12/Yûsuf, 4; Kavram, 189
· Yusuf’un (a.s.) Hayatı ve Mücâdele Örnekliği
· Yusuf’un (a.s.) Yönetimi ve Çağdaş Çarpık Yorumlar
·
Hz. Yusuf ve Tevhid Dâveti
· Kur’ân-ı Kerim’de Yusuf (a.s.) ve Yûsuf Sûresi
· Yûsuf Kıssasından Alınacak Dersler
·
Yusuf Sûresinden Çıkan İlkeler
· Hadis-i Şeriflerde Yusuf (a.s.)
·
Kişilik Psikolojisi Açısından Yusuf (a.s.)
· Züleyha; Hz. Yusuf’un Büyük İmtihanlarından Biri
·
Hz. Yusuf’un Sınavları ve Biz
بِسْمِ
اللهِ
الرَّحْمنِ
الرَّحيم
إِذْ
قَالَ
يُوسُفُ
لِأَبِيهِ
يَا أَبتِ إِنِّي
رَأَيْتُ أََحَدَ
عَشَرَ
كَوْكَباً
وَالشَّمْسَ
وَالْقَمَرَ
رَأَيْتُهُمْ
لِي
سَاجِدِينَ
قَالَ
يَا بُنَيَّ
لاَ تَقْصُصْ
رُؤْيَاكَ عَلَى
إِخْوَتِكَ
فَيَكِيدُواْ
لَكَ كَيْداً إِنَّ
الشَّيْطَانَ
لِلإِنسَانِ
عَدُوٌّ
مُّبِينٌ
وَكَذَلِكَ
يَجْتَبِيكَ رَبُّكَ
وَيُعَلِّمُكَ
مِن
تَأْوِيلِ
الأَحَادِيثِ
وَيُتِمُّ
نِعْمَتَهُ
عَلَيْكَ وَعَلَى
آلِ
آلِ
يَعْقُوبَ
كَمَا
أَتَمَّهَا
عَلَى أَبَوَيْكَ
مِن قَبْلُ
إِبْرَاهِيمَ
وَإِسْحَاقَ إِنَّ
رَبَّكَ
عَلِيمٌ
حَكِيمٌ
لَّقَدْ
كَانَ فِي
يُوسُفَ
وَإِخْوَتِهِ
آيَاتٌ
لِّلسَّائِلِينَ
“Bir
zaman Yusuf, babasına (Ya’kub’a) demişti ki: ‘Babacığım! Gerçekten ben (rüyada)
on bir yıldızla güneşi ve ay’ı gördüm, yani onları bana secde ederlerken
gördüm!”
“(Babası:)
‘Yavrucuğum! Rüyanı sakın kardeşlerine anlatma, sonra sana bir tuzak kurarlar.
Çünkü şeytan insana apaçık bir düşmandır’ dedi.”
“İşte
böylece Rabbin seni seçecek, sana (rüyada görülen) olayların yorumunu öğretecek
ve daha önce iki atan İbrâhim ve İshak’a nimetini tamamladığı gibi sana ve
Ya’kub soyuna nimetini tamamlayacaktır. Çünkü Rabbin çok iyi bilendir, hikmet
sahibidir.”
“Andolsun
Yusuf ve kardeşlerinde, (onların haberlerinden) soranlar/ilgi duyanlar için ibretler
vardır.”
(12/Yûsuf, 4-7)
“Andolsun
ki, Yusuf ve kardeşlerinin kıssasında ilgi duyan herkes için ibretler vardır.”
(12/Yusuf, 7). Kur’ân-ı Kerim’de kıssaları anlatılan
peygamberler içinde, hayatı, bir sûre içerisinde ayrıntılarıyla muhâtaplara
aktarılan tek peygamber Yusuf (a.s.)’dur. Yusuf Peygamber kıssasını, diğer
peygamber kıssalarından ayırt eden bu anlatım özelliği, Kur’an’ın anlatım
üslûbu içerisinde hemen dikkati çeker.
Kur’an, insanların
nazarlarını çekmek için çok çeşitli teknikler kullanmıştır. Kur’an’ın kullandığı
bu anlatım teknikleri, peygamber kıssalarında özellikle belirginlik arzeder.
Kur’an’da anlatılan tüm kıssalar içerisinde yalnızca Yusuf kıssasında,
peygamberin tüm hayatına denk gelen bir sürecin ayrıntılarıyla anlatılması,
muhâtapların bu kıssa üzerinde dikkatlerinin yoğunlaştırılması amacı
güdülmektedir. Ve çocukluktan yöneticiliğe kadar olan tüm yaşam safhalarının birlikte
ele alınarak, mesajın bu bütünlük içerisinde daha iyi anlaşılabileceği imajı
muhâtaplara verilmektedir.
Yusuf
Peygamber kıssasının diğer kıssalardan ayrıcalığını Allah, Yusuf sûresinde
şöyle beyan ediyor: “Biz, bu Kur’an’ı vahyetmekle sana kıssaların en güzelini
anlatıyoruz. Sen ondan önce (bu kıssayı) bilmeyenlerden idin.” (12/Yûsuf,
3)
Yusuf’un
(a.s.) Nesebi: Yusuf Peygamber’i
anlamak için onun Kur’an’da anlatılan nesebini de bilmek lâzımdır. Çünkü o, İbrâhim
(a.s.) gibi bir peygamberin soyundan gelen ve bu soyda kesintisiz olarak dedesi
İshak (a.s.) ve babası Yakub’un (a.s.) da rasul olduğu bir sülâleye sahip olan,
bu vechesiyle nev-i şahsına münhasır bir peygamberdir.
Hz. Yusuf’un
atası Hz. İbrâhim, biri câriyesi Hacer, diğeri karısından olma iki evlât sahibi
idi. İsmâil (a.s.) Kâbe’nin bulunduğu Hicaz bölgesinde yerleşti ve Arapların
atası oldu. İbrâhim’in (a.s.) câriyesi Hacer’den doğan İsmail’den sonra; karısı
Sara’dan doğan ikinci oğlu İshak için, Kur’an’da şöyle bilgi verilmektedir: “Ayakta
durmakta olan karısı güldü. Biz ona İshak’ı müjdeledik. İshak’ın ardından da
Yakub’u.” (11/Hûd, 71)
İshak
(a.s.)’a İbrânîce’de “gülüyor” mânâsına “Yashak” denilmektedir. Bunun nedeni,
melekler annesine İshak’ı müjdeledikleri zaman, doğurma devresini aşmış olan
annesi Sara’nın, bu habere gülmesinden dolayı İshak (a.s.)’a “Yashak” ismi verilmiştir.
İshak’dan sonra onun oğlu Yakub (a.s.) peygamber olarak seçilir. “Kuvvetli
ve basîretli kullarımız İbrâhim’i, İshak’ı ve Yakub’u da an.” (38/Sâd, 45)
Tarihî
kaynaklar Hz. Yakub’un babası İshak’ın vefatından sonra onun yerine geçtiği ve
daha sonra peygamber olduğunu ve babasının yurdu olan Ken’an yöresinde ikamet
ettiğini anlatırlar. Yakub Peygamber’in lakabı İsrail’di. Kur’ân-ı Kerim’de bu
hususa şöyle değinilir: “Tevrat indirilmeden önce İsrail’in kendilerine
haram kıldığının dışında bütün yiyecekler İsrailoğullarına helâl idi.” (3/Âl-i
İmrân, 93). Bundan dolayı Yakub Peygamber’den sonra, onun nesli “İsrailoğulları”
adıyla anılır olmuştur. Yakub’dan sonra İsrailoğulları olarak ünlenen yahûdilerin,
silsile olarak ünlenen İbrâhim soyundan geldiklerini görmekteyiz. Bununla birlikte
İbrâhim’in aynı zamanda Mekke ahâlisinin ilk atası olduğu, Kâbe’nin bulunduğu
Mekke’de yerleştiği, İsmâil (a.s.) yoluyla bu silsilenin devam ettiğini
görüyoruz.
Esâsen
Kur’an’ın iniş sürecinde Mekke’de bulunan yahûdilerin, Hz. Muhammed’e (s.a.s.)
vahyin inişini kıskanmalarının bir sebebi de Peygamberimiz’in, İsmail (a.s.)
soyundan bir rasul olmasındandır. Tevrat’ta vasfını işittikleri peygamber
Araplar arasından gelince “bu, İsrâiloğullarından değil, İsmâil evlâdındandır”
diye içlerine işlemiş olan ırkçılıktan dolayı Peygamberimiz’i inkâr ettiler.
Böylece
Allah, Yusuf kıssasıyla, yahûdi ve Arapların, kıssa hakkındaki Tevrat’tan ve diğer
rivâyetlerden edindikleri yanlış inançlarını düzeltmekte ve hem de İsrâiloğulları
ve Arapların menşei hakkında doğru bilgileri, Yusuf kıssası ile onlara bildirmekteydi.
Yusuf’un
Çocukluğu ve Rüyası: Yakub’un (a.s.)
on iki oğlu vardı. Bunlardan ikisi, Yusuf ve Tevrat’ta “Benyamin” diye isimlendirilen
küçük kardeşi, diğer on kardeşle, baba bir anaları ayrı kardeştiler. Kur’an
bunu şöyle ifade ediyor: “(Kardeşleri) demişlerdi ki: ‘Yusuf ve kardeşi,
babamıza bizden daha sevgilidir.” (12/Yûsuf, 8). Tevrat metninde; Hz.
Yakub’un, Yusuf’u sevmesinin sebebi olarak, onun ihtiyarlığının oğlu olduğu,
bundan dolayı çok sevdiği yer alır. Oysa Yusuf (a.s.)’dan sonra “Benyamin”in
doğmuş olduğu da anlatılmaktadır. O halde Yakub Peygamber’in en son oğlu olması
hasebiyle en küçük oğlunu daha çok sevmesi gerekirdi. İşin doğrusu Kur’an’da
şöyle verilmektedir: “(Yakub) böylece Rabbin seni seçecek ve sana ‘te’vîl
el-ehâdîs’i öğretecek. Daha önce, ataların İbrâhim’e ve İshak’a nimetini
tamamladığı gibi, sana ve Yakub soyuna da nimetini tamamlayacaktır.” (12/Yûsuf,
6)
Yusuf sûresindeki
bu âyetten de anlaşıldığı gibi, Kur’an’da Yakub Peygamber’in, Yusuf’u (a.s.) diğer
kardeşlerinden daha çok sevmesinin nedeni olarak, Yusuf hakkında Allah’tan vahy
ile bilgi alması anlatılmaktadır: “Bir zamanlar Yusuf, babasına; ‘Babacığım!
Rüyamda on bir yıldızın, güneş ve ayın bana secde ettiklerini gördüm’ demişti.
Babası dedi ki: ‘ey oğulcuğum! Rüyanı kardeşlerine anlatma, yoksa sana bir
tuzak kurarlar. Çünkü şeytan, insanın apaçık düşmanıdır.” (12/Yusuf, 5-6).
Yakub’un (a.s.) vahy ile kendisine bildirilen bilgiden dolayı, Yusuf’a gördüğü
rüyayı anlatmaması ikazına rağmen, Yusuf’un bu rüyayı anlatması neticesi
şeytan, kolladığı fırsatı yakalamış ve kardeşlerinin, Yusuf aleyhinde kötü
düşünceler üretmesini sağlamıştı. “Zira şeytan, benimle kardeşlerimin
arasına fitne soktuktan sonra…” (12/Yûsuf, 100). Şeytanın fitnesi ile ilgili
olarak, kıssanın bitiminde Yusuf Peygamber’in ağzından, şeytanın nifakıyla
kardeşlerin arasının bozulduğunun bir kez daha tesbiti yapılmaktadır. “Demişlerdi
ki: ‘Yusuf ve kardeşi babamıza bizden daha sevgilidir. Oysa biz bir cemaatiz.
Babamız açık bir yanlışlık içindedir. Yusuf’u öldürün, ya da onu bir yere
bırakın da babanızın yüzü yalnız size kalsın. Ondan sonra da iyi bir topluluk
olursunuz.” (12/Yusuf, 8-9)
Kur’an’da
Yusuf kıssası hâricinde, kardeşler arasındaki çekişmeye bir diğer örnek olarak,
Âdem’in çocuklarının kıssası anlatılır: “Onlara Âdem’in iki oğlunun haberini
gerçek olarak oku: Hani her biri birer kurban sunmuşlardı. (Kurban) birinden
kabul edilmiş, ötekinden kabul edilmemişti. (Kurbanı kabul edilmeyen, kurbanı
kabul edilene:) ‘Seni öldüreceğim’ demişti. (O da;) ‘Allah, sadece muttakîleri/korunanı
kabul eder’ dedi.” (5/Mâide, 27) “(Kurbanı kabul edilmeyenin) nefsi, onu
kardeşini öldürmeye çağırdı, onu öldürdü, ziyana uğrayanlardan oldu.” (5/Mâide,
30). Her iki kıssada da üzerinde duruluna haseddir; kıskançlığın şeytan ve nefsin
de tahrikiyle kardeş öldürmeye kadar insanı kötülüğe götürdüğü anlatılmaktadır.
Kardeşlerin
Tuzağı: Babaları Yakub’un nezdinde
daha sevgili olmak isteyen on kardeş, Yusuf’u öldürmeye karar verirler. Ancak içlerinden
biri, Yusuf’un öldürülmemesini, onun kuyuya atılmasını teklif eder. Böylece
peygamber nesli bu kardeşler, bir insanı öldürmenin bedelinin farkına son anda
vararak, Yusuf’u kuyuya atmaya karar verirler. Kuyuya atma tepetaklak,
metrelerce derinliğe itmekten ziyâde; Yusuf’u yalnız olarak çıkamayacağı kuyuya
indirme şeklindeydi. Böylece bu kuyudan su alan kervanın onu bulmasını
sağladılar. Böylece Yusuf öldürülmemiş, ancak bu tuzakla babalarından
uzaklaştırılmış oluyordu.
Kervandakiler
ise, köleliğin cârî olduğu o asırda bir köle bulmanın sevinciyle Yusuf’u satmak
üzere yanlarına alırlar. Mısır’a vardıklarında onu az bir fiyata satarlar.
Böylece ne olduğunu anlamadıkları, ancak şüphe içinde oldukları bu olayı kendi
açılarından bitirmiş olurlar. Yusuf’un kardeşleri ise, Yusuf’un giysisine
bulaştırdıkları bir kan vâsıtasıyla babalarını, Yusuf’u kendileri oynarken
kurdun yediğine inandırmaya çalışırlar: “Ey babamız! Yusuf’u eşyamızın
yanında bırakıp yarışmaya gitmiştik, bu arada onu kurt yemiş. Biz ne kadar
doğru söylesek de sen bize inanmayacaksın’ dediler. Onun başka bir kana
bulanmış gömleğini getirdiklerinde babaları: ‘Anlaşılan nefsiniz sizi kötü bir işe
sürüklemiş. Artık bana güzelce sabretmek düşüyor’ dedi.” (12/Yûsuf, 17-18)
Yakub
Peygamber’in bu âyette geçen sözleri, Yusuf’un öldüğüne inanmaktan çok, vahy ile
kendisine bildirildiğini anladığımız bilgi ile Yusuf (a.s.) hakkında Allah’ın
takdirinin tezâhür etmeye başladığının delâleti olarak olayı sabırla
karşıladığını anlamaktayız: “O (Yakub) kendisine öğrettiğimiz bir bilgiye
sahipti.” (12/Yûsuf, 68)
Yusuf
(a.s.) Mısır’da: “Bir kervan geldi,
sucularını kuyuya gönderdiler. Sucu kovasını sarkıtınca: ‘Müjde! Bir oğlan
çocuğu’ dedi. Onu satmak üzere yanlarında götürdüler. Oysa Allah yaptıklarını
görmekteydi. Onu kendisine rağbet etmeyerek, ucuz bir fiyata, birkaç dirheme
sattılar.” (12/Yûsuf, 19-20).
Kardeşlerinin hasedi ile başlayan uzun bir serüvende, ilk durağı Mısır olmuştu.
Yusuf’un; Filistin’in bir yöresinde atıldığı kuyudan başlayan yolculuğu, köle
olarak Mısır’da bir yöneticiye satılmasına varmıştı. Yusuf’u köle olarak satın
alan Mısırlı yöneticinin niyetini Allah şöyle açıklıyor: “Mısır’da onu satın
alan kimse, karısına: ‘Ona iyi bak, belki bize faydası dokunur veya evlât ediniriz’
dedi..” (12/Yûsuf, 21). Evet, Yusuf’u satın alan yönetici, çocuğunun
olmaması sebebiyle onu evlât edinme gibi bir gâyeyle Yusuf’u satın almıştı. “Böylece
olayların yorumunu öğretmek için Yusuf’u oraya yerleştirdik. Allah, dilediğini
yapar, fakat insanların çoğu anlamaz.” (12/Yûsuf, 21)
Herkesin
hesapları vardı. Yakub, Yusuf’ta gelecek görmüş, onu kardeşlerinden korumaya
çalışmıştı. Kardeşleri, babalarına daha sevimli olmak için Yusuf’a tuzak
kurmuşlar ve ondan kurtulmayı amaçlamışlardı. Kervan sahipleri, kuyuda
buldukları Yusuf’tan çekinerek daha değerli olmasına rağmen az bir fiyata
satmışlardı. Ve en son olarak Aziz, onu kendisine evlât edinme amacıyla satın
almıştı. Ancak olaylara hükmeden Allah’tı ve Allah tüm hesap yapanların üstünde
hesap yapandı.
Bir zamanlar
yine Mısır’da Firavun da saltanatını devam ettirmek amacıyla, yeni doğan bütün
erkek çocukları katletmişti, ancak sarayına aldığı ve kendisine sâdık bir kul
olacağını umduğu Mûsâ sonunda onun hasmı ve saltanatının son vericisi olmuştu.
İşte Allah bunun için hatırlatma yapıyor: “…Allah dilediğini yapar, fakat
insanların çoğu anlamaz.” (12/Yûsuf, 21). Özellikle inkârcılar.
Yusuf’un,
Peygamberlikle Vazifelendirilmesi: Satın
alınarak köle yapılan Yusuf, Mısır’da yıllarca Azize ve karısına hizmet
etmişti. Yıllar çabucak geçmiş ve artık o bir delikanlı olmuştu. Sonunda Allah
ona peygamberlik vermiş ve onu tebliğ ile görevlendirmişti. “Olgunlaşınca,
ona hüküm ve ilim verdik.” (12/Yusuf, 22). Burada Yusuf’un rasüllükle
vazifelendirilmesinde bazı inceliklere değinmekte fayda vardır:
a- Her
peygamber gibi Yusuf (a.s.) da rasüllükle görevlendirildiği toplumun, tanınan
ve hatta güvenilen bir ferdi olarak peygamberliğe muhâtap olmuştur. Çünkü küçük
bir çocukken Mısır’a gelen Yusuf (a.s.), yıllarca Mısırlılar arasında kalmış,
hem Mısır toplumunun yapısına vâkıf olmuş, hem de onlarca bilinen, tanınan biri
olmuştu.
b- Kur’an’da
anlatılan peygamberler içinde köle olarak rasüllükle vazifelendirilme vasfı
kazanmıştır. Gerçi Kur’an’da anlatılan rasüller içinde İsmâil (a.s.) bir
câriyeden, yani köle bir kadından doğmuştu. Ancak İsmâil (a.s.) bir köle
değildir. Oysa Yusuf (a.s.) Mısırlı bir yöneticinin kölesidir. Böylece Allah,
köle ile köle olmayan arasında hiçbir fark olmadığını, farkın takvâda olduğunu
belirtmiş olmaktadır.
Azizin
Karısının Zinâya Meyletmesi: Yusuf’un
büyüyüp yakışıklı bir delikanlı olması, Azizin karısının nezdinde olumsuz bir
etki yaparak ona cinsî yönden meyletmesine yol açar. Ve Yusuf’a bir tuzak
kurarak ağına düşürmeye çalışır: “Kaldığı evin hanımı onunla olmak istedi.
Kapıları kilitleyip: ‘Gelsene!’ dedi. Yusuf: ‘Allah’a sığınırım. Rabbim bana
iyi baktı. Zâlimler asla iflâh olmaz’ dedi. Gerçekten kadın onu arzulamıştı.
Rabbinin işaretini görmeseydi Yusuf da onu arzulayacaktı. Böylece onu
kötülükten ve fuhuştan alıkoyduk. Çünkü o, bizim muhlis (ihlâslı) kullarımızdandı.”
(12/Yusuf, 23-24)
Yusuf (a.s.)
22. âyette anlatılan, rasüllük vazifesini almamış olsaydı, (Rabbinin burhânını
görmemiş olsaydı) o zaman o da kadına meyledecekti. Yusuf (a.s.) bunu Kur’an’da
şöyle beyan ediyor: “Yine de nefsimi temize çıkarmak niyetinde değilim.
Rabbimin merhamet etmesi müstesnâ, nefis daima kötülüğü teşvik eder. Doğrusu
Rabbim çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.” (12/Yusuf, 53)
Böylece
Allah, Yusuf peygamberi korur ve peygamberlerin ismet sıfatının nasıl tecellî
ettiğinin bir örneğini de vermiş olur. Eğer Yusuf (a.s.) günaha meyletmiş
olsaydı doğrudan doğruya vahy ve onun belirttiği değerler zarar görmü olacaktı.
Bu sebebe mebnî olarak Allah, bu olay öncesinde Yusuf’u rasüllükle
görevlendirerek aynı zamanda Yusuf peygamberin ismet sıfatına da bürünmesini
sağlamış oluyordu.
Yusuf
(a.s.)’a Yapılan İftirâ: “Kapıya
koştular. Kadın, Yusuf’un gömleğini arkasından yırttı. Kapının önünde kadının
kocasıyla karşılaştılar. Kadın: ‘Eşine kötülük yapmak isteyen bir kimsenin
cezâsı, hapsedilmekten veya can yakıcı bir azâba uğratılmaktan başka ne
olabilir?’ dedi.” (12/Yusuf, 25). Bu
âyette belirtilen olayda tipik bir iftirâ durumuyla karşı karşıyayız. Olayda biri
kadın diğeri erkek iki şahıs vardır ve evde yalnızdırlar. Azizin karısı
kendisini savunmaya başlamıştır. Yusuf (a.s.)’a iftirâ ederek… Yusuf da kendini
savunmaktadır. “Yusuf: ‘O benimle olmak istedi’ dedi.” (12/Yusuf, 26).
Her ikisinin
de suçsuzluklarını iddiâ ettikleri bu durumda ne yapmak gerekir? O halde olayın
doğruluğu hakkında karar vermek için şâhit lâzımdır. Görgü şâhidi olmadığına
göre, olayda suçlunun kim olduğuna karar vermek için anlatılanların vechesinde
delil aramak lâzımdır. O halde, suçsuzluğunu ispatlamak için Yusuf’un kaçtığına
delil olması açısından gömleğinin arkadan yırtılmış olması gerekir. Çünkü
gömlek önden yırtılmış olsa kadın mütecâviz olamaz, erkek saldırmış kadın da
kurtulmak için erkeğin gömleğini önden yırtmış olması gerekir. “Kadının ailesinden
bir şahit: ‘Eğer gömleği önden yırtılmışsa kadın doğru söylüyor, erkek
yalancıdır. Eğer gömleği arkadan yırtılmışsa kadın yalan söylüyor, erkek
doğrudur’ dedi. Adam gömleğin arkadan yırtıldığını görünce, dedi ki: ‘Bu, sizin
tuzaklarınızdan biri. Çünkü sizin tuzaklarınız pek yamandır.” (12/Yûsuf,
26-28)
Kıssanın bu
bölümü:
a) Kadın ile
erkek arasındaki cinsî iletişimin başlangıcının her iki cinsin bir mekânda
yalnız kalmalarıdır. Her iki cins hakkında yanlış anlaşılmaların, dedikodunun
çıkmaması için ilk yapılacak işin birbirlerine mahrem olanların aynı mekânda
yalnız bulunmamaları gerektiği bu olayla belirtilmektedir.
b) Aziz,
karısının iddiâsına inanmamıştır ki; karısının ailesinden hakem isteyerek,
olayın muhâkeme edilmesini ve böylece hâdisenin doğrusunun açığa çıkarılmasını istemektedir.
Bu hususta muhâkeme ve hakem olayına dikkat çekilmektedir.
c) Meydana
gelen olaylarda hukukî olarak aranacak şeylerin başında delilin geldiği ve
bunun önemi anlatılır.
Şâhidin de
hukukî olarak gerekliliğine ve önemine vurgulama yapılmaktadır. Muhâkemede şâhitliğin
önemli bir hukukî norm olduğunu, şâhidin adâlet, dürüstlük gibi ilkelerle
davranması, aleyhine bile olsa doğruyu beyan etmesi gerektiğine işaret edilmektedir.
Dedikodu: Azizin
karısının, Yusuf’a yaptığı iftiranın sonucunda Yusuf’un aklanması neticesi, Aziz
ve karısının olaya hakemlik yapan akrabaları bu olayın kapanması, örtbas edilmesi
cihetine giderler. “Yusuf! Sen bu işi kapat. Kadın! Sen de günahlarının
bağışlanmasını dile. Çünkü hatalısın.” (12/Yûsuf, 29). Ancak olayın örtbas
edilme isteğine rağmen, dedikodu sâyesinde Mısır’ın bütün sosyetesi, Azizin
karısının “zinâya meyletme” hâdisesini işitir. Sosyetenin işi, birbirlerinin
yaptıkları iyi veya kötü işleri sakız gibi çiğnemek olduğuna göre artık bu dedikodunun
önünün kesilmesi mümkün değildir.
“Şehirdeki
kadınlar: ‘Vezirin karısı kölesiyle olmak istemiş. Kadın onun aşkından deliye
dönmüş. Biz onu apaçık şaşkınlık içinde görüyoruz’ dediler.”
(12/Yûsuf, 30). Tek çarenin olayı açıklamak olduğunu
gören vezirin karısı, Mısır sosyetesini oluşturan “ileri gelen” kadınlara bir
dâvet yaparak evinde toplar. “Kadın onların dedikodularını duyunca onları evine
çağırdı. Onlara koltuklar hazırladı ve her birine birer bıçak verdi. Yusuf’a
‘yanlarına çık’ dedi. Kadınlar onu görünce şaşkınlıktan ellerini kestiler ve
‘Sübhânallah! Allah’ı tenzih ederiz. Bu insan değil, olsa olsa çok güzel bir
melektir’ dediler. Kadın: ‘İşte beni kınadığınız kimse. Ben onunla olmak istedim,
fakat o iffetli kalmak istedi. Eğer isteğimi yerine getirmezse, hapse atılacak
ve zelil olacak’ dedi.” (12/Yûsuf, 31-32)
Azizin
karısının, Yusuf (a.s.) ve kendisinin hakkında sosyetenin yaptığı dedikoduyu
kendisince haklı bir mecrâya çekmek için yaptığı mizansen de önemli bir nokta
gündeme gelmektedir. Sosyetenin kadınlarının, Yusuf’un güzelliği karşısında
şaşırmalarını Azizin karısı, kendi işlemiş olduğu “zinâya meyletme” fiilinin
haklılığı olarak sunmaya çalışmaktadır. Dolayısıyla sosyetenin hanımları azizin
hanımının haklı olduğunu teslim ediyorlar ki; azizin karısı şöyle diyor: “Eğer
isteğimi yerine getirmezse, hapse atılacak ve zelil olacak’ dedi. (12/Yûsuf,
32). Oysa sosyetenin kadınları “zinâya meyletme fiilini tasvip etmemiş
olsalardı, “senin yaptığın ayıp, günah, vs.” demeleri gerekirdi. Bu da Mısır
sosyetesi ve yönettikleri insanların ahlâkî konumlarının hangi seviyede
olduğunu bize anlatmaktadır.
Bu arada
Yusuf peygamberin suçsuzluğunun ikinci bir tesbiti yapılmaktadır. Hem de Azizin
karısının ağzından: “Ben onunla olmak istedim. Fakat o iffetli kalmak
istedi.” Yusuf’un suçsuzluğu, birinci defa gömleğin yırtılma yerinin
tesbiti ile hem Aziz, hem de karısının ailesi tarafından görülerek tesbit
edilmesinin akabinde, sosyetenin kadınları tabiidir ki daha sonra beyleri tarafından
ve Azizin hanımının ağzından tesbit edilmiş oluyordu. Kıssanın ileriki
anlatımlarında üçüncü olarak da Yusuf’un suçsuzluğu tesbit edilecek ve böylece
peygamberin ismet sıfatının gölgelenmemesi Yüce Allah tarafından sağlanmış
olacaktır. “Yusuf, elçiye: ‘Efendine dön de ellerini kesen kadınların
durumunu sor. Doğrusu Rabbim, onların tuzaklarını çok iyi bilmektedir’ dedi.
Melik: ‘Yusuf’la olmak istediğinizde durumunuz neydi?’ dedi.
‘Sübhânallah/Allah’ı tenzih ederiz. Onun hiçbir kötülüğünü görmedik’ dediler.
Azizin karısı ‘şimdi hak ortaya çıktı. Onunla olmak isteyen bendim. O,
doğrudur’ dedi.” (12/Yusuf, 50-51)
Kıssanın bu
bölümünün anlatım ve tefsirinde; müfessirlerin ve tarihçilerin, Yusuf’un
güzelliği, onu gören sosyete kadınlarının ellerini kesmesi olayı üzerinde
gereksiz ve fazlaca durduklarını görmekteyiz. Bunun neticesi olarak, zinâ gibi
toplumu ifsad eden bir fiilin ve bu fiile meylettiren sebeplerin hangi nedenle
olursa olsun meşrû bir sebep sayılamayacağı vurgusunun yetersiz kaldığını
gözlemekteyiz.
Hapis:
“Yusuf: ‘Rabbim! Hapis bana, bunların çağırdığı şeyden
daha sevimlidir. Eğer beni onların tuzaklarından korumazsan, onlara meylederim
ve câhillerden olurum’ dedi. Rabbi duâsını kabul etti ve onu onların
tuzaklarından korudu. Çünkü O, her şeyi işitir ve bilir. Bütün bu delilleri
görmelerine rağmen onu yine de bir süre hapsetme gereği duydular.”
(12/Yusuf, 33-35). Otuzbeşinci âyette Yusuf’un (a.s.)
hapse girmesinin belirtilen sebebi zulümdür. Keyiflerince uygulamalar yapan
insanlar, suçsuz da olsa mazlumlara işkence ve zulüm yapabilmektedir. İşte
müfsit Mısır düzeni yöneticilerinin keyfî uygulamaları neticesi olarak, suçsuz
olduğu halde Yusuf peygamber hapse atılır. Aslında hapse atılması, hakkında
hayırlara vesile olacaktır. Birinci olarak gözü dönmüş kadınlardan kurtulmuş
olmaktadır. İkinci olarak zulmün odağı hapishaneyi vahyi yayma merkezi olarak
kullanmaya başlar. Bundan dolayıdır ki Yusuf peygamberden sonra gelen
Müslümanlar hapishanelere “medrese-i Yusufiyye (Yusuf okulu) ismini vermişlerdir.
Üçüncü olarak yapmış olduğu “te’vîl el-ehâdîs” neticesi Mısır yöneticisinin
gözdesi olacak ve yöneticiliğe başlayacaktır. Bütün bunların neticesi olarak
bizlere şu mühim mesaj sunulmaktadır: Neyin hakkımızda hayırlı olacağını ancak
Allah bilir.
Yusuf peygamberin
hapse girmesinin akabinde zindana iki kişi daha girer. Bunlardan birinin
gördüğü rüyanın yorumunu Yusuf (a.s.)’dan istemesi ile kıssanın hapishane
versiyonu başlar. Zindana giren iki kişiden rüyasının Yusuf’tan yorumunu
isteyen genç bu isteğinin sebebini şöyle açıklar: “Senin Muhsinlerden
olduğunu görüyoruz.” (12/Yusuf, 36). İşte toplum içinde numûne/örnek bir
şahsiyet olmanın önemi böylece vurgulanmaktadır. İnsanların sizin yapacağınız
tebliğe önem vermelerinin ilk kuralı, tebliği iletenlerin muhsinlerden, güzel
davranış sahibi olanlardan olması gerektiğinin mesajıdır bu. Müslümanların
önemle üzerinde durması gerektiği bir husus olduğu ilan edilmektedir.
İnandığını yaşamak ilkesi…
Kur’an’da
anlatılan tüm peygamberler emindirler, muhsindirler. Yusuf da Muhsinlerden
(güzellik sergileyenlerden) olduğu için zindana düşen kişiler ondan kendilerine
yardım isterler. Yusuf peygamber onlara te’vîl el-ehâdîsten önce kendisinin bu
bilgiye sahip olmasının temellerini, yani “vahy”i açıklar: “Bu söylediklerim
Rabbimin bana öğrettiklerindendir. Doğrusu ben, Allah’a iman etmeyen, âhireti
de inkâr eden bir toplumun dinini terk ettim. Atalarım İbrâhim, İshak ve
Ya’kub’un dinine uydum. Bir şeyi Allah’a şirk/ortak koşmak bize yaraşmaz. Bu,
bize ve insanlara Allah’ın bir lütfudur. Fakat insanların çoğu şükretmiyor. Ey
hapishane arkadaşlarım! Çok sayıda rab mi daha hayırlı, yoksa tek ve kahhâr
Allah mı? O’nun yanı sıra taptıklarınız, haklarında Allah’ın hiçbir delil
indirmediği, sizin ve atalarınızın uydurduğu isimlerdir. Hüküm ancak
Allah’ındır. O, yalnızca kendisine kulluk etmenizi emretmiştir. İşte dosdoğru
din budur, fakat insanların çoğu anlamıyor.” (12/Yusuf, 37-40)
Bu âyet-i
kerimelerde:
a- Mısır
toplumunun sahip olduğu şirk dininin vasıfları veriliyor. Mısır toplumu; putçu,
çok ilâhlı/tanrılı, âhireti inkâr eden şirk inancına sahip bir toplumdur.
b- Tek doğru
din olan İslâm’ın esasları açıklanıyor.
c- Sanki
Mekke şirk toplumu tarif edilmektedir. Mekke ve kıyâmete kadarki tüm câhilî
toplumların yanlış dinî inançları ve bu yanlış inançlarının alternatifi
İslâm’ın tarifi kıssa içerisinde Yusuf peygamberin ağzından verilmektedir. İşte
Kur’an kıssalarının ve anlatım tekniğinin önemi, böylece gözler önüne
serilmektedir.
d- Ayrıca
“te’vîl el-ehâdîs”in kaynağını açıklayarak, bu vasfa sahip, Allah’ın rasûlü
olan kendine ittibâ edilme isteği vardır.
e- Zindan
arkadaşlarının, Allah’ın Yusuf’a ihsan ettiği bu meziyeti yanlış değerlendirip,
Allah’tan gayri olarak Yusuf peygamberi de put ittihaz etmemelerinin mesajı,
Yusuf peygamberin anlatımı içerisinde bulunmaktadır: “Bu söylediklerim
Rabbimin bana öğrettiklerindendir.” (12/Yusuf, 37)
Vahyin
esaslarının açıklanmasından sonra Yusuf (a.s.) onlara yorumunu bildirir: “Ey
hapishane arkadaşlarım! Biriniz efendisine içki sunacak, diğeriniz ise asılacak
ve başından kuşlar yiyecek. Yorumunu istediğiniz husus bu şekilde kesinleşti.” (12/Yusuf,
41-42). Burada üzerinde duracağımız nokta, hapisten çıkan gencin Yusuf
peygamberi melikin yanında anmayı unutarak Yusuf’un bir süre daha hapiste kalması
olayının müfessirlerce yapılan tefsirleri üzerinde olacaktır. Tevhidî
düşüncenin önderi Yusuf peygamberin, hapisten kurtulan kişiden hapisten çıkış
için şefaat ummasını Allah’tan başkasından yardım dileme olduğunu ve bunun
üzerine Allah’ın kızarak onu birkaç yıl daha hapiste bıraktığı yorumları yanlış
yorumlardır. Çünkü:
a- Yusuf
peygamberin zindandan kurtulan kişiye: “Efendine benden bahset” demesini
hapisten çıkma isteği olarak yorumlamaları yanlış değerlendirme olarak
gözükmektedir. Çünkü daha sonra melikin çağırmasına rağmen Yusuf peygamberin
kendisini toplum gözünde aklamaya yönelik hareketi, onun zindandan kurtulmadan
ziyade, kendisine atılan iftirânın aydınlatılmasına mâtuf eylem içerisinde
olduğunu göstermektedir.
b- Yusuf
(a.s.), Allah’a duâ ederek zindanı kendine tercih etmiştir. Tevhîdî düşüncenin
önderi nasıl Allah’tan zindanı istediyse, oradan kurtulmayı da Allah’tan
istemesi vahy’in temsilcisinden beklenen bir hareket olması gerekir. Ve işin
gerçekleşmesi de böyle olmuştur. Onun amacının zindandan kurtulmaktan ziyade,
iftirâdan kurtulmak olduğunun kabulü, kıssanın gidişatına en uygun yorumdur. (1)
Yusuf
(a.s.), Maliye Bakanı mı, Yoksa Mısır’ın Tüm İdaresi Elinde Olan Biri miydi?
