Nisa Suresi 2.Bölüm

Kadınlarla İlgili Beşinci Hüküm.. 4

Birinci Mesele. 4

Nikahın Cinsi Münasebet Olduğu Şeklindeki İzah. 4

"Nikâh Cinsî Münasebet Değil, Yapılan Akiddir" İzahı 5

Üvey Anneleriyle Daha Önce Nikahlanmış Olanlar Nikahlarını Bozmazlar 8

Dördüncü Mesele. 8

Beşinci Mesele. 9

Kadınlarla İlgili Altıncı Hüküm.. 9

Nikâh Kıyılması Haram Olan Ondört Sınıf İnsan. 9

Birinci Mesele. 9

Ana ve Kızla Evlenmenin Mahzuru. 10

Haram Kılınanların Nevileri 11

1- Anneler 11

Birinci Mesele. 11

İkinci Mesele. 11

Üçüncü Mesele. 11

2- Kızlar 12

Kişinin Kızı İle Evlenmesinin Haramlığı 12

İkinci Mesele. 12

3- Kız Kardeşler 13

Kız Kardeşle Evlenmenin Haramlığı 13

4-5- Halalar ve Teyzeler 13

6-7- Yeğenler 13

Yeğenlerle Evlenmenin Haramlığı 13

8-9- Süt Ana ve Süt Kız Kardeş. 13

Süt Emmeden Dolayı Olan Mahremiyet 13

Birinci Mesele. 13

İkinci Mesele. 13

Süt Emme Sebebiyle Haram Olanlar 14

Dördüncü Mesele. 14

10- Kayınvalideler 14

Kayınvalidelerle Evlenmenin Haramlığı 14

Birinci Mesele. 14

İkinci Mesele. 15

11-Üvey Kızlar 15

Himayenizdeki Üvey Kızlarınızın Haremliği 16

Rebaib Kelimesinin İzahı 16

Evde Bulunmayan Üvey Kızla Evlenmenin Hükmü. 16

Hurmet-i Musahere. 16

12- Gelinler 17

Gelinlerle Evlenmenin Haramlığt 17

Birinci Mesele. 17

Evladın Sulbden Olup Evlatlık Kurumunun Bulunmayışı 17

Üçüncü Mesele. 17

Dördüncü Mesele. 18

Torunlarla Evlenmenin Haramlığı 18

13- İki Kız Kardeşi Bir Nikah Altında Bulundurma. 18

İki Kız Kardeşle Aynı Anda Evli Bulunma. 18

Birinci Mesele. 18

İkinci Mesele. 18

Üçüncü Mesele. 19

Dördüncü Mesele. 20

Beşinci Mesele. 20

"Muhsan" Kelimesinin Mânası 21

İkinci Mesele. 21

Zinakâr Zımmînin Cezası 21

Dördüncü Mesele. 22

Esir Edilen Gayr-i Müslimlerin Nikahlarının Durumu. 23

Nikahlanmış Cariye Satılabilir mi?. 23

Birinci Mesele. 23

İkinci Mesele. 24

Kuranın Genel Hükmünün Haber-i Vahidle Tahsis Edilmesine İtiraz. 24

Mezkûr İtirazın Çürütülmesi 25

Birinci Mesele. 26

Mehrin En Az Miktarı 26

Mehir  Mal Yerine  Menfaat Sağlama Şeklinde Olabilir mi?. 27

Dördüncü Mesele. 28

Beşinci Mesele. 28

Birinci Mesele. 28

İkinci Mesele. 28

Bu Ayetten Mut’a Nikahına Cevaz Arayanlar 29

Mut'a'nın Haram Olduğunu Söyleyen Cumhurun Delilleri 29

Mut'anın Mubah Olduğunu İleri Sürenler 30

Mut'anın Mubah Olduğunu Söyleyenlere Cevap. 32

Birinci Mesele. 33

İkinci Mesele. 33

Meşru Kılınan Yedinci Husus: Câriye İle Evlenme. 33

Birinci Mesele. 34

"Tavl" Kelimesinin Manası 34

Âyet Hakkında Yapılan Tefsirler 34

Üçüncü Mesele. 34

İmam Şafi’nin Tefsirine Göre Cariye İle Evlenmenin Şartları 35

İmam Ebû Hanlfe'ye Göre Cariye İle Evlenmenin Şartları 35

Beşinci Mesele. 36

Ehl-i Kitap Kadınla Evlenmenin Hükmü. 36

Âyet, Zaruret Olmadıkça Cariye İle Evlenmeden Sakındırır 36

Birinci Mesele. 37

İkinci Mesele. 37

Evlenecek Cariyenin Müslüman Olmasının Şart Olup Olmadığı 37

Birinci Mesele. 38

Evlenmede Velinin İzninin Şart Olup Olmaması 38

Cariyenin Mehirleri 39

İkinci Mesele. 39

Fahişe ve Metresle Yaşamak Haramdır 39

İkinci Mesele. 40

Cariyenin Cezası, Hürlerin Yarısı Nisbelindedir. 40

Birinci Mesele. 40

İkinci Mesele. 40

Haricilerin Recm Cezasının İnkarlarına Cevap. 41

Dördüncü Mesele. 41

Anet (Meşakkat) Kelimesinin Manası 41

Birinci Mesele. 41

İkinci Mesele. 41

Birinci Mesele. 42

İkinci Mesele. 42

"Eski Ümmetlerin Yollarına Götürmek" Ne Demektir?. 42

Kulda Tövbe Etmeyi Kim Yaratır?. 42

Şehvet ve Hırslarına Uyanlar Müslümanları Saptırmak İsterler 43

Birinci Mesele. 43

İkinci Mesele. 43

Allah, Mü'minlerin Yükünü Hafifletmek İster 43

Birinci Mesele. 43

İkinci Mesele. 44

İlim ve Dâî 44

Üçüncü Mesele. 44

Sekizinci Mükellefiyet: Gayr-ı Meşru Yollarla Mal Yemeyin. 45

Birinci Mesele. 45

İkinci Mesele. 45

Üçüncü Mesele. 45

Ticaret Gibi Karşılıklı Rıza Olmaksızın Mallarınızı Yemeyin. 46

Birinci Mesele. 46

İkinci Mesele. 46

Üçüncü Mesele. 46

Alışverişte Görme Muhayyerliği ve Meclis Muhayyerliği 46

İntihar Haramdır 47

Birinci Mesele. 48

İkinci Mesele. 48

Kebire İşleyenlerin Ebedi Azab Görmeyecekleri 48

Kebairden Olan Günahlar 48

Kebâir Hakkında İbn Abbas'ın İzahının Değerlendirilmesi 49

Kebâir Ayırımı Yapanlar, Onları Tayin Etmede İhtilafları 49

Kebâir Hakkında Görüşlerin Eleştirilmesi 49

Kebâir Hakkında Mutezile Görüşünün Tenkidi 50

Kebairin Mûbhem Bırakılmasının  Dayandığı Hikmet 50

Mu’tezile’den Kabi’nin Kebair Hakkındaki İddiasına Cevap. 51

Cenab-ı Allah’a Hiç Birşey Vacip Değildir 52

Birinci Mesele. 52

İkinci Mesele. 53

 


Kadınlarla İlgili Beşinci Hüküm

 

'Babalarınızla evlenmiş olan kadınlarla evlenmeyin. Ancak daha önce geçenler müstesna... Şüphe yok ki o bir hayasızlık, (Allah'ın) hışmına (bir sebep) ve kötü bir yoldur " (Nisa, 22).

Bu âyetle ilgili meseleler vardır:[1]

 

Birinci Mesele

 

İbn Abbas (r.a) ve müfessirlerin ekserisi şöyle demişlerdir: "Câhiliyye devri insanları, babalarının hanımları ile evle­nirlerdi. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, bu âyetle   onları bu işten nehyetti." [2]

 

Nikahın Cinsi Münasebet Olduğu Şeklindeki İzah               

 

Ebu Hanife (r.h) "Bir kimsenin, babasının zina ettiği bir kadınla evlenmesi haramdır" derken, Şafiî (r.h) ise, "haram değildir" demiştir. Ebu Hanife bu âyetle istidlal ederek şöyle demektedir: "Çünkü Allah Teâlâ insanı, babasının nikahladığı bir kadını nikâhlamaktan nehyetmiştir. Nikâh, cinsî münasebetten ibarettir. Binâenaleyh bu âyet, insanı, babasının cinsî münasebette bulunduğu kadını nikâhlamaktan nehyetmiştir. Biz, şu sebeplerden dolayı nikâhın cinsi münasebette bulunmaktan ibaret olduğunu söyledik:

1- Cenâb-ı Hak, "Yine erkek, zevcesini (üçüncü defa olarak) boşarsa ondan sonra kadın, kendinden başka bir kocayı nikâhlamadıkça ona helâl olmaz" (Bakara, 230) buyurmuş, böylece bu nikâhı karıya nisbet etmiştir. Halbuki karıya nisbet edilen nikâh akid değil cinsî münasebette bulunmaktır. Çünkü insanın, bizzat kendi zevcesiyle evlenmesi mümkün değildir. Çünkü hâsıt-ı tahsil imkânsızdır. Bir de, bu âyette nikâr ile kastedilen nikah akdi olsaydı, o zaman sırf akid ile (üç talâk ile boşanan kadın ilk kocasına) helâl olması gerekirdi. Böyle olmadığına göre, biz bu âyette nikâhlar kastedilenin, nikâh akdi olmadığını anlamış oluruz. Böylece de bunun, "cins* münasebef'te bulunmak olduğu açık bir biçimde ortaya çıkar. Çünkü, aralarında br fark bulunduğunu hiç kimse söylememektedir.

2- Hak Teâlâ,   yetimleri nikâha erdikleri zamana kadar deneyin..." (nm. e buyurmuştur. Burada "nikâh" sözünden kastedilen, nikâh akdi değif cinsî münase­bettir. Zira, "akîd" yapma ehliyeti devamlı olarak mevcuttur.

3- Cenâb-ı Hak, "zina eden erkek, zina eden veya müşrik olan kadından başkasını nikahlamaz.." (Nûr,3)buyurmuştur. Binaenaleyh, eğer buradaki "nikâh" sözünden maksad nikah akdî olsaydı, o zaman yalan söylenmiş olması gerekirdi.

4-Hz. Peygamber (s.a.s) "Elininikahlayan (eliyle kendini tatmin eden) melundur"[3] buyurmuştur. Hz. Peygamber'in bu hadisindeki "nikâh" sözüyle, nikâh akdi değil, aksine cinsî münasebette bulunma, yani elle tatmin olma kastedilmiştir.

Bütün bu anlatılanlarla, "nikâh"ın cinsî münasebette bulunmaktan ibaret olduğu sabit olmuş olur. O zaman da Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğunun manasının, "Babalarınızın cinsî münasebette bulunduğu o kadınları nikahlamayın" şeklinde olması gerekir ki, bu durumda bu ifâdeye hem nikahladığı hem de zinada bulunduğu kadınlar dahil olmuş olur." Nikâh lâfzı, cinsî münasebette bulunmak mana­sına geldiği gibi, akid yapmak manasına da gelir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "İçinizden bekarları evlendiriniz.." (Nûr,32), "Sizin için helâl olan (diğer) kadınlardan nikâh edin" (Nisa,3) ve "Mü'min kadm-ları nikahlayıp da..." Hz. Peygamberde, "Ben nikâhtan dünyaya geldim; zinadan doğmadım" buyurmuşlardır. O halde, artık niçin nikâh lâfzını cinsî münasebette bulunmaya hamletmek, nikâh akdi yapmaya hamletmekten daha evlâ olur" denilebilsin?

Hanefîler, bu soruya şu üç şekilde cevap vermişlerdir:

a) Kerhî'nin şu görüşü: "Nikâh lâfzı, "cinsî münasebette bulunma" anlamında hakikat; "akid yapma" manasında ise mecaz ifâde eder. Zira, Arapça'da nikâh lafzı, "eklemek, ilâve etmekten ibarettir. Bu mâna ise akidde değil, cinsî münasebette söz konusudur. Böylece "nikâh" lâfzı, cinsî münasebette bulunmak manasında hakikat ifâde etmiş olur. Daha sonra akid yapmak, bu isimle, nikâh kelimesiyle adlandırılmıştır. Çünkü nikâh akdi, cinsî münasebette bulunmanın bir sebebi olunca, böylece müsebbebin ismi sebebe verilmiş olur. Bu tıpkı şuna benzer: "Akîka", doğarken çocuğun başında bulunan saçlara verilen bir isimdir. Daha sonra, bu saçlar tıraş edilirken, kesilen koyun da "akîka" diye isimlendirilmiştir. İşte burada da böyledir." Bil ki, Kerhî'nin görüşüne göre tek bir lâfzı, aynı mana kastedilerek, hem hakîkî hem de mecazî manada kullanmak caiz değildir. Binaenaleyh, hiç şüphesiz Kerhî, bu âyetten anlaşılanın "cinsi münasebette bulunma"nın hükmü olduğunu, akdin hükmünün ise bu âyetten anlaşılmadığını; aksine başka bir yoldan ve başka bir delilden elde edildiğini söylüyordu.

b) Bazı alimler, müşterek bir lâfzın, iki mâna hakkında birden kullanılabileceğini söylemişlerdir. Bu görüşte olanlar şöyle demektedirler: Zikredilen âyetler, nikâh lâfzının, hem cinsî münasebette bulunmak, hem de nikâh akdi yapmak manasında beraberce  kullanıldığına  delâlet  etmektedir.   Buna  göre    Cenâb-ı   Hakk'ın, "Babalarınızla evlenmiş olan kadınlarla evlenmeyin" buyruğu nikâh lâfzını, ifâde ettiği her iki manaya da hamledebilmek için, hem cinsî münasebette bulunmaktan, hem de nikâh akdi yapmaktan bir nehy olmuş olur,

c) Bu, "Müşterek lâfzın, ifâde ettiği her iki mâna hakkında da kullanılması caiz değildir" diyenlerin görüşüdür. Onlar sözlerini şu şekilde sürdürmüşlerdir: Zikredilen deliller ile nikâh lâfzının, Kur'ân-ı Kerim'de bazan "cinsî münasebette bulunmak", bazan da "nikâh akdi yapmak" manasında kullanılmış olduğu ortaya çıkar. Bu lâfzın hem müşterek bir lâfız, hem de mecaz olduğunu söylemek ise, aslolanın hilâfınadır. Binaenaleyh bu kelimeyi, müştereklik ve mecaz manası bertaraf olsun diye, müştereklikle mecaz arasında ortak olan bir noktada hakikat kabul etmek gerekir ki, işte bu nokta da eklemek, katmak, ilâve etmek manasıdır. Durum böyle olunca, Cenâb-ı Hakk'ın, "Babalarınızla evlenmiş olan kadınlarla evlenmeyin" buyruğu, bu iki kısım arasında müşterek olan bu "eklemek, katmak" manasından bir neyh olmuş olur. İki kısım arasında müşterek bir manadan nehyetmek ise, hiç şüphesiz, o iki kısmın her birinden bir nehy olmuş olur. Zira evlendirmekten nehyetmek, hem nikâh akdinden, hem de cinsî münasebette bulunmaktan beraberce nehyetmek olur. Bu sorunun açıklanması hususunda söylenilmesi mümkün olanların tamamı bundan ibarettir. [4]

 

"Nikâh Cinsî Münasebet Değil, Yapılan Akiddir" İzahı

 

Hanefîlerin bu görüşüne şu şekillerde cevap verilebilir:

1- Biz, nikâh kelimesinin, cinsî münasebette bulunmak anlamına geldiğini kabul etmiyoruz. Hanefilerin, bu konuda tutunmuş oldukları bütün deliller şu şeylerle çelişmektedir:

a) Hz. Peygamber (s.a.s), "Nikâh benim sünnetimdir"[5] buyur­muştur. Şüphe yok ki, cinsî münasebette bulunmak, cinsî münasebette bulunmak itibariyle, O'nun bir sünneti değildir. Aksi halde, zina yoluyia cinsî münasebette bulunmanın da Hz. Peygamberin bir sünneti olması gerekirdi. Nikâhın bir sünnet olduğu, cinsî münasebette bulunmanın ise bir sünnet olmadığı sabit olunca, nikâhın cinsî münasebette bulunmaktan ibaret olmadığı sabit olmuş olur. Hz. Peyamber'in, "Evleniniz, çoğahnız.."[6] emrine temessük etmek de böyledir. Eğer, cinsî münasebette bulunmak "nikâh" lafzıyla isimlendirilmiş olsaydı, bu mutlak manada cinsî münasebette bulunmak hususunda bir müsaade olmuş olurdu. Cenâb-ı Hakk'ın, "İçinizden bekârları evlendirin" (Nur, 32) ve "Sizin için helâl olan (diğer) kadınlardan nikâh edin" (Nisa, 3) ifadeleriyle ihticâc etmek de böyledir.

"Deliller arasında bir çelişki meydana geldiğinde, tercih bizimledir" denilemez. Zira biz, cinsî münasebette bulunmanın hakîkî manada "nikâh" lafzıyla adlandırılmış olduğunu söylemiş olsaydık, o zaman delillerimize mecazın da girmiş olması gerekirdi. Mecaz ile tahsis etmek arasında her ne zaman bir tearuz meydana gelirse, tahsîsi tercih ve iltizâm etmek evlâ olur.

Çünkü biz şöyle diyoruz: "Nikâh lâfzının akid manasında kullanılabileceği görüşüne siz de yardımcı oluyorsunuz. Zira şayet biz, "nikâh lâfzı cinsî münasebette bulunmak manasında hakikat ifâde eder" dersek, o zaman zikretmiş olduğumuz âyetlerde tahsisin bulunması gerekir. Yine, içinde nikâh lâfzının geçmiş olduğu âyetlerde bu lâfzın akid manasında mecazî olarak kullanılmış olduğuna hükmetmek gerekir. Ama, bu âyetlerdeki nikâh lafzının cinsî münasebette bulunmak manasına geldiğini söylersek, o zaman tahsis etmiş olmamız gerekmez. Binâenaleyh, sizin hükmünüz, hem mecazın hem de tahsisin aynı anda bulunmasını; bizim hükmümüz ise sadece mecazı gerektirir. Bundan dolayı bizim görüşümüz daha evlâdır.

b) Nikâh lâfzının cinsî münasebette bulunmak manasında hakikat olmadığına delâlet eden delillerden birisi de, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "Ben nikâhtan dünyaya geldim, zinadan doğmadım" şeklindeki sözüdür. Böylece Hz. Peygamber, kendisinin zinadan değil de, nikâhtan dünyaya geldiğini beyân etmiştir. Bu ise, zinanın bir nikâh olmadığını; aksine onun sadece cinsi münasebette bulunmak olmasını gerektirir. Bu ise, cinsî münasebette bulunmanın bir nikah olmamasını iktizâ eder.

c) Bir kimse zinadan olan çocuklar hakkında, Onlar nikâh yoluyla meydana gelen çocuklar değillerdir" diye yemin etse, yemininde "hânis" olmaz (yemini doğru olmuş olurdu). Eğer cinsi münasebette bulunmak bir nikâh olmuş olsaydı, o zaman o kimsenin yemini yerinde olmuş olmazdı. İşte bu da, cinsî münasebette bulunmanın hakikî mânada olmak üzere "nikâh" lafzıyla isimlendirilmeyeceğine apaçık bir delildir.

2- Biz, cinsî münasebette bulunmanın "nikâh" lafzıyla adlandırılmış olduğunu kabul ediyoruz. Ama ne var ki, nikâh akdi yapmak da bu lâfızla adlandırılmıştır. O zaman daha niçin âyeti, sizin ileri sürmüş olduğunuz şeylere hamletmek, bizimkilere hamletmekten daha evlâ oluyor?

Kerhî'nin zikretmiş olduğu şeye gelince, bu son derece zayıf ve yetersizdir. Bunu iki şekilde izah edebiliriz:

Birinci şekil: Cinsî münasebette bulunmak, nikâh akdi yapmanın bir neticesi (müsebbebi)dir. Müsebbebin isminin, mecazî olarak sebep yerinde kullanılması uygun ve güzel olduğu gibi; sebebin isminin de, mecazî olarak, müsebbebe verilmesi yerinde ve güzeldir. Nikâh lâfzının, cinsî münasebette bulunmanın bir ismi; sonra da bu ismin, cinsî münasebette bulunmanın sebebi olduğu için, nikâh akdi yapmaya ıtlak edilmiş olduğunun söylenmesi muhtemel olduğu gibi, aynı şekilde nikâh lafzının, nikâh akdi yapmanın bir ismi, sonra da bu ismin, -cinsî münasebette bulunmak nikâh akdinin bir neticesi olduğu için- cinsî münasebette bulunmaya ıtlak edilmiş olduğunun söylenmesi de muhtemeldir. O halde daha niçin, onlardan biri diğerinden evlâ olsun? (Böyle bir evleviyyetten bahsedilecekse), bizim zikretmiş olduğumuz ihtimal daha evlâdır. Zira sebebin müsebbebi gerektirmesi; müsebbebin muayyen sebebini istilzam etmesinden daha evlâdır. Çünkü bir hakikatin meydana gelebilmesi için, birçok sebebin bulunması imkânsız değildir. Meselâ bu, "mülk" lâfzı gibidir.. Zira bu mülkiyyet alışveriş, hibe, vasiyyet ve veraset yoluyla meydana gelmiş olabilir. Bir mülâzemetin bulunmasının, mecazın meydana gelebilmesinin şartı olduğu hususunda hiçbir şüphe yoktur. Böylece "nikâh" lâfzının, nikâh akdi yapmada hakikat; "cinsî münasebette bulunmak" manasında mecaz olduğuna hükmetmenin, aksini söylemekten daha evlâ olduğu ortaya çıkmış olur.

İkinci şekil: "Nikâh" lâfzı, şayet cinsî münasebette bulunmada hakikat; nikâh akdi yapmada mecaz olsaydı, -ki usûlü fıkıhta, bir lâfzın aynı anda hem hakîki hem de mecazî mânada kul lanı lamıyacağı hükmü yer almıştır- bu durumda âyetin, nikâh akdi yapma hükmüne delâlet etmemesi gerekir. Bunu her ne kadar Kerhî benimseyip ileri sürmüşse de, ancak ne var ki bu. kat'î delil ile bertaraf edilmiştir. Bu böyledir, çünkü müfessirler, bu âyetin nüzul sebebinin, cahiliyyedekilerin babalarının hanımlarıyla evlenmeleri olduğu hususunda icmâ etmişlerdir. Müslümanlar da, bu âyetin nüzul sebebinin bu âyetin hükmüne dahil olması gerektiği hususunda icmâ etmişler; daha doğrusu, bu sebeb-i nüzul dışındaki durumların bu âyetin hükmü altına girip girmeyeceği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Sebeb-i nüzulün bu âyetin hükmüne dahil olmasına gelince, bu, ümmet arasında üzerinde icmâ edilen bir husustur. Müfessirlerin tcmâıyla, bu âyetin nüzul sebebinin, cima değil de akd-i nikâh olduğu; müslümanların icmâıyla da mutlaka sebeb-i nüzulün murad edilmesi gerektiği sabit olunca, böylece icmâ yoluyla, bu âyette nikâh akdinden nehyin murad edilmiş olduğu sabit olmuş olur. Buna göre Kerhî'nin görüşü bu kat'îdelilin zıddına ve hilâfına varid olmuş olur ki, bundan dolayı da kesin olarak bozuk olup, merdûddur.

Onların, "Biz nikâh lâfzını, her iki manasına da hamlederiz" şeklinde zikrettikleri hususa gelince, biz diyoruz ki: Bu da yanlış ve temelsizdir. Biz, fıkıh usûlünde bunun niçin yanlış olduğunu beyân etmiştik.

Üçüncü şekil: Bu konuda zikredilmiş görüşlerin en güzeli olmakla beraber o da zayıftır. Çünkü, cima esnasında söz konusu olan birleşme, bedenlerin birleşmesinden ve birbirine yapışmasından ibarettir. Nikâh akdinde meydana gelen birleşme ise, böyle değildir. Zira nikâh akdinde söz konusu olan îcâb ve kabul, kalıcı olmayan sözlerdirler. Binâenaleyh birleşme, karşılaşma ve birbirine yapışma mânaları bu sesler hakkında imkânsız olur. Hal böyle olunca da, cima ile akîd arasında bir mâna ortaklığı bulunmamaktadır ki, nikâh lâfzı onda hakikat ifâde eder denilsin. Bu bâtıl olunca geriye ancak "nikâh lâfzı, cima ile akîd arasında müşterektir; yine nikâh lâfzı, onlardan birinde hakikat ifâde etmektedir, diğerinde de mecaz..." denilmesi kalır ki, o zaman da söz daha önce zikredilmiş olan iki veçhe intikâl etmiş olur. İşte bu konuda söylenebilecek özet söz bundan ibarettir.

3- "Nikâh" kelimesinin "cima" manasına geldiğini kabul ettik.. Müfessirler  lâfzının akıllı olmayan varlıklar hakkında hakikat ifâde ettiği hususunda icmâ ettikleri halde, siz niçin Cenâb-ı Hakk'ın ifâdesinden muradın, "nikahlanan" olduğunu söylediniz? Şayet bundan burada murad, "nikahlanan" (kadın) olmuş olsaydı, mecaz gerekirdi. Bu ise, aslın hilâfınadır. Daha doğrusu Arapça konu­şanlar,  ism-i mevsûlünün, kendisinden sonra gelen cümle ile birlikte, bir masdar takdirinde olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Buna göre âyetin takdiri, şeklinde olur. Buna göre bu ifâdeden murad, "Babalarınızın nikahı gibi bir nikâh yapmayınız. Çünkü atalarınızın nikahları velisiz ve şahidsiz, muvakkat (zamanla sınırlı) ve zorlama yoluyla idi" şeklinde bir nehiy olmuş olur. Binaenaleyh Hak Teâlâ, bu âyet ile onları bu şekilde nikâh yapmaktan nehyetmiş oldu. Bu görüş, âyetin tefsiri sadedinde Muhammed İbn Cerîr et-Taberî'den nakledilmiştir.

4- Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğundan muradın, "Nikahlanan (kadın)" olduğunu kabul ettik. Buna göre kelâmın takdiri, şeklinde olur. Fakat, "babalarınızın nikahladığı kimseler" İfâdesi, başına "küllü" (bütün) ve "ba'zı" lâfızlarının gelmesi sahih olması ve binâenaleyh "sizler, babalarınızın nikahladığı kimselerin bütününü nikahlamayın" ve "Sizler, babalarınızın nikahladığı kimselerin bir kısmını (bazısını) nikahlamayın" denilebilmesinin sahih ve uygun olmasının da delâlet ettiği gibi, umûm ifâde etmesi bakımından sarih ve net değildir. Şayet bu umûmî hüküm ifâde etme bakımından sarih olsaydı, bunun başına "küllü" (bütün, hepsi) kelimesinin getirilmesi bir tekrar, bazı (bir kısmı) kelimesinin getirilmesi de bir noksanlık olurdu. Bunun böyle olmadığı ise malumdur. Böylece Hak Teâlâ'nın, "Babalarınızla evlenmiş olan kadınlarla evlenmeyin" buyruğunun, umûmî bir hüküm ifâde etmediği sabit olmuş olur. Bu umûmî bir hüküm ifâde etmeyince, tartışma mevzuumuzu da ilgilendirmez.

"Bu, umûmî bir hüküm ifâde etmiyor ise, onu kısımlardan birisine hamletmek, diğer kısımlara hamletmekten daha evlâ olmaz. Çünkü o zaman bu ifâde, birşey anlaşılmayan mücmel bir söz olmuş olur. Aslolan ise, bunun böyle olmamasıdır" denilemez. Çünkü biz diyoruz ki: Bunun umûmî bir hüküm ifâde etmemesi halinde, bir kısma hamledifmesinin diğer kısımlara hamledilmesinden daha evla olmayacağını kabul etmiyoruz. Bu böyledir. Zira müfessirler, bu âyetin sebeb-i nüzulünün, babaların hanımları ile evlenme olduğu hususunda icmâ etmişlerdir. Bundan dolayı âyetin hükmünü, bu kısma hamletmek daha evlâ olmuştur. Bu değerlendirmeye göre, âyetin mücmel olması ve tartışma mevzuu olan meseleyi ilgilendirmesi gerekmez.

5- Kabul edelim ki bu nehiy, tartışma mevzuu olan meseleyi içine alıyor. Fakat siz niçin "Bu âyet, haram oluşu ifâde ediyor" dediniz? Nehyin kısımlarından pek çoğu haramlığı değil aksine tenzîhi (mekruhu, sakındırmayı) ifâde etmiyor mu! O halde siz niçin, "muhakkak ki durum böyle değildir" dediniz? Bu konuda söylenecek son söz şudur: Bu, aslın hilâfına olan bir durumdur. Fakat bir delil, kendisine delâlet ettiği zaman, ona başvurmak gerekir. Biz inşaaltah bu nikahın ne manaya geldiğinin delillerini zikredeceğiz.

6- Farzet ki sizin zikrettiğiniz şeyler, bu nikahın fesadına (bozukluğuna) delalet etsin. Fakat burada bu nikahın doğruluğuna da delâlet eden deliller bulunmaktadır. Bunlar da birkaç tanedir:

Birinci delil: Bu nikâh, akdolunmuştur (kıyılmıştır), binaenaleyh sahih olması gerekir. Bunun akdolunmuş bir nikah oluşunun açıklaması, onun, Ebu Hanife (r.h)'ye göre, bu âyetle nehyolunmuş olmasıdır. Onun mezhebine göre, birşeyden nehyetmek, haddizatında o şeyin mün'akid (akdolunmuş, önceden geçerli) olduğuna delâlet eder. Fâsid alış-veriş ve Kurban bayramının ifk günü tutulan oruç meselesinde, Ebu Hanlfe'nin mezhebinin benimsediği esas görüş budur. Binâenaleyh bu iki mukaddimenin toplamından, bu nikah'ın Ebu Hanife'nin benimsediği bu kaideye göre, mün'akid olması gerekir. Bu durumda böyle bir nikahın mün'akid olduğunu söylemek sabit olunca, onun sahih olduğunu da söylemek gerekmektedir. Çünkü bu iki durum arasında bir fark olduğunu söyleyen kimse yoktur. İşte bu açıklama, bu nikâhın sıhhati konusunda, onlara ilzam (kendi delilini onlara karşı kullanma) yoluyla yöneltilmiş güzel bir izahtır.

İkinci delil: Hak Teâlâ'nın, "İman etmedikçe müşrik kadınları nikahlamayınız..." (Bakara, 221) âyetinin ifâde ettiği umûmî hüküm, müşrik kadınları nikahlamaktan nehyetmekte ve nehyi bir gayeye (bir zamana) kadar uzatmaktadır ki bu da o kadınların iman etmeleridir. Bir gayeye (müddete) kadar uzatılan hüküm, o gaye tahakkuk ettiği zaman sona erer. Bu sebeple onları nikahlamayı men eden hükmün, onlar iman edince sona ermesi gerekir. Bu yasaklama sona erince, onları nikahlamanın caiz olacağı hükmü ortaya çıkar. İşte bu da, mutlak manada o kadınları nikahlamanın caiz olmasını gerektirir. Şüphe yok ki bu umumîliğe, babanın zina yoluyla cinsî münasebette bulunduğu kadınlar ile diğer kadınlar dahildir. Bu konuda söylenecek son söz şudur:

Âyetin bu umûmî hükmünün bazı kısımlarına bir tahsis (sınırlama) girmiş olup tahsise maruz kalmayan sahada bu genel hüküm geçerli olmakta devam eder. Biz, aynı şekilde nikahla ilgili şu umûmî hükümlerin hepsi ile istidlal ederiz:

"İçinizden bekarları evlendirin" (Nur,32), ve "Sizin için helâl olan (diğer) kadınlardan nikâh edin" (Nisa, 3) âyetleri gibi.

Aynı şekilde "Onların dışındakiler ise size helâl kılındı' (Nisa. 24) âyetine de tutunuruz.

Bir kimse şöyle diyemez: "Bu âyetteki "Onların dışındakiler" ifâ-desindeki zamir, (ism-i mevsul, yani ilgi zamiri), daha önce anılan kadınlara râcîdir. "Babalarınızla evlenmiş olan kadınlar.." da, daha önce zikredilmiş olanlar cümlesindendir." Bu böyledir. Çünkü zamirin, daha önce zikredilenlerden kendisine en yakın olana râcî olması gerekir. Burada zamire en yakın olan da "Analarınız, kızlarınız... size haram edildi" (Nisa, 23) ifadesidir. Binâenaleyh "Onların dışındakiler ise size helâl kılındı" (nm, 24) buyruğu bununla alakalıdır ve buna "Babalarınızla evlenmiş olan kadınlar.." dahil değildir. Biz, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "Sfee, dinî hayatını beğendiğiniz kimseler gelirse, onu evlendi­riniz"[7] ve "Kızlarınızı, kütüvleri (denkleri) ile evlendiriniz"[8] hadislerinin ifâde ettikleri umûmî hükümlere de delîl olarak tutunuyoruz.

Bütün bu umûmî ifâdeler, tartışma konusu olan meseleyi içine alırlar.

Bil ki biz, "Usûl-ü'l-Fıkth"ta delillerin çokluğu sebebi ile tercih yapmanın caiz olduğunu beyân etmiştik. Durum böyle olunca diyoruz ki: Onların görüşüne uygun olarak "nikâh kelimesinin "cima" manasında hakîkat, nikah akdi manasında mecaz olmasının kabul edilmesi halinde, şayet âyeti "akid" anlamına hamledersek, tek bir mecaza başvurmuş oluruz. Âyeti nikahın haramlığı manasına hamletmemiz halinde de, bu birçok tahisi yapmış olmamız gerekir. Böy'ece tarafımızdan yapılan tercih, bu husustaki delillerin çokluğu sebebi ile olmuş olur.

Üçüncü delil, bu mesele hakkındaki Hz. Peygamber (s.a.s)'in şu meşhur hadisi­dir. "Haram, helâli haram kılmaz'[9] Bu konuda (muhalifle-rimizce) söylenebilecek son söz şudur: "Bir damla içki, bir bardak suya düşse, o zaman haram (içki) helâl olan o suyu haram kılmış olur. Yahut evli bir kadın (kocasının nikâhı altında olmayan) öteki kadınlarla karışıp da ayırdedilemezse, bu durumda da onların haramhğı, onu da haram hale getirir." Ancak biz şunu diyoruz: Bazı durumlarda bu (umumî) hükme tahsisin girmiş olması, onunla istidlal edilmesine mâni değildir.

Dördüncü delil, kıyas yoluyla şöyle dememizdir: Nikahın caiz oluşunu gerektiren illet mevcuttur. İcmâ'ya konu olan şey ile tartışmaya konu olan şey arasındaki fark açıktır. Binaenaleyh nikahın caiz olduğunu söylemek gerekir. Nikahın caiz olmasını gerektiren şey, bu kadının nikâhını üzerinde ittifak edilen şartlar bulunduğu zaman, diğer kadınların nikahına kıyas etmektir. Diğer kadınların evlenmelerinde faydalar varsa, bu kadının evlenmesinde de vardır. Aradaki fark ise şudur: Şeriat, nikah sebebiyle meydana gelmiş olan bağı devam ettirmek amacı ile bu haramlığı (yani babanın karısının oğula haram olduğuna) hükmetmiştir. Malumdur ki zina böyle bir mahremiyet meydana getirmeye lâyık değildir.

Birinci makamın açıklaması: Bir kimse bir kadın ile evlense, eğer o gelinin yanına kayın pederi veya üvey oğlu, kocanın yanına da kayınvalidesi ve karısından taraf üvey kızı girmezse bu durumda kadın, evde hapsedilmiş bir insan durumunda olur ve kan ile koca evlilikteki birçok menfaattan istifâde edemezler. Eğer biz bu girişe izin verir de onun haramlığına hükmetmez isek, bazan olur ki onların gözü birbirlerine kayar da, aralarında bir meyil ve istek meydana gelebilir. Şayet koca kayınvalidesi veya üvey kızı ile evlenirse, karısı ile annesi veya karısı ile kızı arasında şiddetli bir nefret meydana gelir. Çünkü akrabalardan gelecek olan eziyyet, tesir bakımından daha kuvvetli, elem ve acılar bakımından daha şiddetlidir. Aralarında şiddetli bir nefretin hasıl olması sebebi ile de talak ve ayrılık meydana gelir. Fakat kayınvalide ve üvey kızla evlenme yasaklanırsa, mahremiyet hükmü verilirse, bütün arzu ve ümitler kesilir, şehvet zabt-u rabt altına alınmış olur. Böylece de bu zararlar meydana gelmez. Binâenaleyh karı ile koca arasındaki nikah, böylesi bozukluklardan uzak ve salim olmuş olur. Bu anlattıklarımız ile, şeriatın bu mahremiyete hükmetmesindeki maksadın, karı-koca arasında meydana gelen bağı sağlamlaştırmaya çalışmak olduğu ortaya çıkar. Şeriatın bunun haramlığına hükmetmesindeki maksad, bu bağı devam ettirmek olup, nikah sırasında meydana gelen bu münasebetin devamının matlub olduğu da malum olunca, şeriatın, bu mahremiyetin mevcudiyetine hükmetmesinin de münasib ve yerinde olduğu anlaşılır. Buna karşılık zina sırasında meydana gelen alaka ve bağın devamı arzulanmaz. Bundan dolayı da şeriatin, bu durumda böyle bir mahremiyeti kabul etmesi münasip olmamıştır.

Bu, iki durum arasındaki farkı son derece münasip ve makbul bir şekilde gösteren bir izahtır. Bu izah şekli, mesele hakkında İmam Muhammed İbn Hasan ile yaptığı münazara sırasında İmam Şafiî (r.h)'nin söylediği şu sözden (mülhemdir): "Bir cima var ki, sen onunla medholunursun. Bir cima da var ki, onun sebebi ile recm olunursun. Bu ikisi nasıl birbirine benzeyebilir?" Biz mesele hakkında şimdilik bu kadar sözle yetinelim.

Bil ki meseleyi böyle derinlemesine ele almamızın sebebi şudur: Ebu Bekir er-Razî (el Cessas), bu meseleyi eserlerinde uzun uzun sözkonusu yapmıştır. Fakat işi bu kadar uzatması, ancak dolaşık cümleler ve bozuk açıklamalarla sözü uzatması ile olmuştur. Sonra, iş İmam Şafiî hakkında konuşmaya gelince, edebte kusur etmiş, haddi aşmış, düşüncesizliğe dalmış, delillerini ortaya koyamamış ve hüccetlerini gösterememiştir. Üstelik kendi görüşünü destekleyecek hiçbir fayda ve hasımlarına hiçbir zarar veremeyecek olan saçma sapan sözlerle dolu birçok eserini yazdıktan sonra, kendi mezhebinde olanların ilimlerinin çok, onlara muhalefet edenlerin ilimlerinin ise az olduğunu ileri sürmek gibi şiddetli bir tenkid ve büyük bir böbürlenme ortaya koymuştur. Ener o ilim ehli olsaydı, kendi gürüşunü desteklemeye çalışmak için sarfettiği sözlerden dolayı pişman olup haline ağlar ve marifet ehlinden (bilenlerden), delilleri öğrenirdi. Her kim bizim ve onun kitabına bakar da insaflı davranırsa, şunu anlar ki: Biz ondan bir boncuk aldık, sonra bu boncuğu iyice netleştirip berrak hale koyarak bir inci haline getirdik. Sonra ona usûl kaidelerine dayanan ve fıkhın kurallarına uygun olan güzel cevaplar verdik. Biz, Allah Teâlâ'dan hüsn-ü hatime (güzel son) ve tevfiki ile yardımının devamını niyaz ederiz. [10]

 

Üvey Anneleriyle Daha Önce Nikahlanmış Olanlar Nikahlarını Bozmazlar

 

Müfessirter, ayetteki "Ancak daha önce geçenler müstesna.. ' istisnası hakkında birkaç izah şekli zikretmişlerdir: 1- En güzel izah şekli, "Hallül-Akd" kitabının müellifi es-Seyyîd'in şu izahıdır: "Bu, mana yoluyla yapılmış bir istisnadır. Çünkü "Babaları­nızla evlenmiş olan kadınlarla evlenmeyin. Ancak daha önce geçenler müstesna..'' âyeti, tahrîm âyetinden (Nisa, 23) 'den önce nazil olmuştur. Binâenaleyh daha önce olanlar affolunmuştur."

