Bakara, 49-60; kavram, 58-65

 

BAKARA SURESİ 49-60. ÂYETLER

ALLAH'IN YAHÛDİLERE NİMETLERİ

 

Bakara, 49-60. Âyetlerin Mealleri

Allah’ın, Benî İsrâile Verdiği Nimetleri Hatırlatması

Firavun Taraftarlarının İsrâil Oğullarına Yaptığı Eziyetler

Aşûra Günü Orucu

ğutun Askeri ve Yardımcıları da Tâğut Kadar Suçludur

Kaleyi İçten Fethetmeye Çalışmak mı, Peygamber Metodu mu?

Altın Buzağıya Tapmak

Liderlerin, Toplumlarını İyi Tanımaları Gerekir

Peygamberlere Hakla Bâtılı Ayıran Ölçü Verilmiştir

Şirk, İnsanın Kendine Yaptığı En Büyük Zulüm/Kötülüktür

İnanmak İstemeyenlerin Bahaneleri; "Görmediğimize İnanmayız"

Allah'ın Gökten Yağdırdığı Nimetler

Şükür ve İstiğfar Yerine Zafer Sarhoşluğu ve Şımarıklık

Allah'ın Emrini Değiştirmek

Taştan Suyun Çıkarılma Mucizesi

 

 

Bakara, 49-60. Âyetlerin Mealleri

"Hatırlayın ki, sizi, Fir’avn taraftarlarından kurtardık. Çünkü onlar size azabın kötüsünü revâ görüyorlar, yeni doğan erkek çocuklarınızı kesiyorlar, fenalık için kızlarınızı yaşatıyorlardı. O size revâ görülenlerde (ve sizi onlardan kurtarmada) sizin için Rabbinizden büyük belâ/ imtihan vardı.” (2/Bakara, 49)

"Yine hatırlayın ki, siz görüyorken sizin sebebinizle, denizi yardık, sizi kurtardık, Fir’avn taraftarlarını denizde boğduk.” (50)

“Kırk gece (söyleşmek) için Mûsâ ile sözleşmiştik. O (huzurumuza gelmek üzere aranızdan) ayrıldıktan sonra, kendilerine zulüm/kötülük edenler olarak buzağıyı (ilâh) edindiniz.” (51)

“O davranışlarınızdan sonra belki (akıllanıp) şükredersiniz diye sizi affettik.” (52)

Hidâyeti/doğru yolu bulursunuz ümidiyle Mûsâ’ya Kitabı ve furkanı/hak ile bâtılı ayıran (hükümleri) verdik.” (53)

Mûsâ kavmine demişti ki: ‘Ey kavmim! Şüphesiz siz, buzağıyı (tanrı) edinmekle kendinize zulüm/kötülük ettiniz. Onun için yaradanınıza tevbe edin de nefislerinizi (kötü duygularınızı) öldürün. Öyle yapmanız, yaratıcınızın katında sizin için daha iyidir. Böylece Allah tevbenizi kabul etmiş olur. Merhamet edip tevbeleri kabul eden ancak O’dur.” (54)

“Bir zamanlar, ‘Biz Allah’ı açıkça görmedikçe sana inanmayız’ demiştiniz de bakıp durduğunuz halde hemen sizi yıldırım çarpmıştı.” (55)

“Sonra ölümünüzün akabinde sizi dirilttik, umulur ki, şükredersiniz.” (56)

“Sizi bulutla gölgeledik, size kudret helvası ve bıldırcın kebabı indirdik ve verdiğimiz güzel rızıklardan/nimetlerden yiyin, dedik. Hakikatte onlar, sadece kendilerine zulüm/kötülük ediyorlardı.” (57)

“Bir zamanlar Biz, (Tih’den çıktıkları vakit İsrâil oğullarına) ‘Bu karyeye (şehre, kasabaya) girin, dilediğiniz yerde ondan dilediğinizi bol bol yiyin, kapısından eğilerek girin, (girerken) Hıtta! (Yâ Rabbi bizi affet) deyin ki, sizin hatalarınızı bağışlayalım; zira Biz, muhsinlere/iyilik edenlere ziyade vereceğiz’ dedik.” (58)

“Fakat zâlimler, kendilerine söylenenleri başka sözlerle değiştirdiler. Bunun üzerine Biz, yapmakta oldukları fısklar/kötülükler sebebiyle zâlimlerin üzerine gökten bir pislik (murdar bir azap) indirdik.” (59)

“Yine bir zamanlar Mûsâ (Tih’de) kavmi için su istedi. Biz de ona ‘asanla taşa vur!’ dedik. Derhal (taştan) on iki pınar aktı. Her bölük, içeceği pınarı tanıdı. (Onlara) ‘Allah’ın rızkından yiyin, için; sakın arzda/yeryüzünde fesat çıkarmayın/bozgunculuk etmeyin’ dedik.” (60)

 

Allah’ın, Benî İsrâile Verdiği Nimetleri Hatırlatması

Bu âyetlerde değinilen olaylar, yahudiler tarafından çok iyi bilinmektedir. Bu nedenle, onların şükretmediklerini ve Allah'ın verdiği bütün nimetlere karşılık kötü ameller işlediklerini hatırlatmak üzere bu tarihî olaylara kısaca değiniliyor.

Hz. Yusuf zamanında, Mısır'a büyük bir itibar içinde yerleşen yahudiler, zaman içinde Mısır iktidarının zulmüne uğradılar ve köleleştiler. Bu süre, Hz. Yusuf'tan 700 ilâ 1000 yıl sonraya rastlar. Bilindiği gibi, o zamanki yahudi bilginleri Hz. Mûsâ'nın geleceğini hissetmişler ve yahudi kölelere müjdelemişlerdi. Firavun, bunun üzerine yahudi erkekleri kadınlarından ayırdı. Sonra da yahudi çocuklarından erkek olanları öldürttü. Allah'ın kaderinin ve planının cilvesine bakın ki, Mûsâ'yı öldürmek için binlerce yahudi çocuğunu öldürten Firavun, Hz. Mûsâ'yı kendi sarayında elleriyle besledi.

Ey tâğutlar! Aklınızı başınıza alın. Siz dine imana ait her şeyi yok etmek için çeşitli tedbirleri alırsınız; fesatla, zulümle, medyayla onu yok etmek istersiniz. Halbuki farkında olmadan onu, gerçeğin habercisini ellerinizle büyütür beslersiniz. Sizin tuzağınız ve plânınız olsa da Allah'ın hesabını, planını yarın göreceksiniz.

"Hatırlayın ki, sizi, Fir’avn taraftarlarından kurtardık. Çünkü onlar size azabın kötüsünü revâ görüyorlar, yeni doğan erkek çocuklarınızı kesiyorlar, fenalık için kızlarınızı yaşatıyorlardı. O size revâ görülenlerde (ve sizi onlardan kurtarmada) sizin için Rabbinizden büyük belâ/imtihan vardı.” (2/Bakara, 49)

"Hatırlayın ki, sizi, Fir’avn taraftarlarından kurtardık...” Âyet, Peygamber Efendimiz zamanında ve ondan sonra yaşayan yahudilere hitap ettiği halde, niçin çok önce olan olayları anlatırken “siz” “sizi fenalıklardan kurtardık” gibi ifadeler kullanılıyor? Çünkü o zaman, kurtarılan yalnız dedeleriniz değil; onların dolayısıyla sizdiniz; atalarınızı kurtarmasaydık, siz de bu gün yaşamıyor olacaktınız.

Demek ki bir milletin ecdâdına yapılan iyilik veya kötülük, torunlarına da yapılmış gibidir. Binlerce sene önce Firavun'un yaptığı kötülük ve Rabbimizin yaptığı iyilik, binlerce sene sonra gelen İsrâiloğullarına hatırlatılarak İslâm'a dönmeleri istenmektedir. Günümüzde devletler arası ilişkilerde de geçmişe önem verilir. Yüz sene önce dost olduğu devletle düşman olduğu devlet bir tutulmaz. Çocuk, anne ve babasının özelliklerini genleriyle torunlarına taşıdığı gibi milletler de millî özelliklerini, dinî özelliklerini taşır.

Ancak, kültür ve inanç değişimiyle millî akışın yönü değiştirilebilir. Yahudilerden müslüman olanlar, Mısır'lı kıptîlerden müslüman olanlar; Hıristiyanlardan müslüman olanlar, Türklerden müslüman olanlar dinde kardeş olunca yepyeni bir devlet oluşturmuşlar ve devlet nasıl olurmuş, millet neymiş, milliyet nasıl olmalıymış bütün insanlığa öğretmişlerdir.

Allah'ın bu kavmi Firavun'un zulmünden kurtarması olayının mucize yolu ile halledilmesi, normal vasıtaların etkisiz hale gelmeleri ve onların bu konuda yetersiz kalmalarından dolayıdır. Risaletin durumunu, taraftarlarının vaziyetini mucize dışında hiçbir yolla kurtarma imkânının kalmamış olmasından kaynaklanmaktadır. Eğer Firavun'un onlara ulaşmaya gücü yetseydi hem Hz. Mûsâ'yı ve hem de O'nunla birlikte bulunan kavminin hepsini ezip geçerek yok ederdi. Böyle bir hareket ise, Allah'ın bu aşamada gerçekleşmesini dilemediği bir şeydi. Çünkü artık iş doğrudan Allah'a meydan okuma durumuna gelmişti. Peygamberliklerin tümünde ve her peygamber için her yer ve her zamanda geçerli mucizelerin yasası budur. Yani mucize, artık hiçbir şekilde ve hiç bir yolla kurtarılması mümkün olmayan durumlarda devreye girer. Peygamberlerin hayatlarına ilişkin aktarılan kıssalardan anlaşıldığı gibi yerli yersiz meydana gelen günü birlik bir olay değildir mucize. Çünkü Yüce Allah, hayatı yine kendisinin belirlediği evrendeki doğaya hükmeden yasaların esasına göre kurmuştur. Bu nedenle çok önemli bir olay söz konusu olmadığı sürece Allah evrenin bu doğal yasalarını geçersiz kılmaz.

"Hatırlayın ki, sizi, Fir’avn taraftarlarınan kurtardık...” Âyette geçen “âl-i Firavun”, Firavun’un dininin ehli, kavmi ve özellikle tâbiileridir. “Firavun’dan kurtarmıştık” denilmeyip de Fir’avn taraftarlarından” buyrulmasında önemli bir nükte anlatılıyor ki, bununla yapılan zulümlerin temsilcisi Firavun’sa da, bunda asıl sorumluluğun ondan daha çok ona uyanlara ait olduğu ifade edilmiştir. Çünkü Firavun, yaptıklarını bunların eli ve bunların hizmeti ile yapmıştır.

