27/Neml, 88; Kavram, 200
·
Sanat; Anlam ve Mâhiyeti (İnanca Göre Sanat)
·
Câhiliyyenin
Sanat Anlayışı
·
Sanata
Müslümanca Bakabilmek
·
Kur’ân-ı Kerim’de Sanat ve Güzellik Kavramı
·
Hadis-i Şeriflerde Sanat ve Güzellik
Kavramı
·
Estetik; Güzelliğin
Felsefesi
·
Günümüzde
Sanat Denince
·
Emperyalizmin
Hizmetinde Sanat
·
Sanat ve
Toplum
·
Sanat ve
Rejim
·
Sanat İçin
Sanat (Put Sanat)
·
Sanatın
Putlaştırılması
·
Sanat ve
Güzellik (Güzel Sanat)
·
"Güzele
Bakmak Sevap mı?" –Elbette…
·
Müzik Rûhun
mu Gıdası?
·
Allah İçin
Sanat
·
Müslümanların
Sanata Yaklaşımı
·
Kur'an ve
Sünnet'te Sanat
·
Hakiki
Sanatkâr: ALLAH
·
Allah'ın Sanatına Örnekler:
Kâinat, İnsan, Cennet ve
Kur'an
·
Fıtrat ve
Sanat
·
Sanat ve
Güzellik Merkezi: Câmi
·
İslâm Sanatı
mı, Müslümanların Sanatı mı?
·
Müslüman
Sanatçı ile Diğer Sanatçıların Farkı
·
Sanat ve
Cihad
·
Sanat ve
Tebliğ
·
Sanat ve
Fayda
·
Sanat ve
Gerçek
·
Sanat
Dallarına Bakış Açımız
·
Sanat
Konusunda Neler Yapılabilir?
بِسْمِ
اللهِ
الرَّحْمنِ
الرَّحيم
وَتَرَى
الْجِبَالَ
تَحْسَبُهَا
جَامِدَةً
وَهِيَ
تَمُرُّ
مَرَّ
السَّحَابِ
صُنْعَ
اللَّهِ
الَّذِي
أَتْقَنَ
كُلَّ شَيْءٍ
إِنَّهُ خَبِيرٌ
بِمَا
تَفْعَلُونَ
وَعَلَّمْنَاهُ
صَنْعَةَ
لَبُوسٍ
لَّكُمْ
لِتُحْصِنَكُم
مِّن
بَأْسِكُمْ
فَهَلْ أَنتُمْ
شَاكِرُونَ
“Sen dağları görürsün de, onları yerinde durur
sanırsın. Oysa onlar bulutun yürümesi gibi yürümektedirler. (Bu,) Her şeyi
sapasağlam yapan Allah’ın sanatıdır. Şüphesiz ki O, yaptıklarınızdan
tamamıyla haberdardır.”
(27/Neml,
88)
“Ona (Dâvud’a), savaş sıkıntılarınızdan sizi
koruması için zırh sanatını öğrettik. Artık şükredecek misiniz?” (21/Enbiyâ, 80)
Sanat,
insanların inanç, düşünce ve duygularını söz, ses, renk, çizgi, biçim gibi
araçlarla güzel bir biçimde ve kişisel bir ifâde ile anlatma çabasından doğan
rûhî bir faâliyettir.
"Sanat"
Arapça'dan dilimize geçmiş bir kelimedir. Sözlük anlamı işlemek, yapmak
anlamına gelen sun' (s-n-a) kökünden türemiştir. Sanat; ustalık, hüner, mârifet
anlamlarında kullanılır. Batı dillerinde "art" kelimesiyle
karşılanır.
Sanat
kelimesi dilimizde zanaat anlamında da kullanılır (Aslı: Arapça sınâat). Yani,
insanlar için gerekli olan maddî şeylerden birinin yapımına dayanan ve el
yatkınlığı isteyen işe de sanat denir. "Onun sanatı terziliktir"
örneğinde ve "sanat altın bileziktir" atasözünde kullanıldığı gibi.
Bir şeyi
güzel yapmak için uygulanan kuralların tümüne de sanat denir: "Konuşma
sanatı", "öğretmenlik sanatı" örneklerinde olduğu gibi.
Bir şey
yapmada gösterilen ustalık ve kabiliyete de sanat denir: "Hoşa gitme
sanatı" gibi.
Sanatı
zanaattan ayırmak için bazı sanatlar "güzel sanatlar"
terimiyle ifâde edilir. Bu anlayışa göre edebiyat, mimarî, heykeltıraşlık,
resim ve gravür güzel sanat kabul edilir. Sonra bunlara müzik ve dans da
eklendi.
Güzel
sanatlar ikiye ayrılır:
1. Göze hitap eden plastik sanatlar,
2. Kulağa hitap eden fonetik sanatlar.
Resim, heykel
ve mimarlık birinci bölümü; edebiyat ve müzik de ikinci bölümü teşkil eder.
Bugün bunlara hem göze hem kulağa hitap eden tiyatro ve sinema da ilâve edilir.
Dans da güzel sanatlar içinde daha çok göze hitap eder, müziksiz düşünülemediği
halde. İş o noktaya geldi ki, bugün operadan baleye, modelistlikten mankenliğe
kadar yeni sanat(!) türleri güzel sanat kabul edilmeye, hatta spor
gösterilerine katılan figürlere (buz dansı, su balesi...) güzel sanat
anlayışıyla bakılmaya başlandı.
Çok eski
dönemlerden beri zanaatlar ve el sanatları da sanatın içinde değerlendirilirdi.
Bu hem İslâm âlemi, hem batı dünyası için geçerlidir. Batıda sanat kelimesi,
bugün ona verilen anlamı ancak 19. yüzyılda almış ve sanat kavramı çağlara göre
çok değişik anlamlar kazanmıştır. Geçmişte sanat kelimesine basit ve sınırlı
bir mânâ verilirdi. Bir el işini kusursuz yapabilmek; ustalık ve hüner
göstermek bir "sanat"tı. Sanatçı üstün bir işçiydi sadece. Bugün
arandığı gibi orijinal bir eser "yaratıcı"sı olma şartı aranmazdı.
Zamanla sanat ve sanatçı kelimelerine daha seçkin bir anlam verilmeye başlandı.
Değer ölçüleri artık değişmişti. Sanatçı ile usta veya işçi arasında bir fark
olduğu belirlendi. İşçi olağan işler yapardı. Sanatçının ise
"olağanüstü" bir bilgi veya bir yetenek gerektiren eserler
"yaratma"sı gerekiyordu.
Bir nesnenin
sanat ürünü sayılabilmesi için belirli özellikleri olması gerekir. Bu
özelliklerden en önemlisi onun özgün ve tek oluşudur. Yani daha önce başkası
tarafından yapılmış bir ürünü taklit ederek ortaya çıkarılan bir nesne güzel
olsa da, kişinin kendi duygu ve düşüncelerini yansıtmadığı, yoğun
"düşünsel yaratıcılık" sürecinden geçmediği için sanat eseri
sayılmaz. Fabrikada seri olarak çok sayıda birbirinin eşi ürünler de sanat
eseri değildir. Onun için sanat; düş gücü, yaratıcılık ve yetenek gerektiren
bir insan etkinliği olarak tanımlanır.
Bu tanımlama
ve değerlendirmelerin bir kısmının câhiliyye anlayışının ürünü olduğunu
belirtmeye gerek var mı bilmiyorum. "Allah'tan başka tüm ilâhları
reddetme"nin pratik hayatta uzantısı olan, câhiliyyeyi tüm alanlarda kurum
ve kavramlarıyla dışlamamamız için, sanat anlayışını da yakından incelememiz
gerekecek.
İnancın
etkisinde olmayan hiçbir kavram yoktur denilse yeridir. Kavramlara herkes
inancı doğrultusunda yorum getirerek yaklaşır. (İnançla ilgisi olmadığı
zannedilen kişiler de, kendi toplum görüşleri, şahsî bakış açıları, içinde
bulunduğu toplum veya düzenin kabulleri doğrultusunda değerlendirmeler yapar
ki, tüm bunlar bir din ve inançtan başka bir şey değildir.) Sanat kavramı için
de aynı şey sözkonusu olacaktır kaçınılmaz olarak.
Kâfirlerin egemen
olduğu toplumlarda, sanatın tanımından yorumuna, kapsamından güzellik
anlayışına kadar sanatla ilgili kavram ve özelliklerin müslümanca
değerlendirilmesini beklemek, cehennemde ırmaklar, köşkler aramaya benzer.
Câhiliyyeye
göre sanat, yaratmak demektir. Yaratmak, yani ilâhlık taslamak. İddiâsı
budur sanatçının. Sanatçı üstün yaratılışta bir insandır; daha doğrusu yarı
tanrı yarı insandır. O, başkalarının göremediğini gören, duyamadığını duyandır.
Sanatın sihirli diliyle kutsal eserini, kendisi gibi hissedemeyene
duyurur. Ve başkalarının yapamadığını yapandır sanatçı: Yaratan! Nedir yaratmak?
Yaratmak:
Yoktan var etmek demektir. Malzeme, zaman, yardımcı, âlet vb. hiçbir şeyin
katkısı olmadan bir şey ortaya koyabiliyorsa insan, gerçek anlamda yaratıcı olabilir.
Oysa ancak Allah'tır örneğe, maddeye, müddete, yardımcıya, âlet ve edevâta
muhtaç olmadan, sadece "Ol!" demesiyle bir şeyi yoktan var eden, yani
yaratan.
Bunca
âcizlerine rağmen küstahça kendilerine yaratıcı vasfı verenler, yaratıcı(!)
sanatçılar, sahte ilâhlar, bırakın güzel sanat eserleri yaratmayı, hakir ve
basit görülen bir sineği bile yaratamazlar (Bkz. 22/Hacc, 73). İnsanoğlunun
yaptığı ise, onca uğraş ve yardımdan, yorgunluktan sonra sadece sentez ve basit
taklitten ibârettir. İnsana gerçek anlamda yaratıcı denemez; ancak sembolik ve
mecâzî anlamda söylenebilir. O zaman da şekil veren, yapan ve yaratanların en
güzeli olan Allah'ın yüceliğini kabulden başka yol kalmaz (Bkz. Mü'minûn, 14).
Ve bütün varlıklar, yani Allah'ın yarattıkları "Allah'ın boyasıyla boyanmıştır.
Allah'tan daha güzel kim boyayabilir?" (2/Bakara, 138)
Câhiliyye
insanı ise, bunları düşünemeyecek kadar câhil ve alçaktır. İnsanlık ve kulluk
derecesini kaybedip en aşağılara doğru alçaldıkça, ölçüsü ters olduğundan her
şeyi tersten görüp değerlendirerek, kendini Firavunvârî ilâh ilân etmeye gider.
İşte o yüzden heykeltıraşlık en büyük sanattır câhiliyye anlayışında. Allah'ın
yarattığına benzer bir insan yaratılmış(!) olacaktır güya bu gülünç taklitten
ibâret taş veya tunç yığınıyla. Câhiliyyeye göre, isterse sanatın zirvesi kabul
edilsin, müslümanlar indinde putların ve putçuluğun sanat olma özelliği
olmadığından, putlaştırılan heykel veya heykelden putlar; fânîleri putlaştırmak
ve taş halinde dondurmaktan, ruhsuz, cansız, basit ve gülünç bir taklitten
ibârettir. Küfür ve haramlarda güzellik aranmaz. Put heykelin, Allah'ın
yarattığı "ahsen-i takvîm"le karşılaştırıldığında, kaba ve çirkin bir
oyuncak olduğu görülecektir. Putlaştırılan veya putların hizmetine verilen
resimler ve heykeller, yaratma istek ve iddiâsının ahmakça ürünüdür. Bir
yönüyle, yaratıcılık iddiâsıyla sanatçının ilâhlığı, diğer yönüyle yaratık
heykelin put olmasıyla ilâhlığı. Bir tarafta taş veya tunç parçası, diğer yanda
kendisi de yaratık ve âciz sanatçı. Ve... bunlara ilâhlık pâyesi veren
zavallılar...
Bilindiği
gibi, tarihin çok eski dönemlerinden itibaren, önemli kabul edilen insanların
öldükten sonra hatırlanıp yüceltilmesi, saygı duyulup tapınılması,
putlaştırılmasının aracı olmuştur heykel. Tevhide toz kondurmak istemeyen
müslümanlar, tarih boyunca heykelde hiç güzellik görememişler, onu sanattan
saymadıkları gibi, ona tavır almışlardır. Yaratma konusuna gelince; müslümanın
yaratma diye bir meselesi yoktur. Çünkü yaratmak, ancak Allah'a mahsustur.
Delinin biri,
bir kuyuya taş atsa... Delidir, atabilir. Peki, akıllıların ne yapması gerekir?
Akıllı geçinenler de o deliye uyarsa, seyredin siz gümbürtüyü. Delilere
uyarsanız, sadece kuyuyu taşla doldurup su kaynağını kurutmakla kalmaz, daha ne
delilikler yaparsınız. "Onların kalpleri vardı ama, onunla düşünmez,
anlamazlar... İşte bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha aşağıdırlar." (A'râf, 179). Haklarında böyle denilen
delilere uyulursa, tımarhâne kaçkınlarının tamtamlarına, castık-custuk
seslerine, yani müzik diye sunulan cızıklara sanat demekle kalınmayacak, şehevî
duyguları azdırmaktan başka özelliği olmayan sahnelere, rollere veya eserlere
de sanat ismi verilecektir. Hayvanların tepinmesine benzeyen eşek dansının bin
bir çeşidi, sanat maskesi dışında bir takı ve giysiyi kabullenmeyecektir. Evet,
bunlar halîfelikle taçlandırılmış olan insanlık onurundan ve tefekkür zevkinden
uzaklaşanların sanat anlayışı olabilir. Tamam da, körü körüne taklit edip
bunlara benzeyenlere, müslüman mahallesinde (gerçekten, müslüman mahallesi mi?
Salyangoz satanlara, bunlara göz yumanlara ne demeli? Ne demeli, kim demeli,
nasıl demeli?
İnsanî duygu
ve düşüncelerin, estetik biçimde ve ruhu besleyecek tarzda dışa vurulması demek
olan sanat, bugün daha çok hayvanî duyguların, hayvanî çıplaklığın, hayvanî
böğürtülerin ve hayvanî tepinmelerin en bayağı şekliyle icrâ edilmesi olarak
görülmekte. İlkel câhiliyye çıplaklık ve fuhşunu modernize ederek taklit
edebildiği oranda kişi, büyük sanatçı olabilmekte. Herhangi bir yeteneğinin
olmasına gerek yok; eğer fiziği yerinde ise genç kızın(!) orasını burasını
cömertçe göstermesi, cıvıkça kahkahalar atması, dilimizin varmadığı buna benzer
bir-iki şey yapması yetiyor yıldız, güneş, kraliçe vb. olmasına. Medyanın
desteğini de mâlum yollarla aldımı, tamam!
Allah biraz
ses, biraz fizik vermişse yeter. Kültür, eğitim, nota vb. müzik ve sanat için
gerekli tüm şeyleri ne oranda bilmiyorsa o kadar kolay ses sanatçısı olur aday.
Çünkü o oranda kullanılabilecek, eğlence dünyasının sömürü çarklarının önemli dişlisi
haline gelecektir.
Ahlâk mı? Güldürmeyin beni (doğrusu,
"ağlatacaksınız beni" olmalı). "Ahlâk", demokrasi
darağacında özgürlük denilen cellât tarafından modern yaşam kanunlarına
muhâlefet suçundan idam edileli hayli zaman oluyor batıda ve onun kör
taklitçisi toplumlarda.
Bale ve dans
gibi gösterilen ne kadar bayağı, erotik özellikler taşıyorsa o kadar makbul.
Çılgınlıklar, özgürlük maskesi takmış, sınır ve ayıp tanımıyor.
Diğer sanat
dalları bu kokuşmuşluktan elbette nasibini alıyor. Öyle ya, hangi asırda
yaşıyoruz? Modern dünya, çağdaşlık, özgürlük, tabuları yıkma bu modern
câhiliyyenin nassları.
Günümüzdeki
mimarlık artık haklı olarak sanattan bile sayılmıyor, mimara sanatçı diyen
çıkmıyor. Şiir, edebiyat gibi gerçek sanatlara bunca önemli(!) iş arasında
ayıracak vakit mi kalıyor? Hem, onların modası çok oldu geçeli. Artık gençler
romantik takılmıyor. Şimdi yeni moda sanatlar var. Neler mi? Neler değil ki?! O
sanat, bu sanat; tuvale fırçayı karşıdan fırlat! Bu da mı sanat? Ooo, hem de
modern sanat! Gel fırçanı sen de at!
Peki, öyleyse
nedir sanat?
Sanat: Allah’ı Aramak ve Güzeli Keşfetmek
"İnancın
etkisinde olmayan hiçbir kavram yoktur" demiştik. Sanat da, seçilen bir
hayat görüşü ve buna bağlı yaşantının, yani dinin değişik araçlarla güzel bir
biçimde başkalarına ulaştırma yolundan başka bir şey değildir gerçekte. Ortada
mutlaka bir din vardır ve sanatçı, bu dinin misyoneridir. Bu din ve dinin
tanrısı, bazen bağlı bulunulan sanat anlayışı (akım-ekol), bazen sanatın
kendisi (kutsal sanat dini), bazen de özgürce yaratmaya kalkışan sanatçının
kendisi olmakta. Müslüman için sanat ise, dininin estetik tebliğinden
ibârettir. Dininin; yani inancının, hayata bakışının, yaşayışının, yani
herşeyinin.
Bazı sanatkâr
müslümanlar sanatı Allah'ı aramak olarak tanımlamaya çalışmışlar. Meselâ bir
şâirimiz şöyle der:
"Anladım
işi, sanat Allah'ı aramakmış,
Mârifet bu,
gerisi yalnız çelik-çomakmış."
Evet, sanat
Allah'ı aramak ve güzeli keşfetmektir. Aramak; aramak ama akıllıca. Leyla'yı
arayan "Mecnun" gibi değil. Bulmak, keşfetmek güzeli, ama olgunca;
Arshimet'in "evraka (buldum!)" diye hamamdan çılgınca fırlaması gibi
değil. "Arayan belâsını da Mevlâsını da bulur." Ama nasıl ve nerede
aranacağını bilmek lâzım. İşte bunu bilmek, sanatçı olmak demektir. Yalnız,
unutmamak gerekir ki, mutlak güzellik, ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın, ele
geçirilmesi mümkün olmayan, ele geçirildiği zaman da sanatın konusu olmaktan
çıkan aşkınlıktır.
İslâm,
doğruların ve güzelliğin kişisel olarak benimsenip yaşanmasını yeterli görmez.
Onların başkalarına sunulması gerekir. Sadece sunmak da yetmez; güzellikler
güzel bir şekilde takdim edilmelidir. Çok güzel, leziz yemeklerin pis mi pis
bir aşçı ya da garson tarafından, suratımıza çarpılır gibi kaba davranışlarla
sunulması ne ise, doğru ve güzelliğin sanatsız bir şekilde kaba ve yobazca
sunulması da öyledir. Gerçek sanat ve güzellik unsurunu, gerçek dinden
koparamayacağınız gibi, dini de sanat ve güzelliksiz düşünemezsiniz. Bu anlayış
-hâşâ- dinin sanatla sentezi değil; hakiki sanat ve güzelliğin dinin içinde,
ondan kopmaz bir özellik olduğu bilincidir.
Müslüman,
aklını ve duygularını teslim olduğu dininin, kendisine çizdiği oldukça geniş
alanda ve Allah'ın dışındaki tüm kullukları reddeden bir özgürlükle kullanır.
Rûhî gıda ile nefsin arzularını, meşrû irâde ile hevâ ve hevesi birbirine
karıştırmaz. Müslüman, her şeye tevhid penceresinden bakar. Her şeyi
Hakk'ın terazisiyle tartar. O, bir tevhid eri olduğundan, değer ölçüsü,
her konuda ve her şeyde Allah'ın dışında tüm ilâhların reddiyle ilgilidir.
Bütün dünya bir şeye "doğru" ve "güzel" dese bile o,
"uydum kalabalığa" diyemez. "Uydum Kur'an'a" diyerek
gerektiğinde tek başına tüm dünyaya ve çağa meydan okumaya hazırdır. Herkesin
sanat ve güzellik dediklerini düşünmeden, inancına danışmadan kabullenemez.
Asıl anlamı,
ilâh olarak Allah'ı birleme olan tevhid, aynı zamanda dış dünyamızda (büyük
evren) ve iç dünyamızda (küçük evren) âhenk ve uyumu, nizam ve güzelliği
görebilme işidir. Uyum, çoklukta birliktir. "Yaratılanı Yaratan'dan
ötürü sevmek" için, cemâlullah'ın (Allah'ın güzellik sıfatının)
yaratıklarda tecellîsini görebilmek gerekir. Bu, insanı imanın zirve
noktalarından olan "Allah için sevme"ye ulaştıracaktır. Allah için
seven, Allah tarafından sevilecektir. Bu kâmil insanın imanı ile beraber
tefekkür, duygu, anlayış ve heyecanı da yüksel gösterecektir. Allah'ın
sanatına hayranlık, insanı şükretmeye iter. Şükredilen zât, bu güzelliklere
şükredene verdiği nimetlerini artırır. Artık o, Allah'ın nûruyla bakmaya
başlar. Herkesin kolaylıkla göremediğini basîret ve ferâsetle görebilir,
duyabilir, anlayabilir. İşte müslüman için ilham denilen şey budur. Müslüman
sanatçı olabilmek için kapılar açılmıştır artık. Benzersiz İlâhî sanatın
tecellîlerini seyreden müslüman, hayretin son aşaması olan vecd içinde yüzer.
Kalbi haz ve zevkle dolar. Müslüman sanatçı, her şeyi Allah'ın yarattığını
bildiğinden ve her şeyde Allah'ın hükmünün geçerli olduğunu görebildiğinden
eşyalar arasındaki uyumu, nizamı anlar. Rûhu mutmain olur. Bu tatmin ve
doygunluk içinde güzellikleri araştırır, keşfeder, yakalar. Aynı Yaratıcının
aynı kanunlarına uyan çeşitli varlıkların "bir"de birleşip birlik
oluşunu, yani uyumu görür, anlar. Yaratıklar arasındaki irtibatı, nizam ve âhengi
keşfeder. İşte bu birliği yakalama tevhidin sanata yansımasıdır.
Batılı
sanatçılarda tevhîdî anlayış olamayacağından, hep isyan, kargaşa,
bunalım, nefret, aşırılık, anarşi, tatminsizlik, ifrat ve tefritler arasında
gidip gelmeler vardır. Sözgelimi, klasik batı müziğindeki ânî iniş ve
çıkışları, zikzakları hatırlayıverin. Bunalımın ve çırpınarak, başını oradan
oraya çarparcasına bulamamanın getirdiği ıstıraplı bir arayış ve isyan vardır.
Müslümanların sanatındaki benzer ritmi, olgunluk ve tatmini, huzuru bulamazsınız.
Bu özelliği, batı müziğinin her şeklinde ve diğer sanat çeşitlerinin hemen
hepsinde görebilirsiniz.
Evrende
hiçbir varlık, kendi dışındakilerle, özellikle Rabbıyla bağlantısını
koparmamaktadır. Varlıklar arasındaki bu uyum, tümünün tek yaratıcısının ve tek
kanun koyucusunun olmasından ve varlıkların buna itaat (kulluk/ibâdet)
etmesindendir. Varlık ve evren, tamamen düzen ve sistemden ibârettir. Evrenin
en önemli ve en güzel parçası olan insan, İlâhî düzen ve sistemin dışına
çıktığında, hem evrenle, hem fıtratıyla, tabiî hem de Rabbıyla bağlarını
koparmış, tevhidi bırakıp şirk bataklığına düşmüş olacaktır. Kendi istek ve
kaprisine uyan insan, İlâhî kanunlara harfiyyen itaat eden kâinatla
bütünleşemeyecek, evrendeki İlâhî yasaya uymadığı için düzensiz, uyumsuz ve
anarşist olacaktır.
Anarşi ve
düzensizlikte güzellik olamaz. Evrendeki vahdet ve tevhide eremeyen insan da
güzellik vasfını kaybeder. Şirkin ve müşriğin çirkinliği ve pisliği bu
yüzdendir (bak. 9/Tevbe, 28).
İslâm, başka
sistemlerden, başka dinlerden ödünç kavramlar, esaslar ve kanunlar almaz.
İslâm'ın her şeyi kendine hastır; eksiği, aksağı yoktur. Bugünse her şeyimiz
yabancı. Ödünç kavramlarla konuşuyoruz. Bize âit olmayan aygıtlarla yaşıyor,
hatta bunlarla İslâm'a hizmet(!) ediyoruz. Ödünç olmayan, bize âit olan
mefhumlarımızın da içini câhiliyyenin doldurmasına fırsat veriyoruz. Bilelim
ki, dine âit kelime ve kavramların tahrifi, cüz-küll ilişkisiyle dinin
tahrifine sebep olur. Yahûdiler (ve yahûdileşenler) "kelimeleri, yerli
yerinde söylenen kelimeleri sonradan tahrif ederler, başka anlamlarda
kullanırlar." (5/Mâide, 41). Kur'an'da geçen sanat tâbirini (Bkz. 21/Enbiyâ,
86; 27/Neml, 88) Kur'an'da ifâde edildiği şekilde kullanmayıp, batılıların
"art"a verdiği anlamı bu kelimeye aynısıyla yüklemek, tahriften başka
bir şey değildir. Câhiliyye neye sanat diyorsa Kur'an'a rağmen sen de ona sanat
diyeceksin, öyle mi? Öyle ise safını seçmiş olmuyor musun? Sanat denilen
şeylerde tümüyle câhiliyyenin ölçüleri hükmedecek, müslüman da bunu
kabullenecek, olmaz böyle şey!
Erotik
şovlar, seksî danslar, nice çirkinlikleri yansıtan müzikler, kaba birer puttan
ibâret heykeller, küfrün ve fuhşun hizmetinde filmler, tiyatro oyunları,
baleler, daha bilmem neler... Hepsi hem de bugünkü halleriyle sanat, öyle mi? Bakın
bu rezâlet taklit ve tâkipçilerine Rasûlullah (s.a.s.) ne diyor: "Siz,
sizden öncekilerin yolunu adım adım, karış karış izleyeceksiniz. Eğer onlar bir
keler/sürüngen deliğine girse, siz de gireceksiniz." Sahâbîler:
"Ey Allah'ın Rasûlü, yahûdilerin ve hıristiyanların yolunu mu?" diye
sordu. "Başka kim olacak?" buyurdu (Buhârî, İ'tisâm 14;
Müslim, İlim 6; İbn Mâce, Fiten 17). "Onlardan biri
kadınıyla/sevgilisiyle yolda zinâ edecek olsa, siz de onları taklit
edeceksiniz!" (Câmiu's-Sağîr) Ve neticeyi de hüküm olarak veriyor: "Bzden
başkasına benzeyenler, bizden değildir!" (Tirmizî, hadis no: 2696)
Müslümanca
sanat için, öncelikle İslâm'ın çok iyi bilinmesi gerekir. Sadece helâl-haram
ahkâmını bilmek de yeterli değil. Bütüncül bir anlayışla, dinin prensiplerini,
bakış açısını, hayat görüşünü, hikmetlerini... bilmek, tefekkür ve tefakkuh
kabiliyetini kazanmak, olay ve eserlere tevhîdî yorum getirebilmek de lâzımdır.
Müslümanca sanat için, ikinci olarak sanatın teorisinin, bugünkü gelişmeler
gözönüne alınarak tekrar yapılması gerekiyor. Hangi şeylerin, nasıl ve ne
şekilde, hangi araçlarla, hangi düşünce ve niyetlerle, nerelere yansıtılması
gerekir? Bunları dosdoğru bilip pratikte uygulayamayan kişi, nasıl müslümanca
sanat ortaya koyabilir? Soyut heykel, resim, fotoğraf, müzik, film, tiyatro
gibi sanat şûbeleri hakkında ictihâdî hükümler, tartışmaya ve şüpheye yer
bırakmayacak nitelikte sanatçı-âlimler veya âlim-sanatçılarca ortaya
konabilmelidir. İlm-i hal bilgileri farzdır. Yani, kişi hangi işle uğraşacak ve
hangi hal üzere olacaksa o konudaki haramları, helâlleri, hükümleri... bilmek
zorundadır. Ya sanatla uğraşmayacaksın, ya da ahkâmını tümüyle bilecek,
kaynaklardan ortaya çıkaracaksın. "Bunlar ictihâdı gerektirir, bense
müctehid değilim" deyip görev ve sorumluluktan kaçmak, aynı zamanda
yaşanılan hayatla din arasında kopan bağa seyirci kalmaktır. "Ben
fetvâsını aldım" demek de kendini kandırmaktır. Fetvâ makamı mı var ki,
geçerli fetvâsını almış olasın, fetvâsı geçerli olsun? Sonra, hangi konuda nasıl
fetvâ istiyorsan, istediğin fetvâyı verecek modern molla bolluğunda, fetvâyı
merciinden bile alsan, kalbine, inancına danışman gerekmez mi?
"Üzümünü
ye, bağını sorma!" anlayışı, materyalist felsefenin sonucudur. Haramdan
kaçınmak için bağını sorup öğrenmediğin üzümü yememek, haramlığına dâir bir
şüphe varsa sakınmak, müslümana yakışan takvâdır. Sanatçı gönül eri olduğundan,
Allah'ın sanatına hayran bir rûha sahip bulunduğundan, takvâ herkesten önce ona
yakışacaktır, güzel bir elbise gibi. "Ey âdemoğulları! Size çirkin
yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik. Takvâ elbisesi ise, o,
hepsinden daha hayırlıdır." (7/A'râf, 26)
Kur’ân-ı
Kerim’de san’at kelimesi, 21/Enbiyâ sûresi, 80. âyetinde geçer. San’at kelimesinin
kökü olan s-n-a’ (sun’) kelimesi ve türevleri ise toplam 20 yerde zikredilir.
San’at
kelimesi Arapçadır ve bir Kur’an kavramıdır. San’at kelimesi, Arapça sun' kelimesinden
türemiştir. Sun’: Bir işi güzel bir şekilde yapmak anlamına gelir. İslâmî
literatürde sun' ve san’a’t, Allah'ın eserleri anlamında kullanılmış, sâni' (sanatkâr)
sıfatı da Allah'a atfedilmiştir. Özellikle yirminci asırdaki devlet düzeyinde
ve giderek halkın yaşayış ve anlayışındaki Batılılaşma ve sekülerleşme sonucu
sanat kavramı da Batılıların kullandığı ve içini doldurduğu şekilde
kullanılmaya başlandı. Öyle ki, artık sanat ve sanatkâr (sanatçı) denilince
Allah hiç akla gelmemekte, hatta daha çok Allah’a isyan özelliği taşıyan
unsurlara sanat denilmekte, sanatçı da çoğunlukla Allah’a isyan eden kişilere
unvan olarak verilebilmektedir. Müslümanın bunu kabullenmesi mümkün değildir.
Çünkü “güzel”in ve güzelliğin tanımı Kur’an’a göre yapıldığında Allah’la, O’nun
rızâsıyla ilişkisi olmayan bir şeyin güzel olması, sanat kabul edilmesi mümkün
değildir.
Sun’ eylem
bildiren bir kelimedir. Sun’ yani sanat; yaptığını güzel yapmak anlamındadır.
Kur’an, sun’ kökünden türeyen kelimeleri Allah’ın fiilleri ve için kullandığı
gibi, en güzel sûrette yaratıp Kendinden bir ruh üflediği insanın bazı
davranışları için de kullanır. Allah’ın her sözü, her yaptığı, her yarattığı
güzeldir. Onun fiilleri gibi isimleri de güzeldir; “Esmâü’l-hüsnâ, en güzel
isimler Allah’ındır.” (7/A’râf, 180). Gerçek anlamda sanatkâr sadece
Allah’tır. İnsana mecâzî ve sınırlı ölçüde sanatkâr denir. Hiçbir âyette
hayvanlar tarafından ortaya konulan şeyler için sun’ (sanat) kelimesi
kullanılmaz. Cemâdât, bitkiler ve hayvanlar Allah’ın kendi fıtratlarına yazdığı
güzellikleri mekanik olarak bilinçsizce ortaya koyarlar; insanlar için ibret
sahneleri sergilemiş olurlar. İnsanı hayran bırakan hayvanların güzel
eserlerinin tümü birer âyettir ve sanatkârı Allah’tır. Hayvanlar bu güzel
fiillerin fâili olsalar bile, sâni’i sayılamazlar. Çünkü sanat işinin irâde ile
kesin bir alâka ve akrabalığı vardır. Oysa hayvanlar yalnızca sevk-i tabiî denilen
fıtratlarına yüklenen İlâhî programla öyle davranır, yaptıkları işin künhünü
bilemez ve bozamazlar. İnsanda sanat denen güzel iş üretme yeteneği, Allah’ın
kendisinden üflediği ruhla ilgili kabul edilmelidir. İnsan, kendisine verilmiş
güzel faâliyet yeteneğine göre güzellikler ortaya koyar. İnsandaki gerçek
güzelliklerin ortaya çıkması için, iman, sâlih amel, tebliğ, ihsan, takvâ ve
cihad gibi teşvik unsurlarına ihtiyaç vardır. Çünkü gerçek sanatın bu
saydığımız kavramlarla çok yakın ilişkisi vardır. Mü’min, her yaptığını güzel
yapmaya çalışan kimsedir. O yüzden gerçek mü’minler sanatkâr ruhlu kimselerdir.
Muvahhid mü’minler, gerçek güzeli ve güzellikleri tanır, bilir ve güzellik
üretir, daha da güzelleşirler.
Kur’ân-ı
Kerim’de sanat kelimesi bir yerde Allah’ın yaptığı faâliyet olarak belirtilmiş
(27/Neml, 88), Allah’ın sanatının çok muhkem, sapasağlam olduğu ifâde
edilmiştir. Allah’ın sanatı her yönüyle mükemmel, eksiksiz, kusursuzdur. İnsanların
sanatı ise tam bir mükemmellikten uzaktır, beşerî zaaflarla doludur, genel
değil, sübjektiftir, fânîdir. Allah’ın sanatı evrensel olduğu halde, insanın
sanatı asla evrensel olamaz, kendine özgüdür, belki en çok kavimsel ya da millî
bir anlam taşır; Allah’ın eseriyle asla boy ölçüşemez. Allah’ın sanatında
fabrikasyon yoktur. O’nun her yarattığı orijinaldir. Allah’ın sanatında zulüm
ve şer de yoktur. Zulüm ve şer, değişken özelliğe sahip insanın eseri ve sanatı
için sözkonusudur. Allah’ın sanatı tabiî iken, insanın sanatı sun’îdir,
kesbîdir, sonradandır.
Yeryüzü
halifesi olarak yaratılan insanın en önemli vasıflarından birisinin Allah’ın
kendisine bahşettiği sanat yapma özelliği olduğunu söyleyebiliriz. Ancak,
insanın sanatı belirli güzelliklere kadar ulaşmakta, insanın gücüyle sınırlı
kalmaktadır. Allah’ın sanatı ise kendisiyle mütenâsip olarak sınırsız
güzellikler taşımaktadır. Bu nedenle insanın sanatla ortaya çıkardıkları sadece
bir eser olarak kalmaktayken, Allah’ın sanatından sâdır olanlar âyet olma
özelliği kazanırlar. İnsan sanat yaparken kendisi için bir âyet olan Allah’ın
sanatını esas almak durumundadır. Bu nedenle Kur’an mesajının ilkel, kaba ve
kuru bir üslûpla başkalarına aktarılmaya çalışılması ona yapılacak büyük bir
hakarettir.
Sun’
kelimesinin geçtiği diğer 19 âyette bu kelime insanların yaptıkları şeyler için
kullanılır. Sun’ kelimesi, Hz. Dâvud (21/Enbiyâ, 80) ve Hz. Nûh aleyhimesselâm (11/Hûd,
37, 38; 23/Mü’minûn, 27) ile ilgili olarak kullanıldığı gibi, 24/Nûr, 30 ve
29/Ankebût, 45. âyetlerde görüldüğü üzere bazı âyetlerde mü’minlerin
davranışları için, bazı âyetlerde de kâfirlerin işleri için bu kelime
kullanılır. Kâfirlerden Mûsâ (a.s.) dönemindeki sihirbazların gösterdikleri
sihir (20/Tâhâ, 69) ile Firavun ve kavminin yaptıkları binâlar ve
yetiştirdikleri bahçeler (7/A’râf, 137) için de sun’ kelimesi kullanılır. Diğer
bazı âyetlerde de kâfirlerin davranışları için aynı kelime kullanılır.
Bu
kullanımlardan yola çıkarak Kur’an’a göre sanatı, önce İlâhî sanat ve beşerî
sanat diye ikiye ayırmak, beşerî/insânî sanatı da, mü’minlerin sanatı, sıradan
kâfirlerin sanatı ve kâfir tâğutların sanatı diye üçe ayırmak mümkündür.
Kur’an’da bir âyette de (18/Kehf, 103-104) güzel sanat diye tercüme
edebileceğimiz “yuhsinûne sun’â” ifâdesi kullanılır. Bu âyette
dikkatimizi çeken husus, en çok ziyana uğrayacak olan kâfirlerin, güzel sanat
icrâ ettiklerini sandıkları halde, amelleri boşa giderek dünyâ hayatında ve
âhiret hayatında çabaları boşa giden kimseler olduklarının bildirilmesidir. Demek
oluyor ki, kâfirlerin güzel sanat zannettiği şeyler sadece bir aldanmadır. Bu
sanatlar, onların kurtulmasına yetmeyecek, sanatlarının karşılığını
alamayacaklar, boşuna gayret göstermiş olup ziyana uğrayacaklardır. Kur’an
müşrikleri pis, hatta pislik olarak (9/Tevbe, 28) takdim eder. Allah’tan
uzaklaştıracak fiillerin, haramların ve Allah’ın rızâsı dışında başka gâyeler
uğruna ortaya konan şeylerin güzel olmasının da beklenemeyeceği için, kendileri
güzel olmayan kâfirlerin güzel sanat icrâ edemeyeceği, ancak yaptıklarının öyle
zannedilebileceği ifâde edilmiş olmaktadır. Bu durumda “sanat” kavramını, hem
hayırlı ve hem de şerli işler için kullanmak mümkündür, ama “güzel sanat”
kavramını sadece gerçek güzel olan Allah için yapılan meşrû işler için kullanmak
en doğrusudur.