2-Keşşaf sahibi şöyle demiştir: Buradaki istisna, şâirin Onların, kılıçlarının... olmasından başka bir ayıpları yoktur" sözündeki "kılıçlarının., olmasından başka..." kısmının istisna edilişine benzer. Yani, "Daha önce geçenleri nikahlamanız mümkün olursa onları nikahlayınız. Çünkü size, ondan başkası helât olmaz" demektir. Bu mana mümkün değildir. Çünkü âyetten maksad, bu tür nikahı haram kılıp, onun mübahlığına götürecek bütün yolları kapama hususunda bir te'kîd ve mübalağadır. Nitekim, {bir şeyin imkansızlığını göstermek için)"Zift, beyaz oluncaya kadar"  "Deve, iğne deliğinden geçinceye kadar.." gibi tabirler kullanılır.

3- Bu, bir istisnâ-i munkatî'dır. Çünkü maziyi muzâriden müstesna kılmak caiz değildir. Buna göre mana şöyle olur: "Fakat daha önce geçen yok mu, muhakkak ki Allah onu atfetmiştir."

4- Bu âyetteki  kelimesi,  "sonra" manasınadır.  Bu Cenâb-ı Hakk'ın (Duhan, 56) âyetinde olduğu gibidir. Bu, "Onlar âhirette, birinci ölümden sonra (başka) ölüm tatmayacaklardır" manasındadır.

5- Âlimlerden biri şöyle demiştir: Bunun manası, "Ancak daha önce geçenler müstesna. Çünkü siz bunu sürdürüyorsunuz" şeklindedir. Bunlar şöyle demişlerdir: Hz. Peygamber (s.a.s), bu durumda olanları nikahlan üzere tutmuş, daha sonra onlardan boşanmalarını emretmiştir. Hz. Peygamber bunu, onları bu kötü adetten tedricen kurtarmak için yapmıştır. Bunun yanlış olduğu da söylendi. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s), bu durumdaki hiç kimseyi, câhiliyye döneminden kalmış olsa bile, babasının hanımı ile nikahlı bırakmamıştır. Berâ (r.a)'nm rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber (s.a.s), Ebu Bürde (r.a)'yi, babasının hanımı ile evlenmiş bir adamı öldürüp malını alması için yollamıştı. [11]

 

Dördüncü Mesele

 

Cenâb-ı Hakk'ın   iî| ifâdesindeki zamir neye râcidir? Bu hususta şu iki izah yapılmıştır:

a) Bu, nehyedilmeden önceki nikâh mefhumuna râcidir. Allahu Teâlâ, onlara haram kılmış olduğu bu şeyin, onların gönüllerinde çirkin kabul edilip, onlarca da bu işin gazabı gerektirecek bir şey olduğunu bildirmiştir. Araplar, bir kimsenin, babasının hanımından olan çocuğuna Js& {gazaba uğramış) diyorlardı. Bu böyledir, zira babanın hanımı, anneye benzer. Anneleri nikahlamak ise, Araplarca en çirkin fiillerdendir. Binâenaleyh bu nikah, böyle olan bir şeye benzeyince, Araplarca da çirkin görülen bir husus olmuştur. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, bu nikâhın devamlı olarak çirkin ve de daima gazab sebebi olduğunu beyân etmiştir.

b) Bu zamir, nehyedildikten sonra yapılmış olan nikâh mefhumuna râcidir. Böylece Allahu Teâlâ bu nikâhın, İslâmî dönemde bir hayasızlık ve Allah'ın hışmına bir sebep olduğunu beyân buyurmuştur. Hak Teâlâ, bu işin kendi hükmünde ve ilminde böyle vasfedilmiş olduğunu beyân etmek için de  buyurmuştur. [12]

 

Beşinci Mesele

 

Allah Teâlâ bu nikâh hadisesini şu üç şeyle tavsif ederek nitelemiştir:

a) Bu, bir hayasızlıktır. Cenâb-ı Hak bu nikâhı bir "haya­sızlık" diye vasfetmiştir, zira biz babanın hanımının anne demek olduğunu beyân etmiştik. Binâenaleyh, onunla cima yapmak en büyük hayasızlık olmuş olur.

b) Bunun, Allah'ın hışmına bir sebep olmasıdır. Bu ise, sahibinin irtikâb etmiş olduğu çirkin bir fiil sebebiyle meydana gelen bir ilgisizliğe ve aldırışsızlığa mukabil yapılan bir buğzdan ibarettir. Kul hakkındaki bu buğzun Allah'tan olması, o kulun son derece rezîl rüsvay edildiğine, hüsrana uğratıldığına delâlet eder.

c) Hak Teâlâ'nm, "Ve, ne kötü bir yoldur!" ifadesidir. Leys, şöyle demektedir:  fiili, lâzım bir fiil olup, faili ise, gizli zamirdir. kelimesi ise, failin bir tefsiri ve temyizi olmak üzere   mansubtur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Ontetr ne güze! arkadaştırlar!" (Nisa, 69) buyurmuştur.

Bil ki "kubh" (çirkinlik)un mertebeleri üçtür:

1- Aklen kabîh olan,

2-  Şer'an kabîh olan,

3- Örf cihetiyle kabîh olan..

Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın "Şüphe yok ki o, bir hayasızlıktır" buyruğu, bu nikâh türünün aklen kabîh, O'nun "(Allah'ın) hışmına (birsebep)" ifâdesi, bunun şer'an kabîh ve Onun "Ne kötü bir yoldur!" buyruğu da bunun örf ve adetçe kabîh olduğuna işarettir. Bir şey hakkında her ne zaman bütün bu nitelikler bir araya gelirse, muhakkak ki o şey kabîhliğin son haddine varmış demektir. Allah en iyi bilendir. [13]

 

Kadınlarla İlgili Altıncı Hüküm

 

"Analarınız, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, birader kızları, kız kardeşin kızları, sizi emziren (süt) analarınız, süt kız kardeşleriniz, karılarınızın anaları, kendileriyle (zifafa) girdiğiniz karılarınızdan olup himayelerinizde bulunan üvey kızlarınız (la evlenmeniz) size haram edildi. Eğer onlarla (üvey kızlarınızın analarıyla) zifafa girmemişseniz, (onlarla evlenmenizde) size bir günah yoktur. Yine, kendi sulbünüzden olan oğullarınızın kanlarıyla (evlenmeniz) ve iki kız kardeşi birlikte almanız da (aynı şekilde haram edildi). Ancak, daha önce geçen geçmiştir. Çünkü Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir" (Nisa, 23). [14]

 

Nikâh Kıyılması Haram Olan Ondört Sınıf İnsan

 

Bil ki Allahu Teâlâ ondört sınıf kadının haram olduğunu, bu âyet-i kerimeyle beyân etmiştir:

Bunlardan yedisi neseb cihetinden haram olup şunlardır: Anneler, kızlar, kız kardeşler, halalar, teyzeler, erkek kardeşin kızları ve kız kardeşin kızları..

Diğer yedisi ise, neseb cihetinden değildir. Bunlar süt anneler, süt kız kardeşler, karıların anaları, zifafa girmiş oldukları karılarının başka kocadan olan kızları, oğulların ve babaların hanımları -Ancak ne var ki, oğulların hanımlarının haram oluşu burada, babaların hanımlarının haram oluşu bir önceki âyette zikredilmiştir- ve iki kız kardeşi aynı anda nikâhı altında bulundurmak.. Âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [15]

 

Birinci Mesele

 

Kerhî, bu âyetin mücmel olduğu kanaatine vararak şöyle demektedir: "Bu âyette, haram kılma işi annelere, kızlara.. nisbet edilmiştir. Hararnlığın zâtlara nisbet edilmesisızdır.   Bunun  ancak fiillere  nisbet  edilmesi  mümkündür.Bu  fiil  ise, zikredil m e m iştir. Binâenaleyh bu haramltğın anneler, kızlar., hakkında düşünülemeyen bazı fiillere nisbet edilmesi, bazılarına nisbet edilmemesinden evlâ değildir. Binâenaleyh âyet işte bu bakımdan mücmeldir."

Kerhî'nin bu görüşüne şu iki bakımdan cevap verebiliriz:

a) Hak Teâlâ'nm "Babalarınızla evlenmiş olan kadınlarla evlenmeyin" (Nisa.22 ifâdesinin daha önce zikredilmiş olması, O'nun  "Size analarınız... haram kilindi (Nisa. 23) ifâdesinden kastedilenin, onların nikâhlarının haram kılınmış olduğuna delâlet eder.

b) Bundan muradın, onları nikahlamanın haram olduğu, Hz. Muhammed'in getirmiş olduğu dinden zarurî olarak bilinen bir husustur.

Bu hususta temel kaide şudur: Haramlık ve helâllik, zâtlara nisbet edildiklerinde bundan örfte onlardan matlub olan fiillerin haramtığı kastedilir. Buna göre meselâ. "Size leş ve kan haram kılındı.." (Maide, 3) denildiğinde herkes bundan muradın onları yemenin haram kılınmış olduğunu anlar. Yine, "Analarına, kızlarınız., size haram kılındı" denildiğinde de, herkes bundan murad onlarla evlenmenin haram olduğudur. (Zira örfe göre o hayvanların etlerini yemek, kadınları ise nikahlamak fiilleri sözkonusudur.) Yine Hz. Peygamber (s.a.s), "Müslüman bir kimsenin kanı, ancak üç sebepten biri için helâl olur"[16] buyurunca, herkes bundan müslüman bir kimsenin kanım akıtmanın haram olduğunu anlar. Bu şeyler zarurî olarak bilinen birer husus olunca. bu hususta birtakım şüpheler izhâr etmek, bedihî olan şeyleri ta'n etme yerine geçer ve böylece bu sofistliğe benzer bir hâl olur. Bu sebeple de son derece yanlış ve bozuk bir durum ortaya çıkar. Allah en iyi bilendir.

Evet, bana göre bu hususta daha başka bazı yönlerden de işi ele almak gerekir

1- Hak Teâlâ'nm, buyruğu faili zikredilmeyen (meçhul) bir fiildir. Binâenaleyh burada, bu nikâhı haram kılanın Allah olduğu hususunda açık bir izah bulunmamaktadır. Bu belli olmayınca, âyet başka bir şey ifâde etmez. Bu, ancak icmâ ile bilinebilir. Binâenaleyh bu âyet tek başına herhangi bir hüküm ifâde etmeyip, bununla beraber bunun böyle olduğu hususunda icmâ edilmiş olması gerekir.

2- Hak Teâlâ'nın "Size... haram kılındı" buyruğu, bu haramhğın ebedi olduğu hususunda bir nass değildir. Zira, âyette bahsedilen bu miktar haramhğın, hem ebedî haramlığa hem d.e geçici olarak haramlığa taksim edilmesi mümkündür. Buna göre, Cenâb-ı Hak sanki bazan, "Anneleriniz, kızlarınız... size sadece falan vakte kadar haram kılınmıştır"; bazan da "Anneleriniz, kızlarınız., size ebedî olarak haram kılınmıştır1' demiş olur. Âyette zikredilen miktar haramlık bu İki kısma taksim edilmeye elverişli olunca, bu miktar bu haramlığın ebedî olduğu hususunda bir nass olmaz. Binâenaleyh, ebedî haram kılınış, âyetin zahirinden değil, aksine ayrı bir delilden elde edilmiş ve anlaşılmış olur.

3-Hak Teâlâ'nın, "Analarınız... size haram edildi" buyruğu şifahî bir hitaptır. Binâenaleyh bu, orada bulunan kimselere tahsis edilmiş olur. Böylece bu haram kılınışın herkes hakkında olması, ancak ayrı bir delilden anlaşılabilir.

4- Cenâb-ı Hakk'ın, bu haram kılınışın, geçmiş zamanda olduğunu haber veren bir ifâdedir. Binâenaleyh bu ifâdenin zahiri, şimdiki ve gelecek zamanlan içine almaz. Bu da, ancak ayrı bir delil ile bilinebilir.

5- HakTeâlâ'nın, buyruğunun zahiri, Cenâb-ı Hakk'ın, her­kese bütün anne ve kızları haram kılmış olmasını gerektirir. Halbuki, bunun böyle olmadığı malumdur. Bilâkis bundan maksad, Allah Teâlâ'nın "cem'i cem' ile mukabele etmesi"dir. Binâenaleyh bu da, ferdin ferd ile mukabeie edilmesini gerektirir. İşte bu da Allah Teâlâ'nın, herkese kendi annesiyle kendi kızını haram kılmış olmasını iktizâ eder. Bu açıklamada da, âyetin zahirinden bir nevi ayrılma söz konusudur.

6- Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğunun zahiri, bu haramlıktan önce bir helâlliğin bulunmasını gerektirir. Çünkü, eğer bu devamlı olarak haram diye vasfedilmiş olsaydı, o zaman Cenâb-ı Hakk'ın "haram kılındı" ifâdesi, zâten haram olan bir şeyi haram kılmış olurdu. Böylece bu, mevcut olan bir şeyi icâd etme olurdu ki, bu da imkânsızdır..Binâenaleyh, Hak Teâlâ'ntn "haram kılındı" ifâdesinden maksadın, bu haramlığı yeniden haram kılma olmadığı kesinleşmiş olur; böylece zikredilmiş olan müşkil ortaya çıkmaz.. Bilakis bu ifâdeden maksat, bu haram kılmanın meydana geldiğini bildirmektir. İşte bütün bu yaptığımız izahlar ite, âyetin zahirinin tek başına, gayenin elde edilmesi hususunda yeterli olmadığı ortaya çıkmış olur. Allah en iyisini bilendir. [17]

 

Ana ve Kızla Evlenmenin Mahzuru     

 

Bil ki, annelerin ve kızların haram oluşu, Hz. Adem devrinden bu zamana kadar var olan bir şeydir. İlâhi din- (erin hiçbirinde, bunlarla evlenmenin helâl olduğu hükmü bulunmamaktadır. Sadece, Mecusîlerin peygamberi olan Zerdüşt, bunların nikâhının helâl olduğuna hükmetmiştir. Ancak ne var ki müslümanların ekserisi, onun yalancı olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Kız kardeşlerle evlenmeye gelince; bunun Hz. Adem zamanında mubah olduğu nakledilmiştir. Allah Teâlâ, zaruret sebebiyle bu evliliği mubah kılmıştı.

Bazı âlimlerin bunu kabul etmeyerek şöyle dediklerini de biliyorum: "Allah Teâlâ, Hz. Adem'in oğulları evlensinler diye cennetten huriler gönderiyordu." Bu görüş akıldan uzaktır. Çünkü Hz. Adem'in oğullarının hanımları ile kızlarının kocaları cennetliklerden olursa, bu durumda bu nesil sadece Hz. Adem'in çocuklarının nesli olmaz. Halbuki bu, icmâ ile bâtıldır.

Âlimler, bu haram otusun sebebini şu şekilde açıklamışlardır: Cinsî münasebette bulunmak kadını zelil kılıp, onu hakîr bur duruma düşürmektir. Çünkü insan, bunu söylemekten bile haya öder. Bu işi ancak, hiç kimsenin bulunmadığı uygun yerlerde yapar. Sövmenin pekçok çeşidi de ancak, bu fiili ifâde eden kelimelerin söylenmesiyle olur. Durum böyle olunca, annelerin bundan korunması gerekir. Çünkü annenin çocuğuna olan lütuf ve in'âmı, in'âm ve ihsan çeşitlerinin en büyüğüdür. Binâenaleyh annenin, bu tür bir zelil kılmadan korunmuş ve mâsun olması gerekir. Kız da, insanın bir parçası ve kısmı mesabesindedir. Nitekim Mz. Peygamber (s.a.s), "Fatıma, benden bir parçadır"[18] buyurmuştur. Binaenaleyh, onun da böyle bir zelîl kılmadan korunmuş olması gerekir. Çünkü, insanın kendi kızıyla cinsî münasebette bulunması da onu zelîl, hor-hakîr kılması yerine geçer. Geriye kalanlar hakkındaki hüküm de böyledir. Allah en iyi bilendir. Biz şimdi konunun tafsilatına geçiyor ve şöyle diyoruz: [19]

 

Haram Kılınanların Nevileri

 

1- Anneler

 

Haram kılınanların birinci nev'i annelerdir. Bu hususta birkaç mesele vardır: [20]

 

Birinci Mesele

 

Vahidî (r.h) şöyle demektedir: (anneler) kelimesi, kelimesinin çoğuludur. Bu kelime ise aslında  şek­lindedir. Bu şekilde müfredinde bulunan hâ harfi düşürül­müştür. Nitekim şair: "Annem Handef, babam da İlyas'tır" demiştir. Bu kelime bazan, hâ harfi olmaksızın  şeklinde cem' edilir. Bu kelime genel olarak, insanların dışındaki canlılar hakkında kullanılır. Nitekim (çoban) Ra'î şöyle demiştir: ve Muharrik kabilelerinin en asil dişi develeri, o yavruların analarıdır." (Veya, "O yavnılann anaları, Münzir ve Muharrik kabilelerinin en asil dişi develeridir); onları dötleyen erkek develer ise, erkek ve damızlık develerin en kuvvetli olanlarıdır." [21]

 

İkinci Mesele

 

İster kadın ister erkek vasıtalarla, gerek baban gerek anan tarafından -bir veya daha fazla batınla- doğurmak suretiyle nesebinin ulaştığı her kadın senin annendir.[22] Sonra burada incelenecek bir husus bulunmaktadır ki, o da şudur: Ümm lâfzı, muhakkak ki aslî anneyi ifâde etme bakımından hakikattir. Ama bu kelime, nineleri ifâde etme hususunda ya hakikat olur veya mecaz olur. Eğer bu lâfız, aslî anneler ile nineler hakkında hakikat olursa, bu durumda bu lâfız, ya ilk vaz'olunduğu anda her ikisine mutabık olan bir lâfız olmuş olur veya müşterek olur. Eğer bu lâfız her ikisine de uygun bir lâfız olursa, -ki ben bununla ümm lâfzının, aslî anne ile diğer nineler ara­sında müşterek olan bir nokta( mukabilinde vaz' edilmiş olduğunu kastediyorumT bu takdirde Cenâb-ı Hakk'ın, föty fiŞ* cUJA "Analarınız., size haram kılındı" buyruğu, aslî anne ile, bütün ninelerin haram kılınması hususunda bir nass olur. Ama, ümm lâfzı aslî anne ile nineler hakkında müşterek olursa bu, iki şey arasında müşterek olan lâfzın, o ikisi hakkında aynı anda kullanılıp kullanılamlyacağı meselesine dayanır. Buna göre, bunu uygun gören kimse, burada bu lâfzı her iki manaya da hamleder. Bu durumda da, ninelerin nikâhının haram kılınışı nassa, âyete dayanmış olur.

Bunun caiz olmadığını söyleyenlerin ise, bunu izah hususunda şu iki izah şekli bulunmaktadır:

a) Şüphe yok ki ümm lafzıyla burada, aslî anneler kastedilmiştir. Binaenaleyh, aslî annelerin nikâhının haram oluşu, işte bu vecihten, bu âyetten anlaşılmış olur. Ama ninelerin nikâhının haram oluşu ise, bu husus bu âyetten anlaşılmayıp, aksine icmâ'dan elde edilmiştir.

b) Allah Teâlâ bu âyeti, her seferinde bir başka manayı kastederek, iki defa irad etmiştir. Ama biz ümm lâfzının aslî anneyi ifâde etmede hakikat, nineleri ifâde etmede ise mecaz olduğunu söylersek, bu durumda tek bir lafzın aynı anda hem hakiki hem de mecazi manada kul lanı lam lyacağı sabit olur. O zaman da ümm lâfzının, aslî anne ile nineleri ifâdede hakikat olması halinde zikretmiş olduğumuz o iki izah şekli tekrar ortaya çıkar. [23]

 

Üçüncü Mesele

 

Şafiî (r.h) şöyle demiştir: "Bir kimse annesiyle evlenip, onunla cinsî münasebette bulunduğunda, bu kimseye zina cezası tatbik edilir." Ebu Hanife (r.h) ise, "Gerekmez.." demiştir. Şafiî'nin delili şudur: "Burada bir nikâhın bulunup bulunmaması aynıdır.Binaenaleyh, bu cinsî münasebet sırf zina olur. Böylece de bu kimseye Hak Teâlâ'r -"Zina eden kadınla zina eden erkekten her birine yüzer değnek vurun" iuc* z âyetinden dolayı zina cezasının uygulanması gerekir. Biz, bu nikâhın olmasının veya olmamasının bir farkı olmadığını söyledik. Zira Allah Teâlâ, "Analarınız., size harar kılındı" buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın bu âyetten maksadının, anneler ile nikâh n haram kılınmış olduğu, Hz. Muhammed (s.a.s)'in getirdiği dinden zarurî olara< anlaşılan bir husustur. Bu sabit olunca biz deriz ki: Mevcut olan, ancak "îcab" ve "kabul" sîgalandır. Binâenaleyh eğer bu nikah akdi meydana gelmiş olursa, bu durumda bunun ya hakîkaten meydana gelmiş olduğu veya şeriatın hükmüne göre meydana gelmiş olduğu söylenebilir. Birincisi batıldır. Çünkü "îcab" ve "kabul sığaları, birer sözdürler. Söz ise, devam etmeyen bir arazdır. Kabul ancak icabtar sonra bulunur. Halbuki mevcut (bulunan) ile ma'dûm (olmayan) arasında bir akdir bulunması imkansızdır. İkincisi de batıldır. Çünkü şeriat, bu âyette bu akdin kesir olarak bâtıl olduğunu beyân etmiştir. Bu akdin, şeriata göre kesin olarak bâtıl olması ile birlikte, daha nasıl bunun şer'ân meydana geldiğini söylemek mümkün olur? İşte böylece bu akdin bulunup bulunmamasının farksız olduğu sabit olmuş olur. Bu sabit olunca, diğer teferruat ve açıklamalar, geçen şekilde olur. [24]

 

2- Kızlar

 

Haram kılınanların ikinci nevi kızlardır. Bu hususta da iki mesele vardır: [25]

 

Kişinin Kızı İle Evlenmesinin Haramlığı

 

Erkekler veya kadınlar yoluyla, bir veya birkaç derece. doğum sebebi ile nesebi sana ulaşan her dişi senin kızındır. Oğulun kızı, kızın kızı, hakîkî olarak mı, mecazî olarak mı onun   kızı   sayılır?   Bu   husustaki   söz,   anneler   için söylediğimiz sözün aynısıdır. [26]

 

İkinci Mesele

 

Şafiî (r.h) zina yoluyla doğan kız çocuğun, zina eden erkeğe haram olmayacağını söylerken, İmam Ebu Hanife, bunun haram olduğunu söylemiştir. Şafiî'nin delili şudur: Bu kız, onun kızı sayılmaz. Binâenaleyh bunun haram kılınmaması gerekir. Biz, şu sebeplerden ötürü bu kızın, onun kızı sayılamayacağına hükmettik:

a) Ebu Hanife, bu kızın ya hakîkî manada onun kızı olduğunu söylemiş olması gerekir ki bu, o kızın o erkeğin menisinden (tohumundan) meydana gelmiş olmasıdır. veyahut da şeriatın bu nesebin sabit olduğuna hükmetmesine dayandırarak bunu söylemiş olması gerekir. Birincisi, Ebû Hanife'nin mezhebine göre hem "tarc" cihetinden, hem de "aks" cihetinden bâtıldır. Tard cihetinden bâtıl oluşu şöyledir; Bir kimse, bakire bir câriye satın alıp onunla münasebette bulunup, onu evinde tutarken, câriye bir çocuk doğursa, bu çocuğun o adamın menisinden olmuş olacağı malumdur. Fakat Ebu Hanife der ki: "Bu çocuğun nesebi ondan sabit olmaz, meğer ki kendisi onu ilhak edip nesebine katsın." Eğer sebep, o çocuğun adamın menisinden meydana gelmiş olması ise, bu sebep nesebin sabit olması hususunda o adamın "Bu, bendendir" deyip dememesine dayanmaz.

Bunun "aks" yönünden bâtıl oluşu ise şöyledir: "Doğudan bir adam, batıdan bir kadınla evlenseler ve bir çocuk olsa, bu durumda Ebu Hanife, o çocuğun o adamın suyundan yaratılmış olmadığını kesin bildiği halde, çocuğun o adamın nesebinden olduğunu kabul eder. Böylece Ebu Hanife'nin görüşüne göre, bir çocuğun bir adamın menisinden yaratılmış olmasının, nesebin tesbitine bir sebep kılınmasının hem "tard", hem de "aks" yönünden bâtıl olduğu sabit olur.

Fakat biz nesebin, ancak şeriatın hükmüne göre sabit olacağını söylersek, bu durumda bütün müslümanlar, zinadan doğan çocuğun bir nesebi olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir. Eğer bu çocuk, zina eden kimseye nisbet edilir (onun nesebinden sayılır) ise, kâdı'mn bu nisbet edişe mâni olması gerekir, Böylece o çocuğun nesebinin, zina eden erkeğe ne hakîkî manada ne de şer'î hükme binâen nisbet edilmesinin mümkün olmadığı sabit olmuş olur.

b)Hz. Peygamber (s.a.s)'in "Çocuk, (doğduğu) yatağa aittir. Zina edenin ise hiçbir hakkı yoktur, (Neseb iddia edemez) "[27] hadis-i şerifi delil getirilir. Binâenaleyh "Çocuk (doğduğu) yatağa aittir" ifâdesi, nesebin çocuğun doğduğu yatağa hasredilmesini gerektirir.

c) Eğer o veled-i zina, onun kızı sayılsaydı miras alırdı. Çünkü Hak Teâlâ, "Erkeğe, iki dişinin payı miktarı vardır" (Nisa, 11) buyurmuştur. Ayrıca "icbar hakkı" doğardı. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s) "Kızlarınızı denkleriyîe evlendiriniz"[28] buyurmuştur. Yine bu adam üzerine, o kızın nafakası ve büyütülmesi vacip olurdu. Yine o kız ile başbaşa kalabilmesi gerekirdi. Bunlardan hiç biri söz konusu olmadığına göre biz bunun, o adamın kızı sayılmayacağını anlamış oluruz. Bunun, o adamın kızı olmadığı sabit olunca, onun o kızla evlenmesinin helâl olması gerekir. Çünkü onunla evlenememesi, ya onun kendi kızı sayılması, veyahut de zinanın hurmet-i müsaharayı (evlilikten doğan haramtığt) gerektirmiş olması sebebiyledir. Bu hasr (sınırlama), icmâ ile sabittir. Onun, o adamın kızı sayılması, zikrettiğimiz yönlerden dolayı bâtıldır. Zina sebebiyle meydana gelen hurmet-i musâhara da bâtıldır, nitekim bunun izahı daha önce geçmişti. Binâenaleyh o kızın, zina eden o adama haram olmaması sabit olmuş olur. Allah en iyi bilendir. [29]

 

3- Kız Kardeşler

 

Kız Kardeşle Evlenmenin Haramlığı

 

Haram kılınanların üçüncü nev'i de, kız kardeşlerdir. Buna, ana-baba bir kız kardeşler, baba bir kız kardeşler ve ana bir kız kardeşler girmektedir. [30]

 

4-5- Halalar ve Teyzeler

 

Haram kılınanların dördüncü ve beşinci nev'ileri ise, halalar ve teyzelerdir. Vahidi (r.h) şöyle demiştir: "Senin nesebinin, kendisine varıp dayandığı her erkeğin kız kardeşi senin halandır. Bazan hala, anne cihetinden de olur ki bu, annenin babasın -kız kardeşidir. Senin nesebinin doğum yoluyla kendisine vardığı her dişinin kız kardeşi de senin teyzendir. Bazan teyze, baba cihetinden de olur ki bu, babanın annesinin kız kardeşidir. [31]

 

6-7- Yeğenler

 

Yeğenlerle Evlenmenin Haramlığı

 

Haram kılınanların altıncı ve yedinci nev'ileri, erkek kardeş ile kız kardeşin kızlarıdır (yeğenlerdir). Erkek ve kız kardeşlerin kızları ile ilgili hüküm, insanın kendi sulbünden gelen (öz) kızları hakkındaki hüküm gibidir.

İşte bu yedi kısım, neseb ve rahimler bakımından, âyetle haram kılınmışlardır Müfessirler şöyle derler: "Allah'ın, neseb ve rahim (sülb) bakımından nikahını haram kıldığı her kadının haramlığı ebedî olup, hiçbir şekilde helâl olmaz. Nikahları hela1 olup da, sonra ârizî bir sebeple haram olan kadınlar, âyetin devamında zikredilenlerdir[32]

 

8-9- Süt Ana ve Süt Kız Kardeş

 

Süt Emmeden Dolayı Olan Mahremiyet

 

Haram kılınanların sekizinci ve dokuzuncu nevileri, Hak Teâlâ'nın "Sizi emziren (süt) analarınız ve süt kız kardeşle­riniz..." âyeti ile ifâde ettikleridir.

Bu ifâde ile ilgili birkaç mesele vardır: [33]

 

Birinci Mesele

 

Vahidî (r.h) şöyle demiştir: "Cenâb-ı Hak, süt analarını da. nikahları haram olduğu için "analar" diye adlandırmıştır Nitekim O, yine aynı haramlıktan dolayı, "(Peygamberin} hanımları da, mü'minlerin analarıdır" {Ahzab. 6) âyetinde, ezvâc-ı tâhiratı "mü'minlerin anneleri" diye tavsif etmiştir." [34]

 

İkinci Mesele

 

Allah Teâlâ, bu âyette süt analarının ve süt kız kardeşlerinin nikah lan masının haram olduğunu açıkça belirtmiştir. Fakat bu haramlık sırf bunlara has değildir. Zira Hz. Peygamber (s.a.s),  "Neseb bakımından haram olanlar, süt cihetinden de haram olurlar"[35] buyurmuştur. Biz bu âyetlerin delaletiyle durumun böyle olduğunu biliyoruz. Bu böyledir, çünkü Cenâb-ı Hak emzireni anne, emeni de kız kardeş diye adlandırmıştır. Böylece Cenâb-ı Hak bununla, kendisinin süt emmeyi de "neseb" yerine koyduğuna dikkat çekmiştir. Bu böyledir, çünkü Cenâb-ı Hak, neseb sebebiyle yedi kimsenin nikahlanmasın! haram kılmıştır. Bunlardan ikisi, doğum sebebiyle haram kılınanlardır ki anneler ile kızlardır. Bunlardan beşi de kardeşlik münasebetiyle haram kılınanlardır ki kız kardeşler, halalar, teyzeler, erkek kardeşin kızları ve kız kardeşin kızlarıdır.

Sonra Cenâb-ı Hak, süt emzirmenin durumunu izaha başlayınca, geri kalanlara dikkat çekmek için, bu iki kısımdan tek bir şekil zikretmiştir. Böylece, doğum sebebiyle meydana gelen akrabalıktan anneleri (süt anneleri); kardeşlik yoluyla meydana gelen akrabalık kısmından da kardeşleri (süt kız kardeşleri) zikretmiş oldu. Böylece de O, şu İki kısımdan iki misali zikrederek, süt emmenin durumunun "neseb"deki durum gibi olduğuna tenbihte bulunmuştur. Daha sonra Hz. Peygamber (s.a.s), Cenâb-ı Hakk'ın bu beyânını, "Neseb bakımından haram olanlar, süt cihetinden de haram olurlar"[36] sözüyle te'kîd etmiştir. İşte böylece hadisin sarîh ifâdesinin, âyetin mefhumuna mutabık ve uygun olduğu anlaşılır ki, bu da çok ince bir açıklamadır. [37]

 

Süt Emme Sebebiyle Haram Olanlar

 

"İnsanın süt anası, onu emziren kadındır. Aynı şekilde bu süt emzirene, ister neseb cihetinden olsun, ister süt emme cihetinden olsun, "anne" olarak nisbet edilen her kadın da yine o insanın süt anası sayılır." Babanın durumu da anne gibidir. Sen, annenin ve babanın durumunu anladığın zaman, aynı yolla kızla ilgili durumu da anlarsın.

Süt kız kardeşlere gelince, bunlar üç çeşittir: Birincisi, ana-baba bir süt kız kardeşindir. Bu, senin babanın nikahında iken, ister seninle birlikte, isterse senden önce veya sonraki kardeşinle emzirmiş olsun, annenin emzirmiş olduğu yabancı küçük çocuktur. İkincisi, baba bir süt kızkardeşindir. Bu da, senin babanın nikahında iken, babanın (annen olmayan) hanımının emzirmiş olduğu kız kardeştir. Üçüncüsü, ana bir kız kardeşindir. Bu ise, başka bir adamın nikahında iken, annenin emzirmiş olduğu kız kardeştir. Bunu iyice kavradığında, süt teyzelerini, süt halalarını, süt kızkardeşinin kızlarını ve süt kardeşlerinin kızlarını tanıman kolaylaşır. [38]

 

Dördüncü Mesele

 

Şafiî (r.h) şöyle demektedir: "Süt (Redâ'a) sebebi ile nikahin haramlığı, emmenin beş defa olması şadına bağlıdır.

Ebu Hanife (r.h) ise, bu haramlığın meydana gelmesi için tek bir emmenin yeterli olduğunu söylemiştir. Bu mesele, Bakara sûresinde (233. âyette) geçmişti.

Ebu Bekr er-Râzî el-Cessâs, bu âyeti delil getirerek şöyle demektedir: "Allah Teâlâ, süt anneliği ve süt kızkardeşliğini, emme (redâ'a) işine bağlamıştır. Bu fiil meydana geldiğinde, süt ite ilgili hükmün terettüb etmesi gerekir." Cessâs, daha sonra, Hak Teâlâ'nın "Sizi emziren (süt) analarınız., "buyruğu, "sizeveren vesizi giydiren, analarınız" sözü gibidir. İşte bu, süt annelik ve süt kızkardeşlik sıfatının, süt emme fiilinden önce olmasını gerektirir. Aksine Cenâb-ı Hak, şayet "sizi emziren kadınlar sizin annelerinizdir" buyurmuş olsaydı senin maksadın hasıl olmuş olurdu?" diyerek kendi kendine sorar ve yine kendisi şöyle cevap verir: "Redâ'a (süt emzirme), o kadına "annelik" ismini kazandıran şeydir. Binaenaleyh bu isim, süt emmenin bulunmasına dayanınca, hüküm de ona dayanır. "Sizi giydiren, analarıntzdır" sözü ise böyle değildir. Çünkü "annelik" ismi, giydirme ile elde edilemez." Cessâs sözüne devamla, "Âyetten bunun anlaşıldığına, rivayet edilen şu husus da delâlet eder: "Bir adam İbn Ömer (r.a)'e gelerek, İbn Zübeyr bir defa ve iki defa emmenin bir mahzuru olmadığını söyledi", der. Bunun üzerine İbn Ömer (r.a), "Allah'ın hükmü, İbn Zübeyr'ın hükmünden daha hayırlıdır. Çünkü Allah, "Süt kız kardeşleriniz.." buyurmuştur" demiştir. İbn Ömer, "âyetin zahirinden az bir emme ile de bu haramlığın meydana geleceğini anlamıştır" demiştir. Bil ki bu cevap son derece bozuktur.

Onun, "Annelik ismi, süt emme (emzirme)'den dolayı meydana gelmiştir" görüşüne gelince, biz deriz ki: Münakaşa konusu zaten budur. Çünkü bana göre. süt annesi olma işi, ancak beş kere emme ile gerçekleşir. Sana göre ise bu, sırf emme ile olur. Sen, bu kaideni isbat için bu âyete futundun. Sen bu âyeti, o kaidene delil olarak getirdiğinde, delili medlul (delâlet ettiği şeyle) isbat etmiş olursun ki bu devr-i fasittir ve geçersizdir. İbn Ömer'in, sırf bir emme ile süt haramlığının meydana geleceğini âyetten anlamış olması, İbn Zübeyr'in anladığı mana ile çelişir. Halbuki bunların ikisi de fakîh sahabelerden ve Arapçayı iyi bilenlerdendir. O halde daha nasıl, onlardan birisinin anlayışı delil kabul ediliyor, diğerininki ise hasmının görüşüne delil kabul edilmiyor. Kalbleri kör eden şu taassub olmasaydı, bu cevabın zayıflığı kapalı kalmazdı. Sonra Cessâs, mezhebini isbat için, hadislere ve kıyasa da tutunmuştur. Ahkamu'l-Kur'ân (Kur'ân'ın Hükümleri) konusunda konuşan kimselerin, ancak âyetten çıkardığı şeyleri zikretmesi gerekir. Bunun dışındaki delillerin yeri ise ancak fıkıh kitaplarıdır. [39]

 

10- Kayınvalideler

 

Kayınvalidelerle Evlenmenin Haramlığı

 

Haram kılınanların onuncu nev'î, “Karılarınızın anaları... 'âyeti ile ifâde edilenlerdir. Bu âyetle ilgili iki mesele vardır: [40]

 

Birinci Mesele

 

Bu  ifâdeye,   benzerini   neseb   anneliği   hususunda zikrettiğimiz gibi, hanımların öz anneleri ile birlikte, annesi ve babası cihetinden olan bütün büyük anneleri (nineleri) de girer. [41]

 

İkinci Mesele

 

Sahabe ve Tabiînden ekserisinin görüşü şudur: "Bir kadıla evlenen bir kimseye, evlendiği kadınla ister zifafa girsin ister girmesin, o kadının annesi haram otur." Sahabeden bir topluluk da şunu belirtmiştir: Üvey kızın annesi, üvey kız ile cinsî münasebette bulunulduğunda o kimseye nasıl haram oluyorsa, kızıyla cinsî münasebette bulunulduğunda o kızın annesi de o kimseye haram otur. Bu Hz. Ali, Zeyd, İbn Ömer, İbnu'z-Zübeyr ve Cablr'in görüşü olup, İbn Abbas'tan rivayet edilen görüşlerin de en açık ve belirgin olanıdır. Bunla/ın delilleri şudur: Allah Teâlâ önce iki hüküm zikretmiştir ki bu, O'nun "kankınnızm anaları ve himayelerinizde bulunan üvey kızlarınız.. " ifâdeleridir. Daha sonra bir şart ileri sürmüştür ki, o da O'nun, "Kendileriyle (zifafa)girdiğiniz karınızdan olup.." ifadesidir. Binaenaleyh bu şartın her iki hükümde de muteber bir şart olması gerekir.

Birincilerin delili ise şudur: Cenâb-ı Hakk'ın, "Kanlarınızın anaları" sözü, başlı başına müstakil bir cümledir. Bu şartın onunla ilgili olduğuna bir delil yoktur. Binâenaleyh bu hükmün, umumîliği üzerine bırakılması gerekir.

Biz, şu sebeplerden dolayı bu şartın onunla ilgili olmadığını söyledik:

a) Şartın, mutlaka kendinden önce geçen bir şeye talîk edilmesi, bağlanması gerekir. Binâenaleyh bu şartı iki cümlenin birisine bağlayıp talîk ettik mi, onu diğer cümleye de talîk etmeye gerek kalmaz. Binâenaleyh, o şartı diğer cümleye talîk etmek, delil bulunmaksızın zahiri terketmek olur ki, bu caiz değildir.

b) Bu cümlenin umumîliği malumdur, Şartın onunla ilgili olması ise, ihtimâl dahilindedir. Zira, şartın sadece son cümleye tahsis edilmiş olması caiz olduğu gibi, aynı şekilde her iki cümleye birden ait olması da caizdir. Bu şartın iki cümleye birden ait olduğuna hükmetmek şüpheli bir tahsis ediciden dolayı, umumî olan bir ifâdenin zahirini terketmek olur ki, bu da caiz değildir.

c) Bu şartın ilk cümleye ait olması halinde, ya o cümleye hasredilmiş olur veyahut da hem ona, hem de ikinci cümleye talîk edilmiş olur. Birinci ihtimal geçersizdir, çünkü bu takdirde mutlak olarak üvey kızların haram olduğuna hükmetmek gerekir ki, bu ise icmâ ile bâtıldır. İkinci ihtimal de geçersizdir, çünkü bu takdirde de âyetin nazmı. "Hanımlarınızın, yan! kendileriyle zifafa girdiğiniz kadınlarınızın anneleri..." şeklinde olur. Bu durumda sözündeki  harf-i cerriyle beyâniyye manası murad edilmiştir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Ve, kendileriyle (zifafa) girdiğiniz kanlarınızdan olup da himayelerinizde bulunan üvey kızlarınız.." buyurmuş olur ki, bu durumda buradaki harf-i cem, "ibtidâ-ı gaye" için olmuş olur. Bu tıpkı, "Hz. Peygamber'in kızları. Hatice'dendir" denilmesi gibi olur. İşte bu durumda da müşterek bir İâfzı her iki manasında kullanmak gerekir ki, bu da caiz değildir. Buna şu şekilde cevap vermek mümkündür: "Âyetteki edatı, ittisal (birleşme) ifâde eder. Bu Cenâb-ı Hakk'ın, tıpkı "Münafik erkekler de, münafık kadınlar da birbirinin parçasıdırlar" (re,67) buyruğu gibidir. Hz. Peygamber (s.a.s) de, "Benim oyun ve eğlence ile hiçbir ilgim yoktur. Oyun ve eğlencenin de benimle hiçbir ilgisi yoktur"[42] buyurmuştur. Mutlak mânada ittisal ise, hem kadınlarda, hem de üvey kızlarda bulunmaktadır.

d) Amr İbn Şuayb'ın, babasından, onun da dedesinden, dedesinin de Hz. Peygamber'den rivayet ettiğine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

'Bir adam bir kadınla evlendiğinde, o adamın, evlendiği karttım annesini, kızıyla zifafa girsin ya da girmesin, nikahlaması helâl olmaz. Ama bir adam bir kadının annesiyle evlenir de, onunla zifafa girmeden onu boşarsa, bu adam tsterse kadının kızıyla evlenebilir.[43] Muhammed İbn Cerîr et-Taberî, bu hadisin sıhhatine ta'n etmiştir. Abdullah İbn Mesüd Kûfe'de iken, kendisine dokunmadan önce kızını boşadığı zaman bu kimsenin, o kızın annesiyle evlenebileceğine dair fetva veriyordu. Derken, Medine'ye gitti ve Medine'deki ulemânın, kendisinin vermiş olduğu fetvanın aksi olan bir fetva üzerinde ittifak etmiş olduklarını gördü. Küfeye dönünce, evine girmeden, daha önce hakkında fetva vermiş olduğu adama gitti, kapısını çalarak ona, o kadını boşamasını söyledi.