 

Firavun Taraftarlarının İsrâil Oğullarına Yaptığı Eziyetler

İsrâiloğulları, sınıf sınıf köleleştirilmiş, esir muâmelesi görüyorlardı. Amele gibi ayrılmış, ağır işlerde çalıştırılmakta, dağlardan Firavunların anıtkabir inşaatlarına büyük kayalar yontup taşlar taşımakta, kerpiç, kiremit pişirmekte, ağır hizmetlerde çalıştırılmaktaydı. Zayıflarına da büyük vergiler konulmakta, devlete büyük paralar ödemek zorunda tutulmaktaydılar.

İbn Abbas’a göre, Firavun’a ve avanesine, Allah Teâlâ’nın İbrahim (a.s.)’e zürriyetinden peygamberler ve hükümdarlar çıkaracağını vaadettiği hususu ulaşınca, onlar bundan korktular ve keskin bıçaklı adamlar hazırlamaya karar verdiler. Bu adamlar, İsrâiloğulları içerisinde dolaşıyor, doğan erkek çocukları kesiyorlardı. Benî İsrâilin büyüklerinin öldüğünü, küçüklerinin de boğazlandığını görünce, onların tükenip de zor işleri yaptıracakları kimseler bulamayacaklarından korktular ve bu sebeple doğan erkek çocukları bir yıl öldürüp bir yıl öldürmemeye başladılar. Buna göre, Hz. Hârun, çocukların öldürülmediği senede dünyaya gelmişti; Hz. Mûsâ ise, çocukların öldürüldüğü yıl. Çocukların bıçakla öldürülmeyip, ana rahminde bir çeşit doğum kontrolü yöntemiyle erkek çocuklarının doğumuna engel olunduğu da rivayet edilmektedir. Kadınların döl yataklarını yokluyorlar, çocuk alıyorlardı.

Firavun'un çevresindeki danışmanları, tarih profesörleri, sihirbazları Firavun'a İsrâil oğullarından peygamberler geldiğini ve kralların zulmüne, saltanatına son verdiğini haber verirler. Mısır'daki bu köle gibi çalışan İsrâiloğullarından da böyle birinin çıkabileceğini, Mısır'a köle olarak getirilen Hz. Yusuf'un birkaç sene sonra Mısır devlet başkanı olduğunu söylerler. Çare olarak da erkek çocuklarının öldürülmesini teklif ederler. Kız çocuklarını öldürmüyorlar. Çünkü İsrâiloğullarından kadınlarla kıptîler evlenerek kıptîlerin soyunu çoğaltıyorlardı.

Günümüzde Firavun'un görevini üstlenen kâfirler genellikle halkı müslüman olan ülkelerde doğum kontrolüne hız veriyorlar. Firavun, yalnız erkekleri öldürüyordu; günümüzde ise, hem erkek hem kızlar öldürülüyor.

Kız çocuklarının değil de, erkek çocuklarının boğazlanması, birçok yönden daha zararlıdır.

a- Erkek çocuklarının boğazlanması, erkeklerin sona ermesine sebep olur. Bu ise, neslin kesilmesini doğurur; çünkü kadınların, tek başlarına bu hususta bir tesirleri olmaz. Bu ise, neticede hem kadınların hem de erkeklerin yok olmasını sonuçlandırır.

b- Erkeklerin tükenmesi, geçim konusunda kadınların yararlarının fesada uğramasına yol açar. Çünkü kadın, erkeklerin güvencesi ve işlerini deruhte etmesi sona erince, ölümü bile temenni eder. Kadının kendi başına, yalnız kalması sebebiyle geçim darlığı çullanırsa, bu büyük bir çileye sebep olur. Bundan kurtulmak da, o nisbette güç olur.

c- uzun bir hamilelikten ve doğacak çocuktan faydalanılacağı hususundaki beslenilen kuvvetli bir ümit ve katlanılan çilelerden sonra, doğan çocuğu öldürmek azapların en büyüğüdür. Böyle bir durumda onu öldürmek, uzun bir müddet ondan istifade etmeyi düşünen, onun çeşitli halleriyle sürur bulan kimseyi öldürmekten daha şiddetlidir. Cenâb-ı Allah’ın, İsrâiloğullarını bundan kurtarma nimetinin büyüklüğü, bu imtihandaki meşakkatin şiddeti oranındadır.

d- Erkeklerin değil de kadınların hayatta kalması, onların, düşmanlarının odalıkları olmasını gerektirir ki, bu ise zillet ve aşağılanmanın zirvesidir.

Diğer bir mana ile, kadınlarınıza hayâ edilecek/utanılacak şeyler yapıyorlardı.

Ne ibrettir ki, bu zulümler bir fayda vermemiş ve sonunda o çocuk doğmuştur. Hem de Firavun’un kendisine beslettirilmiş, Hz. Mûsâ olmuş ve yine Allah’ın takdiri yerini bulmuştur.

“...O size revâ görülenlerde (ve sizi onlardan kurtarmada) sizin için Rabbinizden büyük belâ/imtihan vardı.” Âyette geçen “belâ” kelimesi, denemek ve imtihan etmek anlamına gelir. Azap ile imtihan, kurtuluş sebeplerini hazırlamak için imtihan, kurtuluş ile kendi başına bir devlet ve ve özgür bir toplum oluşturarak diğer devletlere üstün bir şekilde güzel amel ve ahlâk ile yaşama imtihanıdır. Bu eziyetler bir imtihandı; bu kötülüklerden Allah’ın onları kurtarması da imtihandı. Allah, insanları hayırla da şerle de dener; insanlar nimetlerle de musibetlerle de imtihan olur. “Bir imtihan olmak üzere, Biz sizi hayır ve şerlerle sınıyoruz.” (21/Enbiyâ, 35) ve “Biz onları, iyilikler ve kötülüklerle imtihan ettik.” (7/A’râf, 168) buyurulmuştur. Anne, acı çekmeyince yavrusunu koklayamaz. Çekirdek çatlamayınca çiçeğe dönüşemez. Belâların ardından devlet ve cennet gelir.

İmtihanlar, kişinin Allah'a yakınlık derecesini belirler. Kişi Allah'a ne kadar yakın olursa, Allah'ın imtihanı da o derece artar. Allah tarafından sınanan kimseler, bu denemeye ne kadar sabrederlerse o derece başarılı olurlar. Bu sebeple Allah, kendisine iman eden bütün mü'min kullarını imtihan edecektir. Bunun neticesinde de, onların ne derece iman edip etmedikleri ortaya çıkacak ve buna göre Allah katında ya ceza ya da mükâfat göreceklerdir. Bu eziyetler, onlar için bir karakter imtihanıydı. Onların sıradan bir maden mi, yoksa saf altın mı olduklarının anlaşılması için ateşte denenmeleri gerekiyordu. Bunun yanında onlar, mucizevî kurtuluşlarından sonra Allah'a şükredip şükretmeyeceklerinin ortaya çıkması için de imtihana tâbi tutulmuşlardı.

Bu musibetler çok şiddetli olunca, Allah'ınonları bu eziyetlerden kurtarması da nimetlerin büyüklerinden olmuştur. Çünkü onlar, kendilerini yok etmeye çalışanların yok olduklarını gözleriyle görmüşler ve kendilerini hor ve zelil kılmada elinden geleni yapanların nasıl zillete düştüklerini müşâhede etmişlerdi. Bunun ise, nimetlerin en büyüklerinden olduğu hususunda şüphe yoktur. Büyük nimetlerin verilmesi, bağlılığı ve itaati gerektirmekte, inatlaşma ve muhalefetin ise son derece çirkin olmasını icab ettirmektedir. İşte bu sebepten dolayıdır ki Cenâb-ı Allah, aleyhlerine olan delilleri iyice yerleştirip sağlamlaştırmak ve mâzeret yollarını tıkamak için büyük nimetlerini hatırlatmıştır. Bu âyette, nimetlerin içinde önce hürriyet ve istiklâl (özgürlük ve bağımsızlık) nimeti anılmış ve esirliğin feciliği hatırlatılmıştır. Demek ki bu nimet, diğer dünyevî nimetlerden daha önemlidir.

Onlar, kendilerinin son derece zelil; hasımlarının ise son derece aziz, ancak kendilerinin Hak’tan yana, hasımlarının ise bâtıldan yana olduklarını bilince, Hak’tan yana olanların zilletlerinin; bâtıldan yana olanların da izzet ve şereflerinin yok olacağına inanmışlardır. Allah Teâlâ, sanki şöyle demiştir: Ey Kureyşliler, sizler Muhammed (s.a.s.)’in şu anda fakir oluşuna ve ona yardım edenlerin azlığına aldanmayın; çünkü o Hak’tan yanadır. Dolayısıyla izzet ve şerefin ona, zillet ve hakirliğin ise düşmanlarının başına gelmesi kaçınılmazdır. Aynı çıkarım, günümüzde hak ve bâtıl taraftarlarının yakın gelecekteki izzet ve zilletleri konusunda da geçerlidir. Âyetin hükmü elbette günümüzü de kapsamaktadır.

Allah, bununla mülk ve saltanatın kendi kudretinde olduğuna, onu dilediğine vereceğine; insanın dünyanın izzet ve şerefine aldanmayıp, âhiretin izzet ve şerefini elde etmeye çalışması gerektiğine de dikkat çekmiştir.

"Hani siz görüyorken sizin (geçmeniz) için denizi yarmış, sizi kurtarmıştık; Fir’avn taraftarlarını denizde boğmuştuk.” (50)

Bu olayı, en doğru kaynak olan Kur’an’dan takip edelim: “Biz, Mûsâ’ya, ‘kullarımı geceleyin yola çıkar; çünkü takip edileceksiniz’ diye vahyettik. Firavun, da şehirlere (asker) toplayıcılar gönderdi: ‘Esasen bunlar, sayıları az, bölük pörçük bir cemaattir. (Böyle olduğu halde,) artık kesinlikle bizi öfkelendirdiler. Biz, elbette uyanık (ve yekvücut) bir toplumuz’ (diyor ve dedirtiyordu). Ama (sonunda) Biz onları (Firavun ve kavmini), bahçelerden, pınarlardan, hazinelerden ve şerefli makamlardan çıkardık. Böylece, bunlara İsrâil oğullarını mirasçı yaptık. Derken (Firavun ve adamları) gün doğumunda onların ardına düştüler. İki topluluk birbirini görünce, Mûsâ’nın adamları ‘eyvah, yakalandık!’ dediler. Mûsâ, ‘Asla!’ dedi, ‘Rabbim şüphesiz benimledir, bana yol gösterecektir.’ Bunun üzerine Mûsâ’ya ‘asan ile denize vur!’ diye vahyettik. (Vurunca deniz) derhal yarıldı (on iki yol açıldı), her parça koca bir dağ gibi oldu. Ötekilerini de buraya yaklaştırdık. (Mûsâ ve adamlarının ardından, düşmanlar da bu denizde açılan yollara girdiler.) Mûsâ ve beraberinde bulunanların hepsini kurtardık. Sonra ötekilerini suda boğduk. Bunda şüphesiz bir ibret vardır; ama çokları iman etmiş değillerdir. Şüphesiz Rabbin, işte O, azizdir/ mutlak gâliptir ve engin merhamet sahibidir.” (26/Şuarâ, 52-68)

Gözlerinizin önünde olan Firavun’un ordusuyla denizde boğulma olayı, sizin için büyük bir nimetti. Bu deniz, şimdi Kızıldeniz adıyla anılan Kulzüm denizi idi. Kulzüm, şimdiki Süveyş’in yerinde kurulu bir şehir idi. Kulzüm, esasen yutmak anlamına gelmektedir. Ona Kulzüm denizi denilmesi, Firavun’un adamlarıyla birlikte orada su tarafından yutulmasından dolayıdır.

