Nisa Suresi 2.Bölüm
Üvey Anneleriyle Daha Önce Nikahlanmış Olanlar Nikahlarını Bozmazlar |
Kuranın Genel Hükmünün Haber-i Vahidle Tahsis Edilmesine İtiraz |
Şehvet ve Hırslarına Uyanlar Müslümanları Saptırmak İsterler |
'Babalarınızla
evlenmiş olan kadınlarla evlenmeyin. Ancak daha önce geçenler müstesna... Şüphe
yok ki o bir hayasızlık, (Allah'ın) hışmına (bir sebep) ve kötü bir yoldur
" (Nisa, 22).
Bu âyetle ilgili
meseleler vardır:[1]
İbn Abbas (r.a) ve
müfessirlerin ekserisi şöyle demişlerdir: "Câhiliyye devri insanları,
babalarının hanımları ile evlenirlerdi. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, bu
âyetle onları bu işten nehyetti."
[2]
Ebu Hanife (r.h)
"Bir kimsenin, babasının zina ettiği bir kadınla evlenmesi haramdır"
derken, Şafiî (r.h) ise, "haram değildir" demiştir. Ebu Hanife bu âyetle istidlal
ederek şöyle demektedir: "Çünkü Allah Teâlâ insanı, babasının nikahladığı
bir kadını nikâhlamaktan nehyetmiştir. Nikâh, cinsî münasebetten ibarettir.
Binâenaleyh bu âyet, insanı, babasının cinsî münasebette bulunduğu kadını
nikâhlamaktan nehyetmiştir. Biz, şu sebeplerden dolayı nikâhın cinsi
münasebette bulunmaktan ibaret olduğunu söyledik:
1- Cenâb-ı Hak, "Yine erkek, zevcesini (üçüncü defa
olarak) boşarsa ondan sonra kadın, kendinden başka bir kocayı nikâhlamadıkça
ona helâl olmaz" (Bakara, 230) buyurmuş, böylece bu nikâhı karıya nisbet etmiştir.
Halbuki karıya nisbet edilen nikâh akid değil cinsî münasebette bulunmaktır.
Çünkü insanın, bizzat kendi zevcesiyle evlenmesi mümkün değildir. Çünkü hâsıt-ı
tahsil imkânsızdır. Bir de, bu âyette nikâr ile kastedilen nikah akdi olsaydı,
o zaman sırf akid ile (üç talâk ile boşanan kadın ilk kocasına) helâl olması
gerekirdi. Böyle olmadığına göre, biz bu âyette nikâhlar kastedilenin, nikâh
akdi olmadığını anlamış oluruz. Böylece de bunun, "cins* münasebef'te
bulunmak olduğu açık bir biçimde ortaya çıkar. Çünkü, aralarında br fark
bulunduğunu hiç kimse söylememektedir.
2- Hak Teâlâ,
yetimleri nikâha erdikleri zamana kadar deneyin..." (nm. e
buyurmuştur. Burada "nikâh" sözünden kastedilen, nikâh akdi değif
cinsî münasebettir. Zira, "akîd" yapma ehliyeti devamlı olarak
mevcuttur.
3- Cenâb-ı Hak, "zina eden erkek, zina eden veya
müşrik olan kadından başkasını nikahlamaz.." (Nûr,3)buyurmuştur.
Binaenaleyh, eğer buradaki "nikâh" sözünden maksad nikah akdî
olsaydı, o zaman yalan söylenmiş olması gerekirdi.
4-Hz. Peygamber (s.a.s) "Elininikahlayan (eliyle
kendini tatmin eden) melundur"[3]
buyurmuştur. Hz. Peygamber'in bu hadisindeki "nikâh" sözüyle, nikâh
akdi değil, aksine cinsî münasebette bulunma, yani elle tatmin olma
kastedilmiştir.
Bütün bu
anlatılanlarla, "nikâh"ın cinsî münasebette bulunmaktan ibaret olduğu
sabit olmuş olur. O zaman da Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğunun manasının,
"Babalarınızın cinsî münasebette bulunduğu o kadınları nikahlamayın"
şeklinde olması gerekir ki, bu durumda bu ifâdeye hem nikahladığı hem de zinada
bulunduğu kadınlar dahil olmuş olur." Nikâh lâfzı, cinsî münasebette
bulunmak manasına geldiği gibi, akid yapmak manasına da gelir. Nitekim Cenâb-ı
Hak, "İçinizden bekarları evlendiriniz.." (Nûr,32), "Sizin için
helâl olan (diğer) kadınlardan nikâh edin" (Nisa,3) ve "Mü'min
kadm-ları nikahlayıp da..." Hz. Peygamberde, "Ben nikâhtan dünyaya
geldim; zinadan doğmadım" buyurmuşlardır. O halde, artık niçin nikâh
lâfzını cinsî münasebette bulunmaya hamletmek, nikâh akdi yapmaya hamletmekten
daha evlâ olur" denilebilsin?
Hanefîler, bu soruya
şu üç şekilde cevap vermişlerdir:
a) Kerhî'nin şu görüşü: "Nikâh lâfzı, "cinsî
münasebette bulunma" anlamında hakikat; "akid yapma" manasında
ise mecaz ifâde eder. Zira, Arapça'da nikâh lafzı, "eklemek, ilâve
etmekten ibarettir. Bu mâna ise akidde değil, cinsî münasebette söz konusudur.
Böylece "nikâh" lâfzı, cinsî münasebette bulunmak manasında hakikat
ifâde etmiş olur. Daha sonra akid yapmak, bu isimle, nikâh kelimesiyle
adlandırılmıştır. Çünkü nikâh akdi, cinsî münasebette bulunmanın bir sebebi
olunca, böylece müsebbebin ismi sebebe verilmiş olur. Bu tıpkı şuna benzer:
"Akîka", doğarken çocuğun başında bulunan saçlara verilen bir
isimdir. Daha sonra, bu saçlar tıraş edilirken, kesilen koyun da
"akîka" diye isimlendirilmiştir. İşte burada da böyledir." Bil
ki, Kerhî'nin görüşüne göre tek bir lâfzı, aynı mana kastedilerek, hem hakîkî
hem de mecazî manada kullanmak caiz değildir. Binaenaleyh, hiç şüphesiz Kerhî,
bu âyetten anlaşılanın "cinsi münasebette bulunma"nın hükmü olduğunu,
akdin hükmünün ise bu âyetten anlaşılmadığını; aksine başka bir yoldan ve başka
bir delilden elde edildiğini söylüyordu.
b) Bazı alimler, müşterek bir lâfzın, iki mâna hakkında
birden kullanılabileceğini söylemişlerdir. Bu görüşte olanlar şöyle
demektedirler: Zikredilen âyetler, nikâh lâfzının, hem cinsî münasebette
bulunmak, hem de nikâh akdi yapmak manasında beraberce kullanıldığına delâlet
etmektedir. Buna göre
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Babalarınızla evlenmiş olan kadınlarla evlenmeyin" buyruğu nikâh
lâfzını, ifâde ettiği her iki manaya da hamledebilmek için, hem cinsî
münasebette bulunmaktan, hem de nikâh akdi yapmaktan bir nehy olmuş olur,
c) Bu, "Müşterek lâfzın, ifâde ettiği her iki mâna
hakkında da kullanılması caiz değildir" diyenlerin görüşüdür. Onlar
sözlerini şu şekilde sürdürmüşlerdir: Zikredilen deliller ile nikâh lâfzının,
Kur'ân-ı Kerim'de bazan "cinsî münasebette bulunmak", bazan da
"nikâh akdi yapmak" manasında kullanılmış olduğu ortaya çıkar. Bu
lâfzın hem müşterek bir lâfız, hem de mecaz olduğunu söylemek ise, aslolanın
hilâfınadır. Binaenaleyh bu kelimeyi, müştereklik ve mecaz manası bertaraf
olsun diye, müştereklikle mecaz arasında ortak olan bir noktada hakikat kabul
etmek gerekir ki, işte bu nokta da eklemek, katmak, ilâve etmek manasıdır.
Durum böyle olunca, Cenâb-ı Hakk'ın, "Babalarınızla evlenmiş olan
kadınlarla evlenmeyin" buyruğu, bu iki kısım arasında müşterek olan bu
"eklemek, katmak" manasından bir neyh olmuş olur. İki kısım arasında
müşterek bir manadan nehyetmek ise, hiç şüphesiz, o iki kısmın her birinden bir
nehy olmuş olur. Zira evlendirmekten nehyetmek, hem nikâh akdinden, hem de
cinsî münasebette bulunmaktan beraberce nehyetmek olur. Bu sorunun açıklanması
hususunda söylenilmesi mümkün olanların tamamı bundan ibarettir.
[4]
Hanefîlerin bu
görüşüne şu şekillerde cevap verilebilir:
1- Biz, nikâh kelimesinin, cinsî münasebette bulunmak
anlamına geldiğini kabul etmiyoruz. Hanefilerin, bu konuda tutunmuş oldukları
bütün deliller şu şeylerle çelişmektedir:
a) Hz. Peygamber (s.a.s), "Nikâh benim
sünnetimdir"[5] buyurmuştur. Şüphe yok
ki, cinsî münasebette bulunmak, cinsî münasebette bulunmak itibariyle, O'nun
bir sünneti değildir. Aksi halde, zina yoluyia cinsî münasebette bulunmanın da
Hz. Peygamberin bir sünneti olması gerekirdi. Nikâhın bir sünnet olduğu, cinsî
münasebette bulunmanın ise bir sünnet olmadığı sabit olunca, nikâhın cinsî münasebette
bulunmaktan ibaret olmadığı sabit olmuş olur. Hz. Peyamber'in, "Evleniniz,
çoğahnız.."[6] emrine temessük etmek de
böyledir. Eğer, cinsî münasebette bulunmak "nikâh" lafzıyla
isimlendirilmiş olsaydı, bu mutlak manada cinsî münasebette bulunmak hususunda
bir müsaade olmuş olurdu. Cenâb-ı Hakk'ın, "İçinizden bekârları
evlendirin" (Nur, 32) ve "Sizin için helâl olan (diğer) kadınlardan
nikâh edin" (Nisa, 3) ifadeleriyle ihticâc etmek de böyledir.
"Deliller
arasında bir çelişki meydana geldiğinde, tercih bizimledir" denilemez.
Zira biz, cinsî münasebette bulunmanın hakîkî manada "nikâh" lafzıyla
adlandırılmış olduğunu söylemiş olsaydık, o zaman delillerimize mecazın da
girmiş olması gerekirdi. Mecaz ile tahsis etmek arasında her ne zaman bir
tearuz meydana gelirse, tahsîsi tercih ve iltizâm etmek evlâ olur.
Çünkü biz şöyle
diyoruz: "Nikâh lâfzının akid manasında kullanılabileceği görüşüne siz de
yardımcı oluyorsunuz. Zira şayet biz, "nikâh lâfzı cinsî münasebette
bulunmak manasında hakikat ifâde eder" dersek, o zaman zikretmiş olduğumuz
âyetlerde tahsisin bulunması gerekir. Yine, içinde nikâh lâfzının geçmiş olduğu
âyetlerde bu lâfzın akid manasında mecazî olarak kullanılmış olduğuna hükmetmek
gerekir. Ama, bu âyetlerdeki nikâh lafzının cinsî münasebette bulunmak manasına
geldiğini söylersek, o zaman tahsis etmiş olmamız gerekmez. Binâenaleyh, sizin
hükmünüz, hem mecazın hem de tahsisin aynı anda bulunmasını; bizim hükmümüz ise
sadece mecazı gerektirir. Bundan dolayı bizim görüşümüz daha evlâdır.
b) Nikâh lâfzının cinsî münasebette bulunmak manasında
hakikat olmadığına delâlet eden delillerden birisi de, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in, "Ben nikâhtan dünyaya geldim, zinadan doğmadım"
şeklindeki sözüdür. Böylece Hz. Peygamber, kendisinin zinadan değil de,
nikâhtan dünyaya geldiğini beyân etmiştir. Bu ise, zinanın bir nikâh
olmadığını; aksine onun sadece cinsi münasebette bulunmak olmasını gerektirir.
Bu ise, cinsî münasebette bulunmanın bir nikah olmamasını iktizâ eder.
c) Bir kimse zinadan olan çocuklar hakkında, Onlar nikâh
yoluyla meydana gelen çocuklar değillerdir" diye yemin etse, yemininde
"hânis" olmaz (yemini doğru olmuş olurdu). Eğer cinsi münasebette
bulunmak bir nikâh olmuş olsaydı, o zaman o kimsenin yemini yerinde olmuş
olmazdı. İşte bu da, cinsî münasebette bulunmanın hakikî mânada olmak üzere
"nikâh" lafzıyla isimlendirilmeyeceğine apaçık bir delildir.
2- Biz, cinsî münasebette bulunmanın "nikâh"
lafzıyla adlandırılmış olduğunu kabul ediyoruz. Ama ne var ki, nikâh akdi
yapmak da bu lâfızla adlandırılmıştır. O zaman daha niçin âyeti, sizin ileri
sürmüş olduğunuz şeylere hamletmek, bizimkilere hamletmekten daha evlâ oluyor?
Kerhî'nin zikretmiş
olduğu şeye gelince, bu son derece zayıf ve yetersizdir. Bunu iki şekilde izah
edebiliriz:
Birinci şekil: Cinsî
münasebette bulunmak, nikâh akdi yapmanın bir neticesi (müsebbebi)dir.
Müsebbebin isminin, mecazî olarak sebep yerinde kullanılması uygun ve güzel
olduğu gibi; sebebin isminin de, mecazî olarak, müsebbebe verilmesi yerinde ve
güzeldir. Nikâh lâfzının, cinsî münasebette bulunmanın bir ismi; sonra da bu
ismin, cinsî münasebette bulunmanın sebebi olduğu için, nikâh akdi yapmaya
ıtlak edilmiş olduğunun söylenmesi muhtemel olduğu gibi, aynı şekilde nikâh
lafzının, nikâh akdi yapmanın bir ismi, sonra da bu ismin, -cinsî münasebette
bulunmak nikâh akdinin bir neticesi olduğu için- cinsî münasebette bulunmaya
ıtlak edilmiş olduğunun söylenmesi de muhtemeldir. O halde daha niçin, onlardan
biri diğerinden evlâ olsun? (Böyle bir evleviyyetten bahsedilecekse), bizim
zikretmiş olduğumuz ihtimal daha evlâdır. Zira sebebin müsebbebi gerektirmesi;
müsebbebin muayyen sebebini istilzam etmesinden daha evlâdır. Çünkü bir
hakikatin meydana gelebilmesi için, birçok sebebin bulunması imkânsız değildir.
Meselâ bu, "mülk" lâfzı gibidir.. Zira bu mülkiyyet alışveriş, hibe,
vasiyyet ve veraset yoluyla meydana gelmiş olabilir. Bir mülâzemetin
bulunmasının, mecazın meydana gelebilmesinin şartı olduğu hususunda hiçbir
şüphe yoktur. Böylece "nikâh" lâfzının, nikâh akdi yapmada hakikat;
"cinsî münasebette bulunmak" manasında mecaz olduğuna hükmetmenin,
aksini söylemekten daha evlâ olduğu ortaya çıkmış olur.
İkinci şekil:
"Nikâh" lâfzı, şayet cinsî münasebette bulunmada hakikat; nikâh akdi
yapmada mecaz olsaydı, -ki usûlü fıkıhta, bir lâfzın aynı anda hem hakîki hem
de mecazî mânada kul lanı lamıyacağı hükmü yer almıştır- bu durumda âyetin,
nikâh akdi yapma hükmüne delâlet etmemesi gerekir. Bunu her ne kadar Kerhî
benimseyip ileri sürmüşse de, ancak ne var ki bu. kat'î delil ile bertaraf
edilmiştir. Bu böyledir, çünkü müfessirler, bu âyetin nüzul sebebinin,
cahiliyyedekilerin babalarının hanımlarıyla evlenmeleri olduğu hususunda icmâ
etmişlerdir. Müslümanlar da, bu âyetin nüzul sebebinin bu âyetin hükmüne dahil
olması gerektiği hususunda icmâ etmişler; daha doğrusu, bu sebeb-i nüzul dışındaki
durumların bu âyetin hükmü altına girip girmeyeceği hususunda ihtilâf
etmişlerdir. Sebeb-i nüzulün bu âyetin hükmüne dahil olmasına gelince, bu,
ümmet arasında üzerinde icmâ edilen bir husustur. Müfessirlerin tcmâıyla, bu
âyetin nüzul sebebinin, cima değil de akd-i nikâh olduğu; müslümanların
icmâıyla da mutlaka sebeb-i nüzulün murad edilmesi gerektiği sabit olunca,
böylece icmâ yoluyla, bu âyette nikâh akdinden nehyin murad edilmiş olduğu
sabit olmuş olur. Buna göre Kerhî'nin görüşü bu kat'îdelilin zıddına ve
hilâfına varid olmuş olur ki, bundan dolayı da kesin olarak bozuk olup,
merdûddur.
Onların, "Biz
nikâh lâfzını, her iki manasına da hamlederiz" şeklinde zikrettikleri
hususa gelince, biz diyoruz ki: Bu da yanlış ve temelsizdir. Biz, fıkıh
usûlünde bunun niçin yanlış olduğunu beyân etmiştik.
Üçüncü şekil: Bu
konuda zikredilmiş görüşlerin en güzeli olmakla beraber o da zayıftır. Çünkü,
cima esnasında söz konusu olan birleşme, bedenlerin birleşmesinden ve birbirine
yapışmasından ibarettir. Nikâh akdinde meydana gelen birleşme ise, böyle
değildir. Zira nikâh akdinde söz konusu olan îcâb ve kabul, kalıcı olmayan
sözlerdirler. Binâenaleyh birleşme, karşılaşma ve birbirine yapışma mânaları bu
sesler hakkında imkânsız olur. Hal böyle olunca da, cima ile akîd arasında bir
mâna ortaklığı bulunmamaktadır ki, nikâh lâfzı onda hakikat ifâde eder
denilsin. Bu bâtıl olunca geriye ancak "nikâh lâfzı, cima ile akîd
arasında müşterektir; yine nikâh lâfzı, onlardan birinde hakikat ifâde
etmektedir, diğerinde de mecaz..." denilmesi kalır ki, o zaman da söz daha
önce zikredilmiş olan iki veçhe intikâl etmiş olur. İşte bu konuda
söylenebilecek özet söz bundan ibarettir.
3- "Nikâh" kelimesinin "cima"
manasına geldiğini kabul ettik.. Müfessirler lâfzının akıllı olmayan varlıklar hakkında
hakikat ifâde ettiği hususunda icmâ ettikleri halde, siz niçin Cenâb-ı Hakk'ın ifâdesinden
muradın, "nikahlanan" olduğunu söylediniz? Şayet bundan burada murad,
"nikahlanan" (kadın) olmuş olsaydı, mecaz gerekirdi. Bu ise, aslın
hilâfınadır. Daha doğrusu Arapça konuşanlar, ism-i mevsûlünün, kendisinden sonra gelen
cümle ile birlikte, bir masdar takdirinde olduğu hususunda ittifak etmişlerdir.
Buna göre âyetin takdiri, şeklinde olur. Buna göre bu ifâdeden murad,
"Babalarınızın nikahı gibi bir nikâh yapmayınız. Çünkü atalarınızın
nikahları velisiz ve şahidsiz, muvakkat (zamanla sınırlı) ve zorlama yoluyla
idi" şeklinde bir nehiy olmuş olur. Binaenaleyh Hak Teâlâ, bu âyet ile onları
bu şekilde nikâh yapmaktan nehyetmiş oldu. Bu görüş, âyetin tefsiri sadedinde
Muhammed İbn Cerîr et-Taberî'den nakledilmiştir.
4- Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğundan muradın,
"Nikahlanan (kadın)" olduğunu kabul ettik. Buna göre kelâmın takdiri,
şeklinde olur. Fakat, "babalarınızın nikahladığı kimseler" İfâdesi,
başına "küllü" (bütün) ve "ba'zı" lâfızlarının gelmesi
sahih olması ve binâenaleyh "sizler, babalarınızın nikahladığı kimselerin
bütününü nikahlamayın" ve "Sizler, babalarınızın nikahladığı
kimselerin bir kısmını (bazısını) nikahlamayın" denilebilmesinin sahih ve
uygun olmasının da delâlet ettiği gibi, umûm ifâde etmesi bakımından sarih ve
net değildir. Şayet bu umûmî hüküm ifâde etme bakımından sarih olsaydı, bunun
başına "küllü" (bütün, hepsi) kelimesinin getirilmesi bir tekrar,
bazı (bir kısmı) kelimesinin getirilmesi de bir noksanlık olurdu. Bunun böyle
olmadığı ise malumdur. Böylece Hak Teâlâ'nın, "Babalarınızla evlenmiş olan
kadınlarla evlenmeyin" buyruğunun, umûmî bir hüküm ifâde etmediği sabit
olmuş olur. Bu umûmî bir hüküm ifâde etmeyince, tartışma mevzuumuzu da
ilgilendirmez.
"Bu, umûmî bir
hüküm ifâde etmiyor ise, onu kısımlardan birisine hamletmek, diğer kısımlara
hamletmekten daha evlâ olmaz. Çünkü o zaman bu ifâde, birşey anlaşılmayan
mücmel bir söz olmuş olur. Aslolan ise, bunun böyle olmamasıdır"
denilemez. Çünkü biz diyoruz ki: Bunun umûmî bir hüküm ifâde etmemesi halinde,
bir kısma hamledifmesinin diğer kısımlara hamledilmesinden daha evla
olmayacağını kabul etmiyoruz. Bu böyledir. Zira müfessirler, bu âyetin sebeb-i
nüzulünün, babaların hanımları ile evlenme olduğu hususunda icmâ etmişlerdir.
Bundan dolayı âyetin hükmünü, bu kısma hamletmek daha evlâ olmuştur. Bu
değerlendirmeye göre, âyetin mücmel olması ve tartışma mevzuu olan meseleyi ilgilendirmesi
gerekmez.
5- Kabul edelim ki bu nehiy, tartışma mevzuu olan
meseleyi içine alıyor. Fakat siz niçin "Bu âyet, haram oluşu ifâde
ediyor" dediniz? Nehyin kısımlarından pek çoğu haramlığı değil aksine
tenzîhi (mekruhu, sakındırmayı) ifâde etmiyor mu! O halde siz niçin,
"muhakkak ki durum böyle değildir" dediniz? Bu konuda söylenecek son
söz şudur: Bu, aslın hilâfına olan bir durumdur. Fakat bir delil, kendisine
delâlet ettiği zaman, ona başvurmak gerekir. Biz inşaaltah bu nikahın ne manaya
geldiğinin delillerini zikredeceğiz.
6- Farzet ki sizin zikrettiğiniz şeyler, bu nikahın
fesadına (bozukluğuna) delalet etsin. Fakat burada bu nikahın doğruluğuna da
delâlet eden deliller bulunmaktadır. Bunlar da birkaç tanedir:
Birinci delil: Bu
nikâh, akdolunmuştur (kıyılmıştır), binaenaleyh sahih olması gerekir. Bunun
akdolunmuş bir nikah oluşunun açıklaması, onun, Ebu Hanife (r.h)'ye göre, bu
âyetle nehyolunmuş olmasıdır. Onun mezhebine göre, birşeyden nehyetmek,
haddizatında o şeyin mün'akid (akdolunmuş, önceden geçerli) olduğuna delâlet
eder. Fâsid alış-veriş ve Kurban bayramının ifk günü tutulan oruç meselesinde,
Ebu Hanlfe'nin mezhebinin benimsediği esas görüş budur. Binâenaleyh bu iki
mukaddimenin toplamından, bu nikah'ın Ebu Hanife'nin benimsediği bu kaideye
göre, mün'akid olması gerekir. Bu durumda böyle bir nikahın mün'akid olduğunu söylemek sabit
olunca, onun sahih olduğunu da söylemek gerekmektedir. Çünkü bu iki durum
arasında bir fark olduğunu söyleyen kimse yoktur. İşte bu açıklama, bu nikâhın
sıhhati konusunda, onlara ilzam (kendi delilini onlara karşı kullanma) yoluyla
yöneltilmiş güzel bir izahtır.
İkinci delil: Hak
Teâlâ'nın, "İman etmedikçe müşrik kadınları nikahlamayınız..."
(Bakara, 221) âyetinin ifâde ettiği umûmî hüküm, müşrik kadınları nikahlamaktan
nehyetmekte ve nehyi bir gayeye (bir zamana) kadar uzatmaktadır ki bu da o
kadınların iman etmeleridir. Bir gayeye (müddete) kadar uzatılan hüküm, o gaye
tahakkuk ettiği zaman sona erer. Bu sebeple onları nikahlamayı men eden hükmün,
onlar iman edince sona ermesi gerekir. Bu yasaklama sona erince, onları
nikahlamanın caiz olacağı hükmü ortaya çıkar. İşte bu da, mutlak manada o
kadınları nikahlamanın caiz olmasını gerektirir. Şüphe yok ki bu umumîliğe,
babanın zina yoluyla cinsî münasebette bulunduğu kadınlar ile diğer kadınlar
dahildir. Bu konuda söylenecek son söz şudur:
Âyetin bu umûmî
hükmünün bazı kısımlarına bir tahsis (sınırlama) girmiş olup tahsise maruz
kalmayan sahada bu genel hüküm geçerli olmakta devam eder. Biz, aynı şekilde
nikahla ilgili şu umûmî hükümlerin hepsi ile istidlal ederiz:
"İçinizden
bekarları evlendirin" (Nur,32), ve "Sizin için helâl olan (diğer)
kadınlardan nikâh edin" (Nisa, 3) âyetleri gibi.
Aynı şekilde
"Onların dışındakiler ise size helâl kılındı' (Nisa. 24) âyetine de
tutunuruz.
Bir kimse şöyle
diyemez: "Bu âyetteki "Onların dışındakiler" ifâ-desindeki
zamir, (ism-i mevsul, yani ilgi zamiri), daha önce anılan kadınlara râcîdir.
"Babalarınızla evlenmiş olan kadınlar.." da, daha önce zikredilmiş
olanlar cümlesindendir." Bu böyledir. Çünkü zamirin, daha önce
zikredilenlerden kendisine en yakın olana râcî olması gerekir. Burada zamire en
yakın olan da "Analarınız, kızlarınız... size haram edildi" (Nisa,
23) ifadesidir. Binâenaleyh "Onların dışındakiler ise size helâl
kılındı" (nm, 24) buyruğu bununla alakalıdır ve buna "Babalarınızla
evlenmiş olan kadınlar.." dahil değildir. Biz, Hz. Peygamber (s.a.s)'in,
"Sfee, dinî hayatını beğendiğiniz kimseler gelirse, onu evlendiriniz"[7] ve "Kızlarınızı,
kütüvleri (denkleri) ile evlendiriniz"[8]
hadislerinin ifâde ettikleri umûmî hükümlere de delîl olarak tutunuyoruz.
Bütün bu umûmî
ifâdeler, tartışma konusu olan meseleyi içine alırlar.
Bil ki biz,
"Usûl-ü'l-Fıkth"ta delillerin çokluğu sebebi ile tercih yapmanın caiz
olduğunu beyân etmiştik. Durum böyle olunca diyoruz ki: Onların görüşüne uygun olarak
"nikâh kelimesinin "cima" manasında hakîkat, nikah akdi
manasında mecaz olmasının kabul edilmesi halinde, şayet âyeti "akid"
anlamına hamledersek, tek bir mecaza başvurmuş oluruz. Âyeti nikahın haramlığı
manasına hamletmemiz halinde de, bu birçok tahisi yapmış olmamız gerekir.
Böy'ece tarafımızdan yapılan tercih, bu husustaki delillerin çokluğu sebebi ile
olmuş olur.
Üçüncü delil, bu
mesele hakkındaki Hz. Peygamber (s.a.s)'in şu meşhur hadisidir. "Haram,
helâli haram kılmaz'[9] Bu
konuda (muhalifle-rimizce) söylenebilecek son söz şudur: "Bir damla içki,
bir bardak suya düşse, o zaman haram (içki) helâl olan o suyu haram kılmış
olur. Yahut evli bir kadın (kocasının nikâhı altında olmayan) öteki kadınlarla
karışıp da ayırdedilemezse, bu durumda da onların haramhğı, onu da haram hale
getirir." Ancak biz şunu diyoruz: Bazı durumlarda bu (umumî) hükme
tahsisin girmiş olması, onunla istidlal edilmesine mâni değildir.
Dördüncü delil, kıyas
yoluyla şöyle dememizdir: Nikahın caiz oluşunu gerektiren illet mevcuttur.
İcmâ'ya konu olan şey ile tartışmaya konu olan şey arasındaki fark açıktır.
Binaenaleyh nikahın caiz olduğunu söylemek gerekir. Nikahın caiz olmasını
gerektiren şey, bu kadının nikâhını üzerinde ittifak edilen şartlar bulunduğu
zaman, diğer kadınların nikahına kıyas etmektir. Diğer kadınların evlenmelerinde
faydalar varsa, bu kadının evlenmesinde de vardır. Aradaki fark ise şudur:
Şeriat, nikah sebebiyle meydana gelmiş olan bağı devam ettirmek amacı ile bu
haramlığı (yani babanın karısının oğula haram olduğuna) hükmetmiştir. Malumdur
ki zina böyle bir mahremiyet meydana getirmeye lâyık değildir.
Birinci makamın
açıklaması: Bir kimse bir kadın ile evlense, eğer o gelinin yanına kayın pederi
veya üvey oğlu, kocanın yanına da kayınvalidesi ve karısından taraf üvey kızı
girmezse bu durumda kadın, evde hapsedilmiş bir insan durumunda olur ve kan ile
koca evlilikteki birçok menfaattan istifâde edemezler. Eğer biz bu girişe izin
verir de onun haramlığına hükmetmez isek, bazan olur ki onların gözü
birbirlerine kayar da, aralarında bir meyil ve istek meydana gelebilir. Şayet
koca kayınvalidesi veya üvey kızı ile evlenirse, karısı ile annesi veya karısı
ile kızı arasında şiddetli bir nefret meydana gelir. Çünkü akrabalardan gelecek
olan eziyyet, tesir bakımından daha kuvvetli, elem ve acılar bakımından daha
şiddetlidir. Aralarında şiddetli bir nefretin hasıl olması sebebi ile de talak
ve ayrılık meydana gelir. Fakat kayınvalide ve üvey kızla evlenme yasaklanırsa,
mahremiyet hükmü verilirse, bütün arzu ve ümitler kesilir, şehvet zabt-u rabt
altına alınmış olur. Böylece de bu zararlar meydana gelmez. Binâenaleyh karı
ile koca arasındaki nikah, böylesi bozukluklardan uzak ve salim olmuş olur. Bu
anlattıklarımız ile, şeriatın bu mahremiyete hükmetmesindeki maksadın,
karı-koca arasında meydana gelen bağı sağlamlaştırmaya çalışmak olduğu ortaya
çıkar. Şeriatın bunun haramlığına hükmetmesindeki maksad, bu bağı devam
ettirmek olup, nikah sırasında meydana gelen bu münasebetin devamının matlub
olduğu da malum olunca, şeriatın, bu mahremiyetin mevcudiyetine hükmetmesinin
de münasib ve yerinde olduğu anlaşılır. Buna karşılık zina sırasında meydana
gelen alaka ve bağın devamı arzulanmaz. Bundan dolayı da şeriatin, bu durumda
böyle bir mahremiyeti kabul etmesi münasip olmamıştır.
Bu, iki durum
arasındaki farkı son derece münasip ve makbul bir şekilde gösteren bir izahtır.
Bu izah şekli, mesele hakkında İmam Muhammed İbn Hasan ile yaptığı münazara
sırasında İmam Şafiî (r.h)'nin söylediği şu sözden (mülhemdir): "Bir cima
var ki, sen onunla medholunursun. Bir cima da var ki, onun sebebi ile recm olunursun.
Bu ikisi nasıl birbirine benzeyebilir?" Biz mesele hakkında şimdilik bu
kadar sözle yetinelim.
Bil ki meseleyi böyle
derinlemesine ele almamızın sebebi şudur: Ebu Bekir er-Razî (el Cessas), bu
meseleyi eserlerinde uzun uzun sözkonusu yapmıştır. Fakat işi bu kadar
uzatması, ancak dolaşık cümleler ve bozuk açıklamalarla sözü uzatması ile
olmuştur. Sonra, iş İmam Şafiî hakkında konuşmaya gelince, edebte kusur etmiş,
haddi aşmış, düşüncesizliğe dalmış, delillerini ortaya koyamamış ve hüccetlerini
gösterememiştir. Üstelik kendi görüşünü destekleyecek hiçbir fayda ve
hasımlarına hiçbir zarar veremeyecek olan saçma sapan sözlerle dolu birçok
eserini yazdıktan sonra, kendi mezhebinde olanların ilimlerinin çok, onlara
muhalefet edenlerin ilimlerinin ise az olduğunu ileri sürmek gibi şiddetli bir
tenkid ve büyük bir böbürlenme ortaya koymuştur. Ener o ilim ehli olsaydı,
kendi gürüşunü desteklemeye çalışmak için sarfettiği sözlerden dolayı pişman
olup haline ağlar ve marifet ehlinden (bilenlerden), delilleri öğrenirdi. Her
kim bizim ve onun kitabına bakar da insaflı davranırsa, şunu anlar ki: Biz
ondan bir boncuk aldık, sonra bu boncuğu iyice netleştirip berrak hale koyarak
bir inci haline getirdik. Sonra ona usûl kaidelerine dayanan ve fıkhın kurallarına
uygun olan güzel cevaplar verdik. Biz, Allah Teâlâ'dan hüsn-ü hatime (güzel
son) ve tevfiki ile yardımının devamını niyaz ederiz.
[10]
Müfessirter, ayetteki
"Ancak daha önce geçenler müstesna.. ' istisnası hakkında birkaç izah
şekli zikretmişlerdir: 1- En güzel
izah şekli, "Hallül-Akd" kitabının müellifi es-Seyyîd'in şu izahıdır:
"Bu, mana yoluyla yapılmış bir istisnadır. Çünkü "Babalarınızla evlenmiş olan
kadınlarla evlenmeyin. Ancak daha önce geçenler müstesna..'' âyeti, tahrîm
âyetinden (Nisa, 23) 'den önce nazil olmuştur. Binâenaleyh daha önce olanlar
affolunmuştur."
2-Keşşaf sahibi şöyle demiştir: Buradaki istisna, şâirin
Onların, kılıçlarının... olmasından başka bir ayıpları yoktur" sözündeki
"kılıçlarının., olmasından başka..." kısmının istisna edilişine
benzer. Yani, "Daha önce geçenleri nikahlamanız mümkün olursa onları
nikahlayınız. Çünkü size, ondan başkası helât olmaz" demektir. Bu mana
mümkün değildir. Çünkü âyetten maksad, bu tür nikahı haram kılıp, onun
mübahlığına götürecek bütün yolları kapama hususunda bir te'kîd ve mübalağadır.
Nitekim, {bir şeyin imkansızlığını göstermek için)"Zift, beyaz oluncaya
kadar" "Deve, iğne deliğinden
geçinceye kadar.." gibi tabirler kullanılır.
3- Bu, bir istisnâ-i munkatî'dır. Çünkü maziyi muzâriden
müstesna kılmak caiz değildir. Buna göre mana şöyle olur: "Fakat daha önce
geçen yok mu, muhakkak ki Allah onu atfetmiştir."
4- Bu âyetteki kelimesi, "sonra" manasınadır. Bu Cenâb-ı Hakk'ın (Duhan, 56) âyetinde
olduğu gibidir. Bu, "Onlar âhirette, birinci ölümden sonra (başka) ölüm
tatmayacaklardır" manasındadır.
5- Âlimlerden biri şöyle demiştir: Bunun manası,
"Ancak daha önce geçenler müstesna. Çünkü siz bunu sürdürüyorsunuz"
şeklindedir. Bunlar şöyle demişlerdir: Hz. Peygamber (s.a.s), bu durumda
olanları nikahlan üzere tutmuş, daha sonra onlardan boşanmalarını emretmiştir.
Hz. Peygamber bunu, onları bu kötü adetten tedricen kurtarmak için yapmıştır.
Bunun yanlış olduğu da söylendi. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s), bu durumdaki hiç
kimseyi, câhiliyye döneminden kalmış olsa bile, babasının hanımı ile nikahlı
bırakmamıştır. Berâ (r.a)'nm rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber (s.a.s), Ebu
Bürde (r.a)'yi, babasının hanımı ile evlenmiş bir adamı öldürüp malını alması
için yollamıştı.
[11]
Cenâb-ı Hakk'ın iî| ifâdesindeki zamir neye râcidir? Bu
hususta şu iki izah yapılmıştır:
a) Bu, nehyedilmeden önceki nikâh mefhumuna râcidir. Allahu Teâlâ,
onlara haram kılmış olduğu bu şeyin, onların gönüllerinde çirkin kabul edilip,
onlarca da bu işin gazabı gerektirecek bir şey olduğunu bildirmiştir. Araplar,
bir kimsenin, babasının hanımından olan çocuğuna Js& {gazaba uğramış)
diyorlardı. Bu böyledir, zira babanın hanımı, anneye benzer. Anneleri
nikahlamak ise, Araplarca en çirkin fiillerdendir. Binâenaleyh bu nikah, böyle
olan bir şeye benzeyince, Araplarca da çirkin görülen bir husus olmuştur. İşte bu sebepten
dolayı Cenâb-ı Hak, bu nikâhın devamlı olarak çirkin ve de daima gazab sebebi
olduğunu beyân etmiştir.
b) Bu zamir, nehyedildikten sonra yapılmış olan nikâh
mefhumuna râcidir. Böylece Allahu Teâlâ bu nikâhın, İslâmî dönemde bir
hayasızlık ve Allah'ın hışmına bir sebep olduğunu beyân buyurmuştur. Hak Teâlâ,
bu işin kendi hükmünde ve ilminde böyle vasfedilmiş olduğunu beyân etmek için
de buyurmuştur.
[12]
Allah Teâlâ bu nikâh
hadisesini şu üç şeyle tavsif ederek nitelemiştir:
a) Bu, bir hayasızlıktır. Cenâb-ı Hak bu nikâhı bir
"hayasızlık" diye vasfetmiştir, zira biz babanın hanımının anne
demek olduğunu beyân etmiştik. Binâenaleyh, onunla cima yapmak en büyük
hayasızlık olmuş olur.
b) Bunun, Allah'ın hışmına bir sebep olmasıdır. Bu ise,
sahibinin irtikâb etmiş olduğu çirkin bir fiil sebebiyle meydana gelen bir
ilgisizliğe ve aldırışsızlığa mukabil yapılan bir buğzdan ibarettir. Kul
hakkındaki bu buğzun Allah'tan olması, o kulun son derece rezîl rüsvay
edildiğine, hüsrana uğratıldığına delâlet eder.
c) Hak Teâlâ'nm, "Ve, ne kötü bir yoldur!"
ifadesidir. Leys, şöyle demektedir: fiili, lâzım bir fiil olup, faili ise, gizli
zamirdir. kelimesi ise, failin bir tefsiri ve temyizi olmak üzere mansubtur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Ontetr
ne güze! arkadaştırlar!" (Nisa, 69) buyurmuştur.