Hz. Nûh’un
inşâ etmesi emredilen geminin sanatlı bir şekilde yapılması sun’ kelimesi
kullanılarak belirtilmiş, Nûh (a.s.) da geminin inşâsını sun’ etmiş, sanatlı
bir şekilde yapmıştır (11/Hûd, 37, 38). Dâvud (a.s.)’a da zırh yaparak savaş sanatı,
silâhlardan korunma sanatı öğretilmiştir (21/Enbiyâ, 80). Bu âyette zırh
sanatını Allah’ın öğrettiği vurgulanmış, Nûh (a.s.) ile ilgili âyette de
Allah’ın gemi sanatını emrettiği belirtilmiştir (11/Hûd, 37). 23/Mü’minûn, 27.
âyette de “Allah’ın gözetimi/muhâfazası altında bildirdiği şekilde o gemiyi
yapmasını vahyettiği” belirtilmiştir. Zırh ve gemi sanatında olduğu gibi,
müslümanlar, her mesleğin pîrinin vahiyle yetişmiş bir peygamber olduğunu kabul
ve iddiâ ederler. Demek ki, sanat da tüm diğer ilimler gibi (96/Alâk, 5) Allah
tarafından öğretilmiş, bilkuvve veya bilfiil O’ndan gelmiştir. İnsana üflediği
ruh, ona verdiği güzellikleri anlatır. Ne yarattıysa her yarattığını güzel
yaratan (32/Secde, 7) Allah, insanı ise en güzel biçimde yaratmıştır (95/Tîn,
4). İnsanın güzel taraflarından biri, güzelliği anlayıp keşfetmek, onu
üretebilmek, yani sanat ortaya koyabilmektir. İnsan, Allah’ın verdiği akıl,
ruh, fıtrat, güç ve imkân sâyesinde, Allah’ın yarattığı güzellikleri taklid
ederek sanat icrâ edebilir. İnsanın bu sanatı, elbette Allah’ın sanatıyla
mukayese edilemez.
Bazı
sanatların helâk edilmeye aday olduğu, helâkı hak ettikleri Firavun ve kavminin
sanatlı binâları ve sanatkârâne yapılmış bahçelerinin helâk edilmesiyle
(7/A’râf, 137) değerlendirilebilir. 20/Tâhâ, 69’da belirtildiği üzere,
sihirbazların ortaya koydukları göz boyama (illizyon) cinsinden etkileyici ve
büyüleyici gösteriler için de sanat (sun’) kavramı kullanılır. Demek ki, büyü
de, insanları büyülemek de bir sanattır, şeytânî sanat. Böylece, büyülemenin
şeytânî de olsa bir sanat olduğu gibi, sanatın da büyüleyici, etkileyici
özelliği de (Allahu a’lem) işaret edilmiş olmaktadır.
“Sen dağları görürsün de, onları yerinde durur
sanırsın. Oysa onlar bulutun yürümesi gibi yürümektedirler. (Bu,) Her şeyi
sapasağlam yapan Allah’ın sanatıdır. Şüphesiz ki O, yaptıklarınızdan tamamıyla
haberdardır.”
(27/Neml, 88)
“Ona (Dâvud’a), savaş sıkıntılarınızdan sizi
koruması için zırh sanatını öğrettik. Artık şükredecek misiniz?” (21/Enbiyâ, 80)
“Andolsun, Dâvud'a tarafımızdan bir üstünlük
verdik: 'Ey dağlar, onunla beraber tesbîh edin. Ve ey kuşlar (siz de onun
tesbihine katılın)!’ (dedik) ve ona demiri yumuşattık. ‘Geniş zırhlar yap,
dokumasını ölçülü yap ve (hepiniz) iyi işler yapın. Çünkü ben yaptıklarınızı
görmekteyim’ diye (vahyettik).” (34/Sebe',
10-11)
“Biz dağları onunla beraber (tesbih etmeleri için)
boyun erdirmiştik; akşam sabah onunla teşbih ederler (onun yaptığı tesbihle
çınlarlar)dı. Toplanıp gelen kuşları da (ona râm etmiştik). Hepsi onun
nağmesine katılır (beraber tesbih ederler)di. Onun mülkünü güçlendirmiştik,
kendisine hikmet (peygamberlik, yüksek bilgi, hakkı bâtıldan ayırma, dâvaları
çözme) ve açık, güzel konuşma (yeteneği) vermiştik.” (38/Sâd, 18-20)
“De ki: Size (yaptıkları) işler bakımından en çok
ziyana uğrayanları bildireyim mi? İyi işler yaptıklarını (güzel sanat icrâ
ettiklerini -yuhsinûne sun’â-) sandıkları halde, dünya hayatında çabaları boşa
giden kimselerdir.”
(18/Kehf,
103-104)
“(Âd kavmine, peygamberleri Hûd:) Siz her yüksek
yere, bir alâmet (anıtlar, yüksek binâlar) binâ edip eğlenip durur musunuz?
Temelli kalacağınızı umarak sağlam yapılar mı (sanat eseri muazzam köşkler,
müstahkem kaleler, su mahzenleri -mesâni’- mi) edinirsiniz?” (26/Şuarâ, 128-129)
“Kötü işi kendisine güzel gösterilip de onu güzel
gören kimse (kötülüğü hiç istemeyen kimseye benzer) mi? Allah, dilediğini
sapıklığa dalâlete/yöneltir, dilediğini doğru yola iletir. O halde rûhun, onlar
hakkında birtakım üzüntülere dalarak yıpranmasın. Allah, onların ne
yaptıklarını (sun’larını/sanatlarını) biliyor.” (35/Fâtır, 8)
“…Allah size imanı sevdirmiş ve onu kalplerinize
ziynet/süs yapmıştır. Küfrü, fıskı ve isyânı da size çirkin göstermiştir. İşte rüşde
erenler, doğru yolda olanlar bunlardır.” (49/Hucurât, 7)
Kur'an ve Sanat
Kur'ân-ı
Kerim, hakiki sanatkâr Yüce Allah'ın kelâmı olması hasebiyle en büyük sanat
eseridir. Kur'an'ın mûcize olmasının (îcâz) en önemli göstergesi, onun fesâhat
ve belâğatı, yani edebî üstünlüğüdür. Bu söz sanatlarındaki tartışılmaz
üstünlük, Kur'an muârızlarını onun küçük bir benzerini meydana getirmekten âciz
bırakır. Onun gerçekten Allah'a âit bir kitap olduğu, ulaşılamaz bir sanat
eseri olmasıyla da ispatlanmış olur. Kur'an bu konuyu meydan okuyarak gündeme
getirir (Bkz. Bakara, 23).
Böyle bir
kitabın gerçek sanata karşı olumsuz tavır takınması beklenemez elbette. Yeter
ki yapılan gerçekten sanat olsun; câhiliyyenin sanat zannettiklerinden olmasın.
"Ey "Adem oğulları! Her mescide
gidişinizde ziynetli elbiselerinizi giyin. Yiyin, için, fakat israf etmeyin.
Çünkü Allah israf edenleri sevmez. De ki: Allah'ın kulları için çıkardığı
ziyneti/süsü ve güzel rızıkları kim haram kıldı? De ki: Bunlar dünya hayatında
hak olarak iman edenler içindir. Kıyâmet gününde ise yalnız mü'minlere
mahsustur. İşte bilen bir topluluk için âyetleri böyle açıklıyoruz. De ki:
Rabbim ancak açık ve gizli fuhşiyâtı, her türlü günahı, haksız isyanı, hakkında
hiçbir delil indirilmeyen bir şeyi Allah'a şirk/ortak koşmanızı ve Allah
hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır." (A'râf, 31-33)
Kur'ân-ı
Kerim'de sanatla ilgili birçok âyet vardır. Bunların önemli bir kısmı Allah'ın
sanatı ile ilgilidir. "Sanat" kelimesinin kullanıldığı yer de vardır,
yani "sanat" Kur'ânî bir kavramdır: "Ona (Dâvud'a) savaş
sıkıntılarından sizi koruması için zırh sanatını (san'ate lebûs)
öğrettik." (Enbiyâ, 80) buyrulur. Yine Dâvud (a.s.)'a bir mûcize ve
nimet olarak verilen güzel sesten sitayişle bahsedilmektedir. Hz. Dâvud, bu
güzel sesi ile mezmurları okur ve herkesi mest ederdi. Hayvanlar ve kuşlar bile
o güzel sesin tesiri altında kalırlardı: "Andolsun Dâvud'a tarafımızdan
bir üstünlük verdik. 'Ey dağlar ve kuşlar! Onunla beraber tesbih edin' dedik.
Ona demiri de yumuşattık. Geniş zırhlar imal et. Biçimleme ve dokumasını ölçülü
yap (diye emrettik). Siz de iyi işler yapın, sâlih ameller işleyin. Çünkü Ben,
bütün yaptıklarınızı görmekteyim. Süleyman'ın emrine de rüzgârı verdik. Sabah
gidişi bir aylık, akşam dönüşü bir aylık yol idi ve erimiş bakır madenini ona
sel gibi akıttık. Rabbinin izniyle elinin altında cinlerden de çalışan vardı.
Onlardan kim emrimizden dışarı çıkarsa, ona ateş azâbından tattırırdık. Onlar
Süleyman'a kalelerden, heykellerden, havuz gibi büyük çanaklardan ve sâbit
kazanlardan her ne isterse yaparlardı. Çalış ey Dâvud hânedânı. Şükür için
çalışın. Kullarım içinde şükreden azdır." (34/Sebe', 10-13)
38/Sâd
sûresinin 18-19 ncu âyetlerde dağların ve kuşların akşam sabah Dâvûd'la beraber
tesbîh ettikleri anlatılıyor ki iniş sırasına göre ilk defa burada anılan bu
olay daha sonra inen Sebe' Sûresinin onuncu âyetinde de anılmıştır. Dağların
tesbîhi şöyle açıklanıyor:
1)
Allah dağlara hayat, akıl, kudret ve konuşma vermiş, dağlar da Dâvûd'la beraber
Allah'ı tesbîh etmişerdir.
2) Dâvud'un
çok güzel olan sesi dağlarda yankılanmış, kuşlar onun sesine gelmişler ve o
tesbîh ederken, ötüşerek Allah'ı tesbîh etmişlerdir.
Sâd, 19'uncu
âyette haşrolunmuş kuşların da Dâvud'un emrine verildiği, hepsinin ona gittiği,
itaat ettiği bildirilmektedir. Toplanmış olarak kuşlar da onun emrine verildi
demektir. Bu, kuşların, Dâvud'un sesine toplanarak ötüşleriyle Allah'ı tesbîh
ettikleri anlamına gelir. ' Hepsi ona gider, ona itaat ederdi, demektir.
Bu âyet, Hz. Dâvud'un
güzel sesi yanında güzel sanatların bir çeşidi olan musîkî'ye âşinâ olduğunu
gösterir. Tevrat'ın Mezmurlar bölümü de, Hz. Dâvud'un büyük bir edebiyatçı ve
müzisyen olduğunu kanıtlar. Dâvûd "Musikacıbaşı için" hikmetli
şiirler yazdığına göre demek ki o, edebiyatı yanında musikîde de bir üstâddı (Bkz.
Kitâb-ı Mukaddes, Mezmurlar kısmı, s. 540-563).
Şu hadîsten
de Hz. Dâvud'un sesinin güzelliği ve mûsikîşinâslığı anlaşılmaktadır. "Allah,
güzel sesli olmayan peygamber göndermemiştir." (Tirmizî, Şemâil'de
Katâde'den rivâyet etmiştir.) buyurulmuştur. Hz. Dâvûd övülürken onun güzel
sesli olduğu, o kadar ki o tesbîh ederken güzel sesinin etkisiyle kuşların da
onun teşbihine katıldıkları bildirilmiştir. Yüce Allah buyurmuştur: "Dâvud'a
dağları ve kuşları boyun eğdirdik, onunla beraber tesbîh ediyorlardı." (21/Enbiyâ,
79). Âyetin tefsirinde Vehb şöyle demiş:" Dâvûd dağların yanından tesbîh
ederek geçerken dağlar ve kuşlar da onun tesbihini yankılarlardı."
(Kurtubî, el-Câmi' li Ahkâmi'l-Kur'ân, 11/319)
“İman edip sâlih/iyi işler yapanlar, onlar
(çiçekli, ırmaklı) bir bahçe içinde neşelendirilirler.” (30/Rûm, 15). Zemahşerî'nin kaydına göre bu
âyetin, cennet nîmetlerini tavsif ettiğini söyleyen Peygamber Aleyhisselâm'a bir
a'râbî: "Yâ Resûlallah, cennette semâ' (şarkı dinleme) var mı? diye sordu.
Peygamber (selâm ona): 'Ey a'râbî, cennette bir ırmak var ki kıyısında beyaz
tenli, derin bakışlı kızlar, yaratıkların hiç işitmediği güzel seslerle şarkı
söylerler ki bu, cennet nimetlerinin en üstünüdür' demiştir." (el-Keşşâf
an Hakaiki't-Tenzîl, 3/200). Bu hadîsi kaydettikten sonra Zemahşerî devamla
diyor ki: "Rivâyete göre cennette öyle ağaçlar var ki üzerlerinde gümüş
ziller vardır. Cennet ehli, şarkı dinlemek istediklerinde Allah Arş'ın altından
bir rüzgâr gönderir, o ağaçlara vuran rüzgâr, zilleri sallar, bu zillerin
hareketinden öyle güzel sesler çıkar ki, dünyâ ehli onları duysa zevkten
ölürler." (el-Keşşâf an Hakaiki't-Tenzîl, 3/200).
Evzâ'î ise
cennetteki müziğin çekiciliğini şöyle anlatmaktadır: "Cennet ehli müzik
dinlemeye başlayınca cennetteki her ağaç melodi ile Allah'ı tesbîh etmeğe
başlar. İsrâfil'den daha güzel sesli olan bir yaratık yoktur. İsrâfîl şarkı
söylemeğe başlayınca yedi gök halkı duâ ve tesbîhlerini kesip onu dinlemeğe
koyulurlar."
Kurtubî,
Hakîm-i Tirmizî'den naklen, birinin şu sözünü aktarmıştır: "Cennette
bulunan her ağaç duyduğu müziği terennüm eder. Kapalı kapılar, örtüler açılır.
Halkalar müziğin sesine katılır, üstüne müzik sesi düşen örülmüş mücevherat
çeşitli melodiler çıkarır. Cennet hûrîleri şarkılar söyler, kuşlar da ötüşleriyle
müziğe eşlik eder. Yüce Allah, meleklere: "Kulaklarını şeytân
düdüklerinden koruyup ruhani müzik dinleyen kullarıma katılın!" diye
emreder. Melek sesleri de hurilerin ve doğanın müziğine katılır. Sonra Cenabı
Hak Dâvûd 'a "Ey Dâvûd, kalk Arşımın ayağı yanında dur da beni temcîd eyle
(şerefimi, sânımı an!)" der. Allah'ı temcîd etmeğe başlayan Dâvud'un gür
sesi, diğer sesleri bastırır. Lezzet üstüne lezzet olur. İşte Onlar bir bahçede
sevindirilir(eğlendirilir)ler." in mânâsı budur (Kurtubî, el-Câmi', 14/12-13).
Yüce Allah: "O,
yaratmada dilediğini artırır." (35/Fâtır, l) buyurmuştur. Bazı
müfessirler, bu artırılan şeyin "güzel yüz, güzel ses, güzel saç"
olduğunu söylemişlerdir (el-Câmi' li Ahkâmi'l-Kur'ân, 14/320). Âyet, Allah'ın
kullarına verdiği nimetleri beyân konusunda olduğuna göre bazı insanlara
verdiği güzel ses de Allah'ın nîmetlerindendir.
Peygamber (s.a.s.):
"Kur'ân'ı seslerinizle güzelleştiriniz, çünkü güzel ses, Kur'ân'ın
güzelliğini artırır." (Dârimî, Fedâilu'l-Kur'ân, 34) demiş; Ebû
Mûsâ'l-Eş'arî'yi: "Ona Dâvûd soyu mizmarlarından bir mizmâr
verilmiş" diyerek övmüştür (Buhârî, Fedâilu'l-Kur'ân 31; Müslim,
Müsâfirîn 235, 236; Tirmizî, Menâkıb 55; Nesâî, İftitâh 83).
20'nci âyette
Dâvud'a hikmet ve fasle'l-hitâb verildiği bildiriliyor. Hikmetin, gerçeğe uygun
bilgi olduğunu, Hikmet maddesinde izah etmiştik. Oraya bakılabilir.
Fasla'l-hitâb'a gelince: Hatıra gelen düşünceleri açıklama yeteneğidir. Hitabet
sanatı, güzel sanatların ana dalı olan edebiyattır. Güzel konuşma, işlerin
içyüzünü anlama, dâvâları adâletle, iknâ edici bir üslûpla çözüme kavuşturma
anlamları da vardır. Dâvud'un özelliklerinden biri de güzel konuşma yeteneğinin
olması, insanların arasında çıkan olayları, anlaşmazlıkları güzel çözüme
bağlamasıdır.
“Andolsun, Dâvud'a tarafımızdan bir üstünlük
verdik: 'Ey dağlar, onunla beraber tesbîh edin. Ve ey kuşlar (siz de onun
tesbihine katılın)!’ (dedik) ve ona demiri yumuşattık. ‘Geniş zırhlar yap,
dokumasını ölçülü yap ve (hepiniz) iyi işler yapın. Çünkü ben yaptıklarınızı
görmekteyim’ diye (vahyettik).” (34/Sebe',
10-11)
Sebe', 10-1l'nci
âyetlerde Allah taâlâ'nın, Dâvud'a ve Süleyman'a lütfettiği nimetler
sayılıyor: Dâvud'a Öyle güzel bir ses vermişti ki o, tesbîh ettiği, İlâhî
okuduğu zaman sesi dağlarda yankılanır; kuşlar onun sesine katılırdı. Allah,
dağlara ve kuşlara: " Onunla beraber tesbîh edin, onun sesini
yankılayın!" diye emrederdi. Burada Allah'ın dağlara emrinin, bir doğa
yasasını, Dâvûd 'un yanık sesinin dağlardaki ve kuşlardaki etkisini gösterdiği
kanısındayız. Yani dağlar onun sesiyle yankılanır, kuşlar onun sesiyle coşup
ötmeğe başlar, kendi dilleriyle Allah'ı tesbîh ederlerdi. Nitekim yanık seslere
seher vakti bülbüllerin katıldığını çok duymuşuzdur.
Allah Dâvud'a
demiri yumuşatmış, demiri işleme sanatını bahşetmiş; demiri işleyip ondan
bedenini örtüp koruyan zırhlar yapma yeteneğini vermişti. Sâbiğanın çoğulu olan
sâbiğât, elbise gibi giyilen ve bedeni tamamen örten zırhlar demektir. Rivâyete
göre daha önce zırh, demir levhalar halinde yapılırdı. İlk defa Dâvûd, küçük
demir halkaları birbirine ekleyip giyilebilen zırhı yapmıştır (İbn Kesîr, Tefsîr
3/528).
Hz.
Dâvud’un (a.s.) Zırh Sanatı
Kur’an’da
Dâvud (a.s.)’a Allah tarafından zırh sanatı öğretildiği ifâde edilmektedir. “Ona
(Dâvud’a), savaş sıkıntılarınızdan sizi koruması için zırh sanatını öğrettik.
Artık şükredecek misiniz?” (21/Enbiyâ, 80). Sadece Hz. Dâvud’a ve sadece
zırh sanatı öğretilmesi için değil; her türlü sanatın, yetenek ve imkân vermek
yönüyle Allah tarafından öğretildiği ve tüm sanatların Allah tarafından insana
verildiği değerlendirilebilir. “Sen dağları görürsün de, onları yerinde
durur sanırsın. Oysa onlar bulutun yürümesi gibi yürümektedirler. (Bu,) Her
şeyi sapasağlam yapan Allah’ın sanatıdır. Şüphesiz ki O, yaptıklarınızdan
tamamıyla haberdardır.” (27/Neml, 88) âyetinde de Allah’ın sanatından
bahsedilmekte ve O’nun sanatının her konuda sapasağlam olduğu vurgulanmaktadır.
“Ona (Dâvud’a) demiri yumuşattık. ‘Geniş zırhlar
yap, dokumasını ölçülü yap ve (hepiniz) iyi işler yapın. Çünkü ben yaptıklarınızı
görmekteyim’ diye (vahyettik).” (34/Sebe',
10-11). Âyetin metninde geçen “serd” zırhın birbirine eklenen
halkalarıdır. “Kaddir”: Halkaları birbirine geçirip zırh dokumayı ince
ince hesab et, halkaları birbirine güzelce ekle, halkalar arasında boşluk bırakma,
demektir. Rivâyete göre Hz. Dâvûd, Allah'a niyaz edip kendisini devlet malına
muhtaç etmemesini istemiş, Allah da ona, kendisi için yumuşattığı demirden zırh
yapmasını öğretmiş. Dâvûd, elinde mum gibi yumuşayan demirden zırh yapıp satar,
geçimini sağlarmış (İbn Kesîr, Tefsîr 3/528). Bu rivâyetin asıl amacı, Dâvud'un,
demiri işlemeyi bilen bir san'atkâr olduğunu ve elinin emeğiyle ekmeğini
kazandığını anlatmaktır. Hz. Peygamber de: "Dâvûd (selâm ona), yalnız
elinin emeğiyle kazandığını yerdi" (Buhârî, Buyû' 15, Enbiyâ 37; Ahmed
bin Hanbel, Müsned 2/314) buyurmuştur.
Yüce Allah,
Dâvûd ailesine güzel işler yapmalarını emretmiş, yaptıkları işleri
gözetlediğini vurgulamıştır. Bunun anlamı şudur: Yanlış işler yapmayın,
yaptığınız her şey, sâlih (güzel, yararlı, düzgün) olsun (Süleyman Ateş, Kur’an
Ansiklopedisi, Kuba Yayınları, 18/416-417).
Yine Allah,
bir lütuf olarak Süleyman'ın emrine verdiği cinler, ona mihrablar yani
ma'bedler, yahut saraylar, heykeller, havuz kadar kocaman leğenler, yerinden kalkamayacak
derecede büyük kazanlar yapar, ona çeşitli hizmetler sunarlardı.
Râzî diyor
ki: "Bazı insanlara göre, dağların Dâvud'a müsahhar kılınması ve onunla
beraber tesbîh etmesi, her şeyin Allah'ı tesbîh ettiğini bildiren âyetin (17/İsrâ,
44) anlamı gibidir. Her şey Allah'ı tesbîh eder. Fakat Dâvûd onların tesbîhini
anlayıp kendisi de tesbîh ederdi. Rüzgârın Süleyman'a boyun eğdirilmesi de
rüzgâr gibi koşan atlar yetiştirdiği anlamına gelir.
Sabah gidişi
bir ay(lık mesafe), akşam dönüşü bir ay(lık mesafe) olan rüzgârı boyun
eğdirdik' ise atların kat'ettiği otuz fersahlık mesafeyi gösterir. Çünkü
gezmeğe çıkan kişi, çoğu kez bir fersahtan fazla gitmez. Gidiş dönüşü iki
fersah eder. Ama Süleyman'ın atları, onu bir sabah yürüyüşünde otuz fersahlık,
öğleden sonra dönüşünde de yine otuz fersahlık yola götürürlerdi. Ona demiri
yumuşattık', Onun için katran kaynağını da akıttık' cümleleri de Dâvûd ile
Süleyman'ın, demir ve bakırı ateşte eritip ondan âletler yapmayı bulduklarını
anlatır. Süleyman'ın emrinde çalışan cinler de güçlü insanlar demektir." (Mefâtîhu'1-ğayb,
25/247)
Şimdi burada
bizim asıl üzerinde durmak istediğimiz husus, âyetlerde teknolojinin ve güzel
sanatların özendirilmiş olmasıdır. Kur'ân'ın peygamberler arasında saydığı Hz.
Süleyman 'in emrinde çalışanlar, ona mihrâblar ve timsaller yapmışlardır.
Mihrâb, büyük, anıt eser türünden ma'beddir. Timsâl de heykel demektir.
Birincisi mi'mârînin, ikincisi heykeltraşlığın konusudur. Emrinde
çalıştırdıklarına mi'mârî eserler ve heykeller yaptırdığına göre, demek ki hem
peygamber, hem de cihangir bir padişah olarak nitelenen Hz. Süleyman, güzel
sanatlara önem vermiş, mi'mârî eserler ve eserlerin görkemini artıracak
heykeller yaptırmıştır. Kur'ân, Hz. Süleyman'ın bu tutumunu özendirici bir
üslûb içerisinde anlattığına göre demek ki san'at olmak kaydıyla heykeltraşlık
ve heykel yapmak yasak değil, tersine güzel bir şeydir (Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba
Yayınları, 18/417-419).
Yasak olan
heykeller, Hz. İbrâhim’in mücâdele ettiği put heykellerdir. “O, babasına ve
kavmine: ‘Şu karşısına geçip tapmakta olduğunu heykeller de nedir böyle?!’
demişti.” (21/Enbiyâ, 52). Her iki âyette de heykel anlamındaki timsâl
kelimesinin çoğulu olan temâsîl kelimesinin geçmesi düşündürücüdür. Demek ki,
salt sanat eseri olup put gibi çirkinliğe -ve çıplaklık gibi diğer haramlara-
âlet edilmeyen heykel meşrû iken; put gibi çirkinliklere âlet edilen heykeller
ise gayrı meşrû ve haramdır.
Kur’an’da Güzellik Kavramı:
Kur'ân-ı
Kerim'de hüsün kavramı, yani "h-s-n" kelimesi, türevleriyle birlikte
toplam 194 yerde geçer. "Güzel olmak, güzel karşılık görmek, güzel
davranmak, iyilik yapmak, Allah'a kulluk etmek, bolluk, genişlik, nimet,
infak" gibi anlamlarda kullanılır. Kubuh ise sadece bir âyette yer almış,
burada Firavun ile taraftarlarının kıyâmette kötülenmiş kimseler olacakları
belirtilmiştir (28/Kasas, 42). Kur'an'da kubuh karşılığında daha çok
"sû'" ve "seyyie" kelimelerinin kullanıldığı görülür.
Kur'an'da hüsün kökünden türeyen "ihsân" ve "hasene" ile
anlam yakınlığı içinde bulunan adl, ma'rûf, tayyibât vb. kavramların insanda
objektif bir hüsün telakkisinin mevcûdiyetine işaret ettiğini söylemek
mümkündür. Kur'an'da adâletli davranmanın, iyilik yapmanın ve yardımlaşmanın
emredilmesi; buna karşılık kötülüğün, hayâsızlık ve ahlâksızlığın yasaklanması,
dinin koyduğu bu hükümlere konu teşkil eden fiillere ait vasıfların, hükmün
verilmesinden önce o fiillerde mevcut olduğuna ve bunların insanlarca aklen
bilinebildiğine işaret etmektedir. Zira akıl bunları genel çerçevede bilmekten
âciz olsaydı, insanların bu tür buyruklara muhâtap kılınmaları anlamsız kalır
ve onların bu emirlere uymaları imkânsız hale gelirdi.
Bununla
birlikte Kur'an'da insanların kötü zannettiği (hoşlanmadığı, kerih gördüğü)
bazı şeylerin iyi olabileceğinin açıklanması (2/Bakara, 216), kişinin yaptığı
kötü işlerin -kendisine güzel gösterilmesi sebebiyle- güzel bulunacağının
belirtilmesi (35/Fâtır, 8) ve peygamber gönderilmedikçe azap edilmeyeceğinin
bildirilmesi (17/İsrâ, 15), insanın iyilik ve kötülüğe ilişkin bilgisinin
mutlak bir kesinlik değeri taşımadığına işaret etmektedir. Kur'an'da hüsün
vasfı ilâhî fiillere de nisbet edilmiştir. Buna göre Allah fiilleri en güzel
yapmış, insanı en güzel şekilde yaratmış, kullarına ihsanda bulunmuş, iyilik
yapanların sevabını (hüsn) arttırmıştır (12/Yusuf, 100; 23/Mü'minûn, 14;
32/Secde, 7; 40/Mü'min, 64; 42/Şûrâ, 23). Bazı insanların İlâhî irâde ve
kudreti hiçe sayarcasına iyiliği kendilerinden bildikleri de Kur'an'da tenkidî
bir üslûpla açıklanmıştır. Nitekim Firavun ve ashâbı iyiliği kendilerine isnat
etmişler, başlarına gelen kötülükleri ise Hz. Mûsâ ve ashâbının uğursuzluğuna
bağlamışlardır (7/A'râf, 131); aynı şekilde münâfıklar da iyilikleri Allah'a,
kötülükleri Hz. Peygamber'e atfetmişlerdir (4/Nisâ, 78). Allah ise bir yandan
iyilik ve kötülükleri kendisinin yarattığını bildirirken öte yandan insanın
yaptığı iyiliklerin kendi lehine, kötülüklerin de kendi aleyhlerine olduğunu
beyan etmiştir (4/Nisâ, 79; 17/İsrâ, 7).
Kadın
güzelliği (33/Ahzâb, 52), içeceğin lezzeti (16/Nahl, 67), kişinin mükemmel bir
tarzda yetişmesi (3/Âl-i İmrân, 37), sonunda kâr sağlayacak bir borç veriş
(2/Bakara, 245; 5/Mâide, 12; 57/Hadîd, 11), ideal bir örneklik (33/Ahzâb, 21;
60/Mümtehine, 4, 6), sosyal ilişkilerdeki nezâket (16/Nahl, 125, 17/İsrâ, 53;
2/Bakara, 83) vb. somut ya da soyut birtakım güzellikler "hüsn" ve
türevleri ile anlatıldığı gibi, dinin öngördüğü güzel ameller de bu kavramla
anlatılır. Güzel ve güzellik konusunda Kur'an'ın esas aldığı ilke şudur: Güzel
ve güzelliği tasdikleyip hayatına sokana hayat kolaylaştırılır. Bunun aksine,
güzele sırt dönen, onu tasdikleyip hayatına sokmayanlara hayat zorlaştırılır
(92/Leyl, 6-9).
Allah ile
sürekli beraberlik bilincine erme halinin adı, "ihsân"
(güzelleştirme, güzelleşme, güzelle kucaklaşma) olarak belirlenmiştir. Meşhur
Cibrîl hadisinde ihsân, "Allah'ı her an görüyormuşsun gibi davranmak"
şeklinde tanımlanmıştır. Bu da gösterir ki, Kur'an'ın dünyasında ahlâk gerçeği
de güzelle iç içe bir gerçektir. Güzellikten nasipsiz ruhlarda ahlâk barınamaz.
Hz. Peygamberimiz, ahlâkla ilgili tüm sözlerinde ahlâkı, "güzel"
kelimesiyle nitelemiştir.
Allah Güzeldir; Her Yaptığı ve Yarattığı da
Güzeldir:
Allah'ın
isim-sıfatlarından biri "muhsin" (güzel yapıp eden)dir. Allah muhsin
olduğu için her yarattığını güzel yaratmıştır. O, insanı da güzel, hatta en
güzel biçimde yaratmıştır (bkz. 32/Secde, 7; 40/Mü'min, 64; 64/Teğâbün, 3;
59/Haşr, 24; 95/Tîn, 4). İnsanın ürettiği tüm güzelliklerin gerçek sahibi ve
yapıp edicisi Allah olup bu üretimde, insanın beynini, gönlünü, elini, dilini
kullanmaktadır.
Allah'tan
daima güzellik zuhur eder. Kötü ve çirkin (seyyie), insan nefsinin ürünüdür
(4/Nisâ, 79). Allah, yaratıcıların en güzelidir (40/Mü'min, 14; 37/Sâffât,
125). Var ettiklerine en güzel boyayı vuran da Allah'tır (2/Bakara, 138).
Allah, aynı zamanda hüküm verme bakımından da en güzel olandır (5/Mâide, 50).
Rızkın en güzeli de Allah'tan gelir. O, rızık verme yönüyle de en güzeldir
(65/Talâk, 1; 11/Hûd, 88; 22/Hacc, 58; 16/Nahl, 75). Sözün de en güzelini bir
kitap halinde indiren O'dur, O'nun kelâmı da tüm güzellikleri içerir (39/Zümer,
23). Bu yüzden insana, indirilen sözün en güzeline uyması emredilir. İnsana
inen sözlerin en güzeli Allah'ın sözüdür (39/Zümer, 55). Bu yüzden, güzel
insanların bir niteliği, sözü dinleyip onun en güzeline uymaktır (39/Zümer,
18). En güzel din, güzellikler sergileyerek Allah'a teslim olanların dinidir
(4/Nisâ, 125). Allah, fiil, söz ve hükmüyle en güzelin kaynağı olduğundan, en
güzel isimler (esmâu'l-hüsnâ) da O'nundur (7/A'râf, 180; 20/Tâhâ, 8; 59/Haşr,
24).
Kur'an'ın
ideal insanı "muhsin" diye anılmaktadır. Kur'an'da 39 kez tekrarlanan
"muhsin", güzel düşünüp güzel eylemler yapan kişi demektir. Muhsin,
tamamına yakın yerde çoğul şekliyle kullanılmıştır. Bu da gösterir ki, güzellik
üretimi toplumsal bir idrâk ve uğraş olmadan fazla gelişemez. Kur'an'ın
kılavuzluğu, rahmeti ve öğüdü, muhsinler (güzel düşünüp güzel şeyler üretenler)
içindir; Kur'an onlara hayır ve bereket getirir (31/Lokman, 3). Güzelle ilgisi
kopuk, güzelliği hayatından silmiş kişiler ve toplumlar Kur'an'ın hidâyetini
anlayamazlar ki ondan hayır ve bereket görsünler. Güzele düşmanlık
sergileyenler ise Kur'an'ın rahmetinden nasipsizlikle kalmazlar, onun lânetine
de uğrarlar. Leyl sûresi 6-9. âyetler, bu lânetlenmenin kanıtı olarak hayatın
zorlaştırılmasını, kaosa itilmeyi göstermektedir.
Kur'an, kendi
bağlılarını "sözleri dinleyip onların en güzeline uyan insanlar"
olarak tanıtmaktadır (39/Zümer, 18). Bu demektir ki, güzellikten uzak bir
çağrı, adına ne denirse densin, hangi iddia ile ortaya sürülürse sürülsün,
Allah'ın değer vereceği bir dâvet değildir.
Kur'an, tüm
iddiaları, inatları, ikiyüzlülükleri, sloganları aşan ölümsüz bir ilke
getirmekte ve insanın dikkatini bu ilkeye çekmektedir: "Güzel düşünmenin,
güzellik üretmenin karşılığı güzellikten başkası olmayacaktır" (55/Rahmân,
60). Güzellik üretenlerin karşılıkları, diğer üretimlerden farklı olarak
iltimaslı, fazla olarak verilecektir (10/Yûnus, 26). Güzelliğin hayatı
kolaylaştırması, belki de o "fazlalar" yüzündendir.
Çirkinliği
güzelle değiştirme veya çirkinin ardından güzel sergileme, çirkinin sonuçlarını
silip süpürür ki, bu da Allah'ın af ve bağışının bir uzantısıdır. Bu yüzden
Kur'an, insanı sürekli olarak çirkini güzelle değiştirmeye çağırır (13/Ra'd,
22; 28/Kasas, 54; 11/Hûd, 113; 25/Furkan, 70; 27/Neml, 11). Çirkine güzelle
karşılık verme yeteneği, en azılı düşmanı en samimi dost haline getirebilir
(41/Fussılet, 34).
Kehf sûresi,
104. âyeti, sınaat yönüyle üretilen güzelliğin gerçek bir güzellik olmadğını,
sadece bunu üretenlere bir güzellik sanısı verdiğini belirtiyor. Âyeti iyi
değerlendirmek için, kendinden önceki âyetle bağlantısını dikkate almak
gerekiyor. Şöyle deniyor: "De ki; size, yaptıkları işler bakımından en
çok hüsrâna uğrayanları bildireyim mi? Bunlar o kimselerdir ki, dünya
hayatındaki gayretleri boşa gitmiştir de buna rağmen onlar sınaat yoluyla
güzellikler sergilediklerini sanırlar." (18/Kehf, 104). Bu âyetten
yola çıkarak diyebiliriz ki, teknolojinin elinden beklenen bir güzellik,
güzellik adına aldanıştan ibârettir. Esasen Kur'an insanın süslenip püslenen
bazı çirkinlikleri güzellik gibi görebilen bir yapıya sahip olduğuna dikkat
çeker. Ve bu, insanın sapma noktalarından biridir (35/Fâtır, 8; ayrıca bkz.
3/Âl-i İmrân, 120; 9/Tevbe, 50).
Allah
güzeldir, muhsindir. En büyük ihsan sahibi Allah olduğu için Kur’an’da “Allah
her şeyi güzel bir şekilde yarattı" (32/Secde, 7; ayrıca bkz.
40/Mü'min, 64; 64/Teğâbün, 3; 59/Haşr, 24) denilmektedir. Eğer insanlar hep
güzel işler yaparlarsa, davranışlarını ‘ihsân’ üzere gösterirlerse, bunun
karşılığı olarak ‘ihsân’ görürler, güzellikle muâmele edilirler (55/Rahmân,
60).
Allah, ihsân
sahibi olan, güzel davranışlarda bulunanları övmektedir: “Kim, din yönünden
iyilik edici (ihsân sahibi) olarak yüzünü Allah’a teslim edip dosdoğru İbrahim
dinine tâbi olan kimseden daha güzel olabilir? Allah, İbrahim’i dost
edinmişti.” (4/Nisâ, 125). Allah, güzel işler sergileyen ihsân sahipleriyle
beraberdir, onları sever, onları korur, onlara dünya ve âhirette iyilikler
verir (2/Bakara, 195; 3/Âl-i İmrân, 134, 147; 5/Mâide, 13, 85, 93; 7/A’râf, 57; 9/Tevbe, 120; 29/Ankebût, 69
vd.).
“...Biz, muhsinlere (güzellik sergileyen ve iyilik
yapanlara) ziyâde vereceğiz (mükâfatı arttıracağız)' dedik." (2/Bakara, 58)
“...İhsân edin (her türlü hareket ve davranışınızı
güzel ve dürüst yapın); Allah muhsinleri (güzel iş yapanları) sever.” (2/Bakara, 195)
“O takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkta da
Allah için infak ederler (harcarlar); öfkelerini yutarlar ve insanları
affederler. Allah da ihsân sahiplerini (güzel davranışta bulunanları) sever.”
(3/Âl-i İmrân, 134)
“Allah'a ibâdet edin ve O’na hiçbir şeyi şirk/ortak
koşmayın. Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak
komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara ihsân
edin/iyi davranın. Allah kendini beğenen ve daima böbürlenen kimseyi sevmez.”
(4/Nisâ, 36)
"Öne geçen ilk muhâcirler ve ensâr ile onlara
ihsânla/güzellikle tâbi olanlar var ya, işte Allah onlardan râzı olmuştur,
onlar da Allah'tan râzı olmuşlardır. Allah onlara, içinde ebedî kalacakları,
zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük
kurtuluştur."