 

Aşûra Günü Orucu

Rivâyete göre, Firavun ve avanesinin boğulup Benî İsrâilin kurtulduğu gün, aşûra günü idi. Hz. Mûsâ (a.s.) Cenâb-ı Hakk’a şükretmek amacıyla her yıl o günü oruçlu geçirirdi. Kamerî ayların ilki olan Muharrem’in onuncu günü, Araplarca da bilinirdi. Hz. Peygamberimiz, Medine’ye hicret ettiği zaman, yahudilerin aşûra günü oruç tuttuklarını gördü ve bunun ne orucu olduğunu sordu. Cevap olarak şöyle dediler: ‘Bugün, iyi bir gündür. Allah, İsrâiloğullarını Firavun’un zulmünden bugün kurtarmıştır. Mûsâ (a.s.) Allah'a şükür için bugünde oruç tutmuştur; biz de tutarız.’ Peygamber (s.a.s.): “Biz Mûsâ’nın sünnetine sizden daha yakınız.” buyurdu ve o gün oruç tuttu ve ashâbına da tutmalarını emretti. (Buhârî, Savm 69; Tecrîd-i Sarih Terc. 6/308-309) Hz. Âişe’nin rivayet ettiği başka bir hadiste de Hz. Peygamber’in Hicretten önce de aşûra gününde oruç tuttuğunu öğreniyoruz (Buhâri, Savm 69). Bu oruç, vâcip değil; sünnettir.

 

ğutun Askeri ve Yardımcıları da Tâğut Kadar Suçludur

Yahudilere zulmedip onları öldüren Firavun'un askerleridir. Onlar zulmü ve öldürme işini Firavun'un emirlerine itaat ederek yapıyorlardı. Allah, âyette Firavun ve askerlerinin suçlarının aynı olduğunu bildiriyor. Bu âyetten şöyle bir hüküm çıkar: Tâğut, insanlara zulmetmek veya müslümanları öldürmek için kendisine itaat eden askerler kullanır. Müslümanlara zulmedip onları öldüren bu askerler, ister severek ve râzı olarak, ister kerhen, yani râzı olmayarak bu işi yapsınlar fark etmez; aynı bu emri veren tâğut gibi suçlu olmuş olurlar. İşte bu sebeple Allah, Firavun ve askerlerini aynı şekilde cezalandırdı. Hepsini suda boğarak helâk etti.

 

Kaleyi İçten Fethetmeye Çalışmak mı, Peygamber Metodu mu?

Belâlara sabredenler muratlarına eriyorlar. Kölelikten kurtuldukları gibi, zâlim efendileri gözlerinin önünde suyun içinde boğularak geberiyor. Mûsâ (a.s.), Firavun'un sarayında bir eli yağda bir eli balda yaşarken sarayda nimetler içinde köle olarak yaşamaktansa, çölde Allah'a ibadet ederek hür yaşamayı tercih etti. Günümüzde bir kısım insanlarlarımız Hz. Mûsâ'ya akıl verirler: "Sarayda kalsaydı, çaktırmasaydı; oradan içten kaleyi oysaydı" derler. Aslında bu, Hz. Mûsâ'ya akıl vermek değil; hâşâ Allah'a akıl vermektir. Çünkü benî İsrâili Mısır'dan çıkarma emri Allah'tan gelmiş ve Mûsâ (a.s.) da o emir üzerine çıkarmıştır.

şmanın gücünü gözünüzde büyüterek cihaddan geri durmayın. Rabbim hesap etmediğiniz yerden yardımını gönderir.

İsrâiloğulları, arkalarında Firavun ve ordusunun, önlerinde ise denizin bulunduğu, dursalar düşmanın kendilerine yetişip feci şekilde kendilerini yok edeceği, ileri gitseler boğulacakları, böylesine bir korkunç duruma düştükleri bu zor zamanda, Allah denizi yararak onları kurtarmıştır. Yahudiler için bu, büyük bir nimetti. Onlar, Allah’ın, düşmanları helâk ettiğini gözleriyle gördüler. Allah, böylece onları, Firavunun vatanına, onların içinde yüzdükleri nimet ve mallara vâris kılmıştır. Firavun'un cesedini Allah ibret olsun diye bozulmadan secde halinde muhafaza etmiştir. "(Ey Firavun!) Senden sonra geleceklere ibret olman için, bugün senin bedenini (cansız olarak) kurtarıp (sahilde) bir tepeye atacağız. İşte insanlardan bir çoğu, hakikaten âyetlerimizden gâfildirler." (10-Yûnus, 92). Firavun'un cesedi, aynı bölgede yıllar sonra bozulmamış halde bulunmuştur.

Hz. Mûsâ’nın kavmi, bu parlak mucizeyi gördüklerinde, kalplerindeki her türlü şek ve şüphe yok olmuştur. Çünkü böyle bir mucizenin, bir yaratıcının varlığına ve Hz. Mûsâ (a.s.)’nın peygamberliğinin doğruluğuna delâlet etmesi, zarurî ilme yakın bir mertebededir. Onlar, bu olayı gözleri ile gördüklerinde, bu onları Hz. Mûsâ’yı tasdik ve O’na bağlanma hususunda sebatlı olmaya dâvet etmiştir. İsrâiloğulları, bütün işlerin Allah’ın elinde olduğunu anladılar. Çünkü Allah, bir anda aziz görünenleri zelil; zelil olanları aziz yaptı. Bu durum, kalbi dünya meşgalelerinden çevirip tamamen Yaratıcı’nın hizmetine yönelmeyi ve bütün işlerde O’na tevekkül etmeyi gerektiren büyük bir nimettir.

Biz, onlar için cereyan eden ve başlarına gelen bu büyük olayları tasavvur ettiğimizde anlıyoruz ki Allah'a muhalefet eden hem dünyada hem de âhirette bedbaht olur. O’na itaat eden ise, dünyada da âhirette de mesut olur. Bu durum, bizi O’na itaate sevketmekte, günahtan sakındırmaktadır. Hz. Mûsâ’nın ümmeti, kendilerine bu apaçık mucizeler ve göz alıcı deliller özellikle verilmiş olduğu halde, yine de birçok hususta Hz. Mûsâ’ya muhalefet etmişlerdir. Hatta, “onların ilâhları/tanrıları olduğu gibi, bize de bir tanrı yap!” (7/A’râf, 138) demişlerdir. Hz. Muhammed (s.a.s.)’in ümmetine gelince, onlara verilen başlıca mûcize, mûcize oluşu ancak ince deliller ile bilinen Kur’an-ı Kerim olduğu halde, peygamberlerine boyun eğmişler ve O’na hiç karşı çıkmamışlardır. Bu da gösterir ki, ümmet-i Muhammed, ümmet-i Mûsâ’dan daha şereflidir.

 

Altın Buzağıya Tapmak

“Kırk gece (söyleşmek) için Mûsâ ile sözleşmiştik. O (huzurumuza gelmek üzere aranızdan) ayrıldıktan sonra, kendilerine zulüm/kötülük edenler olarak buzağıyı (ilâh) edindiniz.” (51)

Hz. Mûsâ’nın denizi geçtikten sonra, Allah tarafından vaad olunan Kitap için bir mîkat olmak üzere tâyin edilen ve Zilkade ayının başından Zilhicce ayının onuna kadar gündüzüyle birlikte devam eden bir ay on günlük müddettir ki, Hz. Mûsâ, bu süreyi Tur’da oruçlu olarak geçirmiş ve nihayet münâcat ile bizzat ilâhî kelâma mazhar olmuş ve Tevrat levhaları kendisine inzâl buyurulmuştu. Aylar, geceden başladığı için, gün ile sayılmayıp gece ile sayılmış ve “kırk gece” denilmiştir. Bunda bir incelik daha vardır; ilâhî tecelliler, fecir gibi daima geceleri takip eder. Kara günler de geceden sayılır.

Hz. Mûsâ, Tur'a on emri almak üzere gittiğinde, kavmi içinde, Sâmirî isimli biri altından buzağı heykeli yaparak halkı ona taptırdı. Firavun'un boğulma mucizesini ve Cenâb-ı Allah'ın Hz. Mûsâ eliyle gösterdiği nice mucizeyi gözleriyle gören yahudiler, bütün bunlara rağmen Allah'tan kolaylıkla yüzçevirip altına ve buzağıya tapabildiler. Günümüzde de evrende ve kendi bünyesindeki bunca ilâhî mucizeyi görmezlikten gelip, altın buzağıya tapanlar çıkabiliyor; yani paraya, mala tapanlar; bunlar da günümüzün yahudileşenleri.

Âyet, buzağıya taptınız demiyor. Onu ittihaz ettiniz, peydahladınız; ona tâbi oldunuz; belki direkt tapmadınız, secde etmediniz; ama tapar gibi onu sevdiniz, saygı duydunuz, deniliyor. Peydahladınız, ortada böyle bir şey yokken uydurdunuz. Altın ve gümüşe, paraya pula taparcasına saygı duymak, günümüzün de en büyük putu. Paraya direkt tapılmasa, onun ilah olmadığı bilinse de; onu yüceltmek, aşırı dünyevileşerek paranın esiri olmak, gerçek bir zulümdür, tevbe edilmesi gereken bir büyük hatadır.

Buzağıya tapma, Kenan, Mısır ve çevre bölgelerde çok yaygındı. İsrâiloğulları, bozulup Hz. Yusuf'un ölümünden sonra Kıptîlere esir olunca, yöneticilerinden bu kötü geleneği öğrendiler. Allah Teâlâ, onları buzağı gibi bir mahlûka tapınmaktan kısa bir müddet önce kurtardığı halde, Allah'a ibadeti ve peygamberinin tavsiyelerine bağlılığı bırakıp da boş bir cesetten ibaret olan buzağı heykeline tapanlardan daha zâlim bir zümre elbette ki tasavvur olunamaz. Bütün bunlara rağmen Allah onları affetti. Peygamberine Kitap verdi. Bu Kitap'ta hak ile bâtılı birbirinden ayıran, kendilerini sapıklıktan kurtarıp hak yoluna sevk edecek hükümler vardı.