Bil ki
"kubh" (çirkinlik)un mertebeleri üçtür:
1- Aklen kabîh olan,
2-
Şer'an kabîh
olan,
3- Örf cihetiyle kabîh olan..
Binâenaleyh Cenâb-ı
Hakk'ın "Şüphe yok ki o, bir hayasızlıktır" buyruğu, bu nikâh türünün
aklen kabîh, O'nun "(Allah'ın) hışmına (birsebep)" ifâdesi, bunun
şer'an kabîh ve Onun "Ne kötü bir yoldur!" buyruğu da bunun örf ve
adetçe kabîh olduğuna işarettir. Bir şey hakkında her ne zaman bütün bu
nitelikler bir araya gelirse, muhakkak ki o şey kabîhliğin son haddine varmış
demektir. Allah en iyi bilendir.
[13]
"Analarınız,
kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, birader kızları, kız kardeşin
kızları, sizi emziren (süt) analarınız, süt kız kardeşleriniz, karılarınızın
anaları, kendileriyle (zifafa) girdiğiniz karılarınızdan olup himayelerinizde
bulunan üvey kızlarınız (la evlenmeniz) size haram edildi. Eğer onlarla (üvey
kızlarınızın analarıyla) zifafa girmemişseniz, (onlarla evlenmenizde) size bir günah
yoktur. Yine, kendi sulbünüzden olan oğullarınızın kanlarıyla (evlenmeniz)
ve iki kız kardeşi birlikte almanız da (aynı şekilde haram edildi). Ancak, daha
önce geçen geçmiştir. Çünkü Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet
edendir" (Nisa, 23).
[14]
Bil ki Allahu Teâlâ
ondört sınıf kadının haram olduğunu, bu âyet-i kerimeyle beyân etmiştir:
Bunlardan yedisi neseb
cihetinden haram olup şunlardır: Anneler, kızlar, kız kardeşler, halalar,
teyzeler, erkek kardeşin kızları ve kız kardeşin kızları..
Diğer yedisi ise,
neseb cihetinden değildir. Bunlar süt anneler, süt kız kardeşler, karıların
anaları, zifafa girmiş oldukları karılarının başka kocadan olan kızları,
oğulların ve babaların hanımları -Ancak ne var ki, oğulların hanımlarının haram
oluşu burada, babaların hanımlarının haram oluşu bir önceki âyette
zikredilmiştir- ve iki kız kardeşi aynı anda nikâhı altında bulundurmak..
Âyetle ilgili birkaç mesele vardır:
[15]
Kerhî, bu âyetin
mücmel olduğu kanaatine vararak şöyle demektedir: "Bu âyette, haram kılma
işi annelere, kızlara.. nisbet edilmiştir. Hararnlığın zâtlara nisbet
edilmesisızdır. Bunun ancak fiillere nisbet
edilmesi mümkündür.Bu fiil
ise, zikredil m e m iştir. Binâenaleyh bu haramltğın anneler, kızlar.,
hakkında düşünülemeyen bazı fiillere nisbet edilmesi, bazılarına nisbet
edilmemesinden evlâ değildir. Binâenaleyh âyet işte bu bakımdan
mücmeldir."
Kerhî'nin bu görüşüne şu
iki bakımdan cevap verebiliriz:
a) Hak Teâlâ'nm "Babalarınızla evlenmiş olan
kadınlarla evlenmeyin" (Nisa.22 ifâdesinin daha önce zikredilmiş olması,
O'nun "Size analarınız... haram
kilindi (Nisa. 23) ifâdesinden kastedilenin, onların nikâhlarının haram
kılınmış olduğuna delâlet eder.
b) Bundan muradın, onları nikahlamanın haram olduğu, Hz.
Muhammed'in getirmiş olduğu dinden zarurî olarak bilinen bir husustur.
Bu hususta temel kaide
şudur: Haramlık ve helâllik, zâtlara nisbet edildiklerinde bundan örfte
onlardan matlub olan fiillerin haramtığı kastedilir. Buna göre meselâ.
"Size leş ve kan haram kılındı.." (Maide, 3) denildiğinde herkes
bundan muradın onları yemenin haram kılınmış olduğunu anlar. Yine,
"Analarına, kızlarınız., size haram kılındı" denildiğinde de, herkes
bundan murad onlarla evlenmenin haram olduğudur. (Zira örfe göre o hayvanların
etlerini yemek, kadınları ise nikahlamak fiilleri sözkonusudur.) Yine Hz.
Peygamber (s.a.s), "Müslüman bir kimsenin kanı, ancak üç sebepten biri
için helâl olur"[16]
buyurunca, herkes bundan müslüman bir kimsenin kanım akıtmanın haram olduğunu
anlar. Bu şeyler zarurî olarak bilinen birer husus olunca. bu hususta birtakım
şüpheler izhâr etmek, bedihî olan şeyleri ta'n etme yerine geçer ve böylece bu
sofistliğe benzer bir hâl olur. Bu sebeple de son derece yanlış ve bozuk bir
durum ortaya çıkar. Allah en iyi bilendir.
Evet, bana göre bu
hususta daha başka bazı yönlerden de işi ele almak gerekir
1- Hak Teâlâ'nm, buyruğu faili zikredilmeyen (meçhul)
bir fiildir. Binâenaleyh burada, bu nikâhı haram kılanın Allah olduğu hususunda
açık bir izah bulunmamaktadır. Bu belli olmayınca, âyet başka bir şey ifâde
etmez. Bu, ancak icmâ ile bilinebilir. Binâenaleyh bu âyet tek başına herhangi
bir hüküm ifâde etmeyip, bununla beraber bunun böyle olduğu hususunda icmâ
edilmiş olması gerekir.
2- Hak Teâlâ'nın "Size... haram kılındı"
buyruğu, bu haramhğın ebedi olduğu hususunda bir nass değildir. Zira, âyette
bahsedilen bu miktar haramhğın, hem ebedî haramlığa hem d.e geçici olarak
haramlığa taksim edilmesi mümkündür. Buna göre, Cenâb-ı Hak sanki bazan,
"Anneleriniz, kızlarınız... size sadece falan vakte kadar haram
kılınmıştır"; bazan da "Anneleriniz, kızlarınız., size ebedî olarak
haram kılınmıştır1' demiş olur. Âyette zikredilen miktar haramlık bu İki kısma
taksim edilmeye elverişli olunca, bu miktar bu haramlığın ebedî olduğu
hususunda bir nass olmaz. Binâenaleyh, ebedî haram kılınış, âyetin zahirinden
değil, aksine ayrı bir delilden elde edilmiş ve anlaşılmış olur.
3-Hak Teâlâ'nın, "Analarınız... size haram
edildi" buyruğu şifahî bir hitaptır. Binâenaleyh bu, orada bulunan
kimselere tahsis edilmiş olur. Böylece bu haram kılınışın herkes hakkında
olması, ancak ayrı bir delilden anlaşılabilir.
4- Cenâb-ı Hakk'ın, bu haram kılınışın, geçmiş zamanda
olduğunu haber veren bir ifâdedir. Binâenaleyh bu ifâdenin zahiri, şimdiki ve
gelecek zamanlan içine almaz. Bu da, ancak ayrı bir delil ile bilinebilir.
5- HakTeâlâ'nın, buyruğunun zahiri, Cenâb-ı Hakk'ın, herkese
bütün anne ve kızları haram kılmış olmasını gerektirir. Halbuki, bunun böyle
olmadığı malumdur. Bilâkis bundan maksad, Allah Teâlâ'nın "cem'i cem' ile
mukabele etmesi"dir. Binâenaleyh bu da, ferdin ferd ile mukabeie
edilmesini gerektirir. İşte bu da Allah Teâlâ'nın, herkese kendi annesiyle
kendi kızını haram kılmış olmasını iktizâ eder. Bu açıklamada da, âyetin
zahirinden bir nevi ayrılma söz konusudur.
6- Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğunun zahiri, bu haramlıktan
önce bir helâlliğin bulunmasını gerektirir. Çünkü, eğer bu devamlı olarak haram
diye vasfedilmiş olsaydı, o zaman Cenâb-ı Hakk'ın "haram kılındı"
ifâdesi, zâten haram olan bir şeyi haram kılmış olurdu. Böylece bu, mevcut olan
bir şeyi icâd etme olurdu ki, bu da imkânsızdır..Binâenaleyh, Hak Teâlâ'ntn
"haram kılındı" ifâdesinden maksadın, bu haramlığı yeniden haram
kılma olmadığı kesinleşmiş olur; böylece zikredilmiş olan müşkil ortaya
çıkmaz.. Bilakis bu ifâdeden maksat, bu haram kılmanın meydana geldiğini
bildirmektir. İşte bütün bu yaptığımız izahlar ite, âyetin zahirinin tek
başına, gayenin elde edilmesi hususunda yeterli olmadığı ortaya çıkmış olur.
Allah en iyisini bilendir.
[17]
Bil ki, annelerin ve
kızların haram oluşu, Hz. Adem devrinden bu zamana kadar var olan bir şeydir.
İlâhi din- (erin hiçbirinde, bunlarla evlenmenin helâl olduğu hükmü bulunmamaktadır.
Sadece, Mecusîlerin peygamberi olan Zerdüşt, bunların nikâhının helâl olduğuna
hükmetmiştir. Ancak ne var ki müslümanların ekserisi, onun yalancı olduğu
hususunda ittifak etmişlerdir. Kız kardeşlerle evlenmeye gelince; bunun Hz.
Adem zamanında mubah olduğu nakledilmiştir. Allah Teâlâ, zaruret sebebiyle bu
evliliği mubah kılmıştı.
Bazı âlimlerin bunu
kabul etmeyerek şöyle dediklerini de biliyorum: "Allah Teâlâ, Hz. Adem'in
oğulları evlensinler diye cennetten huriler gönderiyordu." Bu görüş
akıldan uzaktır. Çünkü Hz. Adem'in oğullarının hanımları ile kızlarının
kocaları cennetliklerden olursa, bu durumda bu nesil sadece Hz. Adem'in
çocuklarının nesli olmaz. Halbuki bu, icmâ ile bâtıldır.
Âlimler, bu haram
otusun sebebini şu şekilde açıklamışlardır: Cinsî münasebette bulunmak kadını
zelil kılıp, onu hakîr bur duruma düşürmektir. Çünkü insan, bunu söylemekten
bile haya öder. Bu işi ancak, hiç kimsenin bulunmadığı uygun yerlerde yapar.
Sövmenin pekçok çeşidi de ancak, bu fiili ifâde eden kelimelerin söylenmesiyle
olur. Durum böyle olunca, annelerin bundan korunması gerekir. Çünkü annenin
çocuğuna olan lütuf ve in'âmı, in'âm ve ihsan çeşitlerinin en büyüğüdür.
Binâenaleyh annenin, bu tür bir zelil kılmadan korunmuş ve mâsun olması
gerekir. Kız da, insanın bir parçası ve kısmı mesabesindedir. Nitekim Mz.
Peygamber (s.a.s), "Fatıma, benden bir parçadır"[18]
buyurmuştur. Binaenaleyh, onun da böyle bir zelîl kılmadan korunmuş olması
gerekir. Çünkü, insanın kendi kızıyla cinsî münasebette bulunması da onu zelîl,
hor-hakîr kılması yerine geçer. Geriye kalanlar hakkındaki hüküm de böyledir.
Allah en iyi bilendir. Biz şimdi konunun tafsilatına geçiyor ve şöyle diyoruz:
[19]
Haram kılınanların
birinci nev'i annelerdir. Bu hususta birkaç mesele vardır:
[20]
Vahidî (r.h) şöyle
demektedir: (anneler) kelimesi, kelimesinin çoğuludur. Bu kelime ise aslında şeklindedir. Bu şekilde müfredinde bulunan hâ
harfi düşürülmüştür. Nitekim şair: "Annem Handef, babam da
İlyas'tır" demiştir. Bu kelime bazan, hâ harfi olmaksızın şeklinde cem' edilir. Bu kelime genel olarak,
insanların dışındaki canlılar hakkında kullanılır. Nitekim (çoban) Ra'î şöyle
demiştir: ve Muharrik kabilelerinin en asil dişi develeri, o yavruların
analarıdır." (Veya, "O yavnılann anaları, Münzir ve Muharrik kabilelerinin en
asil dişi develeridir); onları dötleyen erkek develer ise, erkek ve damızlık
develerin en kuvvetli olanlarıdır."
[21]
İster kadın ister
erkek vasıtalarla, gerek baban gerek anan tarafından -bir veya daha fazla
batınla- doğurmak suretiyle nesebinin ulaştığı her kadın senin annendir.[22]
Sonra burada incelenecek bir husus bulunmaktadır ki, o da şudur: Ümm lâfzı,
muhakkak ki aslî anneyi ifâde etme bakımından hakikattir. Ama bu kelime,
nineleri ifâde etme hususunda ya hakikat olur veya mecaz olur. Eğer bu lâfız,
aslî anneler ile nineler hakkında hakikat olursa, bu durumda bu lâfız, ya ilk
vaz'olunduğu anda her ikisine mutabık olan bir lâfız olmuş olur veya müşterek
olur. Eğer bu lâfız her ikisine de uygun bir lâfız olursa, -ki ben bununla ümm
lâfzının, aslî anne ile diğer nineler arasında müşterek olan bir nokta(
mukabilinde vaz' edilmiş olduğunu kastediyorumT bu takdirde Cenâb-ı Hakk'ın,
föty fiŞ* cUJA "Analarınız., size haram kılındı" buyruğu, aslî anne
ile, bütün ninelerin haram kılınması hususunda bir nass olur. Ama, ümm lâfzı
aslî anne ile nineler hakkında müşterek olursa bu, iki şey arasında müşterek
olan lâfzın, o ikisi hakkında aynı anda kullanılıp kullanılamlyacağı meselesine
dayanır. Buna göre, bunu uygun gören kimse, burada bu lâfzı her iki manaya da
hamleder. Bu durumda da, ninelerin nikâhının haram kılınışı nassa, âyete
dayanmış olur.
Bunun caiz olmadığını
söyleyenlerin ise, bunu izah hususunda şu iki izah şekli bulunmaktadır:
a) Şüphe yok ki ümm lafzıyla burada, aslî anneler
kastedilmiştir. Binaenaleyh, aslî annelerin nikâhının haram oluşu, işte bu
vecihten, bu âyetten anlaşılmış olur. Ama ninelerin nikâhının haram oluşu ise,
bu husus bu âyetten anlaşılmayıp, aksine icmâ'dan elde edilmiştir.
b) Allah Teâlâ bu âyeti, her seferinde bir başka manayı
kastederek, iki defa irad etmiştir. Ama biz ümm lâfzının aslî anneyi ifâde
etmede hakikat, nineleri ifâde etmede ise mecaz olduğunu söylersek, bu durumda
tek bir lafzın aynı anda hem hakiki hem de mecazi manada kul lanı lam lyacağı
sabit olur. O zaman da ümm lâfzının, aslî anne ile nineleri ifâdede hakikat
olması halinde zikretmiş olduğumuz o iki izah şekli tekrar ortaya çıkar.
[23]
Şafiî (r.h) şöyle
demiştir: "Bir kimse annesiyle evlenip, onunla cinsî münasebette
bulunduğunda, bu kimseye zina cezası tatbik edilir." Ebu Hanife (r.h) ise,
"Gerekmez.." demiştir. Şafiî'nin delili şudur: "Burada bir
nikâhın bulunup bulunmaması aynıdır.Binaenaleyh, bu cinsî münasebet sırf zina
olur. Böylece de bu kimseye Hak Teâlâ'r -"Zina eden kadınla zina eden
erkekten her birine yüzer değnek vurun" iuc* z âyetinden dolayı zina
cezasının uygulanması gerekir. Biz, bu nikâhın olmasının veya olmamasının bir
farkı olmadığını söyledik. Zira Allah Teâlâ, "Analarınız., size harar
kılındı" buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın bu âyetten maksadının, anneler ile
nikâh n haram kılınmış olduğu, Hz. Muhammed (s.a.s)'in getirdiği dinden zarurî
olara< anlaşılan bir husustur. Bu sabit olunca biz deriz ki: Mevcut olan,
ancak "îcab" ve "kabul" sîgalandır. Binâenaleyh eğer bu
nikah akdi meydana gelmiş olursa, bu durumda bunun ya hakîkaten meydana gelmiş
olduğu veya şeriatın hükmüne göre meydana gelmiş olduğu söylenebilir. Birincisi
batıldır. Çünkü "îcab" ve "kabul sığaları, birer sözdürler. Söz
ise, devam etmeyen bir arazdır. Kabul ancak icabtar sonra bulunur. Halbuki
mevcut (bulunan) ile ma'dûm (olmayan) arasında bir akdir bulunması imkansızdır.
İkincisi de batıldır. Çünkü şeriat, bu âyette bu akdin kesir olarak bâtıl
olduğunu beyân etmiştir. Bu akdin, şeriata göre kesin olarak bâtıl olması ile
birlikte, daha nasıl bunun şer'ân meydana geldiğini söylemek mümkün olur? İşte
böylece bu akdin bulunup bulunmamasının farksız olduğu sabit olmuş olur. Bu
sabit olunca, diğer teferruat ve açıklamalar, geçen şekilde olur.
[24]
Haram kılınanların
ikinci nevi kızlardır. Bu hususta da iki mesele vardır:
[25]
Erkekler veya kadınlar
yoluyla, bir veya birkaç derece. doğum sebebi ile nesebi sana ulaşan her dişi senin kızındır. Oğulun kızı,
kızın kızı, hakîkî olarak mı, mecazî olarak mı onun kızı
sayılır? Bu husustaki
söz, anneler için söylediğimiz sözün aynısıdır.
[26]
Şafiî (r.h) zina
yoluyla doğan kız çocuğun, zina eden erkeğe haram olmayacağını söylerken, İmam
Ebu Hanife, bunun haram olduğunu söylemiştir. Şafiî'nin delili
şudur: Bu kız, onun kızı sayılmaz. Binâenaleyh bunun haram kılınmaması
gerekir. Biz, şu sebeplerden ötürü bu kızın, onun kızı sayılamayacağına
hükmettik:
a) Ebu Hanife, bu kızın ya hakîkî manada onun kızı
olduğunu söylemiş olması gerekir ki bu, o kızın o erkeğin menisinden
(tohumundan) meydana gelmiş olmasıdır. veyahut da şeriatın bu nesebin sabit
olduğuna hükmetmesine dayandırarak bunu söylemiş olması gerekir. Birincisi, Ebû
Hanife'nin mezhebine göre hem "tarc" cihetinden, hem de
"aks" cihetinden bâtıldır. Tard cihetinden bâtıl oluşu şöyledir; Bir
kimse, bakire bir câriye satın alıp onunla münasebette bulunup, onu evinde
tutarken, câriye bir çocuk doğursa, bu çocuğun o adamın menisinden olmuş
olacağı malumdur. Fakat Ebu Hanife der ki: "Bu çocuğun nesebi ondan sabit
olmaz, meğer ki kendisi onu ilhak edip nesebine katsın." Eğer sebep, o
çocuğun adamın menisinden meydana gelmiş olması ise, bu sebep nesebin sabit olması
hususunda o adamın "Bu, bendendir" deyip dememesine dayanmaz.
Bunun "aks"
yönünden bâtıl oluşu ise şöyledir: "Doğudan bir adam, batıdan bir kadınla
evlenseler ve bir çocuk olsa, bu durumda Ebu Hanife, o çocuğun o adamın
suyundan yaratılmış olmadığını kesin bildiği halde, çocuğun o adamın nesebinden
olduğunu kabul eder. Böylece Ebu Hanife'nin görüşüne göre, bir çocuğun bir
adamın menisinden yaratılmış olmasının, nesebin tesbitine bir sebep
kılınmasının hem "tard", hem de "aks" yönünden bâtıl olduğu
sabit olur.