(9/Tevbe, 100)
“İhsân edenlere/güzel amel işleyenlere daha güzel
mükâfat (cennet), bir de fazlası vardır. Onların yüzlerine ne bir toz (kara
leke) bulaşır, ne de bir horluk (gelir). İşte onlar cennet ehlidirler. Ve onlar
orada ebedî kalacaklardır.”
(10/Yûnus,
26)
“Sabırlı ol, çünkü Allah, ihsân sahibi muhsinlerin
(güzel iş yapanların) mükâfatını zâyi etmez.” (11/Hûd, 115)
“Muhakkak ki Allah, adâleti, ihsânı (güzel iş
yapmayı, iyiliği), akrabaya yardım etmeyi emreder. Çirkin işleri, fenâlık ve
azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.”(16/Nahl, 90)
“Eğer ihsân ederseniz (güzel davranışlarda
bulunursanız), kendinize ihsân etmiş olur; kötülük ederseniz yine kendinize
etmiş olursunuz...”
(17/İsrâ, 7)
“İman edip sâlih amel işleyenler (bilmelidirler ki)
Biz, güzel işler yapanların (ahsene amelâ) ecrini zâyi etmeyiz. İşte onlara,
içinden ırmaklar akan Adn cennetleri vardır...” (18/Kehf, 30-31)
"...Allah sana ihsân ettiği gibi, sen de
(insanlara) ihsân (güzellikler) sergile..." (28/Kasas, 77)
“(İnsanları) Allah’a çağıran, sâlih/iyi ve güzel iş
yapan ve ‘ben müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?
Hasene/güzellik, iyilik ile; seyyie/çirkinlik, kötülük bir olmaz. (Sen,
çirkinliği/kötülüğü) en güzel olan şeyle uzaklaştır; o zaman (bakarsın ki)
seninle arasında düşmanlık olan kimse, sanki sıcak bir dost oluvermiştir.”
(41/Fussılet, 33-34)
“Biz insana, ana babasına ihsânı/güzel davranıp
iyilik etmesini tavsiye ettik...”
(46/Ahkaf,
15)
Müslim, İbn-i
Mâce, Ahmed bin Hanbel gibi meşhur hadis kitaplarında rivâyet edilen şu hadis-i
şerif, dinin güzelliğe ve sanatlara bakışını en güzel şekilde ifâde eder: "Şüphesiz
Allah güzeldir, güzeli sever." Allah'ın güzelliği sevmesi, kullarının
güzel olmasını ve güzeli sevmelerini istemesi demektir. Başka bir hadis-i
şerifte şöyle buyrulur: "Allah, her şeyin üzerine iyilik ve güzellik
yazmıştır. Bir kimseyi katl (idam) ederken bile onu güzel bir tarzda öldürün.
Bir hayvanı boğazlarken de güzel bir şekilde boğazlayın." (Müslim).
Öldüreceğimiz düşmanı dahi güzel bir şekilde öldürmeyi emreden dinimiz,
inancın, ibâdetin, eylemin, düşüncenin, sözün, sesin, kısaca her şeyin güzelini
istemektedir.
Peygamber
Efemdimiz (s.a.s.) bir gün üstü iyi düzeltilmemiş bir kabir gördü. Bozuk
yerlerin düzeltilmesini emir buyurdu ve ilâve etti: "Bu işin ölüye ne
faydası, ne zararı olur; fakat yaşayanların gözlerine düzgün kabir daha güzel
görünür. Kim bir şey yaparsa Cenâb-ı Hak, onun mükemmel ve güzel bir şekilde
yapılmasını sever." Bu tavrın sanat ve estetik açısından öğretici
mâhiyeti büyüktür. Göze hoş gelmeyen şeylere karşı ilgisiz kalınmaması ve her
şeyde güzellik aranması sanata giden yolların açılması demektir. Yine bir
hadis-i şerif rivâyetinde şöyle buyrulur:
"Cenâb-ı Hak, mâhir (işinde
ehil) sanat sahibini sever."
Mescid-i
Nebevî'de Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)'in insanlara hitap ederken, cemaat tarafından
daha net duyulup görülebilmesi için minber yapılıyordu. Minber nar büyüklüğünde
iki top şeklinde ağaçla süslendi. Yine Efendimiz, nikâhlarda def çalınmasını,
güzelce şarkı söylenip eğlenilmesini teşvik ediyordu (Buhârî, Tirmizî, İbn-i
Mâce; Kitâbu'n-Nikâh bölümleri).
Yine bir gün
Habeşliler, Mescid-i Nebevî'de kılıç-kalkan oyunu oynuyorlardı. Hz. Âişe'nin
bunları rahatça seyredebilmesi için Peygamberimiz yardım ediyordu (Buhârî;
Müslim).
Kur'ân-ı
Kerim'de bâtıl yolda dilini ve kalemini kullanan şâirlere dikkat çekilir ve
küfre hizmet eden şiir kınanırken, Peygamberimiz (s.a.s.) de bu âyetlerin izahı
olacak tarzda hak yoldaki şiir ve şâirleri övüyordu: "Şiirin bazı
nevîleri hikmettir." Efendimiz,
şâir-i Rasûlullah diye meşhur olan Hassan bin Sâbit'i şiir söylemeye teşvik
eder ve o şiir söylerken: "Rûhu'l-Kudüs Hassan'la beraberdir" derdi
(Buhârî, Müslim). Hatta Rasûlullah (s.a.s.) Hassan için Mescidde bir kürsü
yaptırmıştı. O da kürsüye çıkar, şiir okurdu. Yine Hayber'in fethi için
Rasûlullah (s.a.s.)'ın da aralarında bulunduğu topluluk içinde nağme ile şiir
(ilâhî, ezgi) okuyan şair Amr bin Ekvâ için duâ etmişti (Buhârî, Müslim).
Yine Buhârî
ve Müslim'in rivâyetlerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Kur'an'ı
seslerinizle süsleyiniz, Cenâb-ı Hak, güzel sesiyle cehren ve teğannî (makam)
ile Kur'an okuyan bir peygambere kulak verdiği gibi hiçbir şeye kulak
vermemiştir."
Bütün bunlar
okyanustan bazı damlalardır. Kur'an ve Sünnet'te güzel sanatları ve zanaatları
öven birçok nass vardır. Kur'an âyetleri ve hadis-i şeriflerin tümü, ifâde
tarzı bakımından çok sanatkârânedir. Âyetlerin edebî bakımdan îcâzı gibi; sahih
hadislerin de, başkalarının sözlerinden hemen ayrılacak sanat ve edebî
üstünlükleri ehlince hemen bilinir ve bu yönden de tefrik edilir. Kur'an ve
Sünneti ölçü kabul eden müslümanların da söz ve davranışları sanatlı, güzel
olmalıdır. Bilinmelidir ki, sanatkârâne yaratılmış kâinat içinde, sanat eseri
cennete lâyık kul olmak için indirilen en sanatlı eser Kur'an, Yaratıcının en
büyük sanatkâr olduğunun açık delilleridir. En büyük sanatkâr, hakiki sanatkâr
Allah'tır.
Hadis-i Şeriflerde Güzellik Kavramı:
Hadislerde
hüsün/güzellik kavramı, oldukça çok geçer. Hüsün, bazı hadislerde "güzel
yaratılış sahibi olmak" şeklinde maddî güzellik anlamında zikredilmiş
(Ahmed bin Hanbel, 1/403; 5/9; 6/68), bazılarında varlıkların güzellik ve
çirkinliklerini Allah'ın takdir ettiği açıklanmış (Buhârî, Rikak 31; Müslim,
İman 207), çoğunda ise insana ait amellerin güzelliğini ifâde etmiştir.
Hadislerde hüsnün karşıtı olarak çoğunlukla seyyie kelimesinin kullanıldığı
görülür. Bazı kaynaklarda müslümanların güzel gördüğü şeylerin Allah katında da
güzel olduğunu ifâde eden rivâyetler, Hz. Peygamber'e atfedilmişse de (Ahmed
bin Hanbel, 1/379), bunun İbn Mes'ud'a ait bir söz olduğu kabul edilir.
“Şüphesiz ki Allah güzeldir, güzeli sever.”
(Müslim, İman, 1/93; İbn Mâce, Duâ, bâb 10)
“İhsân;
Allah’a O’nu görüyormuşsun gibi ibâdet etmendir. Çünkü her ne kadar sen O’nu
görmüyorsan da O seni muhakkak görür.” (Buhâri, İman 37, 1/20; Müslim, İman 1, hadis
no: 8, 1/36; Tirmizî, İman 14, hadis no: 2738, 4/119; Ebû Dâvud, Sünnet 16,
hadis no: 4695, 4/223; İbn Mâce,
Mukaddime 9, hadis no: 63, 64, 1/24; Nesâi, İman 6, 8/88)
"Şüphesiz Allah herşeyde ihsânı/iyilik ve
güzelliği yazmıştır (farz kılmıştır). O halde siz öldürdüğünüz vakit bile,
öldürmeyi güzel yapın. Kestiğiniz zaman da kesmeyi güzelce gerçekleştirin. Her
biriniz bıçağını bilesin. Ve kestiği hayvana eziyet vermesin." (Müslim, Sayd ve'z-Zebh 57; Ebû Dâvud,
Edâhî 12; Tirmizî, Diyet 14; İbn Mâce, Zebâih 4; Nesâî, Dahâyâ, 22)
“Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” (Ahmed bin Hanbel, 2/381; Muvattâ,
Hüsnü’l-Hulk 8)
“İnsana lutfedilen en değerli nimet, güzel
ahlâktır.” (Ahmed bin Hanbel,
4/278)
“Kendinize göre makbul bir iş yapınız. Sırf
başkalarına rekabet olsun diye yapmayınız. (Şöyle demeyin:) ‘İnsanlar ihsân
ederse biz de ederiz; zulmederlerse biz de zulmederiz.’ Fakat kendinizi şuna
iknâ ediniz: İnsanlar ihsân ederse ihsân edersiniz; (fakat) fenâlık ederlerse,
siz yine de zulmetmeyiniz.”
(Tirmizî,
Birr 63)
“Sizden biriniz ölümü temennî etmesin. Muhsin ise
belki ihsânı (güzel amelleri) artar. Günahkâr ise, belki tevbe eder.” (Nesâî, Cenâiz Bâbu Temennâ’l-Mevt)
“Mü’minlerin iman bakımından en kâmil olanları,
ahlâkı en güzel olanlarıdır.”
(Buhârî, Edeb 39; Ebû Dâvud, Sünnet 14)
“Kur’an’ı seslerinizle güzelleştirin.”
(Dârimî, Fedâilu’l-Kur’an 34)
“Kovandaki
suyu, isteyenin kabına boşaltmak ve mü'min kardeşine güler yüzle konuşmak gibi
de olsa, iyi, güzel ve doğru olan hiç bir sözü, işi ve davranışı küçümseme
(yapabilirsen hiç durma, yap)." (Ebû Dâvud, Libas)
Sanatı ve
aynı zamanda -ona bir sanat eseri gözüyle bakarsak- tabiatı felsefî olarak
inceleyen felsefe dalına estetik adı verilir. Estetik bir tutum fikri estetik
için son derece önem taşır. Sanat eserleri insan ürünleridir. Fakat aynı
zamanda doğal nesnelere de uygulanabilir. Estetik, temel konusu olan sanat
eseri ve estetik tutum kavramını tanımlamayı amaçlar. Estetik, sanat
eserlerinin ne derece temsilî olacağını ve ne derecede onları ortaya çıkaran
sanatçıların duygularını ifâde edeceği sorularına cevap arar. Estetik olarak
tatmin edici konuların kendine has değerini tesbit etmeyi amaçlar. Estetik, bir
sanat eserinin varlığının tabiatı sorununu (o bir sözcükler ya da sesler bütünü
müdür, yoksa bir renk yığını ya da fiziksel bir nesne midir?) ele alır. Ayrıca
estetik ile ahlâkî değer arasındaki ilişki sorunuyla da ilgilenir.
Güzelliğin
yaratılması ve değerlendirilmesiyle uğraşan estetiğin, sosyoloji, biyoloji ve
antropolojiyle yer yer dirsek teması olmakla birlikte, aslında felsefe ve psikolojinin
bir parçasını oluşturur.
Genellikle
"güzelliğin bilimi" diye tarif edilmekle beraber, bu tarifin
sınırlarını çoktan aşmış bir disiplin olan estetik; sanat tarihi, sosyoloji,
antropoloji ve hatta biyoloji ile dirsek teması bulunan felsefi ve psikolojik
teoriler toplamı olarak ele alınabilir. Sanat eserinin ortaya konulması, bir
varlık alanı olarak sanat eseri, sanat eseriyle ilişkileri açısından tabiat,
sanat eserinin değerlendirilmesi (sanat eleştirisi) zevk ve bunlarla ilgili yan
konuları içine alan bir bilgi dalıdır.
Bu çerçevede
oluşturulmuş estetik teorileri, kökleri Greko-Latin kültürüne uzanan bir dünya
görüşü (yahut gerçeklik kavrayışı) temeline dayandığı için, Batı dışındaki
kültürlerin sanatlarını açıklamakta yetersiz kalmaktadır. Özellikle İslâm
sanatlarını açıklarken, bütünüyle Batı sanatları ve felsefesi etrafında
oluşmuş bir kavram çerçevesine atıfta bulunmak, kaçınılmaz olarak yanlış
değerlendirmelere yol açacaktır.
İslâm
medeniyet dairesinde yer alan kültürlerin hemen tamamı, bu medeniyet dairesine
girdikten sonra İslâmî dünya görüşü yönünde büyük bir dönüşüme uğramış, sanat
gelenekleri de aynı şekilde, yeniden biçimlenmiştir. Bölgelerarası
farklılıklar bulunmakla beraber, müslümanların sanatı olan bütün ürünlerde, İslâmî
temel prensiplerin değişen ölçülerde uygulandığı görülmektedir.
Sözünü
ettiğimiz prensipler doğrultusunda, İslâm düşünce tarihinde estetik
teorilerinin geliştirilmemiş olmasını da, müslüman sanatçı ve düşünürlerin
sanatla ilgili yaklaşımlarının bir sonucu olarak değerlendirebiliriz. Her şeyden
önce "sanat" (art) kavramının "güzel sanatlar" diye
belirlenen çerçevesinin İslâm kültürü açısından çok yeni olduğunu, çeşitli
sanat dallarının ayrı ayrı bilimler {İlm-i musiki, ilm-i şi'r vb.) olarak
düşünüldüğünü ve "sanat"la "zanaat"ın birbirinden kesin
çizgilerle ayrılmadığını göz önünde bulundurmak gerekmektedir.
Bu bakımdan,
"İslâm sanatı" (daha doğrusu; müslümanların sanatı) denildiği zaman,
musikiden mimariye, kapı tokmaklarından kitap ciltlerine, mutfak eşyasından
koşum takımlarına kadar, son derece geniş bir alan soz konusudur. Bu geniş
alanda karşımıza çıkan inanılmaz zenginlikteki verileri estetik açısından
değerlendirmeye çalışırken izlenebilecek tek metod, eski metinlerde yer yer
karşımıza çıkan dağınık bilgi ve yorumları da göz önüne almak kaydıyla, mevcut
sanat eserlerinden yola çıkmaktır.
Bu farklı
estetiğin diğer prensiplerini de belirleyen ilk prensibi, İslâm'ın
putperestliğe karşı verdiği büyük mücadelede asıl ifâdesini bulan, sınırları
hadislerle çizilmiş tasvir yasağı, yahut sûrete (heykel ve resimlere) tapınmayı
yasaklayan hadislerin tasvir yasağı olarak anlaşılmış olmasıdır. Kur'ân-ı
Kerim'de bu konuda herhangi bir hüküm bulunmadığını da ayrıca belirtelim
(İbrâhim aleyhisselâm’ın, heykellere tapan kavmini uyaran âyetleri
değerlendirme dışı tutulmamalı ve benzer durumlarda heykellerin haram olacağı
hükmü göz ardı edilmemelidir: “O,
babasına ve kavmine: ‘Şu karşısına geçip tapmakta olduğunu heykeller de nedir
böyle?!’ demişti.” (21/Enbiyâ, 52). Kur’an’dan yola çıkılarak denilebilir
ki; salt sanat eseri olup put gibi çirkinliğe -ve çıplaklık gibi diğer
haramlara- âlet edilmeyen heykel meşrû iken; put gibi çirkinliklere âlet edilen
heykeller ise gayrı meşrû ve haramdır.)
Tasvir
yasağı, müslüman sanatçıların figürden kaçma ve figürü cansızlaştırma şeklinde
ifâde edebileceğimiz iki yaklaşımı benimsemelerine yol açmıştır. Figürden
kaçış, müslüman sanatçıları doğrudan doğruya soyut formlara yöneltir. Sözgelişi,
Arap alfabesindeki şekil repertuvarının, başlangıçta plastik açıdan son derece
elverişsiz olduğu halde, harf köşelerinin yuvarlaklaştırılarak (Ma'kılî
yazının Kûfi'ye dönüşmesi, oradan çeşitli yazı karakterlerinin ortaya çıkması)
son derece zengin imkânlara sahip bir ifâde vasıtasının elde edilmesi, bu
eğilim sonuçlarından biridir. Figürü cansızlaştırma eğilimi ise, bir yandan
tabiattan alınan şekilleri stilize ede ede asıl kaynağından büsbütün
uzaklaştırarak soyut formlara dönüştürülmesini sağlamış, bir yandan da diğer
geleneklerden devralınan resmi, ışık ve gölgeden arındırarak bir çeşit nakış
haline getirmenin prensibi olmuştur.
Estetiğin
başlıca konularından biri olan "güzellik" ise, temel prensibini
kısaca açıklamaya çalıştığımız estetiğin asıl hedeflerinden biri olarak
karşımıza çıkmaktadır. Fakat İslâm sanatlarında "güzellik" meselesi,
Batı kaynaklı objektivist ve sübjektivist estetikçilerin anladığı mânâda
güzellik değil, "mutlak güzellik"tir ve mutlak güzelliğin görünen âlemdeki
içkinliğidir (immanent oluşudur). İslâm sanatçısı için, sözgelişi gül,
kendiliğinden güzel olmadığı gibi, bizim onda kendimizi yaşamamız (einfuhlung)
da değildir. Gülün güzelliği, Allah’ın "cemal" sıfatının ondaki tezâhürüdür.
Batı kaynaklı bazı estetik teorilerinin kavram çerçevesinde yer alan
"çirkinlik", bu estetiğin konularının tamamen dışında kalır. Çünkü
çirkinlik itibarîdir; başka bir deyişle, güzellik mutlak olduğuna göre,
çirkinlik yoktur.
Sanatçının
görevi, güzelliği kaynağında yakalamak, yani görünenlerin temelinde bulunanı
araştırmaktır. Bu bakımdan dış dünyanın yerine benzerini geçirmek (mimesis)
gibi bir kaygının tamamen dışında, sanatçının kendi ferdiyetinden de bağımsız
bir arayıştır sanat. İslâm sanatları çerçevesinde değerlendirilebilecek bütün
sanat ürünlerinde, sanatçının ferdiyetini olabildiğince paranteze aldığı, bunun
da sanatı bir çeşit metafizik oyun haline getirdiği açıkça görülür. Sanatçılar,
eserlerini bazen imzalarını bile atmayacak kadar kendi ferdiyetlerinin dışında
düşünmüşlerdir. Psikolojiye en fazla bağımlı görünen şiir bile, zaman içinde
ferdî ârızalardan büsbütün arındırılarak, arabesk gibi, sadece dilin kendi imkânlarına
dayanan bir ifâde vasıtası haline getirilmiştir. Mecazlaştırma yoluyla
semantik alanları son derece genişletilen kelimeler, tıpkı Arap alfabesindeki
harfler gibi, âdeta plastik bir kullanışlılık kazanırlar.
Sanatçı, bu
çerçevede güzelliği yaratan değil, keşfeden adamdır. Çünkü sanat zaten var
olan bir niteliği, güzelliği araştırmaktır. Güzellik objektif bir nitelik
olmadığına göre, sözgelişi güzel bir ağacın resmini yaparak yahut kelimelerle
tasvir ederek güzele ulaşılamaz. Ağaç sadece bir işarettir (âyet). Güzelliğe bu
işaretten hareketle ulaşmak gerekmektedir. Duyularımızla kavradığımız güzel
ağaç, biz farkında olmasak da sürekli değişme halindedir ("ol"
emriyle sürekli yeniden yaratılmaktadır). Gerçek güzellik, ağacın değişen
niteliklerinde değil, değişmeyen özündedir. Bu öze ancak soyutlama (tecrid)
yoluyla ulaşmak mümkün olabilir. Soyutlamanın ilk aşaması stilizasyondur.
Stilizasyon (üsluplaştırma), objeyi şematize etmektir.
Bütün varlık,
aynı mutlak hakikatin tezâhürü olduğuna göre, sayısız objede dağılmak yerine,
belirli objelerden hareket etmek ve onlar üzerinde derinleşmek daha doğrudur.
Bu yaklaşım, müslüman sanatçıyı kaçınılmaz olarak şematizme götürür. Bunun
doğurduğu tekdüzelikten de çeşitleme (tenevvü) yoluyla kurtulmaya
çalışılmıştır. Gerçek bir sanatçı, yaptığını asla tekrarlamaz.
Sanat
eserleriyle sanat eserine bakan arasındaki ilişki de, sanatçıyla sanat eseri
arasındaki ilişkiye benzemektedir. Bakan, sanat eserini tamamen kendi dışında
bir şeymiş gibi görmez, yani eleştirel bir tavırla bakmaz. Aradaki mesafeyi
kaldırır ve sanat eserini yaşamaya çalışır (Beşir Ayvazoğlu, Sosyal Bilimler
Ansiklopedisi, Risale Y., Estetik maddesi).
Allah'a kul
olabilme ve her an ibâdet/kulluk yapabilme bilincinden uzaklaştırılan günümüz
insanı, çok tanrılı dinlerin kucağına düşmüş, bir sürü sahte ilâhların yanında
nefsini de tanrı kabul ederek hevâî isteklerin dışına çıkamaz bir duruma
gelmiş. Müstekbir güçler, tâğûtî düzenler insanları kolay sömürebilmek ve rahat
güdebilmek için afyon-sanattan yararlanıyorlar. Daha açıkçası, sanatı
uyuşturucu fonksiyona indirgiyorlar. Her tarafı kuşatan dejenerasyon sanatta da
kendini gösteriyor.
Özellikle
yaşadığımız topraklarda spor denilince akla hemen futbol gelir. Spor sadece
futbol demektir. Hem de kumara, israfa, kavgalara, ilâhlaştırılan futbolculara,
"en büyük", yani "ekber" kabul edilen takımlara, yani tüm
çirkinliklere batmış şekliyle futbol. Aynen bunun gibi, sanatçı denilince, iki
tip akla gelir: Şarkıcı veya artist. Sanat denilince de bunların cıvıklıkları.
Beş-on
sahâbînin adını sayamayan gençler, Michael Jackson'ın ayakkabı numarasını
biliyor, Madonna'nın video kliplerini ezbere sayabiliyor. Bir-iki TV. dizisinde
veya filmde rol alan aşüfteleri ise göklere çıkartıp
"yıldız"laştırıyor. Bu yıldızlara aktrist de değil, artist deniyor.
"Art" batı dillerinde "sanat" demektir; artist de sanatçı.
Türkçe'de başka hiçbir sanat dalıyla uğraşana artist denmez, sadece filmlerde
boy gösterenlere denir. Filmde rol yapmanın dışında başka sanat kabul
edilmediğinin çok kesin göstergesidir bu.
Şâire,
edebiyatçıya, mimara, hattata, tezhipçiye, çini işleyen ressama... sanatçı
diyen yoktur artık. Sadece şarkıcı ve artist bu unvânı alır. Yalnız, burada
biraz durmak gerekiyor. "Sanatçı" damgası bunlar için güzel bir
yanlış sıfat olmalı. "Sanatçı" ile "sanatkâr" arasında
büyük fark var gibi geliyor bana. Sanatkâr, sözlüğe bakılırsa sanatçı demektir
ama, kullanılışta hiç de aynı değil. "Sanatkâr"ın kitle nazarında bir
ağırlığı, bir saygınlığı vardır. Ciddî bir sanat dalında veya ustalık isteyen
bir meslekte (zanaatta) mâhir birine "sanatkâr" denilir de
"sanatçı" denmez. Ama fâhişe rollerini çok iyi beceren, iki şarkı
ezberleyip hoplayıp zıplayan veya orasını burasını gösterme sanatını(!) icrâ
eden, bunların dışında hiçbir mârifeti olmayan orta mallarına "sanatkâr"
dendiğini duydunuz, gördünüz mü? Onlara olsa olsa "sanatçı"
denilmekte. Sanatçı! Domatesçi, patatesçi dediğimizde, nasıl onları satan
zerzevatçı aklımıza geliyorsa, aynen onun gibi, sanat adına köşeyi dönen, yani
sanat alıp satan veya sanat adına alınıp satılan tüccar veya kölelere sanatçı
deniyor.
Günümüzde
halk yığınlarına mal olmuş şekliyle sanatçı diye ya şarkıcıya denir, ya
artiste. Sanat da ya sinemadır, ya müzik. Bunların her ikisinin sanat
olabilmesi için sadece tek şart vardır. O da cinselliğin, seksin alabildiğine serpilmiş
olması. Yoksa, ağzıyla kuş tutsa kişi sanatçı olamaz. Sanat, mânâ ve hakikat
âleminin penceresi değildir artık, kasap vitrinidir. İnsan sadece maddedir,
tendir. Mânevî kimlik çoktan unutulduğundan, sanat, teşhir ve şov demektir.
Müzik sadece sesle söylenen, çalgı âletleriyle çalınan ezgiler değildir; eşek
dansı ve hayvansal çıplaklık olmadan müzik düşünülemez hale gelmiştir. Yedinci
sanat kabul edilen sinema da beyaz değil, kara perdedir; ahlâksızlığın,
çirkefliğin aksettiği perde. Televizyon da, gazino ve sinemanın evin içine
girmesi.
"Bekri
Mustafa imam olmuş deyin, onlar anlar memleketin halini!" cinsinden
yukarıdaki manzarayı düşünün. Sanatın(!) ne olduğunu ârifler anlar; daha
doğrusu, ne hale geldiğini sanatın ve memleketin. Bu ortam, bu anlayış içinde
sanat, emperyalizmin kötü emellerinin âletinden başka bir şey değildir artık.
Emperyalizm sanatı istismar, insanı da istihmar etmek için devreye girmiştir.
Koyunları
gütmek için çoban, kavaldan yararlanır. Kaval çalmasını iyi bilen bir çoban,
müzikle sarhoş ettiği koyunlara istediğini kolayca yaptırır. Biraz da
kavalların yardımıyla her çobana boyun eğen koyun haline getirdiler halk
yığınlarını. Çobanların rejimin en tepesine çıkmasını yadırgamayabiliriz ama, yönettiklerini
sürü haline getirip istedikleri gibi güttüklerini görmezden gelemeyiz. Zulüm,
isterse kendilerine karşı olsun, hiçbir haksızlığa sesini çıkarmayan uysal
koyunlar haline getirildi toplum. Bu neticede müziğin payını unutmamak gerekir.
Yorgun-argın işinden eve dönen adamı düşünün. Çobanların teyip, tv. gibi
aygıtlarla evin içine kadar soktukları kaval seslerinden başını kaldırıp da
namaza, düşünmeye, okumaya, çoluk-çocuğuyla ilgilenmeye fırsat bulamıyor.
İşini, sokağını, çevreyle ilişkisini yönlendiren emperyalist rejim, onu evinde
bile bırakmıyor. Gündüz evde kalanlar yine müzikle uyutulacak, tv. filmleriyle
avutulacaktır. Evden işe giderken dolmuşların motor gürültüleri, kasetlerdeki
modern gürültülerle işbirliği yapacak.
Hasan
Sabbah'ın cennet fedâilerini herhalde bilirsiniz. Esrar yutturularak
liderlerinin her emrini yerine getiren fedâilerdir bunlar. Bugün de Hasan
Sabbah'lar gönüllü fedâilerine (kurbanlarına) afyon-sanat yutturmaktadırlar,
onları kullanabilmek için. Esrarkeşler gibi yalancı cennet içinde, gerçeklerden
kaçmaktadır halk uyuşturucu ses ve görüntülerle. Tembel tembel uyumak, uyuşmak,
eğlenmek, vur patlasın çal oynasın anlayışı; boşvermişlerin yaşam felsefesi.
Bunların boş vermeyenlere oranı ise, Avrupa'da bile rahatlıkla birincilik
kürsüsüne çıkacak boyutta.
Bazı dört
ayaklılara su verirken, sahipleri ıslık çalmak zorunluluğu hisseder. Hayvan, su
içerken bile ıslıksız, müziksiz yapamaz. Bazı sulular da yemek yerken, su
içerken bile müziksiz yapamazlar. Sözgelimi, çoğu dolmuş şoförü direksiyonun
başına müziksiz geçemez. Hem de müzik ve sanat demeye bin şâhit olsa
kabullenemeyeceğiniz tarzda bayağılıklar.
Çocukları
uyutmak için ninniler söylenir. Çocuk akıllı gençleri uyutmak için de düzen
ninniler söylemektedir hep. Yeter ki sesleri çıkmasın, mışıl mışıl uyusun
çocuklaştırılanlar. Çocukları oyalamak için ağızlarına emzik tıkadıkları gibi,
çocuklaştırılanların kulaklarına volkmenler tıkamakta, hakkı dinleyecek kulak
bırakmamaktadırlar.
Gerçek sanat,
ne koyun gibi güdülme aracı, ne uyuşturucu bir afyondur, ne de ninni. Gerçek
sanat uyanıklıktır aslında. Tüm âzâların uyanıklığı, hassâsiyeti gerekir sanat
için. Her şeyden önce de rûhun uyanıklığı, dikkati şarttır. Sanat düşüncedir,
tefekkürdür aslında. Hem göz, hem gönül açıklığıdır. Piyasada görülense sanatın
istismarı, hislerin sûiistimâlinden başkası değildir.
İnsanlar
nelerle meşgul edilmektedir? İbâdet için yaratılan kul, dünyaya oyun ve
eğlenmeye geldiğini zannetmektedir. Oyun ve eğlence, çocukların hayatında
önemli yer tutar. Çocuk ruhlu, çocuk akıllılar da oyun ve eğlencelerle
hayatlarını tüketiyorlar. Eğlenip felekten bir gün çaldığını zanneden
delikanlı, şeytana gününü ve daha neyini çaldırmaktadır, bir düşünse...
Bu
topraklarda afyon-sanatın, özellikle de müziğin fecî şekilde, bulaşıcı hastalık
gibi yaygınlaşması ve desteklenmesi, çeşitli sosyal ve siyasal hesaplardan
kaynaklanmaktadır. Kitlelerin sömürülmesini kolaylaştırmak için egemen güçler
ve emperyalizm çeşitli planlar uygulamaktadır. Bunların başında kalabalıkların dikkatini
oyun ve eğlence gibi şeylere çekmek ve onları boş şeylerle oyalamak gelir.
Futbol ve müzik, milyonlarca müstaz'afın en önemli meselesi haline gelerek bir
deşarj (boşalma) sebebi olmaktadır.
Çağdaş
Firavunlar, propaganda ve eğitim kurumlarıyla insanları gerçek dinden
uzaklaştırarak âhiretlerini mahvettikleri gibi, oyun ve eğlence kurumalarından
oluşan emniyet sübapları aracılığıyla dünyalarını da mahvetmektedirler. Koyun
sürüsü haline getirilen milyonlarca insan, kendilerine en büyük zulümleri revâ
gören müstekbirleri bu şekilde alkışlayabilmektedirler. İspanya'nın meşhur
diktatörü General Franco şöyle diyordu: "Futbol, seks ve piyango
olmasaydı, ben kırk yıl bu halkı nasıl istediğim gibi yönetebilirdim?" Bu
taktik, sadece Franco'nun değil; her asırdaki ve her ülkedeki tâğutların ortak
prensibidir. Halkın ayaklanmasına giden yolu tıkamak için milât öncesi Yunan
idareleri zamanında bile halkı lüzumsuz oyunlar, spor yarışları ve çılgın
eğlencelerle uyutma ve uyuşturma politikaları güdülmüştür. Futbolla birlikte
günümüzdeki sanat da çağdaş tâğutların can simidi. Sanat emperyalist güçlerin
elinde bir atom bombası, bir kitle imhâ silâhıdır. Artık savaşlar, sanat
denilen silâhlarla dolaylı olarak psikolojik alanda yapılmaktadır. İnsanlar
dünyada dönen zulüm çarklarının farkına varmasın diye müzik ve sinema ile iğdiş
edilmekte, uyutulmakta ve uyuşturulmaktadır. Halk yığınlarını afyon yutmuş Hint
horozuna çeviren bir sihirbaz değneği olan sanat, aynı zamanda büyük bir
propaganda aracıdır.
"Coca
Cola"sını (Kaka Kola diye okunmalıdır) bütün dünyada reklam
kandırmacasıyla ihtiyaç kabul ettiren ülke, Madonna'sını, Michael'ını tüm
memleketlerde kendi üstünlük ve egemenliğinin sembolü olarak kullanmaktadır.
Sık sık dünya turneleriyle ABD başkalarından önce sanatçı-ajan Mıchael'lar
ülkeleri ele geçirmektedir öncü kuvvetler olarak. Bu, eli bilmem neresinde,
yarı erkek yarı kadın kılıklı, yarı hayvan yarı insan ihtiyar delikanlı,
sömürülen kurban kullar gözünde yarı insan yarı tanrı gibi görülmektedir. Eylül
1993'teki İstanbul turnesinde tekrar görüldü ki, uğruna her şeylerini fedâ
edebilecek çılgın hayranlarına stadyum denilen tapınaklar bile dar gelmekte,
kahraman Türk gençliği sömürgelik andı içmekte, T.C. çoktan ABD mandalığını
benimsemekte. Gençliğin onun şahsına karşı gösterdiği batı ve Amerika
hayranlığı, onların dilinden anlamasa bile âyin gibi dinlediği müzik ve
sanatına tutkunluğuyla bütünleşmiş olmaktadır. Yeni dünya düzeni bu olsa gerek.
Türkiye'de
kolay şöhret olmuş, daha doğrusu şöhret yapılmış sanatçı kabul edilenlere bir
bakın; Tatlıses'ler, Emrah'lar, Ferdi'ler... artist veya şarkıcı kızlar, hepsi
kültürsüz, eğitimsiz insanlar. Böyle olması gerekiyor kolay kullanılmaları
için. Sömürü çarklarının başındakiler için en kestirme, en kolay yol bu. Medya,
fuhuş sektörü, düzen ve egemen güçlerden oluşan emperyalist koalisyon,
sanatçı(!)yı kullanıyor. Sanatçı da birazcık onları. Ya da, kullanılan sanatçı,
kullandığını sanıyor. Sanatçı, emperyalist sektörün kuklasından başka bir şey
değildir; yığınlar da kukladan zevk alan, ipleri fark edemeyen çocuk akıllılar.
İçki ve esrar
cinsinden uyuşturucuların haram kılınmasının hikmetleri; aklı gidermesi, insanı
uyuşturması, düşünceden ve iyi şeylerden alıkoyması ve bağımlılık yapmasıdır.
Bu sayılan özelliklerin tümü, günümüzdeki sanatta ve en çok da müzikte
bulunmaktadır.
Müzik kafalı
müzikomaniler, daha da ileride müzikomanyaklar, yeni türeyen varlıklardır.
Yarınlarımız da bu türedilere emânet. İzinden gittikleri Ata'larının emirlerini
daha çağdaş hale getirip uygulama içindedirler: Ey Türk gençliği! Birinci
vazifen müzik dinlemek, maça gitmek, TV. seyretmek, chat yapmak ve atari
oynamak; böylece boşvermiş gençlik olmaktır. Her türlü rezâlet için muhtaç
olunan araç Yeni Dünya Düzeni ve T.C. düzeni tarafından ortaklaşa karşılanacaktır.
Her aradığın, medyada mevcuttur...
Uluslar arası
emperyalizm, Türkiye'ye sık sık övgüler, birincilikler, madalyalar dağıtır.
Hangi konuda mı? Sanat konusunda. Durun, hemen sevinmeyin, sanatımız Avrupa'da
bile takdir ediliyor diye. Daha çok cinselliği, dini karalamayı, ahlâksızlığı
ön plana çıkaran o biçim sanatlardadır bu ödüllendirilenler. Festivallerde
başarılı olan filmlerin hemen hepsi o biçimdir ya da insanımızı karalayan,
inancına düşmanlık edilen cinstendir. Güzellik(!) yarışmalarında ön sıralarda
yarışmalı Türk kızları ki, batı uygarlığına yaklaşılsın! Folklorda (halk
danslarında) birincilikler verilir, halk bunlara daha fazla önem versin. El
sanatlarını överler; Türk halkı bunlarla meşgul olup ciddî şeylere vakit
ayıramasın. Ne güzel halıları vardır Türklerin, dantelleri, oyaları,
oynamaları, oyalanmaları, avlanmaları...
Emperyalistler
sadece rûhu sömürmezler; onların dini-imanı para olduğuna göre, sanat,
ayaklarıyla insanın parasına da sülük gibi yapışacaklardır. İlmî bir kitap 70
milyonluk ülkede üç bin basıp satamazken, bir arabesk müzik kaseti iki milyon,
üç milyon satabiliyorsa, gerisini siz düşünün; hem maddî yönünü, hem mânevî
yönünü. Bir kaset kaç liradır; yüzlerce sanatçı(!)nın binlerce kasetinin
tüketimini hesaplayın. Milyonlarca lira vererek aldığı biletle bir gece önce
stadyum kapılarında sıraya giren on binlerce gençliğin rock starını dinlemek
için mânevî fedâkârlıklar yanında, maddî kayıplarını toplamaya çalışın. Bunun
hemen göze çarpmayan yönleri de var. Uydurma ses yarışmalarıyla kandırılıp
dolandırılanlar, hayranı olduğu şahıs gibi sanatçı, artist olmak için evden
kaçıp kötü yola düşenler, hayranı olduğu sanatçının giydiğini giymek için
varını yoğunu verenler, hem parasından, hem başka şeylerinden olanlar...
Kapitalist
düzenlerde her şey menfaat ve kâr amacına yöneliktir. Çok lüzumsuz şeyler bile
ihtiyaç zannettirilerek tüketimini sağlamak için insanlar zayıf yanlarından
yakalanacaktır. Göz ve kulak, hakkı görüp işitmeyeli, iyice zayıflamış; kalp
ibâdetlerle gıdâlanmadığından kendine tuzak kuran avcıları hissedemez olmuştur.
