Bakara, 158; Kavram 110

 

Ş İ A R L A R

 

 

 

 

Rızâ ve Allah'ın Râzı Olması Şiar; Anlam ve Mâhiyeti

Kur’ân-ı Kerim’de Şiarlar, Allah’ın Şiarları

Şiar ve Semboller

Şiarların Dili

Günde Beş Kez Çağrı, Beş Kez Manifesto

Besmele; Manifestoya Giriş

Allahu Ekber; En Büyüklük İlânı!

İlâhe İllâllah; Sahte İlâhlara İsyan, Büyüklenmeye Red

Tahmîd; Övgü ve Şükür En Büyüğe, Allah’a Âittir!

Tesbih; Allah’ı Her Çeşit Şirkten Aklama, O’nun Egemenliği Paylaşılamaz!

Lehu’l Mülk (Her şey, Bütün Mülk O’nundur); En Büyüklük, Egemenlik Gerektirir

Salevât; Bağlılık Andı, Biat Yenileme

Kunut Duâsı; Fâcir ve Kâfirlere Ültimatom (Yoldan Çıkan Devrilir/Devrilmelidir!)

İstiğfâr; Nefis/Hevâ Büyüklenmesine Dur!

Allah Lafzı ve Günlük Hayatta Şiar Olarak Kullanım Alanları

Ezân; Allah’a Çağrı ve Kurtuluş İlânı

İslâm Bayrağı, Râyet, Sancak, Hilâl

Diğer Önemli Şiarlar: Kurban, Hac, Selâm, Başörtüsü, Sakal

Küfrün Şiarları/Sembolleri; Bâtıl Dinlerin Kutsalları, Heykel, Giyim...

Allah'ın Şiarlarını Yüceltme

 

 

“Safâ ile Merve şüphesiz Allah’ın şiarlarından/alâmetlerindendir. Kim Beytullah’ı hacc/ziyaret eder veya umre yaparsa onları tavaf etmesinde bir günah yoktur. Kim gönüllü olarak bir iyilik yaparsa, şüphesiz Allah onu bilir, karşılığını verir.” (2/Bakara, 158)

 

 

Şiar; Anlam ve Mâhiyeti

Şiarlar demek olan Kur'an kavramı “şeâir”, “Şeîre”nin çoğuludur. Şeîre: Yapılması gereken şeyler, vazifeler, alâmetler mânâsındadır. “Şeâiru’l-Hacc”: Hacda yapılması gereken vazifeler, hacca ait ameller ve menâsik demektir. “Şeâir” ve tekili olan “şeîre”, “şuur” (ş-a-r)” kelimesinin türevidir.

İlim” maddesinden “alem”, “alâmet” ve “alâim” gibi; “şuur” maddesinden “şeâir”, “şaîre”nin veya “şiâre”nin, yahut da “meş’ar”ın çoğuludur ki, bu özel isim, bildiren alâmet, belirti mânâsına gelir. Nitekim savaşta iki tarafın tanışması için kullanılan alâmet ve işarete de “şiar -parola-” denir. Şeâir; bazen ibâdetin kendisine, bazen de yerine denir. Ezan, cemaat ile namaz, bu cümleden olarak Cuma ve Bayram namazları, ve Hac dinin şeâirinden, yani alâmetlerindendirler. Aynı şekilde câmiler, minâreler, Hacdaki ibâdet ve haccın özel yerleri de alâmet ve işaretlerdendir ki, Safâ ile Merve de bunlardandır. (1) Bunların yanında, besmele, tehlil, tekbir, tesbih, tahmîd, salevât, istiğfâr, İslâm bayrağı/râyet de İslâm’ın en önemli şiarlarındandır.

Bilindiği gibi şiarlar şuurları uyandırmak içindir. Semboller, dış görünüşlerinden çok daha büyük anlam ve değer taşırlar. İslâm’ın şiarlarına karşı mücâdele edenler aslında şuursuz nesiller yetiştirmek istiyorlar. Çünkü şuursuz nesilleri kullanmak ve gütmek daha kolay olur.

İslâm, sırf tevhid dinidir. Onda kulla Allah arasında aracı yoktur. Gözlerin erişemediği Allah’ı, hayal etmesi için, insan düşüncesinin temerküz edeceği, insan hikmetinin yöneleceği gözle görülür, elle tutulur put ve benzerlerini de kabul etmez İslâm dini. O yüzden ne aracı, ne put, ne de heykel veya imtiyazlı dinî bir zümre bahis konusudur (bkz. 2/Bakara, 186, 39/Zümer, 2-3). Öyleyse İslâm, hayalde mücerretliği/soyutluğu, düşüncede yüceliği, irâde ve niyette temizliği, amel ve tatbikatta ihlâsı, mâsivâdan alâkayı kesmeyi isteyen bir dindir ki, düşünce ve inançta bundan daha üstünü tasavvur olunamaz. Hiçbir din, hiçbir felsefe ve ideolojiler, değil böylesine; benzerine bile ulaşamamışlardır.

Fakat insan fıtratı, arzularını yönelteceği, ta’zim ve yaklaşma konusundaki ısrarlı isteğini gerçekleştireceği ve gönlündeki dinmeyen aşkı dindireceği ve gözüyle görebileceği bir şeyi aramaktadır. Cenâb-ı Hak, gözle görülen, elle tutulan, Kendisine mahsus olan ve Kendisine nisbet edilen, aynı zamanda rahmetinin tecellî ettiği, inâyetinin kuşattığı bazı şeyleri seçmiştir ki, bunlar görüldüğünde Allah anılır ve bunlar, Allah’ın günlerini, nimetlerini, dinini, tevhidini ve peygamberlerinin kahramanlıklarını hatırlatan olaylarla çok yakından ilgilidirler. Allah bunlara “Allah’ın şiarları” adını vermiş ve onlara yapılan ta’zim ve hürmetleri Kendisine yapılmış olarak kabul etmiş, onların yanında yapılan edepsizliği de Kendi nezdinde yapılmış olarak saymıştır. İnsanlara, gönüllerindeki aşkı, görmek ve yaklaşmak husûsundaki fıtrî arzuyu onlarla tatmin etmeleri için müsaade etmiş, hattâ teşvik edip dâvet etmiş ve şöyle buyurmuştur: “Kim Allah’ın şiarlarına/hükümlerine saygı gösterirse, şüphesiz bu, kalplerin takvâsındandır.” (22/Hacc, 32) "Durum böyle. Her kim, Allah'ın emir ve yasaklarına saygı gösterirse bu, Rabbinin katında kendisi için daha hayırlıdır..." (22/Hacc, 30) (2)

Seven kimse, sevdiğine nisbet edilen her şeyi sever. Allah’ı seven de O’nun şiarlarına karşı sevgi ve saygı duyar.

 

Kur’ân-ı Kerim’de Şiarlar, Allah’ın Şiarları

Kur’ân-ı Kerim’de “şeâir” (şiarlar, alâmetler) kelimesi 4 âyette geçmektedir. Bunların tümünde şeâir kelimesi, Allah’a izâfe edilmekte, şeâiru’llah -Allah’ın şiarları-” şeklinde kullanılmaktadır.

Bir şeyin tanındığı belirtiler, nişanlar anlamına gelen "şeâir/şiarlar" genel olarak ibâdetler, yahut hacdaki ibâdetler veya kurbanlar şeklinde açıklanmıştır. Rivâyetlere göre Araplar, kurban edilecek hayvanları hafifçe yaralar, kan akıtırlardı. Hayvanın üstüne süzülen bu kan, onun kurbanlık olduğuna işaret sayılır, ona kimse dokunmazdı. Bu işe "şear" (yan tarafa mızrak vurmak), "şeîre (Allah'ın nişanı) denirdi. Şeîre'nin çoğulu olan "şeâir" işaretlenmiş, nişanlanmış kurbanlık hayvanlar anlamında kullanılıyordu. Buna göre, âyette böyle işaretli kurbanlık hayvanlara dokunmamanın takvâ gereği olduğu belirtilmiştir. Fakat "şeâir/şiarlar", farzlar, vâcipler, dinî geleneklerdir. Kurbanlar da bu geleneklerdendir. Âyette bu tür dinî geleneklere saygı gösterilmesi öğütlenmektedir.

Bakara sûresinde Safâ ile Merve'nin, Allah'ın şiarlarından olduğu belirtilmiş; Mâide sûresinde ise, Allah'ın şiarlarını, harâm ayını, kurbanlıkları helâl saymamaları, Allah rızâsına ermek için Beyt-i Harâm'a gelenlere saygısızlık etmemeleri emredilmektedir (5/Mâide, 2). Bu âyetlerdeki şiarlar, Allah'ın buyrukları, belirlediği sınır anlamındadır. Hac sûresi 32. âyette Allah'ın şiarlarına saygı göstermenin, kalp takvâsı gereği olduğu; 36. âyette de kurbanlık develerin Allah'ın şiarlarından olduğu, onlarda hayır bulunduğu belirtiliyor. Allah'ın nişanlarına, O'na ait yasalara, O'nun tarafından konulan hükümlere, ahlâk kurallarına, prensiplere saygı göstermenin, gönüllerin takvâsı gereği olduğu vurgulanmaktadır. Yani ancak gönlü Allah'tan korkan kimseler, Allah'ın koyduğu prensiplere, Allah'a varan yol olan dine saygılı olurlar.

“Safâ ile Merve şüphesiz Allah’ın şiarlarından/alâmetlerindendir. Kim Beytullah’ı hacc/ziyaret eder veya umre yaparsa onları tavaf etmesinde bir günah yoktur. Kim gönüllü olarak bir iyilik yaparsa, şüphesiz Allah onu bilir, karşılığını verir.” (2/Bakara, 158)

“Ey iman edenler! Allah’ın şiarlarına (koyduğu, dinî) işaretlerine, haram aya, (Allah’a hediye edilmiş) kurbana, (ondaki) gerdanlıklara, Rablerinin lütuf ve rızâsını arayarak Beyt-i Harâm’a yönelmiş kimselere (tecâvüz ve) saygısızlık etmeyin. İhramdan çıkınca avlanabilirsiniz. Mescid-i Harâm’a girmenizi önledikleri için bir topluma karşı beslediğiniz kin sizi tecâvüze sevk etmesin! İyilik ve (Allah’ın yasaklarından) sakınma üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah’tan korkun; çünkü Allah’ın cezâsı çetindir.” (5/Mâide, 2)

“Kim Allah’ın şiarlarına/hükümlerine saygı gösterirse, şüphesiz bu, kalplerin takvâsındandır.” (22/Hacc, 32)

“Biz, büyük baş hayvanları (onların kurban edilmesini) da sizin için Allah’ın şiarlarından (O’nun dininin işaretlerinden) kıldık. Onlarda sizin için hayır vardır. Şu halde onlar, ayakları üzerinde dururken üzerlerine Allah’ın ismini anın (ve kurban edin). Yan üstü yere düştüklerinde ise, artık (canı çıkmış olacağından) onlardan hem kendiniz yiyin, hem de ihtiyacını gizleyen-gizlemeyen fakirlere yedirin. İşte bu hayvanları Biz, şükredesiniz diye sizin istifadenize verdik.” (22/Hacc, 36)

 

Hac ve Umre Esnâsında Safâ ile Merve’nin Tavaf (Sa’y) Edilmesi: “Safâ ile Merve şüphesiz Allah’ın şiarlarından/alâmetlerindendir. Kim Beytullah’ı hacc/ziyaret eder veya umre yaparsa onları tavaf etmesinde bir günah yoktur. Kim gönüllü olarak bir iyilik yaparsa, şüphesiz Allah onu bilir, karşılığını verir.” (2/Bakara, 158).

Peygamberimiz (s.a.s.), hacc-ı şeriflerinde Safâ’ya yaklaştıkları zaman: “Safâ ile Merve Allah’ın şiarlarından/alâmetlerindendir. Allah’ın başladığı ile başlayın” (Ebû Dâvud, Menâsik 57; Tirmizî, Hacc 38; Nesâî, Hacc 161, 166, 170; İbn Mâce, Menâsik 34, 84) diye emretmiş ve kendisi Safâ’dan başlayıp Beyt’i görünceye kadar üzerine çıkmıştır. Bir hadisinde bu hususta: “Allah size sa’yi yazmış/farz kılmıştır, sa’y yapınız” (Feyzu’l-Kadir, II/249) buyurmuştur.

Mekke'de, Kâbe'nin hemen yakınında bulunan Safâ ve Merve adındaki iki alçak kayalık tepe arasındaki sahanın, Hz. İbrâhim'in Allah'ın buyruğu ile Hâcer'i ve bebek yaştaki oğlu Hz. İsmâil'i çölde terkettiği ve anne Hâcer'in bundan dolayı acı ve ıstırap çektiği mekân olduğu rivâyet edilir. Susuzluktan kıvranan ve çocuğunun hayatından endişeye kapılan Hâcer, iki kaya arasında koşup duruyor ve yardım için Allah'a yalvarıyordu. Sonunda Hâcer'in Allah'a güveni ve sabrı, hem kendisini, hem de çocuğunu susuzluk sebebiyle ölmekten kurtaran bir su kaynağının (bu güne kadar gelen ve Zemzem diye bilinen suyun) keşfiyle mükâfatlandırıldı.

Hâcer'in bu şiddetli imtihanının ve Allah'a güveninin anısıyla Safâ ve Merve, İslâm öncesi zamanlarda bile imanın ve sıkıntılara göğüs germenin sembolleri olarak görülmeye başlandı. Bu özellik, Safâ iele Merve'nin neden sabır ve Allah'a güven erdemlerini konu alan âyetler içinde zikredildiğini de açıklamaktadır. (Muhammed Esed, Kur'an Mesajı, 1/43-44)

Kâbe yakınında iki tepe olan Safâ ile Merve arasında gidip gelmek, Allah tarafından Hz. İbrâhim (a.s.)’e Hac ile birlikte öğretilen ibâdetlerdendi. Fakat Safâ ve Merve’de iki tapınak yapıp, bunları İsâf ve Nâile adlı iki puta adadılar ve onlara tapınmaya başladılar. Araplar müslüman olduklarında Safâ ile Merve arasında gidip gelmenin eski hac geleneğinin/ibâdetinin bir parçası mı, yoksa sonradan putperestler tarafından uydurulmuş bir tapınma biçimi mi olduğu ve iki tepe arasında gidip geldiklerinde şirke düşmüş olup olmayacakları konusunda sorular sormaya başladılar.

Ayrıca Hz. Âişe (r.a.)’den rivâyet edilen bir hadise göre, Medine’liler İslâm’ı kabul etmeden çok önce bile safâ ile Merve arasında gidip gelme geleneğine karşıydılar. Bu sebepten dolayı Kâbe kıble yapıldıktan sonra Allah, onların Safâ ile Merve arasında gidip gelme konusundaki şüphelerini ortadan kaldırıyor ve onlara bunun İbrâhim (a.s.)’in Hac geleneğini kurduğundan beri var olan bir ibâdet şekli olduğunu, O’ndan sonra gelen câhil kimseler tarafından uydurulmadığını bildiriyor. (3)

Buhârî'nin Âsım bin Süleyman'dan rivâyetine göre, bu zat şöyle der: "Enes bin Mâlik (r.a.)'e Safâ ile Merve hakkında sordum. Şöyle dedi: 'Biz bunların (arasında tavaf etmenin) câhiliyye işlerinden olduğu görüşünde idik. İslâm gelince onlardan uzak durduk. Yüce Allah da “Safâ ile Merve şüphesiz Allah’ın şiarlarından/alâmetlerindendir. Kim Beytullah’ı hacc/ziyaret eder veya umre yaparsa onları tavaf etmesinde bir günah yoktur. Kim gönüllü olarak bir iyilik yaparsa, şüphesiz Allah onu bilir, karşılığını verir.” (2/Bakara, 158) âyetini indirdi." (Buhârî, Hac 80)

 

 

 

Şiar ve Semboller

Sembollerin Pratik Hareket İçindeki Rolleri: Semboller bizim hayatımızda düşünceyi sırtlayan isimler işlevini görür. Oldukça geniş bir çizgide rol oynarlar. Bu sâyede düşünce dünyasına geniş bir kapıdan girilmiş oluyor. Ayrıntılar ise insanın kişisel bilinçlenmesine yönelik içsel birikim hareketinde bir ikinci aşama olgusudur. Çünkü cüz’lerin kül’lerle birlikte hareket etmesi kaçınılmazdır. Küllî olgular, hayatın büyük alanlarına yönelen genel ilkeler konumundadır. Bunlar aracılığı ile bir düşünce diğer bir düşünceden, bir tavır başka bir tavırdan ayır edilebilir. Küçük ve ayrıntı nitelikli çerçevelerdeki oluşum faâliyetleri bundan sonra başlar.

şünsel Sınırları Bilmek: İlâhî mesajlarda somut olarak gözlemlediğimiz bir durumdur bu. Örneğin tevhid sembolü, mesajın bir vitrini niteliğindedir. Risâlet de inanç ve şeriatın vitrini konumundadır. Amaç insanların, başka düşünce akımlarını ayıran düşünsel sınırları bilmelerini sağlamaktır. Belirgin ve ayrı bir kişiliğe sahip olması buna bağlıdır çünkü.

Sembolün “insan yapma”daki olumlu işlevi budur. İnsanın düşüncesi üzerinde etkili olur ve genel sorunlara yönelik düşünsel tavrının ayırıcı çizgilerini belirler. Dolayısıyla insan, taşıdığı düşüncenin ve izlediği metodun kalın çizgilerini onda görür. Sözgelimi düşüncesinde herhangi bir şaşkınlık yaşamaz. Küllî olgulardan uzak bir şekilde sayısız cüzlerin ayrıntılarına dalmış kimseler gibi hayrete düşmez. Tam tersine, sahip olduğu genel sembol nitelikli isimler aracılığıyla, nasıl bir hareket tarzını belirleyeceğini bilir. Tıpkı gerek kendisine ve gerekse başkalarına bu tavrının şeklini açık bir şekilde belirginleştireceği gibi. Böylece şu veya bu yolu izleyeceğini de hiçbir zorluk çekmeden kestirmesi imkân dâhilinde olur.

Sembollerin düşüncenin niteliği ve yönünü belirleyen isimler olma gibi bir vasıflarının yanında bir diğer önemli vasıfları, bir diğer önemli rolleri de vardır: Değişik duygular aracılığı ile insanın duygusal yönünü beslemek. Bunlara da şu veya bu düşüncenin psikolojik telkinlerinin farklı oranında olumlu ya da olumsuz tarzda farklılıklar gösterirler. Örneğin herhangi bir sembol, içindeki ince ve sıcak duyguları kabartabilir. Bu da seni başkalarına karşı açık olmaya, onlarla belli noktalar üzerinde buluşturmaya yöneliktir. Başka bir zaman diğer bir sembol, içindeki katı duyguları harekete geçirebilir. Bu da seni meydan okumaya, saldırıya geçmeye, dolayısıyla insanlardan ayrılıp kabuğuna çekilmeye yöneltebilir.

Kur’an’daki Semboller, İnsanın Barışçı ve Savaşçı Duygularını Şekillendirmeye Yöneliktir. Örnek olarak, barış sembolünü içeren âyeti gösterebiliriz: “Ey iman edenler, topluca silm’e -barışa- girin.” (2/Bakara, 208). Bu sembol çağrının üzerinde durup düşündüğün zaman, içindeki duygular depreşmeye başlar. Bu sıcaklık, bütün düşünceni, vicdanını ve duygularını kaplar. Savaş meydanında karşı karşıya geldiğin kimselere karşı duygusal yönün ön plana çıkar. Bu amaçla hem kendinin, hem de onların sahip oldukları sevgi, merhamet ve acıma gibi duyguları harekete geçirerek uygun bir ortam oluşturmaya çalışırsın. Ki seninle onlar arasında karşılıklı güvene dayalı bir ilişki kurulabilsin. “Barış” sözcüğünün duygular ve oluşturduğu sıcak atmosfer etkili olabilsin. Bu durumda herkes, açık ve geniş bir ortamın bulunduğuna, buluşmak için ortada herhangi bir engel olmadığına, ihtilâfların bir sorun olmadığına inanmaya başlar. Belki de içindeki özgür irâde uyanır ve meydandaki tüm engelleri birer birer kırmaya başlarsın, barışı bozmak için kafasını uzatmış tüm ayrılıkları bertaraf edersin. Ki sembol, insan hayatındaki doğal yerini alsın.

“Halklar arasında sadâkat”, “sevgi” ve “merhamet” gibi sembol ve sloganlar karşısında da benzeri duygular uyanır içimizde. Karşı tarafta ise savaş ve cihad gibi sloganlar bizi galeyana getirir: “Ey Peygamber, kâfirlerle ve münâfıklarla cihad et. Onlara karşı sert ol...” (9/Tevbe, 73) “Onların sizinle topyekün savaştıkları gibi, siz de müşriklerle topyekün savaşın.” (9/Tevbe, 36) (4)

Şiarların Dili

“Slogan” kelimesi, İngilizce “slog” (sık) kökünden geliyor. “Sıkça söylenen kısa sözler” olarak Türkçe’de kullanılmaktadır. Arapça’da bunu karşılayabilecek “ş-a-r” ve “s-n-y” kökünden kelimeler vardır. “Şeara” şiir söyledi demektir. “Şiir”, kısa sözlerle anlamlı kelimeler kullanılarak söylenir. “Şuur”, hissetmek, bilmek, “şâir”, şiir söyleyen, “şiar”, sembol, arma, parola, dinin korunması gerekli alâmetleri anlamına gelmektedir. Ayrıca Arapça’da saç ve kıl anlamında da bu kökten kelime kullanılmaktadır. Sıkça biten tüy olduğu için saça Arapça’da “şa’r” denmektedir. “Şiar” kelimesinde his ve duygu anlamı da vardır. Bu açıdan slogan kelimesinin derinliksiz, kuru çağrışımından daha geniştir. Ancak “tekrar edilen sözler” anlamında kullanıldığında her ikisi de aynı anlamı karşılamaktadır.

“S-n-y” (peltek s ile) kökünden de tekrar edilme ile ilgili kelimeler türetilmiştir. “İsnâ”; iki, “tesniye”; ikilemek, “mesnâ”; ikişer, “mesnevî”; iki mısralı nazım/şiir, “seneviyye”; iki tanrılı anlamlarına gelmektedir. “Mesânî”; ikilemek, katlamak, bükmek anlamında “tekrarlamak” olarak anlaşılmaktadır. “Mesânî” sözlük anlamında ele alındığında İngilizcedeki “slog” (sık-tekrar) ile aynı anlama geliyor. Buradan hareketle, gerek Kur’an’da gerekse namazlarda tekrar edilen âyetler “şiaru’l-mesânî”, “tekrar edilen şiar, sloganlar” olarak görülebilir. Yine Fâtiha sûresine “seb’u’l-mesânî” denilmiştir. Buhârî, Tefsir bölümünün girişinde aldığı bir hadiste bu seb’u’l-mesânî hadisini zikretmektedir. Hadiste Nebî (s.a.s.) Fâtiha’nın büyüklüğünden bahsetmekte ve onun için “seb’u’l-mesânî” tâbirini kullanmaktadır. “Tekrarlanan yedi” anlamındaki bu ifâde, Fâtiha’nın yedi âyetinin tüm namazlarda sıklıkla tekrar edilişinden dolayı söylenmiş olmalıdır.

İslâm, âdetâ bir şiarlar dinidir. Müslüman, sanki şiarlarla yaşamaktadır. Kur’an’ın başından sonuna kadar bu güzel tekrarlarla karşılaşırız. Ayrıca gündelik namazlarda ve tavsiye edilen virdlerde her gün 1000 civarında tekrar yapmaktayız. Birbirine anlamca benzeyen kısa sözleri defalarca tekrar etmekteyiz. Kur’an’ın meseleleri anlatmadaki üslûbuna dikkat edersek bu tekrarları yakından görürüz. Anlatılan konu ne olursa olsun, savaş, miras, boşanma, kıssa, sonunda “Allah büyüktür, azizdir, O’ndan başka ilâh yoktur, O görendir, işitendir...” gibi tekrarlar yapılır.

Bu Kitap, en çok neyin üzerinde duruyorsa, anlatmak istediği ana fikir de o değil midir? Dikkat edilirse İslâm’a ilk giren insan, tekrarlarla dini tanımaya başlıyor. Önce dine giriş cümlesi olan “kelime-i tevhid”i söylüyor. Sonra hemen namaza başlaması gerektiğinden benzer kelimeleri her gün beş vakitte tekrar etmesi gerekiyor. Bir taraftan tekrarları yaparken diğer taraftan derinliğine inmeye, onları anlamaya çalışıyor. Her namazda aynı kalıptaki cümleyi aynı zamanda ve aynı şekilde tekrar ediyor. Üstelik bunlar hep yalnız başına değil; topluca da yapılıyor. Bu dinin mensûbu olan herkes, aynı sözleri ayrı yerlerde de olsalar bir melodi gibi tekrarlıyorlar. Günlük yaşantı, bunlarla derinleşiyor, irfânî bir boyut kazanıyor, anlamlanıyor. Düşünceler, duygular aynı ana fikir etrafında dönüşüyor, zihinlere aynı çerçeve çiziliyor. Gözler aynı pencere etrafında toplanarak, o açıdan bakmaları sağlanıyor. Gittikçe “tek”liğe doğru bir akış devam ediyor. Aynı parolayı yüzlerce, binlerce insan birbirine söyledikçe kalpten kalbe yol açılıyor. Şiarlar etrafında yoğunlaştıkça fikir disiplini sağlanıyor. İslâm, müntesiplerini öyle bir eğitiyor ki, kısa sürede duygusu, düşüncesi kaynaşmış bir “bünyânun mersûs” topluluk kendiliğinden oluşuyor.

Ancak ne var ki aradan geçen yüzyıllar hayat ve dinamizm ile dopdolu bu şiarları âdeta “erozyon”a uğratmış, söylenenleri dilsiz, sağır ve kör hale getirerek söylenip durmaktan öte bir anlamı kalmamış kuru tekerlemelere dönmüştür. Nasıl ki, bir padişahın “bana su getirin!” emrini “su getirin, su getirin...” diye diliyle tekrar edip durarak yerine getirdiklerini sanan adamların yaptığı anlamsızsa, bu dinin şiarlarını dille tekrar edip de ondan habersiz olanların da yaptığı aynı şekilde anlamsızdır. Bugün müslümanım diyenlerin çoğu, bu duruma düşmüştür.

Şunu iyi anlayalım ki Kur’an bize bırakılmış bir mirastır. İki kapağı arasındaki emir, orada durduğu müddetçe yazılı bir metin olmaktan öte bir anlam ifâde etmemektedir. Kur’an bize yol göstermez, biz ona yönelerek yolumuzu buluruz. Kur’an ve Sünnet (hadisler), nihayet bir kitap koleksiyonudur. Onu canlı bir hayata döndürecek bizim yaklaşımlarımız, anlayışımız, kavrayışımız, fıkhedişimiz ve amellerimizdir. Dinin özü, metinlerde yazılı olandır. Kur’an’ı bize miras bırakan, açıklayıp uygulayan Nebî (s.a.s.) şu anda yaşamadığı için bıraktığı mirası ne kadar fıkhedersek (derince anlar ve yeterlice kavrarsak) o dine o kadar yaklaşmış oluruz. Dinin ruhunu anlayıp kavrama, bize tekrar ettirilen şiarlarından başlayarak olmalı, bize en çok ne tekrar ettiriliyorsa gündemimizi de oluşturmalıdır.

 

 

 

Günde Beş Kez Çağrı, Beş Kez Manifesto

Önce, her gün ilân edilen ezan manifestosunu, bizlere namaz kılarken, duâ ederken tekrar ettirilen sözleri “mercek altına” alarak başlayalım... Arapçaları bilindiği için sadece Türkçe karşılıklarını yazacağız. Ezanda:

Allah en büyüktür, Allah en büyüktür!

Allah en büyüktür, Allah en büyüktür!

Allah’tan başka ilâh olmadığına şâhitlik ederim!

Allah’tan başka ilâh olmadığına şâhitlik ederim!

Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şâhitlik ederim!

Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şâhitlik ederim!

Haydin namaza! Haydin namaza!

Haydin kurtuluşa! Haydin kurtuluşa!

Allah en büyüktür, Allah en büyüktür!

Allah’tan başka ilâh yoktur!

Namazda, ayakta:

Allah en büyüktür.

Allah’ım, Seni tesbih ederim (tenzîh eder, aklarım). Sana hamd ederim (överim). İsmini yüceltirim. Şânını yüceltirim. Senden başka ilâh yoktur.

Kovulmuş şeytandan Allah’a sığınırım. (İstiâze)

Rahmân ve rahîm Allah’ın adıyla başlarım. (Besmele)

Âlemlerin Rabbına hamd olsun. Rahman Rahim olana, Din gününün sahibine. Ancak, Sana ibâdet ederiz. Ancak Senden yardım dileriz. Bizi dosdoğru yola, kendilerine nimet verilenlerin yoluna hidâyet et/ilet; Senin yolundan sapan ve gazabına uğrayanların yoluna değil.” (Fâtiha)

Allah en büyüktür.

Rukûda:

En güçlü olan Rabbimi tesbih eder (noksanlıklardan tenzih eder)im.

En güçlü olan Rabbimi tesbih eder (noksanlıklardan tenzih eder)im.

En güçlü olan Rabbimi tesbih eder (noksanlıklardan tenzih eder)im.

Ayakta:

Allah kendine hamd edeni işitir. Rabbimiz hamd Sanadır.

Allah en büyüktür.

Secdede:

En yüce olan Rabbimi tesbih eder (noksanlıklardan tenzih eder)im.

En yüce olan Rabbimi tesbih eder (noksanlıklardan tenzih eder)im.

En yüce olan Rabbimi tesbih eder (noksanlıklardan tenzih eder)im.

Allah en büyüktür.

Allah en büyüktür.

En yüce olan Rabbimi tesbih eder (noksanlıklardan tenzih eder)im.

En yüce olan Rabbimi tesbih eder (noksanlıklardan tenzih eder)im.

En yüce olan Rabbimi tesbih eder (noksanlıklardan tenzih eder)im.

Allah en büyüktür.

Oturuşta:

Tahiyyât, tayyibât, salevât Allah içindir. Ey Nebî, Sana selâm olsun. Allah’ın rahmeti ve bereketi üzerine olsun. Selâm bizlere. Selâm Allah’ın sâlih kullarına. Allah’tan başka ilâh olmadığına, Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet ederim. (Tahiyyât)

Allah’ım, Muhammed’e salât et; ehline de salât et. İbrâhim’e ve âline salât ettiğin gibi. Sen yücesin, övülecek olan sadece Sensin.

Selâmda:

Allah’ın selâm ve rahmeti sizlere olsun!

Allah’ın selâm ve rahmeti sizlere olsun!

Namazdan sonra:

Allah’ım selâm Sensin. Selâmetlik Sendendir. Ey celâl ve ikrâm sahibi! Sen çok yücesin.