Fakat biz nesebin,
ancak şeriatın hükmüne göre sabit olacağını söylersek, bu durumda bütün
müslümanlar, zinadan doğan çocuğun bir nesebi olmadığı hususunda ittifak
etmişlerdir. Eğer bu çocuk, zina eden kimseye nisbet edilir (onun nesebinden
sayılır) ise, kâdı'mn bu nisbet edişe mâni olması gerekir, Böylece o çocuğun
nesebinin, zina eden erkeğe ne hakîkî manada ne de şer'î hükme binâen nisbet
edilmesinin mümkün olmadığı sabit olmuş olur.
b)Hz. Peygamber (s.a.s)'in "Çocuk, (doğduğu) yatağa
aittir. Zina edenin ise hiçbir hakkı yoktur, (Neseb iddia edemez) "[27]
hadis-i şerifi delil getirilir. Binâenaleyh "Çocuk (doğduğu) yatağa
aittir" ifâdesi, nesebin çocuğun doğduğu yatağa hasredilmesini gerektirir.
c) Eğer o veled-i zina, onun kızı sayılsaydı miras
alırdı. Çünkü Hak Teâlâ, "Erkeğe, iki dişinin payı miktarı vardır"
(Nisa, 11) buyurmuştur. Ayrıca "icbar hakkı" doğardı. Çünkü Hz.
Peygamber (s.a.s) "Kızlarınızı denkleriyîe evlendiriniz"[28]
buyurmuştur. Yine bu adam üzerine, o kızın nafakası ve büyütülmesi vacip
olurdu. Yine o kız ile başbaşa kalabilmesi gerekirdi. Bunlardan hiç biri söz
konusu olmadığına göre biz bunun, o adamın kızı sayılmayacağını anlamış oluruz.
Bunun, o adamın kızı olmadığı sabit olunca, onun o kızla evlenmesinin helâl
olması gerekir. Çünkü onunla evlenememesi, ya onun kendi kızı sayılması,
veyahut de zinanın hurmet-i müsaharayı (evlilikten doğan haramtığt) gerektirmiş
olması sebebiyledir. Bu hasr (sınırlama), icmâ ile sabittir. Onun, o adamın
kızı sayılması, zikrettiğimiz yönlerden dolayı bâtıldır. Zina sebebiyle meydana
gelen hurmet-i musâhara da bâtıldır, nitekim bunun izahı daha önce geçmişti.
Binâenaleyh o kızın, zina eden o adama haram olmaması sabit olmuş olur. Allah
en iyi bilendir.
[29]
Haram kılınanların
üçüncü nev'i de, kız kardeşlerdir. Buna, ana-baba bir kız kardeşler, baba bir
kız kardeşler ve ana bir kız kardeşler girmektedir.
[30]
Haram kılınanların
dördüncü ve beşinci nev'ileri ise, halalar ve teyzelerdir. Vahidi (r.h) şöyle
demiştir: "Senin nesebinin, kendisine varıp dayandığı her erkeğin kız
kardeşi senin halandır. Bazan hala, anne cihetinden de olur ki bu, annenin
babasın -kız kardeşidir. Senin nesebinin doğum yoluyla kendisine vardığı her
dişinin kız kardeşi de senin teyzendir. Bazan teyze, baba cihetinden de olur ki
bu, babanın annesinin kız kardeşidir.
[31]
Haram kılınanların
altıncı ve yedinci nev'ileri, erkek kardeş ile kız kardeşin kızlarıdır
(yeğenlerdir). Erkek ve kız kardeşlerin kızları ile ilgili hüküm, insanın kendi
sulbünden gelen (öz) kızları hakkındaki hüküm gibidir.
İşte bu yedi kısım,
neseb ve rahimler bakımından, âyetle haram kılınmışlardır Müfessirler şöyle
derler: "Allah'ın, neseb ve rahim (sülb) bakımından nikahını haram kıldığı
her kadının haramlığı ebedî olup, hiçbir şekilde helâl olmaz. Nikahları hela1
olup da, sonra ârizî bir sebeple haram olan kadınlar, âyetin devamında
zikredilenlerdir[32]
Haram kılınanların
sekizinci ve dokuzuncu nevileri, Hak Teâlâ'nın "Sizi emziren (süt)
analarınız ve süt kız kardeşleriniz..." âyeti ile ifâde ettikleridir.
Bu ifâde ile ilgili
birkaç mesele vardır:
[33]
Vahidî (r.h) şöyle
demiştir: "Cenâb-ı Hak, süt analarını da. nikahları haram olduğu için
"analar" diye adlandırmıştır Nitekim O, yine aynı haramlıktan dolayı,
"(Peygamberin} hanımları da, mü'minlerin analarıdır" {Ahzab. 6)
âyetinde, ezvâc-ı tâhiratı "mü'minlerin anneleri" diye tavsif
etmiştir."
[34]
Allah Teâlâ, bu âyette
süt analarının ve süt kız kardeşlerinin nikah lan masının haram olduğunu açıkça belirtmiştir.
Fakat bu haramlık sırf bunlara has değildir. Zira Hz. Peygamber (s.a.s), "Neseb bakımından haram olanlar, süt cihetinden
de haram olurlar"[35]
buyurmuştur. Biz bu âyetlerin delaletiyle durumun böyle olduğunu biliyoruz. Bu
böyledir, çünkü Cenâb-ı Hak emzireni anne, emeni de kız kardeş diye
adlandırmıştır. Böylece Cenâb-ı Hak bununla, kendisinin süt emmeyi de
"neseb" yerine koyduğuna dikkat çekmiştir. Bu böyledir, çünkü Cenâb-ı
Hak, neseb sebebiyle yedi kimsenin nikahlanmasın! haram kılmıştır. Bunlardan ikisi,
doğum sebebiyle haram kılınanlardır ki anneler ile kızlardır. Bunlardan beşi de
kardeşlik münasebetiyle haram kılınanlardır ki kız kardeşler, halalar,
teyzeler, erkek kardeşin kızları ve kız kardeşin kızlarıdır.
Sonra Cenâb-ı Hak, süt
emzirmenin durumunu izaha başlayınca, geri kalanlara dikkat çekmek için, bu iki
kısımdan tek bir şekil zikretmiştir. Böylece, doğum sebebiyle meydana gelen
akrabalıktan anneleri (süt anneleri); kardeşlik yoluyla meydana gelen akrabalık
kısmından da kardeşleri (süt kız kardeşleri) zikretmiş oldu. Böylece de O, şu
İki kısımdan iki misali zikrederek, süt emmenin durumunun "neseb"deki
durum gibi olduğuna tenbihte bulunmuştur. Daha sonra Hz. Peygamber (s.a.s),
Cenâb-ı Hakk'ın bu beyânını, "Neseb bakımından haram olanlar, süt cihetinden
de haram olurlar"[36]
sözüyle te'kîd etmiştir. İşte böylece hadisin sarîh ifâdesinin, âyetin
mefhumuna mutabık ve uygun olduğu anlaşılır ki, bu da çok ince bir açıklamadır.
[37]
"İnsanın süt
anası, onu emziren kadındır. Aynı şekilde bu süt emzirene, ister neseb
cihetinden olsun, ister süt emme cihetinden olsun, "anne" olarak nisbet
edilen her kadın da yine o insanın süt anası sayılır." Babanın
durumu da anne gibidir. Sen, annenin ve babanın durumunu anladığın zaman, aynı
yolla kızla ilgili durumu da anlarsın.
Süt kız kardeşlere
gelince, bunlar üç çeşittir: Birincisi, ana-baba bir süt kız kardeşindir. Bu,
senin babanın nikahında iken, ister seninle birlikte, isterse senden önce veya
sonraki kardeşinle emzirmiş olsun, annenin emzirmiş olduğu yabancı küçük
çocuktur. İkincisi, baba bir süt kızkardeşindir. Bu da, senin babanın nikahında
iken, babanın (annen olmayan) hanımının emzirmiş olduğu kız kardeştir.
Üçüncüsü, ana bir kız kardeşindir. Bu ise, başka bir adamın nikahında iken,
annenin emzirmiş olduğu kız kardeştir. Bunu iyice kavradığında, süt teyzelerini,
süt halalarını, süt kızkardeşinin kızlarını ve süt kardeşlerinin kızlarını
tanıman kolaylaşır.
[38]
Şafiî (r.h) şöyle
demektedir: "Süt (Redâ'a) sebebi ile nikahin haramlığı, emmenin beş defa
olması şadına bağlıdır.
Ebu Hanife (r.h) ise,
bu haramlığın meydana gelmesi için tek bir emmenin yeterli olduğunu söylemiştir. Bu
mesele, Bakara sûresinde (233. âyette) geçmişti.
Ebu Bekr er-Râzî
el-Cessâs, bu âyeti delil getirerek şöyle demektedir: "Allah Teâlâ, süt
anneliği ve süt kızkardeşliğini, emme (redâ'a) işine bağlamıştır. Bu fiil
meydana geldiğinde, süt ite ilgili hükmün terettüb etmesi gerekir."
Cessâs, daha sonra, Hak Teâlâ'nın "Sizi emziren (süt) analarınız.,
"buyruğu, "sizeveren vesizi giydiren, analarınız" sözü gibidir.
İşte bu, süt annelik ve süt kızkardeşlik sıfatının, süt emme fiilinden önce
olmasını gerektirir. Aksine Cenâb-ı Hak, şayet "sizi emziren kadınlar sizin
annelerinizdir" buyurmuş olsaydı senin maksadın hasıl olmuş olurdu?"
diyerek kendi kendine sorar ve yine kendisi şöyle cevap verir: "Redâ'a
(süt emzirme), o kadına "annelik" ismini kazandıran şeydir.
Binaenaleyh bu isim, süt emmenin bulunmasına dayanınca, hüküm de ona dayanır.
"Sizi giydiren, analarıntzdır" sözü ise böyle değildir. Çünkü
"annelik" ismi, giydirme ile elde edilemez." Cessâs sözüne
devamla, "Âyetten bunun anlaşıldığına, rivayet edilen şu husus da delâlet
eder: "Bir adam İbn Ömer (r.a)'e gelerek, İbn Zübeyr bir defa ve iki defa
emmenin bir mahzuru olmadığını söyledi", der. Bunun üzerine İbn Ömer
(r.a), "Allah'ın hükmü, İbn Zübeyr'ın hükmünden daha hayırlıdır. Çünkü
Allah, "Süt kız kardeşleriniz.." buyurmuştur" demiştir. İbn
Ömer, "âyetin zahirinden az bir emme ile de bu haramlığın meydana
geleceğini anlamıştır" demiştir. Bil ki bu cevap son derece bozuktur.
Onun, "Annelik
ismi, süt emme (emzirme)'den dolayı meydana gelmiştir" görüşüne gelince,
biz deriz ki: Münakaşa konusu zaten budur. Çünkü bana göre. süt annesi olma
işi, ancak beş kere emme ile gerçekleşir. Sana göre ise bu, sırf emme ile olur.
Sen, bu kaideni isbat için bu âyete futundun. Sen bu âyeti, o kaidene delil
olarak getirdiğinde, delili medlul (delâlet ettiği şeyle) isbat etmiş olursun
ki bu devr-i fasittir ve geçersizdir. İbn Ömer'in, sırf bir emme ile süt
haramlığının meydana geleceğini âyetten anlamış olması, İbn Zübeyr'in anladığı
mana ile çelişir. Halbuki bunların ikisi de fakîh sahabelerden ve Arapçayı iyi
bilenlerdendir. O halde daha nasıl, onlardan birisinin anlayışı delil kabul
ediliyor, diğerininki ise hasmının görüşüne delil kabul edilmiyor. Kalbleri kör
eden şu taassub olmasaydı, bu cevabın zayıflığı kapalı kalmazdı. Sonra Cessâs,
mezhebini isbat için, hadislere ve kıyasa da tutunmuştur. Ahkamu'l-Kur'ân
(Kur'ân'ın Hükümleri) konusunda konuşan kimselerin, ancak âyetten çıkardığı
şeyleri zikretmesi gerekir. Bunun dışındaki delillerin yeri ise ancak fıkıh
kitaplarıdır.
[39]
Haram kılınanların
onuncu nev'î, “Karılarınızın anaları... 'âyeti ile ifâde edilenlerdir. Bu
âyetle ilgili iki mesele vardır:
[40]
Bu ifâdeye,
benzerini neseb anneliği
hususunda zikrettiğimiz gibi, hanımların öz anneleri ile birlikte,
annesi ve babası cihetinden olan bütün büyük anneleri (nineleri) de girer.
[41]
Sahabe ve Tabiînden
ekserisinin görüşü şudur: "Bir kadıla evlenen bir kimseye, evlendiği
kadınla ister zifafa girsin ister girmesin, o kadının annesi haram otur."
Sahabeden bir topluluk da şunu belirtmiştir: Üvey kızın annesi, üvey kız ile
cinsî münasebette bulunulduğunda o kimseye nasıl haram oluyorsa, kızıyla cinsî
münasebette bulunulduğunda o kızın annesi de o kimseye haram otur. Bu Hz. Ali,
Zeyd, İbn Ömer, İbnu'z-Zübeyr ve Cablr'in görüşü olup, İbn Abbas'tan rivayet
edilen görüşlerin de en açık ve belirgin olanıdır. Bunla/ın delilleri şudur:
Allah Teâlâ önce iki hüküm zikretmiştir ki bu, O'nun "kankınnızm anaları
ve himayelerinizde bulunan üvey kızlarınız.. " ifâdeleridir. Daha sonra
bir şart ileri sürmüştür ki, o da O'nun, "Kendileriyle (zifafa)girdiğiniz
karınızdan olup.." ifadesidir. Binaenaleyh bu şartın her iki hükümde de
muteber bir şart olması gerekir.
Birincilerin delili
ise şudur: Cenâb-ı Hakk'ın, "Kanlarınızın anaları" sözü, başlı başına
müstakil bir cümledir. Bu şartın onunla ilgili olduğuna bir delil yoktur.
Binâenaleyh bu hükmün, umumîliği üzerine bırakılması gerekir.
Biz, şu sebeplerden
dolayı bu şartın onunla ilgili olmadığını söyledik:
a) Şartın, mutlaka kendinden önce geçen bir şeye talîk
edilmesi, bağlanması gerekir. Binâenaleyh bu şartı iki cümlenin birisine
bağlayıp talîk ettik mi, onu diğer cümleye de talîk etmeye gerek kalmaz.
Binâenaleyh, o şartı diğer cümleye talîk etmek, delil bulunmaksızın zahiri
terketmek olur ki, bu caiz değildir.
b) Bu cümlenin umumîliği malumdur, Şartın onunla ilgili
olması ise, ihtimâl dahilindedir. Zira, şartın sadece son cümleye tahsis
edilmiş olması caiz olduğu gibi, aynı şekilde her iki cümleye birden ait olması
da caizdir. Bu şartın iki cümleye birden ait olduğuna hükmetmek şüpheli bir
tahsis ediciden dolayı, umumî olan bir ifâdenin zahirini terketmek olur ki, bu
da caiz değildir.
c) Bu şartın ilk cümleye ait olması halinde, ya o
cümleye hasredilmiş olur veyahut da hem ona, hem de ikinci cümleye talîk edilmiş olur.
Birinci ihtimal geçersizdir, çünkü bu takdirde mutlak olarak üvey kızların
haram olduğuna hükmetmek gerekir ki, bu ise icmâ ile bâtıldır. İkinci ihtimal
de geçersizdir, çünkü bu takdirde de âyetin nazmı. "Hanımlarınızın, yan!
kendileriyle zifafa girdiğiniz kadınlarınızın anneleri..." şeklinde olur.
Bu durumda sözündeki harf-i cerriyle
beyâniyye manası murad edilmiştir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak,
"Ve, kendileriyle (zifafa) girdiğiniz kanlarınızdan olup da
himayelerinizde bulunan üvey kızlarınız.." buyurmuş olur ki, bu durumda
buradaki harf-i cem, "ibtidâ-ı gaye" için olmuş olur. Bu tıpkı,
"Hz. Peygamber'in kızları. Hatice'dendir" denilmesi gibi olur. İşte
bu durumda da müşterek bir İâfzı her iki manasında kullanmak gerekir ki, bu da
caiz değildir. Buna şu şekilde cevap vermek mümkündür: "Âyetteki edatı,
ittisal (birleşme) ifâde eder. Bu Cenâb-ı Hakk'ın, tıpkı "Münafik erkekler
de, münafık kadınlar da birbirinin parçasıdırlar" (re,67) buyruğu gibidir.
Hz. Peygamber (s.a.s) de, "Benim oyun ve eğlence ile hiçbir ilgim yoktur.
Oyun ve eğlencenin de benimle hiçbir ilgisi yoktur"[42]
buyurmuştur. Mutlak mânada ittisal ise, hem kadınlarda, hem de üvey kızlarda
bulunmaktadır.
d) Amr İbn Şuayb'ın, babasından, onun da dedesinden,
dedesinin de Hz. Peygamber'den rivayet ettiğine Hz. Peygamber şöyle
buyurmuştur:
'Bir adam bir kadınla
evlendiğinde, o adamın, evlendiği karttım annesini, kızıyla zifafa girsin ya da
girmesin, nikahlaması helâl olmaz. Ama bir adam bir kadının annesiyle evlenir
de, onunla zifafa girmeden onu boşarsa, bu adam tsterse kadının kızıyla evlenebilir.[43] Muhammed
İbn Cerîr et-Taberî, bu hadisin sıhhatine ta'n etmiştir. Abdullah İbn Mesüd
Kûfe'de iken, kendisine dokunmadan önce kızını boşadığı zaman bu kimsenin, o
kızın annesiyle evlenebileceğine dair fetva veriyordu. Derken, Medine'ye gitti
ve Medine'deki ulemânın, kendisinin vermiş olduğu fetvanın aksi olan bir fetva
üzerinde ittifak etmiş olduklarını gördü. Küfeye dönünce, evine girmeden, daha
önce hakkında fetva vermiş olduğu adama gitti, kapısını çalarak ona, o kadını
boşamasını söyledi.
Katâde, Said
İbnul-Müseyyeb'ten Zeyd İbn Sabitin şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Bir adam, cinsî temastan Önce hanımını boşar ve onun annesiyle evlenmek
isterse, bu durumda bakılır: Eğer o adam hanımını cinsî temastan önce
boşamışsa, o kadının annesiyle evlenir. Eğer o kadın ölmüşse, annesiyle
evlenemez. Bil ki Zeyd ibn Sabit, haram olma hususunda ölümle boşama arasında
fark görmüştür. Çünkü duhûlden önce boşamaya, duhûle dair şer'î hükümlerden
hiçbiri taalluk etmez. Baksana, böylesi kadına iddet bile gerekmez. Ölüm ise,
iddetin vacip olması meselesinde duhûl hükmünde olunca, hiç şüphesiz Cenâb-ı
Hak bu ölümü, haram kılmanın bir sebebi kabul etmiştir.
[44]
Haram kılınanların
onbirinci nevisi, Cenâb-ı Hakk'ın şu ifadesidir: "Kendileriyle (zifafa)
girdiğiniz karılarınızdan olup himayelerinizde bulunan üvey kızlannız(la
evlenmeniz) size haram edildi. Eğer onlarla (üvey kızlarınızın analanyla)
zifafa girmemişseniz, (onlarla evlenmenizde) size bir günah yoktur" (Nisa, 23).
