Bakara, 221; Kavram 131

 

N İ K Â H V E T A L Â K

 

 

Nikâh; Anlam ve Mâhiyeti

Mehir

Mut’a Nikâhı

Kur'ân-ı Kerim'de Nikâh Kavramı

Hadis-i Şeriflerde Nikâh

Cennet Bahçesi veya Cehennem Çukuru: Âile Hayatı

Çocuk: Cennet Kokusu, veya...

Ailede Haklar ve Görevler

Ana-Babanın En Büyük, En Kutsal Görevi: Çocuklar, Çocuklar, Çocuklar!

Evlenme, Evlilik

Kefâet/Küfüv; Evlenecekler Arasında Denklik ve Uyum

Başlık Parası

Nişan, Nişanlanma

ğün; Nikâhın İlânı

Velîme; Düğünde İkrâm

Nesil Emniyeti

Teaddüd-i Zevcât/Poligami

Doğum Kontrolü

Talâk/Boşanma; Allah'ın Hoşlanmadığı Mubah

Kur'ân-ı Kerim'de Talâk Kavramı

Hadis-i Şeriflerde Talâk

Erkeğin Yöneticiliği ve Dövme Yetkisi

 

 

"İman etmedikçe müşrik/putperest kadınlarla nikâhlanmayın/evlenmeyin. Beğenseniz bile, müşrik bir kadından, imanlı bir câriye kesinlikle daha hayırlıdır/iyidir. İman etmedikçe müşrik/putperest erkekleri de (kızlarınızla) nikâhlamayın/evlendirmeyin. Beğenseniz bile, müşrik bir kişiden mü'min bir köle kesinlikle daha hayırlıdır. Onlar (müşrikler) cehenneme çağırır. Allah ise, izni (ve yardımı) ile cennete ve mağfirete çağırır. Allah, düşünüp anlasınlar diye âyetlerini insanlara açıklar." (2/Bakara, 221)

"Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler dört ay beklerler. Eğer (bu müddet içinde) kadınlarına dönerlerse, şüphesiz Allah çokça bağışlayan ve merhamet edendir. Eğer (müddeti içinde dönmeyip kadınlarını) talâka/boşamaya karar verirlerse (ayrılırlar). Biliniz ki, Allah işitir ve bilir. Boşanmış kadınlar, kendi başlarına (evlenmeden) üç ay hali (hayız veya temizlik müddeti) beklerler. Eğer onlar Allah'a ve âhiret gününe gerçekten iman etmişlerse, rahimlerinde Allah'ın yarattığını gizlemeleri kendilerine helâl olmaz. Eğer kocaları barışmak isterlerse, bu durumda boşadıkları kadınları geri almaya daha fazla hak sahibidirler. Erkeklerin kadınlar üzerindeki hakları gibi, kadınların da erkekler üzerinde belli hakları vardır. Ancak erkekler, kadınlara göre bir dereceye sahiptirler. Allah azîzdir, hakîmdir. Talâk/boşama iki defadır. Bundan sonra ya iyilikle tutmak ya da güzellikle salıvermek vardır. Kadınlara verdiklerinizden (boşanma esnâsında) bir şey almanız size helâl olmaz. Ancak erkek ve kadın Allah'ın sınırlarında kalıp evlilik haklarını tam tatbik edememekten korkarlarsa bu durum müstesnâ. (Ey mü'minler!) Siz de karı ile kocanın, Allah'ın sınırlarını hakkıyla muhâfaza etmelerinden kuşkuya düşerseniz, kadının (erkeğe) fidye vermesinde her iki taraf için de sakınca yoktur. Bu söylenenler Allah'ın koyduğu hudûtlar/sınırlardır. Sakın onları aşmayın. Kim Allah'ın sınırlarını aşarsa işte onlar zâlimlerdir. Eğer erkek kadını (üçüncü defa) boşarsa, ondan sonra kadın bir başka erkekle nikâhlanıp evlenmedikçe onu alması kendisine helâl olmaz. Eğer bu kişi de onu boşarsa, (her iki taraf da) Allah'ın sınırlarını muhâfaza edeceklerine inandıkları takdirde, yeniden evlenmelerinde beis yoktur. Bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Allah, bunları bilmek, öğrenmek isteyenler için açıklar. Kadınları boşadığınız ve onlar da bekleme müddetlerini bitirdikleri vakit, ya onları iyilikle tutun yahut iyilikle bırakın. Fakat haksızlık ederek ve zarar vermek için onları nikâh altında tutmayın. Kim bunu yaparsa muhakkak kendine kötülük etmiş olur. Allah'ın âyetlerini eğlenceye almayın. Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini, (size verdiği hidâyeti), size öğüt vermek üzere indirdiği Kitab'ı ve hikmeti hatırlayın. Allah'tan korkun. Bilesiniz ki Allah, her şeyi bilir. Kadınları boşadığınız ve onlar da bekleme müddetlerini bitirdikleri vakit, aralarında iyilikle anlaştıkları takdirde, onların (eski) kocalarıyla evlenmelerine engel olmayın. İşte bununla içinizden Allah'a ve âhiret gününe iman eden kimselere öğüt verilmektedir. Bu öğüdü tutmanız kendiniz için en iyisi ve en temizidir. Allah bilir, siz bilmezsiniz. Emzirmeyi tamamlatmak isteyen (baba) için, anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler. Onların örfe uygun olarak beslenmesi ve giyimi baba tarafına aittir. Bir insan ancak gücü yettiğinden sorumlu tutulur. Hiçbir anne, çocuğu sebebiyle, hiçbir baba da çocuğu yüzünden zarara uğratılmamalıdır. Onun benzeri (nafaka temini) vâris üzerine de gerekir. Eğer ana ve baba birbiriyle görüşerek ve karşılıklı anlaşarak çocuğu memeden kesmek isterlerse, kendilerine günah yoktur. Çocuklarınızı (süt anne tutup) emzirtmek istediğiniz takdirde, süt anneye vermekte olduğunuzu iyilikle teslim etmeniz şartıyla, üzerinize günah yoktur. Allah'tan korkun. Bilin ki Allah, yapmakta olduklarınızı görür. Sizden ölenlerin geride bıraktıkları eşleri, kendiliklerinden dört ay on gün beklerler. Bekleme müddetlerini bitirdikleri vakit, kendileri hakkında iyilikle yaptıkları işlerde size bir günah yoktur. Allah, yapmakta olduklarınızı bilir. Kadınlarla evlenme hususundaki düşüncelerinizi üstü kapalı biçimde anlatmanızda veya onu içinizde gizli tutmanızda size günah yoktur. Allah bilir ki siz onları anacaksınız. Lâkin, meşrû sözler söylemeniz müstesnâ, sakın onlara gizlice buluşma sözü vermeyin. Farz olan bekleme müddeti dolmadan, nikâh kıymaya kalkışmayın. Bilin ki Allah, gönlünüzdekileri bilir. Bu sebeple Allah'tan sakının. Şunu iyi bilin ki Allah ğafûrdur, halîmdir. Nikâhtan sonra henüz dokunmadan veya onlar için belli bir mehir tâyin etmeden kadınları boşarsanız bunda size mehir zorunluğu yoktur. Bu durumda onlara müt'a (hediye cinsinden bir şeyler) verin. Zengin olan durumuna göre, fakir de durumuna göre vermelidir. Münâsip bir müt'a vermek iyiler için bir borçtur. Kendilerine mehir tâyin ederek evlendiğiniz kadınları, temas etmeden boşarsanız, tâyin ettiğiniz mehrin yarısı onların hakkıdır. Ancak kadınların vazgeçmesi veya nikâh bağı elinde bulunanın (velînin) vazgeçmesi hali müstesnâ, affetmeniz (mehirden vazgeçmeniz) takvâya daha uygundur. Aranızda iyilik ve ihsânı unutmayın. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızı hakkıyla görür." (2/Bakara, 226-237)

 

Nikâh; Anlam ve Mâhiyeti

“Nikâh” sözlükte, akit yani anlaşma yapmak demektir. Bundan amaç evlenmedir. İslâm'a göre birbirleriyle evlenmeleri yasak olmayan erkekle kadının beraber hayat sürdürmek ve çocuk yetiştirmek için yaptıkları bir akittir/anlaşmadır.

 

Nikâh, evlilikle beraber meşrû cinsel ilişkiyi de içerisine alan bir akittir, bir beraberliktir. Nikâhlanma, nikâh yapma, yani evlenme insan için fıtrî (yaratılışa uygun) bir faâliyettir. Tıpkı konuşma, yeme-içme, giyinme ve benzeri işler gibidir. İlk insan Hz. Âdem’den bugüne kadar insan nikâh olayını tanımaktadır. Çünkü evlenme, hem kişinin maddî ve mânevî olarak korunması, ihtiyaçlarının karşılanması; hem de neslin devam etmesi için gereklidir.

Kıyafetsiz bir insanlık olamayacağı gibi, nikâhtan soyutlanmış bir insanlık da düşünülemez (Bkz. 2/Bakara, 187). Bazı modern toplumlardaki artan evlilik dışı ilişkilerin ve bu ilişkilerin normal sayılması insanlık ailesinde bir ârızadır, bir hastalıktır. Bu hastalığın geçici olduğunu ve tedâvi edilebileceğini ümit ediyoruz. Çünkü nikâhsızlık temiz yaratılışa uymamaktadır.

İslâm’da Nikâh İbâdeti: İslâm’a göre nikâh, kadın ve erkek arasında yapılan çok önemli ve hayatî bir anlaşmadır. Bu akitle beraber bir aile yuvası kurulur, eşler beraber yaşamaya başlar, eşlerde bulunan pek çok özellik kaynaşır, yeni nesiller bu yolla meydana gelir. Ailedeki beraberlik, ne işyeri beraberliğine, ne okul arkadaşlığına, ne de asker arkadaşlığına benzer. İki karşı cins hayatlarını, sevgilerini, varlıklarını, eksik ve mükemmel yönlerini, sahip oldukları güzellikleri, ellerindeki imkânları, duygularını ve isteklerini paylaşırlar. Ortaklaşa bir aile yuvası kurar, beraberce hayat sürdürürler, hem de yeni nesiller yetiştirirler.

Nikâh, yalnızca neslin devamını sağlayan veya cinsel arzuları doyurup gideren bir olay değildir. Nikâh bunlarla beraber daha önemli işlevi olan toplumsal bir kurum oluşturmaktır. Nikâhta, insanlar için çok bereketli ve faydalı başka amaçlar da vardır. İnsan, yaratılışı gereği yalnız yaşayamaz. Zâten “insan” kelimesi de ünsiyet kuran, başkalarıyla beraber yaşayan anlamındadır. Her insanın ana-babaya, aile kurumuna, sevgiye, ilgiye, konuşmaya, alış-veriş yapmaya, hatta kimi zaman diğer insanlarla mücâdele etmeye ihtiyacı vardır. Kişi, bazı insanların yardımına muhtaç olduğu gibi, hayatını ve duygularını başkalarıyla bölüşmeye, hatta başkalarına yardım etme arzusuna bile ihtiyacı vardır. Bunun ilk örneğini ailede buluyoruz.

İnsanların ön önemli özelliklerinden birisi de organize olmalarıdır. Yani bir arada yaşayıp toplum oluşturmalarıdır. Fertler aileleri, aileler kabileleri, kabileler/sülâleler kavimleri, kavimler de insanlık ailesini meydana getirir. Bu toplumların en küçük birimi ailedir. Kur’ân-ı Kerim’de insanların bir erkekle bir kadından yaratıldığı, sonra da kabileler ve kavimler haline getirildikleri açıklanmaktadır (49/Hucurât, 13).

Allah (c.c.), evlenen eşler arasındaki sevgiyi ve birbirlerine olan merhameti “âyet” olarak nitelemektedir: “Kaynaşmanız (sükûnete ve tatmine ermeniz) için size kendi (cinsi)nizden eşler yaratıp da aranızda sevgi ve merhamet kılması da O’nun âyetlerinden, (varlığı ve birliğinin) delillerindendir. Doğrusu bunda, iyi düşünen bir kavim için âyetler/ibretler vardır.” (30/Rûm, 21). Öyleyse evlilikte öncelikli amaç nesil yetiştirmedir, yalnızca cinsel doyum değildir. İnsanın rahat edebileceği, huzur duyabileceği bir ortama ihtiyacı vardır. Aile içerisinde bu huzur ve rahatlığı kişi eşinde bulabilir. Kur’an bunu “sükûnet” bulma diye tanımlıyor. Bu kelime hem huzuru, hem de bir yerde rahat edip kalmayı ifade etmektedir.

Nikâh bu huzura kapı açmaktadır. Bu huzur, yalnızca gece rahatı veya diğer maddî ihtiyaçların karşılanması değildir. Bu aynı zamanda duyguların, arzuların, hedeflerin, sevgilerin ve yeteneklerin paylaşılmasından, karşılıklı merhamet ahlâkının işletilmesinden, başkası adına yapılan fedakârlıktan doğan bir huzurdur. İslâm evlenmeyi yüceltiyor, tavsiye ediyor, evliliğin şartlarını ortaya koyuyor ama bunu “nikâh” akdine bağlıyor. Yani evlilik mutlaka “ağır/kuvvetli bir akit olan” (4/Nisâ, 21) nikâhla başlayabilir. Nikâh, evliliğe adım atmak ve bunu insanlara duyurmak; aynı zamanda evlilik sorumluluğunu yüklenmektir. Çünkü yapılan evlilik akdinde (anlaşmasında) evliliğe ait, aileye ilişkin görevleri yüklenme şartı vardır.

İslâm, nikâh dışı bütün beraberlikleri gayrı meşrû saymakta ve haram demektedir. Evlilik dışı ilişkiler İslâm’a göre iffetsizlik ve hayâsızlıktır. Zinâ haram olduğu gibi, zinâya götüren sebepler de haramdır. Nikâh olmaksızın evlilik öncesi cinsel ilişkiler, dost hayatı (anlaşarak zinâ etmek); bir ihtiyacı karşılama değil, nefsin/hevânın arzusuna uyup suç işlemektir. Şüphesiz Allah’a ve O’nun koyduğu ölçülere inanan mü’minler, imanlı gençler bu noktada duyarlı olurlar.

Nikâhın Önemi: Evlilik, yaratılışın gereği bir duygudur. Her insanın buna ihtiyacı vardır. Hayatın güzel bir şekilde devam etmesi buna bağlıdır. Aile kurumunu koruyan toplumların birçok yönden daha sağlıklı olduğu, bu toplumlarda yetişen insanın daha kaliteli, sosyal ilişkilerde daha düzeyli olduğu ve özellikle çocukların daha huzurlu ve nitelikli yetiştiği bilinmektedir.

Ailesi çöken toplumlar, her açıdan çökmeye mahkûmdur. Aileyi oluşturan ve yücelten de nikâh bağıdır. Nikâh sosyal bir faydadır. Nesiller bu yolla çoğalır, devam eder. İnsan türü aileyle korunur. Nesiler, ancak nikâh akdi ile korunmaya alınır. İslâm’ın amaçlarından biri de nesli korumaktır. Kişiyi aile daha iyi eğitip terbiye eder. Her toplum kendi kültürünü aile kurumunda yeni nesillere daha iyi öğretir.

Fuhuş (gayrı meşrû ilişkiler) birçok bedensel ve ruhsal hastalıklara yol açar. Bunu aile hayatı azaltabilir. Kişi aile hayatıyla ruhsal huzura kavuşur. Başkasını sevmenin, çocuk yetiştirmenin, onlara fedakârlık yapmanın, beraberce hayatın güçlüklerine katlanmanın, birçok şeyi birlikte paylaşmanın zevkini yaşayabilir. Babalık şefkati, analık merhameti ancak aile hayatıyla tadılabilir. Analık kurumunun yüceliğini düşünürsek bunu daha iyi anlarız. İslâm’da anaya, analık kurumuna ve anaya iyilik etmeye ne denli önem verildiğini düşünürsek aile kavramını daha iyi anlamış oluruz.

Nikâhla beraber insanın hayatında önemli değişiklikler olur. Kişinin sorumluluğu artar, hayatını ve sevgisini paylaşabileceği bir insanla yaşamaya başlar. Bölüşmeyi, sevmeyi, merhamet etmeyi, iyilik yapmayı, cömertliği öğrenir. İnsanlarla beraber yaşamayı ve onlarla geçinmeyi bilir. Ancak aile hayatı insana bu anlayışı uygun bir şekilde verebilir. Nikâhla beraber insan, bir zorluğun bir güçlüğün altına girer, sorumluluğu artar; bu bilinen bir şeydir. Bütün evliliklerin de çok güzel ve huzurlu olduğu söylenemez. Ancak bunlar aile kurumunun, nikâhın önemini azaltmaz. Şüphesiz nikâhın verdiği lezzet, getirdiği acıdan kat kat fazladır.

Özellikle Avrupada gelişen nikâhsız beraberlikler ve cinsel hürriyet, nikâhı ve aile kurumunu, dolayısıyla da giderek insanlığı tehdit ediyor. Onların da en doğal olan yola, yaratılışa dönmelerini umuyoruz. “Nikâhta kerâmet vardır!” diyenler ne güzel söylemişler. (1)

 

Nikâh; Evlenme, kocaya gitme, cinsî temasta bulunma, evlenmeleri yasak olmayan bir erkekle bir kadın arasında yapılan ve müşterek hayat ve nesli sürdürmek için bir bağ meydana getiren akittir.

Tarih boyunca, çeşitli milletlerde ve hukuk sistemlerindeki evlilik anlayışı ve tatbikatı aynı olmamıştır. ilâhî vahye dayanan semavî dinlerde erkekle kadının ortak bir yuva kurması ancak nikâh akdiyle mümkün kılınmıştır. Nikâh akdi eşlerin veya temsilcilerinin serbest irâdesiyle oluşur. Karı kocadan meydana gelen aile yuvasında tarih boyunca, çeşitli topluluklarda üç sistem uygulanmıştır.

I) Koca hâkimiyetine dayanan evlilik: Tarihin eski çağlarından beri yaygın olan evlilik şekli budur. On sekiz ve on dokuzuncu yüzyıllarda Avrupa'da meydana gelen çok önemli siyasî ve sosyal gelişmelere rağmen koca, evlilik birliği içinde hâkim rolünü, çoğu hukuk sistemlerinde korumuştur. Meselâ, Fransız Medenî Kanunu büyük ihtilâlden sonra da evlilik birliğinde kocanın hâkimiyetini sürdürmüştür. Eski Roma hukukunda evlilik, tamamen kocanın hâkimiyetine dayanıyordu. Napolyon da bu sistemi devam ettirmiştir.

2) Eşlerin eşitliği esasına dayanan evlilik: On dokuz ve yirminci yüzyıllarda gelişen sosyal ve ekonomik şartlar, kadının da ekonomik hayatta ve birçok idarî kademelerde görev almasına yol açmıştır. Bunda üst üste yaşanan savaş şartlarının da etkisi olmuştur. Bazı ülkelerde "koruma ve itaat prensibi" terk edilerek, karı kocanın mutlak eşitliği esası benimsenmiştir. Meselâ, Rusya'da karı-koca mutlak sûrette eşittir. Bu yüzden Rus kadını, kocasının soyadını taşımak zorunda olmadığı gibi, ikametgâh değişikliği hâlinde isterse kocasını takip etmeyebilir. Sonuç olarak orada, evlilik kadının ehliyetine tesir etmez. İskandinav ülkelerinde de durum böyledir. Ancak bu kadar serbestlik, aile yuvasını sarsmış, sıcak anne kucağı görmeyen çocuklar bu ülkeler için problem halini almıştır.

3) Ortalama sistem: Bu sistemde karı-koca esas itibarıyla eşit olmakla birlikte, evlilik birliğinin korunması ve devamı için erkeğe bazı hususlarda üstünlük tanınmıştır. Bu cümleden olarak, erkek ailenin reisidir. Karı, kocanın soyadını taşır ve onun rızâsı olmadan bir sanat ve meslekle iştigal edemez. Ancak bu durum, kocaya her yönde bir hâkimiyet sağlamaz.

İslâm'daki duruma gelince; bu konuda genel bir prensip söylemek güçtür. Çünkü kadın şahsî bakımdan kocasına tâbi olmakla birlikte, kendisine ait bir mal üzerinde serbestçe tasarruf edebilmekte, her türlü hukukî muâmeleyi yapabilmektedir. O, her konuda dâvâ açabilir. Bunun için kocasının rızâsına da muhtaç değildir. Evlenme, kocaya karısının malları üzerinde hiçbir hak vermez. Serveti ne olursa olsun, kadın evin masraflarına katılmak zorunda değildir. Eşler arasında mal ayrılığı esası uygulandığı için, boşanma veya ölüm halinde problem çıkmaz.

Mal varlığı bakımından bu şekilde geniş hürriyete sahip olan kadın, şahsî bakımdan kocasına tâbîdir. Bu sebeple ailenin reisi kocadır. Çünkü o, daha güçlü ve hayat olayları karşısında daha dayanıklıdır. Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulur: "Erkekler kadınlar üzerinde hâkimdirler. Şu sebeple ki, Allah onlardan kimini (erkekleri) kiminden (kadınlar) daha üstün kılmıştır" (4/Nisâ, 34). "Erkekler kadınlar üzerinde daha üstün bir dereceye sahiptirler" (2/Bakara, 228). Ancak İslâm, kadına, kocaya itaati emrederken, kocaya da kadına karşı birtakım ödevler yüklemiştir. Nitekim, Bakara sûresinde yukarıdaki âyetin devamında: "Erkeklerin meşrû şekilde kadınlar üzerindeki hakları gibi, kadınların da onlar üzerinde hakları vardır" buyurulur.

Nikâh teriminde erkeğin, kadının cinsel yönlerinden yararlanma anlamı vardır. Nitekim Hanefîlerin tarifi şöyledir: Nikâh; şer'an evlenme engeli bulunmayan bir kadının cinsel yönlerinden yararlanmayı erkeğe mubah kılan bir akittir. Müteahhirûn fakihleri bunu şöyle formüle etmişlerdir: Nikâh, kasden mülk-i mut'ayı ifade eden bir akittir (bk. İbnül-Hümâm, Fethul-Kadîr, vd., Bulak: 1315, II, 339 vd.; el-Meydânî, el-Lübâb, İstanbul (t.y.), III, 3; İbn Âbidîn, Reddül-Muhtâr, II, 355-357; eş-Şirbinî, Muğni’l-Muhtâc, lII,123; İbn Kudâme, el-Muğnî, Kahire (t.y.), VI, 445).

Evliliğin meşrûluğu Kitap, Sünnet ve icmâ delillerine dayanır. Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulur: "Size helâl olan kadınlardan ikişer, üçer ve dörder tane nikâh edin." (4/Nisâ, 3); "Sizden bekârları ve kölelerinizle câriyelerinizden sâlih olanları evlendirin. Eğer onlar yoksul iseler, Allah onları fazl u kereminden zengin kılar. Allah her şeye gücü yeten ve her şeyi bilendir." (24/Nûr, 32)

Evlilik konusunda pek çok hadis-i şerif nakledilmiştir. Allah elçisi, gençlere hitâben şöyle buyurmuştur: "Ey gençler topluluğu! Sizden kimin evlilik yükümlülüklerine gücü yeterse evlensin. Çünkü evlilik gözü daha çok (harama bakmaktan) korur ve iffeti daha fazla muhâfaza eder. Kimin evlenmeğe gücü yetmezse, oruca devam etsin. Çünkü oruç onun için bir kalkandır." (Buhârî, Savm 10, Nikâh, 2, 3; Müslim, Nikâh, 1, 3; Ebû Dâvud, 1; Tirmizî, Nikâh, 1; Nesâî, Sıyâm, 43, Nikâh, 3; İbn Mâce, Nikâh, 1; Dârimî, Nikâh, 2; Ahmed bin Hanbel, I/378, 424, 425). Evlenmenin meşrûluğu üzerinde bütün ümmetin görüş birliği vardır.

Evlenmenin hükmü: Evleneceklerin durumuna göre nikâhın hükmü farz, vâcib, sünnet, haram, mekruh veya mubah kısımlarına ayrılır:

1. Evlenmediği takdirde zinâya düşeceği kesin olan kimsenin -mehri verecek ve eşinin geçimini sağlayacak durumda ise- evlenmesi farzdır.

2. Yine evlenmezse zinâya düşme tehlikesi bulunan kimsenin -mehir ve nafakayı sağlayacak durumda ise- evlenmesi vâciptir. Hanefîler dışındaki çoğunluk farz ve vâcip arasında bir ayırım yapmaz (İbnü’l-Hümâm, a.g.e., II, 342; el-Kâsânî, el-Bedâyî', II, 260 vd.).

3. Evlenince, eşine zulüm yapacağına kesin gözüyle bakılan kimsenin evlenmesi haramdır. Hem zinâya düşme, hem de eşine zulüm yapma korkusu bulunan kimsede haramlık yönü tercih edilir. Çünkü bir konuda helâl ve haram birleşince, prensip olarak haram üstün tutulur ve ondan kaçınmak gerekir. Nitekim âyet-i kerimede, "Evlenmeye güç yetiremeyenler, Allah kendilerini fazl u kereminden zengin kılıncaya kadar iffetlerini korusunlar" (24/Nûr, 33) buyurulur.

4. Eşine zulüm yapacağından korkulan kimsenin evlenmesi mekruhtur (el-Mevsılî, el-İhtiyâr, III, 82).

5. Cinsel bakımdan itidal halde bulunanların evlenmesi sünnettir. İtidal; evlenmezse zinâya düşeceğinden korkulmayan, evlenirse de eşine zulüm yapacağından endişe duyulmayan kimsenin halidir. Toplumda çoğunluğun bu durumda olması asıldır. Evlenemeyen gençlere oruç tutmayı tavsiye eden, evlilik konusunda aşırı çekimser kalmaya karar veren üç sahâbeyi uyaran hadisler bunun delilidir.

Diğer yandan Hz. Peygamber ve ashâb-ı kiram evlenmişler ve onlara uyanlar da bu sünneti sürdürmüşlerdir. Tercih edilen görüş budur (bkz. el-Fetâvâl-Hindiyye, I, 267). İmam Şâfiî'ye göre ise, bu durumda evlenmek mubahtır; evlenmek veya bekâr kalmak câiz olur. O'na göre, vakitlerini ibâdete ayırmak ve ilimle uğraşmak evlilikten daha üstündür. Dayandığı deliller şunlardır: Cenab-ı Hak Yahyâ peygamberi şu sözlerle övmüştür: "...efendi, nefsine hâkim, iffetli" (3/Âl-i İmrân, 39). Âyetteki “hasûr” ifadesi; gücü yettiği halde kadınla cinsel temas kurmayan kimse anlamına gelir. Evlilik daha üstün olsaydı, bunu terketmek övülmezdi. Çoğunluk fakîhler bu örneğin daha önceki şeriat uygulaması olduğunu, İslâm ümmetini bağlamadığını söylemişlerdir. İmam Şâfiî'nin diğer bir delili şu âyettir: "...Haram olanlar dışındaki kadınlarla evlenmeniz, nâmuslu olarak ve zinâya sapmaksızın yaşamak ve mallarınızdan onlara mehir vermek şartıyla size helâl kılındı." (4/Nisâ, 24). Bir şeyin helâl olması, mubah olması (istenirse yapılan, istenirse terk edilebilen) demektir. Çünkü bu iki kelime birbirinin eş anlamlısıdır. Diğer yandan evlilik, kişiye cinsel yönden yarar sağlar. Yararına olan bir işi yapmak ise bir kimseye vâcip olmaz. Böylece evlilik yeme, içme, alış-veriş gibi mubah olan muâmelelerdendir (ez-Zühaylî, el Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletüh, Dimaşk 1405/1985, VII, 33, 34; İbn Hacer el-Askalânî, Bülûğul-Merâm min Edilletil-Ahkâm, Terc. Ahmed Davudoğlu, İstanbul 1967, II, 228 vd.; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, İstanbul 1983, s. 183, 184).

Eş seçimi: Evlilikte eş seçimi önemlidir. Yuvayı yapacak, çocukları eğitecek, erkeğe ömür boyu iyi veya kötü günde destek ve mutluluk verecek olan eşi seçerken güzelliğinden, soyundan ve malından çok, dindarlığına ve iyi ahlâk sahibi olmasına dikkat edilmelidir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Kadınla dört şeyden dolayı evlenilir: Malı, soyu, güzelliği ve dindarlığı. Sen dindar olanı seç, mutlu olursun” (Buhârî, Nikâh, 15; Ebû Dâvud, Nikâh 2; Nesâî, Nikâh 13; İbn Mâce, Nikâh 6; Muvattâ', Nikâh 21).

İslâm hukukuna göre nikâh akdi hem medenî bir muâmele, hem de bir ibâdettir. Çünkü nikâhın rükûn ve şartlarını İslâm belirler ve evlilik sebebiyle eşlerin pek büyük ecirlere ulaşacakları açıklanır. Bu konuda İbnül-Hümâm (ö. 861/1457) şöyle der: "Nikâh, ibâdetlere daha yakındır. Hattâ evlenmek, sırf ibâdet niyetiyle bekâr kalmaktan daha faziletlidir" (İbnül-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, Bulak 1315, II, 340). Son devir hukukçularından İbn Abidîn (ö. 1252/1836), Reddül-Muhtar adlı ünlü eserinde nikâh konusuna şu cümlelerle başlar: "Bizim için Hz. Adem devrinden bugüne kadar meşrû olmuş, sonra Cennette de devam edecek, nikâh ile imandan başka ibâdet yoktur" (İbn Abidîn, a.g.e., II, 258). Nikâhın câmi içinde akdedilmesi ve mümkünse cuma gününe rastlatılması müstehaptır. Bu da onun ibâdet yönünü güçlendirir (el-Askalânî, a.g.e., III, 229).

Şâfiîlere göre, evlilik satım akdi gibi dünyaya ait işlerden olup, bir ibâdet değildir. Dayandığı delil, gayri müslimlerin nikâhının da İslâm nazarında geçerli sayılmasıdır. Eğer ibâdet olsaydı, bu nikâhların geçersiz olması gerekirdi. Nikâhtan amaç, kişinin şehvetini teskin etmesidir. İbâdet yapmak ise, Allah için bir iş yapmaktır. Bu nedenle Allah için iş yapmak, kendi nefsi için iş yapmaktan daha faziletlidir.

Şâfiîlerin bu görüşüne çoğunluk fakihler (cumhûr) karşı çıkmıştır. Çoğunluğa göre nikâhın mü’min veya gayrı müslim için geçerli olması, dünyada toplum düzeniyle ilgilidir. Nitekim mescit, yol yapımı ve benzeri hayır işleri müslüman için bir ibâdet olduğu halde, gayrı müslim için bir ibâdet sayılmaz. Genel anlamda Allah'ın hoşnut ve râzı olduğu her iş, müslüman için ibâdettir. İslâmî esaslara göre kurulan ve buna göre yürütülen evlilik de ibâdet kabîlindendir. Çünkü nikâh akdi ile, nefsi haramlardan korumak ve nesli sürdürmek gibi birçok toplum maslahatı gerçekleşir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) "Sizden birinizin evliliğinde sadaka sevabı vardır" (Müslim, Zekât 52; Ebû Dâvud, Tatavvû' 12, Edeb, 160; Ahmed bin Hanbel, V/167, 168) buyurmuştur.

İslâm'da nikâh akdi sırasında evlenecek erkekle kadının veya hukukî temsilcilerinin ve şâhitlerin dışında dinî veya resmî bir görevlinin bulunması zorunlu değildir. Bu durum, onun dinî niteliği ve ibâdet yönü için bir engel teşkil etmez. Çünkü bir İslâm âliminin nikâh meclisini yönetmesi, gerekli soru ve cevapları alması, nikâhın rükün veya şartlarından değildir.

Hristiyan toplumlarında nikâhın dinî veya medenî niteliği uzun süre tartışma konusu olmuş; kimi ülkelerde nikâh tamamen kiliselerde akdedilirken, kimi ülkelerde de medenî nikâh esası benimsenmiştir. Fransa'da 1787 Kasımında çıkarılmış olan bir kral buyruğu ile Katolik olmayanların evlenmelerini, dilerlerse ikametgâhlarının bulunduğu yer kilisesinde, dilerlerse aynı mahallin hâkimi önünde akdedebilecekleri kabul edilmiştir. Birincisi dinî, ikincisi medenî nikâh niteliğindedir.

Osmanlı Devleti uygulamasında 1917 tarihli "Hukuk-ı Aile Kararnamesi" Hristiyanlar için kısmen dinî ve kısmen medenî bir evlenme usûlü getirmiştir. Buna göre, Hristiyanların nikâhı, dinî âyinler çerçevesinde rûhânî memurlarca akdedilir. Ancak rûhânî memur, en az yirmi dört saat önce mahallî mahkemeye haber verir. Hâkim, belirtilen saatte nikâh meclisine özel bir memur gönderip kıyılan nikâhı deftere kayıt ve tescil ettirir (Hukuk-ı Aile Kararnamesi, madde 40-44).

Bazı Hristiyan ülkeler sonradan medenî evlenmeyi kabul etmekle birlikte, önce dinî nikâhın akdedilmesini şart koşmuşlardır. Meselâ; Yunanistan ve Romanya, medenî nikâhtan önce dinî nikâhın akdedilmesi esasını benimsemişlerdir (Halil Cin, İslâm ve Osmanlı Hukukunda Evlenme, Ankara 1974, s. 133).

A.B.D.'de, İngiltere'de ve İskandinav ülkelerinde ise toplum dinî veya medenî nikâhtan dilediğini seçme hakkına sahiptir. Eşlerin tercihine göre kilisede veya resmî nikâh memuru önünde akdedilen nikâhla ilgili belgeler nüfus kütüklerinde birleşmiş olur. Bazı ülkelerde medenî evlenme şekli zorunlu hale getirilmiştir. Hollanda, İsviçre ve Türkiye gibi ülkeler bunlar arasındadır. Bu gibi ülkelerde resmî memur önünde kıyılmayan nikâh, yok hükmünde sayılmaktadır (Halil Cin, a.g.e., s. 134; Hamdi Döndüren, a.g.e., s. 244, 245; T.M.K. mad.108).

Nikâh'ın Rükünleri: Bir şeyin varlığı, kendi varlığına bağlı olan ve onun yapısından bir parça teşkil eden ana unsura "rükün" denir. Evlilik akdi için "icap ve kabul" bir rükündür. Çünkü evlenme akdinin varlığı, icap ve kabulün varlığına bağlıdır ve bu, akdin bir parçasıdır. Bir şeyin varlığı kendi varlığına bağlı olmakla birlikte, onun yapısından bir parça teşkil etmeyen iş veya niteliğe ise "şart" denir. Meselâ, namaz için abdest bir şarttır. Abdestsiz namazın varlığından söz edilemez; fakat bununla birlikte abdest, namazın niteliğinden bir parça değildir. Evlilik akdinde şâhitlerin bulunması, akdin şartıdır.

Hanefîlere göre evlilik akdinin rükünleri icap ve kabulden ibarettir. Çoğunluk müctehidlere göre ise evliliğin rükünleri dört tane olup; sîyga (icap ve kabul), kadın, koca ve velî'dir. Akdin konusu; eşlerin evlilikten amaçladıkları birbirinin cinsel yönlerinden yararlanmadır. Bu nedenle, yalnız ev hizmetlerini görmek üzere yapılacak bir akit bir iş akdi olabilir. Nikâh akdinde karı koca hayatı yaşamı asıldır. Mehir, akdin kendisine bağlı olduğu bir unsur değil; nafaka gibi evliliğin hükümlerindendir.

İcap, evlenme akdi taraflarından birisinin ilk olarak yaptığı tekliftir. "Benimle şu anda evlenmeyi kabul ediyor musun?" teklifine, diğer tarafın "kabul ettim" şeklindeki cevabı "kabul" niteliğindedir. Burada ilk teklifin karı veya koca tarafından yapılması, sonucu etkilemez. İlk teklif icap, ikincisi kabul niteliğindedir. Çoğunluk İslâm fakihlerine göre icap, kadının velîsi veya vekili tarafından erkeğe yapılan evlendirme teklifidir. Kabul ise, kocanın bu teklife verdiği olumlu cevaptan ibarettir (el-Kâsânî, el-Bedâyi', II, 229 vd., V, 133; İbn Manzûr, Lisânül-Arab, XIII,185; Hamdi Döndüren, a.g.e., s. 187, 188).

İcap ve Kabulde Bulunurken Uyulacak Şartlar:

Taraflar evlenme irâdelerini nikâh meclisinde açıklamalı ve icapla kabul hemen birbirini izlemelidir. Taraflardan birisi normal konuşma işitilemeyecek şekilde diğerinden uzaklaşmışsa, nikâh meclisi terkedilmiş sayılır. Ebû Yusuf'a bir taraf nikâh meclisinde hazır değilken, diğer taraf şâhitlerin önünde icapta bulunsa, akit, bulunmayan tarafın icâzetine bağlı olarak meydana gelir. Karşı taraf bunu öğrenince olumlu cevap verirse akit kesinleşir; aksi halde ortadan kalkar (el-Kâsânî, a.g.e., II, 232, 233; el-Cezîrî, Kitabül-Fıkh Alel-Mezâhibil-Erbaa, Mısır 1969, IV,14 vd.).

2. İcap ve kabul her bakımdan birbirine uygun bulunmalıdır. İcap ve kabul arasında yanılma, hile yüzünden bir ayrılık varsa evlenme meydana gelmez.

3. İcap ve kabul taraflarca işitilmeli ve anlaşılmalıdır. Ancak sağır ve dilsizler özel işaretleriyle irâde beyanında bulunabilecekleri gibi, İslâm hukukunda mektupla evlilik akdi yapma kolaylığı da getirilmiştir. Mektup, diğer taraf ve şâhitler huzurunda okunur, bu tarafın da kabulü ile nikâh akdi tamamlanır. Burada nikâh meclisi, hükmen bir sayılır (el-Kâsânî, a.g.e., II, 231; el-Cezîrî, a.g.e., IV, 16).

4. İcap ve kabul için kullanılan sözler açık veya kinâyeli olur. Yalnız evlilik akdi meydana getirmede kullanılan "inkâh" ve "tezvîc" sözcükleri ile bunların başka dildeki karşılıkları açık sözlerdir. "Tezevvüc ettim, nikâhladım, nikâh ettim, nikâhla aldım, nikâhla verdim, tezvic ettim, evlendim, evlendirdim" sözcükleri gibi (4/Nisâ, 22; 33/Ahzâb, 37). Buna karşılık mülkiyetin nakli sonucunu doğuran satış, hibe, sadaka ve temlik gibi sözler de, nikâh konusunda mecâz olarak icap ve kabul için kullanılabilir. "Kendimi sana şu kadar mehir karşılığında hibe ettim" diye icapta bulunmak gibi. Burada mehrin zikredilmesi, şâhitlerin hazır bulunması, meclisin bir nikâh meclisi olması, tarafların gâyelerinin evlenmek olduğunu açıkça gösterir. Buna karşılık kira, rehin, ibrâ, vedîa gibi deyimler evlenmede icap ve kabul için kullanılmaya elverişli değildir. Çünkü bunlar mülkiyetin nakli sonucunu doğurmayan terimlerdir (el-Cezîrî, a.g.e., IV, 14 vd.; ez-Zühaylî, a.g.e., VII, 39; İbn Âbidîn, a.g.e., II, 364, 365, 369 vd.).

Şâfiî ve Hanbelîlere göre ise evlilik akdi yalnız nikâh ve tezvic sözcükleri ile meydana gelir. Delil, Kur'an-ı Kerim'de bu akit için yalnız belirtilen sözcüklerin kullanılmasıdır (bkz. 4/Nisâ, 22; 33/Ahzâb, 37; İbn Rüşd, Bidâyetül-Müctehid, Kahire (t.y.), II, 4, 5).

5. İcap ve kabulün şarta bağlanmaması ve kullanılan siyganın da "gelecek zaman" olmaması gerekir. Evlilik akdinin geçmiş zaman siygasiyle oluşması konusunda görüş birliği vardır. Kadının "şu kadar mehirle kendimi sana nikâhladım" icabına, kocanın; "Kabul ettim" diye cevap vermesi gibi. Çünkü bu siyganın anlamı, akdi o anda meydana getirmektir. Bununla akit bir niyet ve karineye ihtiyaç olmaksızın o anda meydana gelir.

Şimdiki zaman siygası ise Hanefi ve Mâlikîlere göre akdi o anda meydana getirmeye delâlet eden bir karînenin bulunması halinde evlilik akdi meydana getirmeye elverişli sayılır. Erkek kadına, "Şu kadar mehirle seni kendime nikâhlıyorum" dese; kadın da, "kabul ediyorum" veya "râzı oluyorum" diye cevap verse, bu geleceğe ait bir vaad olmaması ve bir nikâh meclisi bulunması şartıyla akit meydana gelir. Ancak nikâh meclisi olmaz ve akdin o anda yapıldığını gösteren bir karîne de bulunmazsa bu bir nikâh değil, geleceğe ait bir "söz verme" niteliğindedir.

Evlilik akdinde emir siygası da kullanılabilir. Erkek kadına "Beni kendine nikâhla" dese ve bununla o anda evlilik akdi yapmayı kasdetse; kadın "Sana kendimi nikâhladım" diye cevap verince akit tamam olur. Hanefîlere göre buradaki emir siygası ile erkek kadına evlenme için vekâlet vermiş olur. Böylece kadın kendisinden asîl, erkekten vekil sıfatıyla icap ve kabulde bulunmuş olur. Mâlikîlere göre ise burada emir siygası icap niteliğindedir.

Soru siygası icap sayılmaz, belki icaba çağrı niteliğindedir (bkz. el-Kâsânî, a.g.e., II, 231; İbnül-Hümâm, Fethul-Kadîr, II, 344, 345; İbn Abidîn, Reddül-Muhtâr, II, 371; İbn Kudâme, el-Muğnî, VI, 532-534; Hamdi Döndüren, a.g.e., s. 188, 189).

Evlilik Akdinde Velînin Rolü: Akıllı ve ergin erkek, velîsi olmaksızın kendi irâde beyanı ile evlenebilir. Onun bir vekil aracılığı ile evlenmesi de mümkündür. Hanefîlere göre hür, akıllı ve ergin kadın da evlenme akdinde bizzat taraf olabilir. Çünkü burada velînin bulunması, evliliğin sıhhat şartlarından değildir.

Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Eğer mü’min bir kadın kendisini Peygamber'e hîbe edip de, Peygamber de onu nikâhla almak isterse..." (33/Ahzâb, 50). Bu âyet-i kerime, kadının nikâh akdinde bizzat taraf olabileceğini gösterir. Hulle bildiren âyette de aynı anlamı görmek mümkündür: "Yine erkek, karısını (üçüncü defa olarak) boşarsa; ondan sonra kadın, kendinden başka bir erkeğe nikâhlanıp varıncaya kadar ona helâl olmaz" (2/Bakara, 230). Bu âyette de, başka bir erkekle evlenmede kadın taraf olarak gösterilmiştir. Hz. Peygamber'in şu hadisleri de yukarıdaki âyetlerin açıklaması niteliğindedir. "Dul kadın hakkında velînin yapabileceği bir iş yoktur" (Ebû Dâvud, Nikâh 25; Ahmed bin Hanbel, I/334). "Bekâr kadın, kendisi hakkında velîsinden daha fazla hak sahibidir" (Ebû Dâvud” Nikâh, 25; Tirmizî, Nikâh, 18; İbn Mâce, Nikâh, 11; Dârimî, Nikâh,13).

İmam Şâfiî, Mâlik ve Ahmed bin Hanbel'e göre, kadın için nikâhta erkek bir velînin bulunması şarttır. Velî, kadının asabesinden en yakın olan erkektir. Kadının nikâhta doğrudan taraf olması câiz değildir. Yaşının küçük veya büyük olması, kendisinin dul veya bâkire bulunması, sonucu değiştirmez. Bu müctehidlere göre kadının kadını evlendirmesi de câiz değildir. Dayandıkları deliller şunlardır: Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulur: "Kadınların kendilerini, kocalarına nikâh etmelerine engel olmayın" (2/Bakara, 232). Burada velîerin, boşanan kadının yeniden evlenmesine engel olmaması istenmektedir. Eğer kadının bizzat evlenmeye yetkisi olsaydı, velîsine böyle bir yasak koymanın anlamı kalmazdı. "İçinizden bekârları evlendirin..." (24/Nûr, 32) ve "İslâm'ı kabul etmedikçe (mü’min kadınları) Allaha ortak koşan erkeklere nikâhlamayınız" (2/Bakara, 221) âyetlerinde de erkeklere hitap edilmekte ve velâyet yetkisi onlara verilmektedir.

Çoğunluk hukukçular bu konuda bazı hadis-i şeriflere de dayanmışlardır. Özetle; “Herhangi bir kadın, velîsinin izni olmadan evlenirse, onun nikâhı bâtıldır, bâtıldır, bâtıldır." (Ebû Dâvud Nikâh 19; Tirmizî, Nikâh 14; Dârimî, Nikâh 11; Ahmed bin Hanbel, VI/166). "Kadın kadını evlendiremez, kadın bizzat kendisini de evlendiremez" (İbn Mâce, Nikâh 15). "Nikâh ancak velî ile olur" (Buhârî, Nikâh 36; Ebû Dâvud, Nikâh 19; Tirmizî, Nikâh 14).

Hanefîler çoğunluğun bu görüşünü ve delillerini şu şekilde eleştirmişlerdir: Yukarıda zikredilen 2/Bakara, 232. âyeti nikâh fiilini kadına isnat eder. Çünkü bu âyet sahâbeden Ma'kıl bin Yesar (r.a)'ın, dul kız kardeşinin yeniden eski kocasıyla evlenmesine karşı çıkması üzerine inmiştir. Âyet, baş tarafı ile bir bütün olarak ele alınınca; böyle bir kadının velînin müdâhalesi olmaksızın serbestçe evlenebilmesi anlamı ortaya çıkar. Bekârları evlendirmeyi emreden âyetler ise, yalnız velîlere değil; İslâm toplumuna hitap etmektedir. Hanefiler velîsiz nikâh olmayacağını bildiren hadislerin zayıf, hattâ bazısının mürsel olduğunu ortaya koymuş ve velîsiz evlenme konusunda "Bekâr kadının kendini evlendirme hususunda velîsinden daha fazla hak sahibi olduğunu" bildiren Ebû Dâvud hadisine dayanmışlardır. Çoğunluğun delil olarak aldığı hadisleri sahih kabul etsek bile, bunların nedb'e (mendûp/müstahaplığa) de ihtimali vardır. Onun için akıllı ve ergin (bülûğa ermiş) bayanın evlenmesinde velînin bulunması vâcip değil; mendup hükmündedir.

Evliliğin Tek Kişi Tarafından Akdedilmesi: Evlilikte tek kişinin asîl, velî veya vekil sıfatıyla iki tarafı birlikte temsil ederek, şâhitlerin önünde akdi meydana getirmesi mümkün ve câizdir. Şu durumlarda temsil tek kişide toplanır:

1. Bir kimsenin her iki tarafın velîsi olarak hareket etmesiyle akit oluşur. Bir dedenin velî olarak oğlunun küçük yaştaki oğlunu, diğer oğlunun yine küçük yaştaki kızı ile evlendirmesi gibi.

2. Asil ve velî sıfatının tek kişide toplanması. Velî durumunda amca oğlunun, amcasının kızını kendisine nikâhlaması gibi.

3. İki tarafın vekâletinin tek kişide toplanması mümkündür. Ukbe bin Âmir (r.a)'den rivâyete göre, Hz. Peygamber bir adama "Seni filanca kadınla evlendirmeme râzı mısın?" diye sordu. Adam "evet" dedi. Kadına da "Seni filanca erkekle evlendirmeme râzı mısın?" diye sordu. Kadın da; "evet" deyince, onları birbiri ile evlendirdi (Ebû Dâvud, Nikâh 31).

4. Asil ve vekil sıfatlarının tek kişide toplanması mümkündür. Abdurrahman bin Avf (r.a), Ümmü Hakîm (r. anhâ)'ya "Evlenmek için bana yetki veriyor musun?" diye sordu. Kadın "evet" deyince de; "seni kendime nikâhladım" dedi (Buhârî, Nikâh, 37).

Şâfiîler yalnız iki tarafın velîsi sıfatıyla, bir kişinin iki tarafı temsil edebileceğini söylerler (eş-Şirbînî, Muğnîl-Muhtâc, Mısır (t.y.), III,168; el-Kâsânî, a.g.e., II, 231; el-Mevsılî, el-İhtiyâr li Ta'lîlil-Muhtâr, III, 97 vd.).

Nikâh Akdinde Özel Şartlar Belirlemek: Evlilik akdi yapılırken eşlerden birisi diğerini yük altına sokacak bir şart öne sürse ve karşı taraf da bunu kabul etse, böyle bir şart bağlayıcı olur mu?

1. Akdin niteliği ile bağdaşan ve şer'î hükümlerle çelişmeyen sahih şart, nikâh akdinde karşı tarafı bağlar. Meselâ kadının, koca evinde, kocasının ailesi veya kuma olmaksızın oturmayı, yahut kadının ailesi izin vermedikçe sefer mesafesinden uzak beldeye göç edilmemesini şart koşması, kocayı bağlar. Çünkü bu gibi şartlarla evlilik akdi bağdaşır niteliktedir.

2. Akdin niteliği ile bağdaşmayan veya şer'î hükümlerle çelişen fâsit bir şart belirlenmişse, evlilik akdi geçerli olur. Fakat yalnız şart bâtıl olur. Eşlerden birisi için muhayyerliği şart koşmak gibi.

Şartla ilgili bir yasak bulunursa, böyle bir şartı yerine getirmek mekruh olur. Evleneceği erkeğin, ilk eşini boşamasını şart koşmak gibi. Hz. Peygamber (s.a.s.) bu konuda şöyle buyurmuştur: "Bir kadın için, kocasından kumasını boşamayı istemesi helâl değildir" (Ebû Dâvud, Talâk 2).

Evliliğin hükümlerinden olan, eşlerin birbirinin cinsel yönlerinden yararlanması ve kadının nafaka hakkı gibi vazgeçilmez özlük haklarını ihlâl eden şartlar da geçersizdir. Sadece ev hizmetlerini yürütmek veya kadının maişetini sağlamamak şartıyla evlenmek gibi (bk. İbnül-Hümâm, a.g.e., III, 107 vd.; Zeylaî, Tebyînül-Hakaik, II, 148; İbn Âbidîn, a.g.e., II, 405; ez-Zühaylî, el-Fıkhul-İslâmî ve Edilletüh, Dimaşk 1405/1985, VII, 45).

Evliliğin Sıhhat Şartları: Evliliğin geçerli olması için şu şartların gerçekleşmesi gerekir:

1. Eşler arasında sürekli veya geçici bir evlenme engeli bulunmamalıdır. Bain talâkla boşanıp iddet beklemekte olan kadını nikâhlamak, biri kadın diğeri erkek olduğu takdirde birbirine haram olacak derecedeki iki hısımı bir nikâh altında toplamak gibi. Bu durumlarda nikâh fâsit olur. Eğer kadın erkeğe ebedî olarak haram olan hısımlardan ise, akit ittifakla bâtıl olur. Artık bu, bir meydana gelme şartı sayılır. Kız, kız kardeş, hala veya teyze ile evlenmek gibi. Buna göre, haramlık kesin ise; bu, butlan sebebi olur. Eğer zannî olursa fesat sebebi olur.

2. İcap ve kabul siygası geçici değil, süreklilik bildiren bir uslûpla ifâde edilmelidir. Evlilik belli bir süre için yapılmışsa akit bâtıl olur. Erkeğin kadına "Bir ay süreyle senin cinsel yönlerinden yararlanayım" veya seni bir ay veya bir yıl yahut bu beldede oturduğum sürece kendime nikâhladım" dese, kadın bu teklifi kabul edince birincisi "mut'a", ikincisi "muvakkat nikâh" adını alır.