Tesbih Allah’adır. Hamd Allah’adır, Allah’tan başka ilâh yoktur. Allah en büyüktür. Ondan başka güç ve kudret sahibi yoktur. O yücedir, güçlüdür.

Tesbih çekerken:

Allah’ı tesbih eder (noksanlıklardan tenzih eder)im. Allah şirk koşulanlardan uzaktır. (33 defa)

Hamd (övme ve övülme) Allah’a âittir. (33 defa)

Allah en büyüktür. (33 defa)

Tesbihten sonra:

Allah’tan başka ilâh yoktur. O’na ortak koşulamaz. O birdir. Mülk O’nundur. Hamd/övgü sadece O’nadır. O’nun her şeye gücü yeter.

Bir gün içinde en fazla tekrar edilen şiarlar şunlardır:

Allahu Ekber (Günde 285 defa + 165 -tesbih çekerken-)

Lâ ilâhe illâllah (68 defa)

Elhamdü lillâh (117 defa + 165 -tesbih çekerken-)

Sübhânallah (54 defa + 165 -tesbih çekerken-)

Sübhâne rabbiye’l-azîm (126 defa)

Sübhâne rabbiye’l-a’lâ (252 defa) (Tesbih; toplam 432 defa + 165 -tesbih çekerken-)

Görülüyor ki, namaz içinde tahiyyât oturuşunda Nebî (s.a.s)’ye ve tüm sâlih kullara gönderilen selâmlar hâriç, tüm sözler Allah’ın “en büyüklüğü” etrafında dönmektedir. En büyüklük, övgü, yücelik, güçlülük, eşinin ve benzerinin bulunmayışının -tek ilâh oluşunun- ilânı, aklanıp tenzih edilişi vb. tüm büyüklük sıfatları O’na nisbet edilmektedir.

Peygamberimiz (s.a.s.), namazlarda söylenenlerden ayrı olarak da bazı İslâmî şiarların özellikle söylenmesini tavsiye etmiştir. Onlardan bazılarını buraya almakta fayda var:

"Allah'ın doksan dokuz ismi vardır. Onları kim ezberlerse cennete girer. Allah tektir, teki sever." (Müslim, Zikir 5, hadis no: 2677). Diğer rivâyet şöyledir: "Gerçekten Allah'ın doksan dokuz ismi vardır. Bir müstesnâ yüz isim! Bunları kim sayarsa cennete girer." (Müslim, Zikir 6, hadis no: 2677)

"Sübhânallahi ve'l-hamdü lillâhi ve lâ ilâhe illâllahu vallahu ekber' demem, benim için güneşin üzerine doğduğu her şeyden daha sevgilidir." (Müslim, Zikir 10)

"Bir kimse günde yüz defa, 'Lâ ilâhe illâllahu vahdehû lâ şerîke leh, lehu'l-mülkü ve lehu'l-hamdu, ve hüve alâ külli şey'in kadîr (Allah'tan başka ilâh yoktur. O'nun şerîki/ortağı yoktur; mülk O'nundur, hamd de O'na mahsustur. Hem O her şeye kaadirdir)' derse, o kimse için on köle (âzât etme) dengi sevap olur. Ve kendisine yüz hasene yazılır; yüz günahı da silinir. O gün, akşamlayıncaya kadar şeytandan muhâfaza olur. Onun yaptığından daha faziletli bir işi kimse yapamaz. Meğer ki, onun yaptığından fazla yapsın. Ve bir kimse günde yüz kere 'Sübhânallahi ve bihamdihî (Allah'ı hamdiyle birlikte tenzih ederim)' derse; günahları denizin köpüğü kadar bile olsa sâkıt olur." (Müslim, Zikir, 28, hadis no: 2691)

"İki kelime vardır ki, dile hafif, mîzanda ağır, Allah'a makbuldürler. (Bunlar:) 'Sübhânallahi ve bihamdihî, sübhânallahi'l-azîm (Allah'ı hamdiyle birlikte tenzih ederim. Yüce Allah'ı tenzih ederim)' (kelimeleridir)." (Müslim, Zikir 31, hadis no: 2694)

"Sübhânallahi ve'l-hamdü lillâhi ve lâ ilâhe illâllahu vallahu ekber (Allah'ı tenzih ederim, hamd Allah'a mahsustur ve Allah'tan başka ilâh yoktur. Allah her şeyden büyüktür)' demem, benim için, üzerine güneş doğan her şeyden daha makbuldür." (Müslim, Zikir 32, hadis no: 2695)

Mus'ab bin Sa'd (r.a.) anlatıyor: Bana babam rivâyet etti. (Dedi ki: 'Rasûlullah (s.a.s.)'ın yanındaydık. "Biriniz her gün bin sevap kazanmaktan âciz midir?" diye sordu: "Yüz kere tesbih eder (Sübhânallah der) ve kendisine bin sevap yazılır. Yahut üzerinden bin günah indirilir" buyurdu.' (Müslim, Zikir 37, hadis no: 2698; Buhârî Deavât, Bed'ul-Halk; Tirmizî Deavât; İbn Mâce, Sevâbu't-Tesbîh)

Abdullah bin Kays’dan rivâyet edilmiştir. “Rasûlullah buyurdu ki: “Ey Abdullah! Sana cennet definelerinden bir define göstereyim mi?" dedi. Ben: "Hay hay yâ Rasûlallah!" dedim. 'Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh (güç ve kuvvet ancak Allah'a mahsustur' de!" (Müslim, Zikir 44, hadis no: 2704)

Muhâcirlerin fakirleri Rasûlullah (s.a.s.)'a gelerek: 'Varlık sahipleri yüksek dereceleri ve devamlı nimetleri alıp gittiler' demişlerdi. Rasûlullah (s.a.s.): "Neymiş o" diye sordu. Muhâcirler: '(Ne olacak,) Onlar da bizim kıldığımız gibi namaz kılıyor; bizim tuttuğumuz gibi oruç tutuyor. (Ama,) Onlar sadaka veriyor, biz veremiyoruz; onlar köle âzâd ediyor, biz edemiyoruz' dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.): "Ben size bir şey öğreteyim mi? Onunla sizi geçenlere yetişir; sizden sonrakileri de geçersiniz. Hem hiçbir kimse sizden daha fazîletli olamaz; meğer ki sizin yaptığınız gibi yapmış olsun!" buyurdu. Muhâcirler: 'Hay hay yâ Rasûlallah!' dediler. Rasûlullah: "Her namazdan sonra otuz üç kere tesbih (sübhânallah), tahmid (el-hamdu lillâh) ve tekbir (Allahu ekber zikri) edersiniz." Bunun üzerine fakir muhâcirler Rasûlullah (s.a.s.)'a dönerek: 'Mal, mülk sahibi din kardeşlerimiz bizim yaptığımızı işitmiş; bunun mislini onlar da yaptılar' dediler. Rasûlullah: "(Ne yapalım,) Bu, Allah'ın bir fazl u keremidir; onu dilediğine verir" buyurdu. (Müslim, Mesâcid, 142, hadis no: 595)

"Bir kimse her namazın sonunda Allah'a otuz üç defa tesbih, otuz üç defa hamd eder, otuz üç defa da tekbirde bulunursa, bunların toplamı doksan dokuz eder. Yüzün tamamında da: 'Lâ ilâhe illâllahu vahdehû lâ şerîke leh, lehu'l-mülkü ve lehu'l-hamdu ve hüve alâ külli şey'in kadîr' derse, günahları denizin köpüğü kadar bile olsa (yine) affolunur." (Müslim, Mesâcid, 146, hadis no: 597)

"Bir kimse, on defa 'Lâ ilâhe illâllahu vahdehû lâ şerîke leh, lehu'l-mülkü ve lehu'l-hamdü ve hüve alâ külli şey'in kadîr (Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. O'nun şerîki/ortağı yoktur. Mülk O'nundur. Hamd de O'na mahsustur. O her şeye kaadirdir)' derse, İsmâil oğullarından dört kişi âzâd etmiş gibi olur." (Müslim, Zikir 30, hadis no: 2693)

"Kelimelerin en güzeli dört tanedir: 'Sübhânallah, ve el-hamdü lillâh ve lâ ilâhe illâllah ve Allahu ekber" (Buhârî, Eymân 19). Bunlara, hadisteki sırasıyla; tesbih, tahmîd, tehlîl ve tekbir denilir. "Zikrin en faziletlisi; 'lâ ilâhe illâllah', duânın en faziletlisi de 'el-hamdü lillâh'tır." (İbn Mâce, Edeb 25; Tirmizî, Deavât 9). Başka bir hadiste de Rasûlullah (s.a.s.): "Lâ ilâhe illâllahu vallahu ekber ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh" demenin, çok sayıda günahların affedilmesine sebep olacağını söylemiştir (Tirmizî, Deavât 58).

 

Namazda bir taraftan bazı temel zikirler/şiarlar söylenirken anlamlarına uygun olarak da bazı hareketler yapılıyor. Meselâ Allah’tan başkalarının yücelik ve büyüklük iddiâları reddedilirken, Allah’ın önünde eğilirken (rukû) ve secde edilirken anlamlı bir hareket yerine getirilmiş oluyor. Ayrıca yukarıda naklettiğimiz hadiste de görüldüğü gibi, temel kök, şiarların peş peşe yer aldığı dizi halindeki virdlerle de sürekli mırıldanarak günün her saatine yayılıyor. Bu anlam ve ruh atmosferinde yaşanıyor. Şimdi bu şiarların belli başlılarını kısaca açıklamaya çalışalım. Bunlar, sırayla şu “temel-kök” şiarlardır: 1- Bismillâhirrahmânirrahîm, 2- Allahu Ekber, 3- Lâ ilâhe illâllah, 4- Sübhânallah, 5- Sübhânallahi’l-azîm, 6- İstiğfâr (estağfirullah), 7- Salevât (Allahumme salli alâ Muhammed), 8- Kunut duâsı.

 

 

 

 

Besmele; Manifestoya Giriş

“Allah’ın adı ile...” Müslüman her şeye Allah’ın adı ile başlar. Söylediği bir sözü Allah’ın adı ile söyler. Allah’tan izin alarak. S-m-e kökü, isim koymak, ad vermek anlamında kullanıldığı gibi, -bi harf-i cerri ile de- yüceltmek, yükseltmek anlamına gelmektedir. Nitekim gökyüzü anlamında “semâ” kelimesi vardır. Bismillâh “Allah’ı yücelterek” şeklinde de; “Allah’ın yüce adı ile” şeklinde de anlaşılabilir. Kovulmuş şeytandan sığınma, yüce olan Allah’ın adı ile başlama şeklindeki cümleye “eûzü-besmele” denilmektedir.

“Allah’ın adı ile” demek, bir anlamda O’na sığınarak, O’ndan yardım dileyerek demektir. Zira hayat, şeytanın vesvesesine karşı uyanık durmakla İslâmî bir anlam kazanıyor. Her eylem, her duygu, her düşünce Allah’ın dediğine göre olmalıdır. Allah’ın adı ile başlamak, bunlara O’nun izin verdiği çerçevede yön çizmek demektir. Allah’ın adı ile demek, O’nun izniyle demektir. Besmele, bir hayat görüşü, bir hayat yorumudur. Gözlerimizin gördüğü dünyayı Allah’tan gelen İlâhî vahye göre yorumlamaktır. “Ben neyim, bu hal neyin nesi?” sorusunu, tarihin derinliklerinden gelen Âdem-şeytan-vahy-risâlet-hidâyet-dalâlet kavramları ışığında cevaplamaktır. Allah, şeytan ve Âdem... İlk kıssa... Allah’ın Âdem’i yaratışı, ondan da eşini. Ağaca yaklaşmama emri. Şeytanın onları kandırması, Allah’a karşı fücûru vesvese ile telkin etmesi. Sonra Âdem’in tevbesi ve yeryüzüne iniş... Burada başlayan insanlık tarihi, Âdemoğlunun yeryüzü serüveni...

İstiâze (Eûzü) ve Besmele: “Kovulmuş şeytandan Allah’a sığınırım.” Şeytan nereden kovulmuştu? Cennetten. Nereye gelmişti? Yeryüzüne. Kiminle gelmişti? Atamız Âdem ve anamız Havvâ ile. Ne yapacaktı burada? Allah’ın doğru yolu üzerine oturacak ve insanları iğvâ ederek saptırmaya çalışacaktı. Ne zamana kadar sürecekti bu mücâdele? Kendisine verilen mühlet dolana, yani yeryüzü imtihanımız bitip, Kıyâmet kopana kadar...

Görüldüğü gibi İslâm’a göre dinlerin kaynağı ikidir. Allah’tan gelen ve şeytandan gelen. Allah’tan gelen “vahiy”dir. Bununla “hak din” oluşur. Şeytandan gelen ise “vesvese”dir, bununla

da “izm”ler oluşur. İnsan ya Allah’tan yana olur, ya da şeytandan yana. İşte eûzü-besmele, bu tercihin açıklanmasıdır. Allah’ı kabul ederek O’na göre bir sistemin tercihi ile şeytanı kabul edip onun kışkırtıcı, isyancı, büyüklenmeci sistemi arasındaki tercih. Her ikisi de din olacaktır. Bu iki din arasındaki mücâdele mühlet dolana kadar devam edip gidecektir. Âdemoğlunun imanı, isyanı, korkusu, ümidi, tercihi, kazancı ve kaybı hep bu mücâdele içinde ortaya çıkıp şekillenecektir.

Nebî (s.a.s.), tüm duâlarında besmeledeki ruh ve anlamı yaşamıştır. Onun yaptığı duâlar genellikle iki cümle ile başlamaktadır. “Eûzü bike (Sana sığınırım)” ve “es’eluke (Senden isterim).” Nebî (s.a.s.) Allah’a şeytandan sığınmakta ve O’ndan birtakım hayırlar istemektedir. Bununla hayatın Allah, şeytan ve kişi arasında devam eden bir mücâdele olduğu açıklanmış oluyor. Peygamberimiz, Allah’tan bağışlanma, nur, dünya ve âhirette âfiyet dini, dünyası, malı ve ailesi için af ve âfiyet, ayıplarını gizlemesini, korkulardan emin kılmasını, şeytana karşı korumasını, fazlını, keremini, nusretini, müstaz’aflara yardım etmesini vb. istiyor. Ayrıca şeytandan, âcizlikten, tembellikten, korkaklıktan, cimrilikten, borca batmaktan vb. Allah’a sığınıyor ve bu şekilde duâlar yapmamızı öğütlüyor.

Kur’an, özellikle ilk inen âyetlerde Allah’ın isminin “zikredilmesini” ve “tesbih” edilmesini ister (Bkz. 56/Vâkıa, 74-96; 69/Haakka, 52; 73/Müzzemmil, 18; 96/Alak, 1).

Eûzü besmeleyi iyi anlamak için Allah’a sığınma, şeytan, şeytanın kovuluşu, şeytanın dünyaya ne yapmak için Âdem’le birlikte gönderildiği konularını iyice kavrayıp fıkhetmek gerekmektedir. Bir işe Allah’ın adı ile başlamakla şunları yapmış oluyoruz: 1. Yapılan işi Allah’tan yardım dileyerek yaptığımızı belirtiyoruz. 2- Allah’ı yücelterek başladığımızda o iş Allah için oluyor. O’nun dini için yapılan bir gayret özelliğini alıyor. 3- Şeytanın iğvâsına karşı direnme bilinci yenileniyor. 4- Her işe besmele ile başlamak, hayatı anlamlandırıyor. Allah’ın sözünü toplum hayatının dışına iten kökten laik anlayış reddedilmiş oluyor.

Besmelede özellikle “Rahmân” ve “Rahîm” ismi zikredilmiştir. Çünkü müşrikler bu isimlere itiraz ediyorlar ve “Rahmân da ne imiş?” (25/Furkan, 60) diyorlardı. Hatta Hudeybiye’de Rahmân ve Rahîm isimlerine itiraz eder, “biz böyle bir isim tanımıyoruz” demişlerdi. Müşriklerin bu itirazına karşılık, besmelenin özellikle bu isimlerle beraber kullanıldığını görüyoruz. Bununla müşriklerin tanıdığı Allah ile Hz. Peygamberimiz’in anlattığı Allah arasındaki fark vurgulanmış olmaktadır. Zira müşrikler kendilerine göre bir çeşit Allah’a inanıyorlardı. Nebî (s.a.s.) tarafından Allah’ın “Rahmân” olarak ilân edilişini bu anlayışlarını kabul etmeyen bir peygamberin çağrısı olarak gördükleri için sürekli karşı çıkıyorlardı.

Sanki buna karşılık Kur’an’da tüm sûreler Rahmân ve Rahîm isminin kullanıldığı besmele ile başlamaktadır. Rahmân tek başına Allah lafzının yerine de kullanılırken; Rahîm genellikle Raûf, Tevvâb, Azîz ve daha çok da Ğafûr ismi ile beraber geçmektedir (Bkz. 6/En’âm, 118-119; 69/Haakka, 52; 73/Müzzemmil, 18; 33/Ahzâb, 56-57; 37/Sâffât, 182).

İslâm kültüründe “besmele, hamdele, salvele” geleneği vardır. Her üçü de Kur’an’da kullanılmış ve emredilmiştir. Besmele, “düşmanı dışlama” simgeleri olarak görülebilir. Eûzü besmelede iki bölüm olduğunu görüyoruz. 1- Düşman şeytandan dost Allah’a sığınma, 2- Rahmân ve Rahîm olan dost Allah’ın adı ile başlama. Birini dışlama, öbürüne sığınma. Çünkü hayatın mânâsı bundan ibârettir. Ya Allah’tan gelen vahyi din edinir ona göre yaşar, düşünür konuşursun; ya da şeytandan gelen fücur ilhâmını din edinir, ona göre konuşursun, yaşarsın. Bunun dışında Allah’ın dinini yaşarken şeytanın vesvesesine karşı uyanık olursun.

Eûzü besmele, müslüman insan için şeytana ve tâifesine, dostlarına karşı uyanıklık ifâdesi olmaktadır. Sanki ona karşı sürekli kullandığı, dilinde ve gönlünde taşıdığı bir “silah” gibidir.

İstiâze Şuurunun Bize Kazandıracağı Anlayış ve Davranışlar: Yapılması gerekeni yaptıktan sonra Allah'a sığınmalı ve O'ndan yardım istenmelidir. Şeytandan ve onun ilke ve yönlendirmelerinden uzaklaşmadığımız sürece Allah'a sığınmanın hiçbir anlamı yoktur. Dille şeytana düşman olurken, diğer tüm uzuvlarımızla şeytana dostluk ve bağlılık, istiâze şuuruyla bağdaşmaz.

İstiâze, "hicret"tir; Şeytanî özelliklerden Rahmânî vasıflara; Basit, geçici ve hayvanî olduğu kadar şeytanî zevklerden, sonu acıyla bitecek yapay duygulardan, şeytanî sanal lezzetlerden ebedî saadetlere hicret. İstiaze şuuruna sahip bir mü'min, Kur'an'da övülen o mutluluk çağının zirve kahramanları olan ashab'a ashab olup, sonu fetihle biten hicret için yol arkadaşlığına hazırlanabilir.

Kul ne yaparsa yapsın, Allah'ın dilemesi ve yardımı olmadan hiçbir şey olmaz. Öyleyse O'nun yardımına müstahak olarak O'ndan istemeliyiz.

Şeytandan Allah'a sığınan, şeytanî özellik ve vasıflardan da Allah'a sığınmış demektir. "Şeytan" azgın ve haktan uzak demektir. Azgınlıktan ve hakka uzak olmaktan kurtulup, gerçek kul olmaya, Hakkın adamı olmaya çalışmalıyız.

Şeytan azılı tarihî düşmanımızdır. Onu iyi tanımalı ve hilelerine karşı uyanık olmalıyız. Cinlerden olduğu gibi, insanlardan da şeytanların olduğunu ve her yerde her zaman onlarla karşılaşabileceğimizi unutmamalıyız. Evden çarşıya, işten okula, sofradan tuvalete, mescidden cepheye kadar her yerde düşmanımızla karşılaşabiliriz.

Şeytanın kovulma ve lânetlenme sebebini değerlendirmeli ve aynı durumlara düşmemek için gayret etmeliyiz. Biliyoruz ki şeytan, Allah’ın emrine kibirlenip isyan etti ve o yüzden kovuldu, lânetlendi. Onu, ne sahip olduğu ilmi kurtarabildi, ne de zekâsı. Öyleyse vahyin ışığında bir akıl ve ilimle hikmetleri yakalamaya ve yaşamaya çalışmalıyız.

Şeytana lânetle yetineceğimize, ona uymayarak, onu mahvedecek şekilde Allah'ı çokça anarak onu yenmeli ve kahretmeliyiz. Unutmayalım ki, şeytan ve askerleri, kendi misyonlarını yapıyor. Biz, dünyadaki görevimizi yerine getirirsek, şeytana da uymamış oluruz. (5)

Tuvalete girerken, şeytandan korunmak için eûzü çekmeliyiz de; televizyonun düğmesini açarken eûzü, kaparken de en azından istiğfar çekmeli değil miyiz? Caddeye, çarşıya, dolmuşa adım atarken, iş başında, aş başında, gafletle geçen dakikalar, saatler, hatta günler içindeki tüm şerlerden, istiazedeki sığınak dışında kimin kalesine sığınabiliriz? Kur'an okurken istiaze gerekir de, beşerî kitaplar, gazeteler okunurken gerekmez mi dersiniz?

İstiâze, müslüman için şeytana ve taifesine, şeytan dostları ve askerlerine karşı uyanıklık ifadesi olmaktadır. İstiâze, mü'min için sanki düşmana karşı sürekli kullandığı, dilinde ve gönlünde taşıdığı bir silâh gibidir.

Allah'ı tek Rabb, tek Melik ve tek İlâh kabul ederek O'na sığınanlara, Allah'ın yardımı erişecektir. Unutulmamalıdır ki, insanlığın saadeti, şuurlu bir iman ve her türlü kötülüklerden Allah'ın dinine sığınıp sakınmalarıyla mümkün olacaktır. "En iyi koruyan Allah'tır ve O merhametlilerin en merhametlisidir.” (12/Yûsuf, 64) “O, ne güzel dost, ne güzel vekildir." (8/Enfâl, 40; 3/Âl-i İmrân, 173)

 

Besmele, Laik Mantığı Protestodur: Bir mü'min, her eyleminin başına besmeleyi yerleştirmekle laik mantığa en büyük protestoyu yapmış olur. Besmele, insanın Allah'la iş yapması, Allah'ı işine karıştırmasıdır. Dolayısıyla besmele; ateizmi, materyalizmi, laisizmi reddir. Bu manada besmele, İslâmî dünya görüşünün anahtarı mesabesindedir. Laik dünya görüşü “besmelesiz” olmaktır. Laik olmakla olmamak arasındaki fark, besmeleli olmakla olmamak arasındaki fark kadardır. Besmeleli yapılan iş, meşrûiyetini Allah'tan alır ve meşrû işlere besmele çekilir. Besmelesiz işlerse şeytana lâyıktır.

Besmelesizlik demek olan laisizm, aynı zamanda şeytanî bir dünya görüşüdür. Bunun için Allah Rasûlü her eylemine "Rahmân, Rahîm Olan Allah'ın adıyla" başlayarak bu sapkınlığı mahkûm etmiştir. (6)

 

Besmele şuuru, bize şu anlayış ve davranışları kazandırır (kazandırmalıdır): Müslümanın her işi Allah'ın adıyla ve O'nun emir ve müsaadeleri doğrultusunda olmalı. Müslümanın her işinde 'evvel Allah' olmalı. Yani mü'min, başlayacağı işi yapıp yapmama konusunda önce Allah'a danışmalı. Harama besmele çekilmeyeceği için, besmele çekemeyeceğimiz hiçbir işe girişmemeliyiz. "Besmelesiz iş ebterdir, yok olmaya mahkûmdur" (İbn Mâce, hadis no: 1894) hadisinden anlıyoruz ki besmelesizler ve onların düzenleri devrilip yıkılmaya mahkûmdur.

Kesilirken besmele çekilmeyen her hayvan murdardır, pistir. Besmeleyle ve besmele doğrultusunda olmayan her düşünce, fikir, iş ve düzen de murdar ve leş hükmündedir. Besmele Allah'tan yardım dilemedir. Allah ise, ancak Kendi yolunda olanlara yardım eder. (7) Besmeleyle, yapılan işi kendi adımıza, fakat Allah’ın ismi ve izniyle, Allah'tan yardım dileyerek yaptığımızı belirtiyoruz. Allah'ı yücelterek başladığımızda o iş, Allah için oluyor. O'nun dini için yapılan bir gayret şeklini alıyor. Şeytanın iğvâsına karşı direnme bilinci yenileniyor. Her işe besmeleyle başlamak hayatı anlamlandırıyor.

Allah'ın sözünü toplum hayatının dışına iten kökten laik anlayış reddedilmiş oluyor. Mü'minler istiâze ve besmelenin şuuruna erdikleri gün, yeryüzünde hiçbir tâğutî iktidar gücünü muhafaza edemez. Çünkü eûzü-besmeleyi duyan şeytan ve tâğut çılgına döner, mahvolur.

 

 

Allahu Ekber; En Büyüklük İlânı!

"Kelimelerin en güzeli dört tanedir: 'Sübhânallah, ve el-hamdü lillâh ve lâ ilâhe illâllah ve Allahu ekber" (Buhârî, Eymân 19) Bu şiarlara, hadisteki sırasıyla; tesbih, tahmîd, tehlîl ve tekbir denilir. Tekbir, namaz kılan bir mü’minin günlük hayatında en fazla tekrar ettiği “mesânî” (şiar/slogan)dir. Bütünüyle dinin özü, bu kısa ifâdede toplanmıştır. Er fazla tekrar ettirilen bu şiar olduğuna göre İslâm’ın dünya görüşü, bu ifâdenin zâviyesinden olmalı değil midir?

Tekbir'in Anlamı: ‘Tekbir’ sözlükte, yüceltmek, büyük tanımak, ululamak demektir. “Ve de ki: ‘Hamd (övgü), çocuk edinmeyen, mülkte ortağı olmayan ve düşkünlükten dolayı yardımcıya da (ihtiyacı) bulunmayan Allah’a aittir.’ Ve O’nu tekbir edebildikçe tekbir et (büyük tanı)” (17/İsrâ, 111)

Allah’ın “ekber” oluşu, “a’lâ” ve “a’zam” oluşunu da içine almaktadır. Son ikisi, âdeta ilkinin açıklaması gibidir. İslâm’ın insanlık tarihi boyunca söylediği kadîm şiarı, ne kadar özlü, ne kadar mânâlıdır. Kısaca “en büyüklük” ilânı olan özlü mesaj iliklerimize kadar işlemeli iken başka gündemler, başka mesajlar bizleri oyalayıp duruyor. Bu dinin Şâri’ tarafından tâyin ve tesbit edilmiş tekrarlanan âyetler, bizim gündemimizin birinci maddesini teşkil etmeli iken, biz bu vurguları görmezlikten gelebiliyoruz.

K-b-r kökünden büyüklük ifade eden kelimeler geliyor. “Ekber”, en büyük olan, “ekâbir” onun çoğulu, “mütekebbir” büyüklenen, “müstekbir” kendini büyük gören, büyüklük taslayan, “tekebbür” kibirlenmek, “kebâir”, büyük günahlar. Namazlarda söylenen diğer büyüklük ifâde edici tekrarlar da bu ifâde ile söylenmiş olmaktadır. Şimdi Kur’an’ın büyüklük ve büyüklenme ile ilgili âyetlerine bakalım:

1- Allah’ın Büyüklüğü: “Muhakkak ki Allah Aliyyu’l Kebîrdir.” (22/Hacc, 62). “Gayb ve şuhûd âlemini bilen Kebîru’l Müteâldir.” (13/Ra’d, 19). “Hukm, Aliyyu’l Kebîr olan Allah’ındır.” (40/Mü’min, 12). “Allah, her mütekebbir cebbarın kalbini mühürler.” (40/Mü’min, 15). “Rabbini büyükle!” (74/Müddessir, 3) “Rabbinin ismini an.” (96/Alak, 3)

2- Şeytanın Büyüklenmesi: İblis secdeye yanaşmadı, büyüklendi ve kâfir oldu.” (2/Bakara, 34)

3- Yeryüzünde Kâfirlerin Büyüklenmesi: “Âyetlerimizi yalanlayarak büyüklenenler ateşe atılacaklardır.” (4/Nisâ, 5). “Firavun ve melei (ileri gelenleri), âyetlerimize karşı büyüklendiler.” (23/Mü’minûn, 46). “Firavun yeryüzünde büyüklendi ve halkını gruplara ayırdı.” (28/Kasas, 4). “Ben sizin en yüce rabbinizim dedi.” (79/Nâziât, 24)

4- Rasûl’e Karşı Büyüklenme: “Bu Kur’an iki şehirden birindeki bir büyük adama indirilmeli değil miydi dediler.” (43/Zuhruf, 31). “Kabul ettikleri halde haksızlık ve büyüklenmelerinden ötürü inkâr ettiler.” (27/Neml, 14). “O’dur ümmî bir rasûlü içlerinden gönderen.” (62/Cum’a, 2)

5- İnsanların Birbirine Karşı Büyüklenmesi: “(İblis:) ‘Ben onlardan hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu topraktan’ dedi.” (38/Sâd, 56)

Tüm hastalıkların kaynağı “büyüklenme”dir. Büyüklenenlerin ilki şeytandır, ilk günah, büyüklenme günahıdır. Şeytanın yolundan gidenler de onun işini meslek edinerek büyüklenirler. Bu nedenledir ki, her namazda Allah’ın “en büyük” olduğunu tekrarlarız. Demek ki gün boyunca büyüklenme eğilimleri ve tavırları ile yüz yüzeyiz. Namaz kılan bir müslüman da yüzlerce defa Allah’ın en büyüklüğünü ikrar ettiği halde, bu sözleri söylerken bel büküp (rükû), yere burnunu sürttüğü (secde) halde, hâlâ büyüklenme eğilimleri varsa, ne söylediğini ve ne yaptığını bilmiyor demektir.

Yeryüzündeki fesâdın kökünde büyüklenme vardır. Fesadı çıkaran kâfirlerdir. Müslümanlar arasında anlaşmazlık sebebi de çoğunlukla büyüklenme (benlik/egoizm)dir. Tüm istenmeyen durumların kaynağında “benlik” vardır. Benlik, büyüklenmeyle oluşur. Kâfir benliğini ortaya kor, büyüklenir, küfrüne sebep olur. Müslüman da din kardeşine karşı benlik yapar, büyüklenir, ayrılığa neden olur. Her ikisinin kaynağı da büyüklenmedir. Mü’min bu hastalıkları “Allahu ekber” kılıcı ile keser atar. En büyüğün Allah olduğunu ilân eder. Alnını her gün 80 defa yerlere eğip secde ederek bunu gösterir. Bununla şunları ilân etmiş olur: 1- “Ene rabbukümu’l-a’lâ” diyen Firavunlara meydan okur. 2- “Sellimû teslîmâ” (tam bir teslimiyetle) rûhuyla Allah’a kendini adar. 3- Gününün her ânında “lâ”yı yaşamış, şimdi “illâ”nın en yakınına ulaşmıştır. 4- Kibirliliğin göstergesi olan “burnu havada olma”yı, “burnunu yere sürterek” kırmış olur.

