarını yerine getirirdi. Kız çocuklarını iyi yetiştirip, güzelce evlendirmeyi, cennetin anahtarlarından biri olarak görürdü. Erkek çocukları zaten daha küçük yaşlarda vefat etmişlerdi. Kızlarını ise büyütmüş ve evlendirmiş, torunları olmuştu. Yine onlarla ilgileniyor, onları ziyaret ediyordu. Gece namaza kalktıklarında onları da uyandırır, daima iyilik yapmaları, ahiret yurdu için hazırlanmaları gerektiğini söyler, “yarın kıyamet gününde ben sizler için bir şey yapamam” derdi. Bütün gayret ve çabası onların iyi birer kul, faziletli birer insan olmaları içindi. Bunun için herkesten önce onlardan sabır ve fedâkârlık beklerdi. “Allahım! Muhammed ailesine geçinecek kadar rızık ihsan buyur” diye duâeder, ailesini her türlü aşırılık, lüks, israf ve cimrilikten; dünya malına düşkünlükten sakındırırdı.
Tehlike, sıkıntı ve zorluk olan yerlerde onları öne geçirir, menfaat, rahat ve kolaylığın olduğu yerlerde ise onları geriye alırdı. Bir defasında kızı Hz. Fatıma’yı ziyarete gitmiş, ancak içeride süslü bir perde gördüğünde, kapıdan geri dönmüştü. Sebebi sorulduğunda “benim dünya ile ne işim olabilir” demiş, kızına perdeyi satıp, bedelini ihtiyaç sahiplerine vermesi tavsiyesinde bulunmuştur. Hz. Fatıma, işlerinin yoğunluğu ve değirmende tahıl öğütmekten dolayı karşılaştığı zahmetten dolayı, kendilerine bir harp esirinin hizmetçi olarak verilmesini istediğinde, Hz. Peygamber, “mescidde yatan aç ve çıplak insanlar varken, bu isteğinizi karşılayamam” diyerek, onların bu taleplerini geri çevirmiştir. Akşam olduğunda kızı ve dâmâdının yanına giderek, “Size benden istediğinizden daha hayırlı bir şey söyleyeyim mi? Yatacağınız zaman 34 defa Allahu Ekber, 33 defa Elhamdu lillâh ve 33 defa da Subhânallah deyiniz” buyurmuştur.
Hz. Peygamber ve ailesinin, hiçbir sadakayı kabul etmemesi ve bunun kendilerine haram oluşu da bu açıdan çok önemlidir. Rasûl-i Ekrem’e 10 yıl boyunca hizmet eden Hz. Enes’in şu şehadeti, Rasûl-i Ekrem’in ev halkına muâmelesini uzun uzadıya anlatmaya gerek bırakmamaktadır. “Rasûlullaha on yıl boyunca hizmet ettim. Bir kere bile bana, “yaptığım bir şey için neden bunu yaptın, yapmadığım bir şey için de neden bunu yapmadın?” demediler.
Mescidde, cemaate hitap ederken, sevgili torunları Hasan ile Hüseyin’in düşe kalka kendilerine doğru geldiklerini görünce, dayanamayıp hutbesine ara vermiş, aşağı inerek torunlarını kucağına almış, sonra da “elbette ki mallarınız ve çocuklarınız sizin için birer imtihandır” âyetini okumuştur.
Yüce Allah, 4/Nisâ sûresinin 36. âyetinde şöyle buyurmaktadır: “Allah’a kulluk edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, yakınlara, yetimlere, düşkünlere, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya ve elinizin altında bulunanlara ‘ihsan’ üzere davranın. Muhakkak ki Allah, kendisini beğenen ve daima böbürlenip duran kimseyi sevmez.” İhsan, Rasûl-i Ekrem’in içinde bulunduğu ilişkiler bütünündeki istisnâsız tutumuydu. Sevgi, şefkat, merhamet, hilm, nezaket, incelik, fedâkârlık, cömertlik ve cesaret gibi üstün ahlâkî vasıflarının bir yumağı idi. “Gerçekten iman etmedikçe cennete giremezsiniz; gerçekten birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Sizlere gerçekten birbirinizi sevebilmenin yolunu öğreteyim mi!? Selâmlaşınız.” der; yemek yedirmeyi, tanıdık tanımadık herkese selâm vermeyi İslâm’ın en hayırlı amellerinden sayardı. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) çevresindeki herkesle ilgilenir, karşılaştıklarına önce davranıp selâm verir; musâfaha ettiğinde karşısındaki elini çekmedikçe elini çekmez; birisiyle konuştuğunda muhâtabı sözünü bitirip ayrılmadıkça onu bırakmaz; döndüğünde bütün cephesiyle dönerdi.
Herkesi kuşatan sevgi ve ilgisi ahlâkının ayrılmaz parçasıydı. Anne ve babasını küçük yaşlarda kaybetmiş olmasına rağmen onları unutmamış; yıllar sonra bir vesile ile harap olmuş bir mezarın yanından geçerken durup oturmuş, ince ruhundan sızan gözyaşları ile ‘Bu Vehb kızı Âmine’nin kabridir’ demişlerdi. Kendisine emeği geçenleri asla unutmaz, daima onları hayırla yâd ederdi. Amcası Ebû Tâlib’in hanımının, dadısı Ümmü Eymen’in, süt annesi Halime’nin ve ailesinin O’nun gönlünde özel bir yeri vardı. Süt annesi geldiğinde, onu hürmetle karşılar, ilgi ile ağırlar, hırkasını çıkarıp altına sererdi. Ölümü sonrasında babanın arkadaşlarına iyiliği merhametin gereklerinden sayar, ‘içlerinde akrabaları ile ilişkilerini kesen bir kimsenin bulunduğu topluluğa Allah’ın rahmeti inmez’ der; sırasıyla annenin, babanın, yakın akrabaların kişinin üzerinde hakları olduğunu beyan ederdi. Dostlarına karşı vefalı ve samimi idi. 26 yıl beraber yaşadıkları ilk eşi Hz. Hatice’yi daima hayırla yâd etmeleri; vefatından yıllar sonra bile bir koyun kestiklerinde bir parçasını Hz. Hatice annemizin arkadaşlarına göndermeleri; kızı Zeyneb’in, savaşta esir düşmüş kocasının fidyesi için annesinden yâdigâr gerdanlığını Rasûl-i Ekrem’e gönderdiğinde gerdanlığı görüp de ağlaması eşsiz bir vefânın örnekleri değil midir?
Rasûl-i Ekrem, bir peygamber, bir insan, bir komutan, bir hâkim, bir dost, bir komşu, bir akraba... Bir insan olarak bütün sorumluluklarını yerine getirir, hayatı her şeyiyle paylaşırdı. Kendisini arkadaşlarından ayırmaz, ‘kendisini ayrıcalıklı göreni Allah sevmez’ derdi. Ashâbı ile birlikte oturur, fakirler ve kimsesizler ile birlikte yiyip içerdi. Onların konuşmalarına katılır, mecliste boş bulduğu yere otururdu. Meclisinde bulunan herkes ilgi ve sevgisinden hisselenir, her biri Rasûl-i Ekrem’in en çok kendisini sevdiği duygusuna kapılırdı. Dertleriyle dertlenir; sevinçleriyle sevinir; gecesi gündüzüyle hayatı onlarla paylaşırdı. Yapılması gerekli bir iş olduğunda hemen el atar, Mescid-i Nebevî’nin yapımında, şehrin etrafına hendek kazımında olduğu gibi onlarla beraber çalışır; girdiği savaşlarda olduğu gibi tehlike anlarında hep ön plana çıkarak onlara örnek ve siper olurdu.
“Büyüklerine saygı duymayan, küçüklerini de sevmeyen kimse bizden değildir” der, çevresinde bulunan herkese güzelce muâmele ederdi. Mekke’de iken arkadaşı Habbâb bin Eret’i bir yere göndermiş, dönünceye kadar da bu işi yapacak kimsesi olmadığından her gün Habbâb’ın evine giderek keçilerini sağmıştı. Hayber fethi sonrası Habeşistan muhâcirleri Medine’ye döndüklerinde “hangisine sevineyim, Hayber’in fethine mi, yoksa Cafer’in gelişine mi?” diyerek arkadaşlarına olan sevgisini göstermiştir.
Ashâbından biri vefat ettiğinde, arkasında mal bıraktıysa, onu mirasçılarına güzelce dağıtır; borç bıraktı ise onu üstlenip ödemeye çalışır, ödeyemediğinde “borçlu kimsenin cenaze namazını kılamam” diyerek müslümanları borcu ödemeye teşvik ederdi.
İyilik ve takvâ üzere yardımlaşmak; kötülük, günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmamak, O’nun çevresindekiler ile ilişkisinin genel karakteriydi. Ashâbını eğitmek, kötülüklerden temizleyerek iyiliklerle olgunlaştırmak için elinden geleni yapar; dünya ve âhiret saâdetleri için gayret ederdi.Onlara olan sevgi ve samimiyetine halel gelmemesi için “bana birbiriniz hakkında herhangi bir şey söylemeyin. Zira ben hepinizin karşısına temiz bir kalple çıkmak isterim” der, kimsenin kusurunu araştırmaz, kimseyi de hatasından dolayı yargılamazdı. Bir kimse bir hata yapıp günah işlediğinde, isim belirtmeden, kırıp incitmeden durumu düzeltir; aynı şekilde şüpheli şeylere meydan vermeyerek onların kalplerini de muhâfaza ederdi.
Hizmetinde bulunanlara evlâdı gibi muâmele eder, “köleleriniz sizin kardeşlerinizdir. Onlara yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin. Onlara köle, câriye değil; oğlum, kızım diye seslenin. Ağır bir iş vermeyin; verirseniz onlara yardımcı olun”; “köleleriniz hakkında Allah’tan korkun” der, onları her fırsatta özgürlüğe kavuşturmayı en büyük iyiliklerden biri olarak görür; bütün esirlerine bu şekilde davranıp her birini özgürlüğüne kavuşturarak ashâbına örnek olurdu.
Çocukları sever, onları yolda oynarken gördüğünde selâm verir, bineğine bindirir, aralarına karışırdı. Bazen bir hizmetçi, bir câriye teklifsiz yanına gelir, kendisine yardım etmesini ister, o da hemen kalkıp onların işini görürdü. Dulların ihtiyaçlarını karşılar; yaşlı insanlara daima yardımcı olurdu. Medine’de yaşlılık sebebiyle bunamış bir kadın vardı. Bir gün bu kadın Rasûl-i Ekrem’e gelmiş, “Muhammed, seninle bir işim var” demişti. Rasûl-i Ekrem de onunla beraber sokağa çıkmış, oturarak onu dinlemiş ve isteğini yerine getirmişti.
Sâliha kadını dünya nimetlerinin en güzeli olarak görür, “kadınlar hakkında Allah’tan korkun” derdi. Bir gün çok sayıda kadın akrabası Peygamberimiz’in etrafına oturmuş, yüksek sesle konuşuyorlardı. Hz. Ömer içeri girince hepsi susmuş ve çekilmişler; Rasûlullah da bu duruma gülmüştü. Hz. Ömer; “Ey Allah’ın Rasûlü, Allah seni hep mütebessim kılsın, neden güldün?” diye sorunca, Rasûl-i Ekrem, kadınların ondan çekinip de sakınmalarına güldüğünü söyledi. Hz. Ömer’in “benden değil; Rasûlullah’tan korkun” sözü üzerine kadınlardan biri “O, senin kadar hiddetli değildir” demişti. Medine’ye girerken yol kenarında şarkı söyleyen küçük kız çocuklarını gördüğünde “Beni seviyor musunuz?” diye sormuş, “evet yâ Rasûlallah, seni seviyoruz” demeleri üzerine “Ben de sizleri seviyorum” demiştir.
Rasûl-i Ekrem, “Geniş olun! Zira Yüce Allah, geniş olanı sever” der; genişliği, hilmi ve anlayışı ile ashâbına örnek olurdu. İnsanları, zayıflıkları, ihtiyaçları ve idealleri ile bütün olarak değerlendirir; yadırgayıcı, yargılayıcı olarak değil; anlayışlı bir yol gösterici olarak onlara muâmele ederdi. Anlamak, affetmek ve yol göstermek, O’nun insanlara karşı tavrının özüydü. “Hizmetçimi bir günde kaç defa affedeyim?” diye soran bir kimseye “yetmiş defa affet!” diye cevap vermiştir. Bir defasında bahçesine izinsiz girip de hurma toplayıp yiyen ve biraz da elbisesinin cebine koyan bir kimseyi azarlayarak ve elbisesini soyarak Rasûl-i Ekrem’e şikâyet eden birine; “O, bilmiyordu, ona öğretmeliydin; o, açtı, onu doyurmalıydın!” diyerek bahçe sahibine nasıl davranması gerektiğini öğretmişti.
Çöllerde göçebe halinde yaşayan bedevî insanlar, Medine’ye geldiklerinde Rasûl-i Ekrem onlarla ilgilenir, kabalıklarını yadırgamazdı. Bir defasında yolda giderken bir bedevî gelmiş, Rasûl-i Ekrem’in hırkasını arkadan çekerek “Muhammed! Yanındaki Allah’ın malından bana ver” demişti. Çekilen hırkası boynunda iz yapmış, Peygamberimiz bu haliyle dönmüş, tebessüm ederek arkadaşlarına “evet, istediğini verin” demişti.
Rasûlullah (s.a.s.), Hz. Âişe’nin ifadesiyle hiçbir zaman şahsî intikam peşinde koşmamıştı. Kötülüklere iyilikle mukabelede bulunurdu. O, her zaman kerem sahibi, yüce gönüllü idi. Hayatı boyunca O’na tuzaklar Kur’anmünâfıklar, yahûdiler ve müşrikler de onun kerem ve şefkatinden nasiplerini almışlardı. Hayatını anlatan eserlerde, O’nun, münâfıkların reisi Abdullah bin Übeyy vefat ettiğinde gömleğini kefen olarak ona verdiğini, olanca entrikalarına karşılık yahûdilere olan güzel ve âdil muâmelesini ve de onca mücadelenin neticesinde Mekke’ye girdiğinde orada müşriklere “gidiniz, hepiniz özgürsünüz” diyerek “Bugün sizi kınamak yok, Allah sizleri affetsin. O, merhametlilerin en merhametlisidir” (12/Yusuf, 92) âyetiyle hitap etmiş olduğunu; kendisini taşlayıp horlayanlar için; canına kastedip kendisiyle savaşanlar için Yüce Allah’a; “Allah’ım, onları affet, çünkü onlar bilmiyorlar” şeklinde duâ ettiğini okuduğumuzda “(Ey Muhammed) Sen af yolunu tut, bağışla, iyiliği emret, cahillere de aldırma” (7/A’râf, 199) âyetinin hayata konabileceğini ve yine Rasûl-i Ekrem’in “Rabbim, bana intikam alacak gücüme rağmen düşmanlarımı affetmemi, benimle ilişkisini kesenle görüşmemi ve beni mahrum bırakana vermemi emretti” sözünün hakikatini daha iyi anlayabiliyoruz.
Yüce Allah, 3/Âl-i İmrân Sûresinin 159. âyetinde şöyle buyurmaktadır: “... Allah’ın rahmeti ile onlara yumuşak davrandın. Kaba, katı yürekli olsaydın, zaten etrafından dağılıp giderlerdi. Öyleyse onları affet, bağışlanmaları için duâ et ve işlerinde onlara danış. Kararını verdiğinde de artık Allah’a tevekkül et. Zira O, kendisine tevekkül edenleri sever.” Âyette ifade edilen Allah’ın rahmetinden kaynaklanan “yumuşaklığın” ve gerçekten eşsiz bir şekilde insanların küçüğüyle büyüğüyle; kadınıyla erkeğiyle, fakiriyle zenginiyle O’nun etrafında sevgiden bir tek vücut haline gelmelerinin sırrını merak eden için, namazı uzun tutup da cemaatten bazılarını usandıran sahâbisini “namaz kıldırırken fazla uzun tutma. Cemaatte yaşlı olan, hasta olan vardır” diyerek uyaran ya da “nice zaman olur, uzunca bir namaz kılayım, diye namaza başlarım da, ağlayan bir çocuk sesi işittiğimde, arkamda namaz kılan annesinin şefkat duygularını bildiğimden, namazı kısa tutarım” diyen peygamberi düşünmek yeterlidir.
Naz ve nimet içinde büyüdüğü halde, müslüman olması sebebiyle ailesi tarafından dışlanıp fakr u zarûrete dûçar kalan Mus’ab bin Umeyr’i yırtık-pırtık elbiseler içinde gördüğünde gözyaşları akıtarak onun bu fedâkârlığına saygı gösteren; Câbir bin Abdullah’ın ifadesiyle, kendisinden bir şey istenildiğinde asla “hayır!” demeyen, kapısına gelenleri boş çevirmediğinden nice geceler ailesi ile birlikte aç yatan, elinde kalmış bir miktar parayı verecek bir fakir bulamadığında, o parayı alıp evine gidip yatmaktan utanıp da mescidde yatan ve sabahleyin bir fakir bulunup da o parayla ihtiyacı karşılandığında Allah’a hamd edip evine giden... evet, bu örneklerde ve benzeri yüzlerce örnekte Rasûlullah’ın eşsiz ahlâkını görmek mümkündür.
Hz. Peygamber, hediyeleşmeyi tavsiye eder, bunun sevgiyi arttırıp dostlukları pekiştireceğini söylerdi. Sadaka kabul etmemesine rağmen hediye kabul eder ve daha güzeli ile hediyelere karşılık verirdi. Varını yoğunu çevresindeki yoksul, ihtiyaç sahibi kimselerle paylaşır; verecek bir şeyi olmadığında da güzel sözler ile gönüllerini doyururdu. Gelir kaynaklarını, ailesinin geçimi için ayırdığı bir kısmı müstesnâ, fakirlere dağıtılacak şekilde düzenlemiştir. Cimrilik ve kötü huyun mü’minde bulunmayacağını söyler, insanların durumunu düzeltmek için elindeki tüm imkânları seferber ederdi. Bazen ödünç aldığı bir şeyi fazlasıyla geri öder; bazen satın aldığına anlaştıkları fiyatın fazlasını verir, bazen de ihtiyaç sahibi olduğunu anladığı bir kimseden bir şey satın alır, sonra da onu ona hediye ederdi.
İbn Abbas’ın deyimiyle O, hayırlı işlerde rüzgârdan daha fazla cömerttir. Dostu Ebû Zer’e fakirleri sevmeyi ve onlara yakın olmayı tavsiye etmiş, sevgili eşi Hz. Âişe’ye de “Ey Âişe! Hiçbir zaman muhtaç birini kapından boş çevirme, verebileceğin yarım bir hurma da olsa ver. Ey Âişe! Fakirleri sev, yakınına al ki Allah da kıyâmet gününde seni yakınına alsın” diye nasihat etmişti. Yüce Allah’tan, gerçek zenginlik olarak tanımladığı “gönül zenginliği” isterdi.
Ashâbının en fakir ve yoksul olanları, bir de devamlı eğitim-öğretimle meşgul olduklarından geçim sıkıntısı çekenleri, Ashâb-ı Suffe olarak tanınırlardı. Zira genelde mescidde kalırlar; Hz. Peygamber’in yanından ayrılmazlardı. Rasûl-i Ekrem, her şeyini onlarla paylaşır, yemeğini onlarla yerdi. Büyük bir kazanı vardı. Yemek onda pişirilir ve beraberce yenilirdi. Onlar, O’nun daimî misafirleriydi. Bütün mü’minler de öyle. “Allah’a ve âhiret gününe iman eden kimse, misafirine ikram etsin” diyerek “yemeğini, bıçağın deve hörgücüne gelmesinden daha çabuk ikram edildiği eve hayrın geleceğini” ve “misafiri kapıya kadar geçirmenin sünnetin bir parçası olduğunu” söylerdi.
Yetimlere bakmanın, şefkat göstermenin üstünlüğünden bahseder, dul ve miskinlere bakmanın Allah yolunda savaşmak veya gündüz oruç tutup gece namaz kılmak gibi olduğunu söylerdi. Ebû Zer’e bir gece yürürlerken “Ebû Zer! Şu Uhud dağı altın olsa da bana verilse, borcum için ayıracağım müstesnâ, bir dirheminin bile yanımda üç gün kalmasını istemem” demiştir.
Rasûl-i Ekrem, yağan yağmur tanelerinde Allah’la olan ahdi görür, “her bir canlıya yapılan iyiliğin sevap olduğunu” söylerdi. Sırtı karnına yapışmış bir deveye rastladığında sahibine; “bu dilsiz hayvanlar hakkında Allah’tan korkun; onlara güzelce binin, onları güzelce doyurun” demiştir. Yine bir defasında: “Otu bol bir yerde yolculuk ederseniz, devenize yerden nasibini verin. Eğer kurak bir bölgede yolculuk ederseniz, oradan süratle geçin. Eğer geceleyin bir yerde konaklarsanız, sakın yol kenarında konaklamayın, zira yol, geceleyin hayvanların gidip geldiği, böceklerin yuvalandığı yerdir” buyurmuşlardı. Canlıya canlı gibi davranır, hayata Allah’ın bir emaneti olarak bakardı.
Rasûl-i Ekrem, yüksek sesle konuşmaz, arkadaşlarının yanında ayaklarını uzatmazdı. Ashâbından Ebû Said el-Hudrî’nin ifadesiyle “bâkire kızlardan daha hayâlı idi, hoşlanıp hoşlanmadıkları yüzünden anlaşılırdı.” Ağızlarının içi görülecek şekilde kahkaha ile gülmezdi. Hayânın, imanın bir parçası olduğunu beyan ile bir defasında “hayâ imandandır ve hayâlı olan kişi cennettedir. Hayâsızlık kalbin katılığındandır. Kalbi katı olan ise cehennemdedir” buyurmuşlardı.
Yine bir defasında Hz. Âişe’ye “cezasını ben çekecek bile olsam, hiç kimsenin kabahati hakkında konuşmak istemem” demişlerdi. Asla kaba ifadeler kullanmaz, hayâ duygusunu davranışların kontrol mekanizması olarak görürdü. “Utanmadıktan sonra dilediğini yap!” sözü Peygamberlerin ortak sözü olup bunun en güzel ifadesi değil midir? O’nun hayâsı ve utangaçlığı, O’nu, soyutlanmaya, pasifleşmeye sevk etmez; yapması gerekenin ardında bırakmazdı. Zaten O’nun hayatı, Mekke’de yaşadıklarıyla, Medine’de yaşadıklarıyla, bütünüyle şükrün ve sabrın; Allah’a derin bir bağlılığın ve tevekkülün; azim ve sebatkârlığın ve nihâyeteşsiz bir cesâretin en somut örnekleri ile doludur.
Dinî, tebliğ süreci incelendiğinde sözlerin ifadeden âciz kalacağı bir manzara ile karşılaşılır. Derin bir huşû ile sarsılmaz bir iman ve azim ile... Bu gerçeği ifade için, kendisine yapılan her türlü teklife karşılık olarak verdiği şu tarihî cevabın yeterli olacağını düşünüyoruz: “Güneşi sağ elime; ayı da sol elime koysalar ben, yine de dâvamdan vazgeçmem!” Hz. Ali der ki: “Bedir’de savaş bütün şiddetiyle devam ederken bazen biz Rasûlullah’ın arkasına sığınırdık. En cesurumuz O idi. Düşman saflarına en yakın yerde O bulunurdu.”
Hayâsı, cesaretine gölge olmadığı gibi, ciddiyet ve vakarı da neşe ve tebessümüne engel olmazdı. Allah ile beraberliği sıcak ve canlı muâşeretine perde olmazdı. Abdullah bin Hâris, Rasûlullah’tan daha hoş ve mütebessim bir kimse görmediğini söylerdi. Ashâbıyla şakalaşır ve onlarla beraber gülerdi. Küçük kuşunun ölümüne üzülen Enes’in küçük kardeşine: “Ebû Umeyr! Nuheyr’e (küçük serçe) ne oldu?” diye soracak kadar çevresiyle ilgiliydi. “Bir peygamber zırhını giydi mi artık onu çıkarmaz” diyecek kadar sebatkâr; “Allah’ın hizmetçileri sefâhat içinde yaşamazlar” diyecek kadar da fedâkârdı.
Karamsarlık, O’nun kalbinde bir yer bulamaz, imanı ve samimiyeti ile hayatın her ânında, her türlü şart altında sorumluluk bilinciyle hareket ederdi. Kıyâmetin kopması esnâsında bile eldeki fidanın dikilmesini tavsiye edecek kadar “hayır” ve “sorumluluk” anlayışına sahipti. Vefatına sebep olacak hastalığı ağırlaştığı için Hz. Ebû Bekir’i imamlığa geçirmiş, biraz iyileşip de odasının kapısından saf saf huşû ile namaz kılan ashâbını gördüğünde Allah’a hamd etmişti. Vefatı esnâsında, hazırlatıp Üsâme bin Zeyd’i kumandan tâyin ettiği son ordusu sefere hazır halde şehrin dışında bekliyordu. Belki bu ordu, O’nun yeryüzüne diktiği son fidanıydı.
Hayatı boyunca insanlar için tek üstünlük ve fazilet ölçüsü olarak “takvâ”ya başvurmuş, “üstünlük ancak takvâ iledir” diyerek her türlü emâneti ehli olana tevdî etmişti. Bu evrensel ilke Hz. Üsâme’nin kumandanlığında ne güzel parıldıyordu.
Hz. Hatice’nin oğlu Hind bin Hâle, Rasûl-i Ekrem’i bize şöyle tanıtır: “Rasûlullah’ın hüzün ve tefekkür içinde olmadığı bir an yoktu. Devamlı tefekkür ederdi. O’nun için rahat yoktu. Çoğu zaman sükût eder, gereksiz yere konuşmazdı. Söze başlayınca mağrur ve kibirli kimseler gibi dudak ucuyla konuşmaz, kelimeleri gâyetgüzel telaffuz ederdi. Güzel konuşurdu. Sözleri, hakkı bâtıldan ayırırdı. Ne fazla, ne de eksik, gerektiği kadar konuşurdu. Sert ve kaba bir insan değildi. Başkalarını hiçbir zaman hor ve hakir görmezdi. Nimet az bile olsa, ona büyük değer verir, asla nankörlük etmez, onu hiçbir şekilde kötülemezdi. Yiyecek ve içecekleri ne över ne de kötülerdi. Dünya için ve dünyada kendisini ilgilendiren işler için asla öfkelenmezdi. Fakat hakka tecâvüz söz konusu olduğunda hakkı sahibine iâde etmedikçe ve haksızı gereğince cezalandırmadıkça öfkesi dinmezdi. Kendisine ait bir şey için asla kızmaz ve intikam almazdı. Bir şeye işaret ettiğinde parmağıyla değil; bütün eliyle işaret eder, bir şeye hayret ettiğinde elini ters çevirirdi. Konuşurken ellerini birleştirir ve sağ elinin ayasını sol elinin baş parmağının iç tarafına vururdu. Öfkelendiğinde hemen vazgeçer ve bunun için büyük gayret sarf ederdi. Sevindiği zaman gözlerini yumardı. En fazla güldüğünde tebessüm eder, gülümsediğinde de dişleri dolu taneleri gibi gözükürdü. Kahkaha ile gülmezdi...”
Rasûl-i Ekrem, ilk İlâhî vahye mazhar olduğunda sevgili eşi Hz. Hatice, onu şu şekilde teselli etmişti: “Cenâb-ı Hak, hiçbir vakit seni mahcup etmeyecektir. Çünkü sen yakınlık bağlarına saygı gösteriyor, borçluların borcunu veriyor, fakirlere yardım ediyorsun. Misafirlerini ağırlıyor, doğruları destekliyor, yükünü taşıyamayanlara yardımcı oluyorsun.”
Yine Hz. Âişe annemiz de Rasûl-i Ekrem hakkında şu sözleri söylüyordu: “Hz. Peygamber hiç kimseyi azarlamazdı. Kendisine fenalık edenlere fenalıkla mukabele etmezdi. Kendisine yapılan kötülüklere göz yumar, fâillerini bağışlardı. Bir şey hakkında iki şıktan birini tercih durumunda kaldığında günah olmamak kaydıyla kolay olanını seçerdi. Şahsına yapılan bir kötülüğün intikamını almaz, ancak bir kimse İlâhî emirlere isyan ettiğinde onu hak ettiği cezaya çarptırırdı. Rasûl-i Ekrem, hiçbir müslümanı ismiyle lânetlememiş; hiçbir kadın, köle, câriye, hizmetçi veya hayvanı dövmemiş ve hiçbir kimsenin meşrû ricâsını reddetmemiştir. Evine her girdiğinde tebessüm eder, arkadaşları arasında oturduğu zaman kesinlikle ayağını uzatmaz; sözlerini dinleyenler ezberleyecek kadar ağır ağır söylerdi.”
Hz. Hüseyin, babasından kendisine dedesini anlatmasını istediğinde Hz. Ali, Rasûl-i Ekrem’i şöyle anlatmıştı: “Rasûlullah, söz ve davranışlarında hep mûtedil olmuş, hiçbir zaman haddi aşmamış, çirkin bir söz söylememiş, çirkin bir davranışta bulunmamıştır. Bunun için özel bir gayret de sarf etmemiştir. Çarşı ve pazarlarda çok dolaşmazdı. Kötülüğe kötülükle mukabele etmezdi. Affeder ve bağışlardı. Allah yolunda cihad müstesnâ, hiçbir şeye eliyle vurmamıştır. Hiçbir hizmetçisini ve hanımını dövmemiştir. Kendi şahsına yapılan zulümlerden intikam aldığını hiç görmedim. Allah’ın haramları çiğnendiğinde ise şiddetle öfkelenirdi. İki şeyden birini tercih etmede muhayyer bırakıldığında kolay olanı tercih ederlerdi. Evine girdiğinde herkes gibi elbisesini temizler, koyununu sağar ve kendi hizmetini kendisi görürdü.”
“Lüzumsuz yere konuşmazdı. Müslümanları birbirine ısındıracak ve birbirlerinden nefret ettirmeyecek şekilde konuşurdu. Her kabilenin güzel hasletli insanlarına ikramda bulunur ve onları kavmine başkan tâyin ederdi. Halkı hatalı işler ve sözlerden sakındırır, kendisi de sakınırdı. Güzel yüzünü ve güzel ahlâkını kimseden esirgemezdi. Ashâbını daima arar, halka olup biten hâdiseleri sorardı. İyiliği över ve pekiştirir, ona güç katardı. Kötülüğü zemmeder ve onu zayıf düşürürdü. Her işinde îtidal üzereydi, ihtilâfsızdı. Müslümanların gaflete düşmesinden korkar, onları ikaz etmeyi ihmal etmezdi. Her halinde ibâdet ve iyiliğe hazırdı. Hakkın sınırını aşmadığı gibi, hakkı yerine getirmekten de geri kalmazdı. O’na yakın olanlar halkın en hayırlılarıydı. O’nun yanında arkadaşlarının en üstünü nasihati en yaygın ve kuşatıcı olanıydı. Mertebesi en yüksek olanlar da insanların durumunu düzeltmek için canıyla, malıyla çalışan; iyilik ve yardımı en güzel olanlardı.”
“Hz. Peygamber kalkarken de otururken de hep Allah’ı zikirle meşgul olurdu. Bir cemaatin yanına geldiğinde üst başa geçmez, hemen meclisin sonuna otururdu. Ashâbına da bunu emrederdi. Kendisiyle beraber oturan herkese değer verirdi. Orada bulunanların her biri kendisini en itibarlı kişi zannederdi. Kendisiyle oturan ya da bir ihtiyacı için yanına gelen kimseye dönüp gidinceye kadar sabrederdi. Biri bir istekte bulunursa onu hemen yerine getirir; imkânı olmadığında tatlı dille bunu anlatırdı. Gönlü ve hoşgörüsü bütün insanlığı kuşatacak kadar genişti. Onlara şefkatli ve merhametli bir baba olmuştu. Hak konusunda herkes O’nun katında eşitti.
Rasûlullah’ın meclisi bir ilim, hayâ, sabır ve emanet meclisiydi. Orada yüksek sesle konuşulmaz, hiç kimse ayıplanmaz ve kimsenin ayıp ve kusuru dışarı vurulup yayılmazdı. O meclisteki herkes eşitti. Tek üstünlük ölçüsü takvâ idi. Büyüklere herkes saygı gösterir; küçüklere şefkat ve merhametle muâmele ederdi. Fakir ve muhtaç olanları, herkes kendisine tercih eder, garipleri koruyup gözetirdi.” “Rasûlullah daima güler yüzlü, yumuşak huylu, şefkat ve merhameti bol bir insandı. Sert ve kaba sözlü değildi. Orada burada dolaşıp durmaz, kimsenin ayıp ve kusurunu araştırmazdı. Cimri bir insan değildi. Hoşuna gitmeyen şeyleri görmezlikten gelirdi. Hiç kimsenin ümidini kırmaz, hoşlanmadığı bir söz ya da davranışı sükûtla karşılardı.
Kendi hesabına şu üç şeyden sakınırdı: 1- İnsanlarla münâkaşa ve mücâdele etmekten, 2- Boş sözlerden, 3- Yararsız ve boş şeylerle, kendisini ilgilendirmeyen işlerle uğraşmaktan. Başkaları hesabına da şu üç şeyden uzak dururdu: 1- İnsanları tenkit etmekten, 2- İnsanların ayıp ve kusurlarını, gizli hallerini araştırmaktan, 3- İnsanlara hakaret etmekten.
Rasûlullah konuşurken mecliste bulunanlar başlarını öne eğer, başlarına kuş konmuş gibi hareketsiz dururlardı. Hz. Peygamber sustuğunda konuşurlar, ama asla O’nun yanında tartışmazlardı. Biri konuşacak olursa, diğerleri o, sözünü bitirinceye kadar sessizce beklerlerdi. Hz. Peygamber, ilk konuşanın sözüyle son konuşanın sözünü aynı dikkatle dinler, asla bıkkınlık göstermezdi. Onların güldüklerine güler, onların hayret ettiklerine de hayret ederdi.” “Yabancıların konuşma ve sorularındaki kabalık ve sertliğe ashâbı da kendisi gibi davransın düşüncesiyle sabrederdi. “Bir ihtiyaç sahibinin muhtaç olduğu şeyi aradığını görürseniz onun bu ihtiyacını karşılayınız veya ona yardım ediniz” derdi. Kendini, olduğu gibi göstermeyen övgüleri kabul etmezdi. Hakkın sınırını aşmadıkça kimsenin sözünü kesmezdi. Hakkın sınırı aşıldığında ya müdâhale eder ya da kalkıp giderdi.” “İnsanların gönülce en cömerdi, dilce en doğrusuydu. Tabiat itibarıyla en yumuşak huylusu, soyca da en şereflisiydi. O’nu ansızın görenler heyecana kapılır, tanıma imkânına erenler ise O’nu severdi. O’ndan önce de O’ndan sonra da O’nun gibi mükemmel bir şahsiyet görmedim.”
Enes bin Mâlik de der ki: “Rasûlullah’ın elinden daha yumuşak bir dibace veya ipekli kumaşa dokunmadım. O’nun kokusundan daha güzel bir koku koklamadım.”
Rasûl-i Ekrem’in ahlâkını birazcık olsun öğrenebilmek adına tarihî tecrübe ve tanıklıklar içerisindeki bu küçük seyrimizin sonunda diyebiliriz ki, söz biter, kâlem kırılır, kulaklardan kalplere sadece Yüce Allah’ın “Şânım hakkı için, size kendi içinizden bir Rasûl geldi ki, sıkıntıya uğramanız ona çok ağır geliyor; üzerinize hırs ile titriyor; mü’minlere de pek raûf, pek rahîm” (9/Tevbe, 128) âyetinin eşsiz ifadesi akar. Hamd olsun âlemlerin rabbi Allah’a! Salât u selâm da mesajlarıyla insanlara rehber, hayatlarıyla da ışık olan kutlu elçilerine. (2)
Aile Reisi Ve Baba Olarak Hz. Peygamber (s.a.s.)
Hz. Peygamber (s.a.s.), bütün hayatı boyunca bizzat kendisi “Ey Rabbimiz! Bize dünyada da âhirette de iyilik ver, bizi cehennem azabından koru” (2/Bakara 201) âyetinde olduğu gibi dünya ve ahiret dengesini, yaşayışında tesis etmiş, bunu aile hayatında da göstermiş ve mü’minlere yaşanılır ve izlenebilir örnekler bırakmıştır.
O’nun hanesi yeryüzünde gelmiş-geçmiş ve gelecek hanelerin, kurulacak yuvaların en mesudu, en bahtiyarı ve en bereketlisi olmuştur. O’nun hânesinde her zaman burcu burcu saâdet kokardı. Âlemde hiçbir kadın Hz. Peygamber’in, hanımlarını sevdiği gibi sevilmemiştir. Hiçbir erkek de Hz.Peygamber (s.a.s.) gibi sevilmiş değildir. Bu sevgi halesinin elbette bir sebebi vardı. Allah Rasulü eli altında bulunanlara uyguladığı terbiye usûlüyle onların kalplerinde, sonsuz bir alâka ve bağlılık hasıl etmiştir.
Hiç şüphesiz Rasulullah (s.a.s.), orta halli insanlar için bir örnek teşkil etmeyen, tamamen zühd ve takvaya dönük insan üstü bir ömür sürmemiştir. Bilâkis o, her sıkıntıyı, her türlü problemi yaşamış, bunlara verdiği tepkilerle bize izlenmesi gereken bir yöntem, bir metot sunmuştur. Ümmete, hem sosyal hem de rûhî/mânevî alanlarda olmak üzere, gerekli asgari davranış yolunu göstermiş, bu asgari sınırı aşıp iyiye ve güzele doğru yükselmek yönünde onları gayret göstermeye teşvik etmiş, yine de son kararı fertlere bırakmıştır.
Ancak peşinen söylemek gerekir ki onun aile reisi olarak çizdiği portre de hayranlıkla izlenecek mükemmelliktedir: Sabrın, merhametin, teennili davranışın, anlayışlılığın, inceliğin, hoşgörünün ve sorumluluğun timsalidir, o Peygamber. Ve bu faziletler belki de hiç kimsede kendini bu denli güzel ifade edememiştir.
Allah katında aile reisinin değeri, eşine ve yakınlarına verdiği değerle ölçülür. Bu konuda Hz. Peygamber (s.a.s.): “En hayırlınız, aileniz için hayırlı olandır. Bana gelince ben, aileme karşı sizden en hayırlı olanınızım” buyurmuştur.
Nafaka: Kur’an’ı Kerim’e göre, İslâm ailesinde reis, babadır. Çünkü Allah, mahlukatın bazısını bazısına üstün kılmıştır ve erkek, malından kadın için harcamaktadır. “Veren el alan elden üstündür”ün gereği ailesine infakla erkek, üstünlüğünü izhar etmiş olur. İslâm, aile efradının maddîihtiyaçlarını (gıda, yiyecek-giyecek, mesken, tedavi ve hatta estetiğe yönelik olanları ve zineti) karşılamak, terbiye, talim ve himayelerini sağlamak vazifesini erkeğe yükler.
İslâm ailesinde erkeğin ekonomik anlamdaki vazifesi, mehirle başlar. Hz. Peygamber (s), daha evlenirken hanımlarına vermesi gereken mehri ihmal etmemiş, hepsine o zamanın örfüne göre mehrini vermiştir. Sadece Hz. Safiyye’ye vermemiş, ona da “Hürriyete kavuşman mihrindir” buyurmuştur (Buhârî, Müslim, Tirmizî, Nesâî). Ümmü Habibe’nin nikâhı Habeşistan’da kıyılırken, o da ihmal edilmemiş, Necaşi, Hz. Peygamber (s.a.s.) adına dört yüz dinar mehir vermiştir. Medine’ye hicretten sonra Hz. Peygamber (s.a.s.), Âişe’ye mehrini vermede zorluk hissetmiş ve bu yüzden gerdek gecikmiştir. Hz. Ebû Bekr durumu anlayınca Hz.Peygamber’e (s.a.s.) ödünç vermiş, bundan sonra Rasulullah, Âişe’yi evine getirmiştir.
Günlük ihtiyaçlar konusunda Hz.Peygamber’in (s.a.s.) gösterdiği hassâsiyet, mehir meselesinden daha az değildir. Çünkü Allah, Kur'ân-ı Kerim’de “O mallarla onları besleyin, giydirin ve onlara güzel söz söyleyin.”(4/Nisâ, 5) buyurur. Hanımının giyecek ve yiyeceği kocanın gelirine uygun olarak sağlanmalıdır. Yedirmenin, giydirmenin ve meskenin yanı sıra, koca, hanımı için hayırseverlik ve cömertlik sayılacak harcamalar da yapmalıdır. Nezaket ve zarafet timsâli Peygamber (s.a.s.) şöyle der: “Erkeğin hanımına harcadığı her şey sadakadır”, “Erkek hanımına su bile içirse onun ecri vardır”, “Kıyâmet günü kişinin mîzânına konacak ilk şey, ailesinin nafakası için harcadıklarıdır.” Eve ne zaman bir şey gelse, kocası onu öncelikle hanımına vermelidir. Kişi kendi nefsinde kıt kanaat yaşamayı tercih etse de, Hz.Peygamber gibi ailesine geniş davranmalı, cimrilik etmemelidir. Yeme ve içmenin kıt olduğu ile ilgili hadisler, hicretten sonra yaşanan umumi darlıkla ilgilidir.
Hz. Ömer (r.a.) anlatıyor: "Benî Nadir'in emvali, Cenâb-ı Hakk'ın Rasulüne (s.a.s.) fey' kıldığı, üzerine at ve deve koşulmayan (yani savaşsız elde edilen) mallardandı. Ureyne köyleri, Fedek, tıpkı (Beni Kureyza ve Beni Nadir'in emvali gibi) sırf Rasûlullah’a âit yerlerdi. Rasûlullah (s.a.s.), buralardan elde edilen gelirlerden ailesinin bir yıllık nafakasını ayırırdı. Geri kalanı da Allah yolunda hazırlık olmak üzere silah ve binek için sarfederdi. Nitekim âyette şöyle buyrulmuştur: "Allah'ın (fethedilen diğer küffâr) memleketleri ahâlisinden Peygamber’ine verdiği fey'i, Allah'a, Peygamberine, hısımlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalanlara aittir. Tâ ki bu mallar içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet olmasın..." (59/Haşr, 7) (Ebû Dâvud, Harâc)
Süs ve güzel giyim kadının zinetidir. Hz. Peygamber’i dikkatle tâkip eden ve onun yaşayışının dışına çıkmamak için yoğun gayret gösteren gönül erleri sahabilerden Hz. Osman, eşine iki yüz dirhem değerinde ipek elbise almış ve “bununla onu sevindireceğim” demiştir.
“İçinden taze et (balık) yemeniz ve takacağınız bir süs (eşyası) çıkarmanız için denizi emrinize veren O'dur” (16/Nahl, 14). “ De ki: Allah'ın kulları için yarattığı süsü ve temiz rızıkları kim haram kıldı? De ki: Onlar, dünya hayatında, özellikle kıyamet gününde mü’minlerindir. İşte bilen bir topluluk için âyetleri böyle açıklıyoruz” (7/A’râf, 32). Âyetlerde gördüğümüz gibi Kur'ân-ı Kerim, ziyneti, süsü teşvik eder ve yasaklamaz. Hz. Âişe’nin bir değil, birçok altın yüzük taktığı bilinmektedir. Hatta sefer dönüşü taktığı gerdanlığın kaybolması ifk hâdisesine neden olmuştur. Necâşî’den hediye gelen ud, parfüm vs. gibi şeyleri Hz. Peygamber (s.a.s.), hanımlarına taksim eder, kullanmalarına da yasak getirmezdi. Tabii Peygamber hanımları da süs ve zinetlerini kullanma şekil ve şartlarını iyi biliyorlardı.
Nafakanın en önemli kısmını elbette mesken oluşturmaktadır. Hz. Peygamber (s.a.s.), eşlerinin her biri için müstakil bir mekan tahsis etmiştir. Her odanın, bugünün tabiriyle müstakil bir daire gibi ihtiyacı karşılayacak temel unsurları ihtiva ettiğini muhtelif rivâyetler göstermektedir (mutfak, banyo vs.). Hz. Peygamber’in bu mevzûdaki tutumu kesinlikle dikkate değerdir. Kalabalık ve birkaç ailenin birlikte yaşadığı evlerde Hz. Peygamber’in hassâsiyetini bulabilmek mümkün değildir ve bu durumda mahremiyet zarar görür.
Hz. Peygamber, âilesinin geçimini temin etmekle beraber, hanımlarının kazanç sağlamalarına da engel olmuyordu. Nitekim Hz. Zeynep, deri işlemekte ve dikmekte mahir olup, bu işi yapmakta; gelirini de sadaka olarak dağıtmaktaydı.
İlgi ve Sevgi: Bir eş ve babanın ailesine olan ilgisinin en önemli göstergesi, onlarla birlikte vakit geçirmesidir. Hz. Peygamber (s.a.s.), buna îtinî eder, ne ibâdeti, ne arkadaşlarıyla geçirdiği vakit ne de dünya meşguliyeti buna mani olmazdı. O, ailesi ile birlikte olduğunda, onlarla sohbet eder, hal ve hatırlarını sorar, şakalaşır ve eğitmeye çalışırdı.
Rivâyetler, Hz. Peygamber’in âilevî sohbeti iki istikamette oluştuğunu göstermektedir: Birincisi, âile fertlerinin her biri ile şahsen teması ve husûsî sohbeti; İkincisi, âile fertlerinin tamamının birbiriyle temas ve sohbeti.
Bu her iki sohbetin, günlük siyasi ve irşadi faaliyet ve diğer meşguliyetler içerisinde ihmale uğramaması için Rasulullah (s.a.s.), birkaç kesin prensibe yer vermiştir:
Hanımlarıyla geçireceği gece, belli bir esasa bağlanmış, kur’a ile tesbit edilen bir sıra ile her gece birinin yanında kalmak, prensip olmuştur. Nevevi’nin açıklamasına göre kadın hayızlı halde olsa bile sohbet nöbetinde atlama yapılmamıştır.
Ayrıca her sabah mescitten çıktıktan sonra ve her ikindi vakti namaz kıldıktan sonra kadınların her birine teker teker ziyaretler yapar, alışılan muayyen bir müddet boyunca onlarla sohbet ederdi.
Bir de özellikle âilenin bir araya gelmesini sağlamak maksadıyla her akşam, bütün hanımlar, Rasulullah (s.a.s.), o gece kimin yanında geceleyecek ise, topluca oraya gelirler, sohbet ederlerdi. Bu toplantılarda Rasulullah’ın zevcelerine ibretli kıssalar anlattığı, hepsinin güldürücü şakalar yaptığı rivâyetedilmiştir.
Hz. Peygamber, günlük sabah ve ikindi ziyaretlerine müsadesiz girer (zaten bütün hanımlar onu bekliyor olduğu için izne gerek de yok), selam verir, elini omuzlarına ya da başlarına koyarak öper, hal-hatır sorup meseleleriyle alakadar olurdu. ondaki bu incelik, hanımlarının ruhlarına bütün letâfeti ve nûrâniyetiyle sirâyet etmiş olacak ki, bir değil bir çok hanım birbirlerine aynı zarâfetle yaklaşmışlardır. Arada bir, görülen kıskançlıktan kaynaklanan meseleler ise kadın fıtratının ayrılmaz bir parçası olarak değerlendirilebilir. Burada da Hz. Peygamber, tavır ve davranışlarıyla hanımlarına örnek olmuştur. Bundan ötürü aile reisi, eşinden hangi tutumu sergilemesini bekliyorsa kendisi de o tutum içinde olmalıdır. Kişi nasıl muamele ederse aynıyla mukabele görür.
Meselâ, bir gün önce, savaşta babası ve bazı yakınlarını kaybeden Safiyye’nin yanında Hz. Peygamber (s.a.s.) hiç uyumamış, sabaha kadar kendisiyle sohbet edip, ilgilenmiştir. Böyle bir ilgiye de ihtiyacı vardır ve kendisinden bu ilgi esirgenmemiştir. Ve neticede Hz. Peygamber’e gönülden bağlı, onu hiçbir dünya nimetine değişmeyen samimi bir müslüman çıkar karşımıza. Safiyye, Medine’ye geldiğinde bütün kadınlar onu görmeye gelirler. Âişede tanınmayacak bir kıyafetle onu görmeye gider. Ancak Rasulullah, Âişe’yi tanır ve “Safiyye’yi nasıl buldun?” diye sorar. “Bir yahudi kızından başka bir şey değil” deyince, “Böyle söyleme ey Âişe! O müslüman oldu ve samimiyetle İslâm’ı benimsedi” der. Hz. Peygamber hastalandığında “keşke senin uğradığın hastalığa ben uğrasaydım, senin yerinde yatan ben olsaydım” deyince diğer hanımlar birbirlerine göz kırparlar. Bunu gören Rasulullah, “Safiyye bu sözünde sâdıktır” buyurur.
Hz.Peygamber’in hanımlarıyla sohbetinde, basit denilebilecek problemleriyle bile ilgilendiğini görüyoruz. Bir defasında Safiyye validemiz Hafsa ve Âişe’nin kendisine “yahûdi kızı, yahûdi kızı” diyerek takıldıklarını ve şakada ileri gidip “biz senden daha üstünüz, Hz. Peygamber’in hanımları ve amcasının kızlarıyız” dediklerini anlatır eşine. Hz. Peygamber de Safiyye’yi teselli eder ve şöyle söyleseydin der: “Benim kocam Muhammed, babam Hârun, amcam Mûsâ iken nasıl benden daha üstün olabilirsiniz?”
Hz. Cüveyriye de aynı tarzda bir şikâyette bulunur ve diğer hanımların: “sen hür zevcesi değilsin, câriyesisin” sataşmalarını anlatınca, “Senin mihrin hepsininkinden büyük değil mi, senin sâyende kavminden kırk kişi âzâd edilmedi mi?” diyerek gönlünü alır, onu memnun eder.
İlgi ve alâkanın varlığını gösteren bir husus da kişinin, karşısındakinin ihtiyaçlarını fark etmesi ve bu ihtiyacın giderilmesine imkântanımasıdır. Bu meyanda Hz. Âişe, önemli bir örnektir. Yaşının küçük olmasından dolayı arkadaşlarıyla beraber bebeklerle oynarken kendisini gören Hz. Peygamber ses çıkarmamış, hatta arkadaşlarının gelip oynayabilmesi için zemin hazırlamıştır. Aynı şekilde insan fıtratında var olan eğlenme ve şakalaşma ihtiyacını bilen Rasulullah (s.a.s.) buna da imkântanımış ve bizzat eşleriyle şakalaşmıştır. Muhtelif seferlerde Hz. Âişeile koşu yarışması yaptığını vâlidemiz kendisi söyler ve bir başka latifesini aktarır: “Sen benden önce ölsen de, seni kendim yıkasam, kendim kefenlesem, üzerine namazını kılsam, kendim defnetsem!” deyince, vâlidemiz dayanamaz ve “...böyle yapsan, sonra evime gitsen, orada kadınlarından biriyle yatsan” diyerek sözünü devam ettirir. Hz. Peygamber de tebessümle mukabele eder.
İlgilenme ve değer verme, kendisini, muhâtabının fikrine saygı duyma ve önerilerini dikkate almada da gösterir. Ve tabiî ki Hz. Peygamber bu konuda da örnek teşkil eder bugünün erkeklerine ve tüm insanlara. Özellikle eşinin sözüne ve düşüncesine, doğrudan hanımını ilgilendiren konularda bile müracaat etmeyen aile reisleri, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) yaşayışı göz önüne alındığında en yakın arkadaşlarına haksızlık etmektedirler. Oysa Hz. Peygamber çok kritik anlarda eşlerinin fikrini almış ve uygulamıştır.
Hudeybiye anlaşması, müslümanlara çok ağır gelmişti. Kâbe’ye varamadan geri döneceklerdi. Anlaşmayı yazma işinden çıkınca, Rasulullah, ashâbına: "Kalkın kurbanlarınızı kesin, sonra da tıraş olun!" buyurdu. Ancak (müşriklerle yapılan bu antlaşmadan hiç kimse memnun değildi. Bu sebeple) kimse kalkamadı. Rasulullah (s), emrini üç kere tekrar etti. Yine kalkan olmayınca Ümmü Seleme'nin çadırına girdi. ona halktan mâruz kaldığı bu hali anlattı. o, kendisine: "Ey Allah'ın Rasulü! Bunu (yani halkın kurbanını kesip, tıraşını olmasını) istiyor musun? Öyleyse çık, ashaptan hiçbiriyle konuşma, deveni kes, berberini çağır, seni tıraş etsin!" dedi. Hz. Peygamber kalktı, hiç kimse ile konuşmadan bunların hepsini yaptı: Devesini kesti, berberini çağırdı, tıraş oldu. Ashâb bunları görünce kalktılar kurbanlarını kestiler, birbirlerini tıraş ettiler.
Üzerinde durulması gereken çok hassas bir konu bu. Kim, kadınlara karşı bu denli iltifatkar olabilmiştir? En kritik anda hanımıyla istişare eden kaç devlet reisi vardır? Bir aile reisi olarak kaç kişi, aile hayatında hanımıyla istişareye yer vermektedir? Hz. Peygamber’in (s.a.s.)örnek olduğu her alanla ilgili bu soruları çoğaltmak mümkündür. Ve maalesef soruların çoğunda cevap olumsuz olacaktır. İşte bu nedenledir ki mükemmel olan dinimiz, bizlerin yaşayışında aynı seviyede değildir. Halbuki Efendimiz nasıl davranışlarıyla kadınlara karşı lütufkar davranıyordu; nurlu sözleriyle de hep bu şekilde davranmayı teşvik ediyordu: “Mü’minlerin iman bakımından en kusursuzu, ahlâkı en güzel olanıdır. Ahlâkı en güzel olanınız da, kadınlarına en güzel davrananınızdır.” (Ebû Dâvud, Tirmizî, Dârimî)
Hz. Peygamber, âile fertlerine ilgi gösterdiğini, kıymet verdiğini ifade eden çeşitli söz ve davranışlarıyla, onları memnun etmiş ve ruhen tatmin etmeye de ehemmiyet vermiştir. Hanımlarına faziletlerini söylemesi, sevdiğini ifade etmesi, bineğine alması, aynı kabın suyu ile müştereken yıkanılması, hanımının hayvana binmesinde yardımcı olması ve dizine bastırarak bindirmesi, kendisine yapılan yemek davetine “hanım da olursa” kaydıyla icabet etmesi, bir sıkıntıyla kederlenip ağlayanın göz yaşlarını elleriyle silerek teselli etmesi gibi Rasulullah’ın (s.a.s.) pekçok davranışı hanımlarını memnun etmeye yöneliktir. “Rasûlullah, Hatice’yi anınca artık ne onu senâ etmekten, ne de ona istiğfarda bulunmaktan usanırdı." Nitekim "O’nun gibi var mıydı? O şöyleydi, o böyleydi... diye faziletlerini sayardı". Ahmed İbn Hanbel'in bir rivâyeti bu hususu tavzih eder. Ona göre Aleyhissalâtu vesselâm bir seferinde: "İnsanlar beni inkâr ederken, o inandı; herkes beni tekzib ederken o tasdik etti. Herkes bana haram ederken, o malıyla benim için harcadı. Allah onun vesilesiyle bana çocuk nasib etti, diğer kadınlardan çocuğum olmadı" buyurmuştur. Şurası muhakkak ki Rasûlullah, Hz. Hatice hakkında daha nice faziletler saymıştır: "O akıllı idi, o faziletli idi, o ferâsetli idi..” gibi.
Rasulullah (s.a.s.), sadece hanımlarına değil, “âilesinden addettiği” her ferde eşit seviyede olmasa bile, husûsî bir itibar atfetmiştir. Amcası Abbas’ı öz babası kadar sevmiş, birçok meselede fikrini almış, onun yardımlarını hep kabul etmiştir.
Hz. Peygamberimiz’in âzatlısı Zeyd ve onun oğlu Üsâme de hususi sevgiye mazhar olanlardandır. Üsâme “hıbb-ı Rasulullah” (Allah Rasulünün sevgilisi) unvanıyla meşhur olacak kadar nebevi sevgiye mazhar olmuştur.
Hz. Peygamber, ehlinin yakınlarına da iltifat ve alakayı ihmal etmemiş, vefat eden eşi Hz. Hatice’nin yakınlarını ve dostlarını da gözeterek eşi bulunmaz bir vefa örneği olmuştur.
Hz. Âişe: “Rasulullah (s.a.s.), onun (Hz. Hatice’nin) yâdını çok yapardı. Ne zaman bir koyun kesip parçalara ayırsa Hatice'nin dostlarına da gönderirdi. Bazan ona: "Sanki dünyada Hatice'den başka kadın yok!" derdim de bana: "(Onun gibisi var mıydı!) o şöyleydi, o böyleydi... (Öbür kadınlar beni çocuktan mahrum ederken) benim çocuklarım ondan oldu" diye karşılık verirdi. Hz. Âişe der ki: İçimden "Bir daha Hatice hakkında kötü söz söylemeyeceğim" dedim. Hz. Âişe devamla der ki: "Rasûlullah (s), Hatice'den üç yıl sonra benimle evlendi."
Hz. Peygamber’e babasından kalan, Hz. Hatice ile evlendikten sonra âzat ettiği Ümmü Eymen’i de âilesinden bir parça saymış, kendisine anneye gösterilen alâkayı göstermiştir. Hitabettiği zaman “ey anneciğim” demiş, ona bakarak “sen ailemizin son bakıyesisin” diyerek sevgi ve bağlılığını izhar etmiştir. Süt annesi, süt babası ve süt kardeşleri de aynı iltifata mazhar olmuş, üzerindeki elbiselerini onlara ikrâmen, altlarına yaygı yapıp üstüne oturtmuştur.
Hz. Peygamber (s.a.s.), büyüklere böyle ilgili böyle sevgili ve bu denli şefkatli olur da çocuklar hiç bundan yoksun kalır mı? Kalmaz elbette. O, zevcelerinin indinde fevkalade bir aile reisi olduğu gibi, mükemmel bir baba idi. Babalığı ölçüsünde misilsiz bir dede, aynı zaman da.