Bu ifâde hakkında
birkaç mesele vardır:
[45]
kelimesi, kelimesinin
çoğuludur. Bu kelime ise, bir kimsenin hanımının başkasından olan kızı
anlamına gelip, kelime manası "terbiye edilmiş" demektir. Çünkü bu kızı
terbiye eden o adamdtr. Meselâ, "Falancayı terbiye ettim-onu terbiye
ediyorum" tabiri ile tabiri aynı manadadır,' kelimesi de, (himaye,
koruma) kelimesinin çoğuludur. Bu kelime iki şekilde kullanılmaktadır: İbnus-Sikkît
bu kelimenin, fetha ve kesre ile olmak üzere, ve "Bir kimsenin
himâyesi" şeklinde kullanıldığını söylemektedir. Buna göre Cenâb-ı
Hakk'ın, tabirinden maksat, "Sizin terbiye ve himayenizde olan"
demektir. Birisi bir kimsenin terbiye ve himayesinde olduğu zaman,
"Falanca, falancanın terbiye ve himâyesindedir" denilir. Burada söz
konusu olan istiarenin sebebi şudur: Bir çocuğu terbiye eden kimse, onu
kucağına oturtur. Böylece bu kucağına oturma işi, bir bakıma onu terbiye etmeden
ibaret olmuş olur. Nitekim Arapça'da, "Falanca, falancanın terbiye ve
himâ-yesindendir" denilmektedir. Buradaki kelimesinin aslı, "bağır, yan"
anlamına gelmiş olan kelimesine dayanmaktadır. Ebu Ubeyde, tabirinin anlamının,
"evlerinizde.." şeklinde olduğunu söylemiştir.
[46]
Malik İbn Evs İbn
el-Hidsân, Hz. Ali (r.a)'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Üvey kız kocanın
himayesinde olmaz, başka bir beldede bulunur, sonra bu koca da, annesiyle cinsî temasta
bulunduktan sonra ayrıhrsa. o adamın o üvey kızla evlenmesi caiz olur."
Hz. Ali (r.a)'nin bu görüşüne şu şekilde delil getirdiği nakledilmiştir:
"Cenâb-ı Hak, "Himayelerinizde bulunan üvey kızlarınız..."
buyurmuş, o kızın onun "rabîbe" (üvey kızı) olmasını, onun
himayesinde olması şartına bağlamıştır. Binâenaleyh, mevzûbahs bu kız onun
himaye ve terbiyesinde olmadığına göre, şart tahakkuk etmemiştir. Bu sebeple haramlılığın
söz konusu olmaması gerekir." Bu, güzel bir istidlal şeklidir.
Diğer âlimlere
gelince, onlar da şöyle demektedirler: "Bir kimse bir kadınla cinsî
münasebette bulunduğu zaman, ister o erkeğin himayesinde olsun isterse olmasın,
o kadının kızı o erkeğe haram olur. Bunun delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın
"Eğer onlarla (üvey kızların analanyla) zifafa girmemişseniz, (onlarla
evlenmenizde) size bir günah yoktur" buyruğudur. O, bu ifâdede, günahın
olmamasını, sadece duhûlün bulunmaması şartına bağlamıştır. Bu da, günahın
olabilmesini gerektiren şeyin, sadece duhûl olduğu sonucunu verir.
Birinci görüşün
deliline şöyle cevap verilir: "Genel ve daha gâlıb olan durum şudur: Bir
adamın hanımının, başka kocadan olan kızı, genellikle o adamtn himayesinde
olur. İşte âyetteki ifâde de, bu şekilde umûmî bir mana ifâde etmektedir.
Yoksa, âyetteki "himayelerinizde bulunan" kaydı, bu haramlığın
meydana gelebilmesinin şartı değildir.
[47]
Ebu Bekr
er-Razî el-Cessâs, zinanın
"hurmet-i müsâhere"yi
gerektirdiğini isbât etmek için, Cenâb-ı Hakk'ın "Kendileriyle (zifafa)
girdiğiniz karınızdan olup himayelerinizde bulunan üvey kızlarınız..."
buyruğuyla istidlalde bulunarak şöyle demektedir: "Duhûl bihâ, -"O
kadınla cinsî münasebette bulunmak"- mutlak anlamda cimâ'ya verilen bir
addır. Bu cinsî münasebette bulunmanın nikâh yoluyla ya da zina vasıtasıyla
olması farketmez. Böylece bu, annesi ile yapılan zinanın, bu zinayı yapana
kızının nikahının haram olmasını gerektirdiğine delâlet etmiş olur.
Bu istidlal son derece
zayıftır. Zira bu âyet, şu iki delilden ötürü, nikahlı olan hanımlar
hakkındadır:
1- Bu âyet, sadece adamın kendisiyle henüz cinsî temasta
bulunmadığı hanımı hakkındadır. Halbuki onun zina ettiği kadın böyle değildir.
Binaenaleyh, adamın zina ettiği kadının, âyetin hükmüne girmesi imkânsızdır.
Birinci cümlemizi şu iki şekilde izah edebiliriz:
a) Hak Teâtâ'nın "Kendileriyle (zifafa) girdiğiniz
kanlarınızdan..." buyruğu, onun adamın hanımlarından sayılmasının, kendisi
ile cinsî münasebette bulunmasından önce olmasını gerektirir.
b) Allah Teâlâ, onların hanımlarını, "kendileri ile
zifafa girilmiş" ve "girilmemiş" diye ikiye ayırmıştır. Bunun
delili, "Eğer onlarla zifafa girmemişseniz" âyetidir. Onların
hanımları, bu iki kısma taksim edilince, kadının onun hanımlarından biri
olmasının, onunla cinsî temasta bulunması ile alakalı olmadığını anlarız. Zina
edilen kadının böyle olmamasının izahı ise şöyledir: İster kendisi ile zifafa
girilmiş ister girilmemiş olsun kadın, nikah sebebi ile o adamın hanımlarından
olmuş olur. Zinada ise, kendisi ile cinsî temasta bulunmadan önce o kadıntn, o
erkeğin hanımlarından (kadınlarından) olmasını gerektiren herhangi birşey
mevcut değildir. Binaenaleyh adamın zina ettiği kadının, âyetin hükmüne dâhil
olmadığı ortaya çıkmaktadır.
2- Bir insan, "Falancanın kadınlarına..." diye
vasiyyette bulunsa, o falancanın zina ettiği kadın, vasiyyete dâhil olmaz. Yine
birisi, "Falancanın kadınları üzerine..." diye yemin etse, bu zâniye
kadın sebebi ile ne yeminini sürdürmüş ne de yeminini bozmuş olur. Böylece bu
istidlalin zaytf olduğu ortaya çıkmış olur.
[48]
Haram
kılınanlarınonikinci nev'i, HakTeâlâ'nın, "Yine kendi sulbünüzden olan
oğullarınızın kanlarıyla..." âyeti ile ifâde ettiği kimselerdir. Bu
hususta birkaç mesele vardır:
[49]
Şafiî (r.h), bir
kimsenin oğlunun câriyesiyle evlenmesinin caiz olmayacağını söylerken, Ebu
Hanife (r.h) bunun caiz olduğunu belirtmiştir. Şafiî bu hususta şöyle istidlal eder:
"Oğulun cariyesi karısı sayılır. Oğulun karısı ise babaya haramdır."
Birinci mukaddimeyi, "halîle" kelimesinin manasını izah ederek ortaya
koyuyor ve şöyle diyoruz: "Halîle", fa'île veznindedir. Bu sebeple
kelime ya ism-i fail ya da ism-i mef'ul manasındadır. Mef'ul manasına oluşunun
şu iki izahı yapılır:
a) Bu kelime, "mubah" manasına lâfzından
alınmıştır. Buna göre "harfle", helal kılınmış, mubah manasınadır.
Cariyenin böyle olduğunda şüphe yoktur. Binâenaleyh cariyenin, oğulun nafilesi
sayılması gerekir.
b)
Bu kelime,
"hulul" lâfzından alınmıştır. Buna göre "halîfe", bir şeyin
hulul etme (girme) mahalli manasına gelir. Şüphe yok ki câriye de, sahibinin
kendisine hulul ettiği yerdir. Binâenaleyh câriye, o oğulun halîlesi olmuş
olur.
Bu kelimeyi ism-i fail
manasına aldığımızda da şu iki izah yapılabilir:
a)
Her birinin
diğerine aşırı ilgisinden dolayı, sanki bunlar (karı ile koca) bir elbiseye,
bir çarşafa ve bir yere hulul etmişlerdir. Şüphe yok ki, câriye de böyledir.
b) Karı ile kocadan herbiri, aralarındaki muhabbet ve
ülfetin şiddetinden ötürü, adetâ diğerinin kalbine ve ruhuna hulul
etmiş(girmiş)lerdir. Böylece bu zikrettiklerimizin tamamı ile, oğulun cariyesinin,
onun nafilelerinden sayılması ortaya çıkar. İkinci mukaddimeye gelince bu
da, oğulun hanımının,
"Kendi sulbünüzden olan
oğullarınızın kanlan..." âyetinden dolayı, babaya haram olmasıdır.
"Dilciler, "Bir kimsenin "halîlesi", onun hanımıdır"
diyorlar" denilemez. Çünkü biz diyoruz ki, şu
beyân ettik. Sizin
naklettiğiniz söze iltifat olunmaz. Hem nasıl iltifat olunsun ki bu olumsuz bir
şehâdettir. Zira biz, "nafile" lâfzının, adamın hanımını içine
aldığını kabul ediyoruz. Fakat bunu, hem zevceyi hem de cariyeyi içine a\an bir
\âta kabvrt ediyoruz. Buna göre, "Bu ifâde cariyeye şamil değildir"
diyenlerin görüşü, menfiliğe bir şehâdettir ki buna iltifat olunmaz.
[50]
Hak Teâlâ'nın "Kendi sulbünüzden olan" ifâdesi,
evlat edinmeyi dışta bırakmak için getirilmiştir. İslâm'ın ilk yıllarında,
evlatlık, oğul mesabesinde idi. Bir kimseye, kendi sulbünden
olmadığı müddetçe, evlatlığının hanımı haram olmaz. Zira Hz. Peygamber (s.a.s)
Zeyneb binti Cahş el-Esedî'yi nikahlamıştır. Bu da, Abudulmuttalib'in
kızı Ümeyye'nin kızıdır. Zeyneb, Hz. Peygamber (s.a.s)'in halasının kızı idi.
Hz. Peygamber (s.a.s), Zeyneb'i Zeyd İbn Harise (r.a)'nin karısı olup onun onu
boşamasından sonra nikahlayınca, müşrikler, "O, oğlunun karısı ile
evlendi" demişlerdir. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak,
"Evlatlıklarınızı da (öz) ogullannız (gibi) tanımadı" (Ahzab. a)
âyetini indirdi ve "Tâkf oğulluklarının kendilerinden ilişkilerini
kestikleri zevcelerini (atmada), mü'minier üzerine günah olmasın" (Ahzab,
37) buyurdu.
[51]
Hak Teâlâ'nın, "Kendi sulbünüzden olan oğllanmzın kanlan..."
ifâdesinin zahiri, süt oğullarının hanımlarını içine almaz. Fakat
Cenâb-ı Hak, haram kılınanların sayıldığı âyetlerin sonunda, "Onların
dışındakiler size helâl kılındı" (Nisa, 24) buyurunca, bu iki ifâdenin
zahirinden, süt oğullarının hanımları ile evlenmenin helâl olduğu çıkar. Fakat
Hz. Peygamber (s.a.s), "Neseb yönünden haram olanlar, süt emme (rada'a)
yoluyla da haram olurlar" buyurmuştur. Binaenaleyh bu hadis, süt oğulların
hanımları ile de evlenmenin haram olduğunu ifâde etmektedir. Zira,
"Onların dışındakiler size helâl kılındı" (Nisa, 24>âyeti hem süt
emme, hem de emmeme halini içine alır. Bundan dolayı, Hz. Peygamber (s.a.s)'in
"Neseb yönünden haram olanlar, süt emme (r&da'a) yoluyla da haram
olurlar" ifâdesi, âyetten daha husûsî bir ifadedir. Böylece âlimler,
âyetin umûmî manasını haber-t vâhid ile tahsis etmiş (sınırlandırmış)lardır.
Allah en iyi bilendir.
[52]
Âlimler, babanın
hanımı ile evlenmenin haramlığı sırf nikah akdi ile olduğu gibi, oğulun hanımı
ile evlenmenin de sırf nikah akdi ile olacağı hususunda ittifak etmişlerdir.
Bu böyledir,
zira âyetin umûmî ifâdesi, ister kendileriyle zifafa girilmiş olsun, ister
olmasın, oğulun hanımlarını içine alır. Fakat "İbni Abbas'a, "Kendi
sulbünüzden olan oğullarınızın hanımları.." âyeti hakkında "Allah
Teâlâ, bu hükmün, oğulun, kendisi ile cinsî münasebette bulunduğu hanımlarına
has olup olmadığını beyân buyurmamıştır" diye sorulduğunda, o şöyle
demiştir: Allah'ın müphem bıraktığı şeyi siz de müphem bırakın" şeklindeki
rivayete gelince, İbn Abbas m söylediği müphemlikten maksadı, âyetin mücmel ve
müteşabih olması değildir. Aksine bu müphemlikten maksadı, ebediyyen haram
oluşu göstermesidir. Görmüyor musun ki İbn Abbas, neseb cihetinden haram olan
yedi kısım kadın hakkında da, "Onlar da müphemlerdendir. Yani,
"nikahları ebediyyen haram olan kadınlardandır" demiştir. İşte burada
da böyledir. Allah en iyi bilendir.
[53]
Âlimler, bu âyetin,
torunun hanımının da dedeye haram olmasını gerektirdiği hususunda ittifak etmişlerdir.
Bu da, toruna "O, dedenin sulbündendir" deneceğine delâlet eder. Bunda
da, torunun doğum yoluyla dedeye nisbet edilmiş olduğuna bir delâlet vardır.
[54]
Haram kılınanlardan
onüçüncü nev'i, Hak Teâlâ'nın, "Ve
iki kız kardeşi birlikte almanız da (aynı şekilde haram edildi). Ancak daha
önce geçen geçmiştir. Çünkü Aüah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir"
âyeti ile ifâde ettiğidir. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır:
[55]
Âyetteki, "İki
kız kardeşi birlikte almanız' cümlesi ref' mahallindedir. Çünkü âyetin takdiri,
"Size analarınız, kızlarınız... ve
iki kız kardeşi birlikte almanız haram kılındı" şeklindedir.
İki kız kardeşi
birlikte almak, şu üç şekilde olabilir:
a) Her ikisini birden nikahlamak.
b) Cariye olarak, her ikisine birden sahip olmak.
c) Birisine nikahlı olarak, diğerine cariye olarak sahip
olmak.
[56]
İki kız kardeşi aynı
anda nikahlı olarak almak ise şu iki şekilde olabilir:
1- İkisine aynı anda nikah kıymak. Bu durumda hüküm şöyle
olabilir: Ya cem' (ikisini birlikte) tutma, veya ta'yin (birini belirleme),
yahut muhayyerlik (birini seçmece serbest olma), yahut da bu nikahlan iptal...
Cem' bu âyetin hükmüne göre bâtıld -Âlimler de böyle demişlerdir. Fakat bu, Ebu
Hanife'nin prensibine göre bir müşkül arzeder. Çünkü hürmet (haram oluş), Ebu
Hanife'nin görüşüne göre nikahın iptalim gerektirmez. Baksana, Ebu Hanife'ye
göre, üç talakı bir defada vermek haramdr. Fakat yapılırsa geçerlidir. Bir
dirhemi, iki dirheme satmayı nehyetmek, böyle bi alışverişin geçerli olmasına
manî değildir. Bütün fâsid alışverişlerde hüküm aynıdır. Böylece nehy
(yasaklama ve haram kılma) sebebi ile, bir şeyin fesadına istidlal etmenin, Ebu
Hanife'ye göre doğru olmayacağı sabit olur.
İmdi şayet Hanefiler,
"Aynı şey sizin için de söylenebilir. Zira hayız esnasında* boşama ve cima
yapılabilen temizlik esnasında boşama yasak kılınmıştır. Fakat boy e bir boşama
olursa geçerli olur" derlerse, deriz ki: Bu iki misal arasında, çok ince
bir fark vardır. Biz onu, "Hilafiyyât" adlı kitabımızda zikrettik.
Öğrenmek isteyen oraya baksın. Binâenaleyh cem'in (iki kız kardeşi aynı anda
nikahtı bulundurmanın) bâtıl olduğu ortaya çıkmıştır. "Ta'yîn" de
bâtıldır. Çünkü tercih eden olmadan, tercih (müreccihsiz tercih) bâtıldır. Muhayyerlik
de böyledir, zira tahytre hükmetmek, nikâh akdinin bulunmasını ve tayîn edecek
zamana kadar onun bekâsını gerektirir. Biz bunun bâttl olduğunu daha önce izah
etmiştik. Geriye iki akdin de birlikte
fasit olduğuna hükmetmek kalır.
2- Bir kimsenin, onlardan biriyle daha önce, diğeriyle
de daha sonra evlenmesi halidir. Bu durumda, ikincisinin nikâhının bâtıl
olduğuna hükmedilir. Zira "def etmek (ikinci evliliğe mâni olmak), ref
etmekten (yani birinci kız kardeşin nikâhını ibtal etmekten) daha kolaydır."
Cariye edinmek veya
birisini nikahlayıp diğerini satın almak suretiyle iki kız kardeşin arasını cem
etmeye gelince, bu hususta sahabe ihtilâf etmiştir. Buna göre Hz. Ali, Hz.
Ömer, İbn Mesûd, Zeyd İbn Sabit ve İbn Ömer, aralarını cem etmenin caiz olmayacağını
söylerlerken, diğerleri ise bunu caiz görmüşlerdir. Birinci görüştekiler, kendi
görüşlerine şu şekilde delil getirmişlerdir: Âyetin zahiri, iki kız kardeşin
mutlak manada cem edilememesini gerektirir. Binâenaleyh, bu ikisinin arasını
cem etmenin bütün durumlarda haram olması gerekir.
Hz. Osman'ın ise şöyle
dediği rivayet edilmiştir: Bunu, bir âyet helâl, bir âyet de haram kabul
etmiştir. Helâl kılmak daha evlâdır. Helâlliği gerektiren âyet, Hak Teâlâ'nın,
"Sağ ellerinizin mâlik olduğu kadınlar (cariyeler) müstesna, diğer bütün
kocalı kadınlar (da size haram kilindi) (Nisa, 24) ve "Zevcelerine, yahut
sağ ellerinin mâlik olduğu (cariyelerine) karşı (olan durumları)
müstesna../'(Muminun.6)âyetleridir.
Biz buna iki yönden
cevap veririz:
1- Bu âyetler, iki kız kardeşi nikahta birleştirmenin
haram olduğuna da delâlet etmektedir. Çünkü müslümanlar, cimânın helâl olması
durumunda dahi, iki kız kardeşi aynı anda nikahlamanın caiz olmadığında icmâ
etmişlerdir. Bu sebeple biz diyoruz ki, "Şayet iki kız kardeşi, cariye
olarak cem'etmek caiz olsaydı, Hak Teâlâ'nın, "Onlar (öyle mü minlerdir
ki), ırzlarını koruyanlardır. Zevcelerine, yahut sağ ellerinin mâlik olduğu
(cariyelerine) karşı (olan durumları) müstesna.."(Mümmun,&«)âyetinden
ötürü, cima hususunda da aralarını cem'etmek caiz olurdu. Fakat mülk
edinilmeleri hususunda iki kız kardeşi cem'etmek caiz değildir. Böylece bu
âyet-i kerimenin, iki kız kardeşi câriye olarak birlikte almanın haram olduğuna
delâlet edişinin, bunun caiz oluşuna delâlet edişinden daha uygun olduğu ortaya
çıkmış otur.