Yahûdiler de Rasûlullah’a karşı büyüklendiler. Aslında rasûl olduğunu bildikleri halde “senden de peygamber mi olurmuş?!” diyerek bunu kibirlerine yediremediler. Oysa Allah onların “ümmî” diye hor gördükleri insanlar içinden bir rasûl göndermişti. O ümmî idi; ancak, ona itaat edilmeliydi. Çünkü Allah böyle istemişti. Kalbinde hastalık bulunanlar hemen kendini gösteriverdi. Büyüklük hastalıklarını açığa vuruverdiler.

İmam Gazzâli, kibirliliğin sebepleri olarak kendini beğenme (ucup), kin (hıkd), çekememezlik (haset) ve gösteriş (riyâ)i sayar. Kibrin sebeplerinin ilim, amel, ibâdet, asâlet, güzellik, servet, kuvvet, çevre edinme gibi nedenler olduğunu anlatır. Bunlardan kurtulmak ve tedâvi olmak için “Allahu Ekber” sözü ne güzel bir ilâç, rukû ve secde ne güzel bir tedâvidir.

Görüldüğü gibi, her şey Allah’ın “en büyüklüğü” etrafında dönmektedir. Bu nedenle İslâmî bir devrimin dünyaya ilân edeceği temel çağrı bu büyüklüğün tanınması ve O’na teslim olunmasıdır. (8)

Biz müslümanlar, sevindiğimizde, üzüldüğümüzde, şaşırdığımızda, şok olduğumuzda, hayran olduğumuzda hep tekbir getiririz: Allahu ekber! Çünkü “Allah en büyüktür” mânâsına gelen tekbirin işlevi de, anlamı kadar büyüktür. Seviniyorsak sevincimizi Allah’ın büyüklüğüne bağlarız. Üzülüyorsak, kendimizi Allah’ın en büyük oluşuyla teselli ederiz. O’ndan bağımsız bir saâdet ve felâket tasavvur etmediğimiz için safâ halinde de, cefâ halinde de “Allahu ekber” deriz. Şaşırdığımızda, Allah’ın en büyük oluşunu hatırlar ve bizi şaşırtan şeyin Allah için çok basit, sıradan bir şey olduğunu bir kez daha hatırlarız. Şok olduğumuzda, bizi şok eden olayın Allah katında daha büyüklerinin olduğunu dile getirmek için tekbir getiririz. Hayran olduğumuzda, hayretimizi esere değil; o eserin sahici müessirine, sanata değil; asıl sanatkâra yönelttiğimizi tekbirle ifâde ederiz.

Namaza “Allahu ekber”le başlar ve her rekâtta beş kez bunu tekrarlarız. Namaz ki; o, Allah karşısında kulun esas duruşunu temsil eden ibâdetler mecmuasıdır. Allah’ın en büyük olduğunu itiraf ederek başlamayan bir ibâdet, insanı kula kulluktan nasıl kurtarabilir? “Allahu ekber!” demekle, kula ve eşyaya kulluğu reddettiğimizi ifâde etmiş olur ve O’na kulluğumuzu secdeyle zirvesine taşırız. İşte tekbirin insanı getirdiği son nokta bir aşk hareketi olan secdedir. (9)

Şüphesiz âlemlerin Rabbi Allah (cc) her şeyden yücedir ve büyüktür. ‘Kibriyâ’ yani her türlü yücelik ve büyüklük O’nun Rabliğinin gereğidir. Mü’minler, iman ederek bu büyüklüğü tasdik ederler. Onlar Allah’ın büyüklüğü (kibriyâsı) karşısında istikbar edip büyüklük taslamazlar, kibir göstermezler. Mü’minler, Allah Teâlâ’nın kendilerine hidâyet lutfetmesinden dolayı Allah’ı ‘tekbir’ ederler, ‘Sen en büyüksün’ derler. Büyüklük (kibriyâ) kelimesi neyi ifade ediyorsa, büyüklükten ne kast ediliyorsa hepsinin Allah’a ait olduğunu ilân ederler. İşte ‘tekbir’, Allah’ın her şeyden üstün, ulu, azamet sahibi ve büyük olduğunu söylemenin adıdır.

‘Tekbir’le ifâde edilen Allah’ın en büyük oluşu, sıradan bir cümle değildir. Farklı ilâhlara inanan kimseler, tapındıkları tanrıları büyük bilirler. Birtakım zorbaların, diktatörlerin, tâğutların önünde secde edenler, ya da onlara itaat edenler; onları çok büyük, en büyük tanırlar. Kimileri kendilerine hükmeden güç odaklarını, iktidar seçkinlerini, devlet erkini en güçlü ve büyük zanneder. Kimileri de süper güç olarak adlandırdıkları A.B.D. gibi zâlim ve emperyalist devletleri, her şeyi gören, her şeye gücü yeten kaadir-i mutlak kabul eder.

Rabbimiz mü’minlere ‘Allahü ekber’i öğreterek, bütün bu hatalı "büyük" anlayışından, "büyüklük" ve "büyüklenmek" yanlışlığından onları kurtarmıştır. En yüce olan; eşi ve benzeri olmayan, her şeyi yoktan var eden, sonsuz güç sahibi, her an diri ve canlı olan, ezelî ve ebedî olan Allah’tır.

‘Allahü ekber’ bir iman ifadesidir. Bir din seçiminin sözle dile getirilmesi, bir kulluk bildirimidir. İman eden insan, bu cümleyi söyleyerek kimi büyük tanıdığını, kime ibâdet edeceğini ilân eder. Mekke’de ilk inen âyetlerde şöyle bir ifadeyi görüyoruz: “Ey bürünüp örtünen; Kalk (ve) bundan böyle uyarıp korkut; Rabbini ‘tekbir’ et (yücelt); Elbiseni de temizle…” (74/Müddessir, 1-4)

İslâm bu ilk mesajla, insanlara kimin ‘büyük’ tanınması gerektiğini haber veriyordu. Ya çıkarları olduğu için, ya korktukları, ya da baba mirası olduğu için yalancı ilâhları 'ekber' tanıyan insanlara bundan daha güzel bir mesaj olamazdı. Bu ilân/duyuru karşısında, ‘büyüklüğü’ başka şeye veren insanların sarsılmaması mümkün değildi. ‘Allahü ekber’ yüce bir gerçeği haykırıyordu ve işitenleri ürpertiyordu.

Bilindiği gibi, müslümanların şiarı (özel sembolü) sayılan 'ezan'ın ilk sözleri ‘Allahü ekber’dir. Mü’minler, her ezan okuyuşta, bu gerçeği işiten kulaklara, hisseden yüreklere, bütün canlılara ve ufka kadar bütün yeryüzüne ulaştırırlar, haber verirler. İnsan dışındaki bütün yaratıklar Allah’ın büyüklüğünü zaten bilirler, O’na itaat ederler, teslimiyet gösterir ve O’nu devamlı tesbih edip zikrederler. Ancak, hevâsını ve başka yalancı güçleri tanrı edinen bazı insan taslakları, bu gerçeğe yüreklerini kapatırlar. Okunan ezanlar bu kapalı yürekleri ölümsüz gerçeğe açma çağrısıdır, çabasıdır.

Mü’minler namaza da ‘tekbir’ ile, ‘Allahü ekber’ diyerek başlarlar. Böylece, insanın gönlüne girebilecek bütün sevgileri, bütün yücelikleri, bütün değerli sanılan şeyleri bir tarafa atar, hepsini elinin tersiyle arkaya fırlatır ve öylece, büyük olan, en büyük olan Rabbinin huzuruna kul olmanın bilinciyle ve teslimiyetiyle dururlar. ‘Allahü ekber’ sözü, kulun Allah’ı tasdik etmesinin, O’na teslim olmasının, O’na karşı kul olduğunun bilincine varmasının açıkça gösterilmesidir. Başkalarının inandığı bütün büyüklük (istikbar/kibriyâ) anlayışlarının reddedilmesidir.

Namazın rükünlerinin her birinin arasında da Allahü ekber denilir. Böylece bu muazzam gerçek, sık sık vurgulanır. Bu vurgu, mü’min tarafından öncelikli olarak kendi nefsine karşı yapılır ki, nefis elindeki imkânlarla büyüklük duygusuna kapılmasın. Sonra da başkalarına duyurulur. Bayramlarda ve hac zamanı söylenilen ‘teşrik tekbirleri’ de biraz daha uzun cümlelerle aynı şeyi ifade etmektedir.

Allah’ın dışında herhangi bir varlığa ‘en büyük’ diye hitap etmek şüphesiz Islâm'ın ölçüleriyle bağdaşmaz. Bu niteleme, ister sevgiden isterse korkudan kaynaklansın, farketmez. En büyük olma sıfatı, nitelik, nicelik, makam, güç ve kudret kaynağı olarak Allah’a aittir. Mecâzen de olsa bir başkasına, ‘falanca kişi veya şey en büyük, başka büyük yok’ demek Islâm inancına terstir. Hiç bir makam, hiç bir güç, hiç bir sevgi ve korku Allah’a ait olanla benzer ölçüde veya yanyana düşünülemez. Bir şeyi Allah gibi görenler, bir şeyi Allah’ı sever gibi sevenler, ya da Allah’a ait bir sıfatı yaratılmışlara verenler, -iman iddialarına rağmen- şirke düşerler. (10)

Allah'ın en büyük olduğunu kendine ve her şeye ilân eden kimsenin gözünde ve kalbinde başka bir büyük olamaz. Bazıları parayı, otomobili, kadını, dünyevî makamı/koltuğu, apartmanları, kendini, çocuklarını... büyük görür, giderek bunları veya bunlardan birini tutku halinde fanatik şekilde sever. Mü'minin gözünde ve gönlünde ise büyütülmeye, büyüklüğünü kabul etmeye değer tek varlık vardır; Allah. "İnsanlardan bazısı, Allah'tan başkasını Allah'a endâd (eşler ve benzerler) edinir de onları, Allah'ı sever gibi severler. İman edenler ise en çok Allah'ı severler (onların Allah'ı sevmesi her şeyden, her sevgiden daha fazladır)." (Bakara, 165)

 

 

 

 

İlâhe İllâllah; Sahte İlâhlara İsyan, Büyüklenmeye Red

Müslümanım diyen her insanın, bütün gün boyunca söyleyip durduğu bu şiarlar/sloganlar bu kadar aktüel olmasına, derin anlamlar taşımasına rağmen, gerektiği gibi harekete ve ayağa kaldırmaya yol açmıyorsa, bunun tek sebebi, bu şiarların ilk kullanıldığı günlerdeki tazeliği ve anlam boyutlarıyla anlayıp kavrayamamış olmamızdır.

Mekke’de ilk müslümanların, bu şiarları ilk duyduğu günlerdeki tazelik, ruh ve heyecan nasıldı? Bir Ebû Zer... Gizlene saklana Mekke’ye geliyor. Rasûlullah (s.a.s.)’ı buluyor ve “bana İslâm’ı anlat, müslüman olacağım!” diyor. Ona sadece bu kelime söyleniyor. “İşte İslâm bu demektir” deniliyor. Müşriklere hitâben haykırmaya başlıyor: “Dinleyin beni! Ben Gıfar kabilesinden Ebû Zer’im. Sizin ilâhlarınızı reddediyorum. En büyük Allah’tır. Siz ve putlarınız bir hiçsiniz...” Üzerine çullanıyorlar. Ebû Zer, kanlar içinde kalıyor, komalık oluyor.

Burada, Ebû Zer’in yaptığından ziyâde bu kelimeden ne anladığı ve ona bu sözü öğreten kişinin verdiği ruh önemlidir. Nasıl, bir söz ki, kabul eden kişinin üzerindeki etkisi fırlayıp ayağa kalkarak şehrin meydanına koşmak oluyor. Zaptedilmez bir enerjiyle doluyor. İliklerine kadar devrim ateşiyle dopdolu hale geliyor. İşte 23 yılda dünyayı saran bir inkılâbın temelinde yatan ruh budur. Bu ruhu veren, başlarındaki Peygamber, etrafında toplanan insanları bu enerjiyle doldurmuştur.

Rasûlullah çırpınıyordu, kavminin hidâyeti için en güzel yollarla onları bu kelimelere dâvet ediyordu: “... Bir kelime, onu söyleyin, kurtulun; Rabbimin yanında size sahip çıkayım; Lâ ilâhe illâllah deyin!” Tabii, kavmin ileri gelenleri, peşlerine kalabalığı da takıp diretiyorlardı. Çünkü biliyorlardı bu kelimelerin anlamının ne olduğunu. Henüz müslüman olmamış olan Hz. Peygamber’in amcası Abbas, Medine’lilerin biatı esnâsında onlara diyordu ki: “Bakın öyle bir söz söyleyeceksiniz ki, bu sözle bütün dünyaya savaş ilân etmiş olacaksınız? Lâ ilâhe illâllah demek, bütün dünyayı karşınıza almak demektir. Buna hazır mısınız?”

Bir çocuk; Ali... İlk duyduğunda bu sözü gidip babasına danışmak, onun iznini almak istiyor. Ancak sonradan düşünüyor ki, müslüman olmak için izin almak gereksizdir. Nasıl bir sözdür ki, ilk kabullenen bir çocuktaki etkisi, korkarak endişeye kapılmak ve odasına çekilip tefekküre dalıp düşünmek oluyor. Düşündüren, odalara kapattıran, ayağa kaldıran, dünyaya meydan okutan, canlandıran, dirilten bir söz... Lâ ilâhe illâllah.

Bu durum, onun zulme, haksızlığa, tuğyâna karşı muhâlefetçi, karşı koyucu, başkaldırıcı özelliğinden kaynaklanıyor. Bu söz, insanlar tarafından kabullenildiğinde daha ne hac, ne zekât, ne örtünme, ne içki yasağı, ne oruç, hiçbir şey yoktu. İnsanlar sadece “hayır!” demeye, başkaldırmaya çağrılıyordu.

Tevhid Kelimesindeki “lâ” ve “illâ” sözleri başkaldırı ve boyun eğmenin ikisini de içermektedir. Müslüman “lâ” diyerek “başkaldıran insan” olurken; “illâ” diyerek de “boyun eğen” insan olmakta. “Lâ” diyerek “hayır” diyen; “illâ” diyerek de “evet” diyen insan olmaktadır. Böylece sadece başkaldırıyı kutsayan anarşizm ile boyun eğmeyi meslek haline getiren mazoşizmi dışlamış olmaktadır.

Müslüman olmanın ilk şartı başkaldırmaktır. Çünkü İslâm’a giren bir insana ilk önce “lâ” yani, “hayır!” dedirtilir. Neye hayır? Allah’ın en büyüklüğünü tanımayan, Allah’ın otoritesi, hükmü yerine geçmeye kalkışan, O’na alternatif olma iddiasındaki her şeye, her kişiye, her rejime, her güce... İkinci şart, boyun eğmedir. Bu, birincinin tam tersidir. Bu tevhidi dillendiren mü’min, Allah’tan başkasına baş kaldırdığı kadar, hatta daha büyük kararlılıkla Allah’a boyun eğecek, O’na teslim olacaktır. “Evet” diyecektir. Neye evet? Allah’a, O’nun en büyüklüğüne, O’nun dinine, anlam, değer ve kurallarına, bildirdiklerine, açıkladıklarına...

Böylece kelimenin “Allah’a vet, gayrısına hayır!” merkezinde döndüğü görülmektedir. Hayır ile evetin, başkaldırma ile boyun eğmenin, meydan okuma ile teslim olmanın bir arada olduğu özetin özeti bir cümle.

Lâ ilâhe illâllah sözü, özünde değiştirici ve devrimci tohumlar taşımaktadır. Başlıca dört unsurdan oluşan kelime, topyekün bir formül niteliğindedir.

Lâ: Hayır, red, dışlama.

İlâh: Allah’ın yerine geçmeye kalkışan (Lâ ile kullanıldığında)

İllâ: Evet, kabullenme, hâriç tutma.

Allah: Mutlak yaratıcı, kaynak. Mutlak kudret ve tüm kemal sıfatların sahibi.

Muhammed: Abdullah’ın oğlu, Kureyşli, Hz. İsa’dan 571 yıl sonra doğdu, 610 yılında peygamber oldu, 63 yaşında Medine’de vefat etti.

Rasûl: Elçi, Allah’ın onu elçi seçmesi, değerler ve kurallarını onun vâsıtasıyla (son kez) bildirmesi olayı.

Allah: Mutlak yaratıcı, kaynak. Mutlak kudret ve tüm kemal sıfatların sahibi.

Böylece, önce dışlama, sonra kabul, daha sonra da kabullenilen kaynağın seçtiği rasûle tâbi olma ortaya çıkmış oluyor. Buna “kelime-i tevhid” denilmiştir. Yani, “birliği”, “bir” olma durumunu izah eden kelime. Hayır’da birlik, evet’te birlik, Rasûl’e tâbi olmada birlik. Kelimenin ana terimi, “ilâh”tır. E-l-h kökünden gelen ilâh, sözlük anlamı itibarıyla “bir şeye sevgi ile yönelip kabullenerek onu yüceltip dokunulmaz kılmak” demektir. Bu şekilde kim neye yöneliyorsa, onu ilâh ediniyor demektir. Kur’an’da “rab” kelimesi gibi Allah’ın dışındaki birtakım güçler için de ilâh denilmiştir. Şimdi, Kur’an’daki kullanılışından bazı örnekler görelim:

1- Hevâyı ilâh edinmek: Hevâ kelimesi şu anlamlara geliyor: Arzu, istek, meyil, nefis, hoşuna gitmek, hüküm ve kanun koymak. “Hevâsını ilâh edineni gördün mü?” (25/Furkan, 43). “Hevâsını ilâh edinen ve Allah’ın bir bilgiye göre saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne deperde çektiği kimseyi gördün mü?” (45/Câsiye, 23).

Allah’tan geleni kabullenmeyerek, onları hoş görmeyerek kendi nefsinin hoşuna gidenleri kabul edip ona göre yaşayan birkimse, hevâsını ilâh edinmiş olmaktadır. İnsanların çoğu, Allah

Teâlâ’dan gelen kuralları çirkin bularak kendi hoşlarına giden şekilde kurallar koymakta ve ona göre yaşamaktadır. Bu durum kişinin kendi arzu ve zevklerini, fikir ve görüşlerini Allah’a rağmen ilâh edinmesidir. Müslüman kişinin buna da “lâ” demesi ve “illâ” diyerek Allah’a teslim olması gerekir.

2- Putları ilâh edinmek: “Dediler ki, ‘Ey İbrâhim! İlâhlarımıza ne yaptın?” (21/Enbiyâ, 62)

3- İnsanları ilâh edinmek: “Kendilerine bu kadar nimetler verildiği halde, yine onlar, yardımlarını umarak Allah’tan başka ilâhlar edindiler.” (36/Yâsin, 74)

4- Liderleri ilâh edinmek: “Allah’ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını), râhiplerini (din adamlarını) rabler edindiler...” (9/Tevbe, 31)

Dalâlet ve Allah’ı gazaplandırmanın yolu, daima iki türlü olmuştur. Asıl kitabı bırakıp türev kitaplara yapışmak; asıl kişiyi bırakıp türev kişilere yapışmak. Burada asıl kitap, Allah’ın kitabı Kur’an’dır; asıl kişi de, Allah’ın elçisi rasuller, nebîlerdir. Yahûdiler de, hıristiyanlar da bunların aslına değil; türevlerine yapışıp onları aslının yerine koydukları için, yoldan çıkmışlardır. Tevrat’ı bırakıp tefsirlere, kişilerin yorumlarına yapışmışlar; Allah’ı bırakıp rasullerine ibâdet etmeye başlamışlardır. Mûsâ’yı, İsa’yı bırakıp onun arkadaşlarını, azizleri, Pavlos’u rasul gibi, hatta -hâşâ- Allah gibi düşünmüşlerdir.

Görülüyor ki, yoldan çıkmak “aslını bırakıp diğerini onun gibi görmek” yanlışlığından kaynaklanıyor. Allah’ın en büyüklük ilânından sonra, bu büyüklüğe karşı tavır alanların red ve dışlanmasını ifade eden Lâ ilâhe illâllah sözü, İslâm devriminin ikinci büyük şiarlarındandır. (11)

Tehlil: Tehlil, "Lâ ilâhe illâllah (Allah'tan başka ilâh yoktur)" sözünü söylemek demektir. Bu kelime, bilindiği gibi "kelime-i tevhid" olarak da adlandırılır. Tevhid, İslâm'ın temelidir. Allah'tan başka hiçbir ilâhın olmadığı, hâkimiyet, üstünlük, yaratıcılık ve ilâhlığın ancak Allah'a ait olduğunu kalp ve dil ile söylemeye tehlil denir. Tevhid kelimesi, iki kısımdan meydana gelir. Birinci kısmı, "Lâ ilâhe illâllah", ikincisi ise, "Muhammedün Rasûlullah (Muhammed Allah'ın rasûlü/elçisidir)"

Hz. Peygamberimiz, günde yüz defa tehlil'i okumayı/zikretmeyi tavsiye etmiş ve bunun, büyük sevapların kazanılmasına ve çeşitli günah ile zararların giderilmesine sebep olduğunu açıklamıştır (Buhârî, Deavât 64; Tirmizî, Deavât 60). Aslında buradaki yüz sayısı, çokluğa işarettir. İhlâsla bol miktarda tehlil okumanın faziletini ifade etmektedir.

Yine bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur: "Zikrin en faziletlisi; 'lâ ilâhe illâllah', duânın en faziletlisi de 'el-hamdü lillâh'tır." (İbn Mâce, Edeb 25; Tirmizî, Deavât 9). Başka bir hadiste de Rasûlullah (s.a.s.): "Lâ ilâhe illâllahu vallahu ekber ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh" demenin, çok sayıda günahların affedilmesine sebep olacağını söylemiştir (Tirmizî, Deavât 58).

Ebû Süfyan'ın naklettiğine göre Rasûlullah (s.a.s.), Herakl'e mektup yazdığı zaman ona; "Gelin sizinle aramızda müsâvi, eşit olan bir kelimede birleşelim" demişti. Bu kelimenin, takvâ kelimesi olan "Lâ ilâhe illâllah" olduğu belirtilir (Buhârî, Eymân 19).

Bütün peygamberler, insanları tevhid inancına, Allah'a inanmaya ve yalnız O'na ibâdet etmeye çağırmışlardır. Peygamberlerin mücâdelesi, tevhid mücâdelesidir. Tehlil, bu tevhidi kalben, fikren ve zikren idrak etmek, yaşamak ve Allah'a yaklaşmaktır.

 

Tahmîd; Övgü ve Şükür En Büyüğe, Allah’a Âittir!

Tahmîd: Hamdetmeye, “el-hamdü lillâh” demeye “tahmîd” denilir. “Hamd”; bir nimetin veya güzelliğin kaynağı ve sahibi olan gücü, övgü ve yüceltme sözleriyle anmaktır. Bir başka deyişle ‘hamd’, isteğe bağlı bir iyiliğe veya onun başlangıç noktası olan bir yardıma karşı, gönül açıklığı ile o iyiliğin sahibine saygı ifade eden bir övgü sözüdür. Bunda hem nimet sahibini övmek, hem şükretmek, hem de yüceltme anlamı vardır. ‘Hamd’ kavramının anlamını Türkçe’de aynen karşılayacak bir kelime bulunmamaktadır. Çünkü o yalnızca bir övme değil, methetme ile şükür arasında bir çeşit övme, özel bir methetmedir. Canlı veya cansız varlıklar da methedilebilir. Mesela, değerli bir elmas parçası veya güzel bir at övülebilir. Ama hiç bir zaman onlara hamd edilmez. ‘Hamd’, canlılara ve cansızlara istediği şekli ve değeri veren daha güçlü bir varlığa karşı yapılır.

Kur’an’ın birinci sûresi olan Fâtiha’nın ilk âyeti hamd olayının kime ait olduğunu net bir şekilde ortaya koymaktadır. “Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’a aittir.”(1/Fâtiha, 2) Buna göre hamd sahibi bellidir. İnsanlar kendi görüşlerinden hareket ederek başkalarına hamd edemezler. Kur’ân-ı Kerim bu gerçeği başka bir âyette şöyle dile getirmektedir: “Başlangıçta da sonda da hamd yalnızca Allah’a aittir.” (28/Kasas, 70). Hamd, eşi ve benzeri olmayan ilâhî rahmetin hakkıyla övülmesi, o rahmetin sahibinin hakkıyla yüceltilmesidir.

Bütün varlıklar Allah’a hamd içerisindedir. Ancak en olgun hamd inanan bir insan tarafından yerine getirilir. Çünkü mü’min bir insan, Peygamberinden öğrendiği gibi Allah’ı hakkıyla takdir eder, O’na nasıl hamd edileceğini bilir. Allah’ı ve O’nun Rabliğini anlayan samimi bir müslüman hamdi yalnızca Allah’a yapar. O her zaman ‘elhamdülillah’ diyerek Yaratıcıyı hakkıyla över ve yüceltir. “Hamd olsun Allah’a ki, gökleri ve yeri yarattı, karanlıkları ve nûru var etti. Yine inkârcılar, (başkalarını) Rablerine denk tutuyorlar.” (6/En’âm, 1) “Onların orada duası: ‘Allahım! Sen her türlü eksiklikten uzaksın’, birbirlerine sağlık temennileri; ‘selâm’, dualarını sonu da; ‘âlemlerin Rabbi Allah’a hamd olsun’ sözleridir (10/ Yûnus, 10; Ayrıca bkz. 7/A’râf, 43; 20/Tâhâ, 130; 28/Kasas, 70; 39/Zümer, 74) Bir hadiste şöyle buyuruluyor: “Hamd, şükrün başıdır. Allah’a hamdetmeyen O’na şükretmemiş olur.” (Ebû Dâvud, Edeb 11; Tirmizî, Birr 35)

Kur’an’dan anladığımıza göre mü’minler Allah’a üç şekilde şükredebilirler:

1- Dil ile şükür: Ni’met sahibini anmak, O’nu övmek, O’nun nimet sahibi olduğuna iman etmekle ve bunu Tevhid kelimesiyle ilân etmekle olur. Bu basit bir teşekkür ifadesi değil, dil ile ‘şehâdeti’ getirmek, dil ile doğru sözlü olmak, dil ile Kur’an’ı tasdik etmek, dil ile İslâm'ı anlatma, Kur’an okuma ve dil ile Allah’ı çokca zikretmek ve buna benzer dil ile ilgili kulluk görevlerini yapmakla yerine getirilir.

2- Kalp ile şükür; imanı kalbe yerleştirdikten sonra nimet sahibinin Allah olduğunu kalp ile tasdik etmek, vahy ile gelen şeyleri kabul etmek, yüreğe Allah’tan başka kimsenin gerçek anlamda korkusunu ve sevgisini koymamaktır.

3- Fiil (aksiyon-eylem) ile şükür; Bedenin organlarıyla nimet verene itaat etmek ve O’nun yüce emirlerini yerine getirmektir. Kısaca İslâm'ı her bakımdan yaşamaya çalışmaktır. Çünkü nimet vereni bilip O’nu övmek, bir anlamda O’ndan gelen her şeyi kabul etmektir.

Şüphesiz yalnızca dil ile ‘Allah'ım sana şükürler olsun’ demek şükür için yeterli olmaz. Fiil ile şükür, Allah’a hakkıyla kulluk yapmakla beraber, aynı zamanda Allah’ın verdiği nimetlerden Allah’ın diğer kullarını da faydalandırmaktır. Hayat bir nimettir. Hayatın devamını sağlayan her şey birer nimettir. Allah’ın zâtını idrâk etmek bir nimettir. İman ise bir insan için en büyük nimettir. Allah’ın bir kuluna iman nasip etmesi, ona olan nimetini tamamlaması demektir.

Şükrün başı Allah’ı bilmektir. Allah’ı Rab olarak bilen, O’nun nimet verdiğinin şuurunda olan bir kimse de O’nu sevmeye başlar. Allah’ı seven O’na ibâdet eder, O’na hiç bir şeyi şirk koşmayarak O’nun nimet verici olduğunu itiraf eder. Kul bu şuurla eşi ve benzeri olmayan bir Rabbin önünde kulluk yaptığının, bir büyük lezzetle ülfet ettiğinin farkında olur. Bu nedenle Tevhid, yani Allah’ı hakkıyle birlemek şükrün zirvesidir.

İnsan, kul olarak her zaman fakirdir, yani her açıdan Allah’a muhtaçtır. Çünkü O’ndan başka nimet veren yoktur. Hayatını sürdürebilmek için her zaman O’nun yarattığı nimetleri tadmak zorundadır. Kul bu nimetlerin karşılığını da ancak kullukla yerine getirebilir. İnsan, aynı zamanda hata ve günah içerisindedir. Günahkâr ise her an Rabbinin af ve mağfiretine muhtaçtır. Bu açıdan Allah (c.c.) kulları hakkında Rahmân, Rahim ve Ğafur’dur. Rahmân ve Rahim olan Allah kullarına nimet vererek ve ihsanda bulunarak merhamet etmektedir.

Kul daima Rabbinin verdiği nimetler ile nefsinin günahları arasındadır. Hasan-i Basrî diyor ki: “Ben nimet ile günah arasında sabahlıyorum. Bundan dolayı nimeti şükürle, günahı ise tevbe-istiğfar ile hatırlamak istiyorum.” (nak. Ibn Teymiyye, el-Câmiu’r Rasâil, 1/116)

Şükür ahlâkının Hz. Muhammed’in hayatında nasıl somutlaştığını aşağıdaki örnek güzel bir şekilde göstermektedir: “Rasulüllah (s.a.s.) geceleri kalkıp ayakları kabarıncaya kadar namaz kılardı. Kendisine; ‘Allah (c.c.) senin geçmiş ve gelecek günahlarını affetti (niye kendini bu kadar yoruyorsun)?’ denildi. “Allah’a şükreden bir kul olmayayım mı?” cevabını verdi. (Buhârî, Teheccüd 6, 2/63, Tefsir Fetih 1, 6/169, Rikak 19, 8/124; Müslim, Sıfatü’l-Münâfikîn 18, hadis no: 2819, 4/2181; Tirmizî, Salât 304, hadis no: 412, 2/268; Nesâî, Kıyâmu’l-Leyl 17, 3/178).

Mü’minin hayatı sabır ile şükür anlayışı arasında geçmelidir. Allah’ın verdiği ni’metler sayılamayacak kadar çoktur. Bu ni’metlerin sahibine şükür, insanlık borcudur, yaratılışın gereğidir. Şükür borcu, iman ettikten sonra, bütün bir ömrü Allah’ın istediği gibi yaşamakla, nimet sahibinin rızâsı doğrultusunda yaşamakla yerine getirilir. (12)

“Lehu’l hamd” Hamd O’nun içindir, O’na âittir. Ayrıca “el-hamdü lillâl” şeklinde de sıkça kullanılır. Allah’a hamd olsun, hamd Allah için olsun anlamlarına gelir. Görüldüğü gibi, bu şiarda da ana terim “hamd”dir. Hamd’in Allah’a ait oluşu vurgulanmak istenmektedir.