Hz. Mûsâ'nın kavmi, O'nun risâletine iman ettiğinden, kendilerine fikir ve hareket sorumluluğu yükleyen risâletin mesajını ve misyonunu kavradığından, anladığından dolayı O'na katılmamıştı. İsrâiloğulları Hz. Mûsâ ile birlikte harekete kalktıklarında bir taraftan O'nun kavminden oldukları için; bir taraftan da Firavun'un zulmünden kurtulmak istediklerinden dolayı O'nunla beraber olmuşlardı. İman meselesi ise, bu iki ana amacı ve ilkeyi desteklemelerinin bir vasıtası olmaktan öte bir anlam taşımıyordu onlar için. Onlar Hz. Mûsâ'nın risaletine sırf bir hakikat olduğundan dolayı taraftar olmamışlardı. İşte bu nedenle herhangi bir dalgalanma, bir akım karşısında sarsıldılar. Basit duygusal hareketler karşısında direnemeyip saptılar. Hz. Mûsâ gözlerinden uzaklaştıktan hemen sonra içinde bulundukları havadan uzağa düştüler.

Çünkü onlar, Hz. Mûssâ'nın güçlü şahsiyetinden, gücünden kaynaklanan etkisinden ve güzeli kabul etmeyi hissettiklerinden dolayı O'na boyun eğiyor, bağlanıyorlardı. Onların bu karakterde olduklarını gösteren delillerden biri de, Hz. Mûsâ ile ilk karşılaşmalarında, anında dönüş yapmaları, günah işlediklerinin derin bir şekilde bilincine varmalarıdır.

 

Liderlerin, Toplumlarını İyi Tanımaları Gerekir

İsrâiloğullarının bu olayından, Allah yolunda çalışanlara yeni bir ders çıkarabiliriz. Şöyle ki; ister dâvet ve tebliğ konumunda, ister eylem ve hareket konumunda olsun Allah yolunda çalışan hiç kimse, imanın tepkisel tezahürlerine aldanmamalı, onlardan etkilenmemelidir. Kendilerine yardım edenlerin ve saflarında yer alanların durumlarını incelemelidirler. Kendilerine taraftar olanların katılmalarına etki eden dahilî etkenleri ve olayların arka planlarını tespit etmelidirler. Onları bu önderliğe veya pratik eylem çizgisine, yahut kapsamlı düşünceye bağlanmaya iten sebepleri görmeye çalışmalıdır. Kitlelerin hareketten etkilenmeleri sırf liderin tabiatından veya karizmasından kaynaklanmış olabilir. Liderin güçlü düşüncesinden, kişisel câzibesinden, ailevî, ulusal veya bölgesel karakterinden etkilendikleri için bağlanmaları mümkündür. Bağlılıkları meselenin duygusal atmosferinden de gelmiş olabilir. Belli birtakım hareketlere tepkisinden, bu harekete veya liderliğe karşı olan birtakım hareketlere muhalif olduklarından dolayı onunla beraber hareket etmiş olabilirler.

Bu durumda onların hareket ve liderliğe bağlılıkları, içlerindeki düğümü çözmeye veya bir öfkeyi boşaltmaya yöneliktir, bununla sınırlıdır. Kişiye etki eden faktörler, siyasal ve sosyal konumlarla da ilgili olabilir. Bu durumda kişi veya topluluk kendi siyasal ve sosyal konumuna kavuşmak için Allah'a davet yolunun uzun mesafesini sırf bu amaç için kat etmeye karar verebilir. Hareketin içinde bu hedefe varmak için yer alabilir. Bunun yanı sıra, kişinin veya topluluğun bütün bu etkenlerden değil de; düşünceye ve hedefe gerçek bir iman çizgisinden kalkarak sahip çıkması da mümkündür. Öyleyse Allah yolunda çalışanların bu etkenleri ve faktörleri güzelce gözden geçirmeleri, onları incelemeleri gerekir ki dâvâya katılan, hareket eden,

dâvâ içinde yer alan toplulukların hangi konumda olduklarını bilsinler. Çünkü bu konuda hesapların farklılığı, tavırların farklılığına sebep olabilir. Ve topluluklardaki bu zaafları beklenmedik bir anda denemeler, sınavlar ortaya çıkarabilir.

Bu kıssada, müşrik Araplarda, yahudilerden ve hıristiyanlardan görmüş olduğu muhalefet hususunda, Hz. Peygamber (s.a.s.)’e bir teselli bulunmaktadır. Sanki Cenâb-ı Allah, Mûsâ (a.s.)’nın bu kötü olaya sabredişi gibi, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in de sabretmesini emretmiştir. Çünkü İsrâil oğulları, Allah onları Firavun’dan kurtardıktan ve Mûsâ (a.s.)'nın ilk çıkışından o vakte kadar hârikulâde mûcizeler gösterdikten sonra bu zayıf şüpheye kanmışlardır.

Sonra Hz. Mûsâ buna sabretmişti. Bundan dolayı Hz. Muhammed (s.a.s.)’in bu şiddetli eziyetlere sabretmesi, daha evlâdır. Peygamberimiz’le en fazla mücadele eden ve O’na en çok düşmanlık besleyenler yahudiler idi. Bundan dolayı, Allah sanki şöyle demektedir: Bunlar, selefleriyle, atalarıyla iftihar ediyorlar. Oysa ki onların selefleri, ahmaklığın, cehaletin ve inadın işte bu derecesinde idiler. Ya onların halefleri nasıl olur?

Birkaç günlüğüne halktan ilgiyi kesip yalnız Hak'la beraber olmak, bütün peygamberlerin hayatında vardır. Mûsâ (a.s.) kırk gün Tur dağında itikâfda kalıyor. Peygamber Efendimiz de Medine'ye hicret ettikten sonra her sene Ramazan ayının yirminci günü sabah namazından Ramazan bayramı birinci günü bayram namazına kadar mescidde itikâfa çekilirdi.

Zamanla müslümanlar Ramazan'daki itikâfı yerine getirdikleri gibi, Mûsâ (a.s.) 'nın sünnetine uygun olarak kırk gün tekkelere kapanarak halktan ilgiyi kesmişler ve bu uzletin adına da çile demişler. Farsça'da çile kırk demektir. Çilehane ise kırk gün kalınacak yerdir. Yoksa, Allah'ı zikretmek, insan için bir zorluk ve meşakkat, çile değildir. On günlük veya kırk günlük bu halvet, akünün şarj olması gibidir. Peygamberlerin hayatı, mücadeleleri, planları, başarıları gözden geçirilir ve çıkınca neyi nasıl yapacağına uzlette kalan mü'min karar verir ve bunları bir sene içinde uygulamaya koyar.

“...Kendilerine zulüm/kötülük edenler olarak buzağıyı (ilâh) edindiniz.” Âyetin bu bölümünde, küfrün zararının ancak kâfirlere döneceğine bir uyarma bulunmaktadır. Çünkü onların bundan istifadesi, ancak kendilerine zulmetmeleridir. Bu, Cenâb-ı Allah’ın celâlinin müttakîlerin tâatı ile kemal bulmaktan; günahkârların da günahıyla noksanlaşmaktan münezzeh olduğuna delâlet eder. Mûsâ (a.s.)'nın yokluğunda Hârun (a.s.)'u dinlemeyen bir kısım yahudi, eski Mısır dininin tanrısı olan sığırın bir heykelini yaparak tapınmaya başladılar.

“O davranışlarınızdan sonra belki (akıllanıp) şükredersiniz diye sizi affettik.” (52)

Bütün bunca isyan ve nankörlüğe rağmen yine ilâhî affa uğradılar ki, burada işte özellikle bu af nimeti hatırlatılıyor. Bu affın nasıl gerçekleştiği, aşağıda ayrı bir nimet olarak beyan edilecektir. Allah, tevbe edenlerin suçu ne olursa olsun affedileceğini bildiriyor bu âyetlerde. Günümüz putperestlerine de kapı aralanıyor. Âyet, hepimize şu mesajı verir: "Ey insanoğlu! Siz zaman zaman altın buzağıya, paraya tâbi oluyorsunuz. Ben sizi affediyorum; kahretmiyor, helâk etmiyorum. Derhal hamde ve şükre dönün!"

Allah'a şükretmek; Vermiş olduğu nimetlerinden dolayı bunları hatırlayarak Allah'ın emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçınmak, bütün ibadetleri yalnız Allah'a yapmak ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmamaktır.

 

Peygamberlere Hakla Bâtılı Ayıran Ölçü Verilmiştir

Hidâyeti/doğru yolu bulursunuz ümidiyle Mûsâ’ya Kitabı ve furkanı/hak ile bâtılı ayıran (hükümleri) verdik.” (53)

 

Allah’ın onlara verdiği bir diğer nimet budur. Hz. Mûsâ’ya verilen kitabın Tevrat olduğunda ihtilâf yoktur. Fakat, buradaki “furkan”dan kasdın, Tevrat, Tevrat’ın içindeki herhangi bir hüküm (On Emir) ve Tevrat’ın dışında herhangi bir şey olması muhtemeldir. Tevrat’ın “münzel” (bir defada indirilen) bir “kitab” ve hak ile bâtılı birbirinden ayıran “Furkan” diye iki sıfatı vardır. Furkan’ın, Kur’an’ın olduğu gibi, Tevrat’ın da bir sıfatı olarak ifade edilmesi mümkündür. Furkan, aslında iki şey arasını kesin olarak ayırmak demektir. Hak ile bâtılı, iman ile küfrü, helâl ile haramı birbirinden kesip ayıran her şeye furkan denilir.

İkinci ihtimalin açıklamasına gelince, buna göre Furkan’dan murad, Tevrat’ta bulunan dinî açıklamalardır. Çünkü Cenâb-ı Allah beyan edince, hak bâtıldan ayrılarak zuhur etmiştir. Buradaki Furkan’dan maksat, Tevrat’taki bazı şeylerdir. On Emir gibi dinin usûl ve furûunun ortaya konulmasıdır.

Üçüncü ihtimal ise, Furkan’dan kasıt, Hz. Mûsâ’ya verilen yed-i beyzâ, asâ ve diğer mûcizelerdir. Bunlar Furkan diye adlandırılmıştır; çünkü bunlar hak ile bâtılın arasını ayırmışlardır. Diğer bir şekilde Furkan’dan maksat, Allah’ın İsrâiloğullarına Firavun’un kavmine karşı yardım, zafer ve verdiği ferahlıktır.

Hak ile bâtılın, iyi ile kötünün ayırt edicisi Allah'ın indirdiği kitaptır. O kitaplar olmasa idi, insanlık hak ile bâtılı ayırt edemezdi. Hâlâ günümüzde yasaların değişip durması, hakiki doğrunun, mutlak hakikatin bulunamamasının delilidir.