Emperyalistlere kolay yem olmak için, insanların, gerçek dinden uzaklaşmaları
gerekir. Bu iş, sanat ve düzen işbirliğiyle sağlanarak altyapı oluşturulmuştur
çoktan. Cinsel duygular sömürülerek, sanat ve güzellik anlayışı daha da
bayağılaştırılarak bir sektör geliştirilir: Fuhuş sektörü. Fuhuş sektörü
deyince sadece genelev patronunun kaç yıldır vergi rekortmeni olması aklınıza
gelmesin. O aysbergin sadece görünen küçük parçasıdır. Müziğin, eğlencenin,
sinemanın, gece hayatının, TV. programlarının, makyaj ve her türlü güzellik
malzemelerinin, modanın, daha sayılabilecek buna benzer şeylerin oluşturduğu
büyük bir sektördür bu.
Büyük
şehirlerin caddelerinde küçük bir gezinti yaparsanız, dükkânların en az
yarısının cinsellik ve fuhuş sektörüne (pardon, sanata) hizmet ettiklerini
görecek, gariban halkın paralarının hangi yollarla nereye aktığını
anlayacaksınız.
Modayı
düşünün. Özgür olduğunu zanneden insanlar, neyi giyeceğine bile kendileri karar
veremiyor. Onları kimler kukla gibi kullanıyor?! Paris'teki modacının isteği
dışına çık bakalım kolaysa. Tabii, moda sık sık değişecek, birkaç defa giyilen
tuvalet, artık tuvalete giderken bile giyilemez olacak, yerine bir başka giysi
gelecek. Paralar da sektöre akacak. Mankenler ve sanatçılar bu sektörün başrol
oyuncuları; modacılar, kumaş satıcıları, dokuma sanayicileri ve terziler de
figüran kadrosu.
Sanat maskesi
takan fuhuş sektörü (fuhuş, Kur'ânî kavram olarak her türlü aşırılığı,
özellikle günah yoluyla aşırılıkları ifâde eder), sadece inançsızlığın,
ahlâksızlığın değil; aynı zamanda enflasyonun da en önemli sebebidir.
Sanat da
arz-talep işidir. Sanat ticârî bir metâdır. Halkı çağdaş uygarlığa çıkarmak
hedefiyle fuhuş sektörünün kurbanı yapan düzenin kendisi de, bu sektör için ne
bütçeler ayırmaktadır...
Düzen ve
toplum değişmeden sanatın kurtulmasını beklemek safdillik olur. Sanat, toplumun
aynası olduğundan, toplumdaki yanlışların sanata yansımaması mümkün
değildir.
Sanat,
sanatçının iç dünyasını dışa yansıtan ayna olduğu gibi, toplumun da aynasıdır.
Toplum ile sanat arasında öyle yakın bir münâsebet vardır ki, bir toplumun
bütün özelliklerini sanatından çıkarmak mümkün olur. Sanatçı, içinde bulunduğu
toplumu etkilediği gibi, toplumdan da büyük ölçüde etkilenir.
Toplumun
değerlerini ve estetik anlayışını dikkate almak zorunda olan sanatçının,
içinden çıktığı topluma karşı birtakım sorumlulukları vardır. Evrensel
değerlere ulaşabilmek, genelin kapılarını yoklayabilmek için, sanatçının kendi
toplumunun çağdaş problemleriyle hesaplaşması gerekir. Sanatçı, istese de
istemese de kendi toplumundan başlayarak insanlığa yönelmiş bir mesajın
sahibidir. Ya toplumunu veya toplum düzeninin kutsar ya da bu toplum ve düzeni
değiştirme çabasında olur sanatçı. Sanatı sanat için bile kabul etse, uğraşısı
bu iki seçenekten biriyle sonuçlanır. Kendini anlatan bir sanatçı, kendisi
belli bir düzen ve toplum içinde şekillendiğinden, bir ölçüde çevresini
yansıtmış olur. tekil olma özelliğini fildişi kulesine çekilse bile sürdüremez.
En çok "ben" olduğu yerde bile "biz"den kurtulamaz.
Toplumun onunla ilgilenmesi için, o toplumla ilgilenmek zorundadır. Bu noktada
toplumun anlayışı, beğenisi, yargısı tek ölçü kabul edilirse toplum
putlaştırılmış olur. Muhâfazakârlık ve milliyetçiliğin uç noktasıdır bu. Yok,
toplum önemsenmezse -ki bu, aslında mümkün değildir- sanatçı, boşlukta yaşıyor
veya hiç yaşamıyor demektir. Toplumun önemsenmesi, dikkate alınması, topluma
karşı sorumluluğun yüklenilmesi anlamına gelir.
Sanatçı,
ancak kendisini anlayabilecek dereceye gelmiş bir toplum üzerinde etkili
olabilir. Sanatçı, gerektiğinde toplumun değişmesine öncülük etmelidir elbette.
Ama bu, toplumla bağlarını koparmak değil; güzel bağlar oluşturma çabasıdır
aslında. Her peygamber, kendi toplumunun içinden çıkmıştır. Toplumun içinden
biridir o. Kendi kavminin kardeşlerinden birisidir peygamber. İthal malı
kurtarıcı olmaz; bu nedenle toplumunu iyi tanımalıdır lider ve sanatçı. Toplum
da onları.
Tanzimat'tan
beri iki tür sanatın mücâdelesini daha çok görürüz Anadolu topraklarında. Bir
tarafta doğulu olduğunun farkın ve bundan utanç duymayan, geleneksel kalıplarda
bile olsa müslüman sanatçı; diğer tarafta da batılı olamayışına üzülen ve
müslümanlıktan başka her şeye sempati duyan yabancılaşmış sanatçı vardır. Bu
ikisi arasındaki savaş, egemen güçlerin ve rejimin desteğiyle, bâtılı savunan
ve batılı olmaya çalışanın lehine ivme kazanarak gelişmiştir. İslâm'dan olduğu
kadar, halktan, toplumdan da bağlarını koparabilme riskini göze alabilmiştir
yabancılaşmış sanatçı.
Bu yarı
batılılaşmış ve İslâm'la ilgisi var diye, içinden çıktığı toplumun temel
değerlerine uzak kalıp "tıpkı Avrupalılar gibi olacağız ve olmalıyız"
diyen sanatçının, niçin orijinal bir eser meydana getiremediğini anlamak
kolaylaşacaktır. Taklitçilikle sanat oluşmaz. Sanat rûhun ifâdesidir,
şahsiyetin tezâhürüdür. Kendi kendisini kabul etmeyen, fıtratını, değerlerini
inkâr eden bir insan veya toplum, nasıl güzel veya yeni bir sanat ortaya
koyabilir? Kendini aşağı görme hissiyle, aşağılık duygusuyla orijinal eser
ortaya konamayacağını çocuk bile bilir. Batılı da, doğulu da olamayan ucûbe bir
tip çıktı. "Onlar gibi olacağız" diyenler, kendilerini de unuttu.
Kendine âit ne varsa, yakıp yıkmaya çalıştı. Bu, mânevî intihardı. Bu intiharı,
çağdaş medeniyet seviyesine yükselmeyi en büyük hedef kabul eden rejim
arzulamıştı. Sanata ve sanatçıya çok yönlü baskı ve yönlendirmeler yapmıştı
T.C. rejimi. Bugünkü sanat ve sanatçı, çok yönleriyle onun eseridir. Eseriyle
övünebilir rejim.
Şöyle
düşünebilir miyiz? Şu anda cehâlet asrını değil; asr-ı saâdeti yaşıyoruz.
Önderimiz hayatta. Sanata, daha doğrusu bugün sanat denilenlere karşı tavrı ne
olurdu peygamberimizin?
Hz. Ebûbekir
veya Hz. Ömer devrindeyiz. Bu halîfelerin televizyon karşısında film
seyrettiklerini veya bir sanatçı(!) şarkı söylerken onu dinleyip izlediklerini
düşünebilir misiniz? Bu soruları, benzer şekilde çoğaltabilirsiniz. Eğer onları
tanıyorsanız ve yalancı şâhit değilseniz cevabınız çok nettir. Peki niçin?
Onlar mı hidâyet üzere, bugünkü toplum ve sanat mı? Biz kimi örnek alır, kimin
yolundan gidersek kurtulabiliriz? Peki, onların hükmettiği devlet olsaydı ve biz
de câhiliyye hükmüyle değil; onların uyguladığı şeriatla idare edilseydik,
sanat anlayışımız bugünkü gibi mi olurdu? Toplumda nelere sanat, kimlere
sanatçı denirdi?
Tarihi
değiştirmek mümkün değil; olan oldu, geçen geçti. Fakat, biraz daha yakınlara
gelip düşünelim: Osmanlı, batının kucağına oturmasaydı, Tanzimat olmasa,
Cumhuriyet ilân edilmeseydi, meselâ klasik Osmanlı idaresi Fatih dönemindeki
gibi devam edip bugünlere gelinseydi; bale, opera gibi sanat(!)lar bir tarafa,
klasik batı müziğini, her şeyiyle hafif olan hafif müziği, eşek dansını,
bugünkü çirkef sinemayı... sanat kabul eder miydik? Rejimin bu sanatları,
gümrüklerden ambargo koymadan geçirmesini bekler miydik? Bu sanatların(!)
etkisinde kalır mıydık? Demek istiyorum ki,
sanat anlayışı, düzenle direkt
ilgilidir.
Meselâ
Kanuni'nin, o dönem Fransa'sında ilk defa yaygınlaşmaya başlayan,
kadınlı-erkekli, adına modern dans denilen sanata(!) karşı tavrını bilirsiniz.
Kendi ülkesindeki insanlara, müslümanlara bu hastalığın bulaşmaması için
Fransa'ya ültimatom veriyor, bu sanatı yasaklamazsa Fransa'ya savaş açacağını
sert bir dille söylüyordu. O zaman dünyayı Osmanlı yönlendirdiğinden, hemen
yasak işliyordu. Şimdi batı ve Amerika'nın yön verdiği dünyada, bu ülkelerin
"bizi taklit edin!" ültimatomuna gerek kalmadan bu tür hastalıklar
yayılabiliyor, tarih tersine tekerrür ediyor.
Her düzenin
kendine uygun bir sanat anlayışı vardır. Düzen, her şeyiyle gelir. T.C.
kurulduğunda halkın sanat anlayışını da değiştirmek için imkânlarını seferber
etti. Savaştan çıkmış halkın yiyecek ekmeği olmadığı 1920'li yıllarda yeni
rejim, yurdun dört bir yanına heykeller dikmeyi, sık sık balolar tertip edip
oralarda çeşitli sanatları sergilemeyi, kilise müziğine benzer müziği
yaygınlaştırmayı, opera ve baleyi batıdan ithal edip emrine genel müdürlük
vererek devletin himâyesine almayı öncelikli görev bildi. Çünkü
"cumhurbaşkanı olmak kolaydı, ama sanatçı olmak, sanatçı yetişmek
zordu." Devlet de, bu zor(!) görevleri başardı. Kurtarıcılar, halkı
İslâm'dan kurtarabilmek için batının heykelinden müziğine her sanatını ithal
etme kahramanlığını şanla yerine getirdiler. Devrimler önce sanatta ve sanat
anlayışında gerçekleştirildi. Bu da tabiîdir. Her inkılâp, kalıcı olmak için
sanatı kendi yanına ve hizmetine alır. Fetihler (veya işgaller), önce sanatla
ve sanatta yapılırsa başarı oranı büyük olur.
T.C. Rejimi,
meselâ devlet edebiyatı, devlet şiiri diye bir kurum değil; Devlet Opera ve
Balesi, Devlet Tiyatroları, Devlet Konservatuarları, sadece resim ve heykelle
uğraşan Devlet Güzel Sanatlar Akademisi gibi kurumlar oluşturmuştur, hem de
1920'li yıllarda. Rejimin anlayışına hizmet eden sanatçılar "devlet
sanatçısı" unvanını alır, devletin himâyesine girer. Devlet, kendi seçtiği
branşlardaki kendi sanatçılarına maddî yardımlarda bulunur. Sanatla
uğraşanların bazıları zindanları boylarken, bazıları da düzenin sağladığı tüm
imkânlardan sonuna kadar yararlanır. Önce şunu belirtelim: Sanatın devletçe
korunması sanat açısından da son derece olumsuz bir durumdur. Devletin sanatı
destekleyeyim derken, kısırlaştırdığı, en iyisi şöyle dursun, sanatçının en
kötüsünü tuttuğu hemen her ülkede çok görülmüştür. Sanat açısından olaya
baktığımızda, bazılarının desteklenmesi, diğer sanatçıların aleyhine yarışın
neticelenmesini sağladığı gibi, dalkavuk sanatçıların artmasına, sanatçının
duraklamasına sebep olur. Sanat, rejimin emrine girdikçe kaybolur. Bir
borazandan farkı olmaz. Sonra hangi hükümet, sanatçının gerçeğini sahtesinden
ayırt edebilecek yetenektedir?
Ama kasıt
bellidir. Söylemezler söyler, yazmazlar yazar, çizmezler çizer, bilmezler bilir
kabul edilmeli, rejime payandalar oluşmalıdır. Gerçek sanata giden yol
tıkanmalı, hakiki sanatçının yetişeceği ortam oluşmamalı, bal vermez arılara
fakir fukarânın parası bol keseden dağıtılmalıdır. Tâ ki, rejim güçlensin.
Yoksa sanat-manat düzenin nesine?
Müslüman
sanatçı için hiçbir altyapı yoktur bu rejimin gölgesinde. Müslümanlar adına
sanat diye ortaya konulanlar, ya birer çocuk oyuncağı cinsinden şeyler, ya da
yabancı malzemeyle, yabancı öğelerle iğreti bir İslâm kılıfı giydirilmiş aslı
bize âit olmayan şeylerdir.
Hedefini
yitirmiş, boşvermiş insanların toplumudur câhiliyye. Yaratılış sebebini
bilmeyen insan, niçin yaşadığını da bilmeyecektir. Ot gibi yaşayacak, amaçsız,
idealsiz bir hiç olarak yaşadıktan sonra, anlayışına göre yine bir hiç olacak,
toprağa karışacaktır. Bazıları daha idealisttir. Kendilerine göre bir ülküleri
vardır. Bu ülkünün başında kendisi, egosu, olduğundan savunur idealini. Kendi
menfaati, kendi vatanı, kendi ırkı, kendi tarihi, kendi coğrafyası, kendi
rejimi, kendi prensipleri, kendi takımı, kendi şarkıcısı, kendi sanat...
Bunların ne kadarı tümüyle kendine âittir; orası ayrı bir konu. Ama o aslında
ben merkeziyetçilikle kendini putlaştırmaktadır (Bkz. Furkan, 43). Rabbını da
kendini de tanımamıştır. Bazıları ise ezilmiş, sömürülmüş, kandırılmıştır.
Kendinde ilâhlık göremeyecek darbeler yemiştir. O da piyasadaki ilâhların bir
veya birkaçına kul olacaktır. Câhilî insan için kaçınılmaz bir durumdur bu.
İnsan, Allah'a hakiki anlamda iman etmiyorsa, ya kendini güçlü görüp ilâhlık
taslayacak, ya da kendi üzerinde ilâhlık taslayanları kabul edip onların
kulluğuna girecektir.
Câhilî
toplumlarda sanatkâr ilâh taslağıdır; Sanat da. Sanatçının ilâhlık iddiâsına
câhiliyyenin sanat anlayışında, yaratma konusunda temas ettik. Sanat nasıl ilâh
olmaktadır?
Laiklik ayrı
bir din (daha doğrusu, çok dinlilik) olduğundan, müslümanın laik olması
düşünülemez. "Onun her şeyi, namazı, ibâdetleri, hayatı, ölümü, hepsi
âlemlerin Rabbı Allah içindir. O'nun ortağı yoktur. Böyle emrolunmuştur." (En'âm,
162-163). Elbette müslümanın sanatı da Allah içindir. Sanatta yasakları ve
tavsiyeleri Allah belirler. Mü'min her konuda O'na kulluk eder, itaat eder.
Batıdaki tüm
yanlışlıklar aynen ithal edilecektir ya, 1804’de Benjan ve 1828 yılında V.
Cousin'in ilk defa kullandıkları "sanat, sanat içindir" ifâdesi, çoğu
sanatla uğraşanlarca bir nass gibi benimsenmiştir. Sanatçının sosyal görevine
inanan romantizme tepki olarak doğan bu anlayışa göre "ahlâk ve
yararlılıkla uğraşmayan ve saf güzelliğin peşinde koşan sanatın, kendine has
bir amacı olmalıdır. Sanat ve estetik kuralların dışında başka bir şey sanata
gâye olamaz. Sanatın kurallarını ve amacını yine sanat belirler." Görüldüğü
gibi bu anlayış, sanatı putlaştırmaktan başka bir şey olmadığı halde, gâyesini
yitirmiş son dönem Osmanlı ve T.C. sanatçılarının önemli bir çoğunluğunun,
uğruna mücâdeleleri göze aldıkları inancı oldu. 19. Yüzyılda bir delinin kuyuya
attığı taşı çıkarmak veya o taşı orada tutmak için ne fikrî savaşlar verildi,
ne kan gibi mürekkepler döküldü bir bilseniz... "Sanat sanat
içindir", "yok, değildir"...
Amaçlarla
araçları günümüz insanının çok defa karıştırdığına önemli bir örnektir bu, aynı
zamanda. Bir şey, kendisi için nasıl olur? Sanat gâye olabilir mi? Tefekkürü
yitiren, Allah'ı unutan insan, inanacağı bir gâye, bir ilâh bulacak elbet. En
güzel araç bile amaç olduğunda tüm değerini kaybeder, bir felâket sebebi olmuş
olur amaçlaştıran için.
Sanat sanat
içindir ifâdesi artık değerini büyük oranda kaybetti. Artık her amacın sanatı
soysuzlaştıracağı tezini işleyen pek kimse kalmadı. Dâvâsız, idealsiz bir
sanatın sanat olmaktan çok hevâ denen nefsin arzularının dışa vuruşu olduğunu
söyleyebiliriz. Müslüman olarak, sanatı daha çok, hakkın ortaya konulması ve
haksızlığa karşı çıkılmasının estetik tarzda, güzel şekilde icrâ edilmesi
olarak düşünmemiz gerekir.
Yukarıda
câhiliyye insanı için söylediklerimizin bir benzerini sanat için de
söyleyebiliriz: Allah için sanat anlayışı olmayınca, ya sanatın kendisi ilâh
yerine geçecek, ya da sanat, piyasadaki ilâhların(!) birine hizmet edip onun kulu olacaktır. Bugün
sanat, kendisi putlaştırılmıyorsa; emperyalizm, düzen, fuhuş, moda, sanatçı...
gibi ilâh taslaklarının hizmetinde bir kuldur.
Sanatın genel
olarak putlaştırılması gibi, sanat dallarının çoğu, hem de birkaç yönden put
görevi üstlenmiştir.
Heykellerin
ve bazı resim, hatta fotoğrafların put olduğunu bilmeyen yoktur. Tâğutların
resim ve heykelleri böyle olduğu gibi, sâlih insanların heykel veya resmi bile
olsa, saygı duyulur, tâzim edilirse put olmaktan kurtulamaz. Hz. İsa'nın, Hz.
Meryem'in heykel ve resimlerinin bu konumda olduğunu hepimiz biliyoruz.
Müzikten
başlayalım isterseniz. Müzik, yani mûsiki "Mûsa'ların sanatı"
anlamındaki Yunanca "musike"den. "Mûsa", bildiğimiz
peygamber Hz. Mûsâ değil. Mûsa, Yunan mitolojisinde yüce sanatların perisi olan
dokuz tanrıdan her biri. Okunuş şekli müz. Müz, tanrı adı. Yunanlılar mûsiki
sanatını insanlara hediye eden ve onu koruyan bu tanrının varlığına
inanırlardı. Müzik kelimesi de "müz tanrıçasına âit olan" demek.
Kelime oradan türemiş.
Müzik
seslerini göz önünde canlandırmak için nota denen kararlaştırılmış
işaretler kullanılır. Müslümanlarda ve
eski Türklerde çok değişik notalar kullanılmakla birlikte, bugün bunlar
unutulmuş, sadece batı notaları kullanılır olmuştur. Do, re, mi... Bu batı
notalarının Yunan tanrılarının adlarının ilk heceleri olduğu ileri sürülür. Genel
kabule göre ise Guid Arenzo, bu adları Aziz Johannes Batista ilâhisindeki
mısraların birinci hecelerinden alarak notalara isim takmıştır. Görüldüğü gibi
bu notalar, ya putları çağrıştıran heceler, ya da hıristiyan dinî müziğinden
alınan parçalardır.
Sanatçıların
bir topluluk önünde müzik parçalarını çalması ya da söylemesi demek olan
konserler 17. yüzyılın sonlarına kadar tek-tük saraylarda icrâ edilenleri
saymazsanız, sadece kiliselerde verilirdi. Konserler, kilise ile ortaya çıkmış,
onunla bütünleşmişti.
Bugünkü
Klasik Batı Müziği, büyük ölçüde kilise müziğidir. Oratoryo müziği de denen bu
dinsel müzik, batı müziğinin diğer şûbelerinde de açık etkisi olan
yaygınlıktadır. Mozart ve Bethoven'in en meşhur eserleri kilise müziği
tarzındadır. Klasik Türk Müziğini, batıda müzikle uğraşanlar bil bilmez, ama
Klasik Batı Müziğini evinde veya televizyonu olan bir köylü bile bilmekte,
şurada burada insanlar kulak vermek zorunda kalmaktadır.
Belirli bir
konusu olan ve orkestra eşliğinde oynanan müzikli sahne oyunlarını, bunca
devlet teşvikine rağmen putlu azınlığın dışında kim seyreder, kim dinler
bilemiyor, zevkin de böylesine şaşıyorum. Operadan bahsettiğimi anlamışsınızdır
herhalde. Operanın kökeni Ortaçağda oynanan dinsel oyunlara dayanır.
Bir hikâyeyi
müzik eşliğinde, dans ve hareketlerle, ama ille de çırılçıplak denilecek bir
şekilde anlatan sahne sanatına da bale deniliyor. Böyle bir sanatın(!)
müslümanlar tarafından icat edilmesini tabii ki bekleyemezsiniz. Balenin eski
Yunan, Roma ve Mısır'da dinsel nitelikli danslardan doğacağını tahmin
ederseniz, bu tahmininiz doğrudur. Bale, dinî âyinlerdeki danslardan gelişerek
bugüne gelmiştir.
Dans:
Bir
ya da birçok kimsenin müzik eşliğinde, ya da müziksiz olarak yaptığı vals,
tango, rock gibi türleri olan az-çok kurallara bağlı hareket ve adımlar dizisi.
İlkel kabilelerde büyü ve dinsel gösteri için danstan yararlanılırdı. Dinî âyin
ve törenler dansla yapılırdı. Giderek çok tanrılı dinlerde tapınmanın önemli
biçimlerinden biri oldu.
Eski çağ
uygarlıklarında dans, hemen her zaman dinsel ve kutsal amaçlıdır. Bir tanrının
(özellikle Bocchus adlı tanrının) onuruna düzenlenen şenliklerde yapılan dans,
yeni burçları karşılamak için yapılan dans, Mısırlılar, Babilliler, Asurlular
ve Perslerin yıldızlar dansı, dansın dinî kökenli oluşunun örneklerindendir. Bu
ve daha birçok toplumlarda danslı âyinlerin varlığını gösteren birçok delil
vardır. Savaş dansı, hasat dansı gibi dans çeşitlerinde de dinsel dansın etkisi
vardır. İbrânîler, yalnızca dinsel törenlerde yer alan bir dans geliştirdiler.
Rivâyete göre Mûsâ (a.s.) kendilerini Kızıldeniz'den geçirdikten sonra
Yehova'ya dans ederek şükrettiler. Câhiliyye Araplarının da dinî töreni,
ibâdeti, yani namazı dansa benzemektedir: "Müşriklerin namazı, Kâbe
civarında ıslık çalmak ve el çırpmaktan ibârettir." (Enfâl, 35)
İlk
dönemlerdeki hıristiyanlar da dansı tapınma amacıyla kullandılar. Ne var ki,
yedinci yüzyılda hıristiyanlar Roma döneminde saygınlığını yitiren dans
biçimlerinden dolayı, dansı kilise etkinliklerinden uzak tutmaya çalıştılar.
Fakat bazı katedrallerde dans kutsal günlerde âyinlerin bir parçası olmayı
sürdürdü. Paskalya sırasında delikanlılar mihrabın önünde dans ederek tanrıya
olan bağlılıklarını dile getirirler.
Doğuda da
eski zamanlardan beri dans yaygın olarak dinsel amaçlar için kullanıldı. Doğuda
dansın en eski ve en gelişmiş biçimine Hindistan'da rastlanır. Bazı
tapınaklarda hâlâ "tanrının hizmetçileri" anlamına gelen
"devadasi"ler bulunur. Yıllarca tanrılara hizmet etmek için eğitilen
bu kadınlar hayatlarını dinsel törenlerde şarkı söyleyerek ve dans ederek
sürdürürler.
Anadolu'da
yaşayan Türklerde dans, esas olarak Şamanlığın etkisiyle ortaya çıkmıştır.
Şamanizm dininde ruhlarla (tanrılarla) ilişki kurabilmek için düzenlenen dinî
törenlerde şaman denilen din adamı hem oyuncu, hem dansçı, hem de şarkıcıdır.
Şamanın
yaptığı dinî tören dansı ile Anadolu halk oyunları (folklor) arasında önemli
benzerlikler bulunmaktadır.
İslâm
dininde, kendinden önceki dinlerle bağlantılı olduğu kabul edildiğinden dans meşrû
görülmedi. Buna rağmen mevlevîlik gibi bazı tasavvufî tarikatların dans ve
müzik anlayışından doğan semalar ortaya çıktı. Semalarda ilâhîler söylenir,
özel elbiseli dervişler (semazenler) sol avuçları göğe, sağ avuçları yere dönük
bir şekilde dönerek dans ederler. Aynı zamanda bu dansı ibâdet kabul ederler,
sevap umarlar. Semalarda kullanılan birçok dans öğesinde daha önceki uygarlık
ve dinlerin etkisi olduğu söylenmektedir.
Sinemaya gelince...
Dünya Washington'dan daha çok Los Angeles yakınlarındaki bir kasabadan
yönetilmektedir desek abartmış mı oluruz acaba? Hollywood'dan bahsediyorum.
Holywood (l'yi şeddesiz kabul edin); anlamı: "Kutsal orman". Film
şirketlerinin ve aktör-aktristlerin yaşadığı orman. Yani hayvanat (pardon,
insanat) bahçesi. Orman, ama kutsal (holy). Çünkü sinema herkesi etkileyen,
kuşatan kutsal bir görevde. Artık insanların çoğu Kâbe'ye çevirmiyor yüzlerini,
Beyaz Cama, Beyaz Perdeye, Beyaz Saraya çeviriyor.
Edebiyatın,
şiirin putların hizmetindeki durumu, Kur'ân-ı Kerim'de Şuarâ (şâirler)
sûresinde beyan edilmiş: "... Şâirlere gelince, onlara da sapıklar
uyarlar. Onların her vâdide şaşkın şaşkın dolaştıklarını ve gerçekte
yapmadıkları şeyleri söylediklerini görmedin mi? Ancak iman edip sâlih/iyi
ameller işleyenler, Allah'ı çok zikredenler ve zulme uğratıldıklarında
kendilerini savunanlar başkadır. Zulmedenler, hangi inkılâba döndürüleceklerini
yakında bileceklerdir." (Şuarâ, 224-227)
Mimarî:
Tapınağa
dönüşen türbe ve kümbetlerin durumunun İslâm'ın yasak kapsamı içine girdiğini,
mimarinin de putlaşabileceğini ifâde edelim.
Bazı
sanatların ilk çıkışlarında veya sonradan mitolojik tanrılarla, putlarla veya
bâtıl dinlerle ilişkisi müslüman açısından şu yönüyle önemlidir: İslâm, bâtıl
dinlere, o dinlerin ibâdet ve âyinlerine benzeyen şeyleri haram ve küfür kabul
etmiş, yasaklamıştır. Hele insanı şirke yaklaştıran, putlaştırılan konularda
çok hassastır dinimiz.
Bazı sanat
dallarının tarihte putlarla, bâtıl dinlerle ilgisi olabilir; ama günümüzde bu
durum sözkonusu olmadğından bunun ne önemi var, denilebilir. O zaman biz de
günümüzde âyin yerleri haline gelmiş, müzikholleri, müzik ilâhlarının(!) önünde
huşû ile eğilen kulları, bir el hareketiyle alkış veya dans şeklinde cemaat
halinde yapılan tapınmaları, ibâdet coşkusuyla kendinden geçen, ayılıp
bayılanları, yani sanat dininin günümüzdeki durumunu gösteririz. Renkli basında
veya TV.lerin eğlence programlarında meşhur sanatçılardan bahsedilirken, onlara
yeryüzünde benzeyen eş varlıklar bulunamaz. Onlar göklere çıkartılır.
"Yıldız"dır, "star"dır onlar; "sanat güneşi"dir.
(Belki bu sıfatlar da gök cisimlerine tapan topluluklardan miras kalan
isimlendirmelerdir.) Bunlar da yetmez. Açıkça gençliğin seks ilâhesi, müzik
tanrısı gibi tanrılık unvanları resmen verilir. Öyle ya, Türkiye gibi müslümanların,
nüfusun % 99'unu teşkil ettiği iddiâ edilen bir yerde, meselâ Sultan Ahmet
Câmiinde yatsı namazında yüz kişiyi bulamazken, otuz-kırk bin kişi bir
stadyumu, dilinden de anlamadığı bir batılı zibidi veya fâhişeyi dinleyip
seyretmek için gecenin geç saatinde doldurabiliyorsa, nüfusun müslümanlara
oranı da, ibâdet konusu da düşünülmeye değer değil midir?
"Müslümanım" diyenlerin yarısından çoğu namazsız-niyazsız
yaşayabiliyorken; müziksiz, kasetsiz, T.V.siz yapamıyorsa, "en büyük filân,
başka büyük yok!" diye sanatçının büyüklüğünün ilanı, ezan seslerindeki
"Allahu Ekber" ifâdesini çoktan bastırıyorsa, kitlelerin dini ve bu
dinde sanatın rolü tekrar sorgulanmalı değil midir?
Sanatın
putlaştırılması durumunda İslâm'ın ve müslümanların tavrı çok kesindir:
Hz. Süleyman
döneminde, put görevi üstlenmediği ve sadece sanat eseri olduğu anlaşılan
heykele (timsâl) hoş gözle bakan, eleştirmeyen Kur'an'ın (bkz. Sebe', 13),
İbrâhim (a.s.) döneminde put görevi üstlendiği için ateşe atılma pahasına
devrilmesini, put-heykellerle mücâdeleyi emrettiğini hatırlayalım. Aynı timsâl
(heykel) kelimesini Kur'an bu sebepten tavır alarak ifâde eder: "İbrâhim
babasına ve kavmine: 'Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz heykeller nedir
böyle?' demişti." (Enbiyâ, 52). Yine aynı heykelin Peygamberimiz
döneminde put haline dönüştüğü, saygı duyulduğu için onları devirmek,
yeryüzünden onları kaldırmak için savaşların göze alındığı bilinir. (Din aynı
din, heykel aynı put; ama müslümanlar...)
Hz. Ömer
devrinde fethedilen İran'da dünyaca şöhreti olan, paha biçilmez kıymette,
dillere destan sanat şaheseri bir halı vardır. Hz. Ömer'e götürülen
ganimetlerin arasında o halı da mevcuttur. Herkes Hz. Ömer'in o halıyı kime
vereceğini, nerede kullanacağını büyük bir merakla beklemektedir. O, gözlerde
çok büyütülen, çok fazla sevilen böyle bir halının putlaştırıldığını,
dolayısıyla sanat eseri ve güzel olma vasfını kaybettiğini iyi bildiğinden bu
eşsiz halıyı et doğrar gibi bir-iki santimetrekarelik küçük parçalara böler.
Onu ele geçiren ashâba taksim eder, dağıtır. Bu büyük bir sanat eserine
hakarettir, alay etmedir, doğru. Bir doğru daha var ki, din putlaştırmaya giden
yolları böyle keskin kılıçla kesmeyi emreder. Yine aynı zâtın, altında birçok
meşhur ashâbın bey'at ettiği Kur'an'da anlatılan (Fetih, 18) ağacın, sonradan
saygı duyulup onun arkasında namaz kılınmaya başlandığını, ziyâret edildiğini,
kutsandığını görünce hemen ağacı kökünden söktürüp yaktığını ve buna hiçbir
sahâbînin itiraz etmediğini hatırlayalım.
Bugünkü bazı
mezarlar (yatırlar) ve türbelerin tapınak halini görseydi o Fâruk, kılıcını
sadece bu mimarî yapıları yıkmaya değil, "müslümanım" dediği halde
buralardan kurtuluş bekleyen, adaklar adayıp duâlar eden, türbeleri mescid
(tapınak) yapan, ölü ve mezar kullarının kellelerini devirmeye de kullanırdı.
İlâhlaştırılan,
tapınılan sanatçılara karşı, putlaştırılan sanat dallarına karşı müslüman;
fârûkî tavrını, tevhîdî bilincini göstermek zorundadır.
Günümüzde
sanat deyince akan sular durur. Bazı açıkgözler çirkefliğe sanat damgasını
vurunca, artık ayıp, günah, yasak hiçbir uyarının önemi ve yaptırım gücü
yoktur. Sanat denilince her şey mubahtır. Sanat
dininde haram diye bir hükme rastlanmaz. Çağdaş insan, sanatın kutsallığına inanmalıdır; sanatçıların da
ulûhiyetine. Eskiden olduğu gibi, "dinin sanatçısı" yoktur artık;
"sanatçının dini" vardır; özel bir din, sanat dini.
Bir de
elfâz-ı küfür meselesi var. Sinema filmleri ve tiyatro sahnelerinde
müslümanların gözü önünde pervâsızca en galiz küfürler, dinle alay etmeler ve
söyleneni, tepkisizce dinleyeni küfre sokan sözler. Hele müzik parçalarının
önemli bir kısmında feleğe, kadere çatılan, Allah'a şirk koşulan sözler...
Yer yer
"Allah" lafzı, sarhoş ağız ve kulaklara meze. Allah adını haram
eğlencelere katmak, haram söz ve işlerin arasında, içinde Allah adı geçen,
meselâ "Allah Allah" şarkısı söylemek... Allah'la alayın bu
derecesini Ebû Cehil'lerde bile göremezsiniz. Terbiyesizliğin, cür'etin, küfrün
bu kadarını, İsa heykelinin önünde şuh danslarla şarkı söyleyip soyunarak İsa
heykelini dirilten(!) kliplerle şöhret olan Madonna bile gösteremez. Peki,
bunları zevk alarak dinleyen, içinde küfür lafızlarının geçtiği arabesk veya
diğer müzik parçalarını, bir müslümanın Kur'an'dan aldığı hazza benzer bir
coşkuyla dinleyip seyredenler kimler? Bunların durumu, hükmü? Ya bu cinâyetlere
katılmamakla övünen, imanları elinden alınan zavallı kalabalıklara kurtarıcı
mesaj veremeyen müslümanlar!
Peki, sanat
hep emperyalizmin emrinde bir uyuşturucu, fuhşun hizmetinde haram bir oyuncak
ve şirk vesilesi çirkin bir put mudur? Elbette hayır! Bunlar, gerçek sanat
değil, sanatın düzmecesidir, sanatın istismarıdır. Sanat sanat ise eğer, ne
putlara, ne haramların herhangi birine âlet olacak, ancak "güzel"
hükmünü alacaktır.
Güzellik
fıtrî bir özelliktir. Güzel Zât’ın
güzel olarak yarattığı insanın, güzeli gören, güzelden zevk alan rûhu, etrafta
güzeli arar, bulur. Güzel, herkes için ihtiyaç duyulan bir hoşnutluk, bir haz
duyma ve kesin hüküm verme işidir. Güzelliği açıklamak, onu yaşamak, onun
heyecanını içinde duymaktır. Her insanda güzellik duygusu bulunmakla beraber,
onun uyanması güzel bir esere ihtiyaç gösterir. Duygular, meydana çıkmak ve
gelişmek için kendilerini uyandıracak vâsıtalara muhtaçtırlar. Güzel eserler
içimizde bir âhenk duygusu uyandırdıkları için huzur, sükûn ve saâdet hissi
doğururlar. Çünkü “güzele bakmak, güzeli düşündürür; güzeli düşünmek de insana
huzur verir.”
İnsan, hele
duygulu ve uyanık gözlerle bakarsa ilk anda “güzel”i fark eder. Bu idrâk,
düşünmeden, kendiliğinden oluşan bir duygudur. Güzelliğin kendisini isbata, bir
sebebin yardımına ihtiyacı yoktur.
“Güzel ve
güzellik nedir, ne değildir”le ilgili, felsefe, “estetik” başlığıyla incelemeler
yapmış, neticelenmeyen nice
tartışmalara öncülük etmiş;
elbette bir sonuca da ulaşamamıştır.
Güzel kavramı, zihinle beraber, ondan daha çok psikolojik sistemlere dayalı
olduğundan matematik gerçekler gibi kesin yargılarda bulunmakta zorlanılıyor.
Matematikte iki kere iki dört eder, ama sanat ve güzellik kavramı sözkonusu
olduğunda iki kere iki dört mü eder, on dört mü, haydi ayıklayın pirincin
taşını. Kimine göre öyle, kimine göre böyle. Güzellik, psikolojik sistemlere
dayalı olduğundan herkese göre değişen ne olduğu belirsiz, sınırları insandan
insana değişen bir değer yargısı mıdır?
Güzelin
ölçüsü müslümana göre bellidir: Cemîl/Güzel olan Allah’ın hükmü. Güzel,
Allah’ın güzel dediğidir. Bütün fıkıh usûlü ile ilgili kitaplarda “husün-kubuh”
(güzellik-çirkinlik) konusu işlenir. Bu konuda görüşler şöyle özetlenebilir:
“Güzel olan Allah, sadece güzel olan şeylerin yapılmasını emreder” veya “güzel
olan Allah’ın emrettiği her şey güzeldir.” “Allah sadece çirkin şeyleri
yasaklar” veya “Allah’ın yasakladığı her şey çirkindir.”
“Şüphesiz ki Allah güzeldir, güzeli sever.” (Müslim, İman, 1/93; İbn Mâce, Duâ, bâb
10) hadis-i şerifi de,
bu konuda müslümanlar
açısından çıkış noktası
kabul edilmiştir. Allah’ın emrettiği “ihsân”ın bir anlamı da
güzelliktir. İslâm, düşüncenin, hareketin, duyguların, sözün, sesin,
davranışın, kısacası her çeşit ibadetin, yani her şeyin en güzelini ister.