3. Evlilik akdi sırasında iki şâhidin bulunması sıhhat şartıdır. Velî dışında iki şâhit bulunmadıkça akit geçerli olmaz. Delil şu hadislerdir: Hz. Âişe (r. anhâ), Hz. Peygamber (s.a.s.)'in şöyle buyurduğunu nakletmiştir: "Bir velî ve iki adâletli şâhit olmadıkça nikâh olmaz" (Ebû Dâvud, Nikâh, 19; Dârimî, Nikâh, 11); "Şâhitler bulunmadıkça nikâh olmaz" (Buhârî, Şehâdât 8); “Dört kimsenin hazır bulunmadığı evlilik ancak fuhuştur. Bunlar; evlenecek olan erkek, kızın velîsi ve iki şâhittir" (eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, II, 42). Akit sırasında şâhit bulundurulmasını bildiren âyet, evlilik akdini de kapsamına alır (2/Bakara, 282).

Akitlerde şâhit, genellikle anlaşmazlık halinde tarafların haklarını korumada ispat kolaylığı sağlar. Evlenme akdi de eşlerin lehine ve aleyhine hukukî sonuçlar meydana getiren bir akittir. Mehir, nafaka yükümlülüğü, nesebin sâbit olması, sihrî hısımlığın meydana gelmesi bunlar arasındadır. Diğer yandan evlilik akdinin alenen yapılması ve akit sırasında şâhitlerin bulunması, eşleri zinâ töhmetinden korur.

Nikâh Şâhidinde Aranan Nitelikler: Evlenmede şâhidin fonksiyonu, evlenmeye ilişkin icap ve kabulü işitmek ve anlamaktan ibârettir. Bunun için şâhitlerin aynı yerde ve birlikte bulunmaları gerekir. Ayrı ayrı yerlerde veya aynı yerde olmakla birlikte, birbiri ardından evlenme irâdelerine şâhit olan kimselerin şâhitlikleri geçerli sayılmaz.

Şâhitte aranan nitelikler şunlardır:

a. Şâhit akıllı ve ergin (bülûğa ermiş) olmalıdır. Akıl hastası veya küçük çocukların şâhitliği yeterli değildir.

b. Şâhitlerin iki erkek veya bir erkek iki kadın olması gerekir. Tek şâhitle nikâh geçerli olmaz. Çünkü hadiste "Bir velî ve iki adâletli şahit olmadıkça nikâh olmaz!" buyurulmuştur (Ebû Dâvud Nikâh, 19). Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Erkeklerinizden iki şâhit tutun. Eğer iki erkek bulunmazsa, bu takdirde râzı olacağınız şâhitlerden bir erkekle iki kadın yeter." (2/Bakara, 282).

İmam Şâfiî'ye göre bu âyet nikâh akdini kapsamaz. Kısasta ve diğer şer'î cezalarda olduğu gibi, nikâhta her iki şâhidin erkek olması şarttır. Hanbelî ve Mâlikîler de aynı görüştedir. Hanefîlere göre, kadınlar nikâhta taraf oldukları gibi, bir erkek için iki kadın olmak üzere şâhitlik yapabilirler. Bunların şâhitlikleri yalnız had ve kısas dâvâlarında unutma ve gaflet sebebiyle kabul edilmez. Çünkü hadler şüphe ile düşer (bk. es-Serahsî el-Mebsût, Mısır 1324-1331/1906-1912, V, 32, 33; ez-Zühaylî, a.g.e., VII, 74, 75; Hamdi Döndüren, a.g.e., s. 208, 209).

c. Şâhit hür olmalıdır. Hanbelîler dışındaki çoğunluk, şâhitlerin hür olması gerektiğini söylerler. Hanbelîlere göre ise, köle diğer haklar konusunda şâhitlik yapabildiği gibi nikâhta da şâhit olabilir. Çünkü bunu yasaklayan bir âyet, hadis veya icmâ yoktur (ez-Zühaylî, a.g.e., VII, 75).

d. Müslüman olmalıdır. İki tarafın müslüman olduğu bir evlenmede her iki şâhidin de müslüman olması gerektiğinde görüş birliği vardır. Çünkü gayrı müslimin müslüman üzerinde velâyet hakkı yoktur (bkz. 4/Nisâ, 141; el-Kâsânî, a.g.e., II, 253). Ebû Hanîfe ve Ebû Yusuf'a göre, iki taraf veya yalnız kadın ehl-i kitaptan olursa şâhitler de ehl-i kitaptan olabilir.

e. Çoğunluk fakihlere göre, görme yeteneği şart olmayıp, işitme ve anlama yeteneğinin bulunması şarttır. Bu nedenle şâhidin nikâh akdinde konuşulan sözleri anlaması gerekir. Çünkü şâhitliğin amacı budur. Aksi halde şâhit, bir söz kesme veya nişan merasimini nikâh akdi sanabilir. Bu da toplumda yanlış anlamalara neden olur.

f. Şâhitler evlenecek kimselerin usûl, fürû veya diğer hısımlarından olabilir. Buna göre, ana, baba, dede ve nine ile, eşlerin oğul veya kızları nikâhta -yukarıda belirtilen niteliklere sahip iseler- şâhit olabilirler. Çoğunluğa göre bu hısımlardan birisi velî olarak akde katılıyorsa şâhit sayılmaz (el-Kâsânî, a.g.e., II, 253, 254; el-Fetâvâl-Hindiyye, I, 267, 268).

g. Hanefîlere göre, şâhitlerin adâletli olması şart değildir. İki fâsık şâhidin şâhitliği de yeterlidir. Çünkü fâsık velî olmaya ehildir. İmâmiyye Şîası da bu görüştedir. Hatta İmâmiyye mezhebine göre, nikâhta şâhit bulundurma, akdin sıhhat şartı değil, menduptur. Onlar sürekli nikâhta şâhit bulundurma, ilân ve açığa vurmayı müstehap sayarlar. Şianın en sağlam görüşüne göre, kadın reşid, ergin olunca iki şâhit ve velînin hazır bulunması şart değildir (bk. el-Muhtasaru'n-Nâfi' fî Fıkhıl-İmâmiyye, Dârul-Kitabil-Arabî, Mısır (t.y), s. 194). (2)

 

 

Mehir

 

"Mehir"; Evlenme sırasında kadına bu isimle ödenen meblağ; evlilikte kadının nikâh akdi veya cinsel temasla hak kazandığı mal veya meblağ anlamında bir fıkıh terimidir. Kitap, Sünnet ve fıkıh literatüründe mehir kelimesi yerine, eş anlamda; "sadûk", "sadûka","nıhle", "farîza", "ecr", "hıbâ", "ukr", "alâik", "tavl" ve "nikâh" kelimeleri de kullanılır.

İslâm, Hristiyanlıkta olduğu gibi kadının erkeğe verilmek üzere para biriktirilmesini (drahoma) değil de; aksine, erkeklerin kadınlara rağbetinin bir sembolü olsun diye hediye kabilinden bir meblağın ona verilmesini emretmiştir. Mehir, kadına değil; erkeğin üzerine vâciptir. Dâru'l-İslâm'da bir kadınla cinsel temas, ya had cezasını gerektirir, ya da mehir hakkını doğurur. Bu, kadına saygının bir sonucudur.

Kur'ân-ı Kerîm'de mehirden söz eden çeşitli âyetler vardır. Bazıları şunlardır: "Aldığınız kadınların mehirlerini yürekten isteyerek ve Allah'ın bir atiyyesi olarak verin." (4/Nisâ, 4). Çoğunluğa göre, burada hitap kocalaradır. Bazı bilginler hitabın velîlere olduğu görüşündedir. Câhiliye devrinde mehri kızın velîleri alır ve adına da "nihle" derlerdi. "...Haram olanlar dışındaki kadınlarla evlenmeniz, nâmuslu olarak ve zinâya sapmaksızın yaşamak ve mallarınızdan onlara mehir vermek şartıyla size helâl kılındı. Artık o kadınlardan hangisiyle yararlanmanız olmuşsa, ücretlerini belirlendiği şekliyle verin. Mehir miktarını belirledikten sonra aranızda gönül hoşluğu ile uyuştuğunuz miktar hakkında üzerinize bir vebal yoktur." (4/Nisâ, 24).

Abdullah bin Abbas (r.a.)'tan rivâyet edildiğine göre, Hz. Ali, Hz. Fâtıma ile evlenirken Rasûlullah (s.a.s.) kendisine; "O'na bir şey ver" dedi. Ali: "Bende bir şey yok" deyince de; "Hutamî zırhını verebilirsin" buyurdular. Bir kadınla evlenmek isteyen bir sahâbeye Allah'ın elçisi mehir vermesini bildirdi. Evinden de eli boş dönünce; "Demirden bir yüzük de olsa bak" deyip, yeniden eve gönderdi. Yine boş dönünce, ne miktar Kur'ân-ı Kerîm bildiğini sordu ve sonunda şöyle buyurdu: "Haydi git, onu sana bildiğin Kur'an karşılığında verdim" (eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, VI, 170).

Bu konudaki âyet ve hadislerden şu sonuca varılmıştır. Rasûlullah (s.a.s.), mehirsiz hiç bir evliliğe ruhsat vermemiştir. Eğer mehir vâcip olmasaydı, bunu göstermek için arada bir onu terkederdi. Diğer yandan, sahâbe devrinden bu yana İslâm bilginleri mehir üzerinde icmâ etmişlerdir (bk. es-Serahsî, el-Mebsut, V, 62 vd.; el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi, II, 274-304; İbnü'l-Hümâm, Fethul-Kadîr, II, 434 vd.; el-Cassâs, Ahkâmü'l-Kur'ân, III, 86 vd.; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, II, 16 vd.; İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtâr, II, 329 vd.).

Aile yuvasıyla ilgili görevlerin en güzel şekilde yerine getirilmesi için, eski çağlardan beri kadınla erkek arasında bir görev bölümü yapılmıştır. Erkek, evin dışındaki işlerle uğraşır ve gerektiğinde ağır işlerde çalışarak geçim için kazanç sağlar. Kadın da evin yönetimi, yemeğin hazırlanması, çocukların bakım ve terbiyesiyle uğraşır. Bu yüzden bütün malî yükümlülükler kadının değil, erkeğin görevidir. Mehir ve bütün kapsamıyla nafaka bu yükümlülükler arasındadır. Bu görev bölümü erkekle kadının yaratılışına ve İlâhî sünnete de uygundur. Erkek daha güçlü olduğu için çalışıp kazanmaya daha yatkındır. Kur'an'da şöyle buyurulur: "Erkekler, kadınlardan daha güçlü kuvvetlidirler. Yani ailenin reisidirler. Bunun sebebi şudur: Allah onlardan kimini kiminden üstün kılmıştır. Bir de erkek, mallarından evin geçimini sağlamaktadır" (4/Nisâ, 34).

Mehir, nikâh akdinin rükün veya şartlarından değildir. Bu yüzden mehirsiz akdedilecek nikâh geçerli olur ve kadın emsal mehire hak kazanır. Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulur: "Kendileriyle cinsel temasta bulunmadığınız veya kendilerine bir mehir tâyin etmediğiniz kadınları boşamışsanız, bunda üzerinize bir sakınca yoktur." (2/Bakara, 236). Bu âyette, cinsel birleşmeden veya mehir tesbitinden önce kadını boşamanın geçerli olduğu belirtilmektedir. Boşama ancak sahih nikâhtan sonra mümkün olduğuna göre, âyet, akit sırasında mehrin konuşulmasının bir rükün ve bir şart olmadığına delâlet eder (el-Kâsânî, a.g.e., II, 274; eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, Halebî tab'ı, II, 55, 60; İbn Rüşd, a.g.e., II, 25).

Ukbe b. Âmir (r.a.)'in naklettiği şu hadis de yukarıdaki anlamı destekler. Hz. Peygamber bir adama: "Seni filanca kadınla evlendireyim mi?" demiş; erkeğin; "evet" demesi üzerine, kadına hitâben; "Seni filanca erkekle evlendirmeme razı oluyor musun?" diye sormuştu. Kadının da "evet" demesi üzerine, onları evlendirdi. Herhangi bir mehir belirlenmeksizin evlilik gerçekleşti. Bu erkek, vefatı sırasında şöyle dedi: "Rasûlullah (s.a.s.), beni filanca kadınla evlendirdi. Bir mehir konuşulmadı ve kadına bir şey de vermedim. Ona mehrim olarak Hayber'deki hissemi veriyorum." Kadın bu hisseyi almış ve yüz bin dirhem karşılığında satmıştır (ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletuh, Dımaşk 1405/1985, VII, 254). Yalnız Mâlikîler mehri, nikâhın bir rüknü olarak kabul ederler. Eşler mehirsiz olarak veya şarap, domuz eti gibi şer'an mal sayılmayan bir şeyi mehir yaparak evlenseler Mâlikîler dışında çoğunluğa göre akit geçerli olur.

Mehrin üst ve alt sınırı: Mehrin en çok miktarı için bir sınır getirilmemiştir. Kur'an'da; "Onlardan birisine yüklerle mehir vermiş olsanız bile, içinden bir şey almayınız" (4/Nisâ, 20) buyurulur. Hz. Ömer bunu 400 dirhemle sınırlamak istemiş, aksi halde fazlanın beytü'l-mâle gelir kaydedileceğini ilân etmişti. Hz. Ömer'in dayandığı delil; Hz. Peygamber'in eşi ve kızları için 480 dirhemden (12 okiye) daha fazla mehir verilmemesi idi. Hz. Ömer minberden indikten sonra Kureyşli bir kadın, yukarıdaki âyeti (4/Nisâ, 20) okuyarak, Allah'ın mehir için bir sınır getirmediğini, aksine, kadınları yükler dolusu mehre lâyık gördüğünü belirtti. Bunun üzerine yeniden minbere çıkarak, sözünü geri aldı ve şöyle dedi: "Size, kadınlarınız için 400 dirhemden fazla mehir vermenizi yasaklamıştım. İsteyen, malından dilediği kadar verebilir" (eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, VI,168; Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, Mısır, t.y., IV, 283 vd.).

Ebû Hanîfe'ye göre, mehrin en az miktarı on dirhem gümüş veya bunun karşılığıdır. Hz. Peygamber devrinde bu kadar para yaklaşık iki kurbanlık koyun bedelidir. Hırsızlıkta, had cezasının uygulanmasını gerektiren en az miktar; bir dinar altın para olup mehir de buna kıyas yapılmıştır. Çünkü bir dinar altın para, on dirhem gümüş paraya satın alma gücünde eşit durumda idi. İmam Mâlik'e göre mehrin en az miktarı üç dirhemdir. Bu mezhep de kendi mezhebinin hırsızlık nisabını ölçü olarak almıştır. İmam Şâfiî ve Ahmed bin Hanbel, en az miktar için bir sınır koymamışlardır. Delilleri; mehir âyetinde malın azına bir sınır konulmamasıdır (Buhârî, Nikâh, 34-51; es-Sabûnî, Tefsîru Âyâti'l-Ahkâm, Dımaşk 1397/1977, I, 453; ez-Zühayli, a.g.e., VII, 256; Ömer Nasuhî Bilmen, İstılâhât-ı Fıkhıyye Kâmusu, İstanbul 1967, IV, 121-123; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, İstanbul 1983, s. 279, 280).

Mehrin konusu: Satışı veya kullanılması yasak olmayan her şey mehir olarak verilebilir. Menkul ve gayrimenkul mallar, ziynet eşyası, hayvanlar, misli şeyler ve hatta menkul veya gayrı menkul bir maldan yararlanma hakkı bunlar arasındadır. Ancak İslâm'ın yasak ettiği şeyler, meselâ; alkollü içkiler, domuz, ölmüş hayvan etleri mehir olamaz. Bu gibi şeyler mehir yapıldığı takdirde, nikâh akdi mehirsiz yapılmış sayılır ve kadın emsal mehre hak kazanır (el-Kâsânî, a.g.e., II, 277 vd.; İbn Âbidîn, a.g.e., Mısır, t.y., II, 252, 458-461; el-Cassâs, Ahkâmü'l-Kur'ân, II, 143).

Kur'ân-ı Kerîm'i veya helâl ve haramdan bazı dinî hükümleri öğretmenin mehir sayılıp sayılmaması fakihler arasında tartışılmıştır. İlk Hanefî müctehidlerine göre, Kur'ân ve fıkıh öğretimi mehir yerine geçmez. Çünkü, helâl kılınan kadınları belirleyen âyetteki; "mallarınızla istemeniz" (4/Nisâ, 24) ifâdesi buna engeldir. Kur'an öğretimi ve benzeri ameller tâat niteliğinde olup, kişi bunları Allah'a yaklaşmak için yapar. Bu yüzden ilk üç Hanefî müctehidine göre, bunun için iş akdi yapmak geçerli olmaz. Böyle bir durumda kadın emsal mehre hak kazanır. Çünkü bu, mal olarak karşılığı bulunmayan bir yararlanmadır.

Sonraki Hanefî fakîhleri ise, Kur'ân-ı Kerîm öğretimi ve diğer dinî hizmetlerin; şartların değişmesi ve geçim için insanların çok meşgul olması gibi sebeplerle olan ihtiyaç yüzünden, bir ücret karşılığında yapılabileceğine fetvâ verdiler. Delil; Hz. Peygamber'in, bildiği Kur'ân'ı eşine öğretmesi karşılığında bir erkeği evlendirmesidir. İlk Hanefî müctehidleri, bu hadisi te'vil ederek, mehirsiz evlendirmenin Hz. Peygamber'e mahsus bir muâmele olduğunu söylemişlerdir (eş-Şîrâzî, a.g.e., II, 59; eş-Şevkânî, Neylül-Evtâr, VI, 170; el-Askalânî, Bülûğu'l-Merâm, Terc. A. Davudoğlu, İstanbul 1967, III, 247 vd.; Bilmen, a.g.e., VI, 173-175).

Mehrin çeşitleri: Mehir, genel olarak mehr-i müsemmâ ve mehr-i misil olmak üzere ikiye ayrılır. Mehr-i müsemmâ da muaccel ve müeccel diye kendi içinde ikiye ayrılır.

1. Mehr-i müsemmâ: Bu, nikâh akdi sırasında veya daha sonra eşlerin karşılıklı rızâ ile belirledikleri mehirdir: "Eğer siz, onları kendilerine temas etmeden önce boşar, fakat daha önce onlara bir mehir tâyin etmiş bulunursanız, bu tâyin ettiğiniz mehrin yarısı onlarındır." (2/Bakara, 237). Mehr-i müsemmâ da peşin verilip verilmeme durumuna göre ikiye ayrılır:

a) Mehr-i muaccel: Eşlerin miktarını belirledikleri mehir, nikâh akdi sırasında ödenebileceği gibi, sonraki bir tarihte de ödenebilir. İşte akit sırasında peşin olarak ödenen mehre "mehr-i muaccel (peşin mehir)" denir. Eşler, mehrin miktarını belirlemekle birlikte, ödeme şeklini tesbit etmemişlerse, peşin ödenecek miktar örfe göre belirlenir. Örf, tamamının peşin veya ileride ödenmesi yahut bir bölümünün, örneğin üçte birinin veya yarısının peşin, geri kalanının sonradan verilmesi şeklinde meydana gelmişse buna göre hareket edilir. Çünkü mehrin ödeme şekli üzerindeki örf, aksi kararlaştırılmadıkça eşler arasında şart koşulmuş gibidir. Hadiste; "Müslümanların güzel gördüğü şeyler Allah nezdinde de güzeldir" (Ahmed bin Hanbel, Müsned, I/379) buyurulmuştur.

Bazı fakîhler, zifaftan önce kadına mehrin bir kısmını vermeyi müstehap görürler. Bu konuda, Hz. Ali'nin, Fâtıma (r. anhâ) ile evlenirken zifaftan önce mehir olarak zırhını vermesi uygulamasına dayanırlar. Bu evlilik Medine'de, Hicret'in ikinci yılında vuku bulmuş ve mehrin ödenmesi konusunda Medîne örfüne uyulmuştur (M. Muhyiddîn Abdülhamîd, el-Ahvâlu'ş-Şahsiyye, s. 140, 141).

Bugün Mısır'da geçerli olan örfe göre, genel olarak, mehrin üçte ikisi peşin alınır. Fas'ta ise mehrin yarısı peşin ödenir (Halil Cin, İslâm ve Osmanlı Hukukunda Evlenme, Ankara 1974, s. 218).

b) Mehr-i müeccel: Mehrin tamamını peşin olarak değil de, evlenmenin sona ermesi, beş yıl, on yıl sonunda veya kocanın ölümü halinde ödenmesi kararlaştırılabilir. İşte bu şekilde, ödenmesi belirli bir vâdeye bağlanmış olan mehir "mehr-i müeccel (vâdeli mehir)" adını alır. Bu durumda kadın, belirlenen vâde gelmeden önce mehri isteyemez. Miktarı belirlendiği halde, ödeme şekli belirlenmemiş olan ve bu konuda örf de bulunmayan durumlarda, mehir; boşanma veya eşlerden birisinin ölümü halinde peşine dönüşür. Boşamanın kesin (bâin) veya cayılabilir (ric'î) olması arasında bir fark yoktur. Ancak, ric'î boşama halinde mehir, iddetin sonunda peşin mehre dönüşür (Mehmed Zihni, Nimet-i İslâm, İstanbul 1976, s. 641 vd.).

2) Mehr-i misil: Kadının emsâline göre takdir edilen mehirdir. Kadın, şu durumlarda mehr-i misle hak kazanır:

a) Nikâh akdinde mehrin zikredilmemiş olması halinde mehr-i misil gerekir. Mehrin zikredilmemesi, akdin fesâdını gerektirmez. Çünkü nikâh, evlenecek olan çiftlerin icab-kabûlüyle tamam olur. Mehir ise nikâhın rüknü değildir ve bundan dolayı nikâh akdinin icrâsı ve sıhhati, mehrin zikredilmesine bağlı değildir. Mehir zikredilmediği halde koca vefat ederse karısı mehr-i mislini terikeden alır, kadın vefat ederse vârisleri kocadan mehri misli alırlar.

b) Mehrin, tâyin edilmiş olmakla birlikte, mehir hakkında bilgisizliğin fazla olması (el-Cehâletü'l-fahişe) veya gayr-ı mütekavvim bir mal olarak tâyin edilmesi halinde mehr-i misil gerekir. Mehrin ev, araba, hayvan, elbise vb. şekilde mutlak olarak zikredilmesi halinde fâhiş cehâletten sözedilir ve bu durumda mehr-i misil gerekir. Çünkü bu cins isimler farklı vasıflarda ve değerlerde olabileceğinden anlaşmazlık ve çekişmeye götürür. Meselâ, mutlak olarak ev denildiğinde evin müstakil, büyük veya küçük olması, manzarası vb. gibi problemleri beraberinde getirebilir. Bunun yanında şeriatın domuz, içki gibi mütekavvim mal kabul etmediği şeylerin mehir olarak tâyini halinde bunlar geçersizdir ve mehr-i misil tahakkuk eder.

c) Taraflar arasında mehri ortadan kaldırma konusunda bir anlaşma varsa yine mehr-i misil gerekir. Mehir, şâriin nikâh akdinde uyulmasını emrettiği hükümdür. Bundan dolayı tarafların mehri kaldırma yetkisi yoktur. Eğer akde bitişik bir şartla onu kaldırmaya teşebbüs ederlerse bu şart fâsiddir. Bu durumda akit sahih ve şart geçersiz olur. Bunun en önemli misâlini şigar evliliği oluşturmaktadır. Şigar evliliği iki kadının mehir zikredilmeksizin birbirine karşılık olmak üzere iki erkekle evlendirilmesidir. Burada nikâh akdi geçerli fakat şart geçersizdir ve mehir zikredilmediğinden mehr-i misil gerekir. Şigar evliliği, Ahmed bin Hanbel, İmam Mâlik ve İmam Şâfiî'ye göre fâsiddir (Kâsânî, Bedâyîus-Sanâyi, Kahire 1327-28/1910, II, 282-283; Molla Hüsrev, Dürerü'l-Hukkâm Şerhu Gureril-Ahkâm, İstanbul 1979, I, 342; el-Fetâva'l-Hindiyye, Bulak 1315, I, 309-311; M. Ebû Zehre, el-Ahvâluş-şahsiyye, Kahire 1368/1948, s. 182-183; Bilmen, Istılâhât-ı Fıkhiyye Kamusu, İstanbul 1985, II, 6, 119-120, 140-142).

d) Mehrin zikredilip zikredilmediği konusunda karı-koca arasında ihtilâf ortaya çıkarsa mehr-i misil gerekir. Ancak hangisi delil getirirse kabul olunur. Delil getiremezlerse mehir zikredilmedi (münkir) diyenden yemin istenir. Yeminden kaçınırsa (nükul), mehrin zikredildiğini söyleyenin dâvâsı sâbit olur. Yemin ederse mehr-i misil gerekir (Molla Hüsrev, a.g.e., I, 347).

Mehr-i Mislin takdiri: Mehr-i misli tâyin için, evlenecek olan kadının babası kabîlesinden; yaş, güzellik, mal, şehir, takvâ, akıl, dine bağlılık, bekâret, iffet, ilim, edeb, güzel ahlâk, çocuk sahibi olma gibi çeşitli vasıflarda benzeri olan kadınların mehirleri dikkate alınır. Bu benzerlik iki tarafın yani mehri tâyin olunacak kadın ile denk ve benzeri kadınların akit sırasında sahip oldukları vasıflar itibariyle araştırılır. Bu vasıfların akitten sonra artması veya eksilmesi emsalliğin meydana gelmesine zarar vermez. Eğer babası tarafında benzeri bulunmazsa babasının kabîlesine denk olan kabîleden emsali kadınların mehri takdir edilir. Kadının bu durumlarda benzeri bulunmadığı takdirde mehr-i misil iki âdil erkek veya bir erkek iki kadının şehâdetiyle sâbit olur. Eğer âdil şahit bulunamazsa söz, yeminle beraber kocaya aittir. Koca mehr-i misli tâyinden kaçınırsa mehrin miktarını tâyin için hâkime başvurabilir. Bu hükümler, ihtilâf ortaya çıkması halindedir. Eğer mehir konusunda ittifak hasıl olursa kabul olunur (el-Kâsânî, a.g.e.,II, 287; M. Ebû Zehra, a.g.e., s. 183-184; Bilmen, a.g.e., II, 119).

Mehrin Sahibi: Mehir, evlenecek olan kadının hakkıdır. Babası veya dedesi, mehri kadın adına alabilir, fakat ona sahip olamaz. Ancak kadın râzı olmazsa, velîsine yapılacak mehir ödemesi geçerli değildir. Kadın; küçük, akıl hastası veya bunamış olursa, bu takdirde mehir malî velâyeti hâiz olan velîye verilir. Ahmed bin Hanbel, baba için, mehir yanında bir meblağ alma hakkını tanımış ve delil olarak da, Hz. Şuayb'ın kızıyla evlenmek için Hz. Mûsâ'nın sekiz yıl çobanlık yapmasını delil göstermiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulur: "Şuayb, Mûsâ'ya dedi ki; 'bu iki kızımdan birini -sen bana sekiz yıl işçilik yapman şartıyla- sana nikâhlamak istiyorum. Eğer işçiliğini on yıla tamamlarsan o da kendinden" (28/Kasas, 27). Bu âyet-i kerîme, karşılığında ücret alınabilen yararlanmanın mehir olabileceğine delâlet eder. Diğer mezheplere göre, burada başlık parasından çok, babanın kızı adına almış olduğu mehir söz konusu olabilir. Nitekim, Hz. Mûsâ'nın orada evlendirilmesi, mal-mülk sahibi olarak yeniden Mısır'a dönmesi bunu gösterir. Ebû Hanîfe ve diğer bazı fakîhlere göre, kızın babasının evlenecek erkekten mehir dışında bir şey alması câiz değildir. 1917 tarihli Osmanlı Hukuk-ı Aile Kararnamesinde şu hükümler yer alır: "Mehir, evlenen kadının hakkı olup, onunla çeyiz yapmağa zorlanamaz. Bir kızı evlendirmek veya teslim etmek için ana-baba veya diğer hısımlarının, kocadan akçe veya benzeri şeyleri almaları memnûdur" (Hukuk-ı Aile Kararnamesi, madde, 89, 90).

Kadının, mehrin tamamına hak kazandığı haller: Kadın; sahih halvet, zifaf veya ölüm halinde mehrin tamamına hak kazanır;

a) Sahih halvet: Sahih bir akitle evli bulunan eşlerin, kimsenin göremeyeceği ve istekleri dışında kimsenin giremeyeceği kapalı veya kapalı sayılan bir yerde yalnız kalmalarıdır. Halvete engel olan durumların da bulunmaması gerekir. Eşlerin yanında üçüncü bir kişinin bulunması, karı-kocada cinsel birleşmeye engel halin olması, küçüklük, ay hali, hastalık, farz oruçlu olmak, farz veya nâfile hac için ihramda bulunmak gibi.

Sahih halvet iki durumda zifaf olmuş gibi sonuç doğurur. Bu halvetten sonra kadın boşanırsa kadın tam mehre hak kazanır. Çünkü kadın evlenme ümidiyle nikâhlı olarak kapalı bir yerde bulunduğu için daha sonra boşanma olursa, yeniden evlenmede nikâhtan önceki şartlarla eş bulamayabilir. Halvetten sonra boşanan kadın iddet bekler. Dolayısıyla da iddet nafakası, halvetten sonra en az altı ay sonra doğacak çocuğun nesebinin sâbit olması gibi haklardan yararlanır.

b) Zifaf: Burada evliliğin mûteber olma şartı da aranmaz. Zifaf ve sahih halvette mehrin tamamının gerekliğinin delili şu ayettir: "O kadınlardan birine yüklerle mehir vermiş olsanız bile, içinden bir şey almayın" (4/Nisâ, 20).

Zifaf, sahih evlilikte olmuşsa kadın mehrin tamamına hak kazanır. Tesbit edilen mehir yoksa mehr-i misil alır. Zifaf fâsit evlilikte olmuşsa, kadın mehr-i misil ile mehr-i müsemmâdan hangisi daha az ise ona hak kazanır. Daha önceden mehir tesbit edilmemişse, mehr-i misil alır. Fâsit nikâhta halvet, zifaf hükmünde değildir (el-Kâsânî, a.g.e., II, 335).

c) Eşlerden birinin ölümü: Kadın vefat ederse, mirasçıları, mehri mirastaki paylarına göre bölüşürler. Kocası da dörtte bir veya ikide bir mirasçı olacağı için mehri o ölçüde eksik verir. Koca vefat ederse, kadın, terikeden mehir miktarını ayrıca alır (İbn Rüşd, a.g.e., II, 20).

Mehrin yarısının ödeneceği haller: Sahih evlilik, zifaf veya sahih halvetten önce kocanın fiiliyle sona ermişse, kadın mehr-i müsemmânın yarısını alabilir. Mehrin tamamı peşin olarak ödenmişse, kadın bunun yarısını kocasına iâde etmek zorunda bulunur. Delil şu âyettir: "Eğer siz onları kendilerine temas etmeden önce boşar, fakat daha önce mehir tesbit etmiş olursanız, o halde tâyin ettiğiniz o mehrin yarısı onlarındır." (2/Bakara, 237). Bu âyet hükmüne göre, kadının yarı mehir almasının şartları şunlardır: a) Mehir daha önceden tesbit edilmiş olacak, b) Koca, karısını zifaftan önce boşamış olacak, c) Kadın mehir hakkından vazgeçmemiş bulunacaktır.

Burada evlilik boşama ile sona erebileceği gibi fesih ile, lian, kocanın iktidarsızlığı, İslâm dinini terketmesi, karısı müslüman olduğu halde kendisinin İslâm'a girmekten kaçınması, karının usûl ve fürûuna hürmet-i müsâharayı gerektiren bir fiil işlemesi halleriyle de sona erebilir. Bütün bu durumlarda evliliğin sona ermesi kocanın fiili ile olmuş bulunur ve kadın yarı mehre hak kazanır. Yeter ki bu ayrılık, cinsel birleşmeden önce vuku bulsun. Bu çeşit ayrılıkta kadına iddet gerekmez (el-Kâsânî, a.g.e., II, 296 vd.; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, II, 438-439).

Yukarıdaki durumlarda evlilik yine zifaftan önce ve kocanın fiiliyle olur, fakat verilecek mehir miktarı belirlenmemiş olursa kadına mut'a denen bir teselli hediyesi vermek gerekir. (bkz. 2/Bakara, 236). Mut'a; kocanın; mal, elbise veya yiyecek olarak boşanmış hanımına verdiği şeylere denir. Âyette mut'anın miktarı belirlenmemiş ve bu husus ictihâda bırakılmıştır. Ebû Hanîfe'ye göre, mut'anın en azı bir elbise, baş örtüsü ve bir yorgan olup, mehr-i mislin yarısından çok olamaz (es-Serahsî, el-Mebsût, V, 82, 83; es-Sabûnî, a.g.e., I, 379-380; M. Zihni, a.g.e., s. 441 vd.).

Kadına mehir vermenin gerekmediği durumlar: İki durumda kadına mehir vermek gerekmez.

a) Evlenme akdi fâsit olur ve koca karısını zifaftan önce boşarsa, erkeğin mehir veya mut'a vermesi gerekmez. Bu konuda evliliğin karşılıklı rızâ ile veya hâkimin hükmüyle sona ermesi sonucu değiştirmez.

b) Evlilik akdi sahih olur, fakat, gerçek veya hükmî (sahih halvet sûretiyle) zifaftan önce kadının fiiliyle ayrılık vuku bulursa, kadın yine bir şey alamaz. Kadının küçük evlendirilmesi halinde bulûğ muhayyerliği hakkını kullanması, irtidat etmesi veya kocası İslâm'a giren ve ehl-i kitap olmayan kadının, müslüman olmaktan kaçınması hallerinde evlilik akdi kadın tarafından veya kadın sebebiyle sona ermiş sayılır. Kadının, kocasının usûl veya fürûundan birisiyle hurmet-i müsâharayı gerektiren bir fiil işlemesi, meselâ zinâ etmesi veya bunlardan birisiyle sevişmesi halinde de evlilik kadın tarafından sona erdirilmiş sayılır (el-Kâsânî, a.g.e., II, 336, 337).

Sonuç olarak mehir evlilik hayatı süresince kadın için bir yedek akçe niteliğindedir. Kadının âniden kocasını kaybetmesi veya boşanmaları hâlinde, kocasının evinde kalması zorlaşabileceği için, kendisine yeni bir hayat programı hazırlayıncaya kadar mehir ona bir destek olur. En az mehir miktarının iki tane kurbanlık koyun parası kadar olduğu, üst sınırının ise dört yüz dirhemin de üstünde olabileceği, Hz. Peygamber devrinde, yaklaşık beş dirheme bir kurbanlık koyun alındığı dikkate alınırsa, böyle bir gerçek mehrin, önemli bir yedek akçe teşkil edeceği açıktır. (3)

 

 

Mut’a Nikâhı

 

Mut’a; Yararlanılan şey; umre ile haccı birleştirme; boşanan kadına verilen elbise ve baş örtüsü gibi eşya; bir kadınla geçici olarak evlenme demektir. Mut’a kelimesinin çoğulu "mut’aûn" dur. Aynı kökten metâ'; yararlanma, yiyecek giyecek gibi yararlı olan her şey demektir. Çoğulu "emtia"dır. "Temettû" ve "istimtâ" ise; bir şeyden uzunca süre yararlanmak, onu lezzetli bulmak, zevk almak anlamlarına gelir. Yararlanılacak şey anlamında, metâ' ve mut'a eş anlamlı kelimelerdir.

Mut'anın bir fıkıh terimi olarak iki anlamı vardır:

1- Boşanan kadına iddet süresince yararlanması için verilen şey ve geçici evlilik. Mehir miktarı belirlenmeksizin yapılan nikâh akdinden sonra, henüz cinsel birleşme olmadan boşanma veya fesih yoluyla evlilik sona ererse kadına mut'a denilen elbise ve baş örtüsü gibi bazı şeyler verilir. Bunlar mehir yerine geçen bir çeşit "teselli hediyesi" dir.

Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulur: "Kadınlara yaklaşmadan ve onlara mehir takdir etmeden boşarsanız, sizin için bir sorumluluk yoktur. Bu durumda zengin kendi imkânına göre, yoksul da kendi imkânına göre, usûlüne uygun bir şekilde onlara, yararlanacakları bir şeyler verir. Bu, iyilikte bulunanların üzerine bir borçtur." (2/Bakara, 236); "Boşanan kadınların örfe göre birtakım eşyalar alma hakkı vardır." (2/Bakara, 241); "Ey iman edenler! Mü'min kadınları nikâhlar, sonra da cinsel birleşmeden önce onları boşarsanız, artık sizin, onların üzerinde iddet sayma hakkınız yoktur. Onlara hemen mut'alarını (yararlanacakları bazı şeyleri) verin ve onları güzellikle serbest bırakın." (33/Ahzâb, 49). Bu âyetlerde yer alan "metea" veya "emtea" fiilleri; birisini bir şeyden yararlandırmak, boşanan kadınlara mut'a vermek anlamlarına gelir (Rağıb el-Isfehânî, el-Müfredât, s. 461).

2- Mut'a evliliği anlamında kullanılır. Bu anlamda mut'a; evlenme engeli bulunmayan bir kadınla, belli bir süre içinde ve belli bir mal karşılığında, "senin cinsî yönlerinden şu kadar süre ve şu kadar bedel ile yararlanayım" diyerek icap ve kabulde bulunmaktır. İslâm'ın ilk devirlerinde zarûret gereği izin verilmiş olan bu evlilik şekli, sonradan neshedilerek ebedî olarak yasaklanmış ve belli bir süreyi kapsayan nikâh akitleri bâtıl kılınmıştır. Çünkü bu çeşit bir nikâh akdiyle, evlilikten beklenen amaçlar elde edilemez (Muhammed Ali es-Sâbûnî, Tefsîru Âyâti'l-Ahkâm, I, 457).

Mut'a nikâhı anlamında bir de "geçici (muvakkat) nikâh" vardır. Bu da bâtıl bir nikâhtır. Aralarındaki ayrılık hemen hemen lâfız farkından öteye gitmez. Meselâ; geçici nikâhta, süreyle birlikte, evlilik ifade eden nikâh ve tezvic sözleri; mut'ada ise; temettû, veya istimta', yani "kadının cinsel yönlerinden yararlanma" anlamı ifade eden sözler kullanılır. Diğer yandan mut'a nikâhında, şâhit ve süre sınırlaması şart değildir. Geçici nikâhta ise bunlar şarttır (İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtâr, İstanbul 1984, III, 51, vd).

Kur'ân-ı Kerim'de mut'a nikâhının esaslarını belirleyen açık bir âyet yoktur. Konu ile bağlantı kurulabilen şu âyettir: "Evli kadınlarla evlenmeniz de haram kılındı. Sahibi bulunduğunuz câriyeler müstesna. Bunlar Allah'ın üzerinize farz kıldığı hükümlerdir. Bunların dışında iffetli olarak zinâ etmeksizin mallarınızla evlenmek istemeniz size helâl kılındı. Onlarla cinsel temasta bulunduğunuzda, ücretlerini (mehir-mut'a) verin. Mehir takdir edildikten sonra birbirinizi râzı etmenizde bir sakınca yoktur. Şüphesiz ki Allah, herşeyi çok iyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir." (4/Nisâ, 24)

Âyetteki "mut'a/ücret", ehl-i sünnet âlimlerince mehir olarak değerlendirilmiştir. Bununla, mehirden söz eden diğer âyetler arasında benzerlik vardır. "Birbirinizle kaynaşıp başbaşa kalmışken ve onlar (hanımlarınız) sizden kuvvetli bir ahid almışken, verdiğinizi (mehri) nasıl geri alabilirsiniz?" (4/Nisâ, 21), "Kadınların mehirlerini gönül hoşluğu ile verin. Eğer kendi istekleriyle mehrin bir bölümünü size bağışlarsa onu âfiyetle yeyin." (4/Nisâ, 4). "Kadınlara verdiklerinizden (mehir) herhangi bir şeyi geri almanız size helâl değildir." (2/Bakara, 229).

Yukarıdaki ilk âyetin genel anlamının mut'a nikâhını da kapsadığı öne sürülmüştür. Bu çeşit nikâhın İslâm'ın ilk yıllarında meşrû kılındığında şüphe yoktur. Ancak daha sonra neshedilmiştir. İmam Şâfiî ve âlimlerden bir grup, mut'anın önce mübah kılındığını, sonra neshedildiğini, sonra yine mübah kılınıp, neshedildiğini, yani bunun iki defa tekrar edildiğini söylemiştir. Diğer bazı bilginler, ikiden fazla, bazıları ise bir defa mübah kılınıp arkasından neshedildiğini ve bundan sonra da artık mubah kılınmadığını belirtmişlerdir (İbn Kesîr, Tefsîru'l-Kur'âni'l-Azîm, İstanbul 1985, II, 225).

Âyetteki "istemta'tüm (yararlandınız)" kelimesine, "dehaltüm (cinsel temasta bulundunuz)" anlamı verilmiştir. Şiîler ise bu kelimeye, mut'a nikâhı anlamı vermiştir.

İbn Abbas ve sahâbeden bir grup, mut'anın zarûret sebebiyle mubah kılındığını söylemiştir. Diğer yandan İbn Abbas, Übey b. Ka'b, Saîd b. Cübeyr ve es-Süddî mut'a âyetini, "Belli bir vakte kadar" ilâvesiyle şu şekilde okudukları nakledilir: "Onlarla belli bir vakte kadar, cinsel temasta bulunduğunuzda, süre dolunca mehirlerini verin" (4/Nisâ, 24).

Şîî âlimler dışındaki İslâm hukukçularının cumhûru (çoğunluğu), mut'a evliliğinin haram olduğu kanaatindedirler. Şiîlerden başka, cumhûrun görüşüne karşı çıkan kalmamıştır. Şiîlerin bu konudaki sözleri ehl-i sünnet âlimlerine göre Kitap, Sünnet ve icmâa ters düştüğü kanaatiyle reddedilmiştir. Şöyle ki,

1) Şîa; "Onlarla cinsel temasta bulunduğunuzda, mehirlerini bir hak olarak verin" (4/Nisâ, 24) âyetini mut'aya delil getirir. Halbuki bu âyet, meşrû nikâhla evlenip, cinsel temastan sonra, kadının mehre hak kazandığından söz etmekte, aynı âyette, bir önceki cümlede, "Bunların dışında iffetli olarak zinâ etmeksizin mallarınızla evlenmek istemeniz" ifâdeleri yer alır. Burada zinâ, sifah ile ifade buyurulmuştur. Sifah veya müsâfeha; sırf suyunu boşaltmak; yani aile yuvası kurarak çocuk sahibi olmak amacı bulunmaksızın sırf cinsel temas ve şehveti gidermek için evlenmek anlamını içerir. Bu durum yasaklanınca, geçici veya mut'a nikâhı, başka bir deyimle "metres edinmek" de bu yasak kapsamına girer.

2) Şianın dayandığı başka bir âyet de şöyledir: "Mehrin belirlenmesinden sonra karşılıklı anlaşmak suretiyle birbirinizi râzı etmenizde bir sakınca yoktur" (4/Nisâ, 24). Onlara göre, bu âyetten maksat, mut'a akdinde belirlenen süre bittikten sonra, erkeğin ücreti, kadının da süreyi arttırarak akdi uzatmalarıdır. Halbuki, bu âyet, mehrin belirlenmesinden sonra, karşılıklı anlaşmak sûretiyle, belirlenenden az veya daha çok vermekte bir sakınca bulunmadığını bildirmektedir (el-Alûsî, Rûhu'l-Meânî, Kahire t.y., V, 5; Fahruddin er-Râzî, et-Tefsîru'l-Kebîr, y. ve t.y., X, 45, 46; Elmalılı, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul 1936, II, 1327-1329).

Daha önce de belirttiğimiz gibi İslâm'ın ilk dönemlerinde mut'a câizdi. Tirmizî'nin naklettiği şu hadis bunu açıkça ifade eder; ancak daha sonra bu cevaz hükmünün neshedildiğini de belirtir. İbn Abbas'tan (r.a.) nakledildiğine göre şöyle demiştir: "Mut'a, İslâm'ın ilk döneminde vardı. Bir kimse tanımadığı bir beldeye geldiği zaman, orada kalacağı süre içinde, eşyasını koruyacak ve kendisine hizmet edecek bir kadınla evlenirdi. Bunun üzerine, şu âyet indi: "Ve onlar ırzlarını korurlar. Ancak eşleri ve sahip oldukları câriyeler bunun dışındadır. Bunlarla olan cinsel ilişkilerinden dolayı kınanmazlar" (23/Mü'minûn, 5, 6). İbn Abbas bu âyet inince şöyle demiştir: "Bu iki evlilik dışında bütün yollar haram kılınmıştır" (Tirmizî, Nikâh, 29, hadis no: 1122, III, 430). Bu âyetle, evliliğin meşrû yolu iki olarak belirlenmiş, bunun dışındaki yollar kapatılmıştır. Mut'a nikâhı bu iki şeklin dışında kalan bir yoldur (el-Cassâs, Ahkâmü'l-Kur'ân, Kahire, t.y., III, 99).

Ehl-i sünnet âlimlerinin çoğunluğuna göre “mut’a” bir nikâh olarak kabul edilemez. Dilde ve bir fıkıh terimi olarak nikâh ile mut'a birbirinin yerine kullanılamaz. Bu iki terim arasındaki farkları şu şekilde belirlemek mümkündür:

1) Nikâh akdinin birtakım özellikleri vardır ki, onlar olmayınca nikâh olmaz. Meselâ; sürenin geçmesi bu akdi etkilemez. Mut'a da ise, belirlenen süre sona erince, boşama tasarrufuna gerek olmaksızın mut'a kendiliğinden ortadan kalkar.

2) Nikâh akdinde, cinsel birleşme olduktan sonra eşler boşanırlarsa, kadının iddet beklemesi gerekir. Kocanın ölümü hâlinde ise cinsel birleşme olsun veya olmasın iddet gerekli olur (bkz. 2/Bakara, 228, 234). Mut'ada ise, erkeğin ölümü iddeti gerektirmez. Belki kadının hâmile olup olmadığını belirlemek için bir hayız süresince bekletilir (bkz. İbn Kesîr, a.g.e., II, 226).

3) Sahih nikâh akdi miras hakkı doğurur (bkz. 4/Nisâ, 12). Mut'ada ise miras cereyan etmez.

4) Nikâh akdi meydana geldikten sonra, ölüm, boşama veya dinden çıkma gibi bir sebep bulunmadıkça nikâh sona ermez. Mut'a nikâhı ise, sürenin dolmasıyla, kendiliğinden ortadan kalkar.

Nikâhla mut'a arasındaki bu farklar, mut'anın nikâh niteliğinde olmadığını gösterir. Mut'anın; nikâh veya câriye edinme (mülk-i yemin) özelliğinin bulunmadığı sâbit olunca da hakkında şu âyetin uygulanması gerekir: "Kim bunun (nikâhlı eşi veya sahip olduğu câriyesinin) ötesine geçmek isterse, işte onlar haddi aşan mütecâvizlerdir" (23/Mü'minûn, 7). (Ayrıntı için bkz. el-Cassâs, a.g.e., III, 98 vd.)

Mut'anın yasaklandığını bildiren sünnet delili: Mut'anın tam olarak hangi tarihte yasaklandığı belirli değildir. Buhârî'deki rivâyette onun Hayber günü yasaklandığı (Buhârî, Nikâh 7/16); Müslim'deki rivâyette Mekke'nin fethinde nehyedildiği (Müslim, Nikâh, 22); Müslim'in başka bir rivâyetinde Huneyn savaşının bir kolu olan Evtas savaşı sırasında yasaklandığı (Müslim, Nikâh, 3, hadis 18); İbn Mâce ve Ebû Dâvud'un Sünenlerindeki hadislerde ise Vedâ haccı sırasında nehyedildiği (İbn Mâce, Nikâh 44; Ebû Dâvud, Nikâh 14, hadis no: 2072) bildirilmektedir.

Hz. Ali (r.a.)'den, şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Nebî (s.a.s.), Hayber gününde mut'a nikâhını ve evcil eşeklerin etini yasaklamıştır" (Buhârî, Nikâh 31; Müslim, Nikâh 29-32; İbn Mâce, Nikâh 44).

Semûre bin Ma'bed el-Cühenî'den çeşitli yollarla nakledilen bir hadîs, mut'anın sonsuza kadar yasaklandığını belirtmektedir. Rasûlullah (s.a.s.) ile birlikte Mekke fethine katılan Seleme, orada Allah elçisinin izin vermesi üzerine bir câriye ile mut'a yapmış, rivâyete göre bir veya üç gün câriye ile beraber olduktan sonra, sabahleyin Rasûlullah'ın (s.a.s.) Hacer-i Esved ile Kâbe kapısı arasında durarak şöyle buyurduğunu nakletmiştir: "Ey insanlar, ben size kadınlarla mut'a yapmanız konusunda izin vermiştim. Şüphesiz Allah, onu kıyâmet gününe kadar haram kılmıştır. Kimin yanında (mut'a nikâhı ile tuttuğu) kadın varsa, onu serbest bıraksın. Onlara verdiklerinizden hiçbir şey geri almayınız." (Müslim, Nikâh 19, 22, 24; İbn Mâce, Nikâh 44; Dârimî, Nikâh 16; Ahmed bin Hanbel, III, 406). Bazı rivâyetlerde bu yasaklamanın Vedâ haccı sırasında yapıldığı belirtilir (bkz. İbn Mâce, Nikâh 44, hadis no: 1962).

Mut'anın ne zaman yasaklandığını bildiren hadisler arasındaki bu çelişkiler, hadisçiler tarafından giderilerek, mut'anın birkaç kez yasaklanıp serbest bırakıldığı belirlenmiştir. İmam Nevevî'ye göre, mut'a hakkındaki nehy ve serbest bırakma iki kez vuku bulmuştur. O şöyle der: "Hayber'den önce helaldi. Hayber'de yasaklandı. Mekke fethinde mubah kılındı. Evtas vak'ası da Mekke'nin fethini müteâkip olmuştur. Bundan üç gün sonra da mut'a ebediyyen haram kılınmıştır." (en-Nevevî, Şerhu Sahihi'l-Müslim, IX, 193, Alûsî, a.g.e., V, 5, 6).

Mut'a konusunda sahâbe uygulaması: Hz. Ömer'in halîfeliği sırasında, mut'anın hükmü üzerinde bazı tereddütler olunca, Hz. Ömer, mut'anın haram olduğunu ilân etmiş ve hiç bir sahâbî O'na karşı çıkmamıştır. O, halife seçildiği gün yaptığı konuşmada şöyle demiştir: "Rasûlullah (s.a.s.) bize üç defa mut'a yapmaya izin verdi, sonra bunu haram kıldı. Allah'a yemin olsun ki, evli bir kimsenin mut'a yaptığını bilsem, Rasûlullah'ın, mut'ayı, haram kıldıktan sonra, yeniden helâl kıldığına dair bana dört şahit getirmezse onu taşla recmederim." (İbn Mâce, Nikâh, 44, hadis no: 1963). Hz. Ali'ye göre mut'a Hz. Peygamber tarafından Hayber günü yasaklanmıştır (bkz. Buhârî, Nikâh, 29-32).