Rasulullah, çocuklarıyla doğmadan önce, fiilen ilgilenmeye başlamıştır. Hz. Fatıma’nın ilk doğumu yaklaşınca Hz. Peygamber sık sık uğramış, halini hatırını sormuş, “çocuk doğunca bana haber vermeden çocuğa hiçbir şey yapmayın” tembihinde bulunmuştur. Enes b. Malik, Ümmü Süleym’in oğlu Abdullah’ın doğumu yaklaşınca: ”Çocuğun göbeğini kesince bana haber ver, benden evvel ağzına hiçbir şey koyma” diye haber saldığını belirtir.
Hz. Peygamber, yeni doğan çocuklara duâda bulunur, kulaklarına ezan ve ikamet okur, isim koyardı. Daha sonra ilk yedi gün içinde sünnet ettirmek, başındaki ilk tüyü traş edip ağırlığınca tasaddukta bulunmak, akika kurbanını kesmek gibi mevzularla yakından alâkadar olurdu. Çocuk su istediğinde, hiç bekletmez hemen verir, belki de çocuğun asabi olmaması için buna çok özen gösterirdi.
Hz.Peygamber’in çocuklara karşı tavrında en dikkat çekici yönlerinden biri, onlara karşı izhar ettiği sevgidir. “Çocukları cennet kokusu”, “gözümün nuru” diye târif eder, “her öpücük için cennette beş yüz yıllık mesâfesi olan bir derece verilir” diyerek çocukların sevgiyle yetiştirilmesini tavsiye ederdi.
Günümüz babalarında görülen, çocuk, iyi, neşeli ve problemsiz iken çocuğa gösterilen ilgi, Hz.Peygamber’in hayatında hep vardı. Çocuğun ağlamaya terk edilmesine hiç taraftar değildi. Namaz kıldırırken bir çocuk ağlaması işitse, annenin de namazda olacağını düşünerek en kısa surelerle namazı tamamlardı. Hatta çocuk kucağında üstüne akıttığı zaman, akıtmasını kestirmemiş, müdâhale etmek isteyene “bırakın oğlumu, tamamlasın” demiştir.
O, çocuklarına, torunlarına şefkatle muâmele eder, böyle davranırken de dikkatlerini Allah’ın dinine çekerdi. Onları bağrında beslerken yüzlerine tebessüm eder, okşar ve aziz tutar, bu arada onların uhrevî meseleleri ihmallerine de rızâ göstermezdi. Günlük yaşamla ilgili hataları görmezden gelir, takva ile çelişebilecek istek ve arzularını, yumuşak bir üslupla ve âyetler ile reddederdi.
Kendisine on sene hizmet eden Enes b. Malik: “Aile fertlerine karşı, Hz. Peygamber’den daha şefkatlisini görmedim” demiştir.
Torunlarını okşar, sever; kirlenmiş yüzlerini temizler; onları dört ayak üstünde sırtında taşır; namazda secdede sırtına çıkarlarsa, ininceye kadar secdeyi uzatırdı. Bir gün Hasan ve Hüseyin sırtında iken Hz. Ömer içeri girdi. Onları böyle şerefli bir yerde görünce, “ne güzel bineğiniz var” dedi. Ve hemen O gönüller sultanı şöyle mukabele etti: “Ya, ne güzel süvariler onlar!” Bu ilgi sadece erkek torunlara değildi. Kız torunu olan Ümâme’yi de aynı şekilde sever, süslü bir giyimi ona yakıştırırdı. Namaz kılarken sırtına çıkarsa, secde yapacağı zaman yere kor, secdeden kalkarken de yine omzuna alırdı. “Bağış ve ihsanda çocuklarınızın arasını eşit tutun. Eğer ben birini üstün tutacak olsaydım, kızları üstün tutardım.”derdi.
Zeyd İbn Harise, Rasulullah’ın âzatlısıdır ve azatlılarının en meşhurudur. Üsâme de onun oğlu olduğu için EbûÜsame diye künyesi vardır. Rasulullah her ikisini de çok sevdiği için Hıbb-ı Rasulullah (Allah Rasulünün sevgilisi) bilinirlerdi. Zeyd İbn Harise, cahiliye devrinde bir baskınla kaçırılıp, Ukaz panayırında köle olarak satılmıştı. Hakim İbn Hızam onu, halası Hatice adına satın almıştı. Bilâhare Hz. Hatice, onu zevci Muhammed’e (s.a.s.), daha peygamberlik gelmezden önce bağışlayacaktır. O sıralarda, henüz sekiz yaşında bir çocuktur. Zeyd'in babası oğlunun izini bulur, onu kurtarmak ister. Rasulullah, gitmek ya da kalmak hususunda serbest olduğunu bildirir. Zeyd babasıyla dönmeyi istemez. Bu karara çok şaşıran babasına, “ben onda öyle bir şey gördüm ki ebediyen ondan ayrılmam” şeklinde açıklamada bulunur. Rasulullah'ın yanında kalmayı tercih eder. Aleyhissalâtu vesselâm onu âzâd edip, evlâtlık edinir.
Bir çocuk, kendisine kan bağı olmayan birinde nasıl bir içtenlik, nasıl bir yakınlık, sevgi, alaka ve saygı görmüştür ki, O’nu öz babasına tercih etmiştir? Üstelik babasını uzun zamandır görmediği ve özlediği halde. İnsan anlamakta güçlük çekiyor doğrusu. Ancak Hz. Peygamber’in hayatı , kişiliği, sonsuz merhameti ve bütün insanlara beslediği eşsiz sevgisi düşünülecek olursa, bu anlaşılabilir. Sayılan sıfatların bir insanda toplanması ve bu gün belki de böyle modellerden yoksun oluşumuz bu güzîde tercihi anlamamızı zorlaştırıyor.
Üsâme İbn Zeyd, Rasulullah’ın terbiyesinde yetişmiş bahtiyarlardandır. Hz. Âişeder ki: “Üsâme bir gün kapının eşiğine takılıp düştü, alnı kanadı. Aleyhissalâtu vesselâm bana: "Şu kanı temizleyiver!" dedi. Ben iğrenerek ağırdan almıştım. Rasulullah (s), o kanı emip püskürttü ve şöyle dedi: “Eğer Üsâme kız olsaydı, (ona güzel elbiseler) giydirir, takılar takar (onu câzip kılar)dım.”
İyi Muâmele ve Sabır:
Hz. Ebû Hüreyre anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Mü'minler arasında imanca en kâmil olanı, ahlâkça en güzel olanıdır. En hayırlınız da ailesine hayırlı olandır."İbn Abbas anlatıyor: "Rasûlullah buyurdular ki
: "Sizin en hayırlınız, ehline karşı en iyi davrananınızdır. Ben aileme en iyi olanınızım.”Rasûlullah (s.a.s.) kadınlara iyi davranmayı emretmiş, en hayırlı kimsenin, hanımına en iyi davranan kimse olduğunu belirtmiştir. Şüphesiz "iyi davranma" izafi bir durumdur. Bu "iyilik"in içine öncelikle kadınların haklarına hakkıyla riâyetgelir: Nafaka hakkı, tahkir edilmeme, hatalarını başına kakmama gibi hadislerde belirtilen haklara riâyet. Ayrıca onların bir kısım huysuzlukları, kıskançlıkları karşısında sabretmek, terbiyelerinde iyi davranmak, geçimi iyi yapmak... hep kadınına karşı iyi olmanın içine girer. Ancak kişinin "en iyi" olması için kadınına karşı iyiliğin yetmeyeceği de açıktır. Âyetve hadislerde, bunun için başka şartlar da sayılmıştır: Takvâ, zühd, amel-i sâlih... gibi. Şu halde o şartları yerine getiren, hanımına karşı da iyi olunca iyilikte kemale yaklaşmış olur. Rasûlullah’ın zevcelerine karşı davranışları ile kadın hususundaki tavsiyeleri tahlil edilince bu "iyilik"ten kastedilen teferruat ortaya çıkarılabilir.
Rasulullah, “Kadın eğe kemiği gibidir, doğrultmaya kalkarsan, kırarsın. Onu bırakırsan eğri olduğu halde istifade edersin.” buyurarak sert, haşin davranışlardan uzak durmakla beraber, ilgi ve alakanın hiçbir şekilde kesilmemesi gerektiği ikazında bulunmuştur. Kadın, erkekten daha hassas, daha ince mizaca sahiptir. Hz. Peygamber bu telâkkî ile, bazı fırsatlarda “zevcelerini camdan yapılmış şişeye” teşbih buyurmuştur.
Öyle ise hoşa gitmeyen davranışlarına karşı anlayış ve müsamaha esas olacaktır. Ashâba bir hatırlatması şöyledir: “Kadınlarınızı nasıl köle ya da hayvan döver gibi dövüyor, sonra da akşam olunca utanmadan, beraberce yatıyorsunuz?” Buna rağmen eşlerini dövenlere ya da dövmek isteyenlere, “Dövün (ancak bilin ki kadını) sadece şerlileriniz döver.”
Bilindiği üzere Hz. Peygamber (s.a.s.), Hz. Hatice’nin vefatından sonra bir çok izdivaç yapmıştır. Birbirine rakip durumdaki hanımların geçinmesi ise pek zordur. Ancak Hz. Peygamber (s.a.s.) sabrı, anlayışlılığı, kadını iyi tanımasından dolayı, onları da birbirlerine yaklaştırmış, arkadaş olmalarına zemin hazırlamış, arada bir cereyan eden kıskançlık ve (birbirlerini) çekememezliklerine bazen gülümseyip geçmiş, bazen küsmüş, bazen uyarmıştır. İşte bunlardan bazıları.
Hz. Âişeanlatıyor: "Hz. Peygamber (s), balı ve tatlı şeyleri severdi. Ayrıca, ikindi namazlarını kıldıktan sonra her gün kadınlarını teker teker ziyaret eder, her birine yaklaşır (sohbette bulunurdu). Bu ziyaretlerinin birinde Hz. Hafsa’nın yanına girmişti. Bu defa onun yanında, her zamanki kaldığı mutad (alışılmış) müddetten fazla kaldı. Ben bunu kıskanarak sebebini Rasûlullah'ın diğer hanımlarından sordum. Bana: "Yakınlarından bir kadın Hafsa'ya bir okka (Tâif) balı hediye etti, Rasûlullah’a (s.a.s.)ondan şerbet yapıp ikram etmiş olmalı, (o da şerbet hatırına sohbetini biraz uzatmıştır)” dediler. Ben: “Öyleyse, kasem olsun biz de ona mutlaka bir hile kurmalıyız!” dedim. Sevde’ye: “Hafsa'dan sonra sıra senin, O girince sana yaklaşacak. Sana yaklaşınca O'na: “Ey Allah'ın Rasûlü! Sen megâfir (urfut denen ve meşeye benzeyen bir ağaçtan sızan pis kokulu püs'e denir) mi yedin?” diyeceksin. Ben biliyorum ki, O sana “Hayır!” diyecek. O zaman sen de: “Öyleyse senden burnuma gelen bu koku da ne?” diyeceksin. Bir rivâyette Hz. Âişe şu açıklamayı yapar: "Rasûlullah (s.a.s.)kendisinde kötü bir koku hissedilmesine tahammül edemez, buna çok üzülürdü, bu sebeple gerçeği itiraf ederek, muhakkak "Hafsa bana bal şerbeti ikram etti" diyecek. O zaman sen kendisine “Demek ki arı, balını urfut ağacından almış” diyeceksin. Senden sonra bana uğradığı zaman ben de böyle hareket edip aynı şeyleri söyleyeceğim. Ey Safiyye, sana uğradığı zaman sen de aynı şeyleri söyle! dedim.” Hz. Âişeanlatmaya devam etti:"Sevde (bilâhere bana) dedi ki: "Kendinden başka ilâh bulunmayan Allah'a kasem olsun, bana tenbih ettiğin şeyleri, Rasûlullah (s.a.s.)kapıdan görünür görünmez, senden korktuğum için (unutmadan) hemen söylemek istedim.” Ne ise, Rasûlullah (s.a.s.)kendisine yaklaşınca Sevde: “Ey Allah'ın Rasûlü meğâfir mi yediniz?” der. “Hayır!” cevabını alır. Bunun üzerine aralarında şu konuşma geçer: “Öyleyse bu koku da ne?” “Hafsa bana bal şerbeti ikram etti.” “Demek ki arı urfut yemiş.” Hz. Âişe anlatmaya devam ediyor: “Rasûlullah (s.a.s.)bana uğrayınca ben de aynı şeyleri söyledim. Keza, Safiyye'ye uğrayınca O da aynı şeyleri söyledi. Müteâkiben Rasûlullah (s.a.s.)Hafsa'nın yanına girince:“Ey Allah'ın Rasûlü sana o şerbetten ikram edeyim mi?” diye sorar. Hz. Peygamber (s): “Hayır, ihtiyacım yok!” cevabını verir. Bu durumu işittiği zaman Sevde: “Allah'a kasem olsun balı O’na haram ettik!” dedi. Ben kendisine: “ Sus, (sesini çıkarma)” dedim.”
Hz. Âişe anlatıyor: “Safiyye Binti Huyeyy'in devesi hastalandı. Zeyneb Binti Cahş'ın yanında fazla deve vardı. Rasûlullah (s.a.s.) ona: “Safiyye'ye bir deve ver!” buyurdu. Zeyneb: “Ben bu yahudi kızına deve mi verecek mişim?” diyerek reddetti. Rasûlullah (s.a.s.) ona kızıp, Zilhicce ve Muharrem ayları ile Safer ayının bir kısmı boyunca küstü.”
Hanımların bazı kusurları ise eğitime fırsat olarak değerlendiriliyordu, Hz. Peygamber (s.a.s.)tarafından. Yine Hz. Âişe anlatıyor: "Safiyye gibi güzel yemek yapanı görmedim. Bir defasında Rasulullah (s.a.s.) benim odamda iken, Safiyye ona yemek yapıp göndermişti. Çok şiddetli bir kıskançlık hissettim. Öyle ki beni bir titreme sardı, kabını kırdım. Rasulullah (s.a.s.) “annenize kıskançlık geldi” buyurdu (ve başka hiçbir şey söylemedi). Sonra da pişman oldum ve: “Ey Allah'ın Rasûlü dedim, yaptığım bu hareketin keffâreti nedir?”, “Tabağa aynıyla tabak, yemeğe misliyle yemek!” buyurdular.”
Hz. Âişe: “Ey Allah'ın Rasûlü, sana Safiyye'deki şu şu hal yeter!” demiştim. (Bundan memnun kalmadı ve): “Öyle bir kelime sarf ettin ki, eğer o denize karıştırılsaydı (denizin suyuna galebe çalıp) ifsat edecekti.” buyurdu. Hz. Âişe ilaveten der ki: “Ben Rasulullah’a (s.a.s.) bir insanın (tahkir maksadıyla) taklidini yapmıştım. Bana hemen şunu söyledi: “Ben bir başkasını (kusuru sebebiyle söz ve fiille) taklit etmem. Hatta (buna mukabil) bana, şu şu kadar (pek çok dünyalık) verilse bile!”
Eğitim ve Öğretim: Rasulullah’ın (s.a.s.) aile ocağı aynı zamanda bir mekteptir. Bu mektep, meselesi olan kadın-erkek bütün Medinelilere açık idiyse de talebe olarak, öncelikle ümmühat-ı mü’minine aitti. Onlar buranın devamlı ve asli talebeleri idiler. Bu mektebe, nikâhla yapılan kayıtla tâlim başlıyordu. Nitekim Rasulullah (s), hanımlarla evlenir evlenmez, gerekiyorsa ismini değiştirmiştir. Cüveyriye, Meymûne isim değiştirenlerdendi. Hz. Peygamber (s), uygunsuz ismi sevmez, hanımlarına hoşlanmayacakları lakaplarla hitap etmezdi. Normal isimleri ne ise onunla hitap ederdi. “Ey Âişe!”, “Ey Zeyneb!” gibi. Rivâyetler, Şifa adlı, muhacirundan, okuma yazma bilen bir kadını Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Hz. Hafsa’ya yazı ve bazı tedavi usullerini öğretmek üzere muallime olarak istihdam ettiğini haber verir.
Hz. Peygamber (s), hanımlarının yetişmesine gayret eder, hepsinin beraber olduğu akşam toplantılarında eğitici sohbetler yaparlardı. Ve Rasulullah’ın (s.a.s.) refâkatinde bilgilenen hanımlar, bilgi ve tecrübelerini diğer kadınlara (hatta Hz. Peygamber’in (s.a.s.) vefatından sonra, kadın-erkek herkese) aktarmaya hazır hale gelirlerdi. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) ev halkı, şehir dahilinde ve haricindeki kadınları kabul eder, itikadi konularla ilgili Hz. Peygamber’in (s.a.s.)talimini onlara bildirerek, din eğitimindeki rollerini yerine getirirlerdi.
Rasulullah (s), ailede gördüğü veya işittiği menfi durumlara her seferinde müdâhale ederdi. Bir seferinde Hz. Âişe kız kardeşi Esma ile otururken, Rasulullah (s.a.s.) içeri girer. Esma’nın üzerinde geniş kollu (yukarı sıyrılıp açılabilen) bir elbise mevcuttur. Rasulullah (s), Esma’yı görür görmez derhal çıkar. Hz. Âişe, Esma’ya: “uzaklaş, Rasulullah (s.a.s.) sende hoşlanmadığı bir şey gördü” der. Esma çıkar. Rasulullah (s.a.s.) tekrar gelince Hz. Âişe niçin çıktığını sorar. Hz. Peygamber (s.a.s.) “Görmüyor musun durumu, müslüman bir kadının şu kadarı görülebilir” der ve elleri ile yenlerini tutup, parmaklara kadar kısmını örter, sonra da elleri ile şakaklarını örter. Sadece yüzünü açık bırakır.” Dikkati çekmesi gereken husus, hoşlanmadığı bu manzara karşısında bağırıp çağırmamış, öfkelenmemiş, bunu eğitim fırsatı olarak değerlendirmiştir.
Rasulullah’ın (s.a.s.) ailesinde çocukların talimi mühim meselelerden biridir. Doğumla birlikte çocuğun kulaklarına ezanın okunması, talim işinin ne kadar erken ele alınması gerektiğini sembolize eder. Fiilen talime konuşma yaşında ve Kur'an'ı Kerim’den âyetler ezberletilerek başlandığını şu rivâyetler haber vermektedir: İbn Şuayb der ki, “Abdulmuttalip oğullarından bir çocuk konuşmaya başlayınca Hz. Peygamber (s.a.s.) “el hamdülillahi’llezi lem yettehiz veleden ve lem yekun lehu şerikün fi’l mülki” âyetini yedi sefer okutarak talim ederdi.
İlk öğretilecek şeyin Lailahe illallah olmasını da emreden Hz. Peygamber (s), akıl ve muhakemeye müteallik talimin temyiz yaşından itibaren sistematize edilmesini irşat buyurur. Bundan dolayı yedi yaşında çocuk namaza alıştırılır, on yaşından itibaren düzenli kılması beklenir. Aile bu noktada öyle hassas olmalıdır ki, çocuğu dövmeye mahal kalmayacak şekilde, on yaşına gelinceye dek namaz eğitimini tamamlamış olmalıdır. Ayrıca çocuğa yazı, yüzme, ata binme gibi diğer bilgilerin öğretilmesi de Hz. Peygamber’in (s.a.s.) emirleri arasındadır.
Terbiyesinde olan çocuklara karşı davranışlarını, sevgi ve müsamaha üzerine bina etmiştir. Hatalarını tashihte de aynı yolda devam etmiş, azar, tenkit, tahkir, surat ekşitme gibi yollara baş vurmamıştır. Hz. Enes on yıl boyunca Hz. Peygamber’e (s.a.s.) hizmet ettiğini, hataları, yanlışları olduğunda bile hiç azar işitmediğini, bir kere olsun “of be” demediğini, “niçin böyle yaptın, şöyle yapsaydın..” şeklinde eleştirmediğini rivâyeteder.
Abdullah İbn Amir anlatıyor: "Bir gün, Rasulullah (s), evimizde otururken, annem beni çağırdı ve:"Hele bir gel sana ne vereceğim!" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm anneme: “Çocuğa ne vermek istemiştin?” diye sordu. “Ona bir hurma vermek istemiştim” deyince, Aleyhissalâtu vesselâm: “Dikkat et! Eğer ona bir şey vermeyecek olursan üzerine bir yalan yazılacak!” buyurdular.”
Bu hadisin çocuk terbiyesiyle sıkı alâkası vardır. Efendimiz, terbiyede hiçbir surette yalana yer verilmemesini irşat buyurmaktadır. Bilhassa ağlayan çocuklara bazen yapılmayacak veya verilmeyecek şey vaat edilir, yahut da olmayacak şeyle korkutulur. Bunların hepsi neticede "yalan" olmakta birleşir. Rasulullah (s), bütün bunların haram olduğunu, çocuk terbiyesinde hiçbir surette yalana yer verilmemesi gerektiğini ifade buyurmaktadır. Hadis, çocuğun, böyle basit durumda bile yalandan uzak tutulmasını vurguladığına göre, ciddi durumlarda yalana yer vermenin nasıl büyük bir hata ve yanlış olduğunu ifadede beliğ bir örnektir.
Hz. Peygamber (s), çocukların cemiyet şartları içerisinde yetişmesine dikkat ederek, aile dışı temaslara imkânvermiştir. Çocukların bir kısım hizmetlere koşulması, bayram, düğün, ziyafet, mescidin cemaati gibi içtimai tezahürlere iştirak ettirilmeleri, çocukların aile dışı kimselerle karşılaşmasına imkânvermekte, böylece içtimaileşmeleri gerçekleştirilmektedir. Bunların sünnette örneği çoktur.
Adâlet: Rasulullah’ın (s.a.s.) evlilik hayatı deyince ilk nazar-ı dikkate çarpan husus, birçok hanımla evlenmiş olmasıdır. Bu meseleye değinmekteki maksadımız çok evliliğinin en önemli sebebini vurgulamak ve zevceleri arasında gözettiği adâletin Kur'an'ı Kerim’le nasıl bütünleştiğini göstermektir.
Hemen şunu belirtelim ki, yirmi beş yaşında iken, kendisinden on beş yaş büyük bir kadın olan Hz. Hatice ile evlenip elli küsur yaşına kadar onunla yetinen Hz. Peygamber'in, İslâm ahkâmının teşrî ve neşir safhası olan Medine hayatında çok sayıda kadınla evlenmesinin birinci sebebi peygamberlik vazifesi ile ilgilidir. Sünnetinin aile hayatında geçen safhasının tesbitini, onların kadınlara intikal ve neşrini bu hanımlar yapmıştır. Alimler, "Dünyanızdan üç şey sevdirildi..." rivâyetinde, bunlardan birinin, "kadın" olduğunu söyleyen hadisi açıklarken, kadınların, Rasulullah tarafından sevilmesini, onların "İslâm'ın neşrine olan hizmetleri" sebebiyle izah ederler.
Çok kadınla evlenmede dikkat çeken bir diğer sebep siyasî yöndür. Müteakiben görüleceği üzere Hz. Safiyye ile evlilik, Hayber Yahudileri ile sıla-i rahm'e vesile olmuş, Cüveyriye ile evlilik Benî Müstalik'ten yedi yüz kadar harp esirinin bedava azatlıklarını sağlamıştır. Mekkelilerin lideri EbûSüfyan'ın kızı Ümmü Habibe ile evlilik, EbûSüfyan'ın bozulan Hudeybiye Sulhü'nü yenileyebilmek için, kızını bahane ederek Medine'ye gelmesine, Hz. Peygamber'in hane-i saadetlerine kadar girmesine yol açmış, bu durum onun hasmane duygularını törpülemiştir. Diğer evliliklerinin her birinde tıpkı neşr-i din gibi siyasî bir yönün dahi varlığı inkar edilemez. Rasulullah'ın evlilik bağının siyasî yönünü nasıl kullandığını anlayabilmek için İslâm'ın ilk baştaki kuruluş ve neşrini sağlayan siyasî lider kadronun evlilik bağıyla birbirine nasıl kenetlendiğini ibretle tetkikte zaruret var: Hülefa-i Raşidîn denen bu çekirdek kadro, evlilik bağlarıyla birbirlerine perçinlenmiş gibidir. Hz. Peygamber (s), Hz. EbûBekir ve Hz. Ömer'in kızlarını almış, onlara damat olmuştur. Hz. Osman ve Hz. Ali'ye kızlarını vermiş, onları kendine damat yapmıştır. Hz. Ali ile olan akrabalık bağının, Hz. Osman'daki eksikliğini, ona ikinci bir kızını da vererek telafi etmiştir. Hz. Hafsa ile evlenmeleri hususundaki teklife menfi cevap verdikleri için Hz. Osman ve Hz. EbûBekr'e karşı kırgınlık içine düşen Hz. Ömer'i memnun etmek ve öbürlerine karşı kalbinde yerleşecek bir gücenmeyi ve bunun kadroda hasıl edeceği çatlağı bertaraf etmek için Rasulullah'ın Hz. Hafsa'yla evlenmesi fevkalâde siyasî bir ameliyedir.
Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sünnetindeki ideal olan ailevi değerleri (karı-koca münasebetleri, terbiyevi, irşadi, te’dibi siyaset, maddî-mânevî ihtiyaçların karşılanması vs.) tesbitte, öncelikle bu iki evliliğin esas alınması gerektiği kanaatindeyiz: Hz. Hatice ve Hz. Âişe.
Çünkü, Hz. Hatice ile olan evlilikte siyasi ve teşrii mülahazalardan ziyade, beşeri mülahazalar hakimdir. Normal olarak evlenmelerde birinci derecede rol oynayan hissiyat-ı gariziyyenin insan üzerinde müessir olduğu gençlik döneminde Hz. Peygamber (s), sadece Hz. Hatice ile yetinmiş, ikinci bir evlilik ne yapmış ne de düşünmüştür.
Hz. Âişe’ye gelince, Hz. Peygamber (s.a.s.)en çok onu sevmiş, onu taktir etmiştir. Üstelik ailevi hayatla ilgili pek çok teferruat onun vasıtasıyla rivâyetedilmiştir.
Hz. Peygamber’in (s), Âişe’yi çok sevmesi ya da taktir etmesi aynı zamanda gayri irâdî bir durumdu. Hiçbir insanın kalbî temâyüllere hâkim olması söz konusu değildir, Ondan da beklenemez. Hz. Peygamber (s.a.s.) bu nedenle, “farkına varmadan birini diğerlerinden çok sevebililrim, bu da haksızlık olur. Onun için ey Rabbim! Elimden gelmeyen bu hususta Senin rahmetine sığınıyorum” diyerek istiğfarda bulunurdu.
Hz.. Âişe, “beraber kalma hususunda yaptığı taksimde Hz. Peygamber’in (s.a.s.)h anımlar arasında hiçbirine imtiyaz tanımayıp, hepsine eşit davrandığını” kesin bir dille ifade eder; Sefere çıktığı zaman beraberinde gelecek hanımları da kur’a ile tesbit ederdi. Hayatının son günlerinde hanımlarının hücrelerini dolaşamayacak kadar hastalığı artınca, Hz. Âişe’nin yanında sâbit kalabilmek için, diğer hanımlarının rızâsını almıştır. Hz. Peygamber (s), hanımlar arasında uyguladığı adâlet ve eşitliğe hayatı boyunca riâyet etmiştir. İki istisnâ var ise de, her ikisi de rızâya dayanır:
Birincisi, Hz. Sevde çok yaşlı olduğu için kendi arzusuyla gecesini Hz. Âişe’ye vermiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) de bunu kabul etmiştir. İkincisi ise, yukarıda zikrettiğimiz, hayatının son günlerinde Hz. Âişe’nin odasında kalmasıdır ki bütün hanımlar buna râzı olmuştur.
Hz. Peygamber adâleti gözetmesin de kim gözetsin? Bakınız o, ne buyuruyor: “Bir erkeğin nikâhında iki kadın bulunur da, aralarında adâlet gözetmezse, kıyâmet gününde bir tarafı felçli olarak diriltilir.” Çünkü adâlet, Kur'an'ı Kerim’in emridir: “Bunlar arasında adâleti sağlayamayacak olursanız, o zaman bir kadın veyahut sahip olduğunuz câriye ile iktifâ ediniz. Bu şekilde adâletten sapmamağa daha yakın olursunuz.”(4/Nisâ, 3), “Ne kadar gayret ederseniz edin kadınlar arasında adâlete güç yetiremezsiniz...” (4/Nisâ, 129)
Şunu belirtmekte fayda var
. Mü’minlerin anneleri arasında kıskançlığın sevki ile cereyan eden hadiseler,onları birbirlerine karşı insafsız olmaya sevk etmemiş, birbirlerini kötülemeye, aralarında uzun süren dargınlıklara sebep olmamıştır. Belki de, Rasulullah her gece birinin evinde olmak üzere sistemleştirdiği akşam sohbetlerinden, bunu da hedeflemiş olmalıdır. Rasulullah’ın (s.a.s.) bu siyaseti hedefine öyle ulaşmıştı ki, hepsinin en çok kıskandığı Hz. Âişe’nin aleyhinde değerlendirebilecekleri en iyi fırsat olan ifk hadisesi sırasında, hanımların hiçbirinden menfi bir ima bile vaki olmamıştır.Netice olarak inananlar aile yaşayışında da Hz. Peygamber’i (s.a.s.) örnek alıp, önder edinerek saadete ulaşırlar. Çünkü Allah, Kur'ân'ı Kerim’de, “Gerçek şu ki, Allah’ı ve ahiret gününü (korku ve umutla bekleyen) ve O’nu her daim anan kimseler için Allah’ın elçisi güzel bir örnek teşkil eder.” (33/Ahzâb, 21), “Rasûlün size verdiğini alın, yasakladığından da sakının.” (59/Haşr, 7) buyurur. (3)
Bir Mücâhid, Bir Komutan Olarak Hz. Peygamber (s.a.s.)
Barış kelimesiyle aynı kökü paylaşan ve anlamlarından biri de barış olan "İslâm"da asıl ve doğal olan sulh, selâmet ve barıştır. Gel gör ki İslâm'ın düşmanları, barış çağrılarının önünde engel oldukları, yeryüzünde fitne çıkarttıkları, insanlara ve insanî değerlere zulmettikleri için, yeryüzünü ıslah etmekle görevli bulunan Peygamber ve O'nun izinden giden müslümanlar, fıtrat/insanlık düşmanlarının zararlarına engel olmak maksadıyla kaçınılmaz olarak savaşa kapılarını açmıştır.
Bütün insanlığa ve tüm âlemlere rahmet olarak gönderilen peygamberimiz (21/Enbiyâ, 107), Allah'a dâvetin önünde engel olan zâlimlere karşı; kendisinin, aynı zamanda "savaş peygamberi" (Câmiu's-Sağîr, 1/108) olduğunu belirtmiştir. Dost-düşman, kabul etmek zorundadır ki, O'nun savaşları da baştan sona bir rahmet ve merhamet kuşağı idi. O ve O'na bağlı insanlar, mecbûriyet dışında savaşmazlarken, savaştıklarında da insanları öldürmemek; tam tersine, onları ihyâ etmek için tüm yolları tek tek kullanıyorlardı. Hz. Peygamber, sulh zamanında olduğu kadar, savaşırken de rahmet peygamberi olduğunu gösteriyordu.
Hz. Muhammed (s.a.s.)'in saldırgan olmaktan sakınmasına rağmen; savaş tekniğini, kendisine saldıranlardan çok daha iyi bildiğini, uyguladığı savaş taktiklerinden ve savaştığı düşmandan sayı olarak çok az askeri ve silâhı olmasına rağmen savaşlarının neticelerinden görüyoruz. O'nun saldırıdan ve savaşı başlatmış olmaktan sakınması, kesinlikle savaşı bilmediğinden ya da korkudan değildi. Bu konuda en küçük âcizlik ve korkaklık kırıntısı O'nda yoktu. O'nun savaştan sakınması, savaşı, sakınılması mümkün olmayan ve sevilmeyen bir zarûret olarak değerlendirmesindendi. Allah'ın dâvâ ve dâvetinin başarısı, insanlara ulaşması için savaş dışında başka çıkar yol bulduğu zaman savaştan sakınırdı. İslâm'ın kılıç zoruyla yayıldığı gibi bir değerlendirme, özellikle Hz. Peygamber dönemi ve O'na bağlı yönetimler açısında kesin ve büyük bir iftirâdan başka şeyle tanımlanamaz. Şâyetİslâm, kendisine karşı iknâ ve delil ile savaşılabilen bir düşünceye karşı kılıçla savaş açmış olsa, bu, belki barışseverlik açısından kınanabilirdi. Ancak, ona kulak vereceklerin önüne geçip İslâm'ın önünde bir engel olarak duran güce güçle/kılıçla savaş açmasını ayıplamak, ayıplanacak bir suçtur. Çünkü kuvvet, ancak kuvvetle engellenir. İnsanları zulüm, fitne ve fesattan kurtarmak için, başka türlü yola gelmeyen saldırgan fesatçı tâğutlara karşı savaştan başka çıkar yol yoktur.
İslâm düşmanları, çoğunlukla düşünceye karşı savaş açarlarken; İslâm, savaşı bile düşünce ile önlemenin yollarını aramıştır. İslâm dâvetini, hidâyeti kabullenmeleri, cizye vermeyi kabul etmeleri veya barış antlaşmasına rızâ göstermeleri gibi barışçı çözümleri savaşı durduracak ve ona alternatif olacak şekilde, insanlara, hatta saldırgan savaşçılara şans tanıyarak sunmuştur. Bütün bunlara rağmen, "kâfirler tâğut ve bâtıl dâvâlar yolunda savaştıkları" (4/Nisâ, 76) için, "iman edenler de Allah yolunda savaşmak" (4/Nisâ, 76) zorundadır; çünkü "onlar, eğer güçleri yeterse, müslümanları dininden döndürünceye kadar onlara karşı savaşa devam ederler." (2/Bakara, 217). Saldırganlara karşı teslimiyet değil; onlara hadlerini bildirmek ve hiç kimseye zulmetmelerine fırsat vermemek gerekir: "Dininize saldırırlarsa, küfrün önderleriyle savaşın." (9/Tevbe, 12). "Fitnenin tamâmen yok edilinceye ve din (kulluk) yalnız Allah için oluncaya kadar savaşmakla" (2/Bakara, 193) emrolunan mü'min, iyi bilmelidir ki; "şâyet savaştan vazgeçerlerse zâlimlerden başkasına düşmanlık ve saldırı yoktur." (2/Bakara, 193). Bu konuda ölçü bellidir, aşırılığa gitmek, Allah için yapılması gereken savaşa dünyevî ve nefsî istekler karıştırmak yasaklanmıştır: "Size karşı savaş açanlara, siz de Allah yolunda savaş açın. Sakın aşırı gitmeyin; çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez." (2/Bakara, 190)
Bu girişten sonra, Rasûlullah'ın savaş meydanlarındaki konumundan, bir mücâhid ve komutan olarak Rahmet Peygamberinden bahsedebiliriz. İslâm'ın savaş dini olmadığı, Hz. Peygamber'in de savaşı isteyen ve başka yol bulunduğu halde onu seçen bir savaşçı kişilik arzetmediği halde, savaşın gerekli olduğu zaman Hz. Muhammed (s.a.s.), üstün yetenekli bir komutan, çok basîretli bir mücâhid, dâhi bir stratejist id. Başkalarının savaş ve eğitimle öğrenemediği savaş tekniğini O, vahyin kılavuzluğu ile bilirdi. O'nun tüm güzel vasıflarının olduğu gibi, savaş dehâsı da peygamberliğinin isbâtıdır.
O'nun savaşçı konumunun belli başlı özelliklerini şöyle sıralayabiliriz: Cesâret, meşverete başvurma, eldeki imkânları en üst seviyede kullanma, savaşta rûhî özelliklere, duâ ve ibâdete yer veren bir yaklaşım, düşmanın sayı ve silâh üstünlüğüne rağmen, iman ve ona dayalı cesâret, sabır, irâde, cihad, şehâdet gibi mânevî kuvvete, psikolojik imkânlara önem vermek, bunun yanında asker sayısı ve silâh gücünü tâviz vermeden artıracak imkânları ihmal etmemek...
Ganimet veya intikam almak için değil; sadece Allah için ve sadece O'nun yolunda, yani îlâ-yı kelimetullah uğruna savaşması, düşmanlarının birbiriyle yardımlaşması ve ortak güç hazırlamalarını engellemek için savaş öncesi tedbirler alması, diğer düşmanlarını savaş için etkisiz hale getirip savaşacak düşmanını daima teke indirmeye çalışması, savaş yerini seçmeyi düşmana bırakmayıp kendi belirlediği alanda savaşı tercihi, ordu komutanı ve devlet başkanı olduğu halde savaş cephesinin gerisinde değil; cephenin ortasında, hatta zaman zaman en başında savaşması, ordusunun moralini en üst düzeye çıkaracak her güzel yolu kullanması, istihbârata ve gizliliğe büyük önem vermesi, ordudan önce keşif ve istihbârat güçlerini kullanması, gerektiği durumlarda savaşla ilgili hazırlıkları, kimlere ve nereye karşı sefere çıkılacağını son âna kadar gizlemesi...
O, savaş öncesinde Kureyş'in savaş kaynağı için düzenlediği ticaret kervanlarından haber alıyor ve hemen peşlerine seriyyeler takıyordu. Yani, düşmanın silâh dışında başka yollarla da savaştığını veya savaşa zemin hazırladığını biliyor, pis suyu kaynağından kurutmaya çalışıyordu. Komutan tâyininde ve onlara nasihatlerde de örnek bir seçici ve görevlendiriciydi. Bazen müfreze komutanının dışında, askerler bile nereye gideceğinden, bir savaş için mi, yoksa keşif göreviyle mi gönderildiklerinden haberleri olmazdı. Durumu, ancak asıl istenen görevin harekâtına başlanmadan birkaç saat önce, artık mutlaka açıklanması gereken saatte öğrenirlerdi. Herkes ona göre son hazırlığını yapacak ve düşman, görevi açıklanmasından sonra durumu haber alsa bile, buna karşılık hazırlık yapabilmesi için yeterli zaman bulamazdı. Bazı durumlarda, komutan bile nereye ve niçin gittiğini bilmez, kendisine emredildiği gibi, belirlenen stratejik yere geldiğinde, yazılı olarak verilen mühürlü/kapalı tâlimâtı açar ve ona göre emirleri uygulardı. Bunlardan biri, Hz. Peygamber'in, Cahş oğlu Abdullah'ı kapalı bir mektupla, yanına verdiği mücâhidlerin başında göndermesi ve iki gün yol aldıktan sonra mektubu açmasını istemesidir. Mektupta şunlar yazıyordu: "Batn-ı Nahle denen yere ulaşıncaya kadar, Allah'ın isim ve bereketiyle durumu gizli tut. Arkadaşlarından hiçbirini seninle beraber yola devam etmeye zorlama. Seninle beraber gelenlerle birlikte oraya ulaşıncaya kadar yola devam et. Orada Kureyş kervanını gözetle ve bize onun hakkında mâlûmat topla!"
Kureyş'in, kendisini ve sahâbelerini gözetlemek için câsus ve istihbârâtçı gönderme ihtimalini hesaba katar, stratejik haberleri etrafındaki güvenilir insanlardan bile bazen gizlerdi. Allah Rasûlü, "savaşın hile olduğunu" belirtir, gizlenme ve düşmanı aldatma yöntemlerini en güzel şekilde kullanırdı. Sayılarını ve örneklerini, dergi sayfalarının imkânıyla sınırlanan bu yazıda çoğaltamayacağımız daha onlarca Peygamber taktiği vardır ki, yukarıda anlatılanlarla birlikte çağımızdaki savaşlarda ve istihbârâtlarda, keşif ve gözlemlerde örnek alınmakta, daha iyisi bulunamadığı için O'nun düşmanlarınca bile bu taktiklerin ihmal edilmemesi istenmektedir.
Şâyetmodern asrın savaş tekniklerini çok iyi bilen bir eleştirmen, o yüce insanın savaşlarını inceleyip tenkide tâbi tutacak olsa, savaş tekniği açısından hatalı hiçbir yön bulamayacak, O'nun bu imkânlarla uyguladığı taktik ve davranışlardan daha doğru başka bir yöntem gösteremeyecektir. Bu durum, günümüze kadar hiçbir İslâm ve Peygamber düşmanı veya müsteşrik tarafından, (itiraf edilmese bile) çok istedikleri halde eleştirilememesiyle zımnen kabul edilmektedir.
İyi bir komutan, salt kendi bilgi ve tecrübelerine güvenmez; uygun (ehil ve emin) kişilerle istişâreyi ihmal etmez. İyi bir komutan, savaş ve taktik uzmanlarının bilgisinden, cesurların cesâretinden istifade eden, yönettiği insanların akıl, kalp ve bedenî kuvvetlerinden de en az elindeki silâhlar kadar yararlanmasını bilen kimsedir. Bütün bunlar, en yüksek oranda o büyük komutanda mevcuttur.
Meşvere (şûrâ ve istişâre de denilen teknik danışma), tüm savaşlarda, savaş planları ve savunma yöntemleriyle ilgili olarak, Ekrem Rasûl'ün ihmal etmediği bir esastır. Bedir'de Habbâb bin Münzir'in, mevzîlenen yerden başka bir yere, Bedir kuyularının yanına taşınma teklifine kulak vermiş ve onu uygulamıştır. Bedir'e katılamamış genç ve cesur müslümanların teklifiyle Medine dışında Uhud çevresinde ordusunu konuşlandırmıştır. Selmân-ı Fârisî'nin teklif ettiği "hendek kazmak" gibi o dönemin Arap toplumlarında hiç bilinmeyen savunma sistemini uygulamıştır. Denilebilir ki, Medine'ye baskın yapılacağı sırada İranlı Selman Medine'de bulunmasa ve bu yöntem teklif edilmeseydi, Hz. Peygamber, hendek kazılmasını kendisi icat edip emredebilirdi. Çünkü O, gedikleri kapatmaya ve arkadan gelecek saldırılara karşı tedbirli olmaya âzamî önemi verirdi. Uhud savaşında dağı arkasına almış ve düşmanın sızma ihtimali bulunan geçide de elli okçu yerleştirerek onlara şöyle emir vermişti: "Bizi arkadan koruyun. Bizi arkadan sarmalarına engel olun. Onları yendiğimizi görseniz bile ordugâhlarını ele geçirinceye kadar yerlerinizden ayrılmayın. Öldürüldüğümüzü görseniz bile bize yardıma gelmek için yerlerinizi terketmeyin. Sizin yapacağınız, düşman atlılarına ok atmaktır. Çünkü atlar okların atıldığı tarafa yanaşmaz." Bir dağın geçidinde düşmanın fırsatlardan yararlanabileceği her duruma tedbir alan komutan, Medine'ye düşmanın sızma ihtimali bulunan yerine de hendek kazar veya benzer bir alternatif bulurdu.
Bu, insanların en merhametlisi ve aynı zamanda dünyanın en büyük komutanı olan örnek insanın savaştaki uzak görüşlülüğü darb-ı mesel haline gelmişti. Sahâbelerin savaş öncesinde Bedir kuyusundan su içen iki köleyi dövdüklerini gördü. Sebep, Kureyş ordusunun sayısını söylememeleriydi. Peygamber (s.a.s.) üstün zekâsıyla, onları sınava tâbi tutarak onların doğru söylediklerini, müslümanları aldatmayı kasdetmediklerini anladı. Düşman ordusunun sayısını gerçekten bilmediklerini anlayınca, kestikleri develerin sayısını sordu. Böylece yenen yemek miktarını değerlendirerek asker sayısını tahmin etti. Bunun gibi, düşman hakkında bilgi toplarken, kendi istihbârâtçıları ve gözcülerine ilâve olarak, düşmanın geçtiği yollarda ve o yörede yaşayan halktan da yararlanırdı.
Düşmanlarının kendilerine karşı savaşacaklarını haber alınca, onların ânî baskında bulunmalarına fırsat vermezdi. Aksine, Tebük gazvesinde olduğu gibi, kuraklık ve şiddetli sıcaklığın kavuruculuğuna rağmen stratejisinden ve düşmanı takipten vazgeçmezdi. Düşmanın nasıl davranacağını beklemekle vakit ve fırsat kaybetmezdi. Düşmanın mühimmâtını tamamlayarak baskın yapma avantajına veya savaşta toparlanma fırsatına meydan vermezdi. Ancak Hendek gazvesinde olduğu gibi baskının, baskında bulunanın aleyhinde olduğu durumlarda isteyerek düşmanı beklemesi ayrı bir taktik zaferidir.
Napolyon, Hitler, Mussolini ve ... gibi askerî dehâ olduğu söylenen nice kahramanlar(!), hayatları boyunca askerî dersler aldıkları, meslekleri savaş olduğu halde, nice hatalara düşmüşler, zâlimlere has mel'un gâlibiyetler yanında, nice rezil mağlûbiyetler de almışlardır. Bunların ve benzerlerinin hiçbirini Rasûlullah'ın askerî dehâsıyla mukayese etmek mümkün değildir. Rasûlullah bu sayılan veya sayıl(a)mayan komutanların düştükleri hatalara hiç düşmemiştir. Peygamber'in büyük askerî özelliğinin esası, en az savaşla ve savaşta (mecbûriyet varsa) en az insan öldürmesi, savaşırken hiçbir düşmana işkence yaptırmaması, savaşmayan sivillere, mâsum insanlara olduğu kadar, çevreye bile zarar vermeyi yasaklaması, esirlere her yönüyle misafir muâmelesi yapması... gibi insanî esaslardadır. O, kılıcından devamlı kan damlayan, her gittiği yeri yakıp yıkan ceberut, müstekbir bir zorba değildir. Ulu Önderimiz'in on senelik Medine hayatı boyunca bizzat katıldığı 27 gazvede ve çeşitli yerlere ashâbından birinin komutasında gönderdiği 60 kadar seriyyede, (yani Peygamberimiz zamanındaki 90 civarındaki savaşlarda) toplam 150 kişinin öldürüldüğünü görmemiz, gerçekten şaşırtıcıdır. (Bkz. Hamidullah, Hz. Peygamber'in Savaşları, s. 11; A. Önkal, Rasûlullah'ın İslâm'a Dâvet Metodu, s. 125). En abartılı olarak bu sayıyı âzamî 1000'e çıkaranlar vardır. Rasûlullah döneminde "Rusya hâriç, Avrupa büyüklüğünde ve üzerinde milyonlarca halkın yaşadığı, bir buçuk milyon kilometrekareden fazla bir alanda cereyan eden tüm seriyye ve gazvelerde, savaş başına düşen ölü sayısını düşündüğümüzde "büyük komutan"a hayrân olmamak mümkün değildir. Bu durum, O'nun, savaşırken de "rahmet peygamberi" olduğunun hemen göze çarpan özelliklerindendir. (Küçük bir karşılaştırma olarak, her iki taraftan 500 000 civarında ölü ve yaralıya mal olan Çanakkale savaşının askerî açıdan nelere mal olduğu, savaş kazanmak için 190 000 Türk askerinin yitirildiğini ve zaferi büyük oranda gölgelediğini hatırlayıverelim. Dünya savaşlarındaki yamyamlığı ve hâlâ devam eden vahşî saldırıları, barbarlıkları, mâsum insanların üzerine yağan bombaları göz önüne getiriverelim!)
Rasûlullah'ın savaş esnâsında çatışmaya katılmayan yaşlıların, kadınların ve çocukların öldürülmesini yasaklayan, aşırı gidilmemesi, zulüm ve işkencede bulunulmaması, gözleri oyarak, kulak ve burun gibi uzuvları keserek müsle yapılmaması konusundaki emirleri de (Buhârî, Cihad 147, 148; Müslim, Cihad 3) hayranlık vericidir.
Bütün bunların yanında Rasûlullah (s.a.s.), bu askerî dehâsını, zarûret bulunmadığı müddetçe kullanmamıştı. İnsanı, savaştan, sadece korkaklık ve acziyet geri bırakmaz. Rasûlullah'ın temsil ettiği dâvâ, kuşandığı risâlet ve sahip olduğu merhamet gibi değerler zarûret olmadıkça O'nu ve bağlılarını savaştan alıkoymuştur. Bununla birlikte, mecbur olduğu savaşlarda O'nun kahramanlık ve cesâretini anlatabilecek diller, yazabilecek eller var mıdır? O, savaş ateşinin kızıştığı, vahşet ve dehşetten en yiğitlerin korktuğu zamanlarda bile savaş safında askerleri arasındaydı. Kahramanlar kahramanı Hz. Ali şöyle der: "Biz, savaş kızıştığı zaman Rasûlullah (s.a.s.)'la korunurduk. Kendisinden düşmana daha yakın kimse olmazdı." Huneyn savaşında ordunun çoğunluğu kaçtığı ve neredeyse yalnız kendisi ok ve mızraklara hedef olduğu halde sebât etmeseydi, müslümanlar yenilgiye uğrayabilirdi. Uhud savaşında dişi kırılmış, yanağı yarılmıştı. Peygamber'in şehid edildiği haberlerine karşı Rasûlullah (s.a.s.), savaşın en can alıcı safhasında kendisinin hayatta olduğunu, dostlarına olduğu kadar düşmanlarına da yiğitçe haykırıyor; bir taraftan ordusuna moral veriyor, diğer taraftan büyük risk alıyordu. Bunlar, Rasûlullah'ın onlarca destansı kahramanlık ve cesaretinden bir-ikisi...
Mekke döneminin son günlerini düşünün. Gemisini en son terkeden kaptandı O. Önce Habeşistan'a, sonra Medine'ye müslümanları emin bir şekilde ulaştırmış, kendisine yardım edecek ve destekçi olacak insan bile bırakmadan en son hicret eden O olmuştur. Medine'de de, devlet başkanı olduğu halde bundan farklı davranmamıştı. Düşmanın baskın tehditleri etrafa yayıldığı bir zamanda, gece karanlığında etrafı kontrol maksadıyla Medine'yi dolaşması, üstün cesâretinden değilse neden ileri geliyordu? Oysa, o gün Medine'de bu işleri yürütecek kimseler de vardı ve o evinde rahat uyuyabilirdi. Fakat durumu kendi gözleriyle görmek istiyor, korku O'nu bundan alıkoyamıyordu. O, askerini savaşa sokup kendisi uzaktan seyreden komutanlardan/devlet başkanlarından değildi.
Yukarıda özetlenen bütün bu özellikleri O'nun peygamberliğinin isbatıdır ve bütün bu ve benzeri güzel sıfatları, Peygamberlik ve kulluk sıfatından sonra gelir. Salât ve selâm O'na ve O'nun izinden gidenlere olsun!
Hz. Peygamber'in savaş dehâsından dolayı, İslâm devletindeki askerliğe "Peygamber ocağı" denilir(di). O ocakta Peygamber'in imanı, ahlâkı, cihadı, kahramanlığı, Allah'ın düşmanlarına düşmanlığı, müslümanlara/insanlara merhameti... öğretilirdi. Ve İslâm askerleri, ceyş-i Muhammed (Peygamberin askeri), "Asâkir-i mansûre-i Muhammediyye" (Muzaffer Muhammed (s.a.s.)'in askerleri), küçük birer "Muhammed", yani "Mehmetçik" olarak yetişirdi... Evet, İslâm devletinde böyleydi; Şimdiki durum mu?!..
Seni tanıyan Sana hayran olur. Ama Seni tanıyamadık; dostlarını unuttuk. Senin düşmanlarını teşhis edemeyen, daha da kötüsü, düşmanlarınla işbirliği yapan bir toplum içindeyiz ey Nebî! Senin savaşını/mücâdeleni bilmiyor insanımız. Senin mücâdelenden önemli geliyor Mustafa'lara; falan takımla filan takımın maçı! Senden başka önder ve kahraman arayışında gencimiz. Senin askerin olamadık yâ Muhammed (s.a.s.)! Senin bayrağını, senin gösterdiğin burçlara dikemedik ey Rasûl! Sığınacak bir kâlemiz, hicret edecek bir yurdumuz bile yok; Medine'ler oluşturamadık, Mekke'lerimizi fethedemedik. Senin adınla birlikte yazılan tevhid sancağını yükseltmesi gereken (Muhammed'ler demeye dilim varmıyor) Mehmed'ler Coni'lerin bayrağını taşıyor. Senin adını istismar edenlere, sana ve yoluna hakaret yağdıranlara anlayacakları dilden cevap bile veremedik. Senin getirdiğin Kitap raflarımızı süslerken, senin düşmanlarının kitap(sızlık)ları beyinlerimizi, gönüllerimizi, evlerimizi, sokaklarımızı... kirletiyor. Senin özgürlüğe kavuşturduğun ruhlarımız kimlerin işgalinde bir görsen ey Rasûl, dillendiremiyoruz. Sana şikâyet için düşmanının adını zikretmekten bile çekinir olduk, korkar olduk ey korkusuz insan!
Belki inanmazsın ama, bizim dünyamızdaki Ebû Cehiller...
Senin komutanlığına giremedi dünyamız, o yüzden kurtulamadı insanımız. (4)
Ticaret Ve Maî
şet Dünyasında Hz. Peygamber (s.a.s.)Hz. Peygamber (s.a.s.)'in Doğduğunda Mekke ve Kureyş'in Ticarî Durumu: Peygamberimiz (s.a.s.)'in doğduğu Mekke şehri, etrafı dağlarla çevrili, ziraate tümüyle elverişsiz, çöl ortasında bir şehir idi. Bu şehrin Hz. İsmâil (a.s.)'den beri çok önemli bir yerleşim yeri olması, O'nun babası İbrâhim (a.s.) ile birlikte Allah'ın emri ile inşâ etmiş oldukları Allah için bir ibâdet merkezi olan Kâbe'nin bir câzibe alanı olmasındandı. Her yıl, uzaktan yakından çok sayıda insan Kâbe'yi ziyarete gelir, yerleşik nüfusun çok fazlasında olan bu ziyaretçiler şehirde canlanmaya sahne olurdu. Bu ziyaretler, Mekke'nin ekonomisine de büyük katkıda bulunur, ticaret, etrafındaki şehirlere oranla çok büyük çapta gelişme gösterirdi. Mekke civarında senenin belli aylarında panayırlar, ticarî fuarlar kurulurdu.
Bütün Arap kabileleri, Kâbe'nin muhâfızları olarak Kureyş'e büyük saygı duyduğundan diğer Arap kervanlarına nazaran Kureyş'inkiler büyük avantaja sahipti. Kureyş kabilesi, Suriye, Irak, Yemen ve Habeşistan gibi ülkelerden ziyaret izni ve güvenlik garantileri almışlar, bu ülkelereri çeşitli yerlerine kervanlarını rahatsa götürübilme imkânlarına sahip olmuşlardı. Hz. Peygamber'in büyük dedesi Hişam, doğu ülkeleri ile Suriye ve Mısır arasında Arabistan'dan geçerek yapılan uluslar arası ticarette yer almayı düşünüp başarmıştır. Mekke'nin en asil kabilesi olan Kureyş'e mensup insanların, hac mevsiminde değişik yerlerden gelen hacılara yaptıkları hizmetler sebebiyle saygı ile anılmalarına sebep oluyordu. Onlara ait malların yollarda çalınması konusunda hiç endişe duymuyorlardı. Üstelik diğer kervanlardan alınan, oldukça ağır geçiş ve ticaret vergileri de Kureyş kabilelerinden alınmazdı. Bu imkânlarla uluslar arası ticaret sebebiyle komşu ülkelerin insanları ve farklı medeniyet ve kültürü ile doğrudan ilişki kurma fırsatına sahip olduklarından, Kureyş'in eğitim, kültür ve bilgi standartlarını hiçbir Arap kabilesiyle karşılaştırılamayacak şekilde yükseltmişti. Kureyş, Fil vak'asına kadar ticaret ile büyümeye ve zenginleşmeye devam etti. Aynı yıl, Peygamber (s.a.s.) doğdu. Allah, bu Ebrehe ordusunu herkesi şaşkınlığa düşürecek şekilde İlâhî mûcizesi ile ebâbil denilen küçücük kuşlar vâsıtasıyla bozguna uğrattı (Bkz. 105/Fîl, 1-5). Böylece Allah Kâbe ile birlikte onun hizmetçisi ve koruyucusu Kureyş'i de yok olmaktan korumuş ve diğer kabilelerin gözünde itibarlarını ve Kâbe muhâfızları olarak şereflerini arttırmıştır. İşte, Peygamberimiz'in ilk ticaret hayatına başladığında, bu atmosfer ile Kureyş'in gücü ve zenginliği devam ediyordu.
Dedesi Abdü'l-Muttalib'in ölümünden sonra Peygamberimiz, Kureyş'in diğer liderleri gibi Mekke halkının geçim kaynağı olan ticaretle meşgul olan amcası Ebû Tâlib'in yanında yaşamaya başladı. Ebû Tâlib, Mekke'den Suriye'ye giden bir ticaret kervanı ile Şam'a gidiyordu. Rasûlullah (s.a.s.) o zaman henüz dokuz yaşındaydı. Onu hiç kırmayan amcasına sarılan Muhammed (s.a.s.)'i de bu yolculukta yanına aldı. İbn Hişam ve Tirmizî'nin rivâyetine göre, kervan Suriye'de Busra denen mevkîye vardığında orada konakladı. Manastırda Bahira adında bir râhip vardı. Ebû Tâlib onunla görüştü, râhip onları yemeğe dâvet etti. Bu meyanda Hz. Muhammed (s.a.s.)'i görünce dikkatini çekti. O'nda peygamberlik alâmetlerini sezdi. Ebû Tâlib'e: "Kardeşinin oğluyla geri dön, yahûdilerden onu görüp zarar vermelerinden korkarım" dedi. Ebû Tâlib de yeğeni ile geri döndü. İşte Hz. Peygamber'in ilk dış gezisi bu şekilde Suriye'ye olmuştu.