Haramlar
güzel olamaz. Duyular, duygular yanılabilir. “Sizin için daha hayırlı olduğu
halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi
sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, halbuki siz bilemezsiniz.” (Bakara,
216). Nefisle, arzu ile, hevâ ile, câhiliyyenin çirkeflikleriyle kirlenmiş ve
fıtratı bozulmuş, selîm olmayan akılla güzelin tanımı ve ölçüsü tesbit edilmeye
kalkılırsa, insan putlaştırılmış olur. Haram olduğu halde güzel zannedilenler,
gerçek güzelden insanı alıkoyan yapay/sanal güzellerdir; daha doğrusu
hallüsinasyonlardır. “Şeytan onlara yaptıkları işleri zînetlendirip güzel
gösterdi ve onları yoldan saptırdı.” (Ankebût, 38)
Haram olan
bir şey, müslümana göre güzel değildir. Çünkü müslümanın ölçüsü, duyuları ve
duyguları değildir. O, duygularının, hevâsının kulu değil; Allah’ın kuludur.
“Hoşlandığı ve hoşlanmadığı” her konuda Rabbına itaat edecektir. İmanı
nispetinde duyu ve duygularını da selîm/sağlam kılacak, onları da Rabbına
teslim edecek, o zaman nefis de mutmain olacak, Rabbının emirlerinden râzı ve
hoşnut olma seviyesine çıkacaktır. Bu, benliğini kaybetme değil; aksine,
bulmadır. Bu, yok olma değil; Allah’ta var olmadır, kâmil insan olmadır.
Güzelleştiren
Allah, güzeldir ve güzellikler O'nun cemâlinin vasfıdır. O'nun güzelliği de
yaratıklara benzemez. İnsanları etkileyen sanat eserleri, mûcizelerin gücü,
hârika ve fevkalâde olayları yaratan da Allah'tır. Evrendeki her şeyde
güzellikler açık veya kapalı bir şekilde görülmektedir. Güzel olan Allah'ın
yarattığı varlıklar, ya bizzat güzeldir veya sonuçları yönüyle güzeldir.
Allah'tan daima güzellik zuhur eder.
Kötü ve
çirkin, şeytanın ve insan nefsinin ürünüdür (Nisâ, 79). Allah, yaratıcıların en
güzelidir (/Mü'minûn, 14; Saffât, 125). Allah, hüküm verme bakımından da en
güzel olandır. Rızkın en güzeli de Allah'tan gelir. O, rızık verme bakımından
da en güzeldir (Talâk, 11; Hûd, 88; Hacc, 58; Nahl, 75). Var ettiklerine en
güzel boyayı vuran da Allah'tır (Bakara, 138). Güzelin kaynağı ve tüm
güzelliklerin sergileyicisi olan Allah, insandan da güzellik sergilemesini,
yani ihsanı emreder: "...Allah sana ihsân ettiği gibi, sen de
(insanlara) ihsân (iyilik) et..." (Kasas,77)
Câhiliyye
insanı, bakmasını bilemediğinden, Allah’ın nuruyla bakamadığından, gözlerinde
perde bulunduğundan evrendeki güzellikleri göremez. O, kendine göre, yapay bir
güzel peşindedir. Müslüman
ise, güzelliği yaratanı
bildiğinden, güzeli keşfetmeye
tâliptir. Eşyanın güzelliğinde hakiki güzelliğin tecellilerini anlar
müslüman. O, mutlak güzellik peşindedir. Allah’ın cemâl sıfatının tecellilerini
görerek hayran olur. Güzellik mutlak olduğu için, yaratılışta, Allah’ın
yarattıklarında çirkinlik yoktur.
Çirkinlik,
itibârîdir, görecelidir. Birinin çirkin dediğine bir başkası sevgi gözüyle
bakıp sevebildiği zaman güzellikler bulabilir. Allah, kötü ve çirkin bir şey
yaratmamıştır. Bir şeyin çirkinliği ve kötülüğü kullanıldığı yere göredir.
Meselâ, hayvan gübresi genellikle pis bir şey diye görülür. Fakat gübreyle
meyveler, sebzeler büyür, gelişir. Bu açıdan ele alınınca gübrenin bir lütuf ve
nimet olduğu ortaya çıkar. Ama birisi gübreyi alıp üstüne başına sürmüşse, o
zaman, ona pis demek yerinde olur. Tarlasına, bahçesine gübre çeken bir çiftçi
bu haliyle hiçbir zaman pis değildir.
Güzellik de,
bakılandan ziyâde bakana, görene, duyana ait bir özelliktir. Güzelliği gören
göz, güzelden zevk alan ruh olmasaydı güzellik neye yarardı? Öyleyse, güzele
bakmak güzeldir.
Boşvermiş
gençlerin haramları basite, hatta alaya alan Bektaşî mantığıyla söylediği bu
sözü duymuşsunuzdur: "Güzele bakmak sevap!" Tabii, onların güzelden
neyi anladığını irdelemek gerekir. Aklı, fikri, anlayışı yukarılarda (hayır,
kafasından yaklaşık bir metre aşağılarda) olanların güzel denince anladıkları
bir hanımın fizikî güzelliğinden başka şey olmayabilir. İnsanın fizikî güzelliği
ise güzellikten sadece bir parçadır. Hem de geçici, göreceli, aldatıcı, yalancı
bir parça. Şâirin biri, sadece dış güzellikten hoşlananlara, hoşlanılanın
ağzından şöyle der:
"El oğlu
benim etimi-budumu beğenmiş, neylersin?
Ulan sen et
değil, kemik istersin!"
Hayvanî bir
beğenmedir bu. Güzelliğin o kadarını hayvanlar bile fark eder. İnsanî güzellik
daha derin, daha rûhî, daha kalıcıdır.
"Güzele
bakmak sevaptır" sözünün kullanılış amacı yanlıştır. Ama bu söz, anlam
bakımından tümüyle doğrudur. Güzele, güzel bir niyetle ve güzel bir şekilde
bakmak ibâdettir, sevaptır. Yalnız unutmamak gerekir ki, güzelin tanımında
güzel yoldan sapmamak, sınırı (hudûdullah) aşmamak esastır. Yine bilmeli ki,
daha güzeli elde etmek için az güzeli terk etmek (3/Âl-i İmran, 92; 2/Bakara,
155) veya onu tahdit etmek, sınırlandırmak gerekir. Zevk aldığımız, güzel
gördüğümüz şeylerden sınırsız bir şekilde yararlanılmasının çok çeşitli dünyevî
ve uhrevî zararlara sebep olacağını, bunların imtihan vesilesi olduğunu herkes
bilir veya bilmelidir.
Ölüm
olmasaydı, ölümden sonraki hesaba çekilmekle başlayan hayat olmasaydı... O
zaman her şey anlamsız ve boş olurdu; güzeller ve güzellikler bile. Evet, ölüm
olmasaydı o zaman nefse hoş gelen, sınırlarını hevânın veya çevrenin çizdiği güzellerin
!) ve güzelliklerin(!) belki bir değeri olurdu. O zaman dünya sadece eğlenmek
ve zevk almaktan ibaret olabilirdi. Ama ölüm var, hem de evet, güzel olan ölüm
ve ölüm ötesi güzellikler. O halde tüm yapay ve sanal güzellikleri, bütün sahte
ve fâni güzellikleri o gerçek güzellik uğrunda fedâ etmeye değmez mi?
Yine,
konumuzla ilgili halk arasında yaygın, atasözü halini almış ate sözlerinden
bir-iki örnek verelim: "Zevkler ve renkler tartışılmaz!"
İnsanın arzusu ilâh kabul edilirse, tabii ki tartışılmaz. Hangi şeyden zevk
alıyorsa saygı duyarsın, karışamazsın. "Ben zevkime karıştırmam. Özgürlük
var. Zevk değil mi, herkesinki farklı olabilir, kimse kimsenin zevkine
karışamaz." Bütün bu anlayışlar, hümanizm denilen insana tapma dininin
iman esaslarından. Bu hümanizm dinine göre, zevklere sınır da konulamaz, güzel
yönler de gösterilemez. Zevkleri kim tahdit edecek, onlara kim hedef
gösterecek? -Hâşâ- insandan büyük başka ilâh mı var?
Bu tür
vecize(!)lerle insanların zevkleri de yozlaştırılıp emperyalist oyunlara âlet
edilmekte. Müslümanlar için insanın zevki de, renkleri seçmesi de, her şeyi
İlâhî ölçülere uymak zorundadır.
"Su
sesi, kadın sesi, para sesi." En güzel ses ve sanat örnekleri için halkın
kesin yargılarıdır bunlar. Tabiat güzelliği ile cinsellik ve kapitalizmin
sentezidir bunlar. Ve bunların içine Kur'an sesi girmez, Hakka dâvet girmez.
Kâinattaki
varlıkların rengi, şekli, tadı ne güzel... Hele sesleri ne güzel bir armoni, ne
güzel bir mûsikî, ne güzel uyumlu orkestradır. Bülbülün şakıması, horozun
ötüşü, kuşların cıvıltısı, suyun şırıltısı... anlayana sivrisineğin vızıltısı
bile saz gibi âhenkli bir müziktir. Kâinat hep tesbih etmektedir,
zikretmektedir. Bitkilerin ve hayvanların şekilleri, yapıları, renkleri,
tatları hep farklı, hep ayrı güzel. Ve seslerindeki farklılıklar,
güzellikler... Bir de çağdaş aygıtlara bakın: Fabrikalardaki sese, makine
gürültülerine, araba motorlarına, evlerdeki küçüklü-büyüklü âlet ve gereçlerden
uçakların seslerine kadar... Ne çirkin bir gürültü; tabiatla ne uyumsuz şeyler
ya Rabbi!
Yine, eyyamcı
fâsıkların kulak ve göz gibi nimetleri verene nankörlük yaparak onu haramlarda
kullanırken ifâde ettikleri bir deyim vardır: "Kulakların pasını
gidermek, göze bayram ettirmek!" Neyle? Haramlarla mı?
Bakmak,
ibâdettir, göze bayram ettirmedir; Doğru. Güzele bakmak da sevaptır. Kâbe'ye
bakmak, aynen nâfile namaz kılmak gibi ibâdettir. Kur'an'a bakmak göze nur ve
cilâdır; bayramdır göz için. Büyük kitaba (kâinata) bakmak; emr-i İlâhîye uymak
ve sevaba girmektir. Hiçbir şey boşuna yaratılmamıştır. Gözler bakmak içindir.
Ama "göz odur ki Hakkı göre, kulak odur ki Hakkı duya!" Görmek,
görebilmek bir ibâdet olduğu gibi; duymak, dinlemek de ibâdettir. Emîri
dinlemek, ezanı dinlemek, Kur'an'ı dinlemek, kendini dinlemek, Hakka çağıranı
dinlemek... kulakların pasını gideren birer kulluktur. Allah için ortaya konan
her güzel şey (ihsân), yani sanat, baştan sona ibâdet ve tâat!...
Allah için
yapılan her şey, atılan her adım, hikmet ve ibretle bakılan, dolayısıyla O’nun
adıyla okunan her şey ibâdet; her ibâdet de güzel, güzeller güzeli.
Halk arasında
yaygın, konumuzla ilgili sözlerden biri de; "müzik rûhun gıdâsıdır"
cevizesidir (vecizedir mi demem gerekiyordu?) Bu konuya biraz genişçe değinelim
isterseniz...
Sabah-akşam
müzikle iç içe yaşayanların kendilerini savunmak için dört elle sarıldıkları
bir söz vardır: "Müzik rûhun gıdasıdır." Konfüçyüs'e âit olan bu söz
bir nass gibi; tartışılmaz, kesin doğru kabul edilir. Rejimler okullarda müzik
dersi verir. Her yıl Eurovizyon müzik yarışmalarına iddiâlarla, devlet
bütçesinden yardımla aylarca süren telaş sonrası katılınır. Televizyonlar günde
yirmi beş saat müzik yayını sunar. Kaset-çalarlar, olmadı volkmenler, o da
yetmedi müzik setleri, plaklar demode olduysa gelsin CD.ler, daha neler neler.
Dolmuşlar, konserler, FM radyolar... Hepsinin tek amacı vardır: Ruhlara gıdâ
vermek! Evler bile meyhaneye, sinemaya, gazinoya dönüştü; mescide hiç
benzemiyor.
Bunca uğraşa
rağmen, ruhların tatmin olmadığını görüyoruz. Rûhî özellikler yok olmuş,
sevgiler tükenmiş, gönüller harâbeye dönmüş, mânevî özellikler gıdâsızlıktan
ölümcülleşmiş.
Öyleyse bir
yanlışlık var. Rûha bu kadar gıdâ verilecek, ama rûhî özellikler gittikçe
kaybolacak. Kur'an'ın ve sahih hadisin dışında her söz eleştirilir. Doğru da
olabilir, yanlış da. Konfüçyüs'ün sözünü incelerken ruh ve nefsi tanımak
gerekir.
İnsanın iç
dünyası çok zengin. Böyle olduğu halde, bir elini okyanusların dibine, diğerini
de uzayın esrârengizliğine uzatan insanoğlu, kendini tanımaya uğraşmıyor. Onun
için de mutluluğu yakalayamıyor. Zaten kendini tanısa, yeri ve göğü daha iyi
bilecek, aralarındaki irtibatı görecek. Kendini tanısa Rabbini de tanımış
olacak...
İnsanın iç
benliğinde yerleştirilmiş iyi vasıfların, iyi ahlâkın ve güzelliklerin merkezi
ruh; kötü vasıfların yeri de nefis olarak bilinir.
Sanat rûha
hitap ettiği, gönlü coşturabildiği oranda sanat olur. Nefse hitap ettiği
müddetçe de şeytanî vesvese ve oltanın ucundaki yem.
Rûhî
yönümüzle yükseklere kanatlanabilir, melekleri geçebiliriz. Nefsi ön plana
aldığımızda ise dört ayaklıların tabanlarını seyrederiz. İnsan irâdesi (nefsi),
istekte sınır tanımamaktadır. İnsan sonsuz oranda istekten ibârettir. İnsan;
nefisle, hoşuna giden her şeyi kendine mal etmek, zevklenmek ister. İçimizde
devamlı fışkırıp duran bu istek kaynağının arzuları mutlak sûrette verildikçe,
o sırnaşık insan gibi daha da arsızlaşır. Verdikçe azar, daha da ister. Nefsin
midesi yoktur, doymak bilmez, Doysa bile, az sonra yine acıkır. Sahibini de
yemeye ve yenmeye başlar. Nefsi taşkınlıktan (tuğyân) korumak için hudûdullah'a
riâyet şarttır. Nefsi, aklın ve rûhun, daha doğrusu imanın emrine vermeden
insanın mutlu, başkalarının ondan memnun ve Rabbinin râzı olması mümkün
değildir.
Kur'ân-ı
Kerim rûhun gıdâsının müziğin dışında başka şeyler olduğunu söylüyor, ama
müziksever, Konfüçyüs'ün sözü kadar itibar etmiyor, doğruluğunu kabul etmiyorsa
din tercihini yapmış demektir. Artık müziksever değil; müzikperesttir. Kur'an'a
kulak verelim: "Onlar, iman edenler ve gönülleri Allah'ın zikriyle
huzura kavuşanlardır. Biliniz ki kalpler ancak Allah'ı zikir (Kur'an okumak,
ibâdet etmek, Allah'ı hatırlamak, O'nu anmak) ile mutmain olur, sükûnet ve
huzur bulur." (Ra'd, 28)
Rûha, gönle
"zikir" gıdâsı verilmediği, gıdâ yerine "zehir" verildiği
için şikâyet, sıkıntı, bunalım, stres, intihar gibi problemler gittikçe
artıyor. Tatmin olmayan ruh sıkılıyor. Nefsin de doyacağı yok. Yedikçe azıyor,
azdıkça gıdâlanıyor. Daha değişik zevk ve gıdâlar arıyor, sahibini felâkete ve
helâke sürüklüyor.
İnsanlar zevk
almak için eğlenceye, müziğe çokça yer ayırırlar. Halbuki maddî zevk hiçbir
zaman hakiki zevkin yerini tutamaz. Hakiki zevk, ruhla ilgili; maddî zevk ise
nefis ve duygularla ilgilidir. Hakiki zevk kısa süreli değildir, maddî zevk ise
saman alevi gibi bir varmış bir yokmuş şeklindedir. Aynı zamanda zevkten kısa
bir müddet sonra hazzın yerini yorgunluk, acı, maddî-mânevî kayıp, rahatsızlık
gibi problemler alır. Meşrû olmayan maddî zevklerin peşinden gelecek gam ve
kederler bir yana, yine vicdanın rahatsız etmesi ve Allah katındaki sorumluluk.
Bütün bunlara değecek bir getirisinin olmadığından zevk bile sayılmaz maddî
zevkler.
Rûhî
zevklerinse sonunda böyle problemler yoktur. Rûhî zevklerle ruh, sağlığını
korur, gıdâsını almış olur. Stres gibi çağdaş problemler, çağdaş insanın çağdaş
zevkleri ve tercihleriyle ilgilidir.
Gerçek zevk (rûhî zevk) en çok üç şeyde
bulunur:
a)
Her çeşit ibâdette, özellikle namaz ve Kur'an okumada, yani zikirde,
b)
İlim tahsil etmede, öğrendiklerini yaymada, yani tebliğ ve cihadda,
c)
Âciz ve zayıflara yardımda, yani ihsânda.
Bunların
dışındaki zevkler geçicidir. Devamı olmayan bir kuruntu ve aldanmadan
ibârettir. Altın kadeh içindeki zehirdir.
Bugün tûbâ
ile zakkum farkedilmez olmuş, sanatla sahtesi birbirine karıştırılmış. Nefis
rûhun yerini almış. Rûhî özellikler yok gibi, yaşayan ölüler, yani ruhsuzlar
topluluğu halinde câhilî toplumlar. Müzik ilâhları ve tanrıçaları, kullarının
müzikhollerde, gazinolarda âyin ve ibâdetleriyle yetinmiyor; stadyumlar, açık
alanlar gibi daha büyük mâbedlere toplanmalarını istiyor artık. Nefis bu
tapınma ve kendinden geçerek mest olmayla da tatmin olmuyor. Günlük ve saatlik
âyinler de emrediyor: Radyolar, müzik setleri, TV.ler kalabalıkların neredeyse
her dakikasını ibâdet vecdi içinde kaplıyor. İşyerinde müzik, arabada müzik,
evde müzik, okuldaki derste müzik, filmde müzik...
Hz. İsa, rûha
önem verilmeyen bir topluma rûhî özellikleri yeniden ihyâ etme yönüyle çeşitli
mûcizelerle geldi: Ölüleri diriltme, hastaları iyileştirme, körlerin gözlerini
açma, dilsizi konuşturma gibi. İşte günümüz toplumunda da bu rûhî özellikleri
ihyâ eden İsa nefesli insanlara ihtiyaç var. Böylece yahûdilerin katı
kapitalist etkileriyle ruhları, rûhî özellikleri bombardıman edilen insanların
ölümcül kalpleri ve ruhları dirilsin, ruh maddenin önüne çıksın, böylece tatmin
olsun. Hasta kalpler ve ruh hastalıkları iyileşsin. Hakkı göremeyen gözler
açılsın, basîret ve ferâset sahibi olan insanlar eşyaya Allah'ın nûruyla
bakabilsin. Sadece görünenleri değil, perdenin arkasındakileri de görebilsin.
Hakka kilitli dilleri açılsın, bülbül gibi şakısın. Bunların yerine gelmesi
için Hz. İsa'nın gökten inmesini beklemeye lüzum yok. Hz. İsa'nın nefesine, Hz.
Mûsâ'nın asasına, Hz. Muhammed'in Kur'an'ına mirasçı sensin. Kurtuluş
istiyorsan kurtarıcı beklemekten vazgeç; vazifeni yap. Hem sen kurtul, hem
toplum kurtulsun ey İsa nefesli müslüman!
İnsanlık her
şeyiyle yozlaşmayı yaşıyor. İnsanî değerlerin tümünde büyük bir çöküntü var.
İnançla, ahlâkla, düşünceyle, zevkle, mânevî özelliklerle... ilgili her alanda
büyük bir kaos yaşanıyor. Tabii, sanatın bu buhran ve bunalımdan nasibini
almaması beklenemez. Hatta tek başına sanata baksanız, dejenerasyonun
büyüklüğünü anlayabilirsiniz. Çünkü sanat, toplumların aynasıdır. İnançtan
ahlâka, tefekkürden zevke, şahsiyetten hayata bakışa kadar her şeyi olduğu gibi
yansıtır sanat denilen ayna. Ne biçim bir uygarlık yaşandığı sanat eserlerinden
kolaylıkla çıkarılabileceği gibi, sanata karşı olumlu ve olumsuz tavır da
insanı her şeyiyle ele verir, içyüzünü ortaya kor.
Sanat,
günümüzdeki insanların çoğu için olduğu gibi, müslümanların çoğu açısından da
"en fazla bir fanteziden, bir lüksten, gereksiz bir uğraştan başka bir şey
değildir; o olmasa da olabilir. Zaten hayatın bunca keşmekeşi, uğraşısı yanında
sanata yer ve zaman da kalmamaktadır." Dahası da var: Müslümanı cezbeden,
duygularını coşturan, tutarlı, kaynak ve ilhâmını Kur'an ve Sünnet'ten alan
sanatı karşısında göremediği için müslüman, sanatın kendisine de ters
bakmaktadır. Bunun da ötesinde müslümanın karşısında sanat diye sunulan şeyler
tümüyle küfür kokmaktadır, fuhuş ve fesat kokmaktadır.
İnsanımızın
önemli bir kesimi, sanatın günümüzdeki yozlaşmasına tepsini, sanatın kendisine
karşı da gösterdi. Böylece kendisi de yozlaştı. Bıçağın zararlı bir şekilde
kullanıldığını görenin bıçak kullanmayı kendine yasak görmesi ve o aracın tüm
faydalarından uzak kalması gibi. Asr-ı Saâdet'te, yeni yeni nâzil olan Kur'an'ın
îcâzı, fesâhat ve belâgatı, yani sanatı birçok şâir sahâbîyi şiirle uğraşmaktan
vazgeçiriyordu. O zevat Kur'an için "bu kadar güzel sanat eseri varken,
benimkinin sanat adına lâfı mı olur?" diyordu. Günümüzdeki câhilî sanat
anlayışı ise, güzelim müslümanı sanattan tiksindirmiş. Birinci örnek ne kadar
takdir edilecek hakşinas bir davranış ise; ikinci olay da o kadar meydanı
sapıklara ve isyankârlara terk etmektir. Birinci örnek insanın haddini ve
Rabbini bilmesi demektir. İkinci örnekse, teslim bayrağı olduğu kadar, güzel
yaratılışa, fıtrata ters bir durumdur. Yığınlar, düzen ve medya vâsıtasıyla
çirkinleri güzel kabul ediyor diye, güzelliğe düşman olmak değil; tanıdığımız
ve hayran olduğumuz gerçek güzelliği tekrar topluma yaymak gerekmez mi?
İnsan en
güzel sûrette yaratılmıştır. Müslüman bu güzelliğin farkına varan kimsedir.
Müslüman güzel insan demektir. O, insanca yaşamanın güzellikleriyle huzurlu ve
mutlu, Rabbının sanatına hayran, hayatı sanat haline getiren, ince ruhlu, zevk
sahibi insandır. Dini güzel, ahlâkı güzel, bakışı güzeldir. Güzellikleri
görebilmek için güzel gözle bakabilmek gerekir. Müslümanda ise basar yanında
basîret vardır. O, Allah'ın nûruyla bakabildiği için, kafa gözünün göremediği
güzellikleri kalp gözüyle görecektir. Ufku geniş, hisleri derin, hazzı büyük
olacaktır. Tefekkürle içli-dışlı olduğundan duygulu, düşünceli, hassas, yani
sanatkâr ruhlu olacaktır.
Peki,
bakıyoruz günümüzdeki realiteye: Bırakın Sinan gibi mimarları, herhangi bir
sanat dalında evrensel bir sanatçı çıkartamamışız müslümanlar olarak. Haydi,
heykeltıraşımızın, bir ölçüde ressamımızın çıkmaması doğal karşılanabilir, ama
meşhur şâir ve ediplerimizin yokluğu, karikatür ve her türlü hiciv sanatlarıyla
uğraşanlarımızın bulunmayışı, özellikle soyut resim, afiş, grafik gibi
sanatlarla uğraşan sanatçılarımızın parmakla bile gösterilemeyişi, usta
fotoğrafçı, kameraman ve büyük yönetmenimizin olmayışı, ebruyla, tezhiple,
hatla uğraşanlarımızın kalmayışı... neyle izah edilebilir?
Müslüman
sanatçının yetişmesi için uygun ortamın olmadığı bir gerçek, ama insanımızın
sanatı önemsememesi, boş vermesi de gerçek. Makineye ve insanı makineleştirmeye
dayanan kapitalist düzen ve naylon medeniyet, insanımızda incelik diye bir şey
bırakmadı, yozlaştırdı. Ekonomik sıkıntılar bir yanda, rûhî özelliklerin tümüne
darbe vuran şartlar bir yanda hakiki güzelliğe ve sanata, derûnî his ve
tavırlara giden yolları tıkadı. Aşkın yerini birkaç dakikalık gönül
eğlendirmeler aldı. Bırakın Mevlâ aşkına yer bulmaya, Leylâ aşkı bile kalmadı.
Sevginin yerini çıkar duyguları kapladı. Bosna'yı, Filistin'i hiç olmazsa
gözyaşlarıyla dinleyip seyreden, bir şey yapamamanın ıstırabıyla kahrolan
insanımız bile yok artık. Güzel sesli hâfızların okudukları Kur'an nağmeleri
artık kalplerimizi titretmiyor, sabah ezanlarının yanık makamları uyuyan gönül
ve gözlerimizi açmaya yetmiyor. Bunca zulüm, bizde hâlâ kıyam kıvılcımlarını
tutuşturacak bir etki yapmıyor. Hâlâ kahkahalarla gülebiliyor, ağlamayı unutan,
ağlatmayı tercih eden insanımız. Duygu özürlü sakat nesiller, atari ve
makinelerin yalancı memelerini saf sanat sütüne tercih ediyor. Gül ve bülbüle
şiirlerde bile yer yok artık. Duygusal ve romantik olmanın modası çoktan
geçtiği için, İslâmî duyarlılığın altyapısını oluşturan geçitler bile yok.
Sanatın
intihar alanıdır elbet bu ortam. Tamam, ama müslüman, ortamı aşamayan, ortama
kul olan sıradan insan mıdır?
Çoğu
müslümanın rûhunda güzellik ve sanata giden yollar, düzen ve ortam putlarının
egemenliğinden dolayı kapanmış durumda. Çirkinin, haramın sanat diye takdimi,
sanata tavır alan müslümanları ortaya çıkaran bir tefrit ise; bunun yanında
entel takılan müslümanları etkisine alan bir tehlike de, sanat konusundaki
ifrat. Güzellik ve sanat oltasına takılarak emperyalizmin, düzenin yemi olmak.
Sanat diye yutturulan çeşit çeşit rezâlete ayak uydurmak. Kalbini imanla,
beynini ilim ve fikirle, rûhunu ibâdet ve zikirle yeterli miktarda dolduramayan
aç gençlerimiz ve entellerimiz, her çeşit müziğe kulaklarını açabiliyor, her
çeşit filmi sanat putu adına kaçırmamaya çalışıyorsa oltaya takılmış demektir.
Nice gencimiz dindeki hükümlerini bilmediğinden değil, nefsine hoş geldiği için
sanat adına ruhuna mikropları depo ediyor. Kur'an okumadan yapabilen gençler,
müziksiz gün geçiremiyorsa, İslâm kahramanları yerine zibidi ve fâhişe
sanatçıların(!) hayranı olabilmişse, bu, önce Akaid'le ilgili bir problemdir.
Bazılarına
göre günümüzde sanat, batı egemenliğinin kuşatmasında olduğundan, reddedilmesi
gereken bir anlayıştır. Çıkış yolu ancak millî sanatı, tarihteki sanat anlayışını
ihyâ etmekle bulunacaktır. Milliyetçi veya muhâfazakâr yığınlarda bu
kabullenmenin göze çarpması doğal. Ama müslüman isminden başka isim almayı
reddeden bazı kimseler de çözümü millî-tarihî sanatta görmektedirler. Tarih ve
tarihteki sanat tekrar sorgulanmalıdır tevhidî duyarlılıkla. Millî sanatta,
eski gelenekte güzel unsurlar yanında câhilî sanat örnekleri o kadar çoktur
ki...
Meselâ
Ramazan ayı bir tevbe, arınma ve ibâdete daha fazla yer verme ayından çok,
oburca tıkınma ve eğlence ayıdır bazılarınca. Direklerarası tiyatroları,
kantolar, Karagöz (kukla), ortaoyunu, halkı "tiyatora" dediği danslı
müzikaller, meddah, soytarı (palyaço), çadır tiyatroları Ramazan aylarında daha
çok hatırlanır ve piyasaya sürülür. Hiç değilse radyolar, televizyonlar unutmaz
bu eğlenceleri. (Aslında bu eğlencelerin çoğu, Osmanlı'nın yıkılışı ve
Cumhuriyet'in kuruluşu dönemlerindeki dinî boşluğun ve Rum-Ermeni
hegomanyasının kendi varlığını ve gücünü hissettirme anlayışının ortaya
çıkardığı, hemen hepsinin sanat değeri de tahtessıfır olan, ibâdetlere darbe
vurma niyetiyle özellikle Ramazan'larda züppelerin ve azınlıkların ilgi
gösterdiği eğlencelerdir. Halka da hiçbir zaman yayılmamıştır.) Halkın millî
anlayışına uygun bunun gibi sanatlar, unutulmuş örf ve âdetlerdeki halk sanatları
canlandırılmak istenmektedir bazılarınca. Bunlar batı taklidi dejenere
sanatlara alternatif gösterilebilir mi bilmiyorum, ama İslâm adına bunlara
sarılmak herhalde cinâyet üstü cinâyettir. Özellikle TRT ve özel kanallar, her
Ramazan ayında Din ve Ramazan Özel Programlarında bu cinâyetleri müslümanlarla
alay edercesine en vahşîce işlemektedir.
Çoğu
müslümanın sanata bakışında bir netlik göremezsiniz. Bazen dinin kabullerini,
hatta güzel gördüklerini din adına reddettilerine; bazen de tersine şâhit olursunuz.
Fotoğrafa din adına karşı çıkanların, bazı tv. veya sinema filmlerini ibâdet
havasıyla seyrederken düştükleri çelişkiye şaşarsınız. Denge sağlanamamıştır
sanat konusunda da. Kişiliksiz ucuz damgalandırmalar veya sınırı belli olmayan
kabuller, hem farklı cemaatler arasında, hem de fert olarak farklı sanat
dalları karşısında çelişkili şekilde kendini gösterir.
Gücü yettiği
oranda ve kabiliyeti olduğu dallarda müslümanca güzellik sergilemek için yanıp
tutuşan, çırpınan güzel müslümanlara selâm olsun!
Tıpla
ilgilenenler ve her branştan doktorlar, ya Ebû Cehilvârî çok inatçı birer kâfir
veya olgun birer mü'min olma ile karşı karşıyadırlar. Eğer bile bile küfrü
seçen inatçılardan değillerse, insan vücudunu tanıdıkça, onu yaratan zâtın
büyüklüğünü daha iyi görecekler, kendi bilgileri ve yaptıklarının çok küçük
şeyler olduğunu anlayacaklardır. Acziyetlerini itiraf ve Yaratıcının
büyüklüğünü kabul, onları iman basamaklarının zirvesine doğru tırmandıracaktır.
Aynen böyle, güzelliğe ve sanata düşkün insanlar da kâinatta ve insandaki
sanata bakıp hayran olacaklar ve bu güzellikler karşısında şükür secdelerini
arttıracaklardır. Kendilerinin ortaya koydukları sanat eserleri ile Allah'ın
yarattıkları arasındaki mesâfenin büyüklüğünü kavramaları oranında iman ve
teslimiyetleri artacaktır. Öyle ya, sanatçı insan, hiçbir şeyi yoktan var
edememektedir. Allah'ın yarattıklarındaki âhenk ve nizamı görebildiği
kadarıyla, tâbir câizse taklitten başka bir şey olmayan eserine uyum ve
intizamı ancak küçük çapta yansıtabilmektedir. Öyleyse insana ancak mecâzî
anlamda sembolik olarak sanatçı denmekte, gerçek sanatkâr, en büyük sanatkâr
Allah olmaktadır.
İnsanın
sanatı; Bedî', Mu'ciz, Hâlik, Bârî ve Musavvir olan zâtın sanatını anlamak
içindir. Aslında sanat tefekkürdür. Allah'ın sanatına hayran olmaktır. Sanatı
bu şekilde anlayan Efendimiz (s.a.s.) tefekkür içinde şöyle duâ ederlerdi: "Allah'ım,
hayretimi, hayranlığımı artır!" Sanat, Allah'ın her alandaki
büyüklüğünü takdir edebilmek; bu takdir ve hayranlık içinde sübhânallah
diyebilmek, Allahu Ekber diye coşkusunu dile getirebilmektir.
Varlıklara ve
onlardaki güzelliklere bakarak Yaratanı hatırlama, maddeye mânevî bir yönden
kazandırır. Her varlık taşıdığı sanatlarla "Ben, Allah'ın sanat
eseriyim" der. Bu sesi kalp kulağı açık sanatçı ruhlu insanlar iyi duyar.
Kâinata,
tabiata, göklere, mevsimlere, mahlûkata ibret nazarlarıyla ve sık sık bakmamızı
ister Kur'ân-ı Kerim. Bu şekilde nizamı daha iyi görece, dolayısıyla Sâni-i
Hakiki'yi (Gerçek Sanatkâr'ı) O'nun sanat eserleri arasıcılığıyla daha iyi
tanımış olacağız. Kâinat, akılları yerinden oynatan, Allah'ın eşsiz kudret
sergisidir. Tabiat galerisindeki sanat eserlerine bakan insan eğer devamlı
gördüğü şeyleri alışkanlık ve âdet haline getirmese, basite indirgememiş olsa
idi, hayranlık ve şaşkınlıktan, bırakın kendisi sanat eserleri meydana
getirmeyi, hiçbir şeyle uğraşamaz hale gelirdi.
Allah'ın
büyük âyetleri olan kânat kitabına kısaca bir bakalım: "Yeryüzünde peş
peşe akıp giden, mevsimlerin değişmesiyle uzunluk ve kısalığı değişen gece ve
gündüz...
Her gün doğup
batan, bir gün bile bu hareketinden sapma göstermeyen güneş...
Sanki
karanlıkta etrafı gözetleyen, aralarındaki uzaklığa rağmen birbirlerine seslenen,
gecenin karanlığında salındıkça parıldayan yıldızlar...
Nerede ise
görülemeyecek derecede küçük bir kavis olarak görünmeye başlayan, yüzü
aydınlıkla doluncaya kadar devamlı bir şekilde büyüyen, güzel, sâkin, akıcı,
rüyamsı aydınlığını yeryüzüne salan, sonra başladığı gibi geri dönüp
görülmeyecek derecede küçücük bir çizgicik halinde küçülen ve boşlukta gizlenen
ay...
Küçücük
çekirdekte biten, sonra büyük bir kuvvetle yeri delen, ufacık yeşil yapraklar
çıkaran bitkideki canlanma olayı...
Doğar doğmaz
annesini emerek yaşayan, yahut annenin getirdiği besinleri yiyen, gagasıyla
beslenmeyi öğrenen, annesinin peşinde yavaş yavaş büyüyen çelimsiz hayvanda,
küçücük yavruda gelişen hayat...
Hakikatinde
canlı ve hareket halinde bulunan, görünürde ölü sanılan kâinatın katları
arasında serpilmiş hayat nizamı..."
Bahar; arzın
öldükten sonra tekrar dirilişi. Yeşeren yapraklar, rengârenk açan çiçekler,
ötüşen bülbüller, uçuşan kelebekler...
Kış; bembeyaz
kar... Ve kar kristalleri, hiçbiri diğerine benzememekte. Hiç kar tanelerini
mikroskop altında inceledin veya fotoğraflarını gördünüz mü? Her biri tek tek
süslenmiş bir tablo gibi sanat eseri... Hem de milyarlarca. Kim bilir ne kadar
yüksekten indiği halde yere düşerken birbirine değmiyor, şekilleri bozulmuyor. Kocaman
kütleler halinde başımıza düşmüyor, dolu halinde yağınca buzdan kayalar halinde
kocamanca tepemize inmiyor. Her şey hesaplı. Ölçü içinde ve büyük bir sanat.
Güzellik içinde güzellik. Sanatkârı takdir etmemek mümkün değil.
"Milyonlarca
sene takdir edilen uzun zamanlar boyunca yolundan kıl kadar şaşmayan, bir tek
gezegeninde veya yıldızında dahi bir bozukluk meydana gelmeyen, tüm kâinatın
intizam içinde yürümesini temin eden, inceliğinde akılları şaşırtan,
parlaklığında ruhlara dehşet veren evrenin düzeni...
İşte bunların
hepsi kâinatta Allah'ın âyetleridir. Onlardan her biri başlı başına birer
mûcizedir; yani insanı bir benzerini yapmaktan âciz bırakır. Hepsinde bir
azamet, bir heybet, bir büyüleyici tesir vardır. Lâkin uzayıp giden âdet ve
alışkanlıkların etkisiyle insan, bu âyetlerin yanından duygusuz ve düşüncesiz
olarak geçip gider, bu üstün sanat eserlerinden ibret almaz, bu mahlûkat gibi,
varlıklar gibi Allah'a teslim olup kulluk yapması gerekirken, tereddütler eder.
İnsanın,
kâinattaki âyetlere karşı basîret gözünü açması, bunlardaki mübdî kudret elini
idrâk etmesi için Kur'an, rûhun bütün sistemlerini yakalar; onu alışkanlık ve
âdetlerinden uyandırır. Sanki yeni bir olayla karşılaşmışçasına bu âyetleri
gönül alıcı bir üslûp içinde insana yöneltir." (Muhammed Kutub, İslâm
Düşüncesinde Sanat, s. 39-41) "(Bunlar) Her şeyi sapa sağlam yapan
Allah'ın sanatıdır." (27/Neml, 88)
İnsan:
Allah'ın muhteşem sanat örneği olarak, kendisi için yaratılan dünyaya efendi
olarak gönderilmiş. Küçük kâinat olan insan, Allah'ın canlı bir âyeti, canlı
bir sanatıdır. Yapısındaki bedenî, fikrî ve rûhî faâliyetler, varlığına
yerleştirilmiş çok ince sistemler... İnsan muazzam bir makine olduğu kadar,
muazzam bir sanat. Rûhî fonksiyonları birbirine benzemediği gibi; şekilleri,
yüzleri, gözleri, kokuları, sesleri bile birbirine tümüyle benzeyen iki insan
yoktur. Zevkleri, karakterleri, kabiliyetleri farklı olduğu gibi, fizikî yönde
de benzer yön kadar benzemeyen yönler... Allah, fabrikadan çıkan arabalar gibi
birbirinin aynısı ve kopyası olan iki şeyi yaratmayı sanatının büyüklüğüne
münâsip görmez. Her yarattığı orijinaldir.