Katâde, Said İbnul-Müseyyeb'ten Zeyd İbn Sabitin şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Bir adam, cinsî temastan Önce hanımını boşar ve onun annesiyle evlenmek isterse, bu durumda bakılır: Eğer o adam hanımını cinsî temastan önce boşamışsa, o kadının annesiyle evlenir. Eğer o kadın ölmüşse, annesiyle evlenemez. Bil ki Zeyd ibn Sabit, haram olma hususunda ölümle boşama arasında fark görmüştür. Çünkü duhûlden önce boşamaya, duhûle dair şer'î hükümlerden hiçbiri taalluk etmez. Baksana, böylesi kadına iddet bile gerekmez. Ölüm ise, iddetin vacip olması meselesinde duhûl hükmünde olunca, hiç şüphesiz Cenâb-ı Hak bu ölümü, haram kılmanın bir sebebi kabul etmiştir. [44]

 

11-Üvey Kızlar

 

Himayenizdeki Üvey Kızlarınızın Haremliği

 

Haram kılınanların onbirinci nevisi, Cenâb-ı Hakk'ın şu ifadesidir: "Kendileriyle (zifafa) girdiğiniz karılarınızdan olup himayelerinizde bulunan üvey kızlannız(la evlenmeniz) size haram edildi. Eğer onlarla (üvey kızlarınızın analanyla) zifafa girmemişseniz, (onlarla evlenmenizde) size bir günah yoktur" (Nisa, 23).

Bu ifâde hakkında birkaç mesele vardır: [45]

 

Rebaib Kelimesinin İzahı       

 

kelimesi, kelimesinin çoğuludur. Bu kelime ise, bir kimsenin hanımının başkasından olan kızı anlamına gelip, kelime manası "terbiye edilmiş" demektir. Çünkü bu kızı terbiye eden o adamdtr. Meselâ, "Falancayı terbiye ettim-onu terbiye ediyorum" tabiri ile tabiri aynı mana­dadır,' kelimesi de, (himaye, koruma) kelimesinin çoğuludur. Bu kelime iki şekilde kullanılmaktadır: İbnus-Sikkît bu kelimenin, fetha ve kesre ile olmak üzere, ve "Bir kimsenin himâyesi" şeklinde kullanıldığını söylemektedir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, tabirinden maksat, "Sizin terbiye ve hima­yenizde olan" demektir. Birisi bir kimsenin terbiye ve himayesinde olduğu zaman, "Falanca, falancanın terbiye ve himâyesindedir" denilir. Burada söz konusu olan istiarenin sebebi şudur: Bir çocuğu terbiye eden kimse, onu kucağına oturtur. Böylece bu kucağına oturma işi, bir bakıma onu terbiye etmeden ibaret olmuş olur. Nitekim Arapça'da, "Falanca, falancanın terbiye ve himâ-yesindendir" denilmektedir. Buradaki  kelimesinin aslı, "bağır, yan" anlamına gelmiş olan kelimesine dayanmaktadır. Ebu Ubeyde, tabirinin anlamının, "evlerinizde.." şeklinde olduğunu söylemiştir. [46]

 

Evde Bulunmayan Üvey Kızla Evlenmenin Hükmü             

 

Malik İbn Evs İbn el-Hidsân, Hz. Ali (r.a)'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Üvey kız kocanın himayesinde olmaz, başka bir beldede bulunur, sonra bu koca da, annesiyle cinsî temasta bulunduktan sonra ayrıhrsa. o adamın o üvey kızla evlenmesi caiz olur." Hz. Ali (r.a)'nin bu görüşüne şu şekilde delil getirdiği nakledilmiştir: "Cenâb-ı Hak, "Himayelerinizde bulunan üvey kızlarınız..." buyurmuş, o kızın onun "rabîbe" (üvey kızı) olmasını, onun himayesinde olması şartına bağlamıştır. Binâenaleyh, mevzûbahs bu kız onun himaye ve terbiyesinde olmadığına göre, şart tahakkuk etmemiştir. Bu sebeple haramlılığın söz konusu olmaması gerekir." Bu, güzel bir istidlal şeklidir.

Diğer âlimlere gelince, onlar da şöyle demektedirler: "Bir kimse bir kadınla cinsî münasebette bulunduğu zaman, ister o erkeğin himayesinde olsun isterse olmasın, o kadının kızı o erkeğe haram olur. Bunun delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın "Eğer onlarla (üvey kızların analanyla) zifafa girmemişseniz, (onlarla evlenmenizde) size bir günah yoktur" buyruğudur. O, bu ifâdede, günahın olmamasını, sadece duhûlün bulunmaması şartına bağlamıştır. Bu da, günahın olabilmesini gerektiren şeyin, sadece duhûl olduğu sonucunu verir.

Birinci görüşün deliline şöyle cevap verilir: "Genel ve daha gâlıb olan durum şudur: Bir adamın hanımının, başka kocadan olan kızı, genellikle o adamtn himayesinde olur. İşte âyetteki ifâde de, bu şekilde umûmî bir mana ifâde etmektedir. Yoksa, âyetteki "himayelerinizde bulunan" kaydı, bu haramlığın meydana gelebilmesinin şartı değildir. [47]

 

Hurmet-i Musahere

 

Ebu  Bekr   er-Razî   el-Cessâs,   zinanın   "hurmet-i müsâhere"yi  gerektirdiğini  isbât etmek için,   Cenâb-ı Hakk'ın "Kendileriyle (zifafa) girdiğiniz karınızdan olup himayelerinizde bulunan üvey kızlarınız..." buyruğuyla is­tidlalde bulunarak şöyle demektedir: "Duhûl bihâ, -"O kadınla cinsî münasebette bulunmak"- mutlak anlamda cimâ'ya verilen bir addır. Bu cinsî münasebette bulunmanın nikâh yoluyla ya da zina vasıtasıyla olması farketmez. Böylece bu, annesi ile yapılan zinanın, bu zinayı yapana kızının nikahının haram olmasını gerektirdiğine delâlet etmiş olur.

Bu istidlal son derece zayıftır. Zira bu âyet, şu iki delilden ötürü, nikahlı olan hanımlar hakkındadır:

1- Bu âyet, sadece adamın kendisiyle henüz cinsî temasta bulunmadığı hanımı hakkındadır. Halbuki onun zina ettiği kadın böyle değildir. Binaenaleyh, adamın zina ettiği kadının, âyetin hükmüne girmesi imkânsızdır. Birinci cümlemizi şu iki şekilde izah edebiliriz:

a) Hak Teâtâ'nın "Kendileriyle (zifafa) girdiğiniz kanlarınızdan..." buyruğu, onun adamın hanımlarından sayılmasının, kendisi ile cinsî münasebette bulunmasından önce olmasını gerektirir.

b) Allah Teâlâ, onların hanımlarını, "kendileri ile zifafa girilmiş" ve "girilmemiş" diye ikiye ayırmıştır. Bunun delili, "Eğer onlarla zifafa girmemişseniz" âyetidir. Onların hanımları, bu iki kısma taksim edilince, kadının onun hanımlarından biri olmasının, onunla cinsî temasta bulunması ile alakalı olmadığını anlarız. Zina edilen kadının böyle olmamasının izahı ise şöyledir: İster kendisi ile zifafa girilmiş ister girilmemiş olsun kadın, nikah sebebi ile o adamın hanımlarından olmuş olur. Zinada ise, kendisi ile cinsî temasta bulunmadan önce o kadıntn, o erkeğin hanımlarından (kadınlarından) olmasını gerektiren herhangi birşey mevcut değildir. Binaenaleyh adamın zina ettiği kadının, âyetin hükmüne dâhil olmadığı ortaya çıkmaktadır.

2- Bir insan, "Falancanın kadınlarına..." diye vasiyyette bulunsa, o falancanın zina ettiği kadın, vasiyyete dâhil olmaz. Yine birisi, "Falancanın kadınları üzerine..." diye yemin etse, bu zâniye kadın sebebi ile ne yeminini sürdürmüş ne de yeminini bozmuş olur. Böylece bu istidlalin zaytf olduğu ortaya çıkmış olur. [48]

 

12- Gelinler

 

Gelinlerle Evlenmenin Haramlığt

 

Haram kılınanlarınonikinci nev'i, HakTeâlâ'nın, "Yine kendi sulbünüzden olan oğullarınızın kanlarıyla..." âyeti ile ifâde ettiği kimselerdir. Bu hususta birkaç mesele vardır: [49]

 

Birinci Mesele

 

Şafiî (r.h), bir kimsenin oğlunun câriyesiyle evlenmesinin caiz olmayacağını söylerken, Ebu Hanife (r.h) bunun caiz olduğunu belirtmiştir. Şafiî bu hususta şöyle istidlal eder: "Oğulun ca­riyesi karısı sayılır. Oğulun karısı ise babaya haramdır." Birinci mukaddimeyi, "halîle" kelimesinin manasını izah ederek ortaya koyuyor ve şöyle diyoruz: "Halîle", fa'île veznindedir. Bu sebeple kelime ya ism-i fail ya da ism-i mef'ul manasındadır. Mef'ul manasına oluşunun şu iki izahı yapılır:

a) Bu kelime, "mubah" manasına lâfzından alınmıştır. Buna göre "ha­rfle", helal kılınmış, mubah manasınadır. Cariyenin böyle olduğunda şüphe yoktur. Binâenaleyh cariyenin, oğulun nafilesi sayılması gerekir.

b)  Bu kelime, "hulul" lâfzından alınmıştır. Buna göre "halîfe", bir şeyin hulul etme (girme) mahalli manasına gelir. Şüphe yok ki câriye de, sahibinin kendisine hulul ettiği yerdir. Binâenaleyh câriye, o oğulun halîlesi olmuş olur.

Bu kelimeyi ism-i fail manasına aldığımızda da şu iki izah yapılabilir:

a)  Her birinin diğerine aşırı ilgisinden dolayı, sanki bunlar (karı ile koca) bir elbiseye, bir çarşafa ve bir yere hulul etmişlerdir. Şüphe yok ki, câriye de böyledir.

b) Karı ile kocadan herbiri, aralarındaki muhabbet ve ülfetin şiddetinden ötürü, adetâ diğerinin kalbine ve ruhuna hulul etmiş(girmiş)lerdir. Böylece bu zikrettikleri­mizin tamamı ile, oğulun cariyesinin, onun nafilelerinden sayılması ortaya çıkar. İkinci mukaddimeye gelince  bu  da,  oğulun  hanımının,   "Kendi sulbünüzden  olan oğullarınızın kanlan..." âyetinden dolayı, babaya haram olmasıdır. "Dilciler, "Bir kimsenin "halîlesi", onun hanımıdır" diyorlar" denilemez. Çünkü biz diyoruz ki, şu

beyân ettik. Sizin naklettiğiniz söze iltifat olunmaz. Hem nasıl iltifat olunsun ki bu olumsuz bir şehâdettir. Zira biz, "nafile" lâfzının, adamın hanımını içine aldığını kabul ediyoruz. Fakat bunu, hem zevceyi hem de cariyeyi içine a\an bir \âta kabvrt ediyoruz. Buna göre, "Bu ifâde cariyeye şamil değildir" diyenlerin görüşü, menfiliğe bir şehâdettir ki buna iltifat olunmaz. [50]

 

Evladın Sulbden Olup Evlatlık Kurumunun Bulunmayışı

 

Hak Teâlâ'nın    "Kendi sulbünüzden olan" ifâdesi, evlat edinmeyi dışta bırakmak için getirilmiştir. İslâm'ın ilk yıllarında, evlatlık, oğul mesabesinde idi. Bir kimseye, kendi sulbünden olmadığı müddetçe, evlatlığının hanımı haram olmaz. Zira Hz. Peygamber (s.a.s) Zeyneb binti Cahş el-Esedî'yi nikahlamıştır. Bu da, Abudulmuttalib'in kızı Ümeyye'nin kızıdır. Zeyneb, Hz. Peygamber (s.a.s)'in halasının kızı idi. Hz. Peygamber (s.a.s), Zeyneb'i Zeyd İbn Harise (r.a)'nin karısı olup onun onu boşamasından sonra nikahlayınca, müşrikler, "O, oğlunun karısı ile evlendi" demişlerdir. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Evlatlıklarınızı da (öz) ogullannız (gibi) tanımadı" (Ahzab. a) âyetini indirdi ve "Tâkf oğulluklarının kendilerinden ilişkilerini kestikleri zevcelerini (atmada), mü'minier üzerine günah olmasın" (Ahzab, 37) buyurdu. [51]

 

Üçüncü Mesele

 

Hak Teâlâ'nın,  "Kendi sulbünüzden olan oğllanmzın kanlan..." ifâdesinin zahiri, süt oğullarının hanımlarını içine almaz. Fakat Cenâb-ı Hak, haram kılınanların sayıldığı âyetlerin sonunda, "Onların dışındakiler size helâl kılındı" (Nisa, 24) buyurunca, bu iki ifâdenin zahirinden, süt oğullarının hanımları ile evlenmenin helâl olduğu çıkar. Fakat Hz. Peygamber (s.a.s), "Neseb yönünden haram olanlar, süt emme (rada'a) yoluyla da haram olurlar" buyurmuştur. Binaenaleyh bu hadis, süt oğulların hanımları ile de evlenmenin haram olduğunu ifâde etmektedir. Zira, "Onların dışındakiler size helâl kılındı" (Nisa, 24>âyeti hem süt emme, hem de emmeme halini içine alır. Bundan dolayı, Hz. Peygamber (s.a.s)'in "Neseb yönünden haram olanlar, süt emme (r&da'a) yoluyla da haram olurlar" ifâdesi, âyetten daha husûsî bir ifadedir. Böylece âlimler, âyetin umûmî manasını haber-t vâhid ile tahsis etmiş (sınırlandırmış)lardır. Allah en iyi bilendir. [52]

 

Dördüncü Mesele

 

Âlimler, babanın hanımı ile evlenmenin haramlığı sırf nikah akdi ile olduğu gibi, oğulun hanımı ile evlenmenin de sırf nikah akdi ile olacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Bu böyledir, zira âyetin umûmî ifâdesi, ister kendileriyle zifafa girilmiş olsun, ister olmasın, oğulun hanımlarını içine alır. Fakat "İbni Abbas'a, "Kendi sulbünüzden olan oğullarınızın hanımları.." âyeti hakkında "Allah Teâlâ, bu hükmün, oğulun, kendisi ile cinsî münasebette bulunduğu hanımlarına has olup olmadığını beyân buyurmamıştır" diye sorulduğunda, o şöyle demiştir: Allah'ın müphem bıraktığı şeyi siz de müphem bırakın" şeklindeki rivayete gelince, İbn Abbas m söylediği müphemlikten maksadı, âyetin mücmel ve müteşabih olması değildir. Aksine bu müphemlikten maksadı, ebediyyen haram oluşu göstermesidir. Görmüyor musun ki İbn Abbas, neseb cihetinden haram olan yedi kısım kadın hakkında da, "Onlar da müphemlerdendir. Yani, "nikahları ebediyyen haram olan kadınlardandır" demiştir. İşte burada da böyledir. Allah en iyi bilendir. [53]

 

Torunlarla Evlenmenin Haramlığı      

 

Âlimler, bu âyetin, torunun hanımının da dedeye haram olmasını gerektirdiği hususunda ittifak etmişlerdir. Bu da, toruna "O, dedenin sulbündendir" deneceğine delâlet eder. Bunda da, torunun doğum yoluyla dedeye nisbet edilmiş olduğuna bir delâlet vardır. [54]

 

13- İki Kız Kardeşi Bir Nikah Altında Bulundurma

 

İki Kız Kardeşle Aynı Anda Evli Bulunma

 

Haram kılınanlardan onüçüncü nev'i, Hak Teâlâ'nın,  "Ve iki kız kardeşi birlikte almanız da (aynı şekilde haram edildi). Ancak daha önce geçen geçmiştir. Çünkü Aüah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir" âyeti ile ifâde ettiğidir. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [55]

 

Birinci Mesele

 

Âyetteki, "İki kız kardeşi birlikte almanız' cümlesi ref' mahallindedir. Çünkü âyetin takdiri,  "Size analarınız, kızlarınız... ve iki kız kardeşi birlikte almanız haram kılındı" şeklindedir.

İki kız kardeşi birlikte almak, şu üç şekilde olabilir:

a) Her ikisini birden nikahlamak.

b) Cariye olarak, her ikisine birden sahip olmak.

c) Birisine nikahlı olarak, diğerine cariye olarak sahip olmak. [56]

 

İkinci Mesele

 

İki kız kardeşi aynı anda nikahlı olarak almak ise şu iki şekilde olabilir:

1- İkisine aynı anda nikah kıymak. Bu durumda hüküm şöyle olabilir: Ya cem' (ikisini birlikte) tutma, veya ta'yin (birini belirleme), yahut muhayyerlik (birini seçmece serbest olma), yahut da bu nikahlan iptal... Cem' bu âyetin hükmüne göre bâtıld -Âlimler de böyle demişlerdir. Fakat bu, Ebu Hanife'nin prensibine göre bir müşkül arzeder. Çünkü hürmet (haram oluş), Ebu Hanife'nin görüşüne göre nikahın iptalim gerektirmez. Baksana, Ebu Hanife'ye göre, üç talakı bir defada vermek haramdr. Fakat yapılırsa geçerlidir. Bir dirhemi, iki dirheme satmayı nehyetmek, böyle bi alışverişin geçerli olmasına manî değildir. Bütün fâsid alışverişlerde hüküm aynıdır. Böylece nehy (yasaklama ve haram kılma) sebebi ile, bir şeyin fesadına istidlal etmenin, Ebu Hanife'ye göre doğru olmayacağı sabit olur.

İmdi şayet Hanefiler, "Aynı şey sizin için de söylenebilir. Zira hayız esnasında* boşama ve cima yapılabilen temizlik esnasında boşama yasak kılınmıştır. Fakat boy e bir boşama olursa geçerli olur" derlerse, deriz ki: Bu iki misal arasında, çok ince bir fark vardır. Biz onu, "Hilafiyyât" adlı kitabımızda zikrettik. Öğrenmek isteyen oraya baksın. Binâenaleyh cem'in (iki kız kardeşi aynı anda nikahtı bulundurmanın) bâtıl olduğu ortaya çıkmıştır. "Ta'yîn" de bâtıldır. Çünkü tercih eden olmadan, tercih (müreccihsiz tercih) bâtıldır. Muhayyerlik de böyledir, zira tahytre hükmetmek, nikâh akdinin bulunmasını ve tayîn edecek zamana kadar onun bekâsını gerektirir. Biz bunun bâttl olduğunu daha önce izah etmiştik. Geriye iki akdin de  birlikte fasit olduğuna hükmetmek kalır.

2- Bir kimsenin, onlardan biriyle daha önce, diğeriyle de daha sonra evlenmesi halidir. Bu durumda, ikincisinin nikâhının bâtıl olduğuna hükmedilir. Zira "def etmek (ikinci evliliğe mâni olmak), ref etmekten (yani birinci kız kardeşin nikâhını ibtal etmekten) daha kolaydır."

Cariye edinmek veya birisini nikahlayıp diğerini satın almak suretiyle iki kız kardeşin arasını cem etmeye gelince, bu hususta sahabe ihtilâf etmiştir. Buna göre Hz. Ali, Hz. Ömer, İbn Mesûd, Zeyd İbn Sabit ve İbn Ömer, aralarını cem etmenin caiz olmayacağını söylerlerken, diğerleri ise bunu caiz görmüşlerdir. Birinci görüştekiler, kendi görüşlerine şu şekilde delil getirmişlerdir: Âyetin zahiri, iki kız kardeşin mutlak manada cem edilememesini gerektirir. Binâenaleyh, bu ikisinin arasını cem etmenin bütün durumlarda haram olması gerekir.

Hz. Osman'ın ise şöyle dediği rivayet edilmiştir: Bunu, bir âyet helâl, bir âyet de haram kabul etmiştir. Helâl kılmak daha evlâdır. Helâlliği gerektiren âyet, Hak Teâlâ'nın, "Sağ ellerinizin mâlik olduğu kadınlar (cariyeler) müstesna, diğer bütün kocalı kadınlar (da size haram kilindi) (Nisa, 24) ve "Zevcelerine, yahut sağ ellerinin mâlik olduğu (cariyelerine) karşı (olan durumları) müstesna../'(Muminun.6)âyetleridir.

Biz buna iki yönden cevap veririz:

1- Bu âyetler, iki kız kardeşi nikahta birleştirmenin haram olduğuna da delâlet etmektedir. Çünkü müslümanlar, cimânın helâl olması durumunda dahi, iki kız kardeşi aynı anda nikahlamanın caiz olmadığında icmâ etmişlerdir. Bu sebeple biz diyoruz ki, "Şayet iki kız kardeşi, cariye olarak cem'etmek caiz olsaydı, Hak Teâlâ'nın, "Onlar (öyle mü minlerdir ki), ırzlarını koruyanlardır. Zevcelerine, yahut sağ ellerinin mâlik olduğu (cariyelerine) karşı (olan durumları) müstesna.."(Mümmun,&«)âyetinden ötürü, cima hususunda da aralarını cem'etmek caiz olurdu. Fakat mülk edinilmeleri hususunda iki kız kardeşi cem'etmek caiz değildir. Böylece bu âyet-i kerimenin, iki kız kardeşi câriye olarak birlikte almanın haram olduğuna delâlet edişinin, bunun caiz oluşuna delâlet edişinden daha uygun olduğu ortaya çıkmış otur.

2- Biz, bu âyetin cem'e delâlet ettiğini kabul etsek bile, tercihin bunun haram sayılması tarafında olacağını söylüyoruz. Bunun böyle olduğuna şunlar da delâlet etmektedir:

a)  Hz. Peygamber (s.a.s), "Haram ile helal bir arada bulunduklarında, mutlaka haram helâla ağır basar"[57] buyurmuştur.

b) İhtiyattı olanın, bu işi yapmamak olduğunda şüphe yoktur. Binaenaleyh bunu yapmamak gerekir. Zira Hz. Peygamber {s.a.s): "Sana şüphe veren şeyi bırak, şüphe vermeyene geç"[58] buyurmuştur.

c) Aslında kadınların ırzları haramlık üzere bina edilmiştir. Bunun delili şudur: Nikah akdinin şartlarına uygun olup olmadığında emareler denk olduğunda, akdin bulunmadığına (haramlığa) hükmetmek gerekir. Bir de nikah, büyük menfaatleri ihtiva eder. Eğer bu nikah zelil kılma ve zarar verme cihetlerinden büsbütün uzak olsaydı, o zaman bu nikahın anneler hakkında da meşru olması gerekirdi. Zira onlara menfaat ulaştırmak, "Ana ve babaya iyi muamele edin" {fare, 23) âyetinden dolayı, menduptur. Bu haram olduğuna göre, biz bu nikahın zarar verme ve zelil kılmayı da ihtiva ettiğini anlamış oluyoruz. Durum böyle olunca da nikahta aslolan, haramlık olur. Helallik ise, arızî (sonradan olan) sebeplerle sabit olmuştur. Bunun böyle olduğu sabit olunca, tercihin haramlık tarafında olduğu ortaya çıkar. Bu, bu konuda Hz. Ali (r.a)'nin görüşünün izahıdır. Fakat biz fukaha arasında meşhur olan görüşü ele aldığımızda -ki bu, iki kız kardeşe cariye olarak birlikte sahip olmak caizdir görüşüdür;- bu durumda insan bunlardan birisi ile cinsî münasebette bulunduğunda, diğeri haram olur. Bu haramlık, birincisinin satma, bağışlama, azad etme, mükatebe kılma veya başkası ile evlendirme gibi bir sebeple mülkiyeti zail oluncaya kadar devam eder. [59]

 

Üçüncü Mesele

 

İmam Şafiî (r.h) şöyle demektedir: "Bâ'in talak ile (üç talakla) boşanan kızkardeşin iddeti bitmeden, diğer kız caiz olmayacağını söylemiştir. Şafiî'nin delili şudur: "Bu durumda cem' söz konusu olmadığına göre, buna bir engelin bulunmaması gerekir. Biz, bu durumda cem' yapılmış olmayacağını söyledik. Çünkü boşanan kadının, kendisi ile cinsi münasebette bulunmak caiz olmayacağı ve cinsi münasebette bulunulması halinde o kimseye zina haddinin uygulanacağı delili i!e, nikahı yoktur. Biz "cem' olmadığına göre, herhangibir engelin bulunmaması gerekir" dedik, zira Cenâb-ı Hak, haram kılınan kadınları saydıktan sonra, "Onların dışındakiler size helâl kılındı" (Nisa. 24) buyurmuştur. İki kızkardeşin   arasını   cem'   etme   durumu   müstesna,   bütün   bu   engellerin bulunmadığında herhangibir şüphe yoktur. Binaenaleyh delil ile cem'in olmadığı sabit olunca, bu nikahın caiz olduğunu söylemek gerekir.

İmdi şayet, "İddetin vacip olması ve nafakanın gerekmesi gibi hususların da delâleti ile, bazı yönlerden nikah devam etmektedir" denilir ise, biz deriz ki: "Nikahın tek bir hakikati vardır. Bu tek hakîkat da onun aynı anda hem mevcut olmasına, hem de yok olmasına engeldir. Şayet bu hakikat ikiye bölünebilse ve birisi mevcut, birisi gayr-ı mevcut olabilseydi, o zaman bu doğru olurdu. Fakat bu tek hakikat, bölünmeyi kabul etmeyince, böyle bir görüş fasit olmuş olur.

İddetin vacip olması ve nafakanın gerekmesi meselesine gelince bil ki, eğer nikah olmuş olsaydı, o kadın hapsedilebilir (tutulabilirdi). Bu da onu nikahtan dolayı engellemeye erkeğin hakkı olduğu neticesini vermez. Çünkü ikinci mukaddimenin, kendisini istisna etmek netice vermez. Buna göre nikah zail olduktan sonra, hapsetme hakkını başka bir yolla isbat etmek, bir nebze makul bir harekettir. Ama nikahın olmadığına hükmedilmesi halinde, nikahın devam ettiğine hükmetmek, aklın kabul edemeyeceği şeylerdendir. Şer'î hükümleri, akla uygun olarak çıkarmak, onları aklın bedaheti ile bâtıl olduğu bilinen şeylere hamletmekten daha evladır. [60]

 

Dördüncü Mesele

 

Şafiî (r.h), "nikahında iki kız kardeş bulunan bir kafir, müslüman olduğunda, bunlardan dilediğini tercih edip, diğerini bırakır" der. Ebu Hanffe (r.h) ise şöyle demekte­dir: "Eğer bu kimse, o iki kız kardeş ile aynı anda evlenmiş ise, o adamla o kız kardeşlerin arası ayrılır (nikahları iptal edilir). Eğer onlardan biri ile daha önce, diğeri ile ise daha sonra evlenmiş ise, birincisini tercih eder, ikincisinden ayrılır." Ebu Bekir er-Râzi, Ebu Hanffe'nin bu görüşüne, Hak Teâlâ'nın "İki kız kardeşi birlikte almanız da (aynı şekilde haram kılınmıştır)" ifâdesini delil getirerek şöyle der: "Bu umûmî olan bir hitaptır. Binaenaleyh hem mü'mini, hem de kâfiri içine alır. Bunun kâfiri içine aldığı sabit olunca nikâhın fasit olması gerekir. Çünkü nehy, fesada delâlet etmektedir." Buna göre Ebu Bekr er-Râzî'ye şöyle denebilir: "Sen bu istidlalini, kâfirlerin, şeriatın fürûu ile muhatab oldukları esâsı ile, nehyin fesada delâlet ettiği esasına dayadın. Halbuki Ebu Hanife  bu iki esastan hiçbirine kail değildir.

İmdi eğer Ebu Bekr er-Razî, "Bu sizin görüşünüze göre de doğrudur; binaenaleyh, böyle bir istidlal size de gerekir" derse, biz deriz ki: "Bizim, "kâfirler şeriatın fürûuna muhatabtırlar" sözümüzle, onların dünya hükümleri hususunda sorumlu olduklarını kabul etmiyoruz. Çünkü bir kimse, devamlı kâfir olduğu müddetçe, onu İslâm'ın fürûu ile mükellef tutmak mümkün olmaz. Ama müslüman olunca, ondan geçmişe dair ne kadar İslamî ahkâm varsa, hepsi icmâ ile sakıt olur. Bizim bu sözden maksadımız, âhiret ile ilgili hükümlerdir. Kâfir bir kimse İslâm'a girmediği için ceza göreceği gibi, İslâm'ın fürûunu yapmaması sebebiyle de ceza görür. Bunu iyice kavradığında biz deriz ki; biz, kâfir velîsiz ve şahidsiz evlense veya bir kadınla cebren evlense, müslüman olduktan sonra o nikâhın o kişi hakkında devam ettiğine dair icmâ ettik. Böylece, şeriatın fürûu ile muhatab olmanın, dünyevî hükümler bakımından, kâfir hakkında herhangi bir tesirinin bulunmadığı ortaya çıkmış ve sabit olmuş olur. Şafiî'nin delili şudur: Feyrûz ed-Deylemî, sekiz kadınla evliyken müslüman oldu. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s), "Dördünü tercih et, diğerlerini bırak"[61] buyurarak, Feyruz'u o kadınlar hakkında muhayyer bıraktı. Bu ise, sizin zikretmiş olduğunuz tertîbe aykırı değildir. Allah en iyisini bilendir. [62]

 

Beşinci Mesele

 

Hak Teâlâ'nın, "Ancak, daha önce geçen geçmiştir" buyruğu hakkında  meşhur olan bir müşkilât bulunmaktadır. Bu da âyetin takdirinin "Size anneleriniz, ve şu, şu., ve şu, (şu anda) haram kılındı. Ancak daha önce geçen geçmiştir" şeklinde olmasıdır. Bu ise, mazi olan bir ifâdenin, gelecek zamana ait bir ifâdeden istisna edilmesini gerektirir ki, bu caiz değildir. Bu müşkilâtın cevabı, Cenâb-ı Hakk'ın. 'Babalarınızla evlenmiş olan kadınlarla evlenmeyin. Ancak, daha önce geçen geçmiştir" (nim, 22) ifâdesi hakkında zikredilmiş olan açıklamalarla verilmişti. Manası ise, Cenâb-ı Hakk'ın, "Çünkü Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir delaletiyle, "Daha önce geçmiş olanlar bağışlanmıştır" şeklindedir. [63]

 

Haram kılınanların beşinci nev'i, Cenâb-ı Hakk'ın:

"(Harb esiri olarak) sağ etlerinizin mâlik olduğu kadınlar müstesna olmak üzre. diğer kocalı kadınlarda evlenmeniz de size haram edildi). (Bu haram kılmalar), üzerinize Allah'ın farzı olarak (yazılmıştır). Onlardan başkası tsef namuslu ve zinaya sapmayarak, mallarınızla ara(yıp nikâhla)manız üzere size helâl edildi. O halde onlardan hangisiyle faydalandıysanız, ücretlerini takdir edildiği şekil üzere verin. O mehrin mikdannı tayin ettikten sonra aranızda gönül hoşluğu ile uyuştuğunuz şey hakkında size bir günah yoktur. Şüphesiz kt Allah, hakkıyla bilendir, mutlak hüküm ve hikmet sahibidir" (Nisa. 24) âyetidir. [64]

Bu hususta birkaç mesele vardır:

 

"Muhsan" Kelimesinin Mânası    

 

kelimesi Arapça'da, muhafaza etmek, korumak, engel olmak anlamlarına gelir. kelimesi de böyledir. Nitekim "muhafazalı, muhkem; içindeki­leri koruyan şehir" ve "Sağlam, iyi koruyan zırh" yani, "sahibini yaralanmaktan, yara-bereden koruyan, engel olan zırh" tabirleri kullanılmaktadır. Cenâb-ı Hak da, "Biz ona, sizin için, sizi savaşınızın şiddetinden korumak için giyecek (zırh) sanatını öğrettik" (Enbiya, so) buyurmuştur ki, mânası "sizi koruması ve muhafaza etmesi için..." demektir. kelimesi ise, kendisine, içindekilere kötülük yapmayı isteyenleri men edip engellediği için, muhkem, sağlam ve koruyan yer, mekân (kale) anlamına getir. Hâ harfinin kesresiyle olmak üzere kelimesi, sahibi yok olmaktan koruduğu için, erkek at anlamına gelir. Hâ harfinin fethasıyla olmak üzere kelimesi, tercini haramdan koruyup men ettiği için, iffetli ve namuslu kadınlar hakkında kullanılmaktadır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Namusunu muhkem bir kale gibi muhafaza eden İmrân kızı Meryem'i de..." rrahrım, 12) buyurmuştur.

Bil ki, kelimesi, Kur'ân-ı Kerim'de birkaç anlamda kullanılmıştır:

a)Hürriyet.. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Namuslu ve hür ka­dınlara iftira atan..."(Nûr,4) buyurmuştur. Baksana bir kimse, hür olmayan birisine iftira atsa, ona (had cezası olan) seksen değnek vurulmaz. Hak Teâlâ'nın, 'O vakit (cariyelerin) üzerlerine, hür kadınlar üzerindeki cezanın yarısı vardır" ve "Sizden kim hür ve miislüman kadınları nikahla alacak bir bolluğa güç yetiremezse.." (Nisa. 25) âyetleri de böyledir.

b) İffet ve namusluluk.. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Fuhuşta bulunmayan, gizli dostlar da edinmeyen namuslu kadınlar olmak üzere.." (Nisa, 25); "Na­muslu olup, zinaya sapmamış ve gizli dostlar da edinmemiş (insanlar) halinde.." (Mawe, 5) ve "İrzını (bir kale gibi) koruyan o iffetli kızı da..(Enbiya. 91) buyurmuştur.

c) İslâm, müslüman olmak.. HakTeâlâ'nın, "Onlarevlendiklerinde..." 25) buyruğu da bu manadadır. Çünkü bu ifâdenin manalarından birisinin de, Onlar müslüman olduklarında..." şeklinde olduğu söylenmiştir.

d) Kadının evlenmesi.. Nitekim bir kadının kocası olduğu zaman, denilir. Hak Teâlâ'nın, "(Harb esiri olarak) sağ ellerinizin malik olduğu kadınlar müstesna olmak üzere, diğer kocalı kadınlarca evlenmeniz de size haram edildi)" buyruğundaki muhsanat kelimesi, "evli ve kocalı kadınlar" demektir. Bu tabirden, evli kadınların murad edildiğinin delili ise şudur: Allah Teâlâ bu sözü bir önceki âyette haram kılınanlarla ilgili söze atfetmiştir. Binâenaleyh, bu ifâdede geçen muhsanat lâfzının, bir haram oluşa sebep olması gerekir. Bu kelimenin mânalarından olan "hürriyet", "iffet" ve "müslüman olma"nın, haramlık konusunda bir tesir ve payının olmadığı herkesçe malûmdur. Binaenaleyh, bundan muradın, "evli kadınlar" olması gerekir. Çünkü, kadının kocasının bulunması, o kadının başkasına haram olmasında müessirdir.

Bil ki, şu dört vecih, kelimenin dildeki aslî manasında müşterektirler ki, bu mâna da, "men etmek, korumak, engellemek"dir. Bu böyledir, zira biz ihsan kelimesinin manasının, men etmekten ibaret olduğunu zikretmiştik. Buna göre meselâ hürriyet. İnsanı, başkasının hükmünün kendisine nüfuz etmesine karşı koruyan bir sebeptir İffet, insanın, uygun olmayan şeyleri yapmasına mani olan bir sebeptir. İslâm da. nefsin ve şehvetin davet etmiş olduğu pekçok şeye karşı koruyan bir hususiyyettir. Koca da, karısını pek çok şeye karşı korur. Karı da, kocasını zinaya düşmekten korur, muhafaza eder. İşte bu sebepten dolayı Hz. Peygamber "Her kim evlenirse o, dininin üçte ikisini muhafaza altına almış olur" buyurmuştur. İşte böylece bütün bu vecihlerin hepsi, lügat manasına varıp dayanmıştır. Allah en iyi bilendir. [65]

 

İkinci Mesele

 

Vahidî şöyle demektedir: "Kıraat âlimleri, lâfzının okunuşu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Buna göre onlar bu âyetteki hariç, Kur'ân'ın tamamında bu kelimeyi sâd harfinin hem kesresi, hem de fethasıyia okumuşlardır. Çünkü onlar bu âyette; bu harfin fethâ ile "muhsenat" şeklinde okunacağı hususunda ittifak etmişlerdir Binâenaleyh, kim bu kelimeyi kesre ile okumuş ise, fiili kadınlara hamletmişlerdir. Yani, "İşte şu işler sebebiyle onlar müslüman oldular; iffetli olmayı tercih ettiler; evlenip kendilerini korudular" demektir. Bunu fetha ile okuyanlar fiili başkasına hamletmişlerdir. Yani, "Onları kocaları korudu.." demektir. Allah en iyi bilendir, [66]

 

Zinakâr Zımmînin Cezası       

 

Şafiî (r.h), dul veya evli olan zimmînin, zina etmesi halinde recm edileceğini söylerken, Ebu Hanife (r.h) ise recmolunmayacağını beyân etmiştir. Şafiî'nin delili şudur: Zina hadisesi, ihsan (evlilik) ile beraber bulunmuştur. Bu ise, zina edenin canının mubah olmasının illetidir. Binâenaleyh, onun kanını akıtmanın mubah olması gerekir. Bu sabit olunca, "kanının mubah olması" işinin, recm yoluyla gerçekleştirilmesi gerekir. Bizim "Zina hadisesi evlilik ile beraber gerçekleşmiştir" şeklindeki sözümüze gelince, bu şu iki hususun isbât edilmesine dayanmaktadır:

a)  Zina hadisesinin meydana gelmiş olması ve bu hususta hiç bir şüphenin bulunmaması..

b) Evliliğin meydana gelmiş olması ve bulunması. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğu, muhsanat kelimesinden kastedilenin evli kaoıolar olduğuna delâlet eder. Bu kadın da evlidir, o halde o da "muhsana"dır. Böylece bu zinanın "ihsân-(evlilik)" ile birlikte meydana gelmiş olduğu sabit olmuş olur. Biz, ihsan ile birlikte yapılan zinanın, bu fiili yapan kimsenin kanının mubah oluşunun illeti olduğunu söyledik. Zira Hz. Peygamber (s.a.s), "Müslüman bir kimsenin kanı, ancak şu üç şeyden birisi sebebiyle helâl olur. Bunlardan birisi, ihsân'dan sonra zina tapmaktır" buyurmuş, ihsan (evlilik)dan sonra yapılan zinayı, müslüman kimse lakkında, onun kanını akıtmanın mubah olmasının illeti kılmıştır. Buna göre, bu lükmün mahalli (tatbik alanı) müslümandır. İllet ise, evlilikten sonra sırf zina yapmış olmaktır. Bunun delili ise, sadece illet manasını ifâde etmek için getirilmiş olan lâm har­fidir. Bu konuda söylenecek en son söz şudur: Bu, müslüman hakkındaki hükümdür. Zira, ihsân'dan sonra zina yapmak, kanın akıtılmasının mubah oluşunun illetidir. Ancak ne var ki, onun müstüfrtan olması hükmün mahallidir. Hükmün mahallinin hususî oluşu, bu hükmün, mahallinin dışına taşmasına mani değildir. Aksi halde kıyas, tamamen bâtıl ve geçersiz olur. İtlet ise, illet ifâde eden lamın başına gelmiş olduğu husustur. Bu da, ihsân'dan sonra zinanın mahiyetidir. Bu mahiyet, evli zımmî hakkında tahakkuk edince, onun hakkında kanının mubah oluşunun da tahakkuk etmesi gerekir. Böylece evli zımmînin kanının mubah olduğu sabit olmuş olur.