Karmaşık bir
rüya gören melikin rüyasının yorumu hususunda ileri gelenlerden yardım istemesi
ile Yusuf Peygamber’le hapiste kalan kişi, şeytanın kendisine unutturduğu
Yusuf’u hatırlayarak ona melikin rüyasının te’vili için başvurur. Yusuf (a.s.)
tarafından yapılan yorumu beğenen melik, Yusuf’un zindandan çıkarılması için emir
verir. Ancak bu aşamada beklenilmeyen bir durum ortaya çıkar. Yusuf (a.s.) zindandan
kurtulmaktan ziyâde, kendisine atılan iftirâdan kurtulmak için gayret eder ve
şu teklifi yapar: “Melik: ‘onu bana getirin’ dedi. Elçi, Yusuf’a vardığında
Yusuf elçiye: ‘Efendine dön de ellerini kesen kadınların durumunu sor. Doğrusu
Rabbim onların tuzaklarını çok iyi bilmektedir’ dedi.” (12/Yûsuf, 50)
Bunun üzerine
melik bu olay hakkında bir soruşturma yapar. Yusuf (a.s.)’a iftira edildiğini birinci
elden öğrenmiş olur. Böylece hem Yusuf’un suçsuzluğu ve hem de emin vasfı melik
dâhil herkes tarafından tescil edilmiş olmaktadır. Eğer bu durum üzerinde
durulmamış olsa idi, belki de ileride yeniden iftira hortlatılacak, vahy ve
onun temsilcisi rasul de bu açıdan suçlanılmaya çalışılacaktı.
“Melik:
‘Onu bana getirin, yanıma alayım’ dedi. Onunla konuşunca: ‘Bugün yanımızda
sağlam ve güvenilir bir yere sahipsin’ dedi. Böylece Yusuf’u oraya egemen
kıldık, orada dilediği gibi davranırdı.”
(12/Yûsuf, 54-56). Kıssanın bu varyantında Kur’an’da anlatılan
peygamberler içerisinde, Yusuf’un. (a.s.) hâricinde gündeme gelmemiş olan ilginç
bir olay anlatılmaktadır. Nitekim bu vâkıa, Yusuf (a.s.)’dan sonraki vahiy
muhâtapları tarafından üzerinde önemle durulmuştur. Şimdi bu konuda dikkatimizi
çeken hususlara değinelim:
a- Kıssanın
anlatımı içerisinde, melikin adının geçtiği tüm âyetlerde ondan olumlu bir biçimde
bahsedilmektedir. Oysa Kur’an, daha sonraki Mısır yöneticisini “Firavun” olarak
isimlendirmektedir. Firavun kelimesi, “fer’ane” ve “tefer’ane” fiilinden türemiştir.
Bu iki fiil, büyüklendi, ceberut sahibi ve azamet sahibi oldu, ulaşılmaz bir
güce erdi anlamına gelmektedir. Halbuki Yusuf (a.s.) zamanındaki yönetici
olumlu (olabilecek) bir isimlendirme ile “melik” (kral) olarak
adlandırılmaktadır.
b- Kur’an’da
anlatılan peygamber karşıtı yöneticiler peygamberlerle gerek fikrî, gerekse fiilî
mücâdele halindedirler. Peygamberlerin getirdiği vahiy hemen alelacele reddedilir.
Karşı propagandalarla ona tâbi olanlara işkence, sürgün ve ölümler uygularlar.
Oysa Yusuf kıssasının anlatımında, peygamberin çağdaşı melik’e ve ileri
gelenlerine ait vahiy ve peyamber karşıtı olumsuz tavırlar bulunmamaktadır.
c- Bilakis
Yusuf (a.s.) melik tarafından eziyetten kurtarılmakta, peygamberin aklanması
temin edilmekte ve görüşlerine itibar edilmektedir. Mısır’a geldiğinde, azize
satılmasıyla birlikte köle statüsüne giren Yusuf Peygamber’in bu statüden
kurtulmasını da melik sağlamış olmalıdır.
“Melik:
‘Onu bana getirin, yanıma alayım’ dedi. Onunla konuşunca: ‘Bugün yanımızda
sağlam ve güvenilir bir yere sahipsin’ dedi.”
(12/Yûsuf, 54). Bu âyet-i kerimede anlatılanların bir
benzeri, Kur’ân-ı Kerim’de bahsi geçen diğer peygamberlerin kıssalarında
anlatılmamaktadır. Peygamberle görüşen melikin, Yusuf’un (a.s.) ona iletmiş
olacağı vahiyden habersiz olması mümkün değildir. Ama toplumunu ve konumunu câhilî
yapıdan arındıracak sahih bir kimliğe ve ölçü bütünlüğüne de sahip değildir. İhtimal
ki, âdil bir yönetimden yanadır; ama yetersiz ve dalâlet içindedir ve sonunda
melik, Yusuf’a tâbi olmuştur. Çünkü peygamber bu görüşmenin akabinde ondan
yönetimi istemektedir. Eğer melik Yusuf (a.s.)’a karşıt olsa, peygamber ondan
böyle istekte bulunmazdı. Melik de Peygambere ve söylediklerine karşı olsa,
bırakın ona yönetimi teklif etmeyi, hapisten ya çıkarmaz ya da geri yollardı.
Ve bu karşılaşmanın anlatımı; Mûsâ (a.s.) ile Firavun arasındaki karşılaşmadaki
gibi, Peygamberin vahyî tebliği, Firavun’un da hem peygamberi hem de Allah’ı inkâr
ettiği konuşmaları kapsayan Mûsâ kıssasının anlatımı gibi olurdu. Halbuki öyle
değildir.
d- Yusuf’un
(a.s.) yönetim talebinden sonra, melik ve ileri gelenler hakkında hiç bahsedilmemesi
Mısır yönetiminin tamamen Yusuf Peygamber’e bırakıldığının göstergesi
olmalıdır.
e- Dünyada hiçbir
düzen bu şekilde el değiştirmemiştir. Karşıt güçlerin birbiri ile fikrî ve fiilî
bir çarpışma olmaksızın yönetim bırakması mümkün olmadığına göre; Yusuf ile melikin
inançlarının pekişmesiyle yönetime daha ehil olan Peygamberin geçmiş olması
akla yatkın gelmektedir. Böylece Yusuf’un (a.s.) yönetiminde iken aldığı tedbirlerle,
melikin rüyasının te’vili gerçekleşmiştir.
f- O halde
Mısır yönetimi (melik ve ileri gelenler) İslâm’ı kabul etmiş ve Yusuf’u (a.s.) da İslâm’ın hayata tatbikini
gerçekleştirmek üzere yönetime getirmiştir.
g- Eğer melik
ve ileri gelenleri müşrik kabul edip Yusuf (a.s.) da onların idaresinden bir
bölümüne tâlip, meselâ Hazine Bakanlığı, Maliye Bakanlığı, Tarım Bakanlığı gibi
bir bakanlık sahibi kabul edilirse, -ki maalesef çoğu çağdaş yorumlar bu yöndedir-
bu hilkat garibesi yapının vahyin mantığına ters olduğu ve emsâl olmasının
gündeme gelebileceğinden dolayı daha sonra anlatılan kıssalar ve Hz. Muhammed (s.a.s.)’in
hayatının bölümlerinde de bu yapıya benzer pragmatist uygulamalara rastlamamız
gerekirdi. “Gel seni başımıza kral yapalım!” tekliflerine Peygamberimizin can
atması gerekirdi. Oysa yöneticilerin kendi yönetimleri içerisinde yer alma tekliflerine
peygamberler her zaman rest çekmişlerdir. Rasuller vahyin kabulüne ya da
Allah’ın isteğine kadar mevcut yönetimlerle mücâdele etmişlerdir.
h- “Böylece
Yusuf’u oraya egemen kıldık, orada dilediği gibi davranırdı.” (12/Yûsuf,
56) âyeti Yusuf’un (a.s.) yetki ve yönetiminin büyüklüğü hakkında yeterli bilgi
vermektedir. Ülkede egemen olan ve dilediği gibi (tabii ki vahye göre)
davrandığı belirtilen birinin bir başka yönetici ile beraber bu şekilde egemen
ve dilediği gibi davranan biri olarak vasıflandırılması nasıl mümkün olur?
i- Kaldı ki,
bir sistemin yürümesi; düzene hâkim olanların ülkenin kaynaklarına (hazâinu’l-ard)
egemen olmasını gerektirir. Bu kaynakların işletilmesi ve geliri ile düzen işleyecektir.
Pek tabiidir ki bu kaynaklara sahip olmakla ülkenin düzenine ait diğer
kaynaklara hâkim olmak birliktelik gerektirir. “Melik, ülkenin Hazine veya Maliye
Bakanlığı gibi parasal kaynaklarını Hz. Yusuf’a (tevhidî düşünceye) devredip
kendi de diğer devlet işleriyle (şirk inancıyla) meşgul oluyordu” gibi kabul ve
iddiâ, sistem işleyişi açısından mantıksızlıktır. Bu hususta; Firavun, Hâmân,
Karun üçlüsünü örnek verebiliriz. Bu üç “kişilik” de aynı zihniyetin ürünü (şirk)
ve bu zihniyetin egemen olduğu sistemin tüm değerlerinin sahibidirler. Tevhidî
düşünce önderinin getirdiği vahye ve onun rasûlüne karşı çıkmaları; sahip
oldukları zihniyetin ve bunun ürünleri olan egemenliğin ellerinden gitmesi endişesinden
ötürüdür. Bırakın Mûsâ’yı aralarına almayı, onu gözleri ile yok etmeyi
düşünmektedirler. Böyle bir sistem ve sistemin sahipleri içerisinde yer almak,
Mûsâ Peygamber’in aklının ucundan dahi geçmez.
Kur’an’da kıssaları
anlatılan diğer peygamberlerin hayatlarında da bu gerçeklik yaşanmıştır. Hz.
Nuh’a da, Hz. Muhammed’e de şirk yönetimi içerisinde yer alma teklifi getirilmişti.
Ancak o yönetimlerde yer alındığı tekdirde, vahyin tebliğinden, yani dâvâdan
tâviz anlamı çıkaran peygamberler derhal red cevabı vermişlerdir. Size karşı
olan sistemin, sizi baş tacı etmesi düşünülebilir mi? Olsa olsa sizin dâvânızın
kenarından, köşesinden başlayarak, kendi düzenine uydurmak için bu teklifi
yapmıştır. Nitekim Nuh (a.s.)’a yanındaki müstaz’afları kovmasını, Muhammed
(s.a.s.)’e ise putlarına çatmaması gibi tekliflerle yanaşmışlar, bunların
karşılığı olarak düzenlerinden makam sunmuşlardır.
k- “Ana
babasını tahta oturttu” (12/Yûsuf, 100) âyetinde geçen “arş” kelimesi;
Yusuf Peygamberin, Mısır yönetimindeki, tek olan otoritesini vurgulayan en
kuvvetli anlatımdır. “Arş” (taht); egemenlik, dilediği gibi davranış (vahye
göre) anlamlarına gelir.
l- Ancak
daha sonraki âyetlerde; Yusuf’un kardeşleri ile ilgili olaylar esnâsında geçen
“melikin dini (yasası)” ve “melikin kabı” ibâreleri ile Tevrat metinlerinde
geçen Mısır firavunu ile ilgili anlatımları da göz önüne alarak bir başka alternatif
daha düşünülebilir.
Tevrat’ın
Tekvin babında, Yusuf Peygamber’in yönetimin başına getirilmesi ile ilgili
olarak şu ifadeler yer almaktadır: “Ve bu söz Firavun’un gözünde ve bütün
kullarının güzünde iyi idi. Ve Firavun kullarına dedi: Bunun gibi, kendisinde
Allah’ın rûhu olan bir adam bulabilir miyiz? Ve Firavun Yusuf’a dedi: Mademki
Allah sana bütün bu şeyi bildirdi, senin gibi akıllı ve hikmetli adam yoktur;
sen evimin üzerinde bulunacaksın, ve bütün kavmim senin emrin üzere idare
olunacaktır; ben yalnız tahtta senden büyük olacağım. Ve Firavun Yusuf’a dedi:
Bak seni bütün Mısır diyarı üzerine koydum. Ve Firavun mühürünü parmağından
çıkardı ve onu Yusuf’un parmağına taktı… Ve Firavun Yusuf’a dedi: Ben Firavun’um
ve bütün Mısır diyarında hiç kimse sensiz elini yahut ayağını
kaldırmayacaktır.” (Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, Bap 41, cümle no: 37-44, s. 42)
Tevrat’taki
bu ifâdeler, Firavun’un, yönetimi tamamıyla Yusuf’a bıraktığını, ancak yönetime
karışmasa da Yusuf’un bir üstünde bulunacağını ifâde etmektedir. Bu, günümüzde
Britanya Krallığının fonksiyonuna benzemektedir. İngiltere, demokrasi ile idare
olunduğu halde sembolik (şeklen, formalite) olarak kraliçe üstte bulunmaktadır.
Ancak yönetime karışması diye bir şey sözkonusu değildir.
Tevrat’taki
anlatımı ve Kur’an’da geçen “melikin dini (yasası)” ve “melikin kabı” ifâdelerini
de göz önüne alarak; meliki (şeklen) bir üstte, Yusuf’un idaresine karışmayan
sembolik bir yapıda olduğunu kabul etsek bile (velev ki melik İslâm’ı kabul
etmemiş olsa dahi), bu savın vahyî ilkelerle hareket eden peygamberle, Yusuf’a
fikren karşı çıkmadığı ve hatta ona tâbi olduğu varsayılabilen melikin bir
arada bulunmasının tevhidî ilkelere aykırı olmadığını söyleyebiliriz. Esas olan
vahyî yapı ile şirk unsurlarını meczeden garip bir yönetim yapısını kabul
etmemektir. Yusuf Peygamber’in yönetimi kesinlikle vahy ile şirkin
karıştırılarak oluşturulduğu hilkat garibesi bir yapı ve zihnin ürünü değildir.
(Hz. Yusuf dâhil, hiçbir peygamber, tevhidle şirkin koalisyonunu onaylamaz,
böyle bir koalisyonun parçası olmayı kabullenmez.) Böyle düşünülmesi dahi
mümkün değildir. Bu konuda en fazla iki ihtimal üzerinde durabiliriz:
a- Tebliğde
toplumsal yönetimin merkezî gücünü muhâtap almak asıldır. Hz. Yusuf, Mısır
yönetimini/melikini vahyî ölçüye inandırmış ve toplumsal yönetimin inisiyatifini
ele geçirmiştir.
b- Ya Yusuf,
kimliğini ve ilkelerini gizlemeden ve hiçbir tâviz vermeden Mısır yönetimi içinde
geniş bir inisiyatif alanı ele geçirmiştir. (2)
Bize göre, birinci
ihtimal daha kuvvetli ve Kur’ânî/tevhîdî ilkeler ışığında elçilik yapan
nübüvvet makamına daha uygun görülmektedir.
Yusuf’un
(a.s.) yöneticiliğiyle ilgili Mevdûdi, tefsirinde şöyle der: “Hükümdar dedi
ki: ‘Onu bana getirin, onu kendime bağlı kılayım.’ Onunla konuştuğunda da (şöyle)
dedi: ‘Sen bugün bizim yanımızda (artık) önemli bir yer sahibisin, güvenilir (bir
danışman-yönetici)sin." (12/Yûsuf,
54). Şu demek isteniyor: "Hakkında öyle yüksek bir kanaate sahip olduk ki,
memleketin en yüksek sorumluluk isteyen memuriyetini (yöneticiliğini) sana çekinmeden
tevdî edebiliriz."
“(Yusuf)
Dedi ki: "Beni (bu) yerin (ülkenin) hazineleri üzerinde (bir yönetici)
kıl. Çünkü ben, (bunları iyi) bir koruyucuyum, (yönetim işlerini de) bilenim." (12/Yûsuf, 55). Bu âyette birtakım önemli sorular
gündeme gelmektedir. Şimdi bunları birer birer tartışalım:
İlk soru
şudur: Hz. Yusuf'un (a.s.) krala yaptığı teklif bir memuriyet için miydi? Mesele
hedefine varmasını sağlayacak bir fırsat ânını kollayan hırslı bir kişinin
başvurusu, yahut bir ricası olmadığı gibi, kralın kendi huzurunda dile getirilen
bu teklifi kabul edişi de, (meselenin öncesi yokmuş gibi) âniden olmamıştır. Zira
Talmud'a göre, "İbrani kendisini bilge ve uzman bir kimse olarak isbat etmişti";
ayrıca Talmud, Hz. Yusuf'un (a.s.) şöyle dediğini nakleder: "Şu kesin ki,
benden daha temâyüz etmiş biri daha yok: Nihâyet ben Allah'ın tüm bilgileri
öğrettiği biriyim."
Aziz, nedimleri,
şehzadeleri, subayları ve bürokratları, Hz. Yusuf (a.s.) huzurdayken artık onun
gerçek değerini öğrenmiş durumdaydılar ve başından son on yılda geçen olaylar
esnâsında sergilediği yüksek karakteri bizzat müşâhede etmişlerdi. Böylece Hz.
Yusuf (a.s.) tevâzuda, doğrulukta, önsezide, kendini kontrolde, güvenilirlikte,
cömertlikte, zekâ ve anlayışta eşsiz olduğunu kanıtlamıştı. Bu özellikler
karşısında muhâtapları bildi ve anladı ki, ülke kaynaklarının nasıl
korunacağını, onların nasıl tasarruf edileceğini en iyi bilen, kaynakları
geleceğin teminatı olarak koruyabilecek yegâne kişi odur. Bu yüzden Hz. Yusuf (a.s.)
isteğini belirtir belirtmez bütün kalpleriyle kendisine güvendiler. Hz. Yusuf (a.s.)
hakkında kralın beslediği olumlu kanaat Kitab-ı Mukaddes'te teyid edilir.
Ayrıca Talmud'da da belirtildiği gibi sadece kral değil, etrafında bulunan diğer
yöneticiler de Hz. Yusuf'un (a.s.) yönetime geçmesini ittifakla kabul etmişlerdir.
Şimdi ikinci
soruyu ele alalım: "Hz. Yusuf'a (a.s.) güven duyulmasını sağlayan gücün mâhiyeti
neydi?" Bu önemlidir, çünkü Kur'an'ı kavramada tecrübesi olmayan kimseleri
bu âyette geçen "hazâinu’l-ard" deyimi ve daha sonra geçen
tahıl dağıtım işi yanıltmış; bu yanılgıyla sözkonusu memuriyetin bugünün
"Hazine Müsteşarı", "Kıtlık Dönemi Danışmanı" yahut
"Maliye Bakanı" türünden bir memuriyet olduğu sonucuna varmışlardır.
Aslında memuriyeti bunlardan hiçbiri değildi, zira Kur'an, Kitab-ı Mukaddes ve
Talmud'a göre Hz. Yusuf'a (a.s.) tüm iktidar tevdi edilmiş ve bir yöneticinin
tüm imtiyazı verilmiştir. Tahta oturmasının (12/Yûsuf, l00) ve kendisine melik denmesinin (12/Yûsuf, 72)
sebebi budur. Bizzat Hz. Yusuf (a.s.) Allah'a kendisine melikliği bahşettiği için
şükretmiştir (12/Yûsuf, l00). Herşeyden öte, bizzat Allah bu olaya tanıktır; meâlen:
"Böylece Yusuf'a ülkede iktidar verdik. Artık ülkenin her yanına istediği
gibi tasarruf etme hakkına sahip olmuştu" (12/Yûsuf, 56).
Kitab-ı
Mukaddes'e baktığımızda şunları okuyoruz: "Ve Firavun Yusuf'a dedi:
"Evimi mekânın bileceksin ve halkın senin emrinle yönetilecek. Ben yalnız
tahtta senden büyük olacağım. Bak, tüm Mısır ülkesini yönetmeye seni tayin ediyorum.
Senden habersiz Mısır ülkesinde hiç kimse ne parmağını kıpırdatabilecek ne de
adım atabilecektir. Ve Yusuf'a Zaphnath-paaneah (Dünya Koruyucusu) adını verdi."
(Tekvin, 4l: 40-45). Talmud'a göre ise olay şöyledir: Ağabeyleri Mısır'dan
babaları Hz. Yakub'a (a.s.) döndüğünde Hz. Yusuf (a.s.) hakkında kendisine
şunları söylediler: "Mısır meliki, halkı üzerinde öylesine egemen ki ondan
üstünü yok. Herkes onun emriyle giriyor, onun emriyle çıkıyor ülkeye. Yöneten
onun emirleri... Efendisi Firavun'un nefesini harcamasına gerek bile yok."
Meseleyle ilgili
bir diğer soru da şu: Hz. Yusuf'un (a.s.) ülkedeki tüm iktidarın kendisine teslimi
için yaptığı teklifin hedefi neydi? Hizmetlerini kâfir bir devletin kanunlarına
güç katmak için mi gerçekleştirdi? Yoksa elinde bulundurduğu hükümetin güçleriyle
İslâm'ın kültürel, ahlâkî ve siyasî sistemlerini mi tesis etmek niyetindeydi?
Bu sorulara en iyi cevap allâme Zemahşerî'nin Keşşaf Tefsirinde 55. âyete getirdiği
yorumda verilmiştir. O şöyle diyor: "Yusuf (a.s.) ülkenin kaynaklarını benim
tasarrufuma verin şeklindeki teklifinde bulunduğu zaman niyeti Allah'ın
hükümlerini yürürlükte kılmak, hak ve adâleti tesis etmek ve tüm rasüller gibi
görevini icrâ etmek üzere iktidar fırsatı kollamaktı. Yoksa tahta geçmeyi,
saltanat sevdâsı için yahut dünyevî arzularını ve hırslarını tatmin için istememişti.
Böyle bir talepte bulundu; çünkü bu işi icrâ edebilecek bir başkasının
bulunmadığını gâyet iyi biliyordu."
İşin
açıkçası, yukarıdaki soru en önemli ve temel meseleye götürmektedir: Yusuf
Allah rasûlü müydü, değil miydi? Eğer rasûl idiyse -ki, elbette öyledir- Kur'an
nasıl oluyor da tâğutî prensiplerle işleyen bir küfür düzenine hizmet edebilen
(demokrasiyi yücelten, particiliği ve dolayısıyla uzlaşmacılığı içselleştiren kimi
çağdaş yorumcuların iddia ettiğine göre -hâşâ- Hz. Yusuf böyle yapmıştır!) bir
peygamber tipinden söz ediyor? Hatta daha da önemli bir soruya varıyoruz: O sâdık
bir kimse miydi, değil miydi? -ki Kur’an, onun sâdık ve sâdıklığın zirvesi olan
sıddîk olduğunu söylüyor (12/Yûsuf, 27, 51, 46)- Eğer öyleyse, nasıl oluyor da
hâkimiyetin Allah'a değil de, krala ait olduğu teorisini (güya) pratikte
uygulayabiliyor, oysa zindandayken "hükmün yalnızca Allah'a ait
olduğunu" (12/Yûsuf, 40) söylememiş miydi? Ve eğer kimilerinin sandığı
gibi o başvurusunu krala hizmet için sunmuşsa, bu demektir ki hapisteyken şu
söylediklerine ilkece aykırı bir iş yapmış demektir: "Hangisi daha
hayırlı, çeşit çeşit tanrılar mı, yoksa tek bir kadir-i mutlak Allah mı?"
(12/Yûsuf, 39). Madem ki Mısır kralı halkın ittihaz ettiği
"tanrılar"dan bir tanrıdır; o halde İslâmî bir hukukla yönetilen gayri
İslâmî bir düzenin yönetim işini üstlenmeyi, bu konuda hizmet vermeyi teklif
etmesi Hz. Yusuf (a.s.) için Rabbiyle kralı müsâvi tutmak (eşit görmek) olmuyor
muydu? Böyle bir durumda sözkonusu yorumcuların Yusuf'a biçtiği yer ne
olacaktır?
Doğrusu bu âyeti
böyle yorumlayan müslümanların Hz. Yusuf'un (a.s.) mânevî şahsını olmayacak
derekelere düşürmeleri tam bir saçmalıktır. Bu durumlarıyla kendileri, bozulma
dönemlerinde yahûdilerin geliştirdikleri zihniyetin bir benzerine saplanmış
olmaktadırlar. Ahlâk ve mâneviyatları çökmeye başladığında yahûdiler kendi
düşük karakterlerini haklı göstermek ve daha da alçalmaya mâzeret kotarmak için
nebî ve velîlerini düşük karakterli insanlar olarak resmetmeye başlamışlardı.
Aynı şekilde gayri müslim hükümetlerin yönetimi altına giren kimi müslümanlar,
bu yönetime hizmet etmek istemişler, fakat İslâm'ın talimatı ve müslüman
atalarının sergilediği örnekler önlerine dikilmiş ve utanmışlardı. Bu yüzden
şuurlarını pasif hale getirmek sûretiyle bu âyetin hakiki anlamından sarf-ı
nazar ettiler (kaçındıları) ve peygamberin gayri İslâmî kanunlarla yönetilen bir
ülkenin gayri müslim yöneticisine hizmet etmek azmiyle memuriyet peşine düştüğü
şeklinde saptırdılar. Oysa peygamberin kendi kıssası bize öyle bir hisse
vermede ki, tek bir müslümanın bile (Hz. Yusuf örneğindeki gibi) yalnız başına,
İslâmî safvetiyle imanı, aklı ve hikmetiyle tüm bir ülkede İslâmî bir inkılab
oluşturabileceğini; gerçek bir mü’minin, ahlakî seciyesini gerektiği gibi
kullanarak, bütün bir ülkeyi ordusuz, cephanesiz ve donanmasız fethedebileceğini
öğretmektedir (3)
Hz. Yusuf bir
peygamberdir. Hiç şüphe yok ki onun risâleti de, gönderilen bütün peygamberlerin
risâletlerinin aynısıydı ki, o risâletler Allah’ın dinini diğer bütün din ve düzenlere
gâlip kılma ve yüceltme risâletidir. Yoksa biz Yusuf’un (a.s.) hükümette
bulunduğu süre içerisinde, bir kâfir yöneticinin emrine ve hizmetine girerek,
onun yardımcılığını yaparak, Allah’ın dinine göre değil de, hükümdarın/tâğutun kanunlarına
göre hükmettiğini kabul edecek olursak, o takdirde Hz. Yusuf’un Süleyman Demirel’den,
Bülent Ecevit ve benzerlerinden ne farkı kalır?
Bütün bu hakikatleri
kavradıktan sonra, birisi çıkar da hâlâ, Hz. Yusuf’u delil göstererek “gayri İslâmî
bir hükümet mekanizmasında görev almak câizdir; çünkü Hz. Yusuf gibi bir Allah elçisi bunu yapmıştır” diyebilir mi?
Ama, utanmadan Medine İslâm Devletine “koalisyon hükümeti” diyebilen ve
Peygamberimiz için; “yahûdilerle ve diğer kâfirlerle uzlaşarak ortak bir idare
kurdu” diyenler, Peygamberimiz’e bu iftirayı atabilenler, Hz. Yusuf’a da bu seviyeyi
(!), bu âdîliği uygun görebilirler. Allah şerlerinden İslâm’ı ve müslümanları
muhâfaza eylesin!
“İşte böylece biz yeryüzünde Yusuf'a güç ve imkân
verdik. Öyle ki, onda (Mısır'da) dilediği yerde konaklardı…
(12/Yûsuf, 56). Bu âyette zikredilenler, tüm ülkenin
tamamıyla onun kontrolüne girdiğini göstermek içindir. Yani ülke ona aitti,
herhangi bir bölgesi üzerinde dilediği gibi tasarruf edebilirdi ve avucunun içinde
olmayan hiçbir bölge mevcut değildi. İlk müfessirler de bu âyeti şöyle mânâlandırıyorlar:
"Biz Yusuf'u Mısır'daki her şeyin sahibi yaptık. Dünyanın bu bölgesinde dilediğini
dilediği yerde yapabilirdi. Zira bu ülkede bütün yetki kendisine verilmişti.
Hatta kralı bile devirebilecek bir güce sahipti." Taberî, en âlim müfessirlerden
addedilen Mücâhid'den de bir nakilde bulunarak Mısır kralının Hz. Yusuf (a.s.)
aracılığıyla müslüman olduğunu da ekliyor.
“Babasını ve annesini tahta çıkarıp oturttu…” (12/Yûsuf, 100). Talmud'a göre "Yusuf babasının,
yolda olduğunu öğrenince dostlarını, subaylarını ve göz alıcı elbiselerle
donatılmış ülke askerlerini bir araya topladı... Yakub peygamberi yolda karşılamak
ve Mısır'a kadar eşlik etmek için büyük bir topluluk teşekkül ettirdi. Müzik ve
mutluluk her yanı kaplamıştı; herkes, kadınlar ve çocuklar bu muhteşem gösteriyi
izlemek üzere evlerin çatılarına çıkmıştı." (H. Polano, sh. lll). (4)
“Babasını
ve annesini tahta çıkarıp oturttu. Onun için secdeye kapandılar…” (12/Yûsuf, 100). Bu âyetin tefsirinde İlâhî Hidâyet'in
temellerine karşı olan birtakım ciddi hatalara düşülmüştür. Öylesine ki, bazı kimseler
bir saygı nişanesi olarak melikler/pâdişahlar ve azizler huzurunda yerlere
kapanmayı şer'î kabul edecek denli ifrata kaçmışlardır. Bir kısmıysa biraz daha
sofuca davranıp bu konuda şöyle bir açıklama getirmiştir: "Önceki şeriatlerde,
Allah'tan başkasının önünde sadece ibâdet/tapınma secdesi yapmak yasaklanmıştı;
ibâdet maksadıyla yapılmazsa buna izin verilmişti. Ama şimdi Hz. Muhammed'e (s.a.s.)
indirilen şeriatte bu da kesinlikle haram kılınmıştır."
Böyle yanlış
anlamalar; bu âyette secde etmek anlamına gelen "succeden" kelimesinin,
halihazır İslâm fıkhındaki "elleri, dizleri ve alnı zemine değdirerek yere
kapanmak" biçiminde dile getirilen teknik (ıstılahî) anlamıyla ele alınışı
sonucu oluşmuştur. Oysa "succeden" kelimesi secud'un lügat anlamında
yani "baş eğerek selamlama" (batı dillerindeki reverans-Çev.) anlamında
kullanılmıştır. Hz. Yusuf'un (a.s.) ebeveyni ve kardeşleri o devrin insanları
arasında yaygın olan eski bir âdet uyarınca (ki bu âdet hâlâ bazı toplumlarda
yaşamaktadır) huzurda eğilerek selâm vermişlerdi. (Günümüzde Çin ve Japonya’da hâlâ
sürdürüldüğü gibi, saygıyla eğilerek selâmlama benzeri,) o devrin insanları
saygılarını sunmak, nezâket göstermek veya sadece selâmlamak istedikleri kimselerin
karşısında ellerini göğüsleri üzerine koyarak eğilmek alışkanlığına sahiptiler.
Bu durum Kitab-ı Mukaddes'in birçok yerinde zikredilir: "...ve o (Hz. İbrahim)
onların (sözkonusu üç adamın) kendisine doğru geldiklerini görünce çadırın
kapısından çıkarak onları karşılamaya koştu ve yere doğru eğilerek onları selâmladı."
(Kitab-ı Mukaddes, Tekvin 18: 2-3). Kitab-ı
Mukaddes Heth'in oğulları kendisine bir arazi ve Sare'yi defnetmek için bir
mezar verdiğinde Hz. İbrahim'in (a.s.) onlara çok müteşekkir olduğunu ve
"dikilip, Heth'in oğulları dâhil, belde halkına eğilerek selâm verdiğini zikreder
(Tekvin, 23: 7) ve başka bir yerde de (Tekvin, 23:12) aynı türden davranışa değinir.
Her iki durumda da "eğilip selâm vermek" biçimindeki davranış Kitab-ı
Mukaddes'in Arapçasında "secede" (secde etti) kelimesiyle
karşılanmıştır.
Kitab-ı
Mukaddes'te zikredilen bu ve benzeri durumlar, l00. âyette geçen hâdiseyle ilgili
olarak Kur'an'ın "secde" kelimesini ıstılahî anlamda değil lugat
anlamında kullandığının kesin delilidir.
Öte yandan
Allah'tan başkası huzurunda saygı göstermek amacıyla yapılan, şimdiki İslâmî
anlamıyla secde hareketine önceki şeriatlarca izin verildiğini ileri süren
müfessirler yanılmışlardır. Bu anlamda secde tüm şeriatlerde daima yasak
olmuştur. Sözgelişi İsrailoğulları'nın Babillerin egemenliği altında bulunduğu
esnada Kral Aha-Suerus, Haman'ı tüm prenslerin üstündeki mevkiye çıkarmış ve
kölelerine secde edip onu selamlamalarını istemişti. Fakat Yahudiler arasında
sıdkı ve velâyetiyle tanınan Mordecai ne secde etmiş ne de başını eğmişti
(Esther, 3: l-2). Talmud'un aynı konuda söyledikleri gerçekten zikre şâyandır:
“Kralın
köleleri Mordecai'ye şöyle dediler: "Haman'ın huzurunda secde etmeyi,
kralın emrini hiçe sayarak niye reddediyorsun ki? Kralın huzurunda eğilip selam
durmaz mıyız?" "Aptallar!" diye cevapladı Mordecai, "Bir de
sebep istiyorsunuz ha! Dinleyin beni. Toprak olacak birini mi ululayayım? Bir
kadından doğma, günleri sayılı birinin önünde mi secde edeyim? Küçük bir
çocukken ağlayıp sızlayan, yaşlanınca ah vah edip duran; günleri öfke ve
kızgınlıkla dolu geçen ve sonunda da toprağa dönecek olan böyle bir adama secde
etmek, öyle mi? Asla! Ben Ezeli ve Ebedi olan, hiç ölmeyen Allah'ın huzurunda
secde ederim. Yalnızca O yüce yaratıcıya, O büyük Melik'e... Başkasına asla!...”
(Talmud'tan Seçmeler, Polano, sh. l72).
Kur'an'ın
vahyedilişinden bir yıl önce İsrailoğulları'ndan bir mü’minin yaptığı bu
konuşma, meseleyi sonuçlandırmaktadır. Demek ki, Allah'tan başkası huzurunda
"secde"de bulunmak için hiçbir açık kapı yoktur. (5)
Yusuf’un
(a.s.) Yönetimi
Yusuf
Peygamber’in yönetimi devralmasıyla birlikte melikin rüyasının te’vili
gerçekleşmeye başlar. Yedi sene süren bolluk dönemi esnâsında Hz. Yusuf, ihtiyaç
fazlasını depolar. Arkasından gelen yedi kıtlık senesinde ise, bu depoladığı
hubûbâtı harcamaya başlar. İsrafın olmadığı, geleceğe hazırlığın en mükemmel
şekilde yapıldığı Yusuf Peygamber’in yönetiminden Mısır halkı memnundu. Onun bu
başarısı yüzünden, diğer bölgelerde kıtlık çekenler Mısır’a akın ederek ihtiyaçları
olan hubûbâtı Mısır’dan edinmeye çalışıyorlardı. Bunların arasında Yusuf’un
kardeşleri de vardı. Kıtlık yılları Yakuboğullarını dasıkıntıya sokmuştu.
“Yusuf’un
kardeşleri gelip huzuruna girdiler. Onlar onu tanımadılar, fakat o onları
tanıdı. Yüklerini hazırlatınca dedi ki: ‘Bana, baba bir kardeşinizi de getirin.
Ölçüyü tam yaptığımı ve sizi iyi bir şekilde ağırladığımı gördünüz. Eğer onu
getirmezseniz, benden bir ölçek bile bir şey alamazsınız. O zaman yanıma da
yaklaşmayın.” (12/Yûsuf, 58-60). Bu
âyetlerde Yusuf’un (a.s.) yönetimi hakkında birtakım bilgiler de verilmektedir:
a- Ülkenin
kaynakları en mükemmel şekilde değerlendirilmektedir. İsraf yoktur. Tasarruf ön
plandadır. Keyfî bir yönetim değil, planlı programlı bir idare sergilenmektedir.
b- Yusuf’un
(a.s.) yönetimi, insanların mallarını tam olarak vermektedir. Ölçü ve tartıyı
tam yapmaktadırlar. Haksızlık ve zulüm yoktur.
c- Ülkeye
gelen herkese, özellikle müstaz’aflara yardımsever ve misafirperver şekilde
davranılmaktadır. “Bizim hubûbâta ihtiyacımız var, size veremeyiz!” denilerek ihtiyaç
sahipleri uzaklaştırılmamaktadır. İnsanlarla ilgilenilme neticesi Yusuf (a.s.);
babası, küçük kardeşi ve ahâlisi hakkında bilgi sahibi olmuştur. Vahyi ve
peygamberliğini kardeşlerine anlatarak, bu haberi oğullarından duyan Yakub’un
(a.s.), Yusuf hakkında sezgilerinin güçlenmesine vesile olmuştur: “Ey
oğullarım! Gidin Yusuf’u ve kardeşini arayın. Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin.”