İbn Abbas'ın mut'aya ilişkin görüşü: Mut'anın neshedilmediğini öne sürenlerin bu görüşlerini İbn Abbas'a dayandırmak istedikleri görülür. Şîa mut'a ile ilgisi kurulan Nisâ sûresi 24. âyette İbn Mes'ud ve Ubey bin Kâ'b'ın okuyuşlarında "ilâ ecelin müsemmâ (belli bir süreye kadar evlenme)" ilâvesi şâz bir kıraattir. İbn Abbas'ın da bu kıraati benimsediği nakledilir. Bu yüzden İbn Abbas'ın; "Onlarla belli bir süreye evlendiğinizde, süre dolunca mehirlerini verin" (4/Nisa, 24) âyetini "belli bir süreye kadar" ilâvesiyle birlikte te'vil ederek, mut'ayı helâl gördüğü ileri sürülür. Kimileri de İbn Abbas'ın, mut'ayı yalnız seferde zarûret halinde mübah gördüğünü söylerler (el-Cassâs, a.g.e., III, 95; Alûsî, a.g.e., V, 5, 6).

Saîd b. Cübeyr İbn Abbas'a; "Senin fetvan aldı yürüdü ve onun hakkında şâirler şiir söyledi" diyerek bir beyit okuduğu zaman o buna hayret ederek şöyle demiştir: Sübhânellah, ben böyle bir fetvâ vermedim. Mut'a; "murdar ölmüş hayvan eti, kan ve domuz eti gibi bir şeydir. Bu yüzden ancak zarûret hâlinde helâl olur." (Alûsî, a.g.e., V, 6; el-Cassâs, a.g.e., III, 95).

Atâ', İbn Abbas (r.a.)'ın şöyle dediğini nakletmiştir: "Allah, Hz. Ömer'e rahmet etsin. Mut'a, Allah'ın Muhammed Ümmetine bir rahmetinden başka bir şey değildir. Hz. Ömer bunu yasaklamasaydı, çok az kimse dışında zinâya düşen olmazdı." (el-Cassâs, a.g.e., III, 96). Abdullah b. Vehb'in naklettiği bir haberde de, bir adam İbn Abbas'a gelerek şöyle der: "Câriyemle ve arkadaşlarımla bir seferde iken câriyemi arkadaşlarıma helâl kıldım ve ondan faydalandılar (yestemtiûne)" der. İbn Abbas bunun üzerine; "Bu apaçık bir zinâdır (sifâh)" diye cevap verir" (el-Cassâs, a.g.e., III, 96, 97).

İbn Abbas'tan nakledilen bu görüşlerin sonucunu şu şekilde değerlendirmek mümkündür:

1) İbn Abbas, bazı rivâyetlerde yolculuk ve zarûret kaydını koymaksızın mut'ayı helâl göstermektedir.

2) Ölü eti ve domuz etini zarûretten dolayı yemede olduğu gibi, mut'anın da zarûret hâlinde helâl olduğunu söylemektedir.

3) Mut'a nikâhının neshedildiği kanaatindedir. Bunları şu şekilde cevaplayabiliriz:

İbn Abbas'ın, 4/Nisâ Sûresi 24'üncü âyeti te'vil ederek mut'a nikâhını helâl kabul etmesi kendisi için delil olamaz. Çünkü âyette, yukarıda da açıklandığı gibi mut'anın mubahlığına dâir bir delâlet yoktur. Aksine âyet mut'anın haramlığını kapsamaktadır.

Bu konuda İbn Abbas'tan nakledilen bir rivâyet, Tirmizî'nin de rivâyet ettiği gibi, O'nun mut'a nikâhını haram kabul ettiği ve önceki kanaatinden döndüğü görüşüdür. (Ayrıntı için bk. el-Cassâs, a.g.e., III, 99, 97 vd.; Alûsî, a.g.e., V, 5 vd.; İbn Kesîr, a.g.e., III, 226; Fahruddin er-Râzî, et-Tefsiru'l-Kebîr, X, 48 vd.; İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, İstanbul 1984, III, 51 vd.; Elmalılı, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul 1936, II, 1327-1329, IV, 3429, 3430). (4)

Mut’a ile ilgisi olduğu değerlendirilen Nisâ sûresi 24. âyetin bu bölümünde geçen istimta’ (mut’a/yararlanma) karşılığında verilecek ücretin, nikâh karşılığı verilen mehir mi, yoksa kadından belli bir süre yararlanma karşılığı verilecek bir ücret mi olduğu üzerinde görüş ayrılığı vardır.

Cumhura yani ehli sünnet müctehidlerinin ve müfessirlerinin çoğunluğuna göre buradaki ücret, nikâhta kadınlara verilmesi gerekli olan mehirdir. Mehir, nikâh ile kadından yararlanmanın karşılığıdır. Bunun belli bir miktarı vardır. Fakat kadınla erkek, aralarında anlaşarak mehri diledikleri şekilde ayarlayabilir, azaltıp çoğaltabilirler. İstimta ise nikahtan ve mehrini verdikten sonra erkeklere helal olan birleşmeden kinayedir.

Bazı bilginlere göre -ki özellikle şi’a âlimleri bu görüşü benimsemiştir- bu cümle, müt’a nikâhına delâlet eder. Müt’a nikâhı, bir erkeğin, belli bir ücret karşılığında bir kadınla belli bir süre için evlenmesidir. Bu süre bitince nikâh akdi bozulur. Kadın-erkek, aralarında anlaşırlarsa yeni bir ücretle süreyi uzatabilirler. İslâm’dan önce Araplar arasında bu tip evlenmeler vardı. Âyet bu evlenmeyi mubah kılmaktadır.

Âyetteki bu cümlenin, mut’a nikâhını kasdettiği konusunda bazı sahâbilere, özellikle Abdullah İbn Abbas’a atfedilen rivâyetler vardır. Übeyy ibn Kâ’b, Abdullah ibn Abbas ve Abdullah ibn Mes’ud’a, Tâbiîn devrinin meşhur müfessiri Mücâhid’e göre bu âyet, mut’a nikâhı hakkında inmiştir.

Mut’a nikâhı hakkındaki hadisler: Hadis kitaplarında mut’a nikâhının önce mubah olup sonra nesh edildiğine dâir hadisler çoktur.

Atâ şöyle diyor: “(Ashaptan) Câbir ibn Abdullah, Ömer için (Mekke’ye) gelmişti. Evine (ziyarete) geldik. Orada bulunanlar kendisine birçok şey sordular. Sonra mut’adan söz ettiler. Câbir: ‘Evet biz, Allah’ın rasûlü (s.a.s.)’in, Ebû Bekir ve Ömer’in devrinde mut’a yaptık’ dedi.” Müslim’in, Nikahu’l-Mut’a bâbındaki 15’inci hadiste de Câbir şöyle diyor: “Biz Allah’ın Rasûlü (s.a.s.)’in ve Ebû Bekir’in devrinde bir avuç hurma ve un vererek birkaç gün mut’a yapardık. Nihayet Ömer, Amr ibn Hureys hakkında müt’ayı yasakladı.”

Müslim’in, Mut’a bâbındaki 17’nci hadiste de Ebu Nadra’nın şöyle dediği anlatılmaktadır: “Ben Cabir ibn Abdullah’ın yanında idim. Biri geldi, İbn Abbas ile İbn Zübeyr’in hac ve kadın mut’ası hakkında görüş ayrılığına düştüklerini söyledi. Câbir şöyle dedi: “Biz Rasûlullah (s.a.s.) zamanında her iki mut’ayı da yaptık. Sonra Ömer bizi ikisinden de menetti. Biz de bir daha ikisine de dönmedik.”

Buhârî’deki rivâyette mut’anın, Hayber günü yasaklandığı, Müslim’deki rivâyette Mekke’nin Fethinde nehyedildiği; Müslim’in başka bir rivâyetinde Huneyn savaşının bir kolu olan Evtas savaşında nehyedildiği; İbn Mâce ve Ebû Dâvud Sünenlerindeki hadiste ise Vedâ Haccında nehyedildiği bildirilmektedir.

Görülüyor ki mut’anın, Rasûlullah ve Ebû Bekir devrinde, Hz. Ömer devrinin de bir kısmında mubah olup uygulandığını bildiren hadisler yanında; Hayber savaşında, yahut Mekke’nin Fethinden veya Evtas’ta, ya da Vedâ haccında yasaklandığını söyleyen rivâyetler de vardır. Bu rivâyetler çelişik olduğu için muhaddisler bunları te’lif etmek üzere mut’anın birkaç kez yasaklanıp serbest bırakıldığını söylemişlerdir. İmam Nevevi’ye göre mut’a hakkındaki yasaklama ve serbest bırakma iki defa olmuştur: “Hayber’den önce helaldi, Hayber’de haram kılındı. Mekke’nin fethinde mubah kılındı. Evtas da Mekke’nin Fethini müteakip olmuştur. Bundan üç gün sonra da ebediyyen haram kılınmıştır.”

Bu rivâyetler gösteriyor ki Hz.Peygamber (s.a.s.) şartlar gerektirdiği zaman mut’aya müsaade etmiş, ama normal şartlarda kesin yasaklamasa da onu pek hoş görmemiştir. Ancak Hz. Ömer (r.a.) devrinde toplum büyüyüp zenginleşince artık müt’a, bir zaruret hali olarak değil, çeşitli kimseler tarafından hiç gerek yokken istismar edilmeğe başlanmış ve toplumda birçok sorunlar ortaya çıkarmaya başladığı için Hz. Ömer ve onu destekleyen sahabilerin ictihadiyle yasaklanmıştır. Çünkü Hz. Ömer, İslâm'ın ruhunu biliyordu. Zorlayıcı gerekler yokken bunun uygulanması toplumun bozulmasına yol açabilirdi. Bundan dolayı men’ini, İslâm'ın ruhuna daha uygun bulmuştur.

Mut’anın haram olmadığına dair rivâyetler daha çok Câbir ile özellikle Abdullah İbn Abbas’a ve sahâbeden bir gruba dayanır. İbn Abbas’ın, mut’anın her zaman câiz olduğu hakkındaki görüşünden döndüğüne dâir rivâyetler varsa da bunlar pek güvenilir rivâyetler değildir. Mut’aya şiddetle karşı olanlar, görüşlerine mesned bulmak için İbn Abbas’ı da görüşünden dönmüş görmek istemişlerdir. Ancak onun, müt’ayı zaruri hallerde mübah gördüğü hakkındaki rivayet, akla daha uygun gelmektedir. Zaten Peygamberimiz de zaruri hallerde buna izin vermişti. Buhârî’nin kaydettiği rivayete göre Abdullah İbn Abbas, müt’a nikahından soran bir kişiye, müt’a yapması için izin vermiş, hizmetçisi ona: “ bu, şiddetli hallerde ve kadınların az olduğu durumlardadır (değil mi ?)” deyince İbn Abbas: “Evet” cevabını vermiştir.

Mut’a nikâhının durumunu soran Ammar bin Yâsir’e İbn Abbas’ın: “O sadece mut’adır (bir yararlanmadır); ne zinâdır, ne nikâhtır, ne talâktır, ne de tevârüstür!” dediği rivâyet edilir.

Mut’aya müsaade edişi, halk arasında eleştiriye uğrayınca İbn Abbas’ın: “ben herhalde buna müsaade etmedim. Ancak çaresiz kalana ölü eti yemek nasıl helâl ise, zarûret içinde olana mut’a da öyle helâldir, dedim” diye kendisini savunduğu da gelen rivayetler arasındadır. Kezâ İbn Abbas’ın şöyle dediği de rivâyet edilir: “Mut’a, İslâm'ın ilk zamanlarında idi. Adam bir şehre gelir, orayı bilmezdi. Orada kalacağı müddet için bir kadınla evlenirdi ki kadın eşyasını korusun, işlerini görsün. "Ancak eşleri, yahut mülkü olan câriyeleri ile ilişkilerinden dolayı kınanmazlar" âyeti ininceye kadar böyle sürdü. Artık bu iki kadından başkası haramdır.”

Bazı rivâyetlerin, İbn Abbas’ın mut’a hakkındaki görüşünden döndüğü kanaatine destek olmak üzere ortaya atıldığı anlaşılmaktadır. Onun, görüşünden döndüğüne dair kesin delil yoktur. Yalnız kendisi değil, Cabir ibn Abdullah, Übeyy ibn Kâ’b, Abdullah İbn Mes’ud gibi bazı sahâbiler ve Mücâhid gibi bazı tâbiiler de mut’anın mubah olduğu kanaatini korumuşlar ve mut’anın, Hz. Ömer’in ictihadiyle yasaklandığını söylemişlerdir. Nitekim Hz. Ömer’in: “Allah’ın Rasûlü devrinde iki mut’a helâl idi. Ben bunları men ediyor ve yapanları cezalandırıyorum. Bunlar nikâh mut’asıyla hac mut’asıdır.” dediği rivâyet edildiği gibi, mut’anın, Hayber’de haram kılındığı mealindeki hadisin râvîsi olan Hz. Ali’nin de: “Ömer mut’ayı menetmeseydi, şakî olandan başka hiç kimse zinâ etmezdi.” dediği de rivâyet edilir.

Bu birbiriyle çelişen rivâyetlerde şüphesiz, İslâm’ın başında ortaya çıkan hizipleşmelerin parmağı vardır. Durum ne olursa olsun, ehl-i sünnet bilginlerinin çoğunluğu, önceleri helâl olan mut’anın, sonra haram kılındığı görüşünde birleşirler. Dediğimiz gibi bazı sahâbiler ve tâabiînden bazıları bu görüşü kabul etmemiş, mut’anın mubah olduğunu söyleyegelmişlerdir.

İlgili âyetteki “Ücretlerini veriniz” cümlesindeki ücretle, nikâhın bir gereği olan mehir kasdedilmiş olabileceği gibi, geçici olarak yararlanmanın yani müt’a nikahının gereği olan ücret de kasdedilmiş olabilir. Ancak Kur’ânı Kerim’de nikâhtan söz eden âyetlerde ücret kelimesi, mehir anlamında kullanılmaktadır. Burada da bu anlamda olması daha kuvvetlidir. Fakat mut’ayı kabul edenler, bu âyetteki ücreti, mut’a ücreti olarak tefsir ederler.

Şianın görüşü: Mut’ayı helâl sayan şia ulemâsı, görüşlerini şöyle savunurlar:

1- Aralarında Ubeyy ibn Kâ’b, Abdullah İbn Abbas ve Abdullah ibn Mes’ud’un bulunduğu sahâbilerden bir cemaat âyeti: “feme’stemta’tüm bihî minhünne ilâ ecelin müsemmâ -onlardan hangisiyle ‘belli bir vakte kadar’ mut’a yaptıysanız/faydalandıysanız-“ şeklinde okumuş, Sa’lebî’nin tefsirinde naklettiğine göre Habib ibn Sabit, İbn Abbas’ın kendisine verdiği Übeyy mushafında ayetin ilâve ile yazılı olduğunu görmüştür. Said ibn Cübeyr de ayeti bu ilâvesiyle okumuştur.

2- Hz. Ali’nin, “Ömer müt’ayı menetmeseydi, şaki’den başkası zina etmezdi” dediğini el-Hakem ibn Uyeyne rivayet etmiştir.

3- Câbir (r.a.) Rasûlullah, Ebû Bekir ve Ömer devrinde mut’a yaptıklarını söylemiştir.

4- Âyetteki “istimta’” kelimesiyle faydalanma ve cimâ kasdedilmiş olamaz. Çünkü böyle olsa, kadından faydalanmayan kimsenin hiç mehir vermemesi gerekir. Halbuki dühulden önce karısını boşayan, yarı mehir vermekle yükümlüdür. Eğer buradaki istimta’ ile sürekli nikâh kasdedilmiş olsa, o zaman âyetin hükmüne göre yalnız akid yapmakla bütün mehri ödemek gerekir. Çünkü “Onlara ücretlerini yani mehirlerini veriniz” buyurulmuştur. Oysa daimî nikâhta yalnız akid yapmakla mehrin tamamını vermek gerekmez. Dühul şarttır. Ancak müt’a nikahında mücerred akidle ücretin tamamını vermek vâcip olur.

5- Ayrıca Hz. Ömer’in “Rasûlullah devrinde hac ve kadın mut’ası vardı. Ben bunları men ediyorum ve bunları yapanı cezalandırıyorum” sözü de mut’anın, Rasûlullah devrinde helâl olduğunu gösterir.

6- Âyette mal ile ibtiğâ ve faydalandıktan sonra kadınların ücretlerinin verilmesi emrediliyor: Yani âyette mücerred mal ile ibtiğâ, birleşmeyi câiz kılıyor. Halbuki daimî nikâhta yalnız mal ile ibtiğâ birleşmeyi câiz kılmaz. Velî ve şâhitler de lâzımdır. Yalnız mal verince birleşmenin helâl olması, ancak mut’a nikâhındadır.

7- Eğer bu âyet ile daimî nikâh kasdedilmiş olsa, aynı sûrede nikâh hükmünün başka yerlerde tekrar edilmiş olması lâzım gelir. Çünkü sûrenin baş tarafında 3 ve 4’üncü âyetlerle asıl nikâh izah edilmiştir. Burada aynı şeyin tekrarına lüzum yoktur. Ama bu âyeti mut’aya hamledersek o zaman âyet yeni bir hüküm getirmiş olur, tekrar olmaz.

8- Mut’a nikâhının câiz olduğunda bütün ümmet ittifak etmiştir. İhtilâf, bunun neshedilip edilmediğindendir. Eğer bu hüküm neshedilmiş ise nesheden ya tevâtüren veya âhad yoluyla bilinir. Tevâtüren bilinmiş olsaydı Ali İbn Ebi Tâlib, Abdullah İbn Abbas ve İmran İbn el-Hasin gibi sahâbilerin, Muhammed (s.a.s.) dininden tevâtüren sâbit olmuş bir hükmü inkâr etmiş olmaları gerekirdi ve bu da onların küfrünü gerektirirdi ki bu, bâtıldır. Bu neshin âhad haberiyle sâbit olması da bâtıldır. Çünkü icmâ ile mubah olduğu sâbit olan bir hükmü, âhad haberi neshedemez. Zira icmâ kesinlik ifade eder. Halbuki âhad haber kesin değil, zannîdir, şüphelidir.

9- Rivâyetlerin çoğunluğu, Hz. Peygamber (s.a.s.)in mut’ayı ve evcil merkep etini yemeyi Hayber günü nehyettiğini söylüyor. Yine rivâyetlerin çoğuna göre Hz. Peygamber (s.a.s.), mut’ayı, Mekke’nin Fethinde, veya Vedâ haccında serbest bırakmıştır. Mekke’nin fethi ve Vedâ haccı, Hayber’den çok sonra olmuştur. Demek ki mut’anın, Hayber günü neshedildiği yolundaki haberler doğru değildir. Aksi takdirde nâsihin, mensuhtan önce vuku bulması gerekir. Nesih ve helâl kılmanın, birkaç kez vuku bulduğu yolundaki haberler de zayıftır. Mûteber kişiler, böyle bir şey söylememişlerdir. Bunu söyleyenler, bu rivâyetler arasındaki çelişkileri gidermeğe çalışanlardır.

Şi’anın delillerini böylece sıralayan Râzi, şu cevabı veriyor:

1) Mut’anın, önceleri mübah olduğunu inkar etmiyoruz. Ancak biz bunun neshedildiğini söylüyoruz. Bu ayet, müt’anın meşru’ olduğuna delil olsa bile bizim sözümüz çürümüş olmaz. Çünkü neshedilmiştir. Tutalım ki Übeyy ve Abdullah İbn Abbas kıraatleri doğrudur. Fakat bunlar, ancak mut’anın başlangıçta meşrû olduğunu gösterir. Buna zaten itirazımız yok. Mut’a meşrû idi, fakat neshedilmiştir. Kaldı ki bu rivâyetler âhad haberidir. Âhad haberiyle Kur’an sâbit olmaz.

2) “Mut’ayı nesheden hüküm, ya tevâtüren veya âhad haberiyle bilinir. Tevâtüren bilinmiş olsa, ashabdan bazılarının tevâtür yoluyla bilinen bir şeyi inkâr etmiş olmaları gerekir” şeklindeki delile karşılık da deriz ki: Bu sahâbiler, neshi işitmiş, sonra unutmuş olabilirler. Sonra Hz. Ömer (r.a.) bunu büyük bir topluluk içinde hatırlatınca onlar da hatırlamış ve onun doğru söylediğini anlayıp onu kabul etmişlerdir.

3) Hz.Ömer’in: “Mut’a Peygamber (s.a.s.) zamanında mubah idi, ben onu yasaklıyorum” mealindeki sözüne gelince: Eğer Ömer, bu sözüyle Peygamber’in mubah kıldığı bir şeyi kendisinin yasakladığını kasdetmişse hem kendisinin, hem de bu sözünden dolayı onunla savaşmayanların tekfîri gerekir. Dolayısıyla Emir’ul-mü’minin (İmam Ali’nin) de tekfîri gerekir. Bunların hepsi bâtıldır. O halde söylenecek tek şey kalıyor. Hz. Ömer’in kasdı şu idi: “Mut’a, Hz. Peygamber (s.a.s.) zamanında mubah idi; fakat ben Rasûlullah (s.a.s.)in bunu neshettiğini bildiğim için men ediyorum.”

Şiaya karşı delillerini böyle belirttikten sonra Râzî, âyetin son cümlesinin üzerinde şöyle diyor: Âyetin, nikâhın hükmünü beyan ettiğini söyleyenlere göre eğer mehir olarak belli bir miktar takdir edilmiş ise, anlaşma ile o takdir edilenin tamamını vermek, ya da düşürmekte bir günah yoktur. Buna göre âyette geçen“etterâdıy” karşılıklı olarak mehir üzerinde anlaşmadır. Fakat âyetin mut’a olduğunu söyleyenlere göre anlamı şudur: Mut’anın süresi dolunca artık erkeğin, kadın üzerinde bir hakkı kalmaz. Eğer erkek, kadının yanında daha fazla kalmak isterse de “sen süreye birkaç gün ilâve et, ben de ücretini arttırayım” derse kadın serbesttir. Dilerse bu teklifi kabul eder, dilerse reddeder. İşte “Haktan sonra karşılıklı anlaşmanızda sizin üzerinize bir günah yoktur.” cümlesi bunu ifade ediyor. Yani önce kestiğiniz ücret ve süreden sonra aranızda anlaşmanızda üzerinize bir günah yoktur. Şüphesiz Allah, her şeyi bilen, yerli yerince yapan, en güzel hüküm verendir. (Geniş bilgi için bkz. Fahruddin er-Râzî, Tefsîr-i Kebîr, [Mefâtihu’l-Gayb], Akçağ Y. c. 7, s. 501-510)

Râzî’nin verdiği cevaplar doyurucu değildir. Hz. Ali gibi büyük sahâbilerin, Peygamber’in dininden tevâtürle sâbit olmuş bir hükmü bildikten sonra unutmuş olmaları, Hz. Ömer’in hatırlatmasıyla hatırlamaları kabul edilecek bir izah tarzı olamaz. Öyle ise niçin Hz. Ali, “Ömer mut’ayı yasaklamasaydı, şakîden başkası zinâ etmezdi” demiş olsun? Abdullah İbn Abbâs, Câbir bin Abdullah gibi sahâbîler, neden hep mut’aya taraftar kalsınlar? Gerçek odur ki Peygamber döneminde, zorunlu hallerde, Araplarda uygulanagelen mut’a geleneğine müsâade edilmiş, fakat bu uygulama Hz. Ömer zamanında resmen yasaklanmıştır.

Ehl-i sünnet bilginleri mut’ayı haram saymakla beraber, mut’a yapana zinâ cezası uygulamazlar. Zira bunun gerçekten zinâ olup olmadığında onlara göre de şüphe vardır. Şüphe ise cezayı kaldırır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.): “Gücünüz yettiği kadar müslümanlardan cezaları kaldırınız. Eğer bir müslümana bir çıkar yol bulursanız onu serbest bırakınız. Çünkü imamın (devlet başkanının, yöneticinin) affetmede yanılması, ceza vermede yanılmasından daha iyidir.” (Tirmizî, Hudûd 2; Ebû Dâvud, Salât 114) buyurmuştur. Bu hadis, mümkün olduğu kadar cezadan kaçınmayı emrettiği gibi: Şüpheler karşısında cezaları kaldırınız!” (Tirmizî, Hudûd 2; Ebû Dâvud, Salât 114) mealindeki hadis de İslâm hukukunun temel kurallarındandır.

Mut’ayı reddetmelerine rağmen Sünnî âlimler, buna bazı kolaylıklar göstermişlerdir. Bunlar sâyesinde mut’a, başka bir biçimde yeniden ortaya çıkabilmiştir. Akit dışında konuşulmuş şeylerin veya koşulmuş şartların, akit üzerinde bir etkisi yoktur. Böylece İmam Şâfiî (el-Ümm 5/71), içinde gizlediği, bir yerde ikamet süresi veya birkaç gün için yapılan nikâhın geçerli olduğunu söylemiştir. Kişilerin içinde gizledikleri bu geçici evlenme düşüncesi, akit esnâsında söylenmedikçe nikâha zarar vermez. İmam Mâlik’in de mut’aya cevaz verir tarzda bir hükmüne rastlanmaktadır (Serahsî, el-Mebsût 5/152).

Eski zamanlarda olduğu gibi, son zamanlarda da Mekke’de sünnîler arasında geçici evlenmeler yapılmıştır. Yalnız evlenme akdinde bundan söz edilmez, çünkü süreden söz edilince akit geçersiz olur. Nikâhın kıyılmasından sonra erkek, boşama sözlerini söyler ve zaman şartı bunun içinde bulunur (yani, meselâ “üç gün sonra benden boşsun” gibi). Bu tür anlaşmalara genellikle uyulmaktadır. Burada Şâfiî’ce daha önce sözü edilen şer’î hilede istifâde edilebilir (İslâm Ansiklopedisi, 8/848-851). (5)

 

 

 

Kur'ân-ı Kerim'de Nikâh Kavramı

Kur’ân-ı Kerim’de "nikâh" kelimesi, türevleriyle birlikte 23 yerde geçer. Karı-koca -eş-anlamındaki "zevc-zevce" kelimeleri ise Kur'an'da 81 yerde geçer. Bütün bunlar, Kur'an'ın nikâha, aile hayatına verdiği önemi gösterir. Nice konuları kısaca izah eden, bazı farz ve haramları bir-iki âyetle belirten Kur'an, aile hayatı, geçim, eşlerin birbirine ve çocuklarına karşı haklarını, görevlerini, birbirleriyle ilişkilerini uzun uzun ele almış ve yuvanın huzuru için gerekli prensipleri tafsilâtlı şekilde açıklamıştır.

Kur'an nikâh/evlenme tâbirini, erkek ve dişi olarak yaratılan insan türünün aralarındaki âhenk ve uygunluğu açıklamak için kullanmaktadır. Zira evlilikte huzur havası, karşılıklı sevgi ve merhametin gelişme ortamı mevcuttur. Kur'an, aile hayatının huzur ve sükûnet ortamı için gerekli olduğunu, kadınla erkek arasında Allah’ın sevgi bağları oluşturmasında büyük hikmetler olduğunu vurgular: “Kaynaşmanız (sükûnete ve tatmine ermeniz) için size kendi (cinsi)nizden eşler yaratıp da aranızda sevgi ve merhamet kılması da O’nun âyetlerinden, (varlığı ve birliğinin) delillerindendir. Doğrusu bunda, iyi düşünen bir kavim için âyetler/ibretler vardır.” (30/Rûm, 21)

Evlilik fıtrattır. Evlenmeyen erkek veya kadın elbisesiz, yani çıplak sayılır (2/Bakara, 187). Erkeklerin kadınlar üzerinde hakları olduğu gibi, kadınların da erkekler üzerinde belli hakları vardır (2/Bakara, 228). Kur’an, erkeklere hanımlarıyla iyi geçinmelerini emreder. Eşlerinden hoşlanmamış olsalar bile, mümkün ki hoşa gitmeyen şeyde Allah’ın birçok hayır takdir etmiş olabileceğini hatırlatır (4/Nisâ, 19). Evlenmeyi tavsiye eden Kur’an (4/Nisâ, 3), bekârları evlendirmeyi de (başta yöneticiler, bekârların velîleri ve diğer müslümanlar üzerine) görev olarak belirtir. Eğer bunlar fakir iseler, Allah’ın onları kendi lutfu ile zenginleştireceğini müjdeler (24/Nûr, 32).

Yaratılıştan gelen kıskançlık duygusuna rağmen Kur’an, erkeklere birden fazla kadınla evlenme izni verir (4/Nisâ, 3). Bu izin, öteden beri, daha çok gayrı müslimlerce ve İslâm düşmanlarınca, tenkit ve itiraza konu edilmiştir. Ancak, İslâm’ın bu iznini, diğer tâlimatları ve hayatın değişen şartları içinde ele almak gereklidir. İslâm’a göre zinâ kesin olarak haramdır. Bu büyük kötülük olan zinâya giden yolları tıkamak gerekir. Erkeğin güçlü ve yeterli, kadının ise zayıf ve isteksiz olması veya doğurgan olmaması halinde, savaş vb. sebeplerle erkeklerin azalması ve kadınların çoğalması gibi durumlarda erkeğin bir’den fazla kadınla evlenmesi zarûrî olabilir. Böyle durumlarda erkeğin bir’den fazla kadınla evlenmesi, bir emir değil; bir izindir. İkinci, üçüncü veya dördüncü eş olacak hanım da buna mecbur değildir. Ayrıca, bu izin kayıtsız şartsız olmayıp adâlet şartına bağlanmış, buna riâyet edemeyeceğinden korkanlara bir kadınla yetinmeleri emredilmiştir. Bütün bu kayıtlar ve şartlar bir arada düşünüldüğü zaman, İslâm’ın bu iznini, zaman içinde değişen şartlara ayak uydurma bakımından en müsâit yol olduğu açıkça anlaşılacaktır. Din, câhiliye döneminde ve o günkü dünyada üst sınırı olmayan çok evlenmeye bir ölçü getirmiş, en çok dörtle sınırlandırmıştır. Ayrıca, metres hayatı gibi çirkinliklere geçit vermemek için bazı gereklilikler varsa, evlenecek kadının şerefi ve geçimini temin etme yükümlülüğünü, masraflarının üstünden kalkabilecek ve de eşleri arasında adâlete riâyet edebilecek erkeğe yüklemiştir.

“...Onlar (Kadınlar) sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbisesiniz..." (2/Bakara, 187)

"İman etmedikçe müşrik/putperest kadınlarla nikâhlanmayın/evlenmeyin. Beğenseniz bile, müşrik bir kadından, imanlı bir câriye kesinlikle daha hayırlıdır/iyidir. İman etmedikçe müşrik/putperest erkekleri de (kızlarınızla) nikâhlamayın/evlendirmeyin. Beğenseniz bile, müşrik bir kişiden mü'min bir köle kesinlikle daha hayırlıdır. Onlar (müşrikler) cehenneme çağırır. Allah ise, izni (ve yardımı) ile cennete ve mağfirete çağırır. Allah, düşünüp anlasınlar diye âyetlerini insanlara açıklar." (2/Bakara, 221)

“Kadınlarınız sizin için bir tarladır. Tarlanıza nasıl dilerseniz öyle varın. Kendinizi (temasa) önceden (iyi davranışlarla) hazırlayın. Her davranışınızda Allah’tan korkun. Bilin ki siz O’na mülâkî olacaksınız. Mü’minleri müjdele!” (2/Bakara, 223)

"Erkeklerin kadınlar üzerinde hakları olduğu gibi, kadınların da erkekler üzerinde belli hakları vardır." (2/Bakara, 228)

“Kadınlardan, oğullardan, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşten, salma atlardan, sağmal hayvanlardan ve ekinlerden gelen zevklere düşkünlük ve bağlılık insanlar için bezenip süslendi. Bunlar, dünya hayatının metâıdır. Nihâyet varılacak güzel yer, Allah’ın huzûrudur.” (3/Âl-i İmrân, 14)

“Eğer (kendileriyle evlendiğiniz takdirde) yetimlerin haklarına riâyet edememekten korkarsanız, beğendiğiniz (veya size helâl olan) kadınlardan ikişer, üçer, dörder nikâhlayın. Adâletsizlik/haksızlık yapmaktan korkarsanız, bir tane alın; yahut da sahip olduğunuz (câriyele) ile yetinin. Bu adâletten ayrılmamanız için en uygun olanıdır.” (4/Nisâ, 3)

“(Evlendiğiniz) Kadınlara mehirlerini gönül rızâsı ile (cömertçe) verin; eğer gönül hoşluğu ile o mehrin bir kısmını size bağışlarlarsa onu da âfiyetle yiyin.” (4/Nisâ, 4)

"Kadınlarınızla iyi geçinin. Eğer kendilerinden hoşlanmazsanız, olabilir ki, bir şey sizin hoşunuza gitmez de Allah onda birçok hayır takdir etmiş olur." (4/Nisâ, 19)

“Eğer bir eşi bırakıp da yerine başka bir eş almak isterseniz, onlardan birine kantar kantar, yüklerle mehir vermiş olsanız dahi, hiçbir şeyi geri almayın. Siz iftira ederek ve apaçık günah işleyerek onu geri alır mısınız? Vaktiyle siz birbirinizle haşir-neşir olduğunuz ve onlar sizden sağlam bir teminat almış olduğu halde onu nasıl geri alırsınız?” (4/Nisâ, 20-21)

"Geçmişte olanlar bir yana, babalarınızın evlendiğei kadınlarla evlenmeyin; çünkü bu bir hayâsızlıktır, iğrenç bir şeydir ve kötü bir yoldur. Sizlere, analarınız, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz kardeşlerinizin kızları, kız kardeşlerinizin kızları, sizi emziren süt anneleriniz, süt kardeşleriniz, karılarınızın anneleri, kendileriyle gerdeğe girdiğiniz kadınlarınızın yanında kalan üvey kızlarınız -ki onlarla gerdeğe girmemişseniz size bu engel yoktur-, öz oğullarınızın eşleri ve iki kız kardeş bu arada olmak suretiyle evlenmek size haram kılındı. Geçmişte olanlar geçmiştir. Doğrusu Allah bağışlar ve merhamet eder. (Harp esiri olarak sahip olduğunuz) câriyeler müstesnâ, evli kadınlarla evlenmeniz de size haram kılındı. Allah’ın size emri budur. Bunlardan başkasını, nâmuslu ve zinâ etmemek üzere mallarınızla (mehirlerini vererek) istemeniz size helâl kılındı. Onlardan faydalanmanıza karşılık kararlaştırılmış olan mehirlerini verin. Mehir kesiminden sonra (bir miktar kesinti için) karşılıklı anlaşmanızda size günah yoktur. Şüphesiz Allah ilim ve hikmet sahibidir." (4/Nisâ, 22-24)

İçinizden, imanlı hür kadınlarla evlenmeye gücü yetmeyen kimse, ellerinizin altında bulunan imanlı genç kızlarınız (sayılan) câriyelerinizden alsın. Allah sizin imanınızı daha iyi bilmektedir. Hep aynı köktensiniz (insanlık bakımından aranızda fark yoktur). Öyle ise iffetli yaşamaları şartıyla sahiplerinin izni ile onları (câriyeleri) nikâhlayıp alın, mehirlerini de normal miktarda verin. Evlendikten sonra bir fuhuş yaparlarsa onlara, hür kadınların cezâsının yarısı (uygulanır). Bu (câriye ile evlenme izni), içinizden günaha düşmekten korkanlar içindir. Sabretmeniz ise siz in için daha hayırlıdır. Allah çok bağışlayan ve merhamet edendir.” (4/Nisâ, 25)

“Allah’ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve erkekler mallarından harcama yaptıkları için erkekler kavvâmdır/kadınların yöneticisi ve koruyucusudur. Onun için sâliha kadınlar itaatkârdır, Allah’ın kendilerini korumasına karşılık gizliyi (kimse görmese de nâmuslarını) koruyucudurlar. Baş kaldırmasından (nüşûz) endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarında yalnız bırakın ve (bunlarla yola gelmezlerse) dövün. Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir, büyüktür.” (4/Nisâ, 34) (Erkeklerin maddî ve mânevî durumları ile ve özellikle ekonomik rolleri, onların âile reisi -sorumlu yönetici- olmalarını tabiî kılmıştır. Aile küçük bir toplumdur; toplum düzenle yaşar. Düzen ise, bir reisi, bir idâreciyi zarûri kılar. İslâm’da devlet başkanından âile reisine kadar her idâreci, İlâhî tâlimata göre hareket etmek, İslâmî kurallara göre ve istişâre ile yönetmek mecbûriyetindedir. Şu halde onlara itaat, bu tâlimata itaat demektir. İdâre eden veya edilen bu tâlimatın dışına çıkar, meşrû kurallara itaatsizlik ederse yaptırım uygulanır. Burada bahis konusu olan, zevcenin itaatsizliğidir. Çare olarak önce öğüt vermek, sonra yatak boykotu ve daha sonra da dövme tavsiye edilmiştir. Kur’an’ı bize tebliğ eden Hz. Peygamber (s.a.s.) hiçbir zaman kadın dövmediği gibi “kadını eşek döver gibi dövüp de günün sonunda onu koynunuza alıp yatmanız olacak şey midir?” buyurarak ümmetini uyarmıştır. Ayrıca bu yaptırım kullanıldığı takdirde, kadının canını yakmayacak ve vücudunda iz bırakmayacak şekilde misvak, kurşun kalem gibi bir cisimle vurmak şeklinde -ki, acı vermekten çok, psikolojik ceza unsuru olarak- uygulamak gerektiğini de ifade buyurmuştur. Şu halde bu dövme yaptırımı, ahlâksız bazı kadınlar için en son çare olarak başvurulacak zarûrî bir yol olup, kayıtlara ve şartlara bağlıdır. Ayrıca kadının da kocasından şikâyetçi olması halinde hakem ve hâkime başvurma, hakkını arama imkânı vardır.)

“Eğer karı kocanın aralarının açılmasından korkarsanız, erkeğin âilesinden bir hakem ve kadının âilesinden bir hakem gönderin. Bunlar barıştırmak isterlerse Allah aralarını bulur. Şüphesiz Allah her şeyi bilen, her şeyden haberdar olandır.” (4/Nisâ, 35)

“Senden kadınlar hakkında fetvâ istiyorlar. De ki: ‘Onlara âit hükmü size Allah açıklıyor: Kitab’da, kendileri için yazılmışı (mirası) vermeyip nikâhlamak istediğiniz yetim kadınlar hakkında, çaresiz çocuklar ve yetimlerin işleriyle meşgul olmanız hakkında adâleti yerine getirmeniz için size okunan âyetler (Allah’ın hükmünü apaçık ortaya koymaktadır). Hayırdan ne yaparsanız şüphesiz Allah onu bilmektedir.” (4/Nisâ, 127)

“Eğer bir kadın, kocasının geçimsizliğinden, yahut kendisinden yüz çevirmesinden endişe ederse, aralarında bir sulh yapmalarında, onlara günah yoktur. Sulh (daima) hayırlıdır. Zaten nefislerde kıskançlık hazırdır. Eğer iyi geçinir ve Allah’tan korkarsanız şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (4/Nisâ, 128)

“Üzerine düşüp uğraşsanız da, kadınlar arasında âdil davranmaya güç yetiremezsiniz; bâri birisine tamamen kapılıp da diğerini askıya alınmış gibi bırakmayın. Eğer arayı düzeltir, günahtan sakınırsanız Allah şüphesiz çok bağışlayan ve merhamet edendir.” (4/Nisâ, 129)

“Eğer (eşler) birbirinden ayrılırsa Allah, bol nimetinden her birini zenginleştirir (diğerine muhtaç olmaktan kurtarır); Allah’ın lütfu geniş, hikmeti büyüktür.” (4/Nisâ, 130) (Bütün tedbirlere rağmen evlilik yürümüyorsa, ev cehenneme dönmüşse, yoksulluk ve çâresizliğe düşme korkusu ile bu cehenneme katlanmak gerekmez; Allah nice kapılar açar.)

“Sizi bir tek nefisten yaratan, gönlü ısınsın diye ondan da eşini (Havvâ’yı) yaratan O’dur. Eşini sarıp örtünce (onunla birleşince) hafif bir yük yüklendi (hâmile kaldı). Onu bir müddet taşıdı. Hâmileliği ağırlaşınca, Rableri Allah’a: ‘Andolsun bize kusursuz bir çocuk verirsen muhakkak şükredenlerden olacağız’ diye duâ ettiler.” (7/A’râf, 189)

“Zinâ eden erkek, zinâ eden veya müşrik bir kadından başkası ile evlenemez; zinâ eden kadınla da ancak zinâ eden veya müşrik olan erkek evlenebilir. Bu, mü’minlere haram kılınmıştır.” (24/Nûr, 3)

“Kötü kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler de kötü kadınlara; temiz kadınlar temiz erkeklere, temiz erkekler de temiz kadınlara yaraşır...” (24/Nûr, 26)

"Aranızdaki bekârları, kölelerinizden ve câriyelerinizden sâlih (iyi davranışlı) olanları evlendirin. Eğer bunlar fakir iseler, Allah onları kendi lutfu ile zenginleştirir. Allah (lutfu) geniş olan ve (her şeyi) bilendir.” (24/Nûr, 32)

“Evlenme imkânı bulamayanlar ise, Allah lutfu ile kendilerini varlıklı kılıncaya kadtar iffetlerini korusunlar...” (24/Nûr; 33)

“(Şuayb’ın) İki kızından biri, ‘Babacığım, onu ücretle (çoban) tut. Çünkü o ücretle çalıştırabileceğin en iyi kimse, bu güçlü ve güvenilir adamdır’ dedi. (Şuayb) dedi ki: ‘Bana sekiz yıl çalışmana karşılık şu iki kızımdan birini sana nikâhlamak istiyorum. Eğer on yıla tamamlarsan, artık o kendinden; yoksa sana ağırlık vermek istemem. İnşâallah beni iyi kimselerden bulacaksın.’ Mûsâ şöyle cevap verdi: ‘Bu, seninle benim aramdadır. Bu iki süreden hangisini doldurursam doldurayım, demek ki bana karşı husûmet yok. Söylediklerimize Allah vekîldir.” (28/Kasas, 26-28)

“Kaynaşmanız (sükûnete ve tatmine ermeniz) için size kendi (cinsi)nizden eşler yaratıp da aranızda sevgi ve merhamet kılması da O’nun âyetlerinden, (varlığı ve birliğinin) delillerindendir. Doğrusu bunda, iyi düşünen bir kavim için âyetler/ibretler vardır.” (30/Rûm, 21)

“Ey Peygamber! Ücretlerini (mehirlerini) verdiğin hanımlarını, Allah’ın sana ganîmet olarak verdiği ve elinin altında bulunan (câriye)leri, seninle beraber hicret eden amca kızlarını, hala kızlarını, dayı ve teyze kızlarını sana helâl kıldık. Bir de kendisini (mehirsiz) olarak Peygamber’e hibe eden ve Peygamber’in de kendisini almayı dilediği mü’mine kadını, diğer mü’minlere değil; sırf sana mahsus olmak üzere (helâl kıldık). Biz hanımları ve ellerinin altında bulunan (câriyeleri) hakkında mü’minlere neyi farz kıldığımızı bildirdik (onların bu hususta ne yapması lâzım geldiğini açıkladık) ki, sana bir zorluk olmasın. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” (33/Ahzâb, 50)

“Peygamber, mü’minlere kendi canlarından üstündür. Eşleri, onların analarıdır...” (33/Ahzâb, 6)

“...Sizin Allah’ın Rasûlünü üzmeni ve kendisinden sonra onun hanımlarını nikâhlamanız asla câiz olamaz.. Çünkü bu, Allah katında büyük (bir günah)tır.” (33/Ahzâb, 53)

“Ey iman edenler! Mü’min kadınlar hicret ederek size geldiği zaman, onları imtihan edin. Allah onların imanlarını daha iyi bilir. Eğer siz de onların mü’min kadınlar olduklarını öğrenirseniz onları kâfirlere geri döndürmeyin. Bunlar onlara helâl değildir. Onlar da bunlara helâl olmazlar. Onların (kocalarının) sarfettiklerini (mehirleri) geri verin. Mehirlerini kendilerine verdiğiniz zaman onlarla evlenmenizde size bir günah yoktur. Kâfir kadınları nikâhınızda tutmayın, sarfettiğinizi isteyin. Onlar da sarfettiklerini istesinler. Allah’ın hükmü budur. Aranızda O hükmeder. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (60/Mümtehıne, 10)

“Ey iman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olanlar da vardır. Onlardan sakının. Ama affeder, kusurlarını başlarına kakmaz, hoşgörür ve bağışlarsanız, bilin ki, Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” (64/Teğâbün, 14)

“Allah, inkâr edenlere, Nûh’un karısı ile Lût’un karısını misâl verdi. Bu ikisi, kullarımızdan iki sâlih kişinin nikâhında iken onlara hâinlik ettiler. Kocaları Allah’tan gelen hiçbir şeyi onlardan savamadı. Onlara ‘Haydi, ateşe girenlerle beraber siz de girin’ denildi. Allah, iman edenlere de Fir’avn’un karısını misâl gösterdi. O, ‘Rabbim! Bana katında, cennette bir ev yap; beni Fir’avn’dan ve onun işinde çalışmaktan koru ve beni zâlimler topluluğundan kurtar!’ demişti. Irzını korumuş olan, İmran kızı Meryem’i de Allah örnek gösterdi. Biz, ona rûhumuzdan üfledik ve Rabbinin sözlerini ve kitaplarını tasdik etti. O gönülden itaat edenlerdendi.” (66/Tahrîm, 10-12). (Âyetlerde bahsedilenlerden Hz. Nûh’un karısı, kocasına inanmadığı ve Allah’a iman etmediği gibi kavmine kocasının mecnun olduğunu söylerdi. Hz. Lût’un karısı da, kâfirdi ve kocasına gelen erkek misafirleri, gece ateş yakarak, gündüz de duman çıkararak haber verirdi. İkisi de lâyık oldukları cezâya çarptırıldılar. Firavun’un karısı Âsiye, Allah’a ve Hz. Mûsâ’ya iman etmişti. Bundan dolayı kocası Firavun, onu ellerinden ve ayaklarından dört kazığa bağlamış, göğsüne kocaman bir taş koymuş, öylece yakıcı güneşe bırakmıştı. İşkence ânında, zikredilen duâyı yaparken rûhu kabzedilmiştir.)

 

 

 

 

Hadis-i Şeriflerde Nikâh

"Evlilik külfetinin altından kalkabileceğine güvenenleriniz evlensin. Çünkü evlilik, gözü ve cinsel arzuları haramdan korur. Aksi halde korunmak için oruç tutsun." (Buhâri, Savm 10)

“Kadın dört özelliği için nikâhlanır: Malı için, nesebi (soyu) için, güzelliği için, dini için. Sen dindarı seç de huzur bul/mutlu ol.” (Buhârî, Nikâh 15; Müslim, Radâ 14, 53, Ebû Dâvud, Nikâh 2; Nesâî, Nikâh 13; İbn Mâce, Nikâh 6; Dârimî, Nikâh 4; Muvattâ, Nikâh 21; Ahmed bin Hanbel, II/428)

"Kadınlarla güzellikleri dolayısıyla evlenmeyin; olabilir ki, güzellikleri onları kötülüğe sevkeder. Malları dolayısıyla da evlenmeyin; olabilir ki malları da onları size karşı isyâna sevkeder. Fakat onlarla dinleri dolayısıyla evlenin. Dindar olan siyahi bir câriye, diğerlerinden üstündür" (İbn Mâce, I/572)

"Nikâh, benim sünnetimdir. Sünnetimi yapmayan benden değildir. Evlenin, çocuk sahibi olun; ben kıyâmet gününde ümmetimin çokluğu ile iftihar edeceğim." (İbn Mâce, Nikâh 1; Ahmed bin Hanbel, II/72)

"Ey gençler topluluğu! Sizden kimin evlilik yükümlülüklerine gücü yeterse evlensin. Çünkü evlilik gözü daha çok (harama bakmaktan) korur ve iffeti daha fazla muhâfaza eder. Kimin evlenmeğe gücü yetmezse, oruca devam etsin. Çünkü oruç onun için bir kalkandır." (Buhârî, Savm 10, Nikâh, 2, 3; Müslim, Nikâh, 1, 3; Ebû Dâvud, 1; Tirmizî, Nikâh, 1; Nesâî, Sıyâm, 43, Nikâh, 3; İbn Mâce, Nikâh, 1; Dârimî, Nikâh, 2; Ahmed bin Hanbel, I/378, 424, 425).

“Kadını olmayan erkek miskindir/fakirdir!” Yanındakiler: “Çokça malı olsa da mı?” dediler. Rasûlullah: “Evet, çokça malı olsa da!” buyurdu. Sözlerine devamla: “Kocası olmayan kadın da miskînedir, miskînedir/fakirdir” buyurdular. Yanındakiler: “Çokça malı olsa da mı?” dediler. Peygamberimiz: “Evet kadının çok malı olsa da!” buyurdu. (Kütüb-i Sitte, 15/515)

"Üç kişiye yardım etmek, Allah'ın üzerine borçtur: Nâmuslu kalmak için evlenen, efendisine söz verdiği parayı ödemek isteyen mükâteb (anlaşmalı köle), Allah yolunda çarpışan gâzî." (Tirmizî, Fedâilu'l-Cihad 20; Nesâî, Nikâh 5, Cihad 12; İbn Mâce, Itk 3; Ahmed bin Hanbel, II/251, 437)

"Sizden birinizin evliliğinde sadaka sevabı vardır." (Müslim, Zekât 52; Ebû Dâvud, Tatavvû' 12, Edeb, 160; Ahmed bin Hanbel, V/167, 168)

“Bir mü’min erkek, bir mü’min kadına buğzetmesin. Çünkü onun bir huyunu beğenmezse başka bir huyunu beğenir.” (Müslim, Radâ’ 61, hadis no: 1469; Müsned II, 329)

"Sizin en hayırlınız, kadınlarına karşı en hayırlı olanlarınızdır." "Kadınlarınıza karşı hayırlı olmayı birbirinize tavsiye edin." (Müslim, Radâ 62; Tirmizî, Radâ 11)

"Kadınlarınız konusunda Allah'tan korkun. Çünkü siz onları Allah'tan emanet olarak aldınız." (Ebu Dâvud, Menâsik 56; İbn Mâce, Menâsik 84)

“Sizin hayırlınız, kadınlarına hayırlı olan (iyi davranan)dır.” (Müslim, Birr 149)

"Sizin en hayırlınız, ehline karşı en iyi davrananızdır. Ben âileme en iyi olanınızım." (Kütüb-i Sitte, c. 17, s. 214)

"Mü'minlerin iman bakımından en kâmil/olgun olanı; ahlâkı güzel olan ve âilesine nâzik davranandır." (Nesâî, Işretu'n-Nisâ, 229; Tirmizî, İman hadis no: 2612)

“Kadınlara ancak kerîm olanlar ikrâm ederler (değerli olanlar değer verirler); onlara kötülük edenler ise leîm (kötü) kişilerdir.” (İbn Mâce, Edeb 3; Ebû Dâvud, Edeb 6, Rikak 22, İ’tisâm 3; Müslim, Akdiye 11)

"... Erkek, ailede yöneticidir ve yönetiminden sorumludur. Kadın da kocasının evinde yöneticidir ve elinin altındakilerden sorumludur." (Buhârî, Cum'a 11; Müslim, İmâret 20)

“En güzel dünya nimeti, insanın sahip olabileceği nimetlerin en hayırlısı: Zikreden dil, şükreden kalp ve insanın iman doğrultusunda (müslümanca) yaşamasına yardımcı olan kadındır.” (Tirmizî, Birr 13)

"Bir velî ve iki adâletli şâhit olmadıkça nikâh olmaz." (Ebû Dâvud, Nikâh, 19; Dârimî, Nikâh, 11)

"Şâhitler bulunmadıkça nikâh olmaz." (Buhârî, Şehâdât 8)

"Allah'a yemin olsun ki ben sizin Allah'tan en çok korkanınız ve O'ndan en fazla sakınanızım; fakat zaman zaman oruç tutar ve iftar ederim; namaz kılar ve uzanıp yatarak istirahatte bulunurum; kadınlarla da evlenirim. Benim sünnetimden yüz çeviren benden (benim ümmetimden) değildir" (Buhârî, Nikâh, 1; Müslim, Sıyâm 74, 79).