Amcasının evinde büyüyen Muhammed (s.a.s.), ondan ticarî işler konusunda birtakım tecrübeler edinmişti. Büyüdüğünde, amcasının o kadar zengin olmadığını, beslemek zorunda olduğu büyük bir ailesinin olduğunu anlayınca, Mekke'de kendi adına ticaret yapmaya başladı. Genelde bilindiğinin aksine; ticarî hayata Hz. Hadîce ile müşterek çalışmaya başlamasından çok önce girmiştir. Mekke'de küçük çapta işler yapardı. Bir yerden mal alır, başkalarına satardı. Bu, Hatîce ile çalışmaya başlamadan önce başkalarıyla ticarî ortaklığa girdiğini gösteren sonraki olaylar ile te'yid edilmiştir. Kureyş'in bir ferdi olarak O'nun da geçimi için kabilesinin diğer fertleri gibi aynı mesleği, yani ticareti benimsemesi gâyet doğaldı. Kendi adına ticaret yapacak sermayeye sahip olmamasına karşılık, kendi sermayelerini işletemeyecek olan, fakat dürüst insanlarla ortaklık yapmak isteyen sermaye sahibi birçok zengin, dul ve yetime ait büyük bir sermaye birikimi bulunuyordu. Dolayısıyla Hz. Muhammed (s.a.s.) için sâbit bir maaş karşılığı veya kâr ortaklığı yoluyla iş hayatına girmesi yönünde birçok imkânlar vardı. Hz. Hadice, Mekke'de temsilcileri vâsıtasıyla iş yapan zengin hanımlardan biriydi. Muhammed (s.a.s.) çocukluğundan beri çalışkan ve dürüstlüğü sebebiyle halk arasında "el-Emîn" (güvenilir) ve "Sâdık" (doğru) isimleriyle tanınırdı. Böylece O'nu güvenilir ve kâr getirici bir ortak olarak gören Hadîce de bazen ücretle, bazen de kârdan pay vererek Hz. Muhammed (s.a.s.)'i birçok defalar kuzeydeki ve güneydeki değişik pazarlara, ticarî seferlere göndermişti.
Hz. Peygamber onun sermayesiyle pek çok ticarî sefere çıktı. Bunlardan biri çok meşhurdur ki; bu seferin sonunda Hadice O'na hizmetkârı vâsıtasıyla evlenme teklifinde bulunmuştu. Bu sefer, Suriye'de Busra'ya yapılmıştı. Bu geziye çıktığında yaşı 25 civarında idi. Hz. Hadice ile Suriye seferi için anlaşmasından önce Hz. Peygamber'in tâcirliği ve dürüstlüğü ile, özel olarak ticarî piyasada, genel olarak da Kureyş'te büyük bir isim yaptığı anlaşılmaktadır. Yaptığı ticaretin çoğunluğunu Yemen'e yaptığı ve bu gâye ile oradaki ticarî merkez ve ticarî fuarlara çok sayıda katıldığı bilinmektedir. Hz. Hadice için buralara dört sefer yapmıştır. Hz. Peygamber'in Arap yarımadasının doğu kısmında yer alan Bahreyn'e de birkaç sefer yaptığı bilinmektedir.
Özetle ifade edebiliriz ki; Hz. Peygamber, ticarî işlere oldukça genç bir yaşta, muhtemelen 17-18 yaşlarında başlamıştır. Herhangi bir dürüst ve kendisine saygısı olan kişi gibi, maddî açıdan zengin sayılamayacak durumda olan amcasına daha fazla yük olmaktan hoşlanmamış ve ticarete atılmıştır. Bu sebeplerle de komşu ülkele, özellikle Yemen, Bahreyn ve Suriye şehir ve kasabalarına ve muhtemelen Habeşistan'a gitmiştir. Muhakkak ki O, hayatını helâl yoldan kazanma arayışı içinde çok gayret sarfetmiştir. İş hayatına, bir sermaye sahibi birinin ortağı olarak veya belirli bir ücret karşılığında çalışan bir kişi olarak başlamış olmalıdır. Daha sonra, bu sahada kazandığı tecrübelerle ve doğruluğunun, dürüstlüğünün çevreye yayılması üzerine yukarıda sözü edilen Hz. Hadice'nin O'nu birçok kere maaş karşılığı ticaret için çeşitli yerlere göndermesi ve sonra aynı amaçla büyük bir meblâğla Suriye'ye göndermesi olayında olduğu gibi, kendisine diğer insanların sermayesi ile iş yapması teklif edildi.
Bu olaylar, O'nun çocukluğunda küçük bir ücret karşılığında Mekke halkının koyunlarına çobanlık yaptığını öğrendiğimizde (Buhârî, İcâre 2; Muvattâ, 18 -2, 971-; İbn Mâce, Ticârât 5, hadis no: 2149) daha bir gerçeklik kazanıyor. Hz. Peygamber, büyürken, gençliğinin ilk dönemlerinde ticarî hayatına muhtemelen sâbit ücretler karşılığında başlamıştı. Daha sonraları bu tarz ticareti, Yemen pazarlarına düzenlediği her seferin sonunda aldığı bir deve karşılığında Hz. Hadice için birkaç defa yapmıştı. Bu sebeplerden dolayı Peygamberimiz, hayatının gençlik dönemlerinde sâbit ücret karşılığında Hz. Hadice de dâhil, Mekke'nin farklı zengin insanlar için ticaret yapıyor görmemiz gâyet normaldir.
Günün birinde genç Hz. Muhammed (s.a.s.), birisyle ticarî bir anlaşma yaparken, aralarında bir problem çıktı; bunun üzerine karşısındaki O'ndan iddiâsını ispatlaması için "Lât ve Uzzâ" putları üzerine yemin etmesini istedi. Bunun üzerine O "hiçbir zaman bunu yapmadım. Yolum o heykellerin yakınlarından geçse, kasden onlardan kaçınıyor ve değişik bir yol tutuyorum" buyurdu. O'nun tavrından oldukça etkilenen adam "Sen doğru ve âdil birisin. Söylediklerin de hakikattir. Allah için, sen, bilginlerimizin ve kitaplarımızın sözünü ettiği kişisin" dedi (İbn Sa'd, c. 1, s. 130).
Tarihî kayıtlarda O'nun Said bin Ali Saib ile ortak ticaret yaptığından söz edilir. Mekke'nin fethinden sonra Saib O'nu ziyârete geldiğinde ashâb onun iyiliğinden söz edince Peygamberimiz (s.a.s.), onu herkesten daha iyi tanıdığını ifâde etti. Onu sevgiyle karşılayarak "gel, gel, hoş geldin kardeşim ve benimle hiçbir zaman tartışmayan ticaret ortağım!" buyurdu. Saib de gençliğinde Peygamberimiz'le ortaklık yaptığını ve O'nun ticaret hesaplarını her zaman dürüstçe tuttuğunu anlattı.
Hz. Muhammed (s.a.s.)'in Hz. Hadice ile evlenmeden önce, Suriye ve Yemen'de çeşitli yerlere Hz. Hadice adına seferlere çıktığı konusunda hiçbir şüphe yoktur. Bununla beraber, maîşetini temin için benzeri ticarî gezilere defalarca çıktığı muhtemeldir. Zaten O'nun gibi dürüst bir genç adamın, vaktini amcasının yanında boş geçirdiğini düşünmek imkânsızdır. Çok küçük yaşlarda iken bile amcasının omuzundaki geçim yükünün birazını almak için Kurey'te çobanlık yaptığı bilinmektedir. 25 yaşına gelineceye kadar yaşlı amcasına bir yük olarak işsiz-güçsüz gezdiğini nasıl umabiliriz? O'nun karakteri ve ahlâkı da göz önüne alındığında, tüm deliller, en meşhurları Said bin Ali Saib ve Kays bin Saib olmak üzere birçok kişilerle ortak olarak veya kendi adına çeşitli ticarî faâliyetlerde bulunduğunu göstermektedir. Yine eldeki kaynaklar bu amaçla Hz. Hadice kendisini ticarî işleri için seçmeden önce Yemen'e ve kasabalarının pazarlarına birkaç sefer yaptığını göstermektedir. Peygamberimiz'in mizacında genç bir adamın gençliğinde bu tarz ticarî işlere girmiş olması gâyet mâkul ve olağandır.
Hz. Muhammed (s.a.s.) gibi bir insanın, gençliğinde ve hatta oldukça erişkin bir yaşta maîşeti için başkalarına bağılmı bir hayat sürmesi hiçbir zaman ileri sürülemez. Peygamberimiz'in Hz. Hadîce ile anlaşma yapmadan ve Ebû Tâlib'in konuşması ve isteği vuku bulmadan önce en azından Yemen'e birkaç ticarî sefer yapmış olması kuvvetle muhtemeldir. Bahreyn'e yaptığı birkaç sefer, Abdul Kays heyetinin liderine "Sizin topraklarınızı ayaklarımla çiğnedim" buyurması ile kendi ağzından te'yid edilmiştir. Bu ifâde, Peygamberimiz'in ticarî amaçlarla Bahreyn'e birkaç kez gittiğini açıkça göstermektedir.
Evlilik Sonrasında Ticârî Meşgaleleri: Hz. Muhammed (s.a.s.), Hz. Hadîce ile evlendikten sonra, bu kez işin idârecisi ve hanımının ortağı olarak ticarete eskisi gibi devam etti. Buna bağlı olarak komşu ülkelerin ve ülkesinin çeşitli ticarî merkezlerine ve panayırlarına pek çok kereler yolculuk yaptığı kesinlik kazanmaktadır. Evlendiği 25 yaşından itibaren peygamberlik görevi kendisine tevdî edilinceye, yani 40 yaşına kadar Arap yarımadasının değişik bölgelerine ve Yemen, Bahreyn, Irak, Suriye gibi sınır komşusu ülkelere ticarî seferlere gitti; yani bugünkü tâbirle ithâlat ve ihrâcat işiyle meşgul oldu.
Otuz yaşlarının sonuna doğru, daha çok tefekküre vakit ayırdığı bir gerçektir. Bunun için Hira dağında (Cebel-i Nûr) günler, haftalar geçirmiştir. Ancak daha önceki dönemlerinde otuzlu yaşlarının ortasına kadar normal bir ticaret adamı gibi çalışmıştı. Evlendikten sonra yaptığı üç ticarî gezisi tesbit edilmiştir. Bunlar sırasıyla Yemen, Necd ve Necran'adır. Bunun yanında O'nun hac mevsiminde Ukaz ve Zü'l-Mecaz panayırı (ticarî fuarları) zamanında yoğun ticarî faâliyetlerde bulunduğu bilinmektedir. Diğer zamanlarda da Mekke çarşısında toptancılık işiyle uğraştığı rivâyet edilmektedir.
Alış-verişleri: O'nun peygamberlik öncesinde ve sonrasında hem Mekke ve hem de Medine'deki ticarî muâmeleleri hakkında geniş mâlûmât vardır. rivâyetlerde alımlarından bahsedildiği gibi satış işlerine de yer verilmiştir. Peygamberliğin gelişi ile Hicretin vukuuna kadar satımdan çok alım akdi yaptığı bilinir. Medine'ye hicretinden sonra ise satış muâmeleleri oldukça az olup bunlardan sadece üç tanesine hadis metinlerinde yer verilmiştir. Alışlarına ise hayli fazla diyebileceğimiz örnekler verilir.
Hz. Peygamber, hicretten sonra bazen vekil aracılığıyla, bazen de kendisi başkalarına vekâleten ticaret yapmıştır. Ama iş hayatının çoğunda kendisi vekiller kullanmıştır. Rehin karşılığında veya rehinsiz borç alır, peşin veya borçla mal alırdı. Ölen insanların borçlarının ödenmesine de kefil olurdu. Gelirinden sadaka/zekât verdiği bir miktar toprağı vardı. Peygamberlik gelmeden önce birçok ticarî iş yaptığı halde, İlâhî mesajın kendisine tevdî edilmesinden sonra bu işler devamlı azalma çizgisi göstermiştir. Medine'ye hicretinden sonra çok az satış yaparken, birçok alım yapmıştır. Hicretten sonra birçok kişiden borç almıştı. Ama çok cömert bir borçlu idi; zira iyi niyet ve teşekkür belirtisi olarak her zaman borcundan fazlasını geri öderdi ve ayrıca o kişiye; "Allah evini ve servetini korusun. Borç için hediye, Allah rızâsı ve borcun geri alınmasıdır" şeklinde duâ ederdi (Zâdu'l-Meâd)
Bir defasında birisinden kırk sâ'/ölçek borç almıştı. Adam daha sonra muhtaç duruma düşünce Rasûlullah (s.a.s.)'a gelerek alacağını istedi. Adam bir şey söyleyecekken Rasûlullah (s.a.s.): "İyilikten başka hiçbir şey söyleme; çünkü borcunu ödeme bakımından ben borçluların en iyisiyim" diyerek kırk sâ' borcuna karşılık, kırk sâ' da onun iyi niyetine teşekkür şeklinde bir jest olarak seksen sâ' ödemiştir. Yine bir gün bir deve satın almıştı. Devenin sahibi sonradan gelerek, çok kaba sözlerle parasını isteyince, ashâb hemen onu yakaladı. Fakat Hz. Peygamber: "Onu bırakın. Bir hakkın sahibinin (yani alacaklının) konuşmaya hakkı vardır" buyurdu ve borç aldığı deveden daha değerli bir deve verdi. Adam: "Bana borcunu tam ödedin, Allah da sana ödesin" dedi. Bunun üzerine Allah'ın Rasûlü: "En hayırlınız, borcunu en iyi ödeyendir." Buyurdu. (Buhârî, İstikrâz 4,6, 7, 13; Müslim, Müsâkat 118-122, hadis no: 1600, 1601). Bir seferinde ise aldığı malın karşılığın ödeyecek parası yoktu. Sonra o malı satarak kârını Benî Muttalib'in dullarına harcadı ve "bundan sonra karşılığını ödeyecek param oluncaya kadar hiçbir şey satın almayacağım" (Ahmed bin Hanbel, I/235, 323; Ebû Dâvud) buyurdu. Başka bir gün, bir alacaklısı oldukça sert sözlerle alacağını isteyince Hz. Ömer onun üzerine yürüdü. Peygamberimiz (s.a.s.): "Ey Ömer, dur! Benden borcumu ödememi, ondan da sabırlı olmasını istemen daha doğru olur" buyurdu (Zâdu'l-Meâd).
Ticaretinin Prensipleri: Ö'nun ticareti diğer insanlarınkinden farklıydı. O, sadece hayatını kazanmak, yani geçimini helâl yoldan sürdürmek istiyor; zenginlik ve servet biriktirmek gibi arzular peşinde koşmuyordu. Çünkü bu ticarî işler, o devirde dürüst para kazanılabilecek ender işlerdendi. Kazandıkları ancak hayatını idâme ettirmesine yeterli oluyordu. Ancak, ne olursa olsun, her yaptığı işi en mükemmel bir şekilde ve "el-Emîn" ve "Sâdık" vasıflarına uygun şekilde yapıyordu.
Peygamberimiz, iş hayatını gâyet âdil ve dürüst olarak sürdürdü. Alışveriş yaptığı hiçbir kimsenin şikâyetine meydan vermedi. Her zaman sözünü tutar, müşterilerine söz verdiği nitelikteki malı tam zamanında teslim ederdi. Henüz çok genç yaşlarda dürüst ve doğru sözlü bir tâcir olduğu şeklindeki ünü her tarafa yayılmıştı. Diğer insanlarla olan ilişkilerinde daima büyük bir sorumluluk ve dürüstlük anlayışına sahip olmuştur. O, yalnızca hakkaniyet ve dürüstlük esaslarına dayalı bir ticaret yapmakla kalmadı, doğru ve âdil ticarî muâmeleler konusundaki temel ilkeleri de vaz' etti. İlişkilerindeki dürüstlük, adâlet ve doğruluk bütün tüccar ve işadamları için takip edecekleri ebedî kurallar haline geldi. Ticarete ilk atıldığı zamandan beri, diğer insanlarla olan işlerinde daima sorumluluk ve dürüstlük göstermiştir. Bu konuda kendisi ile ticaret yapmış insanların çeşitli nakilleri bulunmaktadır: Abdullah bin Hamza, O'nunla bir alışverişe başladığını, fakat daha ayrıntıları belirlemeden âcil bir işinin çıkmasıyla hemen ayrılmak zorunda kaldığını anlatmaktadır. Geri dönmeye söz verdiği halde unuttuğu için, ancak üç gün sonra hatırlayarak oraya koşmuş ve Hz. Muhammed (s.a.s.)'in orada üç gün boyunca beklediğini belirtmekten başka hiçbir şey söylemediğini belirtmiştir. O'nun cömertliği ve âdil kişiliği sadece kendi çağındakilere değil; kendinden sonra gelen bütün insanlara da ticarî münâsebetler için temel prensipler olarak kabul görmüştür.
Hz. Peygamberimiz, ticaret yaptığı insanlara karşı çok nâzikti ve ashâbının da öyle davranmasını isterdi. Âllah'ın Rasûlü, peygamberliğinden önce de sonra da ticarî işlerinde devamlı dürüst olduğu gibi; ashâbına da aynı şekilde davranmalarını tavsiye etmişti. Medine'de devletin başına geçince ticarî sahadaki bütün sahtekârlık, fâiz, şüphe, belirsizlik, haksız kazanç, sömürü, karaborsa gibi unsurları çıkarıp atmıştır. Ağırlık ve uzunluk ölçülerini standartlara bağlayarak insanların, güvenilirliği şüpheli ağırlık ve uzunluk birimlerini kullanmasını yasaklamıştır.
Maîşet Temini Açısından Ticâretin Önemi: İslâm'da rızık temin etmenin en faziletli yolu cihad'tan (ganimetten) sonra ticarettir. Sonra ziraat ve sonra da zanaattır. Bütün bu rızık temin etme yollarında alış-veriş işlemi sözkonusu olmaktadır.
İnsanlara hizmet anlayışıyla yapılan bu mânâdaki ticareti İslâm hem meşrû hem de makbûl saymıştır. Ticaret hakkında Allah'u Teâlâ şöyle buyurur: "Allah, ticareti helâl, ribâyı da haram kıldı." (2/Bakara, 275). Devrinin en güvenilir tâciri olan Peygamberimiz de bu konuda şöyle der: "Güvenilir, doğru ve müslüman tâcir, kıyamet günü şehidlerle beraberdir." (İbn-i Mâce, Ticârât, 1). Hadîs-i Şerîfi de dürüst ticaretin sahibine ne kadar sevap kazandıracağını belirtmektedir.
İslâm'a göre ticaret; değerli olan bir malı, değerli olan bir diğer mal veya para karşılığında değiştirmektir. Dinimizin ticarette gözettiği gaye, her ne pahasına olursa olsun kazanmak değil, insanlara, ihtiyaçları olan faydalı eşyayı temin ederek hizmette bulunmak, bu vesîle ile de normal, meşrû bir kazanç sağlamaktır. Meşrû bir ticarette şu özellikler bulunmalıdır: 1) Alan ve satanın rızâsı, 2) Karşılıklı iyi niyet ve dürüstlük, 3) Ticaretin, taraflardan birine veya başkalarına zarar vermemesi.
Ticarette bulunması gereken bu vasıfları Kur'an şöyle zikreder; "Ey îman edenler! birbirinizin mallarını haksızlıkla değil, karşılıklı rıza ile yapılan ticaretle yeyin, (haram ile) nefsinizi mahvetmeyin. Allah şüphesiz size merhamet eder. Bunu, kim aşırı giderek haksızlıkla yaparsa onu ateşe sokacağız. Bu, Allah'a kolaydır." (4/Nisâ, 29-30).
Hz. Muhammed (s.a.s.) Peygamber olduğu zaman Hicaz'da Arapların çoğu ticaretle uğraşıyordu. Peygamber (s.a.s.) vahiy gereği olarak düzenleyici bazı hükümler getirerek dürüst bir piyasanın teşekkülünü sağladı. Peygamberimiz, kendisi örnek bir tüccar olduğu gibi, ashâbına ve tüm müslümanlara ticaretle ilgili çeşitli tavsiye ve emirlerde de bulunmuştu. İşte onlardan bazıları:
"Ticarette çok yemin etmekten sakının. Çünkü yemin sürümü artırır, fakat bereketi yok eder." (Müslim, Müsâkat, 27).
"Allah'ın rahmeti, satarken, alırken ve iddiâ ederken yumuşak olan kimseyedir." (Buhârî) buyurmuştur. Yine Buhârî'nin rivâyet ettiği bir hadiste şöyle buyrulur: "Alışverişte yemin, malın sürümünü arttırsa bile, hakikatte kazancın bereketini giderir." (Müslim, Müsâkat, 131, 133, İman 117; Buhârî, Büyû' 26)
Ebû Zer'den rivâyet edildiği üzere Rasûlullah (s.a.s.): "Üç sınıf vardır ki kıyâmet gününde Allah Teâlâ bunlara iltifat buyurmaz, yüzlerine bakmaz, onları temize çıkarmaz; onlar için can yakıcı bir azâp vardır" buyurdu. Peygamberimiz, hüsrânda kalanlardan birinin, "malını yalan yere yemin ederek satan" olduğunu belirtmiştir (Müslim). Yine Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Sizden önce bir adam vardı. Bir melek onun ruhunu almaya geldi. Melek ona; 'hayatında hiç iyilik edip etmediğini' sordu. O da bilmediğini söyledi. Düşünmesi söylendiğinde, ihtiyacı olanlara borç verdiğini, zenginlere ödemeleri için zaman tanıdığını, fakirlerin borcunu ise affettiğini söyledi. Bunu üzerine Cennete götürüldü." (Buhârî, Büyû' 18, Enbiyâ 50; Müslim, Müsâkat 31, hadis no: 1562; Nesâî, Büyû' 104). Bir diğer hadiste de şöyle buyrulur: "Dürüst ve güvenilir tâcir peygamberler, sıddâklar ve şehidlerle beraberdir." (İbn Mâce, Ticârât 1) "Kıyâmet gününde tüccarlar kötüler olarak dirilecektir; Allah'tan korkanlar, dürüstler ve hakikati konuşanlar hâriç" (Tirmizî, İbn Mâce, Dârimî)
Allah, Helâl Rızık İçin Çalışanları Sever: Allah Rasûlü (s.a.s.) şöyle buyurur: “Allah elinden iş gelen sanatkâr mü’min kulu sever” (Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, II/290). Evet, böyle. Zira, başka türlü demesi mümkün değildir. Çünkü Allah Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurur: “De ki: İstediğinizi işleyin; Allah, peygamber ve mü’minler işlediklerinizi görecektir” (9/Tevbe, 105). Yani bir kısım kriterlerle, kıstaslarla, işlediğiniz şeyler değerlendirmeye tâbi tutulacaktır. Mahşerde yapılan bütün işler sergilenecek ve herkes gelip, "buna bir iş denir mi denmez mi?" diye teftiş mâhiyetinde bakacaktır. İşte insanlar, bu mülâhaza ile amel etmeli, çalışmalıdır. Bir hadis-i şerifte de şöyle buyrulur: “İş yaptığınız zaman, Allah o işte itkan etmenizi yani sağlam, ârızasız ve kusursuz yapmanızı sever.” (Kenzu’l-Ummâl, III/907). Söz konusu ettiğimiz âyet (9/Tevbe, 105), ilme teşvik prensipleri adına üzerinde durulması gereken mûcizelerdendir. Allah Rasûlünden benzer bir teşvik ise şöyledir: “Allah sanatkâr, mü’min kulu sever.” "Şüphesiz Allah, güzeldir, güzeli/güzel işi sever." (Müslim, İman, I/93; İbn Mâce, Duâ 10) "Şüphesiz Allah, her şeyde ihsânı/iyilik ve güzelliği yazmıştır (farz kılmıştır)..." (Müslim, Sayd ve'z-Zebh 57; Ebû Dâvud, Edâhî 12). "Kendinize göre makbul bir iş yapınız. Sırf başkalarına reKâbet olsun diye yapmayınız..." (Tirmizî, Birr 63) "Kovandaki suyu, isteyenin kabına boşaltmak ve mü'min kardeşine güler yüzle konuşmak gibi de olsa, iyi, güzel ve doğru hiçbir sözü, işi ve davranışı küçümseme (yapabilirsen hiç durma, yap)!" (Ebû Dâvud, Libas)
Evet, Allah, şeriate uygun ve meşrû dairede çalışan, didinen, yorulan ve kazananları sever. Hz. Peygamber'in dünyasında ve O’nun amel ve aksiyon anlayışı içinde çalışma, amellerin en faziletlisi ve Allah sevgisine en çabuk ulaştıranıdır. O asla, “râhipler gibi kiliselere kapanın, evlenmeyi terkedin, yemeyi içmeyi bırakın, dünyayı boş verin, tâ Allah’a vâsıl olasınız...” dememiştir. Allah Rasûlü, insanlardaki evlenme ve hemcinsine alâka duyma duygusunu güdükleştirmemiş, saptırmamış, hapsetmemiş dolayısıyla da depresyonlara sebebiyet verecek yollara girmemiştir. O, bu duyguyu, olumluya,, meşrûya kanalize etmiş ve bu noktada dahi, Ümmet-i Muhammed’i, Allah’ın rızâsına ve hoşnutluğuna ulaştıracak yollar göstermiştir. O’nun terbiyesi; fıtratı, karakteri yönlendirme ve ona yaratılış gâyesine uygun hedefler bulma istikametinde olmuştur.
Ticaret, Ziraat ve Cihad: İşleri dengeleme mevzunda da O’nun eşi menendi yoktur. Bir hadis-i şeriflerinde O şöyle buyurur: “Siz kendinizi îne alışverişine saldığınız; sadece ziraatle iktifa ettiğiniz; sığırlarınızın ardına takılıp gittiğiniz (yani sadece hayvancılıkla uğraştığınız) ve cihadı terkettiğiniz zaman, Allah sizin başınıza öyle bir mezellet indirir ki tekrar dininize dönmedikçe de bu mezelletten kurtulamazsınız.” (Ebû Dâvud, Büyû’ 54; Ahmed bin Hanbel, II/84) buyurmaktadır. Îne alış verişi: Bir şahsın, diğer bir şahıstan veresiye bir şey satın alıp, sonra da aynı adama onu çok daha ucuza satması şeklinde ta’rif edilmiştir ki, birçok tarifinden sadece bunu vermek yeterli olur. Bu, ister kapalı bir fâiz sayılsın, ister başka bir spekülasyon, Rasûlullah'a göre sakıncalıdır. Bu hadisin bize anlattığı, işaret ettiği hususları ancak, sanayî devrimi ve sanayî hareketlerinden sonra anlayabildik. Onu da doğru anlayabildiysek. Cihadı, zâten unutmuştuk; sanayî derken ziraat ve hayvancılığı da ihmal ettik ve kendimizi bir başka dengesizliğin uçurumunda bulduk.
Oysa ki, yapılacak şeyi, hem de 14 asır evvel Allah Rasûlü haber veriyordu. Ve O, her meselede olduğu gibi, bu meselede de fevkalâde dengeliydi. Elbette ki, ziraat ve hayvancılık olacaktır. Nitekim bu tür çalışmaları teşvik eden hadis-i şerifler de vardır. Ancak, bütün himmet ve gayreti bunlara ayırmak; işte doğru olmayan budur. Şehir hayatına karışmadan, bir dağa çekilip, kendi ibâdet anlayışı ve duygularıyla baş başa kalmayı arzulayan insandan tutun da, teşebbüs gücünden mahrum ziraatçı ve hayvancıya kadar şümûlü olan bu ifade, bize önemli bir iktisat ve ekonomi dersi vermektedir. Ayrıca, dünya ölçüsünde yerinizi almak için, gerekli caydırıcı gücü elde tutmadığınız, cihadı terkettiğiniz veya cihadı terkedip de, devlet oluşturamadığınız, gücünüzü ve dünyadaki değerinizi kaybettiğiniz zaman Allah, size altından kalkamayacağınız bir mezellet/rezillik musallat edeceğini, mağlûbiyetler, esâretler, tahakkümler altında kalıp ezileceğinizi de hatırlatmaktadır ki, bu durum, yeniden dine dönüp, İslâm’ı hayata hâkim kılacağınız âna kadar da devam edecektir. Allah Rasulü, nasıl ki, istidat ve kabiliyetleri sınırlamamış, aynı şekilde bedenî güç ve kuvvetleri de hakir görmemiştir. Görmemiş ve aksine şöyle buyurmuştur: “Kuvvetli bir mü’min, (beden sıhhatine sahip olan bir mü’min) Allah indinde zayıf mü’minden daha hayırlı ve sevimlidir.” (Müslim, Kader 34; İbn Mâce, Mukaddime 10; Ahmed bin Hanbel, III/366). Allah indinde sevimli olmak isteyenler, kalp sıhhatiyle beraber beden sıhhatine, cisim sağlıyıla beraber ruh sağlığına da sahip olmalıdır. Görülüyor ki, Allah Rasûlü, “Zayıflayacaksınız, perhize girecek, bedenî güç ve kuvvetinizi kıracaksınız ki Allah indinde makbul olasınız...” demiyor. Tam tersine; ruhbanlığa, keşişliğe ve papazlığa karşı realiteyi, fıtrî ve tabiî olmayı öne çıkarıyor ve meselelere, tabiatı içinde bir mecra araştırıyor; ve bizi o istikamete kanalize ediyor. (F. Gülen, Sonsuz Nur, c. 1, s. 385)
En Hayırlı Kazanç; Kendi Eliyle Çalışıp Kazanma: Peygamberimiz (s.a.s.), çocukluğundan başlayarak dürüst bir şekilde çok çalışmakla hayatını kazanmış, güzel ve nezih bir hayatın temel esaslarını koymuştur. "Hiçbir kimse, kendi elinin emeğiyle kazandığından daha hayırlısını yememiştir. Allah'ın peygamberi Dâvud (a.s.) da elinin emeğini yerdi" (Buhârî, Büyû' 15) buyurmuştur. Hz. Âişe (r.a.)'den rivâyetle Peygmaber (s.a.s.): "En güzel şeyler, yediğinizin en temizi kendi çalışıp kazandığınızdan geldiği gibi, çocuklarınız da bundan gelir." (Ebû Dâvud, Büyû' 79; Tirmizî, Ahkâm 22; Nesâî, Büyû' 1; İbn Mâce, Ticâret 1) buyurmuştur. En güzel kazancın ne olduğu sorulduğunda; "Helâl yoldan olan ve kişinin kendi eliyle kazandığıdır" (Ahmed bin Hanbel, Müsned) diye cevap vermiştir. Beyhakî'nin rivâyet ettiğine göre, "Farz olan birçok vazife gibi, helâl yoldan maîşetini temin etmek de bir farzdır."
Başkasına Yük Olmadan Yaşamak; Helâl Maîşet Temini: Cenâb-ı Hak, "Yeryüzünü size boyun eğdiren (ondan yararlanmanız için size itâat ettiren) Allah Teâlâ'dır. O halde yeryüzünün sırtlarında (dağlarında tepelerinde ve ovalarında) dolaşın da Allah'ın size verdiği rızıklardan yararlanın." (67/Mülk, 15). buyurmuştur. Yeryüzünde dolaşmaktan maksat insanlara faydalı olan nîmetlerin ortaya çıkarılmasını sağlamak ve bunun için araştırma yapmaktır. Cenâb-ı Allah yeryüzünü insanlar için rızık sağlama yeri kılmıştır. Abdullah b. Mes'ud (r.a.)'tan rivâyetedilen bir hadîste Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuşlardır: "Rızık sağlamak gayesiyle çalışmak her müslüman üzerine farzdır. " Buna göre müslümanlar helâl ve haramlara dikkat ederek kendilerinin ve aile ferdlerinin rızıklarını sağlamak zorundadırlar. Ancak bu rızkı sağlamak için çalışıldığında mutlaka Allah'ın rızası ve O'nun koyduğu sınırlar gözetilmelidir. Hz. Ebû Bekr'in: "Haram ile beslenen bir vücûda ancak Cehennem ateşi yakışır." sözü müslümanın rızık temini ve alış-veriş anlayışını en güzel bir şekilde belirtmektedir. Ashâbın helâl alışveriş yapmak ve haramlardan uzak durmak için şüpheli olan hususları bile terk ettiklerini biliyoruz.
Aynı şekilde İslâm, çalışıp kazanabilme gücüne sahip olan bir kimsenin dilenmesini yasaklamıştır. Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır: "Allah'a yemin ederim ki sizden birinizin, ipini alıp da, dağdan bir bağ odunu taşıyıp getirmesi ve bu odunu satıp onunla ailesinin ve kendisinin geçimini sağlaması, başka birinden istemesinden çok hayırlıdır. Kim bilir yardım istediğiniz kimse ya verir minnetine girersin, yahut vermez zilletini çekersin. " (Buhârî Musâkât, 13, Zekât, 50, Buyû', 15; İbn Mâce, Zekat, 25; İbn Hanbel, I, 167)". Buna göre, çalışmaya gücü yeten kimsenin dilenmesi meşrû değildir.
Maîşet Temini İçin Peygamberimiz Çobanlık da Yapmıştır: "Allah hiçbir peygamber göndermedi ki, koyun çobanlığı yapmamış olsun." "Sen de mi, Ey Allah'ın Rasûlü?" diye sordular. "Evet, ben de bir miktar kırat mukabili Mekke ehline koyun güttüm." (Buhârî, İcâre 2; Muvattâ, 18 -2, 971-; İbn Mâce, Ticârât 5, hadis no: 2149). Nesâî'nin bir rivâyetinde şöyle denir: "Koyun sahipleri ile deve sahipleri övünmüşlerdi. Rasûlullah (s.a.s.): "Hz. Mûsâkoyun çobanı olduğu halde pegamber oldu. Hz. Dâvud koyun çobanı olduğu halde peygamber oldu. Ben de ehlimin koyunlarını Ciyâd'da güderken peygamber oldum" dedi.
Peygamberlerin çobanlıktan geçmelerindeki hikmeti âlimler şöyle açıklamışlardı: "Peygamberler koyunları güderek, yürütülmesi boyunlarına yüklenen ümmetlerinin işleri hususunda tecrübe sahibi olmuşlardır. Zîra koyunlarla haşır neşir olma sonunda onlarda hilm ve şefkat duyguları gelişir. Çünkü onlar, koyunları gütmeye ve mer'ada dağılmalarından sonra toplamaya, bir otlaktan diğer bir otlağa nakletmeye, hayvanların vahşi hayvan ve hırsız nev'inden düşmanlarını defetmeye sabrettiler. Hayvanların tabiatlarındaki farklılıkları, zayıflıklarına ve muâhedeye olan ihtiyaçlarına rağmen aralarındaki şiddetli iftirakları görüp tecrübe edinirler. Bu durumdan ümmete karşı sabretmeye ülfet kazanırlar ve ayrıca ümmetin tabiatlarındaki değişiklikleri, akıllarındaki farklılıkları anlarlar. Böylece ümmetin yarasını sarar, zayıflarına merhamet eder, onlarla daha iyi geçinir. Bu davranışların vereceği meşakkatlere çobanlıktan gelenlerin tahammülleri, bu işlere birden bire girenlerden daha kolay olur. Koyun güdünce bu hususlar tedricen kazanılır. Bu tecrübe işinde koyun üzerinde durulmuştur. Çünkü koyun diğerlerinden daha zayıf, bunların dağılmaları da deve ve sığırda daha fazladır. Çünkü deve ve sığırın bağlama imkânı vardır. Adeten koyun kırda bağlanmaz. Ayrıca, koyun daha çok dağılsa da, emirlere uyması diğerlerinden daha çabuk olur."
Yaşadığı Sâde Hayat ve İsraftan Kaçınması: Rasûlullah (s.a.s.) çok sade bir insadı, tüm hayatı sadelik içinde ve hem kendi yaşayışı ve hem de ailesinin geçiminde en küçük israf tavrı göstermeden geçmiştir. Gençliğinde olduğu gibi, hicretten sonra, yani devlet başkanı ve halkın tartışmasız lideri olduğu zaman bile, ne verilirse yer, kalın ve kaba (ucuz) elbiseler giyerdi. Onun ne sarayı, ne tahtı/koltuğu, ne lüks ve israf içinde yaşayışı vardı. Tek başına veya bir meclisteyken tereddüt etmeksizin yere, toprağa veya hasır üstüne otururdu. Kuru ekmek yemiş, günler boyu sadece kuru ekmek yemiş, günlerce yalnız hurma ile idare etmiştir. Sade kıyafetler giyer, gösterişten hoşlanmazdı. Böyle bir hayatı yaşarken, devletin tüm hazineleri (Beytu'l-Mal) O'nun elinde ve emrinde bulunuyordu. O, toplumunun en fakir bir üyesinin hayat standartlarına göre yaşamayı sürdürüyordu.
Kendisi sade hayatı sevdiği gibi, ailesinin de sade bir hayat sürmesini ve gösterişli hayattan kaçınmalarını isterdi. Kadınlar için altın gümüş gibi ziynete izin verilmiş olmasına rağmen, kendi hanımlarının bunları takmasından hoşlanmazdı. Hanımlarının diğer kadınlara, takı ve altınlarıyla örnek olmasını değil, takvâsıyla örnek olmasını isterdi. Zaten toplumda dar gelirlilerin isyanı, zenginlerin halkın göreceği şekilde israf ve lüks içinde bir hayat sürmesi ve kendilerini onlarla karşılaştırmaları sebebiyle olur. Bir gün kızı Fâtıma'nın boynunda altın bir kolye görünce: "İnsanların, Rasûlullah'ın kızı boynuna ateş takmış demeleri hoşuna gider mi?" demiştir. Bir defasında da Hz. Âişe'nin kollarında bilezikler görmüş ve şöyle demiştir: "Onların yerine safranla boyanmış darasttan (basit) bilezikler taksan daha iyi olur."
O, daima sade kıyafetler giyerdi. Ancak, Hz. Ömer onun Cuma günlerinde, bayramlarda ve başka ülkelerden heyetleri kabul ettiği zaman gösterişli kıyafetler giymesini isterdi. Buna rağmen Rasûlullah sade giymeyi tercih etti. Bir kere, bir dükkânda ipek bir elbise gören Hz. Ömer, Rasûlullah'tan Cuma namazlarında ve dış heyetleri kabul ederken giymek için onu satın almasını rica etti. Rasûlullah şöyle cevap verdi: "Bunu, âhiretten alacağı bir payı olmayan giysin."
Peygamberimizin yatağı, bazen bir kaba kumaş, bazen hurma yaprağıyla doldurulmuş deri idi. Hanımı Hz. Hafsa'nın anlattığına göre bir gece yumuşatmak için Rasûlullah'ın yatağına dört kat bez koydu. Fakat ertesi sabah, Rasûlullah memnun olmamıştı. İslâm Devletinin Yemen'den Suriye'ye kadar yayıldığı Hicret'in dokuzuncu yılında, bu Devlet'in başkanı ve tek hâkiminin yalnız bir yatağı, bir de su kırbası vardı. Hz. Âişe'nin rivâyet ettiğine göre Rasûlulllah vefat ettiğinde, evde bir miktar arpadan başka yiyecek bir şey yoktu ve para ve kıymetli eşya cinsinden hiçbir şey de miras bırakmamıştı.
Hz. Âişe Vâlidemiz’den rivâyet edilen bir hadis bize şunları anlatır: “Allah Rasulü evinde, herhangi bir insan gibi davranırdı. Kendi elbisesini yamar, ayakkabılarını tâmir eder ve ev işlerinde hanımlarına yardımda bulunurdu” (Tirmizî, Şemâil 78; Ahmed bin Hanbel, 6/256). O, bunları yaptığı sırada, O’nun adı cihanın dört bir yanında anılıyor; herkes O’ndan ve getirdiği dinden bahsediyordu. O zamanını öyle ayarlamıştı ki, bu kadar önemli sorumlulukları arasında, bu gibi işlere de fırsat bulabiliyordu. O, her güzel hasletin zirvesinde oturmaya lâyıktı ve öyle de oldu.
Kâdı Iyâz naklediyor: “Bir gün aklından zoru olan bir kadın geldi, Allah Rasûlü’nün elinden tutarak çekti ve O’na: Gel benim evimdeki şu işimi gör, dedi. Kadın Allah Rasûlü’nün kolundan çekiyor, O da arkasına takılıp gidiyor. Derken, Sahâbi de onların arkasına düşüyor ve Allah Rasûlü gâyet rahat bir şekilde kadının dediği işi görüyor sonra geri dönüyor” (Kadı İyaz, eş-Şifâ, I/131, 133). Bu iş, belki bir ev süpürmek, belki de yıkanmış çamaşırları sıkmaktı. İşin keyfiyeti ne olursa olsun, Allah Rasûlü bu işi yapmıştı. Zira O bir fıtrat insanıydı ve O’nun bu hareketi asla zillet de değildi. Zillet, O’nun rüyâlarına bile girememişti. Nasıl girer ki, O, küfür ve isyan karşısında kükremiş bir aslan gibiydi. O, insanların en şecaatlisiydi. Hz. Ali der ki: “Biz savaş meydanında korktuğumuz zaman Allah Rasûlü’nün arkasına sığınır ve O’nunla korunurduk” (Ahmed bin Hanbel, I/86). Hatta O’nun atmosferi, çevresindekilere emniyet ve güven verirdi. Öyle ise böyle bir insan, bu şekilde bir mahviyet gösteriyorsa, bu sadece O’nun tevâzuundan, sade yaşayışındandır.
Rasûlullah (s.a.s.), büyük bir devletin başkanı ve peygamber olmasına rağmen, mûtedil ve çok sade bir hayat yaşamıştır. Hayatın normal zevklerinin dışına çıkmamış, orta halli ve hatta fakir bir insan gibi çok az bir yiyecek ve giyecekle yetinmiş, normal bir insan gibi evde ve dışarıda çalışmıştır. Özel ve sosyal hayattaki her çeşit lüks ve israftan, aşırılıklardan şiddetle kaçınmıştır. Mekke'de bir tüccar ve Medine'de de devlet başkanı olarak her çeşit imkân varken de bu sadeliğini bozmamış, artan para ve kıymetli eşyayı hep Allah yolunda infak etmiştir.Bütün ömrünce ifrat ve tefritten sakınmış ve özel hayatıyla ashâbına ve tüm insanlığa da en güzel örnek olmuştur.
Rasûlullah (s.a.s.) yemeği az yediği gibi, az uyurdu. Bu durum, tüm hayatı boyunca tartışmasız O'nun özelliği idi. O, ümmetini de bu yönde teşvik ederdi. Özellikle de az yeme ile az uyumanın birlikte sürdürülmesini isterdi. Bu konudaki bir tavsiyesi şöyledir: "İnsanoğlu, karnından dah akötü bir küp (kap) doldurmamıştır. Ona, belini doğrultacak kadar yemesi yeterlidir. Eğer mutlaka karnını doyuracaksa üçte birini yiyeceğe, üçte birini içeceğe, üçte birini de nefes almaya ayırsın." (Tirmizî, Zühd 47, hadis no: 2381; İbn Mâce, Et'ıme 50, hadis no: 3349)
Rasûlullah'ın en hoşuna giden yemek, çok kimse ile birlikte yediği, onlara ikram ettiği yemekti. Âişe annemizin anlattınığına göre, Rasûlullah'ın karnı doyuncaya kadar yediği hiçbir zaman sözkonusu değildir. Eğer yemek verilirse yer; verdikleri yemek ne olursa olsun, onu yer ve verdikleri içecek ne ise içerdi. (Tirmizî, Şerh-i Şemâil, Aliyyu'l-Kari, s. 235)
Kurucusu olduğu Medine İslâm Devletinin devlet başkanı olan Peygamberimiz'in kendisi ve ailesi sadelik içinde yaşar, fakat Allah rızâsı için devamlı infak ederdi. İmkânı olup da, hayatında bir defa olsun "yok" veya "hayır!" dememiştir. Rasûlullah'tan bir şey istenip de O'nun "hayır!" dediği vâki değildir (Müslim, Fezâil 56, hadis no: 2311). Üzerinde ve evinde altın, gümüş para bulundurmaz, olunca hemen fakirlere dağıtırdı. O, geniş imkânlar içinde fakir bir hayat sürer, fakat fakirlere yardımdan geri durmazdı.
Enes (r.a.), diyor ki: "Rasûlullah, yanında hiçbir şeyi ertesi gün için biriktirmezdi." Bir adam Rasûlullah'a gelerek O'ndan birşeyler istedi. Rasûlullah, yanında verecek bir şeyi olmadığı ve isteyeni de boş çevirmemek için, başkasından yarım ölçek borç alıp ona verdi. Alacaklı, yarım ölçek malını istemeye geldiğinde, ona bir ölçek verdi ve: "yarısı borcum için, yarısıı da bağıştır" (Tirmizî, Zühd 37, hadis no: 2363) buyurdu.
İbn Abbas (r.a.) diyor ki, Rasûlullah (s.a.s.), hayır yapmada insanların en cömerdi idi. En cömert olduğu zaman da Ramazan ayı idi. Cebrâil (a.s.) ile bir araya geldiklerinde ise esen rüzgârdan daha cömert olurdu (Müslim, Fezâil 50, hadis no: 2308; Tirmizî, Cihad 14, hadis no: 1687); İbn Mâce, Cihad 9, h. no: 2772).
Enes (r.a.)'den rivâyet edilmiştir: Bir adam Rasûlullah'tan bir şeyler istemiş, Rasûlullah da ona bir vâdi dolusu koyun vermiştir. Bunun üzerine adam kabilesinin yanına dönerek, onlara: "Koşun, müslüman olun! Çünkü Muhammed (s.a.s.), bir kimsenin artık fakirlik çekmeyeceği kadar mal veriyor" dedi. Rasûlullah birden çok kimseye yüzer deve vermiştir. Ebû Süfyan'a üç ayrı defa yüzer deve vermiş, onların kalplerini bu infaklarla İslâm'a ısındırmış, malı Allah yolunda infak etmenin en güzel örneklerini sunmuştur. Rasûlullah'ın peygamber olmadan önceki ahlâkı da böyle idi. Varaka bin Nevfel, bir rivâyette Hz. Hadîce O'na demişti ki: "Sen yükü çekiyorsun, insanlara bulamadıkları şeyi veriyorsun." (Buhârî, Bed'u'l-Vahy)
Allah'ın Rasûlü, o güzel insan, Havâzin kabilesinden alınan altı bin esiri onlara geri vermişti. Yine Abbas (r.a.)'a taşıyamayacağı kadar altın vermişti. Ona doksan bin dirhem gümüş getirilmi, bir hasırın üzerine konulmuştu. Kalkıp onu herkese dağıttı. Hepsini bitirinceye kadar isteyen hiçbir kimseyi geri çevirmedi. Sonra bir adam gelip istedi. Ona: "Yanımda artık hiç kalmadı. Ama git, ihtiyacın olan şeyi benim adıma satın al! Bana bir şey gelince ben parasını öderim" dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer: "Yâ Rasûlallah, Allah seni gücün yetmediği bir şeyle mükellef tutmadı ki, niye böyle yapıyorsun?" diye sordu. Bu söz, Peygamber'in hoşuna gitmedi. Ensârdan bir sahâbî de: "Ver ey Allah'ın Rasûlü! Arzın Sahibi'nin azaltacağından korkma!" dedi. Rasûlullah tebessüm etti ve sevindiği yüzünden belli oluyordu. Buyurdu ki: "Ben, bununla emrolundum." (Müslim, Fezâil 60, hadis no: 2314; Tirmizî, Şemâil; İbn Kesir, el-Bidâye 6/63)
Sehl ibnu Sa'd (r.a.) anlatıyor: "Bir adam, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a uğradı. Efendimiz, yanında bulunan bir zâta: "Şu gelen kimse hakkında reyin nedir?" diye sordu. Adam: "O, halkın eşrâfındandır, bu vallahi bir kıza tâlib olsa hemen evlendirilmeye; birisi lehine şefaate bulunsa, şefaatinin yerine getirilmesine lâyıktır" dedi. Rasûlullah (s.a.s.) sükût buyurdular. Derken az sonra bir adam daha uğradı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yanındakine: "Pekiyi bunun hakkında reyin nedir?" dedi. Adam: "Ey Allah'ın Rasûlü! Bu, müslümanların fakir takımındandır. Vallahi, bu bir kıza tâlib olsa evlendirilmemeye, şefaatte bulunsa itibar edilmemeye, bir şey söylese dinlenilmemeye lâyıktır?" cevabını verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.): "Bu, onun gibilerin bir arz dolusundan daha hayırlıdır?" buyurdu." [Buhârî, Rikâk 16, Nikâh 15, İbnu Mâce, Zühd 5, (4120).]
Ebû Zerr (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) efendimiz buyurdular ki: "Dünyada zâhidlik, helâl olanı haram etmek veya malı ziyân etmekle olmaz. Gerçek zâhidlik, Allah'ın elinde olana, kendi elinde olandan daha çok güvenmen ve bir müsîbete düştüğün zaman getireceği sevabı sebebiyle, onun devamına rağbet göstermendir." (Tirmizî, Zühd 29, hadis no: 2341; İbn Mâce, Zühd 1, hadis no: 4100)
Bu hadis, hakîki zâhidliğin nasıl olduğunu anlatıyor. Buna göre kişinin, helâli haram kılmak, malını mülkünü yüzüstü bırakıp ziyan olmasına seyirci kalmak gibi bir kısım zoraki davranışların zâhidlikle ilgisi olmadığını belirtiyor. O halde gerçek zühd, kişinin Allah'ın rızkı vereceği husûsundaki vaadine güvenmek, ummadığı yerden rızık verdiğine kesin bir îmanla inanmak, Allah'a olan îtimad ve güvenini, elinde tuttuğu akar mal, sanat, mevki ve makam gibi şeylere olan güveninden çok fazla kılmaktır. Çünkü kendi elindekilerin telef olması, bir bir yok olması mümkündür, fakat Allah'ın elinde bulunanlar bâkîdir, ebedîdir. Nitekim âyet-i kerîmede: "Sizde olanlar tükenir ama, Allah katında olanlar sonsuzdur" (16/Nahl 96) buyurulmuştur.
Musîbetle ilgili cümlenin mânasını da Aliyyü'l-Kârî şöyle açıklar: "(Musîbete karşı şikâyetçi, tahammülsüz olma. Bilakis) hâsıl edeceği sevabı düşünerek, yokluğundan ziyâde varlığına rağbet et, devamını iste. İşte bu iki hal, senin gerçekten dünyayı terkedip âhirete yönelmiş olduğuna iki sâdık ve âdil şâhiddir."
Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "(Ey Âişe! Cennette) benimle olman seni mesrur edecekse sana dünyadan bir yolcunun azığı kadarı kifâyet etmelidir. Sakın zenginlerle sohbet arkadaşlığı etme. Bir elbiseye yama vurmadan eskimiş addetme." (Tirmizî, Libâs 38, hadis no: 1781)
Rezîn şunu ilâve etmiştir: "Urve dedi ki: "Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ), bir elbiseyi eskitip yamamadıkça ve içini dışına ters çevirip (bir zamanlar da öyle giyerek iyice eskitmedikçe) yenilemezdi. Bir gün kendisine, Muâviye tarafından gönderilmiş olan seksenbin (dirhem) geldi. Bu paradan, akşama tek dirhem kalmadı (hepsini tasadduk etti). Câriyesi ona: "Bana ondan bir dirhemlik olsun et alsaydın ya!" dedi. Hz. Âişe: "(Para varken) hatırlatmış olsaydın, isteğini yapardım" dedi."
Bu rivâyet, Âl-i Beyt'in yaşayışına ışık tutmaktadır. Dünya ile olan bağlantısını, gölgelenmek üzere bir müddet dibine oturup ondan sonra bırakıp giden yolcunun, güzergahta rastladığı ağaçla olan irtibatına benzeten Hz. Peygamber, zevce-i pâkleri Âişe vâlidemize uhrevî beraberliği daha bir garantileyecek hayat tarzının bir sahnesini tasvir ediyor: "Elbiseyi yamalı olarak giymeden yenilememek."
Âişe vâlidemiz (r. anhâ), sadece yamamakla kalmıyor, renk vs. yönleriyle daha az yıpranıp, yenilik havası taşıyan iç yüzünü dış yüz yaparak, bir müddet öyle giyiyor. Urve (rahimehullah)'nin açıklaması, Hz. Âişe'nin bu davranışının fakirlik veya cimrilikten olmayıp, zahidlikten olduğunu göstermektedir. Umumî Açıklama kısmında temas edildiği üzere gerçek zâhidlik budur. Maddî imkanlar varken dünyaya itibar etmemek... Yüce vâlidemiz bunun örneğini vermiştir.
Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) şöyle duâ ederdi: "Allah'ım, Âl-i Muhammed'in rızkını belini doğrultacak kadar ver.” -Bir diğer rivâyette- "yetecek kadar ver" buyurmuştur." (Buhârî, Rikâk 17; Müslim, Zekât 126, hadis no: 1055; Tirmizî, Zühd 38, hadis no: 2362)
Rasûlullah (s.a.s.) Allah'tan rızk olarak, ölmeyecek kadar istemiştir. Rivâyetlerde bu miktar iki ayrı kelime ile ifâde edilmektedir. Kût ve kefâf. Kût, "ölmeyecek kadar", "belini doğrultmaya yetecek kadar" veya "başkasından istemeye ihtiyaç bırakmayacak kadar yiyecek" diye açıklanmıştır. Kefâf daha önce, Umûmî Açıklama kısmında geniş açıkladığımız üzere, zarûrî ihtiyaçları tam karşılayan, ne fazla ne de noksan olmayan miktar olarak tarif edilebilir.
Âl-i Muhammed tabiri ile, bu hadiste, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in hanımları ile çocukları kastedilmiş olmalıdır. Rasûlullah'ın ve ailesinin asgarî miktarla yetindiklerini te'yîd eden rivâyetler çoktur. Tirmizî'nin "Rasûlullah ve ehlinin maişetleri adında bir babta kaydettiği rivâyetlerden bazıları şöyle:
"Rasûlullah (s.a.s.) ekmek ve etten doyuncaya kadar günde iki sefer yemeden dünyadan göçmüştür."
"Rasûlullah (s.a.s.) arpa ekmeğinden doyuncaya kadar peşpeşe iki gün yemeden ruhu kabzedildi."
"Rasûlullah (s.a.s.) ve ailesi, üst üste üç gün doyuncaya kadar buğday ekmeği yemeden dünyadan ayrıldı."
"Rasûlullah (s.a.s.) üst üste birçok geceleri aç geçirir, ehli de akşam yemeği bulamazlardı. Onların ekmekleri çoğunlukla arpa ekmeği idi."
"Rasûlullah (s.a.s.) yarın için bir şey biriktirmezdi."
"Rasûlullah (s.a.s.) ölünceye kadar (mükellef hazırlanmış) bir sofrada yemek yemedi, (pasta şeklinde) ince yapılmış ekmek de yemedi."
Resûlullah'ın zenginliği, kalbinde Rabbine karşı beslediği güveni idi. (Kulluğu) unutturucu fakirlikten de, tuğyana atıcı zenginlikten de Allah'a sığınırdı. Bu durumda, fakirlik ve zenginliğin iki aşırı kutupları teşkîl ettiğine delil vardır.
O Yüce Peygamber'in hayatına ve onun mal hakkındaki tavırlarına baktığımızda gördüğümüz tablo şudur: Yeryüzünün hazineleri, ülkelerin anahtarları O'na verilmiştir. Önceki peygamberlere helâl kılınmayan savaş ganimetleri O'na helâl edilmiştir. O hayatta iken Hicaz, Yemen ve bütün Arap yarımadası, Irak ve Şam'ın yakın bölgeleri fethedilmişti. Oralardan elde edilen "ganimetlerin beşte biri, Allah'a, Rasûlüne, onun akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve yolcuya aittir." (8/Enfâl, 41). Cizye ve zekâtlardan, başka ülkelerin krallarında bile toplanamayacak kadar çok mal Rasûlullah'a toplanıp getiriliyordu. Fakat O, bunlardan en ufak bir şey, kendine almamış, bir dirhem dahi alıkoymaksızın hepsini uygun şekilde sarfetmiş ve onlarla başkalarının ihtiyaçlarını gidermiş ve müslümanları güçlendirmiştir. Buyurmuştur ki: "Uhud Dağı kadar altınım olsa da, ondan borç ödemek üzere alıkoyduğumun dışında bir dinarın yanımda bir gece kalması beni memnun etmez." (Müslim, Zekât 9, hadis no: 3394; İbn Mâce, Zekât 3, hadis no: 1787; Buhârî, Zekât, Rikak)
Bir defasında Peygamberimiz'e bir miktar para gelmişti. Onu taksim edip dağıttı da, altı dinar yanında kaldı. Onu da hanımlarından birine verdi. O gece gözüne uyku girmedi. Yatağından kalkıp bu parayı ihtiyaç sahiplerine dağıttı ve buyurdu ki; "işte şimdi rahatladım." (İmam Süyûtî, Menâhilu's-Safâ, s. 14)
Dünyanın en cömerdi, o en büyük insan vefat ettiğinde, ailesinin nafakası için zırhı rehinde idi. O, yiyecek, giyecek ve meskenden ihtiyacı kadar, en az ile yetinilecek kadarını kâfi görürdü. Asgarî ihhtiyacından fazla hiçbir şeyi olmazdı. Elbise gözetmez, bulduğunu giyerdi. Ganimet ve hediye olarak kendisine gelen altın süslemeli kaftanları, yanında bulunanlara ve uzaktaki fakirlere paylaştırırdı. Çünkü giysilerle gösteriş yapmak, övünmek, onlarla süslenmek O'na ve O'nun getirdiği ölçülere göre bir şeref ve yücelik sebebi olamazdı.