(12/Yusuf, 87)
d- Yönetici
olan Yusuf (a.s.), kendinden önceki ya da sonraki müfsid düzen yöneticileri gibi,
halk ile kendi arasında duvarlar oluşturmuyordu. Onların içinden, onlardan birisi
olarak yönetimini icrâ ediyordu. İnsanlarla haşır neşir, onların sorunları ile
hemhaldi. Böylece Allah’ın vahyini de rahatlıkla onlara ulaştırabiliyordu.
e- Kur’ân-ı
Kerim’de kıssaları anlatılan yönetici peygamberlerden, Dâvud (a.s.) ve Süleyman
(a.s.)’dan başka, Yusuf’dan (a.s.) da yönetim ve yöneticiliğin esaslarına dâir
muhâtaplara dersler vaz edilmiş olmaktadır (Cengiz Duman, Haksöz 56, s.
38).
Hz. Yusuf’un
yöneticiliği ve yönetim tarzı ile ilgili olarak Mevdûdi, ilgili âyetlerin tefsirinde
şunları söyler:
“Böylece
(Yusuf) kardeşinin kabından önce onların kaplarını (yoklamaya) başladı, sonra
da onu kardeşinin kabından çıkardı. İşte biz Yusuf için böyle bir plan düzenledik…” (12/Yûsuf, 76). Şimdi şu soruyu düşünelim: Allah, planıyla
(keyd) Hz. Yusuf'u (a.s.) doğrudan nasıl destekledi? Oysa biliyor ki Bünyamin'in
yükündeki kap planı bizzat Hz. Yusuf (a.s.) tarafından tasarlanmıştı. Ayrıca
memurların yükleri aramalarında olağanüstü bir şey yoktu, böyle bir durumda
yapmaları gerekeni yapmışlardı. Bu ibarede, Allah tarafından mucizevi bir
desteğin olduğuna dair, memurların biraderlere Hz. İbrahim'in (a.s.) şeriatında
hırsızın cezasının ne olduğunu sormaları ve onların da "köleleştirilmesi
gerekir" şeklindeki cevapları dışında olağanüstü bir alamet yoktur.
Böylece Hz. Yusuf hem kardeşini alıkoymayı başarmış, hem de onun hapsedilmesini
engellemiştir. Dolayısıyla Hz. İbrahim'in şeriatını uygulamıştır.
Bunu takip
eden cümle de bu yorumu te’yid etmektedir: “…(Yoksa) Hükümdarın dininde (yürürlükteki
kanuna göre) kardeşini (yanında) alıkoyamazdı. Ancak Allah'ın dilemesi başka….”
(12/Yûsuf, 76). Allah dileseydi Hz. Yusuf'un (a.s.) planındaki boşluğu gidermezdi.
Plandaki zayıf nokta şuydu: Yusuf planına göre kardeşlerini yalnızca melikin
yasasına göre alıkoyabilirdi. Fakat bir Allah Rasulüne kendi şahsi meselesi için
gayri İslâmî bir yönetimin yasasına başvurmak yakışmazdı. Zira o, siyasi iktidarı
tedrici olarak İslâmî yasayı yürürlüğe koymak için uhdesine almıştı, yoksa melikin
yasasını takviye edip yürülükte kalmasını sağlamak için değil. Allah dileseydi,
Hz. Yusuf'a (a.s.) gayri İslâmî bir yasaya başvurmaktan başka çıkar yol
koymazdı. Fakat bunu dilemedi; zira Rasulü'nün temiz isminin bu şekilde
lekelenmesini istemedi. Bu yüzden Hz. Yusuf (a.s.) memurlarına emir vererek
(alışılmadık) birşeyi öğrenmelerini istedi: Onlar hırsızları nasıl
cezalandırıyorlardı? Biraderler de Hz. İbrahim'in (a.s.) yasasını söylediler.
Bu, plandaki boşluğu gidermekle kalmadı aynı zamanda biraderlerin de Mısırlı
olmadıkları dolayısıyla bu ülkenin yasalarıyla yargılanamayacakları şeklinde
herhangi bir itiraz beyan etmelerine de mahal bırakmamış oldu.
Daha önce de
işaret edildiği gibi bu Allah'ın bir yardımıydı; peşpeşe iki ayette O'nun
lütfunun bir alameti, yüce ilminin bir işareti olarak zikredilen yardımı...
Hz. Yusuf'u (a.s.)
kendi şahsî meselesi için Mısır Melikinin gayr-i İslâmî yasasına başvurmaktan
koruyan Allah'ın lütfuydu. Çünkü insani zaafın baskısı altına bunu yapmaya
yeltenebilirdi. Ve Allah'ın bizzat bir kimsenin ahlaki mertebesini korumak
üzere düzenlemelerde bulunması kadar o kimse için büyük bir lütuf olamaz.
Ancak şu da
belirtilmeli ki, yalnızca sıkı imtihanlardan "alnının akıyla"
çıkanlar bu yüksek nişanla taltif edilir.
Hz. Yusuf'un
(a.s.) planındaki boşluğu gidermek sûretiyle Allah, ilminin, kendisine ilim verilmiş
olan (Hz. Yusuf gibi) kimselerin ilminden üstün olduğunu göstermiştir.
Bu bağlamda
mütalaa edilmesi gereken bazı meseleler vardır. Onlara kısaca değinelim.
1) Genellikle
"mâ kâne liye’huze ehâhu fî dîni’l-melik" ifadesi şöyle çevrilmektedir:
(Yusuf) kardeşini Melik'in yasasına göre alıkoyamazdı. "Yahut:"
(Yusuf) kardeşini Melik'in yasasına göre alıkoymaya yetkili değildi. "Diğer
bir deyişle çeviri şu anlama gelmektedir: "Bunu yapamazdı zira Melik'in
yasasında buna izin yoktu." Fakat Arap dilinde ve Kur'an'da "ma kâne"
bu şekilde kullanılmamıştır. Nitekim bunun örneklerini Kur'an'da fazlasıyla
bulabiliriz; "ma kane limü'minin en yaktule mü’minen" (Bir mü’min bir
mü’mini öldüremez "öldürmesi yakışık almaz"). "Mâ kâne Allahu en
yettehize min veled" (Allah bir çocuk edinemez "edinmesi yakışık
almaz"). Dolayısıyla Hz. Yusuf hakkında kullanılan "buna gücü
yoktu", "bunu yapamazdı", "buna hakkı yoktu" şeklindeki
ifadeler anlamsızdır.
Çünkü Hz.
Yusuf'un (a.s.) kardeşini "bir hırsızdır" diye Melik'in yasasına göre
alıkoymaya güç yetirememesi için bir neden yoktu. Bir hırsıza ceza vermek için
bir yasaya sahip olmayan bir yönetim düşünülebilir mi? İfadenin gerçek
karşılığı şu şekilde olmalıdır: "Kardeşini Melik'in yasasına göre
alıkoyamazdı. Çünkü böyle davranmak bir peygambere yakışmazdı".
2) Kur'an'ın
kullandığı "din'il-Melik" (Melikin dini) tabirini "Melik'in
yasası" şeklinde anlarsak bu, tartışmalı ifadeyi anlamamıza yardım eder.
Çünkü çok açık ki, peygamber Allah'ın dininin (nizamının) ikamesi için gönderilmişti.
Melik'in gayri İslâmî sistemini (dinini) yürürlükte kılmak için değil. Bu zaman
zarfında Hz. Peygamber (a.s.) görevini bir ölçüde başarmıştı, ama yönetim tam
anlamıyla Allah'ın dinine göre teşekkül ettirilememişti. Dolayısıyla artık bir
peygamberin kendi şahsi bir meselesi için "Kralın sistemini" benimsemesi
uygun olmaz, yakışık almazdı. Yani, "Kardeşini Melik'in yasasına göre
alıkoymak Yusuf'a yakışmazdı".
3) Dahası,
"Melik'in Dini" ibaresini "ülke yasaları" anlamında
kullanmak suretiyle Allah, "din" kelimesinin geniş kapsamına işaret
etmiş; Risaletin sahasını yalnızca Allah'ın birliğine inanmakla sınırlandırıp,
onu kültürel, siyasi, sosyal, hukuki ve hayatın diğer dünyevî cephelerinin
dışarıda bıraktığına inanan kimselerin din kavramını kökünden kesmektedir.
Veyahut böyle tipler dinin saydığımız vechelerle bir ölçüde ilgili olduğunu
kabul ederler ama onlara göre bunlar, yapılsa da yapılmasa da olur kabilinden
tavsiyelerdir. Güya din, inananları bunları yahut insan-yapısı yasaları benimsemekte
serbest bırakmıştır, zira düşüncelerine göre, ikincisini benimsemelerinde bir
beis yoktur. Din'in uzun bir süredir müslümanlar arasında yürürlükte olan bu
yanlış kavranışı, İslâmî hayat tarzını hakim kılmak için gerekeni yapmaları
yolunda kendilerini ihmalkar hale getirmiştir ve bu yüzden mesul
tutulacaklardır. Dinin bu yanlış kavranışının sonucu olarak müslümanlar İslâmî
olmayan hayat tarzıyla uzlaşır hale gelmişlerdir. Hatta bu yanlış kavrayış yüzünden
Hz. Yusuf'u (a.s.) güya örnek ittihaz ederek bu sistemlerin destekçisi ve uşağı
haline gelebilmişlerdir. Oysa bu ayet ifade biçimi olarak bu yanlış kavramayı
reddetmekte, "ülke yasaları"nın tıpkı namaz, hac, oruç ve zekât gibi
dinin bir parçası olduğunu bildirmektedir. Dolayısıyla Al-i İmran Sûresinin 19.
ve 85. ayetlerindeki "el-din"in kabulu gereği, yasalar da namaz ve diğer
farzlar gibi bu kavramın kapsamına girer. Bu yüzden dinin bu bölümünün herhangi
bir sistemden ihracı Allah'ın gazabını celbedecektir.
4) Bunlarla
birlikte yukarıdaki yorum, bir itiraza mahal bırakmamaktadır. Hiçbir şey
olmasa, bu satırların yazarının bile katıldığı bir gerçek vardır ki, Hz. Yusuf (a.s.)
ülkenin en yüksek mevkiindeyken Mısır'da gayri İslâmî bir düzen yürürlükte bulunmaktadır.
Dolayısıyla bu durum bizzat peygamberin Melik'in gayri İslâmî yasalarını
uygulamak zorunda olduğunun bir delilidir. Şu halde Hz. Yusuf'un (a.s.) kendi
özel meselesinde Hz. İbrahim'in (a.s.), şeriatı yerine, uygulamak zorunda
kaldığı Melik'in şer'i sistemine göre amel etse ne fark ederdi? Kesinlikle fark
ederdi, zira mesele Hz. Yusuf'un bir peygamber oluşuyla ilgi içindedir. Çünkü o
İslâmî hayat nizamını tesis etmeye çalışmaktaydı ve bu, tedrici olarak
başarılabilecek bir işti. Dolayısıyla bu süre içinde Melik'in yasası kaçınılmaz
olarak yürürlükte kalacaktı. Aynı şey Hz. Peygamber'in (s.a.s.) Medine'de
olduğu sırada Arabistan'da vuku bulmuştu. İslâmî sistemi bütünüyle ikame etmek
dokuz yılı almış ve bu dönemde birtakım gayri İslâmî yasalar yürürlükte
kalmıştı. Sözgelişi içki, faiz, gayri İslâmî miras ve evlilik geleneği, batıl ticaret
şekilleri vs. bir süre daha yürürlükte kalmak durumundaydı. Aynı şekilde İslâm'ın
medeni ve ceza hukukunun bütün olarak yürürlüğe girmesi de belli bir süreyi
gerektirmişti. Dolayısıyla Hz. Yusuf'un (a.s.) hükümranlığının ilk dokuz
yılında Melik dininin (yasal düzeninin) yürürlükte kalmasında hiçbir tuhaflık
bulunmamaktadır. Şu var ki geçiş dönemi esnasında gayri İslâmî melik yasasının
devam etmesi, Allah Rasulü'nün Allah'ın dinini ikame için değil, Melik'in dinini
izlemek için gönderildiğine delil teşkil etmez. Melik'in yasasına kendi şahsi
davası için başvurmasının Hz. Yusuf'a (a.s.) yakışmayacağı meselesine en iyi
karşılık yine Rasulullah'ın (s.a.s.) uygulamasında bulunmaktadır. Geçiş dönemi
esnasında yani cahili yasaların henüz İslâmî yasalarla yer değiştirmediği
dönemde, kimi müslümanlar daha önce yaptıkları gibi şarap içmeye, faiz yemeye
devam ediyorlardı. Ancak Rasulullah (s.a.s.) bu gibi fiilleri asla işlemiyordu.
Yine iki kız kardeşle birden evlenmek, muta gibi yasalar uygulanmaktaydı, fakat
Rasulullah (s.a.s.) asla böyle bir uygulamada bulunmadı. Böylece açıklığa
kavuştu ki, İslâmî yasaların evrimi döneminde kimi gayri İslâmî yasaların
yürürlükte bırakılmasıyla onların bizzat uygulanması arasında fark vardır. Eğer
Hz. Yusuf (a.s.) Melik'in yasasını kendi şahsi davası için uygulasaydı bu onun
yaptırım gücünü bu yasaya hamlettiği, bu yasayı tasdik ettiği anlamına gelirdi.
Oysa bütün cahili şeriatleri ortadan kaldırmak üzere gönderilmiş bir peygamberin,
başkalarına ruhsat verilmiş olsa bile bu yasaları izleyemeyeceği açıktır (6)
İncil ve
Mısır tarihini mukayeseli olarak okumuş ve incelemiş olan çağımızın
araştırmacıları, Mısır hükümdarlarından “Hymksos” (çoban) kralları arasında yer
alan Apophis’in Hz. Yusuf (a.s.) olabileceği ihtimalini ortaya koymuşlardır. Zira
bu kralın yaşadığı devir, Hz. Yusuf’unki ile denk gelmektedir.
“Mısır’ın
başkenti Memphis idi. Bunun kalıntıları bugün Kahire’nin güneyinde yaklaşık 24.
km’de bulunmaktadır. Hz. Yusuf buraya 17-18 yaşlarında iken gelmişti. 2-3 Sene
Mısır kralının sarayında kaldı ve 8 sene de zindanda. 30 Yaşında iken Mısır
hükümdarı oldu ve 80 yaşına kadar rakipsiz Mısır tahtında kaldı (…) İncil’deki
kayıtlara göre Hz. Yusuf 80 yaşına geldikten sonra vefat etti ve ölmeden önce, İsrailoğullarına,
Mısır’dan ayrılırken kemiklerini yanlarına almalarını vasiyet etti (Mevdûdi,
Tevhid Mücadelesi, c. 1, s. 517-518).
Hz. Yusuf’un
tevhid dâveti Kur’an’da şöyle dile getirilir: “Ey hapis arkadaşlarım! Ayrı
ayrı bir sürü uydurma ilâhlar mı daha hayırlıdır, yoksa her şeyden üstün,
kahredici olan Allah mı? Allah’ı bırakıp taptığınız, sizin ve babalarınızın
adlandırdığı, putlardan başka bir şey değildir. Allah onların doğru olduğuna dair
bir delil indirmemiştir. Hüküm ancak Allah’a aittir. Kendisinden başkasına değil,
ancak O’na ibâdet edip kulluk yapmanızı emretmiştir. Bu, dosdoğru dindir. Fakat
insanların çoğu bilmez.” (12/Yusuf, 39-40)
Hz. Yusuf
(a.s.) bu mesajı, zindanda olduğu sırada hapiste beraber bulunduğu köle
arkadaşlarına tebliğ etmişti. Hz. Yusuf’un bu esnâda sunduğu tevhid dâvetinden
çıkaracağımız birçok önemli dersler vardır. Şimdi bunları genel hatları ile ele
alalım:
1- Hz. Yusuf
bir peygamber sıfatına sahip olduğunun bilincinde olarak, zindanda bile olsa
tevhid dininin mesajını etrafındakilere
yaymanın sorumluluğunu taşımış ve hapishane hayatı gibi olumsuz şartlarda dahi
bu görevin gözardı edilmemesi gerektiğini pratik yaşantısı ile göstermiştir. Bu
demektir ki, bir Müslüman bulunduğu konuma bakmaksızın, yerin yedi kat dibinde
de olsa bu dâveti tebliğ etmekle yükümlüdür ve bu konuda hiçbir mâzeret Allah
katında kabul görmeyecektir.
2- Hz. Yusuf
(a.s.) başına gelen zindan musîbetine sabrederek, bulunduğu konumu İslâm’ın lehinde
kullanmayı çok iyi bilmiştir. Bilindiği üzere, “yerine ve zamanına göre
hareket” ile “yerinde ve zamanında faâliyet” İslâm’a dâvet metodunun iki önemli
meselesini teşkil eder. Dâvetin neticeye ulaşabilmesi, müsbet bir sonuç verebilmesi
için yer-zaman faktörlerine dikkat ve itina gereklidir. Dâvetçi, dâveti sunduğu
mekânının şart ve imkânlarını çok iyi bilerek orada nasıl hareket edeceğini,
hangi metodlarla dâvetini sunacağını, dâvetin hangi mesele ve merhalelerinin bu
yer için uygun olacağını hesap etmek mecbûriyetindedir (bk. Ahmet Önkal,
Rasûlullah’ın İslâm’a Dâvet Metodu, Esra Y., s. 199).
3- Buna
bağlı olarak Hz. Yusuf’un tevhide dâvet usûlü bize bir insanın, tıpkı Yusuf
Peygamber gibi eğer hâlis niyete ve gerekli bilgeliğe sahipse mesajı tebliğ
etmek üzere durumunun gerektirdiği bir metodu izleyebileceğini gösterir. İki
adam ona itimad ederek kendisinden rüyalarını yorumlamalarını isterler
(12/Yusuf, 36). Buna verdiği cevapta şöyle der: “Rüyalarınızı yorumlayacağım,
fakat ilkin size, bana rüyaları yorumlama gücü veren bilgimin kaynağını haber
vereyim.” Bu sûretle onların taleplerini avantaj olarak kullanarak kendi itikadını
onlara vazeder (Mevdûdi, Tefhimu’l Kur’an, c. 2, s. 462). Ayrıca onlara bu
kısa, fakat özlü ve aydınlatıcı ifadelerle İslâm dininin ana hatlarını çizivermiştir.
Aynı zamanda Yusuf bu beyanı ile; şirki, putperestliği ve câhiliyeyi ayakta
tutan sütunları temelinden sarsmış (Seyyid Kutub, Fî Zılâlil Kur’an, c. 8, s.
400), tevhidin yüceliğini ve gerçekliğini beyan etmiştir.
4- Dâvette
muhâtabı tanıyarak, duruma göre tebliğde bulunmak önemli bir gerekliliktir. İnsan
olması yönüyle dâvete muhâtap olanlar, bizzat içlerindeki duygu ve hisleriyle
hareket edecek, psikolojik motiflerin etkisi altında kalacaklardır. Dâvetçi bu
duygu ve hisleri tespit ederek muhâtabında psikolojik etki icrâ edecek şekilde
hareket ve davranışlarda bulunmalı, tebliğini buna göre sunmalıdır. Fikir,
davranış veya yaşayışın ıslahı için her şeyden evvel bu fikir ve inanışa bağlanış
derecesi, o fikir ve inanışın mâhiyeti hakkında bilgi sahibi olmak, muhâtabın içerisinde
yaşadığı sosyal ve kültürel muhiti, kişi tabiatına yankıları olan coğrafî ve
tarihî şartları, tebliğe muhâtap kaldığı anda muhâtabın içerisinde bulunduğu
hâlet-i rûhiyeyi iyi tanıyarak (A. Önkal, a.g.e., s. 131) ortama göre davranmak
zorundadır.
Bir tevhid
önderi olması sebebiyle Hz. Yusuf (a.s.) yukarıda sunmaya çalıştığımız dâvet
stratejisinin farkında olarak, bize mesajı sunarken takip etmemiz gereken doğru
usûlü de öğretmiştir. Hz. Yusuf, hemen işin başında amele ilişkin ayrıntıları
ve itikadî düzenlemeleri sunmamış, iman edenle etmeyeni, yani tevhid ile şirki
birbirinden ayıran en temel esas üzerinde durmuştur. Daha sonra sağduyu sahibi
bir kişiyi iknâda başarısızlığa uğramamak için de mesajı gâyet aklî bir tarzda
sunmuş ve ortaya sürdüğü deliller bu iki kölenin zihninde derin tesirler
uyandırmıştır: “Hangisi daha iyi? Çeşit çeşit tanrılar mı, yoksa bir tek Kadir-i
mutlak Allah mı?” Köleler, kendi şahsî tecrübelerinden bir tek efendiye hizmet
etmenin, bir çoğuna birden hizmet etmekten daha iyi olduğunu bilmekteydi.
Dolayısıyla âlemlerin Rabbine hizmet etmek dururken, O’nun kullarına hizmet
etmek daha iyi olamazdı. Dahası, Hz. Yusuf (a.s.) onları doğrudan imanı kabule
ve itikatlarını redde dâvet etmemiş; oldukça hikmetli bir yol tutarak önce şuna
dikkatlerini çekmişti: “Bizi ve tüm insanlığı kendisinden başkasına köle
etmemesi Allah’ın bir lütfudur. Ancak insanların çoğu O’na şükretmez. Yalnızca
O’na kulluk etmek yerine kendilerine tanrılar icat ederek onlara taparlar.” Zikre
şâyan bir şey daha vardır ki, teklif ettiği imanın miyarı hikmeti esas
almaktadır, herhangi bir icbar sözkonusu değildir. “Sizin servet tanrısı,
sağlık tanrısı, bolluk tanrısı, yağmur tanrısı vs. diye isimlerden ibârettir
sadece. Her şeyin gerçek sahibi, tüm kâinatın Rabbi ve yaratıcısı olarak sizin
de kabul etmeniz gereken, Yüce Allah’tır. Allah hiçbir şeye, hiç kimseye ulûhiyet
adına ne bir yetki vermiş, ne de böyle bir şeyi tasdik etmiştir. Aksine, tüm
kudretleri, tüm hak ve yetkileri kendine hasretmiştir ve emretmiştir: “Yalnız
Bana kulluk ve itaat edin.” (Mevdûdi, Tefhim, c. 2, s. 463) (7)
Nüzûlü:
Mushaftaki sıralamada on ikinci, iniş sırasına göre
elli üçüncü sûredir. Hûd sûresinden sonra, Hicr sûresinden önce Mekke'de nâzil
olmuştur, 111 âyettir.
Yahudilerin
telkini ile Mekke müşriklerinin Hz. Peygamber'e "îsrâiloğullan Mısır'a niçin
gittiler?" şeklindeki sorusuna cevap olarak veya müslümanların
Re-sûlullah'ın bir kıssa anlatmasını istemeleri üzerine indiği rivayet edilmiştir.
Ancak, Muhammed b. İshak'a göre sûrenin nüzul sebebi, kavmi tarafından zulme
uğramış olan Hz. Peygamber'i teselli etmektir (Elmalılı, IV, 2841). Kavminin
baskıları ve işkenceleri karşısında Resûl-i Ekrem ve arkadaşları
bunalmışlardı; bu bunalımdan bir çıkış yolu arıyorlardı. Böyle sıkıntılı bir
anda bu sûrenin inmesi, müslümanlara bir teselli ve müjde olmuştur. Zira
kıssanın kahramanı olan Hz. Yûsuf da Filistin'de kardeşleri tarafından bazı
kötülüklere mâruz kalmıştı. Fakat sonunda o, Mısır'da devlet yönetiminde söz
sahibi oldu, kardeşleri de bu devletin yönetiminde görevlendirildiler.
Bu sûrede
anlatılan kıssa da, dolaylı olarak Hz. Muhammed ve arkadaşlarına, sabrettikleri
takdirde Hz. Yûsuf'a verilmiş olan mükâfatın bir benzerinin verileceğini ve
Kureyşliler'in kendilerine boyun eğeceğini müjdelemektedir. Nitekim kavminin
baskısı neticesinde Medine'ye göç etmiş olan Rasûlullah sekiz sene sonra
Mekke'yi fethetmiş ve Kureyşliler ona boyun eğmiştir. Ancak Hz. Peygamber
Kureyşliler'e, Hz. Yûsuf un Mısır'da kardeşlerine söylediği sözün aynısını
söylemiş ve şöyle demiştir: "Bugün sizi kınamak yok, Allah sizi afetsin!
O, merhametlilerin en merhametlisidir" (İbn Sa'd, Tabakat, n, 142) "Gidiniz
hepiniz serbestsiniz!" (İbn
Kesîr, es-Sîre, III, 570). Muhtevasına ve işaret ettiği konulara bakıldı-j£ınıh
sûrenin, hicretin arifesinde meydana gelen olaylar esnasında, yani Kureyş’in
Hz. Peygamber'i öldürme, sürgün etme veya hapsetme planlarını tasarladığı sırada
ve bir defada inmiş olduğu anlaşılmaktadır.
Kur'ân ı
Kerîm'deki kıssalar bazı hikmetlere dayanmaktadır. Özellikle peygamberlerin
kıssaları, alınması gereken ibretlerle doludur. Nitekim bu sûrenin son âyetinde
yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Andolsun onların kıssalarında akıl sahipleri
için ibretler vardır." Hz. Yûsuf'un kıssası hakkında da şöyle buyurmuştur:
"Andolsun ki Yûsuf ve kardeşlerinde, almak isteyenler için ibretler
vardır.” (12/Yusuf, 7)
Adı:
Sûre adını 4. âyetten itibaren 101. âyetin sonuna
kadar kıssası anlatılan Yûsuf (a.s.)dan almıştır.
Konusu:
İlk üç âyette bu sûredeki âyetlerin Kur'ân-ı Kerîm'İn
âyetleri olduğu, Kur'an'ın Arap diliyle indirildiği ve bu sûrede kıssaların en
güzelinin anlatılacağı bildirilmektedir. Bundan sonra 101. âyete kadar Hz.
Yûsuf'un kıssası anlatılmıştır. Kıssada Hz. Yûsuf'un, kardeşleri tarafından
kuyuya atılması, onu kuyudan çıkaran kafile tarafından Mısır'da köle olarak
satılması, bir iftira sonucu cezaevine girmesi, Mısır kralının gördüğü rüyayı
yorumlaması neticesinde cezaevinden çıkarılıp maliyeden sorumlu yüksek düzeyde
yöneticiliğe getirilmesi, uzun süreli bir ayrılıktan sonra babası ve kardeşleriyle
tekrar buluşması gibi konular ele alınmıştır. Daha sonraki âyetlerde İse mü’minlere
müjde ve öğütler verilmektedir.
“Rahman
ve rahim olan Allah'ın adıyla... 1. Elif-lâm-râ. Bunlar, apaçık kitabın âyetleridir.
2. Anlayabilesiniz diye biz onu Arapça bir Kur'an olarak indirdik. 3. Biz, bu
Kur 'an 'ı sana vahyetmekle en güzel kıssayı da anlatıyoruz. Gerçek şu ki, sen
bundan önce elbette bunu bilenlerden değildin.”
Tefsiri
1. Bazı sûrelerin başında bulunan "elif-lâm-râ" gibi harflere
"hurûf-ı mukattaa" denmektedir.
Yüce Allah, indirilen
bu âyetlerin gelişigüzel söylenmiş sözler değil, gerçekleri açıklayan ve ebedî
bir mucize olan İlâhî kitabın âyetleri olduğunu, dolayısıyla bu kitaba şanına
yakışır bir şekilde saygı gösterilmesi ve emirlerinin uygulanması gerektiğini
vurgulamaktadır.
2. Bütün insanlık için gönderilmiş
olan Kur'an'ın Arabistan'da ve Arapça olarak indirilmesinin coğrafî, sosyolojik,
psikolojik ve dil ile İlgili sebepleri vardır. Her şeyden önce Arap yarımadası
eski dünyayı meydana getiren, bugün de insanlığın büyük bir bölümünü
barındıran Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarının birbirine en çok yaklaştığı
merkezî bir yerde ve dünya ticaret yollarının kesiştiği bir noktada
bulunmaktadır, Kur'an'ın nazil olduğu zamanda bu bölge komşu illerde yer alan siyasî
güçlerin iktisadî ve siyasî menfaatlerini doğrudan ilgilendiren bir konumdaydı.
Bu siyasî güçlerin aksiyon ve reaksiyonlarının toplandığı bir merkezde yer
alan Arap toplumu bu kıtalarda yaşayan insanları ve bunların yaşayışlarını
tanıma imkânına sahipti.
Arap toplumu
çölde yaşadığı için, müreffeh bir hayat tarzından uzaktı. Tehlikeli işlere
atılma ve değerlerin müdafaasında sabırla direnme gibi vasıflara sahip
bulunuyordu. Asırlar boyunca dillerinin safiyetini korudukları gibi belirtilen
nitelik ve enerjilerini de muhafaza etmişlerdi. Kabileler arasında uzun süre
devam etmiş olan iç savaşlar, onlara atılganlık vb. meziyetler kazandırmıştı.
Ayrıca ticaretle uğraşan bir toplum olmaları sebebiyle hareket kabiliyetine ve
uzun süreli seyahatlere katlanma gibi hususiyetlere sahip bulunuyorlardı. Bu
sayede Araplar ticaret yaptıkları ülkelerin örf ve âdetlerini, hususiyetlerini,
kanunlarını Öğrenmişlerdi; kısaca İslâm'ı buralara ulaştırılmak için gereken
tecrübeye sahip bulunuyorlardı.
Kur'an'ın
Arapça olarak indirilmesinin temel sebebi, son peygamberin Araplar arasından
seçilmiş olmasıdır. Yüce Allah her peygambere kendi kavminin diliyle hitap etmiş,
vahyini onların diliyle göndermiştir ki peygamber Allah'ın emir ve yasaklarını
kavmine rahatça anlatsın (14/İbrâhim, 4). Şüphe yok ki Kur'an'ın Arap dili ile indirilmiş
olması onun sadece Araplar'a indirildiğini ifade etmez. Nitekim bazı âyetler,
onun bütün insanlığa hitap ettiğini, dolayısıyla evrensel bir kitap olduğunu
göstermektedir (2/Bakara, 185; 3/Âl-i İmrân, 138; 34/Sebe', 28; ayrıca bk. 13/Ra'd,
37). Son peygamberin Araplar arasından seçilmesinin doğal bir sonum ıtl/ınık
ona' onlar ıslah ve irşjıd edilecek, sonra da onların aracılık ve örnekliginde
diğer kavimler İslâm iman ve ahlâkına gireceklerdi. Ayrıca Kur'an yalnız
Araplar'm kutsal kitabı olmadığından Arapça bilmeyenlerin de onu anlayabilmeleri
ve böylece İslâm'ı birinci kaynağından Öğrenme imkanını elde etmeleri için
Kur'an'in başka dillere çevrilmesi zorunludur. Ancak bu çeviriler insan
çabasının ürünleri, dolayısıyla az veya çok kusurlu olup Kur'an'ın orijinal
metni mevcut şekliyle Arapça metindir (bilgi için bk. 39/Zümer, 28).
3. "En güzel kıssa" diye
çevirdiğimiz "ahsenü'l-kasas" tamlamasındaki kasas kelimesi sözlükte
"bir şeyin izini sürmek" anlamına gelmektedir; isim olarak,
"anlatılan haber" demektir. Kur'an'da daha çok bu mânada
kullanılmıştır (Râgıb el-Isfahânî, el-Müfredât, "kss" md.). Bu mânada
kıssa ile eş anlamlı olup her ikisinin de çoğulu kjsastır. Edebiyatta hayâlı
kıssalar olduğu gibi gerçek kıssalar da vardır. Hz. Yûsuf'un kıssası yaşanmış bir
olaydır. Bir taraftan tasavvuf ve edebiyatta mecazî aşk denilen ve tabii bir
gerçeklik olan beşerî sevgiyi, diğer taraftan bu tür sevgilerin insanı kötülüğe
saptırmasına engel olacak güç ve içtenlikteki iman ve iffetin yüceliğini
anlatan bu sûre, âyette "ahsenü'l-kasas" olarak nitelendirilmiştir.
Kıssada aynı zamanda baba-oğul, Ya'kub (a.s.) ile Yûsuf un hasret, ıstırap ve
üzüntüleri canlı bir şekilde dile getirilmektedir. "Ahsenü'l-kasas"
tamlamasını "en güzel üslûp" şeklinde anlayanlar da vardır (Zemahşerî,
II, 300-301; Râzî, XVIII, 85; Esed, II, 454-455). Buna göre cümlenin meali
şöyle olur: "Biz, bu Kur'an'ı sana en güzel bir üslûpla anlatıyoruz."
Âyette, Hz,
Peygamber'İn, Yûsuf hakkında daha önce bilgisinin olmadığı, bu bilgilerin kendisine
vahiy yoluyla geldiği bildirilmektedir. Bu durum, Hz. Muham-med'in hak
peygamber, Kur'an'm da mucize olduğunu gösterir. Zira okur-yazar olmayan,
yabancı dil bilmeyen ve İsrâiloğulları'nın Mısır'a gitmeleriyle ilgili yeterli
bilgisi bulunmayan bir kimsenin, vahye dayanmadan, çok zaman olayların detayına
kadar inen böyle mükemmel bir kıssayı ortaya koyması mümkün değildir.
İbrânîce'de
"Allah'ın kulu" mânasına gelen İsrail kelimesi, Ya'kub peygamberin
lakabı olup Allah'ın halis kulu olduğunu ifade eder. Soyundan gelenlere de
"İsrâiloğulları" denilmektedir. Kitâb-ı Mukaddes araştırmacılarından
nakledildiğine göre Ya'kub Filistin'de yaşıyordu ve on iki oğlu vardı. Yûsuf
on birinci oğluydu. Milâttan önce 1906'da doğmuş, 1890'lı yıllarda Mısır'da
köle olarak satılmıştı. Bir süre kölelik, oldukça uzun bir süre de hapis
hayatı yaşadıktan sonra Mısır'da önemli bir üst düzey yöneticiliğe getirildi.
Daha sonra babası ve kardeşlerini de Mısır'a götürdü. Böylece İsrâiloğulları
Mısır'a yerleştiler. Hz. Musa'nın zamanında ve onun liderliğinde tekrar Filistin'e
dönmüşlerdir (İsrail ve İsrâiloğulları hakkında bilgi için bk. 2/Bakara 40,
132; 4/Nisâ, 153-161).
4. “Bir
zamanlar Yûsuf, babasına demişti ki: "Babacığım! Ben (rüyamda) on bir
yıldızla güneşi ve ayı gördüm; onları bana secde ederlerken gördüm." 5.
Babası, "Yavrucuğum! Rüyanı sakın kardeşlerine anlatma, sonra sana tuzak
kurarlar! Çünkü şeytan insana apaçık bir düşmandır" dedi. 6. İşte böylece
rabbin seni seçecek, sana rüyada görülenlerin yorumunu öğretecek ve daha önce iki
atan İbrahim ve İshak'a nimetini tamamladığı gibi sana ve Ya'kub soyuna da nimetini
tamamlayacaktır. Kuşkusuz rabbin çok iyi bilendir, hikmet sahibidir.”
Tefsiri
4-6. Yûsuf (a.s.)ın soy kütüğü
şöyledir: Yûsuf, babası Ya'kub, babası îshak, babası İbrahim (a.s.). Görüldüğü
gibi Yûsuf, Hz. İbrahim'in dördüncü kuşaktan torunudur. Ya'kub ile eşi
Rahîl'den dünyaya gelmiştir. Rasûlullah buyurmuşlardır ki: "İnsanların
en şereflisi, Allah'ın peygamberi Yûsuf tur; o, Allah'ın peygamberinin
oğludur; o da Allah'ın peygamberinin oğludur; o da Allah'ın dostunun (halîl)
oğludur" (Buhârî, Tefsir 12/2).
Rüya,
"görmek" mânasına gelen "rü'yet" mastarından alınmış bir isim
olup, uyku halinde birtakım olay ve şekillerin görülmesi demektir, Türkçe'de
buna "düş" denir. Rüya kişinin sadece iç dünyasıyla ilgili bir olay
olmayıp, aynı zamanda hayalin ötesinde dış dünyada bir gerçeğe de işaret eder.
Râzî'ye göre yüce Allah, insan ruhunu madde ötesi âleme çıkabilecek, levh-i
mahfuzu okuyabilecek yetenekte yaratmıştır. Ancak ruhun bedenle ilgisi buna
engel olmaktadır. Uyku halinde ruhun bedenle ilgisi azalır, Levh-i mahfuzu
okuma gücü artar. Ruhun orada gördükleri, hayal aleminde kendine özgü İzler
bırakır (18/135). Bu izler hayalin ötesindeki bir gerçeği yani tevh-İ
mahfuzdaki bilgiyi gösterir ki rüyanın asıl işaret ettiği şey budur.
Gazzalî,
levh-i mahfuz ile insan kalbini, karşı karşıya duran fakat aralarında perde
bulunan iki aynaya benzetmektedir. Aynaların arasındaki perde kaldırıldığında
birindeki görüntü diğerine aynen yansır. İşte rüya olayı buna benzer; insan
uyuduğu zaman kalbin duyu organlarıyla ilgisi kesilir, levh-i mahfuz ile kalp
arasındaki perde ise kalkar, böylece levh-i mahfuzdaki bazı bilgiler kalbe
yansır; hayal gücü bu bilgileri sembollerle alarak korur, İnsan uyandığında
ancak hayalindeki sembolleri hatırlar (İhyâ, IV, 504-505). İşte rüyayı
yorumlayıp İşaret ettiği perde arkasındaki gerçekleri göstermeye "rüya
tabiri" (yorumu) denilmektedir (ayrıca bk. 12/Yusuf, 44).