2- Biz, bu âyetin cem'e delâlet ettiğini kabul etsek
bile, tercihin bunun haram sayılması tarafında olacağını söylüyoruz. Bunun
böyle olduğuna şunlar da delâlet etmektedir:
a)
Hz. Peygamber
(s.a.s), "Haram ile helal bir arada bulunduklarında, mutlaka haram helâla
ağır basar"[57] buyurmuştur.
b) İhtiyattı olanın, bu işi yapmamak olduğunda şüphe
yoktur. Binaenaleyh bunu yapmamak gerekir. Zira Hz. Peygamber {s.a.s):
"Sana şüphe veren şeyi bırak, şüphe vermeyene geç"[58] buyurmuştur.
c) Aslında kadınların ırzları haramlık üzere bina
edilmiştir. Bunun delili şudur: Nikah akdinin şartlarına uygun olup olmadığında
emareler denk olduğunda, akdin bulunmadığına (haramlığa) hükmetmek gerekir. Bir
de nikah, büyük menfaatleri ihtiva eder. Eğer bu nikah zelil kılma ve zarar verme
cihetlerinden büsbütün uzak olsaydı, o zaman bu nikahın anneler hakkında da
meşru olması gerekirdi. Zira onlara menfaat ulaştırmak, "Ana ve babaya iyi
muamele edin" {fare, 23) âyetinden dolayı, menduptur. Bu haram olduğuna
göre, biz bu nikahın zarar verme ve zelil kılmayı da ihtiva ettiğini anlamış
oluyoruz. Durum böyle olunca da nikahta aslolan, haramlık olur. Helallik ise, arızî
(sonradan olan) sebeplerle sabit olmuştur. Bunun böyle olduğu sabit olunca,
tercihin haramlık tarafında olduğu ortaya çıkar. Bu, bu konuda Hz. Ali
(r.a)'nin görüşünün izahıdır. Fakat biz fukaha arasında meşhur olan görüşü ele
aldığımızda -ki bu, iki kız kardeşe cariye olarak birlikte sahip olmak caizdir
görüşüdür;- bu durumda insan bunlardan birisi ile cinsî münasebette
bulunduğunda, diğeri haram olur. Bu haramlık, birincisinin satma, bağışlama,
azad etme, mükatebe kılma veya başkası ile evlendirme gibi bir sebeple
mülkiyeti zail oluncaya kadar devam eder.
[59]
İmam Şafiî (r.h) şöyle
demektedir: "Bâ'in talak ile (üç talakla) boşanan kızkardeşin iddeti
bitmeden, diğer kız caiz olmayacağını söylemiştir. Şafiî'nin delili şudur:
"Bu durumda cem' söz konusu olmadığına göre, buna bir engelin bulunmaması
gerekir. Biz, bu durumda cem' yapılmış olmayacağını söyledik. Çünkü boşanan
kadının, kendisi ile cinsi münasebette bulunmak caiz olmayacağı ve cinsi
münasebette bulunulması halinde o kimseye zina haddinin uygulanacağı delili
i!e, nikahı yoktur. Biz "cem' olmadığına göre, herhangibir engelin
bulunmaması gerekir" dedik, zira Cenâb-ı Hak, haram kılınan kadınları
saydıktan sonra, "Onların dışındakiler size helâl kılındı" (Nisa. 24)
buyurmuştur. İki kızkardeşin
arasını cem' etme
durumu müstesna, bütün
bu engellerin bulunmadığında
herhangibir şüphe yoktur. Binaenaleyh delil ile cem'in olmadığı sabit olunca,
bu nikahın caiz olduğunu söylemek gerekir.
İmdi şayet,
"İddetin vacip olması ve nafakanın gerekmesi gibi hususların da delâleti
ile, bazı yönlerden nikah devam etmektedir" denilir ise, biz deriz ki:
"Nikahın tek bir hakikati vardır. Bu tek hakîkat da onun aynı anda hem
mevcut olmasına, hem de yok olmasına engeldir. Şayet bu hakikat ikiye
bölünebilse ve birisi mevcut, birisi gayr-ı mevcut olabilseydi, o zaman bu
doğru olurdu. Fakat bu tek hakikat, bölünmeyi kabul etmeyince, böyle bir görüş
fasit olmuş olur.
İddetin vacip olması
ve nafakanın gerekmesi meselesine gelince bil ki, eğer nikah olmuş olsaydı, o
kadın hapsedilebilir (tutulabilirdi). Bu da onu nikahtan dolayı engellemeye
erkeğin hakkı olduğu neticesini vermez. Çünkü ikinci mukaddimenin, kendisini
istisna etmek netice vermez. Buna göre nikah zail olduktan sonra, hapsetme
hakkını başka bir yolla isbat etmek, bir nebze makul bir harekettir. Ama
nikahın olmadığına hükmedilmesi halinde, nikahın devam ettiğine hükmetmek,
aklın kabul edemeyeceği şeylerdendir. Şer'î hükümleri, akla uygun
olarak çıkarmak, onları aklın bedaheti ile bâtıl olduğu bilinen şeylere
hamletmekten daha evladır.
[60]
Şafiî (r.h),
"nikahında iki kız kardeş bulunan bir kafir, müslüman olduğunda, bunlardan
dilediğini tercih edip, diğerini bırakır" der. Ebu Hanffe (r.h) ise şöyle
demektedir: "Eğer bu kimse, o iki kız kardeş ile aynı anda evlenmiş ise,
o adamla o kız kardeşlerin arası ayrılır (nikahları iptal edilir). Eğer
onlardan biri ile daha önce, diğeri ile ise daha sonra evlenmiş ise,
birincisini tercih eder, ikincisinden ayrılır." Ebu Bekir er-Râzi, Ebu
Hanffe'nin bu görüşüne, Hak Teâlâ'nın "İki kız kardeşi birlikte almanız da
(aynı şekilde haram kılınmıştır)" ifâdesini delil getirerek şöyle der:
"Bu umûmî olan bir hitaptır. Binaenaleyh hem mü'mini, hem de kâfiri içine
alır. Bunun kâfiri içine aldığı sabit olunca nikâhın fasit olması gerekir. Çünkü
nehy, fesada delâlet etmektedir." Buna göre Ebu Bekr er-Râzî'ye şöyle
denebilir: "Sen bu istidlalini, kâfirlerin, şeriatın fürûu ile muhatab
oldukları esâsı ile, nehyin fesada delâlet ettiği esasına dayadın. Halbuki Ebu
Hanife bu iki esastan hiçbirine kail
değildir.
İmdi eğer Ebu Bekr
er-Razî, "Bu sizin görüşünüze göre de doğrudur; binaenaleyh, böyle bir
istidlal size de gerekir" derse, biz deriz ki: "Bizim, "kâfirler
şeriatın fürûuna muhatabtırlar" sözümüzle, onların dünya hükümleri hususunda
sorumlu olduklarını kabul etmiyoruz. Çünkü bir kimse, devamlı kâfir olduğu
müddetçe, onu İslâm'ın fürûu ile mükellef tutmak mümkün olmaz. Ama müslüman
olunca, ondan geçmişe dair ne kadar İslamî ahkâm varsa, hepsi icmâ ile sakıt
olur. Bizim bu sözden maksadımız, âhiret ile ilgili hükümlerdir. Kâfir bir
kimse İslâm'a girmediği için ceza göreceği gibi, İslâm'ın fürûunu yapmaması
sebebiyle de ceza görür. Bunu iyice kavradığında biz deriz ki; biz, kâfir
velîsiz ve şahidsiz evlense veya bir kadınla cebren evlense, müslüman olduktan
sonra o nikâhın o kişi hakkında devam ettiğine dair icmâ ettik. Böylece,
şeriatın fürûu ile muhatab olmanın, dünyevî hükümler bakımından, kâfir hakkında
herhangi bir tesirinin bulunmadığı ortaya çıkmış ve sabit olmuş olur. Şafiî'nin
delili şudur: Feyrûz ed-Deylemî, sekiz kadınla evliyken müslüman oldu. Bunun
üzerine Hz. Peygamber (s.a.s), "Dördünü tercih et, diğerlerini bırak"[61] buyurarak,
Feyruz'u o kadınlar hakkında muhayyer bıraktı. Bu ise, sizin zikretmiş
olduğunuz tertîbe aykırı değildir. Allah en iyisini bilendir.
[62]
Hak Teâlâ'nın, "Ancak,
daha önce geçen geçmiştir" buyruğu hakkında meşhur olan bir müşkilât bulunmaktadır.
Bu da âyetin takdirinin "Size anneleriniz, ve şu, şu., ve şu, (şu anda)
haram kılındı. Ancak daha önce geçen geçmiştir" şeklinde olmasıdır. Bu
ise, mazi olan bir ifâdenin, gelecek zamana ait bir ifâdeden istisna edilmesini
gerektirir ki, bu caiz değildir. Bu müşkilâtın cevabı, Cenâb-ı Hakk'ın.
'Babalarınızla evlenmiş olan kadınlarla evlenmeyin. Ancak, daha önce geçen
geçmiştir" (nim, 22) ifâdesi hakkında zikredilmiş olan açıklamalarla verilmişti.
Manası ise, Cenâb-ı Hakk'ın, "Çünkü Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet
edendir delaletiyle, "Daha önce geçmiş olanlar bağışlanmıştır"
şeklindedir.
[63]
Haram kılınanların
beşinci nev'i, Cenâb-ı Hakk'ın:
"(Harb esiri
olarak) sağ etlerinizin mâlik olduğu kadınlar müstesna olmak üzre. diğer kocalı
kadınlarda evlenmeniz de size haram edildi). (Bu haram kılmalar), üzerinize
Allah'ın farzı olarak (yazılmıştır). Onlardan başkası tsef namuslu ve zinaya
sapmayarak, mallarınızla ara(yıp nikâhla)manız üzere size helâl edildi. O halde onlardan
hangisiyle faydalandıysanız, ücretlerini takdir edildiği şekil üzere verin. O
mehrin mikdannı tayin ettikten sonra aranızda gönül hoşluğu ile uyuştuğunuz
şey hakkında size bir günah yoktur. Şüphesiz kt Allah, hakkıyla bilendir,
mutlak hüküm ve hikmet sahibidir" (Nisa. 24) âyetidir.
[64]
Bu hususta birkaç
mesele vardır:
kelimesi Arapça'da,
muhafaza etmek, korumak, engel olmak anlamlarına gelir. kelimesi de böyledir.
Nitekim "muhafazalı, muhkem; içindekileri koruyan şehir" ve
"Sağlam, iyi koruyan zırh" yani, "sahibini yaralanmaktan,
yara-bereden koruyan, engel olan zırh" tabirleri kullanılmaktadır. Cenâb-ı
Hak da, "Biz ona, sizin için, sizi savaşınızın şiddetinden korumak için
giyecek (zırh) sanatını öğrettik" (Enbiya, so) buyurmuştur ki, mânası "sizi
koruması ve muhafaza etmesi için..." demektir. kelimesi ise, kendisine,
içindekilere kötülük yapmayı isteyenleri men edip engellediği için, muhkem,
sağlam ve koruyan yer, mekân (kale) anlamına getir. Hâ harfinin kesresiyle
olmak üzere kelimesi, sahibi yok olmaktan koruduğu için, erkek at anlamına
gelir. Hâ harfinin fethasıyla olmak üzere kelimesi, tercini haramdan koruyup
men ettiği için, iffetli ve namuslu kadınlar hakkında kullanılmaktadır. Nitekim
Cenâb-ı Hak, "Namusunu muhkem bir kale gibi muhafaza eden İmrân kızı Meryem'i
de..." rrahrım, 12) buyurmuştur.
Bil ki, kelimesi,
Kur'ân-ı Kerim'de birkaç anlamda kullanılmıştır:
a)Hürriyet.. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Namuslu ve hür
kadınlara iftira atan..."(Nûr,4) buyurmuştur. Baksana bir kimse, hür
olmayan birisine iftira atsa, ona (had cezası olan) seksen değnek vurulmaz. Hak
Teâlâ'nın, 'O vakit (cariyelerin) üzerlerine, hür kadınlar üzerindeki cezanın
yarısı vardır" ve "Sizden kim hür ve miislüman kadınları nikahla
alacak bir bolluğa güç yetiremezse.." (Nisa. 25) âyetleri de böyledir.
b) İffet ve namusluluk.. Nitekim Cenâb-ı Hak,
"Fuhuşta bulunmayan, gizli dostlar da edinmeyen namuslu kadınlar olmak
üzere.." (Nisa, 25); "Namuslu olup, zinaya sapmamış ve gizli dostlar
da edinmemiş (insanlar) halinde.." (Mawe, 5) ve "İrzını (bir kale
gibi) koruyan o iffetli kızı da..(Enbiya. 91) buyurmuştur.
c) İslâm, müslüman olmak.. HakTeâlâ'nın, "Onlarevlendiklerinde..."
25) buyruğu da bu manadadır. Çünkü bu ifâdenin manalarından birisinin de, Onlar
müslüman olduklarında..." şeklinde olduğu söylenmiştir.
d) Kadının evlenmesi.. Nitekim bir kadının kocası olduğu
zaman, denilir. Hak Teâlâ'nın, "(Harb esiri olarak) sağ ellerinizin malik
olduğu kadınlar müstesna olmak üzere, diğer kocalı kadınlarca evlenmeniz de
size haram edildi)" buyruğundaki muhsanat kelimesi, "evli ve kocalı
kadınlar" demektir. Bu tabirden, evli kadınların murad edildiğinin delili
ise şudur: Allah Teâlâ bu sözü bir önceki âyette haram kılınanlarla ilgili söze
atfetmiştir. Binâenaleyh, bu ifâdede geçen muhsanat lâfzının, bir haram oluşa
sebep olması gerekir. Bu kelimenin mânalarından olan "hürriyet",
"iffet" ve "müslüman olma"nın, haramlık konusunda bir tesir
ve payının olmadığı herkesçe malûmdur. Binaenaleyh, bundan muradın, "evli
kadınlar" olması gerekir. Çünkü, kadının kocasının bulunması, o kadının
başkasına haram olmasında müessirdir.
Bil ki, şu dört vecih,
kelimenin dildeki aslî manasında müşterektirler ki, bu mâna da, "men
etmek, korumak, engellemek"dir. Bu böyledir, zira biz ihsan kelimesinin
manasının, men etmekten ibaret olduğunu zikretmiştik. Buna göre meselâ
hürriyet. İnsanı, başkasının hükmünün kendisine nüfuz etmesine karşı koruyan
bir sebeptir İffet, insanın, uygun olmayan şeyleri yapmasına mani olan bir
sebeptir. İslâm da. nefsin ve şehvetin davet etmiş olduğu pekçok şeye karşı
koruyan bir hususiyyettir. Koca da, karısını pek çok şeye karşı korur. Karı da,
kocasını zinaya düşmekten korur, muhafaza eder. İşte bu sebepten dolayı Hz.
Peygamber "Her kim evlenirse o, dininin üçte ikisini muhafaza altına almış
olur" buyurmuştur. İşte böylece bütün bu vecihlerin hepsi, lügat manasına
varıp dayanmıştır. Allah en iyi bilendir.
[65]
Vahidî şöyle
demektedir: "Kıraat âlimleri, lâfzının okunuşu hususunda ihtilâf
etmişlerdir. Buna göre onlar bu âyetteki hariç, Kur'ân'ın tamamında bu kelimeyi sâd
harfinin hem kesresi, hem de fethasıyia okumuşlardır. Çünkü onlar bu âyette; bu
harfin fethâ ile "muhsenat" şeklinde okunacağı hususunda ittifak
etmişlerdir Binâenaleyh, kim bu kelimeyi kesre ile okumuş ise, fiili kadınlara
hamletmişlerdir. Yani, "İşte şu işler sebebiyle onlar müslüman oldular;
iffetli olmayı tercih ettiler; evlenip kendilerini korudular" demektir.
Bunu fetha ile okuyanlar fiili başkasına hamletmişlerdir. Yani, "Onları
kocaları korudu.." demektir. Allah en iyi bilendir,
[66]
Şafiî (r.h), dul veya
evli olan zimmînin, zina etmesi halinde recm edileceğini söylerken, Ebu Hanife (r.h) ise
recmolunmayacağını beyân etmiştir. Şafiî'nin delili şudur: Zina hadisesi,
ihsan (evlilik) ile beraber bulunmuştur. Bu ise, zina edenin canının mubah
olmasının illetidir. Binâenaleyh, onun kanını akıtmanın mubah olması gerekir.
Bu sabit olunca, "kanının mubah olması" işinin, recm yoluyla
gerçekleştirilmesi gerekir. Bizim "Zina hadisesi evlilik ile beraber
gerçekleşmiştir" şeklindeki sözümüze gelince, bu şu iki hususun isbât
edilmesine dayanmaktadır:
a)
Zina
hadisesinin meydana gelmiş olması ve bu hususta hiç bir şüphenin bulunmaması..
b) Evliliğin meydana gelmiş olması ve bulunması. Çünkü
Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğu, muhsanat kelimesinden kastedilenin evli kaoıolar
olduğuna delâlet eder. Bu kadın da evlidir, o halde o da
"muhsana"dır. Böylece bu zinanın "ihsân-(evlilik)" ile
birlikte meydana gelmiş olduğu sabit olmuş olur. Biz, ihsan ile birlikte yapılan
zinanın, bu fiili yapan kimsenin kanının mubah oluşunun illeti olduğunu
söyledik. Zira Hz. Peygamber (s.a.s), "Müslüman bir kimsenin kanı, ancak
şu üç şeyden birisi sebebiyle helâl olur. Bunlardan birisi, ihsân'dan sonra
zina tapmaktır"
buyurmuş, ihsan (evlilik)dan sonra yapılan zinayı, müslüman kimse lakkında,
onun kanını akıtmanın mubah olmasının illeti kılmıştır. Buna göre, bu lükmün
mahalli (tatbik alanı) müslümandır. İllet ise, evlilikten sonra sırf zina
yapmış olmaktır. Bunun delili ise, sadece illet manasını ifâde etmek için
getirilmiş olan lâm harfidir. Bu konuda söylenecek en son söz şudur: Bu,
müslüman hakkındaki hükümdür. Zira, ihsân'dan sonra zina yapmak, kanın
akıtılmasının mubah oluşunun illetidir. Ancak ne var ki, onun müstüfrtan olması
hükmün mahallidir. Hükmün mahallinin hususî oluşu, bu hükmün, mahallinin dışına
taşmasına mani değildir. Aksi halde kıyas, tamamen bâtıl ve geçersiz olur.
İtlet ise, illet ifâde eden lamın başına gelmiş olduğu husustur. Bu da,
ihsân'dan sonra zinanın mahiyetidir. Bu mahiyet, evli zımmî hakkında tahakkuk
edince, onun hakkında kanının mubah oluşunun da tahakkuk etmesi gerekir.
Böylece evli zımmînin kanının mubah olduğu sabit olmuş olur.
Sonra bu noktaya
getirilen meselede şu iki yol söz konusudur: İstersek du kadar açıklamayla yetiniriz.
Çünkü biz, zımmînin kanının mubah olduğunu iddia ediyoruz. Karşı taraf ise,
bunu kabul etmiyor; binaenaleyh, (yaptığımız izahlarla) bu kimsenin Kanının
mubah olduğu del i İlendirilmiş oldu. Veyahut da şöyle deriz: Zımmînin kanının
müoah olduğu sabit olunca, bunun recm yoluyla olması gerekir. Çünkü, bu ikisi
arasında bir fark olduğunu söyleyen yoktur.