Hz. Âişe (r. anhâ) vâlidemizden rivâyet ediliyor: "Rasûlullah (s.a.s.), vefat edinceye kadar üç gün ar arkaya buğday ekmeği ile karnını doyurmamıştır." (Buhârî, Et'ıme 23; Müslim, Zühd 202, hadis no: 970). Diğer bir rivâyette arpa ekmeği ile de arka arkaya iki gün karın doyumadığı bildirilir. Onun ailesi de, O'nunla birlikte aynı yoksul hayatı severek paylaşıyordu. Halbuki eğer dileseydi Allah Teâlâ O'na akla gelmeyecek şeyler lutfederdi. Yüce Peygamber, silâhı, katırı ve vefatından sonra sadaka olduğunu belirttiği bir arâziden başka hiçbir miras bırakmamıştır (Müslim, Vasiyyet 18, hadis no: 1635; Buhârî, Vesâyâ, Megâzî). Hz. Âişe (r.anhâ) anlatıyor: "Peygamber vefat ettiğinde evinde raftaki birazcık arpadan başka, canlı mahlûkun yiyeceği hiçbir şey yoktu. Rasûlullah, bana dedi ki: "Bana Mekke'deki Betha vâdisinin, istersem benim için altın kılınması arz edildi. Ben, 'Ya Rabbi, gün olur aç olurum, gün olur tok olurum. Aç olduğum halde Sana duâ ve niyaz ederim; tok olduğum günde de Sana hamd ve senâ ederim' dedim." (Müslim, Zühd 27, hadis no: 2973; Tirmizî, Zühd 35, hadis no: 2348). Bir başka hadis-i şerife göre de Cebrâil, Rasûlullah'a gelerek dedi ki: "Allah sana selâm ediyor ve 'eğer istersen şu dağları senin için altın yapayım ve nerede olursan seninle beraber olsunlar' buyuruyor. Rasûlullah (s.a.s.) başını önüne eğerek: "Ey Cebrâil, dünya, yurdu olmayanların yurdudur; malı olmayanların malıdır. Onu aklı olmayanlar biriktirir" dedi. Cebrâil de O'na: "Allah bu sağlam sözde seni sâbit kılsın!" dedi. (Beyhakî, Zühd; İbn Saad, Tabakat; İmam Süyûtî, Menâhilu's-Safâ, s. 25)
Ebû Abdirrahman el-Hubulî anlatıyor: "Bir adam Abdullah İbnu Amr (r.a.)'a sorarak dedi ki: "Biz muhâcirlerin fakirlerinden değil miyiz?" Abdullah da ona sordu: "Kendisine sığındığın bir zevcen var mı?" Adam: "Evet" dedi. Abdullah: "Senin oturduğun bir meskenin var mı? Adam: "Evet!" deyince Abdullah: "Sen zenginlerdensin!" dedi. Adam: "Benim bir de hizmetçim var!" diye ilave edince, Abdullah: "Öyleyse sen krallardansın!" dedi." (Müslim, Zühd 37, hadis no: 2979)
Ebû Saîd (r.a.) anlatıyor: "Muhâcirlerin fakirlerinden bir grupla birlikte oturmuştum. Bunlardan bir kısmı, bir kısmı(nın karaltısından istifâde) ile çıplaklıktan korunuyordu. Bir okuyucu da bize (Kur'ân) okuyordu. Derken Rasûlullah (s.a.s.) çıkageldi ve üzerimizde dikildi. Resûlullah'ın yanımızda dikilmesi üzerine kaari okumayı bıraktı. Resûlullah da selam verdi ve: "Ne yapıyorunuz?" diye sordu. "Ey Allah'ın Rasûlü! dedik, o kaarimizdir, bize (Kur'ân) okuyor. Biz de Allah Teâlâ'nın kitabını dinliyoruz. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.): "Ümmetim arasında, kendileriyle birlikte sabretmem emredilen kimseleri yaratan Allah'ıma hamdolsun!" dedi. Sonra, kendisini bizimle eşitlemek üzere Rasûlullah, ortamıza oturdu.Ve eliyle işâret ederek: "Şöyle (halka yapın)" dedi. Cemaat hemen etrafında halka oldu, yüzleri ona döndü. Ebû Saîd der ki: "Rasûlullah (s.a.s.)'ın onlar arasında benden başka birini daha tanıyor görmedim. (Herkes yeni baştan vaziyetini alınca) Rasûlullah şu müjdeyi verdi: "Ey yoksul muhâcirler, size müjdeler olsun! Size Kıyamet günündeki tam nûru müjde ediyorum. Sizler cennete, insanların zenginlerinden yarım gün önce gireceksiniz. Bu yarım gün, (dünya günleriyle) beşyüz yıl eder." (Ebû Dâvud, İlim 13, hadis no: 3666; Tirmizî, Zühd 37, hadis no: 2352)
Bu hadis, Medîne'ye hicret eden bir kısım müslümanların maddî durumlarını aksettirmesi bakımından dikkat çekicidir: Birbirlerinin gölgesiyle tesettürü sağlamaya çalışacak kadar fakirlik.
Fakirlik, özellikle insanın kendi ve ailesinin karnını doyuramayacak derecede olursa, sabrı çok zor olan bir imtihandır. Zenginlik de, çoğu zaman insanı istiğna duygusuna boğarak, mâneviyattan, kulluktan uzaklaştırmaktadır. Ayrıca servetin kazanılmasında gayr-i meşrûkazanç ihtimalleri, zekât ve sadakasını tam tamına verememe ihtimâli, malın muhâfaza ve artırılması gibi zarûri meşguliyetlerin kişiyi fazlaca işgal etme tehlikeleri/riskleri mevcuttur. Öyle ise, ümmetinin her zümresine karşı rahmet ve şefkat hisleriyle dolu olan Hz. Peygamber (s.a.s.)'in bu zümrelerin zayıf noktalarına dikkat çekip, onları uyarmasından daha tabiî bir şey olamaz.
Dînimizin getirdiği hayat felsefesine göre, insan imtihan edilmek üzere yaratılmıştır. Kimisi azlık, kimisi çokluk; kimisi kadınlık, kimisi erkeklik; kimisi sağlık, kimisi hastalık; kimisi nimet, kimisi musibetle veya aynı insan yerine göre bazan sağlık, bazan hastalıkla, bazan bolluk, bazan darlıkla, nimet veya musibetle... imtihan edilecektir. Şeriat, bu farklı hallerin her birinde her bir farklı hal sâhibine nasıl davranmak gerektiğinin bilgisini getirmiş ve bu talimata uymasını emretmiştir. Bu talimâtı anlayacak derecede aklı olan herkes, buna uyup uymama durumuna göre hesaba çekilecektir.
Öyle ise zenginlik ve fakirlikle ilgili hadisleri belirtilen çerçevede kavramak gerekir. Bu tâlimatta servet sahiplerine düşmanlık aranmamalı, fıtrata hâkim kanunların beyânı, belirtilen şartlarda gerçek kulluğun nasıl yapılacağının öğretisi, bir başka ifade ile dinin siyâseti aranmalıdır.
"Bana zayıflarınızı arayın. Zîra sizler, zayıflarınız sebebiyle (onların sabrı, duâsı, takvâsı bereketiyle) yardıma ve rızka mazhar kılınıyorsunuz." (Ebû Dâvud, Cihâd 77, hadis no: 2594; Tirmizî, Cihâd 24, h. no: 1702; Nesâî, Cihâd 43, -6, 45,46-). Nesâî'nin rivâyetinde: "Allah bu ümmete zayıfları sebebiyle, onların duâları, namazları ve ihlâsları hatırı için yardım eder." Zayıfların ibâdet ve duâları çok daha hâlisânedir. Çünkü, kalpleri dünyevî süslerle meşgûl değildir. Himmetleri bir şeyde toplanmıştır. Bu sebeple duâları makbuldür, amelleri (riyâdan) pâktır.
Abdullah İbnu Muğaffel (r.a.) anlatıyor: "Bir adam gelerek "Ey Allah'ın Resûlü! Ben seni seviyorum" dedi. Rasûlullah: "Ne söylediğine dikkat et!" diye cevap verdi. Adam: "Vallâhi ben seni seviyorum!" deyip, bunu üç kere tekrar etti. Rasûlullah (s.a.s.) bunun üzerine adama: "Eğer beni seviyorsan, fakirlik için bir zırh hazırla. Çünkü beni sevene fakirlik, hedefine koşan selden daha sür'atli gelir." (Tirmizî, Zühd 36, hadis no: 2351)
Aslında her mü'min Rasûlullah (s.a.s.)'ı sevmekle mükelleftir, O'nsuz mü'min olunmaz. Öyle ise bu söz, ileri derecede bir sevgi duygusunun ifadesi olmaktadır. Bu seviyede bir sevgi, kişiye bir kısım özelliklere sahip olması ve fedâkârlıklara hazır olması gerekeceğindendir ki, Resûlullah, bu söylediğin şeyin gerektirdiği mes'ûliyetlere katlanıp , titizlikleri yaşayabilecek misin? mânâsında: "Ne söylediğine dikkat et!" buyurmuştur. "... Fakirlik için zırh hazırla!" uyarısının gerisinde ciddî, zor, azîm bir işe karar vermişsin, hele bir düşün, altından kalkabilecek misin? Bu, basit bir karar değil, kendini tehlikeli bir işe atıyorsun. Bunun arkasında pek çok belâ ve musibetlerle imtihân var. Kendini bilerek bela ve musibetlere atmaktan daha büyük bir risk var mı? gibi mânâlar zihne gelmektedir. Peygamber'i gerçekten sevmek, O'na benzemeye çalışmak demektir, O'nun sünnetine sarılıp O'nun izinden gitmektir. Peygamber'in yaşadığı gibi sade, fakir bir hayat yaşamak, O'nun gibi ve O'nun yolunda mallarını infak etmek demektir. Rahat koltuklar üzerinde ve günlük yaşayışında hiçbir fedâkârlığa katlanmadan Allah ve Rasûlullah sevgisinden bahsetmek, ne kadar gerçekçi olur?
Aliyyü'l-Kaarî, burada hazırlanması emredilen zırhtan maksadın sabır olduğunu belirtir. "Çünkü der, sabır fakrı örter, tıpkı zırhın zarara karşı bedeni örttüğü gibi." Belânın gelmesine selin misal verilmesi, sür'ati ifade içindir, çünkü yüksekten akan sel süratlidir. Rasûlullah (s.a.s.)'ın: "İnsanlardan en şiddetli belâya mâruz olanlar önce peygamberler, sonra sâlihler, sonra derece derece iyi hal sahibi diğer mü'minlerdir." (Tirmizî, c. 7, s. 78-79; Dârimî, c. 2, s. 320; Süyûtî, Câmiu's-Sağîr, c. 1, s. 136; Ahmed bin Hanbel) hadisi göz önüne alınınca, sadedinde olduğumuz hadis daha iyi anlaşılır. Hak yolunda en büyük zorluk ve musîbetlere katlanan Efendimizin yolundan gidenler, ona yakınlıklarının derecesini, onu sevme yolunda katlandıkları fedâkarlıklar, sıkıntılar ve mahrûmiyetlerle ölçebilirler.
Bu ölçünün, zamanımız için çok daha geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü, öncelikle farz ve sünnetlerin yaşanmasında ifâdesini bulan sevmeye, zamanımızda çeşitli mâniler var. Bırakalım pek çok hayatî sünnetleri, farzların yerine getirilmesi bile bir kısım zorluk ve dünyevî riskleri berâberinde getirmekte, mü'minleri işinden, aşından, terfîsinden etmektedir. Sünnete uymanın getireceği bu zorlukları göze alamayıp, tâvizkârlığa düşen, rahatına bağlı müslümanlar, şartların daha da ağırlaşmasına zemin hazırlayıp, dinî hayatta daha çok tâvizler istenmesine sebep olmaktadırlar. Bu hadis, üzerinde düşünülünce mûcizevî bir beyan olduğu görülmektedir. Rabbimizden, Rasûl-i Ekrem'ini hakkıyla sevmeyi bizlere nasîb etmesini niyaz ediyoruz. Allah sevgisi için de benzeri şeyler söylenebilir. Çünkü Allah'ı sevmenin göstergesi, Rasûlullah'a tâbi olmaktır (3/Âl-i İmrân, 31).
Hz. Ali (r.a.) anlatıyor: "Biz Rasûlullah (s.a.s.) ile birlikte otururken uzaktan Mus'ab İbnu Umeyr (radıyallâhu anh) göründü, bize doğru geliyordu. Üzerinde deri parçası ile yamanmış bir bürdesi vardı. Rasûlullah (s.a.s.) onu görünce, (Mekke'de iken giyim kuşam yönünden yaşadığı) bolluğu düşünerek ağladı. Sonra şunu söyledi: "Gün gelip, sizden biri, sabah bir elbise, akşam bir başka elbise giyse ve önüne yemek tabakalarının biri getirilip diğeri kaldırılsa ve evlerinizi de (halılar ve kilimler ile) Ka'be gibi örtseniz o zamanda nasıl olursunuz?" "O gün, dediler, biz bugünümüzden çok daha iyi oluruz. Çünkü hayat külfetimiz karşılanmış olacak, biz de ibâdete daha çok vakit ayıracağız.” Buyurdu ki: "Hayır! Bilakis siz bugün o günden daha iyisinizdir." (Tirmizî, Kıyâmet 36, hadis no: 2478)
Mus'ab İbnu Umeyr, İslâm'ın ilk kahramanlarından biridir. Mekke' nin zengin ailelerine mensuptur. En iyi giyinen, en yakışıklı gençlerindendir. Müslüman olunca ailesinin boykotuna maruz kalmış, maddî sıkıntılar çekmiştir. Öyle ki derisi buruş buruş olmuştur. Ayrıca ondaki İslâm aşkını bu sıkıntılar sarsmamıştır. Rasûlullah (s.a.s.) Akabe biatından sonra, daha hicret etmeden, İslâm'ı yaymak ve namaz kıldırmak üzere Medîne'ye göndermiştir. Medîneli müşriklere hep Kur'ân okuyarak teblîğde bulunduğu için kerdinsine mukri' (ve kaarî') denmişti.
Mus'ab (r.a.), Rasûlullah'ın rikkate gelerek gözlerinden yaşlar boşanmasına sebep olan maddîsıkıntı içerisinde, İslâm'a hizmete yılmadan devam etmiş, Uhud savaşında şehîd olduğu zaman, vücudunu örtecek kefen bile bulunamamıştır. Kıyamet günü huzur-u İlâhî'de tam bir şeref hil'ati yerine geçecek olan üzerindeki o yamalı elbisesi ile başı örtülmüş, ayakları da izhir otuyla kapatılmış öylece defnedilmişti. Habbâb (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) ile berâber hicret ettik. Sırf Allah'ın rızasını düşünüyorduk. Bizim ücretlerimizi Allah verecekti. Bir kısmımız ücretinden hiç bir şey yemeden öldü. Bazılarımızın da (daha dünyada) meyveleri olgunlaştı ve topladı. Mus'ab İbnu Umeyr, geride tek elbiseden başka hiçbir şey bırakmadan öldü. (Uhud'da öldüğü zaman) bu elbise ile başını örttüğümüz vakit ayakları açılıyordu, onunla ayağını örtsek başı açılıyordu. Rasûlullah: "(Elbisesiyle) başını örtün, ayağına da izhir otu koyun" diye emretti."
Rasûlullah, bu hadiste maddî bolluğun, dînî gayret ve ibâdette hassasiyet getirmeyip, her hususta rehâvet ve gevşekliğe sebep olacağını ders vermektedir. İslâm cemiyetini, maddîdarlık değil, bilâkis bolluk ve rehâvetin yıkıma götüreceğini Hz. Peygamber pek çok hadislerinde beyan etmiştir. Tarih, medeniyetler Kur’antoplumların hep maddîrefahın zirvesine ulaştıktan sonra gerilemeye ve yıkıma gittiklerini gösterir. Günümüzde bile, toplumsal çöküşlerin göstergesi kabul edilen içki ve uyuşturucu salgınına ve çeşitli cinsi sapıklıkların yaygınlık kazanmasına hep zengin ve müreffeh toplumlarda rastlamaktayız.
Ebû Ümâme İbnu Sa'lebe el-Ensârî (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.)'ın yanında dünyayı zikretmişlerdi. Buyurdular ki: "Duymuyor musunuz, işitmiyor musunuz? Mütevâzi/sade giyinmek îmandandır, mütevâzi giyinmek imandandır!" (Ebû Dâvud, Tereccül 1, hadis no: 4161; İbn Mâce, Zühd 22, h. no: 4118)
Rasûlullah (s.a.s.) bu hadislerinde mü'mine sâde ve mütevâzi giyinmeyi tavsiye etmektedir. Dünyada söz edilen bir sohbette te'kîdli bir üslubla kılık kıyafette sadeliğin tavsiye edilmesi, giyimin "dünya"ya ait bir keyfiyet olduğunu gösterir. Kılık kıyafette, günümüzde olduğu gibi, bir moda yarışı ile, eskimeden elbise atmanın dînen te'yîd edilen bir yönü yoktur. Tevâzu ve sâdelik esastır, ancak bunu "sünepelik" olarak da anlamamak gerekir; maddî gelire uygun olarak giyinmeyi dînimiz câiz görmüştür. Ama, özellikle İslâm düşmanlarının, yahûdilerin keselerini dolduracak şekilde, onların reklâmlarının etkisinde kalarak markalarını tâkip etmek, hele üzerindeki giyecek ile onların bedava reklâmını yapmak, israf yanında ekstra başka günahlara da sebep olacaktır. İmkân sahiplerinin sabah bir çeşit, akşam bir başka çeşit giyme havasına girmeleri toplumun ekonomik hayatında birkısım sıkıntılara sebep olacak, ahlâkî ve dînî hayatta da bunun akisleri görülecektir. O yüzden, imkân sahiplerinin de böyle menfi durumların çıkabileceğini düşünerek, buna meydan vermemek düşüncesiyle tevâzu ve sâdeliği tercîh etmeleri dinin tavsiye ettiği sırât-ı müstakîm olmaktadır.
"Rasûlullah (s.a.s.)’ın yanında bir adamın çok ibâdet ettiğinden, bir diğerinin de verâ sahibi olduğundan bahsedilmişti. Efendimiz: "Verâ'ya denk olacak onunla tartılabilecek bir şey yoktur!" buyurdu." (Tirmizî, Kıyâmet 61, hadis no: 2521) (Verâ: Haramlardan, harama benzeyen şeylerden, şüpheli şeylerden kaçınmak mânasına gelir.)
Gazâlî, verâ'yı harama vesîle olabilir endişesiyle bazı helâl şeyleri (şüpheli şeyleri) de terketmek olarak târif eder. Önceki hadiste geçtiği üzere, zengin kimsenin helâl olduğu halde lüks ve pahalı giyinmeyi terkedip, tevâzu ifâde eden sade giyinmesi verâ'dır. Bu hal, sadece giyim kuşamla ilgili değildir; mesken, yiyecek, binecek, konuşma gibi her çeşit aslî ve gayr-ı aslî ihtiyaçlar için de sözkonusudur.
"Kişi mahzurlu/sakıncalı olan şeyden korkarak mahzursuz olanı terketmedikçe gerçek takvaya ulaşamaz." (Tirmizî, Kıyâmet 20, (2453). Bu hadiste, helâl bile olsa, gereksiz ve fazla olan kısmın bırakılmasına emir vardır. Mü'min, "haram değildir" diyerek, veya "helâldir" diye lüzumu olmayan şeylere yer vermemelidir. Bu "helâl"i Rasûlullah (s.a.s.), özel olarak bir konuya bağlamamış, mutlak bırakmıştır; öyleyse, hayatımızı ilgilendiren her şey olabilir: Yeme, içme, konuşma, giyme, ziyâret, uyku, harcama vs. Bunların gerekli miktarında kalmak esastır, çükü fazlası haram olabilir veya harama sebep olabilir. Nitekim her çeşit israf yasaklanmıştır. Aslında israf, yasaklanan şeylerde değil, helâl olan şeylerde sözkonusudur. İmam Gazâlî şöyle der: "Helâlin fazlasıyla meşgul olup ona düşkünlük göstermek, nefsin oburluk ve tuğyânı ve hevânın temerrüd (inatçılık) ve taşkınlığı sebebiyle, kişiyi harama ve mahz-ı isyâna sevkeder. Kim dininde zarardan emin olmak isterse bu hatardan (risk) sakınmalı, helâlin fazlasından kaçınmadır. Ta ki, tümüyle haramdan korunmuş olsun. Herkes için en mükemmel takvâ, din için hiç bir zararı olmayan şeyin tercihidir.
Zühd ve Takvâsıyla Peygamberimiz: Allah Resûlü, zâhidlerin en zâhidi, takvâlıların en takvâlısıydı. Zühd; dünya ona verilse sevinmeme, bütün dünya elinden gitse üzülmeme halidir. Bu hal, Allah Resûlü’nde doruk noktadadır. Bütün dünya O’nun olsaydı, her halde bir arpa tanesi bulmuş kadar sevinmezdi. Bütün dünya, bir anda elinden gitseydi, yine bir arpa tanesi kaybetmiş kadar üzülmezdi. O, dünyayı kalben bu şekilde terketmişti. Ancak bu terk, hiçbir zaman kesben, yani maîşet temini için çalışıp kazanarak da dünyayı terketmek değildir. Zira, kazanç yollarının en mantıklısını ve en güzelini bize gösteren, yine Hz. Muhammed (s.a.s.)’dir. O’nun kesben dünyayı terk etmesi veya insanları buna teşvik etmesi düşünülemez. Dünyayı terk, kalben olmalıdır. Buna en güzel delil de yine Allah Resûlü’nün kurduğu İslâm Site Devleti’nin, kısa zamanda dünyanın en zengin ve en güçlü devletlerinden biri hâline gelmesidir. Bir batılı düşünürün dediği gibi, Allah Rasûlü’nün kurduğu bir büyük devletten, daha sonra tam 25 tane imparatorluk ölçüsünde devlet doğmuştur. Osmanlı Devleti bunlardan sadece bir tanesidir. Evet, zühdde temel düşünce bu olmalıdır.
Allah Rasûlü, peygamberliğin aydınlık iklimine adımını attığı andan, dünya bütün debdebe ve ihtişâmıyla O’nun ayağının önüne serildiği âna kadar hiç tavrını değiştirmedi. Hatta O, dünyaya geldiği anda sahip olduğu mal varlığına, vefat ederken sahip değildi. Çünkü neyi var, neyi yoksa hep dağıtmış ve infâk etmişti. Bakın maddî mirasına: Kayda değer olarak, hanımlarının içinde bulundukları küçük odalardan başka bir şey yoktu. Onlar da yine millete ait sayılırdı ki, analarımız vefat edince, hepsi de mescide dâhil edilmişti. Oraya giden herkesin de bilebileceği gibi, bu hücreler mescidin bir köşesine sıkışacak kadar dar bir yer işgal ediyordu. (Buhârî, Ferâiz 3; İbn Kesîr, el-Bidâye, 5/306)
Hasır Üzerinde Yatması: Hz. Ömer (r.a.), bir gün Allah Rasûlü’nün huzuruna girdi. Efendimiz yattığı hasırın üzerindeydi ve yüzünün bir tarafına, hasır iz yapmıştı. Odasının bir yanında işlenmiş bir deri, bir diğer köşesinde de, içinde birkaç avuç arpa bulunan küçük bir torba vardı. İşte Allah Rasûlü’nün odasında bulunan eşyalar bundan ibaretti. Hz. Ömer (r.a.), bu manzara karşısında çok duygulandı ve ağladı. Allah Resûlü niçin ağladığını sorunca da Ömer: “Yâ Rasûlallah! Şu anda kisrâlar, krallar saraylarında kuş tüyünden yataklarında yatarken, Sen, sadece kuru bir hasır üstünde yatıyorsun ve o hasır, Senin yüzünde iz bırakıyor. Gördüklerim beni ağlattı.” cevabını verir. Bunun üzerine Allah Rasûlü, Ömer (r.a.)’e şu karşılıkta bulunur: “İstemez misin, Yâ Ömer! Dünya onların, âhiret de bizim olsun.” (Buhârî, Tefsir (66), 2; Müslim, Talâk 31) Başka bir rivâyette ise Efendimiz şöyle buyururlar: “Dünya ile benim ne alâkam var. Ben bir yolcu gibiyim. Bir ağaç altında gölgelenen bir yolcu. Sonra da orayı terkedip yoluna devam eden.” (Tirmizî, Zühd 44; İbn Mâce, Zühd 3; Ahmed bin Hanbel, I/301)
O, dünyaya bir vazifeyle gelmişti. Duygu ve düşüncede insanlara diriliş solukları getirmiştir. Vazifesi bittiği zaman da dünyayı terkedecekti. Dünya ile bu kadar alâkasız bir insanın, dünya adına bazı şeylere temâyül edeceğine, ihtimâl vermek aklın kabul edeceği şeylerden değildir. Evet, O, asla dünyaya meyletmedi, ve O, hiçbir zaman istikametten sapmadı, hiç dünyevîleşmedi.
Sadaka Hususundaki Hassasiyeti: “Akşam yatmış, fakat sabaha kadar dönüp durmuş, bir türlü uyuyamamıştı. Sağına dönüyor, soluna dönüyor, “uf”layıp duruyordu. Sabah, hanımı sordu: “Yâ Rasûlallah, bu gece rahatsız mıydınız? Çok ıstırap çektiniz.” Allah Rasûlü’nün cevabı şu oldu: "Yatağımı hazırlarken, yere düşmüş bir hurma buldum. Onu ağzıma koydum. Fakat sonra aklıma geldi ki, bizim evde sadaka ve zekât hurmaları da bulunuyor. Ya bu hurma, onlardan ise! İşte sabaha kadar bunu düşündüm, bunun ıstırâbıyla sağa sola dönüp durdum. Bir türlü gözüme uyku girmedi.” (Ahmed bin Hanbel, II/193)
Sadaka ve zekât O’na haramdı. Ancak bu hurma, kendine ait hediye hurmalardan da olabilirdi. Hatta bu ihtimal, diğer ihtimalden daha kuvvetliydi. Çünkü O’nun hânesinde, sadaka veya zekât malları gecelemez, geldiği gibi dağıtılırdı. Şüphenin en küçüğüne karşı böyle davranan ve hayatını hep böyle hassâsiyet içinde geçiren bir insanın, kesin haram olan bir işe yanaşması mümkün müdür? O, en küçük ve şüpheli bir şeyle dahi, ruh dünyasını kirletmeme konusunda fevkalâde hassastı. Böyle bir irâde, nasıl olur da kesin bir günah karşısında gevşerdi? Hayır, O hiçbir günah karşısında gevşemedi ve ruhunda hiçbir günaha yol vermedi. Ruhu ve irâdesi her zaman nezîhti, tertemizdi, öyle yaşadı ve Refîk-i a’lâya da öyle yükseldi.
“Beni Hûd Sûresi İhtiyarlattı” Hz. Ebû Bekir (r.a.), Allah Rasûlü’ne sorar: “Yâ Rasûlallah! Saçınızda ak görüyorum. Birdenbire ihtiyarladınız; bir derdiniz mi var?” Ve İki Cihan Serveri cevap verir: “Beni Hûd, Vâkıa, Mürselât Sûreleri ihtiyarlattı.” (Tirmizî, Tefsir 57). Hûd Suresinde O’na: “Emrolunduğun şekilde dosdoğru ol” (11/Hûd, 112) denmişti. Bu doğruluk, Cenâb-ı Hakk’ın, Habîbi için çizdiği doğruluktu. Ve O’ndan, bu çizginin korunması isteniyordu. Mürselât, cennet ve cehennemin, zümre zümre ayrıldığını, insanların dehşet içinde iki büklüm olduğunu anlatıyordu. Vâkıa, yine bu zümreleri gösterip teşhir ediyordu. Bu sûrelerde anlatılanlar, Allah Rasûlü’nü dehşette bırakıyor ve ihtiyarlatıyordu.
Âhirete Bakışı: Bir sahâbî, evinde Kur’ân okuyordu. Aynı zamanda okuduğu Kur’ân, dışarıdan da duyuluyordu. Bu sahâbî âyetleri okurken, Allah Rasûlü oradan geçmekteydi. Birden rengi sarardı ve diz üstü yere çöktü. Sanki âyetler, O’nu ırgalıyor gibiydi. Evet, O, bu âyetlerin tehdidinden öyle korkmuştu. (Kenzu’l-Ummâl, 7/206). Bu âyetler: “Hiç şüphesiz Bizim nezdimizde (onlar için hazırlanmış) boyunduruklar, yakıcı bir ateş, boğazdan geçmez bir yiyecek ve elem verici bir azâb var” (73/Müzzemmil, 12-13) diyordu. Aslında, bu gibi ifâdelerden hiç endişe etmemesi gereken birisi varsa, o da Allah Rasûlü’ydü. Ancak O, bize edep, terbiye ve Allah (c.c.) karşısında takınılacak tavır adına ders veriyordu.
Hayırdaki Sür’ati: Birgün mescide geldi, cemaatinin önüne geçti ve namaza durdu. Ardından hemen namazını bozdu ve odasına doğru telâşla yürüdü. Öyle bir heyecan ve telâş içindeydi ki, O’nu gören, yangına gidiyor zannederdi. Biraz sonra geldi. Eski heyecanından eser yoktu. Geçti namazı kıldırdı. Namazdan sonra sahâbî, biraz evvelki heyecan ve koşturmasının sebebini sorunca, şu cevabı verdi: “Biraz evvel bana, fakirlere dağıtılmak üzere bir şeyler getirildi. Ben, dağıtmayı unuttum. Tam namaza durduğum sırada hatırladım. Evimde böyle bir mal varken, namaz kılmak hoşuma gitmedi. Gidip Âişe (r.anha)’ye, o malı dağıtmasını söyledim.” (Buhârî, Ezan 158; Nesâî, Sehv 104). İşte buna zühd denir, işte buna incelik denir, işte buna takvâ denir ve işte buna O’nun dünya ile alâkası denir. Defalarca, dünya O’na temessül etmiş, kendini kabul ettirmek istemişti de O, her defasında elinin tersiyle onu itmişti. (Ahmed bin Hanbel, II/231)
Günlerce Aç ve Susuz Kalışı: O’nun, günlerce ağzına bir tek lokma koymadığı çok olurdu (Ahmed bin Hanbel, III/213). Zaten hayatı boyunca, arpa ekmeğiyle dahi, karnını bir kere doyurduğu vâki değildir (Buhârî, Et’ıme 23; Müslim, Zühd 22). Aylar geçer O’nun evinde bir çorba kaynatmak için ateş yanmazdı (Buhârî, Rikak 17; Müslim, Zühd 28).
Bir gün namazını oturarak kılıyordu. Kıldığı nâfile bir namazdı. Ebû Hüreyre (r.a.), namazdan sonra sordu: Yâ Rasûlallah! Bir hastalığınız mı var? Namazı oturarak kılıyorsunuz? Verilen cevap cihanı ürpertecek şekildeydi: “Yâ Ebâ Hüreyre, günlerdir ağzıma götürecek birşey bulamadım. Açlık tâkatimi kesti, ayakta duracak dermanım kalmadı, onun için namazımı oturarak kılıyorum.” Ebû Hureyre diyor ki, bunu duyunca ağlamaya başladım. Allah Rasûlü kendi durumunu unutmuş, bana teselli veriyordu: “Ağlama Ya Ebâ Hureyre! Burada çekilen açlık, insanı âhiret azâbından kurtarır.” (Ebû Nuaym, Hilye 7/109; Kenzu’l-Ummâl, 7/199)
O, bir liderdi. Raiyyetinin arasında günlerce aç kalanlar vardı (Bkz. Buhârî, Et’ıme 23; Müslim, Zühd 12; Mecmeu’z-Zevâid, 10/322). İşte, Allah Rasûlü de kendi hayat standardını onlara göre ayarlamıştı. Tebaası içinde, maddî hayat itibariyle en fakirâne hayatı O yaşıyordu. Hem de bunu kendi ihtiyarıyla yapıyordu. İsteseydi müreffeh bir hayat yaşayabilirdi. Bu, O’nun için hiç de zor değildi. Zira, sadece kendisine hediye olarak gelenleri dağıtmayıp yanında bırakmış olsaydı, o gün için en zengin bir hayat yaşamasına kâfi gelirdi; ama O böyle yapmayı hiç düşünmedi.
Bu, kesinlikle, O’nun ve yetiştirdiği cemaatinin dünyaya küsmüşlüğü veya dünyayı terketmişliği mânâsına alınmamalıdır. Mesele bir kısım şom ağızların, “Bir lokma, bir hırka” deyip Allah Rasûlüne âit bir ahlâk ölçüsünü alaya aldıkları gibi değildir. İsteyen, kazanır, zengin olur ve Allah (c.c.)’ın emrettiği ölçüde zekâtını verir, infakta bulunur; evet kimse böyle bir kazancın karşısında değildir. Hatta helâlinden kazanmak İslâm’da teşvik bile görmüştür. Bununla beraber, Allah Rasûlü’nün ve O’nun has dairedeki bir kısım arkadaşlarının, yukarıda müşahhas misâllerini verdiğimiz anlayışa ve idrâke sâdık kalmaları gerekir. Aksi halde, her gün hızla büyüyen, Mekke ve Medine sınırlarını çoktan aşan bu cemaati, ilk günkü saffet ve duruluğunda tutmak mümkün değildir. Bu cemaat, sırf bir beden ve cismâniyet cemaati değildir. Bu cemaat, aynı zamanda, ruh, kalp, irâde ve vicdan cemaatidir. Ve işte Allah Rasûlü, cemaatini bu dinamiklerle ayakta tutmaya çalışıyordu. Onlardan istediği her fedâkârlığı da, evvelâ kendisi gösteriyor ve her meselede olduğu gibi bu meselede de ümmetine örnek oluyordu. İşte, en çarpıcı örneklerden bir tablo:
Gecenin yarısıydı. Açlık Allah Rasûlü’nün bütün dermanını tüketmiş ve artık gözüne uyku da girmez olmuştu. Belki biraz uyuyabilseydi, açlığın o şiddetli ıstırabından geçici de olsa kurtulacaktı. Ne var ki açlık, O’nu terkedeceğe benzemiyordu. Evinden çıktı, bir tarafa doğru yürümeye başladı. Biraz sonra da bir karartı hissetti. Gelen biri vardı. Dikkatini oraya çevirdi; tanımıştı... Bu, hayatının hiçbir ânında O’ndan ayrılmayan insandı. Düşüncede, aksiyonda hep O’nunla beraber olmuştu. Şimdi de gecenin yarısında, Medine’nin bu tenha köşesinde randevulaşmış gibiydiler. Gelen, Hz. Ebû Bekir (r.a.)’di ve Allah Rasûlü, ona selâm verdi. Ardından da sordu: “Yâ Ebâ Bekir! Gecenin bu vaktinde seni dışarıya çıkaran nedir?” Ebû Bekir (r.a.), Allah Rasûlü’nü görünce derdini unutuvermişti. Zâten o, hep öyle idi. Hani Mekke’de Allah Rasûlü’nü kurtarmak için girdiği kavgada komalık olmuş, bir gün baygın kalmış ve gözlerini ilk açtığında “Allah Rasûlü’ne ne oldu?” diye sormuştu. Anası Ümmü Ümâre kızmış: “Ölüyorsun; fakat hâlâ O’nu düşünüyorsun” (İbn Kesir, el-Bidâye 3/40) demişti. O, bilmiyordu ki, Ebû Bekir (r.a.), O’nu düşünmediği zaman ölürdü. Çünkü Allah Rasûlü, onun hayat kaynağıydı. İşte şimdi de O’ndan ayrı kalamamış ve bilemediği bir his, onu buraya kadar sürüklemişti. Sürüklemişti ve Rasûlullah’ın sorusuna “Açlık” diye cevap veriyordu. “Evde yiyecek bir şey bulamadım, gözüme uyku girmedi ve dışarıya çıktım.”
Hemen ardından ekledi: “Anam babam Sana feda olsun Yâ Rasûlallah, Sen niye çıktın?” Cevap aynıydı. Allah Rasûlü de açlıktan dolayı çıkmıştı. Tam bu esnâda bir karartı daha belirdi. Belli ki bu uzun boylu, görkemli insan Ömer’di. Zâten, tablonun tamamlanması gerekiyordu. Allah Rasûlü, sağ tarafına Hz. Ebû Bekir (r.a.)’i almıştı; ama, henüz sol tarafının her zamanki konuğu yoktu; sanki tabloyu yarım bırakmamak için o da koşup geliyordu. Evet gelen Hz. Ömer (r.a.)’di. Karşısında bu iki dostu görünce O da şaşırıp kalmıştı. Selâm verdi, selâmı alındı. Ve Söz Sultanı, Ömer (r.a.)’e de niçin çıktığını sordu. O da, aynı cevabı verdi: “Açlık, Ey Allah’ın Rasûlü, açlık beni dışarıya çıkardı” dedi. Efendimiz’in hatırına Ebû’l-Heysem (r.a.) geldi. Evi o taraflardaydı. İhtimal gündüz de onu bağında görmüştü. Hiç olmazsa onlara hurma ikram eder ve açlıklarını yatıştırırlardı. “Gelin Ebû’l-Heysem’e gidelim” dedi.
Ebû’l-Heysem (r.a.)’in evine vardılar. Ebû’l-Heysem ve hanımı, uyuyordu. Evde, bir de küçük bir çocukları vardı. Yaşı, beş veya altıydı. Önce kapıyı Hz. Ömer (r.a.) çaldı. O gür sesiyle “Ya Ebe’l-Heysem!” diye seslendi. Ebû’l-Heysem de hanımı da sesi duymadı. Fakat, yatağında mışıl mışıl uyuyan o yavru, birden yatağından fırladı, “Baba! kalk Ömer geldi” dedi. Ebû’l-Heysem (r.a.), çocuğunu rüya görüyor sandı. “Yat oğlum, gecenin yarısı, bu vakitte burada Ömer’in işi ne?!” Çocuk yattı. Kapı açılmayınca, bu defa da o nârin sesli Ebû Bekir (r.a.), gelip seslendi: “Yâ Ebe’l-Heysem!” Çocuk yine fırladı, kalktı ve “Baba! Ebû Bekir geldi” diye bağırdı. Babası onu tekrar yatırdı. Fakat son gelen, sesi soluğu cenâzeleri dahi canlandıran Allah Rasûlü’ydü. O, “Ya Ebe’l-Heysem!” diye seslenince, çocuk, artık yayından fırlayan bir ok olmuştu. Hem kapıya doğru koşuyor, hem de “Baba kalk, Rasûlullah geldi!” diyordu. Ebû’l-Heysem (r.a.), neye uğradığını şaşırmıştı. Hemen kapıya koştu. Gözlerine inanamıyordu. Gecenin bu saatinde, hânesine, Sultanlar Sultanı nüzûl etmişti. Hemen onları içeri aldı. Gidip bir oğlak boğazladı. Bu şeref, insana hayatta belki bir kere nasip olurdu. Hayatının en mutlu ânını yaşıyordu. Canını bile sofraya koysa azdı. Hurma getirdi, süt getirdi, et getirdi ve bu aziz misafirlerine ikram etti. Açlıklarını bastıracak kadar yediler. Ardından da yine Allah Rasûlü’nün gözleri dolu dolu oldu. Ve her hâdiseye ayrı bir buud ve derinlik kazandıran dudaklarından şu sözler döküldü: “Allah’a kasem ederim, işte şu nimetlerden yarın hesaba çekileceksiniz.” (Müslim, Eşribe 140, hadis no: 2038; Muvattâ, Sıfatu'n-Nebî 28, h. no: -2, 932; Tirmizî, Zühd 39, h. no: 2370)Ardından da şu âyeti okudu: “O gün, muhakkak bütün nimetlerden hesaba çekileceksiniz” (102/Tekâsür, 8).
İşte O, hayatını bu kadar hassas ve bu kadar derin ölçüler içinde geçiren müstesnâ bir insandı. Hz. Ömer (r.a.) O’na en yakın olanlardandı ve O’nun hayatının zühd yanını şöyle anlatıyordu: “Allah’a yemin ederim, ben, Rasûlullah’ın, sabahtan akşama kadar kıvrandığını bilirim. Zira, hurmanın en kötüsü olan (dakal) denen hurmayı dahi bulup karnını doyuramıyordu.” (Müslim, Zühd 36; İbn Mâce, Zühd 10; Ahmed bin Hanbel, I/24, 50)
Halbuki O, kimden isteseydi, O’nun için en mükellef sofralar hazırlardı. Hem buna ne hâcet? Kendisine gelen hediyeler, her gün O’na ve ailesine, müreffeh bir hayat yaşatacak ölçüdeydi. Ancak O, geleni dağıtıyor ve yarınlara bir şey bırakmıyordu. (Buhârî, Bed’u’l-Vahy 5-6, Savm 7; Müslim, Fezâil 50)
Kendisine, niçin dünya nimetlerinden istifade etmediği sorulunca da O, şöyle cevap veriyordu: “Dünya nimetlerinden istifadeyi nasıl düşünebilirim ki, İsrâfil sûru eline almış, Cenâb-ı Hakk’ın emrini beklemektedir. Böyle bir durumda olan insan, gelişigüzel, dünya nimetlerinden nasıl istifâde eder ki?” (Tirmizî, Kıyâme 8; Ahmed bin Hanbel, I/36; III/7) (F. Gülen, Sonsuz Nur, c. 2, s. 229 vd.)
Hz. Peygamber ve Ashâbının Yaşayışlarındaki Fakirlik: Hz. Âişe (r. anhâ) anlatıyor: "Bazı aylar olurdu, hiç ateş yakmazdık, yiyip içtiğimiz sadece hurma ve su olurdu. Ancak, bize bir parçacık et getirilirse o hâriç." (Buhârî, Et'ıme 23, Rikak 17; Müslim, Zühd 20-27, hadis no: 2970-2973; Tirmizî, Zühd 38, h. no: 2357-2358, 35 h. no: 2473). Diğer bir rivâyette: "Rasûlullah ölünceye kadar Muhammed âilesi buğday ekmeğini üst üste üç gün doyuncaya kadar yememiştir" denmiştir. Bir diğer rivâyette: "Muhammed (s.a.s.) bir günde iki sefer yedi ise, biri mutlaka hurma idi" denmiştir.
İbn Abbâs (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) ve ailesi üst üste pek çok geceleri aç geçirirler ve akşam yemeği bulamazlardı. Ekmekleri çoğunlukla arpa ekmeği idi." (Tirmizî, Zühd 38, hadis no: 2361)
Hz. Ömer (r.a.) insanların nâil oldukları dünyalıktan söz etti ve dedi ki: "Gerçekten ben Rasûlullah (s.a.s.)'ın bütün gün açlıktan kıvrandığı halde, karnını doyurmaya adi hurma bile bulamadığını gördüm." (Müslim, Zühd 36, hadis no: 2978)
"Şurası muhakkak ki, Allah hakkında benim korkutulduğum kadar kimse korkutulmamıştır. Allah yolunda bana çektirilen eziyet kadar kimseye eziyet çektirilmemiştir. Zaman olmuştur, otuz gün ve otuz gecelik bir ay boyu, Bilâl ile benim yiyeceğim, Bilâl'in koltuğunun altına sıkışacak miktarı geçmemiştir." (Tirmizî, Kıyâmet 35, hadis no: 2474)
Hz. Enes (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.)'a arpa ekmeği ile kokusu değişmiş erimiş yağ getirmiştim. (Bir seferinde) şöyle söylediğini işittim: "Muhammed ailesinde, dokuz kadın bulunduğu bir zamanda, bir sa' hurma, veya bir sa' hubûbat bile gecelememiştir." (Buhârî, Rehn 1, Büyû 14; Tirmizî, Büyû 7, (1215); Nesâî, Büyû 50, (7, 288).]
Hz. Ali (r.a.) anlatıyor: "Evimden soğuk bir günde çıktım. Çok açtım, (yiyecek) bir şey arıyordum. Bir yahudîye rastladım, bahçesinde çıkrıkla sulama yapıyordu. Duvardaki bir açıklıktan adama baktım. "Ne istiyorsun ey bedevi, kovasını bir hurmaya bana su çeker misin?" dedi. Ben de: "Evet! ama kapıyı aç da gireyim!" dedim. Adam kapıyı açtı, ben girdim, bir kova verdi. Su çekmeye başladım. Her kovada bir hurma verdi. İki avucum hurma ile dolunca kovayı bıraktım ve bu bana yeter deyip hurmaları yedim, sudan içip sonra mescide geldim." (Tirmizî, Kıyâmet 35, hadis no: 2475)
Ebû Talhâ (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.)'a açlıktan şikâyet ettik ve karınlarımızı açıp gösterdik. Herkeste bir taş vardı. Resûlullah (s.a.s.) da karnını açtı, O'nda iki taş vardı." (Tirmizî, Zühd 39, hadis no: 2372)
Utbe İbnu Gazvân (r.a.) anlatıyor: "Gerçekten ben kendimi, Rasûlullah (s.a.s.) ile birlikte olan yedi kişiden yedincisi olarak görmüşümdür. Huble (asma) yaprağından başka yiyeceğimiz yoktu. Öyle ki avurtlarımız yara oldu." (Müslim, Zühd 15, hadis no: 2967)
Fudâle İbnu Ubeyd (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) cemaate namaz kıldırırken, bazı kimseler açlık sebebiyle kıyam sırasında yere yıkılırlardı. Bunlar Ashâb-ı Suffe idi. (Medîne'de misâfir olarak bulunan) bedevîler, bunlara delirmiş derlerdi. Efendimiz namazdan çıkınca yanlarına uğrar ve: "Eğer (bu çektiğiniz sıkıntı sebebiyle) Allah indinde elde ettiğiniz mükâfaatı bilseydiniz, fakirlik ve ihtiyaç yönüyle daha da artmayı dilerdiniz" derdi." (Tirmizî, Zühd 39, hadis no: 2369)
Bu hadisler, (son on hadis) Rasûlullah (s.a.s.) ve ashâb-ı kirâmın zâhidâne hayatı hakkında bilgi vermektedir. Hattâ son rivâyette görüldüğü özere, ashâb-ı suffe, zühdün ötesinde "yokluk" ve "darlık" şartlarını yaşamıştır. Zühd, belli bir ölçüde irâdî bir hayat tarzı, varlığa rağmen bir tercihdir. Halbuki açlıktan karna taş bağlamak, namazda kıyam sırasında yere yığılıp kalmak irâdî bir zühd değil, yokluğun getirdiği bir mahkûmiyettir. İslâm inkılâbı, bu maddî imkânsızlıklar içerisinde başlamıştır. Rasûlullah (s.a.s.) şahsen mahkûm olduğu maddî darlıktan hiç şikâyetçi olmadan, zerre kadar fütura düşmeden sıkıntılara katlanmış, Allah indindeki sevabı hatırlatarak ashâbını da metânet ve sabra dâvet etmiştir.
Rivâyetler, Efendimiz'in fetihlerden sonra, gelirlerin artmasıyla maddî bolluğa kavuşulmuş olmasına rağmen yaşayış tarzını değiştirmeyip üst üste üç gün buğday ekmeğini doyuncaya kadar yemeyecek, mutfağında günlerce ateş yakmayacak kadar mütevâzi/sade yaşayışını devam ettirdiğini bildirmektedir. Yani O, ömrü boyunca, irâdî ve kasdî bir zühd hayatı yaşamış, ümmetine vecîbe kılmadan, ideal hayat örneğini fiilen vermiştir. (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 7/463)
"Sizden kim nefsinden emin, bedeni sıhhatli ve günlük yiyeceği de mevcut ise sanki dünyalar onun olmuştur." (Tirmizî, Zühd 34, h. no: 2347; İbn Mâce, Zühd 9, h. no: 4141).
"Âdemoğlunun şu üç şey dışında (temel) hakkı yoktur. İkamet edeceği bir ev, avretini örteceği bir elbise, katıksız bir ekmek ve su." (Tirmizî, Zühd 30, hadis no: 2342)
"İslâm hidâyeti nasip edilen ve yeterli miktarda mÂişeti olup, buna kanaat edene ne mutlu!" (Tirmizî, Zühd 35, hadis no: 2350)
Ebû Saîdi'l-Hudrî (r.a.) anlatıyor: "Ensâr (r.a.)'dan bazı kimseler, Rasûlullah (s.a.s.)'dan bir şeyler talep ettiler. Peygamberimiz de istediklerini verdi. Sonra tekrar istediler, o yine istediklerini verdi. Sonra yine istediler, o isteklerini yine verdi. Yanında mevcut olan şey bitmişti; şöyle buyurdular: "Yanımda bir mal olsa, bunu sizden ayrı olarak (kendim için) biriktirecek değilim. Kim iffetli davranır (istemezse), Allah onu iffetli kılar. Kim istiğna gösterirse Allah da onu gani kılar. Kim sabırlı davranırsa Allah ona sabır verir. Hiç kimseye sabırdan daha hayırlı ve daha geniş bir ihsanda bulunulmamıştır." (Buhârî, Zekât 50, Rikak 20; Müslim, Zekât 124, hadis no: 1053; Muvattâ, Sadaka 7 -2, 997-; Ebû Dâvud, Zekât 28, h. no: 1644; Tirmizî, Birr 77, h. no: 2025; Nesâî, Zekât 85, -5, 95-) Rezin rahimehullah şu ziyâdede bulunmuştur: "İslâm'a girip, yeterli miktarla rızıklandırılan ve verdiği bu miktara Allah'ın kanaat etmeyi nasip ettiği kimse kurtuluşa ermiştir."
"Ey ademoğlu! Eğer fazla malını Allah yolunda harcarsan bu senin için daha hayırlıdır. Kendine saklarsan senin için zararlıdır. Kefâf (yeterli miktar) sebebiyle levm edilmez, kınanmazsın. (Harcamaya), bakımları üzerinde olanlardan başla. Üstteki el (yani veren), alttaki elden (yani alandan) daha hayırlıdır." (Müslim, Zekât 97, hadis no: 1036; Tirmizî, Zühd 32, h. no: 2344).
"Siz Allah'a hakkıyla tevekkül edebilseydiniz, sizleri de, kuşları rızıklandırdığı gibi rızıklandırırdı: Sabahleyin aç çıkar, akşama tok dönerdiniz." (Tirmizî, Zühd 33, hadis no: 2345)
"Zenginlik mal çokluğuyla değildir. Bilâkis zenginlik göz tokluğudur, gönül zenginliğidir." (Buhârî, Rikak 15; Müslim, Zekât 120, hadis no: 1051; Tirmizî, Zühd 40, h. no: 2374)
"(Hakiki) miskîn (yoksul), kapı kapı dolaşırken verilen bir iki lokmanın veya bir iki hurmanın geri çevirdiği kimse değildir. Fakat gerçek miskîn, ihtiyacını giderecek bir şey bulamayan ve halini anlayıp kendisine tasaddukta bulunacak biri çıkmayan, (buna rağmen) kalkıp halktan birşey istemeyen kimsedir." (Buhârî, Zekât, 53, Tefsir, Bakara 48; Müslim, Zekât 102, hadis no: 1039; Muvattâ, Sıfatu'n-Nebiyy 7, -2, 923-; Ebû Dâvud, Zekât 23, h. no: 1631, 1632; Nesaî, Zekât 76 -5, 85-)
"Sizden biri, mal ve yaratılışça kendisinden üstün olana bakınca, nazarını bir de kendisinden aşağıda olana çevirsin. Böyle yapmak, Allah'ın üzerinizdeki nimetini küçük görmemeniz için gereklidir." (Buhârî, Rikak 30; Müslim, Zühd 8, hadis no: 2963; Tirmizî, Kıyâmet 59, h. no: 2515). Rezin bir rivâyette şu ziyâdede bulundu: "Avn İbnu Abdillah İbnu Utbe rahimehullah dedi ki: "Ben zenginlerle düşüp kalkıyordum. O zaman benden daha heveslisi yoktu. Bir binek görsem benimkinden daha iyi görürdüm; bir elbiseye baksam, benimkinden daha iyi olduğuna hükmederdim. Ne zaman ki bu hadisi işittim, fakirlerle düşüp kalktım ve rahata erdim."