Psikanalizin
kurucusu Freud'a göre rüyanın kaynağı ferdin şuur altı, rüya İse arzuların tatmini
için yapılan bir teşebbüstür. Ona göre başta cinsel arzular olmak üzere
çocukluk döneminden itibaren bastırılan duygular, geçmişte yaşananlar ve duyu
organlarına etki eden duyumlar rüyanın esas öğesini oluşturur ve rüya esnasında
ortaya çıkar (Umur Günay, Âşık Tarzı Şiir Geleneği, s. 104). "İnsanın yaşama
kaynağı ve canlı organizmanın tek faaliyet gayesi cinsel hayattır. Bu da
"libido" denilen idare merkezinde planlanmaktadır. Cinsel duygularla
toplumdaki kuralların çatışması veya bu isteklerin şuur altına itilmesi, kişide
bazı kompleksler meydana getirir. Rüyada görülen olaylar işte bu komplekslerin,
bilinç dışı arzuların akıl sansürü ve baskısından kurtulmuş olarak örtülü bir
şekilde tezahürüdür. Uyku esnasında sansürün gücü azaldığından arzular
serbestçe dışa vurulursa da rüya gören kişinin bilincine girmelerini
engellemek amacıyla kabul edilebilir imgelere dönüştürülür. Bu dönüştürmede
uyku sırasında algılanan duyu uyaranlarından, önceden yaşanmış olaylardan ve
derinde yerleşmiş anılardan yararlanılır (bilgi için bk. İlyas Çelebi, Rüya, İFAV
Ans. IV/29).
İslâmî
kaynaklarda genel olarak üç türlü rüyanın bulunduğu ifade edilmektedir: a)
Sâdık rüya. Kaynağı İlâhî olan İkaz ve işaretler olup doğru ve gerçek rüyalardır.
Hz, Peygamber bu tür rüyaların peygamberliğin kırk altı cüzünden biri olduğunu
haber vermiştir (Buhârî, Ta’bîr 2-4). Sâdık rüya gören kimsenin
ruhu, bu vesileyle Allah'ın ilim, irade, kudret ve yaratmasıyla ilgili bazı
şeyler hakkında bilgi sahibi olur. Böylece zaman içerisindeki bazı gayb
olaylarını meydana gelmeden önce keşfeder ve haber verir veya mekân içindeki
bazı şeyleri insanların normal olarak görmesinden önce görür ve bildirir. Bu
duruma, "rüya yoluyla keşif denilmektedir, b) Nefisten yani beyin, duyu
organları ve iç organlardan kaynaklanan düşler. Bunlar, hâtıraların hayalde
canlanmasından ibarettir, c) İnsan ruhunun gizli bk dış tesirden (şeytandan)
etkilenmesi neticesinde meydana gelen korkma ve sapmalar olup yalancı bir
çağrışım ve hayalî bir olaydır. Hz. Peygamber bu tür rüyaların şeytandan
kaynaklandığını haber vermiştir (Buhârî, Ta’bîr 3).
Gerek nefisten
gerekse şeytandan kaynaklanan bu tür yorumu yapılamııyun karmakarışık rüyalara
"ahlâm" veya "edgasu ahlâm" denmektedir (bk. 12/Yusuf, 43;
Elmalılı, IV/2865).
Hz. Yûsuf'un
gördüğü bu rüyada baba, anne ve kardeşlerin güneş, ay ve yıldızlarla temsilî
olarak anlatılması, rüyanın ve neticesinin önemine işaret ettiği gibi,
Yûsuf'un şanının yüceliğini de gösterir, Yûsuf un rüyası, yüce Allah'ın onu
peygamberlik görevine hazırladığının bir işaretidir. Nitekim Hz. Peygamber'e de
vahyin gelişi sâdık rüya ile başlamıştır (Buhârî, Bed’ü’l-vahy 3). Yûsuf'un gördüğü
bu rüyayı yorumlayan Hz. Ya'kub, oğlunun ileride büyük bir makama geleceğini
anlamıştı. Ancak diğer oğullarının, yorumu gayet kolay olan bu rüyadan haberleri
olduğu takdirde Yûsufu kıskanarak ona kötülük edeceklerinden endişe etmiş, bıı
sebeple rüyasını kardeşlerine anlatmaması için onu uyarmıştır. Hz. Yûsuf'un
rüyada gördüğü güneş, babası Ya'kub; ay, annesi Râhîl; yıldızlar ise on bir
kardeşi idi. Bünyâmin adındaki en küçük olanı öz, diğerleri üvey kardeşleriydi
(Şevkânî, III/6).
6. âyette
"rüyada görülenlerin yorumu" diye çevirdiğimiz
"te'vîlü'l-ehâdîs" tamlamasındaki te'vîl kelimesi terim olarak,
"lafzı zahirî anlamında değil de kitap ve sünnete uygun olan muhtemel bir
anlamda yorumlamak" mânasına gelir. Burada te'vil terimi, "tabir
etmek" ile eş anlamlı olarak, "rüyadaki sembolleri yorumlayıp
delâlet ettikleri mânayı ortaya çıkarmak" anlamında kullanılmıştır, Ehâdîs
kelimesi ise "olay" ve "haber" anlamlarına gelen hadîsin
çoğuludur. Birinci anlama göre cümle, "Allah sana olaylarda sebep-sonuç ilişkisini
ve olayların yorumunu öğretecek" mânasına, ikinci anlama göre ise
"Allah sana rüyaların yorumunu öğretecek" mânasına gelir. Bu anlamdan
hareketle cümleyi, "Allah sana kendi kitaplarının ve peygamberlerin
sözlerinin yorumunu öğretecek" şeklinde tefsir edenler de olmuştur. Bu
görüşleri birleştirmek suretiyle cümlenin mânasını daha kapsamlı olarak
değerlendirmek de mümkündür, Buna göre cümle, Hz. Yûsuf'a rüyaları yorumlama
yeteneğinin verileceğini ifade ettiği gibi, hayatın problemlerini anlama ve onlara
çözüm getirme, aynı zamanda her şeyin hakikatini kavrama yeteneğinin verileceğini
de ifade eder.
Yüce
Allah'ın Hz. Yûsuf a nimetini tamamlamasından maksat, ona nimetlerin en üstünü
olan peygamberlikle birlikte devlet yöneticiliğini de nasip etmiş olmasıdır.
Böylece ona hem dinî hem de dünyevî müstesna nimetler nasip etmiş, lüt-fünu
tamamlamıştır. Ataları Hz. İbrahim ve İshak'a peygamberlik vererek onları on
büyük şerefe erdirdiği gibi, Ya'kub'un soyundan da birçok peygamber ve hükümdar
göndermek suretiyle bu soyu başka kavimlerin hiçbir şekilde ulasamavacakları bir
şerefe ulaştırmıştır (5/Mâide, 20). İşte Allah'ın Ya'kub (a.s.)ın ailesine nimetini
tamamlamasından maksat da budur.
7. “Andolsun
ki Yûsuf ve kardeşlerinde, almak isteyenler için ibretler Yardır. 8. Hani
kardeşleri demişlerdi ki: "YûsuPla kardeşi babamıza bizden daha sevgilidir.
Halbuki bizim sayımız daha çok. Şüphesiz ki babamız apaçık bir yanılgı içindedir.
9. Yûsuf'u öldürün veya onu (uzak) bir yere atın ki babanızın teveccühü yalnız
size kabın! Ondan sonra da (tövbe ederek) sâlih kimseler olursunuz!" 10.
Onlardan biri, "Yûsuf u Öldürmeyiniz, eğer mutlaka yapacaksanız onu
kuyunun dibine atın da geçen kervanlardan biri onu alsın" dedi.”
Tefsiri
7-8. Yüce A]lah Hz. Yûsuf İle
kardeşlerinin kıssasında, almak isteyenler İçin birçok ibret bulunduğuna dikkat
çekmiştir. Yûsuf'un, bu âyette geçen kardeşinden maksat, kendisinden küçük olan
ana-baba bir öz kardeşi Bünyâmin'dir (Şevkânî, III/6). Gelecekte peygamberlikle
görevlendirilecek olan Hz. Yûsuf, dürüstlük ve üstün karakteri sebebiyle
babasının dikkatini çekmiş ve sevgisini kazanmıştır. Bünyâmin de peygamber
olmamakla birlikte en küçük çocuğu olması ve üstün bir şahsiyete sahip
bulunması gibi sebeplerle onu da çok seviyordu. Hz. Ya'kub'ıra bu en küçük iki
oğluna karşı farklı bir sevgi göstermesi, diğer oğullarının haset duygularını iyice
kamçılamıştı. Sonunda babalarının bir yanılgı içinde olduğuna hükmetmişlerdi.
8. âyette
"Bizim sayımız daha çok" diye çevirdiğimiz cümle içindeki usbe kelimesi
"10-40 kişiden oluşan, birbirine sıkı sıkıya bağlı güçlü bir cemaat"
anlamına gelmektedir (İbn Aşûr, 12/222). Hz. Ya'kub'un oğullan, aynı babanın
çocukları olmalarına rağmen Yûsuf la Bünyâmin'in anaları ayrı olduğu için,
"Yûsuf la kardeşi" şeklinde ifade etmişlerdir (Râzî, 18/92).
9-10. Kabaran kıskançlık duyguları,
kardeşlik şefkat ve merhamet duygularını o derece örtmüştü kî kardeşlerini
öldürmek veya başka bir şekilde ortadan kaldırmak için karar almada tereddüt
göstermediler. Böylece çarpık bir mantıkla, kardeşlerini ortadan kaldırdıktan
sonra tövbe edip İyi kimseler olacaklarını ve babalarının teveccühünün sadece
kendilerine kalacağını sanıyorlardı. İçlerinden biri vicdanının sesini
bastıramadı ve Yûsuf'un öldürülmemesini istedi; ama onu babasından
uzaklaştırmak için mutlaka bir şey yapılacaksa bir kuyunun dibine bırakılmasını
tavsiye etti. Kervanlardan birinin Yûsuf'u alıp götüreceğini, böylece onu
babasından uzaklaştirmış olacaklarını söyledi. Rivayete göre bu fikri ileri
süren, Hz. Ya'kub'un en büyük oğlu Rûbîl'dir (Taberî, 12/93). Bu görüş uygun
bulundu, uygulamak üzere babalarına geldiler.
11. “Dediler
ki: "Ey Babamız! Niçin Yûsuf hakkında bize güvenmiyorsun? Oysa biz ona iyilik
isteyen kimseleriz. 12. Yarın onu bizimle beraber (kıra) gönder de bol bol yesin,
içsin, oynasın. Biz onu mutlaka koruruz." 13. Babaları, "Onu
götürmeniz beni mutlaka üzer, siz farkında olmadan onu bir kurdun yemesinden
korkarım" dedi. 14. Dediler ki: "Hakikaten biz böyle kalabalık
olduğumuz halde, eğer onu kurt yerse o zaman bize gerçekten yazıklar
olsun!"
Tefsiri
11-14. "Niçin Yûsuf hakkında bize
güvenmiyorsun?" şeklindeki soruların-ılan anlaşılıyor ki kardeşleri daha
önce de Yûsuf'un kendileriyle beraber kıra çıkmasını istemişler fakat,
babaları bu konuda onlara güvenmediği için buna izin vermemişti. Ya'kub (a.s.)
aslında oğullarına güvenmediği halde, bunu hissetin meme nezaketini göstermiş,
gerekçe olarak, onlar farkında olmadan Yûsuf u kurtların yiyebileceğinden
korktuğunu ifade etmiştir.
15.
“Onu
götürüp kuyunun dibine atmaya ittifakla karar verdikleri zaman biz Yûsuf a,
"Kardeşlerinin yaptıklarını bir gün onlara kendileri farkına varmadan
mutlaka haber vereceksin!" diye vahyettik. 16. Akşam ağlayarak babalarına
geldiler, 17. "Ey Babamız! Biz yarışma yaparak uzaklaştık, Yûsuf u da
eşyamızın yanında bırakmıştık; onu kurt yemiş! Ama biz doğru söyleyen kimseler
olsak da sen bize inanmazsın" dediler. 18. Gömleğinin üstünde sahte,
kanlı bir gömlekle geldiler. Ya'kub, "Bilakis nefsiniz sizi kötü bir iş
yapmaya sürüklemiş; artık (bana düşen) güzelce sabretmektir. Anlattığınız
karşısında, yardım edecek olan ancak Allah'tır" dedi. 19. Bir kervan geldi,
sucularını suya gönderdiler; sucu kovasmı kuyuya saldı; "Müjde! işte bir
oğlan çocuğu!" dedi. Onu bir ticaret mab olarak sakladılar. Allah onların
yaptıklarını çok iyi bilir. 20. (Mısır'da) onu düşük bir bedelle, birkaç dirheme
sattılar. Ona zaten değer vermemişlerdi.”
Tefsiri
15. Kardeşleri, Yûsuf'u
koruyacaklarına dair babalarına güvence verince Hz. Ya'kub, Yûsuf'u onlarla birlikte
gönderdi. Kardeşleri onu kuyuya atmaya oy birliği ile karar verdiler ve kararı
hemen uyguladılar.
Kardeşlerinin
yaptıklarını bir gün kendilerine haber vereceğine dair Yûsuf a yapılan vahiyle ilgili
olarak iki görüş vardır: a) Hz. Yûsuf'a peygamberlik daha o zamandan verilmiştir.
Nitekim bu vaad daha sonra gerçekleşmiş ve Hz, Yûsuf kardeşlerinin kendisine
yaptıklarını ileride onlara haber vermiştir (âyet 89). b) Buradaki vahiyden
maksat, ilhamdır; henüz peygamberlik verilmemiştir. Nitekim bu tür ilhamlara
Kur’ân-ı Kerim’de vahiy denildiğine çokça rastlanmaktadır (Râzî, 18/99).
16-18. Kardeşleri, Hz. Yûsuf'un
gömleğini, kestikleri bir hayvanın kanına bulayarak akşam üzeri babalarına getirdiler
ve kendileri yarış yaparken onu kurt yediğini ağlar bir vaziyette söylediler. Rivayete
göre bu acı haberi alan Hz. Ya'kub, çok üzüldü ve gömleği alıp yüzüne sürerek
dedi ki: “Bugüne kadar böyle yumuşak huylu bir kurt görmedim! Oğlumu yemiş
fakat sırtındaki gömleği yırtmamış!” (Taberî, 12/97-98). Ya'kub bu sözleriyle
oğullarının söylediklerine inanmadığını ifade etmek istemiştir. Nitekim
oğullarına, "Bilâkis nefsiniz sizi kötü bîr İş yapmaya sürüklemiş" diyerek
bu kanaatini belirtmiştir.
19. Konunun akışından anlaşıldığına
göre Yûsuf un atıldığı kuyu, ticaret kervanının geçtiği yol üzerinde
bulunuyordu. Nitekim 10. âyette geçen "Onu kuyunun dibine atın da geçen
kervanlardan biri onu alsın" cümlesi de bunu açıkça gösterir. Yûsuf un
kuyudaki durumuna bakıldığında, kuyunun kuraklık sebebiyle suyunun çekilmiş
olduğu ve onun burada hayatını etkilemeyecek kadar kısa bir süre kaldığı
anlaşılmaktadır.
"Onu
bir ticaret malı olarak sakladılar"
cümlesindeki saklayanların kimler olduğu hakkında farklı iki görüş vardır:
a) Onu saklayanlar, su almaya
gelenlerdir. Onu kervandaki diğer arkadaşlarından saklamışlar ve el altından
değersiz bir bedelle satmışlardır.
b) Kardeşleri onun kendi kardeşleri
olduğunu saklamışlardır. Yani onu kuyuya attıktan sonra gitmemişler, o yörede
beklemişler, kervanın sucuları onu çıkardığında onun kendi köleleri olduğunu iddia
etmişler, Yûsuf da korkusundan ses çıkaramamış, böylece onu köle olarak
kervanın adamlarına düşük bir bedelle satmışlardır (Râzî, 18/106).
Kanaatimizce
Hz. Yûsuf'u bir ticaret malı olarak saklayanlar kardeşleri değil , kuyudan onu
çıkaran kervancı ile yanındaki arkadaşlarıdır. Zira kardeşleri onu kuyuya
attıktan sonra gömleğini kana bulayıp babalarının yanına dönmüşlerdi.
21.
“Onu
satın alan Mısırlı adanı karısına, "Ona değer ver ve güzel bak! I 'ııuılur
ki bize faydası olur veya onu evlat ediniriz" dedi. İşte böylece Yûsuf'u
orada yaşasın ve rüyada görülen olayların yorumunu öğretelim diye onu o yere
yerleştirdik. Allah, emrini yerine getirmeye kadirdir. Fakat insanların çoğu
bunu bilmezler. 22. Yûsuf erginlik çağına erişince, ona hüküm yeteneği ve ilim
verdik. İşte güzel davrananları biz böyle mükâfatlandırırız.”
Tefsiri
21.
Yüce Allah'ın yardımı ve himayesi sayesinde Hz. Yûsuf tehlikelerden
kurtularak Mısır'ın ileri gelen devlet adamlarından birinin evine köle olarak
yerleşti. Bazı kaynaklarda onu satın alan şahsın, Mısır kralının maliye nâzın
veya Mısır (Menfıs) şehrinin valisi ve polis teşkilâtının müdürü Potifar
olduğu bildirilmektedir (Tekvin, 37-36, 39/1; İbn Âşûr, 12/245). Kur'an bu
zatı ismiyle değil, "el-azîz" unvanıyla anar (12/Yusuf, 30, 51). İleride
yüksek bir makama getirilecek olan Hz. Yûsuf da aynı unvanla anılacaktır
(12/Yusuf, 78). Bu durum, "el-azîz" sıfatının Mısır'da yüksek bir
resmî unvan olduğunu ifade eder. Nitekim "el-azîz" kelimesi,
"gücüne karşı koyulamayan kimse" anlamına gelmektedir. Hz. Yûsuf, bu
üst düzey yöneticinin hizmetinde kaldığı süre zarfında devlet yönetimiyle ilgili
bilgi ve görgüsünü geliştirmiştir. Aziz'in, Hz. Yûsuf hakkında karışma söylediklerine
bakılırsa, onu gördüğü andan itibaren zekâ ve kabiliyetini sezdiği ve onun
gelecekte büyük işler yapabileceği kanaatine vardığı anlaşılır. Bu sebeple ona
köle muamelesi değil, evlât muamelesi yapmış ve onu kendi çocuğu gibi büyütmüştür.
Kaynakların
bildirdiğine göre Aziz'in karısının adı Zelîha veya Züleyha'dır. Yahudiler ona
Raîl derler (Kurtubî, IX, 158; İbn Kesîr, IV, 306; İbn Âşûr, XII, 245; Ömer
Faruk Harman, "Yûsuf, İFAV Ans., IV, 507). "Yûsuf'a olayların yorumunu
öğretelim diye onu o yere yerleştirdik" mealindeki cümle, Hz. Yûsuf'un
devlet yönetimine ait konularda eğitimden geçirildiğine işaret eder. En azından
imkânları bol, görgülü ve kültürlü bir ortamda kalmakla devlet yönetimine ait bilgi
ve görgüsü artmış, ülke yönetimini öğrenmiştir.
22.
Mealinde "erginlik çağı" diye tercüme ettiğimiz eşüd kelimesi
sözlükte "güç ve kuvvet" anlamına gelir. Âyette kişinin en fazla
güçlü olduğu çağı ifade etmek üzere kullanılmıştır. Bu çağın 18, 20, 33, 40
yaşlar olduğuna dair farklı görüşler vardır (Zemahşerî, II/310; Şevkânî, III/13).
Hz. Yûsuf'a
verilen hükümden maksat, yönetme veya yargılama yeteneği, ilimden maksat da
peygamberliğe ek olarak ona verilmiş otan rüyaları yorumlama bilgisidİr. Nitekim
Hz. Yûsuf'un, “Ey Rabbim! Bana servet ve iktidar verdin ve bana olayların
yorumunu da öğrettin.” (12/Yusuf, 101) mealindeki
duasında buna işaret vardır.
23.
“Evinde
bulunduğu kadın, onun nefsinden murat almak istedi. Kapılan iyice kapattı ve
"haydi gel!" dedi. O da "Hâşâ, Allah'a sığınırım! Zira o benim
velinimetimdir, bana güzel davrandı. Gerçek şu ki zalimler iflah olmaz!"
dedi. 24. Cidden kadın ona meyletti; eğer rabbinin işaret ve ikazını görmeseydi
o da kadına meyletmişti. İşte böylece biz, kötülük ve fuhşu ondan uzaklaştırmak
için (delilimizi gösterdik). Şüphesiz o ihlâslı kullarımızdandı. 25. İkisi de
kapıya doğru koştular. Kadın onun gömleğini arkadan yırttı. Kapının yanında
kocası ile karşılaştılar. Kadın dedi ki: "Senin ailene kötülük etmek isteyenin
cezası, zindana atılmaktan veya elem verici bir işkenceden başka ne olabilir?"
26. Yûsuf, "Asıl kendisi benim nefsimden murat almak istedi" dedi.
Kadımn akrabasından biri şöyle şahitlik etti: "Eğer gömleği önden
yırtılmışsa, kadın doğru söylemiştir; bu ise yalancılardandır. 27. Eğer gömleği
arkadan yırtılmışsa, kadın yalan söylemiştir; bu doğru söyleyenlerdendir."
28. Aziz, YûsuFun gömleğinin arkadan yırtılmış olduğunu görünce dedi ki:
"Şüphesiz bu, siz kadınların tuzağınızda*. Sizin tuzağınız gerçekten yamandır.
29. Yûsuf! Sen bundan (olanları söylemekten) vazgeç! Hanım! Sen de gü-n«hinin
affını dile! Çünkü sen günahkârlardan oldun!”
Tefsiri
23.
Yûsuf'un köle olarak bulunduğu evin hanımı Zelîha ona âşık oldu ve
onunla birlikte olmak için planlarını hazırladı. Eşinin evde bulunmadığı bir
sırada bütün kapıları kilitledi ve "haydi gel!" diyerek kendisini ona
teslim etmeye hazır olduğunu bildirdi. Ancak kadının aklını başından alan bu
tutkusuna karşılık Yûsuf, iradesine ve duygularına hakim oldu, peygamber
namzedine yakışır bir şekilde cevap verdi ve Allah'ın haram kıldığı bir şeyi
yapmayacağını bildirerek teklifi reddetti. "O, benim velinimetimdir, bana
güzel davrandı" mealindeki ifadeden Yûsuf'un bu çirkin fiili Allah
korkusundan değil de efendisine karşı saygısızlık olur, endişesiyle yapmadığı
anlaşılmamalıdır. Zira o, önce Allah'a sığındığını ifade etmiş, sonra da ev
sahibinin kendisinin efendisi olduğunu, dolayısıyla ona karşı da böyle bir ihanetin
olamayacağını vurgulamıştır. Nitekim devamında zalimlerin iflah olmayacaklarını
bildirmek suretiyle bu fiili işleyenlerin zalimler olduğuna işaret etmektedir.
Bunu izleyen âyette de kadın ona meylettiği halde onun, Allah'tan gelen bir İlham
sayesinde kadına meyletmekten korunduğu bildirilmiştir.
24. "İşaret ve ikaz"
olarak çevrilen "burhan" hakkında çeşitli görüş ve rivayetler
olmakla birlikte (Zemahşerî, II/312) bunun, Allah'tan gelen bir ilham olduğu
kanaati ağır basmaktadır. Buna göre kadının tahrikleri karşısında Yûsuf'ta ona
yaklaşma arzu ve isteği doğmuş, ancak Allah'tan gelen bir ilham sayesinde bu çirkin
işin haram olduğunu hatırlamış ve kadına yaklaşmamıştır. Âyetin akışı da Yûsuf'un
bu fiilden korunmuş olduğunu göstermektedir. Bu olay, peygamberlerin peygamberlik
öncesinde de büyük günah işlemekten korunmuş olduklarını savunan görüşü
destekler.
25. Bundan sonra Yûsuf, Zelîha'nın
kilitlemiş olduğu kapılan açarak dışarı çıktı. Onu dışarı bırakmak istemeyen
Zelîha, arkadan gömleğinden tutup çekerek gömleği yırttı. Dışarı çıktıklarında
kocasıyla karşılaştılar. Kölesiyle zina etmeyi göze alan Zelîha maksadına
ulaşamadan böyle bir manzara ile karşılaşınca, durumunu kurtarmak için Yûsuf'a
iftira etmekte bir sakınca görmedi, onun cezalandırılması gerektiğini söyledi.
26-27. Yûsuf'un kendisini savunması
üzerine, kadının ailesinden olup kuvvetli ihtimalle Aziz ile birlikte eve
gelmekte olan, akıllı ve tecrübeli bir tanık hakemlik etti: Gömlek önden
yırtılmışsa kadının, arkadan yırtılmışsa Yûsuf'un haklı olacağını söyledi.
Mevdûdî bu zatın yargıç olma ihtimalinden söz eder II/454). Yargıç olup
olmadığı kesin olarak bilinmemekle birlikte âdil olduğu anlaşılmaktadır, zira
kadının ailesinden olduğu halde taraf tutmamış ve adaletten ayrılmamıştır.
28-29. Aziz, gömleğin arkadan
yırtılmış olduğunu görünce, bunun kadının bir tuzağı olduğunu anladı ve
kadınların tuzağının yaman olduğunu vurguladıktan sonra, Yûsuf a olayı gizli
tutmasını, karışma da günahından tövbe etmesini emretti. Aziz'in, "Sen de
günahının affını dile çünkü sen günahkârlardan oldun" mealindeki ifadesi,
Mısır halkının, putperest olmakla birlikte Allah inancına sahip olduklarını ve
bu tür fiillerin günah kabul edildiğini göstermektedir.
30. “Şehirdeki
bazı kadınlar, "Aziz'in kansı hizmetindeki gencin nefsinden murat almak istiyormuş;
(Yûsuf'un) sevdası kalbine işlemiş! Biz onu gerçekten açık bir sapıklık içinde
görüyoruz" dediler. 31. Aziz'in karısı, kadınların dedikodularını duyunca
onlara davetçi gönderdi; onlar için dayanacak yastıklar hazırladı ve onlardan
her birine bir bıçak verdi. (Kadınlar meyvele rini soyarken Yûsuf'a),
"karşılarına çık!" dedi. Kadınlar onu görünce güzelliği karşısında
şaşırıp kaldılar. Bu yüzden ellerini kestiler ve "Hâşâ Rabbinıiz! Bu bir
beşer değil, bu ancak değerli bir melektir!" dediler. 32. Kadın dedi ki:
"İşte hakkında beni kınadığınız şahıs budur. Ben onun nefsinden murat almak
istedim. Fakat o, iffetini korudu, Andolsun, eğer kendisine emredeceğimi
yapmazsa, mutlaka zindana atılacak ve elbette sürünenlerden olacaktır!"
33. Yûsuf, "Rabbim! Zindan bana bunların benden istediklerinden daha iyidir.
Eğer onların bana kurduktan tuzağı boşa çıkarmazsan, onlara meyleder ve cahillerden
olurum!" dedi. 34. Rabbi onun duasım kabul etti ve kadınların tuzağına
düşürmedi. Şüphesiz O, çok iyi işiten, pek iyi bilendir. 35- Sonunda (yetkililer)
-kesin delilleri görmelerine rağmen- onu bir zamana kadar mutlaka zindana
atmayı uygun gördüler.”
Tefsiri
30-32. Olay yüksek tabaka arasında
duyulup yayılınca bir grup kadın Aziz'in karısının, kölesine âşık olmasını
kınadılar ve "Yûsuf'un sevdası onun kalbine işlemiş!" dediler. Bunu
duyan Zelîha kadınları evine davet etti. Misafirler için evini donattı ve
yaslanıp oturacakları yerler hazırladı. Davetliler gelince önlerine yemekler,
meyveler ve bıçaklar koydu. Onlar meyveleri soyarken Yûsuf'a huzurlarına
çıkmasını emretti. Yûsuf'un güzelliğine hayran kalan kadınlar, şaşkınlıklarından
ellerini kestiler ve onun insan değil, değerli bîr melek olduğunu söylediler.
Zelîha, "İşte hakkında beni kınadığınız şahıs budur. Ben onun nefsinden
murat almak istedim. Fakat o, iffetini korudu. Andolsun, eğer kendisine
emredeceğimi yapmazsa, mutlaka zindana atılacak ve elbette sürünenlerden
olacaktır!" dedi. Burada dikkat çekici olay şudur: Mısır'ın ileri
gelenlerinin hanımları, Zelîha'mn zina gibi çirkin bir fiile teşebbüs etmesini
kınamış olmasına rağmen Zelîha, davet ettiği hanımlar içerisinde ihtiraslarını
ve ahlâk dışı niyetlerini açıkça ilân etmekten çekinmemiştir. Nitekim ziyafet
esnasında, kendisine âşık olduğu Yûsuf'u davetlilerin huzuruna çıkararak, böyle
yakışıklı ve güzel bir köleye âşık olmanın, toplum değerleri açısından, kendisi
için bir nakısa olmadığını vurgulamak istemiştir.
33. Yûsuf un bu duasından Zelîha'nm
davetliler üzerinde etkili olduğu ve desteklerini sağladığı anlaşılmaktadır.
Ancak bütün bunların karşısında, sağlıklı ve yakışıklı bir delikanlı olan
Yûsuf, iradesine hakim olarak İnsanın hayatta karşılaşabileceği en zor imtihanlardan
birini başarıyla sonuçlandırmıştır.
35. Aristokrat kesimi temize
çıkarıp zevahiri kurtarmak ve olayı örtbas etmek gerekiyordu. Bu da suçu
köleye yükleyerek onun belli bir süre hapse atılmasıyla mümkündü. Bu sebeple
bütün delillerin Yûsuf'un günahsız, kadının ise suçlu olduğunu göstermesine
rağmen Aziz ve arkadaşları, Yûsuf un bir süre zindana atılmasını uygun
gördüler.
36. “Onunla
birlikte zindana iki delikanlı daha girdi. Onlardan biri, "Ben rüyada
şarap yaptığımı gördüm" dedi. Diğeri de "Ben de başımın üstünde bir
ekmek taşıdığımı gördüm. Kuşlar ondan yiyordu, Bunun yorumunu bize bildir. Kuşkusuz
biz seni iyi insanlardan biri olarak görüyoruz" dedi. 37. Yûsuf şöyle
cevap verdi: "Size yedirilecek yemek gelmeden önce, onun yorumunu mutlaka
size haber vereceğim. Bu, rabbimin bana öğrettiklerindendir. Şüphesiz ben,
Allah'a inanmayan bir kavmin dininden uzaklaştım. Onlar âhireti inkâr edenlerin
kendileridir. 38. Atalarım İbrahim, İshak ve Ya'kub'un dinine uydum. Allah'a
herhangi bir şeyi ortak koşmamız bize yaraşmaz. Bu, Allah'ın bize ve insanlara
olan lütfundandır. Fakat insanların çoğu şükretmezler. 39. Ey zindan
arkadaşlarım! Çeşitli tanrılar mı daha iyi, yoksa gücüne karşı durulamaz olan bir
tek Allah mı? 40. Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, sizin ve atalarınızın
taktığı birtakım isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında herhangi
bir delil indirmemiştir. Hüküm sadece Allah'a aittir. O size kendisinden
başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların
çoğu bilmezler. 41. Ey zindan arkadaşlarım! Biriniz (önceden olduğu gibi) efendisine
şarap sunacak; diğeri ise asılacak ve kuşlar onun başından yiyecek. Yorumunu
sorduğunuz rüya (bu şekilde) kesinleşmiştir." 42. Onlardan, kurtulacağını
bildiği kimseye ''Efendinin yanında beni an" dedi. Fakat şeytan ona,
efendisine anmayı unutturdu. Dolayısıyla Yûsuf birkaç sene daha zindanda
kaldı.”
Tefsiri
36. Böylece Yûsuf zindana atıldı.
Onunla birlikte biri kralm şarap sunucusu, diğeri fırıncısı olmak üzere iki delikanlı
daha zindana girdi. Tefsirlerdeki rivayetlere göre bu iki genç, Mısır'da kralı
öldürmek isteyen kimselerin teşvikiyle onun ekmeğine ve şarabına zehir
katmışlar, fakat biraz sonra birbirlerini jurnal ederek ekmekçi, şarapta zehir
olduğunu; şarapçı da ekmekte zehir olduğunu krala haber vermiş, bunun üzerine
her İkisi de hapse atılmışlardı (Şevkânî, III/23-24). Bunlardan biri düşünde
şarap yapmak için üzüm sıktığını, diğeri ise başının üzerinde ekmek taşıdığını
ve kuşun gelip o ekmekten yediğini görmüş, muhtemelen rüyalarını birbirlerine
anlatmışlar, fakat yorumunu yapamamışlardı. Bunun üzerine her ikisi de
doğruluğuna, ilmine, yorumuna ve şahsiyetine güvendikleri Yûsuf'a gelip ondan
rüyalarının yorumunu istediler.
37-38. Bu olay, Hz. Yûsuf'un risâletini
tebliğe başladığı ilk olay olmalıdır. Zira bundan önce tebliğde bulunduğunu
gösteren herhangi bir işaret yoktur. Ona güvenen ve ondan rüyalarının yorumunu isteyen
iki arkadaşına o, gayet nazik bir şekilde hitap ederek rüya yorumlama ilminin
kehânet ve falcılık değil, Allah'ın, kendisine vahyettİği ilimlerden olduğunu bildirmiştir.
Kendisinin Allah'a ve âhi-ret gününe inanmayan putperest Mısırhlar'ın dinine
asla iltifat etmediğini, hak peygamber olan atalarının dinine mensup olduğunu
ve bunların Allah'a ortak koşmalarının doğru olmadığını ifade etmiştir.
Mısırlılar o
zaman putperest olup çeşitli tanrılara tapıyorlardı (İbn Âşûr, 12/271); nitekim 39 ve 40. âyetler bunu ifade etmektedir.
Burada dikkat çeken bir konu da Hz. Yûsuf un, "Size yedİrilecek yemek
gelmeden önce onun yorumunu mutlaka size haber vereceğim" diyerek vakit
sınırlaması yapmasıdır. Bu ifadeden, zin-dandakİlerin dış dünya ile ilişkilerinin
kesildiği, güneşin hareketini dahi izleme imkânlarının bulunmadığı,
dolayısıyla, muhtaç oldukları zaman ayarlamasını, ancak yemek, uyku ve
havalandırma gibi olaylarla yaptıkları anlaşılmaktadır. Hz. Yûsuf'un, "Bu
(rüya yorumlama ilmi) rabbimin bana öğrettiklerindendir" mealindeki İfadesi
yüce Allah'ın ona rüya yorumlamanın dışında da şer'î ilimler, hikmet, iktisat,
emanet vb. birçok İlmi öğretmiş olduğuna işaret eder. Nitekim 55. âyette krala
hitaben söyledikleri de bu yorumu destekler mahiyettedir.
Hz. Yûsuf,
aynı zamanda ibrahim, İshak ve Ya'kub (a.s.)ın kendisinin atılları olduğunu
.söyleyerek kimlisini de Aynca o, kendisinin Allah tarafından seçilmiş
olduğunu, dolayısıyla bir eğitim ve imtihan sürecinden geçtiğini biliyordu.
Bununla birlikte kendisinin yeni bir din getirmediğini, tebliğ ettiği şeylerin,
ataları Hz. İbrahim, İshak ve Ya'kub'un getirdikleri dinin aynısı olduğunu
vurgulamıştır.
39-41. Rivayete göre o dönemde
Mısırlılar'in otuz dolayında tanrıları vardı; bunlar farklı tabiat kuvvetlerini
veya bazı yıldızlan temsil ediyorlardı (İbn Âşûr, 12/276). Hz. Yûsuf, bu iki
hapishane arkadaşına tek tanrı İnancını telkin etmeden önce onlara "Çeşitli
tanrılar mı daha iyi, yoksa gücüne karşı durulamaz olan bir tek Allah mı?"
tarzında bir soru sorarak, tek ilâha tapmanın daha iyi ve daha tutarlı olduğunu
onlara itiraf ettirmeye ve bunu düşünerek kabul etmeleri için zemin
hazırlamaya çalıştı. Onların taptı klan tannların gerçek değil kendileri ve
ata-lan tarafından isimlendirilmiş hayalî tannlar olduğunu, bunların tanrı
olduğuna dair Allah tarafından gönderilmiş herhangi bir delil bulunmadığını ve
tapanlara hiçbir fayda veya zarar veremeyeceklerini söyledi. Daha sonra da tevhid
dinini ve Allah'ın yegâne hükümran olduğunu onlara telkin etti.
Bundan sonra
arkadaşlannın rüyalarını yorumlayarak birinin daha önce olduğu gibi efendisinin
hizmetine gireceğini ve ona şarap sunacağını; diğerinin ise asılacağını, beynini
kuşların yiyeceğini söyledi.
42. Bu arada Hz. Yûsuf,
kurtulacağım sandığı gençten kendisinin suçsuz olduğunu ve haksız yere zindana
atılmış bulunduğunu krala anlatmasını rica etti, fakat genç zindandan
çıktıktan sonra Yûsuf'un ricasını unuttu. Böylece Yûsuf birkaç yıl daha zindanda
kaldı.