Hz. Ömer'in
de bulunduğu bir mecliste sohbet edilirken, orada bulunanlardan biri: "Şu
satranca şaşıyorum. Satranç tahtasının eni de boyu da birer arşından fazla
değilken, insan onun üzerinde binlerce oyun oynasa, bir oynadığı oyun diğerine
hiçbir zaman benzemez. Küçücük bir tahtada binlerce değişik kombinezon
oluşur" demişti. Hz. Ömer bu söze cevap olarak şöyle dedi: "Bundan
daha fazla hayret edilecek şeyler var. Meselâ insanın eni bir karış, boyu bir
karıştan ibâret olan yüzünde kaşlar, gözler, burun ve ağız gibi âzânın yerleri
kesinlikle değişmediği halde, bütün dünyada yüzleri tamamen birbirine benzeyen
iki insan bulamazsın. Şu ufacık deri parçası üzerinde bu sayısız
değişiklikleri, bu sınırsız sanatı gösteren Allah ne büyük kudret ve hikmet
sahibidir!"
İnsanın hiç
taklit olunamayacak imzası parmak basmasıdır. Parmak uçlarındaki çizgiler insan
sayısı kadar değişiklik arzeder. Gözler ve kokular da öyle. Bu kadar küçük
yerde görünen benzerlikler yanında benzemeyen özellikleri sığdırmak, ancak
acının içine tat ve lezzet koyan, zıtlarda bile âhengi sağlayan Allah'a
mahsustur. (İnsanla ilgili olarak geniş bilgi için bak. A. Kalkan, Nâs-İnsan,
Kur’an Kavramı no: 29)
Cennet
Güzel
yaratılışlarına uygun güzellikte yaşayanlara hazırlanmış güzel mekân. Hiçbir
gözün benzerini görmediği, kulakların işitmediği, hiçbir beşer aklının ve rûhunun
hayal edemediği güzellikler... (Cennetle ilgili olarak bak. A. Kalkan, Cennet,
Kur’an Kavramı no: 36)
Kur’an
Lafzı: Edebî
sanat şaheseri. Mânâsı: Sanatların mayası. Yazısı: Orijinal bir sanat, hat.
Kırâatı: Çeşitli makamlarda çeşit çeşit sanat. Tezhibi sanat; cildi, kapağı
sanat. Okumak, anlamak ve yaşamak: İnsan için esas sanat. (Kur’an’la ilgili
olarak bak. A. Kalkan, Bu Kitab -Kur’an- ve Meydan Okuma -Kur’an’ın Îcâzı-
Kavramları, kavram no: 12 ve 34)
İnsan,
yaratılışı gereği birtakım estetik duygular, estetik özellikler taşır. Bazı
olay ve eserlerin etkisiyle özel estetik tatlara, yüksek haz ve zevke ulaşır.
Sanat, insanın işte bu yaratılış özelliğine dayanan estetik bir uğraştır.
İnsan, maddî
ve mânevî yapısıyla Allah'ın muhteşem bir sanat eseridir. Bu güzel yaratığı
diğer varlıklardan ayıran birçok özellik vardır. Düşünme, konuşma, gülme,
irâde, Allah'ın emânetini yüklenme, yeryüzünde halifelik, tefekkür ve hepsinden
önemlisi din duygusu; yani irâdesiyle, serbest seçimiyle Allah'a inanıp kulluk
etmesi, cihada koşması bunlardan bazıları. Güzeli sevmesi, estetik duygular
gibi yüksek hisler de insanın yaratılışında, yani fıtratında mevcuttur. İnsan
bu hislere doğuştan sahip bulunmaktadır.
Din fıtrattır.
Yaratılışımıza ters bir şey emredilmez. İslâm hayat dinidir, fıtrata yani
insanın rûhî ve bedenî özelliklerine tümüyle uygun dindir. Yaratılış
özelliklerimiz, her konuda önem taşır ve din hiçbir zaman bunları gözardı
etmez, inkâr etmez. Ama başıboş da bırakmaz. Din fıtrî özelliklerimize,
özellikle zevklerimize sınır koyar; alabildiğine azmasına, haddi aşmasına,
insanın efendisi, rabbı olmasına müsâade etmez. Aynı zamanda onlara istikamet
verir. Eğer kabiliyet ve zevklerimiz doğru istikamet üzere gitmezse araba
yoldan çıkıp devrilir veya başka arabalara çarpar. Verilen emânet ve hilâfet
ehliyeti kötüye kullanılmış, istismar edilmeye başlanmış olur. O zaman helâkı,
cehennemi dünyadan yaşamaya başlar insan. İşte din, sınır koyma ve istikamet
gösterme hidâyetiyle insanın fıtratına uygun davranmasını ibâdet sayar.
Kabiliyetlerin geliştirilmesini ve olgunlaştırılmasını ister. Sanat ve estetik
duygularımızı bu açıdan değerlendirmek gerekir. Allah tarafından insan rûhuna
yerleştirilen güzellik duygusu ve sanattan zevk alma, ölçü ve âhengin rûha tat
vermesi gibi özellikleri insandan söküp atmak mümkün değildir. Bunlara sahip
olmaktan daha önemlisi, bunları yerli yerince ve kararınca kullanmaktır. Bu
konuda kullanma kılavuzuna (Kur'an'a) uymuş olsa insanın huzurlu olmaması
imkânsızdır.
Varlık
âleminde bulunan her şey, Allah'ın çizdiği yolda yürümekte, O'nun buyruğu
doğrultusunda hareket etmektedir (Bkz. Tâhâ, 50). Tüm varlıklar Allah'a ibâdet
ve itaat içindedirler: "O'nu ham ile tesbih etmeyen hiçbir şey
yoktur." (İsrâ, 44). Şu varlıklar âleminde Allah'ın kanunlarına riâyet
etmeyen bir tek yaratık gösterilebilir mi? Varlıklardan hangisi fıtratının
dışına çıkmış, fıtratını bozmuştur? Sadece insan. İnsanın dışında hiçbir varlık
gösterilemez. Zâlim ve câhil insan, istek ve kaprislerine uyduğunda tabiattaki
İlâhî kanunların dışına çıkmaktadır. Bu, fıtratı bozmadır. Evrende hiçbir bölüm
kendi isteği yönünde seyretmemektedir. Arzu ve hevâsına tâbi olmamaktadır.
Rabbıyla ve kendi dışındaki diğer varlıklarla bağlantısını koparmamaktadır.
Aksine varlıklar arasında çok sağlam ve etkili bir ilişki sözkonusudur.
Kabiliyet ve
zevklere doğru istikamet verilmemesi ve sınır çizilmemesi halinde hudûdullaha
riâyetsizlik olacak, insan tuğyâna başlayacaktır. Bu, rûhun tüm dengelerini alt-üst
eden bir sapma ve sapıklıktır. Fesat ve kargaşadır. Ahsen-i takvimlikten
vazgeçip esfel-i sâfilîni tercihtir. İnsan hayvanlaşmaya başlamıştır. Bu
fıtrata da isyandır. Fıtrat bozulmaya başlamıştır artık. Bu kötü değişiklik
başka bozulmalarla neticelenecektir: "Şüphesiz ki bir toplum,
kendilerindeki iyi hali değiştirmedikçe, Allah da onlara verdiği nimeti
değiştirmez." (Ra'd, 11). Rûhun, rûhî zevklerin sapması insanın
bozulmasına sebep olacak, insanlar bozulunca içinde yaşanılan toplum da,
idaresi ve tüm değerleriyle bozulmadan nasibini alacak, insanlar nasılsa, lâyık
oldukları şekilde öyle yönetileceklerdir.
Allah her
şeyi yerli yerince yaratmış. Güzellikleri yaratmış görmemiz için. Göz vermiş
güzellikleri görmek için. Biri yaratılıp diğeri yaratılmasaydı, rûhun güzeli
arama ve sevme ihtiyacı nasıl giderilecekti? Ne güzel fıtrat, ne güzel uyum!
Sen ne güzelsin Allah'ım!
Kalp, insanın
merkezi; Kâbe, arzın merkezi, yeryüzü mescidinin temsilcisi sayılır. Sanatın ve
güzelliğin de etrafa halka halka yayıldığı bir merkez vardır müslümanların
medeniyetlerinde. Bu güzellik merkezleri câmilerdir...
Laik
düzenlerde topluma yön veren tüm kurumlar, beşerî diktaların tekelindedir.
Sokakları, meydanları, okulları, mahkemeleri, meclisleri... dinin düzenlemesine
müsâade etmeyen demokratik, laik ve dine saygılı(!) rejimler, câmilerde bile
dinin hâkim olmasını istemezler. Tümüyle Allah'a ait ve O’nun için olması
gereken mescidler, tâğûtî düzenlerde “Allah’ın evi”nden ziyade “devlet dairesi”ne
benzerler.
İslâm’da
câmiler sadece namaz kılınıp “dağılınan” yerler değil; kendisinde devamlı
“toplanılan” mekânlardı. “Câmi”, kelimesi, bilindiği gibi “toplayan” demektir;
İnsanları açtığı bağrında toplayıp cemaat haline getiren yerdir cami. Câmi,
aynı zamanda bir kıyam merkezi, savaş yeri, istişâre meclisi, devletin idare
edildiği mekân, yönetenlerle yönetilenlerin yüz yüze görüşüp dertleştikleri,
hesaplaştıkları mahal, bir okul, kimsesizler yurdu, bir huzur evi...dir. Bu
kadar işlevi olan bir merkezin üstünkörü bir yapısının olması beklenemez
elbette. Bunca ihtiyaçlara çözüm getirecek büyüklük ve sağlamlıkta olması
gerekir. Binanın muhkem olması da yeterli değildir. Aynı zamanda güzel de
olması lâzımdır. “Mescidler, Allah için” (Cinn, 18) yapılan binâlardır.
Bu ifâde, esas olarak câminin işlevi, yani içinde yapılacak eylemlerin ihlâslı
ibâdet cinsinden olması, câminin inşâsı ve kullanılmasında Allah rızâsından
başka bir amaç güdülmemesi anlamına gelir. Bununla birlikte “câmilerin Allah
için olması” dış yapıyı da kapsar. Binanın maddî güzellikte ve sanatlı olması
gerektiği anlamına da gelebilir.
Allah için,
O’nun adına yapılan bina, O’na arz ve takdim edileceği için güzel ve îtinâlı,
her şeyiyle sanat eseri olmalıydı; nice müslümanların görüş ve anlayışı buydu.
O yüzden câmilerin merkezlik ettiği bir medeniyet ve sanat anlayışı İslâm’ın
ilk dönemlerinden itibaren kendini göstermeye başladı. Câmilerin sanat ve
güzelliğe nasıl merkezlik ettiğini inceleyelim:
a) Mimarî Yönden Câmi:
Kur’ân-ı
Kerim, câmilerin inşâsında azameti tavsiye eder: “Allah’ın, yükseltilmesine
izin verdiği (emrettiği) evler” (Nûr, 36) ifâdesi, câmilerin mimarisinde
sanatı ortaya çıkartan en büyük etkendir denilebilir. İnsanın içine huzur
veren, kişiye sonsuzluk ufku açan, mü’mini birlik ve yücelik duyguları içinde
huşûa götürmeyi amaç edinen bir mimarî tarzı... Yüksek kubbesiyle hâfızların
güzel seslerine mikrofonun veremediği ekoyu/yankıyı oluşturduğu gibi, gökkubbe
gibi sonsuzluğa açılan pencere görevi yaparak yüce duyguları galeyana getiren
mimari. Kulu mânen yükselmeye hazırlayan füzeye benzer minâreleri, ezan
sesindeki Allah'a dâvet ve ilâh taslağı tâğutları reddedip onlara meydan
okumayı yüksek şerefesinden çok uzaklara kadar ulaştırma görevi yanında,
zarifliği ve ilme irşâdı çağrıştıran kalem gibi incecik yapısıyla âdetâ şehâdet
parmağı vazifesi görmekte ve göklere yükselmekte.
Müslümanların
ortaya koyduğu güzel sanat eserleri içinde câmiler her dönemde ilk sırayı
almıştır. Meselâ İstanbul’u câmisiz düşünebiliyor musunuz? O güzelim şehrin
güzelliğinde câmilerin katkısını inkâr edebilir misiniz? Selimiye’siz Edirne ve
Süleymaniye’siz İstanbul, mâbedsiz şehir Ankara gibi en kara olmaz mı? Turistik
amaçlı İstanbul tanıtımlarında bile câmisiz bir afiş veya tanıtımın olmadığını
görüyoruz. Câmiler, müslümanların sanat anlayışlarını, tarihî medeniyet
birikimlerini gösteren sanat şaheserleri olduğu gibi, müslümanların tapu senedi
hükmündedir. Şimdi değilse bile tarihin belirli dönemlerinde müslümanların o
topraklardaki hâkimiyetini simgeler. O beldenin “dâru’l-harb”e dönüşmesine
isyan bayrağıdır minâreler.
b) Tezyînî Sanatlar Yönünden Câmi:
Mescid-i
Nebevî’de Peygamberimiz (s.a.s.) için hazırlanan minber, nar büyüklüğünde iki
topla süslenmişti ve Efendimiz’in torunları Hz. Hasan’
Minber: Câminin en göz alıcı yerlerinden biridir. Güzel amaca hizmet ettiğinden
yapısının, tezyînâtının sanatı da âdetâ konuşmakta, üzerindeki hatibin sesi
gibi ses vermekte, ruhun derinliklerine hitap etmektedir sanat lisanıyla.
Dantel gibi işlenmiş mermerleriyle, abanoz, fildişi veya sedef gömme işleri
içinde geometrik desenler, arabesk ve motiflerle süslenmiş esrârengiz ve
muhteşem sanat armonisi. Çeşitli desenleriyle şahane tahta işleri, oymacılık,
hemen her büyük câminin klasikleşmiş görüntüsünü oluşturur.
Mihrab: Mermer işlemeciliğinin ve özellikle çini sanatının şaheserlerinin
galerisi gibidir. Çini panolar renk ve desenleriyle baştan sona sanattır. En
ince kıvrımlar nakşedilebilmiş, mozaikleştirilmiş, hamur gibi yoğrulmuş
mermerler... Rengârenk ama gizemli ve derûnî his uyandıran camlar. Bu vitraylardan
süzülen nûranî ışıkların akisleri ruhu tümüyle sarar. Gözü fazla meşgul
etmemesine de özen gösterildiği anlaşılan canlı desenler... Bunlarla
bütünlük arzeden halı, kilim ve seccâde gibi el emeği ve göz nurunun iplik
iplik dökülerek sanatlaştığı dokuma ürünleri... Bütün bunlar
birbirleriyle uyumlu ve irtibatlıdır. Birbirini çok güzel şekilde tamamlar.
Öyle ki, bakan göze bir sanat birliği tesiri uyandırır. Câmiye giren
insan, bu güzellikler ve etrafını saran hârikalar karşısında heyecanlanır,
ruhunun tüm noktalarında huzur, zevk, coşku... hisleri kıpırdanır.
Mahyâ ayrı bir sanattır. Zannederim günümüzdeki neonlar ve ışık
gösterilerinin ilk kaynağıdır. Ezanla birleşince ışık-ses gösterisine dönüşür
mahyâ. İçindeki tebliğ yazıları iç-dış güzelliğini, bütünlüğünü ve ezanın
mesajını yansıtır.
c) Hat ve Câmi:
Hat; Câmi
tezyînatında vazgeçilmeyen bir unsurdur. Hem cemaate tebliğ, hem de güzellik
duygusuna hitap eden, müslümanlara ait orijinal bir sanat. Kur’an metninin
muhâfazasından doğmuştur hat. Devamlı gelişme göstererek soyut resimle birleşen
bir âhenge dönüşmüştür.
d) Mûsikî ve Câmi:
Kur’an’ın
tilâveti, ezanın makamla okunması müslümanlar için meşrû mûsikîye kaynaklık
etmiştir denilebilir. Güzel sesin, okunan Kur’an ve ezanın tesirini artırdığı
ve Kur’an’ı güzel bir şekilde ve güzel sesle okumanın Sünnette tavsiye ve
teşvik edilmesi, kıraatin aynı zamanda bir sanata dönüşmesine yol açmıştır.
Gerçek ses sanatkârı olan güzel sesli hâfızlar, câmi kubbelerini olduğu kadar,
ruhları da doldurup çınlatmışlar, dinleyenleri coşturup onların ibâdete
meyillerini arttırma görevi üstlenmişlerdir.
e) Güzel Elbise (Giyimde Sanat) ve Câmi:
Kur’ân-ı
Kerim’de şöyle buyrulur: “Ey Âdemoğulları! Her mescide gidişinizde ziynetli
elbisenizi giyin.” (A'râf, 31). Dış ve iç mimarî güzelliği, ses ve söz
güzelliği, câmi içindeki insanların maddî ve mânevî güzellikleriyle de bütünlük
kazanmalıdır. Mekânın büyüklüğüne ve güzelliğine yakışan elbise giyinmeli ki,
Allah’ın evinde bulunduğumuz, O’nun huzuruna çıktığımız, yüce makama ayrıcalık
verdiğimiz belli olsun. Bedenini tertemiz yapan, temizliğin güzellik için ön
şart olduğunu bilerek abdest alan musallî, elbisesini de necâsetlerden
arındırmakla yetinmeyecek, aynı zamanda süslenerek bayrama gelir gibi gelecek
câmiye. Çünkü Rabbıyla beraber olduğu zaman bayramdır onun için; câmi de bayram
yeri. Her şeyden çok sevdiği zat, huzuruna kabul için onu çağırmıştır. Çağıran
güzel, çağrı güzel, çağrılan yer güzel olunca çağrıya koşan da güzel olmalı,
hem de her şeyiyle.
f) Edebiyat Sanatı ve Câmi:
Hutbe, vaaz,
sohbet, eğitim çalışmaları ve her çeşit emr-i bi’l-ma’rûf merkezi olan
câmilerin edebiyat sanatına katkısı çok büyüktür. “İnsanlara güzel
söyleyin.” (2/Bakara, 83) emrine uygun, sanatlı, güzel sözler söyleyecektir
câmide konuşan. Câmidekiler yumuşak, tatlı ifâdelerle, hikmet ve güzel
mev’ızalarla müjdelenerek Allah’ın yoluna dâvet edilecekler. Konuşulanların
güzelliği gibi, konuşmanın şekli de güzel ve sanatlı olacaktır.
g) Namaz ve Sanat:
Beden ve
kalbin beraberce kulluğu, uyum, âhenk, intizam, rûhî coşkunluk, Allah sevgisi,
ezanla zamana tam riâyet, askerî disiplin içinde saf tanzimi, komutana (imam)
tam ve hemen itaat, tüm cemaatin aynı anda uyumlu hareketleri, tekbirler ve
kıraatlerdeki güzellik, kalbe huzur veren zikir... Evet, bütün bunlar her
şeyiyle sanat değil midir? İşte buna sanat içinde sanat denir.
Tüm ibâdetler sanattır. Yani, müslümanın
bütün hayatı kulluk ve ibâdet şuuru içinde geçtiği nisbette ve o oranda
sanattır. Müslüman da ne kadar güzel kulluk yapıyorsa o kadar sanatkâr.
Bir yer, câmiye (takvâ mescidine) benzediği
oranda sanatlı ve güzel olur.
Bir insan da câmide ve namazda olunması gereken hale benzediği oranda kendi
canlı sanat eseri olur.
Tüm
ibâdetlerin prototipi olarak namaz, bir sanat olduğu gibi, yeryüzü mescidinin
prototipi olan câmilerimiz de sanatın ve güzelliklerin icrâ yeridir. Câmi
ruhunu tüm arza taşımalı, güzellikleri yeryüzünün her yanına yaymalıdır
sanatkâr âbid. Çünkü tüm arz mescid kılınmıştır onun için.
Namazsız
mescidin maddî güzelliği, mimarî özelliği bir anlam taşımayacaktır. İslâm, her
şeyi dengelemiştir. Dışla iç bütünlüğünü, dünya ile âhiret dengesini esas alan
din, güzelliğin sadece maddî süslerle olmayacağını bildirir. Mânevî unsurlar
olmadan maddî güzelliğin değeri çok azdır. Maddî güzelliğe mânâ yön vermiyorsa
denge de sağlanamaz. Demek istiyorum ki, câmideki maddî güzellikler, câmi
içindeki mü’minin dış güzelliği hiçbir değer ifâde etmez; ibâdet şuuru tüm
zerrelere kadar hissedilmez, takvâ, huşû ve huzur olmazsa. “Allah sizin
dışınıza, sûretlerinize bakmaz; Sizin kalplerinize ve amellerinize bakar.” Hele
câmide Allah’ın hükmü gizleniyor, anlatılmıyor, sansüre tâbi tutuluyorsa... Ve
bir de zâlimler, tâğutlar ve onların düzenleri, kanunları övülüyor veya onların
koydukları sınırlar hudûdullah’tan önemli görülüyorsa... Câminin süsü, ziyneti
neye yarar?
Allah’ı hissettirmeyen, O’nu hatırlatmayan
câmi, ne kadar muhteşem olsa da güzel değildir.
Önce rûhî,
mânevî güzelliği, sonra bununla uyumlu olarak buna ters düşmeyen maddî güzelliği
önemlidir güzel diyeceğimiz her şeyin, tüm ibâdetlerin. İçindeki ruh, mânevî
yön ihmal edilir veya bozuk olursa mescid, takvâ mescidi olmaktan çıkar,
güzelliğini kaybeder, zararlı bir mescid, dırar mescidi oluverir. Tabii, tüm
süsü, maddî güzelliği böyle bir câminin ayakta kalmasını, ibâdet edilmeye lâyık
yer olmasını sağlayamaz. Yıkılıp yeri çöplük yapılmayı hak eder bu anıt (Bkz.
Tevbe, 107-110).
Câmileri
takvâ ruhuna mâlik, hâlis niyetli, gerçek mü’minler inşâ etme hakkına sahiptir
(9/Tevbe, 18). Allah'a hakkıyla iman etmeyen, nefislerini veya tâğutları
Allah'a ortak koşan, hâkimiyet hakkını Allah’ta görmeyen, O’nun kanunlarıyla
hükmetmeyen, başta namaz olmak üzere ibâdetlerini yerine getirmeyenlerin
Allah’ın câmilerini yapmaya ve tamir etmeye hakları, yetkileri yoktur (Tevbe,
17-18). Çünkü bu tipteki insanlar, câmilerin ruhunu maddesine kurban edecek,
süslü-püslü inşâ ettikleri câmilerde esas ziynet olan kulluk yapılmasını
istemeyeceklerdir. Niyetleri hâlis değildir. Bunlar, Allah’ın mescidlerinde Allah’ın
zikredilmesine, insanlara Allah’ın hükmünün ve nizamının anlatılmasına engel
olmak isteyen en büyük zâlimlerdir (Bakara, 114).
Takvâ, mânevî özellikler, câmi mimarisine ve
süslerine kurban edilince, güzel elbise giydirilmiş odunların hali gibi, câmi
de içiyle dışı (ruhuyla maddesi) bir ve uyumlu olmayan münâfık bir yapı
oluşturur. O zaman şeklen dırar (zarar) mescidi ortaya çıkmış olur. Zaten
câmiye bu şekli veren, câmiyi aslen ve tümüyle dırar yapmak için vâsıta ve
imkânlarını tamamlamış olmaktadır. Gerisi kolaydır artık.
Tarihten
günümüze İslâm âleminde nice sultanlar, krallar, başkanlar ve yöneticiler,
câhil halkın gözünü boyama, dikkatleri zulüm, sömürü, fakirlik gibi önemli
meselelerden uzaklaştırma, halkı kandırma ve oyalama kasdıyla, içinde yaşadıkları
saraylar kadar büyük ve yüksek değilse bile, onlara benzeterek câmiler inşâ
ettirdiler. Kendilerinin namazla ve namazın temsil ettiği dâvâ ile ne kadar
ilgilerinin olduğu bilinen bu yöneticilerin bu görkemli câmileri inşâ ettirme
sebepleri bellidir. Halka ancak bu şekilde müslümanlıklarını ispat edip, kendi
rejim ve saltanatlarına destek sağlamak. Yani kazın geleceği yerden tavuğu
esirgememek.
Müslümanların,
hatta onlardan daha önce İslâm dâvâsının bunca zarûrî ihtiyaçları varken
Ağustos 1993’de Fas’ın Kazablanka kentinde tam beş yüz milyon dolar harcanarak
inşâ edilen bir câminin açılışı yapıldı. Câminin inşâsı, müslümanlara akla
gelmedik zulümler yapan, Allah’ın dini olan İslâm’ı devlet dini haline getirip
kuşa çeviren Kral II. Hasan tarafından yaptırıldı. Bu, Mescid-i Harâm ve
Mescid-i Nebevî’den sonra dünyanın en büyük üçüncü câmisi. Ne ki, kalabalık
yerleşim yerlerinden hayli uzakta, bir deniz kenarında. İslâm, sanat denilen
gösteriş adına bu kadar israfa müsaade eder mi dersiniz? Bir de câminin
kullanımını değerlendirin: Câmilerinde “Halîfe-i Müslimîn Kral Hasen-i Sânî” ifâdesiyle
her hutbede ve her duâda bütün namaz kıldırma görevlilerinin krala duâlar ve
övgüler yağdırma zorunluluğunu düşünün. Fas’ta da câmilerin devlet dairesi
şeklinde kullanıldığını hesap edin.
Tarihte ve
günümüzde Allah’ın rızâsı dışında, meselâ gösteriş ve dünyevî yarış için “bizim
köyün minaresi, sizinkinden daha büyük”, “bizim câminin kubbesi, sizinkinin iki
katı!” cinsinden tavırlar... İhtiyaç olan yerlerden ziyade, gösterişli yerlere
dikilen binalar... Altından kubbesi olan câmiler, türbeler, minâreler...
Bugünkü basit mahalle câmilerinin birisinin parasıyla Mescid-i Nebevî
prensiplerine sahip sadelikte en az on câmi yapılır.
Esas ziynet olan cemaat bulma, onları
şuurlandırma eylemi tümüyle terkedilip, ilim yayma yerine kilim yayma öne
çıkartılarak, sadece şekil olarak câmilerin süslere boğulması sanat filan
değil; eğer sahihse hadis-i şerif rivâyetine göre kıyâmet alâmeti olarak kabul
edilir. Hadis sahih değilse bile anlam olarak bu ifâde sahihtir, doğrudur.
Kıyâmet, cisimlerin ister kendi parçaları arasında, ister diğer cisimler
arasında var olan uyumun, nizam ve birliğin kalkmasıdır. Mânevî yönü ihmal
edilip tek kanatlı kuş gibi tek yönlü maddî süs ve güzellik, hele câmi gibi bir
mekânda olursa bu elbette bir kıyâmettir, dehşettir, sanat filân değil; sanatın
kıyâmetidir bu. Ve bu kıyâmeti câmiler başta olmak üzere çok şeyde yaşıyor
günümüz insanı.
Ruh mânevî
varlıktır. Onun yok olması, insanın ölümü demektir. Rûhî özelliklerle irtibatı
kopmuş bir eşya, sanat eseri kabul edilse bile, ölü bir yapıdan başka bir şey
değildir. Ve bize göre ruhsuz sanat, diğer olumsuzlukları yanında taş yığını,
çocuk oyuncağı cinsinden süslü oyalamaca, fantezi ve israftan ibarettir. Allah’ı
düşündürmeyen, rûhî hislerimizi öne çıkarmayan süslerin, hele aşırı biçimde,
hem de câmilerimizde boy göstermesi, câmi ve sanat anlayışımızın dengeyi bozan
şekilde dünyevîleştiğini gösteren bir doğu zevkidir.
Öyleyse bütün
bu câmi sanatına, yanlışsız din olan “İslâm sanatı” mı, yoksa, yanlışlar da yapabilen, eksikleri ve zaafları
da olan “müslümanların sanatı” mı demek
daha uygundur?
İslâm, hak
dinin adı. Müslüman da bu dinin mensûbuna Allah'ın verdiği isim. Biri her
şeyiyle kutsal, eksiksiz, yanlışsız bir nizam; diğeri ise bazı üstün vasıfları
yanında, beşer oluşundan dolayı eksiklik ve yanlışlıklarla mâlûl.
Müslümanların
tarihten bu yana iyi-kötü yapageldikleri şeyleri İslâm'a maletmek büyük yanlış.
Günümüzde bu yanlışlık o kadar geniş bir alanda ve o kadar büyük ki...
Müslümanlara kan kusturan zâlim tâğutların yönettiği ülkelere hiç tereddüt
etmeden İslâm ülkeleri denilebilmekte. Bu ülkelerin aralarında oluşturacakları
kapitalist ve pragmatist ticarî birlikteliğe İslâm Ortak Pazarı gibi adlar
kolaylıkla verilebilmekte. Örtülü fâiz dâhil, diğer bankalarda olan tüm
şeylerin aynısının mevcut olduğu kapital işleriyle uğraşılan yerlere hiç
çekinmeden İslâm Bankası tesmiye edilebilmekte. Örnekleri çoğaltmak mümkün,
fincancı katırları ürkütmek de...
Meşhur
hadis-i şerifte buyrulduğu gibi "İslâm yücedir. Ondan daha üstün hiçbir
şey olamaz." O, Allah katında makbul tek dindir. Allah'a âittir.
Müslümanların bütün beşerî zaaflarıyla ortaya koydukları bir şey zayıfsa,
güçsüzse, yanlışsa... İslâm mı güçsüz olacak?
Osmanlı saray
çevrelerinde oluşturulan Divan Edebiyatı, aşk şiirleri olan gazellerle, ucuz
meddahlık (övgü) şiiri kasideleriyle, hamamnâmeleriyle ne kadar İslâmîdir?
İslâmî Edebiyat adını vermemiz ne kadar doğru olur? İslâm gerçekten böyle bir
sanatı mı hedefler? Böyle bir edebiyatın ve sanatın eleştirilecek yönleri
varsa, nasıl İslâmî olabilir? Eleştirilince İslâm eleştirilmiş olmaz mı?
Demek
istiyorum ki, tarihten günümüze müslümanların ortaya koydukları tüm sanat
eserleri şu veya bu sebeplerle "İslâmî" denecek ideal ölçülere uyğun
değildir. Bu sanat eserlerine müslümanların sanatı denebilir. Eksiklik ve
yanlışlıklar İslâm'a değil, müslümanlara âittir. Bu değerlendirme, câmi
mimarisini de kapsayacak şekilde tüm sanat eserleri için istisnâsız şekilde
geçerlidir.
Ayasofya'yı
bilirsiniz. Doğu Roma İmparatorluğunun önemli kiliselerinden biri olarak 537
yılında yapılan bu eser, Fatih'in yaptırdığı minâreleri saymazsanız mimarî
şeklini aynen korumuştur. Osmanlı câmileri bu kilise mimarisine ne kadar
benzer, bilmem karşılaştırma yaptınız mı? Hele Tanzimat dönemi câmileriyle
kiliseler aynı mimarî özelliktedir. Daha eski olan Babil gözetleme kuleleri ise
kiliselerin çan kuleleri ve onlarla minâreler arasında büyük benzerlikler
vardır. Bizans, eski Mısır, Suriye gibi eski uygarlıklardan câmi mimarisinde de
büyük çapta etkilenmeler olmuştur. Bunlar birer vâkıadır. Olması gerekiyor veya
gerekmiyordu, ama bunları şunun için söylüyorum: İslâm sanatı diyebilmemiz için
Hıristiyanların veya diğer dinlerin eserlerinden çok farklı, orijinal bir tarz
gerekmez mi? Veya şöyle de sorulabilir: Peygamberimiz aynen bu tarz bir
mimariyi mi isterdi? Meselâ, ilk minâre ne zaman, hangi ihtiyaçtan dolayı, neye
benzetilerek, nelerden etkilenerek yaptırıldı? Bugün hangi ihtiyacı görüyor?
Sorular daha derinleştirilerek arttırılabilir.
Mimarlık
sanatı yönüyle câmilere yakın önem taşıyan kümbet ve yatırların mimarisinden
önce, böyle anıtkabirlerin inşâsının İslâmî olup olmadığı sorgulanmalıdır.
Bunlara İslâm sanatı demeden evvel, hangi dinlerin ürünü olduğu ortaya
konmalıdır.
İslâm sanatı,
ilhamını Kur'an'dan, Rasûlullah'ın sünnetinden alan sanattır. Bir müslüman
kültür ve hassâsiyetiyle bu kaynaklara inilmedikçe, yapılmak istenenler takvâ ürpertisi,
ihsan ve ibâdet bilinciyle değerlendirilmedikçe İslâm sanatı oluşamaz. Tabii,
böyle bir sanatın oluşması için İslâmî bir ortama da ihtiyaç duyulacak, bu
sanatın altyapıları mevcut olacaktır. Bize göre bugün de, tarih dilimlerinde de
böyle bir sanat oluşmamıştır. Oluşan şey, batının veya bâtılın sanatına basit
adapte ve küçük değişimlerle İslâm kılıfı giydirmekten ibârettir. Mankenlere
başörtüsü taktırılarak onları podyuma sürmek cinsindendir yapılanların
çoğu.
Asr-ı Saâdet,
dört halîfe döneminin sonuna kadar yeni İslâm devletinin oluşum dönemidir.
Bundan kısa bir süre sonra ise oluşan düzen ve ortamın da etkisiyle eski Arap
câhiliyyesine veya yeni fethedilen topraklarda izleri görülen eski câhilî
medeniyetlere yöneldiği kadar Kur'an'a yönelmemiştir sanatçı. Türkler İranlılar
gibi İslâm'a yeni giren kavimlerse, İslâm öncesi sanat anlayışlarını da
beraberlerinde getirmişler, saf İslâm sanatı oluşturma imkânlarını baştan
kurutmuşlardı. Müslüman sanatçıya zor geliyordu Kur'an'ı sanatkâr ruhla okuyup
yorumlamak, ona dayalı bir sanat anlayışını sıfırdan oluşturma çabasına
girmek... O kolay yolu seçti. Eski sanatı İslâm kılıfıyla devam ettirmek veya
yeni fethedilen yerlerdeki sanattan esinlenmek ve adaptasyon. Bu kolaycılık,
İslâm sanatına doğru giden yolun ilk adımında sanatçının Kur'an sanatının
dışında yollar aramasına sebep oldu.
Unvanları
halife veya zıllullahi fi'l-arz da olsa, yöneticilerin hemen hepsinde Kur'an
kaynaklı sanat ruhuna destek olacak bir anlayış ve yaşama biçimini, tevhid
penceresinden bakınca görememekteyiz. Tam tersine, sanatçıyı oyalayacak
oyuncakları ellerine tutuşturma işlevi görmüşler, sanata Kur'an'ın değil,
sarayın yön vermesi için çabalamışlardır.
Kur'an her
şeyden önce kâinat, hayat ve insan için çok geniş bir düşünce sistemi ortaya
koyar. Sanata en güzel hedefler çizer. Sanat için gerekli metodun örneklerini
bolca ihtivâ eder. Hem konu, hem üslûp bakımından sanat için de en mükemmel
kaynak Kur'an'dır... Hayatı İslâm düşüncesine uygun ve evrensel çapta
yorumlamak isteyen bir sanat için başvurulabilecek en geniş, en sağlam kaynak
Kur'an'dır... Sanat alanında Kur'an'dan faydalanmak için Kur'an kavramlarına ve
Kur'an'ın üslûbuna yönelmek zorunluluğu vardır...
Kur'an'ın
hayat geçirilmesi gibi, Kur'an'ın sanata geçirilmesi de ütopik bir rüya
değildir. Elbette mümkündür. Bunun için her şeyden önce canlı Kur'an haline
gelecek hamele-i Kur'an olan sanatçı rûhuna ihtiyaç vardır.
Müslümanların
oluşturduğu sanatın, ideal İslâm sanatı ile karşılaştırıldığında olumsuzlukları
yanında, kâfirlerin sanatı ile mukayese yapıldığında elbette nice güzellikler
ve üstün özellikler bulunacaktır. Tarihe övgü yaklaşımı da sövgü yaklaşımı da
yanlıştır. Her şeye âdil olarak bakmak gerekir. Müslüman sanatçının ya da
müslümanların oluşturduğu sanatın alâmet-i fârikalarının (ayırıcı
özelliklerinin) bilinmesi bu sanatın müspet yönünü ortaya çıkaracaktır.
Müslümanın
inancı, hayat görüşü ve yaşayışı farklı olduğundan, sanat konusunda da tabii ki
müşrik veya münkirden farklı yönleri olacaktır.
İdeal tipten
ne kadar uzak olursa olsun, kendisine müslüman denilebilecek asgarî şartlara
sahip olan insan, ister sanatçı ister başka biri olsun, Allah'ın koyduğu
kurallara uymak zorunluluğu hissedecektir. Normal olarak da bunları imanı
nisbetinde hayatına geçirecektir. Başka türlü olması beklenemez. Müslümansa
belli edecektir müslümanlığını.
Kur'an'dan
ilhamını alarak ideal ölçüler içinde İslâmî bir sanat ortaya koyamamakla itham
ettiğimiz müslüman sanatçı, tarihten bu yana kâfirlerden nice yönleriyle farklı
müslümanca bir sanat oluşturmaya çalışmıştır. Eksiğine aksağına rağmen
müslümanların sanatında müslümanca güzellikler bulmak zor olmasa gerek.