"Sizden biri dilenmeye devam ettiği takdirde yüzünde bir parça et kalmamış halde Allah'a kavuşur." (Buhârî, Zekât 52; Müslim, Zekât 103, hadis no: 1040; Nesâî, Zekât 83 -5, 94-)
"İstemeler bir nevi cırmalamalardır. Kişi onlarla yüzünü tırmalamış olur. Öyle ise, dileyen (hayâsını koruyup) yüz suyunu devam ettirsin, dileyen de bunu terketsin. Şu var ki, kişi, zarûrî olan (şeyleri) iktidar sahibinden istemelidir." (Ebû Dâvud, Zekât 26, hadis no: 1639; Tirmizî, Zekât 38, h. no: 681; Nesâî, Zekât 92 -5, 100-)
"Bir adam Rasûlullah (s.a.s.)'dan bir şeyler istedi. Peygamberimiz de verdi. Adam dönmek üzere ayağını kapının eşiğine basar basmaz, Rasûlullah: "Dilenmede olan (kötülükleri) bilseydiniz kimse kimseye birşey istemek için asla gitmezdi!" buyurdu." (Nesâî, Zekât 83 -5, 94, 95-)
"Kişinin iplerini alıp dağa gitmesi, oradan sırtında bir deste odun getirip satması, onun için, insanlara gidip dilenmesinden daha hayırlıdır. İnsanlar istediğini verseler de vermeseler de." (Buhârî, Zekât 50, Büyû' 15)
Sevban (radıyallahu anh) anlatıyor: "Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) (bir gün):"Cenneti garanti etmem mukabilinde, insanlardan hiçbir şey istememeyi kim garanti edecek?" buyurdular. Sevban (r.a.) atılıp: "Ben, (Ey Allah'ın Rasûlü!)" dedi. Sevban (bundan böyle) hiç kimseden birşey istemezdi." (Ebû Dâvud, Zekât 27, hadis no: 1643; Nesâî, Zekât 86, -5, 96-)
"İstemede ısrar etmeyin. Vallahi, kim benden bir şey ister, ben ona vermek arzu etmediğim halde, ısrarı (sebebiyle) bir şey kopartırsa, verdiğim o şeyin bereketini görmez." (Müslim, Zekât 99, hadis no: 1038; Nesâî, Zekât 88 -5, 97, 98-)
İbnu'l-Firâsî'nin anlattığına göre, babası: "Ey Allah'ın Rasûlü! (ihtiyacımı başkasından) isteyeyim mi?" diye sormuş, Rasûlullah (s.a.s.) da:
"Hayır, isteme! Ancak istemek zorunda kalmışsan, bâri sâlihlerden iste!" buyurmuşlardır. (Ebû Dâvud, Zekât 28, hadis no: 1646; Nesâî, Zekât 84, -5, 95-)"Kim, kendisini müstağni kılacak miktarda malı olduğu halde isterse (dilenirse), kıyâmet günü, istediği şey suratında bir tırmalama veya soyulma ya da ısırma yarası olarak gelir!" Yanında bulunanlar: "Kişiyi müstağni kılan (miktar) nedir?" diye sordular. "Kırk dirhem altın veya o kıymette bir başka şey!" buyurdu." (Ebû Dâvud, Zekât 23, hadis no: 1626; Tirmizî, Zekât 22, h. no: 650; Nesâî, Zekât 87, -5, 97-; İbn Mâce, Zekât 26, hadis no: 1840)
"Kim (malını artırmak için) insanlardan dilenirse, o mutlak surette ateş talep etmiş olur. Öyleyse ister azla yetinsin isterse çoğaltmayı istesin, (artık kendisi bilir)!" (Müslim, Zekât 105, hadis no: 1041)
Kabisa İbnu Muharik (radıyallahu anh) anlatıyor: "Sulh için diyet (hamâle) ödemeyi kabullenmiştim. Bu hususta yardım istemek için Rasûlullah (s.a.s.)'ı aradım ve karşılaştık. (Meseleyi açınca): "Bekle, bize sadaka malı gelecek. O zaman ondan sana da verilmesini emrederim" buyurdular. Sonra da: "Ey Kabisa! İstemek, üç kişi dışında hiç kimseye helâl olmaz: Sulh diyeti (hamâle) kabullenen kimse. Buna, gereken miktarı buluncaya kadar, istemesi helâldir. Ama o miktara ulaşınca, artık istemez. Âfete uğrayıp malını kaybeden kimse. Buna da mÂişetini temin edecek miktarı elde edinceye kadar istemesi helâldir. Fakirliğe uğrayan adam. Eğer kavminden üç kişi, "Falancaya fakirlik isâbet etti" diye ittifak ederlerse, geçimine yetecek miktarı elde edinceye kadar istemesi helâldir. Bunlar dışında istemek, ey Kabisa haramdır." (Müslim, Zekât 109, hadis no: 1044; Ebû Dâvud, Zekât 26, hadis no: 1640; Nesâî, Zekât 86, -5, 96, 97-)
Enes (r.a.) anlatıyor: "Ensârî bir zat gelip Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan birşeyler istemişti. "Evinde hiçbir şey yok mu?" buyurdular. Adam:"Evet, dedi. Bir çulumuz var. Bir kısmıyla örtünüp, birkısmını da yaygı olarak yere seriyoruz! Bir de su içtiğimiz kabımız var." "Onları bana getir!" diye emrettiler. Adam gidip getirdi. Peygamberimiz eşyaları eline alıp: "Şunları satın alacak yok mu?" buyurdular. Bir adam: "Ben bir dirheme satın alıyorum" dedi. Rasulullah: "Bir dirhemden fazla veren yok mu?" dedi ve iki üç sefer tekrarlayarak (açık artırmaya çıkardı). Orada bulunan bir adam: "Ben onlara iki dirhem veriyorum" dedi. Rasûlullah eşyaları ona sattı. İki dirhemi alıp Ensârîye verdi ve: "Bunun biriyle ailen için yiyecek al, ailene ver. Diğeriyle de bir balta al bana getir!" buyurdular. Adam gidip bir balta alıp getirdi. Rasûlullah, ona eliyle bir sap geçirdi. Sonra: "Git, odun topla, sat ve on beş gün bana gözükme!" buyurdu. Adam aynen böyle yaptı, sonra yanına geldi. Bu esnâda on dirhem kazanmış, bunun bir kısmıyla giyecek, bir kısmıyla da yiyecek satın almıştı. Rasûlullah: "Bak, bu senin için, kıyâmet günü alnında dilenme lekesiyle gelmenden daha hayırlıdır!" buyurdu ve sözlerine şöyle devam etti: "Dilenmek, sersefil, fakirliğe düşmüş veya rüsvay edici borca batmış ya da elem verici kana bulaşmış insanlar dışında, kimseye câiz değildir." (Ebû Dâvud, Zekât 26, hadis no: 1641; Tirmizî, Büyû' 10, hadis no: 1218; İbn Mâce, Ticârât 25, hadis no: 2198)
Habeşî İbn Cünâde es-Selûlî (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) Arafat'ta vakfede iken bir bedevî gelerek ridâsının bir ucundan tutup, ondan bunu istedi. Peygamberimiz de ridâsını ona verdi. Adam ridâyı beraberinde alıp gitti. Tam o sırada dilenmek haram kılındı. Bunun üzerine Rasûlullah: "Sadaka zengine helâldeğildir; sağlığı yerinde güç kuvvet sahibine de helâldeğildir. O, sersefil edici, fakre düşen, haysiyeti kırıcı borca giren, eleme boğan kana bulaşan kimseler dışında hiç kimseye helâldeğildir. Öyleyse, kim malını artırmak için insanlara el açarsa, bu, kıyamet günü suratında cırmalama yaralarına ve cehennemde yiyeceği kızgın taşlara dönüşür. Öyleyse (buyursun) dileyen azla yetinsin, dileyen de çoğaltmaya çalışsın." (Tirmizî, Zekât 23, hadis no: 653). Rezin merhum şu ziyâdede bulunmuştur: "Ben, bir adama ihsanda bulunurum. Adam da onu koltuğunun altına koyarak alıp gider veya yiyip midesine indirir. Halbuki bu, (eğer lâyık değilse) o adam için ateşten başka bir şey değildir." Rasûlullah'ın bu sözü üzerine Hz. Ömer (r.a.): "Ey Allah'ın Rasûlü! Öyleyse ateş olan bir şeyi niye veriyorsunuz?" diye sordu. Rasûlullah: "Allah benim cimri olmamı kabul etmedi, insanlar da benden istememeyi kabul etmedi!" cevabını verdi. Orada bulunanlar:"Dilenmeyi haram kılan zenginlik nedir?" diye sordular. Peygamberimiz: "Sabah veya akşam yetecek kadar yiyecektir!" buyurdular." (Kütüb-i Sitte, c. 14, s. 66)
"Kim kendisine gelen bir fakirliği hemen halka intikal ettirirse (yani onlara açarak dilenmeye kalkarsa), onun fakirliğinin önüne geçilmez. Kime de fakirlik gelir, o da bunu (sadece) Allah'a açarsa, Allah ona er veya geç rızkıyla imdat eder." (Tirmizî, Zühd 18, hadis no: 2327; Ebû Dâvud, Zekât 28, hadis no: 1645)
Hz. Ömer (r.a.) şöyle hitap etmiştir: "Ey insanlar! Bilin ki tamahkârlık fakirliktir, yeis (tamahkâr olmamak) zenginliktir. Kişi bir şeye tamah göstermezse ondan müstağnî olur." (Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, c. 14, s. 68)
İbn Ömer (r.a.) anlatıyor: "(Babası) Ömer İbnu'l-Hattab (r.a.) dedi ki: "Rasûlullah (s.a.s.), (zaman zaman) bana ihsanda bulunuyordu. (Her seferinde ben): "(Ey Allah'ın Rasûlü!) bunu, buna benden daha muhtaç olan birine verseniz!" diyordum. Rasûlullah da: "Al bunu! Bu maldan, sen istemediğin ve gelmesini bekler durumda olmadığın halde gelen birşey olursa onu al ve temellük et (yani kendi malın kıl, malın olduktan sonra) dilersen ye, dilersen sadaka olarak bağışla. (Bu vasıfta) olmayan mala nefsini bağlama!" buyurdular. (Hadisi İbn Ömer'den rivâyet eden) Sâlim der ki: "Bu (hadis) sebebiyle Abdullah, kimseden bir şey istemezdi, (kendiliğinden) gelen bir şey olursa onu da reddetmezdi." (Buhârî, Ahkâm 17, Zekât 51; Müslim, Zekât 110, hadis no: 1045; Nesâî, Zekât 94, -5, 105-)
Amr İbnu Tağlib anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.)'a bir mal -veya bir şey- getirilmişti. Hemen onu taksim edip dağıttı. (Ancak, bunu yaparken) bir kısmına verdi, bir kısmına vermedi. Kendilerine verilmemiş olan kimselerin, sonradan hakkında dedikodu yaptıkları kulağına geldi. Bunun üzerine, (uygun bir fırsatta, halka hitap etmek üzere doğruldu). Allah'a hamd ve senâ ettikten sonra: "Sadede gelince; vallahi ben, birine verip diğerine vermediğim olur (bu doğrudur, ancak) vermediğim, nazarımda, verdiğimden daha çok sevgiye mazhardır. Ben bir kısım insanlara, kalplerinde gördüğüm sabırsızlık ve hırs sebebiyle veririm; bir kısmını da, Allah Teâlâ'nın kalplerine koymuş bulunduğu zenginlik ve hayra havâle eder (ve onlara bir şey vermem). İşte bunlardan biri Amr İbnu Tağlib'dir!" buyurdular. Amr devamla der ki: "Vallahi, Rasûlullah (s.a.s.)'ın (hakkımda telaffuz buyurduğu) bu kelâmına bedel kırmızı develerim olsaydı bu kadar sevinmezdim." (Buhârî, Cum'a 29, Humus 19, Tevhid 49)
Hz. Peygamber’in Âilesinin Maîşeti/Geçimi ve Sade Yaşayışı: Hz. Âişe (r.a.) anlatıyor: "ÂI-i Muhammed'in (s.a.s.), bazen bir ay geçer, hücrelerinin hiçbirinde ateş yanmazdı. Hz. Âişe'nin râvisi Ebû Seleme der ki: "Ben Âişe (r.a.)'den sordum: "Öyleyse bu esnâda ne yerlerdi?" Şu cevabı verdi: "İki siyah: Hurma ve su! Ancak, Ensardan komşularınız vardı. Onlar sadâkatli komşulardı. Onların sağmal hayvanları vardı. Bunlar hayvanlarının sütünden Rasûlullah’a bazen gönderirlerdi. (O, bize de içirirdi)" dedi. Muhammed (İbnu Mâce) der ki: "Ve onlar (yani Hz. Peygamber'in hücreleri) dokuz taneydi." (Müslim; Kütüb-i Sitte Muht. Terc. ve Şerhi, c. 17, s. 575)
"Muhammed'in nefsini elinde tutan Zat-ı Zülcelâl'e yemin olsun ki, Âl-i Muhammed'de hiçbir zaman akşamdan sabaha bir sa' miktarında ne zahire ne de kuru hurma bulunmuştur." Halbuki o sıralarda Aleyhissalâtu vesselâm'ın dokuz zevceleri vardı." (Buhârî, Kitabu'l-Bey')
"Al-i Muhammed'de ancak bir nüdd miktarı yiyecek maddesi sabahlamıştır" veya "Al-i Muhammed'de bir nüdd yiyecek (bile) sabahlamadı." (Kütüb-i Sitte Muht. Terc. ve Şerhi, c. 17, s. 576)
Süleymân İbn Surad (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) bize geldi ve bir yiyecek (ikramına) gücümüz yetmeksizin -veya bir yiyeceğe gücü yetmeksizin- üç gece kaldık." (Kütüb-i Sitte Muht. Terc. ve Şerhi, c. 17, s. 576)
Hz. Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.)’a bir gün sıcak bir yemek getirilmişti. Yedi ve yemekten çıkınca: "Elhamdülillah, şu şu vakitten beri mideme sıcak bir yemek girmemişti" buyurdu." (Kütüb-i Sitte Muht. Terc. ve Şerhi, c. 17, s. 577)
Hz. Ali (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.)'ın kızı (Fâtıma gerdek gecesi) bana gönderildi. Onun gönderildiği gece yatağımız koyun derisinden başka bir şey değildi." (Kütüb-i Sitte Muht. Terc. ve Şerhi, c. 17, s. 577)
Peygamberimiz'in Çocuklarına ve Ev Halkına Karşı Tavırları: Rasûlullah, ümmetini eğitip terbiye ederek ateşten koruması ve sıırât-ı müstakîme yöneltmesindeki gayretini, evinde en yakınlarına karşı görmememiz tabii ki mümkün değildir. Allah Rasûlü, her hususta olduğu gibi, insan eğitiminde ve çocuk terbiyesinde de daima orta yolu takip etmişti. Bütün evlâtlarını, torunlarını canı kadar sever hem de bu sevgisini onlara hissettirirdi. Ne var ki, bu sevgisinin kötüye kullanılmasına da asla fırsat vermezdi. Zaten O’nun evlat ve torunları arasında, böyle bir davranışa yeltenen de yoktu. Ancak bilmeden yaptıkları hatalar karşısında, Allah Rasûlü’nün takındığı bir tavır, o derin sevgiyi bir vekar buğusuyla sarar ve ılık bir görünümle onları şüpheli zeminde dolaşmaktan alıkordu. Meselâ, bir defasında Hz. Hasan veya Hüseyin, henüz yaşları çok küçük olduğu için elini sadaka hurmasına uzatır. Allah Rasûlü hemen harekete geçer ve o hurmayı onun elinden alarak: “Bize sadaka hurması haramdır” (Ahmed bin Hanbel, II/279; Müslim, Zekât 161) der. Daha o yaştan itibaren, onları harama karşı duyarlı yetiştirme, terbiyede dengenin güzel örneklerinden biri olsa gerek.
Çocuklarını Ebedî Hayata Hazırlaması: Allah Rasûlü ebediyete, yani insanların yaratılış itibariyle talip oldukları şeye talipti. Evet insan, ebed için yaratılmıştır. Ebedden Ebedî Zât’tan başka bir şeyle de tatmin olması mümkün değildir. Binaenaleyh O’ndan başka bir şey istemez.. bilerek-bilmeyerek hep O’nu arzular. Bu itibarla da insana ebediyeti vereceğiniz âna kadar onun doyup tatmin olması mümkün değildir. Evet, insanın sonsuz emelleri ve arzuları vardır. Ona ne verseniz tatmin edemezsiniz! Zaten bütün dinlerin ve peygamberlerin mesajlarının esası da işte bu ukba buudlu nizamdır. Bu itibarladır ki, Allah Rasûlü (s.a.s.)bir taraftan avuç avuç ve kucak kucak onlara huzur taşırken, diğer taraftan da onları ebedî huzura, ebedî saadete hazırlamayı hiç mi hiç ihmâl etmiyordu. Bunun en çarpıcı misallerinden birini şu vak’ada görmek mümkündür: Fâtıma Vâlidemiz, boynunda bir gerdanlıkla Allah Rasûlü’nün huzuruna gelir. Allah Rasûlü (s.a.s.), bir rivâyette (Nesâî’nin rivâyeti) Fâtıma Vâlidemiz’in boynundan gerdanlığı alır. Başka bir rivâyette gerdanlık Fâtıma Validemiz’in elindedir ve Allah Rasûlü ona şöyle buyurur: "İster misin ki halk Peygamberin kızı elinde cehennemden bir zincir, bir kolye taşıyor? desin?" (burada, halktan maksat, insanlar veya melekler, sema sâkinleri olması arasında fark yoktur.) Evet bir taraftan onları aziz tutuyor, diğer taraftan da teveccühlerini bütünüyle ahirete, Allah’a, ebedî ve uhrevî güzelliklere çeviriyordu. Bu söz Hz. Fâtıma’ya yetmişti. Zira bu söz, onun gönlünde taht Kur’anve onu bütün letaifiyle fetheden insandan geliyordu. Onun için Hz. Fâtıma diyor ki: “Hemen kolyeyi sattım. Parasıyla bir köle aldım ve o köleyi de hemen hürriyete kavuşturdum. Sonra da Allah Rasûlü’nün huzuruna geldim. Geldim ve yaptıklarımı kendisine bir bir nakledince mesrûr oldu, sevindi. Sonra da ellerini açıp Allah’a şöyle hamd etti: “(Kızım) Fâtıma’yı cehennemden koruyan Allah’a hamdolsun.” (Nesâî, Zînet 39)
Elbette ki, Hz. Fâtıma boynuna taktığı bu kolye ile harama girmiş değildi. Ancak Allah Rasûlü onu mukarrebîn dairesinde tutmaya çalışıyordu. Efendimiz’in ikazı takva ve kurb buudluydu. Bu bir cihetle dünyaya karşı alâkasızlık, ama daha çok da, bulundukları yer ve kıyamete kadar temsil edecekleri cemaat itibariyle, “Ehl-i Beyt”in anasına düşen bir titizlik ve hassasiyet örneğiydi: Evet, Hasan’a, Hüseyin’e ve daha sonra gelecek Zeynelâbidin gibi âbidlerin, ziya kaynağına ana olmak elbette kolay değildi. Allah Rasûlü onu Ehl-i Beyt’e ana olmaya hazırlıyordu. Sanki ona: “Kızım sen, öyle bir koca evine giriyorsun ve öyle bir eve gelin gidiyorsun ki, senin o mübârek hanenden teselsülen ortaya çıkacak dünya kadar altın halkalar var. Bırak boynundaki şu altın kolyeyi, sen onlara ana olmaya bak!” diyordu. Evliyâ, asfiyâ, ebrâr ve mukarrabîne ana olmak kolay değildi. Onun için Allah Rasûlü bu hususta, kendi hanesine karşı daha hassas ve daha sert idi. Evet, O, bu davranışlarıyla şefkat ve re’fetin yanında onların nazarlarını uhrevî âlemlere çevirme itibariyle de sırat-ı müstakimin ayrı bir yönünü hatırlatıyor ve büyük-küçük bütün fenalıklara karşı kapı ve pencereleri kapatıp onların nazarlarını sadece ahirete çeviriyor ve “size Allah gerek, Allah!” diyordu.
Allah Rasûlü, bu en sevdiklerini, gerçek sevginin gereği olarak dünyevî bütün ricsten, pisliğin her çeşidinden temizliyor, eteklerine dünyevî tozun-toprağın bulaşmasına fırsat vermiyor, onların nazarlarını ulvî âlemlere çeviriyor ve onları oradaki beraberliğe hazırlıyordu. “Kişi sevdiğiyle beraberdir” (Buhârî, Fezâilu’l-Ashâb 9; Müslim, Zikr 80, 81; Ebû Dâvud, Edeb 100). Hz. Muhammed’i seviyorsanız, yolunda olacaksınız, yolunda olanlar ötede O’nunla beraber olacaklardır. İşte bu beraberliğe hazırlama yolunda Allah Rasûlü bir taraftan onları seviyor, bağrına basıyor, diğer taraftan da bu sevip bağrına basmayı çok iyi değerlendiriyordu. Şefkat olacak, sevgi olacak, kalple ve hisle kucaklama olacak; fakat âhiret adına da kesinlikle bir gevşeklik olmayacak. İşte Sırat-ı Müstakim; orta ve en doğru yol! Bir yol ki Allah Rasûlü de bu yolun Baş yolcusu...
Hz. Fâtıma’nın Hizmetçi İstemesi: O’nun terbiye sisteminden bir diğer kesiti de İmam Buharî ve Müslim veriyor. Hâdiseyi bize Hz. Ali (r.a.) anlatıyor ve diyor ki: “Evimizde hizmetçimiz yoktu. Bütün işlerini bizzat Fâtıma kendisi yapıyordu. Zâten, bütünü bir tek odadan ibâret olan bir hücrecikte kalıyorduk. O odacıkta, Fâtıma ocağı yakar ve yemek pişirmeye çalışırdı. Çok kere, ateşi alevlendirmek için eğilip üflerken, ateşten çıkan kılvılcımlar benek benek elbisesini yakardı. Onun için elbisesi delik-deşik olmuştu. Yaptığı sadece bu değildi. Ekmek yapmak, evin ihtiyacı olan suyu taşımak da onun yüklendiği işlerdendi. Ayrıca değirmen taşını çevire çevire eli; su taşıya taşıya da sırtı nasır bağlamıştı.
Bu arada bir harp dönüşü Medine’ye esirler getirilmişti. Allah Rasûlü bu esirleri, müracaat eden Medine halkına dağıtıyordu. Fâtıma’ya, babasına gidip ev işlerinde kendisine yardımcı olabilecek bir hâdim (hizmetçi) istemesini söyledim. O da gitti ve istedi... Şimdi, hâdisenin gerisini Hz. Fâtıma Vâlidemiz’den dinleyelim: “Babama gittim; fakat evde yoktu. Hz. Âişe: “Geldiğinde ben haber veririm” dedi, ben de geri döndüm. Az sonra Allah Rasûlü birdenbire çıkageldi. Ben ve Ali doğrulmak istedikse de O, buna mâni oldu ve aramıza oturdu. Öyle ki ayağındaki serinliği hissediyordum. Arzumuzu sordu. Ben de durumu aynen naklettim. Allah Rasûlü birden uhrevîleşti ve şöyle dedi: “Yâ Fâtıma, Allah’tan kork ve Allah’a karşı vazifende kusur etme! Allah’ın omuzuna yüklediği farzları hakkıyla yerine getir. Kocana da dâima sâdık ve itaatkâr ol! Onun hakkını da gözet! (Yani, senin iki vazifen var: Allah’a karşı kulluk etmek ve sonra da kocana itaatde bulunmak.) Sana ayrı bir şey daha söyleyeyim: Yatağına girmek istediğin zaman, otuz üç defa 'Sübhânallah', otuz üç defa 'El-hamdü lillâh', otuz üç defa da 'Allahu ekber' de. İşte bu, senin için hizmetçiden daha hayırlıdır.” Bunun mânâsı şu idi: Ben senin nazarını uhrevî âlemlere çeviriyorum ve orada senin, bana ulaşman ve benimle beraber olman için de iki yol var: Birincisi Rabbine karşı kulluk vazifende kusur etmemen. İkincisi de; kocana karşı vazife ve mükellefiyetlerini yerine getirmen. Eğer bir hizmetçi, senin kocana karşı vazifelerinde senin yerini alır ve senin yapman gerekenleri o yaparsa, bu bir ölçüde senin eksik kalmana sebebiyet verebilir. Oysa ki senin iki kanatlı olman gerekir. Bir insan, nasıl en mükemmel kul olur ve Allah’a kulluğunu en mükemmel şekilde yerine getirir? Bir insan nasıl en mükemmel insan olur ve üzerindeki mükellefiyetleri kusursuz ve arızasız yerine getirir? İşte sana düşen bunları araştırmaktır.
Sen evvelâ, Rabbine karşı kulluğunu en mükemmel şekilde edâ et ve mükemmel bir kul ol! Sonra da Ali gibi kıyâmete kadar gelecek ehlullah’ı sulbünde taşıyan büyük bir insana karşı, mükellefiyetlerini yerine getir ve mükemmel bir insan ol! Ol ki, bütün mükemmeliyetlerin ve mükemmellerin toplanma yeri olan cennette benimle beraber olabilesin! Hz. Fatıma’nın zü’l-cenâheyn (iki kanatlı) olması için Hz. Ali ve ona hizmet bu denli önemli olunca, Hz. Fâtıma’nın hizmetçi kullanması, onun kanatlarından birinin kırılması demektir. Böyle tek kanatlı biri ise Hz. Hasan’a, Hz. Hüseyin’e ve kıyâmete kadar gelecek bütün aktâba, müceddidîne, müçtehidîne ana olamazdı. Allah Rasûlü onu bu büyüklükte bir ana yapmak için, âdeta dünyaya ait bütün alâkalarını kesiyor onun nazarını tamamen âhirete çeviriyordu. Zira Allah (c.c.) da O’nu böyle yapmış ve böyle terbiye etmişti. (İbn Hişam, Sîre I/262).
Fâtıma O’nun kızıydı. Hakk’ın terbiye adına kendisine lutfettiği ve ihsanda bulunduğu şeyleri o kızından esirgeyemezdi. O kız ki, Hz. Hasan ile Hüseyin’den son şerif ve seyyide kadar birçok velînin/Allah dostunun anası olacaktı. Bu itibarla onun bu mübârek meyvelere çekirdek olabilecek mâhiyette yetiştirilmesi gerekiyordu. İşte bundan dolayı Efendimiz, bir taraftan fevkalâde sevgisi, şefkati ve gönüllerinde taht kurmanın yanında, diğer taraftan da Fâtıma’nın nazarını hep uhrevî âlemlere çeviriyordu.
O'nun Mutluluk Evinin Genel Atmosferi: Allah Rasûlü’nün saâdet hânesinde sürekli bir haşyet, Allah korkusu tüter dururdu. Allah Rasulü’nün bakışlarını yakalayabilenlerin, o bakışlarla her zaman cennetlerin imrendiriciliğine veya cehennemlerin ürperticiliğine ulaşmaları, hatta görüp hissetmeleri mümkündü. O'nun evinde yaşayanlar, O'nunla uzun müddet beraber kalanlar, O’na bakanlar, her zaman Allah’ı hatırlardı. İmam Nesaî naklediyor: “Allah Rasulü (s.a.s.)namaz kılarken içinde bir güveç kaynıyor gibi ses duyulurdu.” (Nesâî, Sehv 18). O, daima ağlamalı, kaynamalı bir içle Allah’a teveccüh eder ve namazını öyle kılardı. Âişe Validemiz kaç defa O’nu Rabbinin huzurunda, başı yerde titreyerek, irkilerek secde eder vaziyette bulmuştu. (Nesâî, İşretü’n-Nisâ 4)
Tabii ki, O’nun bu hali, ev halkına da müsbet yönde tesir ediyor, ve terbiye adına onlara çok şey kazandırıyordu. Allah’tan çok korkan bu Nebiler Sultanı’nın, hanım ve evlatlarında da aynı haşyet, aynı korku vardı. Çünkü Allah Rasûlü, hep yaşadığını söylüyor ve söylediklerini de yaşadıklarıyla örneklendiriyordu. İnsanın yaşadığını söylemesindeki tesiri, en bariz şekli ve en çarpıcı keyfiyetiyle ancak O’nun evinde görebiliriz. Yeryüzünde mevcut bütün pedagog ve terbiyeciler, bütün terbiye sistemleri adına, bildikleri ne kadar mâlûmâtları varsa hepsini seferber etseler, insan yetiştirme adına, o hâne-i saâdetteki, mutlu yuvada, güzel evdeki etkiye ulaşamazlar ve ulaşamamışlardır da.
Evet, Allah Rasûlü (s.a.s.), yapmak ve anlatmak istediği şeyleri daha çok, davranışlarıyla temsil ve ifade etmiş, sonra da davranışlarından dökülen bu şeylere tercüman olmuştur. Allah’a karşı nasıl haşyet duyulacak, nasıl takvâ ve zühd içinde yaşanacak, secdeler nasıl bir derinlikle edâ edilecek ve nasıl iki büklüm olunarak rükû yapılacak; gecelerde nasıl feryad edilecek, Allah Rasûlü bütün bunları evinde yapmış, sonra da, arkadaşlarıyla sohbetlerinde: “İnsanlar şöyle yapmalıdırlar. Çocuklarına şu şekilde sahip çıkmalıdırlar. Hak ve hakikate şu denli tercüman olmalıdırlar” demiş ve dedikleri de hem kendi evinde, hem de dışarıda, hemen hüsn-ü kabul görmüş ve inanan insanların hayatlarında yankılanmıştır.
Her şeyden evvel O, eşi benzeri olmayan bir baba ve dedeydi. Hayat adına bize çok basit gibi görünen bu husus, esâsen her insan için aşılması gereken en zor engel ve engebelerden biridir ve Allah Rasûlü bu engeli en kolay şekilde aşmış en birinci baba ve dededir. Hem O, öyle evlât ve torunlar yetiştirmiştir ki, onların sulbünden gelen ne kadar altın halkaya âit insan varsa, hepsi de insanlığın ufkunda, âdetâ asırlara saçılmış güneşler, aylar ve yıldızlar gibidirler. Bu husus, sadece Allah Rasûlü’ne has bir mazhariyettir ki, Cenâb-ı Hak O’nu bu mazhariyette de tek kılmıştır. İçlerinde tek bir mürted barındırmayan veya başka bir ifâdeyle, içlerinden tek bir mürtedin çıkmadığı tek nesil, hem de milyonlara varan sayılarıyla Allah Rasûlü’nün neslidir.
Nice Hak dostları vardır ki, kendileri çok büyük olmalarına rağmen, evlerinde yetiştirdikleri evlâtları itibarıyla fevkalâde fakirdiler. Onların evlâtları veya torunları, azıp sapmış ve şeytanın ağına takılmışlardır. Günümüzde dahi bunun yüzlerce örneğini gösterip anlatmak mümkündür. Ancak Allah Rasûlü’nün evlat ve torunlarıdır ki, hiçbirisi yetiştikleri haneye, o hânenin mâna köklerine ihanet etmemişlerdir. Değil ihanet etmek, her fırsatta bu cibilli alâkayı göstermiş ve vefa misali olmuşlardır. Evet, işte bu da yine Allah Rasulü’nün risâletinin bir delilidir ki, insan ne kadar dâhi de olsa bu ölçüde bir terbiyeci olması kat’iyen mümkün değildir. (F. Gülen, Sonsuz Nur, c. 1, s. 361 vd.)
Rasûlullah’ın Cömertliği ve Tevâzuu: Kerem; iyilikseverlik ve ikram etme hasleti demektir. Araplarda kerem, çok önemli bir sıfattır. Hatta câhiliye şiirini kurcaladığınız zaman, o devir Arabının şu hususlarla övündüğünü görürsünüz: "Biz, misafirlerimize, şu kadar koyun, şu kadar sığır, şu kadar deve boğazlayıp ikram ettik..." Evet, misafire gösterilen cömertçe ikram, onların birer övünç vesilesiydi ki, bu hususta kabile ve oymaklar âdetâ birbirleriyle yarışırlardı. Tabii bunlar yaptıkları her şeyi bencillik hesabına yapıyorlardı. İşte, cömertlik ve keremin böyle revaçta olduğu bir zamanda, onlar arasında kerimlerden kerim bir Zât zuhûr etti. O’nun keremini görünce herkesin dili tutuldu. Bu kerim Zât, yaptığını sadece Allah için yapıyor, birisine dünyayı bağışlasa, ondan tek kelime ile dahi bahsetmiyordu. Hatta, şiirlerinde O’nun cömertliğini anlatan mısralara yer veren şâirlerin, bu ifâdelerinden dahi hiç mi hiç hoşlanmıyor ve onların sözlerini, “Ekremü’l-Ekremîn” olan Allah’a izâfe ve havâle ediyordu.
O öyle parlak bir ayna idi ki, Cenâb-ı Hakk’ın “Kerîm” ismi, O’nda tecelli ile kendini gösteriyordu. O, her konuda olduğu gibi bu hususta da Allah Teâlâ'nın en zirvede bir kulu idi ve yeryüzünde O’ndan daha kerim bir ikinci insan gösterilemezdi. Hz. Muhammed Aleyhisselam, keremin; kerem ise cennetin yoludur. Cimrilik ise, insanı cehenneme götüren bir yoldur. İki Cihan Serveri’ni uzaktan görenler dahi, O’nu, vasıflarından hemen tanır ve "bu O’dur!" derlerdi. O, insanlık, dolayısıyla da cennet yolunun biricik rehberidir. O, diğer vasıflarıyla giremediği gönüllere keremiyle girmenin yolunu bulmuştur. O, hilmi/yumuşak huyluluğu, tevâzusu ile ruhları fethetmiş, keremi/cömertliği ile de gelip bu ruhlara taht kurmuştur.
O isteseydi, dünyanın en zengin insanı olurdu. Zaten, daha nübüvvetini ilân ettiği ilk günlerde, Kureyş O’na dâvâsından vazgeçmesi şartıyla böyle bir teklifte bulunmamış mıydı? (İbn Hişam, Sîre, I/285). Daha sonra da, bütün müslümanların Allah yolunda verecekleri şeyler hep O’nun elinden geçiyordu. Hükümdarlardan gelen hediyelerin haddi-hesâbı yoktu. Fakat O şahsı adına bunlardan hiçbirine sahip olmayı düşünmedi, hatta aklının köşesinden dahi geçirmedi.
O, kendisini daima bir yolcu telakki ediyor ve yakın bir gelecekte göç edeceği anlayışı ile yaşıyordu. O’na göre uzun bir yolculuk esnâsında, gölgelenmek için muvvakkaten altında dinlenilen bir ağaçtı dünya. Öyleyse O, bu uzun yolculukta, gerçekten önem verilmesi gereken hususlarla kalbini meşgul etmeliydi. Bir de, O’nun insanlığa giden yolları, insanlara öğretmesi gerekiyordu. Kaldığı kadar bu ağacın altında kalacak, daha sonra da yoluna devam edecekti (Buhârî, Rikak 3). Gâye ve hedef yüce idi. Allah’a ulaşmak O’nun en birinci gâyesiydi ve insanları aynı hedefe ulaştırabilme vazifesi. İşte O, bunun için yanıp tutuşuyordu. Böyle bir durumda olan insan için dünya malının ne önemi olabilirdi ki? Elbette ki hiç. Hiç ise, gönül bağlamaya değmezdi...
O, kendi bireysel hayatı için fakirliği seçmişti. Bu, herkesin de fakir olmasını istemesi demek değildir. Ancak hiç kimsenin midesi altında ezilip kalmasını da hoş görmüyordu. Zâten, O büyük insanın sâyesinde müslümanlar, çok kısa zamanda dünyanın en zengin milleti haline gelmişlerdi. Kendi aralarında, sadaka ve zekât kabul edecek insan bulamıyorlardı. Evet, kişi başına düşen gelir dağılımı o kadar yüksekti. Ama, onların içinde öyle zâhidler de bulunuyordu ki, evinde bir günlük yiyeceği var ise, getirilen yeni bir şey ne kadar da câzip olsa onu kabul etmiyordu. Bu bir diğergâmlık, bir ruh yüceliği meselesidir. Yaşatmayı sevmedir; yaşama zevkini terk etme idealidir. Bu his ve duygularla dolup taşamamış insanların bunları anlamaları da mümkün değildir.
Bir iftar sofrasında, Hz. EbûBekir’e bir bardak soğuk su ikram edilir. Suyu dudağına götürünce, hıçkırıkları, boğazında düğümlenir. Yanındakiler ne olduğunu sorarlar. Cevap verir: Birgün Allah Rasûlü, kendisine getirilen böyle bir bardak soğuk suyu içmiş sonra da ağlamış ve: “O gün nimetlerden hesaba çekileceksiniz!” (102/Tekâsür, 8) âyetini okuyarak, "işte bu nimetten de hesaba çekileceğiz" buyurmuştu. Bunu hatırladım ve onun için ağladım... (Müslim, Eşribe 140; Ebû Nuaym, Hilye, I/30)
Halbuki, Hz. Ebû Bekir gâyetsade ve fakirâne bir hayat yaşıyordu. Vereceği hesap gâyet hafifti. Halife iken uzun zaman başkalarının koyunlarını sağarak ailesinin nafakasını temin etmeye çalıştı. Neden sonra kendisine maaş bağlandı, ama bu defa da verileni çok buldu. O, Medine’nin en fakir insanının geçimini kendine ölçü kabul etmişti. Bu itibarla da artan parayı bir testiye atıyor ve orada biriktiriyordu. İki buçuk senelik hilâfeti süresince, aldıklarını hep böyle biriktirmişti. Vefat edeceği zaman da, kendisinden sonra gelecek halifeye teslim edilmek üzere, bu testiyi vasiyet ediyordu. Hz. Ömer, halife olup da testiyi kırdırınca içinden küçük küçük paracıklar çıktı ve bir de mektup vardı. Bu mektupta, yeni halifeye hitâben şöyle deniyordu: “Bu paralar, bana verilen maaştan arta kalanlardır. Ben Medine’nin en fakirini kendime ölçü kabul etmiştim. Artan miktarı bu testiye koydum. Dolayısıyla, bu paralar hazineye âittir ve oraya konulmalıdır.” Hz. Ömer mektubu okuyunca ağladı ve: “Kendinden sonrakilere çok ağır bir yük bıraktın, ya Ebâ Bekir!” dedi. (Taberî, Tarihu’l-Ümem ve’l-Mülûk, IV/252)
Hz. Ebû Bekir, böyle zâhidâne yaşamayı Hz. Muhammed Aleyhisselam’dan öğrenmişti. Zira Allah Rasûlü, pratikte, böyle yaşamanın mümkün olduğunu bizzat kendi yaşantılarıyla ona ve bütün ashâbına öğretmişti.
Düşünün ki, Efendimiz, bütün ganimetlerin beşte birine, hem de Cenâb-ı Hakk’ın fermânıyla (8/Enfâl, 41) sahip bulunuyordu. Yani ganimetlerin humusu Allah Rasûlü’nün şahsî tasarrufundaydı. Onu istediği gibi kullanma selâhiyeti, doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk tarafından O’na tevdî edilmişti. Halbuki, Hz. Ömer birgün, O’nun saâdet hücresine girecek ve hıçkıra hıçkıra ağlayacaktı. Efendimiz, niçin ağladığını sorunca da, o koca Ömer şöyle diyecekti: "Ya Rasûlallah! Dünya kralları, Kisrâlar servet içinde yüzüyorlar. Senin ise altına sereceğin bir sergin bile yok. Yatağın hasır ve teninde yattığın zeminin izleri var." Allah Rasûlü, şu cevabı verir: "İstemez misin yâ Ömer, dünya onların, âhiret de bizim olsun!" (Buhârî, Tefsir 66, -2-; Müslim, Talâk 31)
Allah Rasûlü, bunları söylerken, başka türlü yaşaması mümkün olmayan bir fakirin, bir düşkünün çaresizlik içinde söylediği sözler türünde bir söz olarak da söylemiyordu. Yukarıda da temas ettiğimiz gibi, o isteseydi, dünyanın en zengin insanı olabilirdi. Meselâ, bir fikir vermesi bakımından, sadece Huneyn’den O’nun payına düşen beşte biri belirtelim: 40.000 koyun, 24.000 deve, 6.000 esir, 4.000 okka gümüş ki, bir okka dört kilo demektir (İbn Sa’d, Tabakat II/152). Diğer savaşlarda elde edilen ganimetlerle, krallardan gelen hediyeler de düşünülecek olursa, Efendimiz’in en müreffeh bir hayat yaşamasına engel hiç bir şey yoktu. Ancak O, en fakir bir insanın yaşadığı hayatı yaşamaktaydı. Eline geçenleri ise, bütünüyle halka dağıtıyordu. Zira O, cisimlenmiş kerem ve cömertlik idi. Bu kadar kerem sahibi bir insan ise, ancak Rasûlullah olabilir...
Allah Rasûlü, dış-iç uyumu açısından en dengeli bir insan tipini temsil ediyordu. O’nun dış görünüşü, farklı ve hoş bir heybet arzediyor ve güzelliği de âdetâ insanları büyülüyordu; iç dünyası itibarıyla da aynı ölçüde insanları teshir ediyordu. Hz. Enes: “Allah Rasûlü, insanların en güzeliydi” (Müslim, Fezâil 48; Buhârî, Menâkıb 23) der. Evet, hem sîret/yaşayış, hem de sûret/şekil itibarıyla O, insanların en güzeliydi. Hz. Âişe Vâlidemiz de O’nunla alâkalı bir hissini şöyle anlatıyor: “Mısır kadınları, Yusuf’u görünce ellerini kestiler. Eğer benim Efendimi görmüş olsalardı, ellerindeki bıçakları sînelerine saplarlardı.”
O insanların en güzeliydi. ve Enes’in sözü devam ediyor: “O, insanların en cömertiydi.” Sûret ve cemâl yönüyle “ahsenu’n-nâs” (insanların en güzeli) olan Allah Rasûlü, kalp ve irâdesiyle “ecvedu’n-nâs” (insanların en cömerti) idi. (Müslim, Fezâil 48). İbn Abbas’ın ifâdesiyle, özellikle Ramazan ayında O, önüne kattığı her şeyi sürükleyip götüren bir rüzgâr gibi cömert kesilirdi (Buhârî, Deavât 11; Ebû Dâvud, Edeb 100; Ahmed bin Hanbel, I/136). Yani, elinde-avucunda kalan en son şeyleri de dağıtıverirdi. Bu bir ruh ve irâde meselesiydi. O, kendi için yaşamaz, hep başkaları için yaşardı. Sürekli başkalarının/ümmetinin mutluluğunu düşünmekten ömrü boyu kendini düşünmeye fırsat bulamamıştı. Zâten, insanları mesut görmek kadar, O’nu mutlu edecek bir başka zevk de yoktu. Diğergâmlığında, en son sırayı da kendi hânesi, kendi yakınları teşkil ediyordu. Yani, O, evvelâ, kendisine uzak olanlardan başlayıp ilgisini, alâkasını yayıyor, en sonunda sıra kendi yakınlarına geliyordu. Ganimet mi taksim edilecek, Bedir ve Uhud’da bulunup şehid düşenlerin ailelerine öncelik tanınıyordu. Ve sık sık, kendi evindekilere: “Ben onlara vermeden size hiçbir şey veremem” (Müslim, Cihad 78) diyordu.
O'nun hilminin/yumuşaklığının ve diğer ulvî duygularının anahtarlarıyla açılmayan nice kapalı gönüller, O’na kerem/cömertlik anahtarıyla açılıvermişti. İşte Safvan b. Ümeyye de bunlardan biridir: Hz. Enes anlatıyor: “Allah Rasûlü, Huneyn’e giderken, bu şahıstan ödünç olarak silah almıştı. Huneyn’de elde edilen ganimetlere Safvan hayran hayran ve hırsla bakıyordu. O’nun bu durumu Allah Rasûlü’nün dikkatini çekmişti. “Bakıp beğendiğin o develer senin olsun” dedi. Ardından daha birçok şey verdi. Safvan bu cömertlik karşısında şaşırdı kaldı. Kalbi Allah Rasûlü’ne karşı buğz ve kinle dolu olan bu adam, birdenbire değişivermişti. Evet, Allah Rasûlü’nün bu keremi onu, bu kin ve buğzundan uzaklaştırmış ve İki Cihan Serveri onun için insanların en sevgilisi hâline gelivermişti. Safvan’ı kazanmak elbette binlerce deve, sığırdan daha mühimdi. Allah Rasûlü de en önemli olanı yapmıştı. Nitekim Safvan’a karşı gösterilen bu cömertlik, neticesiz kalmamıştı. Safvan hemen kavmine gidip şöyle demişti: “Ey kavmim koşun İslâm’a girin! Zira Hz. Muhammed bir veriş veriyor ki, ancak, fakirlikten korkmayan ve Allah’a tam itimat eden bir insan böyle verebilir!” (Müslim, Fezâil 57; Ahmed bin Hanbel, Müsned, VI/465; İbn Hişam, Sîre IV/135; İbn Hacer, el-İsâbe, II/187; Kenzu’l-Ummâl, 10/505)
O, kendisinden birşey istenildiğinde varsa verir, olmadığı takdirde de borç alıp verir ya da vaad ederdi. Bazen üzerine giydiği tek elbisesini bile isteyen olur, O da hiç çekinmeden hemen veriverirdi.
Bir bedevî gelip O’ndan birşey istemişti, Allah Rasûlü ona istediği şeyi vermişti. Adam bir kere daha istemiş, O yine vermişti. Üçüncü isteğinde ise, verecek bir şey olmadığı için Allah Rasûlü vaadetmişti. Yani mal eline geçtiği ilk fırsatta ona verecekti. Bu durum Hz. Ömer’i fevkalâde üzmüş, Allah Rasûlü’nün bu derece rahatsız edilmesinden rahatsız olmuştu. Dizleri üzerine doğruldu ve: “İstediler verdin. Bir daha istediler, yine verdin. Bir daha istediler, vaadettin. Yani, kendini bu kadar eziyete sokma ya Rasûlallah!” dedi. Ancak bu sözler, Allah Rasulü’nün hiç hoşuna gitmemişti. Kaşlarının hafif çatıldığını gören Abdullah b. Huzâfet’üs-Sehmî ayağa kalkmış ve: “Ver Ey Allah’ın Rasulü, sakın Allah’ın seni fakir bırakacağını ve senden nimetlerini kesivereceğini zannetme! ” İki Cihan Serveri bir müddet sessiz durduktan sonra şöyle dedi: “İşte Ben de bununla emrolundum.” (Müslim, Fezâil 60, hadis no: 2314; Tirmizî, Şemâil; İbn Kesir, el-Bidâye 6/63)
Ferazdak ne güzel söyler: “O teşehhüdün dışında asla “hayır” demedi. Eğer teşehhüd olmasaydı O’nun “Hayır” sözü de “Evet” olurdu.” O, “evet” lerle bu kadar bütünleşmiş bulunuyordu. Şer’î daire içinde O’ndan ne istense hemen icâbet eder ve isteyene istediğini verirdi.
Evet Nebîler Sultanı’nın cömertlikte de benzeri yoktu. Bu ölçüdeki bir cömertlik de, ancak peygamberlikle izah edilebilirdi. Hem eğer cömertlik Allah’a yaklaştıran bir huy ise, Allah Rasûlü nasıl cömert olmaz ki? Halbuki O, Allah’a yakınlıkta, Cibril’i bile geride bırakmıştı. Zâten bizzat, kendisi de şöyle buyuruyordu: “Cömert; Allah’a, cennete ve insanlara yakın, cehenneme uzaktır. Cimri ise; Allah’a, cennete ve insanlara uzak, cehenneme yakındır.” (Tirmizî, Birr 40)
Bu konuda yine Allah Rasûlü şöyle buyururlar: “Ey insanlar! Allah sizin için din olarak İslâm’ı seçti. Öyleyse siz de İslâm’la olan arkadaşlığınızı, cömertlik ve güzel ahlâkla bütünleştirin.” İslâm, güzel ahlâk ve cömertlik yörüngesinde yürür. “Güzel ahlâk ve cömertlikle İslâm’a ihsanda bulunun! Cömertlik bir ağaç gibidir. Kökü cennette, dalları ise dünyaya sarkmıştır. Her kim, o ağacın altında yaşar ve cömertçe davranırsa, er-geç o ağacın dallarından birine tutunur ve o ağacın kökünün bulunduğu cennete yükselir.” (Kenzu’l-Ummâl, 6/571)
Cimrilik, bir dengesizlik, bir ifratsa, yok yere saçıp savurma da bir tefrittir ve ikisi de birer dengesizliktir. Peygamber fetâneti/zekâsı, cömertliği İslâm dinini i’lâda/yüceltmede, kalpleri Allah için kazanmada kullanır. O, rahmet ve yumuşak huylulukla kalplere girdiği gibi, Allah’ın kendisine ihsan ettiği şeyleri kullanmak sûretiyle de kalplere girmiş ve en açılmaz zannedilen kalpleri ikram ve cömertlik anahtarıyla açmıştır.
Hz. Hadîce Vâlidemiz, İslâm’a en erken uyanan kadındır. Zâten Hadîce, kelime manâsıyla da “erken doğan” demektir. O Efendimiz’den on beş sene erken doğmuş ve İslâm’a da herkesten erken uyanmıştır. Onda aynı zamanda böyle bir isim-müsemmâ uygunluğu da vardır. Mekke’nin en zenginlerinden olan bu kadın, bütün servetini Allah ve Rasûlü uğruna harcayıp tüketmişti. Öyle ki vefat ettiği zaman, bir kefen bezi alacak kadar dahi varlığı kalmamıştı. İhtimâl Allah Rasûlü, borç bulduğu para ile ona kefen bezi almıştı ki, bu, o büyük kadın için en uygun ölüm şekli idi, ölüm sonrası hali de böyle olmalıydı. Halbuki O, İslâm’a girmeden önce, zenginliğiyle dillere destandı. Bu koca servet, son kuruşuna kadar dinin i’lâsı, İslâm'ın yayılıp güçlenmesi uğruna sarfedilmişti (İbn Kesir, el-Bidâye, III/158, 159). Bu da ayrı bir sırat-ı müstakim örneğiydi. Allah Rasûlü, cömertliğini öyle bir fetânet ve ferâsetle kullanmıştı ki, yaptığı ikramların zerresi dahi boşa gitmemiş ve İslâm gücü olarak geriye dönmüştü. (F. Gülen, Sonsuz Nur, c. 1, Feza Y. -Zaman Gazetesi-, İst. 1994, s. 328 vd.) (5)
Cemiyet Adam
ı Olarak Hz. Peygamber (s.a.s.)Müslümanlar olarak hepimiz inanırız ki Hz. Muhammed (s), Allah’ın kulu ve elçisidir. “Kul” ve “elçi” kavramları ayrılmaz bir bütün halinde hep bir arada zikredilir. Ne kul olması elçi olmasına engeldir, ne de elçi olması kul olmasına. Elçilik ve kulluk kavramlarının yansımasını toplum hayatında da görmekteyiz. O, Allah’ın kullarından birisi olduğu gibi yaşadığı toplumun da fertlerinden birisidir. Aynı zamanda o, seçilmiş bir kuldur. Dolayısıyla toplum içinde de seçkin bir konuma sahiptir; toplumun lideridir. Bu sebeple “Cemiyet Adamı Olarak Hz. Peygamber” konusunu ele alırken “cemiyetin bir ferdi” ve “cemiyetin lideri” olmak üzere Hz. Peygamber’in cemiyet içinde iki farklı konumunu tespit etmek gerekmektedir. Konuyu zihinlerde netleştirebilmek için bölümlere ayırmakla beraber tıpkı “kul” ve “elçi” kavramları gibi “fert” ve “lider” kavramlarının da birbirinden tamamen ayrılamayacağı gözden uzak tutulmamalıdır.
Cemiyetin Bir Ferdi Olarak Hz. Peygamber: “Sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü arzu eden ve Allah’ı çok zikreden kimseler için, Allah’ın Rasulü’nde güzel bir örnek vardır.” (33/Ahzâb, 21)
Muhammedü’l-Emîn: Hz. Peygamber’in toplumsal kimliğini tesbit etmeye çalıştığımızda karşımıza çıkacak ilk özellik şüphesiz onun “güvenilirliği” olacaktır. İçinde doğup büyüdüğü toplum tarafından kendisine “Muhammedü’l Emîn” denilmesi, Mekke müşriklerinin tebliğ ettiği vahyi yalanlamalarına rağmen kendisini yalancılıkla itham edememeleri, aralarındaki husûmete rağmen mallarını ona emanet etmeleri bunun en bariz göstergesidir.
Kâbe’nin tamiri esnasında Haceru’l-Esved’i yerine koyma hususunda Mekkeli kabileler arasında ihtilaf çıkmıştı. NihâyetKâbe’ye ertesi sabah ilk girenin hakem olması kararlaştırıldı. O sabah Kâbe’ye ilk giren kişinin Hz. Muhammed (s.a.s.)oluşu herkesi rahatlatmıştı. Çünkü o, “Emîn” olarak tanınmaktaydı.
Vahyi tebliğ etmeye başladığında ona her türlü iftirayı atan müşrikler yalancı olduğunu söyleyemediler. EbûCehil’in sık sık şöyle dediği rivâyetedilir: “Muhammed, sana yalancısın demiyorum, ama bana göre senin söylediklerin doğru değil.”
Hicret öncesinde, Mekke’de zulmün son noktaya vardığı dönemde artık Hz. Peygamber’in öldürülmesi düşünülüyordu. Bununla birlikte kendisinde onu öldürmeyi düşünen toplumun emanetleri vardı. Medine’ye doğru gizlice yola çıkarken Hz. Ali’ye tenbih ederek, sahipleri hasım olsun, putperest olsun kendisine emanet olarak bırakılmış eşyaları iâde ettikten sonra kendilerine katılmak üzere Medine’ye gelmesini istedi.
El-Emîn ismi, iki temel özelliğe sahip olmayı içerir. Bunlardan biri, ahde vefâ, yani verdiği sözde durmak, ikincisi de dosdoğru olmak.
Ahde Vefâ: Kur'an-ı Kerim'de ve hadis-i şeriflerde kâmil/olgun mü'minlerin vasıfları sayılırken, onların ahde vefâ gösterme özelliklerine işaret edilir. (Mü'minûn/8; Meâric/32) Kur'an'da ahde vefâ ile ilgili âyetlerde, kendileriyle yapılmış antlaşmaların hükümlerine riâyetettikleri müddetçe, müslüman olmayan taraflara dahi verilen söz istikametinde uygulamada bulunulması emredilmektedir. (Tevbe/1, 4, 7) Diğer ahlâkî faziletlerde olduğu gibi ahde vefâ göstermede de ümmeti için örnek bir yaşayış sürdürmüş olan Hz. Peygamber'in (s.a.s.)Hudeybiye Antlaşması'ndan hemen sonra, yanındaki müslümanların itirazlarına rağmen, kendisine sığınan EbûCendel'i antlaşmanın gereği olarak müşriklere iade etmesi, O'nun verdiği söze bağlılığının en canlı örneklerinden birisidir. O'na "el-Emîn" sıfatının düşmanları tarafından bile verilmesinin, kendisinin ahde vefâ ve emanete riâyetfaziletine kemaliyle sahip bulunmasından ileri geldiği bütün kaynaklarda belirtilmiştir. Nitekim O, konu ile ilgili hadislerinde ahde uygun hareket edilmesini imandan saymış, ahde aykırı davranmayı ise nifak alametleri arasında göstermiştir. Zira sözünde durmamak, sözüne güvenilmez olmak, imanın özünde bulunan sadakat kavramı ile çelişmektedir. Halbuki gerek Kur'an'da (Bakara/177), gerekse hadislerde ahde vefâ ile sadakat arasında kopmaz bir bağ bulunduğu belirtilmiştir.
Hz. Peygamber'den bir rivâyetşöyledir: "Ahdine vefâsı olmayanın imanı da (dini de) olamaz." (Beyhakî, es-Sünnetü'l-Kübrâ ; Zehebî, Kebâir ) “Ahdini bozan (sözünden cayan) herkes için kıyâmet günü bir bayrak dikilip ‘bu falanın vefâsızlık alâmetidir’ diye ilân olunacaktır” (Buhârî, Cizye 22, Edeb 99)
“Kıyâmet günü her vefâsız kişinin arkasında bir bayrak bulunacak ve vefâsızlığı ölçüsünde o bayrak yükseltilecektir. Bilin ki, vefâsızlık açısından kamu yöneticisinden daha büyük vefâsız yoktur” (Müslim, Cihad 15-16)
Hadis-i şerife göre ahde vefâsızlık, küfrün en rezil şekli olan münafıklığın da belirgin niteliklerinden biridir. "Münafığın alâmeti üçtür. Söz söylerken yalan söyler. Va'd ettiği, söz verdiği zaman sözünde durmaz. Kendisine bir şey emanet edildiği zaman hiyanet eder" , "Dört şey kimde bulunursa hâlis münafık olur. Kimde bunlardan bir kısmı bulunursa, onu bırakıncaya kadar kendisinde münafıklıktan bir haslet kalmış olur. Bunlar: Kendisine bir şey emanet edildiği zaman hiyanet etmek, söz söylerken yalan söylemek, ahdettiğinde, söz verdiğinde sözünü tutmamak, husumet zamanında da haktan ayrılmaktır." (Buhâri, Tecrid-i Sarih, no: 31-32)
Doğruluk: Doğruluk, ahlâkî vasıfların tümünü kendinde toplar. Kur’an, baştan sona doğruluğun yolunu ve bunun aksi olan sapıkların yolunu açıklar. Allah’a kulluk etmek, doğruluğun ve doğru yolun ta kendisidir. Allah, O’na inananları ve kendi yoluna uyanları rahmet ve lutfa mazhar eder, onları doğru yola iletir. “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.” (Hûd/112; Şûrâ/15) buyuran Allah, hâlis kullarını şeytandan korumaktadır. Doğruluğun karşısında yalancılık, bâtıl, dalâlet gibi özellikler bulunmaktadır. Peygamberler başta olmak üzere takvâ sahibi müslümanlar asla yalan söylemezler. Bu dosdoğru haliyle peygamberliğinden çok önceden beri Hz. Muhammed (s.a.s.)“el-Emîn” olarak tanınmıştı.
Doğruluk; düşüncede, sözde, niyette, irâdede, azimde, vefâ ve amelde doğruluk şeklinde tezâhür eder. Bütün bunların kaynağı, Kur’an ve Sünnettedir. Öte yandan, düşünce ve eylem birliği, doğruluğun esasıdır. Düşüncede ve inançta tam mânâsıyla İslâm’a yönelinmedikçe ve İslâmî hükümlere teslim olunmadıkça davranışların doğru olması mümkün değildir. Doğru olan ahlâk, tümüyle sadece Hz. Peygamber’in ahlâkıdır. Zira Rasûlullah (s), “dosdoğru ol!” mesajı ile “Hûd sûresi beni kocattı” diye buyurarak doğruluğun önemini ve insana yüklediği sorumluluğu ifade etmiştir. Yine O, “Beni Rabbim en güzel şekilde terbiye etti” buyurmuştur.
Bir sahâbi, Hz. Peygamber’e “Yâ Rasûlallah, bana İslâm’ı öyle tanıt ki, senden başka birine (başka soru) sorma ihtiyacını duymayayım” deyince, Rasûlullah şöyle buyurmuştur: “Allah’a inandım de, sonra da dosdoğru ol!” (Müslim, İman 62;) Başka bir hadis-i şerifte de: “Doğru olunuz, kurtuluşa erersiniz.” (İbn Mâce, Tahâret 4) buyurulmuştur. Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (s.a.s.)sâdık olduğu, yalancılardan olmadığı Kur’ânı-ı Kerim’in birçok yerinde anlatılmakta, İslâm tarihine, özellikle risâletin Mekke dönemine bakıldığında Rasûlullah’ın (s), gerçeğin şehâdeti, iman edenlerin ve hatta düşmanlarının şâhitliğiyle “el-Emîn” ve “Sâdıku’l-Va’du’l-Emîn” olduğu ortaya çıkmaktadır.
Her hususta dosdoğru olan Peygamberimiz, ümmetine de sık sık doğrulukla ilgili tavsiyelerde bulunurdu. İşte bunlardan birkaçı:
“Şüphesiz ki sözde ve işte doğruluk hayra ve üstün iyiliğe yöneltir. İyilik de cennete iletir. Kişi doğru söyleye söyleye Allah katında sıddîk (doğrucu) diye kaydedilir. Yalancılık, yoldan çıkmaya (fücûr) sürükler. Fücûr da cehenneme götürür. Kişi yalancılığı meslek edinince Allah katında çok yalancı (kezzâb) diye yazılır” (Buhârî, Edeb 69)
“Sana kuşku veren şeyi bırak, şüphe ve kuşku vermeyen şeyi al! Doğruluk, gönül rahatlığı, yalansa kuşkudur.” (Tirmizî, Kıyâme 22)
Rasûlullah’a: ‘Mü’min korkak olabilir mi?’ diye sorulduğunda: “Evet” diye cevap verdi. ‘Mü’min yalancı olabilir mi?’ diye sorulunca da: “Hayır!” buyurdular. (Muvattâ, Kelâm 19)
“Kim yalan söylemeyi ve yalanla amel etmeyi bırakmazsa, o kimsenin (oruç tutup) yemesini-içmesini bırakmasına Allah için hiçbir gerek yoktur.” (Buhârî, Savm 13)
Yardımseverliği: Hilfü’l-Fudûl: Mekke’nin ilk sâkinleri olan Cürhümlüler’den Fadl (Fazl) adlı üç kişi yerli ya da yabancı olsun, zulme uğrayan kişilere yardım edeceklerine dair aralarında yemin etmişlerdi. Onların bu yemini “Fadl’ların yemini” ya da “fazilet yemini” anlamına gelmek üzere “hilfü’l-fudûl” diye adlandırılmıştır. Bu anlaşma Mekke’de uzun süre etkili olmuştur.
Hicretten yaklaşık otuz yıl kadar önce hilfü’l-fudûl ikinci defa tekrarlanmıştır. Mekke’de kabileler arasında zaman zaman çekişme ve çatışmalar oluyor, ayrıca dışarıdan hac ve ticaret için şehre gelen zayıf ve güçsüz kimselere haksızlık ve zulüm yapılıyordu. Haram aylardan Zilkade’de yine böyle bir olay vuku bulmuştu: Zübeyd kabilesinden bir kişi umre için Yemen’den Mekke’ye geldi ve yanında getirdiği mal hakkında birisi ile pazarlık etti. Alıcı daha sonra pazarlığa uygun bir ödeme yapmak istemedi. Yemen’li tâcir uğradığı haksızlığı dile getirdiğinde kendisine yardım edecek kimseyi bulamadı. Bunun üzerine Hz. Peygamber’in amcası Zübeyr b. Abdülmuttalib’in girişimleriyle bir toplantı düzenlendi ve haksızlıkları önlemek amacını taşıyan, gönüllülerden oluşan bir grup kurulması kararlaştırıldı. Bu sırada yirmi yaşlarında olan Hz. Muhammed de (s.a.s.) bu gruba katıldı.
“Allah’a and olsun ki Mekke şehrinde birine zulüm ve haksızlık yapıldığı zaman hepimiz, o kimse ister iyi ister kötü, ister bizden ister yabancı olsun, kendisine hakkı verilinceye kadar tek bir el gibi hareket edeceğiz; deniz süngeri ıslattığı ve Hira ile Sebir dağları yerlerinde kaldığı sürece bu yemine aykırı davranmayacağız ve birbirimize malî yardımda bulunacağız” sözleriyle yemin eden bu grup Mekke’de birçok kez zulme engel olmayı başarmıştır.
Bu grubun bir üyesi olma sıfatıyla bizzat Hz. Muhammed’in (s.a.s.) gerçekleştirdiği bir icraatı bu topluluğun faaliyetlerine bir örnek olarak zikredebiliriz:
Ebû Cehil, mallarını satmak için Mekke’ye gelen bir tâcirin mallarına düşük fiyat biçmiş, diğer tüccarların da onunla alışveriş yapmasına engel olmuştu. Kimsenin daha fazla fiyat verememesi üzerine zor durumda kalan tâcirin durumunu Hz. Peygamber öğrendi ve üç deve yükü malını onun istediği fiyattan satın aldı. Ardından EbûCehil’in yanına gelerek hilfü’l-fudûl’ü hatırlattı ve aynı şeyi tekrarlamaması için onu uyardı.
Bütün kaynaklarda Hz. Peygamber’in bi’setten sonra da bu ittifaktan övgüyle bahsedip bu yemini kızıl tüylü bir deve sürüsüyle de olsa asla değişmeyeceğini, tekrar çağırıldığı takdirde tereddüt göstermeden icabet edeceğini söylediği kaydedilmektedir.
Burada dikkat çeken husus, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) bu derneğin öncülüğünü, kuruculuğunu yapan kişi olmayışıdır. Hilfü’l-Fudûl, onun yaşadığı toplumda var olan bir organizasyondu. Zalime karşı mazlumun yanında yer almayı hedefleyen, “mazluma yardım etmek” ortak değerinde buluşan üyelerden meydana geliyordu. İşte bu ortak değer, Hz. Peygamber’in herhangi bir üye sıfatıyla gruba katılmasını sağlamıştı.