"Fakat
şeytan ona, efendisini anmayı unutturdu" mealindeki cümle müfessirler
tarafından iki farklı şekilde yorumlanmıştır:
a)
Şeytan Hz. Yûsuf'a Allah'ı anmayı unutturdu. Böylece Yûsuf, zindan arkadaşından
kendisinin suçsuz olduğunu krala hatırlatmasını rica etti de kurtuluşu
Allah'tan dilemedi. Bundan dolayı Allah onu birkaç yıl daha zindanda tutarak cezalandırdı,
Bu konuda rivayet edilen bir de hadîs vardır. Rasûlullah meâlen şöyle
buyurmuştur: “Yûsuf bu sözü söylememiş olsaydı, zindanda bu kadar uzun süre
kalmazdı. Zira o kurtuluşu Allah'tan başkasından istedi” (Taberî, 12/132). Gerek
bu yorum gerekse delil olarak getirilen bu hadis, diğer müfessirler tarafından
zayıf kabul edilmiştir (İbn Kesir, IV/317).
b) Şeytan, zindandan çıkan gence
Hz. Yûsuf'un durumunu efendisi krala anlatmayı unutturdu. Dolayısıyla Yûsuf birkaç
yıl daha zindanda kaldı. Müfessirlerin birçoğu bu mânayı tercih etmişlerdir. Çünkü
bir peygamberin ihtiyaç ânında insanlardan yardım istemesi Allah'ı unuttuğunu
göstermez. Nitekim Hz. Muhammed (s.a.s.) da ihtiyaç anında müşriklerden bile
faydalanmıştır. 45. Âyet de bu mânayı destekler mahiyettedir.
Hz. Yûsuf'un
zindanda kaldığı süre hakkında beş, yedi, on iki veya on dört yıl şeklinde
farklı rivayetler varsa da on iki yıl ihtimali daha isabetli görülmektedir
(Şevkânî, III/34).
43. “Kral
dedi ki: ''Rüyamda yedi arık ineğin yedi semiz ineği yediğini gördüm. Ayrıca
yedi yeşil ye o kadar da kuru başak gördüm. Ey İleri Gelenler! Eğer rüya
yorumluyorsanız, benim rüyamı da bana yorumlayınız. 44. Yorumcular,
"Bunlar karmakarışık düşlerdir. Biz böyle düşlerin yorumunu bilenlerden
değiliz" dediler. 45. O iki kişiden, kurtulmuş olanı, uzun bir zaman
sonra hatırlayarak, "Ben size onun yorumunu haber veririm, beni hemen
gönderin" dedi. 46. (Zindana gelerek) "Yûsuf! Ey doğru sözlü kişi!
(Rüyada görülen) yedi arık ineğin yediği yedi semiz inek ile yedi yeşil başak
ve diğerleri de kuru olan başaklar hakkında bize yorum yap. Ümit ederim ki, insanlara
dönerim de belki onlar da doğruyu öğrenirler" dedi. 47. Yusuf şöyle dedi:
"Yedi sene âdetiniz üzere ekin ekersiniz. Sonra da yiyeceklerinizden az bir
miktar hariç, biçtiklerinizi başağında bırakın (ve stok edin). 48. Sonra bunun
ardından, saklayacaklarınızdan az bir miktar (tohumluk) hariç, o yıllar için biriktirdiklerinizi
yiyip bitirecek yedi kıtlık yılı gelecektir. 49. Sonra bunun ardından da bir
yıl gelecek ki o yılda insanlara (Allah tarafından) yardım olunacak ve o yılda
sıkarak (ürünlerden meyve suyu ve yağ) çıkaracaklardır.”
Tefsiri
43. Bu kralın, Sînâ yarımadası
yoluyla gelip Mısır'ı istilâ ettikten sonra ülkede milâttan önce 1700'den
1580'e kadar hüküm süren altı Hiksos kralından biri olduğu bildirilmektedir
(bk. Ahmet Suphi Fırat, Yusuf, İA, 13/441). Tarihçilerin bunları, "göçebe
ülkelerin hükümdarları" veya "çoban krallar" diye isimlendirmiş
olmaları bunların Mısır'ı İstilâ etmeden önce henüz tam olarak yerleşik hayata
geçmemiş olan Suriyeli Araplar oldukları ihtimalini kuvvetlendirir. Bunların İbran
asıllı Hz, Yûsuf ile menşe yakınlığı ihtimali de vardır. Çünkü İbrânîler de
daha önce Arabistan yarımadasından Mezopotamya'ya, sonra Suriye'ye göç eden
bedevi kabilelerden birinin soyundan gelmektedir. Kralın, Hz. Yûsuf'a güven
duyması ve ailesine ülkesinde geniş imkân tanıması Mısırda zaman içinde İsrail
toplumunun meydana gelmesini sağlamıştır (Esed, II/464-465; İbn Âşûr, 12/280).
Hz. Musa'nın
zamanında ise Hiksoslar dönemi kapanmıştı, Mısır'ı Kıptî soyundan gelen Firavun
yönetiyordu. İsrâiloğulları'mn, ülkesi için bir tehlike oluşturacağı endişesiyle
erkek çocuklarını Öldürüyor, kız çocuklarını hayatta bırakıyordu (2/Bakara,
49).
44. "Karmakarışık düşler"
diye çevirdiğimiz "edgasu ahlâm" tamlamasında-ki edgas kelimesi dıgsm
çoğulu olup "yaşı kurusu birbirine karışmış çeşitli bitkilerden meydana
gelen ot demetleri" anlamına gelir. Hulm kelimesinin çoğulu olan ahlâm ise
uyku halinde görülen ve fakat dış dünyada herhangi bir hakikate işaret etmeyen
düşlerdir. Bunlar, dış dünyadaki olayların etkisiyle görülmüş rüyalar olmakla
birlikte, hiçbir gerçeğe işaret etmezler. Dolayısıyla bunların yorumu yoktur.
"Guslü gerektiren rüya" mânasında kullanılan ihtilâm da bu kelimeden
türemiştir. Buna göre "edgasu ahlâm" karışık ot demetine benzeyen
karmakarışık rüyalar, demet demet evham ve hayal yığını düşler demektir.
Kralın gördüğü rüyayı yorumlamaktan âciz kalan kâhinler, onu karmakarışık ot
demetine benzetmişler, böyle bir rüyanın yorumunu yapamayacaklarını bildirmişlerdir.
Bu tür yorumu yapılamayan karmakarışık rüyalara "ahlâm" veya
"edgasu ahlâm" denmektedir.
Allah Teâlâ,
zindanda çilesini doldurmak üzere olan Hz. Yûsuf'u buradan çıkarmak ve
sabrının mükâfatını vermek istedi. Dolayısıyla onun zindandan çıkmasını gerektirecek
sebepleri hazırladı. Kral gördüğü rüyadan etkilenip korktu. Bunun üzerine
ülkesindeki riiya yorumcularını toplayıp, rüyayı onlara anlattı. Fakat
yorumcular rüyayı yorumlamaktan âciz kaldılar. Ancak, cehaletlerini gizlemek için,
kralın rüyasının normal bir rüya olmadığını, olayların şuur nltındııki izlrrinden
meydana gelen karmakarışık evham ve hayallerden ibaret olduğunu, böyle rüyaları
yorumlamayı bilmediklerini ifade ettiler.
45-46. Kâhinlerin, kralın rüyasını
yorumlamaktan aciz kaldıklarım gören fırıncı, Hz. Yûsuf'u hatırladı ve gidip
rüyayı ona yorumlatmak üzere izin istedi. İzin verilince, gitti, rüyayı Yûsuf'a
anlattı ve ondan yorumunu aldı. Rüya ileride meydana gelecek bolluk, kıtlık ve
sıkıntılara işaret etmekteydi.
47. Hz. Yûsuf, gelecekte Mısır'da
etkili bir kıtlığın meydana geleceğini haber verdiği gibi, alınacak tedbirleri
de anlattı. Mısır'da yedi sene bolluk olacağını, bu süre zarfında her sene
bolca hububat ekmelerini, kaldıracakları ürünlerden sadece yiyecek ve
tohumlukları ayıklayıp kalanları başakları içerisinde depo etmelerini tavsiye
etti.
48. Bu bolluk yıllarından sonra yedi
kıtlık yılı geleceğini, daha Önce depo etmiş oldukları hububatı bu kıtlık
yıllarında yiyeceklerini, az bir miktarını da tohum olarak kullanacaklarını
söyledi.
49. Bundan sonra yine bîr bolluk
yılı geleceğini, o yılda Allah tarafından insanlara yardım edileceğini ve insanların
bolca meyve ve sebzelere kavuşacaklarını; üzüm, hurma, zeytin ve susam gibi
şeyleri sıkarak su ve yağlarından istifade edeceklerini haber verdi.
Kralın
rüyasında bu bolluk yılına dair herhangi bir İşaret yoktur. Hz. Yûsuf, bunu,
Allah'tan aldığı vahiyle onlara müjdelemiştir. Bu olay rüyayı herkese değil,
ehline yoruml atmanın gerekli olduğunu göstermektedir (rüya ve rüya yorumu için
ayrıca bk. 12/Yusuf, 4-6).
50. “Kral
"Onu bana getirin!" dedi. Elçi Yûsufa geldiğinde Yûsuf, "Efendine
dön de ona, ellerini kesen o kadınların zoru neydi? diye sor. Şüphesiz rabbim
onların hilesini çok iyi bilir" dedi. 51. Kral (kadınlara) "Yûsuf un
nefsinden murat almak istediğiniz zaman durumunuz neydi?" diye sordu. Kadınlar,
"Hâşâ! Allah için, biz ondan hiçbir kötülük görmedik" dediler. Aziz'in
karısı da "Şimdi gerçek ortaya çıktı, ben onun nefsinden murat almak istemiştim.
Şüphesiz ki o doğru söyleyenlerdendir" dedi. 52. Yûsuf dedi ki: "Bu,
Aziz'in, yokluğunda ona hainlik etmediğimi ve Allah'ın, hainlerin hilesini
başarıya ulaştırmayacağını bilmesi içindir. 53. Ben nefsimi temize çıkarmıyorum.
Çünkü nefis rabbimin acıyıp koruması dışında daima kötülüğü emreder; şüphesiz
rabbim çok bağışlayan, pek esirgeyendir." 54, Kral dedi ki: "Onu bana
getiriniz, onu kendime özel danışman edineyim." Onunla konuşunca,
"Bugün sen yanımızda yüksek makam sahibi ve güvenilir birisin" dedi.
55. Yûsuf da "Beni ülkenin hazinelerine tayin et! Çünkü ben çok iyi korurum
ve bu işi bilirim, dedi. 56. Böylece Yûsufa orada dilediği gibi hareket etmek
üzere ülke içinde yetki verdik. Biz dilediğimiz kimseye rahmetimizi eriştiririz.
Güzel davrananların mükâfatını zayi etmeyiz. 57. İman edip de sakınanlar için
âhiret mükâfatı daha hayırlıdır.”
Tefsiri
50. Ekmekçi rüyanın yorumunu krala
götürdü. Kral, yorumun rüyaya uygun olduğunu görünce sevindi ve bu yorumu
yapanın akıllı, bilgili bir kimse olduğunu anladı. Yorumu bir de kendisinden dinlemek
için onun huzura getirilmesini emretti. Elçi gelip kralın isteğini Hz. Yûsuf'a
iletti. Fakat Yûsuf, yüce Allah'tan gelen bir ilhamla kendisinin ileride yüksek
bir makama geleceğini biliyordu; dolayısıyla zindandan hemen çıkmayıp üzerindeki
töhmet ve şaibenin ortadan kalkmasını, iffet ve şahsiyetine sürülmüş olan lekenin
temizlenmesini istedi. Kendisinin haksız olarak zindana atılmış, masum ve
günahsız biri olduğunun ortaya çıkmasını bekledi. Peygamberimiz (a.s.) Hz.
Yusuf'un zindanda çektiği çileyi anlatırken onun gösterdiği sabır ve olgunluk
hakkında takdîrkâr İfadeler kullanmıştır (Buhârî, Tefsir 12/5).
Hz. Yûsuf
burada peygambere yakışır bir nezaket ve örnek bir tavır da sergiledi. Şöyle ki,
asıl zindana atılmasına sebep olan Aziz'in karısı olduğu halde velinimetinin
şerefini korumak için, onun karısından hiç söz etmeden geçmişte yapılmış bir
şölende ellerini kesmiş bulunan kadınların tutumu tahkik edilerek olayın
aydınlatılmasını istedi.
51. Elçi Hz. Yûsuf'un isteklerini
krala iletti. Kral bu isteği yerine getirmede tereddüt göstermedi. Muhtemelen
olayı o da biliyor ve Yûsuf'un suçsuz olduğuna inanıyordu. Ancak devlet ileri
gelenlerinin itibarını koruma uğruna zulme göz yummuştu. Zamanı gelince ilgili
kadınları toplayıp onları sorguya çekti. Kadınlar Hz. Yûsuf’un günahsız olduğunu
itiraf ettiler. Bu durum karşısında Aziz'in karısı da gerçeği itiraf etmekten
başka bir yol olmadığını anladı.
52-53. Müfessirlerin çoğunluğu, bu
âyetlerin Hz. Yûsuf'a ait sözler olduğu görüşündedir (bk. Taberî, XII, 140,
XIII, 2; Zemahşerî, II, 328; Begavî, II, 430). Bununla birlikte bu sözlerin Aziz'in
karısına ait olduğunu söyleyenler de vardır. Onlara göre bu âyetler, bir önceki
âyetin devamıdır. Çünkü bu sözler kralın huzurunda kadınların sorguya çekildiği
sırada söylenmiştir. Halbuki o zaman Yûsuf zindanda bulunuyordu. Ayrıca bu
âyetleri 51. âyetten ayıran herhangi bir alâmet de yoktur; dolayısıyla bu
sözler kadına ait olmalıdır. O bu sözleriyle Yûsuf un gıyabında ona hıyanet
etmediğini ve kendi nefsini de temize çıkarmak istemediğini ifade etmek İstemiştir
(İbn Kesîr, IV, 319 vd.; Reşîd Rıza, XII, 323; İbn Âşûr, XII, 292). Fakat
kanaatimizce bu sözler ancak Allah'a, âhiret gününe, Allah'ın rahmet ve mağfiret
sahibi yüce bir ilâh olduğuna inanmış iffetli ve yüksek şahsiyete sahip bir kimsenin
söyleyeceği sözlerdir. Aziz'in karısında ise bu özellikler görülmemektedir.
Aksine onun Hz. Yûsuf hakkında sarf ettiği söz ve davranışları kendisinin bu gibi
üstün hasletlerden yoksun olduğunu göstermektedir.
54-55. Kral gördüğü rüyanın
yorumunu bir de Hz. Yûsuf’tan bizzat dinlemek istedi; onun getirilmesini emretti.
Hz. Yûsuf rüyanın yorumunu anlattı. Kral nasıl tedbir almak gerektiğini
sorunca, Hz. Yûsuf, bolluk yıllarında çok ekin ekip ürünü stok etmek gerektiğini,
böylece kıtlık yıllarında hem kendi geçimlerini temin edeceklerini hem de hazineye
bolca gelir sağlayabileceklerini söyledi. Kral bu işi kimin yapacağını sorunca
Hz. Yûsuf, "Beni ülkenin hazinelerine tayın et! Çünkü ben çok iyi korurum
ve bu işi bilirim" dedi. Hz. Yûsuf'un bu davranışından anlaşıldığına göre
herhangi bir alanda uzman olan kimsenin, umumun menfaati için, ülke yöneticisinden
görev istemesi yerinde bir harekettir.
Hz.
Peygamber kendisinden yöneticilik görevi İsteyenlere, “Vallahi biz bu işe ne
onu isteyen birini ne de ona hırs gösteren birini tayin ederiz!” buyurarak
onların isteklerini reddetmiştir (Müslim, İmâre 3/14). Yöneticilik görevi istememesini
tavsiye ettiği bir sabâbîye de "İstediğin için görev sana verilirse
onunla baş başa katırsın; istemeden sana verilirse onun uğrunda yardım
görürsün!" (Müslim, İmâre 3/13) buyurarak yöneticiliğe talip olmamanın
gerekçesini anlatmıştır. Rasûlullah'ın maksadı şudur: Yöneticilik güç bir iştir,
onu herkes yapamaz, liyakat ister. Eğer kişi kaprislerini tatmin maksadıyla
böyle bir göreve talip olur da atanırsa o işte yalnız başına kalır; Allah'tan
yardım görmeyeceği gibi insanlardan da yardım alamaz, dolayısıyla başarısız
otur; ama kişi istemeden böyle bir göreve atanırsa ona hem Allah hem de insanlar
yardım eder, dolayısıyla başarılı olur.
Hz. Yûsuf un
ehliyet ve liyakatini açıklayarak iş istemesi, iyi niyetle ve yanlış atamaları
engellemek için gerektiğinde devlet hizmetine talip olmanın caiz olduğunu
göstermektedir.
56. Kral, Hz. Yûsuf hakkında edindiği
bilgilerden onun yüksek karaktere sahip, ülke yönetiminde liyakatti biri
olduğunu anladı ve tereddüt etmeksizin onu devletinde yüksek bir makama getirdi.
Maliyenin yönetimini ona teslim etti ve bütün imtiyazları verdi, Kısacası
emaneti ehline teslim etti. Böylece Hz. Yûsuf, ülkede dilediği gibi tasarrufta
bulunmak üzere bütün yetkileri eline aldı. Olaylar onun, kralın rüyasını
yorumladığı gibi cereyan etti. Hz. Yûsuf, gereken tedbiri alarak bolluk
yıllarında tarıma önem verdi, üretimi arttırdı, ihtiyaç fazlası ürünleri depoladı.
Nihayet kıtlık yılları geldi. Bu sefer depolanmış olan ürünleri yemeye ve ihraç
etmeye başladılar. Çünkü kıtlık sadece Mısır'da değil, Kuzey Arabistan, Ürdün,
Filistin ve Suriye'de de etkisini göstermiş, bu bölgelerin halkı da yiyecek sıkıntısı
çekmeye başlamıştı. Ancak Hz. Yûsuf un aldığı tedbirler sayesinde Mıstr halkı
kıtlık yıllarını rahatlıkta geçirdi, hatta erzak fazlasını ihraç ettiler. Her
taraftan insanlar gelerek Mısır'dan erzak satın aldılar. Hz. Ya'kub da Yûsuf
un öz kardeşi Bünyâmin hariç, diğer oğullarını erzak almak için Mısır'a
gönderdi.
58.
“Yûsuf’un
kardeşleri gelip huzuruna girdiler, Yûsuf onları tanıdı, onlar onu
tanımıyorlardı. 59. Yûsuf onların yüklerini hazırlayınca dedi ki: "Sizin
baba-bir kardeşinizi de bana getirin. Görmüyor musunuz, ben ölçeği tam
dolduruyorum ve ben misafir edenlerin en iyisiyim. 60. Eğer onu bana getirmezseniz
artık benim yanımda size verilecek bir tek ölçek dahi yoktur; bana hiç
yaklaşmayınız!" 61, Kardeşleri, "Onu babasından istemeye çalışacağız;
kuşkusuz bunu yapacağız" dediler. 62. Yûsuf, emrindeki gençlere dedi ki:
"Sermayelerini yüklerinin içine koyunuz. Olur ki ailelerine döndüklerinde
bunun farkına varırlar da belki yine gelirler.”
Tefsiri
58. Uzun süren kuraklık ve kıtlık
KerTân bölgesini de etkiledi. Dolayısıyla Hz. Yûsuf'un kardeşleri de Mısır'ın ihraç
ettiği erzaktan satın almak üzere Mısır'a, Hz. Yûsuf'un yanma geldiler. Ancak
huzuruna çıktıklarında onu tanımadılar, Yûsuf İse onları tanıdı. Çünkü onu
kuyuya attıkları zaman o çocuk denecek yaştaydı. Kardeşleri ise fizik yapılan
tekâmül etmiş bir çağda bulunuyorlardı. Aradan geçen bu uzun süre, onlarda
fazla bir değişiklik meydana getirmemişti. Buna karşılık Hz. Yûsuf'un fizikî
yapısında değişiklikler meydana gelmişti. Ayrıca onlar kuyuya attıkları
kardeşlerinin bir gün böyle bir makama geleceğini düşünemezlerdi, Ancak kader
tecelli etmiş, 15. âyette bildirilen İlâhî vaad gerçekleşmeye başlamıştı.
59-60. Buradan anlaşıldığına göre
Hz. Yûsuf kardeşlerini misafir etti, onlara ikram ve iltifatta bulundu; bu
esnada, gelenlerin dışında bir tane de baba-bir kardeşlerinin bulunduğunu ona
anlamlar; babalan ve kardeşleri için de tahıl istediler; muhtemelen babalarının
ihtiyarlığı, kardeşlerinin de ona can yoldaşı olarak kalıp tahıl almaya gelemediği
mazeretini ileri sürdüler, Hz. Yûsuf, kardeşlerinin istediği tahılı verdi,
yüklerini hazırlattı, kendilerini donattı ve tekrar geldiklerinde baba-bir
kardeşlerini de getirmelerini istedi. Aksi halde, yanlış beyanda bulunmuş olacakları
için kendilerine tahıl vermeyeceğini bildirdi. Kendisini kardeşlerine tanıtmada
acele etmedi, olayların olgunlaşmasını ve zamanının gelmesini bekledi. Onun
böyle kuşkulu ve tehditkâr tutumu, kardeşlerinin onun öz kardeşi Bünyâmin'i getirme
hususunda daha kararlı davranmalannı sağlamıştır.
61-62. Bünyâmin'i getireceklerine
dair kardeşlerinden kesin söz alan Hz. Yûsuf, onlann sermayelerini de yüklerinin
içine koydurarak parasızlık yüzünden gelememeleri gibi bir mazereti de ortadan
kaldırdı.
63. “Babalarına
döndüklerinde, "Ey Babamız! Erzak bize yasaklandı. Kardeşimizi bizimle
beraber gönder de erzak alalım. Biz onu mutlaka koruyacağız" dediler. 64.
Ya'kub dedi ki: "Daha önce kardeşi Yûsuf hakkında size ne kadar güvendi)
sem, bunun hakkında da size ancak o kadar güvenirim! En iyi koruyucu Allah'tır.
O, acıyanların en merhametlisidir." 65. Eşyalarım açtıklarında sermayelerinin
kendilerine geri verildiğini gördüler. Dediler ki: "Ey Babamız! Daha ne istiyoruz?
İşte sermayemiz de bize geri verilmiş; yine ailemize yiyecek getiririz; kardeşimizi
koruruz ve bir deve yükü de fazla alırız. Çünkü bu (getirdiğimiz) az bir miktardır."
66. Ya'kub şöyle cevap verdi: "Kuşatılmanız hariç, onu bana mutlaka getireceğinize
dair, Allah adına yeminle kesin söz vermediğiniz takdirde onu sizinle beraber
göndermem!" Ona hepsi de kesin söz verince, "Söylediklerimize Allah
şahittir" dedi. 67. Sonra şunu söyledi: "Oğullarım! (Şehre) hepiniz bir
kapıdan girmeyiniz, ayrı ayrı kapılardan giriniz. Ama Allah'tan gelecek hiçbir
şeyi sizden savamam. Hüküm Allah'tan başkasının değildir. Ben yalnız O'na
güvenip dayandım. Güvenecek olanlar yalnız ona güvenip dayansınlar. 68.
Babalarının kendilerine emrettiği şekilde girdiklerinde (emrine uymuş oldular.
Fakat bu), Allah'tan gelecek hiçbir şeyi onlardan savamazdı; ancak Ya'kub'un içindeki
bir dileği yerine getirmiş oldu. Şüphesiz o, ilim sahibiydi, çünkü ona biz
öğretmiştik. Fakat insanların çoğu bilmezler.”
Tefsiri
65. Hz. Yûsuf'un kardeşleri
eşyalarını açtıklarında, sermayelerinin kendilerine geri verildiğini görünce
erzak için tekrar Mısır'a gitme arzulan daha da arttı. Kardeşleri Bünyâmin'i
kendileriyle göndermesi için babalarına karşı biraz daha ısrarda bulundular ve
onu koruyacaklarına dair tekrar söz verdiler. Rivayete göre Hz. Yûsuf, bir kişiye
bir deve yükünden fazla yiyecek vermiyordu. Onlara on deve yükü vermiş on birinciyi
ise, kardeşleri Bünyâmin gelinceye kadar vermeyeceğini söylemişti.
66. Hz. Ya'kub'un bir peygamber
basîretiyte oğlunun Mısır'da alıkonulacağını önceden görmesi ve bu durumu istisna
etmesi dikkat çekici bir olaydır. Bu durum karşısında oğullan yemin edip ona
kesin söz verince, "Söylediklerimize Allah şahittir" diyerek olup bitenlerin
Allah'ın gözetiminde olduğunu bildirdi; böylece oğullanndan aldığı sözü iyice
pekiştirmiş oldu.
67. Hz. Ya'kub'un oğullarına şehre
ayn ayn kapılardan girmelerini emretmesi iki şekilde yorumlanmıştır:
a) Oğullan
gösterişliydiler ve güzel giyinirlerdi. Hep birlikte aynı kapıdan girdikleri
takdirde onlara göz değeceğinden korkmuş, dolayısıyla ayrı kapılardan girmelerini
emretmiştir. Göz değmesi olayının gerçek olup olmadığı konusu müfessirler
tarafından tartışılmış olmakla birlikte, Hz. Peygamber'in, torunları Hasan ile
Hüseyin'i kem gözlerden koruması için Allah'a dua ettiği rivayet edilmiştir
(Buhârî, Enbiyâ 19). Yine Rasûlullah'ın "Göz değmesi haktır; eğer kaderi
geçecek bir şey olsaydı göz değmesi kaderi geçerdi" dediği rivayet edilmiştir
(Müslim, Selâm 41-42; göz değmesi hakkında ayrıca bk. 68/Kalem, 51).
b)
Hz.Ya'kub'un endişesi siyasîdir. Böyle görkemli, güçlü, kuvvetli insanların
şehre toplu halde girmeleri gerek halkın gerekse kralın dikkatini çeker, neticede
başlarına bir hal gelebilirdi (Râzî, 18/172). Bu yüzden kralın alabileceği tedbirleri
düşünen Hz. Ya'kub, oğullarına şehre ayrı ayrı kapılardan girmelerini bir ihtiyat
tedbiri olarak tavsiye etmiştir. Bununla birlikte bu davranışın sadece bir tedbir
olduğunu ve Allah'ın kaderini önleyemeyeceğini vurgulamak üzere "Hüküm
Allah'tan başkasının değildir. Ben yalnız O'na güvenip dayandım" demiştir.
68. Ya'kub (a.s.)ın oğulları,
babalannın emrine uyarak şehre ayrı ayrı kapılardan girdiler. Ancak bu tedbirin
Allah'ın takdirini değiştirmeyeceğini Ya'kub biliyordu. Çünkü yüce Allah ona bu
bilgileri daha önce vermişti. Bununla beraber içindeki dileği yerine gelmiş
oldu.
69. “Yûsuf’un
huzuruna girdiklerinde öz kardeşini yanına aldı: "Ben, gerçekten senin
kardeşinim; onların yaptıklarına üzülme" dedi. 70. Yûsuf, onlar için
yüklerini hazırlattığı zaman su kabını kardeşinin yükü içine koydu! Sonra bir
tellâl, "Ey Kafile! Siz mutlaka hırsızsınız!" diye seslendi. 71.
Kardeşleri onlara dönerek, "Ne arıyorsunuz?" dediler. 72.
"Kralın su kabını arıyoruz; onu getirene bir deve yükü (bahşiş) var"
diye cevap verdiler. (İçlerinden biri) "Ben buna kefilim" dedi. 73.
Onlar, "Allah'a andolsun ki bizim yeryüzünde fesat çıkarmak için gelmediğimizi
siz de bitiyorsunuz, biz hırsız da değiliz" dediler. 74. (Görevliler),
"Peki, siz yalancıysanız bunun cezası nedir?" diye sordular. 75.
"Onun cezası, kayıp eşya kimin yükünde bulunursa onun buna karşılık
alıkonulmasıdır. Biz zalimleri böyle cezalandırırız" dediler. 76. Bunun
üzerine Yûsuf, kardeşinin yükünden önce onların yüklerini aramaya başladı.
Sonra da onu kardeşinin yükünden çıkardı. İşte biz YûsuFa böyle bir tedbiri
öğrettik, yoksa kralın kanununa göre kardeşini alıkoyamazdı, ancak Allah'ın dilemesi
başka; biz dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Her ilim sahibinin üstünde
daha iyi bilen birisi vardır. 77. Dediler ki: "Eğer o çal-dıysa, daha önce
onun kardeşi de hırsızlık etmişti." Yûsuf bunu içinde sakladı, onlara
bunu açmadı. (İçinden) dedi ki: "Sizin durumunuz daha kötüdür! Allah, sizin
suçladığınız hususu çok iyi bilir." 78. Dediler ki: "Ey Aziz! Gerçekten
onun çok yaşlı bir babası var. Onun yerine bizim birimizi alıkoyun. Şüphesiz biz
seni, iyilik edenlerden görüyoruz. 79. Yûsuf, "Eşyamızı yanında bulduğumuz
kimseden başkasını alıkoymaktan Allah'a sığınırız, o takdirde biz gerçekten zalimler
oluruz!" dedi.”
Tefsiri
69. Rivayet edildiğine göre Hz.
Yûsuf, kardeşlerine ziyafet verdi. Onları sofraya ikişer ikişer oturttu. Bünyâmin
yalnız kalınca ağladı, dedi ki: "Kardeşim Yûsuf sağ olsaydı o da benimle
beraber otururdu." Hz. Yûsuf onu kendi sofrasına aldı. Yemekten sonra
kardeşlerini İkişer ikişer evlere misafir verdi. Bünyâmin yine yalnız kalmıştı.
Yûsuf, "Bunun eşi yok, o halde benim yanımda kalsın" dedi. Böylece Bünyâmin
onun yanında geceledi. Ona, "Ölen kardeşinin yerine beni kardeş olarak
kabul eder misin?" diye sordu. Bünyâmin, "Senin gibi bir kardeşi kim
bulabilir?; fakat seni babam Ya'kub ile annem Rahîl doğurmadı" diye cevap
verdi. Hz. Yûsuf bunu işitince ağladı, kalkıp Bünyâmin'in boynuna sarıldı ve
"Ben senin kardeşinim" dedi (Râzî, 18/177).
70. Hz. Yûsuf, öz kardeşini yanında
alıkoyabilmek için kralın su tasını Bünyâmin'in yükü İçine koydu. Sonra da
tası onların çaldığını ilân etti. Muhtemelen bu planı Hz. Yûsuf, kardeşi Bünyâmin
ile birlikte hazırladı ve onun bilgisi dahilinde tası onun yükü içine koydu.
Kardeşlerini suçlayabilmek için de yüklerini görevlilerle birlikte kendilerine
hazırlattırdı. Çünkü yalnız kendi adamlarına hazırlatmaydı, böyle bir
suçlamada bulunamazdı.
73. Hz. Yûsuf un hırsızlıkla itham
ettiği kardeşleri, bu ithama nazik bir şekilde itiraz etmekle birlikte öz
kardeşi Bünyâmin'in olumlu veya olumsuz herhangi bir cevap vermemiş olması dikkat
çekmekte ve bu tutumu onun plandan haberdar olduğu ihtimalini kuvvetlendirmektedir.
74-75. Mısır kanunlarına göre
hırsızın kendisine el koymak mümkün olmadığı için, Hz. Yûsuf'un adamları,
kardeşlerine sorup bu suçun cezasının onların kanunlarında ne olduğunu tespit
etmek ve bunu uygulamak istediler.
76. Kralın kanunundan maksat,
Mısır'da yürürlükte bulunun ceza kanunudur. Mısır kanunlarında hırsıza sopa
vurulur ve çaldığı Ya'kub'un şeriatında ise hırsız yakalanarak çaldığı malın
karşılığında mal sahibine bir sene köle olarak hizmet ettirilirdi. Hz. Yûsuf, işte
bu kanundan yararlanıp kardeşi Bünyâmin'i alıkoymak istedi. Planını buna gere
hazırladı; dikkat çekmemek için aramaya Önce üvey kardeşlerinin yüklerinden
başladı. Sonunda su tasını Bünyâmin'in yükünden bulup çıkardı. Dolayısıyla onu
Mısır'da alıkoydu.
77. Rivayete göre Hz, Yûsuf'un
halası onu çok severdi. Yûsuf büyüyünce halası onun kendi yanında kalmasını istedi.
Ya'kub buna razı olmayınca halası, Hz. İbrahim'den kendisine miras kalmış olan
kuşağını Yûsuf'un beline bağladı. Sonra kuşağın kaybolduğunu söyledi, Kuşak
arandı, Yûsuf'un üzerinde bulundu. Halası kanun gereği Yûsuf'u yanında
alıkoydu. İşte Yûsuf'un kardeşleri bu duruma işaret etmek istemişlerdir
(Şevkânî, III/42).
78-79. Plandan haberdar olmayan
kardeşleri, Bünyâmin'in ihtiyar babası olup onun için çok üzüleceğini söylediler
ve yerine kendilerinden birini alıkoyup onu serbest bırakmasını Hz. Yûsuf'tan İstediler.
Fakat Hz. Yûsuf, cezanın şahsîliği ilkesinden hareket etti ve suçlunun yerine
başkasını cezalandırmanın haksızlık olduğunu, böyle bir şey yapmaktan Allah'a
sığındığını bildirdi.
80. “Ondan
ümitlerini kesince görüşmek üzere bir kenara çekildiler. Büyükleri dedi ki:
"Babanızın sizden Allah adına söz aldığını, daha önce de Yûsuf hakkında işlediğiniz
kusuru bilmiyor musunuz? Babam bana izin verinceye veya benim için Allah
hükmedinceye kadar bu yerden asla ayrılmayacağım. O hükmedenlerin en iyisidir.
81. Babanıza dönünüz ve deyiniz ki: "Ey Babamız! Şüphesiz oğlun hırsızlık
etti. Biz, bildiğimizden başkasına şahitlik etmedik. Biz gaybı bilmeyiz. 82. İstersen
içinde bulunduğumuz şehir halkına ve aralarında geldiğimiz kafileye de sor. Biz
gerçekten doğru söylüyoruz." 83. Babaları şöyle dedi: "Hayır nefisleriniz
sizi böyle bir işe sürükledi. Bana düşen artık güzel bir sabırdır. Umulur ki,
Allah onlarm hepsini bana getirir. Şüphesiz O, çok iyi bilendir, hikmet sahibidir,"
84. Onlardan yüz çevirdi, "Âh Yûsufum âh!" diye sızlandı; üzüntüden
gözlerine boz geldi. Artık kederini içine gömüyordu. 85. Oğulları,
"Allah'a andolsun ki, sen Yûsuf u ana ana sonunda ya hasta olacaksın ya da
büsbütün helak olacaksın!" dediler. 86. Ya'kub da şöyle dedi: "Ben
gam ve kederimi ancak Allah'a arzediyorum. Ve ben, sizin bilemeyeceğiniz
şeyleri Allah tarafından vahiyle biliyorum. 87, Ey Oğullarım! Gidin de Yûsuf u
ve kardeşini iyice araştırın, Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyiniz. Çünkü inkâr
edenlerden başkası Allah'ın rahmetinden ümit kesmez!”
Tefsiri
80-82. Kardeşlerin büyüklerinden
maksat yaşça büyük olan Rubîl mi yoksa akılca üstün olan Şem'ûn mu olduğu
konusunda farklı rivayetler vardır. Taberî yaşça büyük olan Rubîl'in kastedildiğini
bildiren rivayetlerin daha isabetli olduğu kanaatindedir (bk. 13/23-24). Hz.
Yûsuf'un kararlı tutumu karşısında, ondan ümitlerini kesen kardeşleri, durumu
kendi aralarında görüşmek üzere bir kenara çekildiler. Büyükleri Rubîl, Bünyâmin
hakkında babalarına verdikleri sözü, daha Önce de Hz. Yûsuf'a yaptıklarını
onlara hatırlattı. Yûsuf'un bu kardeşi, daha önce onu öldürmek isteyen
kardeşlerine, onu kuyuya atmalarını teklif etmiş ve ölümden kurtarmıştı (âyet
10; Taberî, 12/93). Şimdi bu durum karşısında babası kendisine izin verinceye
veya hakkında Allah'ın hükmü belirinceye kadar Mısır'dan ayrılmayacağını bildirdi
ve gidip durumu babalarına anlatmalarını istedi. İnanmadığı takdirde Mısır
halkından ve beraber geldikleri kafiledeki diğer şahıslardan sorup gerçeği
öğrenebileceğini söyledi.
Hz.
Ya'kub'un oğulları, "Biz gaybı bilenler değiliz" cümlesiyle Bünyâmin'i
koruyacaklarına dair babalarına söz verdikleri zaman onun hırsızlık suçundan do
layı Mısır'da alıkonulacağını bilemeyeceklerini ifade etmek istemişlerdi.