Câmi başta
olmak üzere her çeşit mimarlık, hat sanatı, dinî mûsikî denilen müzik,
stilizasyon, arabesk, ebru, tezhip gibi tezyînî sanatlar, çeşitli el sanatları,
halk sanatları ilk akla gelen türler. Ama bizim üzerinde durmak istediğimiz
esas farklılık, sanata bakış açısında ve haramlığında ittifak edilen tür ve tarzlara
karşı oluştur. Maddeler halinde, çok kısa olarak bu farklılıkları
sıralayabiliriz:
a. Batı sanatçısı Allah'la mücâdele içindedir. Sanat da onun
"yarattığı"dır. Buna karşılık müslüman sanatçıda en küçük çapta bile
olsa Allah ile bir çatışma yoktur. Hatta o, sanatı ibâdet olarak görmek
zorundadır. Batılılar Allah'ın yarattığını taklit için insan vücutlarını
kaslarıyla birlikte çizmiş veya heykellerini yapmışlarken; müslümanın sanatında
insan vücuduna hemen hiç rastlanmaz.
b. Müslüman sanatçı, güzelliği yaratma iddiâ ve cür'etinde değil; güzeli
keşfetme görevindedir.
c. O kural, disiplin, ölçü tanımayan değil; haram-helâl hudutlarına ve
kendi fıtratına uyan, ritme, âhenge, ölçüye, birliğe, sonsuzluğa ulaşmak
isteyen bir anlayış içindedir.
d. O, nefsinin hevâ ve fantezilerinden ziyâde, mutlak güzelliğin peşinde
koşar.
e. Ne sanatı, ne kendini putlaştırır. Sanatı amaç olarak görüp ona Allah'ı
karıştırmayarak putlaştırmaktan sakındığı gibi, sanatçı olarak kendini de
putlaştırmaya götüren her şeyden kaçıp "ben"ini gizler.
f. Sadece duyularıyla ve hisleriyle değil; kalbî ve rûhî tüm
özellikleriyle de güzele yaklaşır, gözünün yanında basîreti ile, Allah'ın
nûruyla bakar.
g. Değişen şeylerin ardındaki değişmeyeni arayıp yakalamaya çalışır.
h. Gayri müslim sanatçı Allah'ı, tabiatı, yaratıkları taklit etmeye,
-hâşâ- Allah gibi yaratmaya kalkışma cür'etini gösterir, bunun için benzetme
metoduyla eserini ortaya koyarken; müslüman sanatçı taklitçi değildir. Allah'ın
yarattığına benzetmeye kalkmaz eserini. O, eşya ve hâdiseleri yansıtma
metoduyla idrâk eder. Onun için batıdaki heykel ve figüratif resme karşılık,
müslüman sanatçı minyatüre sığınır.
i. Müslüman sanatçı için tabiat, batıdaki gibi bir dış görünüşten ibâret
değildir. Dış görünüşten ziyâde iç görünüştür, derinliktir tabiat. Rûhî hâletin
yansımasıdır. O, gözünü dış dünyadan fazla içe doğru açmıştır. Hâdise ve
eşyaları aynen değil; insanda bıraktığı intibâlara göre ele alır.
j. O her şeyi daha parlak, daha şen görür. Tabiat devamlı bahar mevsimini
yaşar. Gül ve bülbül de bahçededir hep. Her şey güzel görünür sanatçıya. Çünkü
onun bakışı mutluluk ve huzur doludur. Örneklerinde çirkinlere ve çirkinliklere
yer yoktur.
k. Batıdaki arayıp bulamamanın getirdiği çırpınış ve isyanların yerine;
huzur, sükûnet, olgunluk ve ritm vardır.
l. O, sanatı, batılılar gibi faydadan uzak düşünmez. Onun için sana bir
lüks ve fantezi değildir; bir oyuncak da. Sanat daha çok hayatta lâzım olacak
bir güzelliktir. Kullanılan güzel bir eşya veya onun tezyînatıdır sanat.
m. O taklitçi olmadığından yaptığının aynısını tekrar etmez. Birbirinin
aynı olan iki çiçeği bile resmetmez. Aynı iki kompozisyon ortaya koymaktan
sanat adına hayâ eder.
n. Özellikle son asırda tatbiki güzel sanatlarda ve dekoratif sanatlarda
batı makineyi ele tercih etmeye başlamıştır. Makineleşen insan, sanatı da
makineye ezdirmeye başlamıştır. Müslüman sanatçı ise göz nurunu el emeğiyle
birleştirmeyi tercih eder. Ucuzluğa ve tekdüzeliğe prim vermez. Makineye teslim
olmaz, sanatını da teslim etmek istemez.
o. O tabiatla iç içedir. Kendisini küçük tabiat bildiğinden onunla uyum
içindedir. Topraktan yaratıldığına inanır. Tabiata hükmedenle kendine
hükmedenin aynı zât olduğunu, aralarındaki kanunların ayniyet arzettiğini
görür. Onunla bütünleşmek ister, tabiattan kopmaya rızâ göstermez.
p. Batılı sanatçı, dinini bile trajedi haline getirdiğinden, hayatı trajik
biçimde algılar. Karamsarlık ve tedirginlik içindedir. Yeni çözümler peşinde
koşar; daha doğrusu çılgınlıklar peşinde. Müslüman sanatçı ise sanatta yeni yollar
aramaktansa daha çok bulduğuyla yetinmeyi tercih etmiş, fakat bu sınırlı yolda
derinleşmeye ve çeşitlemeye yönelmiştir.
18. Yüzyıldan
sonra, özellikle de Tanzimat'ın ilânıyla birlikte doğulu sanatçı ile batılı
sanatçı arasında fark-mark kalmadı. Batı taklitçiliği müslümanca sanatın tüm
değerlerini kemirmeye başladı. Taklit hastalığı şekilden ibâret olmadığından,
öncelikle kalbi, rûhu mahvetti. "Müslüman sanatçı" değildi artık
doğulu sanatçı. O sadece sanatçıydı. Sanatçının müslümanı gâvuru mu olurdu?
Sanat da sanattı işte. Onun da kurallarını din belirleyemezdi!
Artık
Tanzimat'tan sonra sadece saraylar değil, câmiler bile batılılaşmıştı. Batıdaki
kiliselerin mimarî özellikleri aynen câmilere taşınıyor, câmileri bile halkın
gâvur dediği hıristiyan mimarlar inşâ ediyordu. Ne yapalım büyükler(!) böyle
istiyordu. Her konuda batı tek örnekti. Sanat da batılılaşacaktı. Câmiler de
buna ayak uydursundu efendim. Batıdaki sanat ve sanatçı, her konuda taklit
edilmeye başlandı. Artık bunun dışında sanat-manat yoktu. Ve derken Amerika'nın
Michael'ı, Madonna'sı bile sanat adına okul defterlerinin kapaklarına, oradan
gençlerin kalplerine yerleşmişti.
Anlayacağınız
artık fark kalmadı, sanat da kalmadı.
Buyrun
sanatın cenâze namazına. Sonra da gömmek için hıristiyan mezarlığına!
Sıcak savaşta
silâhların önemi neyse, soğuk savaşta sanatın yeri odur. Hak-bâtıl savaşının
kıyâmete kadar süreceğini de bilmeyen yok. Cephe her dönemde ve her yerde
isteyene açık. Arada kalmak mümkün değil; ya o cephe seçilecek, ya bu cephe.
İslâm savaşçısı olmayan herkes, sadece savaş kaçkını bir korkak olmakla
kalmayacak, bâtıl savaşçısı konumuna girmiş olacaktır: "İman edenler
Allah yolunda savaşırlar, kâfirler ise tâğut yolunda savaşır. O halde şeytanın dostlarına
karşı savaşın. Şüphe yok ki, şeytanın düzeni ve tuzağı zayıftır." (Nisâ,
76). Bu ikisinin dışında üçüncü bir savaşçı yok. Aradakiler, üçüncü bir yol
arayanlar mı? İşte: "Bunlar (İslâm savaşçılarıyla kâfir savaşçıların)
arasında bocalayıp durmaktalar (o münâfıklar). Ne onlara, ne bunlara (dâhil
değildirler). Allah'ın şaşırttığı kimseye asla bir çıkar yol bulamazsın." (Nisâ,
143)
Kâfirler
memleketleri önce sanat denilen araçlarla işgal ediyorlar. Silâhlı işgallerin
zaten modası geçti ve çok pahalıya mal olduğu görüldü. Bununla birlikte kalıcı
egemenlikler silâha değil, sanata dayanmak zorundadır. Silâhla insanı zorla ve
geçici bir süre etkisiz hale getirebilirsiniz, ama sanatla insanı fetheder,
kendi cephenize alabilirsiniz.
Hz. Ömer'in
yalın kılıç Hz. Peygamber'e karşı öldürme kastıyla giderken Kur'an'ın sanatı
karşısında kılıcının işe yaramadığını hatırlayıverelim. Ama bu sanattan
anlamayana anlayacakları dilden anlatmak için Hz. Ömer kılıcını da elinden
atmamıştı.
İslâm, insanı
rûhundan yakalar; onu iknâ eder, inandırır. İşte bu, sanatla cihadın
kaynaşmasıdır. Müslümanın cihadı da en güzel şekilde olmak zorundadır: "Onlarla
en güzel şekilde mücâdele et." (Nahl, 125). O yüzden cihat sanattır,
sanatın cihad olduğu gibi.
Buhârî ve
Müslim'in rivâyetine göre İslâm düşmanlarını şiirle hicveden Hassan bin Sâbit,
Hz. Peygamber'in "onları hicvet, Cebrâil de seninle beraber
olsun!" şeklindeki duâ ve iltifâtına nâil oldu. Bilindiği gibi hiciv,
birini şiirle kötülemek ve küçük düşürüp alay etmek, ona saldırmak demektir.
Dolayısıyla sanatın hiciv gibi cihad için kullanılmasını Peygamberimiz
emretmişti.
Sanat, rûhî
özelliklerin dışa yansıması olduğundan, rûhî mücâdelesiyle sanatın büyük
yakınlığı vardır. İnsan kendi rûhunun derinliklerinde, aynı anda hepsine
karşılık verilmesi ve tatmin edilmesi mümkün olmayan gelip geçici ve iç içe
duygu ve arzularla mücâdele eder. İçteki mücâdele sanatın cephesini, yönünü,
şeklini, keyfiyetini, kalitesini belirler.
Müslüman için
hayat, iman ve cihaddan ibâret olduğu gibi, diğer insanlar için de bu böyledir.
Herkes hayatı boyunca bir şeylere inanır ve o uğurda mücâdele eder. Yani herkes savaşçıdır, dininin savaşçısı. İnsan
hayatının bir ânı bile mücâdelesiz geçmez. Ya hak yolda, ya da bâtıl. Kime
karşıdır bu mücâdele? Diğer insanlara, varlıklara, eşyaya. Düzenlere,
değerlere, güçlere, akımlara; sosyal veya siyasal zulümlere. Arzular ve
eğilimlerle; tâğutlarla mücâdele. Sanat, bu mücâdeleyi güzel bir şekilde,
hikmetle yansıtabildiği oranda sanat olacaktır.
Hayat cihaddan ibârettir de, sanat cihaddan
ibâret değil midir? Artık insanlar fırçalarla, kalemlerle, filmlerle,
kasetlerle savaşıyorlar. Savaş âletlerinin mermileri, bombaları bedenleri
değil; rûhu, kalbi hedef alıyor. Kalpler, evler, sokaklar, memleketler ve dünya
sanatla ve sanatçıyla işgal ediliyor.
Sanata karşı
sanatla mücâdele edilmelidir; orduya karşı orduyla mücâdelenin şart olduğu
gibi. Hem de sahte sanata karşı gerçek sanatla. O takdirde mücâdele daha kolay
kazanılacaktır. Hz. Mûsâ'nın sihirbazlara, yani sahte sanatçılara, göz
boyayıcılara galebesi gibi.
Sanat,
dâvânın en sihirli tebliğ ve telkin vâsıtasıdır. İnsanlara güzeli sunmak için
güzel bir görünüm içinde güzel unsurları kullanmak gerekir ki, bu usûllere
sanat diyoruz. Sanat rûhundan yoksun kaba ve çirkin bir tebliğ (ki buna tebliğ
denmez, propaganda denir) çağırmak değil, kaçırmaktır. Bu ince telkin edâsından
yoksun, yani sanatsız tebliğcilik, ham softalık ve kaba yobazlık olur.
Sanatın bir
gâyesi de gönülle duyduklarımızı başkalarına güzel bir şekilde ifâde etmektir.
Rûhumuzu gönlümüzü açmak, oradaki huzuru, hazzı, zevki, güzelliği, derdi,
çileyi başkalarıyla paylaşmaktır. "Ballar balını buldum. Kovanım yağma
olsun!" demektir. Yani tebliğdir.
Doğruluk ve
güzellik tebliğle, telkinle yayılır. Gerçek sanatın tüm dalları tebliğ
vâsıtalarıdır. "Gerçek sanat" diyoruz, çünkü meşrû olmayan sanat
dallarını ve sanatın gayr-ı meşrû kullanılışını tebliğ kabul etmiyoruz. Meşrû
dâvâ, meşrû vâsıtalarla gelir. Neticeye tesir eden her şey meşrû olamaz.
Müslümanlarca bu sanat dalları içinde tebliğe en müsâit olanlar, en önemli
sanat kabul edilir. Hitâbet, edebiyat: Kur'an'ın ve peygamberlerin sanat
yönünün dışa vuruşu. İnsanlar arasında en güzel tebliği yapan peygamberler en
büyük sanatkârlardır. Edebiyattan sonra da hat, mimarî ve mûsikî, dâvâyı tebliğ
edebildiği oranda makbul diğer sanatlar. Ve diğerleri...
Tebliğ demek,
müslümanca sanat demektir; ille Kur'an âyetlerinin veya hadislerin anlamlarını
vermek, vaaz ve nasihat demek değildir. Hayatla ilgili herhangi bir konu İslâmî
ölçülere uygun şekilde müslümanca ele alınır; sözle, sesle, çizgiyle veya başka
bir yolla meşrû ve güzel bir tarzda sunulursa bu sanat olduğu kadar tebliğ de
olur. İkisini birbirinden ayıramazsınız. Sanat bir inancın tebliğidir, ama kuru
ve soğuk bir sunma, hiçbir zaman, yapılana sanat vasfı verdirmez. Sanatkâr yönü
herkesçe kabul edilen Mehmed Âkif'in şekilden ziyâde sunulanın önemli olduğunu
belirten bir sözü vardır: "Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek."
Sözümüz odun gibi olacaksa, Yunus Emre'nin dergâha taşıdığı odunlar gibi olsun;
yontulmamış olmasın ki, kalem misâli sanat vesîlesi olsun. Yontulmamış odun
yanmağa yararken, kalem gibi yontulan odun insanı yanmaktan kurtarabilir.
Büyü/sihir,
insanları uyutur, hipnotize eder, manyetik alana sokarak sarhoş yapar. Bizim
sanatımızın farkı ise uyarıcı olmasındadır. Müslüman sanatçı, teshir eden,
uyutan, hipnotize eden değil; insanları şerre karşı sürekli uyaran, hakka dâvet
eden, gerçek güzelliği insanlara gösteren tebliğcidir.
"Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır
ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et." (Nahl, 125). Hikmet ve güzel öğüt sanattır. Sanat da Rabbın yoluna
dâvet için kullanılmalıdır. Kuru kuru tebliğ değildir istenilen. Rûha nüfuz
edici, gönle hitap edici, kalbi fethedici özelliklere sahip olacak; yani
sanatlı olacaktır tebliğ. Tebliğin sanatlı olması gibi, büyük sanat eserleri de
güzel bir tebliğdir. Gayri müslim sanatçıların meşhur eserleri de propaganda.
Mozart, Bethoven, Pascal gibi batılı sanatçılar, sadece hıristiyanlığın
etkisinde kalmamışlar, aynı zamanda sanatlarıyla hıristiyanlık propagandası
yapmışlardır. Günümüzde hemen hemen her eve giren medyanın yaptığı, batılıların
hıristiyanlık, kapitalizm, materyalizm, hümanizm, sosyalizm, demokrasi, laiklik
gibi dinlerinin sanat kılıfı içinde propagandasından ibârettir denilse hiç
abartılmış olmaz. Televizyondaki en mâsum çocuk programlarından eğlence
programlarına, çizgi filmlerden dizilere kadar bir dünya görüşünün
propagandası, karşı dünya görüşünün de tenkididir. Gazeteler zaten birer
ideoloji çığırtkanı. Dergilerse ya dâvâ adamlarının ya da dâvâsızlık dâvâsının
organları.
Kâfirler her
türlü sanat araçlarıyla çekinmeden açıkça kendi inançlarının en kesin şekilde
propagandasını yaparken, bir insan hem "müslümanım" diyecek, hem de
sanatına inancını aksettirmeyecek. Olmaz böyle şey. Ne böyle sanat, ne de böyle
müslümanlık!
Müslümana ve
müslümandan önce İslâm'a faydası dokunmayan sanat, bir oyuncaktan, fantezi ve
lüksten başka bir şey değildir. Dâvâ açısından faydasız sanat, çok yönden
zararlı bir uğraştır.
Bazıları
sanatın fayda ile ilgisi olduğu oranda sanat olmaktan uzaklaşacağını
söyleyerek, sanatın sadece sanat için olması gerektiğini savunurlar. Bunlara
göre sanat, ahlâk ve faydayla kesinlikle uğraşmaz. Günümüz sanat anlayışında da
toplum açısından maddî-mânevî hiç yararı olmayan yapıtlar, sanat eseri olarak
takdim edilir. Başta heykel olmak üzere, modern resimden müzik anlayışına kadar
günümüzde sanat diye takdim edilenlere yararlılık açısından bakıp tekrar
değerlendirmek gerekmektedir. Câhilî sanat anlayışı, sanat putuna toz kondurmak
istemeyebilir: "Sanat, hiçbir şeyin aracı olmamalı, sanatta sadece estetik
özellikler aranmalıdır. İnsana direkt faydalı olan şey, zanaat olur. Güzellik
anlayışı, faydaya kurban edilemez..."
İslâm, hayra
vesîle olmayan, faydası dokunmayan herhangi bir şeyi kesinlikle meşrû görmez.
Efendimiz: "Allah'ım! Öğrettiklerinle beni yararlandır. Bana faydası
olanları öğret" diye duâ ederken, ilim bile olsa faydası olmayandan
sakınır: "Allah'ım! Faydasız ilimden Sana sığınırım."
Rabbimiz
Kur'ân-ı Kerim'de, kurtuluşa erecek olan gerçek mü'minleri "Onlar
lağvdan (faydasız söz, iş ve davranıştan) sakınanlardır." (Mü'minûn,
3) şeklinde vasfederek över. Peygamberimiz (s.a.s.) de bu konuda şöyle buyurur:
"Faydasız söz ve işleri bırakması, mü'minin müslümanlığının güzelleşmiş
olmasındandır."
Faydası olmayan herhangi bir şey, zararlı
kabul edilmese bile, kaçınılması gereken bir lağvdır. Vakit ve nakit isrâfıdır,
mâlâyânidir, abesle iştigaldir. Dolayısıyla her faydasız şey zararlıdır. Allah'ın yarattığı, başta insan olmak üzere
tüm yaratıklar, sadece şekil olarak güzel ve sanatlı olarak yaratılmamış, bir
gâye için var edilmiştir. "Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin
hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?" (Mü'minûn,
115). Müslüman sanatçı, yaptığı işin meşrû ve hayırlı bir iş olduğu, kendisine
ve başkalarına faydası dokunduğu oranda ibâdet olduğu bilinciyle sanata
yaklaşmak zorundadır. Tabii bu fayda, bazen sadece âhirette beklenen müeccel
bir hayır olabilir. Bilinmeli ki "Âhiret bâki (devamlı) ve daha
hayırlıdır." (A'lâ, 17). Cennetteki nimetler, dünyevî süs ve
faydalardan çok daha hayırlı ve büyüktür (Bkz. Âl-i İmrân, 15).
Bir iş veya sanat eseri faydalı olduğu
halde, inancımıza ters düşüyorsa terk edilmelidir. Çünkü müslüman, olaylara pragmatizm
açısından bakamaz. Zararlı bir şey, çok kapsamlı değerlendirilemediği için
faydalı zannedilebilir. Bir şey de bazı küçük faydaları olduğu halde, meşrû
olmayabilir (Bkz. Bakara, 219). Fayda ile zarar aynı şeyde, meselâ bir sanat
eseri veya anlayışında ortaklaşa bulunursa, "zarardan korunmak, faydanın
gelmesinden daha önemli" olduğu için (Mecelle kuralı), hayra şerri karıştırmadan
olmuyorsa o, hayır olmaktan çıkmış, içine zehir damlatılan suya benzemiştir.
"Fayda"yı,
nefsimizin hoşuna giden, egomuzu tatmin eden, sömürüye benzer kazanç, basit ve
küçük dünyevî çıkar kaygısı olarak anlarsak, bu kabul İslâm'ın hayır ve fayda
anlayışına ters olduğu gibi, bu tür çıkar endişesi sanatı sanat olmaktan
çıkaran bir parazit olur. Müslüman açısından fayda; Allah'ın rızâsına
ulaştıran, insanlığa hizmetle alâkalı, dünya ve âhiret için gerçekten yararlı
olan mâruf ve meşrû olandır, hayırdır.
Sanatın karın
doyurmadığı, insanın sağlığını ve rahatını arttırmadığı doğru olabilir. Hatta
insana çile çektirdiği, yorduğu, düşüncesini zorlattığı, bazen tedirgin ettiği,
hâmile anne adayının katlandığı zahmet gibi güzel eser doğurabilmek için bin
bir zahmetlere sebep olduğu söylenebilir. Bütün bu zahmetlerin rahmete
dönüşeceği özellikler bir eseri sanat yapar. Sanat bu zahmetlerin yanında,
güzel insan olmanın güzelliğini güzelce duyurabildiği için, insanî değerleri
ihyâ ettiği, rûha huzur ve tatminlik hissi verdiği, onu beslediği ve bunun gibi
güzelliklere hizmet ettiği için faydalı şeylerin ön sıralarında gelir.
Güzellik ile
fayda, tarihin eski dönemlerinden beri çok iyi geçinen evli çift idi. Fitneci
felsefe bile aralarını bozamadı. 18. Yüzyılın sonunda estetik adlı batı
büyücüsü "bi-izzeti Rûm" deyip süslü sihirbaz değneğiyle bu evli
çiftin arasını açmayı başardı. Ne yaptığını, ne aradığını bilmeyen bazı
Rönesans miras yedileri eski Roma'nın töre ve zevklerini yeniden hortlatmayı
amaç edindikleri için arkeoloji düşkünlüğünün etkisinde bir anlayış
geliştirdiler. Mimarî, bir ihtiyaca cevap verdiği ve faydalı olduğu için onu
sanattan saymamaya başladılar. Mimarî ne kadar süslü ise, ancak o kadar değeri
vardı bu anlayışta. Faydalı ile güzelin hiçbir zaman bağdaşamayacağı ilân
edildi. Tek-tük cılız karşı çıkmalara rağmen, bu anlayış, tüm batı sanatını
bugüne kadar önemli çapta etkisine aldı. Böylece sanat hayattan uzaklaşmış
oluyor, bir lüks eşyadan başka şey olmayan bu sanat, bütünüyle yozlaşmış
oluyordu. Tabii ki sadece fanteziden ibâret olan bir sanat, bazılarınca tümüyle
önemsiz bir şey kabul edilecek, bazılarınca da hiçbir şeyin hizmetinde
olmadığından, aşırı yüceltilerek putlaştırılacaktır.
Müslümanların
kültüründe sanatla zanaat iç içe girmiş kavramlardır. Sanat kelimesi
"yapmak, işlemek" anlamına gelen Arapça "sun' "
kelimesinden türediği; sözlük anlamı olarak sanatın; ustalık, hüner, mârifet
anlamlarına geldiği gözönüne alınırsa, sanatın bugün zanaat dediğimiz
marangozluk gibi el işlerini kusursuz yapabilme anlamında kullanıldığı
anlaşılır.
Bugün
endüstri kelimesiyle eş anlamlı olarak kullanılan "sanayi" kelimesi,
Arapça sanat kelimesinin çoğuludur. Sanayi kelimesi günümüzde yararlı eşyaların
üretimi amacıyla madde veya ürünlerin değişim işlemleri veya hammaddeleri
işlenmiş hale getirip değerlendirmeye yarayan işlem ve araçların tümü anlamında
kullanılmaktadır. Eskiden bu tür işler, zevk verecek tarzda güzellik unsuru öne
çıkarılarak ve el emeği ile yapıldığından sanat kabul ediliyor; bugünkü
anlamından farklı anlamda kullanılıyordu sanayi. Demek istiyorum ki, sanatla
sanayi aynı şeylerdi. Belirli zanaatları öğretmek amacıyla açılan okullara
Sanat Okulu, Sanat Enstitüsü gibi adlar verilirdi. Marangozluk, demircilik gibi
el ustalığı ile ilgili zanaatlar için halk hâlâ "sanat altın
bileziktir" der, zanaatla sanatı ayrı düşünmez. Halkımızın dünkü ve
bugünkü anlayışı, zanaatın sanata götüren bir köprü olduğu, sanatın estetik
kaygıların daha belirgin olan zanaattan başka bir şey olmadığı istikametindedir
ki, bu anlayış, sanat-fayda ilişkisi açısından önemlidir.
Batının sanat
anlayışı da yüz elli, iki yüz sene öncelerine kadar aynıydı, denilebilir. Sanat
kelimesi bugün ona verilen anlamı batıda 19. yüzyılda almıştır. Bu yüzyıla
kadar sanat, ustalık ve el işlerinde mahâret demekti. Zanaat sanat sayılıyordu.
Sanatçı, üstün bir işçi demekti. Şimdi sanatçıdan beklendiği gibi, orijinal bir
eser ortaya koyma şartı aranmıyordu.
Sanatı ve tüm
güzellikleri, çarkları arasında ezerek yürüyen Kapitalizm, kendi eliyle yaptığı
helvadan put olan "sanat, faydası olmayan güzelliktir", "sanat,
ancak sanat içindir" lokmalarını karnını aç bıraktığı ezilmişlere çoktan
yedirdi. Artık ciddî anlamda sanattan söz etmek için tarihe yolculuk etmekten
başka çare kalmıyor. Ya da tımarhanelik delilerin tuvale boya fırlatmaları,
bazılarının orasını burasını göstererek hoplayıp zıplamaları, dört ayakla
tepinip bağırmalarını sanat kabul etmek gerekiyor. Batıda özellikle dekoratif
sanatlar, süsü faydaya fedâ ederek gittikçe yalınlığa doğru yönelmektedir.
Mimarî, ev eşyası yapımı, tekstil sanayii, seramikçilik vb. alanlara uygulanan
güzel sanatlar demek olan tatbikî güzel sanatlar bir ihtiyaca cevap
vermek gibi faydalarından ötürü artık güzel sanat kabul edilmektedir. Yani,
açıkçası batı da artık fayda konusundaki görüşünün faydasızlığını anlamış,
faydası oranında sanata güzel sanat demeye başlamıştır.
Sanat-fayda
ilişkisini belirtirken, bir müslümana göre zararlı bir şeyin sanat
olamayacağını vurgulamaya gerek var mı, bilmiyorum. Tabii, en büyük zararın da
mânevî-uhrevî olduğunu. Direkt zararı gözükmese bile, faydasız bir şeyi
mâlâyâni, israf ve lağv özelliklerinden dolayı onaylamayan bir dinin; inanca,
ahlâka, akla, düşünceye, ekonomiye... zarar veren bir şeyi güzel görmesine, meşrû
kabul etmesine ihtimal verilemez.
Zarar verici
özelliğinden (dırar), takvâ üzere yapılmayan mescidi/câmiyi bile onaylamaz, onu
güzel görmez İslâm. Putlaştırmaya yol açtığı için, inanca zararlı olduğundan
canlıların heykellerine güzellik vasfını lâyık görmez. Yine meşhur İran
halısının aşırı şekilde övülüp gözde büyütülmesinden dolayı putlaştırılıp
inanca zarar vermesinden ötürü Hz. Ömer tarafından kılıçla lime lime edilmesi,
müslümanların onayını alır. Bu arada belirtelim ki, "zarar" kavramının
da "fayda" gibi İslâm'ın anladığı gibi anlaşılması gerekir. Kiralık
veya satılık sanatçı olmamak için çırpınan değeri takdir edilmemiş sanatçının
sanatını icrâ ederken karşılaşacağı zorlukları, güzel çileleri
"zarar"la karıştırmamalı.
Sanatın,
halkı sömürmeye varmayan meşrû ölçüler içinde sanatkârın ekonomik durumu
yönünden maddî fayda sağlaması da gâyet tabiidir. Bundan bir iki asır önce
İstanbul'da boğazdan karşı tarafa kayıkla geçen bir meşhur hattatın para
cüzdanını yanına almadığını fark edince, kayıkçıya yirmi paralık ücret
karşılığı bir kâğıda vav harfi yazıp, "bunu çarşıda kitapçıların hangisine
satsan, sana en az yirmi para verir" deyip ücretini o şekilde ödemesini
küçük bir nükte olarak belirtelim. Şimdi "vav"ın yerine geçirilen "v"lerin
sanat olmayacağı ve para da kazandırmayacağı, kalemiyle geçinen kimselerin
sanatçıdan çok kiralık kalemler olduğu gerçeğiyle açığa çıkıyor diye
düşünüyorum.
"Sanat
karın doyurur mu, doyurmaz mı?" tartışılabilir, ama gerçek sanatın
faydası, hayırlara vesîle olması, mideden daha önemli olan rûhu doyurması
tartışılamaz.
Yapılanın
faydalı olması için yalancı sanat olmaması gerekir. Gerçek sanat, gerçek üzere
olan sanattır. Hak üzere olmayan yalan sanatın faydası da yalandır.
"Şeytanların kime ineceğini size haber vereyim
mi? Onlar günaha, iftirâya düşkün olan herkesin üstüne inerler. Bunlar
(şeytanlara) kulak verirler ve onların çoğu yalancıdır. Şâirler(e gelince)
onlara da sapıklar uyarlar. Onların her vâdide şaşkın şaşkın dolaştıklarını ve
gerçekte yapmadıkları şeyleri söylediklerini görmedin mi? Ancak iman edip
sâlih/iyi ameller yapanlar, Allah'ı çok zikredenler ve zulme uğratıldıklarında
kendilerini savunanlar başkadır. Zâlimler hangi inkılâba döndürüleceklerini
yakında bileceklerdir."
(26/Şuarâ,
221-227)
Şeytanların
ilhamları ile sanat(!) yapanların önemli özelliklerini bu âyetlerde görüyoruz.
Yalancı, iftirâcı, yapmadıkları şeyleri söyleyen kimselerdir bu günahkârlar.
Açıkça
görüyoruz ki, İslâm, sanat için de olsa yalana asla geçit vermez. Daha doğrusu,
yalanı sanattan saymaz. Yalanı güzel kabul edenler, yalancı güzellikle karşı
karşıyadırlar, aldanmışlardır. Yalancının mumu yatsıya kadar yandığından,
sanatın uzun ömürlü olması için gerçek sanat olması gerekir. Doğruluktan güven
ve sevgi oluşur. Yalan ise, güvensizlik, nefret ve çirkinliklere götürür.
Yalan, çirkinliklere bulaştırdığı için güzellik kaynağı olan imana zıttır.
Müslümanın sanatı, güzel bir gerçek (hak) arasında tam bir âhengin teminini
hazırlayan bir sanattır. Çünkü kâinatta "güzel" bir
"gerçek"tir. Gerçek ise, güzelin doruğu.
Batıda gerçek
için tek ölçü, bilimsel araç ve gereç dedikleri bazı aygıtlar ve gözdür. Bunun
dışında gerçek yoktur. Hakikatin hakikat olabilmesi için deneyci bilim
adamlarının laboratuarında onaylanması şarttır. Bazıları daha da ileriye
(geriye) giderek hakikatin çerçevesini öyle daraltmışlardır ki "Tanrı'yı
neşterlerimizin altında görmedikçe varlığını kabul etmeyeceğiz"
demişlerdir. Ruh denilen bir gerçeğin tamamen yok sayılması ve maddî gerçekliğin
tek ölçü kabul edilmesidir bu. Halbuki insanın ruhunda yer etmeyen ve ruhla bir
etkileşim içerisine girerek bu doğrultuda harekette bulunmayan hiçbir şey,
gerçekte mevcut sayılmaz. İnanç, düşünce, fikir, dâvâ gibi maddî gerçeklerin
dışındakileri ele alalım. Bunlar bizim için büyük rûhî gerçeklerdir. Bunlarla
yaşar, bunlarla hareket eder ve bunların etkisinde kalırız. Davranış, iş ve
bilincimizde hep bunların etkisi vardır. Onun için bir dâvâ bizden başkası
tarafından görülmese ve bizden başkası ona varlık hakkı tanımasa da, bizim için
var olan her şey gibi mevcut bir gerçektir.
Sanatkâr
yazdığı, söylediği, yaptığı her şeyi bizzat yaşamış olmalı. Hem de bu yaşama,
herkesin yaşadığı gibi basit ve sıradan bir şekilde değil; rûhunda, benliğinde
de yaşamalı sanatkâr. Onunla yatıp kalkmalı, onunla içli-dışlı olmalı. Yoksa
samimiyet, ihlâs, sâlih amel olmaz yaptıkları. Mücerreb bir hakikattir ki,
hissetmeyen hissettiremez. İnanmayan inandıramaz. Yaşamayan yaşamaya çağıramaz.
Görmek, öğrenmek başka şeydir, tâ ruhta duymak, yaşamak daha başka. Bir sanat
eserinin etkisi veya etkisizliği, o eserin anlattığı şeyleri sanatçının iç
dünyasında yaşamış olup olmamasına bağlıdır. Bu samimiyet, eserin kalıcı, uzun
ömürlü olmasını sağladığı gibi, sahibinin amel defterlerinin kapanmaması ve
onun sık sık hatırlanması cihetiyle onun ölümsüzleşmesi ve ebedîleşmesi
demeyelim, ama çok uzun yaşaması demektir. Dolayısıyla madde dünyasında
doğanlar kısa müddet sonra ölür, ama
gerçek
sanat dünyasında doğanlar, sanatlarının mutlak hakikatten aldığı pay kadar
yaşamaya devam eder. Hem de evrensel bir yaşamadır bu.
"De ki: 'Size (yaptıkları) işler bakımından en
çok ziyana uğrayanları bildirelim mi? (Bunlar) güzel sanat yaptıklarını
sandıkları halde, dünya hayatında çabaları boşa giden kimselerdir." (Kehf, 103-104)
Sanatı ve
sanat kabul edilenleri değişik biçimde tasnif etmek, farklı bölümlerde
incelemek mümkün. Güzel sanatlar, zanaatlar, göze hitap eden sanatlar, kulağa
hitap edenler, fonetik sanatlar, plastik sanatlar, el sanatları, süsleme
sanatları, halk sanatları, grafik sanatlar, tatbiki güzel sanatlar gibi.
Batıda
mimarlık, heykeltıraşlık, resim, müzik ve edebiyat sanatının ana dalları; diğer
türler bunların birer kolu kabul edilir.
Sanatı ve
sanat kabul edilenleri hiçbir genel sınıflandırmaya tâbi tutmadan saymaya
çalışalım:
Edebiyat,
müzik, resim, heykel, mimarî, tiyatro, dans, opera, operet, bale, sinema,
minyatür, karikatür, fotoğrafçılık, seramik, çanak-çömlek yapımı, mobilyacılık,
halı-kilim dokumacılığı, metal işleme, ağaç oymacılığı, iç mimarlık,
mermercilik, vitray, grafik sanatlar, edebî sanatlar, el sanatları, stilistlik,
modelistlik, mankenlik, moda, şehircilik, bahçe mimarisi, dekor sanatı,
döşemecilik, aşçılık, kuaförlük, makyaj, parfüm gibi tuvalet sanatları... (en
iyisi, sanatın iyice kokusu çıkmadan noktayı koyalım).
Müslümanlara
göre güzel sanat denilince ilk sırayı edebiyat alır kanaatindeyiz. Kur'an ve
Sünnet'in hem edebiyat şaheserleri olmaları, hem edebiyatı teşvik ve tavsiye
etmeleri, hem de dinin tebliğine en müsâit sanat dalları olmaları hasebiyle
şiir, hikâye, hiciv, edebî sanatlar ve her türlü dallarıyla edebiyat. Sonra
mimarî, süsleme sanatları. Tabii ki hat, kıraat, tezhip, ebru...
Resim, müzik,
tiyatro ve sinema çok sıkı kayıt ve şartlarla kabul edilebilecek dallar. (Bu
sanat dallarının aslının kötü olduğundan değil; özellikle günümüzde çok çeşitli
haram ve küfürlere bulaşmasından dolayı bu sanatlara biraz soğuk bakıyor, sıcak
ortamları bekliyoruz.) Heykelin sadece soyut olanı, resmin daha çok minyatür ve
karikatür şeklinde ya da figür halinde tezâhürü, zanaat denilen el sanatlarının
hemen her çeşidi. Ölçü belli: Allah'ın hudûdu.
İnsan ve
hayvan figürlerine âit heykellerin, dans, bale gibi etkinliklerin sanat kabul
edilmesi bizim açımızdan mümkün değil. Herhangi bir harama veya küfre âlet ve
vesîle olan şekliyle sanat kabul edilenlerin güzelliği de meşrûluğu da
kaybolur. Genel ölçü, Allah'a yaklaştıran herhangi bir şey meşrû, Allah'tan
uzaklaştıran; tâğutlara, şeytana, nefsin hevâsına hizmet eden herhangi bir şey
çirkin ve yasak. Müslümana göre sanatın mutlaka bir hayra hizmet etmesi ve
yalan değil, hakikat olması gerekir. Tabii ki dinî ölçüler, selim akıl ve
fıtrat kalıpları içinde güzel olması, estetik, zevke uygun olması şarttır ki
sanat olabilsin. Bütün bu sanatlar vecd, tefekkür ve tebliğe hizmetleri
ölçüsünde dince makbuldür.
Sanat deyince
dejenere edilip yozlaştırılmış toplumun aklına gelen iki şeyden biri müzik. Müziğin helâl ve haram
türleri var. Ayrıca müziğin icrâ edildiği yere ve icrâ edildiği maksada göre de
hükmü değişir. Haddi aşmadığı ve herhangi bir günaha sebep olmadığı takdirde
çoğu âlimlerce mubah görülen müziğin günümüzdeki durumu dikkate alınmadan
değerlendirme yanlış olur. Günümüzde müziğin içkili gazinolarda, fısk u fücuru
ihtivâ eden, haramla birleşerek icrâ olunan, hayvanî duyguları öne çıkaran,
cinsiyet ve seksin ön planda olduğu, şarkı sözlerinin çoğunun İslâmî edep ve
hayâyâ ters düşmesi bir yana, küfür lafızlarını da içermesi değerlendirilince
mubah damgasını vurmak mümkün değildir. Vakit israfı, para israfı, sayılanların
yanında daha küçük problem. Bu problemlerin hiçbiri yoksa, salt olarak müzik,
insanı şeytanî düşüncelere yaklaştırmıyor ve müslümanlığını unutturmuyorsa o
takdirde helâl denilebilir. Günümüzde adına yanlış olarak dinî mûsikî denilen
ilâhî, marş ve ezgileri buna örnek verebiliriz.
Sinema için de benzer şeyler söyleyebilir, aynı hükümleri tekrarlayabiliriz.
Hep kadın ve çıplaklık, gayri meşrû ilişkiler, sevgililer, kâfirlerin câhilî
hayatlarının reklamı... Türk filmleri de batı hayatının ve batı filmlerinin hem
de çok kötü birer taklidi. Konular bizim insanımıza tümüyle ters olduğu halde,
izleye izleye insanımızın hayatı da film oldu. Bugünkü ortamda sinemaya gitmeyene,
film seyretmeyene tavsiye edilecek, onu filme alıştıracak, yani içinde hiçbir
çirkin ve haram unsur bulunmayan bir film var mı, bilmiyorum. Bana sorarsanız,
bugünkü şartlarla tebliğe müsâit görünmüyor sinema. Çünkü onlarca problemi var
sinemanın. Meselâ bayan eleman, yani aktrist problemi var. Oyuncu kızcağızın
kıyafetinden zarâfetine dişiliğinin ortaya çıkmaması nasıl mümkün olacak?