Üç kişi Allah Elçisinin eşlerine onun gece ibadetini sormuşlar; belki azımsayarak birincisi "Sürekli gece namazı kılmaya", ikincisi "sürekli oruç tutmaya", üçüncüsü de "kadınlardan sürekli ayrı kalmaya ve hiç evlenmemeye" karar verir. Bunu işiten Hz. Peygamber şöyle buyurur: "Bazı kimselere ne oluyor ki şöyle şöyle demişler. Fakat ben hem namaz kılıyorum, hem uyuyorum; oruç tutuyorum, tutmadığım da oluyor; kadınlarla da evleniyorum. Kim benim sünnetimi terkederse, o benden değildir" (Müslim, Nikâh, 5; Nesâî, Nikâh, 4; Dârimî, Nikâh, 3; Ahmed b. Hanbel, II/158, III/341, 359, V/409)

“Mümin, Allah korkusundan ve O'na itaatten sonra, iyi bir kadından yararlandığı kadar hiçbir şeyden yararlanmamıştır. Çünkü ona emretse sözünü dinler, yüzüne baksa kendisini sevindirir, üzerine yemin etse, yeminini doğru çıkarır, başka tarafa gitse, kendisinin bulunmadığı sırada namusunu ve malını korur.” (İbn Mâce, Nikâh, 5)

“Dünya bir metâ’dır/geçimdir. Dünya metâının en hayırlısı sâliha bir kadındır.” (Müslim, Radâ 64, hadis no: 1467; Nesâî, Nikâh 15)

 

“Kadın, beş vakit namazını kılar, bir aylık orucunu tutar, nâmusunu korur ve kocasına itaat ederse ona: ‘Hangi kapıdan dilersen oradan cennete gir’ denilir.” (Ahmed bin Hanbel, I/191)

Hz. Peygamber, Vedâ Hutbesinde şöyle buyurmuştur: “Kadınlar hakkında Allah’tan korkunuz. Çünkü siz onları Allah’ın emâneti diye aldınız. Allah’ın sözü uyarınca ırzlarını kendinize helâl kıldınız. Onların, sizin yataklarınıza bir adamı almamaları ve iffetlerini korumaları, sizin onlar üzerindeki haklarınızdandır. Eğer böyle bir şey yaparlarsa hafifçe onları dövünüz. Sizin de onların geçimlerini ve giyimlerini sağlamanız, onların sizin üzerinizdeki haklarındandır.” (Müslim, Hac 147, 194; Tirmizî, Fiten 2, Tefsir 2)

“Sizin dünyanızdan bana üç şey sevdirildi: Güzel koku, kadın ve gözümün bebeği kılınan namaz.” (Müslim, Talâk 31, 34)

“Bana, (dünyanızdan) koku ve kadın sevdirildi. Gözümün nûru ise namazda kılındı.” (Nesâî, İşretu’n-Nisâ 1)

"Sizden birinizin evliliğinde sadaka sevabı vardır" (Müslim, Zekât 52; Ebû Dâvud, Tatavvû' 12, Edeb, 160; Ahmed bin Hanbel, V/167, 168)

“Sizden biri, hangi düşünceyle hanımını köle döver gibi dövmeye tevessül eder? Akşam olunca aynı yatakta beraber yatmayacaklar mı?” (Buhârî, Tefsîr Şems 1, Enbiyâ 17, Nikâh 93, Edeb 43; Müslim, Cennet 49, hadis no: 2855; İbn Mâce, Nikâh 512; Tirmizî, Tefsîr 3340)

"Allah'a isyanı emreden kişiye itaat olunmaz." (Buhari, Ahkâm 4; Müslim, Cihad 40)

"Bâkire kızla, (evlendirilmezden önce) babası müşâvere etmelidir." (Ebû Dâvud, Nikâh 24, 25)

"Dul kadın hakkında velinin yapabileceği bir iş yoktur" (Ebû Dâvud, Nikâh, 25; Ahmed bin Hanbel, I/334).

"Bâkire kız, kendisi hakkında velisinden daha fazla hak sahibidir" (Ebû Dâvud” Nikâh, 25; Tirmizî, Nikâh, 18; İbn Mâce, Nikâh, 11; Dârimî, Nikâh,13).

"Dul kadın kendisiyle istişâre edilmeden evlendirilmemeli, bâkire kız da izni alınmadan nikâhlanmamalıdır." (Buhârî, İkrâh 3; Müslim, Nikâh 64)

“Herhangi bir kadın, velîsinin izni olmadan evlenirse, onun nikâhı bâtıldır, bâtıldır, bâtıldır." (Ebû Dâvud, Nikâh 19; Tirmizî, Nikâh 14; Dârimî, Nikâh 11; Ahmed bin Hanbel, VI/166)

"Kadın kadını evlendiremez, kadın bizzat kendisini de evlendiremez." (İbn Mâce, Nikâh 15)

"Nikâh ancak velî ile olur" (Buhârî, Nikâh 36; Ebû Dâvud, Nikâh 19; Tirmizî, Nikâh, 14)

Ukbe b. Âmir (r.a)'den rivayete göre, Hz. Peygamber bir adama "Seni filanca kadınla evlendirmeme râzı mısın?" diye sordu. Adam "Evet" dedi. Kadına da "Seni filanca erkekle evlendirmeme râzı mısın?" diye sordu. Kadın da; "Evet" deyince, onları birbiri ile evlendirdi (Ebû Dâvud, Nikâh 31).

"Rasûlullah (s.a.s.), kızın arzusu hilâfına, babası tarafından gerçekleştirilen bazı nikâhları, şikâyet üzerine, iptal etmiştir." (Buhârî, İkrâh 4)

"Çocuk büluğa erince babası onu evlendirsin; aksi halde çocuk günah işleyebilir, onun bu günahı babaya da ait olur." (İbn Kayyim el-Cevziyye, s. 159)

İmam Mâlik’e ulaştığına göre, Hz. Ali (r.a.): “Karı-kocanın arasının açılmasından endişelenirseniz, erkeğin âilesinden bir hakem ve kadının âilesinden bir hakem gönderin, bunlar düzeltmek isterlerse, Allah onların aralarını buldurur.” (Nisâ, 35) âyetinde temas edilen iki hakem hakkında “karı-kocanın ayrılma veya birleşme kararları, bu iki hakemin vereceği hükme kalmıştır” diye beyanda bulunmuştur. (Muvattâ, Talâk 72 -2, 584-)

“Kadınlara hayırhah olun, onlara karşı hayır tavsiye ediyorum... Onlara hayırlı şekilde davranın.” (Buhârî, Nikâh 79, Enbiyâ 1, Edeb 31, 85, Rikak 23; Müslim, Radâ 65, hadis no: 1468; Tirmizî, Talâk 12)

“Kadınlara karşı hayır tavsiye ediyorum. Çünkü onlar sizin yanınızda avândır/esirler gibidir. Onlara iyi davranmaktan başka bir hakkınız yok, yeter ki onlar açık bir fâhişe/çirkinlik işlemesinler. Eğer işlerlerse yatakta yalnız bırakın ve şiddetli olmayacak şekilde dövün. Size itaat ederlerse haklarında aşırı gitmeye bahane aramayın. Bilesiniz ki, kadınlarınız üzerinde hakkınız var, kadınlarınızın da sizin üzerinizde hakkı var. Onlar üzerindeki hakkınız, yatağınızı istemediklerinize çiğnetmemeleridir. İstemediklerinizi evlerinize almamalarıdır. Bilesiniz ki, onların sizin üzerinizdeki hakları, onlara giyecek ve yiyeceklerinde iyi davranmanızdır.” (Tirmizî, Tefsîr Tevbe, 3087)

Rasûlullah’a soruldu: “Ey Allah’ın Rasûlü!, bizden her biri üzerinde, zevcesinin hakkı nedir?” “Kendin yiyince ona da yedirmen, giydiğin zaman ona da giydirmen, yüzüne vurmaman, takbîh etmemen, evin içi hâriç onu terketmemen.” (Ebû Dâvud, Nikâh 42, hadis no: 2142-2144; İbn Mâce, Nikâh 3)

Peygamber Efendimiz, nikâhın mescidde ilân edilmesini istemiştir (Tirmizî, Nikâh 6). Merâsimlerin orada yapılmasını özellikle tavsiye etmiştir.

 

 

 

Cennet Bahçesi veya Cehennem Çukuru: Âile Hayatı

Aile; Bireyden Cemaate, Düzensizlikten Nizama, Günahlardan İbadete Geçiş: Aile, kişinin kendilerinden sorumlu olduğu eşi, varsa çocukları, ev halkı, yani yakın akrabalardan oluşan insan toplumudur. Müslüman için aile, bir sosyal müessese olduğu gibi, aynı zamanda İslâmî bir kurumdur. Nikâh, iki müslümanın İslâmî kurallar çerçevesinde bir araya gelmesidir. Aile, erkeğin eksiklerinin kadınla; kadının eksiklerinin de erkekle tamamlandığı, birbirlerinin ihtiyaçlarının temin edildiği, iki cinsi kaynaştıran bir kurumdur. Aile, erkek ve kadını asil bir duygu ve heyecanla birleştiren, bedeni sükûna, ruhu huzura erdiren bir müessesedir. Aile, toplum eğitimi yaptırarak, kişiyi toplum hayatına hazırlayan sevgi, saygı, şefkat, fedakârlık ve birlik ocağıdır. Aile yuvası okuldur, mesciddir; huzur evi ve çocuk yuvasıdır. Hammadde halindeki küçük yavruların her yönden büyümesini sağlayan, onların şahsiyet sahibi bir insan, Allah'a kulluk bilincine ulaşan bir müslüman ve İslâm toplumunun sağlıklı bir üyesi olmaları için yetiştirip geliştiren bir fabrikadır.

Evlilik, insan hayatını derinden etkileyen bir inkılâptır, devrimdir. Bireysel yaşayıştan toplumsallaşmaya, cemaatleşmeye ve devletleşmeye geçiştir. Düzensizlikten sistem ve nizama tırmanmadır. Ailelerinde İslâm'ı hâkim kılamayanların; sokaklarına, işyerlerine, toplum ve devletlerine şeriatı hâkim kılmaları beklenemez. Toplumu İslâmlaştırmanın, İslâmî toplum oluşturmanın küçük örneği ve aşaması evliliktir. Aile, erkek için yöneticilik okuludur; Erkek; liderliği, otoriteyi, disiplini, mes'ûliyeti, emânete riâyeti, haklara saygıyı, cemaate imamlığı en iyi şekilde uygulamalı olarak ailede öğrenir. Kadınıyla erkeğiyle fedâkârlığın, karşılık beklemeden vermenin, merhametin, sabrın, ahlâk güzelliğinin öğrenildiği bir okuldur aile. Anne-baba, bir taraftan öğretmeni, diğer yönden öğrencisidir bu okulun. Çocuk, hatta bebek, sanıldığı gibi sadece öğrenci değildir; minicik yapısına bakmadan ana-babasına çok, ama çok şeyler öğretir.

İslâm, akıllı ve büluğ yaşını aşmış bütün müslümanları aile yuvası kurmaya çağırdığı gibi, evliliği ve aile hayatını da bir ibâdet olarak değerlendirir. Kur'ân-ı Kerim, sosyal birliğin en üstün ve sağlam şekliyle sevgi, bağlılık, merhamet, iyilik, müsâmaha, yardımlaşma, doğruluk, insaf ve Allah korkusunu gözeterek aile kurumuyla ayakta tutulmasını hedef alır. Huzur, barış, sevgi ve mutluluk evde yaşanmayınca, toplumda hiç yaşanmaz.

Güçlü ve sağlam toplumlar, ancak fertleri inanç, fikir ve gâye birliği içinde kaynaşmış mutlu ailelerden oluşabilir. Bunun içindir ki, İslâm nizamı, aile kurumunu kutsal bir kuruluş şeklinde sunarak yüceltmiş ve dokunulmazlığını hükme bağlamıştır. "İçinizden, kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp, aranızda sevgi ve rahmet var etmesi, Allah'ın varlığının belgelerindendir. Bunlarda düşünen topluluk için ibretler vardır." (30/Rûm, 21). "Nikâh, benim sünnetimdir. Sünnetimi yapmayan benden değildir. Evlenin, çocuk sahibi olun; ben kıyâmet gününde ümmetimin çokluğu ile iftihar edeceğim." (İbn Mâce, Nikâh 1; Ahmed bin Hanbel, II/72)

İslâm dini, evliliği tavsiye ettiği gibi, evlilik çağında olanların evlenmesine yardımcı olunmasını da öğütlemiştir. Bu tür yardımı, anne ve babaların görevleri arasında saymıştır. Dinimiz, bülûğ yaşını aşmış ve yeterli olgunluğa erişmiş, evlenme konusunda dinin hükümlerini öğrenmiş olan kız ve erkeklerin genç yaşlarda evlenip yuva kurmalarını ister. Böylece gençliğin, kontrolü zor istek ve arzuları, helâl yolda tatmin olacaktır. Bugün batıda, tarihe karışmak üzere olan evlilik kurumunun, çoğunlukla otuz yaşın üzerinde oluştuğunu görüyoruz. Batıyı tüm olumsuz konularda örnek almaya çalışan ülkemizde de, artık gençler 20 yaş civarını bile evlenme yaşı olarak görmüyorlar. Genç yaşta evlenmek isteyen bazı müslüman gençler de her türlü israf ve zorluklarla kaplı engelleri aşıp kolay yolla yuva kuramıyorlar. Böylece ahlâksızlığın önü açılmış oluyor.

Genç yaşta bekâr insanların çokluğu, düzen ve çevrenin haramları süslemesi, kolaylaştırması ile birleşince, çeşitli ahlâksızlıkların yayılmasına, maddî ve mânevî nice hastalıkların artmasına sebep teşkil ediyor. Bu konuda dinin reddettiği başlık parası, bir ev dolusu gerekli gereksiz eşya veya çeyiz isteme, milyarlarla ifade edilen düğün ve eğlence masrafları gibi İslâm'ın reddettiği israf ve lüzumsuz harcamalar da evliliğe ve gençlerin yuva kurmasına engel oluyor. Dinimiz, bu türlü davranışları büyük vebal sayarak kınamaktadır. İslâm, şer'î bir mâzeret olmaksızın evlenmekten kaçınmayı ve yuva kurma işini zorlaştırmayı bir günah saymıştır. İslâm, evliliği övmekte, bekârlıkta ısrarı yermektedir. Çünkü dinimiz, kadın-erkek ilişkilerinin meşrû olmayan ortamlarda ve ahlâkî olmayan bir şekilde gerçekleştirilmesini büyük bir fitne/şer olarak görür. Aile hayatı, korunmak isteyen mü'minler için kötü yollara en büyük frendir. İslâm'ın bir yandan zinâyı kesin tavırla yasaklarken; diğer yandan evlenmeyi teşvik etmesinin sebebi budur. Nitekim, her konuda olduğu gibi aile yönetiminde de örneğimiz olan Peygamberimiz (s.a.s.) gençlere şu tavsiyede bulunuyor: "Evlilik külfetinin altından kalkabileceğine güvenenleriniz evlensin. Çünkü evlilik, gözü ve cinsel arzuları haramdan korur. Aksi halde korunmak için oruç tutsun." (Buhâri, Savm 10)

"Allah'ın emri, Peygamber'in kavli/sünneti" diye başlanan hayırlı bir iş, düğün töreninden başlayarak yuva ve aileyle ilgili tüm uygulamalarda şeytanın emrine göre değil; Allah'ın emrine, Peygamber'in sünnetine uygun olmalıdır. "Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mü'min erkek ve mü'mine hanıma o işi kendi isteklerine göre seçme (özgürce farklı eylem yapma) hakkı yoktur. Kim Allah ve Rasülüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur." (33/Ahzâb, 36)

Nikâh, bir ibâdettir. Her ibâdette aranacak ilk şart da imandır. Müslümanın evliliği, kâfirlerin yuva kurmalarından çok farklı ve Allah'ın hudûdu çerçevesinde olacağı için bir ibâdettir. Eş seçerken, çeyiz ve düğün masraflarında gereksiz harcamalar konusunda, akıl dışı ve din dışı örf-âdetlere uymada, ev yönetiminde, eşine davranışında, doğum kontrolü husûsunda, çocuklarını yetiştirmede, haramlardan kaçınıp farzlara riâyette... imanını ispat edecektir mü'min. Nikâhın imanla kopmaz bir bağı vardır. İman etmeyen bir kimseyle kıyılan nikâh geçersiz olduğu gibi, evlendikten sonra ağzından çıkan imana zıt bir söz, kafasında oluşan bir küfür düşüncesi sebebiyle de nikâh gidecek, eşler, birbiriyle zinâ yapmış olacaktır. Mü'min olmak, belki o kadar zor değil; ama mü'min kalmak, müslüman olarak ölmek, bizim gibi İslâm'ın hâkim değil; mahkûm olduğu topraklarda yaşayanlar için, hiç de kolay değildir.

Sözü ve hükmü sadece göklerde geçen, yalnız tabiat güçlerine karışan, insanı yarattıktan sonra başıboş bırakan, sınava tâbi tutmayıp her konuda özgür bırakan Allah inancı, müşriklerin Allah inancıdır; mü'minlerin değil. İnsanın işine, eşine, aşına, aile yuvasına, okuluna, mahkemesine, sokaklarına, medyasına, meclisine, kanunlarına, devletine... karışmayan bir Allah'a inanmak, kişiyi mü'min yapmaz. Böyle bir yaratıcıya, ama dünyalarına, yönetimlerine karışmayan bir Allah'a câhiliyye dönemindeki müşrikler, Ebû Cehil'ler de inanıyordu.

Günümüzde müslüman olduğunu iddiâ eden, hatta namaz kılıp oruç tutan nice kimsenin, Allah düşmanlarına/tâğutlara itaat edip onların hükümlerine rızâ gösterdikleri, sadece Allah'a mahsus olan sıfatları başkalarına verdikleri görülmektedir. Yine bazı kimselerin Allah'ı bırakıp birtakım şiar/sloganları, işaretleri, sembol ve bayrakları, gelenek ve görenekleri, artist ve futbolcuları, liderleri, parti ve grupları yücelttikleri ve bu sayılan (benzerleri de eklenebilecek) değerler uğruna büyük fedâkârlıklarda bulundukları, böylece bu değerlere kulluk ettikleri ortadadır. Bu şahısların tâğutun (azılı kâfir yöneticilerin) ortaya koyduğu nefsânî, şeytanî, indî değer yargılarıyla Allah'ın kanunları ve şeriatı çatışacak olsa, hep Allah'ın dinini onların istekleri doğrultusunda yontarak şekil verdikleri bir gerçektir. Putların, putlaştırılanların ve onların arkasına sığınanların emir ve yasaklarını harfiyyen yerine getirdikleri ve Allah'ın dinine tümüyle zıt olan sistemleri, ideolojileri kabul ederek onların hükümlerini tatbik ettikleri gözle görülen bir hakikattir. Bu tür insanların müşrik değil de; mü'min olduklarını nasıl kabullenebiliriz? Böyle kimselerin nikâhı ve ibâdeti de geçerli olmayacaktır.

Aile yuvasının âhirette de devam edecek bir huzur ve mutluluk ortamı oluşturması, nikâhın ve karı-koca sevgisinin bir ibâdet/sevap olması için Kur'an'ın istediği tevhidî iman ilk esastır. İmamların/hocaların eskiden, 32 farzı bilmeyenlerin nikâhını kıymamaları, gerçek anlamda ve sağlam bir şekilde iman edip inancını yaşamaya çalışmayanın nikâhının geçersiz olacağı gerçeğiyle ilgilidir. Kişinin, bulunduğu halle ilgili bilgileri öğrenmesi farzdır. Evlenecek kişilerin nikâhla, talakla, aile ve evlilik konularıyla ilgili dinî hükümleri; karı-koca ve çocukla ilgili görevleri ve hakları bilmeleri şarttır. Ama bütün bu bilgilerden de önce imanla, irtidatla ilgili konuları ve bu hususlardaki güncel problemleri bilmek ve tevhide inanıp hayata geçirmeye çalışmak başta gelir. Çünkü iman gidince nikâh da gider.

Kur'an'da Rabbimiz şöyle buyurur: "Tertemiz hanımlar, tertemiz erkeklere lâyıktır. Tertemiz erkekler, tertemiz hanımlara lâyıktır." (24/Nûr, 26). Yüzünde şeytânî bakışların izi, lekesi olmayan kızlarla; gözünde şehevî bakışların izi ve isi olmayan erkeklerin evliliğinden lekesiz, stressiz, birbirine bağlı, huzurlu yuva oluşur ve nurlu yavrular dünyaya gelir. "İman etmedikçe müşrik/putperest kadınlarla evlenmeyin. Beğenseniz bile, müşrik/putperest bir kadından imanlı bir câriye/köle kesinlikle daha iyidir. İman etmedikçe müşrik/putperest erkekleri de (kızlarınızla) evlendirmeyin." (2/Bakara, 221). "Zinâ eden erkek, zinâ eden veya müşrik olan bir kadından başkası ile evlenmez..." (24/Nûr, 3). Sadece evlenecek kızın değil; erkeğin de bekâretinin bozulmamış olması gerekmektedir. Nâmussuzluk, zinâ ve fâhişelik sadece bayanlar için bir suç değil; bu ayıp ve günahlar, bu rezillikler aynen erkekler için de geçerlidir. Yani zinâ eden bir erkek de orospudur, fâhişe ve nâmussuzdur. Kızda aranan iman ve edep/nâmus, damat adayında da aranacak ilk vasıf olmalıdır.

Allah, ilk insan Âdem (a.s.)'i topraktan ve o bir nefisten eşini yaratmıştır (4/Nisâ, 1). Havvâ'sız Âdem eksiktir; Âdem'siz Havvâ'nın eksik olduğu gibi. Erkekle kadın birbirlerinin eksiklerini tamamlayan bir elmanın iki yarısı gibidirler. "Onlar (hanımlar) sizin için bir elbise; siz de onlar için bir elbisesiniz." (2/Bakara, 187). Elbise, hem ayıplarımızı kapatan, bizi zarar verecek dış etkenlerden koruyan bir sığınak, hem de hoşa giden bir süs olduğu gibi, takvâ ile de ilişkilidir (Bkz. 7/A'râf, 26). Demek ki, kocası olmayan kadın çıplak olduğu gibi, karısı olmayan adam da çıplaktır.

Gözlerin benzerini görmediği, gönüllerin hayal bile edemediği ırmaklara, köşklere, her çeşit rızıklara sahip olan cennette bile Hz. Âdem, Havvâ vâlidemizle huzur buluyor; Havvâ annemiz de Hz. Âdem'de mutluluğu yakalıyor. Rûm suresi 21. âyeti böylece tecellî ediyor. İkisinin huzurundan rahatsız olan şeytan, onların çıplak olması için bütün planlarını kuruyor ve cennetten çıkarılmalarına sebep oluyor. Ama Hz. Âdem'le Havvâ anamız bu dünya evinde birlikte Rablerine yönelip af talebinde bulunuyorlar, örtünüyorlar ve Allah da onları affediyor. "Ey Adem oğulları! Şeytan, ana babanızı, ayıp yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de aldatmasın." (7/A'râf, 27)

İzzetine, iffetine, şeref ve namusuna düşkün müslüman kızlarımızın bu erdemi bazı iki ayaklı şeytanların gözüne batıyor. Hanımların dişiliğiyle değil; kişiliğiyle toplumda yer alma isteklerine karşı kırmızı başörtüsü görmüş boğa gibi saldıracak yer arıyorlar. Özellikle İmam-Hatip'te, Üniversitede okuyan ve okumak isteyen müslüman kızın dünya-âhiret tercihi ve cihadı da başörtüsü bayrağında düğümleniyor.

 

 

 

Çocuk: Cennet Kokusu, veya...

Aile hayatının dinimizdeki büyük önemi acaba nedendir? Sadece erkek ve kadın, birbirlerini tamamlasınlar diye mi? Birbirlerinin maddî ve manevî ihtiyaçlarını gidersinler diye mi? Helâl yoldan dünyevî zevk ve huzura kavuşsunlar diye mi? Evet, bütün bu saydıklarımız önemlidir. Önemlidir ama, yeterli değildir. İslam'da evlenmenin, ailenin teşvik edilmesi, sadece bunlar için değildir. Ailenin esas sebep ve hikmetlerinden belki en önemlisi nesildir, çocuk dünyaya getirmek ve yetiştirmektir. Ümmetin sayıca ve keyfiyetçe büyüyüp güçlenmesine sebebiyettir. Dünyada gereksiz ve hikmetsiz hiçbir ittifak mevcut değildir. Bu dünya hikmet dünyası ve sebepler âlemidir. Ne gökten elma yağar, ne yerden insan biter. Meyve için ağaca, çocuk için evlenmeye ihtiyaç vardır. İnsanlar, bu ilâhî kanuna uydukları, yani evlendikleri takdirde, nasiplerinde de varsa, kendilerine çocuk ikram ediliyor. Dünyaya imtihan için gönderilen ve hiçbir şey bilmeyen bu minnacık misafirin emrine, Allah, onun anne ve babasını veriyor. O küçük yavruya anne ve babasını hizmetçi kılıyor. Bu hizmetçiler için bu küçük insan, bir yönüyle lütuf, bir başka yönüyle azap vesilesidir.

Çocuk, ebeveyni için bir lütuftur. Çünkü onlar, Allah'ın bu narin, nazlı ve cennet adayı sevimli yaratığına yaptıkları hizmet için, aynı zamanda sevap kazanıyorlar. Küçük bir bebek, hele insanın kendi çocuğu olunca, eve ve aileye büyük bir huzur, mutluluk ve neşe katıyor, ailenin temellerini sağlamlaştırıyor. Bununla birlikte, çocuklarına baktıkları, yedirip içirdikleri için ebeveyne bunlar sadaka oluyor, anne-baba bu yüzden sevaba giriyor. Hayatında bir tek ihtiyaç sahibinin dahi yüzünü güldürmemiş en cimri bir insan bile, çocuklarına yaptığı masraflar dolayısıyla sadaka sevabına nail olur. Çocuk yine bir lütuftur; çünkü anne ve babası ona, nereden gelip nereye gittiğini, bu dünya hayatında vazifesinin ne olduğunu güzelce anlattıkları takdirde tebliğ ve irşad şerefinden hisse sahibi olur. O çocuğun bir ömür boyu işleyeceği bütün güzel amellerinden bir pay alırlar, sevabına ortak olur. Bir nevi ölümsüzleşir hayırlı evlât yetiştiren ebeveyn, sevap kazanmaya öldükten sonra da devam eder; akan, sürekli bir sadakadır müslümanca yetiştirilen çocuk.

Çocuk, diğer yönüyle de bir azap vesilesidir. Zira ebeveyni o ilâhî emanete Rabbini güzelce tanıtmadıkları, terbiyesine yeterince dikkat etmedikleri takdirde, onun işleyeceği günahlardan sorumlu tutulacaktır. Yine, onun dünyevî mutluluğu adına, bazen kendi âhiretlerini tehlikeye atıp, meşrû olmayan kazanç yollarına teşebbüs etmelerinden dolayı evlatla sınavı kaybedebilir. "Ey iman edenler! Kendinizi ve çoluk çocuğunuzu cehennem ateşinden koruyun. Onun yakıtı insanlar ve taşlardır." (66/Tahrîm, 6) "Doğrusu, mallarınız ve evlatlarınız bir fitne/sınavdır." (64/Teğâbün, 15) Her konuda olduğu gibi, aile yönetimi ve çocuk yetiştirme konusunda da örneğimiz Allah rasülü'nün bu konudaki sorumluluğumuzu hatırlatan hadisi meşhurdur: "Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden (idare ettiğiniz kimselerden) sorumlusunuz." (Buhari, Cum'a 11; Müslim, İmâre 20)

İnançlar, değerler, gelenekler ve iyi alışkanlıklar, daha çok aile içinde kazanılır. Çünkü çocuğun şahsiyetini kazandığı devre, aile içinde geçer. Onun en çok sevdiği, inandığı, güvendiği ve özendiği ideal tip, anne ve babadır. Sağlam bir iman ve ahlak düzeninin hakim olduğu ailenin çocuklarına verdiğini hiçbir okul ve kurum veremez. Buna karşılık, inanç ve ahlak yönünden bozulmuş ailelerin oluşturduğu toplumlar, dünya ve ahiret azabının davetçileridir.

Çocuk dünyaya gelince çocuğa ilk bant kaydı yapılacak; kulaklarına ezan okunacak ve kamet getirilecek. Müslümanlar, bin dört yüz senedir bu sünneti yaşarken bir kısım geri zekâlılar, "bir günlük çocuk, ezanı duyar mı? Ne anlamsız şey bu yapılan?" diyorlardı. Ama günümüz ilmi, bir günlük çocuğun değil; ana karnındakinin bile duyduğunu söylüyor. "Duyduğu kelimeler, şuur altına yerleşir" diyor.

İşte biz, bir günlük çocuğun kulağına ezan okuyoruz. "Allahu Ekber = En büyük Allah'tır diyoruz. Çocuk büyüyünce yöneticilerin "en büyük benim" sözüne kanmasın, en büyük olanın ne futbol takımları, ne mal-mülk ve para, ne makam, ne şan olmadığını dünyaya adım attığı gün idrak etsin ve fıtratı bozulmasın diye ezan okuyoruz. Allahu Ekber'le adım atılan dünyaya, cenaze namazında yine Allahu Ekber'le veda edileceğinden; bu iki kapı arasındaki yolculukta her konuda en büyük olanın Allah olduğu bilinci yer etsin istiyoruz.

Peygamber Efendimiz (s.a.s.): "Her doğan çocuk, İslam fıtratı üzerine doğar. Anne babası onu yahûdi, hıristiyan veya mecusi (hatta müşrik) yapar." (Buhâri, Cenaiz 79, 80, 93; Müslim, Kader 22-25) buyuruyor. "Müslüman yapar" demiyor. Çünkü çocuk zaten müslüman. Onun içindir ki İslam dini, dünyadaki bütün çocukları müslüman kabul eder.

Çocuğa sıhhat vermek için çalışmayız, o doğuştandır. Biz, sıhhati bozacak zararlı hava, yiyecek, içecek ve giyeceklerden koruduğumuz gibi çocuğun fıtratında getirdiği İslam'ı bozacak etkenlerden korumamız gerekir. Çocuğun en güçlü eğitimi, aileden aldığı eğitimdir. Çünkü ailedeki eğitim, yirmi dört saat devam eder. Okullar, daha çok öğretim yeri olsa bile terbiye, ahlak, duygu eğitimi en köklü şekilde ailede kazanılabilir. Günümüzde okullarda öğretilenlerin de, öğretilmesi gereken doğrular olup olmadığı müslümanca değerlendirilmeli, evde yanlışlar tashih edilmeli, küfür ve şirk mikropları bünyede büyüyüp yerleşmeden temizlenmelidir. Unutmamalıyız ki, yaşlıyken öğrenilenler, su üzerine yazılan yazıya benzese de; çocukken öğrenilenler, mermer üzerine yazılan yazı gibidir.

İslam'da çocuk sahibi olmak, büyük sorumluluk gerektiren bir durum olarak değerlendirilmiştir. Çocuğun dünya ve âhiret mutluluğunu gözetmek, onu dünyaya getiren insanların önemle üzerinde durmaları gereken bir konudur. İslamiyet, bu hususta birinci derecede babayı sorumlu tutar. Anne de bu sorumluluğa ortaktır. Ailenin iç düzeniyle birlikte çocukların bakım ve yetiştirilmesi, onun sorumluluk alanına girmektedir (Bkz. Buhâri, Rikak 17; Müslim, İmâre 5). Bu sorumluluğun çocuk açısından sonucu, onun ana baba üzerinde bazı haklara sahip olmasıdır.

Çocuğun Ana Baba Üzerinde Hakları (Ana Babanın Görevleri):

1- Güzel isim: Doğumunun ilk gününde veya en geç yedinci güne kadar çocuğa güzel bir isim verilir (Bkz. Buhâri, Akika 1, Edeb 108; Müslim, Fezâil 62). "Siz, kıyamet gününde kendi isimleriniz ve babalarınızın isimleriyle çağrılacaksınız; öyleyse güzel isimler seçin." (Ebû Dâvud, Edeb 70) Örnek insanlarla bağı koparılamayan nice insanımız, çocuğuna isim koyarken örnek almasını arzuladığı başta peygamberler olmak üzere sahabe ve kâmil insanların isimlerini, peygamber ve sahabe hanımlarının isimlerini asırlardır çocuklarına koymayı görev bilmişlerdir.

2- İyi terbiye: Hadis-i şerifte güzel isim ve iyi terbiye, çocuğun babası üzerindeki hakları arasında zikredilir (Bkz. İbn Mâce, Edeb 3). Çocuğun en mükemmel şekilde yetişmesi, ihtiyaç duyduğu bütün insanî ve ahlakî faziletleri, sosyal kural ve davranışları, hepsinden önemlisi tevhidî inanç ve İslamî değerleri öğrenmesi ve yaşaması, ruh ve beden bakımından sağlıklı, bilgili ve faziletli, ayrıca meslek ve hüner sahibi olabilmesi için ana babanın tüm imkânlarını kullanarak gayret sarfetmeleri gerekir. Çocuğun hem dünya hem de âhiret mutluluğunu hedef alan böyle bir terbiye, Hz. Peygamberimiz tarafından ana babanın çocuğuna bırakacağı "en güzel miras" olarak nitelendirilmiştir (Tirmizi, Birr 33).

3- Evlendirme: Ana babaya ait olan neslin korunması görevi, büluğ çağına gelen evladın bir yuva kurmasına imkân hazırlanmasıyla yerine getirilmiş olur. Evlenme çağına gelmiş olan çocuğun fazla bekletilmeden evlendirilmesi gerekir. Mâzeretsiz olarak bunun ileri yaşlara ertelenmesi neticesinde doğabilecek birtakım kötü sonuçlardan ana baba da sorumlu olur. Peygamberimiz'den rivayet edilen bir hadiste bu husus vurgulanmaktadır: "Çocuk büluğa erince babası onu evlendirsin; aksi halde çocuk günah işleyebilir, onun bu günahı babaya da ait olur." (İbn Kayyim el-Cevziyye, s. 159)

4- Eşit muâmele: Aralarında herhangi bir ayırım yapmaksızın çocuklarına karşı eşit davranmak, ana babanın başlıca görevlerinden biri ve aynı zamanda çocuğun da tabii hakkıdır (Bkz. Müsned IV, 269). Çocukların kız-erkek, büyük-küçük, öz veya üvey olması sonucu değiştirmez. "Allah'tan korkun ve çocuklarınız arasında adâleti gözetin." (Buhâri, Hibe 12-13, Şehâdet 9; Müslim, Hibât 13). Ebeveyn, çocuklarına karşı gösterdiği sevgi, şefkat ve ilgide de adaletli olmaya çalışmalıdır. Anne baba, iradesini aşan duygularda -bir çocuğunu daha çok sevmek gibi- bunu diğer çocuklarına hissettirmemeye çalışmalı ve davranışlarında eşitliği gözetmelidir. Aksi halde, kardeşlerin birbirini kıskanması ve birbiri aleyhinde olumsuz bazı duygu ve düşüncelere kapılması kaçınılmazdır.

Bu temel görevlerin yanında ebeveynin diğer görevlerini de şöyle sıralamak mümkündür: Tahnîk: Yeni doğan bebeğin, henüz ana sütünü tatmadan önce hurma, bal vb. tatlı bir besin ezilerek bununla damağının oğulması. (Müslim, Tahâret 101) Kulağına ezan okuma: Bebeğin sağ kulağına ezan, sol kulağına da kaamet okunur (Müsned VI, 391; Ebu Davud, Edeb 108; Tirmizi, Edâhi 17) Akika kurbanı: Doğumun yedinci günü, yahut daha sonraki günlerde şartlarına göre kurban kesilerek eşe dosta ikram edilir. Sünnet (hıtân): Doğumunun ilk gününden büluğ yaşından önceye kadar bir zaman içinde çocuk sünnet ettirilir. Saçını tıraş edip ağırlığınca sadaka vermek: Doğumunun yedinci günü çocuğun saçı tıraş edilir ve bunun ağırlığınca gümüş ya da altın tutarında para veya mal sadaka olarak verilir.

Bütün bunların yanında unutulmamalıdır ki, çocuğa sevgi, şefkat ve anlayışla muâmele etmek İslam eğitim sisteminin en belirgin özelliğidir. İslam eğitimcileri, eğitimin doğumla birlikte, hatta daha önceden (anne veya baba adayını seçerken) başlaması gerektiği hususunda görüş birliği içindedir. Çocuğu, sağlıklı, ahlaklı ve iyi bir müslüman olarak yetiştirmek, ancak çok erken yaşlardan başlayarak onun eğitimini ciddiye almakla mümkün olur. Çocuğun, kendisine söylenenleri tam olarak anladığı ve kendi düşüncelerini az çok ifade edebildiği yaşlardan itibaren İslamî esasların öğretimi yapılmalıdır. Bu konuda ilk öğretilecek şey, tevhid inancıdır. Nitekim Hz. Peygamberimiz'in "Çocuklarınıza önce 'Lâ ilâhe illâllah' cümlesini (anlamıyla birlikte) öğretin." şeklinde tavsiyede bulunduğu nakledilir (İbn Mahled, s. 142; İbn Kayyim, s. 158). Allah inancı, küçük çocuklara onların anlayabileceği sade ve açık bir dille, ümit ve bağlanma duygularını geliştirecek şekilde anlatılmalıdır. Ayrıca, temyiz yaşına doğru Allah sevgisiyle birlikte uygun bir üslûpla Allah korkusunu da aşılamak, bu suretle değer yargılarına ters düşen davranışlar karşısında iyiliklerini ödüllendirecek, kötülüklerini cezalandıracak olan ilâhî otoritenin varlığını vicdanında hissetmesini sağlamak gerekir.

Çocuklarda küçük yaşlardan itibaren imanla birlikte ibâet şuurunun da geliştirilmesi gerekir. Namazın öğretilmesi ve emredilmesi, aile reisinin de bunda devamlı olması Kur'an-ı Kerim'de özel olarak açıkça zikredilmiştir (20/Tâhâ, 132). Peygamber Efendimiz'in, çocuklara yedi yaşında namazın öğretilip kıldırılmaya başlanmasını, on yaşına geldikleri halde kılmıyorlarsa, hafifçe cezalandırılmalarını tavsiye eden hadisleri (Ebû Dâvud, Salât 25; Tirmizi, Mevâkît 182) bu konuda başta anne babalar olmak üzere müslüman eğitimcilere ışık tutmaktadır. Küçük çocuklara namazın dışındaki ibadetler hakkında da bilgi kazandırılması, bunlardan uygun olanlarının zaman zaman tatbik ettirilmesi, onların gelecekteki müslümanca hayatları için büyük önem taşır. Bu konularda unutulmamalıdır ki, İslam eğitimi, tedrîcîlik, sevgi ve ikna gibi pedagojik metotları esas alır. Korkutucu, ürkütücü, emredici tutumlar, çocuk için hem anlaşılmazdır, hem de yıpratıcıdır. Çocuğun sevgiye, iyi örneklere, açıklayıcı doğru bilgilere ihtiyacı vardır. Bunların yerli yerinde uygulanması ölçüsünde onun müslümanca eğitimi ve öğretimi de başarıya ulaşacaktır.

Aile hayatı, tarafları günahlardan sakındırmak için büyük bir vesiledir. "Onlar (kadınlarınız) sizin için bir elbise, siz de onlar için bir elbise durumundasınız." (2/Bakara, 187) Kadın ve erkek, müstakil olarak yarımdır, eksiktir, çıplaktır. Bu eksikliklerini birbirleriyle tamamlayacaklardır. Kadın ve erkeğin bu yardımlaşmayı şuurla ve helal yollarla yerine getirmeleri gerekmektedir. "İyilikte ve takvâda (Allah'ın yasaklarından sakınma üzerinde) yardımlaşın. Günah işlemekte ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah'tan korkun; çünkü Allah'ın cezası çetindir." (5/Mâide, 2)

Erkek olsun, kadın olsun her insanın dünyaya gönderiliş hikmeti, Kur'ân-ı Kerim'de "ibadet" olarak açıklanıyor. İbadet, yani kulluk yapmak, Allah'ın emirlerine uygun bir hayat geçirmek. İşte bu gayenin gerçekleşmesinde karı-koca birbirine yardımcı olacak, sevgilerini ispatlayacaklardır. Öyle ki, beraberlikleri ve mutlulukları, ölümle son bulmasın; ebediyyen devam etsin.

Ailenin temel görevi, neslin çoğalmasına ve onların iyi yetiştirilip İslam terbiyesiyle eğitilmesine imkân sağlaması ve eşlerin birbirlerine yardımcı olup ihtiyaç ve eksiklerini gidermeleri, birbirlerine sevgi, huzur ve sükûn sunabilmeleridir. Yalnız, unutulmamalıdır ki, bu dünya, âhiretin tarlası olduğuna göre, aile hayatından bu dünyada alınan rahat ve lezzet, ancak bir çekirdek hükmündedir. O çekirdek, gerektiği gibi beslenir, büyütülürse âhirette saadet ağacı olacak ve en mükemmel meyvelerini o âlemde verecektir. Cennet, bu dünyadan ne kadar yüce ise, o âlemde mü'min kadın ve erkeklerin bir arada ailece bulunmaktan alacakları zevk ve mutluluk da bu dünyadakinden o kadar mükemmeldir.

Ailenin bu kadar önemli olmasından dolayı, dinimiz yuva kuracak gençlerin, birbirlerinin dinî ve ahlâkî durumlarını araştırmalarını emretmiştir. Peygamberimiz, eşlerin seçiminde geçici özelliklerden, fizikî güzelliklerden çok, inanç bütünlüğünün, olgun iman zenginliğinin ve ahlâkî soyluluğun tercih edilmesini ısrarla tavsiye etmiştir. Onun için, tevhîdî iman sahibi müslümanlar, kendileriyle yuva kurmayı düşündükleri eş adaylarında birinci özellik olarak sağlam bir imanı şart görmelidirler.

 

 

Ailede Haklar ve Görevler

İslam, kuruluşunu düzenlediği aile yuvasının mutluluğu için, eşlere karşılıklı sevgi ve fedakârlığa dayalı görevler de yüklemiş, bu görevlerin içtenlikle yapılmasının, erkek ve kadın için birer ibadet olduğunu bildirmiştir. Bu ailevî görevleri şöyle özetleyebiliriz:

a- Kadının ailedeki görevleri: İslâm ahlâkı, hayatın tüm alanlarında olduğu gibi aile kurumunda da başıbozukluğu kabul etmez. Bu sebeple, bir sosyal kurum olması itibariyle, aile içinde de bir düzenin hakim olması gerekir ki, bu da ailede bir otoritenin bulunması ile sağlanır. İslam, bu yetki ve sorumluluğu, belli şartlar içinde erkeğe vermiştir. Bu durumda, aile düzeninin huzur ve saadetinin sağlanması için, her otorite sahibine olduğu gibi, aile reisine de saygılı olmak, kadının başta gelen ailevî sorumluluğudur. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Kadın,kocasının hakkına riayet etmedikçe, Rabbinin hakkını (emrini) yerine getirmiş olmaz." (İbn Mâce, Nikâh 4) "... Erkek, ailede yöneticidir ve yönetiminden sorumludur. Kadın da kocasının evinde yöneticidir ve elinin altındakilerden sorumludur." (Buhari, Cum'a 11; Müslim, İmaret 20) "Kocasını memnun bırakmış olarak ölen kadın, cennete girer." (Tirmizi, Radâ 10; İbn Mâce, Nikâh 4). Kadın, yöneticilik ve sorumluluk bakımından aile reisliğine getirilen kocasının meşrû arzularına saygı göstermekle mükelleftir. Kocasının malını, aile sırlarını, namusunu ve çocuklarını da korumak mecburiyetindedir. Kocasını meşrû yollarla tatmin/memnun etmeye çalışmak, çocuklarını güzelce yetiştirmek ve yabancılara karşı tesettürüyle, davranışlarıyla namusunu muhafaza etmek: Müslüman hanımın ailedeki en önemli üç vazifesi bunlardır. "Sâliha (iyi) kadınlar, itaatkârdır. Allah, kendilerini (haklarını) nasıl koruduysa, onlar da öylece gizliyi (kimse görmese de namuslarını) koruyanlardır." (4/Nisâ, 34). Peygamberimiz'in müjdesi de şöyledir: "Kadın, namazını kıldığı, orucunu tuttuğu, namusunu koruduğu ve kocasına itaat ettiği zaman, cennet kapılarının dilediğinden girsin." (Ahmed bin Hanbel, I/191)

Kadının en başta gelen görevi, iffet ve namusunu korumasıdır. Kadın, gözünü haramdan sakınarak, ırzını koruyarak, görülmesine müsaade edilen yerlerin dışında, örtülmesi gerekli yerlerini örterek bu görevini yerine getirir. (Bkz. 24/Nûr, 31; 4/Nisâ, 34; 33/Ahzâb, 59). Evdeki işlerle ve çocukların yetiştirilip büyütülmesiyle daha çok ilgilenme durumunda olan kadın, dışarı çıkarken câhiliyye çıkışı ile çıkmayacaktır. (Bkz. Ahzab suresi, 33) Câhiliyye çıkışı, yabancı erkekler için süslenme, ince veya dar elbiseler giyme, açılıp saçılarak sokağa çıkmayı içermektedir. Kadınlar, cinselliklerini sadece kocalarına karşı kullanmalı, kocasının yanında dişi; diğer insanların yanında kişi olarak yer almalıdır. Kocasına karşı süslenmeyi ibadet bilmeli, onu doyurabilmelidir.

Kadın, iyiliği emir ve kötülükten yasaklama görevini, sadece fıtrî öğretmenleri olduğu çocuklarına karşı değil; eşinde gördüğü yanlışları düzeltmek ve doğrularını arttırmak için kocasına karşı da uygulayabilmelidir.

Hanımların bu aile içi görevleri yanında, tabii ki, erkeklerin de görevleri vardır.

b- Kocanın ailedeki görevleri: "Erkeklerin kadınlar üzerinde hakları olduğu gibi, kadınların da erkekler üzerinde belli hakları vardır." (2/Bakara, 228). Hanımını, Rabbinin emaneti olarak alan ve iffetini Allah adına söz vererek helâl edinen koca da, karısına karşı sevgi ve şefkat göstermek, yediğinden yedirmek, giydiğinden giydirmek, ona ve yaptığı işlere çirkin dememek, fena söz söylememek, hoş görülü olmak gibi görevlerle mükelleftir. İslam'ın aile düzenini yaşatmak üzere kocaya tanımış olduğu otorite hakkı, ona kadın üzerinde haksız bir baskı ve zorbalık imkânı vermez. Zira, bu konuda vârid olan ayet ve hadisler, bir anlamda kadının müdâfiisi/avukatı olmak suretiyle ilâhî kaynaklı bir dengeyi temin etmektedir. Yüce Rabbimiz, aile reisliğinin mutlak bir hâkimiyet demek olmadığını açıklayarak şöyle emreder: "Kadınlarınızla iyi geçinin. Eğer kendilerinden hoşlanmazsanız, olabilir ki, bir şey sizin hoşunuza gitmez de Allah onda birçok hayır takdir etmiş olur." (4/Nisâ, 19). Anlayışlı ve şefkatli bir eş olmanın en güzel örneklerini sunan Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurur: "Bir mü'min, mü'mine hanıma buğz etmesin. Onun bir huyunu beğenmezse, başka bir huyunu beğenir." (Müslim, Radâ 61; Müsned II, 329) "Sizin en hayırlınız, kadınlarına karşı en hayırlı olanlarınızdır." "Kadınlarınıza karşı hayırlı olmayı birbirinize tavsiye edin." (Müslim, Radâ 62; Tirmizî, Radâ 11) "Kadınlarınız konusunda Allah'tan korkun. Çünkü siz onları Allah'tan emanet olarak aldınız." (Ebu Dâvud, Menâsik 56; İbn Mâce, Menâsik 84)

Erkek, gözünü harama bakmaktan, ırzını ve namusunu zinâ yapmaktan koruyacaktır (Bkz. 24/Nûr, 30; 70/Meâric, 29-30). Erkeğin bu hareketi, kendini haram işlemekten koruduğu gibi; karısının hukukuna da riayetin bir gereği olmaktadır.

"Allah'ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve mallarından harcama yaptıkları için erkekler, kadınlar üzerinde kavvâmdırlar. Onun için sâliha kadınlar itaatkârdır." (4/Nisâ, 34). Âyette geçen "kavvâm" kelimesini 'hâkim' diye tercüme etmek yanlıştır. Eğer Allah'ın muradı bu olsaydı, yine Arapça olan "hâkim" kelimesini kullanırdı; ama "kavvâm" kelimesini kullanmış. Bu kelime, Türkçedeki kayyim kelimesiyle aynı köktendir. Kayyim, tayin edildiği kurumu keyfine göre yönetmez. Hakimin gösterdiği doğrultuda yönetir. İşte evi üzerinde "kavvâm" olan erkek de aileyi kendi keyfine göre yönetemez; Allah'ın koyduğu kuralları yürürlükte kılar. Erkekler, kadınların kavvâmı, yani Allah'ın hükümleri çerçevesinde onların yöneticisi ve koruyucusudur.

Kayıtsız şartsız hâkimiyet, ancak Allah'ındır (12/Yusuf, 40). Ailede uyulması gereken ilahî kurallara muhatap olmada kadınla erkek eşit statüye sahiptir. Ailede Allah'ın koyduğu kuralları yürürlükte kılma yetkisi kocaya verilmiştir. Evin reisi, Allah'ın koyduğu kurallara göre aileyi yönetecek ve Allah'ın hükmüne zıt bir emir ve yasak koymayacaktır. Eğer ilahî emir ve yasakları çiğneyen bir istekte bulunursa, hanım bu isteğe itaat etmeyecektir. "Allah'a isyanı emreden kişiye itaat olunmaz." (Buhârî, Ahkâm 4; Müslim, Cihad 40). Kadının kocasına itaati, mutlak değil; helal ve meşrû konularda, Allah'ın hükmü doğrultusundadır ve itaat, daha çok kocanın cinsî konulardaki istekleriyle ve temel dinî hususlarla ilgili olarak değerlendirilmelidir.

Her konuda İslam'la câhiliyye arasında büyük farklar vardır. İslam, vahiy kaynağından ilham almayan kanunlar ve geleneklerden farklı olarak aile kurumunu değerlendirir. Aileyi, içinde Allah'a ibadet edilen bir mâbed olarak tanıtır. Öyle mâbed ki, orada yapılan her müsbet iş, ibadettir. Erkeğin, ailesinin nafakasını temin etmesi, hanımına ve çocuklarına şefkat göstermesi büyük bir ibadet olarak vasıflandırıldığı gibi; kadının itaati, sevgi dolu bir bakışı da bir ibadet olarak takdim edilmiştir. En doğal bir davranış olan cinsî ilişkiler dahi, hayırlı bir amel, yani bir sevap olarak kabul edilmiştir. Hele çocuk dünyaya getirmek ve o çocukları İslam'ın istediği gibi güzel terbiye ile yetiştirmek, çok büyük ecir ve mükâfatla karşılık verilecek olan büyük bir ibadettir.