Yüce Allah, Kitab'ın ve Furkan'ın onlara gönderilmesini Allah insanlara verdiği büyük nimetlerden biri olarak karşılarına çıkarmaktadır. Çünkü bu, hakka, gerçeğe ulaşmanın yoludur. Bu da doğru yola ulaşmanın adımıdır ve doğru yola ulaşmanın önemli bir nimet olduğuna dikkat çekilmektedir. İnsan için, hak ve büyük değerlerin değişmez ilkelerine dayanan bu ana ilkeler üzerine kurulan mutlu, bereketli, hayatın kapılarını açan, nimetten daha büyük bir ihsan düşünülebilir mi?

 

Şirk, İnsanın Kendine Yaptığı En Büyük Zulüm/Kötülüktür

Mûsâ kavmine demişti ki: ‘Ey kavmim! Şüphesiz siz, buzağıyı (tanrı) edinmekle kendinize zulüm/kötülük ettiniz. Onun için yaradanınıza tevbe edin de nefislerinizi (kötü duygularınızı) öldürün. Öyle yapmanız, yaratıcınızın katında sizin için daha iyidir. Böylece Allah tevbenizi kabul etmiş olur. Merhamet edip tevbeleri kabul eden ancak O’dur.” (54)

Bilindiği gibi, Hz. Mûsâ’nın Tur’a gitmesinin hemen arkasından Sâmirî, altından bir buzağı heykeli yapmış ve Apis öküzüne tapan Mısırlılar gibi, İsrâiloğullarının bir kısmını, “İşte Mûsâ’nın aramaya gittiği tanrı budur” diyerek, ona taptırmış ve çok yakın bir zamanda bizzat şahit oldukları nimetlere karşı nankörlük yapıp bozgunculuk çıkarmıştır. Hz. Hârun, kavmin puta tapmaktan kaçınan bir kısmı ile beraber, bu gidişi önleyememiş ve Hz. Mûsâ’nın dönmesini beklemişlerdir. O zamana kadar da bu karışıklık gittikçe yayılmış, Hz. Mûsâ Tur’dan dönünce hem buzağıya tapanlara, hem de ses çıkarmayıp bekleyenlere, bu günahlarından ötürü hemen tevbe etmelerini emretmiştir.

Mûsâ (a.s.) Tur'dan dönüşünde halkının buzağıya taptığını görünce halka "siz böyle yapmakla kendinize zulmetmiş, kendinize yazık etmiş oluyorsunuz" der. "Yaratanınızı bırakıyor, yaratılana tapıyorsunuz. Buzağıyı bırakın, yaratıcınıza tevbe edin" buyurur. "Nefislerinizi öldürün" ifadesi, farklı anlamaya müsaittir. Bu ifade, intihar edin anlamına yorumlanamaz. Nefislerin azgınlığını, sapıklığını giderin, şirke götüren kötü duygularınızı, altına tapma hırsınızı giderip öldürün manasına gelebilir. Nefsinizi öldürün, yani günahınıza pişmanlıkla üzüntü ve kederden canınızı çıkarır gibi pişmanlık duyun. Arzu ve şehvetlerden nefsinizi men etmekle riyâzet yapın, Size bu kötülükleri yaptıran, sizi şirke saptıran hep nefsânî isteklerdir. Tevbe de bunların kırılması ile faydalı olur ve ancak o zaman kabul edilir.

"Nefislerinizi öldürün" ifadesi, buzağıyı ilah edinen ve insanları dinden döndürenleri öldürün anlamına da gelebilir. Arılar, hayatlarını tehlikeye atma pahasına ballarını korurlar. Çiçekler bile dikenleriyle güllerini müdafaa eder. İnsanlar da inançlarını ve devletlerini korurlar. Vücudunda kanser olanın, tedavisi mümkün olmayan parçayı kesip attırdığı gibi; toplum da vücudunda üreyen ur'u tedavi edemezse keser atar. Ama, kişi yaptığına tevbe ederse, Allah tevbeleri kabul edendir; affedicidir, merhametlidir.

Âyet, altına tapma ve dünyaya meylin, ilâhî nimetlerin en güzeli olan cennetten alıkoyduğunu; bu nedenle nefsimiz için büyük zulüm olduğunu vurguluyor. Âyette "Bâriinize dönün, Bâriinize tevbe edin" deniyor. Bâri, yaratırken ayıpsız ve noksansız muhteşem sanatla yaratan demektir. Bâri olan Rabbimizin yaratıştaki sanatı, yaratılışın eksiksizliği apaçık iken siz dünyanın aldatıcı ve eksiklerle dolu olan para câzibesine nasıl takılıp kalıyorsunuz? Deniliyor. Altın buzağı, insan eliyle oluşturulmuş basit bir heykeldir. Hiç bir şeyi göremez, duyamaz, kendisi sonradan ortaya çıkarılmıştır, yaratıktır. Allah ise eksiksiz bir yaratıcı ve muhteşem bir var edicidir.

"Tevbe edin; nefislerinizi (kötü duygularınızı) öldürün." Tevbe eden, nefsini öldüren altına tapmaktan kurtulur. Nefsin öldürülmesinden murat, onun buzağıya ve altına tutkunluğunu yok etme çabası ve eylemidir. Nefsin öldürülmesi, dünya ile ilgi ve ilişkiyi kesme değil; dünyaya tutkunluk ve râm olma eyleminin yok edilmesidir. Nefsin, dünya ile ilgisinin kesilmesi, kulluğun ortadan kalkması gibi bir olaydır ki, tabii kesinlikle yanlıştır. Nefsin öldürülmesi olayı, ancak dünyaya eğilim aşırılaşınca, insan haddinden fazla dünyevîleşince zorunludur. Dünya ilgileri, normal ve caiz hudutlarda olan insanların böyle bir operasyona ihtiyaçları da yoktur.

 

İnanmak İstemeyenlerin Bahaneleri; "Görmediğimize İnanmayız"

“Bir zamanlar, ‘Biz Allah’ı açıkça görmedikçe sana inanmayız’ demiştiniz de bakıp durduğunuz halde hemen sizi yıldırım çarpmıştı.” (55)

Aslında benî İsrâil, Allah'ı, Allah'ın yardım ve mucizelerini kaç defa görmüşlerdi. Allah'ı eserleriyle, rahmet ve bereketleriyle ne kadar müşâhede etmişti İsrâiloğulları. Allah'ı yardımlarıyla gören insanlar, gözleriyle, açıkça görmek istemek gibi olmayacak şey istiyorlar; bu istekleri olmazsa Allah'a inanmayacaklarını nankörce, ancak müşriklere yakışır bir şekilde dile getiriyorlar. Allah'ı gözleriyle apaçık görmeyi imanlarının şartı olarak ileri sürmüşlerdi. Onlar, iman ve itaat konusunda pazarlık yapıyorlardı.

Günümüzde bazı kâfirlerin 'biz laboratuvarda inceleyip gözümüzle görmediğimize inanmayız" sözleri yeni değil. Daha önce söyleneni tekrarlıyorlar. Bu insanlar, bu iddialarında samimi değillerdir. Gözüyle göremediğinin varlığını kabul etmeyenlere; akıllarını, duygularını, düşüncelerini, rüzgârı, elektrik akımını... göremedikleri halde varlıklarını nasıl kabul edip, kendileriyle çelişkiye düştükleri sorulabilir. Böylece görülecektir ki, onlar görmedikleri için inkâr etmiyorlar, görseler bile hakkı kabul etmeyecek sapıklar olduklarından şeytana ve nefislerine uyarak küfrü tercih ediyorlar.

İsrâiloğulları, yine aynıdır. Onlar katılaşmış hisleri ve maddeleşmiş fikirleri ile yine gaybe giden yolları inkâr ediyorlar. Kur'an, burada, İsrâiloğullarının ataları tarafından yapılanları asr-ı saâdetteki yahudilerin yüzüne vurmak suretiyle Rasül-i Ekrem'e karşı yaptıkları azgınlıkla geçmişlerinin yaptığı azgınlık arasında benzerlik olduğuna işaret etmektedir. Nitekim Medine'deki yahudiler de ecdatlarının kendi peygamberlerine yaptıkları gibi Peygamberimiz'den hârikulâde şeyler istiyorlar ve bu yolda bazı mü'minleri de O'na karşı tahrik etmeye çalışıyorlardı.

Bunca gerçekleşen nimetlerden sonra “Allah’ı gözümüzle görmeden sana inanmayız” diye Hz. Mûsâ’ya isyan etmek, ne büyük bir küfür ve nankörlüktür. Bu âyet, mârifetullah (Allah’ı bilme) meselelerinin en dikkat çekici olanını bir cümlede hatırlatıvermiştir. Gerçekten de insanlar, kalkınıp yükselecekleri zaman, görüşleri ve kalpleri de yükselir; idrakleri yalnızca gözleri önünde duran görüntülere bağlanıp kalmaz. Akıllarıyla görünebilenin ötesine geçerler, gaybın hakikatine iman ederler, görülmedik ve işitilmedik saâdetlere ererler. Bunun aksine alçalacakları ve çöküntüye uğrayacakları zaman da akılları kalmaz, kalpleri körelir, gözleri görünebilene saplanıp kalır, gözlerine batmayan şeye inanmazlar. İnanmak için mutlaka görmek isterler, fenalıktan sakınmazlar, gelecek felâkete de bilfiil başlarına gelmedikçe inanmazlar. Halbuki felaket gelince hükmünü icra eder. Derecesine göre ya ezer, ya imha eder.

Böyle, maddeden başka bir şey tanımayan, gözlerine batmayan şeye inanmayanlar, inanmak istemeyenler, sopasız yürüyemeyen körlere benzerler; tapacakları ilahlarını da elleriyle tutmak, yoklamak isterler. Bunların gözünde mâneviyat, soyut şeyler ve maddî olmayan her türlü değerler, evham ve hayal cinsinden sayılır. Tapmak için, cisim cinsindeki şeylerden putlar ararlar, bulamazlarsa yaparlar ve ona taparlar, ondan imdat umarlar. Çünkü insanlarda ibadet ihtiyacı doğuştan, yaratılıştan gelen bir gereksinimdir; bundan kurtulamazlar. Fakat hakiki mâbudu göremeyince, kalplerinden ve akıllarından kuvvet alamayınca, gözlerinin gördüğü, ellerinin tuttuğu, eriştikleri bir şeyden kuvvet dilenirler. Hiç olmazsa bir öküz veya öküzün altında bir buzağı ararlar.