83. Kalkıp babalarına geldiler ve
kardeşlerinin söylediklerini aynen anlattılar. Ancak, daha önce babalarına
karşı yalan söylemiş olduklarından babalan onlara, "Hayır nefisleriniz sizi
böyle bir işe sürükledi" diyerek bu seferki doğru sözlerine inanmak istemediğini
açıkça ifade etti. Sonuçta sabretmekten başka çare olmadığını, bir gün
Allah'ın, onların hepsini yani Yûsuf, Bünyâmin ve Rubîl'i kendisine döndüreceğini
ümit ettiğini bildirdi.
84. Oğlu Bünyâmin'in Mısır'da
tutulduğunu haber alan Hz. Ya'kub'un, diğer oğlu Yûsuf hakkındaki üzüntüleri
yeniden depreşti ve üzüntünün şiddetinden gözlerine boz geldi. Hz, Ya'kub'un
gözlerine boz gelmesi iki şekilde açıklanmıştır:
a) 96.
âyette "tekrar görür hale geldi" buyurulduğu için bunu karine olarak
alanlar, boz gelmekten maksat "üzüntüden ve ağlamaktan dolayı gözünün
kapanmasıdır" demişlerdir. Tıp mensuplarının açıklamalarına göre nâdir de
olsa üzüntüden gözde katarakt oluştuğu ve sonra bir şokla bunun zâil olduğu
görülmüştür.
b) Râzî'nin
de katıldığı (18/195) ikinci anlayışa göre göze boz gelmesi görmeyi
engelleyecek kadar göz yaşı ile kaplanmasıdır; açılması ise üzüntü ve ağlama sebebinin
ortadan kalkmasıdır.
86. Hz. Ya'kub, evlâtlarını yitirmenin
ıstırabını kalbinin derinliklerinde hissettiğini ve üzüntülerini sadece yüce
Allah'a arzettiğini İfade etmekle birlikte, "Ben, sizin bilemeyeceğiniz
şeyleri Allah tarafından vahiyle biliyorum" demek suretiyle olayın perde
arkasındaki hikmetlerini de bildiğine işaret etmiştir.
87. Hz, Ya'kub'un bu ifadeleri,
onun, oğlu Yûsuf'tan ümidini kesmediğini ve Allah'ın lütfuyla bir gün kendisine
kavuşacağını umduğunu göstermektedir.
88.
“Yusuf’un
huzuruna girdiklerinde dediler ki; "Ey Aziz! Bizi ve ailemizi kıtlık
bastı ve biz, değersiz bir sermaye ile geldik. Hakkımızı tam ölçerek ver.
Ayrıca bize bağışta da bulun. Şüphesiz Allah sadaka verenleri mükâfatlandırır."
89. Yûsuf, "Siz, cahilliğiniz yüzünden Yûsuf ve kardeşine yaptıklarınızı
biliyor musunuz? dedi. 90. "Yoksa sen, gerçekten sen Yûsuf musun?" diye
sordular. O da "(Evet), ben Yûsuf’um, bu da kardeşim. Allah bize lütfetti.
Kim Allah'tan korkar ve sabrederse, şüphesiz Allah güzel davrananların
mükâfatını zayi etmez." 91. Dediler ki: "Allah'a andolsun, hakikaten
Allah seni bize üstün kılmış. Gerçekten biz hataya düşmüşüz." 92. Yûsuf
şöyle dedi: "Bugün sizi kınamak yok, Allah sizi affetsin! O, merhametlilerin
en nıerhametlisidir. 93. Şu benim gömleğimi götürünüz de onu babamın yüzüne
koyunuz, gözleri görecek duruma gelir ve bütün ailenizi bana getiriniz.”
Tefsiri
88. Hz. Ya'kub'un ısrarı üzerine
oğullan, hem kardeşleri Yûsuf'u aramak, hem de yiyecek almak üzere üçüncü kez
Mısır'a gittiler. Hz. Yûsuf'un huzuruna girdiklerinde kıtlığın kendilerini iyice
sıktığını, dolayısıyla erzak temini için tekrar geldiklerini söylediler. Ellerindeki
sermayenin yetersiz olduğunu, bu sebeple alışverişin dışında kendilerine biraz
da tasaddukta bulunmasını Hz. Yûsuf’tan istediler.
89-92. Hz. Yûsuf, artık kendisini
tanıtmanın zamanı geldiğini düşünerek, cahillikleri yüzünden kardeşlerinin
kendisine ve kardeşi Bünyâmin'e yaptıklarını onlara hatırlatıp kendini tanıttı.
Böylece Yûsuf kuyuya atıldığı zaman, kendisine vahyedilmiş olan, "Kardeşlerinin
yaptıklarını bir gün onlara kendileri farkına varmadan mutlaka haber vereceksin!"
mealindeki 15. âyetin verdiği haber, gerçekleşmiş oldu. Kardeşleri
kusurlarını itiraf edip özür dilediler. O da onları bağışladığını bildirdi . İnsanların
kıskanması, Allah'ın bir kimse için takdir etmiş olduğu nimeti engelleyemez. Nitekim,
Rasûlullah duâsında şöyle demiştir: “Allahım! Senin verdiğine engel olacak
yoktur. Senin engel olduğunu da verecek yoktur.” (Buhârî, Ezân 155).
Görüldüğü gibi, Yûsuf’un kardeşlerinin kıskanması, onun yükselmesine engel
olamamıştır. Sonunda kendileri mahcup olmuş ve Allah'ın Yûsuf'u kendilerinden
üstün kılmış olduğunu yemin ederek İtiraf etmişlerdir. Ziya Paşa'nın dediği gibi:
Zâlimlere bir gün dedirir kudret-i Mevlâ: / Tallahi lekad âserakellahu aleynâ!”
93. Yûsuf babasının, üzüntü nedeniyle
gözlerinin göremez hale geldiğini öğrenince, kendi gömleğini götürüp babasının
yüzüne koymalarını, böylece tekrar görecek duruma geleceğini söyledi. Bu olayın
tıbben izahı mümkün olmamakla birlikte Hz. Yûsuf'un bunu vahiyle yaptığı kabul
edilmektedir. Bu durumda olay bir mucize olarak değerlendirilmelidir. Bir görüşe
göre de Hz. Ya'kub'un gözlerine boz gelmesi psikolojik sıkıntıdan
kaynaklanmaktadır. Yûsuf babasının üzüntü, sıkıntı ve sürekli olarak göz yaşı
dökmekten görme duyusunun zayıfladığını anlamış ve bu sıkıntıyı gidermek üzere
gömleğini babasına göndermiştir; Ya'kub oğlunun sağ olduğu haberini aldığı ve
gömleğini yüzüne sürdüğü takdirde olayın vereceği psikolojik rahatlık, sevinç
ve manevî güç, onun bedenini ve görme gücünü kuvvetlendirecek, gözleri görür
hale gelecektir, diye gömleğini göndermiştir (Râzî, 18/206).
94,
“Kafile
Mısır'dan ayrılınca babaları, "Eğer bana bunamış demezseniz, inanın ben
Yûsuf’un kokusunu alıyorum!" dedi. 95. Onlar da "Vallahi sen hâlâ eski
şaşkınlığındasın" dediler. 96. Müjdeci gelince, gömleği yüzüne koyar
koymaz Ya'kub tekrar görür hale geldi. Dedi ki: "Ben size, 'Allah tarafından
(vahiyle) sizin bilemeyeceğiniz şeyleri bilirim' demedim mi?" 97. "Ey
Babamız! Bizim günahlarımızın affını dile! Çünkü biz gerçekten hataya
düştük" dediler. 98. Ya'kub, "Sizin için Rabbimden af dileyeceğim.
Şüphesiz O çok bağışlayan, pek merhametlidir" dedi.”
Tefsiri
94. Hz. Yûsuf'un gömleğini getirmekte
olan kafile, Mısır'dan ayrılıp Hz. Ya'kub'un ülkesi olan Ken'ân iline doğru
yola çıkınca, beri tarafta bulunan Ya'kub, kendisine getirilmekte olan gömleğin
kokusunu uzaktan hissederek, birkaç gün sonra alacağı müjdenin büyük sevincine
yavaş yavaş hazırlanmış oldu. Bu olayın nasıl meydana geldiği konusunda müfessirierin
iki farklı yorumu vardır:
a) Yüce Allah, bu kokuyu bîr mucize
olmak üzere o kadar uzak mesafeden Hz. Ya'kub'a ulaştırmıştır.
b) Allah Teâlâ, bu kokuyu o anda
Hz. Ya'kub'un nefsinde yaratmıştır.
Elmalılı
Muhammed Hamdi bu yorumlan verdikten sonra şöyle der: "Hangi şekilde
olursa olsun, bu olayın hârikulade İlâhî bir tervih (kokuyu hissettirme) olduğunda
hîç şüphe yoktur. Zamanımız ilim felsefesi, bu gibi olağan üstü ruhî olayları
açıklayamamakla beraber, inkâr da etmeyip telepati (aracısız iletişim) adı altında
tasnif ve mütalaa etmektedir. Acizane kanaatime göre bu âyet, bize yalnız ruh ilimleri
ve mucize cinsinden bir harikayı tespit ile kalmıyor, bugünkü teknolojik gelişme
açısından dikkate değer ilhamlar da veriyor. Zira görülüyor ki rayiha yani
koku kelimesi, rîh yani 'rüzgar' anlamına gelen bir kelime ile ifade
buyuruluyor. Bu kelimede 'iletme' anlamı daha belirgindir. Halbuki yukarıda da
söylediğimiz gibi kafilenin Mısır'dan ayrıldığı anda Ya'kub'un vicdanına bu
kokunun ulaşması rüzgâr hızından daha hızlı bir iletişimle olmuştur. O halde,
meseleyi kimya veya atom fiziği sahasında izleyerek ses naklinden daha ince bir
kanun ile koku kuvvetinin ve hareketinin zaptedilmesi ve nakledilmesinin dahi
elektrik akımından yararlanarak mümkün olabileceği sonucuna varabileceğiz
demektir. Gerçi Ya'kub'un kokuyu duyması fennî bir olay değil, mucizevî bir
olaydır. Ancak âyetin ifadesinden açıkça ortaya çıkan mâna, bu kokunun rüzgâr içinde
duyulması ve gömleği taşıyan müjde kafilesinin Mısır'dan ayrıldığı sırada iletilmiş
olmasıdır. Bu ise kokunun da havadan bir telsizle şimşek gibi naklinin ve iletilmesinin
mümkün olabileceğini, yaratılışta bunun da gizli bir kanunu olabileceğini
düşündürür. Şüphesiz ki bunun gerek Mısır'dan gönderilmesi, gerekse böyle bir
hızlı titreşimin Ya'kub tarafından algılanabilmesi ve o kokunun Yûsuf'a ait
olduğunu kestirebilmesi, doğrudan doğruya İlâhî tasarrufu gösteren harikalardır.
Gerek bu bakımlardan, gerek Yûsuf ile Ya'kub'un birer peygamber olmaları
bakımından olay çok yönlü bir mucizedir. Zira bir insanın yakınındaki birinin kim
olduğunu kokusundan tanıyabilmesi bile olağan üstü bir meseledir. Ancak olayın
bütünüyle tabiat kanunlarının üstünde bir mucize olması, bununla ilgili birtakım
tabiat kanunlarının mevcut olmasına engel değildir (geniş bilgi için bk. IV/2921
vd.).
97-98. Hz. Ya'kub'un oğullan,
babalarına karşı suçlarını itiraf ettiler ve ondan günahlarının bağışlanması için
Allah'tan af dilemesini istediler. Fakat, Ya'kub'un, oğullarına karşı kalbi
kırıktı, kendisinin af ettiğine işaret etmekle birlikte Allah'ın affı için
hemen dua etmedi. Onu müsait bir zamana erteledi.
99.
“Yûsufun
yanına girdiklerinde ana babasını bağrına bastı ve "Allah'ın izniyle
Mısır'a gUven içinde giriniz!" dedi. 100. Ana babasını tahtına oturttu,
hepsi onun huzurunda yere kapandılar; Yûsuf dedi ki: "Babacığım! İşte bu,
daha önce gördüğüm rüyanın ortaya çıkışıdır; Rabbinı onu gerçekleştirdi.
Doğrusu Rabbim bana lütuflarda bulundu: Beni hapishaneden çıkardı ve şeytan
benimle kardeşlerimin arasını bozmuş iken daha sonra sizi çölden getirdi.
Şüphesiz rabbim dilediğine çok lütufkârdır. Kuşkusuz O çok iyi bilendir, hikmet
sahibidir." 101. "Ey Rabbim! Bana servet ve iktidar verdin ve bana
olayların yorumunu da öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Dünyada da âhirette
de beni himaye eden sensin. Beni müslüman olarak öldür ve beni sâlihler arasına
kat!”
Tefsiri
99. Ya'kub (a.s.), yakınlarıyla birlikte
kendi ülkesinden ayrılarak Mısır'a Hz. Yûsufun yanına gitti. Rivayete göre Hz.
Yûsuf ile Mısır hükümdarı, kalabalık bir asker topluluğu, devlet adamları ve
Mısır halkı ile birlikte Hz. Ya'kub'u şehrin dışında karşıladılar. Hz. Yûsuf,
ana babasını kucaklayıp bağrına bastıktan sonra onları özel bir konakta dinlendirdi;
sonra da güven içinde şehre girmelerini söyledi (Râzî, 18/210-211).
100. Şehre girip Yûsuf'un huzuruna
geldiklerinde Yûsuf ana babasını tahtına oturttu. İşte bu anda ana babasıyla birlikte
on bir kardeşi secdeye kapandılar. Bu durumu gören Yûsuf, "Babacığım! İşte
bu, daha önce gördüğüm rüyanın yorumudur. Rabbim onu gerçekleştirdi" dedi.
Miifessirler
Hz. Yûsuf'un ana, baba ve kardeşlerinin secdeye kapanmalarını iki şekilde
yorumlamışlardır:
a) Hz.
Yûsuf'a karşı bir saygı selâmı olmak üzere yere kapanmışlardır. 4. âyet bu
anlamı destekler mahiyettedir.
b) Hz.
Yûsuf'a kavuştukları için Allah'a şükretmek üzere secdeye kapanmışlardır. 4.
âyetin mealinde "Onları bana secde ederlerken gördüm" diye çevirdiğimiz
cümle, "Onları benim için secde ederlerken gördüm" şeklinde çevirmek
de mümkündür. Bu takdirde âyet ikinci anlamı destekler.
Hz. Yûsuf, bir
nezaket ve tevazu örneği daha göstermiş, sahip olduğu bu debdebe ve ihtişamın
kendisine Allah tarafından lütfedildiğini söyleyerek Allah'a senâda
bulunmuştur. Kardeşlerinin kendisine muhtaç oldukları bir dönemde onlardan intikam
almayı düşünmediği gibi, onların yaptıklarını hatırlatacak tek kelime dahi
söylememiş, kardeşleriyle arasını şeytanın açtığını ifade etmiştir. Bununla birlikte
bu olayların İlahî takdir ve hikmet neticesinde meydana geldiğine de işaret etmiştir.
101. Hz. Yûsuf, mülkü ve onu
yönetmek için gerekli olan olayları yorumlama ilmini kendisine yüce Allah'ın
verdiğini, dünyada da âhirette de kendisini himaye eden velîsinin Allah
olduğunu vurgulayarak O'na şükranlarını arzetti (velî hakkında bilgi için bk.
2/Bakara, 257; 4/Nisâ, 2, 138-140; 6/En’âm, 14).
Rivayete
göre Hz. Ya'kub Mısır'da oğlunun yanında yirmi dört sene yaşadıktan sonra
vefat etti. Önceden yaptığı vasiyet uyarınca naaşı, Suriye'de defnedilmiş
bulunan babası Hz. İshak'ın yanına götürülüp gömüldü. Hz. Yûsuf da babasından
sonra yirmi üç yıl daha yaşadı. Onun naaşını da Mısırlılar mermer bir sandukan
koyarak Nil yatağına gömdüler. Mısırlılar onu çok sevdikleri için kendi
memleketlerinde kalmasını istemişlerdi. Daha sonra Hz. Mûsâ onun naaşını bularak
babası Hz. Ya'kub'un yanına götürüp defnetti (Râzî, 18/216).
102. “İşte
bu kıssa, gayb haberlerindendir. Onu sana vahdediyoruz.Onlar, tuzak kurmak
üzere ittifak ettikleri zaman, sen onların yanında değildin. 103. Sen ne kadar inanmalarını
istesen de insanların çoğu inanmazlar. 104. Halbuki sen bunun karşılığında
onlardan bir ücret istemiyorsun. Kur'an âlemler için ancak bir öğüttür. 105.
Göklerde ve yerde nice deliller vardır ki onlar bu delillerden yüz çevirerek
geçip giderler. 106. Onların çoğu Allah'a ortak koşmadan iman etmezler, 107.
Allah tarafından onlara kuşatıcı bir azabın gelmesinden veya farkında olmadan
kıyametin ansızın kopmasmdan kendilerini güvende mi hissediyorlar? 108. De ki:
"İşte bu, benim yolumdur. Ben, Allah'a çağırıyorum. Ben ve bana uyanlar
aydınlık bir yol üzerindeyiz. Allah'ı ortaklardan tenzih ederim! Ve ben ortak
koşanlardan değilim.”
Tefsiri
102. Hz. Peygamber, bu kıssayı
yaşayanlarla beraber yaşamadığı ve kitaptan okumadığı gibi, herhangi bir kimseden
de öğrenmiş değildi. Çünkü onun yaşadığı ülkede yahudilerle temasta bulunan
bazı kimseler bulunsa bile ilim adamları yoktu. Bütün bunlar, bu kıssanın gayb
haberlerinden ve bir mucize olduğunun delilidir (gayb hakkında bilgi için bk.
2/Bakara, 3).
103. Kureyş'in, "Isrâiloğulları
Mısır'a niçin gitti?" şeklindeki sorusuna cevap olmak üzere inmiş olan bu
kıssa ile Kur'an'ın bir mucize, Hz. Muhammed'in de bir peygamber olduğu
anlaşılmaktadır. Bununla birlikte Kureyş'in çoğu inanmamıştır. Zira onlar
gerçeği aramada samimi değillerdi. Yüce Allah, "Sen ne kadar inanmalarını
istesen de insanların çoğu inanmazlar" buyurarak elçisini teselli etti.
105. Sözlükte âyet kelimesi "bir
şeyin tanınmasına sebep olan ve varlığını gösteren İşaret, açık alâmet, delil, ibret,
şaşırtıcı şey, mucize, ve topluluk" anlamlarına gelir. Terim olarak,
Kur'ân-ı Kerîm'in bîr veya birkaç kelime yahut cümleden meydana gelen bölümlerini
ifade eder. Burada âyet kelimesi alâmet, delil ve ibret veren şey mânalarında
kullanılmıştır. Yani gerek insanın kendisinde gerekse dış dünyada, göklerde ve
yerde Allah'ın varlığına, birliğine, ilmine, kudretine ve hikmetinin
üstünlüğüne delâlet eden nice delil vardır ki bunlar insanların nazarı dikkatine
sunulmuştur. İnsanoğlu ilmî, fikrî, felsefî ve amelî hayatında bu olaylarla
her zaman karşı karşıyadır. Bu tabiat olaylarını düşünüp bunlardaki incelikleri,
bunlara hâkim olan İlâhî kanunları keşfetmesi ve yaratanını tanıması gerekirken
o, düşünmeden, ibret almadan bunlara sırt çevirip gider. Halbuki insanoğlu
hıınlan düşünüp dikkatli bir şekilde incelese hem dünyada kalkınacak hem de imanı
nı taklitten tahkike çıkararak kâmil insan (has kul) olma yolunda ilerleyecek
ve âhirette mutlu olacaktır.
106. İnsanların çoğu, göklerdeki ve
yerdeki delilleri ibret gözüyle İncelemedikleri için, Allah'ın varlığını kabul
ettikleri halde O'na çeşitli yollarla ortak koşarlar. Nitekim Câhiliye döneminde
Arabistan halkı da Allah'a inanmakla birlikte (31/Lokman, 25) çeşitli şekillerde
O'na ortak koşuyorlardı. Meselâ, bazı putperest Araplar meleklerin Allah'ın
kızları olduğuna inanırken (16/Nahl, 57) bir kısmı da kendilerini tanrıya
yaklaştırsınlar diye putlara tapıyorlardı (39/Zümer, 3). Hıristiyanlar, Hz. Îsâ'nın
Allah'ın oğlu olduğunu iddia ederken, yahudilerin bir kısmı "Üzeyir
Allah'ın oğludur" diyorlardı (9/Tevbe, 30). Ayrıca cinleri Allah'a ortak
koşanlar da vardı (6/En’âm, 100).
108. "Aydınlık bir yol" diye
çevirdiğimiz basiret kelimesi sözlükte "delil, kesin kanıt, inanç, bilgi, ibret
alınacak şey, zihinsel olarak görmek, kestirmek, sezmek, idrak etmek, anlama
ve kavrama yeteneği" gibi anlamlara gelmektedir. Mecaz olarak,
"aklın kabul edebileceği veya akılla doğrulanabilir kanıt" demektir.
"Bunun içindir ki, Hz. Peygamber'in telaffuz ettiği 'Allah'a çağrı' ifadesi
burada insan aklına uygun ve onunla doğrulanabilir, bilinçli bir kavrayışın
sonucu olarak tanımlanmakta"dır (Esed, II/481). Âyette Hz. Peygamber'e,
yolunun İslâm dini olduğunu, İnsanları sadece Allah'a çağırdığım, dolayısıyla
kendisi ve ona uyanların aydınlık bir yol üzerinde bulunduklarını, Allah'a
ortak koşanlardan olmadığını bildirmesi emredilmiştir. İşte Allah'a davet, bu
şekilde basiret üzere, ne dediğini bilerek, ihlâs ve samimiyetle, hikmet ve
güzel öğütle olmalıdır (ayrıca bk. 16/Nahl, 125).
109. “Senden
önce de şehirler halkından kendilerine vahiy indirdiğimiz kişilerden başkasını
peygamber göndermedik. İnkârcılar yeryüzünde dolaşıp da kendilerinden öncekilerin
sonunun nasıl olduğunu görmediler mi? Sakınanlar için âlıiret yurdu elbette
daha iyidir. Hâlâ aklınızı kullanmıyor musunuz? 110. Nihayet peygamberler ümitlerini
yitirip de kendilerinin yalancı çıkarıldıklarını sandıklan sırada onlara
yardımımız gelir ve dilediğimiz kimse kurtuluşa erdirilir. Fakat, suçlular
topluluğundan azabımız geri çevrilmez. 111. Andolsun onların kıssalarında akıl
sahipleri için ibretler vardır. Kur'an, uydurulabilecek bir söz depdir. Fakat
o, kendinden öncekilerin onayı, her şeyin açıklaması, iman eden toplum için bir
rahmet ve bir hidayettir.”
Tefsiri
109. Bu âyet-i kerîme, müşriklerin
Hz. Peygamber'i kastederek “Ona bir melek indirilseydi ya!” (6/En’âm, 8) mealindeki
sözlerine cevap olarak inmiştir. Bu ve benzeri âyetler, insanlara cin ve melek
gibi insandan başka varlıklardan peygamber gönderilmediğini ifade eder. Müfessirlerin
çoğunluğuna göre peygamberlerin tamam erkeklerden gönderilmiştir. Ancak bazı ilim
adamları Hz. İbrahim'in eşi Sâre'nin, Hz. Musa'nın annesinin ve Hz. İsâ'nın
annesi Meryem'in de peygamber olduklarını iddia etmişlerdir. Zira bunlara da
ya doğrudan veya melek vasıtasıyla vahyedilmiştir (krş. 3/Âl-i İmrân, 42;
11/Hûd, 71); 28/Kasas, 7; 66/Tahrîm, 11-12). İşte bu âyetlerde adı
geçen kadınların peygamber olduklarına işaret olmakla beraber çoğunluğa göre
bunlar peygamber değil, sadece faziletli hanımlardır (İbn Kesir, IV/346).
Müfessirler,
"şehirler halkından" diye çevirdiğimiz "nün ehli'1-kurâ" ifadesini
dikkate alarak peygamberlerin göçebe kesimden değil, yerleşik medenî toplumlardan
seçilmiş oldukları kanaatine varmışlardır (Râzî, 18/226; Şevkânî, III/57).
"Ehli'1-kurâ" tamlamasına, "yeryüzünde yaşayan insanlar"
mânası veren İbn Abbas'a göre ise bundan maksat, peygamberlerin müşriklerin istediği
gibi göklerdeki varlıklardan değil, yeryüzünde yaşayan insanlardan gönderilmiş
olduğunu ifade etmektir (İbn Kesîr, IV/346).
110. Hz. Âişe, âyeti şöyle
yorumlamıştır: "Sıkıntılar uzayıp da yardım gecikince peygamberler kavimlerinden
kendilerini yalancılıkla itham edenlerin iman edeceklerinden ümitlerini kesmişler,
inanmış olanların da kendilerini yalanlayacaklarını sanmışlardır. İşte o zaman
Allah'ın yardımı gelmiştir.” (Buhârî, Tefsir 12/6).
Peygamberler
de insan oldukları için birtakım olaylar karşısında bazı duygulara kapılabilirler.
Nitekim Bakara sûresinin 214. âyetinde de mü’minlerin çektikleri sıkıntı ve
geçirdikleri sarsıntılar karşısında peygamberlerin buradakine benzer
davranışlar sergiledikleri ifade buyurulmuştur. Ancak peygamberlerin, Allah'ın
vaadinden dönmesini, söz verdiği yardımı yapmayarak onları yalancı çıkarmasını
düşünmeleri mümkün değildir. Bu, onların peygamberlik vasıflarına aykırıdır. Nitekim
onlar, en şiddetli sıkıntılar karşısında bile insan gücünün dayanabileceği en
son merhaleye kadar dayanmışlardır. Sıkıntı ve ıstıraplar dayanılmaz bir hale
geldiği, Allah'tan başka hiçbir ümit kalmadığı anda Allah'ın yardım ve zaferi
yetişmiş; peygamberler ve onlara inanan mü’minler kurtuluşa ermiş, suçlular ise
cezalandırılmışlardır.
Mealinde
"yalancı çıkarıldıkları" diye çevirdiğimiz "küzibû" fiil indeki
kıraat farklarına göre, âyetin ilk bölümünden şu mânalar anlaşılabilir:
a) "Küzibû" şeklinde
şeddesiz okunduğu takdirde: 1. Nihayet peygamberler insanların, kendilerine inanacağından
umudu kestikleri, halkın da peygamberlerin kendilerine yalan söylediklerini
sandıkları an, onlara yardımımız gelir. 2. Nihayet peygamberler, Allah
tarafından kendilerine vaad edilen yardımın geleceğinden ümitlerini kesip, insanlar
karşısında yalancı durumuna düşeceklerini sandıkları sırada onlara yardımımız
gelir. İnsan olmaları sebebiyle, peygamberlerin de bu tür davranışlarının olabileceğine
dair İbn Abbas'tan bir rivayet aktarılmakla birlikte, bazı müfessirler,
Allah'ın sözünden dönebileceğini, değil peygamberler, herhangi bir mü’minin bile
düşünmesi mümkün değildir. Böyle bir düşünce kişiyi imandan çıkarır, derler
(Râzî, 18/226).
b) "Küzzibû" şeklinde
şeddeli okunduğu takdirde: 1. Nihayet peygamberler insanların inanacaklarından
umut kestikleri ve kendilerinin yalancı çıkarıldıklarını kesin olarak
anladıkları zaman onlara yardımımız gelir. 2. Nihayet peygamberler, kavimlerinin
iman edeceğinden umut kestikleri, inanmış olanların da kendilerini yalancı
çıkarıldıklarını sandıklan an onlara yardımımız gelir.
111. Peygamberlerin kıssaları gönül
eğlendirici hikâyeler değil, bilâkis ibret alınacak olaylardır. Buradaki
"onların kıssalarından maksat, ya genel olarak peygamberlerin
kıssalarıdır veya bu sûrede anlatılan Hz. Yûsuf, babası ve kardeşlerinin
kıssastdır. Gerçekten de Hz. Yûsuf un yaşadığı sıkıntılardan kurtulup Mısır'da
yüksek bir makama gelmesinde akıl sahipleri için büyük bir ibret vardır. Ancak
bi rinci mâna daha daha kapsamlıdır.
Kur'ân-ı
Kerîm insanlar tarafından uydurulabilecek bir söz değil, kendisin den önce
peygamberlere indirilmiş olan Tevrat, İncil ve Zebur gibi kitapları tasdik eden
İlâhî bir kitaptır (Şevkânî, III/58). Kur'an'ın her şeyi açıklamasından mıık
sat, dünyada var olan her şeyi açıklaması değil, insanlığın muhtaç olduğu ve İlâhî
bir aydınlatma olmadan ulaşamayacağı helâl-haram, sevap-günah gibi dinî ve ahlâkî
konulara dair gereken ayrıntıları vermesidir. O, hükümleriyle amel edenler için
hem bir hidayet hem de rahmettir.
Yûsuf
kıssası, iyilerle kötülerin mücadelesine, sonuçta iyilerin başarısına somut bir
örnektir. Bu sebeple kıssada ders almak İsteyenler için güzel ibretler vardır.
Nitekim Allah Teâlâ kıssanın başlarında Yûsuf ve kardeşlerinin kıssasında, almak
İsteyenler İçin ibretler olduğunu ifade buyurmuştu (âyet 7). Burada da bütün
peygamberlerin kıssalarında akıl sahipleri için alınacak ibret olduğunu bildirdi.
Hz. Yûsuf un kıssasından alınacak dersler şöyle özetlenebilir:
Sûrede Hz.
Ya'kub'un Allah'a imanı ve bu iman sayesinde musibetlere karşı gösterdiği
sabır ve tevekkülü anlatılmıştır. Sevgili oğlu Yûsuf'u kurtların parçaladığı
yalan haberi kendisine söylendiği zaman dahi metanetini yitirmemİş, sabretmiş
ve Allah'ın yardımına sığınmıştır (âyet 18). Diğer oğlu Bünyâmin’i
kardeşleriyle birlikte Mısır’a gönderdiği zaman da en hayırlı koruyucunun Allah
olduğunu vurgulamıştır (âyet 64). Yûsuf hakkındaki aşın derecede üzüntüsünden
dolayı oğullarının, "büsbütün helak olacaksın" şeklindeki uyarılan
karşısında o, gam ve kederini sadece Allah'a arzettiğini ifade etmiş ve
oğullarına, Allah'ın rahmetinden ümit kesmemelerini, gidip Yûsuf'u ve kardeşi
Bünyâmin'i aramalarını emretmiştir (âyet 86-87).
Yine Hz.
Ya'kub, oğullanna "Mısır'a ayn ayn kapılardan giriniz" diye nasihat
edip gelebilecek tehlikelerden korunmaları için tedbir almalarını tavsiye ettikten
sonra, "Ama, Allah'tan gelecek hiçbir şeyi sîzden savamam; hüküm sadece Allah'ındır"
diyerek Allah'a olan tevekkülünü göstermiştir (âyet 67).
Hz. Yûsuf, zindandaki
arkadaşlarını tevhid dinine çağırmış ve Allah'ın birliğine dair onlara çeşitli
aklî deliller getirmiştir. Onun bu üslûbu güzel bir davet örneğidir.
Bu olay bir
kadının yabancı bir erkekle baş başa kalmasının ortaya çıkaracağı tehlikeli
sonuçlar için de bir örnek oluşturmaktadır. Nitekim Aziz'in karısının sık sık
Hz. Yûsuf’la baş başa kalması kadının ona âşık olmasına yol açmıştır. İslâm, bu
gibi sakıncalı durumları önlemek için kadının, halvet sayılabilecek şekilde
yabancı erkeklerle bir arada bulunmasını yasaklamıştır. Fıkıhta halvet,
aralannda devamlı evlenme engeli bulunmayan bir erkekle bir kadının bir yerde
baş başa kalmalarını ifade eden bir terimdir (geniş bilgi için bk. Orhan Çeker,
Halvet, DİA, 15/384).
Hz. Yûsuf,
kendisinden murat almak isteyen kadının çekiciliğine ve her türlü imkânı
hazırlamış olmasına rağmen, velinimetine ihanet etmekten Allah'a sığınarak iffet
ve sadakat örneği sergilemiştir. Daha sonraki tehditler karşısında da
"Rabbim! Zindan, bunlann benden istediklerinden daha iyidir" diyerek
günah işlemektense zindana atılmayı yeğlemiştir (âyet 33).
Hz. Yûsuf,
karşılaştığı sıkıntı, zulüm ve haksızlığa rağmen sarsılmamış, Allah'a olan inanç
ve güvenini yitirmemiş, Allah'ın rahmetinden ümidini kesmemiştir (âyet 90). Allah
Teâlâ da sabrının karşılığında ona ilim, hikmet vermiş ve Mısır'da istediği gibi
tasarruf edebilecek bîr makama getirmek suretiyle ödüllendirmiştir (âyet 56).
Bu kıssa,
Allah'ın takdirini hiç kimsenin önleyemeyeceğini göstermesi bakımından da ibret
vericidir. Nitekim, kardeşlerinin Hz, Yûsuf'u kıskanmaları ve ona bunca kötülük
etmeleri, onun yükselmesine engel olamamış, tam tersine buna zemin hazırlamıştır.
Hz. Yûsuf,
kendisim öldürmek isteyen ve kuyuya atan kardeşlerinden istediği gibi intikam
alma imkânına sahip olduğu halde bunu yapmamış, kötülüğü iyilikle
karşılamıştır. Kardeşleri onun huzurunda suçlarını itiraf ettikleri zaman,
"Bugün sizi kınamak yok, Allah sizi affetsin! O, merhametlilerin en
merhametlisidir" diyerek peygambere yakışır bir yücelik göstermiştir. Özü itibariyle
kıssa, insanlığın serüvenine hâkim olan, insanın öz benliğinde ve sosyal
hayatta sürüp giden iyi ile kötünün mücadelesinden ilginç ve etkileyici bir kesit
vermektedir. (8)
1) Yûsuf
düş görmüştü, peygamber olarak yaratılmış bulunan Yûsuf’un gördüğü düş, mutlaka
çıkacaktı. Çünkü "Peygamberlerin gördükleri düşler sabah aydınlığı gibi
çıkar." (Buhârî, Bed'u'1-Vahy 3, Tefsir, sûre 96/1; Ta'bîr 1; Müslim,
îmân 252; Ahmed bin Hanbel, Müsned 6/153, 232)
2. Kardeşlerinin,
Yûsuf’u kıskanmalarından, hasedin kötülüğü ve en temiz, soylu insanları dahi
bazen kötü işlere sürükleyeceği; birer peygamber olan kardeşlerinin hased etmesinden,
peygamberlerin dahi bu nefis zaafından yani günâhtan masum olmadıkları
anlaşılır.
3. Kardeşlerinin
kendisini kuyuya atmaları, Yûsuf'a ağır gelmişti. Ama böyle olmasaydı, Yûsuf un
gördüğü düş gerçekleşmeyecekti. Demek ki insanın nefsine ağır gelen şeylerin
altında Allah'ın nice nimeti ve hikmeti gizlidir ve insan o anda o hikmetleri
anlayamaz. Onun içindir ki Cenâb-ı Hak: "Bazen hoşunuza gitmeyen bir
şey hakkınızda iyi olabilir ve hoşunuza giden bir şey de hakkınızda kötü olabilir;
Allah bilir, siz bilmezsiniz." (2/Bakara, 216) buyurmaktadır.
Erzurumlu İbrâhîm
Hakkı Ma' rifetnârme'sinde bu mânâyı şöyle ifade eder:
"Hak şerleri
hayreyler, Zannetme ki gayr eyler, Arif ânı seyreyler Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler!" "Deme şu niçün şöyle, Yerincedir ol öyle, Bak
sonuna sabreyle, Mevlâ görelim neyler, Neylerse güzel eyler!"
4. 0
halde Allah'ın takdirine, Hz. Ya'kûb gibi: "Fesabrun cemîl: Bana güzel
sabretmek gerekir" deyip sabır ve rızâ göstermek
lâzımdır.
5. Ana-baba,
çocukları arasında çok ölçülü, adaletli hareket etmeli, aralarında ayırım
yapmamalıdır. İçlerinden birini, gönülden daha çok sevse de bunu ötekilerine hissettirmemelidir.
Açıkça çocuklarından birini daha çok kayırması, kardeşler arasına kıskançlık girmesine
neden olur. Çoğu kez insan, içteki bu duygusunu gizleyemez. Nitekim Ya'kûb da
Yûsuf'a olan sevgisini gizleyememiş, bu da öteki oğullarının Yûsuf'u
kıskanmalarına sebeb olmuştu: "(Kardeşleri) Demişlerdi ki: ' Yûsuf ve
(öz) kardeşi (Bünyâmîn), babamıza bizden daha sevgilidir. Oysa biz bir cemâatiz.
Babamız açık bir yanılgı içindedir! Yûsuf'u öldürün, ya da onu bir yere bırakın
da babanızın (gönlü) yalnız size kalsın (bundan böyle babanız yalnız sizi
görsün ve sevsin)! Ondan sonra da Allah'a tevbe eder, iyi bir topluluk
olursunuz." (12/Yûsuf, 8-9)
6.
Çocukların evde sürekli kapalı kalması uygun değildir. Çocuğun kıra gitmesi,
koşup eğlenmesi, spor yapması, böylece bedenen ve ruhen sağlıklı yetişmesi
gerekir: "Yarın onu da bizimle beraber (kıra) gönder; gezsin,
oynasın!" (12/Yûsuf, 12)
7.