Aile yuvası kuran nice insan, batı tarzı bir yaşayışın ve propagandanın etkisiyle çocuk istememekte veya bir, ya da ikiden fazlasını yanlış görmektedir. Bu davranış, meşrû bir mâzerete dayanmadıkça dinimizin hoş görmediği bir anlayıştır. Çocuk, dünya nimetleri içinde çok önemli bir yer tuttuğu, evin neşe ve huzurunu temin ettiği gibi, ahiret saadetine de sebep olabilir. Yuvanın temelini sağlamlaştırdığı gibi, özellikle anneleri evine bağlar. Ev kadınının ulu orta çarşı-pazarı sıkça dolaşıp, başkalarını fitneye düşürmesine engel olur. Batılı ve batıya özenen hanımlar, eğlenceye engel olduğu, gönüllerince gezip tozmaya, lüzumsuz işlerle veya televizyon karşısında vakit öldürmeye, nefislerini azgınlaştıran başı boşluğa engel olduğu için çocuk istememektedir. Yine batılılar, kendi ülkelerinde vatandaşlarına çocuk başına extra para verip çocukların artmasını teşvik ederken; özellikle müslümanların yaşadığı ülkelere doğum kontrolünü ve az çocuğu teşvik etmektedir. Azıcık aklı olanlar, bunun emperyalizmin bir oyunu olduğunu hemen anlarlar ve oyuna gelmezler. Boşanmanın ve geçimsizliğin önüne geçmede çocuğun rolünü dikkate alırlar. Hanımların eve bağlanıp hayırlı işlerin en önemlilerinden olan insan yetiştirmeye çalışmalarının kıymetini ve ecrini bilirler.

c- Çocukların anne ve babalarına karşı görevleri: Çocuklar anne ve babalarına itaat etmeli ve iyilikte bulunmalıdırlar: "Biz insana ana babasına iyilik yapmasını da tavsiye ettik." (31/Lokman, 14). Çünkü bir çocuğun yetişip büyümesinde en büyük fedakârlığı, anne ve baba gösterir. Çocuklar anne ve babalarına karşı saygı ve şefkat göstermeli, istediklerini yerine getirmeli, onları memnun etmelidir. "Anne babaya güzellikle muamele edin, eğer onlardan biri veya ikisi senin yanında ihtiyarlık hâline ulaşırsa sakın onlara "öf" bile deme, onları azarlama, ikisine de iyi ve yumuşak söz söyle" (31/Lokman, 14). "Rabbin şunları kesin olarak buyurdu: Ancak O'na ibâdet edin, ana-babaya ihsan ve iyilik yapın. Birisi yahut ikisi de yanında ihtiyarlarsa sakın onlara "öf" bile deme, onlara darılma ve yüzlerine bağırma, ikisine de ikram et ve tatlı söz söyle. ikisine de merhamet besleyerek tevazu göster ve de ki: ‘Rabbim ikisine de merhamet et, onlar beni küçük iken nasıl terbiye etmişlerse sen de her ikisine merhamet et." Rabbiniz gönlünüz dekini daha iyi bilir. Ana-baba haklarında iyilik ederseniz Allah size mağfiret eder. Çünkü o, günaha tövbe edenleri muhakkak affedicidir." (17/İsrâ, 23-25).

Abdullah bin Mes'ud diyor ki: "Peygamber (s.a.s.) Efendimize: “Allah'ın katında en sevgili amel hangisidir?” diye sordum, Peygamber (s.a.s.): “Vaktinde edâ olunan namazlardır” buyurdu. “Namazdan sonra hangisi daha sevgilidir? dedim. “Ana-babaya iyilik etmektir” buyurdu. “Sonra hangisidir?” dedim. “Allah yolunda cihaddır” buyurdular. (Buhârî, Mevâkît 5, Cihad 1, Edeb 1, Tevhîd 48; Müslim, İman 137-139; Tirmizî, Salât 14, Birr 2; Nesâî, Mevâkît 51)

Çocuklar anne-babaları hakkında kötü konuşmamalı, onlara saygılı davranmalı, vasiyetlerini yerine getirmeli, dostlarına ikramda bulunmalıdırlar: "Ey Rabbimiz kıyâmet günü, beni, anne-babamı ve bütün müminleri mağfiret eyle. " (14/İbrâhim, 41) diye duâ etmelidir.

Bâliğ olan çocuklar ana-babalarının yatak odalarına her zaman izin alarak girmelidirler. Bâliğ olmayan küçükler de şu üç vakitte ana-babalarının veya başkalarının odalarına izin ile girmelidirler: Sabah namazından önce, yani yataktan kalkıp giyinileceği zaman; öğle uykusu sırasında ve yatsı namazından sonra yatılacağı zaman. Çünkü bu vakitler karı-koca arasında mahrem vakitlerdir. Allah Teâlâ, bütün müminlere bunu çocuklarına öğretmelerini emretmiştir (24/Nûr, 58).

Hz. Peygamber, "kime iyilik edeyim" diye soran bir sahâbiye şu karşılığı vermiştir: "Ananıza (bunu üç defa tekrarlamıştır) sonra babanıza, sonra en yakın olanlara" (Buhârî, Edeb, 2; Müslim, Birr, 1, 2; Ebû Dâvud, Edeb, 120). Yine Peygamber Efendimiz "Anne Cennet kapılarının ortasındadır" (Ahmed bin Hanbel, V/198); "Cennet annelerin ayakları altındadır" (Nesâî, Cihad, 6) buyurmuştur.

Çocuklar ana-babalarına karşı daima saygılı olmalı, onlara karşı tatlı dilli, güler yüzlü davranmalıdırlar. Ana-babanın bütün söylediklerini Allah'a itaatsizlik söz konusu olmadıkça, dinlemek ve kabul etmek gerekir. Her işte onların rızasını almaya çalışmalıdır. Onların hizmetlerini kendi hizmetinden önce görmelidir. Öldüklerinde de onları rahmetle anmak, onlar için hayır duâ etmek, hayır yapmak, vasiyetlerini yerine getirmek gerekir.

Allah'a şirkten sonra en büyük günah ana-babaya itaatsizliktir. Ana baba İslâmî emirleri yerine getirmede ve yasaklardan kaçınmada titizlik göstermiyorlarsa ve hatta kâfir iseler bu onların ana-baba olmalarından doğan haklarını ortadan kaldırmaz. Dolayısıyla onlara Allah'a isyan teşkil etmeyen hususlarda itaat etmek ve her zaman iyi davranmak gerekir.

d- Kardeşlerin birbirlerine karşı görevleri: Kardeşler birbirlerine karşı iyi davranmalı, küçükler büyüklere itaat edip onlara saygı beslemeli, büyükler de küçüklere hoşgörü ile davranmalıdırlar. Ancak bu şekilde âilede mutluluk ve huzur sağlanabilir. Kardeşler maddî hırs sebebiyle, aralarındaki birlik ve beraberliği, âhengi bozmamalıdırlar.

Kardeşlerin kabiliyetleri birbirlerini kıskançlığa sevk etmemelidir. Kimi insan ilme meraklıdır, o sahada ilerler, şan şöhret sahibi olur; kimi insan da ticarete meraklıdır, o sahada çalışır, ilerler, zengin olabilir. Bunları olgunlukla karşılamalı, herkesin aynı şey olamayacağı, aynı sahada çalışamayacağı gerçeği unutulmamalıdır. Aralarındaki -varsa tabii- fikir ayrılıklarını, konuşarak, birbirlerinin düşüncelerine hürmet duyarak çözüm yoluna koymalıdırlar. Sertlikler ve tartışmalar daima kötü sonuçlar doğurur. Ailevî huzursuzluklara, tatsızlıklara neden olur.

 

Ana-Babanın En Büyük, En Kutsal Görevi: Çocuklar, Çocuklar, Çocuklar!

İslâm'ın aile anlayışında, normal şartlarda kadının başlıca görev ve meşguliyet alanı evidir. Bu durum, prensip olarak çocukların ihmal edilmesini büyük ölçüde önlemektedir. Çocuklara sevgi ve yetiştirme yönünden daha fazla vakit ayırması gereken anne olmakla birlikte, babanın sorumluluğu da, anneden daha az değildir. Baba, çocuklarının ve onların müslümanca yetişmesinin; işinden ve dünyevî meşguliyetlerinden çok daha önemli olduğunu davranışlarıyla ispatlamalıdır. Hz. Peygamber, torunlarını sevdiği bir sırada, bir Ârâbî/bedevînin, on çocuğu olduğunu, fakat bunlardan hiçbirisini sevip öpmediğini belirtmesi üzerine, Rasülullah'ın "Allah senin kalbinden merhameti çekip almışsa ben ne yapabilirim?!" (Müslim, Fezâil 64) buyurması, İslam'ın çocuk sevgisine verdiği önemin örneklerinden biridir. Çocukların, dinî (dinin içine giren ilmî, ahlakî) ve meslekî bakımdan eğitilip öğretilmesi, ebeveynin en önemli ve en zor görevidir.

Çocuk eğitiminde şu dört şeye özellikle dikkat edilmelidir:

1- Büyükler, çocukları, önemsiz ve anlamaz küçük yerine koymayıp; aksine kendileri empatik davranarak onların seviyesine inmeli, onların eğitimi sırasında çocuk olduklarını daima göz önünde tutmalıdır. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.s.) "Çocuğu olan, onunla çocuklaşsın." buyurmuştur.

2- Çocuklara daima uygun bir dille doğru, tutarlı ve yararlı bilgiler verilmelidir. Bu görev, ebeveynin belli başlı dinî ve kültürel konularda bilgili olmalarını gerektirir. Çocuklara, her şeyden önce Allah'ı ve Rasülünü sevdirip güncel itikadî sapmalardan koruyabilecek tevhidî bir imanı gönüllerine severek nakşedebilmek şarttır. Sonra, şu başlıklar altındaki temel bilgiler verilmelidir:

a- İtikad ve ibadete dair müslüman için zorunlu bilgiler,

b- Ahlak ve muâşeret kuralları, edep ve terbiyeyle ilgili hususlar,

c- Kur'an bilgisi; Kur'an' ı okuyabilmesi, sevebilmesi, anlamıyla ilgilenmesi için gerekli bilgiler,

d- Çocuğun gelecekte geçimini sağlayabilmesi için mümkün ve uygun olan bilgiler. Anne-baba, bunları ya bizzat vermeli, yahut kendi aslî görevi olan çocuğunu eğitip öğretmek konusunda, kendine bir vekil tutmalı, ehil ve emin kimselere bu ilimleri verdirmelidir.

3- Ebeveyn, çocuklarına her yönüyle örnek olabilecek bir hayatı yaşamaya çalışmalıdır. Aksi halde, sözleriyle telkin etmiş olduklarını davranışlarıyla yalanlamış olurlar. Çocuk da daha çok gördüklerinden, örneklerden etkileneceğinden eğitim başarısız olacak, çocukta da karakter bozuklukları ortaya çıkacaktır.

4- Çocuklara karşı hoşgörüyü, onları şımartacak, serkeşleştirecek bir noktaya kadar götürmek, doğru olmadığı gibi; çocuğun şahsiyetini kazanmasına engel olacak, onu âsîleştirecek veya arsızlaştıracak şekilde katı bir disiplin uygulamak da uygun değildir. Ebeveyn, bu konularda daha çok terğib ve terhib (imrendirme ve özendirme ile sakındırıp caydırma) yöntemlerini kullanmalıdır.

Kadının En Saygın, En Mübarek Konumu; Annelik: Dinimiz ve fıtratımız anneye çok büyük bir yer vermiştir. Normal olarak erkeğin, kadına göre bazı konularda önceliği olduğu halde, annenin babadan daha öncelikli ve daha faziletli olduğunun sırrı buradadır. Kadın, erkeği faziletçe geçmek istiyorsa, anne olmalıdır. Yalnız, unutulmamalıdır ki, anne olmak, sadece çocuk dünyaya getirmekle olmaz. Çocuğuna sahip çıkmakla, onu güzelce yetiştirmekle annelik tamamlanmış olur. Babanın hakkı, dinimizde "bir" iken; annenin hakkı "üç"tür. Cennet, babaların değil; annelerin ayakları altına serilmiştir. Annelikle ilgili olarak, günümüzde giderek artan çalışan kadının, ne kadar annelik yapabildiği ve yapabileceği sorusu da önemlidir. Anne işte, çocuk kreşte. Hiçbir mamanın anne sütünün yerini tutamadığı gibi, hiçbir bakıcı da annenin yerini asla tutamaz. Hiçbir çocuk okulu, adına ana okulu da dense, ananın evdeki okulunun benzeri olamaz. Kendi evlâdını anne ve babası kadar kimse sevemeyeceği, dünya ve âhiret geleceğini düşünemeyeceği için de, anne ve baba gibi hoca ve öğretmen de bulunamaz. Öyleyse, haydi evlerimizi kurs, mektep, okul ve mescid yapmaya!

Allah, ilk insan Âdem (a.s.)'i topraktan ve o bir nefisten eşini yaratmıştır (4/Nisâ, 1). Havvâ'sız Âdem eksiktir; Âdem'siz Havvâ'nın eksik olduğu gibi. Erkekle kadın birbirlerinin eksiklerini tamamlayan bir elmanın iki yarısı gibidirler. "Onlar (hanımlar) sizin için bir elbise; siz de onlar için bir elbisesiniz." (2/Bakara, 187). Elbise, hem ayıplarımızı kapatan, bizi zarar verecek dış etkenlerden koruyan bir sığınak, hem de hoşa giden bir süs olduğu gibi, takvâ ile de ilişkilidir (Bkz. 7/A'râf, 26). Demek ki, kocası olmayan kadın çıplak olduğu gibi, karısı olmayan adam da çıplaktır.

Aile; Nesep veya evlilikle bir araya gelmiş, ana-baba ve çocuklardan oluşan topluluk demektir. Büyük baba, nine, torunlar da aile tanımı içine girdiğinden onlarda ailenin bir parçasıdırlar. Kadın ve erkeğin birbirlerine karşı duydukları his, arzu, duygu, ve meyiller Sünnetullah gereğidir (3/Âl-i İmrân, 14). Allah Teâlâ insana, yaratılışındaki fıtrata uygun olarak bu duyguları vermiş, yalnız bu meyillerin tatmin yolunu da belli prensiplerle sınırlamıştır. Bu sınırlar, sünnete uygun evlenmelerdir. İslâm'a uygun olmayan evlenme ve ilişkilerle meyiller yasaklanmıştır.

Evlilik, eşler arasında maddî ve mâevî tatmini sağladığından sükunet ve rahatlık unsurudur. Neslin devamı ve gelişebilmesi için evlilik müessesesine ihtiyaç vardır. Kur'an-ı Kerîm ve sünnet'de belirlendiği şekilde olmadıkça bir aile yuvası kurulmasından söz edilemeyeceği gibi, doğan çocukların da meşrû olacağı düşünülemez.

İlk aileyi ilk insan Hz. Âdem (a.s.) ile Hz. Havva kurmuştur. O zamandan beri aile müessesesi olgunlaşmış ve gelişmiştir. Bununla beraber, toplumların, ekonomik durumun, iklimin etkisiyle çeşitli aile tipleri meydana gelmiştir. Aile ana-baba, çocuklar, biraz daha geniş anlamıyla karı-kocanın akrabasından oluşur. İslâm ailesinin kurulması için ilk şartı mümin bir erkekle mümine bir kadın olması, birbirleriyle sıhriyetin Kur'an'da yasaklananlardan olmaması gerekir. Kur'an'da, anne, baba, kızlar, oğullar, kardeşler, teyzeler ve yeğenlerle evlenmenin haramlığı ile süt kardeşler arasındaki evliliğin yasak olduğu hükme bağlanmıştır. Yine Kur'anî hükme göre hala ve amca ile evlenmek yasaktır. İslâm'ın getirdiği hükümler, iki kız kardeş ve hanımın yeğenini bir arada nikâhlamayı yasakladığı gibi, hanımın vefatından sonra bunların nikâhlanabileceğini de mümkün kılmıştır. Hala ve amca çocuklarının evlenmeleri ise helâl kılınmıştır. Çocukların eşleri ile kayınvalide, üvey anne ve üvey baba ile ve evli kadınlarla evlenmek haramdır (4/Nisâ, 23-24).

İslâm aile hukukunun özelliklerine gelince; Evliliğin gayesi aileye huzur ve mutluluk, toplumda da iyi bir nesil temin etmektir, "Onun (varlık ve kudret) alâmetlerinden birisi de size kendinizden eşler yaratmasıdır, ki siz onlarla huzur ve sükûnete kavuşursunuz. Ve aranıza sevgi ve rahmet koymuştur." (30/Rûm, 21). "Onlar (kadınlarınız) sizin için elbise, siz de onlar için elbisesiniz..." (2/Bakara, 187). İslâm cinsî ihtiyacın tatminini tabii karşılamakla beraber evliliğin gayesinin bundan ibaret olmadığını söylemektedir. "Doğuran siyah kadın, doğurmayan güzel kadından daha iyidir", "Evlenin, çoğalın: Çünkü ben kıyamet gününde diğer ümmetlere karşı sizinle iftihar edeceğim" (Avnu'l Ma'bûd Şerh Ebu Dâvud, I, 173). Kocanın karısıyla müşterek, yüce ve insanî bir hayat sürmek arzusunun belirtisi olan mehrin sembolik bir şey olması da aynı gayeye mâtuftur.

Ailenin mutluluğu çocukların asaleti ve İslâm toplumunun kurtuluşu evleneceklerin birbirlerini seçerken kullandıkları ölçü ile yakından ilgilidir. Bu konuda Rasûlullah (s.a.s.) şöyle bir ölçü koymuştur: "Kadın dört özelliğinden dolayı nikâhlanır: Malı, asaleti, güzelliği ve dindarlığı; eli toprak olasıca, durma dindarını bul!" (Buhârî, Nikâh, 16). İslâm'da evlilik, formalite ve merasimlerden uzak İslâmî bir akittir. Nikâhın ilân edilmesi, yakın dost ve akrabaya ziyafet verilmesi, tef vb. çalınıp şenlik yapılması güzel telâkki edilmiş, teşvik görmüş, böyle bir davete icabet etmemek hoş karşılanmamıştır (Buhârî, Nikâh, 66 vd.).

Evlilik gerçekleşince karı ve koca Allah önünde birbirlerinin haklarına uymakla yükümlüdürler. Bu karşılıklı haklar aile reisliği hariç eşitlik esasına dayanır. Evlilik kadının şahsiyetini ortadan kaldırmaz, erkeğin hukukî ve sosyal kişiliği eşinin haklarını gölgelemez. Kadın kendi aile ismini taşıyabilir, kendine ait mallar üzerinde tam ve bağımsız bir tasarruf yetkisini kullanabilir.

Karı-koca birbirlerine iyi niyet ve güzel ahlâk ile davranacaklardır. "İyileriniz, ailesine karşı iyi olandır..." (İbn Mâce, Nikâh, 50). Ufak tefek huysuzluk, geçimsizlik ve kusurlara sabredecek, yuvanın yıkılmaması için tahammül göstereceklerdir: "...Kadınlara normal ve iyi davranın; onlarda hoşunuza gitmeyen bir şey olursa belki bir şey hoşunuza gitmediği halde Allah onu birçok hayırla doldurmuştur. " (4/Nisâ, 19). Anlaşmazlık büyürse hakeme başvurulacak, hakemler de âilenin devamını sağlayamazlarsa son çare olarak, usulüne uygun "tedricî boşanma" sistemi uygulanacaktır .

İslâm aile hukuku, dördü geçmemek üzere ve oldukça güç durumlara ve şartlara bağlı olarak erkeğin aynı zamanda birden fazla kadınla evlenmesine izin vermiştir. İlk eş, üstüne evlenilmemesi şartını koşmuş ise ikinci evlilik yapılamayacağı gibi, usulüne uygun evlenmelerde eşlerin hukuk ve şahsiyetini göz önünde bulundurmak gerekir. Mânevî ve ahlâkî ilişkiler yanında anne-baba ile çocuklar arasındaki hukûkî münasebetler de itina ile tanzim edilmiştir. Ehliyet, velâyet ve vesâyet hükümleri babalı veya yetim bütün çocukların durumları ve menfaatleri ile alâkalıdır. İslâm muhtaç ana babaya çocuklarının bakmasını, erkeğin karısına ve muhtaç olan akrabasına geçim sağlamasını teminat altına almıştır. Nihayet miras hükümleri de yakından uzağa bütün hısımların, ölenin malı üzerindeki haklarını tesbit etmiştir.

İslâm hukuku evlilerin zinâsını şartları tahakkuk ettiği takdirde- ölüm cezasına çarptırdığı, zinayı bu ölçüde yasakladığı için ona götürmesi muhtemel bütün şüpheli yolları tıkamış, kadınlarla erkeklerin karışık eğlenmelerini, yabancı bir erkekle kadının baş başa kalmasını, kadının, yanında bir yakını bulunmadan, yalnız başına yolculuğa çıkmasını, kadın ve erkeğin birbirine ısrarla bakmalarını yasaklamıştır. İslâm'da âile düzeninin oturduğu bu temeller, İslâm hukukunun aile anlayışını her hâliyle ortaya koymaktadır.

 

 

Evlenme, Evlilik

Bir erkekle bir kadın arasında Allah'ın koyduğu prensipler çerçevesinde akdedilen muameleye evlenme denir. İslâm nazarında bir ibadet kabul edilen evlilik ile ilgili olarak, İslâm Hukuku'na dair yazılan kitaplardan bazısında; "Bizim için Hz. Adem'den bu güne kadar, meşrû olarak devam ede gelen ve Cennette de devam edecek olan iki şey vardır; bunlar, evlenme ve imandır (İbn Âbidin, III/3) şeklinde kaydedilmektedir.

Evlenmenin yani nikâhın çeşitli sebepleri vardır. Nikâhtaki şer'î, akli ve tabii sebeplerin başka bir şer'î hükümde bu şekilde bir arada toplandığı az görülmüştür. Evlenmenin şer'î delilleri, Kur'an-ı Kerîm, hadisler ve ümmetin icmâı ile sâbittir.

Kur'an-ı Kerîm'den evlenmenin meşrûluğuna şu âyetler delildir; "Size helâl olan kadınlardan ikişer, üçer, dörder adet nikâh edin" (4/Nisâ, 12); "Sizden bekârları ve kölelerinizle câriyelerinizden sâlih olanları nikâh edin. Eğer fakir olurlarsa Allah onları Fazl ve keremiyle zengin kılar. Allah vâsi'dir, âlimdir" (24/Nûr, 32).

Cihad ve evlilik İslâm'ın insanın hayatına hâkim olmasının nedenlerinden biridir. Evlenmede ise bunların her ikisi de mevcuttur. Bu nedenle "Evlilikle meşgul olmak kendini nâfile ibadetlere vermekten daha faziletlidir. Çünkü evlilikte nefsi haramdan koruma ve çocuk yetiştirme gibi önemli hususlar vardır" (İbn-i Âbidin, III/3) kanâatine varılmıştır.

İslâm şerîatının temel esaslarından biri de evliliğin fıtrî bir olgu olduğudur. İslâm dini ruhbâniyetle (dünyadan elini eteğini keserek yalnız başına yaşama, evlenmeme); insanın yaratılışı ile çatıştığı, onun nefsi isteklerini ve karakterine ters düştüğü için savaşmaktadır. Beyhakî ve Taberanî'nin rivâyet ettikleri bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurur: "Evlenmeye gücü yetip de evlenmeyen benden (benim ümmetimden) değildir.'' Bu hadis-i şerifte de görüldüğü gibi İslâm kişiyi, sırf Allah'a yaklaşmak, ruhbanlıkta bulunmak ve ibadet edeyim diye bir köşeye çekilmekten alıkoymaktadır.

Allah Rasûlü'nün hayatını göz önüne aldığımızda onun, toplumun fertlerini kontrol altında bulundurmak, insanın nefsini düzeltmek hususunda ne denli titizlik gösterdiğini açıkça görürüz. Onun bu konuda titizlik göstermesinin temelinde, insan gerçeğinin anlaşılması ve onun arzu ve isteklerine cevap verme duygusunun yattığını görürüz. Öyle ise evlilik vb. İslâmî prensipler sayesinde toplumun hiçbir ferdi yaratılışının ötesine geçemeyecek, gücü ve imkanının dışında gayret sarf edemeyecek; tam aksine orta yolda, sağa sola sapmadan yürüyecektir.

Evlilik konusunda Rasûlullah (s.a.s.)'ın şu davranışı, insanın nefsi duygularına gem vurması ve insan hakikatine ne denli vâkıf olduğunun en büyük delillerinden kabul edilir; şöyle ki: Buhâri ve Müslim'in Enes (r.a.)'den rivâyet ettikleri bir hadiste şunları görmekteyiz: Üç heyet, Rasûlullah'ın yanına gelerek, onun ibâdetini sordular. Kendilerine Allah Rasûlü'nün ibâdeti hakkında bilgi verilince, -Onun ibadetini az bulacaklar ki şöyle dediler: "Rasûlullah ile biz bir olabilir miyiz! Onun geçmişteki ve gelecekteki günâhlârı bağışlanmıştır. İçlerinden biri tüm geceyi namaz kılmakla geçireceğini, diğeri devamlı oruç tutacağını ve üçüncüsü de kadınlara yaklaşmayacağını ifade ettiler." Daha sonra Rasûlullah (s.a.s.) bu durumu öğrenince onları çağırıp şöyle buyurdu: "Allah'a yemin olsun ki ben sizin Allah'tan en çok korkanınız ve O'ndan en fazla sakınanızım; fakat zaman zaman oruç tutar ve iftar ederim; namaz kılar ve uzanıp yatarak istirahatte bulunurum; kadınlarla da evlenirim. Benim sünnetimden yüz çeviren benden (benim ümmetimden) değildir" (Buhârî, Nikâh, 1; Müslim, Sıyâm 74, 79).

Evlilik sosyal bir maslahatı beraberinde getirir. Evliliğin genel yararları yanında bir de sosyal yararları vardır. Bu yararların basında insan varlığının korunması gelmektedir. Zira evlilik sayesinde, insan neslinin devam etmesi ve çoğalması, nesillerin birbirini izlemesi ve böylelikle Allah'ın insanı yeryüzüne mirasçı kılması söz konusudur. Evliliğin insan üzerindeki sosyal, ahlâkı ve bedensel yararlarını inkâr etmek mümkün değildir. Kur'an-ı Kerim bu sosyal hikmete parmak basarak şöyle demektedir: "Allah size kendi nefislerinizden eşler yarattı, eşlerinizden de sizin için oğullar ve torunlar yarattı..." (16/Nahl, 72).

Evliliğin diğer önemli yararlarından biri de, nesebin korunmasıdır. Meşrû evliliğin bir an için yokluğunu düşünürsek toplumların nesepsiz ve hiçbir fazilete sahip olmayan çocuklarla ne denli sıkıntılara girdiklerini hemen görürüz. Evliliğin sağladığı yararlardan biri de toplumun ahlâkı çözülme ve bozukluktan beri kalmasıdır. Evlilik sayesinde kişiler sosyal bozukluklardan emin kalırlar. Hz. Peygamber (s.a.s.), evliliğin sağladığı yararları, bir grup gence hitapları sırasında şöyle dile getirmişlerdir; “Ey gençler, sizden evlenmeye gücü yeten kimse hemen evlensin; zira evlilik gözü haramdan en iyi koruyan ve tenasül uzvunun en sağlam kalesidir. Evlenmeye imkânı olmayan ise oruç tutsun; zira oruç şehveti kırmaktadır...” (Buhârî, Savm, 1, Nikâh, 2, 3; Müslim, Nikâh 1, 3; Ebû Dâvûd Nikâh, 1, İbn Mâce, Nikâh, 1). Yine evliliğin faydaları arasında toplumun hastalıklardan uzak kalmasını, kişinin rûhî ve nefsi bir rahatlığa kavuşmasını zikredebiliriz. Bu tedbirler sayesinde toplumun fertleri zinânın bir sonucu olarak ortaya çıkacak olan bulaşıcı hastalıklardan kurtulmuş; hayâsızlığın yayılması önlenmiş ve harama giden yollar kapanmış olur.

"Kaynaşmanız için size kendi cinsinizden eşler yaratıp da aranızda sevgi ve merhamet peyda etmesi de O'nun varlığının delillerindendir. Doğrusu bunda, iyi düşünen bir kavim için ibretler vardır." (21/Rûm, 21). Allah (c.c.), evlilikte müslümanın kimi tercih edeceğini açıklamıştır: "(Ey Müminler,) iman etmedikçe müşrik kadınlarla evlenmeyin. Mümin bir cariye, hoşunuza gitse bile müşrik bir kadından hayırlıdır. (Mü 'min kadınları) iman etmedikçe müşrik erkeklerle evlendirmeyin. Mümin bir köle, hoşunuza gitse bile (hür) bir müşrikten hayırlıdır. Bunlar (sizi) cehenneme çağırırlar; Allah ise, izniyle, cennete ve mağfirete dâvet ediyor. İşte, Allah, düşünüp ibret alsınlar diye, ayetlerini insanlara böyle açıklar " (2/Bakara, 221).

Hz. Peygamber de Buhârî ve Müslim tarafından nakledilen bir hadisinde, bir kadınla ancak dört meziyeti dolayısıyla evlenildiğine işaret ederek, bunların; kadının malı, soyu-sopu güzelliği ve bir de dini olduğunu belirtmiş, sonra da, "sen kadının dindar olanını al" buyurmuştur (Buhârî, VI/123; Müslim, II/1086). İbn Mâce tarafından nakledilen bir hadisinde ise şöyle demiştir: "Kadınlarla güzellikleri dolayısıyla evlenmeyin; olabilir ki, güzellikleri onları kötülüğe sevkeder. Malları dolayısıyla da evlenmeyin; olabilir ki malları da onları size karşı isyâna sevkeder. Fakat onlarla dinleri dolayısıyla evlenin. Dindar olan siyahi bir câriye, diğerlerinden üstündür" (İbn Mâce, Sünen, I/572). (6)

 

 

Kefâet/Küfüv; Evlenecekler Arasında Denklik ve Uyum

Evlenecek çiftler arasında, dinî, iktisâdî ve sosyal seviye bakımından yakınlık ve denkliğin var olmasına kefâet denir. Sözlükte denk, eşit, benzeri olma (İbn Manzûr, Lisânü'l-Arab, I, 139; Zebîdî, Tâcü'l-Arûs, l, s. 107-108) gibi mânâlara gelen kefâet'in gözetileceğine dair Kur'ân-ı Kerîm'de bir nass yoktur (H. Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, İstanbul 1982, I, 253; M. Akif Aydın, İslâm-Osmanlı Aile Hukuku, İstanbul 1985, s. 27).

Evlenmede kefâet erkek tarafında aranır. Yani erkeğin, alacağı kadına müslümanlık, nesep, hürriyet, meslek ve zenginlik vb. hususlar bakımından denk durumunda bulunması, velî kontrolü dışında evlenen kadını korumak için öngörülmüştür. Kefâetin esaslarını Hanefî mezhebi tesbit etmiş. Şâfiî ve Hanbelî mezhepleri ise hemen hemen onları izlemişlerdir. İmâm Mâlik ise yalnız müslümanlıkta, ayıplardan selâmeti denklik için yeterli görmüştür.

Eşlerin karşılıklı huzûr ve sükûn bulmaları, evlilik birliği içinde birtakım maslahatların gerçekleşmesi, karı-kocanın birbirine denk olmasıyla kolaylaşır. Evlenmede kefâete itibar edilip edilmemesi konusunda iki görüş vardır. Hasan el-Basrî (ö. 110/728), Sevrî (ö. 161/778) ve Ebü'l-Hasan el-Kerhî (ö. 340/952) gibi bazı hukukçular "insanlar tarak dişleri gibi eşittir. Arab'ın yabancıya üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvâdadır" (Sem'ânî, Sübülü's-Selâm, Beyrut 1407/1987, III, 274), “Allah katında en şerefliniz takvâ bakımından üstün olanınızdır.” (49/Hucurât, 13). "Arabın takvâ dışında yabancıya bir üstünlüğü yoktur" (Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, Beyrut 1967, III, 266) gibi âyet ve hadislerin mutlak eşitliğe delâlet ettiği gerekçesiyle kefâeti kabul etmemişlerdir (el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyî, Kahire 1327-28/1910, II, 317; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, Bulak 1315-18, II, 417; M. Ebû Zehra, el-Ahvâlü'ş-Şahsiyye, Kahire 1368/1948, s. 136, dipnot: 1).

Buna göre, soy-sop, ile övünmeyi kötüleyen ve Allah nezdinde şerefin yalnız takvâ ile olacağını ifade eden âyet ve hadisler denklikte muteber olanın yalnız din olduğunu, başka bakımlardan denkliğe gerek olmadığını göstermektedir. Gerçekten Hz. Peygamber devrinde denkliğin gözetilmediğine dair uygulamalar da vardır. Ezcümle: Bilâl (r.a.), Ensar'dan birisinin kızını istemiş, bu istek geri çevrilmişti. Sebep, arada denkliğin bulunmayışı idi. Hz. Peygamber, Bilâl'a şöyle buyurdu: "Git, onlara; Allah'ın Rasûlü size, beni evlendirmenizi emrediyor, de." Denkliği gözetmek gerekseydi önce buna Allah'ın Rasûlü uyar ve böyle bir emir vermezdi. Yine Ebû Taybe, Beyâda Oğullarından kız istedi. Denklik bulunmadığı için kızı vermek istemediler. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Ebû Taybe'yi nikâhlayın. Eğer bunu yapmazsanız yeryüzünde büyük bir fitne ve fesat olur" (el-Kasâm, Bedâyiu's-Sanâyi', II, 317).

Kefâete karşı olanlara göre, evlenmede kefâet şart olsaydı bu, kısasta da aranırdı. Halbuki kısasta denklik aranmaz. İslâm hukukçularının çoğunluğu ise evlenmede kefâetin lüzum (bağlayıcılık) şartı olduğu görüşündedir. Delilleri arasında şu iki hadisi zikretmek mümkündür. Hz. Peygamber (s.a.s.), Hz. Ali (r.a.)'a hitâben şöyle buyurmuştur: "Üç şeyi geciktirme: Vakti geldiğinde namazı, hazırlandığında cenâzeyi, dengini bulunca evlenmeyi" (Tirmizî, Salât 13, Cenâiz 73; Ahmed bin Hanbel, I/105; Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, Kahire 1357/1983, VI, 128). Bir başka hadiste Hz. Peygamber: "Kadınları denkleriyle nikâhlayınız, onları velileri evlendirsin, on dirhemden az mehir yoktur" buyurmuştur (Zeylaî, Nasbu'r-Râye, Riyad 1393/1973, III, 196; Diğer hadisler için bk. Şevkânî, a.g.e., VI/127-130).

İbnü'l-Hümâm bu konudaki hadislerin zayıf olduklarını ancak çeşitli yollardan birbirlerini destekleyerek kuvvetlendirdiklerini ve Hasen mertebesine ulaştıklarını, mananın sübutu konusunda zann-ı yakîn hasıl olduğunu söylemektedir (a.g.e., II, 417). Bu ve benzeri delillerden hareket ederek kefâete itibar eden fukaha denkliğin hangi yönlerden ele alınacağında ihtilâf etmişlerdir. Hanefîlere göre Kefâet 6 yerde aranır. Bunlar: Dindarlık, İslâm, hürriyet, nesep, mal ve meslektir. Malikîler, din ve muhayyerliği gerektiren kusurlardan sâlim olma, Şâfiiler, din, hürriyet, neseb ve muhayyerliği gerektiren kusurlardan sâlim olma, Hanbelîler de din, hürriyet, neseb, mal ve meslek konusunda kefâet aramaktadırlar (el-Kâsânî, a.g.e., II, 317-320; İbnü'l-Hümâm, a.g.e., II, 417 vd.; Düsûkî, Hâşiye ala Şerhi'd-Derdîr, Kahire, ts. II, 248 vd.; Şirbînî, Muğni'l-Muhtâc, Kahire 1958, III, 164; Şîrâzî, el-Mühezzeb, Kahire 1379/1959, II, 40; Behûtî, Keşşâfu'l-Kınâ, Beyrut 1402/1982, V, 67 vd.; İbn Kudame, el-Muğnî, Kahire, ts., VI, 480 vd.; M. Ebû Zehra, el-Ahvâlü's-şahsiyye, Kahire 1368/1948, s. 136 vd.).

1. Dindarlık: Dinî hükümlere bağlılığı olmayan, ahlâkî yönden zayıf bulunan kişiler (fâsık), iffetli, saliha bir kadının dengi değildir. Böyle bir evlilik halinde kızın velisi nikâhı fesih hakkına sahiptir. Bu görüş İmam Ebû Hanîfe ile İmam Ebû Yusuf'a aittir. İmam Muhammed ise dindarlık ve takvânın ahireti ilgilendiren bir konu olduğu fikrinden hareket ederek kefâette dindarlığa itibar edilmeyeceği görüşündedir (el-Kâsânî, a.g.e., II, 320; İbnü'l-Hümâm, a.g.e., II, 422-423; M. Ebû Zehra, a.g.e., s. 140).

2. İslâm: İslâmiyet itibariyle kefâet, Arap olmayan milletlerde aranmaktadır. Buradaki kefâet erkeğin baba, dede gibi "asl"ını ilgilendiren bir durumdur. Aile içinde sadece kendisi müslüman olan erkek, kendisi ve babası müslüman olan bir kadına denk değildir. Yine kendisi ve babası müslüman olan erkek, babası ve dedesi müslüman olan kadına denk değildir. Ebû Yusuf sadece babanın müslüman oluşunu kefâet için yeterli görmüştür (M. Ebû Zehra, a.g.e., s. 138). Aynı zamanda müslüman olmayan bir erkek müslüman hanıma denk olmayıp onunla evlenmesi zaten caiz değildir.

3. Hürriyet: Cumhur'a göre köle hür olana denk değildir (el-Kâsâni, a.g.e., II, 319).

4. Neseb: Bu konudaki kefâet Araplar arasında geçerlidir. Arap olmayanların Araplara denkliği yoktur (el-Kâsânı, a.g.e., II, 318-319; M. Ebû Zehra, a.g.e., s. 137). Bu görüş çeşitli tenkidlere maruz kalmıştır. Muasır İslam Hukukçularından Vehbe ez-Zühaylî kefâete nesebe itibar etmenin, eşitliğe davet eden ve ırkçılığa savaş açan İslâm'ın genel yapısına aykırı olduğunu, İslâm'ın diğer milletler arasında yayılmasının bu esasın bir sonucu olduğunu, ayrıca çoğunluğun bu konudaki delillerinin zayıf olduğunu, uygulamada neseb açısından kefâete itibar edilmeyen birçok olay ve delil mevcut bulunduğunu söylemekte ve örnekler vermektedir (Vehbe ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî, Dımaşk 1405/1985, VII, 244-245).

5. Mal: Mal konusunda kefâet İmam Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed'e göre mal ve servetin tamamını kapsar. Mehir ve nafaka dışında, erkeğin evleneceği kadının servetine denk bir mala sahip olması gerekir. Ebû Yusuf ise mehir ve nafakayı temine muktedir olan erkeğin daha fazla mala sahip zengin kadına denk olduğu görüşündedir. Fetva Ebû Yusuf'un görüşüne göredir. Nafaka dışında başka mala sahip bulunmayan yüksek mevki ve makam sahibi kişiler, mehir borcunu zenginlik zamanında ödemek üzere geri bırakmaları durumunda zengin kadına denk sayılırlar (el-Kâsânî, a.g.e., II, 319-320; İbnü'l-Hümâm, a.g.e., II, 422-423; Damad, Mecmau'l-Enhur, İstanbul 1328, I, 341-342; M. Ebû Zehra, a.g.e., s. 139-140).

6. Meslek: Evlenecek erkek ile kadının velilerinin iş ve meslekleri arasında şeref ve itibar bakımından büyük bir farkın bulunmaması halidir. Sanat ve mesleklerin itibar bakımından yer ve zaman, kişilere göre değişmesi sebebiyle hangi mesleğin diğerine denk olduğu konusunda bir kural koymak mümkün değildir. Bu hususta örf-adet ve toplum anlayışını dikkate almak uygundur. Meslekte kefâete itibar Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'in görüşüdür. Ebû Hanife'den bu konuda olumlu ve olumsuz iki görüş nakledilmiş olmakla birlikte açık olan itibar edilmemesidir (el-Kâsânî, a.g.e., II, 320; Dâmad, a.g.e., I, 342; M. Ebû Zehra, a.g.e., s. 140-141; O. N. Bilmen, Istilâhât-ı Fıkhıyye Kamusu, İstanbul 1985, II, 67). Mâlikî hukukçular böyle bir şartın asla gerekli olmayacağını ve bunun İslâm'ın ruhuna aykırı olduğunu ifade ederler.

Evlilik akdinde kefâete itibar lüzum (bağlayıcılık) şartıdır. Kadın kendisine denk olmayan erkekle evlendiğinde akit sahih olmakla birlikte velilerin evliliğe itiraz ve fesih hakları vardır. Bu haklarını kullanmadıklarında akit lüzum ifade eder (bağlayıcı hale gelir) (el-Kâsânî, a.g.e., II, 317; Düsûkî, a.g.e., II, 249; Şirbînî, a.g.e., III, 164; Şîrâzî, a.g.e., II, 40; Behûtî, a.g.e., II, 67).

Kefâet kadın ve velîlerin hakkıdır. Âkıl ve bâliğa olmuş bir kadın kendine denk bir erkekle evlenebilir. Bu durumda velî'nin itiraz ve fesih hakkı yoktur. Velî, kadını denk olmayan birisiyle evlendirmesi durumunda kadının itiraz ve fesih hakkı vardır. Bu konuda ittifak vardır. Fesih hakkı asabeden olan velilere aittir. Kadının hamileliği açıkça ortaya çıkmadıkça evliliği sona erdirebilirler. Velîlerin birden fazla olması durumunda Ebû Hanîfe ve imam Muhammed'e göre bir kısmının evliliğe rızası diğerlerinin fesih hakkını düşürür. Onlara göre bu bir haktır ve bölünemez. Maliki, Şafii, Hanbelîler ve Hanefilerden Ebû Yusuf ve Züfer'e göre ise eşit seviyedeki velîlerin herbirinin ayrı ayrı fesih hakları vardır. Birisinin kefâet konusundaki hakkını düşürmesi diğerîninkini düşürmez. Yine çoğunluğa göre kefâet erkeklerin kadınlara denkliği konusunda aranır ve akdin başlangıcına ait bir konudur. Evlendikten sonra kefâetin bozulması akde zarar vermez (el-Kâsânî, a.g.e., II, 317-320; İbnu'l-Hümâm, a.g.e., II, 424; Düsûkî, a.g.e., II, 249; Şirâzî, a.g.e., VI, 40; Şîrbînî, a.g.e., II, 164; İbn Kudâme, a.g.e., VI, 481; Behûtî, a.g.e., V, 65; M. Ebû Zehra, a.g.e., s. 142-145; Zühaylî, a.g.e., VI l, 234 vd.).

Ayrıca kadın emsal mehrinden az bir mehirle evlenmişse velî hâkime başvurarak, bu evliliği feshettirebilir. Ancak nikâh mehrin eksik olmasıyla sakatlanmışsa, Ebû Hanîfe'ye göre, önce erkekten mehir tamamlaması istenir. Ebû Yûsuf ve imam Muhammed'e göre ise, eksik mehirden dolayı velilerin itiraza ve nikâhı feshe hakları yoktur. Çünkü mehrin on dirhemden fazla miktarı kadının hakkı olduğundan, bunun üzerinde dilediği şekilde tasarruf edebilir (Geniş bilgi için: es-Serahsî, el-Mebsût, V, 22, 30; elKâsânî, a.g.e., II, 317, 321; İbnü'l Hümâm, a.g.e., II, 417, 426; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, İstanbul, 1983, s. 259-269).

Kefâetin yokluğu sebebiyle karı-kocayı ayırmak hâkimin hükmü ile olur ve vukubulan fesih, talâktan sayılmaz (Ö. N. Bilmen, a.g.e., II, 70-71).

Sonuç olarak, evlilikte İslâmî şuurdan yoksun velilerin, özellikle kadın üzerindeki olumsuz etkilerini azaltmayı ve kadını korumayı amaçlayan denklik meselesi, evlenilecek kadını seçmede önemini kaybeder. Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur: "Kadın dört şey için nikâh edilir; malı, aile şeref i, güzelliği ve dindarlığı için. Ey eli toprak olası insanoğlu, sen dindar Ye ahlâkı güzel olanını tercih et" (Buhârî, Nikâh, 15; Ebû Dâvud, 2; Nesâî, Nikâh, 13; İbn Mâce, Nikâh, 6; Dârimî, Nikâh, 4; Mâlik, Muvatta', Nikâh, 21; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 428). Burada, kadın bakımından "dindarlık ve ahlâk güzelliği"ne dikkatin çekilmesi, diğer vasıfların aranmayacağı anlamına gelmez. Ancak mü'minlerin evliliklerinde ilk aranacak vasfın bu olduğunu ifade eder. (7)

 

 

 

 

Başlık Parası

 

Kimi bölgelerde, evlenirken damadın kaynatasına ödemesi görenek olan topluca paraya, bilindiği gibi “başlık” parası denir. İslâmî hayatta yeri olmayan, Hz. Peygamber'in yürürlükten kaldırdığı, ancak bugün bile bazı toplumlarda varlığını sürdüren bir âdettir. Bazı yörelerde buna "ağırlık" veya "kalın" da denir.

Asrımızda bazı müslüman topluluklarda kız babaları, hakları olmadığı halde, kızlarını verdikleri erkeklerden veya erkek tarafından "başlık" adı altında bir para veya mal almakta ve ekseriya bu parayı kızlarının satış bedeli olarak telakkî ettiklerinden, kızlarına vermemekte; kızlarının düğün giderleri için sarfetmemekte ya da cüz'i bir miktarını harcamaktadırlar. Bu durum özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da görülmektedir.

İslâm'ın gelişinden önce toplumda kadına gereken değer verilmiyordu. Kadın alınıp-satılan bir mal durumundaydı. İslâm kadını insan olarak erkekle aynı haklara sahip kıldı; ona inanç, ibadet ve ahlâk sistemindeki müşterek yükümlülüklerinin yanı sıra, muâmelâtta da şahsiyet, mülkiyet ve benzeri haklar kazandırdı. İslâm dini evlilik müessesesinin kolay teşkîli için azamî kolaylığı sağlamış, evliliği zorlaştıran unsurlardan da sakındırmıştır. Yukarıda izah edildiği şekliyle başlık almak İslâm'da yasaklanmıştır. Başlık evlenmeleri güçleştirmektedir. Buna karşılık Kur'an-ı Kerîm "Kadınlara mehirlerini cömertçe verin, eğer ondan gönül hoşluğu ile size bir şey bağışlarlarsa onu afiyetle yiyin" (4/Nisâ, 4) buyurarak "mehir" adıyla bir evlilik (nikâh) bedeli koymaktadır. İslâm'ın kuralı olarak mehrin özüne vâkıf olunduğunda evlilik olayı kolaylaşır.

Mehir, kadının nikâh akdi ile kocasından hakettiği maldır ve bunu kocasından alır (Ömer Nasûhi Bilmen, Istılâhât-ı Fıkhiyye Kâmusu, İstanbul 1985, II, 10). Evlenen kadın mehir adıyla bir mala hak kazanır. Mal ile değişimi mümkün olan bir menfaat da mehir olabilir. Mehir kadınlardan istifade karşılığında bir bedeldir. Mehir verilmesi, kadınların değerini yüceltme, ihtiyaçlarını karşılama, çeyiz tedâriki, istikbâllerini güvence altına alma ve nikâhın önemini belirtme gibi ilâhî hikmetleri ihtiva eder.

Mehir kadının hakkı olduğu için tasarrufu da ona aittir. Kadının velîsi ancak kadının izniyle mehri kullanabilir. Kadının izni olmadan hiç kimse mehri kullanamaz ve bu mehirden istifade edemez. İzinsiz tasarruf haramdır (Halil Gönenç, Günümüz Meselelerine Fetvalar, İstanbul 1983, II, 140). Mehir miktarını fazla tutmamak, evlenecek erkeğin mali durumuna göre ayarlamak gerekir. Bu konuda sosyal bakımdan önemli olan, mehrin insanların güç yetirebileceği bir derecede Olması ve kızlarla evliliğin arasını açıp sosyal zararı olan bir hal almamasıdır. Kız tarafı mehir talebinde katı davranmamalıdır. Mehrin fazlalığının çok defa genç kız ve erkeklere ahlâkî bakımdan zaran da olmuştur (Dr. Ömer Ferruh, İslâm Aile Hukuku, Trc. Prof Dr. Yusuf Ziya Kavakçı, İstanbul 1969, 119-120). Peygamber Efendimiz (s.a.s.) "Mehrin hayırlısı kolay (az) olanıdır" (el-Câmiu's-Sağîr, II, 241) buyurarak mehrin az ve ödenebilir olmasını tavsiye etmiştir.

Başlığı mehirle mukayese etmek gerekirse; mehir nikâh akdi sırasında tespît edilen ve kadına ait olan bir mal veya bedeldir, babanın bunda bir hakkı yoktur. Başlık ise satış bedeli olarak telâkki edilmektedir. Hür insan satılamayacağına göre, bu para satış bedeli olamaz; rüşvet mahiyetinde olup haramdır. İslâmî bilgisi olmayanlar, istedikleri bu parayı mehre benzeterek, hareketlerine meşrûiyet kazandırmağa çalışmaktadırlar. İslâm hukukuna göre bu parayı vermiş bulunan bir erkek, kız babasından bu parayı geri isteme hakkına sahiptir. Elde mevcut değilse, ödetme yoluna gidebilir.

İslâm'a teslim olmuş bir kimse, haram olan bu parayı kabul etmemeli cehalet sebebiyle almış bulunuyorsa geri verme asaletini göstermelidir. (8)

 

 

Nişan, Nişanlanma

 

Evlenme isteği üzerine verilen söz ile yapılan akit ve merasimlere nişan denir. Nişan merâsimi nikâh sayılmaz. Evlenecek kadınla erkeğin birbirini daha iyi tanımaları, eksiklerin tamamlanması, öğrenim ve askerlik gibi bir kısım engellerin aşılması, resmî bazı formalitelerin tamamlanması, belli bir zaman tahsisini gerekli kılar. Yani söz kesilir kesilmez, hemen nikâh akdi yapmak çoğu zaman mümkün olmaz. İşte, sözle nikâh arasında geçen bu döneme "sözlülük veya nişanlılık" denir. Arapçada "hutbe" kelimesiyle ifade edilen bu müessese, sözlükte; kız istemek, söz vermek, söz kesmek ve nişanlanmak anlamlarına gelir.

İslâm'da, ömür boyu beraber yaşayacak olan eşlerin, evliliğe karar vermeden önce gereken tedbirleri alması, iyi düşünmesi gerekmiş ve bunun için de evleneceklerin görüşmesi âdet hâline gelmiştir. Ancak nişanlıların nikâhtan önce birbirlerine haram olduklarından dolayı birbirlerinin vücutlarına dokunmaları, samimî ilişkileri câiz değildir. Evlenecek eşlerin daha önceden birbirlerini görmeleri mümkün ve câizdir. Bakılacak yerler ellerle, yüz ve ayaklardır. Muğîre (r.a.) bir kadınla evlenmek istemiş, Hz. Peygamber (s.a.s.) kendisine: "O kadına bak, çünkü bakmak yıldızınızın barışması için daha uygundur" buyurmuştur (Tirmizî, Nikâh, 5). Yine Allah'ın Elçisi, Ensar kadınlarından biriyle evlenmek isteyen bir sahâbiye; "Git ve ona bak, zira Ensar kadınlarının gözlerinde bazı göz kusurları bulunabilir" (Müslim, Mesâi)

İslâm dini dünürcülük safhası ile ilgili bazı düzenleyici hükümler getirmiştir. Bu yüzden, kadın, dünürcülere müsbet cevap vermiş, söz kesilmiş, nişan yapılmışsa, artık bu kadına bir başka erkek dünür gönderemez. Hz. Peygamber (s.a.s.) bu konuda şöyle buyurmuştur: "Sizden biriniz din kardeşinin dünürlüğü üzerine dünürlük göndermesin. Ta dünür gönderen ondan önce vazgeçinceye yahut kendisine izin verinceye kadar" (Buhârî, Nikâh, 45). Teklif kadın tarafından reddedilmişse, bu takdirde ikinci bir isteme câizdir. İlk teklif sahibi, ikincisine izin vermişse, bu takdirde ikinci teklif serbesttir.