Sonra bu noktaya getirilen meselede şu iki yol söz konusudur: İstersek du kadar açıklamayla yetiniriz. Çünkü biz, zımmînin kanının mubah olduğunu iddia ediyoruz. Karşı taraf ise, bunu kabul etmiyor; binaenaleyh, (yaptığımız izahlarla) bu kimsenin Kanının mubah olduğu del i İlendirilmiş oldu. Veyahut da şöyle deriz: Zımmînin kanının müoah olduğu sabit olunca, bunun recm yoluyla olması gerekir. Çünkü, bu ikisi arasında bir fark olduğunu söyleyen yoktur.

İmdi şayet, "Sizin söyledikleriniz, eğer zımmînin "muhsan" olduğuna delâlet ediyorsa, burada onun "muhsan" olmadığına delâlet eden bir husus vardır ki o da, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "Allah'a şirk koşan kimse "muhsan" değildir" sözüdür" denilirse, biz de deriz ki:

Bizim zikretmiş olduğumuz delillerle zımmî'nin muhsan; sizin zikretmiş olduğunuz şu haberle de, onun "muhsan" olmadığı sabit olmuştur. Biz deriz ki o, "evli kadın" manasında "muhsan", kendisine iftirada bulunan kimseye iftira cezası tatbik edilmez manasında "muhsan" değildir. Buna göre Hz. Peygamber'in "Allah'a şirk koşan kimse, "muhsan" değildir" hadisini, "yaptığı zinadan dolayı kendisine had cefası tatbik edilmez" manasına değil, "ona iftira atan kimseye iftira cezası, haddi uygulanmaz" anlamına hamletmek gerekir. Çünkü Hz. Peygamber bu kimseyi şirk ile vasfetmiştir ki, şirk bir cinayettir. Cinayetin peşinden zikredilenin ise, mutlaka bir ceza denilebilecek bir şey olması gerekir. Bizim, "Ona iftira atan kimseye, iftira cezâst uygulanmaz" şeklindeki hükmümüz, bir ceza olmaya elverişli ve müsaittir. Ama, "Ona zina cezası uygulanmaz" şeklindeki hükmümüz, o kimse için bir ceza olmaya elverişli bir hüküm değildir. Binâenaleyh, Hz. Peygamber'in, "Allah'a şirk koşan kimse, 'muhsan" değildir" buyurmasından maksat, bizim zikretmiş olduğumuz husustur. Allah en iyi bilendir. [67]

 

Dördüncü Mesele

 

Cenâb-ı Hakk'ın, "Diğer kocalı kadmlar.." buyruğu hakkında şu iki görüş vardır:

Birinci  görüş: Bundan murad, "evli kadınlaradır. Böyle olması halinde'Cenâb-ı Hakk'ın, "(Harb esiri olarak) sağ ellerinizin mâlik olduğu kadınlar müstesna..." sözü hakkında şu iki izah yapılır:

a) Kadın evli olduğunda, kocasından başkasına haram olur. Ancak, o kadın bir kimsenin mülkü (cariyesi) olursa, bu durumda o kadın, kendisine mâlik olan kimseye helâl olur.

b) Bu âyette zikredilen "milk-i yemin"den murad, nikâh mülkiyetidir. Buna göre mana, "kocası olan kadınlar size haramdır. Ancak, kocaları ile kendileri arasında, boşanmak suretiyle "beynûnet-i kübrâ" meydana geldiğinde, siz onlara yeni bir nikahla mâlik olabilirsiniz" şeklinde olmuş olur. Bu âyetin maksadı, insanları zinadan men etmek ve yeni bir nikah bulunmaksızın veya eğer kadın memlûke ise, milk-i yemin olmaksızın, onlarla cinsî temasta bulunmaktan men etmektir. Cenâb-ı Hak bunu "milk-i yemin" ile ifâde etmiştir, çünkü milk-i yeminlik, hem nikâh ile evlenilen kadınlar, hem de mülk olarak sahip olunan kadınlar hakkında söz konusudur.

İkinci görüş: Âyetteki kelimesiyle kastedilenler, hür kadınlardır. Bunun delili ise, bu âyetten sonra gelen, Cenâb-ı Hakk'ın "Sizden kim hür ve müslüman kadınları nikâhla alacak bir bolluğa güç yetişttremezse, o halde sağ ellerinizin malik olduğu mü'min cariyelerinizden (alsın)" (m 25) buyruğudur. Cenâb-ı Hak burada, "muhsanâf'dan bahsetmiş, daha sonra df "Sizden kim hür ve müslüman kadınları nikâhla alacak bir bolluğa güç yettştiremezse" (Nisa, 25) buyurmuştur. Böylece buradaki "muhsanat" ile kastedilen şey, orada kastedilenin aynısı olmuş olur. Orada "muhsanat" ile kastedilen hür kadınlar olduğuna göre, burada da bunlar kastedilmiştir.

Bu manaya alınması halinde, Hak Teâlâ'nin,"(Harb esiri olarak) sağ ellerinizin malik olduğu kadınlar müstesna..." istisnası hakkında şu iki izah yapılabilir:

a) Bu ifâdeden maksat, "Allah'ın sizin için mülk kılmış olduğu sayı müstesna ki, bu sayı da dörttür" şeklinde olur. Buna göre de mana, "Allah'ın size mülk kılmış olduğu şu hür dört kadın hariç, bütün hür kadınlar size haram kılınmış olur" şeklindedir.

b)  Hür kadınlar size haram kılınmıştır. Ancak Allah'ın, sizin kendilerine malik olduğunuzu belirttikleri hariç. Bu mâlik olma işi de, velî. şahitler ve dinde muteber olan diğer şartlar bulunduğunda tahakkuk eder. Binaenaleyh  Cenâb-ı Hakk'ın, "(Harb esiri olarak) sağ ellerinizin malik olduğu kadınlar müstesna..." İfâdesinin tefsiri hususunda söylenen birinci görüş, tercih edilen görüştür. Bunun böyle olduğuna O'nun, "Ki onlar ırzlarını koruyanlardır. Şu var ki zevcelerine, yahut sağ ellerinin mâlik olduklarına karşı müstesna" (Mü'minun, s-6) âyeti de delâlet etmektedir. Allah milk-i yemini, zevceler ve cariyeler hakkında bulunan, sabit olan mülkten ibaret kılmıştır. Binâenaleyh, burada da bu manaya alınması gerekir. Zna Allah'ın kelâmını, yine O'nun ketâmıyla tefsir etmek doğruluk ve isabet derecesi en fazla olan tefsir şeklidir. Allah en iyi bilendir. [68]

 

Esir Edilen Gayr-i Müslimlerin Nikahlarının Durumu

 

Âlimler, eşlerden birinin diğerinden önce esir alınıp, Dâr-ı İslâm'a getirildiğinde bu eşler arasında bir ayrılığın meydana geleceği husuf ada ittifak etmişlerdir. Ama ikisinin aynı  anda beraberce esir alınmaları durumuna gelince, Şafiî (r.h), "Orada evlilikleri sona erer; eğer kocasından hamile ise çocuğunu doğurmak veya hayız olmak suretiyle "istibrâ"da bulunarak, kendisine mâlik olan kimseye helâl olur" demektedir. Ebu Hanife (r.h) ise, karı-kocalığın orada ortadan kalkmayacağını söyler.

Şafiî (r.h)'nin delili şudur: Hak Teâlâ'nın, "Diğer kocalı kadınlar.,." tabiri, kocası olan kadınların haram olmasını gerektirmektedir. Daha sonra Cenâbs Hakk'ın, "(Harb esiri olarak) sağ ellerinizin malik olduğu kadınlar müstesna.." ifâdesi ise, mülkiyyetin meydana gelmesi sebebiyle haramlığın kalkıp, bunun yerini helâlliğin almasını gerektirir. Ebu Bekr er-Razî şöyle demektedir: "Eğer bu ayrılık, sırf mülkiyetin meydana gelmesiyle olmuş olsaydı, o zaman bu ayrılığın, cariyenin satın alınması, hibe olarak kabul edilmesi ve miras olunmasıyıa da meydana gelmiş olması gerekirdi. Halbuki bunun böyle olmadığı malumdur." er-Razî el-Cessâs'a şöyle denebilir: "Sanki sen, tahsis edildikten sonra âmm olan ifâdenin, geriye kalanlar hakkında bir hüccet olduğunu duymadın öyle mı!" Hem yine, esir alınırken meydana gelen husus, onlar hakkında mülkiyet hakkının ihdas edilmesidir. Halbuki alışverişte ise, mülkiyyetin bir şahıstan başka bir şahısa intikâli söz konusudur. Binâenaleyh, birincisi daha kuvvetlidir. Böylece fark ortaya çıkmış olur. [69]

 

Nikahlanmış Cariye Satılabilir mi?

 

Hz. Ali, Hz. ömer ve Abdurrahman İbn Avf'ın görüşüne göre, nikahlanmış bir cariye satıldığı zaman, o boşanmış olmaz. Bugün, fukahanın icmâı da bu şekildedir. Ubey İbn İbn Ka'b, İbn Mesûd, İbn Abbas, Cabir ve Enes (r.a) ise, nikahlı cariye satıldığında onun boş olacağı görüşündedirler. Cumhurun delili şudur: Âişe (r.anha), Berîre'yi satın alıp onu azad ettiğinde, evli olan bu Berire'yi Hz. Peygamber (s.a.s) muhayyer bırakmıştır. Eğer alışveriş ile talâk vaki olmuş olsaydı, bu muhayyer bırakmanın bir anlamı olmazdı. Âlimlerden Berire hadisesi hakkında, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "Cariyenin satılması, onun talâkıdır" buyurduğunu da söyleyenler vardır. Ubeyy fbn Ka'b ile İbn Mesûd'un delili ise Hak Teâlâ'nın, "(Harb esiri olarak) sağ ellerinizin mâlik olduğu kadınlar müstesna olmak üzere.." buyruğundaki istisnanın umûm olmasıdır. Bunun cevabının neticesi de, Kur'ân'ın umûm ifâdesinin haber-i vahidle tahsis edilmesi meselesine dayanır. Allah en iyisini bilendir.

Sonra Allah Teâlâ, bu haram kılınan kadınlar bahsini "Üzerinize Allah'ın farzı olarak (yazılmıştır)" diyerek bitirmiştir. Bu hususta şu iki izah vardır:

a) Bu, fiilinin lâfzından olmayan te'kîdî bir mef'ul-ü mutlaktır. Zira Allah Teâlâ'nın "Size haram kılındı./' (Nisa, 23) ifâdesi, yazma manasına da delâlet eder. Buna göre, bu kelamın takdiri "Daha önce zikredilmiş olan nikaht haram kadınların haramlığı, Allah'ın bir farzı (yazısı) olarak farz kılındı (yazıldı)" şeklindedir. Mef'ul-ü mutlakın, fiilinin lâfzından başka bir lâfız üzere gelişinin misalleri çoktur. Bunun bir misali, "Sen dağlan görür, yerlerinde durur sanırsın. Halbuki onlar, bulut­ların geçip gidişi gibi geçer giderler. (Bu), Allah'ın sanatıdır" (Nemi, 88) âyetindeki gibidir.

b) Zeccâc şöyle demiştir: "Bu (kitab) kelimesinin, (mahzuf) emrin mef'ûlü olarak mansub olması caizdir. Bu durumda ifâdedeki  (üzerinize) kısmı, o emrin açıkla­yıcısı otur ve mana "Allah'ın kitabına yapışın" şeklinde olur.

Sonra Hak Teâlâ, "Onlardan başkası ise size helâl edildi " buyurmuştur. Bu hususta birkaç mesele vardır: [70]

 

Birinci Mesele

 

Hamza, Klsâî veÂsım'ın râvisi Hafs, bu fiili daha önceki "Size haram kılındı" (Nisa, 23) âyetine atfetmek için, meçhul olarak şeklinde; diğer kıraat imamları ise, sözüne atfetmek için, malum sîga ile (Allah helâf kıldı) şeklinde oku­muşlardır. Bu ikinci okuyuşun takdiri şu şekilde olur: "Allah, size bu şeylerin haramlığını yazdı ve bunların dışındakileri size helâl kıldı." [71]

 

İkinci Mesele

 

Hak Teâlâ'nın, "Onlardan başkası ise size helâl edildi" buyruğunun zahiri, burada zikredilen kadınların dışında

kalan kadınların nikâhının helâl olduğunu gösterir. Fakat deliller, bunların dışında kalan bazı kadınların da nikahının haram olduğuna delâlet etmektedir. Şimdi biz onları zikredeceğiz: [72]

 

Kuranın Genel Hükmünün Haber-i Vahidle Tahsis Edilmesine İtiraz

 

Birinci kısım: Bir kadın, halası ve teyzesi ile aynı anda bir adamın nikâhında bulundurulamaz. Nitekim Hz.Peygamber (s.a.s), "Kadın teyzesi ve halasının üzerine nikah edilemez (alınamaz)"[73] buyurmuştur. Bu "meşhur" ve "müstefiz" bir hadistir. Bu hadisin, tevatür derecesine ulaştığı da çok kez söylenmiştir.

Haricîler "Bu, bir haber-i vahiddir. Kur'ân'ın umumî manadaki âyetini, haber-i vahid ite tahsis etmek caiz değildir" diye iddia etmişler ve görüşlerine şöyle deliller getirmişlerdir:

a) Âyetin umumî manası, metni kesin ve delâleti (manası) zahir (açık) olandır. Haber-i vahidin ise metni zannî ve delâleti zahirdir. Binaenaleyh haber-i vâhid, Kur'ân'ın (ayetin) umûmî manasından daha zayıf olmuş olur. Bu sebeple haber-i vahidi, Kur'ân'ın umumîliğine tercih etmek, daha zayıf olanı daha güçlü olana takdim etmek olur ki bu caiz değildir.

b) Meşhur hadislerden biri de Muâz (r.a)'ın hadisidir. O, haber-i vahidin şu iki bakımdan Kur'ân'ın umûmî manasına takdim edilmesini engellemiştir:

Birincisi: Hz. Peygamber (s.a.s) ona, "Ne ile hüküm verirsin?" dediğinde O, "Allah'tn kitabı ile..." cevabını vermiştir. Resûlullah, "Ya onda bulamazsan..?" dediğinde, Muaz (r.a) "Allah'ın Resulünün sünneti ile..." cevabını vermiş ve Allah'ın kitabına sarılmayı, Resulullah'ın sünnetine sarılmadan önce zikretmiştir. İşte bu da, sünnetin  Kurân'a takdim edilmesine manîdir.

İkincisi: Hz. Peygamber (s.a.s), ona "Ya onda bulamazsan?." dediğinde. O, "Allah'ın Resulünün sünneti ile..." cevabını vermiş ve sünnete sarılmayı, şart manasına olan J1 (Eğer bulamazsan) kelimesi ile, o şeyin Kur'ân'da bulunmaması şartına bağlamıştır. Şarta bağlı olan şey, şart bulunmadığı zaman söz konusu olmaz.

c)Bir meşhur hadis de, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "Size benden bir hadis rivayet edildiğinde, onu Allah'ın kitabına arzedip (ölçün). Eğer ona uygun düşerse, o hadisi kabul edin. Aksi halde reddedin"[74] hadis-i şerifidir. Bu hadis de, haber-i vahidin ancak Allah'ın kitabına uygun düştüğü zaman kabul edilebileceğini gösterir. Binâenaleyh halalar ve teyzelerle ilgili hadis, Kur'ân âyetinin zahirine muhalif olduğuna göre, kabul edilmemelidir.

d)  Hak Teâlâ'nın, "On/ardan başkası ise, size helâl kıtındı" buyruğu, Hz. Peygamber (s.a.s)'in "Kadın, teyzesi ve halasının üzerine nfkah edilemez, (alına­maz)" hadisi ite mukayese edildiğinde, şu üç şeyden biri söz konusu olur:

Birincisi, âyetin bu hadisten sonra nazil olduğunun söylenmesidir. Bu durumda âyet, hadisi neshetmiş olur. Çünkü hâs bir ifâdeden sonra gelen umûmî bir ifâdenin, hâs (hususî manadaki) ifâdeyi neshedeceği sabittir.

İkincisi, bu hadisin âyetten sonra söylenmiş olmasıdır. Bu da, Kur'ân'ın haber-i vâhid ile neshedilmiş olmasını gerektirir ki caiz değildir.

Üçüncüsü, her ikisinin de aynı anda söylenmiş olmasıdır ki bu durumda âyet, tek başına müteşabih olmuş olur. Böylece de hüccet getirilecek yer, hem âyet hem de hadis olur. Masum olan bir peygamberin, hücceti iyice ortaya koymaya gayret etmeyip de, şüpheyi ortaya koymaya gayret etmesi uygun düşmez. Binâenaleyh Allah'ın Resulüne, bu âyeti, ancak bu hadisle birlikte duyurması ve ümmetine bu âyeti ancak bu hadisle birlikte tebliğ etmelerini vacip kılması gerekirdi. Durum şayet böyle olsaydı, o zaman bu hadisin âyet kadar meşhur olması gerekirdi. Durum böyle olmadığına göre, bu kısmın da bozuk olduğunu anlarız.

e) Bu hadisin sahîh olduğu kesin olarak tesbit edilse bile, âyeti delil getirmek, hadisi delil getirmekten daha tercihe şayandır. Bunu da şu iki şekilde izah edebiliriz:

Birincisi: Hak Teâlâ'nın, "Size haram kılındı" {Nisa, 23) buyruğu haram oluşu gösteren açık bir nass (âyet) olduğu gibi, "Onlardan başkası ise, size helâl kılındı" (Nisa. 24) âyeti de, helâl oluşu göstermede sarîh bir nastır. Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "Kadm, teyzesi ve halasının üzerine nikahlanmaz (alınmaz)" sözü ise, açık bir nass (delil) değildir. Çünkü bu sözün zahiri, bir haber cümlesidir. Haber cümlesini, emir ve nehiy manasında almak mecazidir. Hem sonra bu durumda, nehiy lâfzının haramlığa delâlet etmesi, "Helâl kılındı" ifadesinin, mübahlığa delâlet etmesinden daha zayıftır.

İkincisi, Hak Teâlâ'nın, "Onlardan başkası ise, size helâl kılındı" sözü, bu âyetlerde sayılan kadınların dışında kalanların nikahının helâlliğini ifâde etmede sarîh bir sözdür. Hz. Peygamber'in "Kadın, teyzesi ve halasının üzerine nikahlanmaz (alınmaz)" buyurması herkes hakkında sarih değildir. Aksine bunun daha önce geçmiş olan "mahud" (bilinen) şeylerle ilgili olması daha açıktır.

f) Allah Teâlâ bu âyetlerde, haram olan kadınların nevilerini açıklamış ve onları onbeş nevi olarak zikretmiş, sonra da bu eksiksiz izah ve tam açıklamadan sonra, "Onlardan başkası ise, size helâl edildi" buyurmuştur. Eğer bu helâllik daha önce zikredilenlerin dışında kalanlar hakkında olmasaydı, bu mükemmel izah bir abesle iştigal ve boş söz olurdu ki, bu da hakimler hakimi olan Allah kelâmına yakışmazdı. Bu konudaki çeşitli sorular işte bundan ibarettir. [75]

 

Mezkûr İtirazın Çürütülmesi

 

Bunlara şu şekillerde cevap verilir:

Birincisi: Hasan et-Basrî ve Ebu Berter el-Esamm'ın söylemiş olduğu şu husustur; "Allah Teâlâ'ntn, "Onlardan başkası ise, size helâl edildi" buyruğu, devamlı bir helâlliğin bulunduğunu ifâde etmez." Bu görüş, bu konuda bana göre en doğru olan görüştür. Bunun delili ise şudur; Hak Teâlâ'nın, "Onlardan başkası İse, size helâl edildi" sözü, yukarda zikredilenlerden hariç olanların helâl olduklarını haber veren bir ifâdedir. Bu ifâdede, yukarda zikredilenlerin dışında kalanların helâliıklarınin devamlı olup olmadığı hususu açıklanmamıştır. Bunun devamlılık ifâde etmediğinin delili ise şudur: Bu mefhumun, hem ebediliğe (devamlı oluşa) hem de ebedî olmamaya taksim edilebilmesidir. Bu sebeple bazan "Onlardan başkası ise, size ebedî olarak helâl kılındı" denilirken; bazan da, "Onlardan başkası ise, size falanca vakte kadar helâl kılındı" denilir. Şayet Hak Teâlâ'nın, "Onlardan başkası ise, size helâl kılındı" buyruğu, açıkça bunun ebedî olarak helâl olduğuna delâlet etseydi, böyle bir taksim mümkün olmazdı. Bir de, Cenâb-ı Hakk'ın bu sözü ancak daha önce zikredilen kadınların dışındakilerin helâl kılındığını ifade etmektedir. Akıl açıkça, "helâl kılmanın", "ebedî olarak helâl kılma" ve "belli bir zaman için helâl kılma"dan daha umûmi olduğuna şehâdet etmektedir.

Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki: Cenâb-ı Hakk'ın bu buyruğu ancak, daha önce zikredilenlerin dışındaki kadınların bu vakitte helâl olduklarını gösterir. Onların diğer vakitlerde helâllıklarının sabit oluşuna gelince, âyetin lâfzı ne müsbet ne de menfi manada bundan bahsetmemektedir. Daha önce zikredilenlerin dışındaki kadınların şu anda helâl oldukları sabit ve bilinen bir husustur. Bundan sonra, onlardan bir kısmı hakkında haramlık hükmünün söz konusu olması ise, bu nassı ne tahsis ne de nesheder. İşte bu son derece ma'kul ye yerinde olan güzel bir izahtır.

İşte bu yolla biz yine diyoruz ki, Hak Teâlâ'nın "Size analarınız... haram kılındı" (Nisa,23)âyeti, devamlı olarak haramlığı gösteren bir nass değildir. Çünkü biz bu devamlılığı, âyetin bu lâfzından değil, Hz. Muhammed (s.a.s)'in dininden tevatür yoluyla öğrendik. Bu konuda itimâda şayan cevap işte budur.

İkincisi: Biz, bir kadın ile, halası ve teyzesinin aynı nikah altında bulundurulmasının haram oluşunun âyette zikredilmemiş olduğu görüşünü kabul etmiyoruz. Bunu şu iki şekilde izah ederiz:

a) Allah Teâlâ. iki kız kardeşin birlikte alınmasını haram kılmıştır. Bunların iki kız kardeş oluşları, bu haramlığı gerektiren bir husustur. Çünkü kız kardeşlik, yakın olan bir akrabalıktır. Yakın akrabalığa fazla ilgi, şefkat ve ikram uygun düşer. Kız kardeşlerden birinin, diğerinin kuması olması çok büyük bir nefret ve soğukluğu gerektirir. Bu iki durum arasında, büyük bir nefret vardır. Böylece, kumalardan birinin diğerinin kız kardeşi olmasının, aynı anda bir nikah altında bulundurulmalarının haram oluşu hükmüne münasib ve uygun olduğu sabit olur. Usûl-ü Fıkıh'ta şu husus yer almıştır: Bir hükmün, kendisine uygun bir vasıfla zikredilmesi, lâfız bakımından o hükmün, o vasfa bağlanmış olduğuna delâlet eder. Bu sebeple Allah Teâtâ'nıh, "Ve iki kız kardeşi birlikte almanız (da haram kilindi)" (Nisa, 23) buyruğu, yakın akrabalığın, (yakın akraba olan kadınları) bir nikah altında bulundurmaya manî olduğuna delâlet eder. Bu yakın akrabalık, kadın ile halaları ve teyzeleri arasında da vardır. Binâenaleyh iki kız kardeş hakkındaki bu hüküm, delâlet yoluyla, hala ve teyzeler hakkında da söz konusudur. Hatta bu hükmün, halalar ve teyzeler hakkında olması daha evlâdır. Zira hala ve teyze, erkek ve kız kardeşlerin kızlarının (yeğenlerinin) anneleri mesâbesindedirler. Bu kızlar ise, hala ve teyzelerin çocukları mesâbesindedirler. Bu akrabalığın zarar vermemeyi gerektirmesi, kız kardeşlikten dolayı olan akrabalığın, zarar vermemeyi gerektirmesinden daha kuvvetlidir. Bundan dolayı, Hak Teâlâ'nın "Ve İki kız kardeşi birlikte almanız (da haram kılındı)" (Nisa. 23) âyeti, hala ve teyzelerin, yeğenleri ile aynı nikah altında bulundurulmalarına öncelikle mâni olur.

b) Cenâb-ı Hak, hanımların anneleri ile evlenmenin haram olduğunu açıkça belirterek, "Ve karılarınızın anaları da (size haram kılındı)" (Nisa, 23) buyurmuştur. "Anne" (Ümm) lâfzı, bazan hala ve teyze için de kullanılır. Halaya, "anne" denilebildiğinin delili şudur: Allah Teâlâ, Hz. Ya'kub (a.s)'un çocuklarını anlatırken "(Onlar), "Senin Tanrına ve babaların İbrahim'in, İsmail'in ve İshâk'ın bir tek Tanrısı olan Allah'a ibadet edeceğizr> (dediler)" (Bakara. 133) buyurmuş ve amca olduğu halde Hz. İsmail hakkında "baba" kelimesini kullanmıştır. Amcaya "baba" denilince, halaya da "anne" denilebilmesi gerekir. Teyzeye "anne" denilmesine gelince, buna da Hak Teâlâ'nın, "O, ebeveynini tahtının üstüne çıkarıp oturttu" (Yusuf. 100) âyetidir. Buradaki ebeveynden murad, Hz. Yusuf'un babası ile teyzesidir. Çünkü o esnada onun annesi ölmüş idi. Binaenaleyh söylediğimiz bu şeylerle, halaya ve teyzeye de bazan "anne" denilebildiği sabit olur. Bundan dolayı âyetteki, £*JU«j ölfilj "Ve kanlarınızın anaları.." tabiri, bazı bakımlardan kadının halasına ve teyzesine şamil olur.

Bunu anladığın zaman biz deriz ki, Hak Teâlâ'nın "Onlardan başkası ise, size helâl edildi" buyruğu ile ister açıkça, isterse celî veya kapalı bir delâletle zikredilmiş olsunlar, bu ifâdeyle, nikâhlarının haram olduğu zikredilmiş olan kadınlar kastedilmiştir. Durum böyle olunca halalar ve teyzeler, zikredilmiş kadınların dışında kalmazlar.

Üçüncüsü: Haricîlerin üçüncü şüphelerine cevap olarak deriz ki: Hak Teâlâ'nın, 'Onlardan başkası İse, size helâl edildi" buyruğu 'âmm (genel) bir ifâdedir. Hz. Peygamber'in "Kadın, teyzesi ve halasının üzerine nikahlanmaz" hadisi ise, hâs (özel) bir ifâdedir. Hâs olan ise, 'âmm olandan önce gelir. Sonra, burada iki yol bulunmaktadır: Bazen biz, "Bu hadis, şöhret bakımından tevatür derecesine ulaşmıştır. Kur'ân'ın umumî hükümlerini mütevâtir hadisle tahsis etmek caizdir" diyoruz. Bana göre bu izah, hak olan bir hususta inatlaşma ve diretme gibidir. Çünkü bu hadis, zamanımızda meşhur derecesine varmışsa da, ancak ne var ki aslında ahâd rivayetlere dayanınca, ahâd hadisler babında ve kısmında olmaktan çıkmamıştır. Biz bazen de söyle deriz: Kur'ân'ın umumî hükmünün, haber-i vahidle tahsis edilmesi caizdir. Bunun izahı, usûl kitaplarında zikredilmiştir. Bu konuda söylenebilecek sözün tamamı işte budur. Bize göre cevap konusunda kendisine İtimad edilecek olan birinci görüştür.

İkinci kısım: Bu genel hükme dahil olan tahsisli hususlardan biri şudur: Üç talakla boşanmış olan kadın helâl değildir. Ancak ne var ki bu tahsis, Cenab-ı Hakk'ın, Tne erkek, zevcesini (üçüncü deta olarak) boşarsa, ondan sonra kadın kendinden başka bir erkeğe nikahlanıp varıncaya kadar ona (o birinci kocasına) helâl olmaz" (Bakara, 230) âyetiyle sabit olmuştur.

Üçüncü kısım: İddet bekleyenleri nikahlamak da haramdır. Bunun delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın "Boşanmış kadınlar, kendi kendilerine üç hayız (ve temizlenme) müddeti beklerler" (Bakara, 228) âyetidir.

Dördüncü kısım: Hür bir kadınla evli olan kimsenin, câriye ile evlenmesi caiz değildir. 8u, ittifakla böyledir. Şafiî'ye göreyse, hür kadın ile evlenmeye maddi gücü olan kimsenin, cariyeyi nikahlaması caiz değildir. Bu tahsisin delili de Cenâb-ı Hakk'ın, "Sizden kim hür ve müslüman kadınları nikahla alacak bir bolluğa güç yetiştiremezse, o halde sağ ellerinizin mâlik olduğu mü'min cariyelerden (alsın)" (Nisa, 25) âyetidir. Bu âyetin bu neticeye delâlet ettiğinin izahı ilerde gelecektir.

Beşinci kısım: Dört kadınla evli olan bir kimsenin, beşincisini alması haramdır.

Bunun delili ise  Cenâb-ı Hakk'ın,  "... İkişer, üçer, dörder olmak üzere..." (Nisa. 3) âyetidir.

Altıncı kısım: Kendisiyle liân (karşılıklı lânetleşme) yapılan kadındır. Bunun delili de Hz. Peyamber(s.a.s)'in, "Birbirleriyle lanetleşmlş olan kan ve kocalar, ebedî olarak bir araya gelemezler"[76] hadisidir.

Cenâb-ı Hakk'ın, "Namuslu ve zinaya sapmayarak, mallarınızla arafyıp nikâhla)manız..." buyruğu hakkında birkaç mesele vardır: [77]

 

Birinci Mesele

 

HakTeâlâ'nın, kelimesinin i'rabtaki yeri hakkında şu iki görüş vardır:

a) Bu kelime ifâdesindeki  lâfzını mahal­linden bedel olmak üzere, merfudur. Buna göre ibarenin takdiri, "Onlardan başkası size helâl kılındı ve... aramanız size helâl kılındı" şeklindedir. Bu, bu fiili elifin dammesiyle meçhul sîgasıyla  şeklinde okuyanlara göredir. Bu fiili elifin fethasıyla malûm sîgasıyla okuyanlara göreyse, kelimesinin mahalli mansubtur.

b) Bu ifâdenin mahalli, her iki kıraate göre de, kendisinden harfi cerrin hazfedilmiş olması sebebiyle, mansubtur. Buna göre sanki, "aramanız için, aramanız konusunda" denilmiştir. Buna göre kelamın takdiri, "(Mallarınız ile evlenmeyi talep etmek istediğiniz için, bunların dışında kalanlar, işte size,helâl kılındı)" şeklindedir. Hak Teâlâ'nın, lâfızları birer hal olup, "zinaya sapmaksızın namuskâr davranarak" şeklindedir. Buna göre O'nun, j.;.fl^J» ifâdesi, "zinadan sakınarak" ifâdesi de, "zina etmeyerek." anlamlarını ifâde eder. Binaenaleyh bu, te'kîd için yapılmış bir tekrardır. Leys şöyle demektedir: kelimeleri, fücur ve günaha dalmak mana­larını ifâde eder. Kelimenin Arapca'daki aslı, "dökmek" anlamını ihtiva eden, kelimesidir. Meselâ, "Akan, dökülen gözyaşları" denilmektedir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "veya dökülen kan" (Enam. 145) buyurmaktadır. Yine, "Falanca, çokça kan dökendir (zalimdir)" denilir, yani, (Çok kan akıtıcı, zalim) demektir. Zina da, "sifâh" diye adlandırılmıştır, çünkü zina yapan kimsenin maksadı, sadece menisini akıtmaktır.

Buna göre şayet, "  fiilinin mefûlü nerededir?" denilirse, biz deriz ki: Bunun takdiri  şeklinde olup, "size, bunların dışında-kileri aramanız helâl kılındı" anlamındadır. Kendinden önceki ifadeler buna delâlet ettiği için  mef'ûl hazfedilmiştir. Allah en iyi bilendir. [78]

 

Mehrin En Az Miktarı           

 

Ebu Hanife (r.h), "Mehir on dirhemden daha az olamaz" derken,   Şafiî  {r.h)    bunun   herhangi   biı   ölçüsünün

bulunmadığım, az veya çok olabileceğini söyler. Ebu Hanife bu âyetle istidlal ederek şöyle der: "Bu böyledir, çünkü Allah Teâlâ bu helâlliği bir kayda bağlamıştır ki bu kayıt da, erkeklerin o kadınları, kendi malları vasıtasıyla talep etmeleri, elde etmeye çalışmalarıdır. Halbuki bir-iki dirhem, "mallar" olarak adlandırılamaz. Binaenaleyh, bu bir-iki dirhemin mehir olmaması gerekir, Buna göre şayet, "Yanında on dirhem bulunan bir kimse hakkında, "Onun yanında mallar vardır" denilemez. Halbuki, bu on dirhemin mehir olabileceğini tecviz ediyorsunuz.." denilirse biz deriz ki:

"Bu âyetin zahiri, on dirhemin mehir olmaya yetmemesini gerektirir. Ancak ne var ki biz, bu işin olabileceğine icmâ delâlet ettiği için, verdiğimiz bu hükümde âyetin zahiriyle amel etmeyi bıraktık." Böylece Ebu Hanife, on dirhemden daha az olan miktar hakkında, âyetin zahirine tutunmuştur.

Bil ki bu istidlal tutarsızdır. Çünkü âyet, (o kadınları) mallarla talep etmenin, arayıp bulmanın caiz olduğuna delâlet etmektedir. Halbuki âyette, (o kadınları) mal olmayan şeylerle talep etmenin caiz olmayacağına dair ancak "mefhumu muhalefet" yoluyla bir delâlet vardır. Halbuki siz, "mefhumu muhalefet"! kabul etmiyorsunuz. Sonra biz deriz ki: Mİhrin az veya çok herhangi bir ölçüsü bulunmadığına şu deliller de delâlet etmektedir:

Birinci hüccet, bu âyetle istidlal etmektir. Bu böyledir, zira Cenâb-ı Hakk'ın "mallarınızla..." tabiri cem'e cem' ile mukabele etmektir. Cem'in cemi ile mukabelesi ise, ferdin ferde taksim edilmesini, dağıtılmasını gerektirir. Bu da, kadınlarla evlenmeyi arzulayan, talep eden herkesin, mal denebilecek bir şeyler bulabileceğini gerektirmektedir. Azlık ve çokluk, hem bu hakikatte hem de bu isimde eşittir. Binaenaleyh bu âyetten, bir ölçüye bağlı olmaksızın mal denebilecek herhangi bir şey vasıtasıyla kadınlarla evlenmeyi talep edebilme hükmünün çıkması gerekir..

İkinci hüccet: HakTeâlâ'nın, "Eğer siz onları kendilerine temas etmeden önce boşar, (fakat daha evvelden) onlara bir mehir tayin etmiş bulunursanız, o halde tayin ettiğiniz mehrin yansı onlarındır" (Bakara, 237} âyetine tutunmaktır. Bu âyet, mehrin yarısının, konuşulandan yani mehr-i müsammâ'dan düşmesini gerektirir. Bu da şunu ifâde eder: Bu nikâh akdi, tâ baştan bir dirhem mehre göre yapılmış olsaydı, (kadının boşanması halinde) o erkeğin ancak bir dirhemin yarısını vermesi gerekirdi. Halbuki siz, böyle demiyorsunuz..

Üçüncü hüccet, ilgili hadislerdir.

a) Rivayet edildiğine göre, mehir olarak iki pabuç karşılığında evlenen bir kadın Hz. Peygamber'in yanına getirildiğinde, Hz. Peygamber (s.a.s)'in (ona),  "Sen, mehirolarak buiki pabuca razı oldun (mu?)" deyince kadın "evet" dedi, Hz. Peygamber de bu evliliği onayladı.[79] Bu olayın zahiri, bu iki pabucun kıymetinin on dirhemden daha az olabileceğini ifâde etmektedir. Zira, ancak iki pabuç karşılığı evienebilen bu erkek ve kadının fakir olmaları gerekir. Böylesi insanların pabuçlarının kıymeti de, son derece azdır..

b)  Cabir (r.a), Hz. Peygamber (s.a.s)^den şöyle elediğini rivayet etmiştir: "Her kim evlenmek için, bir kadına bir avuç un veya kavut veyahut da yiyecek verirse, muhakkak ki o erkek helâl olarak onu almış o/ur."[80]

c) Vâhibe ile ilgili olarak rivayet edilen şu hadistir: Hz. Peygamber (s.a.s) onunla evlenmek isteyen kimseye, "Bir demir yüzük dahi olsa, ara bul, (kadını bırakma)"[81] buyurmuştur. Halbuki demir yüzük ise   on dirhem değerinde değildir. [82]

 

Mehir  Mal Yerine  Menfaat Sağlama Şeklinde Olabilir mi?

 

Ebu Hanife (r.h) şöyle demiştir: "Bir kimse bir kadınla, (ona) Kur'ân'dan bir sûreyi öğretme mukabilinde evlense, bu öğretme mehir sayılmayıp, evlendiği kadın için "mehr-i misil" gerekir." Ebu Hanife daha sonra şöyle der: "Bir kimse, kendisine bir sene hizmet etme mukabilinde bir kadınla evlenirse, bu durumda bakılır: Evlenecek erkek hür ise, o kadın için "mehr-i misil" vermesi gerekir. Eğer köle ise, o zaman o kadına bir yıl hizmet eder." Şafiî (r.h) ise, bunun mehir olmasını caiz görür. Ebu Hanife bu görüşüne delil olarak şunları ileri sürmüştür:

a) Mevzubahs âyet.. Çünkü Cenâb-ı Hak, helâlliğin olabilmesi hususunda, (onları) mal vasıtasıyla talep etme, arama şartını koşmuştur. Mal ise, menfaatlere değil, âyâna (ayni şeylere) verilen bir isimdir.

b) Cenâb-ı Hak,   'Bununla beraber eğer ondan birazını gönül hoşluğu ile size bağışlamış olurlarsa, onu da içinize sine sine yeyin" (Nisa. i)buyurmuştur. Bu durum ise, âyân'a ait bir sıfattır.

Şafiî, Ebu Hanife'nin birinci istidlaline şu şekilde cevap vermiştir: Âyet, kadınlarla evlenmeyi mal vasıtasıyla talep etmenin caiz olduğuna delâlet eder. Burada, kadınlarla evlenmeyi maldan başka bir şeyle aramanın caiz olup olmadığı hususunda bir beyan yoktur. İkinciye de şöyle cevap vermiştir: "Vermek" lâfzı, âyânı (eşya) içine aldığı gibi, üstlenilen menfeâtleri de içine alır." Üçüncüye de şöyle cevap vermiştir: "Bu hitap, genel duruma göre yapılmıştır." Daha sonra Şafiî (r.h), menfaatin de mehir olabileceğine şu bakımlardan istidlalde bulunmuştur:

Birinci hüccet: Cenâb-ı Hak, Hz. Şuayb kıssasında, "(O zat Musa'ya) dedi ki: "Ben iki kızımdan birini -sen bana sekiz yıl işçilik etmek üzere- sana nîkâhlamayı arzu ediyorum..." (Kasas, 27) buyurmuş ve böylece menfaatlerin de mehir olabileceğini beyan buyurmuştur. Bizden önceki ümmetlerin şeriatlarında aslolan. o hükmü nesh eden bir nasih bulununcaya kadar o hükmün devam etmesidir.