H-m-d kökünden gelen hamd, şu anlamlarda kullanılıyor: Övmek, hakkını ödemek, övgü, övgüye değer, râzı olmak, sevinmek. Allah’ı övmek... Bir kişi, niçin övülür? Ya gerçekten bir iyilik görüldüğü için, ya da onun gözüne girmek için. Biz gelip geçen zaman içinde sadece bir noktayız, bir damlayız. Bizden evvel nice insan gelip geçti ve bizden sonra nice insan gelecek. Biz onlar için sadece bir küçük nokta olarak kalacağız. İnsan, geçmişi okudukça “acz” içinde kalmaktadır. Dünyanın, kâinatın düzenini gördükçe acz içinde kalmaktadır. İnsanın, hayvanların, bitkilerin yaratılışını gördükçe ve anladıkça acz içinde kalmakta ve küçüklüğünü itiraf etmektedir.

Bir insan, kendi haberi olmadan birinin sürekli kendi iyiliği için çalıştığını öğrense acaba ne yapar? Herhalde “bana bu iyiliği ne için yapıyor?” diye sorar. Sonra ona teşekkür eder. İşte “hamd”in bir anlamı da budur. Allah, bize bizim haberimiz olmadan iyilikler, güzellikler veriyor, bahşediyor. Ama biz bunların farkında bile değiliz. Her şey biz insanlar için ayarlanmış, uygun hale getirilmiş, emrimize verilmiş. Fakat insanoğlu bunların gelişigüzel, rastgele yapıldığını zannediyor. Bir “sânî” (yapıcı, sanatkâr)yi fark edemiyor. Bu durumu fark etmek, Allah’a sonsuz teşekkürü/şükrânı gerektirir. Bunun içindir ki, Kur’an hamd ile başlamıştır. Kur’an’ın ilk sayfasından başlayan bir okuyucu Allah’a hamd ederek âyetleri okumaya başlar. Yani önce hamd, övgü...

Allah’ın büyüklüğü karşısında kendi küçüklüğünü hatırlayarak, insanlardan bir insan, okuyuculardan bir okuyucu, mü’minlerden bir mü’min olduğunu hatırlayarak... Bir “dâhî” olduğunu zannederek değil... Eğer hamdi olmazsa, bir “hiç” olacağını düşünerek... Kur’an’ı okumaya başlayan kişi, önce bu tür duygular atmosferinde işe başlamalıdır. Hamd üzerinde düşünme, bu duyguları veya benzerlerini akla getirecektir. Çünkü hamd, insanın kendini bilmesidir. Yaratılışı düşünerek Allah karşısındaki konumunu tesbit etmesidir. Hamd, bir itiraftır, âcizlik ve küçüklük itirafı...

İnsanların ve cinlerin kâfirleri hâriç, doğadaki her şey, Allah’ı övmekte, O’na hamd etmektedir. Yeryüzünde insan soyu yaratılmadan önce de bu böyleydi. Yeryüzünde bir halife yaratmayı murad edince Allah’a karşı melekler şöyle dediler: “Kan dökecek ve fesat çıkaracak birini mi? Oysa ki biz seni hamd ile tesbih ediyoruz.” (2/Bakara, 30). Ondan önce doğada tam bir hamd ve tesbih düzeni vardı. Herkes ve her şey Allah’ı övüp yüceltiyor, O’na karşı gelmiyor, tam bir teslimiyetle itaat ediyordu. İnsanoğlunun yaratılması ve şeytanla birlikte yeryüzüne gelmesiyle O’nu yüceltmek, tanımak şöyle dursun; O’na ve elçilerine karşı savaş açanlar çıktı. İnsanların çoğu Allah’ı unutup şeytanın yoluna girdi. Şeytanı övüp yüceltti.

İnsanoğlu ibâdete, hamde meyilli yaratılmıştır. Birilerini övmeye, onlara bağlanıp ibâdet etmeye meyyâl yaratılmıştır. Suyun çukur bulduğu yere doğru akmaya başlaması gibi, insan da Allah’ı unutursa, birilerine doğru akmaya, ona ibâdet etmeye, bağlanmaya, övüp yüceltmeye başlar. Çünkü insan, aslında ibâdete etmek için yaratılmıştır. Allah’a kulluk etmezse başkasına edecektir. Zira onun mayasında bu vardır.

 

Tesbih; Allah’ı Her Çeşit Şirkten Aklama, O’nun Egemenliği Paylaşılamaz!

S-b-h kökünden şu kelimeler kullanılıyor: Yıldızın hareket etmesi, uzaklaşmak, şehâdet parması, duâ, nâfile namaz. N-z-h (tenzîh) kökünde de şu anlamlar vardır: Hayvanları sudan uzaklaştırmak, uzaklaştırıldı, uzak olmak, korundu, uzak yer.

Allah’ı tesbih ve tenzih kelimeleri, genellikle beraber kullanılır. Bu şiar ile asıl olarak Allah’ı “aklama” (tesbih etme) vurgulanmak istenmektedir. Yani nasıl ki Arap, suyun başına toplanan hayvanları uzaklaştırma işine “nezehe” diyor, aynı şekilde Allah’a yakıştırılan birtakım iftiraları uzaklaştırma işine de “tenzîh” diyoruz. Tesbihde de tenzihde de ortak olan mânâ, “uzaklaştırmak”tır. Biz buna Türkçe’de yaklaşık olarak “aklama” diyebiliriz. Yani bir nevi bir şeyi protesto ânındaki durum oluyor. Bizim inandığımız Allah’a birileri iftira atıyor. O’na ait olan vasfları başkasına vermeye kalkışıyor. O’nun isimlerini, sıfatlarını çalarak kendi sevdiklerine, bağlandıklarına yakıştırıyor ve onları ululayıp yüceltiyor. İşte biz bu durumu red ve protesto için “sübhânallah!” diyoruz. Bunu söylerken aynı zamanda da O’nu yüceltip övmüş oluyoruz.

Bu kelimelerde koruma anlamı da vardır. Türkçe’de “koruma ve kollama” denilen işi yapmak anlamında. Tabii, Allah’ın tesbih ve tenzih edilişi, fizikî bir durumdan ziyade, daha çok inanç ve düşünce alanında oluyor.

Kur’an’da tesbihin, üç temel anlamda kullanıldığı görülmektedir: 1- Aklama-uzaklaştırma 2- Anma-duâ-namaz 3- Kâinattaki her şeyin O’nun düzenine uyduğu.

Bu şiar (sübhânallah) ortay koyuculuğu (şirki) mahkûm etmek için söylenir. Zira gelen âyetlere bakıldığında bu amaçla kullanıldığı görülmektedir. Önce nelerin şirk, yani ortak koşuculuk, vasıflandırıcılık olduğu açıklanır. Meselâ, O’na çocuk isnat etmek, aracısı olduğuna inanmak, ortağı olduğunu zannetmek, başka şeylere benzetmek ve olmayacak şeylerle vasıflandırmak gibi. Sonra nelerin şirk olmadığı anlatılır. Doğanın yeryüzü ve gökyüzünün içindeki her şeyin O’nu tesbih ettiğinin söylenmesi gibi.

İns ve cinnin kâfirlerinın dışındaki her şey, Allah’a kul olup itaat ve tesbih ediyorken, bu yaratıklar bu düzeni bozuyorlar. İşte bu düzen dışılık, bu şiarla dışlanıyor, reddediliyor. Nitekim Arapça’da şehâdet parmağına “müsebbiha” denilmektedir. Aynı kökten gelen tesbih, birleme, bir’i gösterme olarak şehâdet parmağının anlamına uygun mânâlar içerir.

Yüsebbihu fiiliyle Kur’an’da Allah’ı tesbih eden varlıklar anlatılr. Kur’an’da açık olarak, yeryüzü ve gökyüzündeki her şeyin Allah’a ait olduğu vurgulanıyor. Demek ki mülk ve hamd Allah’a ait olmazsa bu tesbih bozuluyor. Allah’tan başkası insanlar üzerinde yönetim (mülk) iddiâsında bulunursa, bu var olan tesbih düzenini bozmak demektir; ortak koşucu olmak (müşrik) demektir. (13)

Tesbih; Allah’ı O’na yakışmayan şeylerden tenzih etmek (uzak tutmak)tir. Tesbih, bir anlamda, Allah’ı büyük tanıma, O’na noksan sıfatları yakıştırmama, “sübhânallah” demek ve O’na ibâdet etmektir. Bu, bir çeşit Allah’ı zikirdir. Bazı âlimlere göre tesbih, zikrin türlerinden biridir.

Tesbih; Allah’ı, kutsal yüceliğine lâyık olmayan kusur ve noksanlıklardan, insanların ilâhlar/tanrılar hakkında düşündükleri eksik sıfatlardan gerek inanç, gerekse söz ve kalp ile tenzih etmektir, uzak tutmaktır. Allah Teâla yücedir, uludur, azimdir. Hiç bir şey O’nun benzeri ve dengi değildir. O en yüce sıfatlara sahiptir. İnsanların aklına gelebilecek bütün eksik ve noksan sıfatlardan, kusurlardan uzaktır. Allah hakkında, insanlara ait şeyler düşünülmez. O, bütün bunların dışındadır. İşte, Allah’ı mükemmel (en yüce) sıfatlarla düşünmek, O’nu noksan sıfatlardan tenzih etmek (uzak tutmak) tesbihtir.

Aynı kökten gelen “Sübhân” Allah’ın bir ismidir. Yani, çok tenzih edilen, Allah’a inanmayanların O’nun hakkında düşündüklerinden ve söylediklerinden, her türlü kusurdan uzak olan demektir. “Sübhânallah” cümlesi, Allah’ın bütün eksikliklerden uzak, ama yüce sıfatların sahibi olduğunu ifade eder. Allah’ın zatının temizliğini ve kutsallığını da anlatır. Bu cümle; hem bir zikir, hem Allah’tan yardım isteme, hem de bazen bir şeye hayret edildiği zaman kullanılan bir ifadedir.

Allah’ı tesbih etmeyi ifade eden âyetler Kur’an’da bir hayli fazladır. Kur’an, Allah’ı zikretmeyi ve tesbih etmeyi beraber anıyor. Bu durum her iki ibâdetin ortak yanları olduğunu gösterir. “Ey iman edenler! Allah’ı çokça zikredin. Ve O’nu sabah akşam tesbih edin.” (33/Ahzâb, 41-42; 3/Âl-i İmrân, 41). Sabah ve akşam vakitleri zikir ve Allah’ı tesbih için en uygun zamanlardır. Ancak sabah-akşam ifadesi bütün günü kapsaması sebebiyle, âyet; Allah’ı her an zikredin, tesbih edin, bunu devamlı yapın anlamına da gelir. Şu halde onların söylediklerine karşı sabırlı ol, Güneşin doğuşundan önce ve batışından önce Rabbini hamd ile tesbih et. Gecenin bir bölümünde ve gündüzün uçlarında da tesbihte bulun ki hoşnut olabilesin.” (20/Tâhâ, 130; Ayrıca bkz. 40/Mü’min, 55; 50/Kaf, 39). “Sen Rabbini hamd ile tesbih et ve secde edenlerden ol.” (15/Hıcr, 98; Ayrıca bkz. 25/Furkan, 58; 52/Tûr, 48; 56/Vâkıa, 74, 96; 87/A’lâ, 1; 110/Nasr, 3).

Kur’an’ın haber verdiğine göre yerde ve gökte olan bütün yaratıklar Allah’a tesbihte bulunurlar. Kur’an bunu bazen geçmiş zaman kipiyle ‘tesbih etti’ şeklinde, bazen şimdiki zaman kipiyle ‘tesbih eder-ediyor’ şeklinde vermektedir. Bu, varlıkların geçmişte ve şimdi sürekli tesbih ile meşgul olduklarını gösteren bir gerçektir (57/Hadid/1; 59/Haşr, 1, 24; 61/Saff, 1; 24/Nûr, 41; 62/Cuma, 1 vd.).

Canlı veya cansız varlıkların nasıl tesbih ettiklerini bilmiyoruz. Bu konuda birçok açıklama yapılmıştır; ama doğrusu onların tesbihlerinin nasıl olduğunu anlamak hem zor, hem de bunu anlama diye bir görevimiz yoktur. Bize düşen, bütün varlıkların ister istemez Allah’a teslim olup O’nu tesbih ettiklerini bilmek ve böyle bir gerçeğe şüphe duymadan inanmaktr. Bunu kabul ettikten sonra, onlar gibi bu yüce zikre katılmak, onlarla beraber Allah’a tesbihte bulunmaktır. Tıpkı Dâvud (a.s.) ile birlikte tesbih etsinler diye boyun eğdirilen dağlar gibi (21/Enbiyâ, 79; 38/Sâd, 18). “Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar, O’nu tesbih ederler. O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiç bir şey yoktur, ama siz onların tesbihlerini anlayamazsınız. O Halim’dir, bağışlayandır.” (17/İsrâ, 44).

Onların tesbihlerini anlayamacağımıza göre, bu konudaki gayret boş bir çabadır. Burada önemli olan, evrendeki bu imana katılmak, bu koro ile beraber, âlemlerin Rabbini, O’nun lâyık olduğu gibi zikretmek/anmaktır.

Allah’ın Sübhân Oluşu: Allah (c.c.) aynı zamanda “Sübhân”dır. Bütün yaratıklar, canlı ve cansız her şey, insanların bütün hücreleri, bazı insanların dilleri, sürekli Allah’ı tesbih ederler. O, bu anlamda çok çok tesbih edilendir. O, kendisi hakkında düşünülen bütün noksan sıfatlardan uzaktır. O, kendi dışındaki her şeyden münezzehtir (tenzih edilmiştir).

Kur’an, Allah’ın “sübhân” olduğunu sık sık vurgulamaktadır. “Eğer her ikisinde (gökte ve yerde) Allah’ın dışında ilâhlar olsaydı, hiç tartışmasız, ikisi de bozulup gitmişti. Arşın sahibi Allah, Sübhan’dır; onların nitelendirdikleri şeyden uzaktır.” (21/Enbiyâ, 22). “Üstünlük ve güç (izzet) sahibi Allah, sübhândır, onların nitelendirmekte olduklarından yücedir.” (37/Sâffât, 180; Ayrıca bkz. 12/Yûsuf, 108; 17/İsrâ, 1, 93, 108; 27/Neml, 8; 28/Kasas, 68; 43/Zuhruf, 13; 68/Kalem, 29).

Melekler, zaman zaman Allah’ın ‘Sübhan’ olduğunu söylerler (2/Bakara, 32). Mü’minler de inkârcıların Allah hakkında düşündükleri yanlış şeylere cevap verirken, Allah’ın onların nitelemelerinden çok uzak olduğunu dile getirirler, Allah’a “Sen Sübhânsın” derler (3/Âl-i İmrân, 191; 5/Mâide, 116; 21/Enbiyâ, 87; 4/Nisâ, 171; 10/Yûnus, 18; 16/Nahl, 57; 30/Rûm, 40).

Namaz ve Tesbih İbâdeti: Mü’minler ‘tekbir’le namaza girdikten sonra, önce “Sübhâneke” duâsını okurlar. Namazın hemen başında Allah’ın bütün noksan sıfatlardan uzak olduğunu, müşriklerin nitelemelerinden yüce olduğunu dile getirirler. Bu imanla namaza başlarlar, namazı, yalnızca, bu tesbih ettikleri Allah (c.c.) için kıldıklarını ortaya koyarlar. Mü’minler rükûda iken “Sübhâne rabbiye’l-azîm (Yüce olan Rabbimi tesbih ederim)”, secdelerde ise sürekli “Sübhâne Rabbiye’l-a’lâ (Ulu olan Rabbimi tesbih ederim)” derler.

“Bir adam Peygamberimize gelerek, ‘Ey Allah’ın Rasulü, ben Kur’an’dan bir sey seçip alamıyorum. Bana yetecek bir şey öğretir misin?’ dedi. Peygamberimiz buyurdu ki, şöyle de: “Sübhane’llahi ve’l hamdüli’llahi ve lâ ilâhe ilallahu va’llahü ekber, ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah.(Allah’ım Seni tesbih ederim, hamdler Sana aittir. Senden başka ilâh yoktur. Allah en büyüktür, bütün güç ve kuvvet Allah’ındır).” (Ebû Dâvud, Salât 139, hadis no: 832, 1/221; Nesâî, İftitâh 32, 2/110).

Peygamberimiz yine buyuruyor ki: “Iki kelime vardır; bunlar dilde hafif, terazide (mizanda) ağır, Rahman’ın yanında da sevimlidirler (Bunlar): ‘Sübhanallahi ve bihamdihî (Allah’ım seni hamdinle tesbih ederim), Sübhanallahi’l azîm (Yüce Allah’ım Seni tesbih ederim)’ sözleridir.” (Müslim, Zikir ve Duâ 10, hadis no: 2694, 4/2072; Buhârî, Deavât 65, 8/107, Eymân 19, 8/173; Tirmizî, Deavât 61, hadis no: 3467, 5/512).

Peygamberimiz, başka birçok hadisinde, tesbih’te bulunmanın, tevhid kelimesini söyleminin ve istiğfarda bulunmanın önemine ve sevaplarının çok olacağına işaret buyuruyor. Her bir rükünde ve rekâtında bol bol tesbih yapılarak kılınan namaza ‘Tesbih namazı’ denilir.

Namazdan sonra otuz üç defa ‘sübhanallah’, otuz üç defa ‘el-hamdülillâh’, otuz üç defa da ‘Allahü ekber’ demek, zenginlerin fakirlere sadaka verip yardım etmeleri gibi sevabı çok olan zikirlerdir. Bunlar ‘Sübhanallah’ ile başladıkları için hepsine birden “tesbih duâsı” denmektedir (Ebû Dâvud, Harac ve İmâret, hadis no: 2987, 3/150; Ahmed bin Hanbel). Namazdan sonra, önemli zikir ifadeleri olan bu tesbihleri yapmak sünettir (Müslim, Mesâcid 144; Tirmizî, Deavât 35; Nesâî, Sehv 91). Türkçe’de ‘tesbih’ diye bilinen, otuz üçlü veya doksan dokuzlu taneler, aslında ‘tesbih âletidir. Halk ‘tesbih’ deyince bu tesbih âletini hatırlamaktadır. (14)

 

 

Lehu’l Mülk (Her şey, Bütün Mülk O’nundur);

En Büyüklük, Egemenlik Gerektirir

M-l-k kökünden şu anlamları içeren kelimeler geliyor: Mâlik ve sahip olmak, öz, esas-dayanak, hükümdar, egemen irâde, izzet, saltanat, büyüklük, ululuk, imparatorluk, idâre, devlet. Bu kökten kelimelerde, yavrunun kuvvetlenip anasını tâkibe muktedir olması, hamuru iyice yoğurmak anlamları vardır. Kökün tam anlamları üzerine düşünüldüğünde “sahip, muktedir olma, güç yetirme” anlamı etrafında döndüğü görülüyor.

Kur’an’da en fazla şu kelime kalıplarıyla kullanılıyor: Melâike: Allah’ın melekleri (68 kez), Mülk: 1- Tabiatın sahibi (Mâlik) (3 defa), 2- Toplumun sahibi (melik) (13 kez). Mülkün kaynağını açıklamak için “lehû” (O’nundur, O’nun içindir) âidiyet zamiri ile birlikte sıkça kullanılır. En çok kullanılan şekli de budur (Lehu’l-mülk).

Mülkün O’na ait olduğu açıklaması, niçin sıkça yapılmaktadır? Buna neden gerek duyulmaktadır? Çünkü toplum içinde çıkıp “bu toplumu biz yönetelim; şekil verelim, hamur gibi yoğuralım, Allah buna karışmasın, gökte otursun!” diyerek şirkini ilân eden, mülke sahip olma hırsıyla Allah’a isyan eden tâğutlaşmış insanlar vardır. Bunlar haddi aşmakta ve mülk’ün sahibi olmak istemektedirler. Bunlar kendi hevâlarını egemen kılarak, istedikleri biçimde toplumu hamur gibi yoğurmak istemektedirler. Böylece toüplumun “meliki”, kendileri olmuş olacak, insanlar onlara ibâdet/kulluk edeceklerdir. İşte bu durum, Allah tarafından şiddetle reddedilmektedir. Zaten bir şeytan kışkırtması olan bu iddiâ sahiplerini şirk ile suçlamaktadır. “Mülkte O’nun şeriki/ortağı olmadı, olamaz!” (17/İsrâ, 111) ifâdesi ile bu durum, açıkça ilân ediliyor.

Mekke’de müslümanlar Kureyş kodamanlarının karşısına “Lehu’l-mülk” şiarı/sloganı ile çıkmışlardır. Zaten bu tâğutlar “mülk”, “ilâh”, “ekber”, “Rab” kelimelerine yabancı değillerdi. Bunların yanlış amaçlar için kullanılmasını Allah kaldırınca, sadece O’na ait olduğu söylenince beyinlerinden vurulmuşa döndüler. İslâm’ın, meydan okuyuşu karşısında günbegün eriyip yok oldular. Çünkü bu şiarları/sloganları haykıran o günün müslümanları, onları hayatın içine sokmuşlar, toplumun bütünlüğü içinde onlara anlam ve ruh kazandırmışlardı. Bunun için etkili oluyordu yeni mesaj. Aynı kelimeler, bugün de insanların en çok duyup işittiği kelimeler olmasına rağmen şuursuzca söylendiğinden anlamsızlaşmış, hiçbir etkisi kalmamıştır. O halde yapılması gereken “din”i değil; “anlayış”ı yenilemektir. “Bilgi”de değil; “yorum”da yenilik yapmaktır. Sonra bu yorumla çıkıp tüm bâtıllara meydan okumaktır.

Bu konuyla ilgili olarak Kur’an’da en çok şu kelimelerin kullanıldığını görüyoruz: “Yemliku-yemlikûne”: Güç yetirebilme (18 kez). “Melik”: Kral, siyasal kudretin başı (13 kez). “Meleket eymânihim (yemînike): Elleriyle (sağ eliyle) sahip olduğu, yani kadın köleler, câriyeler (15 kez). Görüldüğü gibi, sahip olma olayı değişik biçimlerde ele alınmıştır. Bunları da şöyle tasnif edebiliriz:

Yeryüzünün ve gökyüzünün sahibi olmak.

Gecenin ve gündüzün sahibi olmak.

Din gününün sahibi olmak.

Arz ve semâvâtın içindekilerin sahibi olmak.

Hazinelere sahip olmak.

Köle kadınlara sahip olmak.

Siyasal iktidar, toplumsal kudret sahibi olmak.

Zarar veya fayda vermeye güç yetirememek (sahip olmamak).

Şefaate, rızık vermeye, ölmemeye, dirilmeye güç yetirememek.

Bazı örneklerini aldığımız sahip olma ile ilgili âyetlerde geçen tüm hususlar, “lehu’l-mülk” sözüyle Allah’a nisbet edilir. Şimdi, "mülk" kelimesinin kullanıldığı âyetlerden bazılarına bakalım: “Arzın ve semâvâtın mülkü Allah’ındır. O’na döndürüleceksiniz.” (39/Zümer, 44) “Arz ve semâvâtın mülkü O’nundur. O, çocuk edinmemiştir.” (25/Furkan, 2) “O’nun, mülkünde ortağı yoktur. Ard ve semâvâtta olan her şey O’nu tesbih ediyor. Mülk O’nundur. Hamd O’na aittir.” (64/Teğâbün, 1) İşte Rabbiniz Allah... Mülk O’nundur. O’ndan başka ilâh yoktur. Öyleyken, nasıl oluyor da, (O’na kulluktan) çevriliyorsunuz?” (39/Zümer, 6) “Melik dedi: ‘ben yedi inek gördüm...” (12/Yûsuf, 43) “Melik onu bana getirin’ dedi. Yusuf’a haberci (rasul) gelince Yusuf ona şöyle dedi: ‘Efendine (rabbine) dön. Kadınlar niçin ellerini kesmişlerdi?’ bir sor. Doğrusu Rabbim (Rabbî) onların hilesini bilir.” (12/Yusuf, 50) “De ki: ‘sığınırım insanların Rabbine, melikine, ilâhına.” (114/Nâs, 1-3) “Melikler (mülûk) bir şehre girdiklerinde orayı ifsâd ederler.” (27/Neml, 34) “Yüce olan gerçek Melik (Meliku’l hakk) O’dur.” (20/Tâhâ, 114)

Yukarıdaki âyetlerde “melik”, “rab”, “rasûl”, “ilâh” kelimelerinin kullanılışına dikkat etmek gerekiyor. Yusuf (a.s.) dönemindeki kral “melik”, “rab” şeklinde anılıyor. Müslüman olsun olmasın, siyasal güç sahibi olan liderlere, krallara “melik” diye hitap ediliyor. En son âyete bakarsak, nihayet gerçek Melikin Allah olduğu ısrarla vurgulandığını görürüz.

İşte “Lehu’l-mülk” şiarı, bu ısrarlı vurguyu ifade ediyor. Bunun toplum planında gerçekleşmesi ise müslümanların elinde olacak, toplumun mülkiyeti Allah’ın kitabına dayandırılacaktır. (15)

 

 

 

Salevât; Bağlılık Andı, Biat Yenileme

Yukarıda sayılan şiarların nisbet noktası, Allah idi. Şimdi ise O’nun elçisine salât etme sözkonusudur. Bununla Peygamber ile müslümanlar arasındaki bağ sağlamlaştırılmak istenmektedir. Önder ile ümmet arasındaki bağ sağlamlaştırılmak istenmektedir. Önder ile ümmet arasındaki bağı islâm, kendine özgü sistemi ile sağlamaktadır. Öyle ki, bu bağla ilgili söz vermenin her namazda söylenmesi istenir: “Ey Nebî! Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerine olsun... Bize ve tüm sâlih kulların üzerine olsun.”

Salevâtta asıl terimler, “âl-i Muhammed” ve “salât” kelimeleridir. “Âl-i Muhammed” derken kimleri kastediyoruz? Salât ile neyi anla(t)mak istiyoruz? Ne anlama geliyor bu salevât?

E-v-l kökünden gelen “âl” şu anlamları içeriyor: Serap, aile, akraba, tâbi, taraf. E-h-l kökünden gelen “ehl” ise, benzer anlamlarda birlikte kullanılıyor. Şu anlamları var: Evlenmek, mâmur olmak, akraba, eş, sahip. Âl-i Muhammed ve Ehl-i Beyt denilince, başlıca iki anlam ortaya çıkıyor: 1- Aile anlamı, 2- Taraftar-tâbi-çevresi anlamı. Şimdi kelimenin Kur’an’da ve İslâmî metinlerdeki kullanılışını görelim:

Âl kelimesinin Kur’an’da 25 defa geçtiği görülmektedir. 13 kere Âl-i Fir’avn şeklinde, geri kalanda Benî İsrâil’e gönderilen peygamberler için kullanılmaktadır. Âl-i İbrâhim, âl-i Ya’kub, âl-i Lût, âl-i Mûsâ, âl-i Hârun gibi.

Âl-i Muhammed’in kim olduğu konusunda da ihtilâf edilmiştir. Ebû Hanîfe ve İmam Mâlik, “benî Hâşim”dir derken; Şâfii, “benî Hâşim ve benî Abdulmuttalip’tir” diyor. Bazı ulemâ da: “Kureyş’in hepsidir” diyor (Buhârî, 5/293-295). “Âl” ve “ehl” kelimeleri, nisbet edildiği isme göre kullanılan genel bir isim olmaktadır. Meselâ Âl-i Muhammed denildiğinde, “Onun taraftarları, bağlıları, etrafında toplanan çevresi” anlamı daha kuvvetlidir. Zira kan bağı ile ona yakın olan akrabası kastedilmiş olsa idi, Ebû Leheb de işin içine girmiş olacaktı. Nitekim âl-i Fir’avun derken, onun akrabaları değil; çevresinde toplanan adamları, yönetim çevresi kastedilmektedir. Türkçe’de bu kelimeler karşılığı kullanılan taraftar, çevre, mensup, adamları, yanlıları vb. kelimeler vardır.

Kelimelerin ilk ve asıl mânâları bunlar olmakla birlikte, ikinci olarak da âilesi, hanımları, kızları, dâmatları vs. anlamları da vardır. Nitekim âl-i Muhammed’e sadaka verilmeyeceğine dair Buhârî’nin rivâyet ettiği Ebû Hüreyre hadisi (Buhârî, 5/292) buna örnektir. Hadiste “Âl-i Muhammed sadaka yemez” denilirken, “Muhammed (s.a.s.)’in evinde oturanlar” kastedilmiştir (Buhârî, 5/295). Bunlar da Nebî (s.a.s.)’nin ev halkını oluşturan hanımları, kızları, dâmâdı ve torunlarıdır (Buhârî, 5/295).

Ehl kelimesinin Kur’an’daki 54 ayrı yerdeki kullanımı incelendiğinde görülmektedir ki, kelime, genel bir nisbet ifâde etmektedir. En çok kullanılan “ehl-i kitap”la bir kitaba nisbet yapılmaktadır. Yani, bir kitabın (Tevrat ve İncil’in) etrafında toplananlar. Ehl-i Beyt denilince “Muhammed (s.a.s.)’in evinde oturanlar” (hâne-i sükkân) kastedilir. Nitekim 33/Ahzâb sûresindeki âyetlerde Nebî (s.a.s.)’nin hanımlarına “ehle’l-beyt” diye hitap edilmiştir (33/Ahzâb, 33).

Salevâttaki “âl” kelimesi de âl-i Fir’avn kelimesindeki kullanılışı gibidir. Yani Muhammed’e (s.a.s.) tâbi ve taraftar olan herkes kastedilir. Bunun içinde ailesi de, hâne halkı da vardır. Değil Kureyş’ten, Arap bile olmayan Fârisî (İran’lı) Selman, Habeşî (Habeşistan’lı) Bilâl, Rum (Bizans’lı) Süheyb de vardır. Âl ve ehl kelimelerini daraltarak sadece 4 kişiye hasretmek (Ali, Fâtıma, Hasan, Hüseyin -r.a.-), sonraki asırların ashâb arasında çıkan tartışma ve kavgaların etkisiyle bir tarafı tutarak diğer tarafı tümden silme yanlışlığının bir sonucudur. Öyle ki, aynı Rasûl’ün hanımı olan Âişe (r.a.)’ye Kur’an “ehl-i beyt” diye hitap etmesine rağmen; Ehl-i Beyt’ten çıkarılmış, Nebî’nin kızı Fâtıma (r.a.) Ehl-i Beyt’ten kabul edilmiştir. Halbuki biri hanımı, biri kızıdır. Her ikisinin de Ehl-i Beyt olarak anılması gerekir (33/Ahzâb, 32-33). Böylece “al” ve “ehl” kelimelerini özellikle Kur’an’daki kullanımlarına uygun olarak “inanç” temelinde “aileden ve aileden olmayan çevre” anlamında kullanmak en doğru kullanış olacaktır.