Cevherin değerini ancak cevahirci bilir. Yoldan geçen yolcular, buldukları
Yûsuf'un nasıl bir kabiliyet olduğunu anlamamış, onu birkaç para karşılığında
satmışlardı (12/Yûsuf, 20).
8. Yûsuf'u
satın alan bakan, onun zekâsını fark etmiş, ona köle muâmelesi değil, evlât muâmelesi
yapmış ve onu kendi çocuğu gibi yetiştirmiş, eğitmiş, tahsilini yaptırmıştı (12/Yûsuf,
21-22).
9. Karısı
Zelîhâ, Yûsuf'un güzelliğine hayran kalıp ona kendisini sunmuş, fakat o: "Allah'a
sığınırım, efendim bana güzel baktı (ona hiyânet edemem). Çünkü zâlimler, iflah
olmazlar!" (12/Yûsuf, 23) demişti. Bu sûretle, iyilik görülen yere
nankörlük, hiyânet edilmemesi telkîn edilmektedir (23-24’üncü âyetler).
10. Yûsuf da
öteki delikanlılar gibi duygulara, arzulara sahipti. "Kadın onu arzu
etmişti, eğer Rabbinin doğruyu gösteren delilini görmeseydi, o da onu arzu etmişti." (12/Yûsuf, 24). Demek ki peygamber olan Yûsuf'un da nefsânî istekleri
vardı. Ama yüksek duyguları, Hakk'a olan sarsılmaz îmânı, onun günâha düşmesini
önlemişti. O halde peygamber de olsa, insanın nefsî arzuları vardır. O da nefsinin
çektiğine yönelir, fakat Hakk'a îmân, onun günâha düşmesini veya günâhta
ısrarını önler. Her mü'minin de böyle olması, Hakk'ın gözetimi altında
bulunduğunu düşünerek günâhtan, kötülükten kaçınması gerekir.
11.
Yûsuf'un kaçtığını, kadının arkasından koştuğunu gören bakan; karısının Yûsuf
aleyhindeki sözlerine inanmamış, yanındaki bilirkişinin görüşüne başvurduktan
sonra âdilâne davranıp ikisine de öğüt vermişti. Bu suretle olaylarda hissiyata
kapılmamamız, acele etmeden, meseleyi iyice inceleyerek tarafsız hüküm vermemiz
öğütlenmiş oluyor.
12. Bilirkişilik
yapan insan, kadının ailesinden olduğu halde taraf tutmamış, adaletten
ayrılmamıştı. Bundan, bilirkişinin yansız, hakkane hüküm vermesi gereği
anlaşılır.
13. Kadının
tuzağının büyük olduğu vurgulanıyor: "Sizin tuzağınız, büyüktür!"
(12/Yûsuf, 28)
14.
Zelîhâ'yı bu yola iten, dayanılmaz aşkı idi. Demek ki aşk ferman dinlemez: "Sevda
onun bağrını yakmış!" (12/Yûsuf, 30)
15. Gören
kadınlar Yûsuf'un güzelliğine hayran kalıp, hanımının arzusunu yerine getirmediği
takdirde zindana kendisini attıracakları tehdidinde bulundukları halde, Yûsuf iffetini
korumayı, hiyanet etmemeyi zindana atılmamaya tercih etmişti. İşte inanmış insan
her zaman iffetini böyle mertçe korumalıdır.
16. 37'nci
âyetten, Mısırlıların ve Yûsuf'un yetiştiği ortamlardaki birçok insanın Allah'a
inanmadıkları, âhiret hayâtını kabul etmedikleri anlaşılmaktadır.
17. Bütün
peygamberler, bütün İbrâhîm soyu nebileri, tevhîd inancını getirmişler; insanlara
putperestliği, Allah'a ortak koşmayı bırakıp sadece Allah'a kulluk etmeyi
öğütlemişlerdir. Çünkü Allah'tan başka, kendisinde tanrılık olduğu sanılan
şeylerin hiçbir gücü yoktur. Bu tür inançlar, boş vehimden başka bir şey değildir.
Böyle insanlar, gerçekte kendi vehimlerine tapmaktadırlar (12/Yusuf, 37-40).
18. Yûsuf'un
zindan arkadaşları, gördükleri düşü Yûsuf'a anlatmışlardı. Yûsuf da düşleri,
onların anlattıklarına göre yorumlayarak birinin kurtulacağını, diğerinin
asılacağını söylemişti. Rivayete göre düşün yorumu hoşuna gitmeyen kimse, bunu
uydurmuş olduklarını söyledi ise de Yûsuf: "Artık iş, sizin dediklerinize
göre böyle yapıldı" (12/Yûsuf, 41) dedi. O halde düşü, tam doğru
anlatmak lâzımdır (12/Yûsuf, 36, 41-42).
19. Kralın
düşünü kimse yoramamış, buna düşlerin birbirine karışması (adğâsü ahlâm) demişlerdi.
Bunu ancak Hz. Yûsuf yorumladı ve yorumu olduğu gibi çıktı (12/Yûsuf, 43-49). 0
halde düşü herkese söylemek doğru değildir. Ehline söylemelidir. Rü'yâyı, ancak
vehbî ilme vâkıf olan kimse tabir edebilir. Meşhur sözdür: "Ma'rifet,
rü'yâyı görende değil, yorandadır", derler.
20. Yûsuf,
kendisini kral çağırdığında, hemen acele ile gitmemiş, bedeninin zindandan
kurtulmasından önce, iffet ve şahsiyyetinin, sürülen lekeden temize çıkmasını istemiş;
bunun için, vaktiyle suçlanmış olduğu meselenin içyüzünün ortaya çıkarılmasını
talebetmiştir. Demek ki büyük şahsiyetler acele etmezler, kişiliklerine,
canlarından çok değer verirler. Şerefleri, canlarından ileridir. Hattâ Yûsuf'un
bu olgunluğunu belirtmek için Peygamberimiz: "Şayet ben, Yûsuf un
kaldığı kadar zindanda kalmış olsaydım, krala götürmek için gelen kişinin
sözünü hemen kabul edip giderdim!" (Buhârî, Ta'bîr 4, Enbiyâ 11,
14; Tefsîr sûre 12/5; Müslim, Îmân 228, Fedâilu's-sahâbe 152; Tirmizî,
Tefsîr Sûre 12/1, Ahmed bin Hanbel, Müsned 6/326, 332) demiştir.
21. Burada
önemli bir nokta da Yûsuf'un, iyiliğini gördüğü ve gerçekten kendisini seven
Zelîhâ'nın adını tasrîh etmeyip, kadınlar topluluğunun kendisini suçlamasının
araştırılmasını istemesidir. Burada Yûsuf, kendisine iyilik yapan efendisinin
şerefine saygısı yanında, Zelîhâ'ya da acıyarak onun adını anmamış, ona iftira
suçunu bulaştırmamıştır.
22. Hiç
kimse nefsini tamamen suçsuz sanmamalıdır. Çünkü nefis, zaten kötülüğü emredici
özelliğiyle (kötülüğe eğilimli) yaratılmıştır. İnsanın üstünlüğü, nefsin kötü
arzularıyla savaşıp onu yenmesidir. İşte Allah'ın rahmet ettiği, acıdığı
kulları, nefislerinin kötülük telkinlerini bastırabilen kimselerdir: "Ben
nefsimi temize çıkarmam. Çünkü nefis, dâima kötülüğü emredicidir. Meğer Rabbimin
rahmet ettiği bir nefis ola!" (12/Yûsuf, 53)
23. Nihayet
Hz. Yûsuf, doğruluğunun karşılığını görmüş, Mısır'a başbakan olmuştu. Sonunda
yalanları ortaya çıkan, iftiracı kadınlar da mahcup olmuşlardı. Bu kıssa, hiçbir
hakikatin gizli kalmayacağını, eninde sonunda meydana çıkağını gösterir.
24. Vaktiyle
Yûsuf'a iftira etmiş olan kadınlar, sonunda gerçeği itiraf etmişler, bakanın
karısı da, nihayet gerçeğin ortaya çıktığını; suçsuz olarak zindana atılmış
olan Yûsuf'un arkasından ona hiyanet etmemek için gerçeği söylediğini
açıklamıştır. Bundan, insanın vaktiyle yaptığı bir yanlışı, yalan ifadesini
mutlaka düzeltmesi gerektiğini, geç de olsa gerçeği itiraf etmenin fazîlet
olduğunu anlıyoruz. Sürekli olarak hakikati gizlemek büyük hiyânettir. Allah hâinlerin
tuzağını başarıya ulaştırmaz (12/Yûsuf, 51-52).
25. Ülke
yönetiminde herhangi bir konuda uzman olan insanın, kendi nefsi için değil,
fakat kamunun iyiliği için yöneticiden görev talebetmesi yerinde bir harekettir.
Nitekim Yûsuf da Başbakanlığın kendisine verilmesini, kendisinin bu işi iyi bildiğini
Krala söylemiş "Beni ülkenin hazîneleri üstüne bakan yap. Çünkü ben
onları iyi korur (yönetmesini) iyi bilirim demişti." (12/Yûsuf, 55)
Yûsuf'un bu
söyleminden, kendisini evlâd edinmiş olan Potifaj'ın, kendi yönetiminde
çalıştırıp onu ekonomist bir yönetici olarak yetiştirdiği anlaşılıyor. Yûsuf
çalıştığı birimde yönetim ve ekonomiyi iyi öğrenmiş, bu konuda tam bir uzman
olmuştur ki Krala, kendisinin bu işi bildiğini söylüyor.
26. Bolluk
zamanlarında, darlık zamanını düşünmeli, ileride baş gösterebilecek herhangi bir
kıtlığa, sıkıntıya karşı tedbir almalı; ülkeyi açlıktan korumak için devlet
olarak, dar günler için gıda ve ihtiyaç maddeleri stoku yapmalıdır. Nasıl ki
Yûsuf da Krala, bolluk yıllarında alınan fazla ürünün bir kısmını, darlık
zamanları için stok etmeyi önermişti (12/Yûsuf, 47-49).
Peygamberimiz
de ailesinin bir yıllık geçimini devlet gelirinden ayırırdı (Buhârî, Magâzî 14).
27. Ülke
yönetimini, ehil ellere vermek, birer emânet olan devlet kurumlarının başına
ehil kişileri getirmek lâzımdır. Nasıl ki Mısır Kralı, ülkenin başbakanlığını,
Mısırlı Olmayan, fakat emânetine ve dirayetine güvendiği Yûsuf'a teslîm etmişti
(12/Yûsuf, 55-56).
28. Öz
kardeşini görmek için sabırsızlanan, fakat hiçbir zaman acele davranmayan, dâima
temkinli hareket eden Yûsuf, ilk ziyaretlerinde kendisini kardeşlerine
tanıtmamış, her şeyin zamanını beklemişti. Çünkü vaktinden önce kendisini
tanıtmış olsaydı, işleri karıştırabilirdi (12/Yûsuf, 59-69).
29.
Yabancılara, kendi yasalarıyla hükmetmek adalet gereğidir. Yûsuf da
hırsızlıkla suçlanan kardeşine, onların kendi yasalarına göre hüküm vermiş,
böylece onu yanında alıkoymuştu (12/Yûsuf, 76).
30. Suçlunun
yerine bir başkasını cezalandırmak zulümdür. Suç, bedeli kabul etmez: "Dediler
ki: 'Ey vezir onun büyük bir ihtiyar babası var! (Onun alıkonduğuna çok
üzülür). Onun yerine (bizden) birimizi al; zira. biz seni iyilik edenlerden,
görüyoruz.', 'Eşyamızı yanında bulduğumuz kimseden başkasını almaktan Allah'a
sığınırız, yoksa biz zulmedenler oluruz!'dedi." (12/Yûsuf, 78-79)
31. Hiçbir
zaman Allah'tan umut kesmemek gerekir. Üzücü olaylara sabretmeli ve işlerin
düzelmesini Allah'tan beklemeli, umutsuzluğa kapılmamalıdır (12/Yûsuf, 18, 83,
87).
32. Kişi
derdini Allah'a arz etmelidir. Çünkü dertlerin çaresi O'nun elindedir (12/Yûsuf, 86).
33. Hiçbir
hasedçinin hasedi, Allah'ın bir insana nasibettiği nîmetin önüne geçemez. İşte
Yûsuf'un kardeşlerinin hasedi, onun yücelmesine engel olamamış, bilâkis onu
yükselme yoluna sokmuştu. Sonunda hased edenler pişman olur: "Vallahi,
Allah seni bize üstün kıldı!" derler (12/Yûsuf, 90-91).
"Zâlimlere
bir gün dedirir kudret-i Mevlâ, Tallahi lekad âserekellâhu aleynâ!"
Nitekim
Kureyş'in Hz. Muhammed (s.a.s.)’e hasedi de onun, İslâm dinini yerleştirip insanlığı
aydınlığa kavuşturmasına engel olamamış ve o kıskançlar sonunda ondan af ve
merhamet dilemek zorunda kalmışlardı.
34. Geç
de olsa gerçeği itiraf etmek fazilettir (12/Yûsuf, 91). Hakkı itiraf eden,
hatâsını kabul eden kimseleri mahcûbetmemeli, artık hatâlarını anıp onları
ma'nen yıkmamalıdır. Nasıl ki Yûsuf, özür dileyen, üstünlüğünü kabul edip
önünde küçülen kardeşlerini utandırmamış: "Bugün sizi kınamak yok,
Allah sizi bağışlar! O, merhametlilerin merhametlisidir!" demişti (12/Yûsuf,
92).
35. Allah'ın
nimetine şükretmeli, nîmeti verenin Allah olduğunu bilip gönülden O'na iltica
etmelidir (12/Yûsuf, 101).
36. Hz.
Muhammed (s.a.s.)'in bilmediği bu kıssa, öğüt ve ibret olmak için kendisine
Arapça olarak vahyedilmiştir. Peygamber, kendisine vaheyedilenleri, hiçbir
dünyâ menfaati, hiçbir ücret beklemeden insanlara tebliğ etmektedir (12/Yûsuf,
102).
37. Hz.
Muhammed 'in daveti, düşünceye, basirete dayalıdır. O, insanları basiretle,
açık kanıtlarla Hak yoluna çağırmaktadır. Kendisi böyle olduğu gibi kendisine
uyanlar da böyledir. Düşüncesiz hareket etmezler. Bilinçli inanır ve bilinçli
olarak davet ederler. Körü körüne taklîd yolunu bırakmış, Hak'tan gelen ilim
ışıklarına uymuşlardır (108'nci âyet).
38. Gökte,
yerde nice âyetler var ki insanlar bunları hiç düşünmez, bunların neye delâlet
ettiğini anlamaz; körü körüne bunların yanından geçip giderler. Kâinat âyetlerinin,
yalnız Allah tarafından yaratıldığını, Allah'tan başka hiçbir varlığın, kendinden
bir gücü olmadığını; bir gücü olmayanın da tanrı olamayacağını düşündükleri için
kendi kendilerine birtakım yaratıklarda tanrılık vehmederek onlara tapmazlar (12/Yûsuf,
105-106).
39.
Peygamberler de, öteki insanlar gibi birer insandır. Onların da arzuları,
şehvetleri vardır. Zaten kavimlerine önder olabilmeleri için diğer insanların hissettiklerini
hissetmeleri gerekir. Melek, insana lider olamaz. Çünkü meleklerin
yaratılışları insanın yaratılışına benzemez. Günâh işleme eğilimleri, zaafları,
bağımsız iradeleri olmayan meleklerin, insanlara örnek lider olmaları mümkün
değildir. "Senden önce de şehirler halkından, yalnız kendilerine vahyettiğimiz
erkeklerden başka elçi göndermedik." (12/Yûsuf, 109). Öyle ise
peygamberi melek sanmak, evlenmeyi, çocuk sahibi olmayı, öteki insanlar gibi
dolaşmayı, çalışıp kazanmayı onlara yakıştırmamak, onları hatâdan masum saymak
yanlıştır.
40. Kavimlerinden
çok olumsuz davranışlar gören peygamberler de bazen o kadar üzüntü çekmiş,
o kadar sıkılmışlardır ki kendilerinin yalancı çıkarıldıklarını sanmışlar; bu
derece bir bunalım içine düşmüşlerdir. İşte tam bu sırada yetişen Allah'ın imdadı
onları ve inananları kurtarıp muhaliflerini batırmıştır. "Ne zaman ki,
elçiler umutlarını kestiler ve kendilerinin yalancı çıkarıldıklarını sandılar, işte
o zaman onlara yardımımız geldi ve dilediğimiz kimseler kurtarıldı. Azabımız
suçlular topluluğundan asla geri çevrilmez." (12/Yûsuf, 110)
Demek ki
bunalım karşısında üzülmek, hattâ bazen şüpheye düşmek doğaldır. Peygamber de
olsa insandır, hiçbir insan bu zaaftan kurtulamaz. İnsanın en çaresiz kaldığı
durumlardaki bunalımını ifade eden âyet, tam bu anlarda Allah'ın yardımının yetişeceğini
de vurgulamaktadır. Gerçekten öyledir. İnsan bütün gayretine rağmen umudunu
kesecek kadar bir çaresizlik içine düştüğünde birden Allah'ın yardımı yetişir:
“Nâçâr kalacak yerde, / Nâgâh açar Ol perde, / Derman eder Ol derde! / Mevlâ
görelim neyler / Neylerse güzel eyler!”
41. Azgın,
yoldan çıkmış kavme verilecek İlâhî ceza, hiç beklenmedik bir zamanda gelir: "Onlar
Allah'ın azabından, herkesi saracak bir belânın kendilerine gelmeyeceğinden
veya hiç farkında değillerken ansızın o (duruşma) sâatin(in) kendilerine
gelmeyeceğinden emin midirler?" (12/Yûsuf, 107)
42.
Kur'ân'ın anlattığı peygamber kıssalarında ibretler vardır. Kur'ân, bunları hikâye
için değil, ibret alınması için anlatmaktadır. Kur'ân, insanın uydurabileceği bir
söz değildir. Çünkü insan uydursa, o sözün aslı olmaz. Oysa Kur'ân'ın
anlattıkları, bundan önceki İlâhî Kitapta mevcuttur: "Doğru iseniz,
Tevrat'ı getirip okuyun (Kur'ân'ın anlattıklarının onda mevcut olduğunu
göreceksiniz)." (3/Âl-i İmrân, 93)
O Kitabı
okumayan, dilini de anlamayan bir insanın, onda anlatılanları, ona uygun biçimde,
fakat bambaşka canlı bir üslûb ile anlatması, vahiyden başka bir yolla olamaz.
Bu Kur'ân, inananlara yol göstermek ve rahmet için Hz. Muhammed'e vahyedilmiştir:
"Bu Kur'ân, uydurulacak bir söz değildir; ancak kendinden öncekinin (İlâhî
Kitabın) doğrulanması, her şeyin açıklanması, inananlar için bir kılavuz ve
rahmettir!" (12/Yûsuf, 111)
45. Son
âyetten de Kur'ân'ın, Kitap ehlinin ellerinde bulunan Kitâb'a uygun olarak indirildiği,
ona ters ve aykırı olmadığı anlaşılmaktadır.
İşte Yûsuf
kıssasından çıkardığımız birkaç prensip, birkaç ibret dersi. Daha nice prensipler
ve ibretler vardır. Kur'ân'ın bütün kıssaları da böyledir. Onlar hikâye değil,
toplumun dile getirilmiş dertleri ve bu dertlerin çareleridir. Onları okurken dikkatle
üzerinde durmalı, onlar vâsıtasıyla verilmek istenen mesajları, ibretleri
anlamaya çalışmalıdır. (9)
Sûrede,
Yusuf’un (a.s.) gömleğini babasının yüzüne sürmesiyle, görmeyen gözlerinin
açılmasından bahsedilen mûcizeyi, Mısırlı göz doktoru Abdülbâsit Muhammed
düşünür. Yıllarca bundaki sırrı bulmak için bilimsel çalışmalar yapar. Sonunda
bu sırrı keşfeder: Yusuf’un teri. İnsan terinde, katarakt denilen göz kusurunu
iyileştiren bir özellik tesbit eder. Abdülbâsit Muhammed’in elde ettiği bu
ilaç, şu anda İngiltere’de satılmakta ve katarakt tedavisinde kullanılmaktadır.
1. Yûsuf sûresinde kitab, eğitimin merkezine alınıp Kur'ân'ın, insanın
aklını kullanıp düşünmesi için indirildiği bilgisi insanlara sunulmuştur
(âyet, 1-2).
2. Yûsuf sûresinde anlatılan Hz. Yûsuf olgusu ile hedeflenen husus,
Kur'ân'ın uydurulmadığını ve Hz. Muhammed'in o olguyu önceden bilmediğini ispat
etmektir (âyet: 3, 102, 111).
3. Hz. Yûsuf'a Yüce Allah, rüyada görülen olayların yorumunu öğretip ona
bu özelliği, bir mu'cize olarak vermiştir. Aslında bu yorumlama yeteneğinin,
sosyal olaylara karşı da kullanılabileceğine bu sûrede işaret edilmektedir
(âyet: 6, 100-101).
4. Bu sûrede Hz. Yûsuf’un gömleği motif olarak kullanılmakta ve bu
örnekle de delilin ne kadar önemli olduğu insanlığa öğretilmektedir (âyet: 18,
26-28, 96).
5. Aile ilişkilerinde kardeşler arasındaki kıskançlığın nelere mal olduğu
anlatılırken psikoloji ile sosyal olaylar arasındaki bağlantının sebep-sonuç ilişkisi
ile kurulduğu bu sûrede anlatılmaktadır (âyet: 8-19).
6. Zina gibi bir tehlike ile karşı karşıya kalan delikanlının Allah'a
sığınması ile Allah'ın onu kurtaracağının evrensel ilkesi bu sûrede konulmaktadır
(âyet: 23-25. 31-35).
7. Haklı çıkan, yani suçsuz olduğu anlaşılan birinin sosyal baskıdan
dolayı haksız yere zindana atılabileceği de yine bu sûrede dile getirilmktedir
(âyet; 35).
8. Köle olarak satın alınan birinin devlet kademelerinde nasıl yükselip
en yüksek makama gelebileceği de bu sûrede anlatılmakta ve bu fırsatı veren
yönetim tanıtılmaktadır (âyet: 43-52, 54-56).
9. Bütün suçsuzluğuna ve günahsızlığına rağmen insanın kendini tezkiye
etmesinin doğru olamayacağı, çünkü nefsin daima kötüyü emredeceği ilke olarak
bu sûrede konmaktadır. Bunun istisnası ancak. Yüce Allah'ın merhamet edeceği
nefistir (âyet, 53).
10. Kendisini kuyuya atan kardeşlerini affetme örneğini göstererek
affetmenin erdem oluşu da burada öğretilmektedir (âyet, 92).
11. Bu sûrede, Hz. Ya'kûb'un ne denli tevekkül sahibi olduğu örneklerle
anlatılarak imanın tevekküle dönüşünün önemi vurgulanmakta, tevekkülün sabırla
olan ilişkisi açıklanmaktadır (ayet, 18,
67, 83).
12. Bu sûrede, kardeşler arasına şeytanın girip onları nasıl ayırdığının
değerlendirmesi evrensel bir ilke olarak insanlığa bırakılmaktadır (âyet, 100).
13. Bir peygamberin bile müslüman olarak ölebilmesi ve iyi insanlara
katılabilmesi için Allah'a dua etmesi bu sûrede işlenmektedir. Bunun anlamı,
bütün mü'minler bu duayı yapmalıdırlar (âyet, 101).
14. İnsanların imana girmesi peygamberin isteğine bağlı değildir. Onların
hidâyeti kulun isteği ve İlâhî takdire kalmıştır. Peygamber sadece tebliğ
eder. Ama insanların çoğu yine de müslüman olmaz. İşte bu gerçeklik, burada işlenmektedir
(âyet, 103-1061.
15. Peygamber Allah'a bir aydınlık üzere davet etmektedir. Din âlimi ve
görevlilerinin de aynı metodu uygulamaları gerektiği yine bu sûrede önerilmektedir
(âyet, 108).
16. Genel olarak Yûsuf sûresinde baba ile çocuklar ve kardeşler arasındaki
ilişkilere dikkat çekilmekte ve işini iyi bilen yöneticinin devlet işlerini
ehline vermesinin önemi vurgulanmakta; cinsel ahlâk ve bu konudaki iftiranın
neticeleri ele alınmakta; yokluk zamanları için ekonomik açıdan nasıl tedbirlerin
alınacağına ışık tutulmakta ve bu konulara İlâhî müdahalenin nasıl gerçekleştiği
açıklanmaktadır.
Böylece Kur’ânî
eğitimde Yûsuf sûresinin ışık tuttuğu alanlar ortaya çıkmaktadır: Ahlâk,
devlet idaresi, aile ilişkileri, hukuk, tevekkül ve İlâhî müdahale gibi
konulara kaynaklık edecek nitelikler bu sûrede işlenmektedir. Yûsuf sûresi insan
doğasının hür bir şekilde nasıl ortaya çıktığını ve nasıl bir akış izlediğini
anlatmaktadır. (10)
“En güzel
kıssa” (12/Yûsuf, 3) olması, değişik şekillerde açıklanmıştır: "Engüzel"
ifadesi "en şaşırtıcı, en hayret verici" anlamındadır. Bu sûrede
peygamberlerin, salihlerin, meleklerin, şeytanların, cinlerin, insanların,
hayvanların, kuşların, hükümdarların ve yönettikleri kimselerin tüccar, ilim
adamları ve cahillerin, erkeklerin, kadınların davranışları, kadınların hile
ve tuzakları söz konusu edilmektedir. Yine bu sûrede tevhid, fıkıh, siyer,
rüya tabiri, siyaset, muâşeret, geçim idaresi (iktisadî hayat) ve hem dine hem
de dünyaya yarayacak pek çok faydalı hususlar bulunmaktadır. Bu sûrede sevenin,
sevilenin ve bunların işledikleri davranışların, gittikleri yollar söz konusu
edilmiştir.
Kimi Meanî bilginleri
derler ki: Yûsuf Sûresi'nin kıssaların en güzeli olmasının sebebi, bu sûrede
sözü edilen herkesin sonunda mutluluğu elde etmesidir. Mesela Yûsuf'u,
babasını, kardeşlerini ve azizin karısını hatırlayınız. Hükümdarın da Hz.
Yûsuf'a iman edip İslâm'a girdiği, İslâm'a güzel bir şekilde bağlandığı da
söylenmiştir. Rüyasının tabir edilmesini isteyen ve rüyasında efendisine şarap
sunduğunu gören kişi ve yine denildiğine göre şahitlikte bulunan kişi de
böyledir. Kısacası hepsinin sonuçta hayra ulaştığı görülmektedir. “Andolsun
ki onların kıssalarında olgun akıl sahipleri için bir ibret vardır. O uydurulan
bir söz değildir. Fakat kendisinden önce olanları doğrulayıcı, gerekli her şeyin
açıklayıcısı, iman edecek bir topluluk için de hidayet ve rahmettir.” (12/Yûsuf,
111)
"İnsanların
en şereflisi, Allah'ın peygamberi Yûsuf’tur; o, Allah'ın peygamberinin
oğludur; o da Allah'ın peygamberinin oğludur; o da Allah'ın dostunun (halîl)
oğludur" (Buhârî, Tefsir, 12/2).
"Kerim
oğlu Kerim oğlu Kerim oğlu Kerim; İbrahim
oğlu İshâk oğlu Yakub oğlu Yusuf'tur."
Ve ilave etti: "Şâyet, hapiste onun yerine ben yatmış olsaydım
da, sonunda bana elçi gelseydi, çıkma hususunda hemen cevap verirdim."
Rasûlullah (s.a.s.) arkadan şu âyeti okudu: "Kendisine elçi gelince,
"Efendine dön de ellerini kesen o kadınların zoru neydi kendisine
sor" dedi. Rasûlullah (s.a.s.) devamla şunu söyledi: "Allah
Tealâ'nın rahmeti Lût'a olsun, o aslında
çok sağlam bir kaleye sığınmıştı. Allah ondan sonra, her peygamberi kavminden
kalabalık bir cemaat içinde gönderdi." (Tirmizî, Tefsir, Yusuf sûresi, hadis
no: 3115)
Ebû Hüreyre
(r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "İbrâhim (a.s.)'
in şu sözleriyle ifade ettiği şüpheyi yaşamaya biz ondan daha lâyıkız: "Ey
Rabbim ölüleri nasıl dirilteceğini bana göster’ deyince, (Allah: ‘Buna) inanmadın
mı yoksa?’ dedi. O da: ‘İnandım, fakat
kalbimin, (gözümle görerek) yatışması için (bunu istedim) dedi."
(2/Bakara, 260). Allah, Lût (a.s.)'a rahmetini bol kılsın, aslında o çok
muhkem bir kaleye sığınmıştı. Eğer, Hz. Yusuf (a.s.)'un kaldığı müddetçe hapiste
ben kalsaydım, (hapisten çıkma için) dâvete icâbet ederdim." (Buhârî,
Enbiyâ 11, 15, 19, Tefsir, Yusuf sûresi 5, Ta'bir 9; Müslim, İman 238, h. no: 151,
Fedâil 152, h. No: 151; Tirmizî, Tefsir, Yusuf sûresi 12, h. no: 3115)
Hadisin
Yusuf (a.s.)’la ilgili kısmının açıklaması:
Başta kaydettiğimiz hadisin en son kısmında Rasûlullah (s.a.s.): "Eğer
Hz. Yusuf'un kaldığı müddetçe hapiste ben kalsaydım, dâvete icâbet ederdim"
buyurmaktadır. Rasûlullah (s.a.s.) burada da bir başka âyete telmihte
bulunmaktadır: Bilindiği üzere, Hz. Yusuf (a.s.) Mısır Meliki'nin rüyasını
başarılı bir şekilde tâbir edince, mükâfaten hapisten çıkarılmasına karar verilir.
Hz. Yusuf bu kararı duyar duymaz hapisten çıkma cihetine gitmez, suçsuzluğunun
te'yidini, yapılan ithamdan berâ-etini taleb eder ve çıkma haberini getiren elçiye:
"Efendine dön de ellerini kesen o kadınların zoru neydi, kendine sor..." der.
Mısır Melik'i
kadınları toplayıp: "Yusuf'un nefsinden kâm almak istediğiniz zaman ne
haldeydiniz?" (Onu size meylettiğini hissettiniz mi, intibaınız nedir?) diye
sordu. Kadınlar: "Hâşa dediler, biz onda bir fenalık görmedik." Azizin karısı da şöyle dedi: "Şimdi hak meydana
çıktı, ben onun nefsinden murad almak istemiştim. O, doğru söyleyenlerdendir,
(bu işte hiçbir kabahati yoktur)."
Sarayda
yapılan bu tahkikat ve tesbit edilen itiraflardan sonra Hz. Yusuf (a.s.) hapisten
çıkmaya karar verir. Âyet-i kerime, bu davranıştaki, Hz. Yusuf'un kasdını kendi
ağzından şöyle verir: "(Benim bu itirafı taleb etmem, Melik'in)
gıyabında, kendisine hakikaten hainlik etmediğimi ve Allah'ın, hainlerin hilesini
mutlaka boşa çıkaracağını onun da bilmesi içindi" (Yusuf: 12/50-52).
İşte Rasûlullah
(s.a.s.), Hz. Yusuf kıssasının bu sahnesine telmihte bulunarak: "Onun
kaldığı müddet (yedi sene) hapiste ben kalmış olsaydım af haberi gelir gelmez,
sabırsızlık eder bir an önce çıkmayı düşünürdüm, tahkikata dayalı bir berâat
talebinde bulunmazdım" demek istemiştir.
Böylece Hz.
Yusuf (a.s.)'u kuvvetli bir sabırla tavsif etmiş olmaktadır. Şârihlerin de belirttiği
üzere, burada, Rasûlullah (s.a.s.) tevazu izhar buyurmaktadır. Tevâzu, büyüğün
mertebesini düşürmez, bilakis artırır (11)
Her insanın
varoluşunda eksiklik duygusu bulunur. Toplumsal normlar açısından eksiklik,
arzu edilmeyen bir durumdur. Bu duygu, meydana getirmiş olduğu hoşnutsuzluğa
rağmen yaşanması kaçınılmaz bir gerçekliktir. Üstelik insan, hayatını devam ettirebilmek,
gelişebilmek için eksiklik duygusunun güdülemesinden faydalanır. Çünkü eksikliğin
fark edilmesi insan için motivasyon sebebidir. Normal eksiklik duygusundan
farklı olan “değersizlik duygusu” ise, insanın kendisini diğer insanlardan daha
değersiz bir varlık olarak algılaması anlamına gelir. Değersizlik duyguları
yaşayan kişi, karşısında değersizlik duygularına kapıldığı kimselere yönelik bilinç
dışı bir düşmanlık da yaşar.
Hayatı iniş
ve çıkışlarla dolu olan Yusuf (a.s.), yaşadığı her dalgalanmada kendisini
değersizlik duygusuna kaptırmadan başarılı bir kişilik portresi çizmiştir. Daha
başlangıçta kendilerini değersizlik duygusunun kucağında bulan Yusuf’un (a.s.)
kardeşleri ise, en sonunda mûtedil çizgiye gelebilmişlerdir.
Yusuf’un
görmüş olduğu rüya ve babası Yakub’un (a.s.) yaptığı yorumdan (12/Yûsuf, 4-6)
anlaşıldığı gibi, Allah’ın Yusuf’a vermiş olduğu değerle doğru orantılı olarak
babası Yakub (a.s.) da o derece fazla ilgi ve sevgi gösterir. Yusuf’a verilen
değer karşısında kardeşleri değersizlik duygusuna kapılırlar. Kendilerinin daha
değerli, dolayısıyla babalarının sevgisine daha lâyık kimseler olduklarını iddiâ
ederler. “Çokluk ve fayda sağlama bakımından biz Yusuf ve öz kardeşinden daha
üstün (değerli) olmamıza rağmen babamız, o ikisine sevgi göstererek daha fazla
değer veriyor” derler. Allah, Yusuf’a vermiş olduğu nimetlerle ona değer atfetmiştir.
Yusuf’un kardeşleri ise, kendi gözlerinde kendilerini daha değerli
buluyorlardı. Allah’ın Yusuf’a verdiği değeri ya takdir edemiyorlar ya da bunu
kabullenemiyor, hazmedemiyorlardı.
Böyle bir
durum karşısında Yusuf’a karşı düşmanlık, saldırganlık eğilimine yöneliş gösteriyor,
hiç olmazsa Yusuf’u değer verilen biri olmaktan uzaklaştırmak istiyorlardı. “Yusuf’u
öldürün ya da onu bir yere bırakın da babamızın yüzü yalnız bize kalsın! Ondan
sonra da Allah’a tevbe eder, iyi bir topluluk olursunuz. İçlerinden bir sözcü:
‘Yusuf’u öldürmeyin, onu kuyunun dibine atın, kervanlardan biri onu alıp
götürsün; eğer yapacaksanız böyle yapın!’ dedi.” (12/Yûsuf, 9-10)
“Sevgi” bir
tür heyecandır, duygudur. Değersizlik duygusu ise temel eğilimlerden birisidir.
Yakub’un Yusuf’a sevgiyle yaklaşması ona verdiği değerin yansımasıdır. Allah
Yusuf’un değerini yükselttiği için onu daha çok sevmektedir. Yusuf’un kardeşlerini
bu derece çileden çıkaran baba-oğul arasındaki basit bir sevgi heyecanı değil,
bu sevginin asıl nedeni olan değer vermedir. Yani Yakub, Yusuf’a fazla değer
veriyor. Diğer kardeşler de değersizlik duygusuna kapılıyorlar. Bu duygunun insana
yaptırmayacağı şey yoktur. Babalarının kendilerine değer vereceğinden emin olabilmek
için Yusuf’un ortadan kaldırılması gerektiğini düşünüyorlar. Neticede Yusuf’un
değerini düşürecek bir planı yürürlüğe koyuyorlar. Plan gereği Yusuf’u bir
kuyuya atıyorlar ve tam bekledikleri gibi yolcular Yusuf’u alıp götürüyor, köle
olarak satıyorlar. Yusuf’un toplumsal statüsü düşüyor, hür bir insan iken kölelik
statüsüne iniyor, yani bir anlamda değer kaybediyor (12/Yûsuf, 11-20).
Bu safhayla
birlikte Yusuf’un “değersizlik duygusu” konusunda imtihanı başlıyor. Önce köle
olarak satılmasıyla statü kaybına uğrar. Fakat köle de olsa bulunduğu yerde
belli bir konuma sahipti: “Böylece Biz Yusuf’a o yerde güzel bir imkân verdik.”
(12/Yûsuf, 21). Müfessirler Yusuf’a verilen güzel imkânı “meliklik” makamı
(ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, II/436-437; en-Nesefî, Medârikü’t-Tenzîl, II/310)
olarak yorumlamışlarsa da bu durum olayların akışına uygun düşmez. Yusuf’a verilen
imkân “azizin evinde ona verilen imkândır.” Köle de olsa azizin Yusuf’a değer
verdiğini görüyoruz: “Mısır’da onu satın alan aziz karısına: ‘Ona iyi bak,
belki bize yararı dokunur, ya da onu evlât ediniriz’ dedi.” (12/Yûsuf, 21)
Ardından azizin
karısı Yusuf’a cinsel ilişki teklif eder. Yusuf buna yanaşmaz. Kadın da iffetime
saldırdı diye Yusuf’a suç isnad etmeye çalışır. Ve Yusuf, haksız yere zindana
kapatılmakla cezalandırılır. Önce kölelik, sonra da haksız yere zindana atılma.