İkinci hüccet: Bir kadın kendisini hibe ettiğinde, onunla evlenmek isteyen erkek (mehir olarak vermeye) bir şey bulamazsa, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

"Kuran dan Bir şeyler biliyor musun?" Adam, "Falanca sûreyi biliyorum." deyince, Hz.   Peygamber   "o  kadını,   Kur'ân'dan bttdfğtn o sûreye  mukabil  seninle evlendirdim."[83] Allah en iyi bilendir. [84]

 

Dördüncü Mesele

 

Ebu Bekr er-Razî şöyle demiştir: "Ayet, cariyenin azâd edilmesinin onun mehri sayılamıyacağına delâlet etmekte­dir. Çünkü âyet, mehrin mal olmasını gerektirir. Hz. Peygamber'in Safiyye'yi azâd edip, bu azâd etmeyi onun mehri sayması hadisesine gelince, bu Allah'ın Resulüne has olan fiiller cümlesindendir. [85]

 

Beşinci Mesele

 

Hak Teâlâ'mn, tabiri hakkında da şu iki izah yapılmıştır:

a) Bundan murad, onların nikah akdi yapmış olmaları se­bebiyle, böyle namuslu olmalarıdır.

b) Buradaki bu namusluluğun, Hak Teâlâ'nın, "Onlardan başkası  ise, size helâl edildi..." buyruğunda zikredilen helâllik hususunda bir şart olmasıdır. Birinci mana daha uygundur. Çünkü birinci manaya göre, âyetin hem umumîliği devam etmiş otur, hem de mânası malûm olmuş olur. İkinci manaya göreyse âyet mücmel olur. Çünkü burada zikredilen lâfzı, mübeyyen değildir. Mücmele talîk edilen şey ise mücmel olur. Binaenaleyh âyeti malum ve mübeyyen olan bir manaya hamletmek, mücmel olan bir manaya hamletmekten daha evladır.

Hak Teâlâ'nın,"O halde onlardan hangisiyle faydalandtysanız, ücretlerini takdir edildiği şekilde verin" buyruğuna gelince, bunda birkaç mesele vardır: [86]

 

Birinci Mesele

 

Arapça'da,   "istimta",   faydalanmak  manasındadtr. Kendisinden faydalanılan herşeye de meta' denir. Mesela, "Adam, çocuğundan faydalandı" denilir. Yine gençken ölenler hakkında, "Gençliğinden faydalanamadı" denilir.

Cenâb-ı Hak da, ''Ey Rabb'imiz, kimimiz kimimizden fayda gördük" (Enam. 128), "Siz bütün zevklernizi dünya hayatınızda bitirdiniz ve bunlardan istifâde ettiniz" (Ahkâf, 20) yani, onlardan peşin olarak faydalandınız ve "Siz de kısmetinizce faydalanmak istediniz.." (Tevbe, 69) buyurmuştur. Buna göre âyetteki, "O halde onlardan hangisiyle faydalandıysanız..." tabiri hakkında şu iki açıktama yapılmıştır:

a) "Nikahlı hanımlarınızdan, cinsî münasebet veya yaptığınız akit gibi hususlarda kendilerinden istifade ettiklerinize, bundan ötürü ücretlerini ver-tntz." Sonra Cenâb-ı Hak bir karışıklık olmadığı için, I* lâfzına râcî olacak zamiri (<u£ lafzını) getirmemiştir. Bu, tıpkı "İşte bu, şüphesiz ki azmolunacak işlerdendir" âyetinde olduğu gibidir. Cenâb-ı Hak bu âyette de lâfzını düşürmüştür.

b) (Onların dışındakiler) (Nisa, 24) âyetindeki lâfzı, "kadınlar" ma­nasınadır. Bu âyetteki j& (onlardan) ifâdesindeki j^ harf-i cerri de teb'îz (bir kısmı) manasınadır. Binâenaleyh yine bu âyetteki  lâfzındaki zamir ism-i mevsûlüne râcidir. Çünkü o, lâfız olarak müfred sayılır. Âyetteki, "ücretlerini verin" buyruğundaki zamirler de, bu U ism-i mevsûlünün manasına râcîdirler. Çünkü o, mana bakımından da cemî'dir. Âyetteki "ücretlerini" tabiri, "mehirlerini" manasınadır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Sizden kim hür ve müsiüman kadınları nikahla alacak bir bolluğa güç yetiremezse, o halde mü'mtn cariyelerinizden alsın., ücretlerini de güzellikle onlara versin" (Nisa, 25» buyurmuştur. Bu âyetteki "ücretler" de, mehirler manasınadır. Tefsir ettiğimiz âyetteki "ücretler" de aynı manadadır. Cenâb-ı Allah bir diğer âyette de, "sizin onları nikahla almanızda, ücretlerini verdiğiniz takdirde, üzerinize bir günah yoktur" (Mumtehine, ıo) buyurmuştur. Hak Teâlâ mehri, "ücret" diye ifâde etmiştir. Çünkü bu, nikahtan elde edilen menfaatlerin bedelidir. Bu, maddî şeylerin bedeli değildir. Nitekim evin ve hayvanın sağladığı menfaatlerin bedeli de, "ücret" diye adlandırılır. [87]

 

İkinci Mesele

 

Şafiî, "Halvet-i sahîha, mehri gerektirmez" derken, Ebu Hanife   bunun mehri gerektireceğini söylemiştir. Şafiî

görüşüne bu âyeti delil getirmiştir. Zira "O halde onlardan hangisiyle faydaiandıysanız, ücretlerini takdir edildiği şekil üzere verin" âyeti, o kadınlara mehirlerini vermenin vacip oluşunun, onlardan faydalanma sebebiyle olduğunu ihsas ettirmektedir. Eğer halvet-i sahîha, mehrin verilmesini gerektirseydi, o zaman zahiri durum, halvet-i sahîhamn o kadınlardan faydalanmadan önce bulunmasını gerektirirdi. Bu durumda da mehir, onlardan istifâde etmeden önce gerekmiş olurdu. Mehrin, onlardan istifâde etmeden önce gerekmesi ise, o mehrin onlardan faydalanması şartına bağlı olmasına engeldir. Halbuki âyet, mehrin vacip olmasının onlardan faydalanma şartına bağlı olduğunu göstermektedir. Binâenaleyh halvet-i sahîhamn mehri gerektirmeyeceği sabit olmuştur. [88]

 

Bu Ayetten Mut’a Nikahına Cevaz Arayanlar

 

Bu âyetin tefsiri hakkında iki görüş vardır: Birinci görüş: Ümmet-i Muhammed'in âlimlerinin ekserisinin görüşüdür. Buna göre âyetteki, "mallarınızla arayıp (nikahlamanız) için..." ifâdesinden maksad, "o kadınları nikah yoluyla ve mal (mehir) vererek talebetmeniz için..." manasıdır. Hak Teâlâ'nın, "O halde onlardan hangisiyle faydalandtysanız, ücretlerini takdir edildiği şekilde verin" buyruğu ise şu manayadır: Bir kimse, o kadınlarla cinsî münasebette bulunarak, onlardan istifade ederse, onlara mehirlerini eksiksiz verir. Onlardan sırf nikah akdi yaparak istifade etmiş olur (onlarla cinsî münasebette bulunmazsa), mehrin yarısını verir.

İkinci görüş: Bu âyet ile Mut'a hükmü kastedilmiştir. Mut'a, bir kimsenin bir kadını belli bir mal (ve para) ile belirti bir zamana kadar kiralayıp onunla cinsî münasebette bulunabilmesinden ibarettir. Âlimlerimiz mut'a nikahının İslâm'ın ilk yıllarında mubah olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.s), umre yaparken Mekke'ye geldiğinde, Mekke'nin kadınları süslenip püslendiler. Bunun üzerine Ashab, bakire kızların mehillerinin (yüksekliğinden) şikayet edince, Hz. Peygamber (s.a.s), "Bu kadınlardan istifade ediniz (muta yapınız)"[89] dedi.

Âlimler, bu hükmün neshedilmiş olup olmadığı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Ümmetin büyük bir çoğunluğu, bu hükmün mensuh olduğu görüşündedirler. Ümmet-i Muhammed'den bir topluluk ise, mut'a'nın eskiden olduğu gibi mübahlığınm devam ettiğini, mensuh olmadığını söylemişlerdir. Bu ikinci görüş, İbn Abbas (r.a) ve İmran İbn el-Husayn (r.a)'dan rivayet edilmiştir.

Bu hususta İbn Abbas (r.a)'dan üç rivayet bulunmaktadır:

Birincisi, bunun mutlak olarak mübahltğını ifâde etmektedir. Amâre şöyle demiştir: "İbn Abbas'a, "o zina mıdır, nikah mıdır?" diye mut'a'yı sorduğumda o, "mut'a ne zinadır, ne de nikahtır" deyince, ben: "Ya nedir?" dedim. Bunun üzerine bana "Bu, Hak Teâlâ'nın da buyurduğu gibi mut'a'dır (Bir faydalanmadır)" dedi. Ben, "mut'a'nın iddeti var mıdır?" diye sordum o, "Evet onun iddeti bir hayızdır" dedi. Ben, "mut'a nikahı ile evlenenler, birbirlerine mirasçı olabilirler mi?" dedim, "hayır" cevabını verdi:

İkincisi: İnsanlar İbn Abbas'ın mut'a hakkındaki fetvası hakkında şiirler söylemeye başlayınca, İbn Abbas (r.a) şöyle dedi: "Hay Allah kahredesiceler! Ben, mut'a'nın mutlak olarak (kayıtsız-şartsız) mubah olduğuna fetva vermedim. Fakat ben dedim ki: "Nasıl muzdar (çaresiz) olana domuz eti ve akan kan helâl oluyor ise. aynı şekilde çaresiz kalana mut'a da helâldir."

Üçüncüsü: İbn Abbas, mut'a ile ilgili bu âyetin mensuh olduğunu söylemiştir. Atâ el-Horasâni, İbn Abbas'tan bu ifâde hakkında şu sözü rivayet etmiştir. Bu âyet, "Ey Peygamber, kadınları boşayacağınız vakit, iddetlerine doğru boşayınız.." <Taiak. i) âyeti ile neshedilmiştir. Yine İbn Abbas m ölürken, "Allah'ım, mut'a ve sarf hakkındaki görüşümden ötürü sana tevbe ediyorum" dediği rivayet edilmiştir.

İmrân İbn Husayn ise şöyle demiştir: "Allah'ın kitabında mut'a hakkındaki âyet nazil oldu. Fakat ondan sonra onu nesheden herhangibir âyet nazil olmadı. Hz. Peygamber (s.a,s) de mut'a'yı bize emretti ve biz ondan istifade ettik, ölünceye kadar da bizi bundan menetmedi. Daha sonra adamın birisi, kafasına göre dilediğini söyledi (yani bunun haram olduğunu ileri sürdü)."

Mü'minlerin emiri Hz. Ali'ye gelince, şiîler, ondan mut'a'yı mubah gördüğü görüşünü rivayet etmektedirler. Muhammed İbn Cerîr et-Taberî de tefsirinde Hz. Ali'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Eğer Ömer insanları mut'a'dan nehyetmeseydi, şakîler (azgın insanlar) müstesna, kimse zina etmezdi." Muhammed İbn el-Hanefiyye adı ile meşhur olan Muhammed İbn Ali'nin rivayet ettiğine göre Hz. Ali (r.a), mut'a'nın caiz olduğuna fetva vermekte olan İbn Abbas'a rastlar ve "muhakkak ki Hz. Peygamber (s.a.s), mut'a nikahından ve ehlî eşşek eti yemekten nehyetti" der. İşte rivayetlere taalluk eden şeyler bunlardan ibarettir. Âlimlerin çoğu mut'a'nın haram olduğuna bir çok delil ile istidlal etmişlerdir: [90]

 

Mut'a'nın Haram Olduğunu Söyleyen Cumhurun Delilleri

 

Birinci delil: Hak Teâlâ'nın, "(Öyle mü'minler) ki onlar ırzlarım koruyanlardır. Şu var ki zevcelerine, yahut sağ ellerinin malik olduğu (cariyelerine) karşı (olan durumları) müstesna..." (Mümmûn, 5-6) âyetinden dolayı, cinsî münasebetin ancak zevce veya cariye ile yapılması helâldir. Mut'a ile nikahlanan bu kadının ne bir cariye ne de zevce olmadığı hususunda hiçbir şüphe yoktur. Bunun böyte olduğuna şunlar da delâlet eder:

a) Şayet bu kadın zevce sayılmış olsaydı, Hak Teâlâ'nın, "Zevcelerinizin terike-sinin yansı sizindir" (Nisa, i2>âyetinden dolayı, adam ile onun birbirine vâris ol.naları söz konusu olurdu. Bu ikisi arasında bir tevarüsün bulunmadığına ise ittifak edilmiştir.

b) Yine o kadın bir zevce sayılsaydı, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "Çocuk, (doğduğu) yatağa aittir" hadisinden ötürü, ondan doğacak çocuğun nesebinin sabit olması gerekirdi. Üzerinde ittifak edilen görüş ise, bu çocuğun nesebinin sübût bulmadığıdır.

c) Yine Cenâb-ı Hakk'ın, "İçinizden ölenlerin (geride) bıraktıkları zevceler kendi kendilerine dört ay on gün (iddet) beklerler" (Bakara, 234) âyetinden ötürü, mut'a ile alınan o kadının da iddet beklemesi gerekirdi. Bil ki bu delil güzel ve yerindedir.

İkinci delil: Hz. Ömer (r.a), rivayet edildiğine göre hutbesinde şöyle demiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s) zamanında iki türlü mut'a vardı. Ben bunları yasaklıyorum. Bunlara karşılık ceza vereceğim." O, bu sözü sahabenin toplu olduğu bir yerde söylemiş ve hiç kimse onu yadırgamamış, karşı çıkmamıştır. Bu hâdisede durum şöyledir. Ya "onlar mut'a'nın haram olduğunu bildikleri halde seslerini çıkarmadılar. Ya da onlar, mut'a'nın mubah olduğunu bildikleri halde, Hz. Ömer'e yaranmak için seslerini çıkartmadılar" den ilebilir.'Veyahut da "o sahabeler, onlar mut'a'nın ne haram olduğunu, ne de mubah olduğunu biliyorlardı. Bundan dolayı, bu hususta herhangi bir görüşe sahip olmadıkları için seslerini çıkarmadılar" denilebilir. Tercihe şayan olan, birinci ihtimaldir. İkinci ihtimal ise hem Hz. Ömer'in hem de sahabenin tekfirini gerektirir. Çünkü her kim, Hz. Peygamber (s.a.s)'in mut'a'yı mubah kıldığını bile bile, onu nesheden bir hüküm bulunmadığı halde, "Bu haramdır ve yasaktır" derse, o Allah'ı inkâr etmiş olur. Yine her kim, hatalı ve kâfir olduğunu bildiği halde, bir kimsenin o sözünü tasdik ederse kâfir olur. Bu ise, ümmetin tekfirini gerektirir ve Du da Hak Teâlâ'nın, "Siz en hayırlı bir ümmetsiniz.." (an imren, 110) âyetinin 2iddınadır.

Üçüncü ihtimale gelince ki, sahabenin, mut'a'nm ne mubah ne de haram olduğunu bilmedikleri için seslerini çıkarmamış olmaları ihtimalidir, bu da asılsızdır. Çünkü mut'a, mubah sayılması halinde nikah gibi olur. İnsanların, nikah ve mut'a'dan herbirinin durumunu bilmeye olan ihtiyacı, herkesi içine ajan bir ihtiyaçtır. Bu durumda olan bir meselenin ise gizli kalması imkânsızdır. Aksine bu konudaki bilginin meşhur olması gerekir. Nasıl herkes nikahın mubah olduğunu ve bu mübahlığın neshedilmemiş olduğunu biliyor idiyse, mut'a meselesi hakkında da durumun aynt olması gerekir. Bu iki kısım bâtıl olunca, sahabenin ancak, mut'anın İslâm'da mensuh olduğunu bildikleri için, Hz. Ömer'e karşı çıkmamış oldukları sabit olur.

Buna göre eğer, "sizin söylediğiniz bu şey, rivayet edilen şu haber ile bâtıl olur: Hz. Ömer, "Bir kadın ile belli bir zaman için evlenen (mut'a yapan) bir adam getirilirse, onu mutlaka recmederim" demiştir. Şüphe yok ki, her nekadar sahabe, o bunu söylediği zaman karşı çıkmamışlarsa da, mut'a yapanı recmetmek (taşlayarak Öldürmek) caiz değildir. Binâenaleyh bu, sahabenin bâtıl bir sözü duydukları zaman ses çıkarmadıklarına delâlet eder" denirse, biz deriz ki: Belki de Hz. Ömer bunu, bir tehdid, zecr ve bir siyaset olsun diye söylemiştir. Faydalı olacağı zaman, bu gibi siyasetler halife için caizdir. Baksana, Hz. Peygamber (s.a.s): "Kim bizden zekâtını esirgerse, biz ondan hem zekâtını hem de malının yansını alırız"[91] buyurmuştur. Fakat zekâtını vermeyen kimseden, malının yarısını atmak caiz değildir. Hz. Peygamber, bu işi iyice yasaklamak için böyle söylemiştir. Hz. Ömer'in sözü de böyledir. Allah en iyi bilendir.

Üçüncü delil: İmam Malik, Zührî'den; Zühıi'de Muhammed İbn Ali'nin iki oğlu olan Abdullah ve Hasan'dan; bunlar da babalarından; babaları da Hz. Ali'den rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.s), kadınları mut'a nikahı ile almaktan ve ehli eşeklerin etini yemekten nehyetmiştir. Rebî' İbn Sebüre el-Cühenf, babasının şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Erken vakitte Hz. Peygamber (s.a.s)'e rastladım. O, makam-ı İbrahim ile rükn arasında, ayakta ve sırtını Ka'be'ye dayamış olarak şöyle diyordu:

"Ey insanlar, size bu kadınlardan istifade etmenizi (mut'a yapmanızı) söylemiştim. Dikkat edin, Allah Teâlâ mut'ayı, kıyamete kadar size haram kılmıştır. Binâenaleyh kimin yanında onlardan (mut'a ile aldığı) birisi varsa, onu salıversin. On­lara verdiğiniz şeyden hiçblrseyi de geri almayınız. "[92] Hz. Peygamber (s.a.s)'den, "Kadınları mut'a nikahıyla almak haramdır"[93]dediği rivayet edil­miştir. Bu üç hadisi Vahidî, el-Bâsit adlı eserinde zikretmiştir. Nikah'ın "istimta"' (faydalanma) diye ifâde edilemeyeceği açıktır. Zira biz, "istimta"'nın, lezzet alma manasına geldiğini beyân etmiştik. Halbuki sırf nikahta bu mana yoktur. [94]

 

Mut'anın Mubah Olduğunu İleri Sürenler

 

Mut'a nikahının mubah olduğunu söyleyenler ise, şu delilleri getirmişlerdir:

Birinci delil: Onların, Cenâb-ı Hakk'ın "Namuslu ve zinaya sapmayarak, mallarınızla arayıp (nikahlamanız) size helâl edildi. O halde onlardan hangisiyle faydalandıysanız, ücretlerini takdir edildiği şekil üzere verin" ayetine tutunmalarıdır. Bu âyetle istidlal etmenin iki yolu vardır:

Birincisi, şöyle dememizdir: Mut'a nikahı bu âyetin hükmüne dâhildir. Zira âyetteki mallarınızla arayıp (nikahlamanız)" buyruğu, mal ile hem devamlı olarak bir kadından istifâde etmek isteyen kimseyi, hem de geçici olarak belirli bir müddet için istifade etmek isteyen kimseyi içine alır. Bu iki kısımdan herbiri bu ifâdeye dahil olduğuna göre, Hak Teâlâ'nın "Onlardan başkası ise, mallarınızla arayıp (nikahlamanız) size helâl edildi" buyruğu, her iki kısmın da helâl olmasını gerektirir. Bu da, mut'a nikahının helâlliğini gösterir.

İkincisi ise şöyle dememizdir: Bu âyet, mut'a nikahının açıklamasına hastır. Bunu birkaç yönden izah ederiz:

a) Rivayet olunduğuna göre, Ubeyy İbn Ka'b bu âyeti, "O halde onlardan hangisiyle belit bir vakte kadar t&ydalandıysaniz ücret­lerini verin'  şeklinde okumuştur. İbn Abbas (r.a)'ın kıraati de böyledir. Ümmet-i Muhammed, bu iki şahabının kıraatlerini yadırgamamıştır. Binâenaleyh bu, bu kıraatin doğruluğu hususunda ümmetin bir icmâsıdır. Bunun izahı, tıpkı sizin Hz. Ömer (r.a) hakkında yaptığınız izah gibidir. Hz. Ömer, mut'ayı yasaklayınca, sahabe sesini çıkarmamıştır. Binaenaleyh bu, bizim söylediğimiz görüş hususunda bir icmâ olmuştur. İşte burada da böyledir. Bu kıraatin sıhhati icmâ ile sabit olduğuna göre, elde edilmek istenen netice sabit olur.

b) Âyette zikredilen, sırf mal ile talep etmek, araştırmaktır. Daha sonra Cenâb-ı Hak o kadınlara, kendilerinden istifâde edildikten sonra, ücretlerinin verilmesini emretmiştir. Bu da, sırf mal ile talep etmenin, onlarla cinsî münasebette bulunmayı tecviz ettiğine delâlet eder. Sırf mal ile talep etmek ise, ancak mut'a nikâhında olur. Mutlak nikâha gelince, buradaki helallik ancak akid, velî ve şahidlerle meydana gelir. Sırf mal ile talepte bulunmak, helalliği ifâde etmez. Böylece bu durum da, bu âyetin sırf mut'a nikahına tahsis edildiğine delâlet eder.

c) Cenâb-ı Hak bu âyette, sırf faydalanmadan dolayı ücret vermeyi vacip kılmıştır. Faydalanma ise, lezzet almaktan ve istifade etmekten ibarettir. Nikâhta ise, ücretleri vermek, kesinlikle faydalanmadan ötürü vacip olmamıştır. Aksine, yapılan nikâhtan ötürü vacip olur.  Baksana, sırf nikâh  akdi yapmaktan dolayı   mehrin yarısı gerekmektedir. Böylece nikâhın, bir faydalanma diye adlandınlamayacağı açıktır. Çünkü biz, faydalanmanın lezzet alma olduğunu beyân etmiştik. Halbuki sırf nikâh böyle değildir.

d) Şayet biz bu âyeti nikâh hükmüne hamledersek. aynı sûrede nikâh hükmünün izahı tekrarlanmış olur. Çünkü Cenâb-ı Hak bu sûrenin başlarında, "Sizin için helâl olan (diğer) kadınlardan ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikah edin..." (Nisa, 3) buyurmuş, daha sonra da, "kadınların mehirlerini yürekten isteyerek verin" (Nisa. 4) demiştir. Ama biz bu âyeti, mut'a nikâhının izahına hamledersek, bu yeni bir hüküm olmuş olur. Binaenaleyh, âyeti buna hamletmek daha evlâdır. Allah en İyisini bilendir.

Mut'a nikahının caiz olduğuna dair İkinci delil: Ümmet-i Muhammed, mut'a nikâhının İslâm'ın ilk yıllarında caiz olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Bu hususta ümmet arasında herhangi bir ihtilaf yoktur. İhtilâf sadece, bunu nesheden bir şeyin vâki olup olmadığı hususundadır. Bu sebeple biz diyoruz ki, eğer bu hükmü nesheden bir şey mevcut olsaydı, bu nesheden şey ya tevatür yoluyla veyahut da ahâd haberlerle bilinmiş oturdu. Eğer tevatür yoluyla bilinmiş olsaydı o zaman Ali İbn Ebî Talib, Abdullah İbn Abbas ve İmrân İbn Husayn, Hz. Muhammed'in dininde tevatürle sabit olan bir şeyi kabul etmemiş olurlardı ki, bu da onların (haşa) kâfir sayılmalarını gerektirir. Bu ise kesinlikle bâtıldır. Neshin ahâd haberlerle sabit olması hali de bâtıldır. Çünkü mut'a nikahının mubah olduğu icmâ ve tevatür yoluyla bilinince, bu nikâhın sübutu kesinlikle malûm olmuş olur; binâenaleyh biz bu hükmü haber-i vahidle neshedersek, o zaman zannî olan bir şeyi, kesinleşmiş olan bir şeyin hükmünü neshedici kılmış oluruz ki, bu da bâtıldır.

Mut'a nikahının caiz olduğunu söyleyenler, sözlerine devamla şöyle derler: "Pekçok rivayet, böyle bir nâsihin bulunduğuna hükmetmenin yanlış olduğuna delâlet eder. Meselâ bu rivayetlerden birisi şudur: Hz. Peygamber (s.a.s), Hayber gününde ehlî eşeklerin etini yemekten ve mut'a nikahından insanları nehyetmiştir. Yine rivayetlerden pekçoğu O'nun, Veda haccında ve Mekke'nin fethi gününde, mut'a nikahını mubah kıldığım göstermektedir. Halbuki bu iki gün de, Hayber gününden sonradır. Bu da, Hz. Peygamber (s.a.s)'in Hayber gününde mut'a nikahını neshettiğine delâlet eden rivayetlerin bozukluğunu gösterir. Çünkü nâsih olan nassın, mensûhtan önce bulunması imkânsızdır. Birkaç defa helâl kılma ve neshetme olmuştur diyenlerin görüşü de zayıftır. Çünkü, rivayetler arasındaki çelişkiyi kaldırmak isteyenler hariç, meseleyi ele alıp değerlendiren âlimlerden hiç kimse bunu söylememiştir."

Üçüncü delil: Rivayet olunduğuna göre Hz. Ömer (r.a), minberdeyken şöyle demiştir: "İki mut'a, Allah'ın Resulü zamanında meşru idi. Ama ben onları yasaklıyorum. Bunlar, hacc mut'ası ile nikâh mut'asıdır." İşte bu rivayet, Hz. Ömer tarafından, Allah'ın Resulü zamanında mut'a nikâhının bulunduğuna dair kesin bir delildir. Hz. Ömer'in "Ben onları yasaklıyorum" ifâdesi, Hz. Peygamber'in onu neshetmeyip, bunu neshedenin sadece Hz. Ömer olduğuna delâlet eder. Bu sabit olunca biz deriz ki, işte bu söz, Hz. Resul zamanında mut'anın helâl olduğuna; Resûlullah'ın onu neshetmediğine; bunu neshedenin ise sadece Hz. Ömer olduğuna delâlet eder. Bu da sabit olunca, mut'a nikâhının mensûh olmaması gerekir. Çünkü. Allah'ın Resulü zamanında bulunup da O'nun neshetmediği bir şeyin, Hz. Ömer'in neshetmesiyle mensûh olması imkânsız olur. İşte bu, İmrân İbn el-Husaynın şöyle diyerek istidlal ettiği hüccettir: "Allahu Teâlâ, mut'a hakkında bir âyet indirmiş ve o âyeti başka bir âyetle de neshetmemiştir. Allah'ın Resulü de bize mut'a nikâhı yapmamızı meşru kılmış ve onu bize yasaklamamıştır. -Hz. Ömer'in yasaklamasını kastederek- sonra bir adam kalkmış, istediği biçimde hüküm vermiş!" İşte, mut'a nikahının caiz olduğunu söyleyenlerin delillerinin tamamı budur. [95]

 

Mut'anın Mubah Olduğunu Söyleyenlere Cevap

 

Onlann birinci deliline şöyle diyerek cevap verebiliriz: Bu âyetin, mut'a nikâhına da şamil olduğunu şü üç yönden açıklayabiliriz:

a) Cenâb-ı Hak, "Analarınız., size haram edüdi..." (Nisa, 23) buyruğunda, ilkönce nikahı haram olanlardan bahsetmiş, müteakip âyette de "Onlardan başkası ise, size helâl edildi" (Nisa. 24) buyurmuştur. Böylece, buradaki bu helâl kılma ile oradaki o haram kılmadan murad edilenin aynısı kastedilmiş olur. Ancak ne var ki, oradaki haram kılma ile murad edilen, (haram kılınanların) nikâhıdır. Binaenaleyh, buradaki helâl kılma ile murad edilenin de nikâh olması gerekir.

b) Allah Teâlâ, "namuskâr bir biçimde" buyurmuştur. "Namuskâr davranmak" ise, ancak sahih bir nikâhta söz konusu olur.

c) O "Zinaya sapmamış olarak..." buyurmuş, zinayı sifâh (dökmek) diye adlandırmıştır. Zira, zina edenin bu zinadaki maksadı, sırf menisini akıtmaktır. O, bu zina hadisesinde, çocuk ve nikâhın temin ettiği diğer fayda ve maslahatları istememektedir. Mut'a'dan ise, sadece meniyi akıtmak kastedilir. Böylece bu da bir sifâh (dökmek, zina yapmak) olmuş olur.

Bu, EbuBekrer-Razî'nin yapmış olduğu izahlardır. Ebu Bekrer-Razî'nin("a" şıkkında) zikrettiği şey şudur: Buna göre Allah Teâlâ sanki, insanlara cinsî münasebette bulunmaları haram olan kadın gruplarını zikretmiş, daha sonra da, "onlardan başkası ise, size helâl edildi" (Nisa, 24) buyurmuştur ki bu, "nikâhın haram olduğu belirtilenlerin dışında kalanlarla cinsî münasebette bulunmak size helâl kılınmıştır" demektir. Binâenaleyh bu sözün neresi yanlıştır? O'nun ("b" maddesinde) söylediği söz ise "Namuskâr davranmak", ancak sahîh bir nikâhta olur..." şeklindedir. Ama o, bunun delilini zikretmem iştir. Onun ("c" maddesinde) zikrettiği, "Zina, "sifâh" diye adlandırılmıştır. Çünkü bundan, sadece menîyi akıtmak kastedilmiştir. Halbuki mut'a böyle değildir. Çünkü mut'a'dan maksat, Allah tarafından müsaade edilmek ve izin verilmek suretiyle menîyi akıtmaktır..." şeklindedir. Eğer siz, "mut'a nikahı haram kılınmıştır" derseniz, biz deriz ki, bu, konunun başına dönmedir. O halde daha niçin siz "durum bu şekildedir" dediniz? Böylece Ebu Bekr er-Razî'nin sözünün gevşek bir söz olduğu ortaya çıkmış olur.

Bu konuda itimâda şayan olan cevap, şöyle dememizdir: "Biz, mut'a nikâhının (başlangıçta) mubah olduğunu inkâr etmiyoruz. Bizim söylediğimiz sadece, o nikâhın mensûh olduğudur." Bu takdire göre, şayet âyet mut'a nikâhının meşru olduğuna delâlet ederse, bu bizim maksadımıza zarar vermez. Bu, aynı zamanda onların (mut'a nikahtnın caiz olduğunu söyleyenlerin) Ubeyy İbn Ka'b ve İbn Abbas'ın kıraatine sarılmalarına bir cevaptır. Zira, sahîh olmaları halinde bu kıraatler, sadece mut'a nikahının meşru olduğuna delâlet ederler. Halbuki biz, bu konuda münakaşa etmiyoruz. Bizim söylediğimiz şey, bu hükmün mensûh olduğudur. Sizin getirmiş olduğunuz deliller, bizim verdiğimiz hükmü savuşturamaz.    .

Onların, "Nasih, ya mütevâtir ya da ahâd yolla olurdu..." şeklindeki görüşlerine de şöyle cevap veririz: Belki de ashabın bir kısmı onu duymuş da daha sonra unutmuştur... Daha sonra Hz. Ömer (r.a) büyük bir kalabalığın içinde bunu hatırlatınca, ashâb onu hatırlamış, Hz. Ömer'in bu konudaki sıdkını anlamış ve O'nun bu husustaki sözüne karşı çıkmamışlardır.

Mut'a nikâhının caiz olduğunu söyleyenlerin, "Ömer, mut'a nikâhının nehyini kendisine nisbet etmiştir" şeklindeki sözlerine de şu şekilde cevap veririz: "Biz daha önce şu açıklamada bulunmuştuk: Şayet, Ömer'in bu sözünden maksadı, "Mut'a Hz. Muhammed'in şeriatında mubahtır, ama buna rağmen ben onu yasaklıyorum" şeklinde olsaydı, o zaman hem Hz. Ömer'in, hem de O'nunla muharebe etmeyen ve bu hususta O'nunla tartışmayan herkesin kâfir sayılması gerekirdi. Bu da, Hz. Ömer'le muharebe etmediği ve onun sözünü reddetmediği için Emîru'l-mü'mininin (Hz. Ali'nin) kâfir sayılması neticesine götürür ki bütün bunlar bâtıl ve geçersizdir.

Binaenaleyh geriye sadece şöyle denilmesi kalmaktadır: Hz. Ömer'in bu sözünden maksadı, "Mut'a nikahı Hz. Peygamber zamanında mubah idi. Ancak ne var ki Resûlullah'ın onu neshettiğini bildiğim için ben onu yasaklıyorum" şeklindedir. Bu takdire göre bu söz, elde etmek istediğimiz netice hususunda bizim delilimiz olur. Atlah en iyi bilendir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Ücretlerini takdir edildiği şekil üzre verin" buyurmuştur ki bu, "onlara ücret ve mehirierini vermek bir farz, yerine getirilmesi gereken bir iş ve vecibedir" demektir.

Keşşaf sahibi, Cenâb-ı Hakk'ın "takdir edildiği şekil üzre" ifâdesi hak­kında şu üç izahı yapmıştır:

a) (farz kılınmış) manasında olmak üzere, "ücretlerini, mehirierini..." kelimesinden haldir.

b)  Bu kelime, "vermek" yerinde kullanılmış bir kelimedir. Çünkü (onlara ücretlerini) vermek farz kılınmıştır.

c) Bu kelime, te'kîd için gelmiş olan bir mef'ûl-i mutlaktır. Yani, "Bu size, öylesine farz kılındı ki.." demektir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Omehrin miktarını tayin ettikten sonra aranızda gönül hoşluğu ile uyuştuğunuz şey hakkında size bir günah yoktur. Şüphesiz ki Allah, hakkıyla bilicidir, mutlak hüküm ve hikmet sahibidir" buyurmuştur.

Bu hususta birkaç mesele vardır: [96]

 

Birinci Mesele

 

Bir önceki âyeti, nikâh hükmü ile İlgili düşünenler şöyle demektedirler: Cenâb-ı Hakk'ın bu buyruğundan maksadı şudur: Mehir, belirli bir miktar olarak tayin edilince, kadının o mehirden bir kısmını indirmesi veya mehrin tamamından vazgeçmesi hususunda bir güçlük yoktur... Buna göre, âyette bahsedilen "aranızda gönül hoşluğu ile uyuştuğunuz şey..." ifâdesinden maksat, mehrin miktarında bir indirim yapmak veya o mehrin tamamından vazgeçmek olur. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Bununla beraber eğer ondan birazım gönül hoşluğu İle size bağışlamış olurlarsa, onu da içinize sine sine yeyin" (Nisa, 4) ve "Kendileri vazgeçmiş olurlarsa, yahud nikâh düğümü elinde bulunan kimse bağışlarsa müstesna..." (Bakara, 237) âyetlerinin ifâde ettiği hüküm gibidir. Zeccac bu tabirin manasının, "kadının, kocasına mehrini bağışlamasında veya kocasının, cinsî münasebette bulunmadan karısını boşaması halinde, mehrin tamamını kadına bağışlamasında size bir günah yoktur.." şeklinde olduğunu söylemiştir.

Bir önceki âyeti mut'a'nın beyânına hamledenlere gelince, onlar da şöyle demektedirler: Cenâb-ı Hakk'ın bu âyetten maksadı şudur: Mut'a'nın müddeti sona erince, erkeğin kesinlikle kadınla hiçbir münasebeti kalmaz. Bu durumda erkek kadına, "Günleri arttır, ücretini artırayım" derse, kadın bu hususta muhayyerdir. Bunu isterse yapar, isterse yapmaz. İşte Cenâb-ı Hakk'ın, "O mehrin miktarını tayin ettikten sonra aranızda gönül hoşluğu ile uyuştuğunuz şey hakkında size bir günah yoktur" buyruğundan maksat budur. Yani, "Daha önce belirlenmiş olan ücret ve müddet sona erdikten sonra.." demektir. [97]

 

İkinci Mesele

 

Ebu Hanife (r.h) şöyle demektedir: "Mehre ilâvede bulunmak caizdir. Bu ilâve, erkek evlendiği kadınla cinsî

münasebette bulunur veya erkek ölürse söz konusudur.. Ama erkek kadını, cinsî münasebette bulunmadan boşarsa, bu ilâve bâtıl olur ve o kadına, akid anında belirlenmiş olan mehrin yansını vermek gerekir." Şafiî (r.h) ise şöyle demektedir: "Mehre ziyade yapmak, hibede bulunmak gibidir. Eğer erkek içinden gelerek, o hibeyi kadına verirse, kadın kabz yoluyla o hibeye mâlik olur; eğer hibeyi vermezse hibe bâtıl olur, geçersiz olur." Ebu Bekr er-Razî, Ebu Hanife'nin bu görüşünü isbat için bu âyetle istidlal ederek şöyle demiştir: "Cenâb-ı Hakk'ın, "O mehrin miktarını tayin ettikten sonra aranızda gönül hoşluğu ile uyuştuğunuz şey hakkında size bir günah yoktur" buyruğu ilâve ve noksanlık taraflarında kendisiyle karşılıklı rızâ ve gönül hoşluğunun meydana geldiği şeyi içine alır. Böylece bu, umumî olması sebebiyle, mehre ilâvede bulunmanın caiz olduğuna delâlet etmektedir. Hatta bu âyet, noksanlaştırmadan daha ziyâde, ilâvede bulunma hükmüne hastır. Zira Cenâb-ı Hak bunu, her ikisinin karşılıklı rızalarına bağlamıştır. Halbuki, mihrin tamamından vazgeçmek ya da biraz indirimde bulunmak, (bunlar kadının hakkı olduğu için) kocanın rızasının olmasına ihtiyaç kalmaz. Halbuki mehre ilâvede bulunmak ise, kocanın onu kabul etmesi halinde ancak doğru olur. Binaenaleyh, Cenâb-ı Hak bu hükmü, karşılıklı olarak her ikisinin birden rızalarına talîk edip bağlayınca, bu, bundan muradın ilâvede bulunmak olduğuna delâlet eder."

Ebu Bekr er-Razî el-Cessas'ın bu izahına şu şekilde cevap verilebilir: Bu ilâvenin, Zeccâc'ın zikretmiş olduğu şu hükümden ibaret olması niçin caiz olmasın? Zeccâc'ın hükmü şudur: Koca, hanımını cinsî münasebette bulunmadan boşarsa, bu durumda kadın, isterse hakkı olan "mehr-i müsemmâ"nın yarısından vazgeçer; isterse koca da mehrin tamamını ona verebilir. Bu duruma göre koca, kadına, vermesi gerekli olan miktardan fazlasını vermiş olur. Hem bize göre, onun bir hibe olma durumu müstesna, bu ilâvede bir günah bulunmamaktadır. Bu ilâvenin bâtıl olduğuna dair katî delil şudur: Bu ilave, eğer asl'a iltihak, katılmış olursa, o zaman bu ilâve, ya ilk akdin devam etmesiyle birlikte bir ilâve olmuş olur, veyahut da ilk akid sona erdikten sonra bu ilâve yapılmış olur. Birincisi bâtıldır, çünkü nikah akdi ilk miktara göre tahakkuk edince, bu durumda şayet o nikah akdi, ikinci miktara göre yeniden tahakkuk ederse bu, akid sübût bulduktan sonra onu yeniden meydana getirme olur ki bu "hâsılı tahsil" etmeyi gerektirir ki, bu da imkânsızdır. İkincisi de bâtıldır, zira ilâvede bulunulduğu sırada birinci akdin hükmünün kalkmadığı hususunda İcmâ edilmiştir. Böylece onların söyledikleri görüşün bozuk olduğu sabit olmuş olur. Sonra Allahu Teâlâ, bu âyetlerde pekçok mükellefiyetlerden, haram ve helâl kılmalardan bahsedince, kendisinin, bütün malûmatı bilen.hiçbir şey asla ve katiyyetle kendisine gizli kalmayan bir alîm olduğunu; hükümlerini, hikmete uygun bir biçimde vaz eden bir hakîm olduğunu beyân buyurmuştur ki, bu da O'nun emirlerine teslim olmayı, hükümlerine inkîyâd edip boyun eğmeyi gerektirir. Allah en iyisini bilendir. [98]

 

Meşru Kılınan Yedinci Husus: Câriye İle Evlenme

 

"Sizden kim hür ve müslümân kadınları nikâhta alacak bir bolluğa güç yetiremezse, o halde sağ ellerinizin mâlik olduğu mü'min cariyelerinizden (alsın). Allah sizin imanınızı çok iyi bilendir. Kiminiz kiminizden (hasıl olmuşsunuzdur. O halde fuhuşta bulunmayan, gizli dostlar da edinmeyennamuslu kadınlar olmak üzere- onları, sahiplerinin izniyle, kendinize nikahlayın. Ücretlerini de güzellikle onlara verin. Onlar evlendikten sonra bir fuhuş irtikâb ettiler mi, o vakit üzerlerine hür kadınlar üzerindeki cezanın yarısı (verilir. Cariyeleri almak hususundaki) bu (müsaade) içinizden sıkmaya düşmekten (zinaya sapmaktan) korkanlar içindir. Sabretmeniz İset sizin için daha hayırlıdır. Allah hakkıyla bağışlayıcıdır, çok merhametlidir" (Nisa, 25).