İsrailoğullarının bir kısmı da gerek Mısır ve civarındaki görgüleri, gerek henüz yükselememeleri veya herhangi bir sebeple tekrar çöküntüye uğramış olmaları dolayısıyla Hz. Mûsâ’ya “Allah’ı açıktan açığa görmeyince sana inanmayız” diye diretmişler, akılsızlıklarından kendilerini Mûsâ ile bir tutup, “Sen konuştum, Kitap getirdim diyorsun ya! Haydi bize de göster!” diye isyana cür’et etmişler ve bununla Allah’ı bir cisim gibi, karşılarında bütünüyle görmek istemişler ki, bu imkânsız bir şeydi. Bütün gördükleri nimetler ve o hârikalar, akıl yürütmelerine kâfi gelmemiş, böyle nankörce bir tutumla, olmayacak hayallere saplanıp kalmışlar. Bundan dolayı başlarına yıldırım musibeti bir hârika olarak gelmiş ve bu musibetten de yine bir hârika olarak ve yine Allah’ın rahmeti sayesinde kurtulmuşlardır. Bizzat Allah’ı göremedilerse de başka mâbutların yapamayacağı cezayı yakından görerek akılları başlarına gelmiş, görmeden inanmanın büyük önemini o zaman biraz takdir etmişler de bütün kavim, bu sayede yeniden dirilmiş ve kurtuluşa ermiştir; Bu da büyük bir nimettir. Gerçekten Allah görülmez ve görülemez değildir; O, kendisini görebilecek gözler yaratmaya da kadirdir. Fakat O’na bu dünya gözleri dayanmaz ve görülürse ihata olunamaz. Bizim dünyada yararımız O’na gıyabında iman etmek, aklî ve kalbî şehadetle inanmaktır.

Kör insan, bastonun yol gösterdiğine inanır. Ama köre göre gözlüğün hiçbir önemi yoktur. A'râf suresinde, mikatta Hz. Mûsâ ile beraber yetmiş kişinin olduğu haber verilir: "Mûsâ, tayin ettiğimiz vakitte kavminden yetmiş adam seçti (ve huzura getirdi). Onları o müthiş deprem yakalayınca, Mûsâ dedi ki: 'Ey Rabbim, dileseydin onları da beni de daha önce helâk ederdin. İçimizden bazı beyinsizlerin işlediği (günah) yüzünden hepimizi helâk edecek misin?" (7/A'râf, 155)

Bir milletin içinden seçilen yetmiş kişinin işlediği suçtan dolayı hepsinin cezalandırıldığı haber veriliyor. Seçenler, seçtiklerine dikkat etmelidir. Ona vekâleti verince, onun yaptığı her hata, seçeni de sorumlu tutar. Günümüzde yönetenlerin yaptığı hatanın cezasını millet çektiği gibi. "Bir de öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (mazlumlara ve genele de dokunur ve hepsini perişan eder). Bilin ki Allah'ın azabı şiddetlidir." (8/Enfâl, 25) Bulaşıcı hastalıklar, bir şehre girdiğinde yalnız hastalara bulaşmazlar; sağlıklı olanlara da bulaşırlar.

“...(Bön bön) bakıp durduğunuz halde hemen sizi yıldırım çarpmıştı.” Sizi yıldırım çarpmış veya yıldırım gibi dehşetli bir darbeye tutulmuş, yıkılmıştınız. Kımıldamaya dermanınız kalmamış, sadece bön bön bakıp duruyordunuz. Büyük ihtimalle ölmemişlerdi, fakat ölüm haline gelmiş, şiddetli infiale, paniğe kapılmışlardı. A’râf suresinde, olayın anlatıldığı âyetten de ölmedikleri anlaşılıyor: “Onları o müthiş deprem (sarsıntı ve titreme) yakalayınca..” (7/A'râf, 155) Onlar, öyle sarsıldılar ki sanki mafsalları kopuyor, belleri kırılıyordu. Mahvolmak durumuna gelmişlerdi. O zaman Hz. Mûsâ ağlayarak Rabbine duâ edip yalvardı, Allah da bir açıklık ihsan eyledi, kendilerine geldiler, akılları başlarına geldi.

“Sonra ölümünüzün akabinde sizi dirilttik, umulur ki, şükredersiniz.” (56)

Âdeta ba’sü ba’del mevti (öldükten sonra dirilmeyi) tattılar. Önceki yıldırım çarpması bir ölüm ise, bu da hakikaten yeniden dirilmek demek olacaktır. Ölmeleri mecazi ise, dirilmeleri de mecaz olacaktır.

Yıldırımın çarpmasından sonra yeniden hayata dönmüşler. Gözleriyle öldüklerini veya ölümden beter dehşeti gördükten sonra diriltildiklerini gören bu insanlardan birçoğu samimiyetle Rablerine dönmüşler.

Allah'ın Gökten Yağdırdığı Nimetler

“Sizi bulutla gölgeledik, size kudret helvası ve bıldırcın kebabı indirdik ve verdiğimiz güzel rızıklardan/nimetlerden yiyin, dedik. Hakikatte onlar, sadece kendilerine zulüm/kötülük ediyorlardı.” (57)

İsrâiloğulları, çok kalabalık bir halde Mısır'dan göç edip Sina yarımadasına girdiklerinde, değil ev veya çadır; başlarını sokacak bir yerleri bile yoktu. O zaman Allah, onları güneşin yakıcı sıcağından korumak için bulut gönderdi. Eğer bulutlar onları gölgelemeseydi, çöl güneşinin yakıcı sıcağında kavrulup giderlerdi.

Menn ve selvâ; Allah'ın verimsiz arazide İsrâiloğullarını doyurmak için verdiği nimetlerdi. Menn, gökten çiğ damlası gibi dökülüyor; bıldırcına benzeyen selvânın ise binlercesi uçuyordu. Nimetler o denli boldu ki, İsrâiloğullarının tümü kırk yıl boyunca açlık ve kıtlık çekmeksizin bu güzel rızıklarla beslendiler. Bu bağlamda bugün zengin yeraltı kaynakları, iletişim ve ulaşım araçlarıyla çağdaş bir ülkenin birkaç milyon göçmeni barındırıp besleme konusunda zorluklarla karşılaşacağı noktasına da dikkat edilmelidir.

Hayatınızda hiçbir şekilde rızık endişesiyle Rabbinize olan hizmeti terk etmeyin. Rabbinizden sakınırsanız, o size hiç hesap etmediğiniz yerden rızık verir. İbrahim (a.s.) put yapımcısının oğlu olarak çağında en rahat insanlardan biri idi. Ancak zamanındaki insanlar, zâlim devlet başkanı Nemrut'un kölesi gibi yaşıyorlardı. Köle olarak yağlı ballı bir hayat yaşamaktansa, Allah'a ibadet ederek hür yaşamayı tercih eden İbrahim (a.s.)'e ot bitmeyen Mekke'de Allah, zemzemi çölden çıkartmış ve orayı bereketli kılmıştır. Mûsâ (a.s.) da Firavun'un sarayında yağlı ballı köle hayatı yaşamaktansa çölde hür bir şekilde Allah'a ibadet etmeyi tercih edince Allah çölde ona ve kavmine su verdi. Yanmasınlar diye güneşin önüne bulut gerdi. Kudret helvası ve bıldırcın kuşuyla besledi.

Gökten Helva Yağar mı?

Allah, İsrâiloğullarını, çölün kızgın sıcağından korumak için üzerlerine bulut göndermişti. Yağmursuz ve bulutsuz çöl; ateş fışkıran ve yalım saçan bir cehennem gibiydi. Allah onları serinletmek için bulut göndermiş, yiyecek ve içecek stokları tamamen tükenince de gökyüzünden, "menn", yani kudret helvası ile bıldırcın indirmişti. Böylelikle, daha önce bir cehennemden farksız olan çöl, onlar için rahatlığın yaşandığı cennet bahçelerine dönüşmüştü. Ancak, İsrâiloğulları, Allah'ın bunca nimetine karşılık, bir kerecik olsun gerçek anlamda şükretmeye yanaşmıyorlardı.

Günümüzde ve yaşadığımız topraklarda da kudret helvasının yağmakta olduğunu insanımızın ne kadarı bilmektedir? Mardin'in küçük ilçesi Cizre'de ilkbahardan yaza girerken hemen hemen her sene kudret helvası yağıyor. Önce gökyüzünde mütevazi şimşeklerin çaktığını belirten Cizre'liler, gökyüzünden kar yağar gibi helva yağmaya başladığını, ancak helvanın Cizre'nin sadece ağaçlık bölgelerine yağdığını söylüyorlar. Baldan ve şekerden daha tatlı olduğu belirtilen helva, sadece meşe ağaçlarının yapraklarının üzerine yapışıyor. Helva, özüne zarar verecek yapraklara yapışmıyor. Helvanın, piyasadaki şeker ve tatlılara oranla içerdiği asitin az olduğu, araştırmalar sonucu belirlenmiş. Bu olayın bir benzerinin Bitlis'in Mutki ilçesinde dağlık ve ormanlık bölgede de meydana geldiği söylenmektedir.

Kudret helvası, Kitab-ı Mukaddes'te de geçer. Tevrat'ın Sayılar bölümü, 11. bâbında ve Çıkış bölümünde konu edilir. Kudret helvasına hıristiyanlar ve yahudiler de inanmaktadır. İngiliz bilim dergisi "Nature", ocak 1981 sayılı nüshasında konuyu işlemişti.

Müfessirler, kudret helvasının (menn) ne anlama geldiği konusunda değişik görüşler ileri sürüyorlar. Ali bin Ebû Talha, İbn Abbas'tan naklederek, "kudret helvası, onların üzerine ağaçlara iniyordu ve onlar bu helvadan istedikleri şekilde yiyip besleniyorlardı" diyor. Mücahid ise, kudret helvasının yapışkan bir şey olduğunu belirtiyor. Süddî, "onlar, 'Ey Mûsâ, burada bu şekilde nasıl olacak, bizim için yiyecek nerede?' dediler. Bunun üzerine Allah, kudret helvasını indirdi. O zencefil ağacının üzerine düşüyordu" derken, Katâde ise, kudret helvasının onların bulunduğu yere kar iner gibi indiğini, sütten daha beyaz, baldan daha tatlı olduğunu söylüyor. Katâde ayrıca fecrin doğuşundan güneşin doğuşuna kadar olan sürede helvanın yağdığını kaydediyor.

Allah'ın Hz. Mûsâ ve kavmine gönderdiği helva hep yağacak. Onu ve Kur'an'ı inkâr edenlerin başına, belki de Ebâbil kuşlarının getirdiği taş misali... (1)

“...Onlar, sadece kendilerine zulüm/kötülük ediyorlardı.” Çünkü dinin, iman ve amelin faydası da zararı da Allah'a değil; kullaradır. Bu hususta yaptıkları zulüm ve nankörlük, birkaç âyet sonra ayrıca hatırlatılacaktır. Şu da rivayet olunuyor ki, bunlar; “Temiz temiz, taze taze yiyin” denildiği halde dinlememişler, biriktirmeye, toplayıp yığmaya başlamışlar ve bunun üzerine nimet kesilmiş, zaruret ve sıkıntı içinde kalmışlar. Dikkat edilince görülüyor ki, nimetler tek tek sayılırken, gitgide bunlara nankörlükler ekleniyor ve hatırlatmanın hedefi, bu nimetler ve bunlara karşı yapılan haksızlık, nankörlük ve zulümler oluyor.