İslâm hukuku, nişanlıları evlenmeye mecbur etmemiştir. Ancak meşrû bir sebep olmaksızın nişanı bozmak mekruh veya haram sayılmıştır. Nişanın bozulması halinde, daha önce mehir verilmiş ise, bunun iâdesi gerekir. Nişanlıların birbirlerine verdikleri hediyelere gelince... Bu konuda hîbeden dönme hükümleri uygulanarak, bunlar mevcutsa aynen iade edilir. Kullanılmış ve artık mevcut değilse bir şey gerekmez. Şâfiîlere göre, hediyeler duruyorsa aynen, kullanılmış ve yok olmuşsa bedeli bakımından iade edilirler. Mâlikîlere göre ise, nişanlanma ve evlenme örf ve âdetin çok rol oynadığı bir saha olduğu için, hediyeler konusunda o beldenin örfüne uyulur. Örf kaidesi yoksa ve nişanı erkek bozmuş olursa, kadın verilen hediyeleri iâde etmek zorunda değildir. (9)

 

 

 

 

 

 

 

ğün; Nikâhın İlânı

 

Evlilik münasebetiyle düzenlenen tören ve merasimlere Türkçede düğün denilmektedir. Yeni bir hayat başlangıcı demek olan evlenmelere düğün adı altında düzenlenen eğlence ve törenlerle, neşe ve sevinç içinde girilmesi, dünyanın hemen her yerinde âdet halindedir. Ancak düğün gelenek ve âdetleri milletlere hatta yörelere göre değişiklik gösterir.

Evlilik gibi mühim bir hadisenin başlangıcı olan düğün konusunda İslâm'ın görüşü sorulagelmiştir. İslâm öncesi Arap örfünde bulunan düğün âdeti, İslâmî dönemde de düzeltilerek ve İslâm'a uymayan yönleri kaldırılarak muhafaza edilmiştir. Rasûlullah (s.a.s.) zamanında uygulanan düğün adeti bizim için en güzel örnektir. O halde bu konudaki sünnetleri iyice öğrenmeli ve uymalıyız.

Evlenen çiftlerin yeni hayata neşe içinde geçmeleri, eş-dost ve akrabalarının, hatta tüm din kardeşlerinin bu sevinçlerinde onlara katılabilmeleri için düğün yapmayı Hz. Peygamber (s.a.s.) tavsiye etmiştir. Rasûlullah (s.a.s.) yeni evlenen Abdurrahman b. Avf'a: "Düğün yap, bir koyunla da olsa ziyafet ver." (Buhârî, VI/142) buyurmuştur. “İslâmî bir düğün nasıl olmalı?” sorusuna gelince; bu sorunun kesin cevabı verilmiş ve İslâmî bir düğünün hudutları hiçbir zaman kesin olarak çizilmiş değildir. Bu nedenle de dünyanın her yanındaki müslümanlar arasında, İslâm'a uygun olsa da, düğünlerde farklılıklar görülmektedir. Yani müslümanlar müşterek bir düğün şekline sahip değildirler ve bunda da herhangi bir, mahzur yoktur.

ğün ve düğün esnasında uyulacak esas; her işimizde olduğu gibi helâl ve haram sınırını gözetmektir. Düğünlerimizde harama kaçmamak kaydıyla, kadınlar ve erkeklerin birbirlerine karışmaması, içki içilmemesi şartıyla eğlenebilirler. Düğünlerde tef çalınması, şarkı söylenmesi de Peygamberimiz (s.a.s.)'in tasvip ve teşvik ettiği şeylerdendir. Hz. Âişe (r.a.)'dan rivâyet olunan bir hadîste Rasûlullah (s.a.s.) Ensar'dan bir kadının düğününden dönen Hz. Âişe (r.a.)'ye: "Yâ Âişe herhalde düğününüzde eğlence (çalgı) yoktu, halbuki Ensar eğlenceyi sever." buyurmuştur. Bir başka rivâyette de: "Tefe vuracak ve şarkı söyleyecek bir câriye göndermediniz mi?" buyurunca Hz. Âişe "(Şarkı olarak) ne söylesin ya Rasûlallah?" demiş, Rasûlullah (s.a.s.) de: "Size geldik size geldik... " diye başlayan bir kaside okumuş ve "Bunu okusun!" buyurmuştur (Mansur Ali Nasıf, et-Tac, II-130). Bir başka hadiste de Hz. Peygamber (s.a.s.): "Helâl ve haram nikâh arasındaki fark (helâlinde) tef ve ses (şarkı) bulunmasıdır. " buyurmuştur. (Aynı eser).

ğünlerimizde mâkul ölçüde şarkıya ve çalgıya izin verilmişse de bu gibi şeylerde aşırıya kaçmak insanı harama düşme tehlikesiyle karşı karşıya bırakır. Ayrıca, düğünlerde okunacak şarkıların muhtevası inançlarımıza aykırı olmamalı ve isyana, harama teşvik etmemelidir. Çünkü harama vesile olan her şey haramdır. (10)

 

 

Velîme; Düğünde İkrâm

 

ğün münasebetiyle verilen yemek. Sevinç ve saadet ifade eden her türlü merasim sebebiyle verilen ziyafetlere de velime dendiğini söyleyen olmuştur (Şevkânî, Neylü'l-Evtar, VI, Mısır t,y., 198). Düğünler neşe ve saadet günleri olduğu için, hem sevincin ortaya konması, hem de dost ve fakirlerin doyurulmasına vesile olması yüzünden davetlilere düğün yemeği vermek güzel bir davranıştır.

Câhiliyye döneminde de velîme geleneği mevcuttu. Hz. Peygamber (s.a.s.), Hatice vâlidemizle evlenirken velime cemiyeti tertip etti. İki deve kestirerek halka yemek verdi. Amcası Ebû Tâlib de bu münasebetle evinde ziyafet tertipleyerek Hz. Peygamberi ve Hatice anamızı da davet etti. Rasûlüllah, diğer hanımlarıyla evlenirken de düğün yemeği vermiş; önceden sadece gelenek olan velîme Rasûlüllah'ın tatbikatıyla sünnete dönüşmüştür. Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.s.), ashâbına da bu hususta tavsiyede bulunmuştur. Nitekim Abdurrahman bin Avf'ın evlendiğini duyunca: "Bir koyun keserek de olsa düğün yemeği ver" (İbn Mâce, hadis no: 1907) demiştir. Hz. Ali ile Hz. Fâtıma validemizin düğünlerinde de bu sünnetin canlı olarak yerine getirildiğini görmekteyiz. Hz. Ali bu iş için, yarım ölçek arpa almak üzere zırhını bir yahudiye rehin bırakmıştı. Birkaç kesilmiş, çekirdeği çıkarılmış kuru hurma, un, yağ ve yoğurt karıştırılarak yapılan bir yemek ve arpa ekmeği sunulmuştur. O günün şartlarına göre bu, iyi bir ziyafet sayılırdı (Asım Köksal, İslam Tarihi, I-II İstanbul 1981, 259).

Hz. Peygamber, Zeynep validemizle evlendiğinde bir koyun kesmiş, Safiyye validemizle izdivacında da hurma ve sevik (kavut) ikram etmiştir. Düğün ziyâfetinin şekli, ikram sahibinin mâli gücüne ve cömertlik durumuna göre değişir. Hz. Peygamber, insanların en cömerdi olduğu halde bazı düğünlerinde et ve ekmek ikramı yerine daha basit ikramlarda da bulunmuştur (İbn Mâce, hadis no: 1908-1910).

ğün yemeklerinde haram olan şeylerin ikram edilmemesi ve gösterişten, şöhret alametlerinden kaçınılması gerekir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bu konuda şöyle buyurmuştur: "Birinci gün yemek vermek haktır, ikinci gün yemek vermek güzeldir, üçüncü gün yemek vermek riyâ ve propagandadır." (Ebû Dâvud, II, 307). Ayrıca bu davetlere zenginlerle birlikte fakirlerin de çağrılması gerekir. Fakirlerin çağırılmadığı ziyafetler için Allah Rasûlü şöyle buyurmuştur: "Dâvetlerin en kötüsü, zenginlerin çağrılıp, fakirlerin mahrum edildiği düğün dâvetidir" (İbn Mâce, hadis no: 1913).

Meşrû olmak şartıyla bu türlü davetlere katılmak gerekir. Hz. Peygamber (s.a.s) bu konuda şöyle buyurmuştur: "Sizden her kim düğün yemeğine çağırılırsa hemen icâbet etsin!" (İbn Mâce, hadis no:1914). Şayet dâvetler çakışırsa Hz. Peygamberin tavsiyesine uygun olarak en yakın komşu (veya en yakın akraba) tercih edilir. Dâvetlerden birisi daha önceden vâki olduysa, önceliğe uymak gerekir (Şevkânî, a.g.e., II/203).

ğündeki ikram ve eğlencelerin İslâmî kaidelere uygun olması esastır. Uygun olmayan ziyafet ve merasimlere katılmanın dinî hükmüne gelince: Şayet merasim ve ikramların gayri meşru tarzda olacağı önceden belliyse bu türlü davetlere katılmamak gerekir. Eğer mahiyeti önceden bilinmeden icabet edilip, bilahare gayri meşruluğu ortaya çıkarsa; mümkünse haramlara mani olunur, değilse sabredilip oturulur. Şayet bu durumdaki kişi; söz ve davranışları ölçü kabil edilen örnek ve dinî manada önder bir kişiyse haramları engelleyemediği takdirde bu türlü meclisleri terk eder. Aksi halde onun bu hareketi başkalarına örnek olur, günah işleme ve kötülüğe razı olmaya bir nevi ruhsat kabul edilebilir (Merginânî, el-Hidâye, IV, 80).

Ziyafet sofrasında içki içiliyorsa, kim olursa olsun sofrada oturmaması gerekir. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Allah ve âhiret gününe iman eden kimse, içki içilen sofraya oturmasın" (Şevkânî, a.g.e., XI, 206).

Günümüzdeki dâvetlerde genellikle İslâmi prensiplere uyulmamakta, içki, kadınlı erkekli dans vs. gibi dinen yasak olan her türlü davranışlar sergilenmekte, arkasından da Kur'an-ı Kerim ve mevlid okutulmaktadır. Birbirine taban tabana zıt olan bu manzaralar toplumumuzdaki dinî ve millî zaafı açıkça ortaya koymakta, batı taklitçiliği uğruna neleri feda ettiğinizi ve ikili bir şahsiyete daha doğrusu şahsiyetsizliğe büründüğümüzü göstermektedir.

Aile müessesesi kutsaldır ve toplumun temelini teşkil eder. Böyle kutsal bir müessesenin, haramlar üzerine değil, kutsal prensip ve davranışlar üzerine bina edilmesi gerekir. Yanlışlar üzerine doğrular bina edilmez. (11)

 

 

Nesil Emniyeti

Nesil emniyetini kavrayabilmek için "aile nedir?" sualine cevap bulmak zorundayız. Önce "aile" kelimesi üzerinde duralım. Bakıma muhtaç olmak ve fakir düşmek gibi mânâlara gelen "ayle"den türemiş, arapça bir kelime ile karşı karşıyayız. Istılâhta; temelini ana babanın teşkil ettiği, kan ve süt bağıyla birbirine bağlı ferdlerden oluşan küçük topluluğa aile denir. şeklinde tarif edilmektedir. Ayrıca, nikâhları birbirine müebbeden (edebiyyen) haram olan ferdler de, aileden sayılır. Birçok ansiklopedide ailenin "anne-baba ve çocuklardan meydana gelen topluluktur" şeklindeki tarifine rastlarsak da, buna katılmak mümkün değildir. Çünkü tarif "efradına câmi, ağyarına mani" olmak zorundadır.Aile sisteminin, Hz. Âdem (a.s.)'a indirilen on suhufla teşkil olunduğu, ilk ailenin Hz. Âdem (a.s.) ve Hz. Havvâ (r.anhâ)'dan meydana geldiği gerçeği inkâr olunamaz Hz. Âdem (a.s.)'in kıssası Kur'ân-ı Kerîm'de yer aldığı gibi, İncil ve Tevrat'ta da yer almıştır. Bu durumda müslümanların, nasranilerin ve yahudilerin; ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem (a.s.)'e inanmaları zarûridir. İnsanı, maymunun evrim geçirmiş şekli kabul eden darwinizmi esas alanlar, müslüman olamıyacakları gibi, nasrâni ve yahudi de (yani ehl-i kitap) olamazlar. Hz. Âdem (a.s.)'in iki oğlu arasında (Habil ile Kabil) cerayan eden kanlı mücâdelenin, temelde aile sistemine dayandığı dikkate alınırsa, "nesil emniyeti"nin önemi kavranır. Habil'e nikâhlaması suhuflarla sabit olan İklima'ya gönlünü kaptıran Kabil; aile sistemini heva ve heveslerine kapılarak değiştirmek istemiştir. Kardeşi Habil'i öldürerek hedefine varmaya kalkan Kabil, ideolojik sistemlerin kurucusu olarak kalmamış, ilk katliamı da gerçekleştirmiştir. Günümüzdeki bütün ideolojilerin temelde "katliam"a dayanması, Kâbil kompleksinin tabii bir sonucudur. Bu noktada Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)'in "Hiçbir âdemoğlu zulm ile öldürülemez. Ancak onun kanının günahından Âdem (as)'in oğlu Kabil'e bir pay ayrılır. Çünkü bu cinayeti âdet edenlerin önderi (lideri) odur" (Buhârî Muht. Tecrid-i Sarih Terc., c. IX, s. 83, hadis no: 371) meâlindeki hadis-i şerifini iyi düşünmek durumundayız.

İmam Gazzâlî: "Zina eden erkek ve kadınların cezalandırılması, nesil emniyetinin tahakkuku içindir" hükmünü zikrediyor (İmam-ı Gazzalî, el-Mustasfa Min ilmû'l Usûl, Beyrut, l937, c. I, sh. 87 vd.). Bilindiği gibi dâru'l-İslâm'da, zinâ eden erkek ve kadın, bekâr ise yüz değnek cezasına, evli iseler recm'e tâbi tutulurlar. Ancak, dâru'l-harpte bu cezâlar uygulanamaz. Zira nesil emniyeti yoktur. Dolayısıyla hadd-i zinâ ve recm'in uygulanmadığı toplumlar, "dâru'l-harp" özelliğini taşırlar. Türkiye'de, genelevlerin bile devletin resmî izniyle işletildiği, zinânın kitle yayın organları (TV, radyo, gazeteler vs.) ile övüldüğü ve şer'î muâmelelerin yasaklandığı gerçeği gizlenemez. İslâm dini; erkek ve kadınların, birbirleri üzerine hüküm koyma, hak ve yetkilerini tayin etme fiillerini kabul etmemiştir. Her iki cins de, "Allah (c.c.)'ın indirdiği hükümlere" boyun eğmek ve İslâmî bir hayat yaşamak zorundadırlar. Bu sebeple İslâın toplumlarında "feminizm" diye isimlendirilen felsefî cerayanların etkisi görülemez."Nesil emniyeti" ile yakından alâkalı bir ıstılah da fuhuştur. Fuhuş, lûgatta söz ve işin çok çirkin olması, hududu ve ölçüyü aşmak, kötü olarak bilinen her türlü söz ve iş mânâlarına gelir. Câhiliyye döneminde açık ve gizli olarak yapılan zinâ, İslâm dini tarafından kesinlikle haram kılınmıştır. Ayrıca zinayı teşvik eden müzik ve bunun gibi bütün yollar haram kılınmıştır. Türkiye'de olduğu gibi, câhiliyye döneminde de, açık yerlerde yapılan zina kötü görülürdü. Ama gizli ve kimsenin göremiyeceği yerde yapılanı katiyyetle ayıplamazlardı. Kur'ân-ı Kerîm'de: "Açık olsun, gizli olsun fuhşiyata yaklaşmayınız" (6/En'âm,151) emri, "gizli olan" fuhşu da kesinlikle haram kılmıştır. Muhkem ve müfesser âyetlerle ve hükmü kat'iyyet ifade eden mütevatir sünnetle, "aile"nin nasıl teşekkül edeceği izah buyurulmuştur. Bu hududların dışındaki her türlü ilişki (siyasî yönetimler, kanunlarla tâyin etse de, etmese de) fuhuştur. Çünkü insanların kendi hevâ ve hevesleriyle, aile sistemi kurmaları kat'iyyen haramdır. Aile, İslâm'ın belirttiği hududlarla teşekkül eder. (12)

 

 

 

Teaddüd-i Zevcât/Poligami

 

Teaddüd-i zevcât: Birden çok kadınla evlenmek, nikahlı eşlerin birden çok olması demektir. Bir erkeğin aynı anda dörtten fazla kadınla evli bulunması câiz değildir. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulur: “Eğer yetim kızlar hakkında (adaleti yerine getiremeyeceğinizden) korkarsanız sizin için helal olan diğer kadınlardan ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikâh edin. Eğer bu şekilde de adalet yapamamaktan endişe ederseniz, o zaman bir tane ile veya mâlik olduğunuz cariye ile yetininiz. Bu, sizin haktan eğrilip sapmamanıza daha yakındır.” (4/Nisâ, 3)

Ayetteki "ikişer, üçer, dörder" ifadesi toplam olarak dörtten fazla sayıyı kapsamaz. Hz. Peygamber'in şu hadisleri âyeti tefsir eder: "Abdullah b. Ömer (r. anhümâ) şöyle demiştir: Gaylân es-Sakafî, câhiliye devrinde nikâhı altında on kadın varken İslâm'a girdi. Onunla birlikte eşleri de Müslüman oldular. Rasûlüllah (s.a.s.), bu eşlerden dört tanesini seçmesini emretti" (eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, VI, 159 vd). Kays b. el-Hâris'ten şöyle dediği nakledilmiştir: "Nikâhım altında sekiz kadın olduğu halde Müslüman oldum. Nebî (s.a.s)'e giderek, durumu anlattım. Bana: “Onlardan dört tanesini seç!” buyurdu" (Ebû Dâvud, Talâk, 35). Nevfel b. Muâviye, beş kadınla evli iken İslâm'a girmişti. Nebî (s.a.s) ona; "Dördünü tut, diğerinden ayrıl" (eş-Şevkân, a.g.e., VI, 149) buyurmuştur .

Zâhirîler ve İmâmiye erkek için dokuz kadınla evlenmenin caiz olduğu görüşündedirler. Onlara göre, "ikişer, üçer ve dörder" ifadesindeki "vav"lar tercih için değil, toplama içindir. Ancak Arap dilinde bu gibi hitaplar vardır. Nitekim Kur'an-ı Kerîm'de; "Hamd, gökleri ve yeri yaratan, melekleri ikişer, üçer ve dörder kanatlı elçiler yapan Allah'a mahsustur" (35/Fâtır, 1) âyetinde, meleklerin kanat toplam sayısı değil, ayrı grupların kastedildiği açıktır. İslâm'dan önce Arabistan'da çok eşliliğin sınırsız bir şekilde uygulandığı kabul edilir. Ancak çok eşlilik daha çok varlıklı kimseler ve kabile başkanları için söz konusu idi. Halktan erkeklerin çoğunluğu ise tek eşliydi (Bilmen, Hukuku İslâmiyye ve İstilâhâtı Fıkhyye Kamusu, İstanbul 1967, 11, 112, 113).

Eski İran, Çin ve Brehmenler hukukunda, Babil'de Hammurabi kanunlarında birden çok kadınla evlilik kabul edilmişti. Roma hukukunda istifraş yani evli olmaksızın birlikte yaşamak mevcuttu (Mahmut Es'ad, Tarih-i İlm-i Hukuk, İstanbul 1331/1912, s. 75, 97, 139, 141, 149, 165, 173, 175). Tevrat'da Dâvud (a.s.)'ın bir kaç kadınla evlendiğinden söz edilir (Samuel, 2/12, 7/8). İncil'de birden fazla kadınla evlenmeyi yasak eden bir hüküm yoktur. Bu yüzden XVI. asra kadar Hristiyanlarda çok evlilik normaldi. Hatta filozof Herbert Spenser'e göre, XI. asırda İngiltere'de kadının başka bir erkeğe belli bir süreyle ödünç verilebileceği hakkında kilise kanun çıkarmıştır (Mustafa es-Sibâî, el-Mer'e beyne'l-Fıkh ve'lKânun, s. 210 vd).

Hz. Peygamber de çok evli idi. Bunun dinî, ictimâî, siyasî, terbiyevî bir takım hikmetleri vardır. O'nun çok evliliğinin asıl amacı sahabe hanımlarına bir kaç muallim yetiştirmektir. Çünkü bir toplumun yarısı kadındır. Kadınlar da, erkeklerin yükümlü olduğu hükümlerle yükümüdür. Kadınlar kendileriyle ilgili gizli meseleleri Hz. Peygamber'den sormaya çekinirlerdi. Ay hali, lohusalık, cünüplük, vb. konular bunlar arasındadır. Allah elçisinin edeb ve hayası da bunları cevaplamaya engeldi. İşte Hz. Peygamber'in aileleri, özellikle hanımlarla ilgili şer'î hükümleri, diğer kadınlara tebliğ etmede önemli rol oynamışlardır .

Kimi zaman Rasûlüllah'ın evliliği câhiliyye âdetlerini yıkıp yeni bir hüküm koymak amacına yöneliktir. Zeynep binti Cahş ile evliliği buna örnek gösterilebilir. Çünkü Zeynep (r. anhâ) önce, Hz. Peygamberin evlâtlığı olan Zeyd b. Hârise ile evlenmiş, ancak geçimsizlik sebebiyle başaramamışlardı. Câhiliyye devri örfüne göre, evlâtlığın dul kalan eşiyle evlenmek yasaktı. Cenab-ı Hak evlâtlığı kaldırarak, bunların dul kalan eşiyle evlat edinenin evlenebileceğine izin verdi ve ilk uygulama Allah elçisi ile Zeynep (r. anhâ)'in evlenmesiyle başladı (33/Ahzâb, 37).

Allah elçisinin (s.a.s.)'in Ebu Bekr kızı Âişe ve Hz. Ömer'in kızı Hafsa ile evlenmesi sosyal bir hikmete dayanır. İslâm onlar sayesinde güç kazanmış, aileler, hatta kabileler arasında kopmaz bağlar meydana gelmiştir. Hz. Peygamber kızı Fâtıma'yı Hz. Âli'ye biri vefat edince diğeri olmak üzere iki kızını da Hz. Osman'a vermiştir. Bu dört sahabe, Resulüllah'ın en yakın dostu, yardımcısı olup, onun vefatından sonra da İslâm toplumunu yöneten liderlerdir.

İnsanların gönüllerini bir noktada toplamak ve kabileleri birleştirmek için de evlilikler olmuştur. Nitekim Cüveyriye (r.anhâ), Müstalikoğullarının başkanı el-Hâris'in kızıdır. Bu kabile esir alınmıştı. Cüveyriye de esir düşmüştü. Kurtuluş fidyesi için Hz. Peygamber'den yardım istedi. Hz. Peygamber fidyeyi vereceğini ve kendisiyle de evlenmek istediğini bildirince de Cüveyriye kabul etti ve evlendiler. Esirleri ellerinde tutan sahabiler; "Biz Allah'ın Resulünün sihrî hısımlarını nasıl esir tutarız" diyerek hepsini serbest bıraktılar. Bu durum karşısında Müstalikoğulları topluca İslâm'a girdi (es-Sâbûnî, Tefsîru Ayâti'l-Ahkâm, 2. Baskı, Suriye 1397/1977,11, 319 vd.; İbn Sa'd, Tabakât, VIII, 116, vd.)

Birden çok Kadınla Evlenmenin Şartları: İslâm birden çok kadınla evlenebilmek için bir takım şartlar öngörmüştür, Bu şartlar şunlardır:

1- Eşler arasında adâletli davranmak. Bu insan gücü ile sınırlı olmak üzere yedirmek, giyim, barınma, ilgi ve muâmele konularında adaletli kavranmayı kapsar. Ancak bunun güçlüğüne Kur'an-ı Kerim'de şöyle işaret edilir: "...Eğer adalet yapamamaktan korkarsanız, o zaman bir tane ile veya mâlik olduğunuz câriye ile yetininiz” (4/Nisâ, 4/3). Buna göre eşler arasında adalet yapmama ve zulüm yapma korkusu varsa tek eşle yetinme esası getirilmiştir. Ancak adalet sevgi, kalbin meyli, aşk gibi hususları kapsamaz. Çünkü bunlara güç yetirilemez. İslâm ise insana gücünün yetemeyeceği yükü taşıtmaz. Bununla birlikte, eşlerden birine aşırı derecede meylederek, diğerlerini sevgiden mahrum etmek yasaklanmıştır. Âyette şöyle buyurulur: "Kadınlar arasında adaletli davranmaya ne kadar gayret gösterirseniz de buna güç yetiremezsiniz. Hiç değilse birisine aşırı meyledip de diğerini (ne dul ne kocalı durumda) askılı bırakmayın” (4/Nisâ, 129).

Yukarıdaki iki âyet birlikte değerlendirildiği zaman İslâm'da çok eşlilik aslî bir kural değil, fevkalâde hâl ve şartlar bulununca baş vurulabilecek bir ruhsat olduğu sonucuna varılır.

2- Eşlerin geçimini sağlamaya gücü yetmek. İslâm'da bir erkeğin evlenebilmesi için, tek veya daha fazla eş olsun, bunların yeme, içme, giyim ve barınma harcamalarını sağlayacak güce sahip olması gerekir. Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: Ey gençler. topluluğu! Sizden evliliğin külfetlerini yerine getirmeye gücü yeten evlensin” (Buhârî, Savm, 10, Nikâh, 2,3,19; Müslim, Nikâh, 1,3; Ebû Dâvud, Nikâh, I; İbn Mâce, Nikâh, ; Nesâî, Sıyâm, 43). Evlilik külfetinin başında eşin geçim masraflarının geldiğinde şüphe yoktur.

Çok evliliğe İslâm'ın izin vermesinin Hikmetleri: İslâm'da tek evlilik, esas, çok evlilik ise istisnadır. Ona ancak ihtiyaç veya zarûret hallerinde başvurulur. İslâm hiçbir kimseye çok evliliği farz kılmadığı gibi, buna teşvik de etmemiştir. Ancak genel veya özel bazı sebepler bulununca çok evlilik mübah sayılmıştır.

Genel sebepler: Bazı beldelerde çeşitli sebeplerle erkek nüfus azalır, kadın nüfus ise normalin üstünde artabilir, Savaş sonralarında böyle durumlarda sık sık karşılaşılır. Nitekim Birinci Dünya Harbinden sonra Almanya'da bir erkeğe dört veya altı kadın düşüyordu. Bu durum karşısında Alman kadınları, erkeklerin birden çok kadınla evlenmeleri gerektiğini açıkça savunuyorlardı. Böyle bir ortamda taaddüdü zevcât, kadınları fuhuştan korumak, onlara sıcak bir yuva sağlamak, bu yolla yetim kalan çocuklarını da hikâye etmek amacına hizmet eder.

Kimi zaman da bazı beldelerde nüfusun hızlı artışını sağlamak için çok kadınla evliliğe ihtiyaç duyulabilir. Savaşta nüfusun büyük bir kısmının ölmesi gibi. İslâm'ı yaymak amacıyla da çok evlilik olabilir. Nitekim Hz. Peygamber 54 yaşına kadar Hz. Hatice (r. anhâ) ile tek evli olarak kalmış, bu yaştan sonra 9 kadar eşi olmuştur (ez-Zühaylî, a.g.e, VII, 169, 170).

Özel sebepler çoktur:

1- Kadının hastalığı, yüzünden kadınlık görevini yapamaması. Tedavi imkânı bulunmayan kadın hastalığı, kadının çocuk doğuramayacak durumda olması gibi. Böyle bir durumda hasta kadını boşayıp, başkası ile evlenmek yolu bir çare gibi görülüyorsa da kocasının ve belki çocuklarının yuvasından onu uzaklaştırmak yerine onun rıza ve muvafakatıyla ikinci bir evliliğe imkân sağlamak daha üstün bir özlük hakkı olsa gerek. Böylece ilk eşin hakları da korunmuş olur.

2- Bazı erkekler kendi eşi dışında başka bir kadına öne geçilmez istekle bağlanmış olabilir. Onu zinadan korumanın tek yolu ikinci evliliktir.

Bu duruma göre çok evliliğin mübah oluşu zaruret, ihtiyaç, özür veya geçerli bir maslahattır. Günümüz İslâm ülkelerinin bazılarında çok kadınla evlenmek hâkim iznine bağlanmıştır. Çünkü, birden çok kadınla evlenecek erkekte adalet ve nafakaya güç yetirme niteliklerinin bulunup bulunmadığını tesbit etmek bunu getirir. Bu iki niteliğin varlığı nass'larla istendiği için bunu araştırmak ve bir esasa bağlamak İslâm devletinin yetkisi altındadır.

XX. yüzyılın ortalarında yapılan aile hukukuna ilişkin konular, Tunus dışında diğer İslâm ülkelerinde çok kadınla evlenmeyi yasaklamamışlar, yalnız bazı koruma önlemleri almakla yetinmişlerdir. Suriye, Irak ve Pakistan'da çok kadınla evlenebilmek için hâkimden izin alınması şartı konmuş buna rağmen evli bir erkeğin izinsiz olarak akdettiği ikinci ve daha sonraki evlenmeler geçerli sayılmıştır. Ancak, devletin belirlediği usullere uymadığı için ilgiliye ceza verme yoluna gidilmiştir (Suriye Medeni Kanunu, Mad. 17; Irak Med. Kan. Mad. 3-4, Pakistan Aile Hukuku Kararnamesi).

Diğer yandan Tunus kanunu çok eşliliği sert ceza tehdidi altında yasaklamış, gizli olarak çok kadınla evlenmelerin artması üzerine de 1958'de önceden belirlenen cezalar arttırılmıştır. Bu arada Tunus mahkemeleri, kanun koyucunun maksadını yorumlayarak ikinci evlenmeleri bâtıl saymıştır (Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, İstanbul 1983, s. 239, 240). (13)

 

 

 

 

 

Doğum Kontrolü

 

Doğumun kontrol altına alınması, nüfusun çoğalmasının sınırlandırılması, istenmeyen gebeliğin önlenmesi amacıyla uygulanan ve siyasî, iktisadî, demografik, tıbbî, ahlâkî, sosyal ve dinî yönleri bulunan bir kavram. Aile plânlaması, nüfus plânlaması gibi yaygın adlandırmalarla yapılan doğum kontrolü, eski çağlardan beri uygulanmasına rağmen, esas olarak ondokuzuncu yüzyılda Batı Avrupa'da doktrin olarak ortaya atılmış ve hızla bütün dünyaya yayılmıştır. En eski eserlerde bile bu konuya dair bilgiler bulunmaktadır. Tarih boyunca hangi millet veya dinden olursa olsun insanlar, "gebeliği önleme metodları" üzerinde durmuşlardır. Ancak yirminci yüzyılda dînî ve ahlâkî bakış açılarının değişmesi, ve teknolojinin ilerlemesi sayesinde, doğum kontrol yöntemleri ve araçları bütün kitlelere yaygın bir hareket haline gelmiş; serî ve çok sayıdaki doğum kontrol aracı üretimi ve bunların serbestçe satılması ve alınması, koruyucu hekimliğin gelişmesi, doğum kontrol ilâçlarının çoğalmasıyla, bu hareket geniş çapta uygulanır olmuştur.

İngiliz iktisat profesörü ve Anglikan rahibi Thomas Robert Malthus (1766-1834) 1803'te yayımladığı, "Nüfusun Toplumun Gelecekteki Gelişmesi Üstündeki Etkileri Konusunda Deneme" adlı eserinde; kıt kaynaklarla, sınırsız ve artan nüfusun ihtiyaçlarının nasıl karşılanacağını düşünerek, insan nüfusunun artmasıyla kaynakların tükenebileceğini, bunu önlemek için çoğalmayı geçim kaynaklarına göre ayarlamak gerektiğini ve doğumu teşvik edici bütün tedbirlerden kaçınmak ve "fakirler yasası''nı ortadan kaldırmak gerektiğini ileri sürdü ve cinsel perhizle doğum kontrolünü başlattı. O'na göre bu yasa, "bir başak veren toprağı iki başak verir duruma getirmeden" halkı çoğalmamaya teşvik ediyordu. Nüfus artışının işsizlik, düşük ücret, yani yoksulluk demek olduğunu fakirler öğrenmeliydi. Malthus'un bu fikirleri, kitabı yayınlandığı yıllarda rağbet görmesine rağmen, teoride kalmıştır. Ancak daha sonraları Yeni Malthusçuluk veya Malthusçuluk adı verilen doktrin ile bu teori, sadece cinsel istekleri önlemeyi öğütleyen bir teori olmaktan çıkarak, gebeliği önleyici tedbirler üzerinde durdu ve giderek uygulanır oldu. "Doğumun isteyerek kontrol altına alınması" diye tanımlanan Malthusçu doktrin, uzun süre ahlâka aykırı ve hatta şeytanca bir öğreti gözüyle bakılmasına ve tabiata aykırı olduğu öne sürülerek tanrı tanımazlarca da kötülenmesine, hayli gürültü koparan Annie Besant davasına (1877) rağmen, sonunda İngiltere'de kesin olarak kabul edilmiştir. Bu akım, özellikle dinlerin büyük tepkisine yol açtı. En sert şekilde Katolikler ve Komünistlerce eleştirildi. Papalar ve rahipler, doğum kontrolünü Allah'ın işine karışmak şeklinde değerlendirdiler. Komünistler de, zenginlerin, servetlerini paylaşmamak için nüfusun çoğalmasını istemediklerinden bu hareketi başlattıklarını söylediler. 1798'de Amsterdam'da ilk klinik açıldı. Sonra bu hareket Birleşik Amerika'da genişleyerek yayıldı. İlk doğum klinikleri burada açıldı. (1916) Gebeliği önleyici her türlü tedbir ahlâki sayıldı. Bu hareket de giderek dînle ilgisiz bir alan oluşturdu.

Çeşitli doğum kontrol yöntemleri gelişip yaygınlaşmadan önce dinlerde "azl" metoduyla gebeliği önleme bilinmekteydi. Yahudiler ve hristiyanlar ve sonra da müslümanlar, istenmeyen gebeliklerin önlenmesinde azl metodunu uyguluyorlardı. Doğu dinlerinde de azl metodu uygulanıyordu. (Encyclopedia Britannica, "Birth control", III, 705; Moye W. Freymann, Encyclopedia Americana, "Birth control", mad., IV/4-7; Eski Ahit, Tekvin, 22/15-17; Ebu'l-Ala Mevdudi, İslâm Nazarında Doğum Kontrolü, İstanbul 1967; M. Esad Kılıçer, "İslâm'da Aile Planlaması", A.Ü.İ.F. Dergisi XXIV, Ankara 1981, 494 vd.; Halil Gönenç, Günümüz Meselelerine Fetvalar, İstanbul 1983, 176-178).

Türkiye'de 1967'de çıkarılan Nüfus Planlaması Hakkında Kanun'a göre "nüfus planlaması, fertlerin istedikleri sayıda ve istedikleri zaman çocuk sahibi olmaları" şeklinde tarif edilmiştir. Bu hususun gebeliği önleyici tedbirlerle sağlanacağını belirten kanun maddesi, tıbbî zaruretler dışında gebeliğin sona erdirilemeyeceğini hükme bağlamıştır. Nüfus planlaması, fertlerin arzularına, karı-koca arasındaki anlayışa bırakılmıştır. Yine de devlet, sağlık ve nüfus siyasetiyle, koruyucu hekimliğin yaygınlaştırılması ve kürtajın serbest bırakılmasıyla, doğum kontrolü konusunda çok ileri kararlar almış, hatta kürtaj meselesi ABD ve Batı ülkelerinde dahi hâlâ yoğun olarak tartışma konusu olmasına rağmen bizde hemen uygulamaya konularak bu konularda zaten yeterince cahil ve bilgisiz olan halkın yanlış yönlere sürüklenmesine sebep olunmuştur. Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNİCEF), Dünya Sağlık Teşkilatı (WHO) ve diğer çeşitli bakanlık ve üniversite araştırma ve raporlarında özellikle geri kalmış ülkelerde fakir anne adayı kadınların ve bebek ölümleri oranının çok yüksek olduğu tespit edilmiştir. Yine, kürtaj dolayısıyla: ölen, sakat kalan kadınlar da önemli bir yekün teşkil etmektedir. Tıbbi kontrol, beslenme yetersizliği, işsizlik gibi sebepler aile plânlaması ihtiyacını karşılamadığı halde, annelerin, cahilce yollarla, zararlı ve ilkel usullerle doğum kontrolü uyguladıkları, her yıl yarım milyon kadının öldüğü ve bir milyon civarında çocuğun annesiz kaldığı belirtilmiştir. Geri ülkelerin fakir sınıflarında cinsellik, gebelik, gebelik süresince nasıl hareket edileceğine dair çok eksik ve yanlış bilgilenme vardır. Gebe kadınlar yeterince beslenmemekte ve ağır işlerde çalıştırılmaktadır. Ardı ardına doğum yapılarak toparlanmasına fırsat verilmemekte veya çok küçük yaşlarda gebe kalınmakta; yine, çocuk aldırmanın mubahlaştırılması sonucu fuhuşta artışlar olmaktadır. Öte yandan, her yıl yüzlerce sahipsiz çocuğun sokağa terkedildiği görülmektedir.

İslâm dini, kürtajı kesinlikle cinâyet olarak kabul etmiştir. Aynı şekilde, insana zarar verici her çeşit tıbbî müdahaleyi, kısırlaştırmayı doğum kontrolünün dışarıdan zorla yaptırılmasını da yasaklamıştır. Doğum kontrolü uygulanmasının çeşitli sebepleri vardır:

1. Güvenlik endişesi, gelecek korkusu, açlık ve yoksulluk sorunu.

2. Devletin, nüfusun artması veya azalması üzerine, doğumları teşviki veya sınırlandırılmasını sağlaması.

3. İstenmeyen gebelikler.

4. Doğumu mümkün en iyi şartlara ertelemek arzusu.

5. Çok çocuğun rahat yaşamayı engelleyeceği, ancak ekonomik yönden rahatladıktan sonra çok çocuk yapmayı istemek.

6. Hastalıklar Hastalıkların çocuğa da geçeceği düşüncesi. AIDS, Verem vs.

7. Câriyenin çocuğu olursa, azad edileceği yani satılamaması düşüncesi. (Bu sebep, İslâm hukukunun uygulandığı zamanlarda geçerlidir.)

8. Fazla çocuğun, ibadete ve ilme engel olacağı fikri.

9. Yeni bir gebeliğin kadın için tehlikeli olması veya memedeki çocuğuna zarar verme durumu. İslâmî anlayışa göre, zaruretler ve hastalıklar dışındaki diğer sebepler anlamsız bulunmaktadır.

Çeşitli doğum kontrol yolları ve araçları bulunmaktadır, ancak bunların birçoğu kesin olarak gebeliği önlememektedir:

1. Azl, yani erkeğin, cinsî ilişkiyi yarıda kesmesi.

2. Ritm (takvim) usûlü. Bu usulde, kadının doğurgan olmadığı tehlikesiz dönemlerinde cima yapılması gerekmektedir.

3. Ağızdan alınan ilaçlar. Bunların çeşitli yan etkileri vardır.

4. Prezervatif (kondom, kaput). Spermatozoidlerin dölyatağı boşluğuna inmesini önlemek içindir. Aynı zamanda son yıllarda resmen propagandası yapılmış ve çağın en korkunç hastalığı olan AIDS'e karşı en iyi korunma aracı olarak sunulmuştur. Ayrıca kadın kondomları da vardır.

5. Rahim içine konulan aygıtlar. Diyafram, kremler, süpozituarlar, tamponlar, spiraller.

6. Kürtaj.

7. Kısırlaştırma. 8. Lavaj. 9. Laparoskopi.

Başta azl olmak üzere, bütün bu doğum kontrol araçlarının çeşitli yan tesirleri ve tehlikeleri mevcut bulunmaktadır. Hepsi de fıtrata ters olup, doğal birleşmeyi engellemektedir. Bunlar, orgazmı (doyumu) önlemekte, psikolojik sinirsel rahatsızlıklara yol açmakta, imtizaçsızlığa sebep olmakta ve bunalım çıkarmaktadır.

Bunlar, kadının isteği dışında yapıldığında onun çocuk. sahibi olmasını engellemekte ve tatminsizliğe neden olmakta; nasıl olsa çocuk olmayacak fikri yaygınlaşarak kadını fuhşa teşvik etmektedir.

İslâm dininde "azl" vasıtası ile doğum kontrolü meselesinde dört büyük imam, cevaz yanlısıdırlar. Yine de fukaha arasında azl meselesi ihtilâflıdır. Çeşitli mezheplerde azl için mekruh, câiz, mubah, helâla yakın mekruh, haram gibi hükümler verilmiştir. Kürtaj ve çocuk düşürmek cinayet olarak görülmüş; ancak gebeliğin ilk yüzyirmi günü içerisinde, cenin henüz canlı bir varlık haline gelmeden çocuğun düşürülebileceğini de caiz görmüşlerdir. (İbn Âbidin, Terc. A. Davudoğlu, İstanbul 1983, VI 32 vd.; Yusuf Kerimoğlu, Emanet ve Ehliyet, İstanbul 1985, 116; Melâhat Aktaş, İslâm Toplumunda ve Çağımızda Kadın, İstanbul 1982, 67)

Azl (kesik cima, meninin kadından uzaklaştırılması), hakkında Kur'ân-ı Kerim'de bir beyan yoktur. Hz. Peygamber (s.a.s.)'den bize gelen rivayetlerde de azl konusunda O'nun açık bir yasaklaması bulunmamaktadır. Bu sebeple azli, cumhur, mubah olarak görmüştür. Azli mubah görenler onu, zarûrî hallerde caiz bulmuşlardır. Azle karşı olan alimler ise, ashâbın çoğunluğunun ve bizzat Peygamber'in azle karşı olduğunu, Peygamber'in azl konusunda soru soranlara "isterseniz yapmayın" demesinin yasaklamaya daha yakın olduğunu söylemişlerdir. Kıyas yoluyla bazı ulema da doğum kontrolü için şunları söylemiştir: Gazâlî, "Azl, nikâhı terketmek gibidir" der. (Gazâlî, İhyâu Ulûmid-Din, II, 41 vd.) Caferiye mezhebi, çocuğun millet ve ana-babanın ortak bir malı olduğunu belirtmiş zarûret sebebiyle doğum kontrolünde azl yolunu câiz görmüştür. Dürzîler, ailelerin özellikle fakirlerin az sayıda çocuk sahibi olmalarının iyilik ve takvaya daha yakın olduğunu söylemişlerdir. İbn Kudâme, azlin mekruh olduğunu, onun darü'l-harb'te caiz olacağını belirtir. İmam Nevevî de, azli ved'e benzeterek, mekruh olduğunu söyler. İbn Hazm da aynı görüştedir. Mevdûdi doğum kontrolünün İslâm'la bağdaşmadığını savunur. O, doğum kontrolünün ümmet çapında bir hareket olmadığını; birkaç sahabînin bu yola başvurduğunu; büyük çapta bir hareket olsaydı Hz. Peygamber (s.a.s.)'in bunu yasaklamış olacağını belirterek, ancak zarûrî hallerde, kadının gebe kalmasının onun ölümüne yol açması ihtimali veya memedeki çocuğun ardından hemen ikinci bir doğumun memedeki çocuğa zarar vermesi durumu gibi zarûret(erde tedbir alınabileceğini söylemektedir. (Mevdûdî, İslâm Nazarında Doğum Kontrolü, İstanbul 1967) O, fakirlikten dolayı ailelerin çocuktan kaçınmalarını suç olarak telâkkî eder. Delîl olarak; "Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyiniz. Sizi de onları da biz besliyoruz. Onları öldürmeniz büyük günahtır.” (17/İsrâ, 31) âyetini getirir ve En'âm sûresinin 140. âyetine dayanarak helâli haramlaştırmamak gerektiğini söyler Mevdûdî, doğum kontrolün,ün İslam'ın temel ilkelerine ve özüne aykırı olduğunu, bunun nüfus azalması ve fuhşa teşvik yolu olduğunu da belirtmektedir. T.C. Diyanet İşleri Başkanlığı, devletin resmi politikasına uydurmak maksadıyla 1960'da başkan Ömer Nasuhi Bilmen'in uygun bulmasıyla "ilkaha mâni tedbir almakta kadının rızası şart olup, zaman gereği çocuğun kötü yetişeceği, harp veya seferde bulunulması ve benzer sebeplerle bu şartın da sâkıt olacağı ve dolayısıyla azlin, bir kısım ashab ve ulemanın kerih görmelerine rağmen, yine bir kısım ashab ve cumhûr-ı ulemaca caiz görüldüğünü" savunmuştur. Çeşitli fetvalarda, ulema, zarûret yoksa herhangi bir şekilde gebeliği önlemenin câiz olmadığını, ancak tehlikeli hallerde azlin de, ilaç almanın da caiz olduğunu söylemiştir. Ancak hiçbir zaman "devamlı doğum kontrolü"nden yana olunmamıştır. Hz. Peygamber'in "Azl yapılsa da, yapılmasa da; Allah'ın dilediği her canlının kıyâmete kadar dünyaya geleceğini" söylemesini (Buhârî, Nikâh 42; Müslîm, Nikâh 1438; Nesâî, Nikâh 107/6; Ebû Dâvud, Azil, 2170-2173; Tirmizî, Bâbu Kerâhiyeti'l-Azli, 1138) kaynak olarak alan ve doğum kontrolüne istisnai hallerde cevaz veren İslâm uleması, genel olarak şu delillerle doğum kontrolüne karşı çıkmaktadırlar: Fakirlik korkusu için: Allah, kadınları sadece hoşça vakit geçirmek için yaratmamıştır. Kadınla erkek arasındaki ilişki, tarla ile çiftçi arasındaki ilişki kadar ciddîdir. Çiftçi tarlasına sadece hoşlandığı için değil, onu ekmek ve ürün almak için gider. Aynı şekilde bir erkeğin de karısına çocuk üretmek amacıyla yaklaşması gereklidir. Bu, sünnettir ve çocuk, ailenin esas amacıdır. Allah, "Kadınlar sizin tarlanızdır, o halde tarlanıza nasıl dilerseniz öyle varın." (2/Bakara, 223) buyurur. (Ebû'l-Âlâ Mevdûdi, Tefhimû'l-Kur'ân, İstanbul 1986, I, 151). Rızık korkusu, basit bir iddiadır. Allah, milyonlarca canlının rızkını vermektedir; O, Hâlik ve Rezzâk'tır. İnsan, Allah'ın denge ve düzenine, açlık korkusuyla müdahale etmemeli, fıtrî yapıyı, tabiî cinsî yakınlaşma yolunu ve çocuk edinme nimetini kendine kapamamalıdır. Özellikle, kısırlaştırma kesinlikle düşünülmemelidir. Allah'ın yarattığını değiştirenler müslüman olamaz (4/Nisâ, 119). Ancak Allah dilediğini kısır kılar (42/Şûrâ, 49-50). Fazla çocuk istenmemesi gerekçesini de İmam Şâfiî şöyle tenkid etmiştir: Allah Teâlâ'nın Nisâ sûresinde "Aralarında adalet yapamamaktan korkarsanız. bir kadınla yetininiz" şeklindeki beyanı, fazla çocuk olup, aile efradınız ve sıkıntınız artmasın anlamındadır.

İslâm Peygamberi (s.a.s.), ümmetinin çokluğuyla övüneceğini, doğurgan kadınlarla evlenmelerini ve sünnetinden yüz çevirenlerin müslüman olmadıklarını, ümmetine öğütlemiştir (İbn Mâce, I, 592). Doğum, bebeğin dünyaya gelişi, olağanüstü bir olaydır. Âyetlerde buyrulduğu üzere herşey bir ölçüye göredir, ve insan dokuz ay ana karnında ve memede bu evreyi geçirir (31/Lokman, 14).

Hz. Peygamber sevdiklerine "mal ve evlât bolluğu" için dua ederdi Amellerde esas Allah rızasıdır. Birşey ya helâldir, ya haramdır. Evliliğin iki ana hikmeti vardır: fıtraten kadın ve erkek olarak yaratılmış iki karşı cinsin birbirini tatmini ve bu yolla neslin devamı. Zaten insanlar her ne yapsalar, "....O'nun bilgisi olmadıkça ne meyveler kabuklarından çıkar, ne bir dişi gebe kalır ve ne de doğurur." (41/Fussilet, 47) şeklindeki İlâhî hükümden uzak değildirler. İnsanlar kendi kendilerine azab ve zulüm ederler. Meni rahme boşaltılsa bile bazen çocuk olmaz; meniyi rahimden kaçırmak isteyenin ise çocuğu olabilir. Bu, eninde sonunda Allah'ın kudretinde olan bir olgudur. Doğal cinsî yakınlaşmayı bozmayan müslüman, çocuk talep etme niyeti ve eylemi ile ayrıca sevap da kazanmakta; oysa doğum kontrolü yapan, en azından bir sevaptan mahrum olmaktadır. Doğum kontrolü yapanlar, fıtrî yapıyı bozmakta, değiştirmekte, iptal etmektedir ki; eğer zarureti yoksa bu, açıkça sünnete karşı gelmek anlamını da taşımaktadır. Kaldı ki, Rasûlullah, "Nikâh benim sünnetimdir; kim benim sünnetimi yerine getirmezse, benden değildir. Evlenin; zira ben diğer ümmetlere sizin çokluğunuzla iftihar edeceğim." (bu hadisi değişik lâfızlarla Buharî, Müslim, Ahmed b. Hanbel, Taberani, Hakim ve Beyhaki, İbn Mace kitaplarında yazmışlardır.) Evlenme, bir ibâdet, bir sünnet olduğuna göre; Şeriata bir bütün olarak bakıldığında, evlenmiş olanların, doğum kontrolü yapmaları bekârlığın bir başka türü, veya sünnete karşı çıkış olarak değerlendirilmektedir. İster ana rahmine çocuk düşmesini engellemek, isterse rahimde teşekkül etmiş cenînin yaşamasına mani olmak olsun, her ikisinde de ana amaç, istenmeyen bir gebelik veya istenmeyen bir çocuk ise, bunun çelişik, bir müslümandan zaten beklenmeyecek bir hareket olduğu açıktır.

Hz. Peygamber, emzikli bir kadının yeniden gebe kalmaması için onunla ilişkiyi ertelemek veya ilişkide kontrol uygulamak konusunda da ümmetini serbest bırakmıştır. Gîle, Gayl, Gıyal şeklinde geçen meselede, bugün tıp, memedeki çocuğun sütünün sonraki çocuk için zararlı olduğunu söylemiştir. Ancak bu konuda, "Anneler çocuklarını iki bütün yıl emzirirler. (Bu hüküm), emmeyi tamam yaptırmak isteyen(ler) içindir." (2/Bakara, 233) şeklindeki Kur'ân âyetini, iki çocuk arasında iki yıl müddet bırakılmalıdır şeklinde yorumlayanlar da olmuştur. Bu çevreler üst üste yapılan doğumlarda gebe annenin çok yıprandığını, kendisini toparlayamadığını; memedeki çocuğa gereken önem verilemeden diğer bir çocuğun ardından gelmesiyle, ek yardım yollarından yararlanmayan çağdaş karıkocadan ibaret olan çekirdek ailenin, ekonomik açıdan da çok zor durumlarda kaldığını; gelir düzeyi düşük bu ailelerde, kadının, "çocuk üretim fabrikası" gibi ardı ardına çocuk doğurmasının başka bir azab olduğunu ileri sürerler. Demek ki, her çocuk arasında en az iki yıl bırakılmalıdır. Bu mesele her ne kadar erkek ile kadın arasında bir mesele gibi görünüyorsa da; doğum kontrolü, yani çocuk yapmayı önleyici düşünce ve uygulamalar, sosyal adalet, İslâm ülkesi, çocukların bakım ve eğitimi, çevre şartları gibi etkenlerle de yakından ilgilidir.