İmdi şayet,
"Sizin söyledikleriniz, eğer zımmînin "muhsan" olduğuna delâlet
ediyorsa, burada onun "muhsan" olmadığına delâlet eden bir husus
vardır ki o da, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "Allah'a şirk koşan kimse
"muhsan" değildir" sözüdür" denilirse, biz de deriz ki:
Bizim zikretmiş
olduğumuz delillerle zımmî'nin muhsan; sizin zikretmiş olduğunuz şu haberle de,
onun "muhsan" olmadığı sabit olmuştur. Biz deriz ki o, "evli
kadın" manasında "muhsan", kendisine iftirada bulunan kimseye
iftira cezası tatbik edilmez manasında "muhsan" değildir. Buna göre
Hz. Peygamber'in "Allah'a şirk koşan kimse, "muhsan" değildir"
hadisini, "yaptığı zinadan dolayı kendisine had cefası tatbik
edilmez" manasına değil, "ona iftira atan kimseye iftira cezası,
haddi uygulanmaz" anlamına hamletmek gerekir. Çünkü Hz. Peygamber bu
kimseyi şirk ile vasfetmiştir ki, şirk bir cinayettir. Cinayetin peşinden
zikredilenin ise, mutlaka bir ceza denilebilecek bir şey olması gerekir. Bizim,
"Ona iftira atan kimseye, iftira cezâst uygulanmaz" şeklindeki
hükmümüz, bir ceza olmaya elverişli ve müsaittir. Ama, "Ona zina cezası
uygulanmaz" şeklindeki hükmümüz, o kimse için bir ceza olmaya elverişli bir
hüküm değildir. Binâenaleyh, Hz. Peygamber'in, "Allah'a şirk koşan kimse,
'muhsan" değildir" buyurmasından maksat, bizim zikretmiş olduğumuz
husustur. Allah en iyi bilendir.
[67]
Cenâb-ı Hakk'ın, "Diğer
kocalı kadmlar.." buyruğu hakkında şu iki görüş vardır:
Birinci görüş: Bundan murad, "evli kadınlaradır.
Böyle olması halinde'Cenâb-ı Hakk'ın, "(Harb esiri olarak) sağ
ellerinizin mâlik olduğu kadınlar müstesna..." sözü hakkında şu iki izah
yapılır:
a) Kadın evli olduğunda, kocasından başkasına haram
olur. Ancak, o kadın bir kimsenin mülkü (cariyesi) olursa, bu durumda o kadın,
kendisine mâlik olan kimseye helâl olur.
b) Bu âyette zikredilen "milk-i yemin"den
murad, nikâh mülkiyetidir. Buna göre mana, "kocası olan kadınlar size
haramdır. Ancak, kocaları ile kendileri arasında, boşanmak suretiyle
"beynûnet-i kübrâ" meydana geldiğinde, siz onlara yeni bir nikahla
mâlik olabilirsiniz" şeklinde olmuş olur. Bu âyetin maksadı, insanları
zinadan men etmek ve yeni bir nikah bulunmaksızın veya eğer kadın memlûke ise,
milk-i yemin olmaksızın, onlarla cinsî temasta bulunmaktan men etmektir.
Cenâb-ı Hak bunu "milk-i yemin" ile ifâde etmiştir, çünkü milk-i
yeminlik, hem nikâh ile evlenilen kadınlar, hem de mülk olarak sahip olunan
kadınlar hakkında söz konusudur.
İkinci görüş: Âyetteki
kelimesiyle kastedilenler, hür kadınlardır. Bunun delili ise, bu âyetten sonra
gelen, Cenâb-ı Hakk'ın "Sizden kim hür ve müslüman kadınları nikâhla
alacak bir bolluğa güç yetişttremezse, o halde sağ ellerinizin malik olduğu
mü'min cariyelerinizden (alsın)" (m 25) buyruğudur. Cenâb-ı Hak burada,
"muhsanâf'dan bahsetmiş, daha sonra df "Sizden kim hür ve müslüman kadınları
nikâhla alacak bir bolluğa güç yettştiremezse" (Nisa, 25) buyurmuştur.
Böylece buradaki "muhsanat" ile kastedilen şey, orada kastedilenin
aynısı olmuş olur. Orada "muhsanat" ile kastedilen hür kadınlar
olduğuna göre, burada da bunlar kastedilmiştir.
Bu manaya alınması
halinde, Hak Teâlâ'nin,"(Harb esiri olarak) sağ ellerinizin malik olduğu
kadınlar müstesna..." istisnası hakkında şu iki izah yapılabilir:
a) Bu ifâdeden maksat, "Allah'ın sizin için mülk
kılmış olduğu sayı müstesna ki, bu sayı da dörttür" şeklinde olur. Buna
göre de mana, "Allah'ın size mülk kılmış olduğu şu hür dört kadın hariç,
bütün hür kadınlar size haram kılınmış olur" şeklindedir.
b)
Hür kadınlar
size haram kılınmıştır. Ancak Allah'ın, sizin kendilerine malik olduğunuzu
belirttikleri hariç. Bu mâlik olma işi de, velî. şahitler ve dinde muteber olan
diğer şartlar bulunduğunda tahakkuk eder. Binaenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın, "(Harb
esiri olarak) sağ ellerinizin malik olduğu kadınlar müstesna..."
İfâdesinin tefsiri hususunda söylenen birinci görüş, tercih edilen görüştür.
Bunun böyle olduğuna O'nun, "Ki onlar ırzlarını koruyanlardır. Şu var ki
zevcelerine, yahut sağ ellerinin mâlik olduklarına karşı müstesna"
(Mü'minun, s-6) âyeti de delâlet etmektedir. Allah milk-i yemini, zevceler ve
cariyeler hakkında bulunan, sabit olan mülkten ibaret kılmıştır. Binâenaleyh,
burada da bu manaya alınması gerekir. Zna Allah'ın kelâmını, yine O'nun
ketâmıyla tefsir etmek doğruluk ve isabet derecesi en fazla olan tefsir
şeklidir. Allah en iyi bilendir.
[68]
Âlimler, eşlerden
birinin diğerinden önce esir alınıp, Dâr-ı İslâm'a getirildiğinde bu eşler arasında
bir ayrılığın meydana geleceği husuf ada ittifak etmişlerdir. Ama ikisinin
aynı anda beraberce esir alınmaları
durumuna gelince, Şafiî (r.h), "Orada evlilikleri sona erer; eğer
kocasından hamile ise çocuğunu doğurmak veya hayız olmak suretiyle
"istibrâ"da bulunarak, kendisine mâlik olan kimseye helâl olur"
demektedir. Ebu Hanife (r.h) ise, karı-kocalığın orada ortadan kalkmayacağını
söyler.
Şafiî (r.h)'nin delili
şudur: Hak Teâlâ'nın, "Diğer kocalı kadınlar.,." tabiri, kocası olan
kadınların haram olmasını gerektirmektedir. Daha sonra Cenâbs Hakk'ın,
"(Harb esiri olarak) sağ ellerinizin malik olduğu kadınlar
müstesna.." ifâdesi ise, mülkiyyetin meydana gelmesi sebebiyle haramlığın
kalkıp, bunun yerini helâlliğin almasını gerektirir. Ebu Bekr er-Razî şöyle
demektedir: "Eğer bu ayrılık, sırf mülkiyetin meydana gelmesiyle olmuş
olsaydı, o zaman bu ayrılığın, cariyenin satın alınması, hibe olarak kabul
edilmesi ve miras olunmasıyıa da meydana gelmiş olması gerekirdi. Halbuki bunun
böyle olmadığı malumdur." er-Razî el-Cessâs'a şöyle denebilir: "Sanki
sen, tahsis edildikten sonra âmm olan ifâdenin, geriye kalanlar hakkında bir
hüccet olduğunu duymadın öyle mı!" Hem yine, esir alınırken meydana gelen
husus, onlar hakkında mülkiyet hakkının ihdas edilmesidir. Halbuki alışverişte
ise, mülkiyyetin bir şahıstan başka bir şahısa intikâli söz konusudur.
Binâenaleyh, birincisi daha kuvvetlidir. Böylece fark ortaya çıkmış olur.
[69]
Hz. Ali, Hz. ömer ve
Abdurrahman İbn Avf'ın görüşüne göre, nikahlanmış bir cariye satıldığı zaman, o
boşanmış olmaz. Bugün, fukahanın icmâı da bu şekildedir. Ubey İbn İbn Ka'b, İbn
Mesûd, İbn Abbas, Cabir ve Enes (r.a) ise, nikahlı cariye satıldığında onun boş
olacağı görüşündedirler. Cumhurun delili şudur: Âişe (r.anha), Berîre'yi satın
alıp onu azad ettiğinde, evli olan bu Berire'yi Hz. Peygamber (s.a.s) muhayyer
bırakmıştır. Eğer alışveriş ile talâk vaki olmuş olsaydı, bu muhayyer
bırakmanın bir anlamı olmazdı. Âlimlerden Berire hadisesi hakkında, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in, "Cariyenin satılması, onun talâkıdır" buyurduğunu da
söyleyenler vardır. Ubeyy fbn Ka'b ile İbn Mesûd'un delili ise Hak Teâlâ'nın,
"(Harb esiri olarak) sağ ellerinizin mâlik olduğu kadınlar müstesna olmak
üzere.." buyruğundaki istisnanın umûm olmasıdır. Bunun cevabının neticesi
de, Kur'ân'ın umûm ifâdesinin haber-i vahidle tahsis edilmesi meselesine
dayanır. Allah en iyisini bilendir.
Sonra Allah Teâlâ, bu
haram kılınan kadınlar bahsini "Üzerinize Allah'ın farzı olarak
(yazılmıştır)" diyerek bitirmiştir. Bu hususta şu iki izah vardır:
a) Bu, fiilinin lâfzından olmayan te'kîdî bir mef'ul-ü
mutlaktır. Zira Allah Teâlâ'nın "Size haram kılındı./' (Nisa, 23) ifâdesi,
yazma manasına da delâlet eder. Buna göre, bu kelamın takdiri "Daha önce
zikredilmiş olan nikaht haram kadınların haramlığı, Allah'ın bir farzı (yazısı)
olarak farz kılındı (yazıldı)" şeklindedir. Mef'ul-ü mutlakın, fiilinin
lâfzından başka bir lâfız üzere gelişinin misalleri çoktur. Bunun bir misali,
"Sen dağlan görür, yerlerinde durur sanırsın. Halbuki onlar, bulutların
geçip gidişi gibi geçer giderler. (Bu), Allah'ın sanatıdır" (Nemi, 88)
âyetindeki gibidir.
b) Zeccâc şöyle demiştir: "Bu (kitab) kelimesinin,
(mahzuf) emrin mef'ûlü olarak mansub olması caizdir. Bu durumda ifâdedeki (üzerinize) kısmı, o emrin açıklayıcısı otur
ve mana "Allah'ın kitabına yapışın" şeklinde olur.
Sonra Hak Teâlâ,
"Onlardan başkası ise size helâl edildi " buyurmuştur. Bu hususta
birkaç mesele vardır:
[70]
Hamza, Klsâî veÂsım'ın
râvisi Hafs, bu fiili daha önceki "Size haram kılındı" (Nisa, 23)
âyetine atfetmek için, meçhul olarak şeklinde; diğer kıraat imamları
ise, sözüne
atfetmek için, malum sîga ile (Allah helâf kıldı) şeklinde okumuşlardır. Bu
ikinci okuyuşun takdiri şu şekilde olur: "Allah, size bu şeylerin
haramlığını yazdı ve bunların dışındakileri size helâl kıldı."
[71]
Hak Teâlâ'nın,
"Onlardan başkası ise size helâl edildi" buyruğunun zahiri, burada zikredilen
kadınların dışında
kalan kadınların
nikâhının helâl olduğunu gösterir. Fakat deliller, bunların dışında kalan bazı
kadınların da nikahının haram olduğuna delâlet etmektedir. Şimdi biz onları
zikredeceğiz:
[72]
Birinci kısım: Bir
kadın, halası ve teyzesi ile aynı anda bir adamın nikâhında bulundurulamaz.
Nitekim Hz.Peygamber (s.a.s), "Kadın teyzesi ve halasının üzerine nikah
edilemez (alınamaz)"[73] buyurmuştur.
Bu "meşhur" ve "müstefiz" bir hadistir. Bu hadisin, tevatür
derecesine ulaştığı da çok kez söylenmiştir.
Haricîler "Bu,
bir haber-i vahiddir. Kur'ân'ın umumî manadaki âyetini, haber-i vahid ite
tahsis etmek caiz değildir" diye iddia etmişler ve görüşlerine şöyle
deliller getirmişlerdir:
a) Âyetin umumî manası, metni kesin ve delâleti (manası)
zahir (açık) olandır. Haber-i vahidin ise metni zannî ve delâleti zahirdir.
Binaenaleyh haber-i vâhid, Kur'ân'ın (ayetin) umûmî manasından daha zayıf olmuş
olur. Bu sebeple haber-i vahidi, Kur'ân'ın umumîliğine tercih etmek, daha zayıf
olanı daha güçlü olana takdim etmek olur ki bu caiz değildir.
b) Meşhur hadislerden biri de Muâz (r.a)'ın hadisidir.
O, haber-i vahidin şu iki bakımdan Kur'ân'ın umûmî manasına takdim edilmesini
engellemiştir:
Birincisi: Hz.
Peygamber (s.a.s) ona, "Ne ile hüküm verirsin?" dediğinde O,
"Allah'tn kitabı ile..." cevabını vermiştir. Resûlullah, "Ya
onda bulamazsan..?" dediğinde, Muaz (r.a) "Allah'ın Resulünün sünneti
ile..." cevabını vermiş ve Allah'ın kitabına sarılmayı, Resulullah'ın
sünnetine sarılmadan önce zikretmiştir. İşte bu da, sünnetin Kurân'a takdim edilmesine manîdir.
İkincisi: Hz.
Peygamber (s.a.s), ona "Ya onda bulamazsan?." dediğinde. O,
"Allah'ın Resulünün sünneti ile..." cevabını vermiş ve sünnete
sarılmayı, şart manasına olan J1 (Eğer bulamazsan) kelimesi ile, o şeyin
Kur'ân'da bulunmaması şartına bağlamıştır. Şarta bağlı olan şey, şart
bulunmadığı zaman söz konusu olmaz.
c)Bir meşhur hadis de, Hz. Peygamber (s.a.s)'in,
"Size benden bir hadis rivayet edildiğinde, onu Allah'ın kitabına arzedip
(ölçün). Eğer ona uygun düşerse, o hadisi kabul edin. Aksi halde reddedin"[74]
hadis-i şerifidir. Bu hadis de, haber-i vahidin ancak Allah'ın kitabına uygun
düştüğü zaman kabul edilebileceğini gösterir. Binâenaleyh halalar ve teyzelerle
ilgili hadis, Kur'ân âyetinin zahirine muhalif olduğuna göre, kabul
edilmemelidir.
d)
Hak Teâlâ'nın,
"On/ardan başkası ise, size helâl kıtındı" buyruğu, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in "Kadın, teyzesi ve halasının üzerine nfkah edilemez, (alınamaz)"
hadisi ite mukayese edildiğinde, şu üç şeyden biri söz konusu olur:
Birincisi, âyetin bu
hadisten sonra nazil olduğunun söylenmesidir. Bu durumda âyet, hadisi neshetmiş
olur. Çünkü hâs bir ifâdeden sonra gelen umûmî bir ifâdenin, hâs (hususî
manadaki) ifâdeyi neshedeceği sabittir.
İkincisi, bu hadisin
âyetten sonra söylenmiş olmasıdır. Bu da, Kur'ân'ın haber-i vâhid ile
neshedilmiş olmasını gerektirir ki caiz değildir.
Üçüncüsü, her ikisinin
de aynı anda söylenmiş olmasıdır ki bu durumda âyet, tek başına müteşabih olmuş
olur. Böylece de hüccet getirilecek yer, hem âyet hem de hadis olur. Masum olan
bir peygamberin, hücceti iyice ortaya koymaya gayret etmeyip de, şüpheyi ortaya
koymaya gayret etmesi uygun düşmez. Binâenaleyh Allah'ın Resulüne, bu âyeti,
ancak bu hadisle birlikte duyurması ve ümmetine bu âyeti ancak bu hadisle
birlikte tebliğ etmelerini vacip kılması gerekirdi. Durum şayet böyle olsaydı,
o zaman bu hadisin âyet kadar meşhur olması gerekirdi. Durum böyle olmadığına
göre, bu kısmın da bozuk olduğunu anlarız.
e) Bu hadisin sahîh olduğu kesin olarak tesbit edilse
bile, âyeti delil getirmek, hadisi delil getirmekten daha tercihe şayandır.
Bunu da şu iki şekilde izah edebiliriz:
Birincisi: Hak
Teâlâ'nın, "Size haram kılındı" {Nisa, 23) buyruğu haram oluşu
gösteren açık bir nass (âyet) olduğu gibi, "Onlardan başkası ise, size
helâl kılındı" (Nisa. 24) âyeti de, helâl oluşu göstermede sarîh bir
nastır. Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "Kadm, teyzesi ve halasının üzerine
nikahlanmaz (alınmaz)" sözü ise, açık bir nass (delil) değildir. Çünkü bu
sözün zahiri, bir haber cümlesidir. Haber cümlesini, emir ve nehiy manasında
almak mecazidir. Hem sonra bu durumda, nehiy lâfzının haramlığa delâlet etmesi,
"Helâl kılındı" ifadesinin, mübahlığa delâlet etmesinden daha
zayıftır.
İkincisi, Hak
Teâlâ'nın, "Onlardan başkası ise, size helâl kılındı" sözü, bu
âyetlerde sayılan kadınların dışında kalanların nikahının helâlliğini ifâde
etmede sarîh bir sözdür. Hz. Peygamber'in "Kadın, teyzesi ve halasının
üzerine nikahlanmaz (alınmaz)" buyurması herkes hakkında sarih değildir.
Aksine bunun daha önce geçmiş olan "mahud" (bilinen) şeylerle ilgili
olması daha açıktır.
f) Allah Teâlâ bu âyetlerde, haram olan kadınların
nevilerini açıklamış ve onları onbeş nevi olarak zikretmiş, sonra da bu
eksiksiz izah ve tam açıklamadan sonra, "Onlardan başkası ise, size helâl
edildi" buyurmuştur. Eğer bu helâllik daha önce zikredilenlerin dışında
kalanlar hakkında olmasaydı, bu mükemmel izah bir abesle iştigal ve boş
söz olurdu ki, bu da hakimler hakimi olan Allah kelâmına yakışmazdı. Bu konudaki
çeşitli sorular işte bundan ibarettir.
[75]
Bunlara şu şekillerde
cevap verilir:
Birincisi: Hasan
et-Basrî ve Ebu Berter el-Esamm'ın söylemiş olduğu şu husustur; "Allah
Teâlâ'ntn, "Onlardan başkası ise, size helâl edildi" buyruğu, devamlı
bir helâlliğin bulunduğunu ifâde etmez." Bu görüş, bu konuda bana göre en
doğru olan görüştür. Bunun delili ise şudur; Hak Teâlâ'nın, "Onlardan
başkası İse, size helâl edildi" sözü, yukarda zikredilenlerden hariç
olanların helâl olduklarını haber veren bir ifâdedir. Bu ifâdede, yukarda
zikredilenlerin dışında kalanların helâliıklarınin devamlı olup olmadığı hususu
açıklanmamıştır. Bunun devamlılık ifâde etmediğinin delili ise şudur: Bu
mefhumun, hem ebediliğe (devamlı oluşa) hem de ebedî olmamaya taksim
edilebilmesidir. Bu sebeple bazan "Onlardan başkası ise, size ebedî olarak
helâl kılındı" denilirken; bazan da, "Onlardan başkası ise, size
falanca vakte kadar helâl kılındı" denilir. Şayet Hak Teâlâ'nın,
"Onlardan başkası ise, size helâl kılındı" buyruğu, açıkça bunun
ebedî olarak helâl olduğuna delâlet etseydi, böyle bir taksim mümkün olmazdı.