Temiz ve Düzgün Görünümü: Hz. Peygamber insanların karşısına temiz olarak çıkardı. Elbisesinin temiz ve tertipli olmasına önem verirdi, giyiminde titizdi, dağınıklıktan hoşlanmazdı. Peygamberimizin giyecekle ilgili tutumu: “temizlik, tertiplilik, estetiği gözetme, sadelik ve ihtiyacı karşılama” olarak ifade edilebilir. O, “Allah temizdir temizliği sever, en kâmil manasıyla pâktır, pâk olanı sever, kerîmdir, iyilik sahibi olanı sever. Cömerttir, cömert olanı sever. Evinizin iç ve dışını temiz tutunuz” buyurarak insanları temizliğe teşvik etmiştir. “İnsan elbisesinin güzel olmasını istiyor” diyen birine Peygamberimiz “Allah güzeldir, güzelliği sever; kibir, hakkı kabul etmemek, insanları küçük görmektir” cevabını vermiştir. Hz. Peygamber bir gün üstü başı kir içinde birini görünce “Şu kişi acaba elbisesini yıkayacak bir şey bulamıyor mu?” diye tepki göstermiştir. Aynı şekilde, saçı başı dağınık bir adama durumunu düzeltip gelmesini tenbih eden Rasulullah, adam saçını başını düzeltip gelince “Birinizin şeytan gibi saçı başı dağınık olmasından böylesi daha iyi değil mi?” buyurmuştur. Hz. Peygamber’in vefatından önce dünya ile ilgili olarak yaptığı en son şeyin Hz. Âişe’nin yardımı ile dişini misvaklaması da ilgi çekicidir.
Hasta ziyareti: Hz. Peygamber daima hastaları ziyaret eder, onlara destek olurdu. Ne zaman bir hastayı ziyaret etse onu teselli eder, elini alnına ve bileğine koyarak onun için duâeder ve “inşaallah iyileşeceksin” derdi.
Hasta bir mü’mini ziyâret etmek, dinimizin önemli bir tavsiyesi, Peygamberimiz’in sünnetidir. Hasta birini ziyâret eden kişi, hem hastaya moral vermiş, hem de kendisi sevap kazanmış olur (Tirmizî, Edep 45) Hz. Peygamber (s), ashâbından birisi hasta olsa onu ziyârete giderdi. Hattâ kâfirlerden hasta olanları da ziyâret ederdi. Enes’den (r.a) rivâyete göre Rasûl-i Ekrem’e hizmet eden bir yahûdi genci hastalanınca Peygamberimiz onu ziyârete gidip başucuna oturarak ona müslüman olmasını teklif etmiş o da babasına bakınca, babası: “Oğlum! Ebû’l-Kasım’a itaat et” demiş, genç de müslüman olmuştur. Hz. Peygamber (s), hastanın yanından çıkınca; “Şu genci Cehennem azâbından kurtaran Cenâb-ı Hakk’a hamd ü senâlar olsun” buyurdu. (Buhârî, Cenâiz 80)
Peygamberimiz (s), hastaların ziyâret edilmesini, cenâzelerin tâkip edilmesini, zira bunların âhireti hatırlatacağını söylemiştir. (Buhârî, Cihad 171)
Hasta ziyâreti, müslüman için bir görevdir. Çünkü Rasûlullah, mü’minleri bir vücudun organları gibi birbirine bağlı görmüş, “sevilmede, merhamet ve şefkatte mü’minleri bir vücut gibi görürsün. O vücudun herhangi bir organı rahatsız olursa diğer uzuvlar da onunla beraber ıstırap duyarlar.” (Buhârî, VII/12) buyurmuştur. Yine bir hadis-i şerifte müslümanın, müslüman üzerindeki haklarından birinin hastalandığında, bir mü’min kardeşini ziyâret etmek olduğu belirtilmiştir. (Tirmizî, Edeb 1) En güzel ahlâkı yaygınlaştıran Rasûlullah, en insanî duygularla donatılmış bir yardımlaşma ve kardeşlik ortamı oluşturmuştur. Hasta ziyâreti, insanî duygulardan biridir. Çünkü hasta, böylece kendini yalnız hissetmekten kurtulur, acıları hafifler.
Fâsık müslüman da, gayr-i müslim hasta da ziyâret edilebilir. Hasta, tebliğe açıktır, his yönleri ön plandadır, hasta ziyâretinde sıkmadan onu sabra ve Allah’a yöneltmeye çağırmak uygun olur, özellikle ölümü beklenen hastalara tevhid telkini çok önemlidir. Hastaya canı çeken şeylerden hediye götürmek İslâmî edeplerdendir. Zaten hastalıkta, insanın canı çekip alamadığı, yiyemediği şeyler vardır. (İbn Mâce, Cenâiz 1) Yine, hasta zaman zaman yakınlarından sorulmalıdır. Yasak savma kabilinden bir ziyâretten sonra hastayla ilgiyi kesmek, sünnetten kaçınmak gibidir. (Buhârî, İsti’zân 29)
Hasta ziyareti konusunda Peygamberimiz şu tavsiyelerde bulunmuştur: “Ashâbım! Hastaları ziyâret edin, açları doyurun, elinizin altındaki köleleri salıverin.” (Buhârî, Et’ıme 1)
“Müslümanın, müslüman üzerindeki hakkı beştir: Selâm almak, hasta ziyâret etmek, cenâzenin arkasından yürümek, dâvete icâbet etmek ve aksırana ‘yerhamukellah’ demek.” (Buhârî, Cenâiz 2)
“Bir müslüman, hasta bir müslüman kardeşini ziyârete gittiğinde, dönünceye kadar cennet hurfesi içindedir.” ‘Ey Allah’ın elçisi, cennet hurfesi nedir?’ diye sordular. Rasûl-i Ekrem şöyle buyurdu: “Cennet yemişidir” (Müslim, Birr 40-42)
“Hastayı sormaya gittiğiniz zaman onu yaşamağa teşvik edin; rahatlatıcı, teselli edici sözler söyleyin. Çünkü bu, kaderi değiştirmez ama hastanın moralini düzeltir.” (Tirmizî, Tıb 35)
Selâmlaşma: Selâm; barış, rahatlık, esenlik; müslümanların birbirleriyle karşılaştıkları zaman, karşılıklı olarak sağlık ve esenlik dileklerini sunmaları, yani birinin diğerine "Selâmün aleyküm" (Selâm sizin üzerinize olsun, Allah her türlü kazâdan ve beladan korusun!) demesi; diğerinin ise: "Ve aleykümü's-selâm ve rahmetullahi ve berekatüh" (Allah'ın selâmı, rahmet ve bereketi sizin de Üzerinize olsun!) şeklinde cevap vermesi anlamına gelen bir İslâm ahlâkı terimidir.
Müslümanlar arasında, bir dostluk ve iyi niyet işareti olan selâmı vermek sünnet; almak ise farzdır. Yüce Peygamberimiz her fırsatta müslümanlara, ev halkına, hatta gördüğü çocuklara bile selâm verirdi.
Birisiyle karşılaştığında önce selâm veren o, olurdu. Yanına gelen kişi yüzünü başka yöne çevirene kadar kendisi yüzünü çevirmezdi. Musafaha ederken de karşısındaki elini çekene kadar elini çekmezdi.
İslâm toplumu içinde selâmı yaymak, hem Allah'ın emri ve hem de Hz. Peygamberin sünnetidir. Bir âyette yüce Rabbimiz şöyle buyurur: "Ey inananlar! Evlerinizden başka evlere izin almadan, seslenip sahiplerine selâm vermeden girmeyiniz. Eğer düşünürseniz bu, sizin için daha iyidir" (24/Nûr, 27). Bir başka âyette de yüce Rabbimiz şöyle buyurur: "Size bir selâm verildiği zaman, ondan daha iyisiyle selam verin veya aynıyla karşılık verin..." (4/Nisâ, 86). Bu âyetlerden selâmı yaymanın bir Allah emri olduğu açıkça anlaşılmaktadır.
Hz. Peygamber (s.a.s.) de, birçok hadislerinde selâmın önemi ve yaygınlaştırılmasının gereği üzerinde durmuştur. Bir sahâbi Hz. Peygamber'e (s): "İslâm’ın hangi işi daha hayırlıdır?" diye sorduğunda, Rasûlüllah şöyle buyurmuştur: "Yemek yedirmen, tanıdığına ve tanımadığına selam vermendir" (Buhârî, İman, 6-20). Yine Peygamber Efendimiz (s.a.s.)şöyle buyurmuşlardır: "İman etmedikçe Cennete giremezsiniz: birbirinizi sevmedikçe, olgun bir îmana sahip olamazsınız. Size, yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir şeyi haber vereyim mi? Aranızda selâmı yayınız!..." (Müslim, İman, 93) "Şüphesiz ki, Allah katında insanların en iyisi, önce selâm verendir" (Ebû Dâvûd, Edeb 133) hadîsinden ise, selâm vermede acele etmenin daha sevap olduğu anlaşılmaktadır.
Hediyeleşme: Hediyeleşmek insanî ilişkilerde sevgi ve dostluğun artmasına vesiledir. Hz. Peygamber de hediyeye daha değerlisiyle karşılık verirdi.
Müslüman olarak bütün meselelerde olduğu gibi hediye konusunda da, rehberimiz olan Hz. Peygamber (s), müslümanların tavrının nasıl olması gerektiğini örnek yaşantısıyla göstermiştir.
Peygamberimiz en basit iyiliği bile karşılıksız bırakmazdı. Karşılığını mutlaka verirdi. Bunu ümmetine de öğütlerdi. Bir hadis-i şerifte "size herhangi bir iyilikte bulunana mukabele ediniz. Verecek bir şey bulamazsanız, ona duâ ediniz ki, kendisine mukabelede bulunduğunuz bilinmiş olsun" (Ebû Dâvud, Zekât 8) buyurulmaktadır.
Basit bir iyiliğe bile karşılık veren Allah Rasûlü elbette hediyeyi karşılıksız bırakmazdı. Bunu yakınlarına da öğütlerdi. Hz. Âişeannemiz Peygamberimiz için "Allah Rasûlü hediyeyi kabul eder ve karşılığını verirdi" buyuruyor.
Peygamberimiz başka bir hadiste de "hediyeleşiniz ki birbirinize sevginiz artsın" buyuruyor. Peygamberimiz bütün müslümanlar için en büyük örnektir. Müslümanların ondan alması gereken birçok örnekler vardır. Allah Rasûlü hediyeyi karşılıksız bırakmamıştır. Müslümana yakışan da budur. Hediyeye karşılık verilmesi bunun zorunlu olmasından değil, insanlar arasında sevginin, saygının artmasına sebep olmasındandır.
Komşuluk İlişkisi: Ailemizden sonra en yakın sosyal çevremizi komşularımız meydana getirir. İyi veya kötü günlerimizde, şartlar en yakın çevre ile temas halinde bulunmayı gerektirir. Darlık zamanında yardımlaşma, normal zamanlarda ziyaretleşme, sır sayılabilen halleri gizleme birbirinin hâlinden etkilenme, hatta komşunun mülkünü satın almada öncelik hakkına sahip olma (şûf'a) komşulukla ilgili bir dizi hak ve sorumlulukların kaynağını teşkil etmiştir. Kur'ân-ı Kerim'de komşu ilişkisinden şöyle söz edilir: "Anaya, babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya ve mâliki bulunduğunuz kimselere iyilik edin." (Nisâ/34)
Hz. Peygamber: "Cebrail (a.s) durmadan bana komşuya iyilik etmeyi tavsiye ederdi. Bu sıkı tavsiyeden, komşuyu komşuya mirasçı kılacağını zannettim" (Buhârî, Edeb 28) buyurur.
Komşusunun, kendisinde ne gibi hakları bulunduğunu soran bir sahabiye Hz. Peygamber (s.a.s.)şöyle cevap vermiştir: "Hastalanırsa ziyaretine gidersin, vefat ederse cenazesini kaldırırsın. Senden borç isterse borç verirsin. Darda kalırsa yardım edersin. Başına bir felâket gelirse teselli edersin. Evinin damını onunkinden yüksek tutma ki, onun rüzgârını kesmeyesin. Ya senin ne pişirdiğini bilmesin, ya da pişirdiğinden ona da ver" (Kandehlevi, Hayâtü's-Sahâbe, III, 1068)
Peygamberimiz: "Allah'a ve âhiret gününe iman eden komşusuna iyilik etsin" (Buhârî, Edeb 31) "Allah katında dostların en iyisi arkadaşına, komşuların en iyisi de komşusuna en iyi davrananıdır" (Buhârî, İman 31) buyurmuştur. Komşusunun derdiyle dertlenmenin imandan olduğunu, mü’min için bunun zarûri olduğunu şöyle ifade etmiştir: "Komşusu açken tok olarak yatan kimse bizden değildir." (Müslim, İman 74)
Hz. Peygamber : "Komşusu, kötülüklerinden emin olamayan kişi iman etmiş olmaz" (Buhârî, Edeb 29) ve "Allah'a ve âhiret gününe iman eden komşusuna eziyet etmesin." (Müslim, İman 73, 75) buyurarak müslümanlara komşu hakkının önemini belirtmiştir.
Cenâzelere Katılması: Hz. Peygamber cenazelere katılmak hususunda büyük bir hassasiyet gösterirdi. Vefatını duyduğu her mü’minin cenazesine mutlaka katılır; ölü için duâederken yakınlarını da teskin ederdi. Şu hadise cenazeye katılmaya ne kadar önem verdiğini göstermektedir:
Mescide hizmet eden, temizliğine bakan siyahî bir zât vardı. Hz. Peygamber, onu birkaç gün göremeyince soruşturdu ve öldüğünü öğrendi. Haberi olmadığından dolayı cenazesinde bulunamadığı için üzüldü, kabrini sordu ve gidip istiğfarda bulundu.
"Kim cenâzeyi takip eder ve önce üç kere taşırsa (ölen kardeşine karşı olan) borcunu ödemiş olur." (Tirmizî, Cenâiz 50)
"Ben sizi kabirleri ziyaretten men etmiştim. Artık onları ziyaret edebilirsiniz. Çünkü onlar size âhireti hatırlatır." (Müslim, Cenâiz 106)
İbn Abbas (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s), Medine ehlinin mezarlarına uğramıştı. Mezarlara yüzünü çevirerek:
"Esselâmu aleyküm (selâm üzerinize olsun) ey kabir halkı! Allah sizi de bizi de mağfiret buyursun. Sizler bizim seleflerimizsiniz. Biz de arkadan geleceğiz." buyurdular." (Tirmizî, Cenâiz 59)"Kim çocuğunu kaybeden bir anneye tâziyede bulunursa, cennette ona bir bürde (hırka, kaftan) giydirilir." (Tirmizî, Cenâiz 74)
Cemiyetin Lideri Olarak Hz. Peygamber
Kardeşlik Tesisi: Medine’de karşılaşılan ilk problem muhacirlerin intibakı meselesi idi. Hz. Peygamber, Mekke’den gelenler ile Medineli ailelerin başkanlarının katıldığı büyük bir meclis topladı. Muhacirlerin yeni yerleşim merkezine uyumlarını kolaylaştırmak maksadıyla bir işbirliği teklif etti. Medineli her bir aile Mekkeli bir muhacir ailesini kendi yanına alacaktı. Böylece oluşan “kardeşlik münasebeti”ne göre her ikisi de müştereken çalışacaklar elde ettikleri kazancı aralarında paylaşacaklar ve hatta birbirlerine mirasçı da olacaklardı. Muhacirler Medine’deki iktisadî yapı içinde bütünleşip yerleştiğinde Rasulullah mirasçı olabilme şartını iptal etmiştir. Böylece 186 Mekkeli aile, aynı sayıda Medineli aile yanına yerleştirildi. Kurulan bu kardeşlik bağı paylaşmanın en mükemmel örneği oldu. Hatta Hz. Ömer kendi kardeşi ile zamanı dahi paylaştıklarını ifade etmiştir. Buna göre bir gün biri hurma hasadı işinde çalışırken diğeri Rasulullah’ın yanına gitmekte, ertesi gün ise tam tersi olmaktaydı. Her akşam buluştuklarında da Rasulullah’ın yanında bulunan diğerine öğrendiklerini aktarıyordu.
Hazreti Peygamber'in "ikişer ikişer kardeşleşiniz" emri üzerine, Muhâcirler Ensâr kardeşleri tarafından kucaklandılar. Böylece her şeyden mahrum olan Muhâcirler bir anda bir çok şeye sahip oldular. Kardeşleşme emri karşısında Rasûlullah (s.a.s.), Hz. Ali ile kardeşleşmiş: Ebû Bekir, Hârise b. Zübeyr; Hz. Ömer, Itbân b. Mâlik; Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh; Muâz b. Cebel; Abdurrahman b. Avf, Sa'd b. Rabî ile ve diğer sahabiler de Ensâr ve Muhâcirlerden birer kardeş bulmuşlardır. Böylece muâhât ile kan kardeşliğinden daha üstün bir kardeşlik kurulmuş oldu. (Buhârî, Menâkıbül-Ensâr, 3)
Bu kardeşliğin tesisinden sonra ensârın, muhâcirlere karşı gösterdiği fevkalâde alâka ve ev sahipliği Hz. Muhammed (s), tarafından övülmüştür. (Müslim, Fedailü's-Sahabe, 171,188-198)
Ensâr ve Muhâcirler arasında yapılan kardeşlikle ensâr, muhâcir kardeşlerinin özellikle maddî ihtiyaçlarını karşılamak üzere arazilerinin ikiye bölünmesini, hattâ eşlerinden birisini boşayarak muhacir kardeşine nikâhlamak üzere vermeyi teklif ettikleri bir vakıadır. Nitekim Abdurrahman bin Avf'ın, Ensâr kardeşi malının yarısını ve hanımlarından birini ona vermek istediği zaman Abdurrahman bin Avf, Ensar kardeşine yük olmamak için bunları kabul etmeyerek kendisine çarşı ve pazar yolunu göstermesini istemiş, kısa sürede yaptığı ticaret ile büyük bir servet sahibi olmuştur. (Buhârî, Nikâh 68, Menâkıbu'l-Ensâr 3)
Ashâb-ı Suffe: Medineli müslümanlar olan Ensar evini-barkını, bütün mal varlığını geride bırakarak şehirlerine hicret eden müslümanlara maddî ve mânevî yönlerden çok yardımcı oldular. Fakat buna rağmen, yer-yurt sahibi yapılamayan bazı kimsesiz müslümanların açıkta kalmaması için böyle bir yer yapıldı. Suffe ehlinin ihtiyaçlarıyla Hz. Peygamber (s.a.s.) bizzat ilgilenir, Beytü'l-mâl'e ve kendisine gelen malların büyük bir kısmını onlara ayırırdı. Kendisinin yetişemediği hâllerde Ashâb'a tavsiye eder, evlerine Suffe ehlinden götürebilecekleri kadar misafir almalarını söylerdi. Bu sebeple bunlara: Edyâfu'l-müslimîn (Müslümanların Misâfirleri) de denilmiştir (Buhârî, Rikak 17). Suffe ehlinin ihtiyaçlarıyla Peygamberimiz, kendi ailesinin ihtiyaçlarından daha çok ilgilenirdi. Ashâb-ı Suffe hayatlarını Peygamber medresesinden ilim ve irfan tahsil etmeye adamış seçkin kimselerdir. Bunlar daima Mescid-i Nebevî'de bulunurlar, kendilerini ilim ve ibâdete verirler, hep oruçlu olurlar, Kur'an tahsil ederler, Hz. Peygamber'in vaaz ve irşâdını dinlerler, onunla beraber savaşlara iştirak ederlerdi. Onların geçimleriyle bizzat Hz. Peygamber ilgilenir ve ashâbın zenginlerini de onlara yardım etmeye teşvik ederdi.
Peygamberimize bir şey ikram edildiği zaman Efendimiz, ne maksatla getirildiğini sorardı. Sadaka olduğu söylenirse kendisi kabul etmez, ashâb-ı suffeye gönderirdi. Şâyethediye olduğu söylenirse, bir kısmını ailesi için alıkoyar, bir kısmını yine ashâb-ı suffeye gönderirdi.
Buhârî'nin rivâyet ettiği bir hadis-i şerifte Rasulullah (s): "İki kişilik yiyeceği olan, Ashâb-ı Suffe'den bir üçüncüsünü, dört kişilik yiyeceği olan, bir beşincisini, yahut da altıncısını alıp birlikte götürsün" buyurmuş ve bizzat kendisi on tanesini evine götürmüştür. Ebû Bekir de (r.a.) üç tanesini götürmüştür. (Tecrid-i Sarih Tercümesi, II/540)
Hz. Peygamber ilme çok önem verirdi; müslümanlar bir hurma ağacının gölgesinde, bir evin kenarında ya da camide toplanarak onun anlattıklarını dinliyorlardı. Bir de Mescid’in kendilerine ayrılan bir bölümünde kalan bekâr ve kimsesiz bazı kişiler vardı ki bunlara “Ashâb-ı Suffe” adı verilirdi. Ashâb-ı Suffe sürekli Peygamberimizin sohbetinde bulunur, ilimle meşgul olurdu. Hz. Peygamber de kendisine gelen hediyelerin büyük çoğunluğunu bu ilim talebelerine gönderir, zekat ve sadaka olarak gelen yardımlardan da onlara verirdi. Şu hadise de Rasulullah’ın talebelerine verdiği önemi göstermektedir:
Hz. Fâtıma yoksul bir hayat sürüyordu. Eliyle çektiği değirmenden yorgun düşer, su taşımaktan elleri yaralanırdı. O sırada bir savaş sonunda Medine’ye ganimet malları gelmişti. Bunun üzerine Hz. Fâtıma babasından bir hizmetçi istedi. Hz. Peygamber kızının isteğini “Suffe talabeleri böyle yoksul yaşarken size nasıl hizmetçi verebilirim?” diyerek geri çevirdi.
Yeni Bir Devlet Kuruluyor
Rasûlullah, Medineliler arasında dinini yayıp kısa sürede kendisine çok sayıda tâbi bulduğu gibi kabileler arasında barış sağlamaya, Muhacirler ve Ensar’dan meydana gelen Müslümanlar ile Yahudiler arasında anlaşma akdetmeye de muvaffak oldu. Tüm Medine halkı arasında yapılan anlaşma incelendiğinde görülür ki:
Rasulullah, toplum ve kabilelerin farklı oluşuna rağmen müslümanlar arasında birlik ve beraberliği sağlamayı, onların kalplerini İslâm sayesinde birbirine ısındırıp, onları tek bir ümmet haline getirmeyi başarmıştır.
Bu cemaatin fertleri arasında, her türlü yakınlıktan, hatta akrabalıktan önde gelen din kardeşliği temeline oturan bir yardımlaşma, birlik ve beraberlik ortaya çıkarmıştır.
Siyasî veya dinî şahsiyeti olan cemaatlerin fertleri üzerinde hakları olduğunu zikretmiş ve emniyeti tesis etmekte o hakkın rolünü ortaya koymuştur.
Umumî iş ve menfaatlerin dağılımında Yahudi cemaatin Müslümanlarla eşitliğini şart koşmuş; böylece İslâm’a ilgi duyanlar için de yolu açmıştır.
Hz. Peygamber Medine’de ilk defa vatan mefhumunu ortaya koyuyordu. Böylece anarşiye ve kuvvet üstünlüğüne son veriliyor, mü’minlerin hakkı kabile hakkının üzerine çıkıyordu. Böylece ayırıcı vasfı anarşi olan bir toplum içinde büyük İslâm Medeniyeti’nin temeli atılıyordu.
Rasulullah’ın liderlik vasfının gittikçe genişleyen halkalar şeklinde bir tedricîlik taşıdığını görmekteyiz. Önce aile fertleri ve yakın arkadaşlarından başlayan tebliğ süreci Mekke halkı ile devam etmiş, daha sonra hac için Mekke’ye gelen Arap kabilelerine, hicret sonrasında ise tüm Arap Yarımadası’na uzanmıştır. Hudeybiye Anlaşması ise önemli bir dönüm noktası olmuş, bundan sonra dünya devletlerine Allah’ın mesajı iletilmiştir.
Hicretin altıncı yılında akdedilen Hudeybiye Anlaşması’na kadar Müslümanlar sürekli Mekke müşrikleri ile mücadele etmek zorunda kalmışlardı. Bu anlaşma ile temin edilen sükûnet ortamı Hz. Peygamber’in çeşitli devlet başkanlarına İslâm’a dâvetmektupları göndermesine zemin sağlamıştır. O dönemin en büyük iki devleti Bizans ve Sasanî İmparatorları başta olmak üzere Habeşistan ve Mısır Kralları, Gassanî Emiri ve bazı kabile reislerine halklarıyla beraber İslâm’a girme çağrısı yapılmıştır. Bu mektuplar dine dâvetmaksadı taşımalarının yanı sıra siyasî açıdan da büyük bir öneme sahiptirler. Hz. Peygamber’in bu mektupları göndermekle gösterdiği cesaret ve kararlılık ancak o dönemin dünya siyasî hakimiyet tablosu göz önünde bulundurulduğunda anlaşılabilir. Devlet geleneğine sahip olmayan bir toplumun içinden çıkmış bir liderin dünya hakimiyetini elinde bulunduran imparatorlara gönderdiği bu mektuplar siyasî bir meydan okuma anlamı da taşımaktaydı. Bu tavrı Hz. Peygamber’in “cemiyet” anlayışının, içinde yaşadığı çevre ile sınırlı olmayıp bütün dünyayı içine aldığını da göstermektedir.
Vedâ Hutbesi
Vefatından üç ay önce yerine getirdiği hac farîzası esnasında, 140.000 kişi civarında bir cemaat huzurunda îrad ettiği “Vedâ Hutbesi”, Hz. Peygamber’in sadece o günkü değil, gelecekteki müslümanların da lideri oluşunu vurgulayan önemli bir metindir. Bu hutbe, Rasulullah’ın tüm müslümanlara vasiyetidir. Hutbe, Müslümanlar için hayatlarını şekillendirecek mesajlar içermesinin yanı sıra Hz. Peygamber’in bir lider olarak tanınması, örnek alınması için de güzel bir fırsat sunmaktadır.
Rasulullah, hutbesine Allah’a hamd ederek başlar ve sadece Allah’a sığınılacağını, Allah’tan başka ilah olmadığını, ancak O’nun doğru yola ileteceğini hatırlatır, Allah’a itaati tavsiye eder. Bundan sonra Haram Belde ve haram ayların mukaddesliğine riâyetedilmesi, emanete sadakat gösterilmesi, ribânın yasak oluşu, kan davalarının kaldırılması, insan canının, malının ve şerefinin korunmuşluğu, cahiliye âdetlerinin terk edilmesi gerekliliği üzerinde durur ve aile ilişkileri, miras gibi konularda önemli hatırlatmalarda bulunur. Ribâ ve kan davasının kaldırılışından bahsederken kendi yakınlarını zikretmesi bir lider tavrı olarak özellikle dikkat çekicidir:
“Kaldıracağım ilk ribâ amcam Abbas b. Abdulmuttalib’in ribâsıdır.”
“Kaldıracağım ilk kan davası yeğenim Âmir b. Rabîa b. Hâris b. Abdulmuttalib’in kan davasıdır.”
“Bu yıldan sonra bulunduğum bu yerde belki de sizlerle tekrar buluşamayacağım” ifadesiyle yakın bir gelecekte vefat edeceğine açıkça işaret etmesine rağmen siyasî iktidara kimin getirileceğine dair bir söz sarf etmemiştir. Hutbe politik bir vasıf taşımıyor, sadece sosyal hayatı düzenleyen mesajlar veriyor gibi görünmekle birlikte kendisinden sonra karşılaşılacak problemlerle ilgili uyarılarda bulunan şu ifadeler Hz. Peygamber’in evrensel siyaset anlayışını da ortaya koymaktadır:
Benden sonra küfre sapıp birbirinizi boğazlar hâle gelmeyin. Gerçekte ben size öyle bir şey bırakıyorum ki ona sıkı sarılır da sebat ederseniz dalâlet ve sapıklığa düşmezsiniz; bu Allah’ın kitabı ve O’nun Nebîsinin sünnetidir. Dikkat edin! Tebliğ ettim mi? Ey Allah’ım sen şahit ol!
Ey insanlar! Rabbiniz bir, ceddiniz birdir. Hepiniz Âdem’den türemiş bulunuyorsunuz. Âdem ise topraktan yaratılmıştır. Allah indinde en mükerem ve makbul olanınız O’ndan korkup çekineninizdir. Bir Arabın Arap olmayan üzerinde bir üstünlüğü yoktur; varsa bu, takva yönündendir. Dikkat edin! Tebliğ ettim mi? Ey Allah’ım sen şahit ol!”
Hz. Peygamber’in Lider Olarak Sahip Olduğu Bazı Özellikler
İstişareye Önem Vermesi: İstişâre ile işlerin güzel neticelere varması, siyâsi, içtimâî, askeri vs. bütün alanlarda problemlerin çözülmesi mümkündür. Kişi ne kadar akıllı, zeki ve tecrübeli bulunursa bulunsun, Cenâb-ı Hakk'ın Kur'an-ı Kerîm'inde işaret ettiği ve fâillerini övdüğü müşâvere esasına uygun hareket etmedikçe, faydalı sonuçlara ulaşması ve problemlerini güzel bir şekilde çözümlemesi pek mümkün değildir. Zira Hz. Peygamber (s), akıl ve zekâ yönüyle insanların en mükemmeli iken, Allah ona bile müşâvereyi emretmiştir.
Hz. Peygamber (s), vahyin indirilmediği durumlarda daima arkadaşları ile istişâre yoluna gitmiştir. Ashâb-ı kirâm, Rasûlullah'ın kendi fikriyle hareket ettiğini bildikleri konularda, kendi fikirlerini O'na açıklar, o da uygun fikir doğrultusunda hareket ederdi. Bunun örnekleri pek çoktur.
Hz. Peygamber önemli işler hakkında karar verirken mutlaka ashâbı ile istişare ederdi. Bedir Savaşı’nda birçok Mekkeli, Müslümanlar tarafından esir alınmıştı. Âdeti üzere Rasulullah bu esirlerin âkıbeti konusunda ashâbının fikrini sordu. Bazı kimseler hepsinin öldürülmesinde ısrar ettiler. Esirlerin her birinin yakın akrabası olan bir müslüman tarafından öldürülmesini teklif ediyorlardı. Hz. Ebû Bekr ise bir fidye karşılığında serbest bırakılmalarını teklif etti. Rasulullah Hz. Ebû Bekr’in teklifini uygun buldu. Bu arada okuma-yazma bilen esirlerin de fidye olarak on kişiye okuma-yazma öğretmesine karar verildi. Fidye ödemek için hiçbir gücü olmayan, kendisine yardım edecek dostları da bulunmayan bazı esirler ise karşılıksız serbest bırakıldı. Bu esirlerden İslâm aleyhine bir faaliyete katılmama sözü alındı.
Uhud Savaşı öncesinde ise savaş taktiğinin belirlenmesinde istişareye başvurduğunu görüyoruz. Bedir Savaşı’nın intikamını almak isteyen müşrikler 3000 kişilik bir ordu ile Medine’ye doğru yola çıkmışlardı. Rasulullah, kendi fikri, şehirde kalıp muhasarayı savunma harbi ile karşılamak olmasına rağmen özellikle genç kumandanların ısrarı ile teklif edilen açık bir meydanlıkta düşmana taarruz harbi ile karşılık verilmesi görüşünü kabul etti.
Âdil Bir Yönetici Olması: “Allah size, emanetleri ehline vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman da adâletle hükmetmenizi emrediyor. Allah bununla size ne güzel öğüt veriyor. Şüphe yok ki Allah her şeyi hakkıyla işiten hakkıyla görendir.” (Nisa 58)
Adâlet, her ferdin kanunla aynı şekilde muhatap olması, imtiyaza müsaade edilmemesi anlamına gelmektedir. Hz. Peygamber de bu hususta büyük titizlik göstermiş, dost-düşman, zengin-fakir, müslüman-gayrimüslim ayrımı yapmamıştır. Medine Yahudilerinin besledikleri düşmanlığa rağmen aralarındaki anlaşmazlıkları karara bağlaması için Rasulullah’a gelmeleri onun adâletine ne kadar güvendiklerini gösterir. Şu meşhur hadise de onun adâlet anlayışını açık bir şekilde gözler önüne sermektedir:
Kureyş kabilesinin Mahzumoğulları kolundan itibarlı bir kadın, kolunun kesilmesini gerektirecek seviyede bir hırsızlık suçu işlemişti. Bu kadının toplum içindeki itibarlı mevkiini gözönüne alan bazıları, cezanın uygulanmasını durdurma ümidiyle Hz. Üsâme’yi Rasulullah’a şefaatçi olarak gönderdiler. Hz. Peygamber Üsâme’ye “Demek sen Allah’ın koyduğu bir cezanın uygulanmasını istemiyorsun, öyle mi?” diyerek davranışının yanlış olduğunu bildirdikten sonra halkı toplamış ve şu ikazı yapmıştı:
“Sizden evvelki toplumların helâk olmalarının başlıca sebebi, aralarında itibarlı bir kimse suç işlediği zaman ona dokunmamaları; zayıf ve kimsesiz biri suç işlediğinde onu cezalandırmaları olmuştur. Allah’a yemin ederim ki şâyetbu hırsızlığı kızım Fâtıma da yapsaydı mutlaka onun da elini keserdim.”
Kendi Çıkarını Gözetmeyen Bir İdareci Olması: Hz. Peygamber, idareciliği asla bir çıkar kapısı olarak görmemiş, böyle görenleri de tasvip etmemiştir. O, “Biz Peygamberlerin mirası paylaşılmaz, ne bırakırsak bütün müslümanlarındır” diyerek kendi ailesine hiçbir şey bırakmayan tek devlet adamı olmuştur. (6)
Bir Kul Olarak Hz. Peygamber (s.a.s.)
Hz. Peygamber’in kulluk ve ubudiyet yönünü inceleyeceğimiz bu çalışmaya, bazı hususları nazar-ı dikkate vererek başlamak istiyoruz.
Kulluk ve ubûyet, hiçbir insanı dışarda bırakmaksızın, bütün insanlığa bir sorumluluk olarak yüklenmiş olup, Kur’an-ı Kerim’in ağırlıklı bir şekilde ele aldığı mevzulardandır. Yüce Rabbimiz, “Ben, cinleri ve insanları, Bana kulluk etsinler diye yarattım” (51/Zâriyât, 56) buyurmaktadır. Âyette belirtildiği üzere, kulluk ve ubudiyet, insanların ve cinlerin yaratılış gayesi olarak açıklanmaktadır. Bu âyetten ve Kur’an-ı Kerim’in genelinden çıkarılabilecek sonuçlara göre, bütün mahlukatı var eden bir yaratıcı vardır ve yaratılan varlıklarla bu yaratıcı arasındaki ilişki, yaratılanların O’nu tanıması (marifet), O’na, ibâdetetmesi, O’na kulluk yapması şeklinde ortaya konulmaktadır. Peygamberler de insan olmaları hasebiyle ve ayrıca kulluk ve ubudiyet hususunda seçilen, örnek kimseler olmaları sebebiyle, bu gerçeğin dışında değerlendirilemezler. Zaten bütün peygamberler, Allah’a kulluk ve taatte son derece titiz davranmışlar ve tebliğ ettikleri hususları önce bizzat kendileri uygulayarak, ümmetlerine örnek olmuşlardır.
Öte yandan peygamberlerin gönderiliş amaçları arasında zikredilenlerden biri de kulluk ve ubudiyettir. Nitekim, Kur’an’da; “Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona, Benden başka ilâh yoktur, o halde Bana kulluk edin diye vahyetmiş olmayalım” (21/Enbiyâ, 25) buyurularak, peygamberlerin temel misyonuna işaret edilmektedir.
Diğer bir âyette de “Gerçek şu ki, Biz, her toplumun içinden ‘Allah’a kulluk edin, tağuttan kaçının (mesajıyla gönderdiğimiz) bir elçi çıkardık. Allah, o geçmiş nesillerden bir kısmını hidâyetiyle doğru yola yöneltti; bir kısmı da sapıklık içinde bırakılmaya müstehak oldu. O halde, şimdi, yeryüzünde dolaşın ve hakkı yalan sayanların sonunun nasıl olduğunu görün!” (16/Nahl, 36) buyurulmuş, bütün peygamberlerin “Allah’a ibâdet ve tâğuttan ictinab” esası çerçevesinde vazifeli oldukları vurgulanmıştır.
Yukarıdaki âyetlerde ifâde edilenlere, peygamberler hem birer kul olmaları yönüyle muhatap olmuş, hem de bu gerçekleri tebliğ ederek, hayata geçirilmesine örneklik etme sorumluluğunu üstlenmişlerdir.
Hz. Peygamber’e hitap eden şu âyetler de peygamberlerin konumunu, Kur’an perspektifinden çok net bir şekilde ortaya koymaktadır: “De ki (ey Peygamber) Ben size Allah’ın hazineleri bendedir, demiyorum; ne insan idrakini aşan şeyleri bildiğimi söylüyorum ve ne de size Ben bir meleğim, diyorum. Ben sadece bana vahyedileni yerine getiriyorum. De ki, hiç gören ile görmeyen bir olur mu? Siz düşünmez misiniz?” (6/En’âm, 50); “(Ey peygamber) De ki : Allah dilemedikçe, kendime bir yarar sağlamak ya da kendimden bir zararı uzaklaştırmak benim elimde değil. Eğer insan kavrayışının ötesinde olanı bilseydim, muhakkak ki, bahtiyarlık adına ne varsa ondan payıma daha çoğu düşerdi ve kötülük asla yaklaşamazdı bana. (Ama) ben sadece bir uyarıcıyım ve inanan bir topluma iyi haberler getiren bir müjdeci.” (7/A’râf, 188); “De ki: Ben de sizin gibi ölümlü bir insanım. Tanrınızın Bir ve Tek Tanrı olduğu vahyolundu bana. Öyleyse, artık her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, dürüst ve erdemli davranışlar ortaya koysun ve Rabbine özgü kullukta hiç kimseyi, hiçbir şeyi (O’na) ortak koşmasın.” (18/Kehf, 110)
Peygamberlerin insan olmaları yönüne işaret eden bu âyetlerin yanısıra, onların kulluk yönünü vurgulayan âyetler de vardır.
Meselâ, 17/İsrâ sûresinin ilk âyetinde, Yüce Allah, peygamberimizi kulluk yönüyle tanıtmakta, kendine nispet ederken “abdihî” ifadesini kullanmaktadır. Yine aynı şekilde Kehf suresinin ilk âyetinde de peygamberimiz kendisine kitabın indirildiği kul olarak tanıtılırken “abduhû” kelimesi kullanılmaktadır.
Diğer peygamberler de kulluk ve ubudiyet açısından farklı bağlamlarda ve çeşitli ifadelerle tanıtılmaktadır. Hz. İsa için “Ne İsa, Allah’ın kulu olmaktan kaçınacak kadar gurura kapıldı, ne de ona yakın olan melekler. O’na kulluk etmeyi gururlarına yediremeyenler ve küstahça böbürlenenler (bilsinler ki Hesap Günü) Allah hepsini kendi katında toplayacaktır” (4/Nisâ, 172) denilmektedir. Yine Hz. İsa’nın ağzından “Ben Allah’ın kuluyum. O, bana ilahi mesajı bahşetti ve beni peygamber yaptı” (19/Meryem, 30) denilerek, Hz. İsa’nın “abdullah” oluşuna dikkat çekilmektedir.
Hz. İsa’nın “onurlandırılan ve İsrailoğulları için örnek kılınan bir kul” (43/Zuhruf, 59) olduğu vurgulanmaktadır. Hz. Nuh ve Hz. Lut’un hanımlarının kıssaları anlatılırken, bu iki peygamber “kullarımızdan iki sâlih kul” (66/Tahrîm, 10) denilmek sûretiyle dile getirilmektedir.
Hz. Nuh, “O, gerçekten de çok şükreden bir kuldu” (17/İsrâ, 3) ifâdesiyle tanıtılmaktadır. Hz. Zekeriya, “Kulu Zekeriya’ya Rabbinin bahşettiği rahmeti dile getiren bir anmadır, bu” (19/Meryem, 2) ifâdesiyle anılmaktadır. Hz. Süleyman’ın “ne güzel bir kul” olduğu ve “her zaman Rabbine yöneldiği” (38/Sâd, 30) anlatılmaktadır. “Kulumuz Eyyûb’u da hatırla” (38/Sâd, 41) denilerek, yine bir peygamber, Rabbine kul olarak nispet edilmektedir.
Tüm bu âyetlerde ortaya konulduğu üzere, peygamberlerle yaratıcı olan Allah’ın ilişkisi KUL ve RAB düzleminde ifâde edilmektedir.
Aslında Kur’an-ı Kerim’de açıkça belirtildiği üzere tüm mahlukatın Allah karşısındaki konumu kul olmadır. Nitekim “Göklerde ve yerde var olan her şey sınırsız rahmet sahibinin huzuruna ancak ve ancak birer kul olarak çıkmaktadırlar” (19/Meryem, 93) âyeti bu hakikati açıkça ortaya koymaktadır. Kur’an’ın bu âyetinin, Hz. İsa’yı, onun kul oluşunu, onu haşa Allah’ın oğlu olarak gören ve ona uluhiyet isnad edenlerin yanlışlığını zikreden bir bağlamda gelmesi de manidardır.
Dikkatlerden kaçırılmaması gereken noktalardan biri de peygamberlerin kullukları ile peygamber oluşları hususunda nasıl bir telakki ve tasavvura sahip olunacağı, var olan anlayışlardaki ifrat ve tefrit boyutlarının nasıl değerlendirilmesi gerektiğidir.
Kanaatimize göre, peygamberlerin değerlendirilmesinde önceki dönemlerin (muhtemelen o dönemlerin din ve vahiy anlayışlarına paralel olarak gelişen) yüceltici ve kutsallaştırıcı yaklaşımı ne kadar yanlışsa; modern zamanların pozitivist ve rasyonalist etkileriyle oluşan indirgemeci ve sıradanlaştırıcı yaklaşımları da en az o kadar yanlıştır.
Hz. Peygamber’in bizzat kendi ifadelerinden hareket ederek, onun beşeri yönünü ön plana çıkarmaya ve sıradanlaştırmaya çalışanlar, onun kendisine vahiy gelen bir peygamber olduğunu, bizzat Allah’ın övgüsüne mazhar olan, seçkin bir insan olduğunu düşünmeli; ona insanüstü vasıflar ve özellikler atfederek, onu yücelttiğini zannedenler de yine bizzat onun dikkat çektiği, Hz. İsa’nın Hristiyanlarca yüceltilmesi hatasında olduğu gibi bir hataya düşmemelidir. Vasat ümmet olmanın bir gereği ve sonucu olarak, adil ve dengeli bir yaklaşımla ve yine Kur’an’da ve onun ifadelerinde geçtiği şekliyle “ALLAH’IN KULU VE RASÛLÜ” olduğuna dikkat edilmelidir. Son derece sorumluluk sahibi, müttaki ve seçkin bir kul; âlemlere rahmet olarak gönderilen mütevazı bir rasûl. İnsanlığı ele alınırken rasüllüğü, vahye muhataplığı ele alınırken tevazuu devreye giren örnek şahsiyet.
Bu hatırlatmalardan sonra Hz. Peygamber’in nasıl bir kul olduğu hususunu ele almaya başlayabiliriz.
Peygamber Efendimiz (s.a.s.), her konuda olduğu gibi kulluk ve ubudiyet konusunda da ümmetine örnek olmuş; peygamberliği onun bir beşer olduğu gerçeğini ortadan kaldırmadığı gibi, bir kulun yaratıcısına ibâdetetmesi mükellefiyetinden de azade kılmamıştır. Hz. Peygamber de ümmetin diğer fertleri gibi her türlü emir ve yasağın muhatabı olmuş, hatta bazı durumlarda (mesela gece namazı) bizlere göre ek mükellefiyetlerle daha ağır bir sorumluluk üstlenmiştir.
Peygamber oluşundan dolayı hiçbir zaman ayrıcalıklı biriymişçesine tavır ve davranışlarda bulunmayan Efendimiz, “Hristiyanların Meryem oğlu İsa’yı övmede haddi aştıkları gibi beni övmede siz de haddi aşmayın. Bilin ki ben sadece bir kulum. Benim hakkımda Allah’ın kulu ve elçisidir deyin” (Buhârî, Enbiyâ 48) buyurarak kul olma bilincinde de bizlere güzel bir örneklik sergilemiştir.
“Hz. Peygamber’in (s.a.s.) kulluk konumuna Kur’an perspektifinden bakıldığında şunları söylemek mümkündür : “O, Rabbinden indirilene tâbi olan” , “ona sımsıkı sarılan”, “sırat-ı müstakim üzere olmakla emrolunan” , “ilk müslüman olan” , “kulluğunu yerine getirmek için elinden geldiğince amel eden” , “Allah’ı zikreden” , “muvahhid olarak hak dine yönelen” , “Allah’a tevekkül eden” , “isyan ve şirk durumuna düşüp de Allah’ın azabına uğramaktan korkan” , “Allah’a sığınan” , “eda etmekle emrolunduğu namazı” ve “bütün ibâdetleri, hayatı, ölümü âlemlerin Rabbi olan Allah için olan” , “Allah’a iman eden” , “O’na kulluk eden” , “sıkıntılara sabreden” , “Allah’a şükreden” , “O’na duâeden” , “Allah’ı hamd ile tesbih eden” , “secde yapan” , “Kur’an okuyan” , “Allah’tan bağışlanma dileyen” , “ahirete yönelmiş” ve “şeriata tâbi olmuş” bir kulluk konumu vardır.” [Yasin Pişgin, İnsan ve Peygamber Olarak Hz. Muhammed (s.a.s.). İlahiyat Y. Ankara 2002. s. 59]
Kur’an-ı Kerim’de Hz. Peygamber (s.a.s.), hamd, tesbih, secde, ibâdet, sabır gibi emirler; müşriklere itaat etmeme, aceleci olmama gibi nehiylerle muhatap olmuş, bu türden emir ve nehiyler karşısında samimi ve ihlaslı bir kulun nasıl davranması gerekiyorsa Hz. Peygamber de o şekilde davranmış, sorumluluklarını en güzel bir şekilde yerine getirmeye gayret etmiştir.
“Ey örtünüp, bürünen! Birazı hariç geceleri kalk namaz kıl ...” (73/Müzzemmil, 1-4) âyetleri mü’minlere gece namazını farz kılmış, sonra bu farz nâfileye dönüştürülmüş (73/Müzzemmil, 20), daha sonra da “gecenin bir kısmında uyanarak, sana mahsus bir nafile olmak üzere namaz kıl” (17/İsrâ, 79) âyetiyle bu emir, Hz. Peygamber’e mahsus bir yükümlülük haline getirilmiştir.
Sahâbîler, Hz. Peygamber’in hayatı boyunca gece namazına devam ettiğini rivâyetederler. Hatta gece namazına olan bu itinası dolayısıyla bazı sahabilerin “Allah senin geçmiş ve gelecekteki bütün günahlarını bağışladığı halde bu kadar zahmete niye katlanıyorsun?” diye sorduğu, Hz. Peygamber’in de “Şükreden bir kul olmayayım mı?” cevabını verdiği rivâyet edilir (Tirmizî, Şemâil 44).
Efendimizin gece namazlarında kıyamda uzun sureler okuduğu, rüku ve secdeleri de uzun tuttuğu, âyetlerin derin anlamları üzerinde düşündüğü, namazların peşinden duâlar yaptığı, Allah Teâlâ’yı zikrettiği, bol bol tevbe ve istiğfar ettiği de gelen rivâyetlerden anlaşılmaktadır.
Bütün mü’minleri bağlayan farz ibâdetler yanında Efendimizin nafile ibâdetlere de önem verdiği, farz olan namazlar yanında her vesileyle bolca nafile namaz kıldığı, Ramazan orucuna ilaveten çokça nafile oruç tuttuğu da bilinmektedir.
Hz. Peygamber’in ibâdetler konusunda en çok dikkat ettiği husus devamlılıktır. Kendisi ibâdetlerini hiç terketmemiş, ashâbına da “en hayırlı ibâdetin devamlı yapılanı olduğunu” söylemiştir (Buhârî, Savm 52; Teheccüd 7, 18, İman 32).
İbâdetlerle ilgili olarak kişilerin ibâdetetme gayretiyle ağır yükler altına girmemesini, kendi uygulamaları dışında yanlış ibâdetalışkanlıklarına tevessül edilmemesi gerektiğini belirtmiştir. Bu çerçevede adeta ruhbanlık anlayışına kapı aralayacak girişimlere engel olmuştur. Mesela kendini hadım ettirmek isteyen, evlenmek istemeyen, sürekli oruç tutmak isteyen, sürekli namaz kılmak isteyen, Kur’an’ı çok kısa zaman dilimlerinde hatmetmeye çalışan sahabilere uyarılarda bulunmuş, kendisini takip etmeleri gerektiğini, itidalli olmaları gerektiğini hatırlatmış ve bazı yanlış telakkileri daha baştan düzeltmiştir.
Efendimiz pek yüksek bir kulluk şuuruyla ibâdetlerini yerine getirmiş, iman, ibâdetve her türlü davranışında ümmetine örnek olmuş, çevresinde Allah Teâlâ’ya ibâdetetmeyi vazgeçilmez bir çabayla sürdüren ve ibâdetşuuruna eren bir sahâbîtopluluğu oluşmasına da öncülük etmiştir.
Hz. Peygamber, Allah Teâlâ’nın eşsiz lütuflarına mazhar olmasına rağmen mütevazı bir kul olmayı, Allah’ın kulu olarak anılmayı tercih etmiş ve bunu pekçok vesilelerle dile getirmiştir.
“Acemlerin birbirlerini ta’zim ederek ayağa kalktıkları gibi benim için ayağa kalkmayın. Çünkü ben kulun yediği gibi yemek yiyen, kulun oturduğu gibi oturan bir kulum.” buyurması, ondan bahsederken sahâbîlerin “merkebe binerdi, arkasına adam bindirirdi, yoksulları ziyaret ederdi, fakirlerin yanına otururdu, kölenin davetine icabet ederdi, sahabilerin arasında oturduklarında kimseyi rahatsız etmeden mecliste boş bulduğu yere otururlardı.” (Ebû Dâvud, Edeb 152) şeklinde ifadeler kullanması onun tevâzuuna işaret etmektedir.
Aşağıya aldığımız rivâyetler de “âlemlere rahmet olarak gönderilen” bir peygamberin nasıl bir tevâzu örneği sergilediğini açıkça ortaya koymaktadır. Hz. Âişe vâlidemiz anlatıyor: “Rasûlullah evinde herhangi bir insan gibi davranırdı. Kendi elbisesini yamar, ayakkabılarını tamir eder, koyun sağar, hayvanlara yem verir ve ev işlerinde hanımlarına yardımda bulunurdu.” (Buhârî, Edeb 40)
Sofraya hizmetçisiyle beraber oturduğu, çocuklara selâm verdiği, hastaları ziyâret ettiği, cenâzelerde bulunduğu, kölelerin dâvetine icâbet ettiği de gelen rivâyetler arasındadır (Buhârî, Et’ıme, İsti’zân).
Bir gün yanına gelen ve (belki de peygamber olmasından dolayı) titreyen adama “Kardeşim korkma! Ben de senin gibi anası kuru ekmek yiyen bir insanım” demiştir (İbn Mâce, Et’ıme 30). Peygamber Efendimiz’in meclisine ilk defa gelenler, ashâbı arasında kimin Hz. Muhammed (s.a.s.) olduğunu ancak o konuşursa ya da ashâbın ona karşı davranışlarından anlayabiliyorlardı.
“Hz. Ömer (r.a.), bir gün Allah Rasûlünün huzuruna girdi. Efendimiz yattığı hasırın üzerindeydi ve yüzünün bir tarafına, hasır iz yapmıştı. Odasının bir yanında işlenmiş bir deri, bir diğer köşesinde de içinde birkaç avuç arpa bulunan bir torba vardı. İşte Allah Rasûlünün odasında bulunan eşya bunlardan ibaretti. Hz. Ömer, bu manzara karşısında rikkate geldi ve ağladı. Allah Rasûlü niçin ağladığını sorunca Hz. Ömer “Yâ Rasûlallah! Şu anda kisralar, krallar saraylarında kuş tüyünden yataklarında yatarken, sen sadece kuru bir hasır üzerinde yatıyorsun ve o hasır senin yüzünde iz bırakıyor. Gördüklerim beni ağlattı” cevabını verir. Bunun üzerine Allah Rasûlü, Hz. Ömer’e şu karşılıkta bulunur. “İstemez misin ya Ömer! Dünya onların, ahiret de bizim olsun.” (Buhârî, Tefsir (66) 2). Başka bir rivâyette “Dünya ile benim ne alakam olabilir? Ben bir yolcu gibiyim. Bir ağaç altında gölgelenen bir yolcu ... sonra da orayı terkedip yoluna devam eden ...” (Tirmizi, Zühd 44)” (M. Fethullah Gülen, Sonsuz Nur, Feza Y. İstanbul 1994. c. 2 s. 230)
Ashâb-ı Kiram’ın kendisine hürmeten kullandığı bazı ifadeleri düzelten Allah Rasûlü (s), bir defasında kendisini “ey kâinâtın en hayırlısı” diye çağıran kişiye dönmüş ve “o, İbrahim’di” demiştir (Müslim, Fezâil 43). Başka bir rivâyette “Beni Yunus b. Matta’ya üstün tutmayın. Peygamberler arasında tafdil (daha faziletli olduğunu söyleme) yapmayın. Beni, Mûsâ’dan daha hayırlı görmeyin. Ben şüpheye düşme hususunda İbrahim’e göre daha zayıfım. Yusuf’un kaldığı kadar hapiste kalsaydım kralın dâvetine hemen uyardım” (Buhârî, Enbiyâ, Kitabu’t Ta’bîr) ifâdeleriyle kendisine aşırı ta’zimde bulunulmasını yasaklamıştır.
Abdullah b. Mes’ud (r.a) anlatıyor: “Bedir savaşına giderken her üç kişiye bir deve düşüyordu. Peygamber’in (s.a.s.)binek arkadaşları Ebû Lübâbe ile Ali idi (Allah her ikisinden de râzı olsun). Yürüme sırası Rasûlullah’a gelince adları geçen iki zat: ‘Yâ Rasûlallah! Sen bin, biz yürürüz’ dediler. Allah Rasûlü: “Ne siz benden güçlüsünüz, ne de ben sevaba sizden daha az muhtacım” buyurmuşlardır.” (Ahmed bin Hanbel, Nesâî)
Abdurrahman b. Avf (r.a) anlatıyor: “Bir defâsında Peygamberimiz (s.a.s.), evinden çıktı, kendi özel odasına doğru yönelip içeri girdi. Kıbleye karşı durarak secdeye vardı. Secdesini o kadar uzattı ki öldü sandım. Hemen yanına yaklaşıp oturdum. Başını kaldırdı ve : Kimsin ? diye sordu. Abdurrahman, dedim. Ne istiyorsun? Yâ Rasûlallah, dedim. Öyle bir secde yaptın ki Allah rûhunu kabzetti diye endişe duydum. Rasûlullah: “Cibril bana gelerek Allah’ın şöyle buyurduğunu müjdeledi: Kim sana salevat getirirse ben de ona rahmet ederim. Kim sana selâm verirse Ben de ona selâmet dilerim. Ben de şükretmek için Allah’ın huzurunda secdeye kapandım” buyurdu” (Ahmed bin Hanbel).
EbûHüreyre (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullahtan sonra, Ondan daha çok ‘estağfirullahe ve etûbu ileyh’ diyen birini görmedim” (EbûYa’lâ)
Huzeyfe (r.a) anlatıyor: “Rasûlullaha dilimin keskinliğinden yakınarak ‘ey Allah’ın Rasûlü, çoluk-çocuğuma karşı acı bir dilim var, beni ateşe sokacağından korkuyorum’ dedim. Rasûlullah: “Niye istiğfar etmiyorsun? Gerçek şu ki ben her gün yüz defa istiğfar ediyorum” buyurdu.” (Ebû Nuaym)
Eşsiz bir tevâzûörneği sergileyen peygamberimiz, geçmiş ve gelecek bütün günahları affedildiği halde istiğfar etmekten de geri durmamış, gerek bağışlanma dilemede ve gerekse tevbe etmede ümmetine öncülük vazifesini bihakkın ifa etmiştir. Onun tevbe ve istiğfarı, günahlar için olmayıp, Rabbine kulluğunun bir göstergesi ve ümmetine örnekliğinin uygulamadaki yansıması olsa gerektir.
Tüm bu anlatılanlara ilaveten, Hz. Peygamber’in bizzat kendisi de pek çok defâlar bir insan olduğunu hatırlatarak, yaşanan olaylarda kendisinin de bir beşer olduğu gerçeğinin altını çizmiştir. Meselâ hurma ağaçlarını aşılayan Medinelileri gördüğünde merak edip sormuş, sonra “bu işlemin bir faydası olacağını zannetmiyorum” demiş, aşılamanın bırakılması ve o yıl hasadın az olması üzerine de “ben ancak bir beşerim, size dininizden bir şey emredersem onu alınız, ancak kendimden bir şey emredersem, ben de bir beşerim” buyurmuştur (Müslim, Fezâil 43, 38).
Kendisine getirilen dâvâlarla ilgili olarak şunları söylediği de rivâyet edilmektedir: “Ben de yalnızca sizler gibi bir insanım. Siz birbirinizle olan davalarınızın çözümü için bana başvuruyorsunuz. Mümkündür ki bir taraf kendisini diğerinden çok daha iyi savunabilir. Eğer ben buna dayanarak onun lehine hükmeder de gerçekte kendisine ait olmayan bir şeyin ona verilmesi kararını verirsem, o bundan küçük bir parça dahi almasın. İyi bilsin ki o, onun için ateşten bir parçadır.” (Muvattâ, Akdiye 36, 1)
Hz. Peygamber, bir beşer olması yönüyle, insanların yaşayabildiği pek çok olayı bizzat yaşamış ve bu olayların garipsenmemesi gerektiğini belirtmiştir. Meselâ bir defasında namaz kıldırırken yanılması üzerine şöyle buyurmuştur: “Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Sizin unuttuğunuz gibi ben de unuturum.” (Müslim, Mesâcid 92-94)
Bir başka örneğe göre, Hz. Peygamber (s.a.s.), kişinin hâmile olan eşine yaklaşmasının sakıncalı olduğunu söylemiş, fakat bu kararının yanlış olduğunu anlayınca şöyle buyurmuştur: “Ben hâmile olan kadına kocasının yaklaşmasını yasaklamak istemiştim. Fakat Farslıların ve Rumların bunu yaptıklarını ve çocuğun bir zarar görmediğini haber alınca bu kararımdan vazgeçtim.” (Müslim, Nikâh 24)
Hz. Peygamber’in (s.a.s.) beşerî yönünün en bâriz göstergelerinden biri de vahye muhâtap olduğu zaman, korkması ve tedirginlik sebebiyle evine gidip, örtülere bürünmesidir.