Sonuç olarak, "Allah'ın kaderi olmaksızın cinsî münasebetin çocuğa götürmemesi veya çocuk olması mümkün olmadığına göre, korunma niye?" diye düşünülsün; isterse doğum kontrolü yapan hakkında, "tarlayı sürmekten yüz çevirdi, tohumunu zâyi etti, yaratılışı âtıl bıraktı, sünneti terketti, zürriyetini kuruttu" tarzında hüküm verilsin; veya doğum kontrolü kavramı, çağdaş bir zorunluluk ve dayatma şeklinde algılansın, bu kabul edilmesi mümkün olmayan bir düşüncedir. Ama, İslâm'da doğum kontrolü konusu için ictihad gereklidir. İsteyen müctehid azl veya başka yöntemlerle doğum kontrolü hakkında caizdir veya değildir gibi ictihad edebilir. Bu da aslında İslâm devleti âlimlerinin vereceği karara ve ictihada dayalı bir husustur. Çünkü gebeliğin veya doğum kontrolünün sebep ve sonuçlarına katlanacak olan, aile fertleridir. (14)

 

 

 

şük Yapma

 

Kürtaj, ana rahmindeki "cenin"in herhangi bir dış etkiyle düşmesine “düşük yapma” denir. Bu, kasıtlı olarak ilaç kullanma vb. ile olabileceği gibi, korku, yüksek bir yerden düşme, döğülme, hastalık... ile de olur. Tıpta kullanılan "kürtaj" terimi ana rahminin içini kazıyarak oniki haftaya kadar olan gebeliklerin sona erdirilmesi anlamına gelmektedir.

Kürtaj, istenmeyen gebeliği sona erdirmek için kullanılan bir metoddur; İslâm dışı yaşama biçimini benimsemiş toplumların bir ürünüdür. Onlara göre kürtajın iki temel sebebi vardır:

1- Gayr-i meşrû gebelikler, 2- Çocuğun beslenmesi, eğitimi gibi ebeveyni sıkıntıya düşüreceği sanılan hususlar.

İslâm'ı yaşama biçimi olarak benimsemiş bir toplumda zina ve zinaya götüren bütün ilişkiler haramdır. Gençlerin zamanı gelince evlendirilmesi, onlara maddî imkân sağlanması toplumun görevi olduğu için, zina ve fuhuş olmaz. Gayrı meşrû ilişki sonucu meydana gelen gebelikte çocuğun organları teşekkül ettikten sonra aldırılması haram olur. Çünkü çocuk günahsızdır. İslâm'a göre bu durumda çocuk aldırmak çözüm değildir. Çözüm, zina edenlerin cezasını çekerek tövbe etmeleridir.

Geleceğe ait düşünceler, vehim ve asılsız endişeden başka bir şey değildir. Hiç kimse gelecekte ne olacağını bilemez. "Şu kadar yıl sonra ülke kaynaklarının nüfusu beslemeye yetmeyeceği" şeklindeki faraziyelerin ilmî bir değeri yoktur. Bu tarz bir düşünüş İslâm inancına da aykırıdır. Çünkü Allah çalışan herkesin rızkını çalışmasına göre verir. Kendisine inanan, tevekkül eden, müttakî kulları için de ayrıca kolaylıklar ve geniş rızıklar ihsan eder: "İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur. Ve çalışması da yakında görülecektir. Sonra ona tastamam karşılığı verilecektir. " (53/Necm, 39-41) "Kim Allah'tan korkarsın, (Allah) ona bir çıkış (yolu) yaratır ve onu ummadığı yerden rızıklandırır. Kim Allah'a güvenirse O ona yeter. Allah emrini yerine getirendir. Allah her şey için bir ölçü (bir sınır) koymuştur." (65/Talâk, 2-3)

Bir ülkenin hammadde kaynaklarının gelecekte o ülke nüfusuna yetmeyeceği hesabı, materyalist-sömürgeci devletlerin kendi menfaatlerine göre yaptıkları bir hesaptır. Adil gelir dağılımının yapıldığı, insanların emeklerinin karşılığını aldığı ve birbirlerini sömürmediği bir toplumda "ülke kaynaklarının nüfusu beslemeye yetmeyeceği" endişesine yer yoktur.

"Aile plânlaması", adıyla emperyalist ülkeler tarafından azgelişmiş ülkelere empoze ve tatbik edilen "nüfus artışının önlenmesi" programı, kürtaja yol açan nedenlerden biridir: Basın-yayın yoluyla yapılan "aile plânlaması" hakkındaki telkinler (propaganda), İslâmî şuurdan yoksun olan genç hanımlar üzerinde etkili olabilmektedir. Bu telkinin etkisinde kalan bir kadın, istemediği halde hamile kaldığı çocuğunu ya kürtaj yoluyla aldırmakta veya ilaç kullanarak düşürmektedir. Nüfus artışını önlemek için gerekli ilaç ve malzemenin başta ABD olmak üzere hristiyan Batı ülkeleri tarafından Türkiye'ye parasız (yardım!) olarak verildiği, artık herkes tarafından bilinmektedir. Aile plânlaması ile ilgili TV dizileri ve propaganda malzemesi de yabancı kaynaklar tarafından finanse edilmektedir. Pathfinder Fund adlı kuruluşun "Türkiye Aile Sağlığı ve Plânlama Vakfı"na sağladığı destekle Türkiye'nin çeşitli bölgelerine nüfus plânlaması maksadıyla klinikler, sağlık ocakları ve sağlık evleri açtığı, basında çıkan haberler arasındadır.

İlaç kullanarak, rahimde hilkati tamamlanmış (yaklaşık dört aylık) bir çocuğu düşürmenin veya kürtaj yoluyla böyle bir çocuğu aldırmanın dinimizde hiçbir meşrû mazereti yoktur, haramdır. Bu bir cinayet sayılır. Ananın veya süt emen diğer çocuğun ölümüne sebep olan bir özür varsa, organları teşekkül etmeden çocuğu aldırmak caizdir: "Emzikli bir kadında, gebelik belirip sütü kesilir ve emen çocuğun da hayatı tehlikeye düşer; o çocuğun da babası olmazsa, o kadın gebelik yüzyirmi gün olmadan önce, ilaç kullanarak karnındakini düşürebilir. Ancak dört ay geçtikten sonra bunu yapamaz" (Fetevâ-i Hindiyye Tercümesi, XII, 126)

İslâm'da geçim korkusundan dolayı çocukların öldürülmesi kesin olarak yasaklanmış, rızık vermenin Allah'a ait olduğu bildirilmiştir: "Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin. Onları da sizi de biz besliyoruz. Onları öldürmek büyük günahtır." (17/İsrâ, 31) "De ki: Gelin, Rabbinizin size (neleri) haram kıldığını okuyayım: O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın, ana babaya iyilik edin, fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin; sizi de onları da biz besliyoruz. Kötülüklerin açığına da kapalısına da yaklaşmayın ve haksız yere Allah'ın yasakladığı cana kıymayın! Düşünesiniz diye Allah size bunları tavsiye etti." (6/En'âm, 151)

Câhiliye döneminde Araplar kız çocuklarını öldürüyorlardı. Kur'ân-ı Kerim buna işaret ederek, suçsuz olarak öldürülen bu çocukların hesabının sorulacağını bu cinayetin cezasız kalmayacağını. bildirmiştir: "Ve sorulduğu zaman o diri diri toprağa gömülen kıza: Hangi günahı yüzünden öldürüldü? diye" (81/Tekvîr, 8-9). Mümtehine sûresi 12. âyette Cenâb-ı Hak, peygamberimiz’e: "Mü'min kadınlardan çocuklarını öldürmemeleri hususunda..." ve âyette geçen diğer konularda söz (biat) almasını emretmiştir.

Doğan her çocuk rızkını da beraber getirmektedir. Çünkü yeryüzündeki her canlının rızkını Allah Teâlâ vermektedir: "Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki rızkı Allah'a ait olmasın. (Allah) onun durduğu ve emanet bırakıldığı yeri bilir. Bunların hepsi apaçık bir kitap (Levh-i Mahfuz)dadır." (11/Hûd, 6). Abdullah b. Mes'ûd (r.a.) şöyle anlatıyor: "Allah Rasûlü'ne sordum: Hangi günah daha büyüktür?" Şöyle cevap verdi: "Seni yarattığı halde Allah'a denk, ortak ve benzer koşman." Sonra hangisi? (dedim). "Seninle beraber oturup (hazırlanan yemekleri) yer korkusuyla çocuğunu öldürmen." dedi. Sonra hangisi? (dedim) "Komşunun karısıyla zina etmen" buyurdu. (Buhârî; Müslîm, Celâl Yıldırım, Kaynaklarıyla İslâm Fıkhı, IV/83)

Dînimiz insana değer verdiği için ana rahmindeki cenine ait hükümler koymuştur. Onun özürsüz olarak, can verildikten sonra düşürülmesini cinayet saymıştır. Bunun için bir kadının çocuğunu düşürmesine sebep olan kimse diyetle cezalandırılmıştır. Hz. Ömer (r.a.) zamanında, bir kadın ifadesi alınmak üzere hilâfet makamına çağrılıyor. Hamile olan kadın, korkusundan yolda çocuğunu düşürüyor. Hz. Ömer buna çok üzülüyor ve ne yapılması gerektiğini Şûra üyelerine soruyor. Çoğunluk, bunda bir kasıt olmadığını ve bir şey gerekmeyeceğini söylüyor. Hz. Ömer, Hz. Ali (r.a.) ye: "Sizin görüşünüz nedir?" diye soruyor. O da: "Bu arkadaşlarımız kendi görüşlerini söyledilerse herhalde görüşlerinde hata ettiler. Yok seni korumak için böyle söyledilerse, iyi nasihatçi olmamış sayılırlar. Ana rahminden kopup düşen ve ölen çocuğun diyeti gerekir. Çünkü onun ölümüne sen sebep oldun." Hz. Ömer bu ictihadı tasvip ederek gereken diyeti ödemiştir.

"Düşük cenin, ister annesi öldükten sonra düşsün; ister o hayatta iken düşsün, ister diri düşsün, ister ölü düşsün, uzman hekimler onun işlenen fiil sebebiyle düştüğünü tespit ederlerse, o takdirde cinayet sayılır ve ceza uygulanır." Cenînin ana rahminden ölü olarak düşmesine sebep olan kimseye beş deve veya bu kıymette para diyet olarak ödettirilir. Alınan diyet cenînin vârislerine -miras hukukuna göre- taksim edilir. Ceninin düşmesine sebep olan kimse -isterse anası olsun- diyete vâris olamaz. Kadın, çocuğunu düşürdükten sonra ölürse, çocuk için ayrı bir diyet, kadın için hata ile öldürülmüşse ayrı bir diyet gerekir. Kasden öldürülmüş ise kısas gerekir. Cenin diri olarak düşer ve yaşarsa caniye tazir cezası gerekir.

Müslümanların temelde kürtaj gibi bir problemi yoktur: Onlar "çocuklarını geçindirememek" endişesi taşımazlar. Çünkü rızkı veren Allah'tır. Çocuğun eğitimine gelince: Müslümanlar bu konuda bütün güçlerini harcar, imkânlarını kullanırsa gerekli İslâmî eğitim müesseselerini kurabilirler; hem sayı hem kalite yönünden kuvvetlenerek Hak-bâtıl mücadelesinde müslümanların zaferini sağlayabilirler. Böylece müslümanların güçlenmesini istemedikleri için "aile plânlaması yardımı(!)"nda bulunan hristiyan âlemi de emellerine ulaşamamış olur. (15)

 

 

Talâk/Boşanma; Allah'ın Hoşlanmadığı Mubah

Talâk; İslâm hukukunda, nikâhla kurulan evlilik bağını çözmek, ortadan kaldırmaktır. Boşama anlamında tatlîk şeklinde kullanılır. İslâm'a göre evlilikten maksat, huzurlu bir aile hayatı kurmak ve böyle bir yuvada iyi bir nesil yetiştirmektir. Ama, böyle yüce gayelerle kurulan evliliklerin hepsinin başarıya ulaşması mümkün değildir. Bazan ölüm ve hastalık gibi tabii engeller, bazan da geçimsizlik, münaferet, eşlerin birbirini sevmemesi, anlaşamama gibi eşlerden kaynaklanan engeller evliliğin başarı ve devamına mani olur. İslâm, evliliğin asıl gayesinden uzaklaştığı, eşlerin bir arada huzurla yaşamalarına imkân kalmadığı, ihtiyaç ve zaruretlerin gerektirdiği hallerde evliliğin sona erdirilmesine izin vermiştir. Bu izin doğrultusunda evliliğe, erkek tarafından doğrudan ya da kadından aldığı bir bedel karşılığında son verilebileceği gibi, talâk hakkını elinde tutan kadın tarafından, hakim veya hakem kararıyla da son verilebilir.

Talâkın Hikmeti: Evliliğin huzur ve mutluluk içinde devam ettirilebilmesi, her şeyden önce eşlerin birbirini sevip saymalarına bağlıdır. Hemen her evlilik bu düşünceyle kurulur. Fakat hepsinin bu hedefe ulaştığı söylenemez. Bõyle güzel ve samimi duygularla evlenenler daha sonra mutlu olamamışlar ve olmaları da mümkün değilse, ömür boyu bu müşterek hayata katlanmalarının bir anlamı yoktur. Bu durumda evliliğe son vererek ızdıraptan kurtulmaları gerekir.

İnsanı maddî ve mânevî özellikleriyle ele aldığımızda, onun her yönüyle mükemmel olmadığını görürüz. Bu nedenle, taraflardan biri, evliliğin kuruluşunda veya devamı sırasında bir hata, kusur yapmış olabilir. Bu hata veya kusurların telafisi imkansız da olabilir. Tarafların bunun cezasını bir ömür boyunca çekmeleri doğru değildir. Öyleyse çözüm, çekilmez hale gelen evliliği sona erdirmek, tarafların belki de mutlu olabilecekleri diğer bir evliliğe imkân tanımaktır.

Talâkın Hükmü: İslâm gerçekçi bir dindir. Yani hükümleri, insan fıtratında var olan gerçekler dikkate alınarak konulmuştur. İnsanı en iyi tanıyan Cenab-ı Hak, bu durumlardan haberdar olduğu için, çekilmez hale gelen evliliklerin sona erdirilmesine müsade etmiştir: “Talâk (boşama) iki keredir. Sonra ya iyilikle geçinmek ya da güzellikle ayrılmak gerekir.” (2/Bakara, 229) "Ey Peygamber! Kadınları boşayacağınızda iddetleri vaktinde boşayın, iddeti de sayın..." (65/Talâk, 1). Hz. Peygamber de "Allah nezdinde helâlin en sevimsiz olanı boşamadır." (Ebû Davûd, Talâk, 3) buyurmuştur.

Bu naslardan da anlaşılacağı gibi talâk caizdir, mübahtır. Ancak, ihtiyaç ve zaruret halinde başvurulması gereken bir çaredir. Talâkın genel hükmü bu olmakla birlikte, bu hüküm yerine göre değişir. Meselâ, bid'i boşamalar haramdır. Kusuru bulunmayan bir eşi usulüne uygun olarak boşamak mekruh; dindar ve iffetli olmayan eşi boşamak mendub; geçimsizlik halinde hakemlerin gerekli bulduğu boşama farz; sevilmeyen eşin boşanması ise câizdir.

Talâk Yetkisi:

a- Boşama hakkı prensip olarak erkeğindir. Evlilik hayatında yüklendiği sorumluluk ve külfet açısından erkek buna daha lâyık görülmüştür. Ne var ki, talâkın geçerli olabilmesi için erkeğin bazı şartlara sahip olması gerekir. Bunlar, akıl ve bulûğdur. Mükrehin (zorlanan, ölümle tehdit edilen), sarhoşun, medhuşun (öfke halindeki kimse) talâk ehliyetine sahip olup olmadığı, yani bunların talaklarının geçerli olup olmadığı âlimler arasında ihtilâflıdır. Hanefilere göre bunların talakları geçerlidir.

b- Nikâh akdinde şart koşulursa, talâk hakkı kadına veya üçüncü bir şahsa devredilebilir. Talâk hakkının devredilmesine tefvîz; boşama hakkı kendisine devredilen kadına mufavvaza denir. Bu durumda kadın istediği zaman talâk hakkını kullanabilir. Erkek dilerse, boşama hakkını nikâhtan sonra da kadına devredebilir.

Talâkın Çeşitleri: Biçimi ve sonuçları bakımından talâk, çeşitlere ayrılır. Biçiminin Kur'an ve sünnetin belirlediği kurallara uygunluğu açısından talâk sünnî ve bid'î olmak üzere ikiye ayrılır. Sonucunda evlilik hayatına dönüş imkânı tanıyıp tanımaması bakımından da talâkın ric'î ve bâin olmak üzere iki çeşidi vardır.

a- Sünnî Talâk: Sünnî talâk (talâk-ı sünn), Kur'an ve sünnetin talimatına uygun olan boşama biçimidir. Bu talâk biçiminin üç temel şartı vardır. Bunlar eşin hayız halinde bulunmaması, hayızdan temizlendikten sonra cinsî temasın olmaması ve boşanmanın yalnız bir talakla yapılmasıdır. İmam Mâlik, Evzaî, Sevrî ve bir görüşünde İmam Şafiî'ye göre bir temizlik içinde üç defa ve birbirini izleyen üç temizlik içinde üç kere boşamak sünnete aykırı ve bid'attır. Buna göre temizlik durumunda ve cinsi temas olmadan yapılan boşamadan sonra iddet sayılmalı, iddetin bitiminde ikinci boşama yapılmalı, ikinci iddet süresinden sonra da üçüncü boşama ile evlilik sona erdirilmelidir.

Hanefî hukukçular ise bir temizlik süresinde üç defa boşamayı bid'at kabul etmekle birlikte, üç temizlik içinde üç kere boşamayı bid'at değil sünnî boşama sayarlar.

b- Bid'î Talâk: Kadını hayız günlerinde veya temizlik halinde cinsi temastan sonra yahut temizlik halinde birden fazla boşamak sünnete aykırı olduğundan bid'î talâk (talâk-ı bid') adını alır. Bu çeşit boşama dinen haram kılındığı için, bu yola başvuran koca günahkâr olur; buna rağmen boşama geçerlidir, hukukî sonuçlarını doğurur.

Hanefi, Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezheplerine göre bid'î talâkla boşama mûteberdir. Ancak, bu yola başvuran kimse İslâm'ın koyduğu kurallara uymadığı için günaha girer. Bu konu, aşağıdaki meselelere benzetilmiş ve kıyas yapılmıştır:

1- Cuma namazı kılmakla yükümlü olan kimseler, cuma saatinde alış veriş yaparlarsa, "Cuma günü namaz için nida olunduğu zaman Allah'ın zikrine (cuma namazına) koşunuz. Alış verişi bırakınız" (62/Cum'a, 9) âyetine muhalefet ettikleri için günahkâr olurlar. Ancak, yaptıkları alış veriş hukuki açıdan geçerlidir; satıcı bedeli, alıcı da satılan malı almaya hak kazanır.

2- Gasbedilen bir tarla üzerinde veya gasbedilen bir elbiseyle namaz kılma halinde, gasbdan dolayı günahkâr olunur. Buna rağmen kılınan namaz geçerlidir.

Diğer yandan, Hz. Ömer'in oğlu hayız halindeki karısını boşamıştı. Hz. Ömer durumu Allah Resulune arzetti. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: "Ona emret, karısına dönsün. Sonra, onu temizlenip hayız görünceye ve sonra temizleninceye kadar nikâh altında tutsun. Bundan sonra da isterse tutsun, isterse birleşmeden boşasın. İşte Allahu Teâlâ'nın kadınların içinde boşanmasını emrettiği iddet budur" (Buharî, Talâk, Bab 1). Bu hadis-i şerife göre Resulullah (s.a.s) İbn Ömer'e bid'î talâkla boşadığı karısına dönmesini emretmiştir. Boşanan eşe dönmek ise ancak boşamanın gerçekleşmesinden sonra mümkün olabilir. Hatta Buharî'nin bir başka rivayetinde İbn Ömer'in şöyle dediği belirtilir: "Karımı hayız halinde iken boşamam, benim hakkımda bir talâk hesab edildi" (el-Askalanı, Büluğu'l-Meram, Terc. A. Davudoğlu, c. 3, s. 363).

Bazı Şîî ve Mûtezile hukukçularına göre bid'î talâk geçerli değildir. İbn Hazm, İbn Teymiye ve İbn Kayyim de bu görüşe uymuşlardır. Bunlar şu hadise dayanmaktadırlar: "Kim bizim emrimize uymayan bir amel işlerse, bu amel merduddur, makbul değildir" (İbnü'l-Hümam, Fethu'l-Kadir, c. 3, s. 24-25).

c- Ric'î Talâk: Yeni bir nikâh akdi yapılmadan erkeğin eşiyle normal aile hayatına dönmesine imkân veren boşama şekline ric'î talâk denir. Ric'î talâkın başlıca üç şartı vardır. Bunlar;

1- Boşadığı karısıyla daha önceden fiilen evlenmiş, karı-koca hayatı yaşamış bulunmak;

2- Hanefilere göre sarih boşama sözleriyle boşamış olmak ve şiddet, mübalağa ifade eden bir kelime söylememiş olmak;

3- Üçüncü boşama hakkını kullanmamış olmaktır.

Ric'î boşamadan sonra erkek eşine, "Evliliğimizi devam ettirmek istiyorum", "Sana dönüyorum" gibi sözle; eşini öpmesi, şehvetle yaklaşması ya da cinsî temasta bulunması gibi fiillerle geri dönebilir.

d- Bâin Talâk: Yeni bir nikâh akdedilmeden erkeğin normal evlilik hayatına dönüşüne imkân vermeyen boşama şekline bâin talâk denir.

1- İddet süresi içinde evliliğe dönülmeyen ric'î boşama,

2- Nikâhtan sonra, fakat birleşmeden ve halvet-i sahîhadan önce yapılan boşama,

3- Hanefilere göre kinai sözlerle veya mübalağa ve şiddet ifade eden sözle boşama,

4- Kadının isteğiyle bir bedel üzerine anlaşarak boşama (muhâlaa),

5- Hakim kararıyla gerçekleşen boşanma,

6- Üçüncü talâkın kullanıldığı boşama bain talâk sonucunu doğurur. Üçüncü talâkın kullanılması dışındaki boşamalarda kadınla erkeğin ayrılığına beynunet-i sugra (küçük ayrılık) denir. Bu durumda eşler yeni bir nikâh akdiyle evlilik hayatına dönebilirler. Üçüncü talâkın kullanılması durumunda ise eşler birbirinden kesin biçimde ayrılır. Buna, beynunet-i kübra (büyük ayrılık) denir. Beynunet-i kübrada kadın başka bir erkekle gerçek bir evlilik tecrübesi yaşamadan ilk kocasıyla yeniden evlenemez.

Bâin talâkın doğuracağı çeşitli sonuçlar vardır. Buna göre,

1- Evlilik bağı sona erer. Karşılıklı haklar düşer. Sadece iddet süresince kadının koca evinde kalması ve nafakasının koca tarafından sağlanması hakkı devam eder.

2- İddet sırasında kocanın ric'at hakkı yoktur. Ancak üç talâk hakkı kullanılmamışsa, iki tarafın rızâsıyla ve yeni bir mehirle yeniden evlenmeleri mümkündür.

3- Talâk hakkının bir bölümü kullanılmış ve eksilmiş olur. Eğer üçüncü talâk hakkı kullanılmışsa, bu durumda beynûnet-i kübrâ meydana gelir.

4- Müeccel mehrin ödenmesi gerekir .

5- Tevârüse (birbirinden miras almalarına) engel olur.

Talâkta Şâhit Bulundurma: Boşama ile ilgili konulara yer verilen Talâk Suresi'nde, boşamada şâhit bulundurma konusunda, "Kadınlar iddetlerini doldurunca onları ya güzelce evinizde tutun veya onlardan güzelce ayrılın. İçinizden iki adil kimseyi de şahit tutun..." (65Talâk, 2) buyurmaktadır. İmam Buhârî de sünnî talâkı, "Sünnet olan boşama kadını temiz iken, birleşmeden boşamak ve iki de şâhit bulundurmaktır." (Buharî, Talâk, I) şeklinde târif etmiştir.

Bu delillere dayanan İsnâ aşeriye ve İsmâiliye mezhepleri, iki âdil şahit önünde yapılmayan boşanmanın geçerli olmadığı görüşünü benimsemişlerdir. Buna karşılık cumhur, Hz. Peygamber ve sahâbe devrindeki uygulamalara bakarak, "Nasların hükmü âmir (emredici) değildir, şâhitsiz boşama da geçerlidir" demişlerdir. Çağdaş hukukçulardan Muhammed Ebû Zehra, boşamayı güçleştireceği, anormal boşamaları önleyeceği, gerektiğinde isbâtı kolaylaştıracağı gerekçeleriyle, "Eğer bize imkân verilse, boşamanın mûteberliği için şâhitlerin şart olduğu görüşünü tercih ederdik" diyerek anılan görüşün günümüzdeki önemini ifade etmiştir (Hayreddin Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, c. 1, s. 310).

Boşama Mehri: Mehir, evlenirken erkeğin karısına vermesi gereken maddî bir meblağdır. Bu, para, altın, gümüş, ziynet eşyası, ev, tarla, dükkan, mal, mülk vb. olabilir. Aslolan mehrin nikâh esnasında peşin verilmesi iken, kadın kabul ederse mehrinin tamamını veya bir kısmını te'cil edebilir. Yani, kocasının ödeme işlemini sonraya bırakabilir. İsterse, aldığı veya alacağı mehrin tamamını veya bir kısmını kocasına hibe de edebilir. Erkek, karısını boşadığı zaman, daha önce ödememişse mehrini ödemek mecburiyetindedir. Bu mecburiyet, bir nevi geçici boşama olan ric'î talakta değil, boşamanın tamamen kesinleşmiş hali olan bâin talâkta ortaya çıkar, Erkek nikâhlandığı karısını, birleşme (yatma) veya sahih halvetten önce boşarsa, mehrinin yarısını verir. Birleşme veya sahih halvetten sonra boşarsa, mehrin tamamını vermesi gerekir. Birleşme veya sahih halvetten önce, kadının sebep olmasıyla ayrılık vaki olursa, kadının mehir alma hakkı olmaz, yani mehir düşer. Sahih halvet, kimsenin göremeyeceği ve ansızın gelemeyeceği bir yerde nikâhlı çiftlerin baş başa kalmalarıdır. Bu şartlar bulunmaksızın çiftlerin bir arada bulunmasına da fâsid halvet denir. Meselâ, nikâhlı çiftlerin sokakta, insanların içinde, kapı ve penceresi açık evde yan yana gelmeleri gibi.

Nikâh kıyılırken mehir tayin edilmemişse, böyle bir kadını boşayan kocanın mehr-i misil (benzer mehir) ödemesi gerekir. Mehr-i misil, kadının emsaline bakılarak takdir edilen mehirdir. Bu hususta göz önüne alınacak ölçüler, yaş, güzellik, servet, yasadığı çevre, akıl, dindarlık, bekârlık veya dulluk, bilgi, güzel ahlâk, sosyal ve kültürel seviye gibi hallerdir.

Yemin Kasdıyla Talâk: Dil alışkanlığı ile her sözün arasında "vallahi" diyen kimse, yemine niyet etmedikçe sorumlu olamayacağı gibi, aynı şekilde yemine ve boşamaya niyet etmeksizin "şart olsun", "boş olsun" sözlerini kullanan kimse, bu sözleri ile karısını boşamış olmaz (lağv yemini gibi). Fakat bir kimse boşama niyetiyle değil de yemin niyetiyle bu sözleri söyler ve meselâ "şu işi yaparsam veya yapmazsam karım boş olsun" derse, bunun hüküm ve neticesi ne olur mevzuu tartışılmıştır. "Böyle bir yeminin mevzuu gerçekleşmediği takdirde karı boş olur" şeklindeki fetva, sahâbe devrinden sonra ortaya çıktığı için, bid'î talâk sayılabilir.

Yemin niyetiyle kullanılan talâk kelimesinin hükmü mevzuunda üç görüş vardır:

1- Cumhûra göre, bu boşamanın bir şarta bağlanması (ta'lik) kabilindendir şartı gerçekleşince boşama da tahakkuk etmiş olur. Buna delâlet eden naslar ve sahâbe fetvaları vardır.

2- İbn Teymiyye'ye göre yemin niyetiyle söylenen talâk boşanma neticesi doğurmaz; fakat yemin kefareti gerekir.

3- İbnu'l Kayyim'e göre, ne boş olmayı, ne de kefareti gerektirir. Çünkü Hz. Peygamber ve sahâbeden nakledilen rivâyetler yemin kastıyla yapılan ta'lik'e değil, belli bir işin neticesine göre boşama niyetiyle yapılan ta'lik'e aittir. Yemin kastiyle olan ta'lik'in böyle bir netice doğuracağına ait hiçbir nas yoktur. Ayrıca Hz. Ali, Şurayh ve Tavûs "talâk üzerine yemin edip yeminini yerine getiremeyen kimseye bir şey lâzım gelmez" diye fetvâ vermişler; buna muhâlif bir sahâbi de çıkmamıştır.

Muhâlaa: Herhangi bir nedenle evlilik hayatını sürdürmek istemeyen kadının kocasına ödediği bir bedel karşılığında evlilik bağından kurtulmasına muhâlaa denir. Bu boşanma biçiminde kadın istemediği evlilikten kurtulurken, erkek de uğrayabileceği maddi zararı telafi ederek yeniden evlenme imkânını elde etmiş olur.

Allah Teâlâ, Kur'an-ı Kerim'de, "...Kadınlara vermiş olduğunuz bir şeyi geri almak helâl değildir. Meğer ki karı-koca Allah'ın çizdiği sınırlara riâyet edememekten korkalar. Şayet onların, İlâhî sınırlara riâyet edemeyeceklerinden korkarsanız zevcenin kurtulmak için bir şey vermesinde ikisi için de günah yoktur...” (2/Bakara, 229) buyurarak muhâlaa yoluyla boşanmayı meşrû kılmıştır. Boşamaya ehil olan erkekle boşanmaya ehil olan kadın, aynı zamanda muhâlaaya da ehildir. Cumhûra göre, muhâlaa, kadının isteği üzerine, kocasıyla karşılıklı anlaşmaya bağlıdır ve anlaşma gerçekleşince neticesi de meydana gelir. Buna karşılık Hasan Basrî ile İbn Şîrîn boşanmanın meydana gelmesi için hakimin hükmünü şart koşmuşlardır.

Tefviz-i Talâk: İslâm hukukunda, boşama hakkı prensip olarak kocaya tanınmıştır. Bazı durumlarda kadının talebi üzerine hâkimin de evliliğe son vermesi mümkündür. Mahkemede boşanma sebebi olabilen haller mezhepler arasında ihtilaflı olmakla birlikte, hastalık ve kusur, kocanın nafakayı kesmesi, kayıplık ve hakem yoluna başvurulmuş olması bunlar arasında sayılabilir. Koca, hanımını mahkemeye başvurmadan bizzat boşayabileceği gibi, vekil aracılığı ile de boşayabilir. Yetkili kılınan vekil, hanım da olabilir. Koca boşama yetkisini bizzat eşine vermişse, bu yetki vermeye "tefviz" karısına da "mufavvaza" denir. Böylece tefviz, kocanın boşama yetkisini karısına vermesi, diye belirlenebilir. Bu vekâletten farklı bir tasarruf olup, bundan kocanın rücû etmesi mümkün değildir.

Tefviz-i talâk'ın dayandığı deliller; Kitap ve sünnettir. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyrulur: "Ey Peygamber, zevcelerine de ki: Eğer siz dünya hayatını ve onun ziynet ve ihtişamını arzu ediyorsanız, gelin size boşanma bedellerini vereyim de hepinizi güzellikle salıvereyim. Eğer Allah'ı, Peygamberini ve ahiret yurdunu diliyorsanız şüphe yok ki, Allah, içinizde güzel hareket edenler için büyük bir mükâfat hazırlamıştır." (33/Ahzâb, 28-29). Bu âyetler, Hz. Peygamber'in zevcelerinin onda olmayan bazı zinet ve eşyayı istemeleri üzerine nâzil olmuştur. İslâm âlimlerinin çoğunluğuna göre, karıların dünyayı tercihinden maksat boşanmayı istemeleridir. Bu Ayet inince Allah'ın elçisi, hanımlarını muhayyer bıraktı, dileyen kalır, isteyen de boşanabilirdi. Ancak ayetin hükmü karşısında Hz. Peygamberin pâk zevceleri çok üzülmüş ve hepsi onu tercih etmişlerdir.

Hz. Âîşe (r.a.)'den rivâyete göre, o şöyle demiştir: "Rasûlullah (s.a.s) bizi muhayyer bıraktı ve biz Allah'ı ve Resulunü tercih ettik. Bu muhayyerlik bizim aleyhimize bir hüküm meydana getirmedi." Diğer bir rivâyette ise "Rasûlullah bunu bir boşama olarak saymadı" demiştir (Buhârı, IX, 302). Bu hadis, kadın boşama yetkisine sahip olduktan sonra, kocasını değil de kendi nefsini tercih ederse, bunun bir boşama sayılacağına delâlet eder. Koca, karısına boşanma yetkisini, başlangıçta nikâh akdi sırasında verebilir. Kadın, erkeğe, "Bir boşama hakkı elimde olmak üzere seninle evlendim" dese, erkek de "O şekilde seni karılığa kabul ettim" diye kabulde bulununca tefviz gerçekleşir. Evliliğin devamı sırasında da kadına boşanma yetkisi verebilir.

Ancak şunu da belirtelim ki, erkekle kadını, boşanmada eşit duruma getiren tefviz-i talâk hakkı, uygulamada pek az görülmüştür. Müslüman kadın, bilinçlenip diğer haklarına sahip çıkarken tefviz-i talâk hakkını da gözden uzak tutmamalıdır. Bu hakkı evliliğin eşiğindeki gençlerin düşünmesi ve ilerisini görerek sahip çıkması bazı güçlükler doğurabilir. Daha işin başında, bunun evlenecek erkekle pazarlık konusu yapılması, müstakbel eşlerin birbirine güvensizliği anlamına gelebilir. Bu nedenle, konunun genel bir hak olarak ele alınması ve nikâh akdi ile birlikte doğan bir prosedüre bağlanması daha uygudur.

Hâkim Kararıyla Boşanma (Tefrik): İslâm hukukunda boşama, prensip olarak kocanın tek yanlı iradesiyle ve mahkeme kararına gerek olmaksızın meydana gelir. Koca, bizzat boşayabileceği gibi, vekil aracılığı ile de boşanabilir, ya da karısına boşama yetkisi (tefviz) verebilir. Ancak bazı boşanma sebepleri ortaya çıkınca, kadının da mahkemeye başvurarak evliliğe son verdirmesi mümkündür. Evliliğin bu şekilde sona erdirilmesine "tefrik" denir. Bu boşanma sebeplerini dört maddede toplayabiliriz. 1- Hastalık ve kusur, 2- Nafakayı kesmek, 3- Kayıplık, 4- Şiddetli geçimsizlik ve pek fena muâmeleler.

1- Hastalık ve kusur: Evlilik akdi sırasında mevcut olan veya daha sonra meydana gelen bazı hastalık ve kusurlar nedeniyle karının boşama davası açma hakkı vardır. Kocanın mahkemeye başvurmadan evliliğe son verme imkânı her zaman bulunduğu için, bu durumda onun dava açma hakkı söz konusu olmaz. Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsuf'a göre, kadına boşanma için hâkime başvurma imkânı veren kusurlar beş tanedir. Kocanın iktidarsız (innin) olması, husyelerinin çıkarılmış bulunması, cinsiyet uzvunun kesik olması, onun büyü, sihir vb. etkilere bağlı olması, erkeğin cinsiyetinin erkek mi, kadın mu olduğunun belirli olmaması.

Ancak, bu kusur ve hastalıklar bilinerek evlenilmişse, artık bunlara dayanarak boşama talebinde bulunamayacağı konusunda görüş birliği vardır.

2- Nafakayı kesmek: Bir erkek, hanımının maişetini sağlamakla yükümlüdür. Koca, bunu kendiliğinden sağlarsa mesele kalmaz. Aksi halde kadının başvurusu üzerine hâkim nafakaya hükmeder. Ancak koca fakir olur ve hâkimin hükmettiği nafakayı ödeyecek malı bulunmazsa durum ne olur? Acaba kadın buna dayanarak boşanma davası açabilir mi? Bu konuda iki görüş vardır.

a- Ebû Hanîfe'ye göre, bu sebebe dayanarak hâkimin boşamaya karar vermesi caiz değildir. Kadının sabretmesi, gerekirse kocasının izni ile çalışması ve kocasının nafakayı borçlanması gerekir. Kadın borçlanma yoluyla da nafakayı temin edemezse, kocası ölseydi ona kim nafaka verecek idiyse, ondan alır. Bunlar sonradan kocaya rücu ederler. Delil şu âyettir. "Eğer borçlu darlık içinde ise, o halde ona genişlik vaktine kadar mühlet vermek vardır." (2/Bakara, 280).

b- İmam Şâfiî, Mâlik ve Ahmed b. Hanbel'e göre, kadın bu sebeple boşanma davası açabilir. Delili şu ayettir: "Siz kadınları cayılabilir (ric'ı) talâkla boşadığınız zaman, iddetlerini bitirmeye yakın, onları ya iyilikle tutun veya iyilikle boşayın. Yoksa haklarına tecâvüz için zararlarına olarak tutmayın” (2/Bakara, 231). Bu âyet, nafakası temin edilmeyen kadının zorla nikâh altında tutulamayacağını ifade etmektedir (eş-Şirazî, el-Mühezzeb, I, 174, 175). 1917 tarihli Osmanlı Hukuk-ı Aile Kararnâmesi bu konuyu Ebû Hanife'nin görüşüne uygun olarak düzenlemiştir.

3- Kayıplık: Bulunduğu yer ve hayatta olup olmadığı bilinmeyen kimseye "mefkûd" denir. Hayatta olduğu halde evine gelmeyen kimseye de "gâib" denir. Ebû Hanîfe ve Şâfi'ye göre mefkûdun ölümüne hükmetmek için, karısı ve malı için akranlarının hayatı kadar bir süre beklemek gerekir. Böyle bir karar evliliğini de sona erdirir. Gâiblik hâlinde ise, boşanma dâvâsı açma hakkı bulunmaz.

İmam Mâlik ve Ahmed bin Hanbel'e göre hâkim, kocanın yeri bilinmez ve üzerinden bir yıl da geçmiş bulunursa, kadının isteği üzerine evliliğe son verir. Yeri bilinen gâib kocaya ise ihtar eder ve eve dönmesi için makul bir süre tanır. Bu süre geçtiği halde dönmezse evliliğe son verir.

4- Şiddetli geçimsizlik ve kötü muâmele: Koca, eşine karşı iyi davranmaz ve zulme varan muâmelelerde bulunursa, karı hâkime başvurarak boşanma dâvası açabilir mi? Prensip olarak karı, kocanın zulmünü önlemek için her zaman mahkemeye başvurabilir. Hâkim zulmünü önler ve ona karısına iyi muâmele etmesi için nasiatte bulunur. Geçimsizlik her iki eşten olabilir. Mağdur olan eş, hakem yoluna başvurabilir.

Hakem yoluyla boşanma: Anlaşmazlığa düşen kimselerin arasını bulmak üzere görevlendirilen kimseye "hakem" denir. Hakem kararlarının uygulanması genellikle tarafların rızasına bağlıdır. Hâkim kararı ise zorla uygulanır. Hakem muamelatın pek çok konularında söz konusu olabilir. İslâm aile hukukunda daha çok eşlerin birbiriyle anlaşamaması halinde başvurulan bir yoldur.

İslâmda karı-koca birbirine iyi davranmak ve iyi niyet kurallarına uymak zorundadır (4/Nisâ, 19). Geçimsizlik halinde erkeğin karısına öğütte bulunması, onu yatağında bir süre yalnız bırakması veya te'dîpte bulunması hakkı vardır (4/Nisâ, 34). Kocanın eşine iyi davranmaması hâlinde, onun zulmünü önlemek için kadının her zaman mahkemeye başvurma hakkı vardır. Hâkim haksızlığı önler, karısına karşı iyi muâmele etmesini kocaya emreder ve öğütte bulunur. Tekerrür hâlinde hâkim onu cezalandırır. Geçimsizlik kimi zaman her iki eşten kaynaklanabilir. Mağdur olan eş hâkime başvurarak hakem yolu ile ara bulma veya boşanma isteğinde bulunabilir.

Hakem tâyini ile ilgili âyette şöyle buyurulur: "Eğer karı ile kocanın aralarının açılmasından korkarsınız, o vakit kendilerine erkeğin ailesinden bir hakem, kadının ailesinden bir hakem gönderin. Bunlar, barıştırmak isterlerse, Allah aralarındaki dargınlık yerine geçime, onları uyuşmaya muvaffak buyurur" (4/Nisâ, 35). Bu âyette hitap hâkimleredir. Koca, geçimi sağlamaya muvaffak olamamışsa, eşlerden birinin hâkime başvurarak hakem tayinini talep etmek hakkı doğar.

Hakemlerin eşlerin hısımlarından olması daha uygundur. Çünkü eşleri iyi tanır, geçimsizlik sebeplerini bilir ve ara bulmaları daha kolay olur. Fakat hâkimin, hakemleri yabancı kişilerden seçmesi de mümkündür (Âlûsî, Rûhu'l-Beyân, V, 26). Ebû Hanîfe ve Ahmed bin Hanbel'e göre, eşler özel yetki vermedikçe hakemler boşamaya karar veremez. Çünkü onlar vekil durumunda olup verilen yetki dışına çıkamazlar. Ayette hakemlerin yetkisi ise "ıslâh"tan ibarettir. Ancak eşler hakemlere özel yetki vermişse, bu takdirde boşamaları mümkündür. Evlilik düzeninin bozulmasında kusurlu olan eşin özel yetki vermek istemeyeceği açıktır. İmam Şâfiî'nin bu konuda iki görüşü vardır. İlk görüşü Hanefiler gibidir. İkinci görüşüne göre ise, ayetteki hakem, hâkim demektir. Hâkim kendine gelen davayı tarafların rızası olmasa da hükme bağlama yetkisine sahiptir (es-Sâbûn, Tefsru Âyâti'l-Ahkâm, I, 472).

Hakem yolu ile boşanma da tefvîz-i talâkta (kadına boşama hakkı vermek) olduğu gibi, erkekle kadını boşanmada eşit duruma getiren haklardandır. Ancak bu usûl, Osmanlı İmparatorluğu uygulamasında geniş yer bulamamıştır. Çünkü hâkimler, başvuru hâlinde arabuluculuk (ıslâh) görevini kendileri yapıyorlardı. Hâkem usûlü, boşama değil arabulma müessesesi olarak yaygınlaşmıştı (eş-Şirâz, el-Mühezzeb, II, 74; er-Remlî, Nihâye, VI, 44).

1917 tarihli Osmanlı Hukuk-ı Aile Kararnâmesi hakem usûlünü geçimsizlikte kusur prensibinden hareketle Mâlikî mezhebine göre düzenlemiştir. Konuya ilişkin 130. madde şöyledir: "Karı koca arasında anlaşmazlık ve geçimsizlik meydana gelip de taraflardan biri hâkime başvurursa, hâkim iki tarafın ailelerinden birer hakem tayin eder. Bir veya iki taraf ailesinden hakem tayin olunacak kimse bulunamaz veya bulunup da hakem olacak vasıflara hâiz olmazsa hariçten münasiplerini tayin eder. Bu sûretle teşekkül eden aile meclisi tarafların iddia ve savunmalarını inceleyerek aralarını ıslâha çalışır. Bu mümkün olmadığı taktirde kusur kocada ise aralarını tefrik eder. Kusur karıda ise mehrin tamamı veya bir kısmı üzerine muhâlaa eyler. Hakemler ittifak edemezlerse hâkim gerekli vasıfları haiz diğer bir hakem heyeti veya taraflara akrabalığı olmayan üçüncü bir hakem tayin eder. Hakemlerin vereceği hüküm kesin olup itiraz edilemez." Aynı kararnâmenin 131. maddesinde; yukarıdaki usûle göre olan boşanmanın bir bâin talâk sayılacağı ve usûlüne göre tescil edileceği belirtilir.

Eşlerin hakem kararına itiraz edememesi, bu hükmün şahitliğe değil, geçimsizlik sebepleri incelendikten sonra hakemlerin takdirine dayanması ile açıklanır (Hukuk-ı Âile Kararnâmesi 130. madde esbâb-ı mucibe layihası, Cerîde-i ilmiye, yıl: 4, sayı: 34, s. 1021 vd.; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslam Hukuku, İstanbul 1983, s. 398-400). (16)

 

Kur'ân-ı Kerim'de Talâk Kavramı

Kur’ân-ı Kerim’de "talâk" kelimesi ve türevleri, 23 yerde geçer. Bunlardan 14’ü terim anlamındaki “talâk”la ilgilidir.

Evlilik Kur’an-ı Kerrim’de “sağlam mîsak/teminat” şeklinde vasıflandırılmıştır (4/Nisâ, 21). Kur’an, cinsler arasında sükûnet ve tatmin için sevgi ve merhamet var etmesini Allah’ın âyetlerinden biri olarak görür (30/Rûm, 21). Böyle önemi büyük bir aile yuvasını herhangi bir dağılmadan muhâfaza için kocalara karılarıyla güzellikle geçinmelerini emretmektedir: “Onlarla güzellikle geçinin. Eğer onlardan hoşlanmıyorsanız, sabredin, hoşlanmadığınız bir şeyi Allah çok hayırlı kılmış olabilir.” (4/Nisâ, 19). Âyetteki bu ifadede Allah, kocaları sorumsuzca ve düşünmeden boşamaya sevkeden hoşnutsuzluk veya nefret halinde bile sabretmelerini ve O’nun, kocaların o anda farkına varmadıkları iyi şeyler yaratmış olabileceğini hatırlatmaktadır. Buna rağmen, evlilik münâsebetleri bazen öyle bir hale gelir ki, boşanma bu ıstıraplı duruma son vermenin tek çaresi olarak görülebilir. Ancak, Kur’ân-ı Kerim boşanmayı problemin halli için yegâne çare olarak göstermemekte, bütün çarelerin tükendiğinde en son çözüm olarak sunmaktadır. Böyle bir durumda kocanın nelere başvurması gerektiği belirtilmektedir: “Serkeşlik etmelerinden endişelendiğiniz kadınlara öğüt verin; yataklarında onları yalnız bırakın; nihayet dövün. Size itaat ediyorlarsa aleyhlerine yol aramayın. Doğrusu Allah Yücedir, Büyüktür.’’ (4/Nisâ, 34). Âyette, kocanın karısını boşamaya karar vermeden önce bu üç safhalı tedbirler zincirini dikkate almasının gerekli olduğu bildirilmektedir. “Size itaat ediyorlarsa aleyhlerine yol aramayın” şeklindeki ifadeye göre koca, boşanmayı gerekli kılacak gerçek mânâda sebepler olmaksızın talak’a tevessül etmemelidir. Ve yine hoşnutsuzluk veya nefret halinde, eşler arasındaki meselelerin halledilmesinin daha hayırlı olduğunu belirtmektedir: “Eğer bir kadın, kocasının geçimsizliğinden, yahut kendisinden yüz çevirmesinden endişe ederse, aralarında bir sulh yapmalarında, onlara günah yoktur. Sulh/anlaşma (daima) hayırlıdır. Zaten nefislerde kıskançlık hazırdır. Eğer iyi geçinir ve Allah’tan korkarsanız şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (4/Nisâ, 128)

Meseleleri hal yolunda yukarıda zikredilen teşebbüslere rağmen, eşler arasındaki münasebetler kötüye gittiği takdirde Kur’ân-ı Kerim, evliliği muhâfaza etmeye yardımcı olacak başka bir alternatif teklif etmektedir: "Eğer karı ile kocanın aralarının açılmasından korkarsınız, o vakit kendilerine erkeğin ailesinden bir hakem, kadının ailesinden bir hakem gönderin. Bunlar, barıştırmak isterlerse, Allah aralarındaki dargınlık yerine geçime, onları uyuşmaya muvaffak buyurur" (4/Nisâ, 35). Hakemlerin başta gelen görevi, eşler arasında anlaşmaya giden yolları araştırmaktır. Nitekim ayrılmadan ziyade sulh’ün, geçimin önemi üzerinde ısrarla durulmaktadır.