Bil ki Cenâb-ı Hak, kimlerin nikâhının helâl oiup, kimlerin nikahının helâl olmadı­ğını beyân buyurunca, bu nikâhın kimler hakkında ne zaman ve ne şekilde helâl olacağını da beyan ederek, "Sizden kim hür ve müslümân kadınları nikahla alacak bir bolluğa güç yetiremezse..." buyurmuştur. Bu hususta birkaç mesele vardır: [99]

 

Birinci Mesele

 

Kisaî, bu âyette geçen lâfızlarını, sâd harfinin kesresiyle şeklinde; diğer imamlar ise, sâdın fet-hasıyla şeklinde okumuşlardır. Fetha okuyanlara göre manası, "kocalı kadınlar"; kesre okuyanlara göre manası, "iffetli ve hür kadınlar" demektir. Allah en iyi bilendir. [100]

 

"Tavl" Kelimesinin Manası      

 

TavI kelimesi, fadl "fazlalık, bolluk, zenginlik, nimet, iyilik" anlamlarına gelir. İyilikte bulunmak, faziletli olmak anlarr- larına gelen Jjîull kelimesi de böyledir. Nitekim Cenâb-ı Hak, Zİ't-tâvI "fazl sahibi.. " {Mü'min, 3j buyurmuştur. Yine bir şeyi elde etti manasında, denilir. Bu tıpkı, "Falancanın eli açıktır" denilmesi gibidir. TavI kelimesinin aslı, kısanın aksi olan tûl kelimesinden gelmektedir. Zira bir şey uzun oldu mu, tıpkı kısa olması halinde kendisinde bir kusur ve noksanlığın bulunması gibi, onda bir mükemmellik ve fazlalık bulunduğunu gösterir. Aynı şekilde zenginlik de tavi diye adlandırılmıştır, çünkü zenginlik sebebiyle insan, tıpkı uzun böyle olan kimsenin, kısa boylu olanın alamıyacağı şeyleri alması gibi, fakirin elde edemiyeceği şeyleri elde edebilmektedir.

Sen bunu iyice kavradığın zaman biz deriz ki: Âyette geçen tav! kelimesinin manası "kudref'tir. Bu kelimenin mansûb olması ise, kelimesinin mef'ûlü olması sebebiyledir. kelimesi de "kudrefin, kelimesinin mef'ûlü olduğu için, mahallen mansûbtur.

İmdi şayet, "İstitâet, kudret demektir. Âyette geçen tavi kelimesi de kudret manasınadır. Buna göre âyetin takdiri,""Sizden kim hür ve müslüman kadınlan nikahlama kudretine kadir olamazsa..." şeklinde olur. O halde kudretin tekrâr edilmesinin mânası ve faydası nedir?" denilirse, biz deriz ki:

Durum senin söylediğin gibidir. Ancak ne var ki evlâ olan, manânın "Sizden kim, hür ve müslüman kadınlarla evlenmeye tam manasıyla güç yetlremezse.." şeklinde (mefûl-i mutlak durumunda) olmasıdır İşte bu izaha göre, söz konusu olan müşkil zail olmuş olur. Lügatle ilgili açıklamalar işte bundan ibarettir. [101]

 

Âyet Hakkında Yapılan Tefsirler

 

Müfessirlerin yapmış olduğu izahlar şunlardır:

a) "Kim hür kadınlarla evlenmesine imkân veren bir mal varlığına ve zenginliğine muktedir olmazsa, bir cariye ile evlensin."

b) Âyetteki "nikah" sözü, "cinsî münasebette bulunma" manasına tefsir edilir Buna göre mana, "sizden kim, hür kadınlarla cinsi münasebette bulunmaya mân bakımdan kadir değilse, bir cariye ile evlensin" şeklinde olur. Mananın böyle olmas halinde, nikahı altında hür kadın bulunmayan herkesin, cariye ile evlenmesi caizdir Bu açıklama, Ebu Hanife'nin mezhebine uygundur. Çünkü onun mezhebine göre nikahı altında hür kadın bulunan kimsenin, ister hür kadınla evlenmeye muktedir olsur ister olmasın, câriye ile evlenmesi caiz değildir.

c) Bunun manası, hür kadınla yetinmektir. Bu durumda erkeğin, ister nikahı artında hür kadın bulunsun, isterse bulunmasın, cariye ile evlenebilir. Bütün bu izahlar yapılabilir. Zira, âyette geçen "istita'a" (güç yetirme) bütün bu izahlara muhtemildir. [102]

 

Üçüncü Mesele

 

Âyetteki "Sizden kim muhsenâti nikahla alacak bir bolluğa güç yetiştiremezse..." buyruğunda geçen "muhsenat"

lâfzından murad, hür kadınlardır. Bunun böyle olduğuna, Allahu Teâlâ'nın "muhsenat" ile evlenmek imkansız olduğunda, câriye ile evlen ilebileceğini bildirmesi de delâlet eder. Binâenaleyh buradaki "muhsenat" lâfzı ile kastedilenin, cariyenin zıddı gibi olanlar olması gerekir. Bu kelimeyi sâd harfinin fethası ile "muhsenat" şeklinde okuyanlara göre, hür kadınların muhsenat olarak adlandırılmalarının sebebi, onların, hür olmaları sayesinde cariyelerin teşebbüs edecekleri hallerden korunmuş olmalarıdır. Çünkü zahir olan odur ki cariyeler dışarıya çokça çıkar, şuraya buraya girip çıkar, önemsenmez, değer verilmez. Hür kadın ise, bütün bu noksanlardan korunmuştur. Fakat kelimeyi sâd harfinin kesresi ile "muhsinât" şeklinde okuyanlara göre mana şöyledir: Onlar, kendilerini hür olmaları sebebi ile koruyanlardır. [103]

 

İmam Şafi’nin Tefsirine Göre Cariye İle Evlenmenin Şartları             

 

Şafiî (r.h)'nin  görüşü  şudur:  Allah  Teâlâ,  cariyelerle evlenme hususunda üç şart belirtmiştir. Bunlardan ikisi evlenen erkek, üçüncüsü ise evlenilen kadın hakkındadır. Evlenende bulunması gereken şartlardan birincisi,onun hür kadınla evlenebileceği mehri bulamamasıdır ki bu,Hak Teâlâ'nın, "Sizden kim hür ve müslüman kadınları nikahla alacak bir bolluğa güç yetiremezse..." âyetiyle beyan ettiği husustur. Bir bolluğa güç yetirememenin manası ise, hür kadını nikahlayabileceği bir malın (mehrin) olmamasıdır. İmdi şayet, "Bir kimse cariye ile evlenebiliyorsa, fakir bir hür kadınla da evlenebilir. Binaenaleyh aradaki fark nereden geliyor?" denilirse, biz deriz ki: Cariyeler hakkındaki örf, onlar efendilerinin hizmeti ile meşgul oldukları için, mehir ve nafakalarının az olması şeklindedir. Binaenaleyh aradaki fark zahirdir.

Evlenende bulunması gereken şartlardan ikincisi, bu âyetin sonlarına doğru gelen, "(Cariyelerialma hususundaki) bu (müsâade), içinizden sıkıntıya düşmekten (zinaya sapmaktan) korkanlar içindir" ifadesidir. Bu, "Bekârlık canına tak eden kimse içindir" manasınadır.

Evlenilecek kadında bulunması gereken üçüncü şart ise, bu cariyenin kâfir değil mü'min olmasıdır. Zira cariye kâfir olduğu zaman şu iki bakımdan yani kölelik ve küfür bakımından eksik olmuş olur. Şüphe yok ki doğacak çocuk, hür olma veya köle olma bakımından annesine tâbidir. Bu durumda çocuk, bir köle olarak kâfir annesinin mülküne bağlanmış olur ve böylece o çocukta hem köle hem de kâfirin mülkü olma gibi iki noksanlık bulunmuş olur. İşte bu üç şart, câriye ile evlenilebilmede Şafii'ce itibâr edilen şartlardır. [104]

 

İmam Ebû Hanlfe'ye Göre Cariye İle Evlenmenin Şartları

 

Ebu Hanife (r.h)'ye gelince, o şöyle der: "Nikahı altında hür kadın bulunan kimsenin, cariye ile evlenmesi caiz değildir. Fakat nikahı altında bir hür kadın bulunmayan kimsenin, hür kadınla evlenmeye ister gücü olsun ister olmasın, cariye ile evlenmesi caizdir."

Şafiî, görüşüne bu âyeti delil getirmiştir. Bunu şu iki şekilde izah edebiliriz:

a) Allah Teâlâ, önce hür kadınlarla evlenmeye mali gücün bulunmaması şartını zikretmiş, peşisıra cariye ile evlenilebileceği hükmünü getirmiştir. Bu vasıf (şart), bu hükme uygundur. Çünkü insan, bazan cima etmeye muhtaçtır. Hür kadının geçiminin ve mehrinin çok olması yüzünden, insan hür kadınla (nikahlanıp) cima edemediği zaman, cariye ile evlenmesine müsaade edilmesi gerekir. Bu sabit olunca biz deriz ki: Hüküm, kendisine münasip bir vasfın (şartın) peşisıra zikredildiğinde, bu durum, o hükmün o vasfa bağlı olduğuna delâlet eder. Bu sabit olunca da biz deriz ki: Şayet cariye ile evlenme, hür kadının mehrine sahip olma veya olmama durumlarında caiz olsaydı, mehre güç yetirememenin kesinlikle bu hüküm üzerinde bir tesiri olmaması gerekirdi. Fakat biz, âyetin delâlet ettiği şeyin, bu hükümde bir tesiri olduğunu beyân etmiştik. Binaenaleyh insanın, hür kadınla evlenebilecek mali kudretinin bulunması halinde, cariye ile evlenemeyeceği sabit olur.

b) Biz, bu âyetle mefhum-u muhalifi yoluyla şu şekilde de istidlal edebiliriz: Bir şeyin özellikle zikredilmesi, hükmün, onun dışında kalanlardan nefyedildiğine delâlet eder. Bunun delili şudur: Bir kimse, "şu ölü yahudi, hiçbirşey göremez" dediğinde, bu söze herkes güler ve "Yahudi olmasa da görmez. O halde, bunu "ölü yahudi" diye kayıtlamanın ne manası var" der. Bundan dolayı, örfü bilen kimselerin, bu sözü kabîh görüp, kabîhliği (manasızlığı) bu illete bağladıklarını görünce, dili iyi bilenlerin, bir hükmü bir sıfatla kayıtlamanın, o hükmün kayıtlanan (şart koşulan) şey dışında bulunmamasını gerektireceğinde ittifak ettiklerini anlamış oluruz.

Ebu Bekr er-Râzî el-Cessâs şöyle demektedir: "Bu durumun, mübahlığa tahsis edilmesi, o şeyin dışında kalanların yasak olduğunu göstermez. Bu, Cenâb-ı Allah'ın, "Evladlannızı fakirlik korkusuyla öldürmeyin" (isrâ, 3i) âyetinde ifade edilen husus gibidir. Bu âyette, bu korkunun zail olması durumunda, evladların öldürülebileceğine bir delâlet yoktur. Yine bu, "Bibâyı (faizi), Öyle kat kat artırılmış olarak yemeyin" <am imran, i») âyetinde ifâde edilen hususa benzer. Bu âyette, "kat kat olmaması halinde" faizin yenebileceğini gösteren birşey yoktur."

er-Razî el-Cessâs'a şöyle cevap verilir: "Lâfzın zahirî manası bunu gerektirmektedir. Ancak detil-i munfasıla (başka bir delile) dayanılarak, bu âyetlerin zahirî manalarına göre amel edilmemiştir. Bu tıpkı, sana göre emrirr zahirinin vücûb (farziyyet) ifâde edip, delil-i munfasıldan Ötürü, pek çok yerde emrin zahirine göre amel edilmemesi gibidir.

Âyete delil olarak tutunma hususunda güzel bir soru da, söylediğimiz şu sözdür: Âyette geçen "nikah"tan maksadın, "cinsî münasebette bulunma" manası olması niçin caiz olmasın? Binaenaleyh âyetin manası, "sizden kim hür kadınlarla cinsî münasebette bulunmaya (mali bakımdan) muktedir olamazsa..." şeklinde olur. Buna göre de, nikahı altında hür bir kadın olmayan kimselerin, cariyelerle evlenmeleri caiz olur. Böyle olması halinde de, âyet Ebu Hanife lehine bir hüccet olur.

Bu suale şöyle cevap verilir: "Müfessirlerin çoğu, âyetteki "tavlen" (bolluk-güç) kelimesini, "zenginlik" diye tefsir etmişlerdir. Zengin olmamanın ise, cinsî münasebete kadir olmamada değil, nikah akdi yapamamada tesiri vardır."

Ebu Bekir er-Râzî, görüşünün doğruluğuna umumî manadaki şu gibi âyetlerle

istidlal etmiştir: "Hak Teâlâ, "Sizin için helâl olan kadınlardan... nikah edin" (nim,3)j. "İçinizden bekârları evlendirin.."Nur.32); "Onlardan başkası size helal kılmdı" (Nisa, 24) ve "Kendilerine sizden evvel kitab verilenlerden yine hür ve iffetli kadınlar da (size helâldir)" (Maide. 5) buyurmuştur. Bu son âyet, ehl-i kitaptan olan cariyeleri de içine alır. Bunda geçen "muhsenâf'tan maksad, iffetli kadınlardır."

Cessâs'ın bu görüşüne şöyle cevap verilir: "Bizim delil getirdiğimiz âyet "hâss"tır. Hâs oian âyet, âmm (genel) manalı olan âyete tercih edilir. Bir de bu âyet, nikahı altında hür kadın bulunanlara hastır. Bu tahsîs daraltma, çocuğu kölelikten korumak için yapılmıştır ki bu husus münakaşa konusunda da söz konusudur. [105]

 

Beşinci Mesele

 

Hak Teâlâ'nın, "Sizden kim hür ve müslüman kadınları nikâhla alacak bir bolluğa güç yetiştiremezse..." buyruğu­nun zahiri, iman etmenin hür kadınlar hakkında muteber olmasını gerektirir. Buna göre bir kimse, ehl-i kitaptan hür bir kadınla evlenmeye kadir olup, ama müslüman hür bir kadınla evlenmeye malî yönden muktedir olamazsa, bu kimsenin cariye ile evlenmesi caiz olur. Alimlerin ekserisinin görüşü, hür kadınlar hakkında îman mefhumunun zikredilmesi mendûb ve müstehâb olan bir husustur. Çünkü, rızkın ve geçim vasıtalarının azlığı ve çokluğu hususunda, ehl-i kitaptan olan hür kadınla, mü'min hür kadın arasında herhangi bir fark yoktur. [106]

 

Ehl-i Kitap Kadınla Evlenmenin Hükmü   

 

Bazı alimler şöyle demektedirler: Ehl-i kitaptan olan kadınlarla evlenmek, kesinlikle caiz değildir. Onlar bu

âyetlerle istidlal ederek şöyle demişlerdir: Allah Teâlâ, müslüman hür kadınla evlenmek inkânsız hale geldiğinde, bu kimsenin müslüman bir cariyeyle evlenebilmesinin taayyün ettiğini beyân buyurmuştur. Eğer kitabî olan hür kadınla evlenmek caiz olsaydı, o zaman hür müslüman kadınla evlenilemediğinde, müslüman cariye ile evlenmek taayyün etmemiş olurdu. Bu ise, âyetin delâletini ortadan kaldırmaktadır. Sonra bu görüşte olanlar, âyetin bu delâletini, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'a eş tanıyan kadınlarla, onlar imana gelinceye kadar evlenmeyin" (Bakara. 221) buyruğu ile de te'kîd etmişlerdir. Biz de bu âyeti (Bakara, 221) tefsir ederken, pekçok delile dayanarak ehl-i kitabın kadınlarının müşrik olduğunu beyân etmiştik. [107]

 

Âyet, Zaruret Olmadıkça Cariye İle Evlenmeden Sakındırır       

 

Âyet-i kertme, cariyelerle evlenmekten sakınmaya ve zaruret olmadıkça, böyle bir nikâh yapmanın caiz olmaya- cağına delâlet etmektedir. Bunun sebebi şunlardır:

a) Çocuk, kölelik ve hürlük bakımından anneye tâbidir. Binâenaleyh anne köle olunca, çocuk da köle olarak ona bağlanmış olur. Bu ise hem o insana, hem de çocuğuna bir nakısa getirir.

b) Cariye, dışarıya çıkmayı, ötede beride gezmeyi ve erkeklerle içli-dtşlı olmayı kimi kez adet edinmiştir. Böylece de, son derece utanmaz ve arsız olur. Çoğu kez günaha dalmayı, azmayı adet edinir. Bütün bunlar ise, kocalar hakkında bir zarardır.

c) Cariye üzerinde efendinin hakkı, kocanın hakkından daha büyüktür. Bu gibi zevceler, hür kadının sırf kocasına ait olması gibi, kocalarına ait olamazlar. Çoğu kez kocası kendisine ciddî olarak ihtiyaç hisseder, ama buna bir imkân bulamaz. Çünkü karısının efendisi, köle olmast hasebiyle onu engelleyerek mani olur.

d)  Efendi, o cariyeyi bazan başkasından satın alır. Binaenaleyh, "cariyenin satılması onun talakıdır" görüşünü savunanlara göre, bu câriye, ister kocası istesin isterse istemesin, boş olmuş olur. Bu görüşte olmayanlara göre de, ikinci efendisi onunla ve çocuğuyla yolculuğa çıkabilir. Bu ise, (kocaya) zarar veren en büyük şeylerdendir.

e)  Cariyenin mehri, efendisinin mülküdür. Binaenaleyh o cariye, hür kadının aksine, ne kocasına mehrini bağışlayabilir, ne de o mehrinden tamamiyle vazgeçebilir. İşte bu sebeplerden dolayı Cenâb-ı Hak, bir ruhsat olması durumu müstesna, cariyelerle evlenmeye müsaade etmemiştir. Allah en iyisini bilendir.

Cenâb-ı Hakk'ın, "O halde sağ ellerinizin mâlik olduğu mümin cariyelerinizden (alsm..)" buyruğuyla ilgili birkaç mesele vardır: [108]

 

Birinci Mesele

 

HakTeâlâ'nın, "O halde sağ ellerinizin mâlik olduğu..." tabiri şu demektir: "Yani o kimse, sağ ellerinin mâlik olduğu cariyeyle evlensin.." İbn Abbas, "Cenâb-ı Hakk bu tabirle, kişinin kızkardeşinin cariyesini kastetmiştir. Çünkü bir kimsenin kendi cariyesiyle evlenmesi caiz değildir" demiştir. [109]

 

İkinci Mesele

 

kelimesi, kelimesinin çoğulu olup; memlûke "mülk edinilmiş cariyeler" demektir. Köle için de, keli­mesi kullanılır. Hz. Peygmber (s.a.s)'den de, "Sizden hiç biriniz, benim kölem, kulam deme­sin; ama, benim yiğidim, gencecik kızım desşn"[110] dediği rivayet edilmiştir. Yine, yeni yetişen cariyeye çocuğa da ismi verilir. Cariye de, ister genç olsun isterse ihtiyar olsun, diye isimlendirilir. Çünkü cariye de, büyüklere gösterilen saygı gibi bir saygı görmeme hususunda, genç gibidir. [111]

 

Evlenecek Cariyenin Müslüman Olmasının Şart Olup Olmadığı

 

Hak Teâlâ'mn, "mü'min cariyelerinizden (alsın)" tabiri cariye ile evlenmenin, onun mü'min bir kadın olmasıyla kayıtlandığına delâlet eder. Binaenaleyh, koca ister hür ister köle olsun, onun kitabî bir cariye ile evlenmesi caiz

olmaz. Bu Mücâhid, Saîd, Hasan cfl-Basrî, İmam-ı Mâlik ve İmâm-ı Şafiî'nin görüşüdür. Ebu Hanife ise, kitabî bir cariye ile evlenmenin caiz olduğunu söylemiştir.

Şafiî (r.h)'nin delili şudur: Hak Teâlâ'nın, "mü'min cariyelerinizden (alsın)" ifadesi, cariye ile evlenebilmenin onun mü'min olmasıyla kayıtlanmış olduğunu gösterir. Bu da, hür kadınla malî yönden evlenebilme meselesinde zikretmiş olduğumuz o iki sebepten dolayı, mü'min olmayan cariyelerle evlenilemiyeceğini gösterir. Hem yine Cenâb-ı Hak, "Allah'a eş tanıyan kadınlarla, onlar imana gelinceye kadar evlenmeyin" (Bakara, 221) buyurmuştur.

Ebu Hanife (r.h)'niri delili ise, nass ve kıyas iledir. Nasstan deliline gelince bu, hür kadınla, malî yönden evlenilebilmesi hususunda, tutunduğumuzu söylediğimiz umumî ifâdelerdir ki, bunların en kuvvetlisi, Hak Teâlâ'nın, "Kendilerine sizden evvel kitap verilenlerden yine hür ve iffetli kadınlar dahi..." (Maide. 5) âyetidir. Kıyastan delili ise şudur: Biz, hür olan ehl-i kitap kadınları ile nikâhlanmanın mubah olduğu hususunda ittifak ettik. Kitabî olan cariyeler de mubahtır. Binaenaleyh, bir kimse kitabî olan cariyelerle evlenirse, bunun caiz olması gerekir.

Ebu Hanife'nin gene! ifâdelere tutunmasına şu şekilde cevap veririz: Bizim delillerimiz hâstır. Bmaenaleyh, hâs (özel) olan deliller 'âmm olan ifâdelerden önce gelir, tercih edilir.

Kıyastan deliline de şu şekilde cevap veririz: Şafiî şöyle der: Bir kimse kitabî hür kadınla evlenirse, bu durumda tek bir noksanlık meydana gelir. Ama, kitabî cariyeyle evlenirse, bu durumda da köle olma ve küfür gibi iki çeşit noksanlık meydana gelmiş olur. Böylece bu iki durum arasındaki fark ortaya çıkmış olur.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Allah sizin imanınızı çok iyi bilendir" buyurmuştur. Zeccâc bunun manasının, "(ey insanlar) iman hususunda-zâhire göre amel edin. Zira, sizler işlerin zahîrleri ile mükellefsiniz. Sırları ve hakikatları bilmeyi, Allah üstlenmiştir" şeklinde olduğunu söylemiştir.

Sonra Cenâb-ı Hak, "Kiminiz kiminizden (hasıl olmuşsunuzdur•" buyurmuştur. Bu hususta da şu iki izah yapılmıştır:

a) Hepiniz Adem'in çocuklarısınız. Binaenaleyh, zaruret esnasında cariyelerle evlenmeye karşı olan taassub ve kibiriniz, size mani olmasın.

b) İman konusunda hepiniz müştereksiniz. İman, faziletlerin en büyüğüdür. En büyük fazilette ortaklık tahakkuk edince, bunun dışında kalan farklılıklara iltifat edilmez. Bunun bir benzeri de  Cenâb-ı Hakk'ın, "Mü'min erkekler de, mü'min kadınlar da birbirinin velileridir" (Tevbe. 7t) ve "Şüphesiz ki sizin Allah nezdinde en şerefliniz takvaca en ileride olamnızdır" (Hucurat. ta) âyetleridir. Zeccâc, bu ikinci şıkkın daha münasip olduğunu söylemiştir. Çünkü mü'min kadınlar daha önce zikredilmişti. Veya, "İslâm şerefiyle şereflenmek, diğer sıfatlardan daha üstündür." Bu, Şafiî (r,h)'nin  "iman, cariyelerle evlenebilmenin şartıdır" sözünü kuvvetlendirir.

Bil ki, Cenâb-ı Hakk'ın bu kelimeleri zikretmesinin hikmeti şudur: Araplar, kendi soy soplarıyla iftihar ediyorlardı. Böylece Cenâb-ı Hak bu kefimeleri zikrederek, kendisinin bu şeylere bakmadığını ve kıymet vermediğini bildirmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s)'in de,"Üç şey vardır ki, bunlar câhiliyye tutumundandırlar: İnsanlann nesebleri hakkında ta nda bulunup ileri geri konuşmak; soy sop ile iftihar etmek ve yağmurun yağmasını yıldızlara bağlamak.. İnsanlar bu üç şeyi, İslâmiyet döneminde de terketmemişlerdir"[112] dediği rivayet edilmiştir. Câhiliyyedekiler, İbnu'l-Hecîn'İ ta'n ediyorlardı. Böylece Cenâb-ı Hak, onları câhiliyye huyundan men etmek için böyle buyurmuştur.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu nikahın nasıl olacağını buyurarak, "O halde, onları, sahiplerinin izniyle, kendinize nikahlayın" demiştir. Bu hususta iki mesele vardır: [113]

 

Birinci Mesele

 

Âlimler, efendisinin izni olmadan cariye ile evlenmenin gecorsiz olacağı hususunda ittifak etmişlerdir: Bu hükmün böyle olduğuna hem Kur'ân-ı Kerim, hem de kıyas delâlet etmektedir. Kur'ân'dan olan delil işte bu âyettir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "O halde, onları, sahiplerinin izniyle, kendinize nikahlayın" buyruğu, nikâh vacip olmasa darn müsaadenin, nikâhın caiz olmasının bir şartı olmasını iktiza etmektedir. Bu, tıpkı Hz. Peygamber'in "Her kim se­lem[114] yaparsa, bunu malûm bir ölçek, malum bir tartı ile malum bir zamana kadar yapsın"[115]ifadesi gibidir. Selem yapmak vacip değildir. Ancak ne var ki, bir kimse selem akdi yapmak isterse, bu şartları tastamam yerine getirmesi gerekir. Nikah da, her ne kadar vacip değilse de, bir kimse cariye ile evlenmek istediğinde, onunla ancak efendisinin müsaadesiyle evlenmesi gerekir.

Kıyastan delil ise şudur: Câriye, efendisinin mülküdür. Cariye evlendikten sonra, onun daha önce sağlamış olduğu menfaatlerin pek çoğunu, artık efendisine temin edemez. Binaenaleyh bu evliliğin, ancak efendisinin izniyle olması gerekir. Bil ki, Kur'ân'ın ifâdesi cariyelere hastır. Kölelere gelince, onlar hakkında bu hüküm hadis ile sabittir. Cabir'den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.s), Efendisinin izni olmadan evlenen köle zinakardır”[116] buyurmuştur. [117]

 

Evlenmede Velinin İzninin Şart Olup Olmaması

 

Şafiî (r.h), "Buluğa ermiş akıllı bir kadının nikâhı, velîsinin izni olmaksızın sahîh olmaz" derken, Ebu Hanife (r.h) "Bu, sahih olur" der. Şafiî bu âyetle istidlal etmiştir ki, buistidlalin izahı şudur: Hak Teâlâ'nın, buyruğundaki zamirleri, cariyelere aittir. Cariye, kölelik vasfıyla tavsif edilmiş bir kişidir. Kölelik vasfı, (şartlara bağlı olarak) zail olan bir sıfattır. Halbuki, zail olan sıfatlarla tavsif edilmiş olan zâta işaret etmek, o sıfatlara işaret etmeyi kapsamaz. Baksana bir kimse, "şu genç ile konuşmayacağım.." diye yemin etse de, o genç ihtiyarlasa, sonra da onunla konuşsa, o kimse yeminini bozmuş olur. Binaenaleyh, yok olup giden arızî bir sıfatla tavsif edilmiş bir zâta işaret etmenin, o arızî sıfatlar zail olduktan sonra da devam ettiği sabit olmuş olur. Bu sabit olunca biz deriz ki,

Hak Teâlâ'nın, "O halde onları, sahiplerinin izniyle, kendinize nikahlayın" ifâdesi, cariyelere bir işarettir.,Binaenaleyh bu işaretin, kölelik vasfının onlardan zail olup, hürriyetlerini kazanmaları durumunda da devam etmesi gerekir. Durum böyle olunca, biz deriz ki: Misâlimizdeki akıl-baliğ hür kadının nikâhının caiz olması, velîsinin iznine dayanır. Bu, bu misâlde sabit olunca, bu hükmün, bunlar arasında herhangi bir farkın bulunduğunu söyleyenin bulunmayacağı zaruretine binâen, diğer durumlarda da sabit olması gerekir.

Ebu Bekr er Razî, bu âyetle, bu meselede Şafiî'nin görüşünün fasid olduğuna istidlal ederek şöyle demektedir: Şafiî'nin mezhebine göre, nikâh akdinde kadının söz hakkı yoktur. Buna göre de, kadının, cariyesini evlendirmesi caiz değildir, Bilakis, onun mezhebine göre bu kadının cariyesini evlendirme hususunda başkasını vekîl tayin etmesi gerekir. Halbuki bu âyet, bu görüşü iptal etmektedir. Çünkü bu âyetin zahiri, efendisinin jzninln bulunmasıyla yetinilebileceğine delâlet etmektedir. Binaenaleyh    kim "bu kâfi değildir" derse, âyetin zahirini terketmiş olur.

Cessâs'ın bu görüşüne, şu bakımlardan cevap veririz:

a) Âyette geçen "izin" ifâdesinden maksat, rızadır. Bize göre, efendinin rızâsının mutlaka alınması gerekir. Ama bunun yeterli olduğu hususunda âyette herhangi bir delil yoktur.

b) Âyette geçen ehlihinne, yani "onların sahipleri" tabiri, onları evlendirmeye kadir olan kimselerden ibarettir. Bu da, eğer o cariyenin efendisi (sahibi) erkek ise, mevlâdır (yani adamın kendisidir); veyahut da o cariyenin efendisi kadın ise,, kadın olan efendinin tayin ettiği velidir.

c) Farzet ki "ehl" kelimesi "mevlâ"dan ibarettir. Ancak ne var ki, bu ifâde hem erkekleri hem de dişileri içine alan umumî bir ifâdedir. Kadının kendi kendini evlendiremiyeceğine delâlet eden deliller ise hâstır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s), "Kendi kendini evlendiren kadın, (âhirdir) zinakârdır" demiştir. Böylece bu hadis ile, kadının, kendi kendini evlendirme hususunda bir söz hakkının olmadığı ortaya çıkmış olur. Binaenaleyh, arada herhangi bir farkın bulunduğunu söyleyen birisinin olmaması sebebiyle, kadının, cariyesini evlendirme hususunda da bir söz hakkının bulunmaması gerekir. Allah en iyi bilendir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Ücretlerini de, Örfe göre onlara verin" buyurmuştur. Bu hususta iki mesele vardır: [118]

 

Cariyenin Mehirleri

 

Âyetin tefsiri hakkında şu iki görüş ileri sürülmüştür:

a) Âyette geçen "ücretler" sözünden mjjrad, onların me- hirleridir. Bu izaha göre âyet, onlarla evlenildiğinde, mehir ister belirtilsin isterse belirtilmesin, mehrin vacip olduğuna delâlet eder. Çünkü Cenâb-ı Hak, mehri vacip kılma hususunda, onu belirleyenle belirlemeyen arasında bir fark gözetmemiştir. Cenâb-ı Hakk'ın "mehr-j misl"i murad ettiğine, O'nun "örfe göre" tabiri de delâlet etmektedir. Bu husus içtihada, keza örfteki ve gelenekteki zann-ı galibe dayandırılan şeyler hakkında mutlak bir ifâdedir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Onların maruf bir şekilde yiyeceği, giyeceği; çocuk kendisinin olan (babaya) aittir" (Bakara, 233) tabiri gibidir.

b) Kâdî şöyle demektedir: "Onların ücretleri" tabirinden murad, onların nafakalarıdır." Bu sözü söyleyen, bunun birincisinden daha münasip olduğunu, çünkü mehrin belirlenmiş bir şey olduğunu, bu konuda marufun (örfün) şart koşulmasının bir manasının bulunmadığını söyleyerek şöyle devam etmiştir: Cenâb-ı Hak sanki, onun câriye olmasının, tıpkı hür kadın hakkında olduğu gibi, örfe göre mevlâsı ile cariye ayrıldığında, onun nafakasının vacip olması ve o nafakanın yeterli olmasında bir zararı olmayacağını beyân buyurmuştur. Sonra, Kâdî sözüne devamla şunu da belirtmiştir: "Lâfız, her ne kadar bizim zikrettiğimiz şeye muhtemel ise de, müfessir-lerin ekserisi bu (ücretleri) tabirini, "onların mehirleri"; örfe göre tabirini de "istendiği zaman geciktirmeksizin ve tam olarak, güzel bir şekilde mehirlerini cariyelere verme, ulaştırma" manasına hamletmişlerdir. [119]

 

İkinci Mesele

 

Ebu Bekr er-Razî (el-Cessâs). Ahkâmu'l-Kur'ân'ında, bazı Mâlik? âlimlerinin evlenmede mehri alma hakkının

cariyeye ait olup,"cariyeyi ücret mukabilinde başkasının işinde çalıştırma durumunda, bu ücrete cariyenin değil de efendisinin hak sahibi olduğunu söylediklerini nakletmiştir. Bunlar, mehir hususunda bu âyetle istidlal etmişlerdir ki, o da "ücretlerini onlara verin" buyruğudur. Cumhûr-u ulemaya gelince bunlar, cariyenin mehrinin efendisine ait olduğu hususunda, hem nass hem de kıyasla istidlalde bulunmuşlardır. Nassdan delil, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah şöyle bir mesel irâd etti: "Hiçbir şeye gücü yetmeyen memlûk bir kul..." <nbh, 75) tabiridir ki, bu ifâde "memlûkün" bir şeye mâlik olmasını kesintikle nefyetmektedir. Kıyastan delil ise şudur: Mehir, fercten temin edilen menfaatlerin karşılığı olarak vacip kılınmıştır. Bu menfaatler, efendinin mülküdür. Nikah kaydıyla o cariyeyi kocasına helâl kılan, efendisidir. Binâenaleyh, kocanın istifade edeceği o menfaatların bedeline hak kazanan, efendinin bizzat kendisi olması gerekir.

Mâlikîlerin bu âyetle istidlal etmelerine şu şekilde cevap verebiliriz:

a) Âyette geçen "ücretleri" lâfzını, "nafakaları" manasına alırsak, soru tamamiyle ortadan kalkar.

b) Allah Teâlâ, onlardan istifâdenin karşılığı olduğu için, mehri onlara nisbet ederek, "onların mehirteri" buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlara., verin" emrinde, mehrin onların mülkü olmasını gerektiren herhangi bir açıklama yoktur. Ancak ne var ki, Hz. Peygamber (s.a.s), "Köle ve kölenin elin­deki her şey, onan efendisinlndlr"[120] buyurmuştur. Böylece, onların mehri de efendilerinin mülkü olmuş olur. Allah en iyi bilendir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Fuhuşta bulunmayan, gizli dostlar da edinmeyen namuslu kadınlar olmak üzere..." buyurmuştur.

Bu hususta iki mesele vardır: [121]

 

Fahişe ve Metresle Yaşamak Haramdır    

 

İbn Abbas, âyette geçen lâfzının, "iffetli kadın- lar" olarak manasına geldiğini söylemiştir ki bu, Hak Teâlâ- nın, "O halde onları, sahiplerinin izniyle, kendinize nikahlayın" sözünden hâldir. Binaen­aleyh, bu ifâdenin zahiri, zinâkar cariyelerin nikahının haram olmasını gerektirir. Âlimler, zinakâr cariyelerin nikahının caiz olup olmadığı hususunda ihtilaf etmişlerdir ki, biz bu hususu, "Zina eden erkek; zina eden veya müşrik olan kadından başkasını nikahlamaz.."(uw.z)âyetini tefsir ederken açıklayacağız. Ekseri âlimler, bu nikahın caiz olacağı kanaatindedirler. Buna göre bu âyet, mendûb ve müstehab olma anlamına hamledilmiş olur. Hak Teâlâ'nın, oUJL^ Jş> buyruğunun manası. "zinaetmeyenler.." anlamındadır. Cenâb-ı Hakk'ın, OlJbM CJİİJtüi *ij buyruğundaki JÜs^ kelimesi, tıpkı 'nün, O/" (yaşıt, aynı yaşta) kelimesinin çoğulu olması gibi, Oİ»J' kelimesinin çoğuludur. Bu kelime ise, seninle bir ve beraber olan kimse anlamına gelmektedir. Böyle bir kimse ise, gizli ve aşikâr her durumda, seninle beraber olandır. Müfessirlerin ekserisi ise, "müsafih - zinakâr" olan kadının, kendisim istediği erkeğe kiralayan; dost edinen kadının ise, muayyen birisini dost edinen kadın olduğunu söylemişlerdir. Câhiliyyedekiler, bu iki kısım arasında bir fark görüyor, dostu olan kadınlara, zinakâr hükmünü vermiyorlardı. İkisi arasında gözetilen bu fark. onlarca muteber addolununca, muhakkak ki Cenâb-ı Hak bu iki kısımdan her birin ayrı ayrı zikretmiş, böylece ikisinin de haram olduğunu nass ile belirtmiştir. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "De ki: "Rabbfm ancak hayasızlıkları,, onların açığını da gizlisini de... haram etmiştir" (Araf, 33) âyetidir. [122]

 

İkinci Mesele

 

Kâdî   şöyle demektedir:  "Bu âyet, cariyelerin nikâhı hususunda iman mefhumunu şart koşmayan kimselerin

istidlal ettiği delillerden birisidir. Çünkü bu şart olmuş olsaydı, onların namuskâr, iffetli olmaları da şart olurdu. Halbuki bu, bir şart değildir." Kadî'nin bu görüşüne şöyle cevap verilir: Bu ifâde, ifâdesine değil de, Cenâb-t Hakk'ın ifâdesine matuftur, onunla ilgilidir. Şüphesiz ki bütün bunlar vacibtir. Böylece biz şu hususta vacibin bulunmamasından, kendinden önceki şeylerde de vacibin olmamasının gerekmediğini anlamış oluruz. Allah en iyi bilendir. [123]

 

Cariyenin Cezası, Hürlerin Yarısı Nisbelindedir.

 

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Onlar evlendikten sonra bir fuhuş irtîkâb ettiler mi, o vakit üzerlerine hür kadınlar üzerindeki cezanın yansı (verilir)" buyurmuştur. Bu hususta birkaç mesele vardır: [124]

 

Birinci Mesele

 

Hamza, Kisaî ve Asımın ravisi Ebu Bekr elifin fethasıyla diğer kıraat imamları ise, elifin dammesiyle şeklinde okumuşlardır. Meftuh okuyanlara göre bu kelime­nin manası, "Onlar müslüman olurlarsa..." şeklindedir. Hz. Ömer, İbn Mesûd, Şa'bî ve en-Nehaî ve Süddî de böyle demişlerdir. Damme ile okuyanlara göreyse bu kelimenin manası, "onlar kocaları vesilesiyle korunduklarında.." şeklindedir. İbn Abbas, Saîd İbn Cübeyr, Hasan el-Basrî ve Mücahid de böyle söylemektedir. Âlimlerden birinci açıklamayı tenkid edip de şöyle diyenler vardır: Allah Teâlâ, "mümin cariyelerinizden..." tabirinde, cariyeleri iman ile vasfetmiştir. Önce "mü'min cariyeleriniz.." denilip de, daha sonra da, "onlar iman ettiklerinde onların halleri şöyle şöyledir..." denilmiş olması uzak bir ihtimaldir.

Buna şu şekilde cevap vermek mümkündür: Allah Teâlâ şu iki hükmü zikretmiştir:

a) Cariyelerle evlenilmesi halinde, Cenâb-ı Hak  bu hususta onlar hakkında, "mü'min cariyelerinizden..." tabiriyle, imana itibar etmiştir.

b) Cenâb-ı Hak, o cariyelerin fuhş yapmaları halinde, onlara terettüb eden hükmü belirtmiş ve onların iman etmeleri halini de yine bu hükümde zikretmiştir ki bu da,  (fetha okuyanlara göre) "iman ettiklerinde..." ifadesidir. [125]

 

İkinci Mesele

 

Âyette büyük bir müşkil vardır. O da şudur: Hak Teâlâ'nın "O vakit, üzerlerine, muhsenât üzerindeki cezanın yarısı (düşer)" buyruğundaki "muhsenât" lâfzı ile kastedilen ya evli hür kadınlardır, ya da bekâr hür kadınlardır. Bu kadınlara "muhsenât" denilmesinin sebebi, hür oluşlarıdır. Bu lâfızla birincilerin murad edilmiş olması müşkildir. Çünkü evli ve hür kadınlar zina ettiği zaman, recmolunmaları gerekir. Binaenaleyh bu durum, cariyelerin zina etmeleri halinde cezalarının recmin yarısı olmasını gerektirir. Bunun bâtıl olacağı herkesin malumudur. İkincilerin yani hür ve bekar kadınların murad edilmiş olmasına gelince, onların cezasının yansı elli değnektir. Bu kadar ceza, ister evli olsun ister evli olmasın zina eden cariyeler hakkında zaten vacibtir. Binaenaleyh bu hüküm, cariyelerden sadece zinanın sadır olmasına bağlanmış olur. Halbuki âyetin zahiri bu cezanın, muhsan (evli) olma ve zina etmiş olma şartına bağlı olmasını gerektirir. Çünkü, 'Onlar evlendfkten (muhsan olduktan) sonra bir fuhuş İrtikab ederlerse..." âyeti, bir şartın bulunmasından sonra ikinci bir şartın daha bulunmasını ifade eder. Binaenaleyh bu da, hükmün bu iki şarta açıkça bağlanmış olmasını gerektirir. İşte âyetteki büyük müşkil budur.