S-l-v kökünden gelen kelimelerde şu anlamlar var: Atın ikinci gelmesi, duâ, namaz, rahmet, hayvanın sırtının ortası. Salevât getirmek denilince “duâ ve rahmet” okumak anlamları kastedilmektedir. Kur’an’da 104 defa kullanılan bu kökten kelimelerin bu kullanılışlarına baktığımızda hemen hemen tamamında bazı özel hareketleri ihtivâ eden bir ibâdet şekli olduğunu anlıyoruz. “Onlar ki salâtı ikame ederler ve zekâtı verirler.” (2/Bakara, 277) “Sen içlerinde olup da namazları kıldırdığın zaman, bir kısmı seninle beraber namaza dursun, silahları da yanlarına alsınlar. Secdeyi yaptıktan sonra onlar arkanıza geçsinler, kılmayan öbür kısım gelsin, seninle beraber kılsınlar, tedbirli olsunlar... Namazı kıldıktan başka, Allah’ı ayakta iken, oturur iken ve yan yatarken de zikredin/anın... Emniyete kavuştuğunuzda, namazı gereğince kılın. Namaz şüphesiz ki mü’minler üzerine farz kılınmıştır.” (4/Nisâ, 102). “Gecenin bitiminde ve gündüzün başlangıcında namızı ikame et.” (17/İsrâ, 78)

Salâtın namaz dışında, bir de duâ ve rahmet anlamı olduğunu belirtmiştik. Bu, "salevât göndermek" denilen şeydir. ‘Salat’, Allah’a nisbet edilirse, kullarına rahmet etmeyi; müslümanlara nisbet edilirse duâyı, meleklere nisbet edilirse Allah’tan kullar için af dilemeyi ifade eder. Peygambere ‘salât’ etmek, ona duâ etmek demektir. Buradaki ‘salât’ın çoğulu bilindiği gibi ‘salavât’tır. ‘Salât’ bu anlamda Kur’an’da da geçmektedir: "Hiç şüphesiz Allah ve melekleri peygambere salat etmektedirler. Ey iman edenler, siz de ona salat edin ve tam bir teslimiyetle ona selâm verir.” (33/Ahzâb, 56)

Bu kelime yine Kur’an’da dua ve rahmet anlamında da kullanılmaktadır: “O’dur ki sizi karanlıklardan nura çıkarmak için size rahmet (salat) etmekte, melekleri de (size dua etmektedir). O, mü’minlere çok merhametlidir.” (33/Ahzâb, 43). “Rablerinden bir salevât (bağışlanma) ve rahmet bunların üzerinedir ve hidâyete erenler de bunlardır.” (2/Bakara, 157)

Allah Teâla ve melekler hem Peygambere hem de mü’minlere salât ediyorlar. Peygamber mü’minlere devamlı salât-duâ etmektedir. Mü’minler de Peygamber'e ‘salât-salevât’ getirmekle, O’na dua etmekle sorumlu tutuluyorlar. Hergün namazda okunan ‘salli-bârik’ duâlarında bunu ifade etmekteyiz ve Peygambere ‘salât’ getirmekteyiz. “Ey Allah’ım! İbrahim’e ve ailesine ‘salât’ ettiğin gibi Muhammed’e ve O’nun âline/ailesine de ‘salât’ et.” Peygamber’e salât etmek, yani salevât getirmek mü’minler üzerine bir yükümlülüktür (33/Ahzâb, 56). Peygamberimiz de buyuruyor ki: “Kim bana salât okursa Allah da ona on salât okur ve on günâhını affeder, makamını on derece yükseltir.” (Nesâî, Sehv 55, 3/43)

Peygamber'in ismi her anıldığında ona salât ve selâm göndermek böylece emredilmiş oluyor. Bunun ne zaman ve nasıl yapılacağı, her ismi geçtiğinde mi, yoksa çok anılan bir yerde bir defa salevâtın yeterli mi olacağı konusu tartışılmıştır. Genelde her ismi anıldığında veya yazıldığında salevât getirmek bir İslâmî gelenek olarak yerleşmiştir. Bu geleneği devam ettirmek gerekir.

Salevât, bir bağlılık açıklamasıdır. Dinin kaynağı olarak görülen risâletin korunması, üzerine toz kondurulmaması için özel bir formüldür. Bununla mü'minler dinin kaynaklarına bağlılıklarını her defasında yenilemiş olurlar. Zira risâlet ve rasul merkezî konumdadır. Biz dini onun açıklamasıyla, beyanıyla öğrendik. Onun doğru söylediğine inandığımız için dini kabullendik. Dolayısıyla ona olan en küçük bir güvensizlik, getirdiklerine de güvenmemeye yol açacağından bu durumun zedelenmemesi şarttır. O halde, İslâm'a giriş, risâlete iman ile başlamaktadır. Zira ortada görünen ne Allah ve ne de melekleri vardır. Sadece o konuşmaktadır. Söylediklerine inanan, müslüman olmakta, inanmayan kâfir olmaktadır. Âhiret günü hesaplaşmanın mihenk taşı da rasuller olacaktır. Rasûle tâbi olan kurtulacak, olmayan cehennemi boylayacaktır.

Mü'minler Rasûl'ün önüne kimseyi geçirmemelidirler (49/Hucurât, 1). Zira her gün defalarca ismini anarak ona olan bağlılık izhar edilmektedir. Biz bu kadar ona yakınlaşmışken araya başkalarını sokarak nasıl ondan uzaklaşabiliriz. İslâmî önderler ve liderler bu salevâtın ölçüsüyle daima kontrol edilmeli, yüzleştirilmeli, onunla sağlaması yapılmalıdır. Bütün İslâmî önderler onun çizgisinde/hattında olmak zorundadırlar. Onun hattının üzerinde başka bir hat/usûl olamaz. Mekke ve Medine'de gerçekleşen ve başında bir Nebî'nin bulunduğu nur inkılâbına bağlılık esastır. Salevât bunu ifade eder. Her söylenişinde bu inkılâba ve onun nebî/rasûl olan önderine/rehberine bağlılık andı içilmiş olur. Yeryüzünün her yanındaki mü'minler bu andla neyi örnek aldıklarını ifade etmiş olurlar. (16)

 

 

 

Kunut Duâsı; Fâcir ve Kâfirlere Ültimatom

(Yoldan Çıkan Devrilir/Devrilmelidir!)

Sözlükteki anlamı, bir şeye öylece devam edip durmaktır. ‘Kunut’, itaat, huşu (saygı), sakinlik anlamlarını da içerisine alır. Türkçede bunu en güzel ‘divan durmak’ deyimi karşılayabilir. Öyleyse ‘kunut’, Allah’a karşı saygıdan dolayı alçak gönüllü olarak uzun süre ayakta durmak ve O’na dua etmektir. Bu anlamıyla ‘kunut’, kıyam (ayakta durmak) demektir. Kunut yapan mü’min Allah’ın huzurunda olduğunun bilinciyle huşû (saygı) içerisinde, alçak gönüllü (tevazu sahibi) olarak organları susmuş, Allah’a teslim olmuştur. İşte bu saygı ve kıyam, kunuttur. Peygamberimiz buyuruyor ki: “Namazın en faziletlisi kunutu uzun olandır.” (Müslim, S. Müsafirîn 164, 165, hadis no: 756, 1/520; Tirmizî, Salât 285, hadis no: 387, 2/229; Ebû Dâvud, Tatavvu 2)

Bir başka deyişle, namazda kıyâmı, Kur’an okumayı, duayı ve huşuyu uzun yapmaya ‘kunut’ diyebiliriz (2/Bakara, 238). Terim olarak daha çok, vitir ve sabah namazının son rekâtında yapılan duâya ‘kunut’ denilmektedir.

Peygamberimiz, İslâm'ı dâvet etmek üzere görevlendirdiği yetmiş sahâbeyi öldüren, Ri’l ve Zekvan kabilelerine bir ay boyunca sabah namazının farzının son rek’atında kunut yaparak beddua etmiştir. Yatsıdan sonra kılınan vitir namazında ‘kunut’ yaptığı rivâyet edilmiştir. (Müslim, S. Misafirîn 297-304, hadis no: 677, 1/468-469; Buhârî, Vitir 7, 2/32; Cenâiz 40, 2/104; Nesâî, İftitah 116, 2/157; Ebû Dâvud, Salât 345, hadis no: 1443, 2/68)

Namazın kendisi bir kunut olduğu halde, son rekâtı uzun yaparak duâ etmek, kunut içerisinde kunuttur. Halk arasında kunut deyince de yalnızca vitir namazında okunan dualar akla gelmektedir. Vitir namazının üçüncü rek’atında sûre okunduktan sonra tekrar tekbir alınır, kunut duaları okunur, sonra rukû’ya gidilir. Sabah namazının farzının son rek’atı bittikten sonra rukû’ya varılır, rukû’dan kalktıktan sonra ayakta kunut yapılır ve sonra secdeye gidilir (Sabah namazında kunut yapmayı yalnızca Şâfiîler câiz görürler). Bazı âlimlere göre vitir namazında kunut yapmak vâcip, bazılarına göre sünnettir.

Kur’an’da, kunut yapanlar anlamında ‘kanitîn’ kelimesi vardır. Namaz, Allah’ın huzurunda öncelikle ‘divan durmak’tır, yani bir kunuttur. Bundan dolayı ‘kanitín’; namaz kılanlar, namazda huşu içerisinde olanlar, namazda dünyalık bir şey konuşmayanlar demek olur. Onlar, namazda Allah’ı zikretmekle meşgul olurlar, huzurda olduklarının farkındadırlar ve büyük bir huşu (saygı) içerisindedirler.

Müslümanlar başlangıçta namazda konuşuyorlardı veya birbirlerine selam veriyorlardı. Ancak yukarıdaki âyet gelince (2 Bekara/238) bu huylarından vazgeçtiler. Yani kanitûn (namazı huşû ve suskunluk içerisinde kılanlar) oldular. Çünkü namazda mü’minler Allah’ın divanındadırlar, O’nu sikretmektedirler, ona dua etmektedirler.

Peygamberimizin ne zaman ve nerelerde kunut yaptığı konusunda çeşitli rivayetler vardır. Belâ ve musîbet zamanlarında kunut yapılabilir. Peygamberimizin özel anlamda kunut yaptığı zamanlara bakarsak, uzun kunut yapmanın yine özel bir amacı olmalıdır. Daha çok felâket, sıkıntı, darlık zamanlarında yapılmaktadır.

Peygamberimizden aktarılan kunut duâlarının en meşhuru herkesin bildiği ‘Allahümme innâ nestâinüke ile Allahümme iyyâkke na’büdü’ duâlarıdır (Beyhakî, 2/211; Ebû Davûd). Bu duâların Türkçesi şöyle: “Ey Allahım! Biz, senden yardım ve bağışlanma dileriz. Senden hidayet dileriz. Sana iman ederiz. Sana tevbe ederiz. Sana tevekkül ederiz. Bütün övgü sıfatlarıyla Seni överiz, Sana şükrederiz, Sana nankörlük etmeyiz. Sana karşı geleni hal’ ederiz (onu görevde tutmayız) ve onu terkederiz." "Ey Allahım! Yalnız Sana ibâdet ederiz. Ancak senin için namaz kılar, Senin için secdeye varırız. Koşmalarımız ve çabalarımız yalnız Sana yaklaşmak içindir. Senin rahmetini ümit ederiz, Senin azabından korkarız. Şüphesiz Senin azâbın kâfirlere lâyıktır.”

Hasan bin Ali bin Ebi Tâlip (r.a.) Rasûlullah (s.a.s.)'ın kendisine vitirde okuması için şu duâyı öğrettiğini haber veriyor: “Allahım! Beni hidayete erdirdiklerinle beraber hidayete erdir. Kendilerine afiyet verdiklerinle birlikte bana da afiyet ver. Dost edindiklerinle beraber beni de dost edin (kendilerini velâyetine aldıklarınla beraber beni de velâyetine al). Bana verdiğini benim için bereketli kıl. Verdiğin hükmün şerrinden beri koru. Sen dilediğin hükmü verirsin ancak senin üzerine hüküm verilemez. Şüphesiz senin işini üzerine aldığın (dost-veli edindiğin) aşalığa düşmez (zelil olmaz). Ey Rabbimiz! Sen çok üstünsün ve yücesin.” (Ebû Dâvud, Salât 340, hadis no: 1425, 2/63; İbn Mâce, 1, Salât 117, hadis no: 1178, 1/372; Tirmizî, Salât 341, hadis no: 464, 2/328; Nesâî, K. Leyl 51, 3/206; Ahmed bin Hanbel, 1/199)

Mü’minler, kunut yaptıkları zamanlarda yukarıdaki duaları okurlar. Bu dualarda yer alan cümleler son derece önemlidir. Her cümlede bir ümit ve söz veriş vardır. Allah’tan istenebilecek şeyler sıralanırken, bazı güzel davranışlar konusunda da O’na söz verilmektedir. Mü’min, yalnızca Allah’a ibadet edeceğine, yardımı yalnızca O’ndan isteyeceğine, secdeyi yalnız O’nun huzurunda yapacağına, nimetlere nankörlük etmeyeceğine söz vermektedir. Birinci duanın sonundaki cümleler daha ilginçtir. Mü’min, her kunut duasında; Allah’a karşı gelen, O’nun ilkeleri ve emirleri karşısında duyarsız kalan, Allah’ın dinine savaş açan, günahları açıktan çekinmeden yapan, insanlar arasında günahların yayılmasına çalışan bütün kişi, kuruluş ve otoritelere itaat etmeyeceğine, onlardan yüz çevireceğine, onları hal’ etmek için (onlara engel olmak için çalışacağına), onların fesatlarına devam etmeleri için fırsat tanımayacağına söz vermektedir.

Bu duâlar, hem bir yakarış, hem bir ümit, hem Allah’ın dini için çalışmaya söz veriş, hem azgınlardan yüz çevirme niyeti, hem de Allah’ın huzurunda bir teslimiyettir. Dualarında isyan edenlere karşı olacağını, onlarla ilişiğini keseceğine söz verenlerin bunu pratikte göstermeleri gerekir. (17)

Buhârî'nin Enes bin Mâlik'ten rivâyetine göre Enes'e, "Nebî (s.a.s.) sabah namazında kunut duâsı okur muydu?" diye soruldu. O da: "Az mühlet sürmek üzere rukûdan sonra" cevabını verdi (Buhârî, Tecrîd-i Sarîh Terc. 536). Yine Enes bin Mâlik'ten "Nebî (s.a.s.) Ri'l ve Zekvan kabileleri aleyhine bir ay duâ buyurarak kunut etti." (Buhârî, 2/233). Rivâyetlerden anlaşıldığına göre Nebî (s.a.s.) namaz arasında ayakta durarak kunut nâmı ile duâ etmiştir. Peygamberimiz iki yerde kunut duâsı yapmış ve bu bir ay kadar sürmüştür. İlki, Ramazan'ın yarısında başlayıp bayramla birlikte biten kunuttur (Buhârî, 3/234). Bu kunutta Mekke'de müşriklerin elinde esir olan üç müslümanın ve diğer "müstaz'aflar"ın kurtuluşu için duâ edilmiş, ayrıca Mudar kabilesinin kâfirleri aleyhine duâ edilmiştir. Diğeri ise Bi'r-i Mâune hâdisesi üzerine edilen kunuttur. Bunda da Süleym kabilesinden Ri'l, Zekvan, Lihyan, Usayye kabilelerinin aleyhlerine Eslem ve Gıfar'ın lehlerine duâ edilmiştir.

Bi'r-i Mâune olayı, Uhud'dan dört ay sonra hicrî dördüncü senede vuku bulmuştur. Benî Süleym kabilesinden "dine dâvet ve İslâm'ı kabile halkına öğretmek" maksadıyla bir grup sahâbenin oraya gönderilmesi istenmişti. Bunun üzerine Nebî (s.a.s.) Münzir bin Amr komutasında 70 kadar "kurrâ"yı Necd bölgesine gönderdi. Yolda giderken alçakça pusuya düşürülerek biri hâriç hepsi de şehid edildiler. Bunun üzerine Nebî (s.a.s.) çok üzüldü. Saldırıyı düzenleyen müşrik kabileler aleyhine bir ay boyunca namazlarda kunut okudu. Müşriklere lânet okudu. Böylece kunutta müşrikler aleyhine lânet okumak meşrû olmuştur.

Ancak, daha sonra kunutun kesildiği rivâyetleri de vardır. Bu konuda sahâbelerden birçoğu, kunuta devam etmiştir. Sabah namazında mı, vitirde mi okunacağı hakkında ihtilâf edilmiş, Hz. Ömer, İbn Mes'ud, Hz. Ali, Alkame, Hammad, Ebû Hanife kanalıyla gelen Kûfe ekolü Vitr'de, diğerleri de sabah namazında okunması gerektiğine kail olmuşlardır.

Duânın içeriği hakkında da değişik görüşler vardır. Birbirine benzeyen cümlelerde ibâret duânın asıl vurgusu, "kâfirlere lânet" etrafında döner. Şimdi Hanefîlerin her gece Vitr'de, Şâfiîlerin de Ramazan'ın yarısından sonra okudukları duânın anlamına geçelim: "Allah'ım, Senden yardım dileriz, bağışlanma dileriz, hidâyet dileriz. Sana iman ettik, Sana tevekkül ederiz, sana hayır ile senâ ederiz, Sana şükrederiz, Sana küfretmeyiz. Sana muhâlefet ve isyan edene itaat etmez, deviririz, terkederiz (Nahleu ve netrukü men yefcüruk)." "Allah'ım, ancak Sana ibâdet ederiz, Senin için namaz kılarız, secdeyi Senin için yaparız. Koşuşup çabalamamız hep Senin içindir. Rahmetini umar, azâbından korkarız. Senin azâbın kâfirleri içine alacaktır." Diğer bazı rivâyetlerde ise duânın içeriğinde; "Kâfirlere lânet olsun, Allah'ım kâfirlerin birliğini boz, mü'minlere sebat ver, onlara yardım et. Kâfirlerin direnişini sars, onları korkuya dûçar kıl..." gibi ifadelere rastlanmaktadır (Buhârî, 3/239).

Her gece Vitr'de okunan ve günün son namaz cümlelerinden olan duânın bitişi son derece dikkat çekici ve çarpıcıdır. "Nahleu ve netrukü men yefcüruk (Fâcirleşeni devirir, azleder, terkederiz)." H-l-a kökünden gelen nahleu (hal') kelimesinin sözlükteki anlamları şunlardır: Yaprağın dökülmesi, izâle etmek, ayırmak, tahtından indirmek, salıvermek, ücret verip boşamak. T-r-k kökünden gelen terk ve metrûk gibi kelimeler de şu anlamlara geliyor: Bırakmak, terketmek, uzaklaşmak. F-c-r kökünden (fâcir-fücûr) şu anlamlardadır: Azmak, günaha dalmak, bozulmak, yemin ve sözünde yalancı çıkmak, haktan yan çizmek. L-a-n'den lânet de şu mânâlara geliyor: Rahmetten uzaklaşmak, kovmak, lânetlemek, sövmek, şeytanın kovulması.

Her gün bu cümlelerdeki anlamları tekrar ederek yatağa giren bir müslüman, fâcirlere karşı bu denli hassas kılınmakta iken "fâcir de olsa sultana karşı çıkılmaz" anlayışıın pekiştirenlerin kulakları çınlasın! İslâm ve Allah düşmanlarının lânetlenerek "kahrolmaları"nı istemek, Peygamber sünnetidir. O sağlığında bunu yapmış, vefatından sonra da bu inkılâpçı gelenek devam ettirilmiştir. Esasında namazın tamamı, şiarların bütünü bu anlamlarla dopdoludur.

Buraya kadar açıklamaya çalıştığımız şiarları şöyle formülize edip toparlayabiliriz:

En büyüklük ilânı: Allahu ekber.

En büyüğün ismi ile başlama: Bismillâh.

En büyüklük egemenlik gerektirir: Lehu'l-mülk.

En büyüklük iddiâsına red: Lâ ilâhe illâllah.

En büyüklük paylaşılamaz: Sübhânallah.

En büyük olan ancak övülüp yüceltilir: Lehu'l-hamd.

En büyüklüğü nefse vurmaya dur: Estağfirullah.

En büyük yüceltilip ululanır: A'lâ, A'zam.

En büyüğün elçisine bağlılık: Allahumme salli alâ Muhammed.

En büyüğün yolundan çıkan devrilir ve terkedilir: Nahleu ve netruk (Kunut duâsında) (18)

 

 

 

İstiğfâr; Nefis/Hevâ Büyüklenmesine Dur!

Ğ-f-r kökünden gelen ğufrân, mağfiret: Örtmek, gizlemek, kusurunu örtmek, bağışlamak, affetmek, ucuzlatmak, af dilemek anlamına geliyor. Allah’a nisbet edilerek söylendiğinde (estağfirullah) Allah’tan günah ve kusurları için bağışlanma dileme anlamını içeriyor. Kur’an’da kullanılışıyla ilgili âyetlerden bir bölümünü görelim: “Dedi ki: ‘Rabbim, ben nefsime zulmettim; beni bağışla.” (28/Kasas, 16) “Allah, şirki/ortak koşmayı bağışlamaz.” (4/Nisâ, 48) “Allah, dilediğinin günahını bağışlar.” (5/Mâide, 18) “Siz amellerinizi düzeltin; Allah da günahlarınızı affeder.” (33/Ahzâb, 81) “Bizi affet, bizi bağışla, bize merhamet et.” (2/Bakara, 286) “Onlar bir günah işlediklerinde veya nefislerine zulmettiklerinde hemen Allah’ı anarlar ve günahlarından dolayı bağışlanma dilerler.” (3/Âl-i İmrân, 135) “O, günahlarını bağışlayan, tevbeleri kabul eden ve azabının şiddeti uzun olandır. Allah, affedip bağışlayan ve merhamet edendir (Ğaf^run Rahîm).” (2/Bakara, 281)

İstiğfârın diğer şiarlardan farkı, müslüman-Allah ilişkisi ile ilgili olmasıdır. Burada konu, müslümanın kusur, günah ve yanlışlarından dolayı Allah’tan af dilemesi, kendisini Allah’a şikâyet etmesidir. Kendisinin inanç ve ilkeleri ile barışık yaşaması çabasıdır. Amellerini Allah ile yüzleştirmesi gayretidir. Kendi kendine itiraf etmesi, kendisiyle ters düşmeme isteğidir.

G-f-r kökünden gelen kelimeler genellikle “bağışlayan-bağışlar-bağışlama-bağışla” kalıplarındadır. Vugular, Allah’ın bağışlaması ve kulların bağışlanma dilemesi etrafında döner. Yanlışlık yapmış müslümanların bu yanlışlıklarını Allah’a nasıl arz edeceklerine dair duâ âyetleri vardır. Bunu okuyarak hallerini arzederler. İstiğfâr ile birlikte geçen diğer kelimeler de vardır. “Zenb” (günah, yasaklı), “ism” (günah, kötülük), “tevbe” (pişmanlık, itiraf, dönüş yapma), “afuvv” (af, bağış), “Rahîm” (acıyan, merhamet etme), “keffera -tekfîr-” (örtme, ayıpları gizleme).

Müslüman, aynaya baktığında aynadaki kendisi ile asıl kendisi arasında bir terslik görmemelidir. Her ikisi birbiriyle barışık olmalıdır. Müslüman kendisi ile barışık yaşamalıdır. Amellerini, sözlerini, sık sık ilkeleri ile, değerleri ile yüzleştirmelidir. İçi gibi dışı, dışı gibi içi olmalıdır. İstiğfâr, bunu sağlamaya yönelik bir şiardır. İstiğfâr, kişiyi kişilik tekliğine götürür. İçi dışı bir olan şahsiyet...

İzzet; Allah’ın, Rasûlünün ve mü’minlerindir.” (63/Münâfıkun, 8) buyurulmuştur. Kişiye İslâmî şahsiyeti bu âyetteki anlayış verir. Müslüman kişinin yaptığı her yanlış, onun izzetinin alınıp götürülmesine yol açar. İzzetli olmayan ahlâklı olamaz. İslâmî ahlâk ve şahsiyet erginliği, izzetli olmakla sağlanır. Buna izzet-i nefs” (kişiliğin korunması) da denilmiştir. Kişilik, içi dışı bir olan “tek kişilik” oluşturmakla korunur; iki yüz bulundurmakla değil. İşte istiğfâr, bu ikiliği ortadan kaldırır. İyi bir insan kötülük yapmaz, yapmamalıdır. Yaparsa, derhal onu itiraf etmeli, iyi ile kötülüğü birbirine karıştırarak iyiliğe ihânet etmemelidir. Kötülüğün kendisine âit olduğunu itiraf, insan şahsiyetini iki yüzlü olmaktan kurtarır. İyiliğin netleşmesine ve öne çıkmasına neden olur. İhtiyacınızı isterken izzetinizi koruyun, vakarınızı kaybetmeyin” buyrulmuştur.

Görülüyor ki izzet, insanın kendi fıtratı üzere olmasıdır. Bunu bozan, ahlâkını da bozar. İnsan, yaratılış itibarıyla iki boyutlu bir varlıktır. Bir iyilikler boyutu, bir de kötülükler boyutu vardır. İki kişiliği de aynı bünyede barındırır. Sanki insanda hayvanlık ve meleklik birleşmiştir.

İzzet, üstünlük demektir. İnsanın iyilik boyutunu üstün tutması, bunu hayvanlık boyutuna çiğnetmemesi demektir. Bir de tersi vardır. O da “istikbâr”dır. Bu da üstünlük anlamındadır, ama hayvanlık boyutunun üstünlüğü. Kendini büyük görerek hevâ ve hevesini üstün tutması, arzularının peşine gitmesi, onları hayat tarzı olarak benimsemesi... İzzet kişinin şahsiyetinde Yaratıcı’nın koyduğu emir ve prensipleri üstün kılması, “istikbâr” ise, kendi arzularını üstün kılmasıdır. Bu nedenle İslâmî ahlâkın temeli, “izzet”; ahlâk bozukluğunun, kişilik sapmasının, günahkârlığın temeli de “istikbâr”dır. Bu nedenle, istikbâra bulaşan herkes, istiğfâr etmeli ve böylece izzetini muhâfaza etmelidir. (19)

İstiğfâr; Allah’tan hata ve günahlarının bağışlanmasını isteme, mağfiret (bağışlanma) dileğinde bulunma demektir. İçerisinde ‘istiğfar (bağışlanma dileği) bulunan bütün dualara da ‘istiğfar duası’ denmiştir. İstiğfar; müslüman bir insanın bir kul olarak kendini Allah’ın büyüklüğü karşısında bir yere koyması, Allah’ın her şeye sahip olduğunu anlaması demektir bir anlamda. Kişi Allah’ın kuludur. Kul Allah’ın bir yasağını çiğnerse veya bir emrine aykırı hareket ederse günah kazanır. Yani Allah karşısında hata eder. Günahları ise yalnızca Allah bağışlar (3/Âl-i İmran, 135).

Kul, yaptığı hatanın farkına varır, pişman olur, ellerini açar Rabbinden bağışlanma diler, af olmayı bekler. Kulun böyle yapması hem yaptığı hatadan dönmektir, hem de Allah’ın büyüklüğüne yeniden teslim olmaktır. Kişi, bir hatayı yaptığı halde umursamaz, aldırmaz, hatta yaptığı hatanın iyi bir şey olduğunu düşünür de, affedilmesi için Allah’a yönelmezse; bu tavır Allah’a karşı bir kibirdir/gururdur. Böyle bir ahlâk ancak inkârcıların davranışıdır. Kul, Allah’ı sevdiğini, O’nun Büyüklüğünü tanıdığını, O’ndan korktuğu (ittika ettiğini), O’na sığındığını, yalnızca O’ndan yardım dilediğini, Allah’tan bağışlanma (istiğfar) ile yerine getirir. Kulun en Yüce Makam karşısında acizliğini ve günahkârlığını dile getirmesi, Allah’ın rahmetine sığınması veya onu istemesi, onun çok önemli bir ibadetidir. Bu tavır, Allah’a olan bir bağlılığın isbatıdır.

“Rabbinizden bağışlanma dileyin, doğrusu O çok bağışlayandır (Ğafur’dur).” (71/Nuh, 10). İnsanların günahlarını tamamen gören ve bilen yalnızca Allah’tır (25/Furkan, 58). Öyleyse insanlar günahlarını yalnızca Allah’a itiraf ederler ve yalnızca O’ndan bağışlanma dilerler. “Rabbinize istiğfar edin, sonra da O’na tevbe edin. Şüphe yok ki benim Rabbim Rahim’dir (merhamet sahibidir), Vedûd’tur (seven ve sevilendir).” (11/Hûd, 90) “Rabbimiz, biz inandık, bizim günahlarımızı bağışla, bizi ateş azabından koru’ diyenleri, sabredenleri, doğru olanları, huzurunda boyun büküp divan duranları, Allah için (mallarını) harcayanları ve seherlerde istiğfar edenleri görmektedir.” (3/Âl-i İmran, 16-17) “(Amel) defterinin sayfasında çokça istiğfar bulana ne mutlu!…” (Ibn Mâce, Edeb 57, hadis no: 3818, 2/1254) "Âdemoğlunun hepsi hata edici, günah işleyicidir. Ancak, hata işleyenlerin en hayırlısı, tevbe edip Allah'tan affını dileyendir." (İbn Mâce, c. 2, s. 1420; Müsned-i Ahmed bin Hanbel, 3/198; et-Tâc, c. 5, s. 515)

İnsan günah işlediği zaman bunda ısrar etmemeli, hemen istiğfar ve tevbe etmeli. İstiğfar, günahın bağışlanmasını istemek; tevbe ise, günahtan vaz geçmektir. Allah’a istiğfar etmiş bir kimse, istiğfarından önce günah işlemiş de olsa affedileceği umulur (Tirmizî, Deavât 107, Hadis no: 3559, 5/558). İstiğfarın yalnızca dil ile yapılması yetmez. Bunun hem dil hem kalp ile yapılması gerekir. Her ibadette olduğu gibi niyet çok önemlidir.