Sahip olduğu statüyü de kaybeden Yusuf iyiden iyiye değer kaybına uğrar; Üstelik
haksız yere.
“Kadın
dedi ki: ‘İşte siz beni bunun için kınıyorsunuz! Andolsun ben kendisinden murâd
almak istedim de o, iffetinden ötürü beni reddetti. Ama kendisine emrettiğimi
yapmazsa, elbette zindana atılacak ve alçalanlardan olacaktır.”
(12/Yûsuf, 32). Hırsızlarla, katillerle, kaçaklarla birlikte
(Nesefî, a.g.e, II/316) alçaklardan (el-Beydavî, Envâru’t-Tenzîl, I/483)
sayılacaktır. Alçalanlardan olmak, değer ve statü kaybından başka bir şey değildir.
Yusuf bu konumda uzun müddet zindanda kalır.
Zaman içinde
gelişen olaylar Yusuf’u yeniden üstün bir mevkîye getirir. Toplum içerisinde
saygın, itibarlı, kendisine değer verilen bir kişi olur. “Kral: ‘Onu bana
getirin’ dedi, ‘onu kendime özel dost yapayım!’ Kendisiyle konuşup ondaki
olgunluğu görünce Yusuf’a: ‘Sen dedi, artık bugün yanımızda mevkî sahibi, güvenilir
bir kimsesin. Yusuf krala: ‘Beni ülkenin hazineleri üstüne yetkili kıl. Çünkü
ben (onları) iyi korur, yönetmesini iyi bilirim’ dedi. Böylece Biz Yusuf’a o
ülkede iktidar verdik…” (12/Yûsuf, 54-56)
Serüvenin
sonunda kardeşleri bile Yusuf’un üstünlüğünü itiraf ettiler, belki de daha önce
içine düşmüş oldukları değersizlik duygusundan kurtuldular. Değersizlik
duygusunun dürtmesiyle işlemiş oldukları hatadan dolayı pişman oldular. “Vallahi
dediler, Allah seni bizden üstün kıldı. Doğrusu biz suç işlemiştik!”
(12/Yûsuf, 91)
Kişi,
varoluşunun getirdiği sorunlara güvenli ve gerçekçi bir biçimde yaklaşabildiği
oranda güvensizlik duygusu yaşamaz. Yenilgiyi de başarı gibi hayatın doğal bir
parçası olarak değerlendirdiği için karşı karşıya geldiği şartlardan ve kendisi
ile ilgili gerçeklerden kaçmaz. Gerek iç dünyasından gelen çaresizlik hissi,
gerekse dışarıdan zorlayan etkenler karşısında yapıcı çabalar geliştirmesini bilir.
Kendisinin ve diğer insanların ortak özelliklerine ve amaçlarına uygun değer
yargılarına sahip oldu için tutarlı bir kişilik ortaya koyar.
Yusuf’a verilen
“hüküm ve ilim”, Allah’ın otoritesine olan bağlılığı (12/Yûsuf, 101), değersizlik
duygusuna kapılmasına neden olabilecek şartlarda ona destek olmuş, üstünlük eğiliminin
taşkınlığa yol açabileceği durumlarda onu dizginlemiştir. Kardeşleri ise güdü
ve eğilimleriyle hareket etmişler, alt-ben’in sınırsız isteklerine kulak vermişlerdir.
Onların bu halini babaları Yakub dile getirirken şöyle der: “Herhalde nefislerini
sizi aldatıp kötü bir işe sürükledi.” (12/Yûsuf, 18). Yani nefsiniz bunu
yapmayı size kolaylaştırdı, gözünüzde basitleştirdi.
Yusuf
kıssasında kişilik açısından önem arzeden bir diğer husus da cinsel güdünün kontrol
altına alınmasıdır. Cinsel güdü, fizyolojik güdülerin en önemlilerindendir.
Yusuf, cinsel güdünün kontrol altına alınması ve değer yargılarının, sosyal
normların meşrû sınırlarını aşmaması yönünde geliştirdiği mükemmel kişilikle insanlığa
model olmuştur. En zor, kritik anlarda bile kendisini cinsel güdünün dürtüsüne
bırakmamış, üst-ben’in sesine kulak vererek, İlâhî otoriteden güç alarak, değer
yargısı olarak çizilen sınırların dışına çıkmamıştır. Cinsel güdünün sınırsız
doyum arayışıyla üst-ben’in buyurucu gücü karşı karşıya geldiğinde üst-ben gâlip
gelmiştir.
“Yusuf’un
evinde kaldığı kadın, onun nefsinden murâd almak istedi ve kapıları kilitleyip:
‘Haydi gelsene!’ dedi. Yusuf: ‘Allah’a sığınırım, o benim Rabbimdir, benim yetişmemi,
yerleştirilmemi güzel yaptı (efendim bana güzel baktı). Zâlimler iflâh
olmazlar!” (12/Yûsuf, 23) . Şartlar
öylesine uygun bir durum arzediyor ki, Yusuf’un kadınla cinsel ilişkiye girmesi
için her şey hazır ve cinsel ilişkiye girmesini engelleyecek hiçbir durum yok.
Fakat Yusuf’un üst-ben’ine hâkim olan İlâhî otorite ve otoritenin buyurduğu
değerler bu cinsel ilişkiye mâni oluyor.
“Andolsun,
kadın onu arzu etmişti, eğer Rabbinin doğruyu gösteren delilini görmeseydi o da
onu arzu etmişti. Böylece Biz kötülüğü ve fuhşu ondan çevirmek istedik; çünkü
o, ihlâsa erdirilmiş kullarımızdandır.”
(12/Yûsuf,
24). Onlardan her biri insan doğasının ve yaratılış kanunun bir gereği olarak cinsel
açıdan birbirine eğilim duydu. Fakat Yusuf bizzat irâdesini kullanarak bu işe niyet
etmedi. Yusuf eğer kadına karşı ilgi duyacak biri olmasaydı, diğer insanlara
örnek olamazdı. Alt-ben cinsel eğilim gösterdi, fakat değer yargılarına uymadğı
için üst-ben derhal devreye girdi. Yusuf’un üst-ben’i çok sağlamdı, kaypak değildi.
İlâhî otoriteyi ve O’nun emrettiği değerleri kabul ve itaatte son derece samimi
ve ihlâslıydı.
Alt ben, üst
ben tarafından kontrol altına alınmazsa sınırsız doyum arar. Bu da değerler
açısından kötülüğe dâvetiye çıkarır. Eğer iyinin-kötünün ölçüsünü koyan ve
bunları buyuran bir üst ben varsa kişilik, değerler doğrultusunda gerçekleşir. “(Bununla
beraber) Nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis, aşırı şekilde kötülüğü
emreder. Rabbim acıyıp korumuş başka. Şüphesiz Rabbim çok bağışlayan, pek
merhamet edendir.” (12/Yûsuf, 53). Doğası gereği nefis (alt ben)
şehvetlere, arzulara eğilim duyar. Fakat merhamet edip koruduğu nefsi Allah bu
durumdan alıkor (12)
Kur’an “zinâ
etmeyin!” yerine, “Zinâya yaklaşmayın!” (17/İsrâ, 32) der. Haram
bakışlar, insanı zinâya yaklaştırır. İnsan, ancak imanı derecesinde gözlünü
haramdan koruma irâdesi gösterebilir. Kur’ânî emirlerden özellikle biri,
açık-saçıklığın kol gezdiği, çıplak vücutlar karşısında akılların baştan gittiği,
hayâsızca gözler önüne serilen vücut hatları karşısında kalplerin nefsin hevâlarına
esir edildiği bir ortamda, akıl, kalp ve rûhuna rağmen gözlerini âdî bir
röntgenci duruman düşürenler için mânidar dersler taşır: “Mü’min erkeklere
söyle: ‘Gözlerini harama kapasınlar, ırzlarını da korusunlar. Çünkü bu, kendileri
için daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarından
haberdardır.” (24/Nûr, 30). Âyet, iman vurgusu taşır. Gözünü haramdan
korumanın ancak mü’min için sözkonusu olduğuna, onun da bunu imanı derecesinde
başarabileceğine işaret edilir. Yaratıcısını ve sahibini tanımayan biri, gözün
kendisine Rabbi tarafından verilmiş bir emânet olduğunu hiç mi hiç tanımaz.
Gözü emânet olarak tanımayan biri, elbette, onu emânet sahibinin emir ve izni
dâhilinde kullanma yükümlülüğünü de değerlendirmez. Böyle biri, aksi halde
emânete ihânet edeceğini de düşünmez. Sonuç olarak, bu kimsenin gözünü haramdan
koruma sözkonusu olamaz.
Aynı şekilde,
bir Yaratıcı’ya inandığı halde, o inancı hayatına taşımayan; yalnızca kendini
darda hissettiği anlarda bir “emniyet sübabı” veya bir “yedek lastik” olarak o imana
müracaat eden bir gaflet ehli de bu emre kulak asmayacaktır. İstese bile,
asamayacaktır. Çünkü, iç dünyasını her dâim o Yaratıcının huzurunda olma
şuuruyla diri ve uyanık kılmayan biri, vitesi boşalmış bir araba yahut dümensiz
bir kayık misâlidir. Eğime ve akıntıya uyar, nefis ve hevâsı onu nereye
sürüklerse, oraya sapar. Vicdanı onu Yaratıcının emri ve de âhiret konusunda
uyarsa bile, bunun bir faydası olmaz. Çünkü, âhiret o gaflet ânında çok
uzaklarda gözükür. Oysa, önünde nefsinin iştihâsını kabartan bir manzara vardı.
Ve nefis, tam bir miyoptur; yalnız önündekini görür, ileri görmez, âhireti
düşünmez.
Bu “gözünü
haramdan koruma” emrinin mânidar veçhesi, öncelikle içe dönük bir çabayı emrediyor
olmasıdır: “Sen gözünü koru!” Bu, Kur’an’ın önceliği insana veren, düğümü
fertlerde çözen genel üslûbunun mânidar bir yansımasıdır. Çünkü, problemin
kökü, “dış dünyada” değil; içimizdedir. İç dünyası muhkem, iman kalesi sağlam
olan biri, tüm dünya haram tablolarla dolu olsa bile, sarsılıp sapmayacaktır.
Dış dünyada nice haram mevcut olsa bile, imanın içerdiği hayâ, şuur ve
uyanıklık hali içinde, Rabbinin huzurunda olduğundan gaflet edip, kendini
pazarlayan süflîlerin, rezil cıvıkların peşine düşmeyecektir. Hayâsı, edebi,
sabrı ve sebâtı, tabii her şeyden önce imanı buna izin vermeyecektir.
Nitekim
Yusuf (a.s.) kıssası, bunun bir örneğidir. Önünde kendini tüm zînetleriyle
sunan bir dünyalar güzeli, bir först leydi karşısında, Yusuf’un tavrı, gözünü
ve sırtını dönmek olmuştur. Yusuf (a.s.), Kur’an’da övgüyle aktarılan bu haliyle,
tüm insanlığa şu dersi vermektedir: İnsan, eğer “gözünün sahibi”ni tanır ve
O’nun emrini hakkıyla bilirse, en “baştan çıkartıcı” manzara bile onu baştan
çıkartamaz. Zâten Yusuf kıssasının bir örneğini oluşturduğu tüm peygamber
kıssaları, gün gelip koca bir toplumu kendi yolunun yolcusu kılan nebîlerin,
yola tek başına koyulduklarını açık açık ortaya koymaktadır. Her bir peygamber,
fatratların bozulduğu, Allah’ın ve âhiretin unutulduğu, insanların hevâlarının istediği
gibi davrandığı bir ortamda gelmişlerdir. Ortam onları değiştirmemiş, bozulmuş
bir ortamda birer iman anıtı olarak sarsılmadan kalmış; sergiledikleri imanî
şuur ve irâde ile onlar ortamı değiştirmişlerdir.
Nur sûresinin
30. âyeti, mü’min erkeklere “gözlerini haramdan sakınma”yı emrettikten sonra, ikinci
bir emir daha verir: “ferclerini/ırzlarını koruma.” Bu da, mânidar bir
husustur. Zira, ferclerin zinâya düşmesinin ilk basamağı, gözlerin harama
bakışıdır. Göz harama kaydığında, irâde hükümsüz kalmış ve akıl nefsin çekim
alanına girmiş demektir. Gözü harama kaydıran nefis, bu haram yolculuk nihâyete
ulaşmadan teskin olmayacaktır. Gözü rabbinin emâneti bilip, öylece kullanmaktan
uzaklaşmanın varacağı yer, fercin de, Rabbin emâneti olduğundan gafletle bir zinâ
âleti deresine/seviyesizliğine düşürülmesidir. İsrâ sûresi, 32. âyetindeki “zinâya
yaklaşmayın!” emrinin de dikkat çektiği gibi, tüm şehvânî şeylerde en kritik
husus, yaklaşmaktır. (13)
Kur'ân-ı
Kerîm'de Yûsuf sûresinde anlatılan Yusuf kıssasında (hikâyesinde) söz konusu edilen
kadın.
Züleyhâ kelimesi,
Farsça bir isimdir. Arapça şekli ise, Zelihâ'dır. Kelime olarak her iki şekilde
de okunabilir ve her iki şekildeki okunuş da doğrudur. Farklılık, hareke değişikliğine
dayanmaktadır. Bazı kaynaklara göre onun gerçek adı, Râîl'dir (et-Taberî, Tarih,
Beyrut, t.y., I, 337).
Kur'ân'da
Züleyha ismen geçmemektedir. Ancak, Yusuf kıssasında, baştan sona Yusuf (a.s.) ile
beraber anılmıştır. Kur'ân'daki Yusuf ile Züleyha'nın hikâyesi, Yüce Allah
tarafından hikayelerin en güzeli olarak haber verilmiştir.
“Biz bu
Kur'ân'ı vahyetmekle, sana kıssaların en güzelini anlatıyoruz.” (12/Yusuf, 3).
Yusuf (a.s.)
kardeşleri tarafından kuyuya atılmış, oradan geçen yolcular tarafından kuyudan
çıkarılmış ve Mısır'a götürülerek köle olarak satılmıştır. Mısır'da onu satın
olan kimse hanımına; "Ona güzel bak, belki bize faydası olur yahutta
onu evlat ediniriz’ dedi.” (12/Yusuf, 21). İşte bu hanım, Züleyhâdır.
Yusuf'u ilk gördüğünden itibaren, onun güzelliğinden etkilenerek ona aşık oldu.
Yusuf'a çeşitli tekliflerde bulundu fakat Yusuf onun tekliflerini her seferinde
reddetti. Ancak Züleyhâ teklifinde ısrar ederek ona zorla sahip olmak istedi.
Yusuf ondan kurtulmak için kapıya doğru koşarken, kapıda efendisi ile
karşılaştı. O zaman Züleyhâ, Yusuf'un kendisine sataştığını söyledi. Fakat
Yusuf'un gömleği arkadan yırtıldığı için, onun suçsuzluğu ve Züleyhâ'nın suçlu
olduğu ortaya çıktı.
Kadınlar
arasında Züleyhâ için dedikodular çıkınca, o kadınlara bir ziyâfet vererek
Yusuf u bir münasebetle onlara göstermiştir. Kadınlar Yusuf'un bu güzelliği
karşısında ona bakakalmışlar ve ellerindeki meyve yerine, parmaklarını kesmişlerdir.
Ondan sonra da Züleyha'ya hak vermişlerdir (bk. 12/Yûsuf, 1-111).
Bazı rivâyetlere
göre, Züleyhâ'nın kocası vefât ettikten sonra Allah'ın irâdesi ile eski güzelliğini
kazanmış ve Yusuf (a.s.) ile evlenmiştir. Yusuf (a.s.) ile evlendiği zaman, bakire
olduğu anlaşılmıştır (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul
1971, IV, 2879).
Fakat bu rivâyetin
ciddi bir temeli, dayanağı yoktur. Bu rivâyet, daha çok edebî hikâye türlerine
uymakta ve dayanmaktadır. Aslına bakıldığı zaman, Züleyhâ iyi bir izlenim
bırakmamıştır. Kur'ân'daki âyetlerden anlaşıldığına göre, Züleyhâ, Yusuf (a.s.)'ı
yoldan çıkarmak için her türlü şeytanî yola baş vurmuştur. Onu, Allah yolundan,
doğruluktan, haktan saptırmak için uğraşmıştır. Bunun için yalan söylediği ve
çeşitli hilelere baş vurduğu âyet ile sabittir. Bir peygamberin böyle bir
hanımla evlenmesi, onun izzetini zedeler. Yusuf (a.s.)'ın onunla evlenmesi, şu
meâldeki âyete de ters düşmektedir:
"Kötü
karakterli kadınlar öyle erkeklere, kötü karakterli erkekler öyle kadınlara.
Temiz karakterli kadınlar, öyle erkeklere ve temiz karakterli erkekler öyle
kadınlara..." (24/Nûr, 26)
Buna göre
doğru olanı, Yusuf (a.s.)'ın neticede Züleyhâ ile evlenmemiş olmasıdır
(Mevdûdî, Tefhîmu'l-Kur'ân, İstanbul 1991, II, 448 vd).
Hz. Muhammed
(s.a.s.)'in hadislerinde, Züleyhâ hakkında bilgiye rastlanmamaktadır. Ancak bir
seferinde Rasûlüllah (s.a.s.) ondan "Yusuf'un arkadaşı" diye bahsetmiştir
(ez-Zebîdi, Sahihi Buhârî Muhtasarı Tecvidi Sarih Tercemesi, trc. Ahmed Naim, İstanbul
1972, II, 663).
Züleyhâ,
Kur'ân'ın ibret için sunduğu Yusuf (a.s.)'ın kıssasında yer aldığına göre, onun
hakkında bilgi veren âyetlerde hikmetler vardır. İnsanların Züleyhâ hakkındaki
bu bilgilerden çeşitli dersleri almaları gerekir. (14)
Kişiyi sevdiğinde
kaybeden bir sevgi üretici değil, tüketici bir sevgidir. Züleyha’nın Yusuf
(a.s.)’a olan sevgisi gibi. Hem kendisi tükenir hem de karşısındakini tüketir.
Çünkü o sevdâya kara çalınmıştır, kontrolden çıkmış, “ak sevdâ” iken “kara
sevdâ” olmuştur. Kur’an’da Züleyha için geçtiği gibi yakıp tüketen bir şey
olmuştur: “Sevdâ onun bağrını yakmış, dediler.” (12/Yûsuf, 30). Evet onu
tüketmiş, o da kendisini tüketenden intikam almak istemiştir. Tabii bu intikam
dönüp onu tüketmek biçiminde gösterecektir kendini. Onca sevgisine rağmen mi?
Evet, onca sevgisine rağmen yapmak isteyecektir bunu. Böylesine bir sevgi kimse
için meşrû değildir. Meşrû sevgi, aklı baştan almaz, tersine aklı lâyık olduğu
yere koyar (15)
İslâmî
hiçbir kaynağa dayanmadan böyle bir kadının Yusuf (a.s.) ile evlenmiş olduğu
gibi bir rivâyetin uydurma olduğunu, bu rivâyete itibar etmenin çok yanlış
olduğunu belirtelim. Ayrıca özellikle Osmanlı Divan ve Halk Edibiyatında Yusuf
ile Züleyha mesnevî ve halk hikâyelerinin son dönemlerde bu konuyla ilgili
roman ve filmlerin ilginç bir aşk hikâyesinden öte bir mesaj içermeyen bir
mâcera anlatımı olduğunu, bu tür anlatımlarla şuurlu mü’minlerin prim
vermemeleri gerektiğini hatırlatmış olalım. Yusuf’un (a.s.) yüz güzelliğini,
diğer güzelliklerinin çok önüne çıkaran değerlendirmenin de hedonist/zevkçi ve
materyalist bakış açısı olduğunu ifade edelim.
Peygamber
çocukluğundan yetim konumuna, asil bir aileye mensup özgürlükten köleliğe,
kölelikten krallığa/devlet başkanlığına, zindandan saraya, çölden Mısır’a
dönüşen bir hayat. Onca musibetlerle sınanma, çile ve ayrılık…
Kardeşleriyle
imtihan (Kıskançlık ve sûikastle), haksız yere zindana ve kuyuya atılmakla
imtihan, först leydi ile imtihan; Kadınla, cinsellikle sınav, zâlim devletle,
yalnızlıkla, vatandan ve ailesinden ayrılmakla, gurbetle imtihan, iftira ile,
çamur atılma ile ve belki en zoru olan mülkle, devletle, makamla,
yöneticilikle, krallıkla imtihan. Zenginlikle, şan ve şöhretle,
güzellikle/yakışıklılıkla sınanma, intikam alma gücü olduğu halde affedip
etmeyeceğinin denenmesi ile. Entrikalar, tuzaklar, hile ve düzenlerle sınanma
ile…
Yusuf’un
(a.s.) imtihanları hicret ve inkılâp/devrim destanlarıdır. Allah’a iman, O’na
dayanıp güvenme, O’na kulluk, sonucu zafere ulaşma ve kavmini de Filistin’den
Mısır’a hicretle başlayıp yüzlerce sene huzur ve şerefle yaşatacak bir
kurtarış…
Bugünün dâvâ
adamları, muvahhid ve mücâhid özellikleriyle öne çıkan güzel ahlâklı, şuurlu
mü’minler de Yusuf’un imtihanlarından alınlarının akıyla çıkarsa, Yusuf (a.s.)
gibi dünyada devlete, âhirette cennete kavuşmalarını ümit edebilirler. Allah,
peygamberlerini bile bunca sınava tâbi tutmadan ve imtihanlarını başarmalarını
beklemeden netice vermiyor; Allah’ın sünneti (sünnetullah, Allah’ın değişmez
yasaları) böyle. Öyleyse zafer ve felâh için, devlet ve cennet için, bunlara
giden yolu açacak olan Allah için, O’nun rızâsını kazanmak için haydi sınava,
sınavlara!
Bırakın
kendini en uygun şartlarda çağıran först leydilere Allah korkusundan dolayı
iltifat etmemeyi, sokak ve caddelerdeki bayanlara karşı gözlerini koruyamayan,
tv.nin “bak bana” çağrısına “hayır!” diyemeyen; ailesiyle (Yusuf gibi
kardeşleriyle ya da annesi-babasıyla, eşi veya çocuklarıyla) imtihanını kolayca
kaybeden, bu konudaki sıkıntılara müslümanca çözümler bulamayan; kendine karşı
sergilenen haksızlıklara, suçlamalara, suçsuz yere (kuyu gibi) kendi izbe
köşesine atılmaya, baskıyla-hapisle yıldırılma çabalarına karşı, iftiralara ve
çamur atmalara karşı müslümanca direnç gösteremeyen; anadan-babadan, vatandan
hicret zorunda kaldığında, elinden insanî/İslâmî özgürlüklerinin alınmak
istenip köleleştirmeyle karşı karşıya bırakıldığında, zâlim devletin hile ve
baskısıyla karşılaştığında nihâî tercihini Allah’tan, O’nun rızâsından yana
yapmakta zorlanan Yusuf adayları, Yusuf’luğa soyunmadan devlet ve cenneti
giyinemeyeceklerini bilmelidir!
“Yoksa
siz, sizden önce gelip geçmiş kimselerin başlarına gelenler size de gelmeden
cennete gireceğinizi mi sandınız? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokundu
ve öyle sarsıldılar ki Peygamber ve onunla beraber iman edenler nihâyet
‘Allah’ın yardımı ne zaman gelecek?’ dediler. İşte o zaman (onlara), ‘Şüphesiz
Allah’ın yardımı yakın’ (denildi).” (2/Bakara,
214)
Yusuf gibi
iffet, sabır, metânet ve vakar timsâli olmak düşüyor gençlerimize. Tüm
fitneleriyle bize saldıran dünyanın aldatıcı güzelliğine meyletmeden onun
gömleğimizi arkadan yırtacağı şekilde iman ve ahlâkımıza saldırılarını
püskürten bir yiğitlik gerekiyor. Bu uğurda zindan da olsa bedelleri ödemeye
hazır bir bilinç. Yusufca fedâkârlığa hazır iman ve ahlâk şuuru, âhirette
sonsuz ödüllere ulaştıracağı gibi, avans olarak dünyada da sultanlıklarla
taçlandıracaktır sahibini.
Yusuf gibi
yiğitlerden olamayan ümmete en azından Ya’kub olmak düşüyor. Gençlerimiz Yusuf
gibi güzel, onun gibi sınavlarını başaranlardan değilse bile, gözü yolda
bekleyen, beklemekten gözleri yorulup bozulan ümmetin Ya’kub sabrını, ümid ve
cehdini taşıması gerekiyor. “…Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin…” (39/Zümer,
53)“Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer gerçekten iman etmişseniz üstün gelecek olan
sizsiniz.” (3/Âl-i İmrân, 139)
Selâm olsun
Yusuf’a, Yusuf gibi güç sınavlardan alnının akıyla çıkan güzel insanlara…
1- Cengiz Duman, Hz. Yusuf’un Mücadele Örnekliği, Haksöz 56, Kasım 95
2- A.g.m.
3-
Mevdûdî,
Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Y., 2. baskı, İst. 1991, c. 2, s. 471-473, 12/54. âyetin
tefsiri
4-
A.g.e.,
c. 2, s. 474-475, 12/56. âyetin tefsiri
5-
A.g.e.,
c. 2, s. 495-496, 12/100. âyetin tefsiri
6-
A.g.e.,
c. 2, s. 482-485, 12/76. âyetin tefsiri
7- Mehmet Kubat, Kur’an’da Tevhid, Şafak Y., s. 87-89
8- Kur’an Yolu, Türkçe Meal ve Tefsir, DİB Y., c. 3, s. 201-244
9-
Süleyman
Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, c. 23, s.
5-13
10-
Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında
Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/532-534
11-
İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları, 3/340-341
12-
Abdurrahman
Kasapoğlu, Âdem’den Hâtem’e Kişilik, İzci Y., s. 42-48
13-
Metin
Karabaşoğlu, Kur’an Okumaları, Karakalem Y., s. 103
14- Nureddin Turgay, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 490
15- Mustafa İslâmoğlu, Yürek Devleti, Denge Y., s. 93
Yusuf
(a.s.) ile İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Yûsuf İsminin Geçtiği Âyet-i Kerimeler
(Toplam 27 Yerde): 6/En’âm, 84; 12/Yûsuf, 4, 7, 8, 9, 10, 11, 17, 21, 29, 46,
51, 56, 58, 69, 76, 7, 80, 84, 85, 87, 89, 90, 90, 94, 99; 40/Mü’min, 34.
C- Ya’kub (a.s.) İsminin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 16 Yerde): 2/Bakara, 132, 133, 136, 140; 3/Âl-i İmrân, 84, 4/Nisâ, 163; 6/En’âm, 84; 11/Hûd, 71; 12/Yûsuf, 6, 38, 68; 19/Meryem, 6, 49; 21/Enbiyâ, 72; 29/Ankebût, 27; 38/Sâd, 45.
C- Yusuf (a.s.) İle İlgili Konular
a- Yusuf’un (a.s.) Kıssasını Anlatan Âyetler: 12/Yûsuf, 3-102.
b- Yusuf (a.s.) Ya’kub’un (a.s.) Oğludur: 12/Yûsuf, 4-6, 100.
c- Yusuf (a.s.)’a Peygamberlik Verilmiştir: 6/En’âm, 84; 12/Yûsuf, 4-6 21-22.
d- Yusuf’un (a.s.), Babası Hz. Ya’kub’a Gördüğü Rüyayı Anlatması: 12/Yûsuf, 4-6, 100.
e- Yusuf’u (a.s.), Kardeşlerinin Kıskanması ve Öldürme Girişimleri: 12/Yûsuf, 7-18.
f- Yusuf’un (a.s.) Atıldığı Kuyudan Kurtulması ve Mısır Azizine (Maliye Bakanına Satılması: 12/Yûsuf, 19-21.
g- Yusuf (a.s.)’a Allah’ın Rüya Tabirini Öğretmesi: 12/Yûsuf, 21-22
h- Yusuf’un (a.s.) Mûcizeleri: 12/Yûsuf, 36-37, 41-43, 47-49.
i- Yusuf (a.s.) ile Zeliha’nın Kıssası: 12/Yûsuf, 22-35
k- Yusuf’un (a.s.) Zindana Atılması ve Zindan Hayatı: 12/Yûsuf, 35-37
l- Yusuf’un (a.s.), Zindan Arkadaşlarının Rüyasını Tabir Etmesi: 12/Yûsuf, 41-42.
m- Yusuf’un (a.s.), Zindan Arkadaşlarını Hakka Dâveti: 12/Yûsuf, 36-40.
n- Yusuf’un (a.s.), Mısır Padişahının Rüyasını Tabir Etmesi ve Zindandan Kurtulması: 12/Yûsuf, 43-54.
o- Yusuf’un (a.s.), Mısır Kralından Hazineyle İlgili Görev İstemesi: 12/Yûsuf, 54-56
p- Yusuf’un (a.s.) Mısır’ın Hazinelerinin Başına Geçmesi ve Kardeşleriyle Kıssası: 12/Yûsuf, 54-93.
r- Yusuf’un (a.s.), Kardeşlerinden Bütün Ailesini Kendine Getirmelerini İstemesi ve Ailesine Kavuşması: 12/Yûsuf, 93-102.
s- Yusuf’un (a.s.) Kıssasında İbretler Vardır: 12/Yûsuf, 7.
Konuyla İlgili
Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hazreti Yûsuf (a.s.), Ramazanoğlu Mahmud Sâmi, Erkam Y.
2. Sûre-i Yusuf’un Yorumu, Haluk Nurbaki, Damla Y.
3. Hz. Yusuf, Harun Yahya, Vural Y.
4. Hz. Yusuf Medresesi, Harun Yahya, Vural Y.
5. Yûsuf ve Züleyha, Nazan Bekiroğlu, Timaş Y.
6. Yusuf u Züleyha, Kemal Paşazâde, Haz. Mustafa Demirel, Kültür ve Turizm Bakanlığı Y., 1000 Temel Eser Dizisi 92
7. Bir Yusuf Masalı, İsmet Özel, Şule Y.
8. Yusuf’un 40. Emri, Edip Yüksel, Madve Y.
9. İslâm’da Hükümet, Mevdûdi, çeviren Ali Genceli, Hilâl Y., s. 85-119, 132-140
10.
Kur’an
Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. , c. 22, s. 505-537, c. 23, s. 5-14
11. Şamil İslâm Ansiklopedisi, (Mefail Hızlı, Fedakâr Kızmaz), c. 6, s. 412-416
12. Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, c. 8, s. 618-621
13. Kur’an’da Tevhid, Mehmet Kubat, Şafak Y., s. 87-89
14. Peygamberlerin Kıssaları, Ebu'l Hasan en-Nedvî, Arslan Y.
15. Peygamberler, Safvet Senih, Nil A.Ş. Y.
16. Peygamberler Aydınların Önderleri, Abdülkerim Süruş, Kıyam Y.
17. Peygamberler Tarihi, M. Âsım Köksal, T. Diyanet Vakfı Y.
18. Peygamberler Tarihi, İsmail Yiğit, Kayıhan Y.
19. Peygamberler Tarihi, İlhami Ulaş, Osmanlı Y.
20. Peygamberler Tarihi, Bünyamin Ateş, Nesil Basım Yayıyn
21. Peygamberler Tarihi, Mustafa Necati Bursalı, Ölçü Y.
22. Peygamberler Tarihi, Mehmet Dikmen, Cihan Y.
23. Peygamberler Tarihi, 1, 2, 3, Ahmet Lütfi Kazancı, Nil A. Ş.
24. Peygamberler Tarihi, Ahmet Behçet, Uysal Kitabevi Y.
25. Peygamberlerden Kıssalar, Muhammed el-Habeş, İklim Y.
26. Peygamberlerin Hayatı, Seyyid Kutub, Ravza Y.
27. Peygamberlerin Hayatı, S. Kutub-Abdülkadir Cûde es-Sahhar, İslâmoğlu Y.
28. Peygamberlerin Hayatı, Ebu'l Hasan en-Nedvî, Risale Y.
29. Peygamberlerin Mûcizeleri, H. İbrâhim Acıpayamlı, Tuğra Y.
30. Peygamberlik ve Peygamberler, Muhammed Ali Sâbûni, Kültür Basın Yayın Birliği Y.
31. Kur'an-ı Kerim'e Göre Peygam. ve Tevhid Mücâdelesi, 1, 2, 3, M. Solmaz, İ. L. Çakan, Nesil/Ensar Y.
32. Tarih Boyunca Tevhid Mücâdelesi ve Hz. Peygamberin Hayatı, Mevdudi, Pınar Y. s. 305-308
33. Peygamberler Tarihi, Ferhat Koç, Çekirdek Y.
34. Kur'an'da Peygamberler ve Peygamberimiz, Afif Abdülfettah Tabbara, Gonca Y.
35. Kur’an Işığında Üç Peygamber, Üç Kitap, Osman Cilacı, Mıstaş Basımevi, Konya
36. Peygamberler Aydınların Önderleri, Abdulkerim Suruş, Kıyam Y.
37. Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, Çağ Y.
38. Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Peygamber, Muhittin Akgül, Işık Y.
39. Kur'an'ın Tanıttığı Peygamberler, A. Lütfi Kazancı, Nil A. Ş.
40. Âyetler Işığında Peygamberler Tarihi, Muhammed Ali Sâbûnî, Ahsen Y. s. 301-331
41. İslâmî Kaynaklara Göre Peygamberler, Abdullah Aydemir, T.D.V. Y. s. 47-55
42. Kur'ân-ı Kerim Işığında Nebîler Silsilesi, Osman Nuri Topbaş, Erkam Y.
43. Kısas-ı Enbiyâ ve Tevârih-i Hulefâ, Ahmed Cevdet Paşa, Akit Y. c. 1, s. 8-9
44. Kitâb-ı Mukaddes, Kur’an ve Bilim, Maurice Bucaille, çev. Suat Yıldırım, İst. 1981
45. Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Peygamber, Muhittin Akgül, Işık Y.
46. Peygamberlerin Masumiyeti, Fahrüddin El-Râzî, çev. Hasan Fehmi Ulus, İlim Y.
47. Peygamberimizin Yanılması Meselesi, İbrahim Canan, Rağbet Y.
48. Tevhid, Rasüllerin Ortak Çağrısı, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y.
49. Kur'an'da Tevhid, Mehmet Kubat, Şafak Y.
50. İslâmî Hareketin Tarihî Seyri, Beşir İslâmoğlu, Denge Y.
51. Mekke Rasûllerin Yolu, Ali Ünal, Pınar Y.
52. Kütüb-i Sitte Terc. Ve Şerhi, İbrahim Canan, Akçağ Y., c. 3, s. 340-341
53. Âdem’den Hâtem’e Kişilik, Abdurrahman Kasapoğlu, İzci Y., s. 42-48
54. Yusuf’un Bürhanı Neydi?, Kur’an Okumaları, Metin Karabaşoğlu, c. 2, s. 74-84
55. Yakub Sabrı, Yakub Ümidi, Kur’an Okumaları, Metin Karabaşoğlu, c. 3, s. 110-116
56. Hz. Yusuf’un Mücâdele Örnekliği I-II, Cengiz Duman, Hak Söz, sayı: 55, 56, Ekim, Kasım 95
57. Hz. Yusuf (a.s.) ile Hz. Musa (a.s.) Kıssaları Arasındaki Benzerlikler ve Kur’an Mu’cizeliği, Davut Aydüz, Yeni Ümit, 1998, sayı 42, s. 27-31
58. Hz. Yûsuf, Abdullah Aydemir, Diyanet Dergisi, 1975, XIV/2, s. 76-97
59. Yusuf (a.s.)’un Hayatı, Şahin Öztürk, Hilâl, 1980, sayı: XVIII/213, 214, 215, 216, 1980-1981
60. Hz. Yusuf Mısır’da, Ali Gürbüz, Zafer, 1992, sayı XVI/187, s. 9-11
61. Hz. Yûsuf’un Kardeşleri, Mahmud Garib, çev. Abdullah Yılmaz, Hakses, 1989, sayı XXV/294, s. 13-15
62. Kur’an’da Naklolunan Yûsuf Kıssası Işığında Görev İsteme Meselesi ve Molla Hüsrev, M. Zeki Duman, Diyanet Dergisi, 1987, sayı XXIII/3, s. 37-46
63. Geleceğini Arayan Gençlik İçin Bir Örnek ve Önder: Hz. Yusuf, Yıldırım Canoğlu, Umran, Sayı 131, Temmuz 2005, s. 24-33
64. Hz. Yûsuf, Şerafeddin Kalay, Eğitim Yazıları, İnsan Vakfı, sayı 8, Kasım 2003, s. 69-91; sayı 9, Mayıs 2004, s. 109-145
65. Yusuf Sûresi I-II, Osman Kayaer, Fecre Doğru, sayı 76, 77, Şubat, Mart 2002