Buna şöyle cevap verilir: Biz "muhsenât" ile ikincilerin kastedilmiş olmasını tercih ediyoruz. Çünkü âyetteki, "Onlar evlendikten (muhsan olduktan) sonra..." sözünden murad, cariyelerin zina ettiklerinde cezalarının elli değnek olabilmesi için, bu muhsan oluşun şart kılınması değildir. Aksine bunun manası, "evli iken yapılması halinde zinanın cezası sertleşir. Mesela şu câriye, evli iken zina ederse bunun cezası elli değnektir, daha fazla değildir. Eğer o, evlenmeden önce zina yaparsa, bu ceza (elli değnek) onun için daha uygundur" şeklindedir. Bu mana, âyetten anlaşılan şeyin yerini tutar. Zira, kölelikten ötürü bu cezanın hafifletilmesi gerektiği için, cezanın artırılmasına sebep olan şey mevcut olduğunda, bu kadar cezanın o şiddetlendirme sebebi bulunmadığı zaman olması daha uygun olur. Allah en iyi bilendir. [126]

 

Haricilerin Recm Cezasının İnkarlarına Cevap

 

Haricîler, recmin olmadığı hususunda ittifak etmiş ve bu âyetle şu şekilde istidlal etmişlerdir: "Allah Teâlâ cariyelere hür ve evli kadınlar için söz konusu olan zina cezasının yarısını gerekli (vacip) kılmıştır. Binaenaleyh şayet hür ve evli kadınlara recm cezası gerekseydi, cariyelere vacip olan ceza recmin yansı olurdu ki bu bâtıldır. Böylece evli ve hür kadınlara gereken zina cezasının sadece celde (değnek) olduğu sabit olur." Hâricilerin bu görüşüne cevabımız, bir önceki meselede verdiğimiz cevabın aynısıdır. Bu hususta geniş açıklama, Nür sûresinde "Zina eden kadınla zina eden erkekten her birine yüzer değnek vurun" (Nur.2)âyetinin tefsirinde zikredilecektir. [127]

 

Dördüncü Mesele

 

Bil kj fakîhler, bu âyeti, her nekadar kendisinde bu ceza vacip olmayan işler mevcud ise de, had cezası dışında,

kölenin hükmünün hür insanın hükmünden noksan olduğu hususunda bir temel kabul etmişlerdir. Allah en iyi bilendir. [128]

 

Anet (Meşakkat) Kelimesinin Manası

 

Sonra Cenâb-t Hak, "(Cariyeleri alma hususundaki) bu (müsaade), içinizden sıkıntıya düşmekten (zinaya sapmaktan) korkanlar içindir" buyurmuştur. Âlimler, bu ifâdenin cariyelerle evlenme hususunda olduğunda ihtilaf etmemişlerdir. Buna göre Allah Teâlâ sanki, "sağ ellerinizin sahip olduğu mü'min kızlar (cariyeler) ile evlenme işi, sizden zinaya düşmekten korkanlar içindir" demiştir. Âyette geçen, "Anet" kelimesi, çok şiddetli ve büyüK bir zarar demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, yetimlerle karışıp kaynaşmaya ruhsat verdiği âyette,"Allah (yetimlerin) salâhına çalışanlarla, fesad ve fenalık yapanları bilir. Eğer Allah düeseydi, sizi muhakkak zahmete (zarara) sokardı" (Bakara. 220) yani "işi zorlaştırır, böylece de yemeğinizi yetimlerin yemeğinden ayırmanızı vacip kılardı ve size bundan dolayı büyük zararlar dokunurdu" buyurmuştur. Yine Cenâb-ı Allah,"(O kâfirler) size sıkıntı verecek şeyleri arzu ederler. Gerçekten onların kin ve buğzlan ağızlarından (taşıp) meydana vurmuştur" (Aı-iimran, ıi)yani, "onlar sizin çetin bir zarara düşmenizi arzularlar" buyurmuştur. Müfessirlerin bu hususta şu iki görüşleri vardır:

1- Çok şiddetli şehvet hissi ve cinsî münasebette bulunma arzusu, çoğu kez insanı zinaya sevkeder. Böylece insan, dünyada zina cezasına, âhirette de büyük bir azaba müstehak olur ki işte "anet" budur.

2- Bu şiddetli şehvet hissi ve cinsî münasebette bulunma arzusu, insanı bazan şiddetli  hastalıklara götürür.  Meselâ,   kadınlarda bu duygu,   rahmin boğulup daralmasına, erkeklerde de kasık ve sırt ağrılarına sebebiyet verir. Alimlerin çoğu, 'anet kelimesine birinci manay  vermişlerdir. Çünkü Kur'ân'm beyanına bu daha uygundur.

Sonra Cenâb-ı Hak, "Sabretmeniz ise sizin için daha hayır­lıdır" buyurmuştur. Bu hususta iki mesele vardır: [129]

 

Birinci Mesele

 

Bundan murad şudur: Cariyelerle evlenmek, şu üç şartın, yani hür kadınlarla evlenmeye gücü olmama, ileri derecede şehevî arzunun bulunması ve cariyenin mü'min olmasışartlarının bulunmasına bağlıdır. Cariyelerle evlenilmesi halinde meydana gelebilecek zararlardan ötürü, bunlarla evlenilmemesi daha evlâdır. [130]

 

İkinci Mesele

 

Ebu Hanife (r.h)'nin mezhebine göre, nikahla meşgul olup (evlenmek), nafile namazlarla meşgul olmaktan efdaldir. Eğer Hanefilerin mezhebi, "İster hür kadınla evlenme olsun, ister cariye ile evlenme olsun, mutlak evlenme ile meşgul olmak nafile namazla meşgul olmaktan daha efdaldir" şeklinde olsaydı, bu âyet onların görüşlerinin batılhğı hakkında sarih bir nass olurdu. Eğer onlar, "Biz cariye ile evlenmeyi nafile namazla meşgul olmaya tercih etmiyoruz" derlerse, bu istidlalleri düşer. Fakat bu tafsilâtı (ayrıntı), onların hiç bir kitabında görmedim. Allah en iyi bilendir.

Sonra Hak Teâlâ âyeti "Allah gafur ve rahimdir" ifadesiyle bitirmiştir. Bu ifâde, Cenâb-ı Allah'ın "evlâ olan cariyelerle evlenilmemesidir" hükmünü te'kid gibidir. Yani, her nekadar önceki sözden bir yasak oluş manası çıkıyorsa da, Allah Teâlâ, sizin bu tür evliliğe ihtiyacınızdan dolayı bunu mubah kılmıştır. Binaenaleyh bu mubah kılış, Allah'ın rahmeti ve mağfireti babındandır. Allah en iyi bilendir. [131]

 

 

"Allah size, açıkça bildirmek, sizi sizden evvelkilerin yollarına hidayet etmek ve sizin tevbelerihizi kabul etmek ister. Allah alîm ve hakimdir" (Nisa, 26).

Bu âyetle ilgili meseleler bulunmaktadır: [132]

 

Birinci Mesele

 

Cenâb-ı Hakk'ın, "Size, açıkça bildirmek..." buyruğundaki lam hakkında şu iki açıklama yapılmıştır:

a) Alimler, «iöjl (istedim) ve (emrettim) fiilleriyle beraber kullanıldığında, bu lamın bazan" " yerine geçebileceğini ve meselâ, "Gitmeni istedim" "Gitmeni irâde ettim, istedim" "Sana, kalkmanı emrettim" ve "Sana, kalkmanı, (dikilmeni) emrettim" denildiğini; Cenâb-ı Hakk'ın da, "Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar" (Tevbe, 32) buyurduğunu; bunun da,  anlamında olduğunu ve "...ve biz (kendimizi) kainahnRabb'ine teslim etmemizle emrolunmuşuzdur" (En'âm, 71) şeklinde buyurduğunu söylemişlerdir.

b) Âyette, bir hazf bulunduğunu söylememizdir. Buna göre takdir,  "Allah Teâlâ, size dininizi ve şeriatınızı iyice beyân edip açıklamak için bu âyetleri indirmek ister, murad eder" şeklindedir. Alimlerin misâl olarak getirmiş oldukları diğer âyetlerde de hüküm aynıdır. Meselâ buna göre,(Tevbe, 32)âyetinin takdiri,"Allah'ın nurunu söndürmek için, hileler yapmak ve inatlaşmak isterler, irâde ederler..." (Enam,7i)âyetinin takdiri ise, "ve biz, (kendimizi) alemlerin Rabb'ine teslim etmemiz için, emrolunduğumuzla emrolunmu-şuzdur..." şeklindedir. [133]

 

İkinci Mesele

 

Bazı müfesstrler, Cenâb-ı Hakk'ın   "Allah size, açıkça bildirmek, siztstzden evvelkilerin yollarına hidâyet etmek...ister" âyetinde geçen iki ifâdenin manasının da aynı şey olduğunu; tekrarın, te'kîd için yapıldığını söylemişlerdir ki, bu zayıftır. Gerçek olan, Hak Teâlâ'nın, "size, açıkça bildirmek..." ifâdesinden şunun kastedilmiş olmasıdır: Allah Teâlâ bize bu tekliflerin) beyân etmiş ve o tekliflerde helâli haramdan; güzeli çirkinden ayırmıştır. [134]

 

"Eski Ümmetlerin Yollarına Götürmek" Ne Demektir?

 

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Sizi sizden evvelkilerin yollarına hidayet etmek... "buyurmuştur. Bu ifâdeyle ilgili olarak da şu iki görüş ileri sürülmüştür:

a) Bu, Allah Teâlâ'nın önceki âyetlerde bize haram ve helâl olduğunu beyân ettiği bütün kadınlarla ilgili hükmün, bütün şeriat ve dinlerde aynı olduğuna bir delildir.

b) Allah Teâlâ'nın maksadı bu değildir. Aksine O'nun muradı, "Evvelkilere beyân buyurduğu gibi sizi, faydanıza olan şeyleri size açıklama hususunda sizi  sizden öncekilerin yollarına iletmektir..." şeklindedir. Çünkü şeriatlar ve mükellefiyetler aslında farklı iseler de, maslahat ve menfaat konusunda müttefiktirler.

Bu tabirle ilgili bir üçüncü görüş de şudur: Bunun manası, "Batıldan kaçınıp hakka ittiba edesiniz diye Cenâb-ı Hak sizi, sizden önceki hak ehlinden olan kimselerin yoluna iletir..." şeklindedir. [135]

 

Kulda Tövbe Etmeyi Kim Yaratır?

 

Sonra Cenâb-ı Hak, p&Şi- *Jjk) "vesizin tevbelerinizi kabul etmek..." buyur­muştur. Kâdî şöyle demektedir: Bunun manası şudur: Allahu Teâlâ bizden, bizzat tâat olan şeyleri isteyerek, şüphesiz onları iyice beyân edip, bütün şüpheleri onlardan giderdiği gibi, aynı şekilde bizim kusur ve eksikliklerimiz olduğu için, tevbelerimizi kabul etmeyi istemiştir. Çünkü mükellef, bazan itaat edip böylece sevaba hak kazanır; bazan da günah işler, böylece de günah ve isyanları tevbe ile telâfi etmeye ihtiyaç duyar.

Bil ki bu âyette müşkillik arzeden bir husus vardır ki o da şudur: Hak gerçek, ya ehl-İ sünnetin dediği gibi "kulun fiilini Allah yaratmıştır" şeklinde olur veya Mu'tezile'nin dediği gibi, "kulun fiilini Allah yaratmamıştır" şeklinde olur. Âyet, her iki görüşe göre de bir müşkillik arzeder. Birinci görüşe göre müşkillik arzetmesi şöyledir: Bu görüşe göre, Allah'ın irade ettiği her şey tahakkuk eder, meydana gelir. Binaenaleyh Cenâb-ı Mak bizim tövbelerimizi kabul etmek istedimi, bunun hepimiz için gerçekleşmesi gerekir. Halbuki bunun böyle olmadığ malumdur. İkinci görüşe göre de müşkillik arzetmesi şöyledir: Allah Teâlâ, bizim kendi ihtiyacımız ve fiilimizle tevbe etmemizi dilemektedir. Halbuki O'nun, "vesizin tevbelerinizi kabul etmek.." sözünün zahiri, tevbe fiilini bizde yaratanın Allah Teâlâ olduğunu ve bu tevbemizin işte böylece meydana geldiğini ihsas ettirmektedir. Binaenaleyh bu âyet her iki görüşe göre de bir müşkillik arzetmektedir.

Bu müşkilliğe şu şekilde cevap verebiliriz: Allah Teâlâ'nın, "ve sizin tevbeierinizi kabul etmek,./' buyruğu tevbeyi bizde yaratanın Allahu Teâlâ olduğu hususunda açık bir ifâdedir. Akıl da bunu teyit etmektedir. Çünkü tevbe, geçmişte yapılmış olan bir fiile duyulan nedametten, gelecekte aynı fiili bir daha yapmama şeklindeki azm ve karardan ibarettir. Pişmanlık ve azmetmek iradî şeylerdendir. İradî olan şeylerin ise yeniden irâde edilmesi mümkün değildir. Aksi halde teselsül gerekir. O halde irâdenin, insanın kendi fiili olması mümkün değildir. Böylece bu pişmanlık ve azmetme işinin, ancak Allah'ın yaratmasıyla tahakkuk edebileceklerini anlarız. Bu sebeple bu aklî delil de, Kur'ân'ın zahirinin ihsas ettiği şeyin doğru olduğuna delâlet etmektedir ki, bu ihsas edilen şey, bizim tevbelerimizi kabul edenin Allah Teâlâ olduğudur.

O'nun, "Eğer Allah bizim tevbelerimizi kabul ederse, bu tevbe zâten tahakkuk eder..." şeklindeki sözüne mukabil biz deriz ki: Cenâb-ı Hakk'ın, "ve sizin tevbelerinizi kabul etmek.." sözü, ümmete bir hitaptır. Allahu Teâlâ, önceki âyetlerde zikredilen annelerin, kızların nikah edilmesi ve yasaklanan diğer şeyler hakkında ümmetin tevbesini kabul etmiştir. Böylece bu tevbe, onlar için hasıl olmuş, meydana gelmiştir. Yaptığımız bu izah ile söz konusu olan müşkil bertaraf edilmiştir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, buyurmuş olup bunun manası "Allah sizin durumlarınızı iyice bilen, sizin hakkınızda yaptığı bütün işlerde hikmet sahibi olan ve size hükümler verendir.." demektir. [136]

 

Şehvet ve Hırslarına Uyanlar Müslümanları Saptırmak İsterler

 

Daha sonra Cenâb-ı Hak:

"(Evet), Allah sizin tevbelerinizi kabul etmek ister. Şehvetlerine uyanlar İser sizin büyük bir meyi ile sapmanızı dilerler" (Nisa, 27).

Âyetle ilgili iki mesele vardır: [137]

 

Birinci Mesele

 

Denildiğine göre mecûsîler, kız kardeş ve erkek kardeşle, yeğenlerle (kızkardeşin kızlarıyla) evlenmeyi helât görüyor­lardı. Cenâb-ı Hak bunların nikâhlanmasınt haram kılınca, onlar şöyle dediler: "Sizler, hala ve teyze kızlarının nikahını helâl kabul ediyorsunuz. Hala ve teyzelerin nikahı ise size haramdır. Binaenaleyh, yeğenleri (erkek ve kız kardeşlerin kızlarını) da nikahlayın..." İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu. [138]

 

İkinci Mesele

 

Mu'tezile şöyle demektedir: Allah Teâlâ'nın  "Allah sizin tevbelerinizi kabul etmek ister" buyruğu, Allah Teâlâ'nın,herkesin tevbesini ve itâatta bulunmasını irade ettiğine delâlet etmektedir. Alimlerimiz bunun imkânsız olduğunu söylemektedirler. Çünkü Allah Teâlâ, fasıkın tevbe etmeyeceğini bilmektedir. Halbuki fâsıkın tevbe etmesiyle, Allah'ın onun tevbe etmeyeceğini bilmesi, birbirine zıt iki husustur. Allah Teâlâ'nın ilminin zeval bulması imkânsızdır. İki zıddan birinin vacip olmasıyla beraber, diğer zıddın murad edilmiş olması, muhal olduğu bilinen bir şeyi irâde etmektir ki, bu da muhaldir. Hem Cenâb-ı Hak herkesin tevbe etmesini isterken, şeytan da sizin büyük bir meyi ile sapmanızı isteyip, sonra Allah'ın murad ettiği değil de, şeytanın murad ettiği tahakkuk edince, bu durumda Allah'ın mülkünde şeytanın nüfuzu, Allah'ın kendi mülkündeki nüfuzundan daha geçerli ve daha tam olmuş olur ki, bu imkânsızdır. Böylece Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah, sizin tevbelerinizi kabul etmek ister" buyruğunun, bu tevbenin kendileri için tahakkuk etmiş olduğu belirli bir topluma bir hitap olduğu sabit olmuş olur. [139]

 

Allah, Mü'minlerin Yükünü Hafifletmek İster

 

Sonra Cenâb-ı Hak,

"Allah, sizden hafifletmek ister, insan da zayıf olarak yaratılmıştır" (Nisa, 28).buyurmuştur.

Bu âyet-i kerimede birkaç mesele vardır: [140]

 

Birinci Mesele

 

Bu âyette geçen "hafifletme" ile ilgili iki açıklama yapılmıştır:

a) Bundan murad, zaruret esnasında, cariyelerle evlen­menin mubah kılınmış olmasıdır. Bu, Mücahid ve Mukâtil'in görüşüdür:

b) Diğer alimler de şöyle demişlerdir: Bu, şeriatın bütün hükümleri ile kendisinden bize bir lütuf olmak üzere, bize müyesser kılıp kolaylaştırdığı ve İsrailoğullarına ağırlaştırdığı gibi, bize ağırlaştırmamış olduğu bütün teklifleri hakkında umûm ifâde eden bir tabirdir.

Bunun benzeri olan âyetler ise şunlardır:

1-  "Onların ağır yüklerini, sırtlarında olan zincirleri indiriyor O..." (Araf, 157).

2-  "Allah size kolaylık diler, size güçlük istemez" (Bakara, -ıss).

3- "Din hususunda üzerinize hiçbir güçlük de yüklemedi" (Hacc. 78). Hz. Peygam­ber (s.a.s) de,"Ben size, kolaylaştırıcı ve müsamahakâr olan Hanîflik (tevhîd) dinini getirdim" buyurmuştur. [141]

 

İkinci Mesele

 

Kadî şöyle demektedir: Bu âyet, kulun fiilini Allah'ın yaratmadığına delâlet eder. Çünkü eğer böyle olsaydı, mesela Cenâb-ı Hak kâfir bir kimsede hem küfrü yaratacak, sonrada ona, "küfretme (kafir olma)" diyecek!... Böyle bir şey, hükümleri ağırlaştırma şekillerinin en büyüğüdür. Yine onda imanı yaratmayacak, kulun da o imanı yaratmaya kudreti olmayacak, sonra da o kula "iman et!" diyecek!... Bu da, hükümleri ağırlaştırma şekillerinin en büyüğüdür. Yine bu ifâde, "teklîf-i mâla yutak"ın da olmayacağına delâlet etmektedir. Çünkü bu da, ağırlaştırma şekillerinin en büyüğüdür. [142]

 

İlim ve Dâî

 

Cevap: Kâdî'nin bu açıklaması, ilim ve dâî, keza bizim zikretmiş olduğumuz delillerin[143] ekserisiyle reddolunup çürüttür.

Sonra Cenâb-ı Hak, "Zaten insan zayıf olarak yaratümıştir" buyurmuştur. Bu sözün manası şudur:. "Allah Teâlâ, insanın zayıf olması sebebiyle, tekliflerini hafifletmiş, ağırlaştırmamıştır...." Doğruya en yakın olanı ise, bu âyette bahsedilen zayıflığın, beden zayıflığına değil, aksine şehvet ve lezzetlere meyletmeye çağıran sebeplerin, âmillerin çokluğu... anlamına hamledilmesidir. Böylece bu açıklama insanın bunun aksine katlanabilme hususunda zayıf olduğunu bir izah gibi olmuştur. Biz bu izahın daha uygun olduğunu söyledik, zira yaratılış ve kuvvet bakımından zayıf olan kimsenin, Allah Teâlâ, tâata götüren sebeplerini kuvvetlendirdiğinde, bu kimse kuvvetli bir kimse, yaratılış, alet ve edavat bakımından kuvvetli olan kimsenin, tâata davet eden sebeplen zayıf olduğunda, bu kimse de zayıf bir kimse hükmünde olur. Binaenaleyh, bu konuda tesir, sebeplerin zaytf ve kuvvetli olmasındadır, yoksa bedenin zayıf ve kuvvetti olmasında değil... Bütün bu açıklamalar Kadi'nin sözleridir ki, bunlar güzel sözlerdir. Ancak ne var ki o, kendi ana kuratını da ihlâl etmiştir. Zira Kâdi, fiilin meydana gelip gelmemesi hususunda müessir olanın, sebebin kuvvetli veya zayıf olması olduğunu kabul edip ve şöyle bir düşündüğünde, bu sebebin kuvvetli veya zayıf oluşunun da mutlaka bir sebebi olması gerektiğini anlar. Binaenaleyh eğer bu, kuldan olan, başka bir sebepten dolayı olmuşsa bu, teselsülü gerektirir. Eğer, bütün bunlar Allah tarafından ise -ki bu ister istemez kabul edilecek bir gerçektir- hak ortaya çıkar ve Mu'tezile'nin iddiası tamamiyle geçersiz olur. Allah en iyi bilendir. [144]

 

Üçüncü Mesele

 

İbn   Abbas'ın   şöyle   dediği   rivayet   edilmiştir:   "Nisa sûresinde sekiz âyet vardır ki, bunlar, bu ümmet için, üze­rine güneş doğup batan her şeyden daha hayırlıdır. Bu âyetler şunlardır: ' 'Allah size, açıkça bildirmek ister.. Allah tevbelerinizi kabul etmek ister... Allah sizden hafifletmek ister... Eğer yasak edildiğiniz büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin öbür günahlarınızı örter" (Nisa. 31); "Şüphesiz ki Allah, zerre kadar haksızlık etmez" (Nisa, ); "Şüphesiz ki Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz, fakat bundan başkasını, dilediği kimse için bağışlar" (Nisa. ab): "Kim bir kötülük yapar, yahut nefsine zulmeder de, sonra Allah'tan mağfiret isterse, Allah 'm tevvab ve rahim olduğunu görür" (Nisa. No) ve "Eğer şükreder, iman ederseniz, Allah sizi niye azaba uğratsın..." (Nisa, 147).

Bu kitabın müellifi olan Muhammed er-Razi (kendisine, Allah hüsn-i hatimeler ihsan etsin) şöyle der: "Allah'ım! yâ ekreme'l-ekremîn, yâ erhame'r-râhimîn.. Sen lütfunla, rahmetinle bizleri o âyetlerin müjdesine dahil olan kullardan eyle.. (Amîn). [145]

 

Sekizinci Mükellefiyet: Gayr-ı Meşru Yollarla Mal Yemeyin

 

Bu sûrede zikredilen mükellefiyetlerin Sekizinci nev'i de, Cenâb-ı Hakk'ın şu âyetidir: "Ey iman edenler, birbirinizin mallarını haram sebeplerle yemeyin. Sizden karşılıklı bir rızâdan (doğan) bir ticâret olması müstesna.. Kendilerinizi öldürmeyin. Şüphe yok ki, Allah size çok merhamet edicidir. Kim haddi aşarak ve haksızlık ederek bunu yaparsa, biz onu ateşe sokacağız. Bu da, Allah'a göre pek kolaydır" (Nisa. 29-30).

Bu âyetlerin daha önceki âyetlerle münasebeti hakkında şu iki izah yapılabilir;

a) Allah Teâlâ, evlenme sebebiyle nefisler hakkında nasıl tasarrufta bulunulacağını beyan edince, bundan sonra mallar hakkında nasıl tasarrufta bulunulacağını zikretmiştir.

b) Kâdî şöyle demektedir: Allah Teâlâ mallar ile evlenmeyi talep etmeden bahsederek, mehir ve nafakaların tastamam verilmesini emredince, bundan sonra da, mallarda nasıl tasarruf edileceğini beyan buyurarak, (illiyi "Ey iman edenler, birbirinizi*-mallarını haram sebeplerle yeme­yin" buyurmuştur. Bu âyet hakkında birkaç mesele vardır: [146]

 

Birinci Mesele

 

Mal kazanmaktan en büyük maksat onları yemek olduğu için, her ne kadar batıl bir şekilde meydana gelen diğer

tasarruflar da haram kılınmış ise de, Allah Teâlâ burada özellikle yemeden bahsetmiştir. Bunun bir benzeri de Hak Teâlâ'nın, "Muhakkak ki yetimlerin mallarım haksız olarak yiyenler, sırf ateş yerler" (Nisa, 10) âyetidir. [147]

 

İkinci Mesele

 

Alimler, "bâtıl" kelimesinin tefsiri konusunda şu iki açıklamayı yapmışlardır:

a) Bu, ribâ, gasb, hırsızlık, hainlik, yalancı şahitlik, yalan yere yemin ederek mal elde etmek ve hak olan şeyi inkâr etmek gibi şeriatta helâl olmayan her şeye verilmiş olan bir isimdir. Bana göre âyeti bu manaya hamletmek, onun mücmel olmasını iktizâ eder. Çünkü bu durumda âyetin takdiri, "Aranızda bulundurduğunuz malları meşru ol­mayan bir yolla yemeyiniz" şeklinde olur. Burada meşru olan yollar genişçe izah edilmediği için, muhakkak ki âyet mücmel olmuş olur.

b) İbn Abbas ve Hasan el-Basrı (r.a)'den rivayet edilen şu husustur: "Bâttl, bir kimsenin malından karşılıksız olarak alınan her şeydir." Bu izaha göreyse âyet mücmel olmaz. Ancak ne var ki bazı âlimler şöyle diyerek âyetin mensûh olduğunu söylemişler­dir: "Bu âyet nazil olunca, insanlar başkasının yanında herhangi bir şey yemekten kaçındılar, böyle bir şey onlara zor geldi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak bu âyeti, Nur süresindeki, "Kendi evlerinizden ... yeme­nizde size bir günah yoktur" (Nur, ei) âyetiyle neshetmiştir.

Öte yandan âyetin zahiri, "bâtıl" kelimesini zikrettiğimiz şekilde açıkladığımızda, sadaka ve hibeleri de haram kılmış olur.

Bunun bir nesh değil, sadece bir tahsis olduğu da söylenebilir. İşte bu sebepten dolayı Şa'bî, Alkame'den; o da İbn Mesûd'dan rivayet ettiğine göre İbn Mesûd, "Bu âyet muhkem olup neshedilmemtştir. Kıyamete kadar da nesholunmayacaktır" demiştir. [148]

 

Üçüncü Mesele

 

Hak Teâlâ'mn, "Birbirinizin matlarını haram sebeplerle yemeyin" buyruğunun muhtevasına, hem başkasının malı­nı, hem de kendi malını bâtıl yolla yemehin hükmü girmek­tedir. Çünkü O'nun, "mallarınızı.." tabirine bu iki kısım da dahil olmaktadır. Bu tabir Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Kendilerinizi öldürmeyin" hitabı gibidir. Bu ifâde de, hem başkasını hem de insanın kendisini bâtıl ve haksız bir yere öldürmeyi yasaklamış olduğunu gösterir. Kişinin kendi malını bâtıl bir yolla yemesi, o malını Allah'a isyan etmenin söz konusu olduğu yerlerde yemesi, bitirmesidir. Başkasının malını bâtıl ve haksız bir yolla yemesini ise, daha önce zikretmiştik.. [149]

 

Ticaret Gibi Karşılıklı Rıza Olmaksızın Mallarınızı Yemeyin

 

Sonra Cenâb-ı Hak "Sizden karşılıklı bir rızadan (doğan) bir ticaret olması müstesna.. buyurmuştur. Bu ifâde hakkında birkaç mesele vardır: [150]

 

Birinci Mesele

 

Asım, Hamza ve Kisâî, nasb ile olmak üzere diğer kıraat imamları ise ref ile olmak üzere, şeklinde okumuşlardır. Bu kelimeyi mansûb okuyanlar, nakıs kabul ederek böyle okumuşlardır. Buna göre âyetin takdiri, şeklinde olur. Merfû okuyanlar ise, fiilini tam kabul ederek oku­muşlardır ki, bu durumda kelamın takdiri  şeklinde olur. Vahidî, tercihe şayan olanın ref olduğunu söylemiştir. Zira mansûb okuyanlar, kelimesine râci bir zamir takdir ederek, bu kelamın takdirinin, şeklinde olduğunu söylerler. Halbuki, "ızmâr kable'z-zikr" (mercii zikredilmeyen bir zamir takdir etmek)  her ne kadar caiz ise de, kuvvetli bir kullanış değildir. [151]

 

İkinci Mesele

 

Cenâb-ı Hakk'ın buradaki  ifâdesi hakkında şu iki izah yapılmıştır:

a) Bu, istisnâ-i munkatı'dır. Çünkü  "Sizden karşılıklı bir rızadan (doğan; ticaret" mefhûmu, "malı bâtıl bir yolla yeme" cinsinden bir şey de­ğildir. Buna göre buradaki  edatı,  "fakat..." manasındadır. Buna göre mana, "Lâkin o malı, karşılıklı bir rızâdan doğan ticâret ile yemek helâldir" şeklindedir.

b) Bazı alimler, buradaki istisnanın istisnâ-t muttasıl olduğunu ve bir şey takdir ederek, bu ifâdenin takdirinin şöyle olduğunu söylemişlerdir: "Ribâ vesaire gibi karşılıklı rızânız dahi bulunsa, aranızda mallarınızı bâtıl yollarla yemeyiniz. Ancak bunun, karşılıklı bir rızaya dayanan bir ticaret olması hali müstesna..."

Bil ki, ticaretten elde edilen mallar nasıl helâl ise, hibe, vasiyyet, veraset, sadaka, mehir ve cinayetlerin "erş"lerini (uzuvların diyeti) almak gibi yollarla elde edilen mallar da helâl olur. Zira ticaretin dışında, mülk edinmenin pekçok sebebi vardır.

Buna göre şayet, "buradaki istisna, istisnâ-i munkatı'dir" dersek, ortada herhangi bir müşkitat kalmaz. Çünkü Allahu Teâlâ bu âyette mülk edinmenin tek bir sebebini zikretmiş, ne menfî ne de müsbet olarak diğer sebepleri zikretmemiştir.

Ama buradaki istisnanın istisnâ-i muttasıl oMuğunu söylersek, bu, ticaretin dışında kalan kazanç yollarının helâllik ifade etmeyeceği hususunda bir hüküm olmuş olur. Böyle olması halinde de  mutlaka ya nesh, ya da tahsis bulunması gerekir. [152]

 

Üçüncü Mesele

 

Şafiî (r.h), "Muamelât hususundaki nehyler "butlana" (o muamelenin bâtıl olduğuna delâlet eder" derken, Ebû Hanife {r.h) ise "buna delâlet etmez" demektedir. Şafiî, kendi görüşünün doğruluğuna şunları delil getirmiştir:

a) Bütün mallar, Allah'ın mülküdür. Binaenaleyh O, kullarının bazısına, bazı tasarruflarda bulunma müsaadesi verdiğinde, bu müsaade tıpkı şunun gibi olur: Bir kimse, bazı tasarruflarda bulunmak üzere birisini vekil tayin etse, sonra bu vekil, müvekkilinin sözünün aksine tasarruflarda bulunsa, bunlar icma ile geçersiz sayılır. Mecazî manada mâlik olan bir kimsenin sözünün aksine yapılan tasarruflar geçersiz sayıldığına göre, hakîki manada mâlik olan Cenâb-ı Hakk'ın sözünün aksine yapılan tasarrufların haydi haydi geçersiz sayılması gerekir.

b)  Bu fasit tasarruflar, yasaklanan ve haram ktlınan şeylerin varlık âlemine girmelerini ya gerektirmiş olurlar ya da olmazlar. Eğer gerektiriri erse, o zaman fâsıt tasarruflara kıyas ile  bu tasarrufların bâtıl olduğuna hükmetmek gerekir. Burada cihet-i câmi'a (müşterek nokta), nehyin menşe'inin varlık âlemine girmemesi hususunda sa'yu gayret göstermektir. Eğer ikinci ihtimal söz konusu olursa, geçerli ve sahih tasarruflara kıyas ile onun sıhhatine hükmetmek gerekir. Buradaki cihet-i câmi'a ise, bu tasarrufun, ifsaddan hâlî bir tasarruf olmasıdır. Binâenaleyh her iki durumda da, tasarrufun tahakkuk etmiş olmasının gerektiği sabit olur. Sahîh olmayan ve bâtıl olmayan bir tasarrufun olduğunu söylemek imkansızdır,

c) "Bir dirhemi iki dirheme satmayın" hadisi, "Hür insanı köle karşılığında satmayın (değiştirmeyin)" hadisi gibidir. Bu lâfzî bir nehiy olmakla beraber şeriatı neshettiği gibi, birincisi de böyledir. Bu, şeriatı nesh olunca, bir hüküm ifâde etmiş olması bâtıl olur. Allah en iyi bilendir. [153]

 

Alışverişte Görme Muhayyerliği ve Meclis Muhayyerliği

 

Ebu  Hanife (r.h) şöyle demiştir:   "Sırf bedele dayalı akitlerde, meclis muhayyerliği sabit değildir." Şafiî (r.h) ise, bunun sabit olduğunu söyler. Ebu Hanife görüşüne nasslarla delil getirmiştir:

a) Delillerden biri, bu âyettir. Zira Hak Teâlâ'nın, "Sizden karşılıklı bir rızâdan (doğan) bir ticaret olması müstesna..." buyruğunun zahirî manası, karşılıklı rıza bulunması halinde, bu ticaretin helâl olduğunu gösterir; isterse o (ticaretin yapıldığı) meclisten (yerden) ayrılma olsun, isterse olmasın..

b) Hak Teâlâ'nın, "Ahidleri(nizl) yerine getiriniz" (Maide, i) âyeti... Cenâb-ı Hak bu emri ile her ahid yapana, yaptığı ahde bağlı kalmayı gerekli kılmıştır.

c) Hz. Peygamber (s.a.s), "Gönül ması olmadan, müslüman bir kişinin malı (diğerine) helal olmaz"[154] demiştir. Bey' (alış-veriş) akdi yapılmak sureti ile ticarette gönül rızası temin edilmiştir. Binaenaleyh ticarette helalliğin bulunması gerekir.

d) Hz. Peygamber (s.a.s), "Kim bir yiyecek satın alırsa, onu eline almadan (teslim almadan) satmasın"[155] buyurmuş ve o yiyeceğin ancak teslim alındıktan sonra satılabileceğini bildirmiştir.

e) Hz. Peygamber (s.a.s)'in ortada ölçek bulunmadığı müddetçe, yiyeceklerin alınıp satılmasını yasakladığı, ortada bir ölçek bulunduğu zaman onların alınıp satılmasını mubah kıldığı ve bunun için o meclisten (alıntp-satılma yapılan o yerden) ayrılmayı şart koşmadığı rivayet edilmiştir."[156]

f) Hz. Peygamber (s.a.s) "Bir çocuk, babasının hakkını ancak, onu köle olarak bulur, onu satın alır ve azâd ederse ödemiş olur" buyurmuştur. Alimler, çocuk babasını köle olarak satın alır almaz, o babanın hürriyetine kavuşmuş olacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Bu da malik oluşun, sırf alış-veriş akdi ile tahakkuk edeceğini gösterir.

Bil ki Şafiî bu nassların umûmî manalarını kabul etmekte, fakat şöyle demektedir: "Siz, muhaddislerin,zayıf olduğu hususunda ittifak ettikleri bir hadise dayanarak, müşterinin görmeden satın aldığı .şeylerde görme muhayyerliğinin olduğunu söylediniz. Biz ise, hadis âlimlerinin ittifakla kabul ettiği bir hadise dayanarak, meclis muhayyerliğinin olduğunu söylüyoruz. Bu hadis, Hz. Peygamber (s.a.s)'in "Alan da satan da, (o alışveriş yaptıkları meclisten, yerden) ayrıl­madıkça muhayyerdirler (vazgeçebilirler)" [157] hadisidir.

Ebu Hanife'nin arkadaşlarının bu hadisi te'vil edişleri ve o te'villere karşı verilen cevaplar hilâfiyyât kitaplarında zikredilmiştir. Allah en iyi bitendir. [158]

 

İntihar Haramdır

 

Allah Teâlâ, "Kendilerinizi öldürmeyin. Şüphe yok ki Allah size çok merhamet edicidir" buyurmuştur.

Alimler, bu buyruğun insanların biribirini öldürmesini yasakladığı hususunda ittifak etmişlerdir. Cenâb-ı Hak "kendilerinizi" demiştir, çünkü Hz. Peygamber (s.a.s)  "Mü'mİnler, tek bir can gibidir" demiştir. Bir de Araplar, içlerinden bazıları öldürüldüğünde "Ka'be'nin Rabb'ine yemin olsun ki öldürüldük" derler. Çünkü bazılarının Öldürülmesi, diğerlerinin de öldürülmesi gibidir.

Alimler âyetteki hitabın, insanların kendi kendilerini öldürmeleri hususunda bir nehiy olup olmadığında ihtilaf etmişler ve bazıları bunu kabul etmeyerek şöyle demişlerdir: "Mü'min bir kimsenin, imanı olduğu halde intihar etmesinin yasaklanması caiz değildir. Çünkü mü'min kimse,-kendini öldürmemeye mecburdur. Zira onu dünyada iken bu işi yapmaktan caydıracak şeyler mevcuttur ki bunlar, şiddetli bir acı ve büyük bir kınamadır. Onu uhrevî bakımdan da bu işten caydıracak şeyler mevcuttur ki, bu da büyük bir azaba müstehak olmadır. Caydırıcı sebepler açıkça bulununca, o mü'minin bu işi yapması imkansız olur. Durum böyle olunca da, ona intiharı yasaklamanın bir manası olmazdı. 8u nehyin, Hinduların inandığı gibi, ancak kendi kendini öldürmeyi din edinen kimseler hakkında olması mümkündür. Böyle bir şey ise mü'minden sâdır olmaz."

Buna şu şekilde cevap verilebilir: Mü'min bir kimseye, Allah ve âhirete inandığı halde, kendisini öldürmenin daha kolay geleceği keder ve eziyetler gelebilir. İşte bu sebepten ötürü, pek çok müslümanın intihar ettiğini görüyoruz. Durum böyle olunca, bu nehyin bir faydası olur.

Yine burada şöyle diğer bir ihtimal daha vardır: "Adam öldürmek, irtidâd etmek ve evli iken zina etmek gibi sebeplerden dolayı öldürülmeye müstehak olacağınız işler yapmayın" denilmek istenmiştir. Sonra Cenâb-ı Hak, kendisinin kullarına acıyıp merhamet ettiği için, onlara, meşakkat ve sıkıntıları gerektirecek şeyleri yasakladığını beyân etmiştir. Şu da denilmiştir: Allah Teâlâ, İsrai loğ utlarına, onlar için bir tevbe ve hatalarından bir kurtuluş vesilesi olsun diye, kendilerini öldürmelerini emretmiştir.

Ey ümmet-i Muhammed,  Hak Teâlâ size merhamet ettiği için, sizi bu çetin mükellefiyetlerle sorumlu tutmamıştır.