İhlâslı bir şekilde bağışlanma isteyip de günahtan vazgeçeni Allah affedebilir. Peygamberimiz buyuruyor ki: “Kim yatağına girince üç defa: ‘Estağfirullahe’l azím ellizi lâ ilâhe illa hüve’l Hayyu’l Kayyûm (Kendisinden başka hiç bir ilâh olmayan, diri ve her an yaratıkları gözetip duran yüce Allah’tan bağışlanma dilerim)’ derse, Allah onu savaştan kaçmış olsa da bağışlar.” (Ebû Dâvud, Salât, hadis no: 1517, 2/85; Tirmizî, Deavât 118, hadis no: 3578, 5/569)

Peygamberin günde yüz kadar istiğfâr etmesi, ümmetine tevbe ve istiğfârı öğretmek için olsa gerektir. Bir mü'min de günlük hayatında yüz kere olsun, tevbe ve istiğfârda bulunması dinî vazifelerindendir. İstiğfâr devamlı olmalıdır. Dinimizde, ibâdetin az da olsa devamlı olanı makbuldür. "Kim (günahlarına tevbe ederek) istiğfâra devam ederse, Allah o kimseyi (dünyevî ve uhrevî) her darlıktan kurtarır ve her gamdan, kederden âzâd eder ve onu ummadığı yerden rızıklandırır." (Ebû Dâvud, I/348).

Fakirlikten, kuraklıktan ve nice musibetten kurtuluş, istiğfâr sayesinde verilen nimetlerdir: "Artık, dedim, 'Rabbinize istiğfar edin/O'ndan mağfiret dileyin. Çünkü O, çok mağfiret edicidir. (O sayede) gök, üstünüze bol yağmur salıverir, sizin mallarınızı, oğullarınızı da çoğaltır, size bağlar, bostanlar verir, size ırmaklar akıtır." (71/Nûh, 10-12)

Müslüman, insan olması dolaysıyla yanılıp hata edebilir, günaha düşebilir. Önemli olan günahta ısrar etmemek ve Allah’a istiğfar etmektir. Böyle yapmak imanın gereğidir. Müslüman, kendisi için bağışlanma dileğinde bulunabileceği gibi, ana babası, ölmüş olsalar bile diğer müslümanlar için de istiğfar edebilir, bağışlanmalarını Allah’tan isteyebilir (14/İbrahim, 41; 47/Muhammed, 19). Fakat, tevbeleri kabul edilmeyecek insanlar için bağışlanma dilemeleri yasaklanmıştır (9/Tevbe, 80). Münafıklar için bağışlanma dileği yasaklandığı (9/Tevbe, 84) gibi, yakın akrabası olsa bile müşrikler için de bağışlanma dilemek yasaklanmıştır (9/Tevbe, 113).

Allah’ın isimlerinden biri de ‘Ğafûr veya Ğâfir’ yani, istiğfar edenleri, bağışlanma isteyenleri çokça bağışlayandır. (40/Mü'min, 3, 9/Tevbe, 173, 182, 218; 3/Âl-i Imran, 31, 155; 8/Enfâl, 70; 35/Fâtır, 53; 58/Mücâdele, 2; 73/Müzzemmil, 20 vd.). Allah (c.c.) aynı zamanda ‘Ğaffâr’dır. Yani günahları çok çok bağışlayan, kullarını çok affedendir (20/Tâhâ, 82; 38/Sâd, 66; 39/Zümer, 5; 71/Nûh, 10; 40/Mü'min, 42). O halde müslümanlar her zaman Allah’ın Ğafur ismine sığınırlar, hatalarının bağışlanması için yalnızca O’ndan yardım dilerler ve samimi bir dilekle O’na tevbe ederler. (20)

 

 

Dilin/Konuşmanın Şiar Yönünden Önemi

İnsanı, diğer varlıklardan ayıran en önemli özelliklerden biri, onun konuşuyor olmasıdır. İnsana, eşyanın isimlerini öğretmesi, onlara ad verebilmesi şeklinde, bu potansiyelle yaratan Allah'tır (2/Bakara, 31). İnsanı yaratan Rahmân olan Allah, ona Kur'an'ı ve beyanı/açıklamayı da öğretmiştir (55/Rahmân, 1-4). Dil, insana bir emânettir. Dilediği gibi kelimelerin yerini değiştiremez (4/Nisâ, 46; 5/Mâide, 13, 41).

Dillerdeki Birlik ve Dillerin Allah Merkezli Olması: İnsanlık ailesinde bir “birlik” olduğu gibi, insanların konuştuğu farklı dillerde de bir birlik vardır ve bu, temel bir ilkedir. Bütün diller, ilk insanın konuştuğu dilden türemiş ve zaman içinde çeşitli faktörlerin etkisi altında birden fazla dili konuşur hale gelmişlerdir. İnsanların farklı renklere ve ırklara mensup olması, her birinin farklı bir Âdem’den geldiklerini göstermediği gibi, farklı diller de farklı kök ve kaynaklara işaret etmez. Bundan dolayı “insanların farklı renk ve dillere sahip olması, Allah’ın birliğine tanıklık eden âyetler” hükmündedir (30/Rûm, 22).

Müslüman kavimlerin dilleri ise, diğerlerine göre daha çok birbirine benzer. Başta Arapça olmak üzere, Farsça, Türkçe ve diğer nice diller “Allah merkezli”dir. Avrupa’da Boşnakça, Uzak Asya’da Malay dili ve Afrika’da çok sayıda mahallî dil, bu özelliği arz eder. Bu dillerin genel bağlamı gözönüne alındığında Lafza-i Celâl (Allah kelimesi), bir tohum veya güneş hükmündedir. Nasıl bütün bir ağaç, bir tek tohumdan neşet edip etrafa yayılıyorsa, bu dillerin de tohumu Tek Bir Kelime’dir. Bu açıdan müslümanların dili ve dil aracılığıyla teşekkül eden kültürleri (düşünce hayatları ve mirasları) bir ağaç gibidir. Bu ağacın kökü yukarıda, gövdesi, dalları ve yaprakları aşağıya doğru sarkıp yayılmaktadır.

Bu açıdan dilin hiçbir şekilde seküler/laik olamayacağını söylememiz mümkün. Dil, özü itibarıyla dinî ve müteâldir. Nitekim kendilerini seküler kimlikle takdim eden insanlar da şu veya bu düzeyde dinî bir dil kullanırlar.

Müslüman kavimlerin konuştuğu dillerin genel yapısına bakıldığında, denilebilir ki, dünyada hiçbir dil, dile yedirilmiş, havaya sinmiş bir ruh misali, hiç bu kadar irfânî-kelâmî ve entelektüel-felsefî düzeyde zengin ve yoğun değildir. Bu dillerde asıl olan, iki kaynak var: Kur’an ve Sünnet. Bu iki kaynak müslüman kavimlerin dillerinde temel teşkil eden kök paradigmayı meydana getirirler. Gündelik hayatta, kelâm, fıkıh, tasavvuf ve hatta argo lisan bile bunun bir türevi hükmündedir. Bu sözkonusu türevlerin sayısını yüzlerle değil; meramın ifade biçimine göre binlerle, yüz binlerle ifade etmek mümkün.

Biz dili Tûbâ Ağacına benzettiğimize göre, bu kutlu ağaçta tohum Allah’ın ezelî ve sınırsız ilmi olan Levh-i Mahfuz’dur. Gövde Kur’an’dır. Sünnet’in öğrenilmesi ve ifâde biçimiyle bu gövdeden üç büyük dal çıkar. Bunlar da Tevhid, Tesmiye (Besmele) ve Tekbir’dir. 1- Tevhid: Lâ ilâhe illâllah (Allah’tan başka ilâh yoktur), 2- Bismillâh (Allah’ın adıyla), 3- Allahu ekber (Allah en büyüktür).

Bu üç büyük daldan İslâmî ilimler; Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelâm, Akaid, Tasavvuf, Felsefe (İlâhî Hikmet) ve diğerleri türer. Bunlardan da yapraklar teşekkül etmektedir ki, yapraklar gündelik hayatımızdaki konuşmalarımız, kullandığımız kelime ve cümlelerdir. Türkçe, müslüman kavimlerin konuştuğu güzel dillerden biri olarak Kutlu Ağaç modeli bu dilin yapısında da fazlasıyla tezâhür etmektedir. (21)

Bu konuya örnek olarak gündelik dildeki “Allah” kelimesiyle yapılan deyimleri gösterebiliriz:

Allah Lafzı ve Günlük Hayatta Şiar Olarak Kullanım Alanları

Allah Allah!

Allah’ım!

şâallah

İnşâallah

Estağfirullah

Fe-sübhânallah

El-hamdü lillâh

Vallahi

Billâhi

Tallahi

Hasbünallah

Maazallah

Hafazanallah

Neûzü billâh

Bi-iznillâh

Fî sebîlillâh

Îlâ-yı kelimetullah

Yâ Allah

Allah acılarını göstermesin

Allah açlıkla terbiye etmesin

Allah adama ya akıl verir ya devlet

Allah adamı

Allah affedicidir / Allah affeder

Allah affetsin

Allah akıl fikir versin

Allah analı babalı büyütsün

Allah aratmasın (bu günlerimizi)

Allah artırsın

Allah aşkına!

Allah Allah demeyince işler olmaz

Allah az verip azdırmasın, çok verip gezdirmesin

Allah’a bir can borcum var

Allah’a duâ ettim

Allah’a emanet ol

Allah’a havâle ettim

Allah’a hesap vermek

Allah’a hicret etmek

Allah’a ısmarladık

Allah’a ibâdet

Allah’a isyan etme

Allah’a inanmak /iman

Allah’a karşı nankör

Allah’a kulluk / Allah’a kul olmak

Allah’a kurban adamak / olmak

Allah’a ortak olmak

Allah’a ortak koşmak

Allah’a sığındım

Allah’a şükür

Allah’a tevekkül etmek

Allah’a yalvar

Allah’a yemin etme

Allah bağışlasın

Allah bana, ben sana

Allah be!

Allah belânı vermesin

Allah (bin) bereket versin

Allah beterinden saklasın

Allah bir (yemin olarak)

Allah bir dediğinden gayri (filan kimsenin) sözüne inanılmaz

Allah bir kapıyı kaparsa bin kapıyı açar

Allah bir karıncasından bile geçmez.

Allah büyüktür

Allah bilir

Allah bilir ama kul da sezer

Allah bilir ya

Allah bildiği gibi yapsın

Allah bile kulunun karasını yüzüne vurmamış

Allah bir kapı açar

Allah bir dediğini iki etmesin

Allah bir peygamber hak, pekmez kara yoğurt ak

Allah bir yastıkta kocatsın

Allah boyunu devir(me)sin

Allah bugünümüzü aratmasın

Allah büyük(tür)

Allah’ı hatırlamak

Allah'ı var...

Allah’ıma hamdolsun

Allah'ım Sen ne büyüksün!

Allah’ım, ne olur!

Allah’ım, yâ Rabbim!

Allah’ın âciz kulu

Allah’ın adâleti

Allah’ın adıyla

Allah’ın arzı geniştir

Allah’ın âyetleri

Allah’ın azâbı

Allah’ın belâsı

Allah belânı ver(me)sin

Allah’ın bereketi

Allah’ın birliği

Allah’ın bildiğini kuldan saklamak

Allah'ın birliği kuldan saklanmaz

Allah’ın boyası

Allah’ın buyruğu

Allah’ın cezası

Allah cezanı ver(me)sin

Allah’ından bul

Allah’ın dediği olur

Allah’ın dini

Allah’ın düşmanı

Allah’ın emri

Allah'ın emri, Peygamber'in kavliyle

Allah’ın eli cemaat üzerinedir

Allah’ın elçisi

Allah’ın emânetini teslim etti

Allah’ın Evi

Allah’ın emriyle

Allah’ın emri, Peygamberin kavli ile

Allah’ın gazabı

Allah’ın gücüne gitmesin

Allah’ın günü bitmedi

Allah’ın güzel isimleri (Esmâü’l-Hüsnâ)

Allah’ın haram ve helâlleri

Allah’ın hakkı

Allah’ın hâkimiyeti

Allah’ın halifesi

Allah’ın hesabı

Allah hidâyet versin

Allah’ın hikmeti

Allah'ın hikmetinden suâl olunmaz

Allah’ın hükmü

Allah’ın hudûdu / hudutları

Allah’ın ihsânı

Allah'ın inâyeti ile

Allah’ın intikamı

Allah’ın ipine sarılmak

Allah’ın işi

Allah’ın işine bak

Allah'ın işine karışılmaz

Allah’ın izniyle

Allah’ın kendisinden râzı olduğu kul

Allah’ın kitabı

Allah’ın kudreti

Allah’ın kudret eli

Allah’ın lâneti

Allah’ın lutfu

Allah’ın murâdı

Allah’ın nimetleri

Allah’ın nûru

Allah'ın ondurmadığını kim ondurur

Allah'ın ondurmadığını kul ondurmaz

Allah'ın öldürmediğini kimse öldüremez

Allah’ın rahmeti

Allah’ın sevgili kulu

Allah'ın sevmediğini kul da sevmez

Allah’ın sonsuz rahmeti

Allah’ın sillesi

Allah’ın takdiri

Allah’ın tokadı

Allah'ın verdiği canı Allah alır

Allah’ın yardımıyla

Allah’ın yolu

Allah’ın yoluna dâvet

Allah’ına kurban

Allah’ını seversen

Allah’ını seven tutmasın

Allah’ından bul

Allah canımı alsın!

Allah canını almasın!

Allah cezanı ver(me)sin!

Allah dağına göre kar verir

Allah dağına göre kış verir

Allah deldiği boğazı aç koymaz

Allah derim

Allah dert verip derman aratmasın

Allah deveye kanat verseydi damı taşı dağıtırdı

Allah dilerse

Allah dilemezse hiçbir şey olmaz

Allah diyen aldanmaz

Allah diyen açıkta kalmaz

Allah diyen mahrum kalmaz

Allah doğruların yardımcısıdır

Allah dokuzda verdiği ömrü sekizde almaz

Allah dostu

Allah dört gözden etmesin

Allah düşmana fırsat vermesin

Allah düşmanıma vermesin

Allah düşürmesin

Allah ecir sabır versin

Allah ecrini versin

Allah esirgesin

Allah etmesin

Allah eksik etmesin

Allah eksikliğini göstermesin

Allah emek yemez

Allah emeklerini boşa çıkarmasın

Allah Eyüp Peygamber sabrı versin

Allah gecinden versin

Allah gönlüne göre versin

Allah göstermesin

Allah gözünü kör etmesin

Allah güç kuvvet versin

Allah gümüş kapıyı kapa(tı)rsa, altın kapıyı açar.

Allah hakkı için

Allah Halil İbrâhim bereketi versin

Allah hastalığı vermiş, tedâvisini de

Allah herşeyi görüyor

Allah hayrını versin

Allah hayırlar göstersin

Allah hayırlara tebdil etsin

Allah hayıra çıkarsın

Allah hayırlı kazançlar versin

Allah hayırlı ömürler versin

Allah hidâyet versin

Allah huzur versin

Allah ıslah etsin

Allah için (doğru söyle)

Allah iki cihanda aziz etsin

Allah iki gözümü önüme akıtsın ki

Allah ile kul arasına girilmez

Allah ilham etti

Allah ilmi dileyene, malı dilediğine verir

Allah imdat eylesin top çeken beygirlere

Allah imhal eder ama ihmal etmez

Allah imtihan ediyor

Allah inandırsın

Allah insana bir ağız iki kulak vermiş, bir söyleyip iki dinlemek için

Allah işini rastgetirsin

Allah iyiliğini versin

Allah izin verirse

Allah kabul ederse / etsin

Allah kahret(me)sin

Allah kapılara baktırmasın

Allah kardeşi kardeş yaratmış, kesesini ayrı yaratmış

Allah kavuştursun

Allah kaza belâ vermesin

Allah kefil

Allah kelâmı

Allah kerim

Allah kerimdir, keremin kuyusu derindir

Allah (başka) keder vermesin

Allah kolaylığını verir

Allah kolaylık versin

Allah korusun

Allah kuluna nefesi sayıyla vermiş

Allah kulundan vazgeçmez

Allah kulunu darda komaz

Allah, kulunun karasını yüzüne vurmaz

Allah, kulunun götüreceği kadar verir

Allah kuru iftiradan saklasın

Allah kurtarsın

Allah lâyığını versin

Allah manda şifası versin

Allah mesut etsin

Allah muhâfaza

Allah muhtaç etmesin

Allah muhannete muhtaç etmesin

Allah mübârek etsin

Allah mü’min kulunun duâsını geri çevirmez

Allah müstahakını versin

Allah nâmerde muhtaç etmesin

Allah nazardan saklasın

Allah ne derse o olur

Allah ne murâdın varsa versin

Allah ne verdiyse

Allah ne verirse hayırlısını versin

Allah neyi kısmet ederse

Allah ona mal versin de başını kaşıyacak tırnak vermesin

Allah ömür verirse / versin

Allah övmüş de yaratmış

Allah rahatlık versin

Allah rahmet etsin

Allah râzı olsun

Allah rızâsı için

Allah, rızâsından ayırmasın

Allah, rızkın kefilidir

Allah sabır versin

Allah sabırlı kulunu sever

Allah sağ gözü sol göze muhtaç etmesin

Allah sağlık, âfiyet versin

Allah saklasın

Allah sâlih evlât versin

Allah selâmet versin

Allah seni inandırsın

Allah seni dünya boş kalmasın diye yaratmamış

Allah sevdiğine kavuştursun

Allah son gürlüğü versin

Allah sonunu hayır etsin

Allah sözü

Allah (rûhunu) şâd eylesin

Allah şâhidim

Allah şifâ versin

Allah taksimi

Allah taksiratını affeylesin

Allah tamamına erdirsin

Allah taşına toprağına bereket versin

Allah tuttuğunu altın etsin

Allah uçamayan kuşa alçacık dal verir

Allah unutturmasın

Allah utandırmasın

Allah uzun ömür(ler) versin

Allah üçün beşin arkasını kesmesin

Allah var / Allah’ı var

Allah vekil

Allah vere de

Allah verdi, Allah aldı

Allah verince kimin oğlu demez

Allah verirse / versin

Allah verirse el getirir, sel getirir, yel getirir

Allah vergisi

Allah verdim derse

Allah yapısı

Allah yaratmış

Allah yardımcın olsun

Allah yar ve yardımcımız olsun

Allah yar olduktan sonra kılıcın ağaç olsa yine keser

Allah yardım ederse kuluna, her iş girer yoluna

Allah (çok) yatırmasın

Allah yazdı ise bozsun

Allah yolu

Allah yurt yoksulluğu göstermesin

Allah, yürü yâ kulum demiş

Allah’la alış-veriş

Allah’tan dilerim ki

Allah’tan gelene ne denir

Allah'tan hayır iste hayır bulasın

Allah’tan iste

Allah’tan ki!

Allah’tan kork

Allah’tan korkmayan, kuldan utanmayan

Allah’tan korkmayandan korkulur

Allah’tan başka kimseden korkum yok

Allah’tan ümit kesilmez

Allah'tan yazılmış, başa gelecek

Allah kahret(me)sin

Allah kalpleri çevirir

Allah kerim

Allah kısmet ederse

Allah korudu

Allah korkusu

Allah mesut etsin

Allah müstahakkını versin

Allah özene bezene yaratmış

Allah sabredenlerle beraberdir

Allah sevgisi

Allah söyletiyor

Allahu a’lem

Allahu a’lemu bis-savâb

Allah yalanı (yalancıları) sevmez

Allah yardım eder

Allah yolunu açık etsin

Allah yolunda

Allah yolunda infak / cihad

Allah, yüzünden nurunu almış

Allah zulmü (zâlimleri) sevmez

Âdetullah

Âlemlerin Rabbi Allah

Alimallah

Aman Allah’ım!

Aziz Allah

Ben affetsem, Allah affetmez

Benimle Allah arasında

Beytullah

Bırak Allah aşkına

Bırak Allah’ını seversen

Bir ben bilirim, bir de Allah

Bugün Allah için ne yaptın?

Canı veren Allah

Deveni bağla, sonra Allah’a tevekkül et

Dilinden Allah lafzı düşmez

Din gününün sahibi Allah

Ehlullah

Er-rızku alâllah

Evvel Allah ;

Eyvallah

Garip kuşun yuvasını Allah yapar

Hay Allah

Hayırdır inşâallah

Hayırlısı Allah’tan

Hayret vallahi

Her Allah’ın günü

Her işin başı Allah

Her şey Allah’tan

Hey Allah'ım!

Hikmetin başı, Allah korkusu

Hüküm Allah’ın

Kelâmullah

Kendini Allah’a adamış/vermiş

Kul affetmedikçe Allah affetmez

Kulla Allah arasında

Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh

Marifetullah

Muhabbetullah

Mülk Allah’ındır

Önce Allah, sonra sen

Rızâen lillâh

Rızık Allah’tan

Söz bir, Allah bir

Sünnetullah

Tedbir kuldan, takdir Allah’tan

Ver Allah ver

Veren de Allah

Yemin billâh

Bazı isimler:

Abdullah

Atâullah

Âyetullah

Beytullah

Cârullah

Cündullah

Emânullah

Emetullah

Emrullah

Fazlullah

Fethullah

Habîbullah

Hamîdullah

Hayrullah

Hizbullah

Huccetullah

Lutfullah

Nimetullah

Nurullah

Rahmetullah

Ruhullah

Sadullah

Seyfullah

Sıbğatullah

Şükrullah

Ubeydullah

Bütün bu ifadeleri, egemen güçler tarafından dayatılan seküler/laik anlayışa rağmen, deyim, atasözü, halk duâsı ve çeşitli vesilelerle sık sık tekrarlanan şiar şeklinde ortaya dökülen halkın gönlünde gömülü (küllenmiş ve gizlenmiş olan) inancın izleri olarak, halkın Hak'tan hâlâ kop(arıla)madığının göstergesi olarak değerlendirilmelidir.

Kur'anî kavramlar, dinî ıstılah ve tâbirler de İslâmî şiarların korunması açısından çok önemlidir. Bunların önemlilerini saymaya çalışalım:

a- İtikada ait kavram ve deyimler: Allah'ın zâtî ve subûtî sıfatları, peygamberlerin sıfatları, melek, kitap ve âhiret gününe ait deyimler.

b- Fıkıh ve ibâdetlere ait olanlar: Farz, vâcip, helâl, haram, mekruh, sevap, günah... gibi.

c- El-hamdü lillâh: Bir sıkıntıdan kurtulduğumuz zaman ve Allah'ın bir lutfuna nâil olduğumuz vakit, halimizi/nasıl olduğumuzu soranlara karşı, bu ifâdeyi olduğu gibi veya "Allah'a hamdolsun" ya da sadece "hamdolsun" şeklinde söylemek.

d- Allah'a şükür: Nimete nâil olduğumuz zaman bu deyimi kullanmaya özen göstermek gerekir.

e- İnşaallah: Bir işi yapacağımızı söylediğimiz zaman, "Allah dilerse" mânâsına gelen bu deyim kullanılır. Unutmamak gerekir ki, bu ifâde, bir şeyi yapmaya karar verilirse söylenir, geleceği sadece Allah bileceğinden ve O bizim yapacağımız şeyi dilemezse bizim yapma kararlılığımızın bir şeye yaramayacağını hatırlayıp hatırlatma amacıyla söylenir; yoksa, yapmaya karar vermediğimiz veya kesin kararlı olmadığımız bir iş için, baştan savma kasdıyla bu söz söylenmez/söylenmemelidir.

f- Bi-iznillâh: Allah'ın izniyle demektir. Önemli bir işi yaptığımızı (veya yapabileceğimizi) anlatırken, "Allah'ın izniyle yaptım" demek gerekir. Bu deyim, övünmenin, nefsin gurura kapılmasının engellenmesi açısından önemlidir; tabii ki, anlamı düşünülüp değerlendirilirse.

g- Mâşâallah: "Allah'ın istediği olur" mânâsındadır. "Allah nazardan saklasın" karşılığı olarak kullanılır. Hayret ve memnunluk uyandıran haller karşısında da söylenir.

h- "Es-selâmu aleyküm", "ve aleyküm selâm": (Selâm size olsun demektir.) Kur'an'da geçen ve Rasulullah ve ashâbı tarafından kullanılan, aynı zamanda cennette de kullanılacak olan bu lafızlarla selâmın yerine başka türlü deyimleri kullanmamak gerekir. "İyi günler, merhaba, hayırlı akşamlar, hoşça kal, görüşmek üzere!" gibi ifadeler, hiçbir zaman "es-selâmu aleyküm"deki güzel anlam, dilek ve duânın yerini tutamaz. Merhaba, selâmdan sonra, bir meclise oturulunca söylenebilir; asla selâmın yerine geçmez.

i- Allah râzı olsun: İyiliğini gördüğümüz müslümanlara, mutlaka bu ifade şekliyle mukabelede bulunmalıyız. Teşekkür veya sağol gibi ifadeler, soyut beşerî memnûniyeti ifâde eden ve dinî havası ve duâ özelliği olmayan deyimlerdir. Rızâ kelimesinin İslâm'da o kadar derin ve büyük mânâsı vardır ki, onun yerini tutabilecek ikinci bir kelime yoktur. Sahâbelerin isimleri anıldığı zaman, "Allah ondan râzı olsun" anlamında "radıyallahu anh" (r.a.) demek, dinî bir gelenek haline gelmiştir. Bunu da ihmal etmemek gerekir.

k- Aleyhi's-selâm (a.s.): (Selâm -Allah'ın selâmı- üzerine olsun demektir.) Peygamberleri andıkça, arkasından bu deyim kullanılmalı veya Hazreti (Hz.) kelimesi ile isimleri söylemeye başlamalıdır. Peygamberimiz'in ismi anıldığında da bu ifade kullanılabileceği gibi, en güzeli ve muşhur olanı "sallellahu aleyhi ve sellem" (s.a.s.) demektir.

l- Rahmetullahi aleyh: (Allah'ın rahmeti üzerine olsun demektir.) Her ölmüş müslüman için, özellikle âlimler için bu deyim kullanılmalıdır. Bunun yerine, duruma göre; "Allah rahmet etsin", "rahmetli","merhum"gibi deyimler de kullanılabilir. Ama unutmamak gerekir ki, Allah'ın rahmeti kâfirler için istenilmez, onlara bu ifâdeler kullanılmaz. Gayr-ı müslim ölüler için müteveffâ (vefat etmiş olan) veya "toprağı bol olsun" denilebilir.

m- İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn: İstircâ denilen bu ifade, özellikle bir ölüm haberi alındığında veya bir büyük sıkıntı zamanında söylenilir. Bu ifâde Kur'an'da şöyle geçer."O sabredenler, kendilerine bir musîbet/belâ geldiği zaman: İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn (Biz Allah'ın kullarıyız ve biz O'na döneceğiz)' derler." (2/Bakara, 156)

n- Azîzallah: Ezan sesi ilk duyulunca söylenir. Azîz olan (kıymetli, şerefli, onurla, saygı değer olan) Allah'tır, Allah azizdir anlamlarına gelir.

Bu İslâmî şiarlar, bütün laik özendirme ve mektep ve medyadaki dayatmalara rağmen hâlâ halka unutturulup terkettirilememiş kavramlarımızdandır. Bunları şuurlu bir şekilde ifade etmek, bu şiarlara sahip çıkmak, aynı zamanda hem zikir, hem de tebliğ olacaktır.

 

 

 

Ezân; Allah’a Çağrı ve Kurtuluş İlânı

Ezan da, bir İslâm şiarıdır (sembolü ve sloganıdır). “Ezan”, sözlükte, duyurmak, bildirmek, ilan etmek, çağrıda bulunmak anlamına gelen bir masdardır. Kavram olarak ezân; 5 vakit farz namazları ve Cuma namazının vaktinin geldiğini müslümanlara duyurmak için okunan özel ifadelere denir. Ezân, müslümanlara ait, sözleri hadislerle kesinleşmiş, okunması dinî bir emir olan namaz çağrısıdır. Ezân okuyana müezzin, ezân okunan yere de mi’zene denir. (Bu kelime daha sonraları Türkçe’de minare şeklinde söylenmeye başlanmıştır.)

Ezân, yalnızca namaz vaktinin, namaz için toplanma zamanının geldiğini ilan eden sözler değildir. Bu özel ibâdet, mü’minleri Allah’a itaat etmeye, şuura, uyanıklığa, takvâya ve İslâmî dirilişe dâvettir. Mü’minlerin gür bir sesle, yiğitçe Allah’ın adını yükseltmeleri, O’ndan başka ilâh, O’ndan başka Rab olmadığını, seslerinin ulaşabildiği her yere duyurmalarıdır. Ezân, Muhammed (s.a.s.)’in son peygamber ve tek önder olduğunu, mü’minlerin Kıyâmete kadar O’nun izinde olduklarını, O’nun hayatını örnek aldıklarını bildirmek ve ilân etmektir.

Ezân, baştan başa bir özgürlük bildirisidir. Müslümanların, Allah’tan başka hiç bir güç tanımadıklarını, O’ndan başka hiç kimsenin önünde eğilmelerinin sözkonusu olmadığını bütün dünyaya duyurmalarıdır, ültimatomlarıdır. Mü’minlerin İslâm’a bağlı olarak yaşama arzu ve isteklerini, ahid ve akitlerini, bu konudaki kararlılıklarını gösteren simgeleridir. Müslümanlar ezân şuuruyla; tevhidi, Allah’ın hâkimiyetini tebliğ ederken, insanları sadece Allah'a kulluk ve ibâdete çağırırken, kendi özgürlük hedeflerini de dile getirirler.

Mü’minler, İslâm’ın hâkimiyeti, ibâdet ve müslümanca hayat özgürlüğü anlamına kavuşan gerçek ezânı, İslâm’ı hakkıyla yaşayabildikleri yerlerde ve zamanlarda okuyabilirler. Müslümanların hâkim olmadığı yerlerde okunan ezânlar yalnızca bir namaz çağrısı ve sınırlı bir din hürriyetidir. Böyle bir yerlerde İslâm’ın hedeflediği ezân şuurundan bahsedilemez.

Namaz Peygamberimizin hicretinden önce Mekke’de farz olduğu ve mü’minler Mekke döneminde de namaz kıldıkları halde, ezan ile birbirlerini namaza çağıramıyorlar, ezan okuyarak namaz için bir araya gelip cemaat olamıyorlardı. Ama ne zaman ki hicretten sonra Medine’de bir İslâm toplumu ve İslâm devleti kuruldu, İslâm hâkim hale geldi; işte o zaman diğer İslâmî ahkâm uygulanmaya başlandığı gibi, ezan okuma yükümlülüğü de başladı. Şüphesiz bu durum, ezan olayı ile müslümanların hâkimiyeti arasındaki bağlantıyı gösterir. Müslümanlar tarih boyunca fethettikleri beldelerde öncelikle ezan okumuşlardır. Günümüzde laik rejimlerin ezana ses çıkarmaması, verdikleri küçük tâviz karşısında aldıkları büyük tâvizlerden dolayıdır. Müslümanlara sus payı olmak üzere ezan okumalarına lütfen izin verirler, yakın tarihte ve yaşadığımız coğrafyalarda görüldüğü gibi, canları isteyince de ezanın aslını okumayı yasaklarlar.

Ezanın Başka Dillerde Okunması: Müslümanların yaşadığı beldeleri ele geçiren işgalci müşrikler ile yerli bağîler (Hakktan ayrılanlar), genellikle uğramadıkları camiye, kılmadıkları namaza, kuşanmadıkları tesettüre ve uyup gereğini yapmadıkları ezana müdâhale etmekten geri durmamışlardır. Canları istedikçe günümüzde de müdâhale edebilmektedirler. Ya onun sesini kısmaya, ya da asıl fonksiyonunu icrâ edemeyecek hale sokmaya çalışırlar. Etki alanını sınırlamak, başka dillerde okunmasını emredip yozlaştırmak isterler.