Hz. Peygamber de (s.a.s.)diğer insanlar gibi her yönüyle bir insandı. Yani o da biyolojik, psikolojik ve sosyal yönlerden bir insandı. Onun peygamberliği, beşeriyetini ortadan kaldırmamıştır.
Hz. Âişe’nin rivâyetettiğine göre “bir adam Hz. Peygamber’e gelip, oruca niyetli bir şekilde cünüp olarak sabahladığını ifade ederek ne yapması gerektiğini sordu. Hz. Peygamber de “Ben de oruca niyetli bir şekilde cünüp olarak sabahlıyorum, sonra yıkanıyorum ve orucuma devam ediyorum” dedi. Adam da “Yâ Rasûlallah, sen bizim gibi değilsin. Allah senin gelmiş, geçmiş bütün günahlarını affetmiştir. Allah, sana dilediğini helâl kılar” deyince, Hz. Peygamber (s.a.s.) kızdı ve “Allah’a yemin ederim ki Allah’tan en çok korkanınız ve O’ndan neyle sakınacağını en çok bileninizin ben olduğumu zannediyorum” demiştir. Buradan anlaşılmaktadır ki, Hz. Peygamber de diğer ümmet mensupları gibi kullukla yükümlüdür.
Zaten, Hz. Peygamber’in, Kur’an ahlâkı ile ahlâklanmış olması ve Kur’anın teyidiyle “örnek alınması gereken biri olması” ve “yüce bir ahlâka sahip olması” gibi husûsiyetleri bizlere onun örnek şahsiyetinin birer yansıması olup, onun daha çok kulluk yönüne vurgu yapmaktadır.
Peygamberler vahyin ilk muhatapları, ilk mü’minleri ve ilk uygulayıcıları olmuşlar, kendilerine gelen vahyi hiçbir şekilde değiştirmeksizin almışlar, vahye tabi olması gereken herhangi bir kul gibi, iman ettikleri esasların toplumlarında yaygınlaştırılması için mücâdele vermişler ve her yönden ümmetlerine örnek olmuşlardır.
Hz. Peygamber’in en bâriz vasıflarından biri de, onun huşu içinde ve ihsan makamında Allah’a ibâdeteden bir kul oluşudur. “De ki: Dini Allah’a halis kılarak, O’na ibâdetetmekle emrolundum” (39/Zümer, 11) âyetinde belirtilen ihlâslı kul olma özelliği Hz. Peygamber’in hayatında göze çarpan en önemli özelliklerdendir.
Hz. Peygamber, “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” (11/Hûd, 112; 42/Şûrâ, 15) âyetlerinin gereğini yerine getirme husûsunda çok gayret sarfetmiş, “Beni Hûd sûresi ihtiyarlattı” buyurmuştur.
Kur’ân-ı Kerim’de kendisine hitâben ifâde edilen tüm emirleri yerine getirmede ve bütün nehiylerden kaçınmada Hz. Peygamber, son derece titiz davranmıştır.
İbâdetlerde az da olsa devamlılığı tavsiye eden Hz. Peygamber, sadece ibâdetzamanlarında değil, hayatının her anında Rabbi olan Allah ile sürekli irtibat halinde olmaya çalışmıştır. Elbise giyerken, çıkarırken, yatarken, uykudan uyandığında, eve girerken, evden çıkarken, kısacası her işinde duâları olan Hz. Peygamber’in, bir an bile Allah ile irtibatını kesmemeye, her zaman ve mekanda, Allah’ı hatırlayacak bir amelde bulunmaya çaba sarfettiğini görmek mümkündür.
Hz. Peygamber (s.a.s.), Kur’ân-ı Kerim’de insanlara yönelik olarak “vahyi alması”, “tebliğ etmesi”, “beyan etmesi”, “ta’lim”, “tezkiye” gibi pekçok vazifesinin yanında; “iman etmesi”, “namaz kılması”, “emrolunduğu gibi dosdoğru olması” gibi emirlere de muhatap olmuş ve bütün emrolunduğu şeyleri en güzel örnekliklerle yerine getirerek, tebliğ ve irşad vazifesi yanında, kulluk ve ibâdetsorumluluğunu da bihakkın yerine getirmiştir.
Hz. Peygamber’in kulluğu ve ibâdetanlayışı değerlendirilirken dikkat çeken noktalardan biri de onun sanki bütün hayatını ibâdetle geçiren birisi gibi algılanabileceği hususudur. Evet onun bütün hayatı ibâdetşuur ve bilinciyle geçirilen bir hayattır, ama o, çok yoğun ve samimi bir kulluk şuuru içinde olmakla beraber, bu durum onu, sosyal hayattan ve insanlara karşı olan sorumluluklarından uzaklaştırmamıştır. Nihâyetinde ibâdeti yaratılışın gayesi perspektifinden ele alırsak, Hz. Peygamber, hayatının bütün yönleriyle bu yaratılış sırrını en iyi anlayan ve en güzel bir şekilde hayatında uygulayan bir kul olarak çıkar karşımıza.
Kendisine gelerek, geceleri hep namaz kılacağını, hep oruç tutacağını, hep ibâdetederek, hiç evlenmeyeceğini söyleyenlere “Allah’tan en çok korkanınız, O’nun emirlerine uyma konusunda en hırslı olanınız ben olduğum halde ben de bazen oruç tutuyorum, bazen de tutmuyorum, gecenin bir bölümünde ibâdetle meşgul oluyorum, diğer bölümünde de uyuyorum ve kadınlarla da evleniyorum” (Buhârî, Nikâh 1) buyurarak kendi ibâdetanlayışının toplumdan tecrid edilmiş bir ruhban anlayışı olmadığına dikkat çekmiştir.
Hz. Peygamber’i, bir kul olarak ele aldığımız bu çalışmada, en başta dikkat çekilen değerlendirme yanlışlarına düşmemek için; yani onu çok farklı ve ayrıcalıklı görme ve tabiri caizse uçurma hatasına düşmemek ya da sıradanlaştırma, aleade bir beşer konumuna indirgeme yanlışını yapmamak için şu hususları da göz önünde tutmamız gerekmektedir:
Evet, Hz. Peygamber (s.a.s.), yemek yiyen, uyuyan, çarşılarda gezen, sevinen, üzülen, kızan, ibâdeteden bir beşer ve bir kuldur. Ama o, aynı zamanda birtakım özellikleri de olan özel ve seçkin bir kuldur. Meselâ; âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Bir numûne-i imtisaldir. Yüce bir ahlâka sahiptir. Kendisine iman ve itaatin farz olduğu birisidir. Kendisine sevgi ve saygı duyulmalıdır.
Onu diğer insanlardan ve diğer kullardan ayıran bazı özellikleri de söz konusudur. Kur’an- ı Kerim’de pek çok yerde vurgulanan bu özelliklerden bazıları aşağıda verilmiştir:
Geceleyin diğer insanlardan ayrı olarak, namaz kılmakla emrolunmuştur.
Ona ve akrabalarına zekât verilemez.
Allah ve melekler ona salât ü selam getirmiş ve mü’minlere de ona salât ü selam getirmeleri emredilmiştir.
Ona herhangi bir şekilde eziyet verecek, onu rencide edecek davranışlar şiddetle kınanmış, buna cüret edenler lanetlenmiş ve dünyevi ceza ve uhrevi azapla tehdit edilmişlerdir.
Mü’minlerin kendi aralarında yüksek sesle konuştukları gibi, peygamberle konuşmamaları, ona odaların ötesinden bağırarak, hitap etmemeleri emredilmiştir.
Bir ortamda ondan izin almadan ortamın terk edilmesine bile müsaade edilmemiştir.
Mü’minlere, onun evine çağrılmadan gidilmemesi, eğer yemek vaktinin dışında ise yemek vaktini beklememeleri, yemeğe dâvetedilmişlerse, yemeği yer yemez, konuşmaya dalmadan ayrılmaları gerektiği hatırlatılmıştır.
Kendisine vahiy gelmesi.
Kur’an-ı Kerim’le birlikte kendisine hikmetin de verilmesi.
Kendisine Kevser’in verilmesi.
Rasûlü’s Sakaleyn (hem insanların hem cinlerin peygamberi) olması.
Son peygamber olması.
Risaletinin evrensel olması.
Hanımlarının, mü’minlerin anneleri olarak tavsif edilmesi.
Geçmiş gelecek tüm günahlarının affedilmesi.
Ona ganimetlerin helâlkılınması.
Kendisi hakkında diğer peygamberlerden söz alınması.
Kendisiyle görüşme yapılmadan önce bir sadaka vermenin gerekliliği.
Kendisine Makam-ı Mahmud’un verilecek olması.
Ümmetinin en hayırlı ümmet olması.
Hayatına ve beldesine yemin edilmesi.
Kendisine itaatin Allah’a itaat olması.
Kadir Gecesi’nin verilmesi.
Savaşlarda meleklerle desteklenmesi.
Tüm bu anlatılanların sonucu olarak şunları söylememiz mümkündür: Hz. Peygamber (s.a.s.), Kur’an’a ve sahih hadislerdeki kendi beyanlarına göre bir insandır. O, aynı zamanda “âlemlere rahmet” olarak gönderilen ve insanlar arasından seçilen bir peygamberdir. Onun peygamberliği, beşerî boyutunu ortadan kaldırmadığı gibi, beşerî yönü de alelâde bir beşer gibi değildir. O, bir beşerin ihtiyaç duyduğu her şeye ihtiyaç duymuş, bir beşerin hayat yolunda çekmiş olduğu bütün zorluk ve sıkıntıları çekmiş ve ihtiyaçlarını karşılamak için çabalamıştır. Bütün ayırıcı vasıfları ve Allah katındaki değeri, onu kulluk ve taatten alıkoymamıştır.
O, “Allah’ın kulu” ve “Rasûlü”dür (abduhû ve rasûluhû). (7)
E
ğitimci Olarak Hz. Peygamber (s.a.s.)Hz. Peygamber'in temel görevinin dinî ve dünyevî tüm meselelerde insanları eğitmek olduğu söylenebilir. Bu bakımdan bizzat kendisi; "Ben ancak bir muallim olarak gönderildim" (İbn Mâce, Mukaddime 17) buyurmuştur. Hz. Peygamber'in eğitimi, insanlara her yönde faydalı bilgilerin kazandırılması ve kazanılan bilgilerin kişilerin hayatına yansıyarak faydalı hâle gelmesi esâsına dayanıyordu. O, bir taraftan Cenâb-ı Hakk'ın emrine uyarak; "Rabbim, benim ilmimi artır!" (20/Tâhâ, 114) diye bilgisinin arttırılması için Allah'a yalvarır ve bu uğurda çaba sarfederken, diğer taraftan; "Allah'ım, bana öğrettiğinle faydalanmayı nasib et!" (İbn Mâce, Mukaddime 23) diye yakarıyor; "Faydasız ilimden Allah'a sığınırım" (Müslim, Zikir 73) diyerek de bilgiden maksadın faydalanmak ve faydalı olmak olduğunu belirtiyordu.
Bu ölçüler içerisinde Peygamber Efendimiz ashâbını Medine'ye hicretten önce Mekke döneminde Dâru'l-Erkam'da, Hicretten sonra da Mescidü'n-Nebî'de ve Suffa'da yoğun bir şekilde eğitim ve öğretime tâbi tutmuştu. Tabiatıyla eğitim, bütün bir hayatı ilgilendirdiğinden; Hz. Peygamber evlerde, çarşıda, pazarda, yolda, bir sefer sırasında, harp halinde iken vesâir durumlarda gerekli olan her yerde, her fırsat ve vesile ile eğitim görevini yerine getiriyordu. Eğittiği kişilerin şahsî ihtiyaçları, ferdî farklılıkları, kabiliyet ve kapasiteleri Hz. Peygamber tarafından göz önünde tutuluyordu. Peygamber Efendimiz, kendisi hâricinde eğitim ve öğretim için görevliler de tâyin etmişti. Okuma-yazma, basit matematik, Kur'an tilâveti, temel dinî bilgiler, hayatta uygulanacak pratik mâlûmat bu şekilde öğretmenler tarafından veriliyordu. O sıralarda Arap Yarımadası'nda okuma-yazma seviyesi son derece düşük olduğundan, yeterli müslüman öğretmenin bulunmadığı ilk yıllarda Hz. Peygamber, gayr-ı müslim öğretmenlerden istifâde etmekte bir beis görmemişti. Meselâ Bedir gazvesinde müşriklerden elde edilen esirler arasında okuma-yazma bilenlerin, hürriyetlerine kavuşabilmeleri için, on müslümana okuma-yazma öğretmeleri şart koşulmuştu. İlk yıllarda müslüman çocukları okuma-yazma öğrenmek üzere Medine yahûdilerine âit okullara gönderilmişti. Peygamber Efendimiz kadınların eğitim ve öğretimi ile de meşgul oluyordu. Haftanın sadece kadınlara ayırdığı bir gününde onlara konuşmalar yapıp ders veriyor, sorularını cevaplandırarak problemleri ile ilgileniyordu. Ayrıca Hz. Âişe başta olmak üzere, Rasûlullah'ın zevceleri ve ashâbın âlim hanımları öğretim faâliyetlerinde Hz. Peygamber'e yardımcı oluyorlardı. Bu bakımdan Peygamber Efendimiz henüz o sırada okuma-yazma bilmeyen zevcesi Hz. Hafsa'ya okuma-yazma öğretmek üzere bir görevli tâyin etmişti. (8)
Rahmet Peygamberi’nin
Şakaları, Tebessüm Dolu Çehresi ve Bizİslâm, ölçülü olmak şartıyla mizah ve şakalaşmaya kucak açar. İslâmî ölçüleri korumak kaydıyla yer verilen şaka ve mizah hem dinlendirici olur, hem de insanlar arasında muhabbet ve sevginin artmasına vesile olur. Şakaya yer vermemek ciddiyet olarak kabul edilse de, her şeyin fazlası ifrattır ve hoş karşılanmaz. Yani somurtkanlar fazla sevilmez. Kur’an’da birkaç âyette geçen, meyve anlamındaki fâkihe kökünden gelen fukâhe kelimesi, şaka yapmak, eğlenmek, dostluk oluşturan sohbet, konuşma demektir. Yâsin Sûresinin 55. âyetinde cennetliklerin, yaptıkları işten memnun olarak birbiriyle konuşup şakalaştıkları imrendirici bir üslûpla anlatılır. Bu âyetlerden, dostluğu pekiştirecek, ruhu ferahlatacak tarzda uygun olarak yapılan eğlence ve şakanın tasvip edildiği anlaşılır. Şakanın Arapçası fükâhe ve mizâhtır. Dikkatleri toplamak, çevredekilerin usanmamalarını sağlamak ve sevgiyi perçinlemek için, sınırları belli ve dozu ayarlı şaka ve mizahın önemi inkâr edilemez. İslâm’ın önem verdiği hususlardan olan müslümanlar arası kardeşlik, sevgi, insanlara tebliğ, dâvet ve onları ısındırma, kalpleri te’lif, kavl-i leyyin, ülfet, sekînet, mahabbet, hoşgörü, müsâmaha ve af gibi özelliklerin pekişmesi açısından ve bunlara hizmet edici olan şaka ve tebessümün/güler yüzün önemi büyüktür.
Günümüz müslümanı açısından bunlar, önemli ibâdet ve unut(tur)ulan sünnetlerdir. Hemen her konuda olduğu gibi bu konuda da ifrat ve tefrit arasında sıkışan insanımız güzel dengeyi aramakta. Az sayıda da olsa; işi gücü gırgır olan, çirkin kahkahalar atabilen, sulu, cıvık, onur kırıcı, yalandan kaçmayan ve latif olmayan şakalarıyla veya dışımızdakileri taklit ve basit adaptasyon şeklinde komedyenliğiyle meşhur kimseler yanında; çoğu insanımızın suratı asık, hastalıklı bir ruh halinin yüze ve söze aksini andıran kişiliği... Eleştiri ve şikâyet dolu sözler, karamsar, itici, sıkıcı tavırlar, resmî ilişkiler, beylik konuşmalar, samimiyetten uzak her şeyiyle yapay ve sanal davranışlar... Yani, dengesizlik denizinde, huzursuzluk dalgaları arasında “imdât!” diyen halimiz ve cankurtaran simidi olarak bizi bekleyen Rasül’ün sünneti...
Hadis kitaplarımızın hepsinde (Kitab veya bab, yani müstakil bir bölüm veya alt başlık şeklinde) şaka ve mizaha yer verilir. Çünkü Rasûlullah’ın hayatında şakaya sıkça rastlanır. Enes (r.a.): “Rasûlullah, çocuklarla şakalaşmada insanların en önde olanıydı” der. Kadın, erkek, çocuk, ihtiyar, kendisiyle temasta olanlara yaptığı şakalardan pek çok örneğe hadis kitaplarında rastlarız. Önderimiz, tüm şemâil kitaplarının nakline göre devamlı mütebessim idi. Tebessümle sırıtma ve kahkaha çok farklı şeylerdir. Ekrem Elçi'nin suratı asık değildi; onca zulüm, onca işkence, onca açlık, yahûdilerin hâinlikleri, münâfıkların nifakları, dağların taşıyamayacağı onca yüke rağmen, tebessümü yüzünden hiç eksik olmazdı. Bitkiler içinde Rasûl’ü gül simgeler. Ve dilimizde “gül” sadece bitki adı değil; aynı zamanda bir eylemin emridir. Ne güzel tevâfuk değil mi, o hep mütebessim Rasûl için. Gülden önce dikeni gören asık suratlı, karamsar ve şikâyetçi insanımız, Rasûl aynasında kendine çeki düzen vermeye belki buradan başlamalı. Anamızı ağlatmaya çalışanlara inat, düşmana “gülle” atmadan önce dosta “gülle” ve güler yüzle yaklaşabilmeliyiz.
Hz. Peygamber (s.a.s.) ve ashâbının arkadaşlarıyla şakalaştıkları çokça görülmüştür. Ashâb, Rasûlullah’a; “Yâ Rasûlallah, Sen bizimle şaka yapıyorsun!” demişlerdi. Rasûlullah (s.a.s.): “Ben (şaka bile olsa) sadece doğruyu konuşurum; haktan başka bir şey söylemem.” (Tirmizî, Birr 57, hadis no: 1991) buyurdu. Büyük Önderimiz, çok şen, neşeli ve latif bir insandı. Ciddi ve zor bir işle görevli olmasına rağmen, alışılmış liderlerin aksine; arkadaşlığı ne sıkıcı, ne kasvetli, ne monotondu. Bilakis tatlı, sevinçli ve neşe doluydu. Ashâbının, aralarında yaptıkları şakalara uzun süre güldüğü olur, kendisi de onlarla şakalaşırdı. Abdullah bin Hâris (r.a.), Rasûlullah (s.a.s.)’tan daha hoş ve tebessüm dolu kimse görmediğini söylemiştir. Câbir bin Semûre’nin anlattığına göre, Rasûlullah, kendisini müslüman olduğu andan itibaren daima iyi ve hoş bir şekilde karşılamıştı, hatta Onun tebessüm etmediğini hiç görmediğini söylemiştir. O’nun en yakınında bulunan, çocukluğundan itibaren Efendimiz’e hizmet eden Enes (r.a.): “Rasûlullah, hanımlarıyla beraber olduğu zaman insanların en hoşu ve en şakacısıydı” demiştir. Âişe vâlidemizin anlattığına göre, onunla Peygamberimiz koşarak yarıştı ve birinde Âişe annemiz geçmişti, diğerinde Peygamberimiz. Kocanın eşi ile şakalaşması ve oynaşması, aralarındaki sevgiyi arttıracağı için O'nun diliyle tasvip, hatta teşvik edilmiştir (Ebû Dâvud, Edeb 84, 85, 149; İbn Mâce, Cihad 40; Ahmed bin Hanbel, II/352, 364, III/67, V/32).
Yine bir gün Âişe vâlidemizle Hz. Sevde annemiz Peygamberimizle birlikte hâne-i saâdetlerinde yemekte bulamaç aşını yerken Sevde (r.a.): “Bu yemeği sevmiyorum” dedi. Âişe (r.a.): “Yemezsen yemeği yüzüne sürerim” diyerek Hz. Sevde’nin yüzüne, sonra da Hz. Sevde, Hz. Âişe’nin yüzüne birer parmak bulamaç sürerek şakalaşmışlar, Hz. Peygamber de bunları devamlı bir gülümsemeyle izlemişti. Rasûlullah çokça tebessüm etmeyi ve nezâketle şaka yapmayı severdi. Ebû Hureyre (r.a.)’nin rivâyetine göre Peygamberimiz, şakalaşmak derecesine varan samimi söz ve davranışlarla ashâbının içine, onlardan biri gibi karışırdı. Latif latifeler yapar, şakalarında yanlış ve yalan söz bulunmazdı.
Enes (r.a.) anlatıyor: “Bir adam Peygamber (s.a.s.)’e gelerek: “Ey Allah’ın Rasûlü! Beni bir deveye bindir!” dedi. Rasûlullah da: “Ben seni devenin yavrusuna bindireceğim!” buyurdu. Adam: “Yâ Rasûlallah, ben deve yavrusunu ne yapayım (ona binilmez ki)!” deyince Hz. Peygamber: “Acaba deveyi deveden başka bir mahluk mu doğurur? (Her deve, bir devenin yavrusu değil midir?)” buyurdular” (Tirmizî, Birr 57; Ebû Dâvud, Edeb 84, 92). Peygamberimiz, bu sözüyle hem şaka yapmakta, hem de insana bir söz işitince iyice düşünüp derinliğini, muhtevâsını kavramadan reddetmemesi, itirazda acele etmemesi gerektiğini göstermektedir.
Enes (r.a.), Rasûlullah’ın, kendisine: “Ey iki kulaklı!” diye hitab ettiğini, bu sözüyle şaka yapmayı kasdettiğini rivâyet etmiştir (Tirmizî, Birr 57; Ebû Dâvud, Edeb 92). Yine Enes (r.a.) diyor ki: “Allah’ın elçisi, biz çocukken yanımıza gelir, bize karışırdı (bizimle beraber otururdu); benim Ebû Umeyr adında bir kardeşim vardı, çok sevdiği ve sık sık oynadığı bir kuşu vardı. Ona: “Ey Ebû Umeyr, Ne yaptı nuğayr (serçe yavrusu)?” derdi.” (Buhârî, Edeb 81, 112; Müslim, Edeb 30; Tirmizî, Birr 57; Ebû Dâvud, Edeb 69; İbn Mâce, Edeb 24). Enes’in anlattığına göre, yaşlı bir kadın Rasûlullah’a gelmiş ve Cennet’e gidebilmesi için Ona duâ etmesini ricâ etmiştir. Allah Rasûlü’nün ona: “Hiçbir ihtiyar kadın Cennet’e girmeyecektir!” demesi üzerine, kadın üzülerek ağlamaya başlamıştı. Bunun üzerine, buyurdu ki: "O gün sen ihtiyar olmayacaksın ki. Yüce Allah: 'Biz onları yeniden inşâ etmişiz, onları bâkireler yapmışızdır' (56/Vâkıa, 35-36) buyurmuştur." (Tirmizî, Şemâil)
Hz. Süheyb anlatıyor: Gözüm ağrıdığı halde hurma yiyordum. Bunu gören Hz. Peygamber: “Gözün ağrıdığı halde hurma mı yiyorsun?” diye şaka ile takıldı. Ben de: “Ey Allah’ın Rasûlü, ben ancak ağrımayan tarafla yiyorum” cevabını verince, Rasûlullah azı dişleri görünecek derecede tebessüm etti. Ümmü Eymen adlı bir kadın, Hz. Peygamber'e gelerek, "kocam seni eve dâvet ediyor" dedi. Peygamberimiz: "Kocan kim? Şu gözünde ak olan adam, değil mi?" dedi. (Kadın:) "Vallahi gözünde ak yok" dedi. "Hayır, var!" buyurdu. Kadın, yine: "Hayır, vallahi yok!" deyince Hz. Peygamber: "Herkesin gözünde ak vardır" dedi. Güzel sözlü Güzel Peygamber, "ak" kelimesi ile, gözün koyu renkli halkasını çevreleyen beyaz tabakayı kastediyordu. Fakat bu söz, gözdeki kısmî körlüğü de ifade ettiğinden kadın, bu şekilde anlamıştı. Hz. Peygamber, bu sözüyle aynı zamanda cinas yapmıştı.
Sahâbeler arasında şakalarıyla meşhur olanlar vardır. Nuayman, Ebû Hureyre, Abdullah İbn Huzâfe, Zeyd İbn Sâbit, Büreydetu’l-Eslemî gibi. Hatta sert mîzaçlı Hz. Ömer’in bile şakalarına rastlanır. Bunları, büyük ölçüde Rasûlullah’ın müsâmahasıyla, bu yoldaki örnekliğiyle izah edebiliriz. Esâsen fıtrattan gelen bir meyil olan şakacılığa Rasûlullah müdâhale etmemiş, sadece bazı sınırları beyan etmiştir. Şakacılığı en çok meşhur olan Nuayman (r.a.), Rasûlullah’a bile birçok kez şaka yapmıştır. Anlattığına göre, Medine pazarına turfanda veya güzel bir yiyecek gelince onu veresiye alır, Rasûlullah’a “hediye” olarak getirir, ödeme zamanı gelince, Hz. Peygamber’e gelerek, “hediye”sinin borcunu isterdi. Rasûlullah: “Sen onu bana hediye etmiştin, ne oldu?” deyince, “Bu güzel şeyi Sana lâyık gördüm, param olmadığı için böyle yaptım” derdi. Rasûlullah da Nuayman’ı hep gülerek karşılar ve ona hiç kızmazdı. Hatta onunla karşılaşınca kendini gülmekten alamadığı olurdu. Nuayman’ın bir sefer sırasında, arkadaşı Süveybit’i “köle” diye satması da onun meşhur şakalarından biridir. Bu olay üzerine Rasûlullah ve ashâbı bir yıl güldüler.
Ensardan mizahçı/şakacı bir zat vardı. (Bir gün yine) Konuşup yanındakileri güldürürken Rasûlullah (s.a.s.) elindeki çubuğu (şaka yollu) adamın böğrüne dürttü. Bunun üzerine adam: “Ey Allah’ın Rasûlü, (canımı yaktınız.) Müsâade edin kısas yapayım!” dedi. Allah Rasûlü de: “Haydi yap!” buyurdu. Adam: “Ama üzerinizde gömlek var, benim üzerimde yoktu (kısasın tam olması için çıkarmalısınız!” dedi. Adamın talebi üzerine, Peygamberimiz gömleğini kaldırıp böğrünü açtı. Adam, Rasûlullah’ı kucaklayıp böğrünü saygıyla öpmeye başladı ve: “Ben bunu arzu etmiştim ey Allah’ın Rasûlü!” dedi. (Ebû Dâvud, Edeb 160, hadis no: 5224)
Zâhir bin Hârun adlı bir zât, çölden hediyelerle birlikte Rasûlullah’a gelirdi. Rasûlullah da ayrılacağı zaman Zâhir’in ihtiyaçlarını tedârik ederdi. Rasûlullah: “Zâhir, bizim çölde yaşayanımızı temsil eder, Biz de onun şehirde yaşayanını temsil ederiz” buyururdu. Sert yapılı ve biraz da yakışıklı olmayan bir adam olmasına rağmen onu severdi. Bir gün Rasûlullah, ürünlerini sattığı sırada Zâhir’e yaklaşmış ve arkadan ona sarılmıştı; Zâhir arkasına dönemiyor, kim olduğunu göremiyordu. “Bırak gideyim, Kimsin sen?” dedi. Fakat arkasına döndüğünde Rasûlullah’ı görünce sırtını Rasûlullah’ın göğsüne yasladı. Rasûlullah: “Kim bir köle satın alacak?” dedi. Zâhir; “Ey Allah’ın Rasûlü! Allah için, işe yaramaz bu mal!” deyince, Rasûlullah şöyle cevap vermişti: “Hayır; Allah indinde, senin değerin yüksektir.”
Hz. Peygamber ve ashâbının yaptığı bu tür şakalar, kırıcı ve yalan cinsinden olmayan şakalardır. Böylesi şakalar, insanlar arasında muhabbeti arttırır. Rasûlullah (s.a.s.) şaka âdâbıyla ilgili uyarılarda da bulunmuştur. Meselâ şakada yalana yer verilmemelidir. "Cemaati/toplumu güldürmek için yalan konuşanların vay haline, vay haline, vay haline!" (Ebû Dâvud, Edeb 88; Tirmizî, Zühd 8). "... Şaka da olsa yalanı terkedene Cennetin ortasında bir makam (köşk) söz veriyorum." (Ebû Dâvud, Edeb 8). Şaka yoluyla başkası küçük duruma düşürülmemelidir (Tirmizî, Birr 58). Ateşle, silahla korkutarak şaka yapılmamalıdır. Şaka, câiz sınırlarda bile olsa ifrâta gidilmemeli, özellikle insanları güldürmek meslek haline getirilmemelidir. Bir kısım mubahlar vardır ki, onlar çok sık yapıldığı zaman günaha dönüşebilir. Şakanın eziyet, sıkıntı verici ve rahatsız edici olanı da yasaktır. El şakaları ve öldürücü, yaralayıcı âletlerle yapılan şakalar tehlikeli olabileceğinden yasaklanmıştır.
Bütün bunlarla birlikte, Yüce Rasûl, çok gülmeyi, özellikle kahkaha atmayı hoş görmez, hiçbir konuda aşırılığı sevmezdi. Geceleri teheccüd için ayırdığı saatlerde, secde yerini ıslatacak kadar gözlerinden inci gibi yaşlar döküldüğü olurdu. Sebebi sorulduğunda, verdiği cevap şuydu: "Şükreden bir kul olmayayım mı?" (Buhârî, Teheccüd 6, Rikak 19; Müslim, Sıfatu'l-Münâfıkîn 18). O, şükrettiğini, geceleri nâfile ibâdetlerle Allah'a gösterirken; gündüzleri tebessümü, hoşgörüsü, iyimserliği ve sevecenliğiyle insanlara isbat ediyordu. Çünkü surat asılarak, şikâyetler edilerek şükreden bir kul olunamazdı. Efendimiz'in gözünden akan yaşlar, insanlarla değil; sadece Rabbıyla başbaşa olduğu, secdelerle süslü gecelerin incileriydi. "Benim bildiğimi bilseniz, az güler, çok ağlardınız!" buyuran o büyük zâtın insanların içinde, çevresine huzur ve saâdet dağıtan tebessümü, şükrünün dışa yansımasıydı. O'nu örnek alması gereken mü'min, içinden duâ, haşyet, takvâ, İslâm'ın derdi, müslümanların durumları ve bunları düşünmenin, tefekkürün gereği mahzun bir gönül taşımalı. Ama insanlara gülümseyen, şükrettiği yüzünden belli olan bir çehre aydınlatmalı zâlimlerin kararttığı çevreyi. İçi ağlasa bile dışı gülmeli müslümanın. Bir müslümana surat asmanın karşısındakine hakaret ve kul hakkına tecâvüz olduğunu bilmeli, kardeşlerine merhametinin izleri yüzünden okunabilmeli.
İnsan, diliyle olduğu gibi haliyle, tavrıyla, yüzüyle de devamlı şükretmeli, hamdetmeli. Seviyesizce cıvıklık, şuh kahkahalar, boş vermiş tavır, vur patlasın çal oynasın anlayışı mü'minden ne kadar uzak olmalıysa; karamsarlık ve ümitsizlik taşıyan bunalımlı bir yüz de o derece çirkin kabul edilmeli. İslâm, insana huzur verir. Câhiliyye düzenini muazzam bir inkılapla deviren peygamber nizamının ve o çağın adı "asr-ı saâdet", yani mutluluk çağıdır. Müslüman dünyada da haseneler içindedir. Etrafındaki güzelliklere karşı gözü kör değildir. Yaratılanı sever, Yaratan'dan ötürü. İçinde yarım bardak su olan kabın dolu tarafını görür. Ama, gücü ve imkânı el veriyorsa, boş kısmını önce kendisi doldurmaya çalışır.
Unutmayalım; O, bizden çok daha fazla eziyet ve sıkıntılara muhâtaptı. O, hepimizden daha fazla açlıkla (geçim sıkıntısıyla) karşı karşıyaydı. O, en sorumlumuzdan daha çok mes’ûliyet ve yük taşıyordu. Bizim hiç birimizle kıyaslanmayacak kadar kuşatıcı ve ezici problemin çözümüyle uğraşıyordu. Ama, bizden çok farklı olarak hiç şikâyetçi değildi, suratı asık, stres yüklü, bezgin, sıkıntılı, karamsar... değildi. Her konuda olduğu gibi, O bize bu konuda da örnek (33/Ahzâb, 21) olmalı, O’nun bu sünnetini ihyâ ederek ihyâ olmalı, O’nun saâdet asrını her şeyiyle zamanımıza taşımalıyız. İnsanlar içinde tebessümlü bir yüzle, huzurlu, mutmain bir duruşla bulunamayan; gece teheccüd seccâdesine de gözlerinden inciler saçamaz. “... Lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn: ... Onlar için herhangi bir korku olmadığı gibi, onlar üzülmezler.” (2/Bakara, 38, 62, 112, 262, 274, 277...)
Filistin’de kıyâm eden yiğit delikanlının şehâdet makamına ulaşamıyorsak; ümmetin fesâdının zirvede olduğu şu yerde ve şu zamanda, unutulan bir sünneti ihyâ ederek olsun, şehid sevâbına ulaşalım: Çevremizdeki tüm müslümanlara karşı neşeli, şakacı olalım. Tebessümümüz, gülen yüzümüz, huzur kaynağını bulduğumuzun ilânı, saâdeti bu asra taşımanın yansıması olsun. Dilin şikâyeti, suratın asıklığı, daha çok küfrün/nankörlüğün göstergesi, stres ve rûhî bunalımlar da kalpteki nifak hastalığının belirtisi olabilir; gülen yüzün çoğunlukla şükrün ifâdesi olduğu gibi. Dilimizle sunamadığımız mesajı, hiç değilse yüzümüzle verelim. Yüzümüz dâvet etsin huzura ve cennete öncelikle. Yüzümüze bakan bize hayran olsun, bize benzemeye, bizim gibi olmaya çalışsın. Önce yüzümüz, sonra sözümüz nefret ettirici değil, müjdeleyici olsun!
Haydi ne duruyorsunuz, siz de değiştirin şu şikâyetçi/nankör kimliğinizi. İçiniz ağlasa bile gülsün yüzünüz, sevindirin/güldürün birbirinizi. Haydi, ne duruyorsunuz, çocuğunuzun veya kardeşinizin başını okşasanıza. Eşinize latif latifeler yapsanıza, kalbini incittiğiniz dâvâ kardeşinize keffâret olarak, kalp tâmiri cinsinden 61 kez sevginizi göstersenize. Bir müslüman yüzüne bakmanın cennete bakmakla eş olduğunu yüzünüzle haykırsanıza. Yanınızdaki kardeşinizle, arkadaşlarınızla kucaklaşsanıza. Tanıdığınız ve tanımadığınız tüm müslümanlara selâmı bayraklaştırsanız, tebessümle hediyeleşseniz ya... Hâlâ ne duruyorsunuz? Kıyâmet gelmeden namazdakine benzer kıyâm için gerekli donanım olarak, öncelikle içimizdeki devrimin dışımıza yansıması kabilinden tebessümü Gül Devrinin mîrâsı ve simgesi olarak insanlara sunsanız ya... “El-hamdü lillâh!” ve “Yâ Rab, Sana şükürler olsun!” ifâdelerini, Kitabınızın başından kendi başınıza kopyalayıp yüzünüze de yazsanıza... Gül Peygamber gibi etrafınıza güller, gülücükler dağıtsanıza! Gül Peygamber gibi... Gönlümüzü güldüren Peygamber gibi... Özünde, sözünde ve yüzünde güller açan Peygamber gibi... (9)
Vedâ Hutbesi
Hz. Peygamber'in, hicri 10. yılda yaptığı Veda Haccı'nda sayıları yüz on dört bini bulan hacıya hitaben irad ettiği hutbe. Peygamber (s.a.s) bu son hutbesinde, bundan sonra bir daha haccedemeyeceğini bildirip vefatının yaklaştığını ima ettiği, sonraki gelen günler de onun bu sözlerini doğruladığı için bu hacca Veda Haccı, bu hac esnasında irad ettiği hutbeye de Veda Hutbesi adı verildi. Veda Hutbesi her ne kadar tek bir hutbe imiş gibi kabul edilmekteyse de, gerçekte bu hutbe, Arafat ta, Mina da ve bir gün sonra yine Mina'da olmak üzere arafe günü ile bayramın birinci ve ikinci günlerinde parça parça irad edilmiştir (Tecrid-i Sarih, Terc. X, 396). Değişik yer ve zamanda irada buyurulduğu için de hutbe, birçok kişi tarafından birbirinden farh şekillerde rivâyet edilmiş; kişinin ya da grubun duyduğunu diğerleri işitmediğinden, hutbenin tamamının biraya toplanmasında bu farklı rivâyetlerden yararlanılmış ve daha sonraki yıllarda bu üç ayn yer ve zamanda buyurulan hutbe tek bir hutbe olarak biraraya getirilmiştir.
Rasûlüllah'ın bu son haccından bir yıl önce nâzil olan Tevbe sûresinde, müşriklerin pis olduğu ve bu yıldan sonra Mescid-i Haram'a yaklaşmamaları (9/Tevbe, 28) emredildiği için, Veda Haccı'nda Mekke'de sadece Müslümanlar vardı, hutbeyi de yalnızca Müslümanlar dinlemişti. Zaten Mekke'in fethinden sonra müşriklerin sayısı parmakla sayılacak kadar azalmıştı. Rasûlüllah, Medine'den kendisiyle birlikte yola çıkan yüzbin civarındaki ashâbıyla Mekke'ye haccetmek için geldiklerinde bir yıl önceki uyarı sebebiyle Mekke'de müşrik kalmamıştı; çoğunluk Müslüman olurken Mekke'yi terkedenler de vardı. Rasûlüllah, haccın bütün erkâmın bizzat kendisi yaparak Müslümanlara öğretmiş, İslâm'ın hac konusundaki emirleri de böylece tamamlanmıştı. İslâm'ın tamamlandığını bildiren bazı âyetler de bu Veda Haccı'nda nâzil oldu.
Câhiliye döneminde dışarıdan gelen hacılar Arafat'ta vakfeye dururken, Kureyş eşrafı diğer insanlardan üstün olduklarını belli edercesine Arafat yerine Müzdelife'de vakfeye dururlardı. Rasûlüllah cahiliye döneminin bu sınıf üstünlüğüne dayalı âdetini ortadan kaldırdı ve bütün hacılar gibi Arafat'ta vakfeye durdu. Rasûlüllah'a orada bu dinin tamamlandığı şu âyet-i kerimeyle müjdelendi: "Ey Mü'minler, şu küfreden müşrikler bugün dininizi söndürmekten ümidlerini kesmişlerdir. Artık bundan böyle onlardan korkmayınız; ancak benden korkunuz. Bugün dininizi kemâle erdirdim; ve size ihsan ettiğim nimetimi tamamladım. Din olarak da size İslâm'ı seçtim" (5/Mâide, 3). Dinin kemâle erdirilmesine bütün Müslümanlar sevinirken yalnızca Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer, bunun, Hz. Peygamber'in vefatının yaklaştığına delalet ettiğini anlamışlar ve gözlerinden yaşlar akmıştı. Gerçekten de bundan sonra Rasûlüllah seksen iki gün yaşamış ve vefat etmiştir.
Arafat'ta yüz binin üzerindeki hacıya hitaben bir hutbe irad eden Rasûlüllah sesinin bütün hacılar tarafından işitilmesi için belli mesafelerde gür sesli sahabilerden bazılarını görevlendirdi. Rasûlüllah'ın sözlerini tekrar eden bu kişiler hutbenin bütün hacılar tarafından duyulmasını sağlıyorlardı. Devesi Kusva'nın sırtında olduğu halde Rasûlüllah şu hutbeyi irac etti:
"Ey insanlar! Sözümü iyi dinleyiniz. Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada ebedi olarak bir daha buluşamayacağım. Ey İnsanlar bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz nasıl mübarek bir şehir ise; canlarınız, mallarınız, ırzlarınız da öyle mukaddestir, her türlü saldırıdan emindir. Ashabım! Yarın Rabbinize kavuşacaksınız ve bugünkü her hal ve hareketinizden sorulacaksınız. Sakın benden sonra eski dalâletlere dönüp birbirinizin boynunu vurmayın. Bu vasiyetimi burada bulunanlar bulunmayanlara bildirsin Olabilir ki bildirilen kimse, burada bulunup da işitenden daha iyi anlayarak muhâfaza etmiş olur.
Ey ashâbım! Kimin yanında bir emanet varsa onu sahibine versin. Fa izin her çeşidi kaldırılmıştır, ayağımız altındadır. Lakin borcunuzun aslın vermek gerekir. Ne zulmediniz ne de zulme uğrayınız. Allah'ın emriyle faizcilik artık yasaktır. Cahiliyetten kalma bu çirkin âdetin her türlüsü ayağımın altındadır. İlk kaldırdığım faiz de Abdulmuttalib'in oğlu (amcam) Abbas'ın faizidir.
Ashâbım! Cahiliyet devrinde güdülen kan davaları da tamamen ortadan kaldırılmıştır,' ilk kaldırdığım kan davası da Abdulmuttalib'in torunu (yeğenim) Rebîa'nın kan davasıdır.
Ey İnsanlar! Bugün şeytan sizin şu topraklarınızda yeniden nüfuz ve saltanat gücünü ebedi surette kaybetmiştir. Fakat bu kaldırdığım şeyler haricinde küçük gördüğünüz işlerde de ona uyarsanız bu da onu memnun edecektir. Dininizi korumak için bunlardan sakınınız.
Ey İnsanlar! Kadınların haklarına riayet etmenizi ve bu hususta Allah' tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allah'ın emaneti olarak aldınız. Ve onların namuslarını ve ismetlerini Allah adına söz vererek helal edindiniz. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız; onların, aile şerefini koru malları ve evlerinizi sizin hoşlanmadığınız hiç kimseye açmamaları, çiğnenmemeleridir. Eğer onlar, râzı olmadığınız herhangi bir kimseyi evinize alırlarsa onları hafif bir şekilde dövebilir, azarlayabilirsiniz. Kadıların da sizin üzerinizdeki hakları; örfe göre her türlü giyim ve yiyeceklerini temin etmenizdir. Ey mü'minler, size bir emanet bırakıyorum ki siz ona sımsıkı sarıldıkça yolunuzu hiçbir zaman şaşırmazsınız. O emanet Allah'ın kitabı Kur'ândır.
Ey mü'minler! Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi muhafaza ediniz. Müslüman müslümanın kardeşidir ve bütün Müslümanlar kardeştir. Din kardeşinize ait olan herhangi bir hakka tecavüz, başkasına helal değildir. Ancak gönül hoşluğuyla verilen başka. Ashabım! Nefsinize de zulmetmeyiniz. Nefsinizin de üzerinizde hakkı vardır:
Ey insanlar! Cenab-ı Hak her hak sahibine hakkını vermiştir. Varis için vasiyete gerek yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa ona aittir. Zinakâr için mahrumiyet cezası vardır. Babasından başkasına nesep iddia eden soysuz yahut efendisinden başkasına uymaya kalkan nankör, Allah'ın gazabına, meleklerin lanetine ve bütün Müslümanların düşmanlığına uğrasın. Cenab-ı Hak bu insanların ne tevbelerini ne de şehêdetlerini kabul eder."
Rasûlüllah sözlerinin burasında dinleyenlere sordu: "Ey insanlar! Yarın beni sizden soracaklar. Ne dersiniz?" Ashab-ı Kiram cevap verdi:
"Allah'ın risâletini tebliğ ettin; risalet görevini yerine getirdin, bize vasiyyet ve nasihatte bulundun diye şehadet ederiz." Rasûlullah şehadet parmağını göğe kaldırarak üç kez "Şahit o! ya Rab! Şahit o! ya Rab! Şahit ol ya Rab!" buyurarak Arafat'taki hutbesini bitirdi.
Hz. Peygamber güneş batıncaya kadar vakfede durdu. Tam buradan inmeye karar vereceği bir anda yukarıda zikredilen Mâide sûresinin üçüncü âyeti nazil oldu. Daha sonra devesine binen Rasûlüllah yavaş adımlarla Arafat'tan inerek Müzdelife'ye geldi. Burada bir ezan iki kamet ile akşam ve yatsı namazlarını birleştirerek kıldı. Ve istirahata çekildi. Sabah olunca cemaatle birlikte sabah namazını kaldı ve ortalık iyice ağardıktan sonra Müzdelife'den Cemretü'l Akabe mevkiine geldi. Şeytan taşlamadan sonra Mina'ya geçen Rasûlüllah burada da Veda Hutbesi'nin diğer bölümünü irad etti. Allah'a hamdü senadan sonra devamla:
"Ey insanlar! Sizi Allah'ın kitabına bağlayan peygamberinizin sözlerini iyi dinleyiniz, ona itaat ediniz. Hac ibadetinizin bütün hareketlerini benden gördüğünüz gibi ifa ediniz. Öyle sanıyorum ki, ben bu seneden sonra bir daha haccedemem. " Rasûlüllah bundan sonra halkla sorulu cevaplı sürdürdüğü hutbesini: "Ey insanlar! Ayların yerini değiştirerek geri bırakmak inkârda aşırı gitmektir. Kafirler böyle yapmakla doğru yoldan saptılar. Allah'ın haram kıldığı ayların sayısını uygun yapmak için, bir yıl haram ayını helal, diğer yıl onu haram sayarlar. Böylece Allah'ın haram kıldığını helal kabul ederler. Zaman, Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı gün gibi aynı duruma döndü. Allah'ın katında ayların sayısı on ikidir. Bunların dördü mukaddes (haram) aylardır ki üçü arka arkaya gelen Zilkade, Zilhicce ve Muharrem, dördüncüsü de Cemaziyelahir ile Şaban'ın arasındaki Receb'tir. Ey mü'minler! Bu ay hangi aydır?"
-Allah ve Rasûlü daha iyi bilir.
"-Zilhicce ayı değil midir?"
-Evet Zilhiccedir.
"-Bu içinde bulunduğumuz belde hangi beldedir?"
-Allah ve Rasûlü daha iyi bilir.
-Mekke Şehri değil midir?"
-Evet Mekke'dir.
"-Bugün hangi gündür?
-Allah ve Rasûlü daha iyi bilir.
"Yevmü'nnahr (kurban kesme günü) değil midir?"
-Evet yevmünahr'dır. Bu diyalogdan sonra Rasûlüllah sahâbîlere dönerek "Şu halde iyi bilin ki; bu şehrinizde, bu beldenizde, bu gününüzün mukaddes (haram) olduğu gibi birbirinize kanlarınızı dökmek, mallarınızı haksız yere olmak, namuslarınızı kirletmek de haramdır, her türlü saldırıdan masumdur. Muhakkak ki, siz Rabbinize kavuşacaksınız, o zaman bütün bu işlerden sorulacaksınız.
Ey İnsanlar! Aklınızı başınıza alında benden sonra birbirinizin boynunu vuracak şekilde dalâlete, vahşete düşerek cahiliye devrine dönmeyin. Ey insanlar! Bu nasihatlerime kulak verip bunları burada hazır bulunanlarınız burada bulunmayanlara tebliğ etsin. Olabilir ki, kendisine tebliği edilen kimse burada bulunup işiten bir kısım kimseden daha iyi anlayıp bellemiş olur" ardından Rasûlüllah iki kez:
"- Tebliğ ettim mi?" buyurdu.
Sahabîler:
-Evet ettin, deyince O;
"Şâhit ol ya Rab!" dedi ve tekrar hatırlattı: "Burada bulunanlar bulunmayanlara tebliğ etsin. "
Rasûlullah Mina'daki bu hutbesinden sonra kurban kesim yerine gelerek önceden hazırlanan yüz devenin altmış üçünü bizzat kendi kurban etti diğerlerini de Hz. Ali kestikten sonra her deveden birer parça et alınarak pişirilip yenildi. Daha sonra traş olan Hz. Peygamber ihramdan çıktı ve Kâbe'yi tavaf etti. Öğle namazını da orada kıldıktan sonra Zemzem suyunun yanına gitti ve kendisine sunulan bir bardak suyu içtikten sonra tekrar Mina'ya döndü. Rasûlüllah Mina'da geçirdiği teşrik günlerinde şeytan taşlama görevini yerine getirmiş, bu arada çevresinde bulunan insanlara hutbeler irad buyurmuştu.
"Allah'ın yardımı ve fetih geldiği ve insanların dalga dalga Allah'ın dirine girdiklerini gördüğün zaman Rabbini överek tesbih et. O'ndan mağfiret dile. Çünkü o tevbeleri çok kabul edendir" (110/Nasr, 1-3) mealindeki Nasr sûresinin nâzil olduğunu duyan Müslümanlara, hem yeni nâzil olan bu sûreyi okumuş hem de kendilerine nasihat ettiği hutbelerinden birini irad buyurmuştur. Bu hutbesinde de yine Müslümanların mal, can, namus emniyetinden bahseden Rasûlüllah insan haklarının temelini oluşturan bu üç hakkı tekrar tekrar ümmetine hatırlatmıştı. Değişik yer ve zamanda irade edilen bu hutbeler, tek bir hutbe şeklinde bütünleştirilmiştir.
Hutbenin toplum hayatına getirdiği prensipler:
İncelendiği zaman Veda Hutbe'sinde Peygamber (s.a.s)'in başlıca şu noktalara değindiği görülür:
1- Her işte daima Allah'a hamd-ü sena etmek gerekir.
2- Nefis, insanı her zaman şerre yöneltmek ister. Bu sebeple nefislerin şer-inden de Allah'a sığınmak lâzımdır.
3- Can, mal ve ırz kutsaldır. Yaşama hakkı tabii bir haktır. Irz, şeref, haysiyet, hürriyet ve mülkiyet saldırıdan korunmuş haklardır.
4- Câhiliyye gelenekleri kaldırılmıştır. İnsanlar alışa geldikleri kötü şeyleri körü körüne yapmaktan vazgeçmelidirler.
5- Faiz haramdır.
6- Kan davası gütmek haramdır.
7- Emânetler yerlerine verilmelidir. Emânete hıyanet
edilmemelidir.
8- Küçük büyük önemli-önemsiz her işte şeytana uymaktan sakınılmalıdır.
9- Kadınların ve erkeklerin karşılıklı hak, vazife ve sorumlulukları vardır. Kadınlara nezâketle davranılacaktır.
10- Hem kadın hem de erkekler zinadan şiddetle kaçınacaklardır.
11- Köle ve hizmetçilere iyi davranılacaktır.
12- Bütün Müslümanlar kardeştir. Her türlü sınıf farkları ve ayrıcalıklar kaldırılmıştır. Üstünlük fazilet iledir.
13- Zulümden sakınmak gerekir, halkın malı haksız yere yenemez, birine ait bir şey sahibinin izni olmadıkça başkası için helâl olmaz.
14- Müslümanlar birbirleriyle savaşmaktan sakınacaklardır.
15- Allah'ın Kitâb'ına ve Peygamber'in sünnetine uyanlar asla sapıklığa düşmezler.
16- İslâm sadeliğinden ayrılmamak, aşırılıklara sapmamak gerekir.
17- Hak Teâlâ'ya ibadet olunacak; beş vakit namaz kılınacak, oruç ayında oruç tutulacak, Hz. Peygamber'in tavsiyelerine uyulacaktır. Bunları hakkıyla yerine getirenlerin mükâfatı cennettir. (10)
Rasûlullah (s.a.s.)'
ın Vefat Etmeden Önce İrad Ettiği Son HutbesiAllah'a hamd ve senâdan sonra şöyle dedi:
Ey insanlar! Ateş alevlendi ve karanlık gecenin parçaları gibi fitneler ortaya çıkıp insanlara yöneldi. Allah'a yemin ederim ki, ben Kur'an'ın helâl kıldıklarının dışında size bir şey helâl kılmadım. Kur'an'ın haram kıldıklarının dışında size bir şeyi haram da kılmadım.
Ey insanlar! Peygamberinizin ölümünden korktuğunuzu haber aldım. Benden önce kendilerine vahiy gönderilenlerden hiçbiri ebedi kalmış mı ki, ben de aranızda ebedî kalayım? Haberiniz olsun ki ben Rabbime kavuşuyorum. Siz de bana kavuşacaksınız. İlk hicret edenlere iyi davranmanızı tavsiye ediyorum. Muhâcirlere de birbirlerine iyi davranmalarını tavsiye ediyorum. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurur: öAsra yemin olsun ki, gerçekten insan ziyan içindedir. Ancak iman edip salih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler müstesna.ö Bütün işler Allah'ın izniyle olmaktadır. Bir işin ağır yürümesi sizi aceleciliğe yöneltmesin. Çünkü Allah bir insanın acele etmesiyle acele etmez. Kim Allah'a karşı üstün çıkmaya kalkışırsa Allah onu zelil eder. Kim de Allah'ı kandırmaya kalkışırsa Allah onun planını boşa çıkarır. Yeryüzünde fesad çıkarıp akrabalık bağlarını koparabilir misiniz? Ensara da iyi davranmanızı tavsiye ederim. O ensâr ki, sizden önce yurt hazırladılar. Onlara iyilik yapın. Onlar meyvelerini sizinle bölüşmediler mi? Evlerini size açmadılar mı? Kendileri ihtiyaç içinde oldukları halde sizi kendi nefislerine tercih etmediler mi? Dikkat edin iki
kişi arasında hükmedecek olan kişi iyilik yapanın iyiliğini kabul etsin veyanlış yapanı affetsin. Sakın birini diğerine tercih etmeyin. Haberiniz olsun ki, sizden önce öleceğim ve siz bana kavuşacaksınız. Bilesiniz ki sizinle buluşma yerimiz Havz'ın başıdır. Dikkat edin, sizden kim yarın bana kavuşmak istiyorsa elini ve dilini Allah'ın yasaklarından sakındırsın. Gerektiği yerlerin dışında onları tutsun.
Ey insanlar! Muhakkak ki günâhlar nimetleri değiştirir. İnsanlar iyi olduklarında yöneticileri de onlara iyi davranır. İnsanlar kötü olduklarında ise yöneticileri onlara kötü davranır. Hayatım da sizin için hayırlıdır ölümüm de!
Evlerimize Üç Günlü
ğüne Misâfir Olsa
Olmaz ya, olabileceğini hayal etsek ve Sevgili Peygamberimizi evlerimize üç günlüğüne misafir etsek. Acaba diyorum, neler olabilir?
Eğer bir gün Peygamberimiz ziyaretimize gelse. Yalnızca üç günlüğüne. Hem de âniden, haber vermeden gelmiş olsa. Merak ediyorum ne yapacağımızı?
Biliyorum, en güzel odamızı kendisine tahsis edeceğimizi. Böylesi Şerefli bir Misafir’e yiyeceklerin en iyisini, en temizini, içeceklerin en güzelini sunacağımızı.
O’nu evimizde görmekten mutlu olacağımızı, O’na hizmet etmemizden alacağımız sevinci başka hiçbir şeyden alamayacağımıza da inanıyorum.
Tüm bu müspet tavırlarımıza rağmen çok merak ediyorum ve düşünüyorum:
O’nun evimize doğru geldiğini gördüğümüzde, kapıda mı karşılayacağız? O güzel misafiri içeri almadan, “Buyurmaz mısınız Ya Rasûlallah” demeden, kollarımızı bu mübârek misafirimize uzanmış olarak “Hoşgeldiniz” deyip içeri almadan önce neler yapacağımızı çok ve hem de çok merak ediyorum.
Acaba diyorum, masamızın üzerindeki bazı hoş görüntüsü olmayan gazete ve dergileri saklayıp, onun yerine Kur’an mı koyacağız?
Hâlâ açık saçık programları izlediğimiz televizyonumuzun üzerini örtüyle mi kapatacak veya alelacele onu yerinden kaldırıp bodrum kattaki izbeye mi saklayacağız?
Yahut da koşacak mıyız kapatmaya, O kızmadan önce? Veya O nurlu misafirin işitmediğini umarak kapatacak mıyız sazlı sözlü yayın yapan radyomuzu? Yüz kızartıcı bantları izlediğimiz videomuzu, geceleri çocukları uyuttuktan sonra korsan izlediğimiz çanak antenleri nerelere koyup kaybedeceğiz?
Oturma odamızda bulunan dolapların tereklerindeki üst üste dizdiğimiz müzik bantlarını unuttuk galiba?
Merak ediyorum. Evimize girmek üzere bulunan bu Şerefli Misafir’in hemen girmesine müsaade edebilecek miyiz? Ya da sağa sola mı koşturacağız? Yahut da “Biraz bekler misiniz?” diyerek, O’nu kapımızın önünde mi bekleteceğiz?
Merak ediyorum. Eğer Peygamberimiz birkaç gününü evimizde geçirmiş olsa, alışılagelen yaptıklarımıza devam mı edeceğiz? Her sabah gün doğuşuna veya kaba kuşluğa kadar uyuyabilecek miyiz? Her zamanki gibi gece saat birlere, ikilere kadar uyanık kalıp, sabah saat sekizlere, dokuzlara kadar deliksiz uykularımızı sürdürebilecek miyiz?
Ailemizle yine kavgalı ortamı, gürültülü geçen savaş ortamını sürdürebilecek miyiz? Yoksa birkaç gün sonra Şerefli Misafirimiz’den sıkılmaya, daralmaya mı başlayacağız?