Allah, onları çölün kızgın sıcağında gölgelendirmek için üzerlerine bulut gönderdi. Yağmursuz ve bulutsu çöl; ateş fışkıran ve yalım saçan bir cehennem gibidir. Yağmur ve bulut, çöle insan ruhunu ve vücudunu takviye eden tatlı ve sakin bir hava getirir. Allah'ın bu kavme ağaçların üzerinde bal gibi lezzetli kudret helvası verdiğini, bıldırcın eti gönderdiğini biliyoruz. Çölde bol bol bıldırcın kebabı yiyorlardı. Çöl, kendileri için bir rahatlık kaynağı idi. Allah her türlü tatlı yemekleri onlara helâl kılmıştı. Fakat bütün bunlara rağmen onların bir kerecik olsun şükrettiklerini görmüyoruz. Ne yazık ki, âyetin sonunda zulmedip küfrettikleri ifade ediliyor. Neticesi kendi aleyhlerine olmasına rağmen, kimseye değil; sadece kendi nefislerine zulmetmiş oluyorlar.

Birçok âyetler (mucizeler), ilâhî nimetler, af ve mağfiret... Fakat bütün bunlar hissiyatının mahkûmu, katı tabiatlı kimselerde hiç bir tesir icrâ etmiyor. Onlar yine mücadele ve münakaşalardan vazgeçmiyorlar. Ayetin seyrinden anlaşılıyor ki zâlim Firavun'un zulüm idaresi altında geçirmiş oldukları zillet hayatı yahudilerin fıtratını müthiş bir şekilde bozmuştu. Zaten beşerin ruhî faziletlerini yok eden, dayandığı temel esasları yıkan ve onun insânî fıtratını en çok dejenere eden de, uzun müddet hüküm sürmüş bir zulüm idaresindeki zillet hayatı oluyor. Zulüm ve istibdat, bilindiği gibi insan fıtratını köleleştirir. Köleleşmiş fıtratların tipik özelliği; cellât kırbacı altında boyun eğmek, kırbaç şakırtıları dinince de inat etmek. Bir nimet ve kudret bahşedilince şımarmak... İşte İsrailoğulları bu hâlet-i rûhiyyenin tipik bir örneği idiler. Haddi zatında bu fıtrat kanunu her zaman, her yerde aynı şekilde cereyan eder. İşte bunun mahkûmu olan İsrâiloğulları o yüzden bu kadar inatçıydılar.

 

Şükür ve İstiğfar Yerine Zafer Sarhoşluğu ve Şımarıklık

“Bir zamanlar Biz, (Tih’den çıktıkları vakit İsrâil oğullarına) ‘Bu karyeye (şehre, kasabaya) girin, dilediğiniz yerde ondan dilediğinizi bol bol yiyin, kapısından eğilerek girin, (girerken) Hıtta! (Yâ Rabbi bizi affet) deyin ki, sizin hatalarınızı bağışlayalım; zira Biz, muhsinlere/iyilik edenlere ziyade vereceğiz’ dedik.” (58)

Bu olay, Hz. Mûsâ'dan çok sonra olmuştur. Fakat Kur'an, İsrâiloğullarının tarihini bir bütün olarak değerlendiriyor ve onların eski-yeni, uzak-yakın bütün geçmişlerine aynı gözle bakıyor; bizim de ibret almamızı istiyor. Gerçekten de İsrâiloğullarının tarihi, hep muhâlefet, inatçılık, isyan, nankörlük ve sapmalarla doludur. İsrâiloğulları, çölde kırk yıllık bir süre geçirdikten sonra, Allah, peygamberleri vasıtasıyla bu kez onların çocuklarına; Bu şehre, (Kudüs'e) girin, diye emretmişti. Onların çocukları, babaları gibi zillet ve ezilmişlik içinde olmadıkları için, hiç korkmadan cihad edip kendilerine verilen bu emri yerine getirdiler. Kırk yıl çölde dolaşırken korkak nesil ölmüş, yerine korkusuz yepyeni bir nesil gelmiş ve o yeni nesille Kudüs'ün fethi emredilmiştir. Hep parayı, altını ve dünyayı seven bu İsrâiloğullarına Rabbimiz emirlerini verirken "orada bol bol yiyin" diyerek, dünyalık da gösteriyor.

Burada zikredilen karyeden murat, büyük bir ihtimalle Kudüs'tür. Allah Teâlâ Mısır'dan çıktıktan sonra İsrâil oğullarına Kudüs'e gitmelerini, orada ikamet eden Amâlika kavmini çıkarmalarını emretmişti. Ne yazık ki İsrâiloğulları buraya girmekten kaçınmışlar ve şöyle demişlerdi: "Ey Mûsâ, şüphesiz ki orada zâlim bir kavim var. Onlar çıkmadıkça biz asla oraya giremeyiz. Şayet oradan çıkarlarsa biz de gireriz." (5/Mâide, 22) Aynı İsrâiloğulları, peygamberlerine şunları da söylemişlerdi: "Onlar orada bulundukları müddetçe ebediyen biz oraya girmeyiz. Sen ve Rabbin gidin ve döğüşün. Biz burada oturuyoruz!" (5/Mâide, 24) İşte bu yüzden Tih sahrasında kırk sene kalıp Nûn oğlu Yûşâ peygamberin kumandanlığında yepyeni bir neslin türemesine ve bu neslin Kudüs'ü fethederek oraya girmesine kadar zillet içinde yaşadılar.

Onlar, ilâhî yardım sayesinde Kudüs'e girmişlerdi. Allah, onlara bu şehre mütevazi bir şekilde, Allah'tan korkarak girmelerini, günahlarının affı için dua etmelerini emretmişti. Böyle yaparlarsa hatalarını affedeceği, iyilik yapanlar üzerinde fazilet ve nimetlerini daha da artıracağını Allah vaad etmişti.

Kudüs'e kapıdan girerken, gururla, kibirle değil; Rabbe secde ederek girin. Peygamber Efendimiz Mekke'nin fethinde şehre girerken atının üzerinde atının yelesine doğru eğilmiş olarak girmişti. Şehre girerken "Hıtta! deyin" Bu ifadeden, af dileyin manası öncelikle anlaşıldığı gibi; fethettiğiniz ülkenin insanlarına genel af ilan edin anlamı da verilebilir. Günümüzde küfür düzeninin ve kötü çevrenin kurbanı olan, zina, faiz, rüşvet, hırsızlık, içki ve isyanla meşgul insanlar, İslâm gelince öldürüleceklerini zannederler. Halbuki Efendimiz Mekke'yi fethettiğinde bütün suçlulara genel af ilan etmiştir. Çünkü İslâm'ın hâkim olmadığı yerde işlenen suçlardan dolayı suçlu cezalandırılmaz. "Kanun, geçmişe şâmil değildir."

Muhsin; Allah'ı görüyormuş gibi Allah'a ibadet eden, tüm düşünce, inanç, söz ve eylemlerinde güzellikler sergileyen demektir. Bu kimseler, her türlü şirk ve haramlardan kaçınırlar, ilâhî emirleri en güzel şekilde yerine getirirler. Bu güzel insanlara Allah, nimetlerini artırarak verecektir.

 

Allah'ın Emrini Değiştirmek

“Fakat zâlimler, kendilerine söylenenleri başka sözlerle değiştirdiler. Bunun üzerine Biz, yapmakta oldukları fısklar/kötülükler sebebiyle zâlimlerin üzerine gökten bir pislik (murdar bir azap) indirdik.” (59)

Bütün bu nimetlere rağmen, olumsuz tavırlarında diretenler, söylemeleri gereken sözü değiştirdiler. Küfrün en çirkini ve en katmerlisi olan tavrı sergilediler: Hafife almaya ve dalga geçmeye çalıştılar. Bunun üzerine Yüce Allah, günahkârlıklarından, azgınlıklarından ve isyanlarından dolayı onları cezalandırdı. Rivayete göre Allah’ın bu cezası bulaşıcı tâun (veba) hastalığı iği. Onların ileri gelenlerinden ve büyüklerinden binlerce kişiyi bir anda yok etti.

Allah'ın kitabını, Allah'ın emrini tahrif ediyor; "hıtta" yerine "hınta" diyorlar. "Biz Allah'ın affetmesini değil; buğday istiyoruz" anlamında alaylı ifade kullanıyorlar. Günümüzde "bana ekmek lâzım, iman değil!" diyen insanlar da, yeni bir şey söylemiyorlar. Yahudinin yolundan yürüyor, yahudileşiyorlar. Kızına damat, oğluna gelin alırken, kendisine arkadaş ararken dinî güzelliğine, ruh asâletine, iman zenginliğine değil de; kasasına ve kesesine bakanlar, yahudi karakterinden mikrop kapmış yahudileşmiş insanlardır.

Kim Allah'ın kelâmını ve emrini kendi menfaatine, hevâ ve hevesine uygun şekilde değiştirirse İsrâiloğullarının karakterine sahip olmuş ve yahudileşerek Allah'ın azabını hak etmiş olur.

 

Taştan Suyun Çıkarılma Mucizesi

“Yine bir zamanlar Mûsâ (Tih’de) kavmi için su istedi. Biz de ona ‘asanla taşa vur!’ dedik. Derhal (taştan) on iki pınar aktı. Her bölük, içeceği pınarı tanıdı. (Onlara) ‘Allah’ın rızkından yiyin, için; sakın arzda/yeryüzünde fesat çıkarmayın/bozgunculuk etmeyin’ dedik.” (60)

Taşlar ve kayalarla dolu kurak çölde, semânın kızgın lavlar ve korkunç ateşler saçtığı sıralarda Allah Teâlâ, İsrâiloğullarına o sarp kayalardan sular fışkırttı. Lavlar saçan semâdan kudret helvası ve bıldırcın eti indirdi. Yani bal ve kuş eti... Ama tefessüh etmiş, bozulmuş bir ruh yapısına ve aşağılık bir tiynete sahip olan İsrailoğulları, bir yüce gaye uğrunda Mısır'dan çıkarılıp çöllere atıldıkları halde o gayenin ulviyetini kavrayıp aşağılık hallerinden kurtulamadılar. Halbuki Allah Teâlâ, Hz. Mûsâ vasıtasıyla onları zilletten kurtarıp mukaddes emanetlere vâris kılmak için Mısır'dan çıkarmıştı. Şüphesiz ki bu hürriyetin bedeli, izzetin mes'uliyeti, ilâhî emanetin bir karşılığı olması gerekirdi. Ama İsrâiloğulları hürriyetin bedelini ödemek istemediler. Sorumluluklarını yerine getirmediler. Fidye vermekten kaçındılar. Alışmış oldukları aşağılık hayatlarıyla baş başa bırakılmalarını arzu ettiler.