Ezanın sözleri Arapçadır ve dünyanın her yerinde Kıyâmete kadar Arapça okunmaya devam edilecektir. Çünkü onun sözleri bizzat Peygamberimiz tarafından tesbit edilmiş ve ümmete emânet bırakılmıştır. Ezanın Arapça sözlerinden başka bir şekilde okunabileceğine hiç bir aklı başında İslâm âlimi fetvâ veremez. Verenler olmuşsa veya böyleleri çıkacaksa, onlar âlim değil; kendilerine ekmek ve emir verenlerin sözcüleridir ve bunların değerlendirmeleri müslümanları bağlamaz. Üstelik hiç bir dildeki ezan çevirileri, aslının etkisini, sözlerindeki derin anlamı, âhengi, haşmeti ve ürpertiyi ifade edemez.

Hangi dil “Allahü ekber” sözünü canlı, etkileyici, ürpertici, şuurlandırıcı, uyarıcı, ısındırıcı, kalplerin derinliğine işleyici bir şekilde anlatabilir? Hangi söz “eşhedü en lâ ilâhe illâllah (şehâdet ederim ki Allah’tan başka tanrı yoktur!)” bildirisini, iman ilânını, coşkusunu, bağlılığını, yüceliğini, yalancı tanrıları red edişteki kararlılığı dile getirebilir?

Bir semboller sistemi olan dil, onu konuşanların inançlarını, tercihlerini ve dünya görüşlerini; hayatı, tabiatı ve yaratıcıyı algılayış biçimlerini gösterir. Arapça da antropolijik anlamda dillerden bir dildir ve kutsal değildir. Ancak Allah (c.c.) Kur’an’ı bu dille gönderdi, Peygamberini bu dili konuşan bir kavimden seçti. İslâm’ın gelişine kadar sıradan bir dil olan Arapça, Kur’an ile birlikte en zengin dillerden biri oldu. Kur’anî vahiy, bu dile ait kelimelerin içini kendi değerleriyle, kendi dünya ve evren görüşüyle doldurdu. Vahyin, içini doldurduğu bu kavramlar artık Arabça değil; Rab’çadır, İslâm’cadır. Müslümanlar dinlerini bu kavramlarla öğrenirler, algılarlar ve hayatlarını bu kavramlarla İslâm istikametinde dönüştürürler.

Ezanın başka bir dilde (özellikle Türkiye’de Türkçe olarak) devlet zoruyla okutulmaya çalışılması, Din’i protestanlaştırma amacından başka bir şey değildir. Ezanın Arapça dışında bir dille okunmasını savunanlar; dikkat edilirse, ya tepeden inmeci jakobenler, ya da ulusçu düşünen yarım okumuşlar, aydın denilen karanlıklardır. Bunların da Din’i daha iyi anlayıp, daha iyi uygulama diye bir kaygı taşımadıkları bilinen bir şeydir.

Ezan, yalnızca namaz için toplanma çağrısı değildir. O, bir tevhid duyurusu, bir iman yenileme dâveti, bir birlik (vahdet) ilânıdır. Müslümanları tek bir İlâh’a, tek bir öndere çağırmak sûretiyle onlara kurtuluşun (felâhın) yolunu göstermekir. Şehâdet ilkesine sarılan mü’minler, tek yumruk, tek yürek halinde ve tek gâye uğruna İslâm ümmeti binasını meydana getirirler.

Ezan, aynı zamanda bir tebliğdir. Mü’minleri Allah’a ibâdete dâvet ederken, gayri müslimleri Allah’a teslim olmaya çağrıdır. Namaz, Allah’a kulluğun simgesidir. Teslimiyetin, zikrin, boyun eğmenin, Allah’ı büyük tanımanın, duânın, niyazın, en Yüce Makamı tanımanın somutlaşmış halidir. Namaz; İslâm’a teslimiyetin, müslüman olmanın göstergesidir. Ezan, bu teslimiyeti yeniden hatırlatır, bununla mü’minlere şuur ve canlılık verir.

Ezan, insanlara İslâm gerçeğini, ibâdetin yüceliğini, Allah yolunun doğruluğunu haber verir. Ezan, mü’min yürekleri sevindirir, onların esir, aşağı, müstaz’af, sürünen, sünepe olmadıklarını; aziz olduklarını/olmaları gerektiğini ilân eder ve onları Allah’a ibâdetle en güzel hürriyetin tadını tatmaya dâvet eder.

Unutmamak gerekir ki ezan, yalnızca dinlenmez, aynı zamanda dinleyen müslümanlar tarafından okunur. Kur’an okur gibi, tabiatın dilini, denizin bestesini, gülün kokuşunu okur gibi… Her bir müslüman duyduğu ezan sesinde, kendi benliğini bulur, parçası olduğu bütünü hatırlar, organı olduğu bedeni aklına getirir. Ezanın sözlerinde imanını, umutlarını, kimliğini, aşkını ve varlığını hisseder.

Farz namazlardan önce ayrıca okunan ezana kaamet (ikaameh) denir. Ezan, farz namazlar ve cuma namazı için okunduğu gibi; mü’minler, doğan çocuklarının sağ kulağına ezan, sol kulağına kaamet okurlar. Bu ibâdet çocuğun İslâm fıtratına uygun bir amel ve ileride bu fıtratı koruması hususunda bir duâdır. Ezan, vâcip derecesinde sünnet-i müekkededir. (22) İnsan doğar doğmaz ezanla, tekbirle hayata adım atar. Ölürken de ezanla, tekbirle musalâya konur, namazı kılınır. Önemli olan bu ikisi arasındaki hayatı ezan ve tekbir mesajı ve gerekleriyle geçirmektir.

Ezan, tekbire, salât ve felâha çağrı olduğu gibi, aynı zamanda bir tebliğdir. Allah'ın hâkimiyetini bütün dünyaya ilân eden bir özgürlük mesajıdır; bir devrim çağrısıdır. O yüzden ezanla dirilen, namazla şeytana karşı zafer kazanan tevhid eri, kulu kula kulluktan kurtaracak bu mesajı topluma yaymaya, sesini ulaştırabildiği tüm yerlerde Hakkı hâkim kılma mücâdelesine ve tevhid ve vahiy ekseninde toplum projesi sunup kişisel, sosyal, siyasal değişim ve dönüşüm için hakkı haykırmış olur. Bulduğu doğruyu ve güzeli, kurtuluş ve huzuru başkalarıyla paylaşmak için “buldum, buldum!” demiş ve bulduğunu bulamayanlara da sunmuş olur.

"Namaz için ezan okunduğu zaman, şeytan oradan sesli sesli yellenerek uzaklaşır, ezanı duyamayacağı yere kadar kaçar. Ezan bitince geri gelir. İkamete başlanınca yine uzaklaşır, ikamet bitince geri dönüp kişi ile kalbinin arasına girer ve "şunu hatırla" , "bunu düşün" diye insanın aklında daha önce hiç olmayan şeylerle vesvese verir. Öyle ki (buna kapılan) kişi kaç rekât kıldığını bilemeyecek hale gelir." (Buhârî, Ezan 4, Amel fi's-Salât 18, Sehv 6; Müslim, Salât 19, Mesâcid 89; Ebû Dâvud, Salât 31; Nesâî, Ezan 30; Muvattâ, Nidâ 6; Kütüb-i SitteTercümesi, 8/ 320)

Rasûlüllah, bu hadisinde, insî ve cinnî şeytanların ezandan duyduğu rahatsızlığı beliğ bir üslupla dile getirmektedir. Ezandan rahatsız olanların tercih edecekleri alternatif meşguliyet ve sesleri, Rasülüllah'ın yellenme sesine benzetmesi de dikkat çekicidir.

Ezan Yasağı; Allahu Ekber’den Tanrı Uludur’a: Ezan, 1932 yılında devlet baskısı ve zorlamasıyla sadece Türkçe tercümesiyle okunmuştur. Türkiye'deki tüm ninâreler, tam 18 sene boyunca "Allahu Ekber!" sadâlarına hasret kalmıştır.

Arapça aslıyla okuma yasağı 16 Haziran 1950 tarihine kadar sürmüştür. Ezanın tekrar aslî lisanıyla okunmaya başlamasından ordu rahatsız olmuş, kışlalarda kıpırdanmalar başlamış; bu uygulamayı tekrar hayata geçirenler on sene sonra bu suçlarının (!) cezasını idam sehpalarında ödemişlerdi. Bu uygulama, "laik" olduğu iddia edilen rejimin dine ne kadar müdâhale ettiğini göstermesi açısından hayli önemlidir. Ezanı Arapça aslıyla okumayı göze alan bazı müezzinlerin bu büyük suçu(!) işlediklerinden dolayı fecî zulümlerle cezalandırıldığını biliyoruz.

 

 

İslâm Bayrağı, Râyet, Sancak

Müslümanların şiarlarından biri de İslâm bayrağıdır, tevhid sancağıdır. Hz. Peygamber'in ilk defa, hicret sırasında Medine'ye girerken livâ/bayrak kullandığı bilinmektedir. Rivâyet edildiğine göre hicret kafilesi Medine'ye yaklaştığında Büreyde bin Husayb el-Eslemî, sarığını çözerek bir mızrağa bağlayıp kafilenin önünde yürüyerek Medine'ye girmişti. Hz. Peygamber, daha sonra, ilk defa hicretin yedinci ayında Hz. Hamza'nın kumandasında Sîfü'l-bahr'e sekizinci ayında da Ubeyde bin Hâris bin Abdülmuttalib kumandasında Seniyyetülmere'ye gönderdiği seriyyelere birer bayrak vermişti.

Gerek bu iki seriyyede, gerekse daha sonraki gazve ve seriyyelerde kullanılan bayraklarla ilgili olarak klasik kaynaklarda aynı mânâda olmak üzere "livâ" ve "râyet" kelimeleri kullanılmıştır. Ancak Hayber Savaşına kadar yalnız livâ bulunduğu, bu savaşta ise hem livâ hem râyeler taşındığı; Rasûlullah'ın râyesinin siyah, livâsının ise beyaz olduğu (Ahmed bin Hanbel, IV/297; Tirmizî, Cihad 10) şeklindeki rivâyetlerden hareketle bazı âlimlerce râye ile livâ arasında bir fark bulunduğu ileri sürülmüştür. Hz. Peygamber zamanında kullanılan bayrakların beyaz, sarı, siyah, kırmızı vb. renklerde olduğu, ukab adlı siyah râyesinin Hz. Âişe'nin kaftanının yünlü kumaşından yapıldığı da kaynaklarda kaydedilmektedir. (23)

Rasûlullah'a ait sancak, alem-i Nebî, alem-i şerif, livâ-i saâdet, liva-i şerif isimleriyle de anılan bu sancak, halen Topkapı Sarıyında mukaddes emânetlerin arasında bulunmaktadır. Bedir ve Uhud savaşlarında Rasûlullah (s.a.s.), livâyı taşımakla Mus'ab bin Umeyr'i görevlendirmişti. Hicretten sonra yapılan bütün savaşlarda livâların kullanılmış olduğu görülmektedir. Bu livâlar umûmiyetle beyaz renkteydi. Bir de devlet başkanı ve ordu komutanı olarak Rasûlullah'a ait Ukab adında siyah bir livâ bulunmaktaydı.

Rivâyete göre Mekke'nin fethi esnâsında Rasûlullah'ın râyesi siyah renkte olup, üzerinde lâ ilâhe illâllah Muhammedun Rasûlullah" yazısı bulunmaktaydı (İbn Mâce, Cihad 20; M. Hamîdullah, Hz. Peygamber'in Savaşları, s. 216). Daha sonra sancak-ı şerif olarak adlandırılan livâ budur.

Rasûlullah (s.a.s.)'in vefatından sonra, Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve peşinden gelen halifeler, bu sancağı savaşlarda sürekli olarak ordunun önünde bulundurmaya gayret göstermişlerdir. Sancak-ı şerif, Râşid halifelerden sonra Emevîlerin eline geçmiş, bunların çöküşünden sonra da Abbâsiler tarafından muhâfaza edilmiştir. Mısır'ın Yavuz Sultan Selim tarafından alınmasından sonra sancak İstanbul'a getirildi. Padişahlar, çıktıkları seferlerde onu yanlarında götürmüşlerdir. Sancak-ı şerif, sadece askerî seferler esnasında yerinden çıkarılmazdı. İstanbul'da meydana gelen isyanları bastırmak için de sancak-ı şerif çıkartılır ve halka, bunun altında toplanarak âsilere karşı savaşma çağrısı yapılırdı.

Sancak-ı şerif, son olarak 1826 yılında yeniçerilerin ayaklanması sebebiyle yerinden alınarak Sultan Ahmet Câmiinin minberine dikilmişti. Onun çevresinde toplanan halkın desteğiyle yeniçeriler topa tutularak, ortadan kaldırılmıştı. Osmanlılar, sancak-ı şerife büyük önem vermişler ve ona sürekli saygı göstermişlerdir. Sancak çıkarıldığı zaman, onun altında toplanmak ve savaşmak halk tarafından bir farz olarak telakkî edilmiştir.

Sancak-ı şerif, Topkapı Sarayında Arz odası karşısındaki kapı önüne dikildiği zaman onun dikildiği yere, kimsenin basmaması ve hürmetsizlikte bulunmaması için 1908 devrimine kadar iki süngülü asker nöbet tutmuştu. Bu tarihten sonra kaldırılan sancak-ı şerifin yerine bir taş dikilmiştir. Sancak-ı şerif, son olarak Osmanlı Devletinin 1. Dünya Savaşına katılması sebebiyle çıkarılarak Cihad-ı ekber ilân edilmiştir. Sancak-ı şerif, hâlen diğer kutsal emânetlerle birlikte Topkapı Sarayında muhâfaza edilmektedir. (24)

 

 

 

 

Hilâl

Kur'an'da, "Sana hilâllerden sorarlar. De ki:'Onlar insanlar için vakit ölçüleridir..." (2/Bakara, 189) buyurulur. Ayrıca, yılların sayısı ve hesabının bilinmesi için aya menziller tâyin edildiği (10/Yûnus, 5), onun eğri hurma dalı haline gelinceye kadar inceldiği ve bir yörüngede döndüğü (36/Yâsin, 39-40) belirtilir. Hilâl, Allah'ın varlığının ve kudretinin delillerinden biri sayılır. Birçok âyette ayın insanların hizmetine sunulduğu belirtilir, ayrıca birkaç yerde onun üzerine yemin edilir.

Geçmiş kültürlerde farklı bir anlam taşısa da âyet ve hadislerde anlatılan özellikleri sebebiyle hilâlin müslümanlar tarafından mutluluk, sevinç ve dirilişin sembolü olarak kullanılmasında bir sakınca görülmemiş olmalıdır. İbn Hacer el-Askalânî'nin İbn Yunus'tan naklettiği rivâyete göre Hz. Peygamber, kabilesinin elçisi sıfatıyla Medine'ye gelen Sa'd bin Mâlik bin Ubeysır el-Ezdî'ye kavmine götürmesi için üzerinde hilâl bulunan siyah bir bayrak vermiştir (el-İsâbe, II/329).

Hilâl motifinin bir sembol olarak VII. yüzyıldan itibaren İslâm dünyasında kullanıldığı görülmektedir. Emevîler döneminde Bîşâpûr'da basılan paralar kompozisyonları değiştirilmeden ay-yıldızlar arasına besmele, kelime-i tevhid veya bazı âyetler eklenerek yeniden darbedildi. Abbâsîler döneminde kendini bağımsız sayan devletler tarafından kesilen sikkeler arasında da hilâl motifi taşıyanlar vardı. Gazneli hükümdarı Sebük Tegin'in hilâli ordusunda bir sembol olarak kullandığı da belirtilmektedir. Haçlı şövalyelerin kiliseye çevirdikleri Kudüs'teki Kubbetu's-sahrâ'nın kubbesine altın bir haç yerleştirilmişti. Selâhaddin-i Eyyûbî Kudüs'ü Haçlılar'dan geri aldığı zaman (583/1187) bu haçı indirip yerine uçları birbirine yakın hilâl şeklinde bir alem koydurmuştu. Bu olaydan çok önce Alparslan 1064'te Ani'yi fethedince câmiye çevrilen katedralin kubbesindeki büyük haç indirilip yerine daha sonra Ahlat'tan getirilen büyük bir hilâl konulmuştur. Hilâl şeklindeki bina alemleri en çok Osmanlılar döneminde kullanılmıştır. Bu da, İslâm devletlerinin kültürel mirasçısı olan Osmanlı Devletinin hilâl şiarını/sembolünü cihanşümul hale getirmesiyle açıklanabilir.

Daha önce Endülüs müslümanlarının ve Memlükler'in sancaklarında da yer alan hilâl, osmanlı sancaklarında zülfikârla birlikte temel motifti. Günümüzde hıristiyan dünyasının Kızılhaç'ına mukabil kurulan Kızılay (Hilâl-i Ahmer), içki ve uyuşturucularla mücâdele etme amacını güden Yeşilay (Hilâl-i Ahdar) gibi müesseselerin sembolü olarak kullanılan hilâl, bazen tek, bazen de bir veya birkaç yıldızla birlikte Türkiye, Azerbaycan, Cezâyir, Kamerun, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Malezya, Moritanya, Pakistan, Singapur, Tunus, Türkmenistan gibi müslümanların yaşadığı ülkelerin bayrak motiflerini meydana getirmektedir.

Hilâl, XI. yüzyıldan itibaren Doğu'da ve Batı'da hıristiyanlığın sembolü olan haça karşı İslâmiyet'in sembolü olarak kullanılmış ve bu durum, özellikle İstanbul'un fethinden sonra giderek yaygınlaşmıştır. Hilâlin ibâdet takvimindeki rolü, Kur'ân-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde Allah'ın âyetlerinden biri şeklinde gösterilmesi ve ona yemin edilmesi, ayrıca Hz. Peygamber'in Sa'd bin Mâlik bin Ubeysır el-Ezdî'ye üzerinde hilâl bulunan bir sancak vermesi sebebiyle müslümanlar tarafından İslâm'ın sembolü/şiarı kabul edildiği söylenebilir. (25)

 

 

 

Kurban

İslâm’ın şiarlarından biri de kurbandır. Kurban; insanı Allah’a yaklaştıran şey demektir. Bu, bir ibâdet ve hürmet ifadesidir ki, kurbanla insan Allah’a yaklaşmaya çalışır yahut kurban insanı Allah’a yaklaştırır. Bu yaklaşma elbette maddî anlamda bir yaklaşma değil; O’nun rızasına ve sevgisine yaklaşmaktır. Kurbanla insan, Allah’a karşı duyduğu takvâ duygusunu zenginleştirir.

Kurban olayı, tarihten günümüze kadar insanların baş vurdukları bir ibadet, bir adettir. İslâm'ın bâtıl din kabul ettiği bir çok inanışta, hatta hırıstiyan ve yahudilerde bile ‘kurban’ âdeti veya ibâdeti vardı.

İslâm, tarih öncesinden günümüze gelen bu anlayışı kaldırmamış, ama O’nu asıl olması gereken şekle sokmuştur. Öncekiler kurbanı bir korkunun, bir çekinmenin, bir sığınmanın ihtiyacı olarak, tanrıların gazabını (öfkesini) dindirmek üzere verirlerdi. Kimileri de kurbanları tanrılarının yiyeceği sayarlardı. Hayvan kurban edildiği gibi, insan veya eşya da kurban ediliyordu.

İslâm, bütün bu yanlış anlayışları kökünden kaldırdı. Kurbanı, Allah’a yaklaşmanın, O’nun sevgisini kazanmanın, malı O’nun yolunda harcamanın, O’nun verdiği ni’metlerle sevinmenin ve insan ruhunu dindirmenin bir aracı haline getirdi. İslâm'a göre Kurban ibâdeti, belli hayvanlardan belli günlerde kesilmek suretiyle yerine getirilebilir. O, ne basit bir âdettir, ne de bütün malı mülkü belirsiz bir amaç uğruna bir tarafa atmaktır.

Kurban olmak Allah’a yakın olmaktır. O’na yaklaşmak fiziği metafiziğe taşımak, içkin olanı aşkın olana bağlamaktır. Bu anlamda kurban, varlığın sahibine yönelişi sembolize eder. Insanın emrine verin maddenin, yine O’nun emrine sunulmasıdır. Ya da ‘o benim kurbanımdı, ben ise Senin kurbanınım’ demektir. Allah’a yaklaşmak ancak ihlas (samimiyet) ve aşkla, yani Allah’ı gereği gibi sevmekle olur. Kurban bu aşkın bir aracıdır. Mü’min, kurban keserek bu sevgisini gösterir. En azından bu inancını kendi içerisinde isbat eder, bunun heyecanını yaşar.

İslâm’da kurban kesme ibâdetinin Hz. İbrahim (a.s.) ile başladığını Kur’ân-ı Kerim’den öğreniyoruz:

“Böylece (çocuk) onun yanında koşabilecek bir çağa gelince (Ibrahim ona): ‘Oğlum, gerçekten ben seni rüyamda boğazlıyorken gördüm. Bir bak, sen ne düşünüyorsun?’ dedi. (Oğlu Ismail) dedi ki: ‘Babacığım, emrolunduğun şeyi yap. Inşaallah beni sabredenlerden bulacaksın.

Sonunda ikisi de (Allah’ın emrine ve takdirine) teslim olup (babası, Ismail’i kurban etmek için) onu yanağı üzerine yatırdı.

Biz ona ‘Ey Ibrahim’ diye seslendik.

Gerçekten son rüyayı doğruladın. Hiç şüphesiz biz, ihsanda bulunanları böyle ödüllendiririz.

Doğrusu bu, apaçık bir imtihandı.

Ve ona büyük bir kurban fidye olarak verdik.

Sonra gelenler arasında ona (hayırlı ve şerefli bir isim) bıraktık.” (37/Sâffât, 102-108)

İbrahim (a.s.) oğlunu kurban etme imtihanı ile sınanmıştı. O, dünyada en fazla değer verdiği evladını rüyasında Rabbinden aldığı bir işaret ile O’nun yolunda kurban etmek durumunda idi. Ya da böyle bir kurbanı Rabbinin uğruna fedâ edebileceğini göstermek zorundaydı. Bu durumu henüz küçük yaşta olan oğlu Ismail’e anlattığı zaman, o hiç bir itirazda bulunmadı. Allah’ın emrine babası gibi o da teslim oldu. Bu olayda baba ile oğulun teslimiyetini ve Allah’ın emri karşısındaki tavırlarını açık bir şekilde görüyoruz. Bu olayda asıl maksat elbette insanın Allah yolunda kurban edilmesi değildi. Bu kötü adet batıl dine inananların işiydi. Buradaki asıl amaç, inanan bir insanın en sevdiği şeyi Allah yolunda feda edebilmesidir. Ibrahim (as) bu zorlu imtihan ile başbaşa kalmıştı. Ismail (as) ise kendi canını isteyerek Allah yolunda vermenin sınamısı karşısında idi. O da hiç tereddüt etmeden boynunu Allah’ın emrine teslim etti. Her ikisi de imtihanı kazanınca, Allah da onlara ‘büyük bir kurbanı’ fidye olarak gönderdi.

108/Kevser sûresinde Rabbimiz, Peygamberimize ‘Allah için namaz kılıp kurban kesmesini’ emrediyor. Bu emir, hem İbrahim (a.s.)'i hatırlamak, hem de aynı teslimiyetin, aynı fedakârlığın devamını sağlamak, ayrıca mükâfata kavuşan İbrahim (a.s.) gibi bayram coşkusunu yaşamaktır. Peygamberimiz kurban kesmiş ve ümmetinin de kesmesini emretmiştir. Bazı âlimler kurban kesmenin vacip olduğunu, bazıları ise, terkedilmeyecek kadar kuvvetli bir sünnet olduğunu söylerler. Peygamberin hayatında bunun uygulamasını görmekteyiz.

Kurban, ‘eyyâm-ı nahr’ denilen Kurban bayramının birinci, ikinci ve üçüncü günlerinde kesilir. Bu günler Zilhicce ayının onuncu, onbirinci ve onikinci günleridir. Bu günler aynı zamanda hacc günleridir. Iki ibâdetin aynı zamanda yapılmasının hikmeti iyi düşünülmeli. Müslümanlardan bazıları hacc’da hacc heyecanını yaşarken, diğer müslümanlar kendi evlerinde Kurban bayramını yaşayarak, kurban keserek aynı heyecanı paylaşırlar. Hz. Ibrahim’i ve oğlu Ismail’i anarlar, onların davetlerini hatırlarlar.

Kurban, her şeyden önce sevilen, elde edilmek için emek ve para verilen, zaman ve ömür harcanan, değerli dünyalıklardan bir kısmını Allah için fedâ edebilmenin bir göstergesidir. Bu anlayış insanı başka şeyleri de Allah yolunda feda etme fedakârlığına götürür. Kurban, insandaki aşırı isteklerin (hırsın), başkasına merhametsizce davranmanın, başkasına saldırmanın azalmasına yardımcı olur. Üzerine kurban kesmek düşen mü’min, kurbanını kendisi kesmeli, kendisi kesmiyorsa bile kesilirken yanında bulunmalı. Böylece Allah için boğazlanan hayvanı o haliyle görürse merhameti çoğalır, başkasının kanına tecavüzün zorluğunu anlar, Allah için fedakârlıkta bulunmanın lezzetini duyar.

Kurban, kesinlikle eti için kesilmez. O bir sosyal dayanışma amacı da değildir. Ancak kurbanı kesen kendisi etinden yiyebilir, fakirlere ve dostlarına verebilir. Bu dostlar ve müslümanlar arasındaki sevgiyi ve muhabbeti artırır. Bu aynı zamanda bayram yapmanın da anlamıdır.

Kurban bayramında bütün müslümanlar birlikte kurban keserler, birlikte bayram ederler. Bu durum Tevhid Dininin bir özelliğidir. O bütün müslümanları her zaman birliğe davet etmektedir. Kurbanlar, İslâm’ın şiarları olduğu gibi, Ramazan ve Kurban Bayramı adıyla iki bayram da mü’minlerin şiarlarındandır. (26)

İslâm, Allah yolunda mallarını ve canlarını kurban olarak feda eden veya etmeye hazır olan, ahlâk ve takvâ bakımından İsmail ve İbrahim (a.s.) gibi olanların eliyle yücelecektir. Kurban ibâdeti İbrahim’in ve İsmail’in şehâdetini bu çağa taşımaktır. Bunu kimileri kurban keserek sembolik olarak yaparlar. Kimileri de canlarını Allah yolunda vererek fiilî olarak gerçekleştirirler.

Kurban ibâdetinin şuuruna varmayanların payına kurbandan belki de ‘et’, İsmail gibi olanların payına da ‘cennet’ düşer. Kendilerini Allah’ın yoluna kurban olarak hazırlayanlar; imanlarını tıpkı kestikleri kurban gibi kusursuz, eksiksiz yapmaları gerekir. Bedeninde noksanlık olan hayvanlardan kurban olmaz. Kurbanın sağlıklı, eksiksiz ve hayvanlar arasından en seçilmişlerden olması gerekir. İmanı eksik, hastalıklı, felçli ve illetli olanlar kendilerini o ulvî gâyeye adayamazlar.

Kendilerini ve mallarını böylesine bir amaç uğruna adayabileyenler mübârek kimselerdir ve onların bayramları da bu anlamda mübârektir. Bayramlar, müslümana âhirette Rabbiyle buluşmayı katırlatan vuslat zamanıdırlar. Ne adadığının farkında olanlar bu vuslatın değerini de bilirler.

İnsanın eşyaya, insana, ideolojilere, dünyaya kul ve kurban edildiği bir dünya, insanın harcandığı ve horlandığı bir yerdir. Böyle bir harcanmadan kurtulmanın yolu, yüce bir gâye için ‘adamak ve adanmak’tır. Bunu da İslâm’a teslim olarak emin olan ve tam bir hürriyete kavuşan şuurlu mü’minler aşkla yapabilirler.

Yeryüzü bugüne kadar insanın hoyratça harcandığı başka bir uygarlık görmüş müdür? İnsanların sahte tanrılara böylesine kitlesel ve sistematik bir şekilde kurban edildiği bir zaman geçmiş midir? İnsanı nesne haline getieren modernizm, onun yüreğini öldürmekle kalmadı; yüreğini bir puthaneye çevirdikten sonra onu modern ilâhların önünde kurban etti. Kısaca onu sefihleştirerek harcadı.

Böyle bir dünyada İslâm’ın getirdiği kurban ibâdeti bu çarpık zihniyete bir tavır alıştır, bir meydan okumadır. Bu sefihliğe, bu yanlışlığa, bu bozulmuşluğa teslim olmamaktır. İlâhî olanla sağlam bir bağ kurmaktır. Küresel sapmaya, bozulmaya, çürümüşlüğe rağmen, insan için gerçek güvenliğin ve gerçek emniyetin hâlâ mümkün olduğunu onlara göstermektir.

İnsanın, eşyaya, ikonlara, çıkarlara, boş hedeflere ve yalancı ilâhlara kurban edilip harcandığı günümüz dünyasında, İslâm’ın emrettiği kurban ibâdeti daha bir anlamlı hale geliyor. (27)

 

 

 

Diğer Bazı Önemli Şiarlar

Halife: İslâm’ın ve müslümanların simgelerinden biri de, tüm müslümanların tek bir topluluk (ümmet) oluşturmaları ve başlarında Allah’ın hükmü ile kendilerini yöneten Peygamber’in halîfesinin bulunmasıdır. Katolik hıristiyanların lideri/halifesi Papa, Ortodoks hıristiyanların halifesi ise Fener Rum Patriği. Peki, müslümanların halifesi nerede? Yok, Birlik unsuru, sembolü olmayan yerde, birlik de olmayacak, ihtilâfların her çeşidi, her yerde boy gösterecektir.

Başörtüsü: Kadınlar için Allah'ın emirlerine uygun olarak örtünme, iman alâmetidir, İslâm şiarıdır. Ruhumuz gibi, vücudumuz üzerinde de Allah'ın hâkimiyetini kabul edişin, belgesi olan bir ibâdettir tesettür. Örtünme; çağımızın zulüm egemenliğine karşı cihadı, başörtüsü de hürriyet bayrağıdır. Başörtüsü ve onunla beraber İslâmî tesettür, hicap ve iffet/haya, müslüman bayanların şiarıdır. Başörtüsü, Allah’ın emri olması yanında, nice hikmetleri de olan, müslümanın vazgeçemeyeceği bir semboldür. Bunu bilen İslâm düşmanları başörtüsüne, al görmüş boğa gibi saldırmaktan vazgeçmiyor, onu kamusal alanlardan uzaklaştırmak için bütün güçlerini kullanıyorlar.