Merak ediyorum. Hiç yüzümüzü asmadan tüm aile fertlerimizle birlikte her vaktin namazını kılabilecek miyiz? Sabahın erkeninde, yatağımızdan büyük bir coşku ile fırlayıp sabah namazı hazırlığını yapabilecek, nişanlanma çağına gelen kız ve erkek çocuklarımızı yataklarından uyandırabilecek miyiz?
Veya Şerefli Misafir’in abdest suyunu dökerken, öbür odada 15 yaşına gelmiş, ancak secde yüzü görmemiş oğlumuzu nereye saklayacağız?
Yoksa birkaç günlüğüne otele veya akrabalarımızın evine mi göndereceğiz?
Merak ediyorum. Alıştığımız günlük hayat seyrimizin kontrolümüzden çıktığındaki acı ve gülünç halimizi. Gazete bayii, günlük takip ettiğimiz gazeteyi kapıdan uzattığında ne yapacağımızı? Müslüman bir sahabe hanımın kıyafetine dokunan Yahudilere karşı savaş başlatan misafir Peygamber’in yanında o müstehcen gazeteyi okuyabilecek miyiz? Veya Şerefli Misafirimiz, “Nedir o kâğıt parçaları?” derse, cevabımız ne olacak?
Acaba diyorum, Peygamberimizi de yanımıza alarak, gitmeyi planladığımız yerlere götürebilecek miyiz? Misafirliğine gittiğimiz ailenin 17 yaşındaki dekolte kıyafetli kızı karşımıza çıkarak misafir kabul salonunda “Siz ne alırdınız?” sorusuna karşı tavrımızı cidden merak ediyorum.
Acaba diyorum, misafirliğe gittiğimiz yerde üç-beş saat boyunca yemek masasında, kahve içerken, konuşmalarımız, gülüşmelerimiz, günlük mevzularımız devam edebilecek mi? Yoksa nutkumuz mu tutulacak? Yahut bir an evvel Şerefli Misafiri evimize getirip O’nu istirahata mı alacağız?
Düşünüyorum. Hem de gözlerimle görmüş gibi düşünüyorum. Birkaç günlüğüne evimize misafir olarak gelmiş olan Peygamberimize 24 saatimizi nasıl geçirdiğimizi göstermemizi.
“Günaydın” diyerek evimize giren oğlumuzu, yarım etekle, sıkma pantolonla arabadan inen genç kızımızı. “Bunda bizim suçumuz yoktur Ya Resûlallah” diyerek ölüp ölüp dirilen anne ve babaları.
Düşünüyorum, Peygamberimiz evimizde otururken, evimize gelecek aile misafirlerlerimizi. Peygamberimizin evimizde olmadığını hesaba katarak gelenleri, girişlerini, konuşmalarını, görüntülerini...
Evet, evimize sadece birkaç günlüğüne misafir olarak gelecek olan Peygamberimize karşı sergileyeceğimiz tavırlarımızı merak ediyorum. (11)
Abdülkadir Dedeo
ğlu, Peygamberimiz, Osmanlı Y.Yasin Günayd
ın3- Ferahiye Sakarya
4- Ahmed Kalkan, Vuslat, Say
ı 5, Kasım 20015- Ahmed Kalkan
6- Hatice I
şılak, Veli Karataş, Ahmed Kalkan7- Veli Karata
ş8- Ahmet Önkal,
Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 2509- Ahmed Kalkan, Vuslat, Say
ı 11, Mayıs 200210- Fedâkâr K
ızmaz, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 326-32811- Abdullah Büyük
Muhammed (s.a.s.) Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler:
"MUHAMMED"
"AHMED"
İSMİNİN GEÇTİĞİ ÂYET-İ KERİME: 61/Saff, 6.PEYGAMBER
İMİZ İÇİN KULLANILAN "EN-NEBİYY" KELİMESİ (35 YERDE): 3/Âl-i İmrân, 68; 5/Mâide, 81; 7/A'râf, 157, 158; 8/Enfâl, 64, 65, 8/Enfâl, 64, 65, 67, 70; 9/Tevbe, 61, 73, 113, 117; 33/Ahzâb, 1, 6, 13, 28, 30, 32, 38, 45, 50, 50, 53, 53, 56, 59; 49/Hucurât, 2; 60/Mümtehıne, 12; 65/Talâk, 1; 66/Tahrîm, 1, 3, 8, 9.PEYGAMBER
İMİZ İÇİN KULLANILAN "ER-RASÛL" VE "RASÛLULLAH" KELİMESİ 70 YERDE): 2/Bakara, 108, 143, 143, 151, 214, 279, 285; 3/Âl-i İmrân, 32, 81, 86, 101, 132, 144, 153, 164, 172,; 4/Nisâ, 13, 14, 42, 59, 59, 61, 64, 69, 79, 80, 83, 100, 115, 136, 136, 170; 5/Mâide, 15, 19, 33, 41, 55, 56, 67, 83, 92, 92, 99, 104; 7/A'râf, 157, 158, 158; 8/Enfâl, 1, 1, 13, 20, 24, 27, 41, 46; 9/Tevbe, 1, 3, 3, 7, 13, 16, 24, 26, 29, 33, 54, 59, 59, 61, 62, 63, 65, 71, 74, 80, 81, 84, 86, 88, 90, 91, 94, 97, 99, 105, 107, 120, 128; 17/İsrâ, 93; 22/Hacc, 78; 24/Nûr, 47, 48, 50, 52, 52, 54, 54, 56, 62, 62, 63; 25/Furkan, 7, 27, 30; 29/Ankebût, 18; 33/Ahzâb, 12, 21, 22, 22, 29, 31, 33, 36, 36, 40, 53, 57, 66, 71; 43/Zuhruf, 29; 44/Duhân, 13,; 47/Muhammed, 32, 33; 48/Feth, 9, 12, 13, 17, 26, 27, 28, 29; 49/Hucurât, 1, 3, 7, 14, 15; 57/Hadîd, 7, 8, 28; 58/Mücâdele, 4, 5, 8, 9, 12, 13, 20, 22; 59/Haşr, 4, 6, 7, 7, 7, 8; 60/Mümtehıne, 1; 61/Saff, 6, 9, 11; 62/Cum'a, 2; 63/Münâfıkun, 1, 1, 5, 7, 8, 8; 64/Teğâbün, 12, 12; 65/Talâk, 11; 72/Cinn, 23; 73/Müzzemmil, 15; 98/Beyyine, 2.HZ. MUHAMMED (S.A.S.) HAKKINDA ÂYET-
İ KERİMELERE1- HZ. MUHAMMED (S.A.S.)'
İN HAYATI VE ŞAHSİYETİHz. Muhammed
İçin İbrâhim A.S.'ın Duâsı: 2/Bakara, 129.Hz. Muhammed'in Gelece
ğinden Hz. Mûsâ'nın Haber Vermesi: 2/Bakara, 89; 7/A'râf, 157.Hz. Muhammed'in Gelece
ğinden Hz. İsa'nın Haber Vermesi: 61/Saff, 6.Hz. Muhammed'in Kur'an'da Geçen Adlar
ı: 3/Âl-i İmrân, 144; 9/Tevbe, 128; 20/Tâhâ, 1; 33/Ahzâb, 40; 47/Muhammed, 2; 48/Fetih, 29; 61/Saff, 6; 73/Müzzemmil, 1; 74/Müddessir, 1; 88/Ğâşiye, 21.Hz. Muhammed'in Ad
ı Yüceltilmiştir: 94/İnşirâh, 4.Hz. Muhammed'in Özellikleri Di
ğer Kutsal Kitaplarda Geçer: 2/Bakara, 146; 3/Âl-i İmrân, 81-82; 7/A'râf, 157; 61/Saff, 6.Hz. Muhammed, Allah'
ın Himâyesinde Büyümüştür: 93/Duhâ, 6-8.Hz. Muhammed'in, Yetim Kalmas
ı ve Ebû Tâlib'in Himâyesi: 93/Duhâ, 6.Hz. Muhammed, Ticaretle U
ğraşmıştır: 93/Duhâ, 8.Hz. Muhammed, Di
ğer İnsanlar Gibi Bir İnsandır, Beşerdir: 18/Kehf, 110; 25/Furkan, 20; 39/Zümer, 30; 41/Fussılet, 6.Hz. Muhammed, Ümmîdir: 7/A'râf, 157-158; 28/Kasas, 45-46; 29/Ankebût, 48; 42/
Şûrâ, 52.Hz. Muhammed'in Ahlâk
ı: 7/A'râf, 199; 33/Ahzâb, 21; 68/Kâlem, 4.Hz. Muhammed, Putlara Tapmam
ıştır: 109/Kâfirûn, 1-6.Hz. Muhammed'in Dostlu
ğu: 5/Mâide, 55; 9/Tevbe, 16, 128.Hz. Muhammed'in Hicreti ve Allah'
ın Yardımı: 9/Tevbe, 40, 117; 43/Zuhruf, 41-42; 74/Müddessir, 5.Hz. Muhammed'in Gö
ğsünün Yarılması: 94/İnşirâh, 1.Hz. Muhammed'in Mükâfat
ı Sonsuzdur: 68/Kâlem, 3; 93/Duhâ, 5.Hz. Muhammed, Mü'minler
İçin En Güzel Örnektir: 33/Ahzâb, 21.Hz. Muhammed'in Vefat
ının Yaklaşması: 21/Enbiyâ, 34; 110/Nasr, 1-3.Hz. Muhammed
İle Hz. İsa Arasında Geçen Zaman ve Bu Arada Peygamber Gelmemesi: 5/Mâide, 19.E2- HZ. MUHAMMED'
İN PEYGAMBERLİK ÖZELLİKLERİHz. Muhammed, Peyamber Olarak Gönderilmi
ştir: 2/Bakara, 252; 3/Âl-i İmrân, 144; 4/Nisâ, 79-80, 174; 6/Enâm, 50; 7/A'râf, 158; 13/Ra'd, 30; 18/Kehf, 110; 36/Yâsin, 2-3; 44/Duhân, 7; 48/Fetih, 29.Hz. Muhammed, Bütün
İnsanlığa Gönderilmiştir: 25/Furkan, 51-52; 34/Sebe', 28; 62/Cum'a, 3.Hz. Muhammed, Rahmet Olarak Gönderilmi
ştir: 9/Tevbe, 61, 128; 21/Enbiyâ, 107; 28/Kasas, 46; 44/Duhân, 6.Hz. Muhammed, Allah'
ın Mü'minlere Lütfudur: 3/Âl-i İmrân, 164; 9/Tevbe, +128.Hz. Muhammed'e Kur'ân-
ı Kerim Verilmiştir: 2/Bakara, 99, 119, 151; 4/Nisâ, 163; 15/Hıcr, 87; 16/Nahl, 44; 18/Kehf, 1; 29/Ankebût, 47; 42/Şûrâ, 52; 69/Haakka, 40; 73/Müzzemmil, 5.Hz. Muhammed, Üstün Meziyetlerle Gönderilmi
ştir: 2/Bakara, 253; 68/Kâlem, 1-2.Hz. Muhammed, Her Toplum
İçin Hidâyet Rehberidir: 13/Ra'd, 7; 27/Neml, 79; 62/Cum'a, 3.Hz. Muhammed, Önceki Peygamberleri Tasdik Eder: 37/Sâffât, 37.
Hz. Muhammed, Do
ğru Yol Üzerindedir: 36/Yâsin, 4; 42/Şûrâ, 52; 43/Zuhruf, 43; 46/Ahkaf, 9; 48/Fetih, 2; 53/Necm, 1-2; 61/Saff, 9.Hz. Muhammed, Mûcizelerle Gönderilmi
ştir: 4/Nisâ, 174; 57/Hadîd, 9; 72/Cinn, 27.Hz. Muhammed, Hak Din
İle Gönderilmiştir: 48/Fetih, 28; 61/Saff, 9.Hz. Muhammed, Kâfirlerin
İddia Ettiği Gibi Mecnun Değildir: 34/Sebe', 46; 51/Zâriyât, 52; 68/Kâlem, 1-2, 5-8; 81/Tekvîr, 22.Hz. Muhammed, Nur Saçan Kandildir: 33/Ahzâb, 46.
Hz. Muhammed, Son Peygamberdir: 33/Ahzâb, 40.
Kur'an, Hz. Muhammed'in Kendi Sözü De
ğildir: 69/Haakka, 40, 44-47.Hz. Muhammed Üzerine Salevât Getirmek: 33/Ahzâb, 56.
Hz. Muhammed, Ümmetinin Üzerine
Şâhittir: 4/Nisâ, 41; 16/Nahl, 89; 33/Ahzâb, 45; 48/Fetih, 8-9.Hz. Muhammed, Ümmetinin Üzerine Dü
şkündür: 5/Mâide, 118; 9/Tevbe, 128.Muhammed'in
Şefaatı: 10/Yûnus, 2; 17/İsrâ, 79; 23/Mü'minûn, 118.Makam-
ı Mahmûd: 17/İsrâ, 79.Hz. Muhammed'in Sözleri ve Hareketleri Vahye Dayan
ır: 33/Ahzâb, 1-3; 53/Necm, 3-5.Hz. Muhammed'in Getirdi
ği Emir ve Yasakların Özü: 7/A'râf, 157.
E3- HZ. MUHAMMED'
İN MÛCİZELERİİsrâ ve Mirac: 17/İsrâ, 1, 60; 53/Necm, 13-18.
Sidre-i Müntehâ: 53/Necm, 14, 16.
Şakku'l-Kamer (Ayın Bölünmesi): 54/Kamer, 1.
E4- HZ. MUHAMMED'
İN HAKKA DÂVET GÖREVİ VE MÜCÂDELESİHz. Muhammed, Müjdeci ve Korkutucu Olarak Gönderilmi
ştir: 2/Bakara, 119; 5/Mâide, 19; 6/En'âm, 19, 51; 7/A'râf, 184, 188; 10/Yûnus, 2, 188; 11/Hûd, 2, 12; 13/Ra'd, 7; 14/İbrâhim, 44; 15/Hıcr, 89; 16/Nahl, 2; 17/İsrâ, 54, 105; 18/Kehf, 2, 4; 19/Meryem, 97; 25/Furkan, 1, 56; 26/Şuarâ, 194; 28/Kasas, 46; 29/Ankebût, 50; 32/Secde, 3; 33/Ahzâb, 45; 34/Sebe', 28, 44, 46; 35/Fâtır, 23-24; 36/Yâsin, 6, 70; 38/Sâd, 65, 70; 39/Zümer, 17-18; 40/Mü'min, 15, 18; 42/Şûrâ, 7; 46/Ahkaf, 9, 12; 48/Fetih, 8; 51/Zâriyât, 50-51; 53/Necm, 56; 67/Mülk, 26; 74/Müddessir, 1-2.Hz. Muhammed'in Görevi Tebli
ğden İbârettir: 3/Âl-i İmrân, 20, 128; 4/Nisâ, 84; 5/Mâide, 67, 92, 99; 6/En'âm, 34-35; 107, 157; 9/Tevbe, 129; 10/Yûnus, 42-43, 99, 109; 13/Ra'd, 40; 16/Nahl, 82; 17/İsrâ, 54; 18/Kehf, 6; 22/Hacc, 42-44; 27/Neml, 79-81; 28/Kasas, 87; 33/Ahzâb, 46; 35/Fâtır, 4, 25; 64/Teğâbün, 12.Hz. Muhammed, Dâvetini
İnsanlardan Karşılık Beklemeden Yapmıştır: 6/En'âm, 90; 7/A'râf, 203; 12/Yûsuf, 104; 13/Ra'd, 36; 25/Furkan, 57; 34/Sebe', 47; 38/Sâd, 86; 42/Şûrâ, 15, 23; 52/Tûr, 40.Hz. Muhammed'in Dâveti S
ırasında Karşılaştığı Güçlükler ve Üzüntülerine Karşı Kendisini Teselli Eden Âyetler: 2/Bakara, 272; 5/Mâide, 41; 6/En'âm, 33, 335, 107, 112, 116, 147, 159; 7/A'râf, 2; 10/Yûnus, 41-42, 46, 65; 12/Yûsuf, 103; 13/Ra'd, 32; 15/Hıcr, 3, 97; 16/Nahl, 63, 82, 127; 18/Kehf, 6; 19/Meryem, 84; 20/Tâhâ, 130; 21/Enbiyâ, 41; 22/Hacc, 42, 52, 67; 23/Mü'minûn, 54; 24/Nûr, 57; 25/Furkan, 20, 31, 33; 26/Şuarâ, 3; 27/Neml, 70, 80, 81; 28/Kasas, 56; 30/Rûm, 52; 33/Ahzâb, 60; 35/Fâtır, 4, 8, 25; 36/Yâsin, 76; 40/Mü'min, 4; 41/Fussılet, 43, 45; 42/Şûrâ, 6, 48; 43/Zuhruf, 6-7, 40, 83, 89; 46/Ahkaf, 35; 47/Muhammed, 13; 50/Kaf, 36; 51/Zâriyât, 52; 52/Tûr, 29-30, 45; 68/Kâlem, 44-45, 48; 70/Meâric, 42; 73/Müzzemmil, 10; 79/Nâziât, 15; 85/Bürûc, 17-18.Hz. Muhammed, Allah'
ın Dinine Dâvetçidir: 33/Ahzâb, 46; 65/Talâk, 11.Hz. Muhammed, Ümmetine Kendisili
ğinden Sorumluluk Yüklemez: 38/Sâd, 86.Hz. Muhammed'e
İtaat Etmek: 3/Âl-i İmrân, 31-32, 132; 4/Nisâ, 13, 59, 64, 69-70, 80; 5/Mâide, 92; 7/A'râf, 157-158; 8/Enfâl, 1, 20, 46; 9/Tevbe, 71; 24/Nûr, 51-52, 54, 56; 33/Ahzâb, 36, 71; 47/Muhammed, 33; 48/Fetih, 17; 58/Mücâdele, 13; 59/Haşr, 7, 64/Teğâbün, 12.Hz. Muhammed'e Sayg
ı Göstermek: 49/Hucurât, 1-5; 58/Mücâdele, 12-13.Hz. Muhammed'e
İman Etmek: 4/Nisâ, 136, 170; 7/A'râf, 157-158; 48/Fetih, 9; 57/Hadîd, 7, 19, 28; 61/Saff, 10-13; 64/Teğâbün, 8.Hz. Muhammed'i
İnkâr Küfürdür: 4/Nisâ, 42; 6/En'âm, 33; 7/A'râf, 184; 10/Yûnus, 2; 13/Ra'd, 43; 17/İsrâ, 94; 37/Sâffât, 35-38; 48/Fetih, 13.Hz. Muhammed'e
İsyanın Kötülüğü: 4/Nisâ, 14, 42, 80, 115; 5/Mâide, 56; 8/Enfâl, 27; 9/Tevbe, 61, 63; 22/Hacc, 78; 33/Ahzâb, 36; 72/Cinn, 23.Hz. Muhammed'i Kâfirlerin Sihirbazl
ıkla İthamları: 10/Yûnus, 2; 21/Enbiyâ, 6; 38/Sâd, 4; 51/Zâriyât, 52.Hz. Muhammed'e Allah Kolayl
ık Vermiştir: 94/İnşirâh, 3-8.Hz. Muhammed'e Yard
ım Etmek: 7/A'râf, 157; 9/Tevbe, 40; 47/Muhammed, 7.Hz. Muhammed, Mü'minler
İçin Nefislerinden Daha İleridir: 33/Ahzâb, 6.E5- HZ. MUHAMMED'
İN ÂİLE HAYATIHz. Muhammed'in Ehl-i Beyti: 33/Ahzâb, 33.
Hz. Muhammed'in, Hz. Zeynep'le Evlenmesi: 33/Ahzâb, 37-38, 40.
Hz. Muhammed'in Mehirsiz ve Dörtten Fazla Kad
ınla Evlenebileceği: 33/Ahzâb, 50-51.Hz. Muhammed'in, Câriyeler D
ışında Dokuzdan Fazla Evlenemeyeceği: 33/Ahzâb, 52.Hz. Muhammed'in Han
ımları, Mü'minlerin Analarıdır: 33/Ahz3ab, 6, 53.Hz. Muhammed'in Han
ımlarının, Her Davranışlarında Ağırbaşlı Davranmalarını İsteyen Âyetler: 33/Ahzâb, 32-34.Hz. Muhammed'in Han
ımlarının, Dünya Ziyneti İstemeleri: 33/Ahzâb, 28-31.Hz. Muhammed'in Han
ımlarının Arasındaki Kıskançlık ve Allah Tarafından Uyarılmaları: 66/Tahrîm, 1-5.Mü'minlerin Hz. Muhammed'in Evini Ziyaretleri ve Han
ımlarıyla Konuşma Âdâbı: 33/Ahzâb, 53-55.E6- HZ MUHAMMED'
İN MÜŞRİKLERLE YAPTIĞI SAVAŞLARBedir Sava
şı:Bedir Sava
şının Başında Allah, Mü'minlere Kâfirleri, Kâfirlere de Mü'minleri Az Gösteriyordu: 8/Enfâl, 43-44.Bedir Sava
şının Hikmeti: 3/Âl-i İmrân, 13; 8/Enfâl, 5-8, 42-44.Bedir Sava
şında Allah'ın Mü'minlere Yardımı: 3/Âl-i İmrân, 13, 123-127, 160; 8/Enfâl, 9-13, 17-18, 42-44, 48, 50.Bedir Sava
şında Kâfirler, Mü'minleri Kendilerinin İki Katı Görüyordu: 3/Âl-i İmrân, 13.Bedir Sava
şında Peygamberimizin Duâsı: 8/Enfâl, 9.Bedir Sava
şında Kâfirlerin Cezâsı: 8/Enfâl, 13-14, 19, 50-52; 16/Nahl, 112-113.Bedir Sava
şında Şeytan Kâfirleri Aldattı: 8/Enfâl, 48.Bedir Sava
şında Durum: 8/Enfâl, 5-6.Bedir Sava
şında Münâfıkların Tutumu: 8/Enfâl, 49.Bedir Sava
şı Esirleri: 8/Enfâl, 69.Uhud Sava
şı:Uhud Sava
şında Mü'minlerin Zaafı: 3/Âl-i İmrân, 121-122, 143-144, 152-153.Uhud Sava
şında Geçici Mağlûbiyetin Hikmetleri: 3/Âl-i İmrân, 140-141; 153-154; 166-167.Uhud Sava
şında Münâfıkların Tutumu: 3/Âl-i İmrân, 154, 166-168.Uhud Sava
şından Kaçanlar: 3/Âl-i İmrân, 155, 159.Uhud Sava
şındaki Panik, Mü'minlerin Kendi Hatalarıdır: 3/Âl-i İmrân, 165.Uhud Sava
şında Allah'ın Mü'minlere Yardımı: 3/Âl-i İmrân, 121-122.Hendek Sava
şı:Hendek Sava
şında Allah'ın Mü'minlere Yardımı: 3/Âl-i İmrân, 9-12, 25-27.Hudeybiye Seferi ve Anla
şması:Hudeybiye Anla
şması İle Allah, Mü'minlere Zafer Kapılarını Açmıştır: 48/Fetih, 1-3, 22.Hudeybiye'de Dü
şmanın Barış İstemesi: 48/Fetih, 22-24.Hudeybiye Anla
şmasının Hikmetleri: 48/Fetih, 25-27.Hudeybiye Anla
şmasının Sonradan Müslüman Olacaklarla İlgili Maddesine Göre Kadınların Durumu: 60/Mümtehıne, 10.Hudeybiye Anla
şmasının Müşrikler Tarafından Bozulması: 9/Tevbe, 1-2.Huneyn Sava
şı:Huneyn Sava
şında Mü'minlerin Yersiz Gururları Yüzünden Zarar Görmeleri: 9/Tevbe, 25-27.Huneyn Sava
şında Allah'ın Mü'minlere Yardımı: 9/Tevbe, 26-27.Tebük Seferi:
Tebük Seferi Haz
ırlıklarında Münâfıkların Bozgunculuğu: 9/Tevbe, 38-40, 42-53, 65-66, 81-83, 86-87, 90, 93, 117.Tebük Seferi
İçin Mü'minlerin Fedâkârlıkları: 9/Tevbe, 88; 57/Hadîd, 7.Tebük'te Allah'
ın Mü'minlere Yardımı: 9/Tevbe, 48.Tebük Seferine Kat
ılmadıklarına Pişman Olanlar: 9/Tevbe, 102-106, 117.Mekke'nin Fethi:
Mekke'nin Fethi Müjdesi: 28/Kasas, 85; 61/Saff, 13; 110/Nasr, 1-3.
Fetih
İçin Allah'ın Yardımı Gelince İnsanlar Grup Grup Allah'ın Dinine Gelir: 110/Nasr, 1-2.E7- HZ. MUHAMMED'
İN SAHÂBESİSahâbenin Fazileti: 9/Tevbe, 100.
Sahâbeye Uyan Mü'minler: 9/Tevbe, 100.
Sahâbe Hakk
ında Mü'minlerin İnançları ve Saygıları: 59/Haşr, 10.Sahâbenin Binek ve yol Duâs
ı: 43/Zuhruf, 13-14.Ensâr
ın Fazileti: 8/Enfâl, 72-74; 9/Tevbe, 100; 59/Haşr, 9.Muhâcirlerin Fazileti: 8/Enfâl, 72-74; 9/Tevbe, 10; 59/Ha
şr, 8.Ensâr ve Muhâcirlere Uyan Mü'minler: 9/Tevbe, 100.
Ensâr
İle Muhâcirlerin Kardeşliği: 59/Haşr, 9.R
ıdvan Biatı ve Bu Biata Katılanların Mükâfâtı: 5/Mâide, 7; 48/Fetih, 10, 18-21.Hz. Ebû Bekir'in Maddî ve Mânevî Fedâkârl
ığı: 42/Şûrâ, 36-39; 57/Hadîd, 10.Hz. Âi
şe'nin Fazileti ve Kendisine Yapılan İftirâ (İfk Olayı): 24/Nûr, 11-20.Bedevîlerden Mü'min ve Münâf
ık Olanlar: 9/Tevbe, 97-99, 101.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
Siret Ansiklopedisi, Haz. Afzalur Rahman (6 cilt),
İnkılâb Y.Siret-i
İbn Hişam (1-4), İbn Hişam, Kahraman Y.Siret-i
İbn İshak, İbn İshak İbn Yesar, Hizmet Kitabevi Y.Siyer,
İbn İshak, Akabe Y.Siret, Ali
Şeriati, Yedi İklim Y.Siyer-i Nebi, Mustafa Darir, Sa
ğlam Y.Siyer-i Nebî, Peygamberimizin Hayat
ı, İrfan Yücel, Diyanet İşleri Bşk. Y.Peygamberimiz, M. As
ım Köksal, Akçağ Y.Peygamberimizin Hayat
ı, (2 cilt), Salih Suruç, Yeni Asya Gazetesi Neşriyatİslâm Tarihi, M. Âsım Köksal (18 cilt), Şamil Y.
Kur’an’a Göre Hz. Muhammed’in Hayat
ı, İzzet Derveze (3 cilt), Yöneliş Y/Ekin Y.Üç Muhammed,
İki Tasavvur Bir Gerçek, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y.F
ıkhu’s Siyre, Peygamberimiz’in Uygulamasıyla İslâm, Said Ramazan Bûti, Gonca Y.F
ıkhu’s Siyre, Muhammed Gazâli, Risale Y.Peygamberimizin
Şemâili, Ahlâk ve âdâbı, Hüseyin Algül, Nil A.Ş. Y.Rasûlullah’
ın Hayatı ile İslâm’ın Hareket Metodu, 1-2, Abdurrahman el-Muhacir, Çev. Eyüp Aslan, Hak Y.Rasûlullah’
ın İslâm’a DâvetMektupları, Abidin Sönmez, İnkılab Y.Rasûl ve Ahlâk, Ahmed Muhammed Hûfî, Çev. Bedreddin Çetiner,-Yusuf Ertu
ğrul, Kültür Basım Yay. BirliğiPeygamberimizin Sünnetinde Terbiye,
İbrahim Canan, Tuğra Y.Hz. Muhammed (s.a.v.)’in E
şleri ve Aile Hayatı, Ziya Kazıcı, Çağ Y. / Çamlıca Y.Hz. Muhammed ve Gençlik, Komisyon, T. Diyanet Vakf
ı Y.Hz. Muhammed ve Kar
şıt Güçler, M. Ahmet Halefullah, Birleşik Dağıtım Ankara Y./Birleşiik Y.İst.Hz. Muhammed’in Faziletleri, Yusuf bin
İsmail en-Nebhânî, İnsan Y.Hz. Muhammed’in Getirdi
ği Ekonomik Düzen, Sadık Yılma, Yeni Ufuklar NeşriyatHz. Muhammed’in Hayat
ı, Martin Lings, Çev. Nazife Şişman, İz Y.Hz. Muhammed’in Hayat
ı, Mustafa Sıbaî, Çev. M. Sait Şimşek, Tekin Y.Hz. Muhammed Mustafa, Muhammed Heykel, Çev. Ömer R
ıza Doğrul, İnkılap Kitabevi Y.Hz. Muhammed’in Mü
şriklerle Münasebeti, Ali Kapar, Esra Y.Hz. Muhammed’in Hayat
ı, Ebû’l-Hasan en-Nedvî, Çev. Nuri Kahraman, Risale Y.Hz. Muhammed’in Hayat
ında Dersler ve İbretler, Mustafa Sıbaî, Özgün Y.Hz. Peygamber ve Aile Hayat
ı, Heyet, İlmi NeşriyatPeygamberimizin Hayat
ı, İhsan Işık, Beyan Y.Hz. Peygamber ve Evrensel Hayat
ı, İbrahim Bayraktar, Şelale Y.Hz. Peygamber ve
İlim, Yusuf Kardavi, Şule Y.Hz. Peygamber’in Devleti, Mehmet Birsin, Birle
şik Y.Hz. Peygamber’in
Şemâili, İbrahim Bayraktar, Seha NeşriyatPeygamberimiz ve Günlük Hayat
ı, H. Kâmil Yılmaz, Erkam Y.Peygamberimize Sorulan
İlginç Sorular, İbn Kayyim el-Cevziyye, Uysal Kitabevi Y.Hz. Muhammed (s.a.v.)'in Sorular
ı, Betül Bozali, Kutup Y.Peygamberimize ve Ashâb
ına Yapılan İşkenceler, Asım Uysal, Uysal Kitabevi Y.Peygamberimiz’in Hayat
ından İslâm Dâvetçilerine Güzel Örnekler, Seyyid Muhammed Alevî, Alper Kitabevi Y.Muhammed’i Tan
ıyalım, Ali Şeriati, Çev. Ali Seyyidoğlu, Fecr Y.Muhammed Kimdir? Ali
Şeriati, Çev. Ali Seyyidoğlu, Fecr Y.Peygamberimizin Hayat
ı, İrfan Yücel, Diyanet İşleri Başk. Y.Peygamberimizin Örnek Ahlâk
ı, Abdurrahman Azzam, Çev. Hayreddin Karaman, Timaş Y.Hz. Peyg
ımber’in Savaşları, Muhammed Hamidullah, Yağmur Y. / Yeni ŞafakPeygamberimizin Sava
şları, Muhammed Kutup, Çev. Nedim Yılmaz, Hisar Y.Peygamberimizin Sava
şları, Abdülkadir Dedeoğlu, Osmanlı Y.Peygamberimizin Sava
şları, Kasım Göçmenoğlu, Erdem Y.Ashâb
ının Dilinden Peygamberimiz, İsmail Lütfi Çakan, Büşra Y.Bir E
ğitimci Olarak Hz. Muhammed, Abdullah Özbek, Esra Y.Resûl ve Sünnet Üzerine Alternatif E
ğitim Çalışmaları, M. Salih Gökdeniz, Mavi Sıla Y.Ola
ğanüstü Yönleriyle Peygamberimiz (el-Hasâisü’l-Kübrâ), İmam Suyûtî, İz Y. / Gerçek HayatBüyük
İslâm Tarihi / Siyer-i Nebî, Mustafa Darir, Doğuş Y.Can
ım Peygamberim, Niyazi Birinci, Nesil Basım YayınCennet Yolu, Peygamberimi Ö
ğreniyorum, Salih Suruç, Nesil Basım YayınÇöle
İnen Nur, Necip Fazıl Kısakürek, Büyük Doğu Y.Peygamberimiz Özel Say
ısı, Diyanet Dergisi, Heyet, Diyanet İşleri Başkanlığı Y.Do
ğumdan Hicrete, Hicretten Vefata, Ali Şeriati, Seçkin Y.Hadislerle Peygamberimizin Güzel Ahlâk
ı, Ebû İsa Tirmizî, Hisar Y.Ebedî Risâlet 1-2, Sempozyum Metinleri, Sempozyum, I
şık Y.Er-Rasûl, Hz. Muhammed (s.a.v.), Said Havva, Hilâl Y. / Petek Y.
F
ıkhu's-Sîre, Muhammed Gazâli, Risale Y.Her Hicret Bir
İnkılaptır, Ali Şeriati, İhtar Y.Hicret -Peygamberimi Ö
ğreniyorum, Salih Suruç, Nesil Basım YayınHilye-i Saadet,
İskender Pala, T. Diyanet Vakfı Y.İki Cihan Güneşi, M. Yaşar Kandemir, Erkam Y.
Kur'an'da Peygamberler ve Peygamberimiz, Afif Abdülfettah Tabbara, Gonca Y.
Medine Devletine Giden Yol, Mahmut Topta
ş, Cantaş Y.Nas
ıl Bir Rasûle İnanıyoruz, Mehmet Göktaş, İstişâre Y.Nebevî Hareket Metodu, 1-2, Münir Muhammed Gadban, Nehir Y. / Merve Yay
ın Paz.Rahmet Peygamberi, Ebû'l-Hasan Ali Nedvî,
İz Y.Rasûlullah Muhammed, Muhammed Hamidullah,
İrfan Y.Resûlü Ekrem'in E
şsiz Ahlâkı, Şaban Döğen, Gençlik Y.Resûlullah'
ın Günlüğü, Mehmet Apaydın, İnsan Y.Rasûlullah'
ın Hayatı ile İslâmî Hareket Metodu, 1-3, Abdurrahman Muhacir, Hak Y.İnsan ve Peygamber Olarak Hz. Muhammed, Yasin Pişgin, İlâhiyât Y.
Kur'an'da Resûlullah, M. Ali Ha
şimî, Risale Y.Hazreti Muhammed ve Hayat
ı, Ali Himmet Berki, Osman Keskioğlu, D.İ. Başkanlığı Y.Kur'an-
ı Kerim'de Hazret-i Peygamber, Muhittin Akgül, Işık Y.Son Peygamber Hz. Muhammed, Muhammed Ebû Zehra, Kitabevi Y.
Hz. Muhammed ve Ya
şadığı Hayat (Peygamber, Devlet Başkanı, Aile Reisi), Celâl Yeniçeri, İFAV Y.Sonsuz Nur 1-3, M. Fethullah Gülen, Nil A.
Ş. Y.Şemâil-i Şerife, M. Sadık Aydın, Hilal Y.
İmanın Gücü -Peygamberimi Öğreniyorum, Salih Suruç, Nesil Basım Yayın
İşte Önderimiz Hz. Muhammed, İhsan Süreyya Sırma, Seha Neşriyat
İslâm Öncesi Mekke Dönemi ve Hz. Muhammed, İhsan Süreyya Sırma, Beyan Y.
İslâmî Tebliğin Mekke Dönemi ve İşkence, İhsan Süreyya Sırma, Beyan Y.
İslâmî Tebliğin Medine Dönemi ve Cihad, İhsan Süreyya Sırma, Beyan Y.
İslâm Peygamberi, Muhammed Hamidullah, İrfan Y.
İslâm'da İnsan Modeli ve Hz. Peygamber Örneği, Komisyon, T. Diyanet Vakfı Y.
İslâmiyetin Doğuşu, Harun Akyazı, Beyan Y.
Kâinat
ın Efendisi Peygamberimizin Hayatı 1-2, Salih Suruç, Nesil Basım YayınPeygamberimizin Tebli
ğ Metotları 1-2, İbrahim Canan, Nesil Basım YayınPeygamberimiz Niçin Çok Evlendi?, Muhammed Ali Sâbûnî, Petek Y.
Peygamberimiz Seriyyeleri, Muhammed Ali Kutup, Çev. Nedim Y
ılmaz, Hisar Y.Peygamberim Dizisi (15 Kitap), Marzug Halil, Çev. Abdülaziz Hatip, Nehir Y.
Peygamberimi Ö
ğreniyorum, M. Yaşar Kandemir, Damla Y.Peygamberimi Ö
ğreniyorum (20’li Takım), Salih Suruç, Nesil Basım YayınPeygamberimiz Çocuklarla, M. Ya
şar Kandemir, Damla Y.Çocuk ve Peygamber, Mehmet Emin Ay, Tima
ş Y.Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa’n
ın Hayatı –Siyer-i Nebî-, İlhami Ulaş, Osmanlı Y.Peygamberimiz -
İslâm Dini ve Aşere-i Mübeşşere, Zekâi Konrapa, Kitabevi Y.Peygamberimiz (S.A.V.),
İsmail Özcan, Erkam Y.Peygamberimiz Hz. Muhammed, Yakup Üstün, T. Diyanet Vakf
ı Y.Peygamberimizin Hayat
ı, Mahmud Şakir, Kahraman Y.Peygamberimizin Hayat
ı, Ebûl Ferec Abdurrahman İbnül Cevzî, Çev. Taceddin Uzun, Uysal Kit. Y.Hz. Peygamber’in Hayat
ı, M. R. Eyüpoğlu, Merve Yayın PazarlamaPeygamberimizin Hayat
ı, Abdülhamid Cûde es-Sahhar, Çev. Ebûbekir Korkmaz, Ravza Y.Peygamberimizin Hayat
ı: Siretü’n-Nebî, Mevlânâ Muhammed Ali, Çev. Ali Genceli, Nur Y.Peygamberimizin Hicreti, Hüseyin Algül, Nil A.
Ş. Y.Peygamberimizin
İnsan Kazanma Metodu, Mehmet Dikmen, Cihan Y.Peygamberimizin K
ızı Hz. Fâtıma, İsmail Mutlu, Mutlu Y.Peygamberimizin Han
ımları -Mü'minlerin Anneleri-, Mustafa Eriş, Erkam Y.Peygamberimizin Mûcizeleri, Seyyid Kutup, Ebru Y.
Peygamberimizin Mûcizeleri, H.
İbrahim Acıpayamlı, Tuğra Y.Peygamberimizin Mûcizeleri, Celâleddin es-Suyûtî, Çev. Ömer Temizel, Uysal Kitabevi Y.
Peygamberimizin Örnek Ahlâk
ı, Mehmet Paksu, Nesil Basım YayınPeygamberimizin Sünnetinde Çocuk E
ğitimi, Muhammed Nur Süveyd, Çev. Zekeriya Güler, Uysal Kitabevi Y.Peygamberimizin Sünnetinde Evlilik, Abdülvehhab Öztürk, K
ılıç Y.Peygamberimizin
Şefaatı, Halil Günaydın, Pamuk Y.Peygamberin Diliyle Gençlik, Cemil Tokp
ınar, Gençlik Y.Devrilen Putlar, Peygamberimi Ö
ğreniyorum, Salih Suruç, Nesil Basım YayınPeygamberin
İzinde, Mustafa Mutahhari, Çev. Malik Eşter, Akademi Y.Peygamberin Son Be
ş Günü, Tahsin Yücel, Can Y.Tevrat ve
İncil’e Göre Hz. Muhammed (s.a.v.) Abdullah Davud, Nil A.Ş. Y.Peygamberimiz Hz. Muhammed’ (s.a.v.)’in Hayat
ı, Abdullah Sevinç, Gonca Y.Rasûlü Ekrem’in Dilinden Edeb, Âdâb ve Çe
şitli Duâlar, Sıddık Nâci Eren, Berekât Y.Rasûlullah’
ın Annesi ve Hanımları, İsmail Kaya, Uysal Kitabevi Y.Rasûlullah’
ın Diplomatik Münasebetleri, Abidin Sönmez, İnkılab Y.Rasûlullah’
ın Kızları ve Torunları, İsmail Kaya, Uysal Kitabevi Y.Rasûlullah’
ın Dilinden Gönüllere Huzur Veren Duâlar, Abdülkerim Karataş, İslâmoğlu Y.Rasûlullah (s.a.v.)’
ın Haccı, İ. Hakkı Sezer, Esra Y.Hz. Muhammed, Mustafa Varl
ı, Fehremez Sercan, Esma Y.Hz. Muhammed, Ziyauddin Sardar, Zafer Abbas Malik, Çev. Do
ğan Şahiner, Milliyet Gaz. Y.Hz. Muhammed (a.s.) Ahlâk ve Âdetleri, Mehmet Kemal Pilavo
ğlu, Can Kitabevi Y.Hz. Muhammed (s.a.v), Harun Yahya, Kültür Y.
Hz. Muhammed (a.s.), Ramazan Eren, Vural Y.
Hz. Muhammed Hayat
ı, Kasım Göçmenoğlu, Erdem Y.Hz. Muhammed
İlâhî Rahmet, Mustafa Necati Bursalı, Ölçü Y.Hz. Muhammed Neyi “Oku”du, Ahmed Hulusi, Kitsan Kitap K
ırtasiye Y.Hz. Muhammed (s.a.v.), Mehmet Cemal, Beyan Y.
Hz. Muhammed (s.a.s.) Hayat
ı, Ahmet Cevdet Paşa, Çelik Y.Hz. Muhammed (s.a.v.)’in Hayat
ı, Mustafa Necati Bursalı, Ölçü Y.Hz. Muhammed’in Hayat
ı, Ahmet Cevdet Paşa, Huzur Y. / Üçdal NeşriyatHz. Muhammed’in Hayat
ı, Leyla Azzam, Ayşe Gouverneur, Çev. Murat Çiftkaya, Ağaç Y.Hz. Muhammed’in Hayat
ı, Ebû’l-Hasan Ali en-Nedvî, Çev. Ali Arslan, Arslan Y.Hz. Muhammed’in Hayat
ı, Mevlüt Karaca, Hisar Y.Hz. Muhammed’in Hayat
ı: Es-Sîretü’n-Nebeviyye, İbn Hişam, Çev. İzzet Hasan, Neşet Çağatay, Türk Tarih Kurumu Y.Hz. Muhammed’in Mekke’si, W. Montgomery Watt, Çev. Mehmet Akif Emin, Bilgi Vakf
ı Y.Hz. Peygamber Devrinde Münaf
ıklar, Adnan Demircan, Esra Y.Hz. Peygamber Devrinde Nifak Hareketleri, Ahmet Sezikli, T. Diyanet Vakf
ı y.Hz. Peygamber Devrinde Yahudi Meselesi,
İhsan Süreyya Sırma, Beyan Y.Hz. Peygamber Döneminde Devlet ve Piyasa, Cengiz Kallek, Bilim ve Sanat Vakf
ı Y.Hz. Peygamber (s.a.s.) ve
İslâm Büyüklerinden Öğütler Üçlü Prensipler, Şerif Ali Minaz, Beyda Y.Hz. Peygamber (s.a.v.)’in Hz. Ali’ye Tavsiyeleri, Muhammed el-Mehayini, Çev. Abdülvehhab Çelebi, Nursan Y.
Hz. Peygamber ve Hz. Zeynep, Hüseyin Küçükkalay, Tekin Kitabevi Y.
Hz. Peygamber ve
İlk Müslümanlar, Ahmet Yılmaz Boyunağa, Boğaziçi Y.Hz. Peygamber’in Alt
ı Orijinal Diplomatik Mektubu, Muhammed Hamidullah, Çev. Mehmet Yazgan, Beyan Y.Hz. Peygamber’in Hadislerinde Türk Varl
ığı, Zekeriya Kitapçı, Türk Dünyası Araştırma Vakfı Y.Hz. Peygamber’den Gençlere 50 Nasihat, Muhammed Ali Kutup, Çev. Osman Arpaçukuru,
İlke Y.Hz. Peygamber’in Dilinden Dört Halifesi ve Ashâb
ı, A. Fikri Yavuz, Sönmez NeşriyatHz. Peygamber’in Hadislerinde Fitne, Ali Çelik, Ça
ğlayan Y.Hz. Peygamber’den Duâlar, Hasan Kaluç,
İslâmoğlu Y.Hz. Resûlullah’tan (s.a.v.) Ö
ğütler, M. Yahya Pakiş, Menzil Y.Peygamberimiz ve Dört Halifesi, Ergun Göze, Türk Dünyas
ı Araştırma Vakfı Y.Peygamberimiz, Ömer Faruk Ergin, Nur Y.
Peygamberimiz, Abdülkadir Dedeo
ğlu, Osmanlı Y.Peygamberimiz ve
İslâm’ın Doğuşu, Muhammed Rıza, Çev. Selim Bilge, Temel NeşriyatPeygamberimiz ve Müslümanl
ık, Ahmet Hamdi Akseki, Nur Y.Peygamberimiz Vefat
ı, B. Ali Bilgiç, Ali Erkan Kavaklı, Pamuk Y.Muhammed Mustafa, Ahmed Hulûsi, Kitsan Kitap K
ırtasiye Y.Muhammedî Vahiy, M. Re
şit Rıza, Fecr Y.Muhammediye, Yaz
ıcıoğlu Muhammed, Sad. Abdülkadir Akçiçek, Çile Y.Peygamberimize Neden
İnanmadılar, Ahmed Lütfi Kazancı, Nil A.Ş. Y.Peygamberimizin Arkada
şları, Kasım Göçmenoğlu, Erdem Y.Peygamberimizin Buyurdu
ğu 73 Fırka, Mustafa Uysal, Uysal Y.Peygamberimizin Cev
şen Duâsı, İttihat YayıncılıkPeygamberimizin Dilinden K
ıssalar, M. Yaşar Kandemir, Erkam Y.Peygamberimizin Dilinden Müslüman Kad
ını ve Yuvası, Abdullah Naim Şener, Sönmez NeşriyatPeygamberimizin Dilinden
Şifalı Duâlar ve Terkipler, Mustafa Varlı, Esma Y.Peygamberimizin Duâlar
ı ve Zikirleri, İmam Nevevî, Uysal Kitabevi Y.Peygamberimiz Hakk
ında Aile Sohbetleri, Mehmet Aydın, Uysal Kitabevi Y.Peygamber Çizgisinde Ya
şamak, Haluk Nurbaki, Nesil Basım YayınPeygamberimiz Niçin Çok Evlendi? Tahir Ho
şafçı, Nizam Y.Peygamber Dostlar
ı, Osman Oktay, Ocak Y.Peygamber Efendimiz (S.a.v.), Ahmet Cevdet Pa
şa, Mahir İz, Işık Y.Peygamber Sevgisi, M. Abduh Yemanî, Çev. Ali Hüsrevo
ğlu, Erkam Y.Peygamber ve Kad
ın, Şehid BintülHüdâ, Çev. Ubeydullah D. Yedi İklim Y.Peygamberden
İktibaslar, Muhammed Kutup, Çev. Akif Nuri, Fikir Y.Peygamber Halkas
ı, Necip Fâzıl Kısakürek, Büyük Doğu Y.Peygamber Meclisinden Sohbetler, Abdülhamid Kö
şk, Çev. Naim Erdoğan, Pamuk Y.Peygamberimiz (A.S.)’
ın Dilinde Geleceğin Tarihi, 1-2, Orhan Baytan, Mevsim Y.Peygamber Efendimiz ve
Şefaati, Umran Y.Peygamber Efendimizin Hitabeti, Ahmed Lütfi Kazanc
ı, Marifet Y.Peygamber Efendimizin Maddî Mânevî Sa
ğlık Öğütleri, İbn Kayyim El-Cevziyye, Çev. Yusuf Ertuğrul, İslâmî NeşriyatPeygamberimiz’den Günümüze Beslenme, Polat Has, T.Ö.V. Y.
Peygamberimizden Duâlar,
İsmail Mutlu, Yeni Asya Gaz. Neşr.Peygamberimizden Duâlar,
İsmail Mutlu, Mutlu Y.Peygamber Efendimizin Ö
ğrettiği Duâlar, Zikirler, İmam Nevevî, Çev. Abdülhalik Duran, İslâmî Neşr.Peygamber Efendimizin Ramazan Hayat
ı ve Oruç Âdâbı, Yaşar Bozyiğit, Şahsi Y.Ad
ı Güzel Kendi Güzel Muhammed, M. Abduh Yemani, Nun Y.Âlemlere Rahmet, Mustafa Necati Bursal
ı, Çile Y.Âlemlere Rahmet (Hz. Muhammed’in Hayat
ı), Mustafa Necati Bursalı, Çelik Y.Âlemlere Rahmet Hz. Muhammed Hüseyin Algül, T. Diyanet Vakf
ı Y.Do
ğuş, Ahmed Lütfi Kazancı, Tuğra Y.Ayd
ınlıklara Doğru, Ahmet Lütfi Kazancı, Tuğra Y.Bana Peygamberimi Anlat, A. Muti Eddahir, Esra Y.
İlâhî Rahmet HZ. Muhammed (Mevâhib-i Lüdünniye), İmam Kastalânî, Hisar Y.
Gönül Penceresinden Fahr-i Kâinat Efendimiz, Haluk Nurbaki, Damla Y.
Gönüllerde Sema, Haluk Nurbaki, Damla Y.
Hakikat-
ı Ferdiyye, Salih Mirzabeyoğlu, İbda Y.De
ğişik Yönleriyle Hz. Peygamber, İbrahim Bayraktar, Işık Y.Hatemü'l-Enbiya Hz. Muhammed ve Hayat
ı, Ali Himmet Berki, Diyanet İşleri Başk. Y.Hayat-
ı Nebî, Şemseddin Yeşil, Yeşil Kitabevi Y.Hazreti Muhammed, Makxime Rodinson, Sosyal Y.
Hazreti Muhammed Kimdir?, Mehmed Hanefi Mert, Gonca Y.
Hazreti Muhammed (s.a.v.)'in Hayat
ı, Selâmi Münir Yurdatap, Saadet Y.Hazreti Muhammed'in Hayat
ı, Lutfullah Ahmed, İstanbul Maarif Kitaphanesiİnsanlık Tarihinin En Büyük Lideri Allah'ın Rasûlü Hz. Muhammed (s.a.v.), Sevim Asımgil, Furkan Kitabevi Y.
Kâinat
ın Efendisi Cihan Peygamberi Hz. Muhammed (a.s.m), Ramazan Eren, Şahsî Y.Kâinat
ın Sultanı Sevgili Peygamberimizin Mübârek Hayatı, Sevim Asımgil, Furkan Kitabevi Y.Kâmil
İnsan Hz. Muhammed (s.a.v.), Seyyid Muhammed Alper Kitabevi Y.K
ılıcın Hakkı, H. Hicran Göze, Boğaziçi Y.K
ırk Sual Kırk Cevap, Mevlânâ Firâkî, Esma Y.Kitab-
ı Siyer-i Nebî (3 cilt), Mehmet Faruk Gürtunca, Huzur Y.Müjdelerle Gelen Son Peygamber,
Şerif Ali Minaz, Şeref Y.Nebimizi Bilelim, Ahmed Hilmi, Bedir Y.
Nur Torun, Salih Suruç, Nesil Bas
ım YayınNur-
ı Muhammedî (s.a.v.), Ömer Öngüt, Hakikat NeşriyatO Bir Yetim
İdi, H. Hicran Göze, Boğaziçi Y.Oryantalistlerin Hz. Peygamber ile
İlgili İddialarına Cevaplar, Ali Osman Ateş, Beyan Y.Özgürlük Peygamberi Hz. Muhammed, Abdurrahman
Şarkavî, Birleşik Yayıncılık, İstanbulPeygamber Efendimiz (s.a.v.), Metin Erkaya, Seha Ne
şriyatPsikolojik Aç
ıdan Hz. Peygamberin İbâdetHayatı, Habil Şentürk, Bahar Y.Rahmet Müjdecisi Hz. Muhammed'in Hususiyetleri, Ahmet Cemil Ak
ıncı, Nursa Y.Rahmeten Li'l-Âlemîn Hz. Muhammed (s.a.v.), Haydar Ba
ş, Belge NeşriyatRasûllerin Efendisi Hakk
ında Allah'ın Âlemlere Karşı Hücceti 1-2, Yusuf b. İsmail Nebhânî, İslâmî NeşriyatRasûlullah'
ın (s.a.v.) Kıymetinin Büyüklüğü, Halil İbrahim, Gonca Y.Siyer-i Nebi -Can
ım Peygamberim Hz. Muhammed (s.a.v.), Fatma Temir, Şahsî BasımSiyer-i Nebi;
İslâm Tasvir Sanatında Hz. Muhammed'in Hayatı, Zeren Tanındı, Simavi Y.Resûlullah'a Göre Âilede ve Okulda Çocuk Terbiyesi,
İbrahim Canan, Cihan Y. / Yeni Asya Y.Peygamberler Ayd
ınların Önderleri, Abdülkerim Süruş, Kıyam Y.Mevlânâ ve Mesnevî Gözüyle Peygamber Efendimiz, Tahir Büyükkörükçü, Baytan Kitabevi Y.
Do
ğu Kutsal Metinlerinde Hz. Muhammed, A.H. Vidyarthi-U. Ali, Terc. Kemal Karataş, İnsan Y.Peygmaberimizin Yüce
Şahsiyeti ve Mübârek İsimlerinin İzahı, Naim Erdoğan, Kahraman Y.Hz. Peygamber'de Nebevî ve Be
şerî Bilgi, Salih Karacabey, Sır Y.Peygamberimiz Efendimiz (Siyer K
ıssaları), Abdülhamid Cûde es-Sahhâr, Cağaloğlu Y.Peygamberimizin Yan
ılması Meselesi, İbrahim Canan, Rağbet Y.Peygamberlerin Masumiyeti, Fahrüddin el-Râzî,
İlim Y.Peygamber Â
şıkları, Mustafa Necati Bursalı, Çile Y.Hz. Muhammed'in Özel Hayat
ından Örnekler, Mehmet Yeşilyurt, Şahsî Y.Peygamberimizin Kur'an'
ı Tefsiri, Suat Yıldırım, Kayıhan Y.Peygamberlik Müjdeleri,
Şevâhidü'n-Nübüvve, Mevlânâ Câmî, Bedir Y.Sevgi Peygamberi ve Yeti
şkin Din Eğitimi, Abdurrahman Dodurgalı, Rağbet Y.Peygamberimizden Teselliler, Mehmet Dikmen, Cihan Y.
Sonsuz Nur, Haluk Nurbaki, Damla Y.
Sulh Peygamberi, H. Hicran Göze, Bo
ğaziçi Y.Tarihu'l
İslâm, Zehebi, Cantaş Y.Tevrat ve
İncile Göre Hz. Muhammed (s.a.v.), Abdullah Davud, Nil A.Ş. Y.Vahy Gerçe
ği ve Hz. Muhammed, Komisyon, Türkiye Diyanet Vakfı Y.Vahy ve Nübüvvet, Murtaza Mutahhari, Endi
şe Y.Veda Hutbesi, Cihan Akta
ş, Kitabevi Y.Mekke Rasûllerin Yolu, Ali Ünal, P
ınar Y.Hadislerle Peygamberimizin Namaz K
ılma Şekli, Muhammed Nâsıruddin el-Bânî, Aksa Y.Çe
şitli Yönleriyle Nübüvvet Kavramı, Ahmet Lütfi Kazancı, Marifet Y.Hadis
İlimleri ve Hadis Istılahları, Subhi es-Sâlih, İFAV Y.Hadis ve Psikoloji, Muhammed Osman Necati, Terc. Mustafa I
şık, Fecr Y.Alternatif Hadis Metodolojisi, Hayri K
ırbaşoğlu, Kitâbiyât Y.Hadis Metodolojisi, M. Hayri K
ırbaşoğlu, Ankara OkuluY.Kur'an ve Sünnet Üzerine Makaleler, Hikmet Zeyveli, Birun Y.
Kelâmc
ılarla Hadisçiler Arasındaki Münakaşalar, Talat Koçyiğit, T. Diyanet Vakfı Y.Kur'an-Sünnet Bütünlü
ğü, Necati Kara, İhtar Y.Hadislerin Do
ğru Anlaşılmasında Karşılaşılan Problemler, Saffet Sancaklı, Uludağ Y.Kur'an Tefsirinde Sünneti Devre D
ışı Bırakan Hareketler, Cüneyt Eren, Ekev Y.Hadis Tenkidi, Hadislerin Hz. Peygamber'e Âidiyetini Belirleme Yollar
ı, Salih Karacabey, Sır Y.Hadis'te Metin Tenkidi Metodlar
ı, Misfir b. Gurmullah ed-Dümeynî, Kitabevi Y.Hadisleri Tespitte Yöntem Sorunu (Akla Uygunluk-Akla Ayk
ırılık), Yavuz Ünal, Etüt Y.Esbâbu Vurûdi'l-Hadis, Hadisler ve Sebepleri,
İmam Celâlü&d-din es-Suyûtî, İhtar Y.Hadislerin Kur'an'a Arz
ı, Ahmet Keleş, İnsan Y.F
ıkıhçılara ve Hadisçilere Göre Nebevî Sünnet, Muhammed Gazali, Ekin Y.Fakihlere ve Muhaddislere Göre Nebevî Sünnet, Muhammed Gazali,
İslâmî Araştırmalar Y.Peygamber Efendimizin Sünnetine Tâbi Olmak, Ya
şar Bozyiğit, Şahsî Y.İslâm Düşüncesinde Sünnet, Yeni Bir Yaklaşım, Mehmed Hayri Kırbaşoğlu, Fecr Y.
Sünnetin Dindeki Yeri, Komisyon,
İSAV, Ensar NeşriyatKur'anî Çizgide Sünnet, Sünnet
İnkârcılarına Cevap, Şeyh Abdullah bin Zeyd Âli Mahmud, Esra Y.Sünneti Terk Kur'an'la Amel Meselesi, Mahmut Denizku
şları, Ribat Y.Sünnetin Etraf
ındaki Şüpheler, Muhammed Tahir Hekim, Pınar Y.Sünnet, Muhammed Tahir Hekim, Tevhid Y.
Sünnet Bilinci, Be
şir İslâmoğlu, Denge Y.Sünnet; Kur'an Gibi Tefekkür, Siyaset ve Te
şrî İçin Kaynaktır, Esad Mansur, Hilâfet Mecmuası Y.Sünnet ve Bid'at, Ali Çelik, Beyan Y.