Daha sona Cenâb-ı Allah, "Kim haddi aşarak ve haksızlık ederek bunu yaparsa, biz onu ateşe sokacağız. Bu da Allah'a göre pek kolaydır" buyurmuştur. Bil ki bu ifâde ile ilgili birkaç mesele vardır: [159]

 

Birinci Mesele

 

Alimler, HakTeâlâ'nın "Kim.... bunu yaparsa" sözünde, "bunu" kelimesi ile neye işaret edilmiş olduğu hususunda şu şekilde ihtilaf etmişlerdir:

a) Atâ, "Bu, haram olan cana kıyma hususunda hâs bir ifâdedir. Çünkü zamirin, daha önce zikredilen şeylerden kendisine en yakın olana râcî olması gerekir" demiştir.

b) Zeccâc, "Bu ifâde, hem öldürmeye hem de bâtıl (gayr-ı meşru) yol ile başkasının malını yemeye işaret etmektedir. Çünkü bu iki husus aynı âyette zikrolunmuştur" demiştir.

c) İbn Abbas (r.a), "Bu ifâde, Tâ sûrenin başından buraya kadar Cenâb-ı Hakkin yasaklamış olduğu herşeye işarettir" demiştir. [160]

 

İkinci Mesele

 

Cenâb-ı Allah'ın, "Kim haddi aşarak ve haksızlık ederek bunu yaparsa..." buyurmasının sebebi önceki ifâdede,

insanların birbirini öldürmesinin söz konusu edilmiş olma­sıdır. Bazan bu öldürme, mesela kısasta olduğu gibi, hak (meşru) olur. Burada önce geçen kısımda mal olmaktan bahsotunmuştur. Bazan bu da, meselâ diyet ve benzeri şeylerde olduğu gibi hak (meşru) olur. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, bu va'îdde haksız ve haddi aşmış olmayı şart koşmuştur. [161]

 

Kebire İşleyenlerin Ebedi Azab Görmeyecekleri

 

Mu'tezile "Bu âyet ehl-i salat hakkında  kesin bir ilâhî tehdidin bulunduğuna delâlet etmektedir" der ve şöyle devam eder: "Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz onu ateşe sokacağız" ifâdesi, her ne kadar cehennemde ebedî olarak bırakmaya delâlet etmese dahi, fasıklar hakkında ilahî bir tehdidin bulunduğunu kesinlikle söyleyen herkes, onların cehennemde ebedî bırakılacaklarına hükmetmiştir. Binaenaleyh bu iki hususun birisinin bulunmasından, diğerinin de bulunması gerekir. Çünkü, bu iki durum arasında bir fark bulunduğunu söyleyen hiç kimse yoktur."

Mu tezile'nin bu görüşüyle ilgili olarak, birçok yerde tafsilatlı cevaplar vermiştik. Ancak ne var ki burada da şunu söylemek isteriz: Bu ifâde kâfirlere tahsis edilmiştir. Zira   Cenâb-ı Hak,  "Kim haddi aşarak ve haksızlık ederek bunu yaparsa..." buyurmuştur. Tekrardan kurtulmak için, haddi aşmakla haksızlık etmek arasında mutlaka bir farkın bulunduğunu söylemek gerekir. Binaenaleyh zulüm, Allah'ın tekliflerini tecavüze niyetlenen herkesin yaptığına ad olarak verilen şeydir. Şüphe yok ki, böyle olan bir kimse de kâfir olur. Şu da söylenemez: /Ulah Teâlâ onları imanla vasfederek, "Ey İman edenler..." demedi mi? O halde, daha nasıl bunlarla kâfirler kastedildi demek mümkün olur? Çünkü biz şöyle diyoruz: Sizin mezhebinize göre bu flahî tehdidin muhtevasına giren herkes, kesinlikle mü'min değildir. Binaenaleyh bu görüşünüze göre sizin şöyle demeniz gerekir: "Onlar mü'mindiler... sonra bu fiilleri irtikâb edince, iman vasfı üzere devam edemediler." Sizin bu sözü söylemeniz mutlaka gerekince, dediğinizi söylediğinizi izah sadedinde, bizim söylediğimiz niçin doğru olmasın? Allah en iyi bilendir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak âyeti sona erdirerek, Bu da, Allah'a göre pek kolaydır" buyurmuştur. Bil ki mümkin olan her şey, Allah'ın kudretine nisbetle müsavidir. Bu durumda, bazı fiillerin O'na bazılarından daha kolay olduğunu söylemek imkânsız olur. Aksine âyetteki bu hitab, aramızda bilinen üslûb üzere nazil olmuştur. Nitekim Cenâb-ı Hakk'ın, 'Bu, (yani diriltme ilk yaratmadan) Ona göre daha kolaydır" (Hûm, 27) buyruğunda olduğu gibidir. Ya da bunun manası, iyice tehdit etmektir ki, bu da şu demektir: Hiç kimse bundan kaçıp kurtulamaz ve hiç kimse de O'na karşı gelemez. [162]

 

"Eğer nehyedüdiğiniz büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin (öbür) kabahatlerinizi örteriz ve sizi şerefli bir mevkie sokarız" (Nisa, 81).

Bil ki, Cenâb-ı Hak önce bu tehdidini zikredince, bunun peşinden de, bununla ilgili tafsilatı getirerek bu âyeti zikretmiştir. Bu âyet hakkında birkaç mesele vardır: [163]

 

Kebairden Olan Günahlar       

 

Alimlerden bazıları şöyle demiştir: Bütün günahlar ve isyanlar, kebâirdir. Saîd İbn Cübeyr, İbn Abbas'ın şöyle

dediğini rivayet etmiştir: "Kendisiyle Altah'a İsyan edilen her şey, büyük günahtır. Her kim bunlardan bir şey yaparsa Allah'a istiğfar etsin. Çünkü Allah Teâlâ, İslâm'dan dönüp mürted olan, O'nun bir farzını inkâr eden veya kadere inanmayan kimseler hariç, bu ümmetten hiç kimseyi ebedî olarak ateşte bırakmayacaktır." Bil ki bü söz, birkaç bakımdan zayıftır:

Birinci hüccet, bu âyettir. Çünkü, bütün günahlar kebâir olsaydı, kebairden uzaklaşmakla örtülen diğer günahlar ile, kebâir olan günahlar arasında ayırım yapmak doğru olmazdı.

İkinci hüccet: Hak Teâlâ'nın, "Küçük, büyük her şey yazılıdır" (Kamer, 53) ve "Küçük büyük hiç bir şey bırakmayıp onları saymış..." (Kehf, 49) âyetleridir.

Üçüncü hüccet: Hz. Peygamber (s.a.s), büyük günahların hangileri olduğunu tam manasıyla açıklamıştır. Meselâ, "Şunlar büyük günahtır: Allah'a şirk koşmak, yemîn-l gamûs, (yalan yere yemin), anne-babaya isyan etmek ve cana kıymak..."[164] demesi gibi. Hz. Peygamber'in bu ifâdesi de, kebâir olmayan günahların bulunduğuna delâlet etmektedir.

Dördüncü hüccet: Cenâb-ı Hakk'ın, "Küfrü, fasıklığı, İsyanı size çirkin gösterdi" (Hucurat, 7) âyetidir. Bu, menhiyyatın üç kısım olduğu hususunda açık ve sarih bir ifâdedir:

a)  Küfür,

b)  Fısk,

c)  İsyan...

Atfın sahîh olabilmesi için, mutlaka fısk ile isyan arasında bir farkın bulunması gerekir. Bu ise ancak, küçük günahlar ile büyük günahlar arasında zikretmiş olduğumuz farktır. Buna göre kebâir olan günahlar, fısk; küçük günahlar ise isyandır. [165]

 

Kebâir Hakkında İbn Abbas'ın İzahının Değerlendirilmesi

 

İbn Abbas, şu iki şekilde görüşüne delil getirmiştir:

1-  Kendisine isyan edilen zât'ın nimetleri çoktur.

2- Kendisine isyan edilen zâtın tebcil edilmesi gerekir. Buna göre birincisini ele aldığımızda, hiç şüphesiz Allah'ın nimetlerinin sonsuz olduğunu görürüz. Nitekim O, "Allah 'm nimetini birer birer saysanız (bu, ne mümkin? Onu) icmal suretiyle bile sayamazsınız..." (Nahi, ıbj buyurmuştur.

İkincisini ele aldığımızda, Cenâb-ı Hakk'ın mevcudatın en yücesi ve en büyüğü olduğunu görürüz. Bu iki takdire göre de, O'na isyan etmenin son derece büyük olması gerekir. Böylece her günahın büyük günah olduğu sabit olur. İbn Abbas'ın bu görüşüne şu iki şekilde cevap verebiliriz:

a) O'nun, mevcudatın en yücesi ve en şereflisi olması gibi, bunun yanında yine O, Erhamu'r-râhimîn (merhamet edenlerin en merhametlisi), ekremu'l-ekremîn (ikram edenlerin en cömerdi) ve itaat edenlerin taatlerinden, günah işleyenlerin günahların­dan müstağni olanların en müstağnisidir. Bütün bunlar, günahın hafif olmasını gerektirir.

b)  Farzet ki günah olarak, her günah büyüktür. Fakat bazısı bazısından daha büyüktür. Bu da aralarında bir farkın olmasını gerektirir. [166]

 

Kebâir Ayırımı Yapanlar, Onları Tayin Etmede İhtilafları

 

Günahların, büyük ve küçük diye iki kısma ayrıldığı sabit olunca, bunun böyle olduğunu söyleyenler de iki kısma ayrılmışlardır: Bir kısmı "Büyük günah, nefsi ve zatı bakımından küçük günahtan ayrılır" derken, diğer kısmı, bu ayrılışın günahların zatları (asılları) bakımından olmayıp, günahı işleyenlerin durumları bakımından siduğunu söyler. Biz bu iki görüşün herbirini biraz açıklamaya çalışalım:

Birinci görüş: Bu görüşü benimseyenler de kendi içlerinde çok ihtilaf etmişlerdir. Biz, o ihtilafların bir kısmına işaret edelim:

1- İbn Ab bas (r.a) şöyle demektedir: "Haram olan bir canı öldürme, muhsan (namuslu) bir kadına iftira atma, zina, faiz, yetim malı yeme ve İslâm ordusundan kaçma gibi Kur'ân'da ilahî tehdidle zikredilen herşey büyük günahtır."

2- İbn Mes'ud (r.a) "Nisa sûresini açın, Allah'ın orada otuzüç âyette nehyettiği herşey büyük günahtır" demiş ve şöyle ilave etmiştir: "Bunun delili, 'Eğer yasak edildiğiniz büyük  günahkardan kaçınırsanız..." (Nisa, 3i) âyetidir.

3-  Bir kısım alimler de: "Kasden yapılan herşey büyük günahtır" demişlerdir. [167]

 

Kebâir Hakkında Görüşlerin Eleştirilmesi

 

Bütün bu görüşler zayıftır. Birincisinin zayıflığı şudur: Her günahın mutlaka dünyada zemme, âhirette de ikâba konu olması gerekir. Binaenaleyh "Kur'ân'da ilâhî tehdid (va'îd) ile gelen herşey büyük günahtır" görüşü, her günahın, büyük günah

olmasını gerektirir ki biz bunun batıl olduğunu göstermiştik.

İkinci görüşün zayıflığı şudur: Zira Allah Teâlâ, Nisa sûresinin dışındaki sûrelerde de pek çok büyük günahtan bahsetmiştir. Binaenaleyh büyük günahları bu surede zikredilenlere tahsis etmenin manası yoktur.

Üçüncü görüş de zayıftır. Çünkü eğer bu görüşte olanlar "kast? yapılan" sözü ile, "yaptığından haberdar olarak" manasını kastetmişlerse, bunun durumu Cenâb-ı Hakk'ın nehyettiği şeyin durumu gibi olmaz. Bundan dolayı bu görüşe göre de her günahın büyük günah olması gerekir ki biz bunun batıl olduğunu belirtmiştik. Eğer bunlar "kast?" sözü ile, "yaptığının bir günah olduğunu bile bile günah işleme" manasını kastediyorlarsa, yahudi ve hristiyanların Hz. Peygamber (s.a.s)'i inkâr ettikleri malumdur. Halbuki onlar bunun bir masiyet olduğunu bilmezler. Fakat bu büyük bir inkâr ve günahtır. Binaenaleyh bu üç görüş de bâtıldır. Allame el-Gazalî (r.h) "İhyû-u'l-Ulum" kitabının "Müntehebât" bölümünde büyük ve küçük günahların farkı konusunda uzun bir kısım ayırarak şöyle demiştir: "Bütün bunfar, büyük günahların küçük günahlardan zatı ve mahiyeti bakımından ayrıldığını söyleyenlerin görüşüdür." [168]

 

Kebâir Hakkında Mutezile Görüşünün Tenkidi

 

İkinci görüş ki bu, "büyük günahlar, günahı işleyenlerin durumları bakımından, küçük günahlardan ayrılır" diyenlerin görüşüdür. Bunlar şöyle derler: "Her taatin bir mükafaat karşılığı vardır. Aynı şekilde her günahın da bir ceza karşılığı vardır. Mesela insan bir taatta bulunup taatı sebebiyle bir mükafaata müstehak olur; daha sonra da bir günah işleyip bu günahı sebebiyle bir cezayı hakeder ise, taatin mükafaatı ile günahın cezası arasındaki durum, aklî taksimata göre üç şekilde olabilir:

a) İkisi birbirine eşit olur. Bu, her nekadar aklen ihtimal dahilinde ise de, nakli delil böyle bir durumun olmayacağına delâlet etmektedir. Zira Cenâb-ı Hak, "(Onlardan) bir takım cennette, bir takım da cehennemdedir" (Şûra. 7) buyurmuştur. Faraza sevabı ve günahı tam denk bir mükellef bulunsaydı, onun ne cennette ne de cehennemde olmaması gerekirdi.

b) Bu kimsenin taatının mükafaatımn, günahının cezasından daha fazla olması durumu... Bu durumda onun mükafaatından cezası kadar kısım düşer ve geriye bir parça mükafaatı kalmış olur. İşte bu günah, küçük günah olup, bunun mükafaattan düşülmesine de "tekfir" (günahın örtülmesi) denilir.

c)  Bu insanın günahının cezasının, taatinin mükafaatından daha fazla olması durumu... Bu durumda da günahın cezasından, mükafaat kadar kısım düşülür ve geriye cezanın bir kısmı kalır. İşte bu günah da kebire (büyük günah) olup, bu düşme ihbât (amelin boşa gitmesi) diye adlandırılmıştır. İşte bu izah ile, büyük ve küçük günahın farkı ortaya çıkmış olur. Bu, Mu'tezile'nin ekserisinin görüşüdür.

Bil ki bu görüş, bizce hepsi batıl olan birtakım usullere (prensiplere) dayanmıştır:

a) Bu, "Taatın bir mükafaatı, günahın da bir cezayı mutlaka gerektirdiği" prensibine dayınır ki bu prensip bâtıldır. Çünkü biz tefsir'in pek çok yerinde fiilin kuldan sâdır olmasının, ancak Cenâb-ı Hakk'ın o kulda, bu fiili gerektiren bir sebep yarattığında olabileceğini beyân etmiştik. Her nezaman böyle olursa taatın, mükafaatı; mâsiyetin de cezayı gerektirmesi imkansız olur.

b) Farzedelim ki durum böyle. Fakat biz aklın açıkça gösterdiği gibi, bir kimse yetmiş yıl Allah'ı birlemek, takdis ve tenzîh etmek ve Allah'a hizmet ve taatts bulunmakla meşgul olsa, hiç şüphesiz bu kulun, bu uzun müddet içinde, buncf taatlardan elde edeceği mükafaatların toplamının, bir damla içki içen kimsenin cezasından daha çok olduğunu anlarız. Ancak ne var ki ümmet-i Muhammed bir damla da olsa içki içmenin büyük günahlardan olduğu hususunda ittifak etmiştir. Eğer Mu'tezile bu görüşlerinde diretip "Hayır, bu bir damla içkinin cezası yetmiş yıllık tevhid ve ibadetlerin mükafaatından daha fazladır" derlerse,  kendi kaide ve düsturlarını geçersiz kılmış olurlar. Çünkü onlar, bu gibi meseleleri "hüsün ve kubuhun (iyilik ve kötülüğün) akla göre olduğu" prensibine dayandırırlar. Bu kadarcık günahın cezasını, o kadar çok taatın mükafaatından daha fazla sayan kimsenin zalim olduğu akıllarda yer eden gerçeklerdendir. Binaenaleyh eğer onlar, bu konuda aklın vereceği hükmü defetmeye çalışırlarsa, hiç şüphesiz kendi aleyhlerine olarak, "Birşeyin hasen (iyi-hayır) ve kabîh (kötü-şer) olduğuna akıl karar verir" şeklindeki prensiplerini iptal etmiş olurlar. Bu durumda da, kendi aleyhlerine olarak  bütün prensipleri geçersiz olur.

c) Allah'ın nimetleri sayısız olup, bunlar kulun taatlarından önce de mevcuttur. Bu önce olan nimetler, o taatları gerektirmektedir. Binaenaleyh taat olan şeyleri edâ etmek, önceden gelmiş olan nimetlere karşılık vacip olan şeyleri edâ olmuş olur. Bu gibi taatlar, artık istikbalde başka bir şey (mükafaatı) gerektiremezler. Durum böyle olunca, hiçbir taatin bir mükafaat gerektirmemesi icap eder. Böyle olunca da işlenen her günahın cezası, işleyen kimsenin mükafaatından fazla olmuş olur. Bu durumda da her günahın, büyük günah olması gerekir ki bu da bâtıldır.

d) Bu görüş, "ihbât" prensibine dayanır. Biz, bu görüşün iptali hususunda Bakara sûresinde pek çok izahlar yaptık. Binaenaleyh Mu'tezite'nin, büyük ve küçük günah arasındaki fark konusunda ileri sürdüğü bütün bu şeylerin bâtıl olduğu sabit olur. Muvaffakiyyet Allah'tanır. [169]

 

Kebairin Mûbhem Bırakılmasının  Dayandığı Hikmet             

 

Alimler,   Allah   Teâlâ'nın   büyük   günahları   küçük günahlardan tek tek ayırıp ayırmadığı hususunda ihtilaf etmişler ve ekserisi şöyte demişlerdir: "Allah Teâlâ büyük günahları küçük günahlardan tek tek ayırmamıştır. Zira O, bu âyette büyük günahlardan kaçınmanın küçük günah­ların affınt gerektireceğini beyan etmiştir. Binaenaleyh kul, muyayyen olan falan falan günahların büyük olduğunu bildiğinde, onlardan sakındığı takdirde küçük günahlarının bağışlanacağını anlamış olur. Böylece bu da, onu bir nevi küçük günahları işlemeye teşvik olmuş olur. Halbuki kabîh (kötü) şeylere teşvik, genel olarak uygun düşmez. Fakat Cenâb-ı Allah büyük günahları küçük günahlardan ayırmayıp; kul da günahlar içinde küçük günah tanımayıp, yapacağı her günahın büyük olabileceği kanaatinde olursa, bu durum onun küçük günahları işlemesine de engel teşkil etmiş olur." Bu görüşteki alimler sözlerine devamla şöyle derler; "Namazlar içerisinde "orta namazın", Ramazan geceleri içerisinde "Kadir gecesinin", Cuma gününün saatleri içerisinde "icabet (duaların kabul) saatinin" ve bütün ömür içerisinde "ölüm vaktinin" gizlenmesi de, İslâm şeriatinde bunun benzeri olan misallerdir. Netice olarak diyebiliriz ki: Bu kaide, Allah Teâlâ'nın hiçbir günahın küçük olduğunu ve büyük günahların neler olduğunu beyan etmemesini gerektirir. Çünkü büyük günahları be­yan etmesi halinde, diğerleri küçük günah olmuş olur. Bu durumda da küçük gü­nahlar bilinmiş olur.

Fakat Cenâb-ı Hakk, bazı günahların büyük olduğunu belirtebilir.

Rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a.s) "Neleri büyük günah sayıyorsu­nuz?" dediğinde, ashabı "Allah ve Resûlullah daha iyi bilir" dediler. Bunun üzerine O: "Allah'a şirk koşmak, öldürülmesi haram elan inşam öldürmek, ana-babaya isyan etmek, ordudan kaçmak, büyü yapmak, yetim malı yemek, yalan söylemek, faiz yemek, iffetli ve namuslu kadınlara iftira atmaktır"[170] buyurmuştur.

Abdullah İbn Ömer (r.a)'in bu hadisi zikrederken, "Beytu'l-Haram'a (Mescid-i rlaram'a) sığınan kimsenin kantnı (öldürülmesini) helâl görme ve içki içmeyi de bunlara ilave ettiği; İbn Mes'ud (r.a)'un da, bunlara, Allah'ın rahmetini ummayı, Allah'ın rahmetinden ümid kesmeyi ve Allah'ın ikâbından emin olmayı eklediği rivayet edilmiştir. Yine İbn Abbas (r.a)'dan, büyük günahların yedi tane olduğu rivayetinin yanısıra bunların sayısını yetmişe veya yediyüze ulaştırdığına dair rivayetler de vardır. Allah en iyi bilendir. [171]

 

Mu’tezile’den Kabi’nin Kebair Hakkındaki İddiasına Cevap

 

Ebu'l-Kâsım el-Kabî bu âyete dayanarak, büyük günah işleyenler hakkında va'îd-i ilahinin bulunduğuna kesin hükmedip şöyle demiştir: "Allah Teâlâ bu âyetle, va'îdi hakkındaki şüpheleri gidermiştir. Çünkü o büyük günahları zikrettikten sonra, onlardan kaçınanların küçük günahlarını bağışlayacağını bildirmiştir. Bu da insanların büyük günahlardan kaçınmadıkları zaman, küçük günahlarının affedilmeyeceğine delâlet etmektedir. Eğer Cenâb-ı Hakk'ın, tevbesiz olarak onların büyük ve küçük günahlarını bağışlaması caiz olsaydı, bu âyet doğru olmazdı.

Bizim (Ehl-i Sünnet) âlimlerimiz Kâbî'ye şöyle cevaplar vermişlerdir:

Birincisi: Sizin, ey Mutezilîler bu âyetle istidlaliniz, ister istemez şu iki şekilden biri ile olacaktır: Ya diyeceksiniz ki "Cenâb-ı Allah büyük günahlardan kaçınılması halinde öteki günahları affedeceğini bildirdiğine göre, büyük günahlardan kaçınıtmaması halinde öteki günahları affetmemesi vacip olmuştur. Zira bir şeyi zikretmek, onun dışında kalanların o hükmün dışında tutulduğu manasına gelir." Böyle demeniz batıldır; zira Mu'tezile'ye göre bu prensip geçersizdir, bize göre ise, sadece zayıf zannî bir delâlet taşır. Yahut ey Mu'tezilîter şöyle diyeceksiniz: "İn" şart edatı ile bir şeyin şart koşulması halinde, o şeyin yokluğu halinde koşulan şart da yok olur." Amma bu da zayıf bir görüştür. Nitekim şu âyet-i kerimeler de onun zayıflığını gösterir.

a) Ona kulluk ediyorsanız, Allah'a şükredin" (Bakara, 172). Şükür, ister insan Allah'a kulluk (ibadet) etsin ister etmesin vâcibtir.

b) "Eğer (İi\) birbirinize emin olmuş-sanız (güvenmtşseniz), kendisine inanılan (borçlu), emâmentini tastamam ödesin" (Banara. 283) Halbuki emâneti ödemek, ister emâneti veren ona güvensin ister güven­mesin, vaciptir.

c) "Eğer iki erkek bulunmazsa, bir erkekle iki kadım (sahid tutun}" (Bakara. 282). Halbuki iki erkek bulunsun bulunmasın, bir erkek ve iki kadını şahid tutmak caizdir.

d) bir yazıct butamadıysanız, o zaman (borçludan) alınmış rehineler (yeter)" (Bakara,283). Halbuki borç veren, bunu yazacak -bir katip bulsa da bulmasa da, rehin alması meşrudur.

e) "Eğer kendileri iffetli olmak isterlerse, cariyelerinizi ftıhşa zorlamayın" (Nûr, 33). Halbuki fuhşa zorlamak, onlar iffetli olmayı isteseler de istemeseler de haramdır.

f) 'Eğer yetim kızlar hakkında, adaleti yerine getiremiyeceğinizden korkarsanız, sizin için hela! olan kadınlardan nikah edin..." (Nisa, 3). Halbuki nikah, böyle bir korku bulunsa da bulunmasa da caizdir.

g) "Eğer kâfirlerin size fenalık yapmasından endişe ederseniz, (seferde) namazı kısaltmanızda bir vebal yoktur" (Nisa, 101). Halbuki bu korku olsun olmasın, seferde namaz kısaltabilir.

h) "Eğer (o evladlar) ikiden fazla kadın iseler, ölünün terikesinin üçte ikisi onlarındır" (Nisa. m Halbuki üçte iki, üç kızın hakkı olduğu gibi, iki kızın da hakkıdır.

i) "Eğer kan ile koca aralarının açılmasından endişeye düşerlerse, o vakit erkeğin ailesinden bir hakem gönderin..." (Nisa, 35). Halbuki bu, ister böyle bir korku olsun ister olmasın, caizdir.

k) "Eğer (o hakemler) bunları barıştırmak isterlerse, Allah onları muvaffak öuyurur" (Nisa, 35). Halbuki onlar istemeseler de, Allah onları buna muvaffak kılabilir.

I) "Eğer (kan-koca) birbirinden ayrılacak olurlarsa, Allah her birini fazi-u keremiyle ihtiyaçtan vareste kılar" (Nisa, 130). Halbuki bu ayrılık olmadan da, Allah onları zenginleştirebilir. Bu konuda, bu gibi âyetler çoktur. Böylece şart edatıyla, şarta bağlanan bir hükmün, o şart olmadığı zaman yokluğunun gerekmiyeceği sabit olmuş olur. Şaşılacak şey: Kadî Abdulcebbâr, Usul-u Fıkıh'ta, "Birşeye ö\ edatıyla şart koşulduğunda o şeyin olmaması ötekinin de bulunmayacağı manasına gelmez" dediği halde sonra o kalkıp "Tefsir"de Ka'bî'nin bu âyetle bu şekilde istidlal etmesini güzel görmüştür. Bu da gösteriyor ki bir kimsenin kendi mezhebini (görüşünü) aşırı sevmesi, bazan onu uygun olmayan durumlara düşürüyor.

2- Ebu Müslim el-İsfehânî şöyle demiştir: "Bu âyet, nikâhı haram olanlarla evlenmeyi, kadınların evlenmelerine mani olmayı, yetim malını almayı ve benzeri şeyleri nehyeden âyetlerin peşisıra gelmiştir. Buna göre Cenâb-ı Hak, "Size yasakladığımız o büyük günahlardan kaçınırsanız, daha önce bu hususlarda işlemiş olduğunuz günahları bağışlarız" demek istemiştir. Bu mana da muhtemel olduğuna göre, âyette Mu'tezİle'nin verdiği manayı vermek kesinlik ifade etmez." Kâdî, bu izahı şu iki bakımdan tenkid etmiştir:

a) Âyetteki, "Eğer nehyedildiğiniz büyük günahlardan kaçınırsanız..."sözü umûmîbrr ifâdedir. Binaenaleyh bu ifadeyi, önceden zikredilmiş şeylere hasretmek caiz değildir.

b) el-İsfehâni'nin, "İnsanların istikbalde bu gibi haramlardan kaçınmaları sebebi ile, geçmişteki günahlarının bağışlanması" görüşü de, uzak bir ihtimaldir. Çünkü insanların durumu ancak şu iki şeyden biri olur:

a)  Ya onlar geçmiş bütün günahlarından tevbe etmişlerdir ve binaenaleyh tevbeleri, büyük günah işlemelerinden dolayı olan cezaları silip süpürmüştür.

b)Ya da onlar geçmiş günahlarına tevbe etmemişlerdir. Öyle ise büyük günahlardan kaçınmak, o geçmiş günahların affını nasıl gerektirir."  Kâdî'nin tefsirindeki sözü budur.

Kâdî'nin birinci itirazına şu şekilde cevap verilir: Biz, Cenâb-ı Allah'ın "Eğer nehyedildiğiniz büyük günahlardan kaçınırsanız..." buyruğunun önceki günahların affedileceği manasına kesin olarak hamletmeyip bunun da muhtemel olduğunu söylüyoruz. Ortada böyle bir ihtimal söz konusu iken, âyeti Mu'tezile'nin zikrettiği manaya hamletmek kesinlik ifâde etmez.

Kâdî'nin ikinci itirazına da şu şekilde cevap verilir: Senin, "Büyük günahlardan kaçınmak, o geçmiş günahların affını nasıl gerektirir?" şeklindeki sözün, bu kısmın bozukluğuna istidlal edilemeyen bir sualdir. Bu kadar sözle, bizim söylediğimiz ihtimal bâtıl olmaz. Binaenaleyh böyle bir ihtimal mevcut iken ise, sizin istidlaliniz bâtıl olur. Allah en iyi bilendir.

3-  Biz, onlara bütün istediklerini versek bile, âyet hakkında şundan fazlasını söyleyemeyiz: Büyük günahlardan kaçınmayan kimsenin, küçük günahları affedilmez. Bu durumda bu, va'id-i ilahiyi ifâde etme hususunda umumî bir âyet olur. Umumî olarak va'îdi ifade eden âyetler az değildir. Binaenaleyh diğer umumî âyetlerle ilgili olarak verdiğimiz cevap, Mutezilenin bu âyetle istidlal edişine de bir cevaptır. Bundan dolayı âyetin, bu konuda fazladan hususi bir mana ifade ettiğini bilmiyorum. Hal böyle olunca, Ka'bî'nin, "Allah bu âyetle bu meseledeki şüpheleri gidermiştir" şeklindeki sözünün bir manası kalmaz.

4-  Bu büyük günahların içinde, bazan birine nisbetle daha büyük, bir diğerine nisbetle ise daha küçük olanlar vardır. Küçük günahlar arasındaki durum da böyledir. Fakat mutlak olarak büyük olduğuna hükmedilen günah, sadece küfürdür. Bu sabit olduğuna   göre,   Hak   Teâlâ'nın,   "Eğer  nehyedildiğiniz   büyük  günahlardan kaçınırsanız...    âyeti ile küfrün murad edilmiş olması niçin caiz olmasın? Çünkü küfrün pek çok çeşidi vardır: Allah'ı, peygamberlerini, âhiret gününü ve Allah'ın kanunlarını inkâr ve küfür gibi. Binaenaleyh bu âyetin maksadı, "küfürden sakınan herkesin, küfür dışındaki günahları affedilir" şeklinde olur. İşte bu ihtimal, ' 'Şüphesiz ki Allah kendisine şirk koşulmasını affetmez. Ondan başkasını ise, dileyeceği kimseler için affedebilir" (Nisa, (âyetinin açık manasına da tıpattp uyan bir manadır. Bu mana muhtemel hatta açık olunca, onların istidlalleri tamamen düşer. Muvaffakiyyet Allah'tandır. [172]

 

Cenab-ı Allah’a Hiç Birşey Vacip Değildir

 

Mutezile,   büyük  günahlardan   sakınıtdığında,   küçük günahların bağışlanmasının vacip olacağını söylerken, biz "Allah'a hiçbirşey vacip değildir. Aksine O'nun yaptığı bir lütuf ve ihsandır'' diyoruz. Bu meselenin delilleri daha önce geçmişti.

Cenâb-ı Allah daha sonra "ve sizi şerefli bir mevkie dahil ederiz" demiştir. Cenâb-ı Hakk'ın bu buyruğu ile ilgili iki mesele vardır: [173]

 

Birinci Mesele

 

Âsım'ın râvisi Mufaddal, her iki fiili de gaib sîgasıyla yâ ile, (örter ve sizi sokar) şeklinde; diğer kıraat imamları ise, va'ad-i ilahiyi ifâde eden bu cümleyi yeni bir cümle sayarak, nün ile (örteriz ve sizi sokarız) şeklinde okumuşlardır. İmam Nâfî, mim harfinin fethası ile şeklinde okumuştur. O, Hacc sûresi (59. âyetteki) kelimeyi de aynı şekilde okurken, diğer kıraat imamları bu kelimeleri, mîm'in ötresi ile şeklinde okumuşlar. Ama hepsi de, İsra 82. âyetteki aynı kelimeyi, mîm harfinin zammesi ile okumuşlardır. Bu kelimeyi mîm'in fethasıyla okuyanlar, girme yeri (yani ism-i mekan manasını) almışlar; zamme ile okuyanlar ise, 'sokmak" manasında masdar olarak almışlardır. Masdar sayılısına göre bu, "Allah sizi şerefli bir yerleştirme ile yerleştirir" takdirindedir. Bu girdirişi "şerefli" olarak tavsif etmek şu manadadır: Bu yerleştirme, haklarında Allah Teâlâ'nın, "O, yüzleri üstü cehenneme (sürülüp) toplanacaklar (yok mu?)" (Furkan, 34) buyurduğu kimselerin aksine, ikram ile beraber olacaktır. [174]

 

İkinci Mesele

 

Sırf büyük günahlardan kaçınmak, cennete girmeyi icap ettirmez. Aksine bunun yanısıra, mutlaka taatta da bulunul­ması gerekir. Binaenaleyh âyetin takdiri, "Bütün farzları yerine getirir ve bütün büyük günahlardan sakınırsanız, sizin diğer bütün küçük günahlarınızı bağışlar ve sizi cennete sokarız" şeklinde olur. İşte bu, cennete girmeyi gerektiren sebeplerden birisidir. Bir tek sebebin bulunmayışı, neticenin (müsebbebin) de olmamasını gerektirmeyeceği herkesin malumudur. Burada bir başka sebep daha vardır ki işte asıl ve kuvvetli olan odur. O da, Allah Teâlâ'nın fazlı, keremi ve rahmetidir. Nitekim O, "De ki: "Ancak Allah m tazl(-u keremi) ve rahmetiyle, işte yalnız bunlarla sevinsinler..." (Yunus, 58) buyurmuştur. Allah en iyisini bilir. [175]



[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/451

[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/451

[3] Keşfu'l-Hafâ, 1/325.

[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/451-453

[5] İbn Mace, Nikah, 1 (1/592).

[6] Keşfu'1-Hafâ, 1/318.

[7] Tirmizi, Nikah, 3 (3/394); İbn Mâce, Nikah, 46 (1/633).

[8] Keşfu'l-Hafâ. 1/442; Câmiü's-Sağir. 2/28.

[9] İbn Mâce, Nikah, 63 (1/649).

[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/453-460

[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/460-461

[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/461-462

[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/462

[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/463

[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/463

[16] Buhârî, Diyât, 6; Müslim, Kasâme. 25, 26 (3/1302).

[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/464-465

[18] Buhâri, Fezâllü's-Sahâbe, 12, 16; Müslim, Fezâilü's-Sahâbe, 93, 94 (4/1902-1903).

[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/465-466

[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/466

[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/466-467

[22] Demek ki insanın kendisini doğuran annesi gibi babasının annesi, onun da büyükanneleri, keza annesinin annesi ve büyük anneleri hep anne sayılır (ç).

[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/467

[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/467-468

[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/468

[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/468

[27] Müslim, Rıdâ, 36 (2/1080).

[28] Keşfu'l-Hafâ, 1/442; CâmiıTs-Sağir. 2/28.

[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/468-469

[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/470

[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/470

[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/470

[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/470

[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/470

[35] Buhârî, Nikâh. 20, 27; Müslim, Radâ', 1, 2 (271068).

[36] Buharı, Nikah, 20, 27; Müslim, Radâ', 1, 2 (2/1068).

[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/471

[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/471

[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/472

[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/473

[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/473

[42] Nihâye fî Garibi'I-Hadis, 2/109.

[43] Benzeri bir hadis: Tirmtzî, Nikah, 26 (3/425-426).

[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/473-475

[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/475

[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/475-476

[47] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/476

[48] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/476-477

[49] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/477

[50] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/477-478

[51] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/478

[52] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/478-479

[53] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/479

[54] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/479

[55] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/479

[56] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/480

[57] Keşfu'l-Hafâ. 2/181.

[58] Buhârî, Buyu'. 3; Tirmizi. Kıyamet. 60 (4/668).

[59] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/480-482

[60] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/482-483

[61] Ebu Davud. Talak, 25 (2/272) (Benzeri bir hadis).

[62] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/483

[63] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/483-484

[64] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/484

[65] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/484-486

[66] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/486

[67] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/486-487

[68] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/488-489

[69] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/489

[70] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/489-490

[71] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/490

[72] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/490

[73] Buhârî, Nikâh, 27; Müslim, Nikâh, 37, 39. (H/1029, H/1030).

[74] Tenzîhu's-Şeria, 1/264.

[75] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/491-493

[76] Darimî, Ferâiz, 24 (d/364).

[77] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/493-496

[78] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/496

[79] Tirmizî, Nikâh. 22 (IH/420).

[80] Ebu Dâvûd, Nikâh, 30 (il/235).

[81] Buharı, Nikâh, 14; Müslim, Nikâh, 76 (2/1041).

[82] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/496-498

[83] Müslim, Nikâh, 76 (2/1041).

[84] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/498-499

[85] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/499

[86] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/499

[87] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/499-500

[88] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/500

[89] İbn Mâce, Nikâh, 44 (1İ631); Darimî. Nikâh, 16,(2/140).

[90] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/501-502

[91] Müsned, 1/377.

[92] Müslim, Nikâh, 21 (2/1025).

[93] Müslim, Nikâh. 24-32 (2/1026-1028).

[94] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/502-504

[95] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/04-506

[96] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/507-509

[97] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/509

[98] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/509-510

[99] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/511

[100] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/511

[101] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/512

[102] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/512-513

[103] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/513

[104] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/513-514

[105] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/514-515

[106] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/ 515

[107] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/516

[108] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/516

[109] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/517

[110] Buhârî, Itk, 71.

[111] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/517

[112] Buhârî, Menâkıbû'l-Ensâr, 27; Müsned, 2/362.

[113] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/517-519

[114] Malı sonra almak üzere, parası peşin verilerek yapılan alış-veriş şeklidir (ç).

[115] İbn Mâce, Ticârat, 59 (2/765).

[116] Ebü Davûd, Nikâh. 16 (2/228); Tîrmizî, Nikâh, 21 (3/419); İbn Mâce, Nikâh, 43 (1/630).

[117] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/519

[118] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/519-520

[119] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/521

[120] Sünenu'l-Beyhdkî, 5/327

[121] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/521-522

[122] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/522

[123] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/523

[124] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/523

[125] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/523

[126] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/523-524

[127] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/524

[128] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/524

[129] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/525

[130] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/525

[131] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/525-526

[132] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/526

[133] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/526-527

[134] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/527

[135] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/527

[136] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/527-528

[137] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/529

[138] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/529

[139] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/529

[140] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/530

[141] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/530

[142] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/530

[143] Mutezililer, Cenâb-ı Allah'ın şerri irade etmekten münezzeh olduğunu söyler ve Ehl-i Sünneti bu delil ile susturup, kulun ihtiyarî fiillerini Allah Teâlâ'nın değil, kendisinin yarattığını iddia ederler. Ehl-ı Sünnet buna mukabil, onların da kabul ettiği ilm-i ilahî meselesini öne sürerler. "Siz de Cenâb-ı Hakk'ın, her şeyi bildiği gibi, dalalete düşecek birinin bu halini de ezelde bildiğini kabul ediyor, fakat bunun o şahsın dalalete düşmesinin sebebi olmadığını ifâde ediyorsunuz. Doğru amma, Cenâb-n Allah'ın ilmi taalluk ettiği gibi, iradesi de kula taalluk eder. Her iki sıfatın taalluk etmesi ayrı durumdadır.

Diğer taraftan Mu'tezile. kulun ihtiyari fiillerinin kendisi tarafından yaratıldığını ileri sürmekle beraber kulun Öyle değil de böyle yapmasının bir sebebi olması gerektiği üzerinde ister istemez dururlar. Ehl-i Sünnete göre müreccih Allah Teâlâ olup, bu Mu'tezilîler, kulun fiillerini etkileyen unsura "dâî" derler. Bu da kulun tam serbest olmadığının bir ifâdesi olup, "alemde olan her şey ancak Allah'ın iradesinin taalluk etmesiyle meydana gelebilir." O'nun dilemediği olmaz" diyen Ehl-i Sünnet'in fikrinin doğruluğu oriaya çıkar. Razî ilim ve dâî meselesiyle böylece onların fikrindeki tutarsızlığı göstermek istiyor (ç).

[144] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/531

[145] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/531-532

[146] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/532-533

[147] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/533

[148] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/533

[149] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/534

[150] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/534

[151] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/534

[152] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/534-535

[153] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/535

[154] Keşfu'l-Hafâ, 2/371.

[155] Buhârî, Büyü, 54; Müslim, Büyü, 29 (111/1159)

[156] İbn Mâce, Ticaret, 37 (2/750)

[157] Buhârî, Büyü, 43; Müslim, Büyü, 45 (111/1164).

[158] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/536-537

[159] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/537-538

[160] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/538

[161] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/538

[162] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/538-539

[163] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/539

[164] Buhârî, Edeb, 6; Nesâî, Tahrîm, 3 (VII/89).

[165] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/540

[166] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/540-541

[167] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/541

[168] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/541-542

[169] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/542-543

[170] Buhârî, Şehâdât. 10; Müsned, 5/413).

[171] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/544

[172] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/545-548

[173] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/548

[174] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/548

[175] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/548