Sakal veya Benzeri İslâmî Görüntü: Bir hanımın müslüman olup olmadığı, ya da İslâm’a teslimiyeti, dışarıdaki davranış ve kıyafetinden aşağı yukarı belli olur/olmalıdır. Aynen bu durum gibi, bir erkeğin de müslüman olup olmadığı, İslâmî bir kimliğe sahip olma durumu da dış görünüşüyla az çok belli olmalıdır. İşte müslüman erkek için kendi kimliğini belli edecek dışa yansıyan özellikleri, müslümanın şiarıdır. Bu da, başta sakal olmak üzere, sakalla beraber (veya ciddi bir gerekçe varsa, sakalsız olarak) müslümanca bir görünümdür.

Hac: Safâ ve Merve, Allah'ın şiarlarından (2/Bakara, 158) olduğu gibi, Hac da bu şiarlardandır. Hac, İslâm ümmetinin yıllık kongresidir. Tüm müslümanların birbirlerini kardeş kabul ettiklerinin, birbirlerini tanıyıp problemlerini ve çözümlerini gündeme getirdiklerinin bir göstergesidir. Hac, kulun, Yaratıcısına mutlak teslimiyet ve bağlılığın sembolüdür. Hacda giyilmesi şart olan ihram, insanlararası eşitliğin tam bir simgesidir. İki parça dikişsiz beyaz örtüden oluşan ihram, her türlü sınıfsal ve ekonomik farklılığı ortadan kaldırır. Arafatta vakfe, kıyâmetin, mahşer gününün bir sembolüdür.

Haccın menâsikı, İbrâhim (a.s.)'in Allah'ın emrine uyarak büyük bir teslimiyetle gerçekleştirdiği fedâkârlığın şiarı/ifadesidir. İbrâhim (a.s.)'in en sevdiğini, İsmâil (a.s.)'in kendini Allah'a seve seve fedâ etmesinin hâtırasının yaşamasıdır. Hac, İbrâhim, Hâcer, İsmâil ve Muhammed (salât ve selâm hepsinin üzerine olsun) gibi büyüklerin izinden yürümenin, onları örnek almanın işaretidir. Arafat, amellerimizden hesap sorulacağı kıyâmeti hatırlatır. Hacda sembolik olarak taşlanılan şeytanlarla, hacdan dönüşte karşılaşılaşılacak iki ayaklı düşmanlara tavır arasında irtibat kurulur.

 

 

 

Selâm

Müslümanların şiarlarından biri de selâmdır. Müslümanlar, birbirleriyle karşılaştıklarında İslâm'ın selâmıyla, Allah'ın selâmıyla selâmlaşırlar. ‘Selâm’, ‘selime’ fiilinden gelen bir masdardır. Sözlükte, kurtulmak, selamette olmak, güven, barış, ayıp ve kusurlardan uzak olmak anlamlarına gelir. ‘Selime’ fiili ve onun türevleri olan kelimeler, barış, teslim olma, güvende olma, ayıp ve kusurdan uzak olma, barışa girme, hayır ve iyilik içinde olma, emniyette olma gibi anlamlara gelirler. Görüldüğü gibi bütün bu anlamların birbirleriyle yakın ilgisi bulunmaktadır.

‘Selâm’ Allah’ın güzel isimlerinden biridir. Kendisi her türlü eksiklik ve noksanlıktan uzak olduğu gibi başkalarına da barış ve esenlik veren anlamına gelir. Bazılarına göre Allah’ın ‘Selâm’ ismi, bütün yaratıkları her türlü bozukluktan uzak tutan, onlara selâmet veren demektir. Kâinatta her şey Allah’ın koyduğu düzene göre devam etmektedir. Allah’ın bütün fiilleri bozukluk ve düzensizlikten uzaktır. O’nun takdirinde ve yaratmasında kusur olmaz.

‘Selâm’, hem Allah’ın noksanlıklardan uzak olduğunu, hem de O’ndan kullarına gelen esenliği, güveni ifade eder. Nitekim namazın sonunda Peygamberimiz, ‘Allahümme ente’s selâmü ve minke’s selâm’ demiştir. Yani, ‘Ey Allahım sen Selâmsın ve selâm Sendedir’ denilmesini tavsiye etmiştir.

Kur’an’da ‘selâm’ kelimesi esenlik, kurtuluş ve tehlikeden salim (uzak) olma anlamlarında da kullanılmaktadır (11/Hûd/48; 21/Enbiyâ, 69). Selâm Kur’an’da, insanlar hakkında kullanıldığında, ‘selâm vermeyi’, sözle esenlik, barış ve güven dilemeyi ifade etmek; Allah hakkında kullanıldığı zaman da, bizzat bu esenliği, barışı ve güveni gerçekleştirmek anlamında gelmektedir.

Allah (c.c.) ayrıca Cenetten olan kimseleri de bizzat ‘selâm’ sözüyle karşılamaktadır. “Rahman olan Rabbinden onlara bir de sözlü ‘Selâm’ vardır.” (36 Yasin/58). Rabbimiz, özellikle seçtiği Rasullerine ‘selâm’ sözüyle selâm vermekte ve onlar hakkında övücü sözler sarfetmektedir (27/Neml, 59; 37/Sâffât, 79, 109, 120, 130, 181). Cennete bulunan mü’minler orada boş bir söz, yalan bir lâf işitmeyecek; orada ancak selâm sözü işitecekler (10/Meryem, 62; 56/Vâkıa, 26).

Allah (c.c.), rızâsına uyanları Kur’an ve Hz. Muhammed’le ‘selâm yolları’na ulaştırır, o insanları kendi izniyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır (5/Mâide, 16). Rabbimiz, bütün insanları ‘selâm yurdu’na dâvet eder, insanlardan dilediğine, -bir anlamda hidâyeti isteyene- hidâyetini verir (10/Yûnus, 25). İnsanlar İslâm’ı hayat haline getirirlerse, önce kendileri ‘selâm’a ulaşırlar. Böyle insanlardan kurulu bir toplum artık ‘selâm’ toplumu olur ve onların yaşadığı yerler de ‘selâm yurdu’ (dârü’s-selâm) olur. Ancak, asıl ‘selâm yurdu’ Cennet’tir. Cennet’te bitmeyecek bir sonsuzluk, fakirliği olmayan bir zenginlik, hastalıksız sağlık, zilleti olmayan bir izzet vardır. Işte Allah (cc) insanları böyle bir yurda çağırmaktadır.

Müslümanların Selâmı: Mü’minler birbirlerine ‘selâm’ vermekle yükümlüdürler. Böylelikle kendilerinin ulaştığı ‘selâm’ halini müslüman kardeşi için de isterler. Onların yer yüzünde ve Cennet’te ‘selâm yurdunda’ olmaları için duâ ederler. Selâm, her şeyden önce, müslümanlar arasında bir şiardır (alâmettir). Mü’minler birbirlerine selâm vererek tanışırlar, birbirlerinden emin olurlar ve birbirlerine duâ ederler. Bir mü’mine ‘selâmün aleyküm’ veya ‘es-Selâmü aleyküm’ diyen bir kimse, ‘selâm senin üzerine olsun’, selâm üzere olasın, selâmette olasın, benden salim ol (benden sana zarar gelmez)’ demiş olur. Böylece mü’minler arası dostluk, güven ve karşılıklı iyi niyet gerçekleşmiş olur.

Kur’an diyor ki: “Selâm hidayete uyanların üzerine olsun.” (20/Tâhâ, 47). Mü’minler Allah’ın hidayetine kavuşan insanlardır. Öyleyse ‘selâm’ onların hakkıdır. Rabbimiz buyuruyor ki: “Siz bir selâm ile selâmlandığınız zaman, siz de ondan daha güzeliyle karşılık verin veya verilen selâmı aynen iade edin. Şüphesiz Allah, her şeyin hesabını gereği gibi yapandır.” (4/Nisâ, 86). Burada selâm ‘tahiyye’ kelimesiyle ifade ediliyor. “Ey mü’minler! Evlerinizden başka evlere izin almadan, seslenip sahiplerine selâm vermeden girmeyin. Eğer düşünürseniz bu, sizin için daha iyidir.” (24/Nûr/27). Bu âyetler mü’minlerin birbirlerine selâm vermelerini emrediyor. Çünkü selâm insanlar arasındaki emniyeti, barışı, kardesliği pekiştirir, mü’minlerin birbirlerine dua etmeleri sağlar.

‘Selâm’ dini olan ‘İslâm’ı tebliğ eden Hz. Muhammed (s.a.s.) ‘selâm’ sancağını taşıyan biricik Rasûldür. Öyleyse selâmların en güzeli O’na ve diğer peygamberlere verilmelidir. Et-Tehiyyatü’ aynı zamanda O’na selâm verme duâsıdır. Mü’minler bu duâyı, salli barik’i okuyarak, salevât getirerek O’na selâm verirler.

İslâm fıkhına göre müslümanların ‘selâm’ vermeleri sünnet, verilen ‘selâm’ı almaları ise farzdır. Bu hüküm, selâmın mü’minler arasında ne denli önemli olduğunu ortaya koymaktadır. Bir sahâbe Peygamberimize ‘Islâmın hangi işi daha hayırlıdır?’ diye sordu. Buyurdu ki: “Yemek yedirmen, tanıdığın ve tanımadığına herkese selâm vermendir.” (Ebû Dâvud, Edeb, hadis no: 5194, 4/350; Buhârî, İman 6 ve 20, 1/10 ve 1/14).

Yine Peygamberimiz buyuruyor ki: “Iman etmedikçe Cennet’e giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe olgun bir imana sahip olamazsınız. Size, yaptığınız zaman birbirinizi seveceğiniz bir şeyi haber vereyim mi? Aranızda selâmı yayın.” (Müslim, İman 93, hadis no: 54, 1/74)

Selâmı, ‘es-selâmü aleyküm’,

‘selâmün aleyküm’,

‘es-selâmü aleyküm ve rahmetullah’, veya;

‘es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llahi ve berekâtühu’ şeklinde vermek mümkündür.

Selâm, ‘aleykümü's-selâm’, ‘ve aleyküm selâm’, ‘aleykümü's-selâm ve rahmetullah’ ve ‘aleykümü's-selâm ve rahmetullahi ve berekâtuh’ şeklinde iâde edilir. (28)

Birbirleri üzerindeki İslâm kardeşliği haklarından biri olan selâmlaşma hususunda mü'minlerin gayr-ı müslimlere benzememesini emreden Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurur: "Bizden gayrısına benzemek isteyenler bizden değildir. Bu (itibarla) yahûdilere ve hıristiyanlara benzemeyin. Yahûdilerin selâmı parmaklarla işarettir. Hıristiyanların selâmı ise avuç içleri ile işarettir." Bir diğer hadislerinde ise şöyle buyurmuştur: "Yahûdiler gibi selâmlaşmayın; onların selâmı başlarıyla, avuç içleriyle ve diğer işaretlerledir." "(Ey mü'minler,) Yahûdiler İslâm'ca selâmlaşmanızı kıskandıkları gibi size hiçbir yönde haset etmezler." (Tirmizî, hadis no: 2696; İbn Mâce, hadis no: 856)

Bütün anlamıyla, bereketiyle ve sonuçlarıyla selâm, Kur’an’ın dediği gibi ‘hidâyete tâbi olanların üzerine olsun.’ (20/Tâhâ, 47).

 

 

 

 

 

 

Küfrün Şiarları/Sembolleri; Bâtıl Dinlerin Kutsalları, Heykel, Giyim...

Heykel: Heykel, büst ve manken gibi hacimli sûretlerin yapılması ve kullanılması dinimizde haram kılınmıştır. Bâtıl din ve ideolojilerin bağlılarının uygarlığını benimseyip taklit ederek heykeller dikilmesi, büstler kullanılması ve mankenler kullanılması, kâfirlere benzeme yoluyla işlenmiş bir haramdır. Kur'ân-ı Kerim, heykelleri kutsayanları şiddetle takbih eder: "(İbrâhim,) Babasına ve kavmine: 'Sizin tapmakta olduğunuz bu heykeller nedir?' demişti. Onlar: 'Biz atalarımızı bunların tapıcıları olarak bulduk' dediler. (İbrâhim) dedi: 'Andolsun siz de atalarınız da apaçık bir sapıklık içindesiniz." (21/Enbiyâ, 52-54) "(İbrâhim) Dedi ki: 'Kendi (elinizle) yontmakta olduğunuz şeylere mi tapıyorsunuz? Halbuki sizi de (elinizle) yapageldiğiniz şeyleri de Allah yaratmıştır." (37/Sâffât, 95-96). "İbrâhim: 'Allah'ı bırakıp da, size hiçbir fayda ve zarar vermeyen bir şeye hâlâ tapacak mısınız? Size de, Allah'ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylere de yuh olsun! Siz aklınızı kullanmaz mısınız?" (21/Enbiyâ, 66-67). Bu konuda hadis rivâyetleri şöyledir: "Kıyâmet gününde en şiddetli azâba uğrayacaklar, yaptıkları sûretleri (heykelleri) Allah'ın yarattığı varlıklara benzetmeye çalışanlardır." "Kim bir canlı sûreti (heykeli) yaparsa kıyâmet gününde yaptığına can verinceye kadar Allah o kula azap edecektir. Kul ise ebediyyen can veremeyecektir."

Tarihî dönemlerde yaygınlaşan ve asrımızda şekil değiştirerek varlığını sürdüren çok tanrıcılık ve putperestliğin başlıca kaynaklarından birisi şüphesiz hacimli sûretlerin, yani heykellerin yapılması ve kullanılmasıdır. Tanrılaşma ve tanrılaştırma sapıklığını engelleyerek tevhid inancını korumak ve ahlâk dışı resim ve heykellerle şehvetin putlaştırılmasına mâni olmak gibi gâyelerle İslâm dini, heykelleri haram kılmıştır. İslâm dininin yasakları arasında bulunması sebebiyledir ki İslâm kültürünün egemen olduğu hiçbir İslâm ülkesinde heykel, büst ve manken yapımı ve kullanımı revaç bulmamıştır. Başta Peygamberimiz ve dört büyük halife olmak üzere hiçbir İslâm âlimi, kumandanı ve yöneticisinin heykeli yapılıp dikilmemiş, büstü kullanılmamıştır. (29)

Âtıf Hoca gibi nice İslâm âlimleri ve müslüman halktan binlerce kişi, kâfirlerin şiarı olduğu gerekçesiyle şapka giymeyi reddettikleri için idam sehpasında şehid edilmişlerdir. Günümüzde şapkanın kâfirlerin şiarı olmaktan çıktığı söylenebilir. Bunun yanında günümüzde papyon, kravatın batıcılar tarafından ve batı uygarlığının sembolü/şiarı olduğu gerekçesiyle nice müslümanın kravat ve papyon takmadıkları bilinmektedir. "Biz, onların boyunlarına halkalar geçirdik. O halkalar çenelere kadar dayanmaktadır. Bu yüzden kafaları yukarı kalkıktır." (36/Yâsin, 8). Bu âyetin tefsirinde Elmalılı Hamdi Yazır, âyette geçen "ağlâl" kelimesini kravata benzeterek şunları söyler: "Biz onların boyunlarında birtakım bağlar, kelepçeler yapmışızdır. Çünkü tomruk ve kelepçe gibi bağlar, ceza ve ukubat âletlerinden olmak itibarıyla cebrî olan fıtriyâtı değil; iktisap ile istihkaka terettüp eden cezâî bir ilzâm ifade eder. İlk nazarda, asrî medeniyetin boyun bağlarını ihtar eder gibi görünen bu "ağlâl" hem ferdin kabiliyet-i fıtriyyesini yanlış hedeflere sevkeden bir cemiyetin sultasının fena tazyıklarını, hem de itikadlar, çirkin itiyadlar, kötü huylar, taklit, taassup, hevâ gibi küfr ü ma'siyeti hoşlandırıp imandan sakındıran fena melekelere ve keyfiyetlere nefislerin alıştıra alıştıra değişmez hale getirilmiş olmasını temsildir." (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, Eser Y. c. 6, s. 4010)

Kılık kıyafette bâtıl din ve ideoloji bağlılarına benzememek, İslâm'ın üzerinde hassâsiyetle durduğu bir mevzûdur. Zira zâhirî benzemeler, kaynaşmalara ve rûhen yakınlaşmalara sebep olmaktadır. Meselâ; askerler ve polisler gibi aynı meslekten olup, aynı tip elbise içinde görülen insanlarda rûhî bir yakınlaşma kaçınılmazdır. Kezâ, saç, sakal, bıyık şekilleri bir olan ve bu birlikleri hususuyla bir kaynaktan kaynaklanan ve bir gâyeye yönelik olan kişilerde de aynı rûhî yakınlaşmaları müşâhede ediyoruz. İslâm, mü'minlerin bâtıl din ve ideoloji mensuplarıyla kaynaşmasını câiz görmediği içindir ki, kılık kıyafet mevzuunda müslümanları bağlayıcı emirler ve yasaklar koymuştur.

Sakal ve bıyık: Sakal ve bıyık şeklinde İslâm'ın dışındaki yabancı ümmetlere; bâtıl din ve ideoloji mensuplarına benzenilmemesi konusuna dinimizde çok büyük bir önem verilmiş, sözlü ve fiilî sünnette açıkça belirlenmiş şekliyle sakal ve bıyık, dinin şiarlarından kabul olunmuştur. Değişik lafızlarla bize intikal eden emirlerinde Peygamberimiz (s.a.s.); "Sakalınızı uzatın; bıyıklarınızı kısaltın" buyurmuşlardır. Peygamberimiz (s.a.s.) bu emirlerini verirken, çok defa "Müşriklere, mecûsilere, yahûdilere muhâlefet edin" buyurmuş, bu konudaki emrinin yabancı ümmetlere benzenilmemesi hikmetine dayandığını açıklamıştır. Bu hikmetin yanısıra Peygamberimiz'in sakal ve bıyığı, fıtratın gereği ve erkeklerin zîneti olarak vasıflandırması, bu konuda ümmetine bilfiil örnek olması da sakal ve bıyığı İslâmî kılığın değiştirelemez bir özelliği kılmıştır. Nitekim dört mezhepte bu konudaki nebevî hassâsiyeti tesbit etmiş ve üç mezhep imamı (Hanefî, Mâlikî, Hanbelî), Peygamberin emrini, vücûba (vâcip olduğuna) hamlederek sakal kesmenin haram olduğu görüşünde ittifak etmişlerdir. Beyhakî'nin bu konudaki hadis rivâyetini özetleyelim:

İran kisrâsı, Peygamberimiz'in mektupla kendisini İslâm'a dâvet etmesinden ötürü gazaplanmış, imparatorluğuna bağlı Yemen valisi Bazan'a Peygamberimizle ilgili emirler vermişti. Kisrânın emri üzerine Bazan'ın gönderdiği İran'lı elçiler Hz. Peygamber (s.a.s.)'in huzuruna çıktıklarında Peygamberimiz onların sakalsız suratlarına ve uzun bıyıklarına bakmış ve şöyle buyurmuştur: "Size yazıklar olsun. Bu ne biçim sakal ve bıyık şekli?" Onların "efendimiz Kisrâmız bize böyle emrediyor" demeleri üzerine de Peygamberimiz şöye buyurmuştur: "Bana da Rabbim sakalımı uzatmamı, bıyığımı kısaltmamı emretti." (Hadislerin kaynakları ve bu konuda geniş bilgi için bkz. A. Rıza Demircan, İslâm'da Bâtıla Benzemenin Hükmü, s. 166-237)

Söyleniş gâyesi itibarıyla bâtıl din ve ideoloji mensuplarının bütününe şâmil kılabileceğimiz bir hadislerinde Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Râhiplerin elbiseleri (gibi yabancı ümmetlere has elbiseler) giymekten sakının. Kim onların şekillerine bürünür ve onlara benzemek isterse Benden değildir." (Taberânî, Evsat). Bu konuya ilgili diğer bir rivâyette ise Abdullah bin Amr bin Âs şöyle diyor: Hz. Peygamber, üzerimde rengi sapsarı bir elbise gördüğünde şöyle buyurdu: "Bu elbise (renk ve şekil itibarıyla) kâfirlerin elbisesidir; onu giyme!" (Ahmed bin Hanbel, 2/164).

İslâm âlimleri; haç takınmak, zünnar bağlamak, haham, râhip, râhibe elbiselerini giymek gibi giyimdeki benzemeleri alâmet-i küfür (küfür alâmet ve şiarları) olarak görmüştür. Burada üzerinde hassâsiyetle durulması gereken husus, giyilecek elbiselerin ve takılacak rozet ve süs eşyasının yabancı ümmetlere, bâtıl din ve ideoloji mensuplarına has olup olmadıkları keyfiyetidir. Mü'minin bâtıl din ve sistemlerden birinin mensubu gibi görülmesine sebep olacak tarzda giyinmesi kesinlikle haramdır. Zira bu tarzdaki bir giyim, yabancı bir milletin bayrağını iltizam eden kişinin işlediği "hıyânet-i vataniyye" suçu gibi, bir "hıyânet-i İslâmiyye" suçudur.

Yakın tarihimizdeki şapka devriminin İslâm âlimleri arasında infial uyandırmasının sebebi, devrin şartları içerisinde şapkanın küfür alâmeti ve şiarı olarak değerlendirilmesi, kâfirlere benzemekten korunma gayret-i diniyyesidir. Giyimdeki benzeme, duygu ve düşüncelerin kaynaşmasına medar olması bakımından önem taşıdığı gibi, mü'minlerle bâtılperestlerin iç içe yaşadığı toplumlarda, sosyal karmaşaya sebep olması bakımından da önem taşır.

Bu konuyu akad meselesi olarak gören ve kâfirlere has kıyafeti giyenlerin küfürlerine hükmeden âlimler de vardır. Bu konuda eski ve yeni bazı âlimlerin fetvâlarından bir-iki örnek verelim: Ebussud Efendi'den fetvâlar: Mes'ele: "Zeyd'e sıla vâcip oldukta, yerlerine yakın yerde bir dâru'l-harp olup kefere libâsını (kâfirlere has kıyafeti) giymeyince oradan geçilmese, giydiği takdirde zevcesi boş olur mu?" El-cevap: "Kefereye mahsus libâs ise bâin olur. (Kâfirlere mahsus kıyâfet ise bâin talâkla karısı boş düşer. Talâk-ı bâin, kadının yeniden evleniyorlarmış gibi rızâsı ile tekrar nikâh edilmedikçe geri alınamayacağı talâk, boşamadır. Kadın istemezse erkek zorla alamaz.) Mes'le: "Zeyd, bi-gayrı zarûretin (zarûret olmaksızın) başına yahûdi şapkası giyse, şe'an Zeyd'e ne lâzım olur?" El-cevap: "Küfür lâzımdır." (M. Ertuğrul Düzdağ, Şeyhul-İslâm Ebussuud Efendi Fetvâları Işığında 16. Asır Türk Hayatı, s. 118)

"Bele Zünnar (papazların bellerine bağladıkları kuşak) bağlamak gibi bazı günahlar vardır ki Kur'an ve Sünnet onları alâmet (şiar) ve dini yalanlamadan saymış, bu da şer'î deliller ile bilinmiş olduğundan, o gibi günahları işleyenlerin kâfir olduğunda nizâ (ihtilâf) yoktur." (Sırrı Paşa, Nakdü'l-Kelâm fî Akaidi'l-İslâm, s. 248). "Kâfirlere mahsus olup onlara ait bir alâmet (şiar) olarak kökleşip yaygınlaşan giysi ve rozetleri giyip takınmak; Havra ve kiliselerine girilmemiş olsa da, yahûdi ve hıristiyan zünnarı takmak; Zarûret yokken mecûsi (veya müslüman olmayan herhangi bir bâtıl din mensuplarına ait) başlığı giyme... müslümanı kâfirliğe sürükleyip onlardan kılar." (A. Ziyâeddin Gümüşhanevî, Câmiu'l-Mütûn, s. 76) (Naklen; A. Rıza Demircan, İslâm'da Bâtıla Benzemenin Hükmü, s. 56-65)

Ali Rıza Demircan, İslâm'da Bâtıla Benzeme'nin Hükmü adlı kitabında, teşebbühü yasaklayıcı genel özellikteki düsturlara aykırı olan benzeme çeşitlerine örnek olarak şunları da sayar: Tâzim maksadıyla ölü veya diri siyâset vs. adamlarının fotoğraflarının evlere, resmî dairelere asılması; bandolu, resimli ve çelenkli cenâze merâsimleri; tarihî şahsiyetlerin ölümleri sebebiyle veya ölüm yıldönümleri nedeniyle toplumda yas ilân edilmesi; yılbaşı gecesi eğlenceleri; falcılık, İslâmî ölçülere riâyet edilmeden ve tesettürlü olmayan kadınlarla erkeklerin karışık olarak bulundukları düğün; misafirlere alkollü içkiler ikram edilmesi; kravat veya papyon takmak; kabirlere mum yakmak gibi şiarlardan ve bunların kesin haramlığından bahseder. (Bkz. A.g.e. s. 92-100)

Yine, kâfirler için kutsal kabul edilen şiarlardan herhangi birini kabul etmek, dinimizde kesin olarak haram kabul edilmiştir. Haç işareti, papaz kıyafeti, orak-çekiç işareti, gamalı haç, altı köşeli yahûdi yıldızı, siyonizm vb. bâtıl ideolojilerin her çeşit simgeleri/şiarları, kâfirlere ait devlet marşları, bayrak, flama ve armalar, rozetler, kâfirlere ait âyine benzeyen törenler, küfür imam ve önderlerine saygı duruşu...

 

 

 

 

Allah'ın Şiarlarını Yüceltme

Kur'an Allah'ın koyduğu haramları gözmenin, O'nun koyduğu helâl hükümlere uymanın gereğine işaret ettikten sonra şöyle diyor: "İşte böyle, kim Allah'ın ölçü ve kutsallarını/şiarlarını yüceltirse, şüphesiz bu, kalplerin takvâsındandır." (22/Hacc, 32). Din, Allah'ın şiarlarına tâzim etme (saygı gösterme) esası üzerine binâ edilir. Bu hürmet duygusu, mü'minde takvâ olup olmadığının göstergelerinden biridir. Allah'ın şiarlarından maksat, O'nun muhterem kıldığı, saygıya lâyık gördüğü işaretlerdir. Bunlar, Beytullah'ın sahibi Allah'a yönelişin ve O'nun emirlerine uymanın belirtilerinden başka birşey değildir.

Dinin şiarları, Rabbimizin kendisine ibâdete vesile olması için onlara saygı göstermeye, onlarla kulluk vazifelerini yapmaya insanları dâvet ettiği İslâm'ın esaslarıdır. Bunlar âdeta dinin nirengi noktalarıdır. İşte muttakî insan, bu dinî unsurlara saygı gösteren, onlara karşı kusur etmekten sakınandır. Bu dikkat ve sakınma, kalpteki takvânın eseridir. Onun için, "mü'minim" diyen kimsede dinin kutsal tanıdığı şeylere karşı lâubâlilik, pervâsızlık ve saygısızlık olmaz. İman, bir anlamda dinin kutsallarına saygıdır. (30) Allah'ın hürmet edilmesini istediği en büyük şiarları dört tanedir. Bunlar: Kur'an, Kâbe, Peygamber ve namazdır (Şah Veliyyullah Dehlevî, Huccetullahi'l Bâliğa, s. 134-135).

İslâm’ın tüm şiarlarına sahip çıkıp onları yücelten şuurlu gençlere selâm olsun!

 

 

 

 

1- Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. 1, s. 457

2- Ebul Hasen Ali Hasenî en-Nedvî, Dört Rükûn, İslâmî Neşriyat, s. 242-243

3- Mevdûdi, Tefhîmu’l Kur’an, 1/113

4- Muhammed Fadlallah, İslâmî Hareket İlkeler ve Sorunlar c. 2, s. 293-296

5- A. Akpınar, Namaz Duaları ve sureleri, s. 21, 26

6- Mustafa İslâmoğlu, İman Risalesi, s. 180

7- Ali Akpınar, a.g.e. s. 28

8- İhsan Eliaçık, İslâm ve Sosyal Değişim, s. 13-27

9- D. Ârif Çevikel, Allahu Ekber

10- Hüseyin K. Ece, İslâm'ın Temel Kavramları, s. 693-694

11- İhsan Eliaçık, a.g.e. s. 27-31

12- Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 247, 643

13- İhsan Eliaçık, a.g.e. s. 31-36

14- Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 697

15- İhsan Eliaçık, a.g.e. s. 36-39

16- A.g.e. s. 42-47

17- Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 363-365

18- İhsan Eliaçık, a.g.e. s. 47-50

19- A.g.e. s. 39-42

20- Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 314-315

21- Ali Bulaç, Dil Ağacı

22- Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 170-173

23- TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 248

24- Ömer Tellioğlu, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 343-344

25- Nebi Bozkurt, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 18, s. 13-15

26- Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 365-369

27- Mustafa İslâmoğlu, Şafak Yazıları, Denge Y. s. 115-116

28- Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 587-590

29- Ali Rıza Demircan, İslâm'da Bâtıla Benzemenin Hükmü, s. 90-91

30- Ekrem Sağıroğlu, Kur'an'da İnsan ve Toplum, s. 243-244

 

 

 

 

Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar

1. Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 457-460

2. Tefhimu'l Kur'an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1, s. 113

3. Fi Zılâli'l-Kur'an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 308-312

4. Kur'an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 314-315

5. Hadislerle Kur'an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 3, 637-640

6. Hulâsatü'l-Beyan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat, c. 1, s. 269-271

7. Mefatihu'l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 4, s. 97-108

8. El-Mîzan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Muhammed Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c. 1, s. 536-540

9. El-Câmiu li-Ahkâmi'l-Kur'an, İmam Kurtubi, Buruc Y. c. 2, s. 416-413

10. Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 1, s. 270-271

11. Et-Tefsîru'l-Hadis, İzzet Derveze, Ekin Y. c. 5, s. 151-153

12. Kur'an Mesajı, Muhammed Esed, İşaret Y. c. 1, s. 43-44

13- Min Vahyi'l Kur'an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 3, s. 109-112

14. Safvetü't Tefâsir, Muhammed Ali es-Sâbûnî, Ensar Neşriyat, c. 1, s. 198-199

15. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, c. 19, s. 264-265

16. Huccetullahi’l Bâliğa, Şah Veliyyullah Kandehlevî, İz Y. s. 134-135

17. Kur’an’da İnsan ve Toplum, Ekrem Sağıroğlu, Pınar Y. 243-244

18. Takvâ Bilinci, Hüseyin K. Ece, Denge Y. s. 167

19. İslâm ve Sosyal Değişim, İhsan Eliaçık, Bengisu Y. s. 11-50

20. İslâmî Hareket İlkeler ve Sorunlar, Muhammed Fadlallah, Ekin Y. c. 2, s. 293-296

21. İlâhî Şiarları Özgürleştirmek, Atasoy Müftüoğlu, İnsan Y.

22. İslâm'da Bâtıla Benzemenin Hükmü, Ali Rıza Demircan, Eymen Y.