Bütün tedbirlere rağmen evlilik yürümüyorsa, ev cehenneme dönmüşse, yoksulluk ve çâresizliğe düşme korkusu ile bu cehenneme katlanmak gerekmez; Allah nice kapılar açar. “Eğer (eşler) birbirinden ayrılırsa Allah, bol nimetinden her birini zenginleştirir (diğerine muhtaç olmaktan kurtarır); Allah’ın lütfu geniş, hikmeti büyüktür.” (4/Nisâ, 130). Boşanmadan her iki taraf zarar görecektir. Ama, geçim temini ve benzeri konularda daha zayıf olan ve haksızlığa uğrama ihtimali olan taraf kadın olduğundan dolayı, erkeklere boşadıkları kadınların haklarına riâyeti Kur’an ısrarla emreder: “Boşanmış kadınların, iyilikle faydalandırılmak haklarıdır. Bu, müttakîler için bir vazifedir.” (2/Bakara, 241)

 

“Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler dört ay beklerler. Eğer (bu müddet içinde) kadınlarına dönerlerse, şüphesiz Allah çokça bağışlayan ve merhamet edendir (yeminden vazgeçip karısına tekrar yaklaşabilir).” (2/Bakara, 226)

“Eğer (müddeti içinde dönmeyip kadınlarını) talâka/boşamaya karar verirlerse (ayrılırlar). Biliniz ki, Allah işitir ve bilir (içinizdeki niyetinize göre karşılık verir).” (2/Bakara, 227)

“Boşanmış kadınlar, kendi başlarına (evlenmeden) üç ay hali (hayız veya temizlik müddeti) beklerler. Eğer onlar Allah'a ve âhiret gününe gerçekten iman etmişlerse, rahimlerinde Allah'ın yarattığını gizlemeleri kendilerine helâl olmaz. Eğer kocaları barışmak isterlerse, bu durumda boşadıkları kadınları geri almaya daha fazla hak sahibidirler. Erkeklerin kadınlar üzerindeki hakları gibi, kadınların da erkekler üzerinde belli hakları vardır. Ancak erkekler, kadınlara göre bir dereceye sahiptirler (aile reisi erkektir). Allah azîzdir, hakîmdir.” (2/Bakara, 228)

“Talâk/boşama iki defadır. Bundan sonra ya iyilikle tutmak (geri almak), ya da güzellikle ve adâletli bir biçimde salıvermek vardır. Kadınlara verdiklerinizden (boşanma esnâsında) bir şey almanız size helâl olmaz. Ancak erkek ve kadın Allah'ın sınırlarında kalıp evlilik haklarını tam tatbik edememekten korkarlarsa bu durum müstesnâ. (Ey mü'minler!) Siz de karı ile kocanın, Allah'ın sınırlarını hakkıyla muhâfaza etmelerinden kuşkuya düşerseniz, (kadının serbest boşanması için) erkeğe fidye vermesinde her iki taraf için de günah/sakınca yoktur. Bu söylenenler Allah'ın koyduğu hudûtlar/sınırlardır. Sakın onları aşmayın. Kim Allah'ın sınırlarını aşarsa işte onlar zâlimlerdir.” (2/Bakara, 229)

“Eğer erkek kadını (üçüncü defa) boşarsa, ondan sonra kadın bir başka erkekle nikâhlanıp evlenmedikçe onu alması kendisine helâl olmaz. Eğer bu kişi de onu boşarsa, (her iki taraf da) Allah'ın sınırlarını muhâfaza edeceklerine inandıkları takdirde, yeniden evlenmelerinde beis yoktur. Bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Allah, bunları bilmek, öğrenmek isteyenler için açıklar.” (2/Bakara, 230)

“Kadınları boşadığınız ve onlar da bekleme müddetlerini bitirdikleri vakit, ya onları iyilikle tutun (yani, tekrar evlenin) yahut iyilikle bırakın. Fakat haksızlık ederek ve zarar vermek için onları nikâh altında tutmayın. Kim bunu yaparsa muhakkak kendine kötülük etmiş olur (çünkü Allah, yaptığına karşılık verir). Allah'ın âyetlerini eğlenceye almayın. Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini, (size verdiği hidâyeti ve âhir zaman peygamberini), kendisiyle size öğüt vermek üzere indirdiği Kitab'ı ve hikmeti hatırlayın. Allah'tan korkun. Bilin ki Allah, her şeyi bilir.” (2/Bakara, 231)

“Kadınları boşadığınız ve onlar da bekleme müddetlerini bitirdikleri vakit, aralarında iyilikle anlaştıkları takdirde, onların (eski) kocalarıyla evlenmelerine engel olmayın. İşte bununla içinizden Allah'a ve âhiret gününe iman eden kimselere öğüt verilmektedir. Bu öğüdü tutmanız kendiniz için en iyisi ve en temizidir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (2/Bakara, 232)

“Emzirmeyi tamamlatmak isteyen (baba) için, anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler. Onların örfe uygun olarak beslenmesi ve giyimi baba tarafına aittir. Bir insan ancak gücü yettiğinden sorumlu tutulur. Hiçbir anne, çocuğu sebebiyle, hiçbir baba da çocuğu yüzünden zarara uğratılmamalıdır. Onun benzeri (nafaka temini) vâris üzerine de gerekir. Eğer ana ve baba birbiriyle görüşerek ve karşılıklı anlaşarak çocuğu memeden kesmek isterlerse, kendilerine günah yoktur. Çocuklarınızı (süt anne tutup) emzirtmek istediğiniz takdirde, süt anneye vermekte olduğunuzu iyilikle teslim etmeniz şartıyla, üzerinize günah yoktur. Allah'tan korkun. Bilin ki Allah, yapmakta olduklarınızı görür.” (2/Bakara, 233)

“Sizden ölenlerin geride bıraktıkları eşleri, kendiliklerinden dört ay on gün beklerler. Bekleme müddetlerini bitirdikleri vakit, kendileri hakkında iyilikle yaptıkları işlerde size bir günah yoktur. Allah, yapmakta olduklarınızı bilir.” (2/Bakara, 234)

“Kadınlarla evlenme hususundaki düşüncelerinizi üstü kapalı biçimde anlatmanızda veya onu içinizde gizli tutmanızda size günah yoktur. (Bir kadını birden fazla kimse almak isteyebilir, fakat sonunda bir kişi alır. O halde, herhangi bir kadınla evlenmek istidiğini çıtlatmakta veya onu istediğini gizli tutmakta beis yoktur). Allah bilir ki siz onları anacaksınız. Lâkin, meşrû sözler söylemeniz müstesnâ, sakın onlara gizlice buluşma sözü vermeyin. Farz olan bekleme müddeti dolmadan, nikâh kıymaya kalkışmayın. Bilin ki Allah, gönlünüzdekileri bilir. Bu sebeple Allah'tan sakının. Şunu iyi bilin ki Allah ğafûrdur, halîmdir.” (2/Bakara, 235)

“Nikâhtan sonra henüz dokunmadan veya onlar için belli bir mehir tâyin etmeden kadınları boşarsanız bunda size mehir zorunluğu yoktur. Bu durumda onlara müt'a (hediye cinsinden bir şeyler) verin, onları faydalandırın. Zengin olan durumuna göre, fakir de durumuna göre vermelidir. Münâsip bir müt'a vermek/iyilikle faydalandırmak, iyiler için bir borçtur/vazifedir.” (2/Bakara, 236)

“Kendilerine mehir tâyin ederek evlendiğiniz kadınları, temas etmeden boşarsanız, tâyin ettiğiniz mehrin yarısı onların hakkıdır. Ancak kadınların vazgeçmesi veya nikâh bağı elinde bulunanın (velînin) vazgeçmesi hali müstesnâ, (o zaman mehiri bir taraf alır). Affetmeniz (mehirden vazgeçmeniz, tamamını kadına vermeniz) takvâya daha uygundur. Aranızda iyilik ve ihsânı unutmayın. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızı hakkıyla görür." (2/Bakara, 237)

İçinizden ölüp de dul eşler bırakan kimselere gelince, onlar eşlerinin evlerinden çıkarılmadan bir yıla kadar bıraktıkları terikeden faydalanmaları hususunda vasiyet etsinler. Eğer o kadınlar, kendiliklerinden çıkıp giderlerse, iyilikle kendileri hakkında yaptıklarından size bir günah yoktur. Allah azîzdir, hakîmdir.” (2/Bakara, 240)

“Boşanmış kadınların, iyilikle faydalandırılmak haklarıdır. Bu, müttakîler için bir vazifedir.” (2/Bakara, 241)

“Eğer bir kadın, kocasının geçimsizliğinden, yahut kendisinden yüz çevirmesinden endişe ederse, aralarında bir sulh yapmalarında, onlara günah yoktur. Sulh (daima) hayırlıdır. Zaten nefislerde kıskançlık hazırdır. Eğer iyi geçinir ve Allah’tan korkarsanız şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (4/Nisâ, 128)

“Eğer (eşler) birbirinden ayrılırsa Allah, bol nimetinden her birini zenginleştirir (diğerine muhtaç olmaktan kurtarır); Allah’ın lütfu geniş, hikmeti büyüktür.” (4/Nisâ, 130)

“Ey iman edenler! Mü’min kadınları nikâhlayıp da, henüz dokunmadan onları boşarsanız, onları iddet müddetince bekletmeniz gerekmez. O halde onları faydalandırın (hem gitmelerine mâni olmayın, hem de hediye kabilinden yardım edin). Ve onları güzel bir şekilde serbest bırakın.” (33/Ahzâb, 49)

"Eğer karı ile kocanın aralarının açılmasından korkarsınız, o vakit kendilerine erkeğin ailesinden bir hakem, kadının ailesinden bir hakem gönderin. Bunlar, barıştırmak isterlerse, Allah aralarındaki dargınlık yerine geçime, onları uyuşmaya muvaffak buyurur" (4/Nisâ, 35)

"Ey Peygamber! Kadınları boşayacağınızda iddetleri içinde boşayın ve iddeti de sayın. Rabbiniz Allah’tan korkun. Apaçık bir hayâsızlık yapmaları hâli dışında, onları evlerinden çıkarmayın, kendileri de çıkmasınlar. Bunlar Allah’ın sınırlarıdır. Kim Allah’ın sınırlarını aşarsa, şüphesiz kendisine zulmetmiş olur. Bilmezsin, olur ki Allah, bundan sonra bir durum ortaya çıkarıverir." (65/Talâk, 1)

"İddet müddetlerini doldurunca, onları ya güzelce evinizde tutun veya onlardan güzelce ayrılın. İçinizden adâlet sahibi iki kişiyi de şâhit tutun. Şâhitliği Allah için yapın. İşte bu, Allah’a ve âhiret gününe iman edenlere verilen öğüttür. Kim Allah’tan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu ihsân eder. Ve ona beklemediği yerden rızık verir. Kim Allah’a tevekkül eder, güvenirse O, kendisine yeter. Şüphesiz Allah emrini yerine getirendir. Allah her şey için bir ölçü koymuştur." (65Talâk, 2-3)

“Kadınlarınız içinden âdetten kesilmiş olanlarla, henüz âdetini görmemiş bulunanlardan eğer şüphe ederseniz, onların bekleme süresi üç aydır. Gebe olanların bekleme süresi ise, yüklerini bırakmaları, doğum yapmalarıdır. Kim Allah’tan korkarsa, Allah ona işinde bir kolaylık verir.” (65/Talâk, 4)

“Onları (boşadığınız kadınları) gücünüz ölçüsünde oturduğunuz yerin bir bölümünde oturtun, onları sıkıştırıp gitmelerini sağlamak için zarar vermeye kalkışmayın. Eğer hâmile iseler, doğum yapıncaya kadar nafakalarını verin. Sizin için çocuğu emzirirlerse onlara ücretlerini verin, aranızda uygun bir şekilde anlaşın. Eğer güçlüğe uğrarsanız çocuğu, başka bir kadın emzirecektir.” (65/Talâk, 6)

İmkânı geniş olan, nafakayı imkânlarına göre versin. Rızkı daralmış bulunan da nafakayı, Allah’ın kendisine verdiğinden ayırsın. Allah hiç kimseye gücünün yettiğinden başkasını yüklemez. Allah, daima bir güçlükten sonra bir kolaylık yaratır.” (65/Talâk, 7)

 

 

Hadis-i Şeriflerde Talâk

"Allah nezdinde helâlin en sevimsiz olanı talâktır/boşamadır." (Ebû Davûd, Talâk, 3)

Hz. Ömer'in oğlu, hayız halindeki karısını boşamıştı. Hz. Ömer durumu Allah Resulune arzetti. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: "Ona emret, karısına dönsün. Sonra, onu temizlenip hayız görünceye ve sonra temizleninceye kadar nikâh altında tutsun. Bundan sonra da isterse tutsun, isterse birleşmeden boşasın. İşte Allahu Teâlâ'nın kadınların içinde boşanmasını emrettiği iddet budur" (Buharî, Talâk, Bab 1)

Ebu Sahba, İbn Abbas’a sodu: “Allah’ın Resulü (s.a.s.) ve Ebûbekir devrinde (bir mecliste söylenen) üç talak, bir talak değil miydi?” İbn Abbas şöyle cevap verdi: “Evet öyle idi, fakat Ömer devrinde insanlar, talakın çabuk bitmesini çok istedikleri için Ömer, onların aleyhine bunu câiz gördü.” (Müslim; Ebû Dâvud)

“Bir adamın karısını bir defada üç talak ile boşadığı, Allahın Resulüne haber verildi. Allah’ın Rasûlü, kızarak ayağa kalktı, şöyle dedi: “Ben henüz aranızda iken Allah’ın kitabiyle mi oynanıyor?” Bunun üzerine bir adam ayağa kalktı: “Ya Rasûlallah, şu adamı öldüreyim mi ?” dedi. (Nesâî)

Rukâne (r.a.)’den rivâyet edilmiştir: “Ya Rasûlallah!’ dedim, ‘karımı bette talâkı ile (kesin şekilde) boşadım’ “Neye niyet ettin?” dedi. ‘Bir talâka niyet ettim’ dedim. “Vallahi mi?” dedi. ‘Vallahi’ dedim. “Niyetin ne ise talak odur” dedi.” (Tirmizî)

&#

 

Erkeğin Yöneticiliği ve Dövme Yetkisi

İslâm hukukunda "aile reisliği" denebilecek "kavvâm olma" yetki ve sorumluluğu kocaya verilmiştir. Kur'ân-ı Kerim'de; "Allah'ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve erkekler mallarından harcama yaptıkları için erkekler kavvâmdır/kadınların yöneticisi ve koruyucusudur. Onun için sâliha kadınlar itaatkârdır, Allah'ın kendilerini korumasına karşılık gizliyi (kimse görmese de nâmuslarını) koruyucudurlar. Baş kaldırmasından (nüşûz) endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarında yalnız bırakın ve (bunlarla yola gelmezse) dövün. Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir, büyüktür." (4/Nisâ, 34) denilmektedir. Burada "kavvâm" kelimesi, koruma ve yönetme hak ve yetkilerine müştereken sahip olmayı ifâde etmektedir. Aile reisliğinin kocaya verilmesi, toplumun bu en küçük biriminde ortaya çıkabilecek karmaşayı önleme ve huzuru sağlama hedefine yöneliktir. Dolayısıyla burada ontolojik bir üstünlükten ziyâde, fonksiyonel bir yetki farklılığının sözkonusu olduğunu söylemek gerekir. Bu genel kural, yetenek ve harcama yükümlülüğünün yer değiştirdiği münferit örneklerde farklı bir durumun ortaya çıkmasına engel teşkil etmez. Nitekim bazı çağdaş İslâm âlimleri, harcama yükümlülüğünün yer değiştirebildiği zamanımızda bu kuralın değişmez olmadığı hususu üzerinde durmaktadır (Meselâ, Bkz. Fazlur Rahman, Ana Konularıyla Kur'an, s. 93-94).

Kur'ân-ı Kerim, bilindiği gibi meseleler hakkında genel prensipler vazeder, çoğunlukla ayrıntıya girmez. Ancak, âile ile ilgili düzenlemelere baktığımızda şaşırtıcı bir şekilde ayrıntıya girdiğini ve kesin hükümler koyduğunu görürüz. İnsanlık tarihi boyunca hiçbir toplumda varlığı inkâr olunamamış âile kurumunu İslâm'ın da bu derece önemsemesi ve en ince ayrıntısına kadar hükümler vazetmiş olması, sağlıklı bir toplum oluşturulmasında âilenin öneminin ne derece büyük olduğunu göstermektedir. Toplumun düzenli bir işleyişe sahip olması, onu oluşturan alt birimlerin de düzenli ve sağlıklı bir yapıda olmasına bağlıdır.

Bu noktada toplumun en küçük birimi olan âileye düzenli bir işleyiş kazandırılmalı ve devamı sağlanmalıdır. Her topluluğun işleyişinde farklı sorumluluklar, görevler ve bu görevlerin îfâ edilmesi için verilmiş yetkiler olduğu gibi, âilede de bu durum sözkonusudur. Erkeğin yöneticiliği meselesi de bu bağlamda ele alınmalı, eşler arası ve âile içi hukukta doğru ve geçerli ilkeler yakalanmaya çalışılmalıdır.

Konuyla ilgili tartışmalar, Nisâ Sûresi 34. âyette geçen "kavvâmûne" kelimesi üzerinde yoğunlaşmaktadır. "Yönetici" olarak meallendirilen kavvâmûne kelimesinden yola çıkarak pek çok müfessir, erkeğin dünya işlerinde mutlak bir üstünlük ve mutlak bir yöneticilik vasfına hâiz olduğunu ifâde etmişlerdir. Hatta bazı müfessirler, bu üstünlüğü âhirete de taşımışlardır. Kavvâmûne kelimesini doğru şekliyle anlayabilmek için Kur'an'da geçtiği diğer âyetleri de incelememiz yerinde olacaktır:

"Ey iman edenler, adâleti ayakta tutanlar olun. (Kûnû kavvâmîne bi'l kıst)" (4/Nisâ, 135). "Ey iman edenler, âdil şâhidler olarak Allah için hakkı ayakta tutanlar olun. (Kûnû kavvâmîne lillâhi şühedâe bi'l kıst)" (5/Mâide, 8). Âyetlerde görüldüğü gibi kavvâmûne kelimesi, sadece yöneticilik anlamı ifâde etmemektedir. Öncelikle içerdiği anlam; koruyup gözetmek (Râgıp el-İsfahânî), işleri güzel idare etmek (Mu'cemu'l-Vecîz), bir şeyi hakkıyla yerine getirip ayakta tutmaktır. Dolayısıyla kelimenin sadece yöneticilik mânâsına hamledilmesi eksik ve yanlış olacaktır.

Erkeklerin kadınlar üzerinde kavvâm olması, yaygın olarak anlaşıldğı gibi ontolojik, fazîlet vb. alanlarda mutlak üstünlüklerden kaynaklanan bir yöneticilik değildir. Âilenin korunup gözetilmesinde, temsil edilmesinde ve işleyişinde sahip oldukları sorumluluğun daha fazla olmasından kaynaklanan bir görev ve yetkidir. Âyette "erkeklerin kendi mallarından harcaması dolayısıyla..." şeklinde bir ifâde bulunması, verilen hükmün illetini anlamak açısından önemlidir. Âyetin evlilik hayatı ve âile düzeni ile ilgili olduğu açıktır. Allah Teâlâ, tüm düzenlemelerde fıtrî kabiliyetler ölçüsünde sorumluluk yüklediği ve yetkilendirdiği gibi, burada da erkeği daha fazla sorumlu tutmuştur. Bu sorumlulukta ve âileyi idâre etme ve yönetmede erkek bir önceliğe sahiptir. Yukarıda da ifâde edildiği gibi küçük dahi olsa bir topluluğun düzenli işlemesinde böyle bir hiyerarşiye ihtiyaç vardır ve bu çok doğaldır.

Ancak, burada yönetme olayının algılanışı da çok önemlidir. Yönetme deyince akla baskı, emir ve cezâ değil; istişâre ile oluşan, insanın düzenli hayat sürmesini sağlayan bir olgu gelmelidir. Hz. Peygamber'in uygulamasında da bunu görebiliyoruz. Peygamber olması, onu çevresindekilerle istişâreden alıkoymamış, bizzat Kur'an'ın teşvîkiyle bunu her zaman gerçekleştirmiştir. Ancak bu dönemden günümüzedek süren sultacı yönetimler "yönetme" kavramının baskıcı, totaliter bir anlam kazanmasına sebep olmuştur. Bu etkinin erkek yöneticiliği konusunda zihinlere ve dolayısıyla âileye de yansıdığı söylenebilir. Halbuki devlet yönetimi konusunda Hz. Peygamber'in uyguladığı bu istişârî metod, her konuda olduğu gibi âilenin işleyişinde de erkeğin yönetici olması konusunda bize ışık tutacak önemli bir veridir. Kısacası, erkek, sahip olduğu özellikler doğrultusunda yüklendiği sorumlulukları, âilenin korunup gözetilmesini, idâresini, istişâre ile gerçekleştirecek, bu konuda kendisine verilen önceliği bir zulüm vesilesi olarak kullanmayacaktır. Çünkü zulümle İslâm'ın bağdaşması mümkün değildir. (17)

Erkeklerin maddî ve mânevî durumları ile ve özellikle ekonomik rolleri, onların âile reisi -sorumlu yönetici- olmalarını tabiî kılmıştır. Aile küçük bir toplumdur; toplum düzenle yaşar. Düzen ise, bir reisi, bir idâreciyi zarûri kılar. İslâm'da devlet başkanından âile reisine kadar her idâreci, İlâhî tâlimata göre hareket etmek, İslâmî kurallara göre ve istişâreye uyarak yönetmek mecbûriyetindedir. Şu halde onlara itaat, bu tâlimata itaat demektir. İdâre eden veya edilen kimse bu tâlimatın dışına çıkar, meşrû kurallara itaatsizlik ederse yaptırım uygulanır. Burada bahis konusu olan, zevcenin itaatsizliğidir. Çare olarak önce öğüt vermek, sonra yatak boykotu ve daha sonra da dövme tavsiye edilmiştir. Kur'an'ı bize tebliğ eden Hz. Peygamber (s.a.s.) hiçbir zaman kadın dövmediği gibi "kadını eşek döver gibi dövüp de günün sonunda onu koynunuza alıp yatmanız olacak şey midir?" buyurarak ümmetini uyarmıştır. Ayrıca bu yaptırım kullanıldığı takdirde, kadının canını yakmayacak ve vücudunda iz bırakmayacak şekilde misvak, kurşun kalem gibi bir cisimle vurmak -ki, acı vermekten çok, psikolojik ceza unsuru olarak- uygulamak gerektiğini de ifade buyurmuştur. Şu halde bu dövme yaptırımı, ahlâksız bazı kadınlar için en son çare olarak başvurulacak zarûrî bir yol olup, kayıtlara ve şartlara bağlıdır. Ayrıca kadının da kocasından şikâyetçi olması halinde hakem ve hâkime başvurma, hakkını arama imkânı vardır.

Ailede karı koca arasında bir anlaşmazlık çıkması durumunda bunun nasıl halledileceği meselesi önemli bir problem teşkil etmektedir. Burada kadının aile içindeki konumunu yakından ilgilendiren nokta, böyle durumlarda kocanın karısı üzerinde ne gibi bir yetkisinin bulunduğu hususudur. Koca, âile reisi olduğuna göre, bu yetkinin aşırı kullanımının bir taraftan âile birliğini, diğer taraftan kadının kişiliğini etkileyeceği açıktır. Kur'ân-ı Kerim de, kocasına karşı itaatsizlik ve ahlâksızlık/sadâkatsizlik (nâşize) durumuna düşen kadının önce nasihatle yola getirileceği, ardından yatakların ayrılacağı, bunun da etkili olmaması halinde dövülebileceğinin (darb) belirtilmesi (4/Nisâ, 34) üzerinde en fazla tartışılan konuların başında gelmektedir. Âyette geçen "darb" kelimesinin yaygın anlamı olan "dövme"den başka bir anlam taşıyıp taşımadığı günümüzde çok tartışılmaktadır. Burada, İlâhî mesaja doğru mânâ verilmesi açısından âyette sadece darb kelimesinin değil; "nâşize"nin de ne anlamda ve hangi kapsamda kullanıldığının belirlenmesi gerekmektedir.

Genel olarak "itaatsizlik" mânâsına gelen "nüşûz" kelimesi, âilenin huzurunu bozan basit bir davranıştan iffetsiz yaşamaya kadar geniş bir alanı içine almaktadır. Huzuru bozan her davranışın ağırlığına denk bir yaptırımla karşılanması, hem âilenin birliğini koruma noktasından hem de fiil ve yaptırım arasında, gözetilmesi gereken denge açısından önemlidir. Kur'an'ı yorumlamada birinci kaynak olan Hz. Peygamber'in uygulamaları bu konuya da ışık tutacak niteliktedir. Hadis kitapları ve Rasûl-i Ekrem'in hayatından bahseden eserler, Onun eşlerini dövdüğüne dâir herhangi bir olaydan asla söz etmemektedir. Hz. Âişe, Rasûlullah'ın eşlerini ve hizmetçilerini asla ve hiçbir zaman dövmediğini söylemektedir (İbn Mâce, Nikâh 51). Ayrıca Hz. Peygamber, kendisine karşı olumsuz davranışından ötürü Hz. Âişe'nin babası tarafından cezâlandırılmasına da rızâ göstermemiştir. Şu halde basit uyuşmazlık durumunda şiddete başvurulması önerilen bir yöntem değildir. Rasûl-i Ekrem Vedâ hutbesinde kadınlara iyi davranılmasını öğütlemekte, bunun yanında "yataklarını herhangi bir kimseye çiğnetmemeleri"nin (zinâ etmemelerinin) kocaların eşleri üzerindeki hakkı olduğunu söylemekte, aksi takdirde hafifçe dövülebileceklerinden bahsetmektedir (Müslim, Hac 47; Ebû Dâvud, Menâsik 56; Tirmizî,Tefsîr 9). Âyette geçen "nüşûz"un hangi davranışları içermesi halinde dövme cezâsının uygulanabileceğini göstermesi bakımından Vedâ hutbesindeki bu ifâde dikkat çekicidir.

Kadını dövme meselesi, bugüne kadar ve günümüzde de İslâm düşmanlarının, özellikle feministlerin kullandığı önemli noktalardan biri olduğu gibi, bazı müslümanların da şartları gözetmeden mutlak biçimde meşrûlaştırdığı bir konu olmuştur. Konuyla ilgili Nisâ sûresi 34. âyette, öncelikle sâliha kadınların "görünmeyeni koruyanlar" olarak tanımlanması ve devamında da dövme olayından bahsedilmesi, bir nâmussuzluk olayını çağrıştırmaktadır. Ancak metinde "nüşûz" kelimesinin geçmesi, olayın sadece nâmussuzluk ile sınırlandırılamayacağını göstermektedir. Kelime olarak isyan, başkaldırı, geçimsizlik hali anlamlarına gelen “nüşûz” ile âile içinde sürekli problem çıkarma, dikkafalılık, huysuzluk, geçimsizlik gösteren, yani olgun bir kişiliğe ulaşamamış kadınlar anlaşılmaktadır. Bu âyet, sürekli bu fiilleri yapma eğilimini taşıyan kadınların terbiye metodunu göstermektedir. Nüşûz hali gösteren kadınların âile huzurunun yeniden elde edilmesi konusunda âyet bir metod göstermektedir. Bu metodda erkek, kadının işlediği fiile göre tavır takınmalıdır. Anca yine de kadının davranışlarında bir düzelme değil de; aksine bir bozulma görülürse, bu bozulmaya karşılık erkeğin tedrîcen daha sert tedbirler olarak en son dövme olayına başvurması, âilenin kurtarılması açısından son bir çâre olabilir. Âile huzurunu tek taraflı bozan kadın, dövülme gibi onur kırıcı bir olayla karşılaştığında âile saâdetini kurtarma konusunda daha sıhhatli düşünebilir. Bayılıp kendinden geçmiş bir hastayı uyarmak için doktorun hastanın yüzüne tokat atması gibidir bu.

Ancak, şu unutulmamalıdır ki, "dövme" sınırları belli özel bir durum için sözkonusudur. Başka bir deyişle âyet, âile içinde tüm kadın-erkek ilişkileri için genelleştirilemez. Çünkü âile ortamında esas olan eşler arasında sürekli istişâreyle saygı ve sevgi unsurunun temellendirilmesidir. Sözkonusu âyet, dövme olayını, bu saygı ve sevgi unsurunu tek yönlü olarak bozan ve istismar eden, şirret kadınlar için sınırlandırmıştır. O halde, özel şartlar için geçerli olan dövme olayını "erkek, eşini dövebilir" şeklinde genelleştirmek kişinin kendi zâlimliğini Kur'an'a âlet etmek olacaktır.

Burada şu soru akla gelebilir: Âile huzurunu bozan kişinin kadın değil de; erkek olduğu zamanlarda problem nasıl çözülecektir? Kadın, erkeğin âile içindeki geçimsizliklerine, sorumsuzluklarına katlanmak zorunda mıdır? Elbete ki kadın da eşini düzeltme yönünde bazı girişimlerde bulunup öğüt verebilir. Ancak kadının erkeği dövmesi, kadının yapısı gereği üstlenemeyeceği bir davranış olduğu gibi, çoğunlukla vâkıaya da tekabül etmediğinden erkek yüzünden bozulan ve boşanma noktasına yaklaşılan bir durumda ise, kadının yapacağı âileler arası (kadın ve kocanın yakınlarından veya temsilcilerinden oluşan) hakem heyetine veya meşrû mahkemeye başvurarak problemin çözülmesi yönündeki talebi olacaktır.

Kişiliğini oluşturamamış, şirret, laftan anlamayan, huzursuzluk çıkarıp âilenin işleyişini tek taraflı bozan kadınlar için boşanma öncesi önerilen bu metodu, âilenin saâdeti için çalışan, sorunlara yaklaşımda ölçülü, vakarlı kadınlar için de, onların belki haklı olarak karşı gelmelerine teşmil etmek Kur'an'a aykırıdır. Rasûlullah'tan gelen haberlerde birçok problemlerine rağmen hanımlarının hiçbirini dövmemiş olduğunu görüyoruz. Bu da bizim için önemli bir veridir.

Dövme, hangi suçun veya suçların karşılığı olacaktır? Âyette bu suçla ilgili "nüşûz" kelimesi kullanılıyor. Bazıları bu kelimeye "huysuzluk, geçimsizlik, dikbaşlılık" anlamı vermiştir. Aslında nüşûz, bu anlamlardan daha büyük bir suçtur. Râgıb el-İsfahanî şöyle der: "Nüşûz; kadının kocasına kin tutması ve ona saygıdan uzaklaşıp başkasına göz koymasıdır." Âsım Efendi, el-Kamusu'l-Muhît tercümesinde şu açıklamayı verir: "Nüşûz; hâtun, zevcine buğz ve adâvet idüp isyan ile muâmele eylemek mânâsınadır." Yani "nüşûz; hanımın, kocasına düşmanlık ve kinle isyan etmesidir." Bu lügatçıların açıklamalarına göre nüşûz; düşmanlık, başkasına göz koyma, kin tutma, sadâkatsizlik sonucu kocaya karşı bir isyanın başlatılmasıdır. Kısacası, bir iffetsizlik ve sadâkatsizlik sözkonusudur.

Ayrıca, Kur'an'da geçen "fa'dribûhunne" emrindeki "darb" kelimesinin âyetlerde sadece dövme anlamında değil, çok farklı anlamlarda kullanıldığından yola çıkılarak, Zuhruf sûresi 5. âyette olduğu gibi, bu âyette de uzaklaştırmak, uzakta tutmak anlamında olabileceğini iddia edenler de vardır. O takdirde bu âyetteki "fa'dribûhunne" emri "dövün" anlamında değil; "onları bulundukları yerden uzaklaştırın!" mânâsındadır. Yalnız, bu yorum, şâz bir yorumdur, müfessirler ve âlimlerin cumhûru bu yoruma katılmazlar.

Aslında, klasik dönemin bazı âlimleri de dövme yetkisine çok ihtiyatla yaklaşmışlardır. Hz. Peygamber'in, müslümanların en hayırlılarının eşlerine en iyi davrananlar olduğunu ve kendisinin bu konuda örnek teşkil ettiğini söylemesini, eşlerini ancak kötü kimselerin döveceğini ifâde ederek onlara böyle davranılmamasını emretmesini gözönüne alan bazı âlimler, kadının dövülemeyeceğini veya fazîletli davranışın onlara böyle bir cezâyı uygulamamak olduğunu belirtmişlerdir (Bkz. Abdülkerim Zeydân, el-Mufassal fî Ahkâmi'l-Mer'e ve'l-Beyti'l-Müslim, Beyrut, 1993, c. 7, s. 316-317). Fakat tatbikatta her zaman Rasûlullah'ın bildirdiği bu esaslara göre davranıldığını söylemek mümkün değildir. Bunların büyük çoğunluğu, kadınlarını dövme yetkisini Kur'an'dan değil; nefis ve hevâlarından, câhilî örf ve âdetten almakta, Rasûlullah'ın ifâdesiyle leîm/kötü koca sıfatını hak etmektedir.

"Rızık korkusu sebebiyle evlenmeyen Bizden değildir." (Hadis-i Şerif)

"Din ve emniyetine inandığınız kimseler, size geldiği vakit, onları evlendirin; eğer böyle yapmazsanız yeryüzünde büyük bir fitne ve fesat olur." (Hadis-i Şerif)

"Nikâhta beş fayda vardır: Evlât yetiştirmek, şehveti teskin etmek, ev idâre etmek, yakınları çoğaltmak ve nefis mücâhedesi yapmak." (İmam Gazzâli)

"İnsan ömrünün en önemli olayı, iyi bir eş seçimidir."

"Akıllıca bir evlilik yapmak istiyorsan, kendi denginle evlen."

"Nâmuslu adam, erken evlenir."

"Zorla alınan kadın, tuzlu helvaya benzer."

"Evlilikte başarı, yalnız aradığı kişiyi bulmakta değil; aynı zamanda aranan kişi olmaktadır."

"Ne pahasına olursa olsun evlelenin. Karınız iyi çıkarsa mutlu olursunuz; yok fena çıkarsa o zaman da filozof olursunuz."

"İyi bir kadınla evlenmek fırtınada sakin bir liman; kötü bir kadınla evlenmek ise sakin bir limanda fırtınadır."

"Evlilik, mutluluk uğruna yalnızlıktan kurtulmak demektir."

"Mutlu evlilik, kısa gibi gelen uzun bir konuşmaya benzer."

"Evlilik, zamanın gittikçe kuvvetlendireceği tek bağdır."

"Bekâr insan, ancak evlendikten sonra gerçek değerini kazanır. Bekârken yarım bir canlıdır, tek kollu bir makasa benzer."

"Kızın iyi bir evlilik yaparsa bir oğul kazanırsın, yoksa kızını kaybedersin."

"Kadın evlenince irâdesini, erkek de bencilliğini bırakmalıdır."

"Evlilik, fırtınalı bir denize; bekârlık da bulanık bir bataklığa benzer."

"Ahlâklı insan için aşk, evliliğin bir meyvesidir."

"Sâliha bir kadın, dine ne güzel bir yardımcıdır." (Hadis-i şerif rivâyeti)

“Her başarılı erkeğin arkasında ona destek ve yardımcı olan mutlaka bir kadın vardır.”

“Dünyayı erkekler yönetir; ama erkekleri de hanımları yönetir.”

"Kadın, kocasının, delikanlılıkta sevgilisi, olgun çağda arkadaşı, yaşlılıkta da hastabakıcısıdır."

"Bir erkeği eğitin, bir insanı yetiştirmiş olursunuz. Bir kadını eğitip terbiye edin; bir âileyi, hatta toplumun büyük bölümünü yetiştirmiş olursunuz."

"Adamı deli eden her kadına karşılık, deliyi adam eden bir kadın vardır."

"Her iyi kadın, erkek için mukaddes bir kalkandır."

 

 

1- Hüseyin K. Ece, İslâm'ın Temel Kavramları, s. 499-501

2- Hamdi Döndüren, Şâmil İslâm Ansiklopedisi. c. 5, s. 92-104

3- H. Döndüren, Saffet Köse, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 107-111

4- H. Döndüren, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 294-296

5- Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, c. 15, s. 438-452

6- Dursun Ali Türkmen, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 128-129

7- Saffet Köse, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c.3, s. 327-329

8- Ahmet Özgen, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 206-207

9- Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 111

10- Habil Nazlıgül, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c.1, s. 422-423

11- Ali Rıza Temel, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 339

12- Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, İnkılâb Y. s. 268-270

13- H. Döndüren, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 66-67

14- Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 411-414

15- Halid Ünal, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 426-427

16- Akif Köten, H. Döndüren, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 103-107,

17- H. Koç, F. Candan, a.g.m. sayı 32, Kasım 93, s. 30

Nikâh ve Talâk Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler

A- "Nikâh" Kelimesinin Geçtiği Âyetler (23 Yerde): 2/Bakara, 221, 221, 230, 232, 235, 237; 4/Nisâ, 3, 6, 22, 22, 25, 25, 127; 24/Nûr, 3, 3, 32, 33, 60; 28/Kasas, 27; 33/Ahzâb, 49, 50, 53; 60/Mümtehıne, 10.

B- "Talâk" Kelimesinin Geçtiği Âyetler (23 -14- Yerde): 2/Bakara, 227, 228, 229, 230, 230, 231, 232, 236, 237, 241; (18/Kehf, 71, 74, 77); (26/Şuarâ, 13); 33/Ahzâb, 49; (38/Sâd, 6); (48/Fetih, 15); 65/Talâk, 1, 1; 66/Tahrîm, 5; (68/Kalem, 23); (77/Mürselât, 29, 30).

C- "Zevc-Zevce" Kelimesinin Geçtiği Âyetler (81 Yerde): 2/Bakara, 25; 35, 102, 230, 232, 234, 240, 240; 3/Âl-i İmrân, 15; 4/Nisâ, 1, 12, 20, 20, 57; 6/En'âm, 139, 143; 7/A'râf, 19, 189; 9/Tevbe, 24; 11/Hûd, 40; 13/Ra'd, 3, 23, 38; 15/Hicr, 88; 16/Nahl, 72, 72; 20/Tâhâ, 53, 117, 131; 21/Enbiyâ, 90; 22/Hacc, 5; 23/Mü'minûn, 6, 27; 24/Nûr, 6; 25/Furkan, 74; 26/Şuarâ, 7, 166; 30/Rûm, 21; 31/Lokman, 10; 33/Ahzâb, 4, 6, 28, 37, 37, 37, 50, 50, 52, 53, 59; 35/Fâtır, 11; 36/Yâsin, 36, 56; 37/Sâffât, 22; 38/Sâd, 58; 39/Zümer, 6, 6; 40/Mü'min, 8; 42/Şûrâ, 11, 11, 50; 43/Zuhruf, 12, 70; 44/Duhân, 54; 50/Kaf, 7; 51/Zâriyât, 49; 52/Tûr, 20; 53/Necm, 45; 55/Rahmân, 52; 56/Vâkıa, 7; 58/Mücâdele, 1; 60/Mümtehıne, 11, 11; 64/Teğâbün, 14; 66/Tahrîm, 1, 3, 5; 70/Meâric, 30; 75/Kıyâme, 39; 78/Nebe', 8; 81/Tekvîr, 7.

D- Nikâh Konusuyla İlgili Âyetler:

a- Evlenmenin Fazileti: 24/Nûr, 32.

b- Bekârları Evlendirmek: 24/Nûr, 32.

c- Evlenmede Bolluk ve Bereket Vardır: 16/Nahl, 72; 24/Nûr, 32.

d- Evlenmeye Güç Yetiremeyenler: 24/Nûr, 33.

e- Nikâhı Helâl Olan Kadınlar: 4/Nisâ, 24; 5/Mâide, 5.

f- Yetim Kızların Nikâhı: 4/Nisâ, 3, 127.

g- Evlâtlıkların Boşanmış Hanımlarıyla Nikâh: 33/Ahzâb, 37.

h- Câriyelerin Nikâhı: 4/Nisâ, 24-25.

i- Ehl-i Kitabın Nikâhı: 5/Mâide, 5.

j- Vefat İddeti Bekleyen Kadını Nikâhlama İsteği: 2/Bakara, 235.

k- Talâktan Sonra Nikâh: 2/Bakara, 228, 231-232.

l- Üçüncü Talâktan Sonra Nikâh: 2/Bakara, 230.

m- Münâsebet Helâl Olan Kadınlar: 70/Meâric, 29-30.

n- Nikâhı Haram Olan Kadınlar: 4/Nisâ, 22-24.

o- Müşriklerin Nikâhı: 2/Bakara, 221.

p- Zinâ Eden Erkeklerin ve Zinâ Eden Kadınların Nikâhı: 5/Mâide, 5; 24/Nûr, 3, 26.

r- Mut'a Nikâhı (Geçici Nikâh): 23/Mü'minûn, 7; 70/Meâric, 29-31.

s- Nikâhın Şartları: 33/Ahzâb, 50.

F- Mehir:

a- Nikâh Edilen Kadının Mehrini Vermek: 4/Nisâ, 4, 24-25.

b- Boşanan Kadınların Mehirleri: 2/Bakara, 229; 4/Nisâ, 20-21.

c- Temastan Önce Boşanmış Kadınların Mehirleri: 2/Bakara, 237.

G- Teaddüd-i Zevcât (Çok Evlilik):

a- İki, Üç, Dört Evlenmek: 4/Nisâ, 3; 33/Ahzâb, 50.

b- Bir Kadınla Yetinmek: 4/Nisâ, 3, 129.

c- Zevceler (Hanımlar) Arasında Adâlet: 4/Nisâ, 3, 129; 33/Ahzâb 50.

H- Talâk (Boşama ve Boşanma):

a- İyilikle Tutmak veya Güzellikle Boşamak: 2/Bakara, 229, 231; 65/Talâk, 2.

b- Uygun Boşama: 65/Talâk, 1-3.

c- Talak İkidir: 2/Bakara, 229, 231.

d- Üçüncü Defa Boşama: 2/Bakara, 230.

e- Hülle: 2/Bakara, 230.

f- Temastan Önce ve Mehirsiz Olarak Boşanma: 2/Bakara, 236-237.

g- İ'lâ Yoluyla (Yaklaşmamaya Yemin Ederek) Boşama: 2/Bakara, 226-227.

h- Temastan Önce Boşama: 33/Ahzâb, 49.

i- Boşanan Karı-Koca: 4/Nisâ, 130.

j- Kadının Kendisinin Fidye Vererek Boşanması: 2/Bakara, 229; 4/Nisâ, 19.

k- Boşanan Kadınları İddet Süresi İçinde Barındırmak: 2/Bakara, 241; 65/Talâk, 6.

l- Müslüman Kadının Kâfir Olan Kocasından Boşanması: 60/Mümtehıne, 10-11.

m- Boşanan Kadına İddeti İçinde, Çocuk Emzirmesi İçin Ücret Vermek: 65/Talak, 6-7.

n- Araları Bozulmuş Karı-Kocanın Arasını Düzeltmek: 4/Nisâ, 35, 128; 60/Mümtehıne, 1.

o- Zıhar Yapmak (Hanımı Anneye Benzetmek): 33/Ahzâb, 4; 58/Mücâdele, 1-2.

p- Zıhar Keffâreti: 58/Mücâdele, 3-4.

İ- İddet (Boşanan veya Kocası Ölen Kadının Bekleme Süresi):

a- Boşanmış Kadınların İddeti: 2/Bakara, 228, 231; 65/Talak, 4.

b- Kocası Ölen Kadınların İddeti: 2/Bakara, 234.

c- Hâmile Kadınların İddeti: 65/Talak, 4.

d- İ'lâ (Kadına Yaklaşmamaya Yemin): 2/Bakara, 226-227.

L- Aile Yuvası:

a- Karı-Koca Arasındaki Sevgi: 30/Rûm, 21.

b- Karı-Koca Arasındaki Anlaşmazlığın Çözümü: 4/Nisâ, 35, 128.

 

 

 

 

Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar

1. İslâm’da Evlenme Âdâbı ve Müslüman Kadını, Ahmet Arslantürkoğlu, Can Kitabevi Y.

2. İslâm’da Evlilik ve Aile, Heyet, Seha Neşriyat

3. İslâm’da Evlilik ve Aile Eğitimi, Ali Eren, Merve Yayın Pazarlama

4. İslâm’da Evlilik ve Aile Mutluluğu, Muhammed Ali es/Sâbûnî, çev. Nihat Yatkın, Ravza Y.

5. İslâm’da Evlilik ve Cinsel Mutluluk, Mahmut Mehdi İstanbulî, Çağrı Y.

6. İslâm’da Evlilik ve Mahremiyetleri, Abdullah Aydın-Salih Uçan, Mehdi Y.

7. İslâm'da Evlilik ve Mahremiyetleri, Osman Karabulut, Uysal Kitabevi Y.

8. İslâm’da Aile, Ayetullah İbrahim Emini, Sekaleyn Y.

9. İslâm’da Aile Ahlâkının Dinamikleri, Ayetullah Hüseyin-i Mezâhirî, çev. Kadri Çelik, Hamd Y.

10. İslâm Aile Hukuku, Ömer Ferruh, Sebil Y.

11. İslâm Ailesi ve Evlilik, M. İbrahim Kaysî, Hisar Y.

12. İslâm’da Geçici Evlilik (Müt’a), Cevad Hacızade, çev. Kadri Çelik, Evrensel Y.

13. Peygamberimizin Sünnetinde Evlilik, Abdülvehhab Öztürk, Kılıç Y.

14. İslâm’da Erkeğin Eşine Karşı Vazifeleri, Emine Özkan Şenlikoğlu, Mektup Y.

15. İslâm’da Erkeğin Eşine Karşı Vazifeleri, Abdulhalim Hamid, Mektup Y.

16. İslâm'da Nikâh ve Düğün, Kemal Solak, Şelale Y.

17. İslâm'a Göre Cinsel Hayat, Ali Rıza Demircen, Eymen Y.

18. İslâm’da Kadının Eşine Karşı Vazifeleri, Abdulhalim Hamid, Mektup Y.

19. İslâm'da Aile Eğitimi, Abdullah Ulvan, 1-2, Uysal Kitabevi Y.

20. İslâm’da Aile Hukuku, Abdülaziz Amir, Mektup Y.

21. İslâmî Açıdan Kadın Sorunu, Muhammed Fadlallah, Şûrâ Y.

22. İslâm’ın Kadına Verdiği Değer, Muhammed Fatih Hikmet, Alper Kitabevi Y.

23. İslâmî Açıdan Kadının Değer ve Hakları, Osman Ersan, Erkam Y.

24. İslâm’da Evlilik ve Aile Hukuku, Fikri Yavuz, Hisar Y.

25. İslâm’da Dört Evlilik ve Rasûlullah’ın Çok Evlenmelerinin Hikmetleri, İsmail Kaya, Uysal Kit. Y.

26. Kadın ve Aile, Seyyid Kutup,. Çev. Halit Yılmaz, İhtar Y.

27. Kadın ve Aile Ansiklopedisi (İslâm Kadın Ans) (Tahrîru'l-Mer'e), 1-4, Abdülhalim Ebu Şakka, Denge

28. İzdivaç ve Mahremiyetleri, Ali Eren, Erhan Yay. Dağ.

29. Kur’an ve Sünnete Göre Örnek Aile, Necip Ammare, Görüş Y.

30. Örnek Aile, Necip Ammere, Risale Y.

31. Sünnet ve Aile, Mehmet Paksu, Nesil Basım Yayın

32. Kadın Aile ve Sevgi Üzerine Söyleşiler, Ali Rıza Demircan, Eymen Y.

33. Kadın Evlilik ve Aile, Mehmet Paksu, Nesil Basım Yayın

34. Kadın Aşk Aile, Peyami Safa, Ötüken Y.

35. İslâm'da Aile ve Çocuk Terbiyesi 1-2, Heyet, (Tartışmalı Toplantı), İSAV, İlmî Neş./Ensar Neşriyat

36. İslâm’a Göre Cinsel Meseleler, Abdullah Aydın, Metin Yay.Dağ.

37. İslâm’a Göre Evlilik ve Mahremiyetleri, Ali Kayıkçıoğlu, Şelale Y.

38. İslâm’da İzdivaç ve Aile, Mehmet Hulusi İşler, Hisar Y.

39. İslâm’da Kadın Tesettür İzdivaç, Hüseyin S. Erdoğan, Çelik Y.

40. İslâm’da Tesettür ve Haya, Mustafa Uysal, Uysal Y.

41. İslâm’da Kadın ve Aile, Hayreddin Karaman, Ensar Neşriyat

42. İslâm’da Kadın ve Aile, Mehmet Emre, Bedir Y.

43. Müslüman Aile, M. Ertuğrul Düzdağ, İz Y.

44. Müslüman Aileye Doğru, Zeynep Gazali, Madve Y.

45 Aile Sırları, Mehmet Çizgi, Mektup Y.

46. Evlilik ve Nikâh, Faruk Beşer, Nûn Y.

47. A’dan Z’ye Cinsel Konular ve Aile Sırları, Mehmet Çizgi-Ayşe Çizgi, Mektup Y.

48. Kadın Tesettür İzdivaç, Hüseyin S. Erdoğan, Çile Y.

49. Rasûlullah'ın Annesi ve Hanımları, Âişe Abdurrahman, Uysal Kitabevi Y.

50. Rasûlullah'ın Pâk Zevceleri, Mahmud es-Savvaf, Nur Y.

51. Peygamberimizin Hanımları (Mü'minlerin Anneleri), Mustafa Eriş, Erkam Y.

52. Delilleriyle Aile İlmihali, Hamdi Döndüren, Erkam Y.

53. Kur'an Ailesi, Musa Kâzım Yılmaz, Hilâl Y.

54. Ailede İslâm Nizamı, Mehmet Altunkaya, Bahar Y.

55. Muvahhid Aileyi Kurmak, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y.

56. Aile Bilinci, Aysel Zeynep, Denge Y.

57. Gençlik ve Evlilik, Yusuf Özcan, Türdav Y.

58. Gençlere Aile Eğitimi, Abdullah Nâsıh Ulvan, Ravza Y.

59. Aile Saâdeti, Sadık Dânâ, Erkam Y.

60. Kur'an ve Sünnette Annelik, Muhammed Seyyid, Uysal Kitabevi Y.

61. Modernizmin Evsizliği ve Ailenin Gerekliliği, Cihan Aktaş, Beyan Y.

62. Kur’an ve Sünnete Göre Evlenme ve Boşanma Mehmet Soysaldı, Şûle Y.

63. Evlilik ve Âile Hayatı, Ahmed Kalkan, Özel Y.

64. Evlilikte Mutluluğun Yolları, W.E. Sargent, çev. Ömer Rıza Doğrul, Toker Y.

65. Evlilik ve Cinsel Hayat -Dinî ve Tıbbî-, Âsım Uysal, Uysal Y.

66. Ailede Saâdet Prensipleri, Mehmed Said, Bahar Y.

67. İslâm-Osmanlı Aile Hukuku, M. Akif Aydın, Marm. Ün. İlâhiyat Fak. Vakfı Y.

68. İslâm ve Osmanlı Hukukunda Evlenme, Halil Cin, Ankara 1974

69. Mürşid-i Müteehhilîn, Evli Müslümanlara Rehber, Kutbüddin İznikî, Bedir Y.

70. Aile Çevresi Kadın-Erkek İlişkileri, Servet Serdaroğlu, Redhouse Y.

71. İslâm Nazarında Doğum Kontrolü, Mevdûdî, Hilâl Y. İstanbul 1967

72. Hadis-i Şeriflere Göre Evlenme Âdâbı, Nâsıruddin Elbânî, Hikmet Neşriyat

73. Büyük Kadın İlmihali, Ümmühan Hambeyoğlu, Hikmet Neşriyat

74. İslâm’da Kadın, Evlilik ve Aile Hayatı, Ümmühan Hambeyoğlu, Hikmet Neşriyat

75. Hadis-i Şeriflere Göre Evlenme Âdâbı, Nâsıruddin Elbânî, Hikmet Neşriyat

76. Kur'an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 2, s. 88-111, c. 6, s. 14-46, c. 11, s. 516-549, c. 4, s. 520-528

77. TDV İslâm Ansiklopedisi, T.D.V. Y. c. 2, s. 196-200, 422-423

78. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c.1, 75-77, 206-207, 426-427; c. 2, s. 128-129; c.3, s. 327-329; c. 4, s. 107-111, 294-296; c. 5, s. 92-104; c. 6, s. 66-67, 103-107, 339, 411-414

79. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risale Y. (Aile) c. 1, s. 16-19; (Evlilik; Hüseyin Peker), c. 1, s. 489-491

80. İslâm'ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 499-501

81. Fıkıhçılara ve Hadisçilere Göre Nebevi Sünnet, Muhammed Gazali, Ekin Y. s. 57-87

82. Akaid ve Şeriat, Mahmud Şeltut, Yöneliş Y. c. 2, s. 13-121

83. İnanç ve Amelde Kur'anî Kavramlar, Muhammed el-Behiy, Yöneliş Y. s. 269-303

84. İslâm Düşüncesinde Yeni Arayışlar, Rağbet Y. c. 3, s. 137-200

85. Çağdaş Meselelere Fetvalar, Yusuf el-Kardavi, Tahir Y. c. 2, s. 83-252, c. 1, s. 151-157

86. İslâmî Hareket Fıkhı, Mustafa Çelik, Yenda Y. c. 4, s. 79-90

87. Kur'ânî Kavramlar, Ramazan Yılmaz, Mücahede Y. 165-202

88. Kur'an'da Bazı Kavramlara Bakış, Ömer Dumlu, Anadolu Y. s. 59-112

89. Ana Konularıyla Kur’an, Fazlur Rahman, Fecr Y. s. 121-131

90. İslâm Nizamı, Ali Rıza Demircan, Eymen Y. c. 2, s. 96-116

91. Cahiliyye Düzeninin Ruh Haritası, Mustafa Çelik, Ölçü Y. s. 69-73, 109-112

92. İslâm Nasıl Yozlaştırıldı, Yeni Boyut Y. s. 332-381

93. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılâb Y. s. 268-270

94. İslâmiyât, Kadın Özel Sayısı, c. 3, s. 2, Nisan-Haziran 2000

95. İslâmî Araştırmalar, Kadın Özel Sayısı, V, 1989; c. 10, sayı. 4, 1997