Çölün ortasında Allah'a ibadete hürriyeti bulanlar, Mısır'ın içinde köle olarak yaşamaya çölde hür yaşamayı tercih edenler, Rabbimiz tarafından bulutlarla gölgelendirilip bıldırcın etiyle beslendikten, kudret helvasıyla doyurulduktan sonra; abdest almak, temizlik yapmak, yanan ciğerlerini söndürmek için buz gibi su isterler. Mûsâ (a.s.) ellerini kaldırır ve Rabbinden su ister. Rabbimiz de "asanla taşa vur" buyurur. Yani duâ, elle ve dille olmalıdır. Lisanla yapılan duâ, fiille desteklenmelidir. İnsan, kendi üzerine düşeni yaptıktan sonra Rabbine yönelmelidir. Evlenmeden çocuk istenmemeli, tarlaya tohum attıktan sonra ürün istenmelidir. Sıcak yataklarda yatarken "düşmanlarımıza bizi galip getir ya Rabbi!" diye duâ etmek yerine; Tâlut'un askerleri gibi tâğutla karşı karşıya gelip kılıçlar çekildiğinde duâ edilmelidir (bkz. 2/Bakara, 250).

Duânın arkasından “asan ile taşa vur!” deniliyor. Demek ki, o sırada Hz. Mûsâ, farzedelim bu ilâhî emre derhal uymayıp da “asayı taşa vurmanın suyla ne ilgisi var?” gibi aklî ve indî bir kıyas yapmaya ve kendi kendine fikir yürütmeye kalkışsaydı, bu nimet tecelli etmeyecekti. Duâlar ve yapılan araştırmalar belki de boşa gidecekti. O halde hârika ve mûcizenin en büyük sırrı, bu sebebin ilhâmında ve bu büyük nimetin o sebebe bağlanmış olmasındadır: Kuru taşları yarıp pınarlar fışkırtmaya kadir olan Allah Teâlâ, istenen suları doğrudan doğruya ihsan etmiyor da bir mânevî sebeple bir maddî sebebe teşebbüs üzerine ihsan ediyor. Esasen mânevî sebep olan duâ, maddî sebebin ilhâmına da vesile oluyor. İlham olunan maddî sebebin teşebbüse dönüşmesi, yani asanın taşa vurulması ile de sular fışkırıyor. Böylece hidâyet bürhanı tamamıyla tecelli ediyor. Bunu da “yiyin, için; fesat çıkarmayın” irşadı ve ikazı takip ediyor.

Hakikaten, Allah bir şeyi murad edince sebeplerini kolaylaştırır. Sebepler o kadar çeşitli ve sonsuz boyuttadır ki, beşer aklı ne kadar yükselse bunları ayrıntılarıyla kavrayamaz. Bunun için açıklamanın esas faydası, asa ile taşın özelliklerini anlatmakta değil; olayın akışındaki incelikleri idrak etmektedir. Ne kaçan fırsatlar karşısında ümitsizliğe düşmeli; ne de fırsatları ve sebepleri ihmal etmelidir. Allah Teâlâ’ya yürekten ve ihlâs ile duâ etmeyi hiçbir zaman elden bırakmamalı; aynı zamanda duânın en büyük meyvesinin ruhî inkişaflar olduğunu bilmeli ve rahmânî ilhamlardan istifade ederek, en umulmaz sebeplere dahi başvurup onu uygulamalıdır. İyi düşünülürse fen alanında bile en büyük keşifler, insan kalbine şimşek gibi çarpan bir ilâhî telkinin eseridir. Bunu hayırda kullanan hayra, kötülükte kullanan kötülüğe ulaşır.

Bu âyet-i kerimeler, doymak bilmeyen istekten başka isteklere, ihtiyaçtan başka ihtiyaç kabul ettikleri azgınlıklara atlayan bir inat, kararsızlık, nankörlük içinde yaşayan İsrâiloğulları hakkında derli toplu bir tablo sunmaktadır. Çünkü onlar, bu kararsızlıklarını önleyebilecek manevî veya fikrî bir zemine dayanmıyorlardı. Aksine onlar, dünyevî ve şehevî duygularına, hevâ ve ihtiraslarına göre hareket ediyorlardı. Bu nedenle mucize yoluyla dahi olsa gerçekleşen, yerine getirilen isteklerini içlerindeki zaaf noktalarını genişletmek için kullanmaya çalışmışlardı. Bu mucizenin onlara yönelik yönlendirmelerini ve eğitici unsurlarını etkisiz hale getirmeye çabalamışlardı. Herhangi bir harekete ve kıpırdanışa sebep olmasını istememişlerdi.

Bu ve benzeri âyetler, Hz. Mûsâ’nın en belirgin vasfı olan ilâhî misyona dayalı manevî kuvveti hakkında bize açık fikir vermektedir. O, bu sataşmaların, isyankârlık ve zâlimliklerin teori ve pratik alanında çocuklukların hepsini engin bir gönül, kendisinden emin bir risâlet mantığı ve mahâretiyle karşılıyordu. Nitekim risaleti güçlü bir şekilde yüklenen tüm peygamberlerin tavrı da bu olmuştur tarih boyunca. Bunların hepsi de isyankârlıkların ve azgınlıkların her çeşidini yöntem, metod ve hedef konusundaki kendi sorumluluklarıyla âhenk içindeki bir yaklaşımla ele almışlardır.

Onlar, toplumlarını hidâyete ulaştırmak için her türlü imkânları bu alanda kullanmayı, dâvet ve eylem alanında onları denemeleri gerektiğini çok güzel idrak etmişlerdir. Toplumlarının ıslahı için, dayanılmaz sıkıntılara ve eğitilmesi çok zor bozulmuş karakterlere karşı, tahammülün en uç noktasını göstermişler, sabrın zirvelerine tırmanmışlar, onlarca denemede netice alamayınca bile toplumlarını yüz üstü bırakıp terk etmemişlerdir.

İşte mesajı ulaştırma çalışmalarında ihtiyaç duyduğumuz konulardan biri de budur. Dâvetçi ve tebliğcilerin, mesajlarını ilettikleri toplumun yahudileşmiş karakter ve tavırlarına karşı peygamberleri örnek almak zorunluluğu vardır. Tebliğciler, her çeşit sataşmaları, saldırı ve azgınlıkları, itham, iftira ve hakaretleri güzel biçimde engellemeye çalışmak zorundadır. Toplumlarını ıslah için, sabır ve direnişin en zoruna hazır olmaları ve peygamberce tavırların, yani nebevî metodların çağdaş versiyonlarını sergilemeleri gerekmektedir.

Bu âyetlerdeki İsrâiloğulları ile ilgili açıklamalar, sadece bir kavmin ve yalnız belirli bir tarih diliminde yaptıklarını anlatan olaylar değildir. Küfür düzenlerinin kurbanları anlatılmaktadır bu âyetlerde. Aynı zamanda, İslâm dışı yapılanma ve yaşayışın çok yönlü köleleştirdiği bir karakter tahlili yapılmaktadır. Bu açıklamalar, sağlıklı ve doğru yaklaşımın hangi yollarla sapma çizgisine uğradığını öğretmektedir. Dolayısıyla burada sorun, herhangi bir ulusun sahip olduğu değer ve konumla sınırlı değildir. Mesele, bütün müslümanları ilgilendirmektedir. Kur’an’da zaten tarihî olaylar, ibret ve örnek olarak anlatılır.

Hak dâvâ mensuplarının, yani müslümanların; özellikle küfür düzenlerinin ve İslâm dışı çevrelerin içinde yozlaşan, köleleşen, dünyevîleşen insanların ulaştığı çizgi belirtilmekte ve hepimize uyarılar yapılmaktadır. Benî İsrâilin anlatılan davranışları; Müslümanların, hak yolu tanıdığı halde, nasıl o yoldan yavaş yavaş çıkarak farklı yollardaki insanlara benzediğinin örnekleridir. Allah, bu âyetlerle toplumların yahudileştiğinde ne denli akıl almaz bozulma ve yozlaşmayı karakter olarak yaşadıklarını örneklendirirken; aynı zamanda toplumları ıslah etmek için uğraşan tebliğcilerin de nasıl tahammül göstermelerini ve taviz vermeden rehberliğini zor şartlarda nasıl sürdürmeleri gerektiğini de belirtmiş oluyor. *

 

1- Merak Ettiklerimiz, Adem Tatlı, Mehmet Dikmen, Cihan Y. s. 383-386

*Bu tefsir bölümü, aşağıdaki kaynaklarda ismi yazılı tefsirlerden ilgili âyetlerin açıklamalarından yararlanılarak ve yer yer özetlenip iktibas edilerek hazırlanmıştır.

 

Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar

1- Fi Zılâli'l-Kur'an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 146-154

2- Tefhimu'l Kur'an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1, s. 75-79

3- Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 292-308

4- Kur'an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 134-141

5- Hadislerle Kur'an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 336-358

6- Hulâsatü'l-Beyan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat, c. 1, s. 121-138

7- Mefatihu'l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 2, s. 523-547; c. 3, s. 5-41

8- El-Mîzan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Muhammed Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c. 1, s. 264-270

9- El-Câmiu li-Ahkâmi'l-Kur'an, İmam Kurtubi, c. 2, s. 73-124

10- Furkan Tefsiri, Hicazi, Vahdet Y. c. 1, s. 50-53

11- Kur'an Mesajı, Muhammed Esed, İşaret Y. c. 1, s. 15-17

12- Safvetü't Tefâsir, Muhammed Ali es-Sâbûnî, İz Y. c. 1, s. 98-112

13- Et-Tefsîru'l-Hadis, İzzet Derveze, Ekin Y. c. 5, s. 73-77

14- El-Esas fi't-Tefsir, Said Havva, Şamil Y. c. 1, s. 155-170

15- Muhtasar Taberî Tefsiri, İmam Taberi, Ümit Y. c. 1, s. 47-53

16- Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Neşriyat, c. 1, s. 161-173

17- Ruhu'l-Furkan Tefsiri, Mahmud Ustaosmanoğlu, Siraç Kitabevi Y. c. 1, s. 326-359

18- Kur'an-ı Kerim'in Türkçe Meâl-i Âlisi ve Tefsiri, Ö. Nasuhi Bilmen, Bilmen Y. c. 1, s. 50-59

19- Min Vahyi'l Kur'an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 2, s.45-68

20- Dâvetçinin Tefsiri, Seyfuddin el-Muvahhid, Hak Y. c. 1, s. 128-141

21- Bakara Suresi Yorumu, Halûk Nurbaki, Damla Y. s. 209-220

22- Bakara Sûresi Tefsiri, Ramazanoğlu Mahmud Sâmi, Erkam Y. s. 124-136