"Bâtılı tasvir, saf zihinleri saptırır." Müşrik veya günahkârları,
kötüleri tasvir etmeyen, onların çirkefliklerini gözler önüne sermeyen film
biliyor musunuz? Bu rolleri müslümanın mı, bir başkasının mı oynayacağından
tutun, elfâz-ı küfrü ve ef'âl-i küfrü rol icabı da olsa söyleyip yapmaları...
Bunların ibret olduğu kadar bazıları açısından kötü örnek teşkil etmesi, bazılarını
olumsuz yönde etkilemesi gibi birçok sakıncalar. Oyuncu, senaryo yazarı,
yönetmen ve diğer teknik elemanların gerçek anlamda müslaman, hatta dâvâ adamı
olup olmamaları; olaya tüccarca mı, sanatçı olarak mı, yoksa tâvizsiz dâvâ
adamı olarak mı baktıkları, bunların genel olarak İslâm'ı, Kur'an'ı ve
yaptıkları işle alâkalı teferruatlı hükümleri ne oranda bildikleri, yaşadıkları
değerlendirilmeli. Bütün bu problemlerin aşılması için ortam, bağımsız ve helâl
finansman temini, hangi televizyonda veya hangi salonlarda oynanabileceği,
rejimin sansür kurumlarını nasıl geçeceği... Film seyretmeyeni sinemaya
alıştırma tehlikesi, muayyen bir şahsın taklidinin hükmü, hayalde büyük yeri
olan bir zâtın veya peygamberin basit bir artist tarafından canlandırılması (ne
demek canlandırma?), yani rol olarak taklidi. Sözgelimi gençlere Hz. Hamza
dediğinizde akıllarına Yunan asıllı Amerikalı kâfir Anthony Quinn geliyor.
Züleyha denilince Fatma Girik vb.
Bütün bu
problemler aşılsın, ortaya müslümanca bir şey konulsun, sonra konuşalım
hükmünü.
Tiyatro için de aşağı yukarı aynı problemler sözkonusu. Hükmü de benzer.
Peki, öyleyse
bunlardan İslâm adına yararlanmayalım mı? Yararlanma yollarını arayalım, ama
nasıl? Din, "ille yararlanın, haram veya büyük günahlar önemli
değil!" diyorsa, tamam. Haramlarla İslâm'a hizmet ve tebliğ olmayacağını,
alkolle abdest alınmayacağını bilelim. Şu anda öncelikle ilimle mi, filmle mi
uğraşmalıyız, din bizden ne bekliyor, bu ortam içinde tekrar değerlendirelim.
Dünyaya hizmet için değil; kulluk için geldiğimizi hesap edelim. Kulluğun içine
ne kadar hizmet giriyorsa, yani yaptığımızın ne kadarı ibâdet ise, ancak o
kadarını yaratılış amacımız, diğerlerinin ise nefsin aldatmacası, şeytanın
sağdan yaklaşarak bizi kandırması olarak düşünelim.
Edebiyata gelince...
Haramlara ve küfre vâsıta olması, günahkâr
yalancılar elinde şeytanî ilhamlarla küfre hizmet edilmesi Kur'an'ın dikkatleri
çektiği büyük günah. İslâm için kullanılması ise Kâ'b bin Züheyr için olduğu
gibi Hz. Peygamber (s.a.s.)'e cübbesini çıkartıp ikram ettirecek ölçüde teşvike
şâyân.
Müslüman
açısından sanatlar içinde ilk sırada sayılabilir edebiyat. Müslümanlar söz
sanatlarında, hitâbet ve edebiyatta söz sahibi olmalıdır. Laf adamı olmaktan ve
gevezelikten kurtulmak, sanatla bu çirkinliklerin farkını ayırabilmek için de
gereklidir bu. Savunduklarının ve yaşadıklarının güzelliğinin dile yansıması, "İnsanlara
güzel söyleyin" (Bakara, 83) emrine uyulmasıdır bu.
Kur'an
müslümanlar için birinci ve en büyük sanat kaynağı olmasına rağmen, bundan çok
az yararlanılmıştır.
Sadece
müslümanlara has orijinal sanatlar daha çok Kur'an'la direkt ilgili
sanatlardır. Hat sanatı bunlardan
biridir. Yasaklanan canlı resimlerine karşı, yazıdan tablo gibi resim yapar
müslüman sanatçı. Hem tebliğdir hüsn-i hat, hem süs.
Kur'ân-ı Kerim tilâveti, müslümanla has orijinal sanatlardan bir
diğeridir. Rasûlullah (s.a.s.)'ın "Kur'an'ı seslerinizle
süsleyiniz." (Buhârî, Müslim) emri ve teşviki, bu sanatın gelişmesine
en büyük etken olmuştur.
Hayber'in
fethi sırasında bir sahâbî, nağme ile şiir (ilâhî-marş) okumaya başlayınca
Rasûlullah (s.a.s.) ona duâda bulunmuşlardı (Buhârî, Müslim). Ezanı güzel sesli
ashâba okuturlardı. Güzel sesli bazı sahâbîden Kur'an dinlerlerdi. Dinin bu
teşviki hoş sadâ ile Kur'an tilâvetinin, makamla ezanın ve meşrû mûsikinin
gelişmesi açısından büyük rol oynamıştır.
"Güzel
sesin ne önemi var, okunan Kur'an'ın mesajı yeterli" diyemezsiniz. Güzel
ses, mesajın etkisini arttırır. Bir divan şâirinin "Bozulmaz mâni-i
Kur'an, olursa bed sadâ hâfız" demesine nazîre yaparak Bağdat'lı Rûhî
şöyle cevap veriyordu: "Uçar te'sîr-i Kur'an olursa bed sadâ hâfız."
(Yani, bir şâirin, "Hâfızın sesi kötü olursa, Kur'an'ın mânâsı
bozulmaz" demesi üzerine şâir Rûhî: "Hâfızın sesi kötü olursa,
Kur'an'ın etkisi uçup gider." Yani "Kur'an'ın tefsiri değilse de
tesiri bozulur" diye cevaplamıştır.)
Resim ve heykele gelince... Canlı resmi, özellikle insan figürü resimde
yasak kabul edilmiş. Özellikle heykel için bu yasaklık daha net ve daha
tartışmasızdır. Tevhid inancının temel esaslarını korumak, bu yasağın en büyük
hikmetidir. Kendi eliyle yaptığına tapma ahmaklığını bazı insanlar, sadece eski
câhiliyye döneminde değil; şu asırda ve çok yakınlarımızda bile göstermekte.
Sadece imal ettiği halde "yaratma" vehmine kapılmak, çıplak kadın
heykeli, sahte tanrılar, bâtıl dinlerin sembolleri gibi şeyler yapmaya kalkmak
ve bunların demirden, tunçtan yontusu için büyük paralar sarfetmek, faydasız
bir lüks, yani israf, heykelin yasaklanması için diğer hikmetler.
İslâm'da canlı
resim ve heykellerin yasaklanmasının, bazı iddiâların aksine, sanat için çok
olumlu etkileri vardır. Biyolojik bir vâkıadır ki, kullanılmayan bir kabiliyet,
kullanılmakta olan diğer yeteneği takviye eder. Meselâ bir âmânın hâfızası ve
hassâsiyeti normal insanlarınkinden kat kat üstündür. Meyvesini çoğaltmak için
ağacın budanması gibi canlı yaratıkların resim, yontma ve heykellerinin
tasvirinden uzak kalan sanatkârın kabiliyeti diğer sahalarda daha büyük
kuvvetle kendini gösterir. Hat sanatı, minyatür, arabesk, stilizasyon ve her
çeşit süsleme sanatındaki müslüman sanatçının başarıları bunun delilidir. Resim
ve heykelin soyun olanına İslâm yasak koymaz. Dolayısıyla resimle veya heykelle
uğraşmak isteyen için soyut resim ve heykelin kapıları ardına kadar açıktır.
Modern resim ve heykel sanatı bile soyut resim ve heykele yöneldi. Minyatür
modernize edilebilir, soyut resmin sınırsız imkân ve güzelliklerinden
yararlanılabilir. Hat modern resme adapte edilebilir. Heykelden tebliğ amaçlı
olarak da yararlanılabilir. Allah'ı, âhireti, ölümü, kulluğu hatırlatan, canlı
figürlerden uzak, soyut heykel ve anıtlar gerekirse meydanlara dikilebilir.
İsrafa kaçmadan ve yararlı bir şekilde müslümanca bu sanatlarla uğraşılabilir.
Sanat
konusunda çok az yasak vardır. Yeme-içme konusundaki birkaç yasak gibi. Geniş
olan alan, meşrû olan alandır. Yasakların çoğu putçuluk, seks, fitne, fesat,
israf gibi, sanatın aslına âit olmayan unsurlardır ki, şeytanın süsleyip güzel
gösterdiği ârızî dış etkenlerle ilgilidir. Bunlar sanatla birlikte olmasa da
yasak olan inanç ve ahlâk dışı çirkinliklerdir. Müslüman sanatkârın önünde,
kabiliyetini gösterebileceği çok geniş saha vardır. Ancak, oynamasını bilmeyen
gelin "yenim dar, yerin dar" der.
"Müslümanım"
diyen sanatçı, Kur'an'a yönelmek zorundadır. Ancak bu şekilde evrensel çapta,
güçlü ve orijinal eserler üretebilir. Sanatın da, sanatçının da kurtuluşu
Kur'an'dadır...
Bazıları,
"mehteri ihyâ edelim. Düğünlerimizi, eğlencelerimizi mehter marşları
şenlendirsin. Millî-tarihî sanatımız bizi, biz onu kurtaralım" diyebilir.
Bazıları, okunmaz, anlaşılmaz hale getirilmiş, tebliğ amacı unutulmuş hat
sanatını bu ortam için "İslâm sanatı"nın çıkış noktası olarak teklif
edebilir. Ebru, tezhip gibi bize âit, ama ölmüş sanatları diriltmek için boşuna
uğraşabilir. Veya en fazla yeni Mimar Sinan'lar çıkması gerekir ki "İslâmî
sanat" oluşsun değerlendirmesi yapabilir.
Bütün bu ve
buna benzer görüşlerin bugünkü müslümanlar için, müslümanca sanat için hayâtî
önemi olduğunu sanmıyorum. Önce konumumuzu tespit etmeliyiz; sonra
ihtiyaçlarımızı. Niçin geldik dünyaya, nasıl bir dünyada, nasıl bir çevrede
yaşıyoruz? Görevlerimiz, öncelikli işimiz nelerdir? İnsanların imanları bin bir
oyunla, düzenle çalınırken, İslâm'a hizmet iddiâsındakiler İslâm'ı bilmez, hoca
denilenlerin bilmem kaçta kaçı gerçek İslâm'a inanmazken... Neye, nereden
başlamalıyız?
Her düzen
kendi sanat anlayışını ve sanatını beraberinde getirir. Her rejim kendi
prensiplerine uygun ortamı ve altyapıyı oluşturur. O yüzden müslümanca sanat
isteyenler her alanda müslümanca bir nizam için, Şeriat için çalışmalıdır. Bu
çalışmalar estetik biçimde olduğu müddetçe sınırlı da olsa sanat ortaya çıkmış
olacaktır. Yani istenen ve beklenen nizamı tebliğ için her türlü faâliyetler de
sanata dönüşebilir.
Her
yaptığımızı en güzel şekilde yapmak İslâm'ın emri olduğu için müslümanın her
yaptığı sanat haline dönüşebilir. Kur'an'da geçen "ihsân" tüm
anlamlarıyla gerçekten güzel olanı, güzel sanatı da ifâde edecek boyuttadır: "Güzellikler
yapın. Şüphesiz ki Allah muhsinleri, güzel hareketlerde bulunanları
sever." (Bakara, 195). Âyette geçen ihsân, husün ve hasenât
kelimeleri, aynı kökten ve Türkçe'de de az-çok kullanılmakta. Güzellik, iyilik,
infak etmek, işi doğru yapmak, dürüst olmak gibi anlamlara gelir. Allah'ın
sevdiği "muhsin" de Arapça'da işinin ehli olana denir; infak eden ve
güzel harekette bulunan anlamlarıyla birlikte. "İhsan (güzel hareket)
nedir?" diye Rasûlullah (s.a.s.)'a sorulmuştu. O da: "İhsan,
Allah'a O'nu görüyormuş gibi kulluk etmendir. Eğer sen O'nu görmüyorsan,
mutlaka O seni görüyor" diye cevaplamıştı. İşte ihsan, bu çeşit
kulluktur; ihsan, yani sanat.
Bugün esas
olarak ve öncelikle yapılması gerekenin fert, toplum ve düzen bazında tevhidle
kopan bağın asr-ı saâdet örneğiyle yeniden ikamesi olmalıdır. Tevhide
dayanmayan, Lâ ilâhe illâllah dâvâsıyla ilgisi bulunmayan bir çalışmanın, bütün
dünyaca şöhreti olan bir sanat kabul edilse bile; müslüman açısından hiçbir
önemi yoktur.
Allah'a
kulluk/ibâdet için yaratılan insanın en önemli sanatı kulluktur. Kulluk yapmak
demek, her şeyi imtihan vesilesi bilerek Allah'ı sevmek, Rasûlü'nü örnek almak,
güzellikleri tanımak ve güzel yaşamak demektir. Bunun adına ister ibâdet/kulluk
deyin, ister örnek insan olma deyin, ister insanca yaşama deyin, isterse adam
olma sanatı deyin; esas sanat budur. Hayatı sanat haline getirmek, yaşamayı
anlamlı ve güzel kılmak, güzele tâbi olmakla mümkün olduğundan, bu, bizim
elimizde. Kur'an, en büyük sanat eseri; canlı Kur'an olmak da hem bizim, hem
sanatın canlanması için tek yol. Fıtratımız güzel, en güzel sûrette
yaratılmışız; fıtrata uygun yaşamaksa ana vatanımıza (cennete) dönüşümüz, sanat
şaheseri güzelliklere lâyık olmamız demek. O takdirde dünyamız da cennete
dönüşecek, bu gurbet bitecektir.
"Rabbimiz, bize dünyada da hasene/güzellik
ver, âhirette de hasene/güzellik ver." (2/Bakara, 201)
"Allah
vergisi olan vehbî güzelliğin, çalışmayla elde edilen kesbî güzellikle
izdivâcından sanat denilen çocuk doğar."
"Bir
şeyi, en güzel şekilde anlatmak, en iyi zamanda, en iyi mekânda, yani yeri ve
zamanında anlatmaktır sanat."
"Fıtrata
uygun olan yöntem, sanat yöntemidir. Çünkü sanat güzellik demektir, güzellik de
fıtrîdir."
"Eserdir,
sanattır, dildir rûhun güzelliğini gösteren."
"Kişi kimi
seviyorsa odur en güzel."
"Güzel
olan şeyler, ancak kendilerinden anlayan ve hoşlanan kimselere güzel
gelir."
"Rûhun
güzelliği, bedenin güzelliği kadar kolaylıkla görülmez."
"İç
hayatımızın hazinesini zenginleştiren her şey güzeldir."
"Satılan
ve satın alınan güzellikler, yapay/sanal güzelliklerdir; saf/doğal
değildir."
"Güzellik,
Allah'ın armağanıdır."
"Asırlardır
bu böyledir, / Bütün kötülükler geçer; / Yaşar iyi ve güzel olan."
"Bu
hayata değer verdiren tek şey, sonsuz güzelliğin görülmesidir."
"İnsan,
bu geçici dünyada güzelliği görünce gerçek güzelliği hatırlar ve ona doğru
uçmak için yanar tutuşur."
"Güzelle
iyinin arasında bir fark vardır; İyinin ispatlanmaya ihtiyacı vardır, güzel ise
güzeldir."
"Güzel
ve göz alıcı her şey iyi olmayabilir; ancak iyi olan her şey güzeldir."
"Doğru
olan bir şey, hep güzel ve akla yakındır."
"Güzellik
gerçektir; gerçek de güzelliktir."
"Bana
Allah'ı hissettirmeyen câmi, ne kadar muhteşem olsa bile, güzel
değildir."
"Güzel
gören, güzel düşünür; güzel düşünen hayatından lezzet alır."
"Güzel
ahlâklı, güzel düşünür. Güzel düşünen, güzel levhaları görür. Kötü ahlâklı kötü
düşündüğünden, çirkin levhaları görür."
"Her şey
ya hakikaten güzeldir; ya bizzat güzeldir veya neticeleri itibarıyla
güzeldir."
"Bir
kısım olaylar vardır ki, zâhiri çirkin ve karışıktır. Fakat o zâhirî perde
altında çok parlak güzellikler ve intizamlar vardır."
"Her şeyin bir mülk, diğeri melekût; yani
biri dış, diğeri iç olmak üzere iki yönü vardır. Mülk ciheti, bazı şeylerde
güzeldir ve şeffaftır; Aynanın dış yüzü gibi. O yüzden, çirkin görünen şeyin
yaratılışı, çirkin değildir, güzeldir. Aynı zamanda o çirkinlerin yaratılışı,
güzellikleri tamamlamak içindir. O yüzden çirkinin de bir çeşit güzelliği
vardır."
"Güzellik
bir nimettir. Nimete şükredilse, mânen ziyâdeleşir/artar; Şükredilmezse
değişir, çirkinleşir."
"Güzel
değil batmakla kaybolan mahbûp/sevgili. Çünkü zevâle/yokluğa mahkûm, gerçek
güzel olamaz; Ebedî sevgi için yaratılan ve İlâhî ayna olan kalp ile
sevilmez/sevilmemeli."
Sanat ve Güzellik Konularıyla İlgili Âyet-i
Kerimeler
A- San’at Kelimesinin
Geçtiği Âyet-i Kerime: (1 Yerde): 21/Enbiyâ, 80
B- San’at Kelimesinin
Kökü Olan S-n-a’ Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler: (Toplam 20
Yerde): 5/Mâide, 14, 63; 7/A’râf, 137; 11/Hûd, 16, 37, 38; 13/Ra’d, 31;
16/Nahl, 112; 18/Kehf, 104; 20/Tâhâ, 39, 41, 69, 69; 21/Enbiyâ, 80;
23/Mü’minûn, 27; 24/Nûr, 30; 26/Şuarâ, 129; 27/Neml, 88; 29/Ankebût, 45;
35/Fâtır, 8.
C- Güzellik
Anlamındaki Husn Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (194 Yerde):
2/Bakara, 58, 83, 83, 112, 138, 178, 195, 195, 201, 201, 229, 236, 245; 3/Âl-i İmrân, 14, 37, 37, 120, 134, 148, 148,
172, 195; 4/Nisâ, 36, 40, 59, 62, 69, 78,
79, 85, 86, 95, 125, 125, 128; 5/Mâide,
12, 13, 50, 85, 93, 93; 6/En'âm, 84,
151, 152, 154, 160; 7/A'râf, 56, 95,
145, 168, 131, 137, 156, 161, 180;
8/Enfâl, 17; 9/Tevbe, 50, 52, 91,
100, 107, 120, 121; 10/Yûnus, 26, 26;
11/Hûd, 3, 7, 88, 114, 115;
12/Yûsuf, 3, 22, 23, 36, 56, 78, 90, 100; 13/Ra'd, 6, 18, 22, 29;
16/Nahl, 30, 30, 41, 62, 67, 75, 90, 96, 97, 122, 125, 125, 128; 17/İsrâ, 7, 7, 23, 34, 35, 53, 110; 18/Kehf,
2, 7, 30, 31, 86, 88, 104; 19/Meryem, 73, 74; 20/Tâhâ, 8, 86; 21/Enbiyâ, 101;
22/Hacc, 37, 58; 23/Mü'minûn, 14, 96; 24/Nûr, 38; 25/Furkan, 24, 33, 70, 76; 27/Neml, 11, 46,
89, ; 28/Kasas, 14, 54, 61, 77, 77, 84;
29/Ankebût, 7, 8, 46, 69; 31/Lokman, 3,
22; 32/Secde, 7; 33/Ahzâb, 21, 29,
52; 35/Fâtır, 8; 37/Sâffât, 80, 113, 105, 110, 121, 125,
131; 38/Sâd, 25, 40, 49; 39/Zümer, 10,
10, 18, 23, 34, 35, 55, 58; 40/Mü'min,
64; 41/Fussılet, 33, 34, 34, 50; 42/Şûrâ, 23, 23; 46/Ahkaf, 12, 15, 16; 48/Fetih, 16;
51/Zâriyât, 16; 53/Necm, 31, 31;
55/Rahmân, 60, 60, 76; 57/Hadîd, 10, 11,
18; 59/Haşr, 24; 60/Mümtehine, 4,
6; 64/Teğâbün, 3, 17; 65/Talâk, 11;
67/Mülk, 2; 73/Müzzemmil, 20;
77/Mürselât, 44; 92/Leyl, 6, 9; 95/Tîn, 4.
D- İhsân Kelimesinin
Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 12 Yerde): 2/Bakara, 83, 178, 229; 4/Nisâ, 36,
62; 6/En’âm, 151; 9/Tevbe, 100; 16/Nahl, 90; 17/İsrâ, 23; 46/Ahkaf, 15;
55/Rahmân, 60, 60.
E- Muhsin Kelimesi ve
Çoğulunun Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 39 Yerde): 2/Bakara, 58, 112, 125,
195, 236; 3/Âl-i İmrân, 134, 148; 5/Mâide, 13, 85, 93; 6/En’âm, 84; 7/A’râf,
56, 161; 9/Tevbe, 91, 120; 11/Hûd, 115; 12/Yûsuf, 22, 36, 56, 78, 90; 16/Nahl,
128; 22/Hacc, 37; 28/Kasas, 14; 29/Ankebût, 69; 31/Lokman, 3, 22; 33/Ahzâb, 29;
37/Sâffât, 80, 105, 110, 113, 121, 131; 39/Zümer, 34, 58; 46/Ahkaf, 12;
51/Zâriyât, 16; 77/Mürselât, 44.
F- Güzellik, Hayır ve
İyilik Konularındaki Âyet-i Kerimeler:
a- Hayır ve Şer İmtihandır: 21/Enbiyâ, 35.
b- Allah, Bir Kişi Hakkında Hayır Dilerse Onu
Geri Çevirecek Yoktur: 10/Yûnus, 107.
c- Hasenât (Güzellikler): 11/Hûd, 114.
d- İnsana İyi ve Kötü Diye İki Yol
Gösterilmiştir: 90/Beled, 10; 91/Şems, 8.
e- Allah’tan Hayır İstemek: 26/Şuarâ, 84.
f- Hoşa Giden Bir Şey Hayır Olabilir:
2/Bakara, 216; 31/Lokman, 34.
g- Hayır, Allah’ın Elindedir: 3/Âl-i İmrân, 26;
4/Nisâ, 79.
h- Âhirete Önden Hayır Yollamak: 2/Bakara, 110;
22/Hacc, 77; 36/Yâsin, 12; 59/Haşr, 18; 75/Kıyâme, 13; 82/İnfitâr, 5.
i- Hayır İşlerinde Yarışmak: 2/Bakara, 148;
5/Mâide, 48; 23/Mü’minûn, 61.
j- Birr/İyilik: 2/Bakara, 177, 189.
k- İyilik Etmek: 2/Bakara, 195; 3/Âl-i İmrân,
134; 4/Nisâ, 36, 114, 125; 16/Nahl, 128.
l- İyiliklere Önder Olmak: 4/Nisâ, 85.
m- İyiliği Açıklamak ve Gizlemek: 4/Nisâ, 149.
n- İyilik Etmek ve Kötülükten Sakınmakta
Yardımlaşmak: 5/Mâide, 2.
o- Kötülüğü İyilikle Savmak: 13/Ra’d, 22;
23/Mü’minûn, 96; 41/Fussılet, 34-35.
p- Allah, İhsânı (İyiliği) Emreder: 16/Nahl,
90.
r- Yapılan İyiliği Çok Görmemek: 74/Müddessir,
6.
s- Daha Çoğunu Bekleyerek, İyilik Yapmaktan
Sakınmak: 74/Müddessir, 6.
ş- İyilik Yapanla Kötülük Yapanın Misâli:
45/Câsiye, 21.
t- Kötülüğe Karşı İyilik, Dost Kazandırır:
23/Mü’minûn, 96; 41/Fussılet, 34-36.
u- Hayra Engel Olmak: 2/Bakara, 217; 68/Kalem,
12.
ü- İyilikleri Başa Kakmak: 2/Bakara, 262, 263,
264, 266; 26/Şuarâ, 22; 49/Hucurât, 17; 73/Müzzemmil, 20; 74/Müddessir, 6.
v- Allah, İyiliğin Karşılığını Kat Kat Verir:
4/Nisâ, 40, 124; 6/En’âm, 160; 10/Yûnus, 26; 42/Şûrâ, 23; 73/Müzzemmil, 20.
y- Her İyiliğin ve Kötülüğün Karşılığı
Verilecektir: 99/Zilzâl, 6-8.
z- İyiliğin Karşılığı: 4/nisâ, 124; 31/Lokman,
16; 73/Müzzemmil, 20.
G- İhsan Konusuyla
İlgili Âyet-i Kerimeler
a- İhsân Nedir? 10/Yûnus, 26.
b- Allah, İhsânı Emreder: 16/Nahl, 90.
c- Gerçek Muhsinler: 31/Lokman, 3-5.
d- Amel ve İbâdette İhsan: 2/Bakara, 112.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek
Kaynaklar
1.
İslâm Düşüncesinde Sanat, Muhammed Kutup, Çev. Akif
Nuri, Fikir Y. İstanbul, 1979
2.
İslâm’da Sanat Sanatta İslâm, Nusret Çam, Akçağ Y.,
3. Baskı, Ank, 1999
3.
İslâm’da Sanat Resim ve Mimari, Nusret Çam, Özel
Y., Ank. 1994
4.
İslâm Sanatı ve Mâneviyatı, Seyyid Hüseyin Nasr,
İnsan Y., İst. 1992
5.
İslâm Düşüncesinde Tevhid ve Estetik İlişkisi,
Ramazan Altıntaş, Pınar Y., İst. 2002
6.
Sanat ve İnsan, Vedat Erkul, Timaş Y., İst. 1996
7.
Gelenek Işığında Çağdaş Sanat, Sezer Tansuğ, İz Y.,
İst. 1997
8.
İslâm'a Giriş, Muhammed Hamidullah, Nur Y. 2.
Baskı, İstanbul, 1965
9.
Sanat, Rehber Ali Hamaney, Terc. İsmail Bendiderya,
Objektif Y., İst. 1993
10.
Görsel Sanatlar ve İslâm, Heyet, İSAV, İlmî
Neşriyat Y.
11.
İslâm Açısından Musiki ve Sema, Süleyman Uludağ,
İrfan Y. İstanbul, 1976
12.
İslâm’a Göre Müzik ve Müzisyenler, Lois L. Farukî,
Akabe Y., İst. 1985
13.
Musiki’nin Hükmü, Aliyyu’l-Kari, Tevhid Y., İst.
1998
14.
İslâm’da Resim ve Heykel, Osman Şekerci, Nûn Y.,
İst. 1996
15.
İslâm'da Resim ve Heykelin Yeri, Osman Şekerci,
Çanakkale Seramik F.K.A. Hizmetleri, İstanbul, 974
16.
İslâm Estetiği, Beşir Ayvazoğlu, Ağaç Y. İstanbul,
1992
17.
Aşk Estetiği, Beşir Ayvazoğlu, Birlik Y. Ankara,
1982
18.
Vahiy, Arkeoloji ve Sanat, Y. Can, Samsun, 1996
19.
İslâm’ın Kutsal Mabetleri, Y. Can, Samsun, 1995
20.
Muhteşem Sanatkâr, Servet Engin, Adım Y., İst.,
1996
21.
Çıplaklık Kültürü ve Kültürel Çıplaklık, Gulam Ali
Haddad Âdil, Seçkin Y. 2. Baskı, İstanbul, 1988
22.
Edebiyat Geleneği, Mustafa Miyasoğlu, Yeni Sanat Y.
İstanbul, 1975
23.
İslâm'da Helâl ve Haram, Yusuf el-Kardavî, Hilâl Y.
5. Baskı, Ankara, Tarihsiz
24.
Siyaset ve Sanat, Açıkoturum, Heyet, Akabe Y.,
Ankara, 1984
25.
Kur'an'da Edebî Tasvir, Seyyid Kutup, Hilal Y.
İstanbul, 1967
26.
Kur’ân-ı Kerim’de Edebî Sanatlar, Cüneyt Eren,
Halil Özcan, Aktif Y., Erzurum, 2003
27.
Kur’an’da Edebî Mucize, Abdullah Aymaz, Özel Y.
28.
İslâm Sanatının Oluşumu, Oleg Grabar, Terc. Nurhan
Yavuz, Hürriyet Vakfı Y., İst. 1988
29.
Doğu İslâm Memleketlerinde Minyatür, Ernst Kuhnel,
çev. Suut Kemal Yetkin, M. Özgü, A. Ü. İlahiyat Fak. Y. Ank. 1952
30.
Halkımız ve Sanatımız, Mehmet Çınarlı, Hisar Y.,
Ank, 1970
31.
Anadolu Selçuklu Sanatı Sanatı Üzerine Görüşler,
Semra Ögel, İst. 1986
32.
Sanat Tarihi Metodu, Selçuk Mülayim, Anadolu Sanat
Y., İst. 1983
33.
Sanat Terimleri Sözlüğü, A. Turani, İst. 1966
34.
Türklerde Dinî Resimler, Malik Aksel, Elif
Kitabevi, İst. 1971
35.
Sanat ve Folklor, Malik Aksel, Devlet Kitapları,
İst. 1971
36.
Sanat, İ. Hakkı Baltacıoğlu, Suhulet Kütüphanesi,
İst. 1934
37.
Türk Plastik Sanatları, İ. Hakkı Baltacıoğlu,
M.E.B. Y. Ank. 1971
38.
Mevlevilikte Resim ve Resimde Mevleviler,
Şahabeddin Uzluk, Ank. 1957
39.
Türk ve İslâm Sanatı Üzerine Denemeler, Doğan
Kuban, Arkeoloji ve Sanat Y., İst. 1982
40.
Sanat Eleştirisinde Kural ve Ölçüler, Kerim Kayhan,
Özel Yayın, Bursa, 1971
41.
Esmâü'l-Hüsnâ Şerhi, Ali Osman Tatlısu, Yağmur Y.
İstanbul, 1984
42.
İslâm Sanatı Tarihi, Suut Kemal Yetkin, Ank. 1954
43.
İslâm Mimarisi, Suut Kemal Yetkin, Ank. 1965
44.
Sanat Ansiklopedisi, 1-5, Celal Esad Arseven, M.E.B. Devlet Kitapları, İst. 1975
45.
Türk Sanatı Tarihi, Celal Esad Arseven, 3 cilt,
M.E.B. Y., İst. 1955-1959
46.
Türk Sanatı, Celal Esad Arseven, İst. 1970
47.
Türk Sanatı, Ernst Diez, İst. 1946
48.
Türk Sanatı, Oktay Aslanapa, M.E.B. Y. İstanbul,
1972
49.
Türk Süsleme Sanatı, Hüsnü Züber, T. İŞ B. Kültür
Y. Ankara, 1971
50.
Türkiye'de Sanatlar ve Zeneatlar, Pretextat
Lecomte, Tercüman 1001 Temel Eser, No: 59, İstanbul, T.siz
51.
Sanatın Anlamı, Herbert Read, çev. Gİnal-N. Asgari,
T. İş Bankası Kültür Y., İst. 1974
52.
Sanat ve Toplum, Selçuk Mülayim, Umran Y. İst. 1974
53.
Sanat Üzerine Denemeler ve Eleştiriler, Sabahattin Eyüboğlu,
Cem Y. İst. 1981
54.
İdeolocya Örgüsü, Necip Fazıl Kısakürek, Büyük Doğu
Y. 2. Baskı, İstanbul, 1973
55.
Günlük Hayatımızda Haramlar ve Helaller, Hayreddin
Karaman, İz Y., İst. 1982, s. 54-58
56.
İslâm’da Helal ve Haram, çev. Mustafa Varlı, Hilal
Y., Ank. 1970, s. 109-126
57.
Meseleler, Mustafa Sabri, sadeleştiren Osman Nuri
Gürsoy, Sebil Y., İst. 1978
58.
İslâm’da Resim Yasağı ve Sonuçları, M. Ş.
İpşiroğlu, İst. 1973
59.
İslâmî Eğitimde Güzel Sanatların Rolü, İbrahim
Titus Burchardı, Terc. H. Yıldız, Ankara, 1989
60.
İslâm Sanatlarının Felsefesi, Louis Massignon (Din
ve Sanat İçinde), terc. Burhan Toprak, İst. 1962
61.
Felsefe, Edebiyat ve Güzel Sanatlar, Seyyid Hüseyin
Nasr, Terc. H. Yıldız, Ankara, 1989
62.
Kur’an’da Şer Problemi, Lutfullah Cebeci, Ank. 1985
63.
Eski Türk Sanatları Tarihî Sohbetler, Halûk Y.
Şehsuvaroğlu, Varlık Y., İst, 1960
64.
Sanatın Öyküsü, E. H. R. Gombrich, Remzi Kitabevi
Y.
65.
Psikopatolojik Sanat, S. Dağyolu Velioğlu, İst. Ün.
Tıp Fak. Y., 1967
66.
T. D.V. İslâm Ansiklopedisi, T.D.V. Y. c. 7,
s. ; c. 19, s. 59-63; c. 22, s. 146-148
67.
Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y, c. 3, 41-42; c. 2, s. 107, 243-246; c. 1, s.
244-245, 289, 292
68.
Kur'an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 7,
s. 40-52, c. 2, s. 66-81, 82-84, c. 20, s. 64-73
69.
Sosyal Bilimler Ansiklopedisi (Beşir Ayvazoğlu),
Risale Y. c. 1, s. 474-476; c. 2, s. 213-214
70.
İslâm'ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y.
s. 293-295; 256-257
71.
Kur'an'da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Nil Y. s.
487-489
72.
Kur'an'da Değişim, Gelişim ve Kalite Kavramları,
Bayraktar Bayraklı, İFAV Y. s. 7-8, 9-11
73.
İslâmî Terimler Sözlüğü, Hasan Akay, İşaret Y. s.
211-212
74.
Kur'ân-ı Kerim'de Salâh Meselesi, Ömer Dumlu,
D.İ.B. Y. s. 34-40, 127-129
75.
Kur’an’da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, Toshihiko
İzutsu, Pınar Y. 273-279, 291-310
76.
İnanç ve Amelde Kur'anî Kavramlar, Muhammed
el-Behiy, Yöneliş Y. s. 215-220
77.
Kur'an'da İhsân ve Muhsin Kavramları, Metin Ocak,
İnkılâb Y.
78.
Kur’an Okumaları, Metin Karabaşoğlu, Karakalem Y.
s. 128-132
79.
Nur'dan Cümleler, Alâaddin Başar, Zafer Y. c. 2, s.
118-119
80.
Kur'an'da İnsan Psikolojisi, Abdurrahman Kasapoğlu,
Yalnızkurt Y. s. 35-36
81.
İhsan, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.
82.
Güzellikler Dini İslâm, Mehmet Dikmen, Cihan Y.
83.
Ahlâk Hadisleri, İmam Buhârî, 1-2, Sönmez Neşriyat
84.
Kırk Hadisle Güzel Ahlâk, Cemal Uşşak, Nesil Basım
Yayın
85.
Hadislerle Güzel Ahlâk, Said Köşk, Anahtar Y.
86.
İyi Müslüman, İsmail Lütfi Çakan, Büşra Y/Diyanet
Vakfı Y.
87.
Ahlâkımız, Mustafa Çağrıcı, Marifet Y.
88.
Güzel Söze Uymanın Önemi, Harun Yahya, Vural Y.
89.
Din ve Fıtrat, Y. Nuri Öztürk,Yeni Boyut Y. s.
141-160
90.
Sanat ve İnsan, İrwin Edman, terc. Turhan Oğuzkan,
M.E.B. Y., İst. 1991
91.
Poetika, Aristotales, Remzi Kitabevi, İstanbul,
1976
92.
Diyalektiğimiz ve Estetiğimiz, S. Ahmet Arvasi,
İst. 1982
93.
100 Soruda Estetik, H. Mehmet Doğan, İst. 1975
94.
Estetik Doktrinler, Suut Kemal Yetkin, Bilgi Y.,
Ank. 1972
95.
Estetik ve Ana Sorunları, Suut Kemal Yetkin,
İnkılap ve Aka Kitabevi, ist. 1979
96.
Estetik, İsmail Tunalı, Remzi Kitabevi Y.
97.
Estetik, Cemil Sena, İst. 1972; Estetik, Wilhelm
Georg Hegel, terc. T. Altuğ-H. Hünler, İst. 1994
98.
Estetik, Georg Lukacs, terc. Ahmet Cemal, İst. 1985;
Estetik, Avner Ziss, terc. Yakup Şahan, İst. 1984
99.
Sanat ve Estetik Kuramları, Nejat Bozkurt, Sarmal
Y. İst. 1995
100.
Güzellik Felsefesi; Estetik (Kapak Konusu), Köprü
no: 71, Yaz 2000
101.
Kur’ânî Mesajı İletiminde Sanatın Rolü (Kapak Konusu),
Fecre Doğru Dergisi, yıl 3, sayı 31, Mayıs 998
102.
Haksöz s. 107 (Şubat 2000), Uğur Arpacık
103.
İslâm’ın Estetik Görüşü, S. Mehmet Aydın, Kubbealtı
Dergisi, Yıl 15, sayı 4, Ekim 1986, s. 9-24
104.
Mâturîdî’ye Göre Husun ve Kubuh Konusunda Aklın
Rolü, Ali Bardakoğlu, Mâturîdî Sempozyumu, Kayseri 86
105.
Sanat ve Ahlâk Üzerine Bir Konuşma, S. Mehmet
Aydın, İzlenim Dergisi, sayı32, Nisan 1996
106.
İslâm’da Tasvir ve Minyatürler, Osman Keskioğlu,
Ank. İlâhiyat Fak. Dergisi, c. 9, Ank. 1961, s. 11-23
107.
İslâm Sanatının Mâhiyeti, Suut Kemal Yetkin,
İlahiyat Fak. Dergisi, c. 1, Ank. 1952, s. 44-47
108.
İslâm Sanatında (Yazısında) Plastik ve İfade,
Nurullah Berk, İlahiyat Fak. Dergisi, sayı 4, Ank. 1955
109.
Türk İslâm Plastik Sanatlarının Estetiği, Sanat
Dünyamız Dergisi, Mayıs 1976
110.
Sanat Bilinci, Ahmed Kalkan, Denge Y., İst. 1993,
2. Baskı, 1997
111.
Sanat Üzerine, Ahmed Kalkan’