Bir de, Cenâb-ı Hakk'ın bu sözü ancak daha önce zikredilen kadınların
dışındakilerin helâl kılındığını ifade etmektedir. Akıl açıkça, "helâl
kılmanın", "ebedî olarak helâl kılma" ve "belli bir zaman
için helâl kılma"dan daha umûmi olduğuna şehâdet etmektedir.
Bunun böyle olduğu
sabit olunca biz deriz ki: Cenâb-ı Hakk'ın bu buyruğu ancak, daha önce
zikredilenlerin dışındaki kadınların bu vakitte helâl olduklarını gösterir.
Onların diğer vakitlerde helâllıklarının sabit oluşuna gelince, âyetin lâfzı ne
müsbet ne de menfi manada bundan bahsetmemektedir. Daha önce zikredilenlerin
dışındaki kadınların şu anda helâl oldukları sabit ve bilinen bir husustur.
Bundan sonra, onlardan bir kısmı hakkında haramlık hükmünün söz konusu olması
ise, bu nassı ne tahsis ne de nesheder. İşte bu son derece ma'kul ye yerinde
olan güzel bir izahtır.
İşte bu yolla biz yine
diyoruz ki, Hak Teâlâ'nın "Size analarınız... haram kılındı"
(Nisa,23)âyeti, devamlı olarak haramlığı gösteren bir nass değildir. Çünkü biz
bu devamlılığı, âyetin bu lâfzından değil, Hz. Muhammed (s.a.s)'in dininden
tevatür yoluyla öğrendik. Bu konuda itimâda şayan cevap işte budur.
İkincisi: Biz, bir
kadın ile, halası ve teyzesinin aynı nikah altında bulundurulmasının haram
oluşunun âyette zikredilmemiş olduğu görüşünü kabul etmiyoruz. Bunu şu iki şekilde
izah ederiz:
a) Allah Teâlâ. iki kız kardeşin birlikte alınmasını
haram kılmıştır. Bunların iki kız kardeş oluşları, bu haramlığı gerektiren bir
husustur. Çünkü kız kardeşlik, yakın olan bir akrabalıktır. Yakın akrabalığa
fazla ilgi, şefkat ve ikram uygun düşer. Kız kardeşlerden birinin, diğerinin
kuması olması çok büyük bir nefret ve soğukluğu gerektirir. Bu iki durum
arasında, büyük bir nefret vardır. Böylece, kumalardan birinin diğerinin kız
kardeşi olmasının, aynı anda bir nikah altında bulundurulmalarının haram oluşu
hükmüne münasib ve uygun olduğu sabit olur. Usûl-ü Fıkıh'ta şu husus yer
almıştır: Bir hükmün, kendisine uygun bir vasıfla zikredilmesi, lâfız
bakımından o hükmün, o vasfa bağlanmış olduğuna delâlet eder. Bu sebeple Allah
Teâtâ'nıh, "Ve iki kız kardeşi birlikte almanız (da haram kilindi)"
(Nisa, 23) buyruğu, yakın akrabalığın, (yakın akraba olan kadınları) bir nikah
altında bulundurmaya manî olduğuna delâlet eder. Bu yakın akrabalık, kadın ile
halaları ve teyzeleri arasında da vardır. Binâenaleyh iki kız kardeş hakkındaki
bu hüküm, delâlet yoluyla, hala ve teyzeler hakkında da söz konusudur. Hatta bu
hükmün, halalar ve teyzeler hakkında olması daha evlâdır. Zira hala ve teyze,
erkek ve kız kardeşlerin kızlarının (yeğenlerinin) anneleri mesâbesindedirler.
Bu kızlar ise, hala ve teyzelerin çocukları mesâbesindedirler. Bu akrabalığın
zarar vermemeyi gerektirmesi, kız kardeşlikten dolayı olan akrabalığın, zarar
vermemeyi gerektirmesinden daha kuvvetlidir. Bundan dolayı, Hak Teâlâ'nın "Ve
İki kız kardeşi birlikte almanız (da haram kılındı)" (Nisa. 23) âyeti,
hala ve teyzelerin, yeğenleri ile aynı nikah altında bulundurulmalarına
öncelikle mâni olur.
b) Cenâb-ı Hak, hanımların anneleri ile evlenmenin haram
olduğunu açıkça belirterek, "Ve karılarınızın anaları da (size haram
kılındı)" (Nisa, 23) buyurmuştur. "Anne" (Ümm) lâfzı, bazan hala
ve teyze için de kullanılır. Halaya, "anne" denilebildiğinin delili
şudur: Allah Teâlâ, Hz. Ya'kub (a.s)'un çocuklarını anlatırken "(Onlar),
"Senin Tanrına ve babaların İbrahim'in, İsmail'in ve İshâk'ın bir tek
Tanrısı olan Allah'a ibadet edeceğizr> (dediler)" (Bakara. 133)
buyurmuş ve amca olduğu halde Hz. İsmail hakkında "baba" kelimesini
kullanmıştır. Amcaya "baba" denilince, halaya da "anne"
denilebilmesi gerekir. Teyzeye "anne" denilmesine gelince, buna da
Hak Teâlâ'nın, "O, ebeveynini tahtının üstüne çıkarıp oturttu"
(Yusuf. 100) âyetidir. Buradaki ebeveynden murad, Hz. Yusuf'un babası ile
teyzesidir. Çünkü o esnada onun annesi ölmüş idi. Binaenaleyh söylediğimiz bu
şeylerle, halaya ve teyzeye de bazan "anne" denilebildiği sabit olur.
Bundan dolayı âyetteki, £*JU«j ölfilj "Ve kanlarınızın anaları.."
tabiri, bazı bakımlardan kadının halasına ve teyzesine şamil olur.
Bunu anladığın zaman
biz deriz ki, Hak Teâlâ'nın "Onlardan başkası ise, size helâl edildi"
buyruğu ile ister açıkça, isterse celî veya kapalı bir delâletle zikredilmiş
olsunlar, bu ifâdeyle, nikâhlarının haram olduğu zikredilmiş olan kadınlar
kastedilmiştir. Durum böyle olunca halalar ve teyzeler, zikredilmiş kadınların
dışında kalmazlar.
Üçüncüsü: Haricîlerin
üçüncü şüphelerine cevap olarak deriz ki: Hak Teâlâ'nın, 'Onlardan başkası İse,
size helâl edildi" buyruğu 'âmm (genel) bir ifâdedir. Hz. Peygamber'in
"Kadın, teyzesi ve halasının üzerine nikahlanmaz" hadisi ise, hâs
(özel) bir ifâdedir. Hâs olan ise, 'âmm olandan önce gelir. Sonra, burada iki
yol bulunmaktadır: Bazen biz, "Bu hadis, şöhret bakımından tevatür
derecesine ulaşmıştır. Kur'ân'ın umumî hükümlerini mütevâtir hadisle tahsis
etmek caizdir" diyoruz. Bana göre bu izah, hak olan bir hususta inatlaşma
ve diretme gibidir. Çünkü bu hadis, zamanımızda meşhur derecesine varmışsa da,
ancak ne var ki aslında ahâd rivayetlere dayanınca, ahâd hadisler babında ve
kısmında olmaktan çıkmamıştır. Biz bazen de söyle deriz: Kur'ân'ın umumî
hükmünün, haber-i vahidle tahsis edilmesi caizdir. Bunun izahı, usûl
kitaplarında zikredilmiştir. Bu konuda söylenebilecek sözün tamamı işte budur.
Bize göre cevap konusunda kendisine İtimad edilecek olan birinci görüştür.
İkinci kısım: Bu genel
hükme dahil olan tahsisli hususlardan biri şudur: Üç talakla
boşanmış olan kadın helâl değildir. Ancak ne var ki bu tahsis, Cenab-ı Hakk'ın, Tne erkek,
zevcesini (üçüncü deta olarak) boşarsa, ondan sonra kadın kendinden başka bir
erkeğe nikahlanıp varıncaya kadar ona (o birinci kocasına) helâl olmaz" (Bakara, 230)
âyetiyle sabit olmuştur.
Üçüncü kısım: İddet
bekleyenleri nikahlamak da haramdır. Bunun delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın
"Boşanmış kadınlar, kendi kendilerine üç hayız (ve temizlenme) müddeti
beklerler" (Bakara, 228) âyetidir.
Dördüncü kısım: Hür
bir kadınla evli olan kimsenin, câriye ile evlenmesi caiz değildir. 8u,
ittifakla böyledir. Şafiî'ye göreyse, hür kadın ile evlenmeye maddi gücü olan
kimsenin, cariyeyi nikahlaması caiz değildir. Bu tahsisin delili de Cenâb-ı
Hakk'ın, "Sizden kim hür ve müslüman kadınları nikahla alacak bir bolluğa
güç yetiştiremezse, o halde sağ ellerinizin mâlik olduğu mü'min cariyelerden
(alsın)" (Nisa, 25) âyetidir. Bu âyetin bu neticeye delâlet ettiğinin
izahı ilerde gelecektir.
Beşinci kısım: Dört
kadınla evli olan bir kimsenin, beşincisini alması haramdır.
Bunun delili ise Cenâb-ı Hakk'ın, "... İkişer, üçer, dörder olmak
üzere..." (Nisa. 3) âyetidir.
Altıncı kısım:
Kendisiyle liân (karşılıklı lânetleşme) yapılan kadındır. Bunun delili de Hz.
Peyamber(s.a.s)'in, "Birbirleriyle lanetleşmlş olan kan ve kocalar, ebedî olarak
bir araya gelemezler"[76]
hadisidir.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Namuslu ve zinaya sapmayarak, mallarınızla arafyıp
nikâhla)manız..." buyruğu hakkında birkaç mesele vardır:
[77]
HakTeâlâ'nın,
kelimesinin i'rabtaki yeri hakkında şu iki görüş vardır:
a) Bu kelime ifâdesindeki lâfzını mahallinden bedel olmak üzere,
merfudur. Buna göre ibarenin takdiri, "Onlardan başkası size helâl kılındı
ve... aramanız size helâl kılındı" şeklindedir. Bu, bu fiili elifin dammesiyle
meçhul sîgasıyla şeklinde okuyanlara
göredir. Bu fiili elifin fethasıyla malûm sîgasıyla okuyanlara göreyse,
kelimesinin mahalli mansubtur.
b) Bu ifâdenin mahalli, her iki kıraate göre de,
kendisinden harfi cerrin hazfedilmiş olması sebebiyle, mansubtur. Buna göre
sanki, "aramanız için, aramanız konusunda" denilmiştir. Buna göre kelamın
takdiri, "(Mallarınız ile evlenmeyi talep etmek istediğiniz için, bunların
dışında kalanlar, işte size,helâl kılındı)" şeklindedir. Hak Teâlâ'nın,
lâfızları birer hal olup, "zinaya sapmaksızın namuskâr davranarak"
şeklindedir. Buna göre O'nun, j.;.fl^J» ifâdesi, "zinadan sakınarak" ifâdesi
de, "zina etmeyerek." anlamlarını ifâde eder. Binaenaleyh bu, te'kîd
için yapılmış bir tekrardır. Leys şöyle demektedir: kelimeleri, fücur ve günaha
dalmak manalarını ifâde eder. Kelimenin Arapca'daki aslı, "dökmek"
anlamını ihtiva eden, kelimesidir. Meselâ, "Akan, dökülen gözyaşları"
denilmektedir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "veya dökülen kan" (Enam. 145) buyurmaktadır.
Yine, "Falanca, çokça kan dökendir (zalimdir)" denilir, yani, (Çok
kan akıtıcı, zalim) demektir. Zina da, "sifâh" diye adlandırılmıştır,
çünkü zina yapan kimsenin maksadı, sadece menisini akıtmaktır.
Buna göre şayet,
" fiilinin mefûlü nerededir?"
denilirse, biz deriz ki: Bunun takdiri şeklinde
olup, "size, bunların dışında-kileri aramanız helâl kılındı"
anlamındadır. Kendinden önceki ifadeler buna delâlet ettiği için mef'ûl hazfedilmiştir. Allah en iyi bilendir.
[78]
Ebu Hanife (r.h),
"Mehir on dirhemden daha az olamaz" derken, Şafiî
{r.h) bunun herhangi
biı ölçüsünün
bulunmadığım, az veya
çok olabileceğini söyler. Ebu Hanife bu âyetle istidlal ederek şöyle der: "Bu
böyledir, çünkü Allah Teâlâ bu helâlliği bir kayda bağlamıştır ki bu
kayıt da, erkeklerin o kadınları, kendi malları vasıtasıyla talep etmeleri,
elde etmeye çalışmalarıdır. Halbuki bir-iki dirhem, "mallar" olarak
adlandırılamaz. Binaenaleyh, bu bir-iki dirhemin mehir olmaması
gerekir, Buna göre şayet, "Yanında on dirhem bulunan bir kimse hakkında,
"Onun yanında mallar vardır" denilemez. Halbuki, bu on dirhemin mehir
olabileceğini tecviz ediyorsunuz.." denilirse biz deriz ki:
"Bu âyetin
zahiri, on dirhemin mehir olmaya yetmemesini gerektirir. Ancak ne var ki biz,
bu işin olabileceğine icmâ delâlet ettiği için, verdiğimiz bu hükümde âyetin
zahiriyle amel etmeyi bıraktık." Böylece Ebu Hanife, on dirhemden daha az
olan miktar hakkında, âyetin zahirine tutunmuştur.
Bil ki bu istidlal
tutarsızdır. Çünkü âyet, (o kadınları) mallarla talep etmenin, arayıp bulmanın
caiz olduğuna delâlet etmektedir. Halbuki âyette, (o kadınları) mal olmayan
şeylerle talep etmenin caiz olmayacağına dair ancak "mefhumu muhalefet"
yoluyla bir delâlet vardır. Halbuki siz, "mefhumu muhalefet"! kabul
etmiyorsunuz. Sonra biz deriz ki: Mİhrin az veya çok herhangi bir ölçüsü
bulunmadığına şu deliller de delâlet etmektedir:
Birinci hüccet, bu
âyetle istidlal etmektir. Bu böyledir, zira Cenâb-ı Hakk'ın
"mallarınızla..." tabiri cem'e cem' ile mukabele etmektir. Cem'in
cemi ile mukabelesi ise, ferdin ferde taksim edilmesini, dağıtılmasını
gerektirir. Bu da, kadınlarla evlenmeyi arzulayan, talep eden herkesin, mal
denebilecek bir şeyler bulabileceğini gerektirmektedir. Azlık ve çokluk, hem bu
hakikatte hem de bu isimde eşittir. Binaenaleyh bu âyetten, bir ölçüye bağlı
olmaksızın mal denebilecek herhangi bir şey vasıtasıyla kadınlarla evlenmeyi
talep edebilme hükmünün çıkması gerekir..
İkinci hüccet:
HakTeâlâ'nın, "Eğer siz onları kendilerine temas etmeden önce boşar,
(fakat daha evvelden) onlara bir mehir tayin etmiş bulunursanız, o halde tayin
ettiğiniz mehrin yansı onlarındır" (Bakara, 237} âyetine tutunmaktır. Bu
âyet, mehrin yarısının, konuşulandan yani mehr-i müsammâ'dan düşmesini
gerektirir. Bu da şunu ifâde eder: Bu nikâh akdi, tâ baştan bir dirhem mehre
göre yapılmış olsaydı, (kadının boşanması halinde) o erkeğin ancak bir dirhemin
yarısını vermesi gerekirdi. Halbuki siz, böyle demiyorsunuz..
Üçüncü hüccet, ilgili
hadislerdir.
a) Rivayet edildiğine göre, mehir olarak iki pabuç
karşılığında evlenen bir kadın Hz. Peygamber'in yanına getirildiğinde, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in (ona), "Sen,
mehirolarak buiki pabuca razı oldun (mu?)" deyince kadın "evet"
dedi, Hz. Peygamber de bu evliliği onayladı.[79] Bu
olayın zahiri, bu iki pabucun kıymetinin on dirhemden daha az olabileceğini
ifâde etmektedir. Zira, ancak iki pabuç karşılığı evienebilen bu erkek ve
kadının fakir olmaları gerekir. Böylesi insanların pabuçlarının kıymeti de, son
derece azdır..
b)
Cabir (r.a),
Hz. Peygamber (s.a.s)^den şöyle elediğini rivayet etmiştir: "Her kim
evlenmek için, bir kadına bir avuç un veya kavut veyahut da yiyecek verirse,
muhakkak ki o erkek helâl olarak onu almış o/ur."[80]
c) Vâhibe ile ilgili olarak rivayet edilen şu hadistir:
Hz. Peygamber (s.a.s) onunla evlenmek isteyen kimseye, "Bir demir yüzük
dahi olsa, ara bul, (kadını bırakma)"[81]
buyurmuştur. Halbuki demir yüzük ise on
dirhem değerinde değildir.
[82]
Ebu Hanife (r.h) şöyle
demiştir: "Bir kimse bir kadınla, (ona) Kur'ân'dan bir sûreyi öğretme
mukabilinde evlense, bu öğretme mehir sayılmayıp, evlendiği kadın için
"mehr-i misil" gerekir." Ebu Hanife daha sonra şöyle
der: "Bir kimse, kendisine bir sene hizmet etme mukabilinde bir kadınla
evlenirse, bu durumda bakılır: Evlenecek erkek hür ise, o kadın için
"mehr-i misil" vermesi gerekir. Eğer köle ise, o zaman o kadına bir
yıl hizmet eder." Şafiî (r.h) ise, bunun mehir olmasını caiz görür. Ebu
Hanife bu görüşüne delil olarak şunları ileri sürmüştür:
a) Mevzubahs âyet.. Çünkü Cenâb-ı Hak, helâlliğin
olabilmesi hususunda, (onları) mal vasıtasıyla talep etme, arama şartını
koşmuştur. Mal ise, menfaatlere değil, âyâna (ayni şeylere) verilen bir
isimdir.
b) Cenâb-ı Hak,
'Bununla beraber eğer ondan birazını gönül hoşluğu ile size bağışlamış
olurlarsa, onu da içinize sine sine yeyin" (Nisa. i)buyurmuştur. Bu durum
ise, âyân'a ait bir sıfattır.
Şafiî, Ebu Hanife'nin
birinci istidlaline şu şekilde cevap vermiştir: Âyet, kadınlarla evlenmeyi mal
vasıtasıyla talep etmenin caiz olduğuna delâlet eder. Burada, kadınlarla
evlenmeyi maldan başka bir şeyle aramanın caiz olup olmadığı hususunda bir
beyan yoktur. İkinciye de şöyle cevap vermiştir: "Vermek" lâfzı,
âyânı (eşya) içine aldığı gibi, üstlenilen menfeâtleri de içine alır."
Üçüncüye de şöyle cevap vermiştir: "Bu hitap, genel duruma göre
yapılmıştır." Daha sonra Şafiî (r.h), menfaatin de mehir olabileceğine şu
bakımlardan istidlalde bulunmuştur:
Birinci hüccet:
Cenâb-ı Hak, Hz. Şuayb kıssasında, "(O zat Musa'ya) dedi ki: "Ben iki
kızımdan birini -sen bana sekiz yıl işçilik etmek üzere- sana nîkâhlamayı arzu
ediyorum..." (Kasas, 27) buyurmuş ve böylece menfaatlerin de mehir olabileceğini beyan
buyurmuştur. Bizden önceki ümmetlerin şeriatlarında aslolan. o hükmü nesh eden
bir nasih bulununcaya kadar o hükmün devam etmesidir.
İkinci hüccet: Bir
kadın kendisini hibe ettiğinde, onunla evlenmek isteyen erkek (mehir olarak
vermeye) bir şey bulamazsa, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Kuran dan Bir
şeyler biliyor musun?" Adam, "Falanca sûreyi biliyorum."
deyince, Hz. Peygamber "o
kadını, Kur'ân'dan bttdfğtn o
sûreye mukabil seninle evlendirdim."[83] Allah
en iyi bilendir.
[84]
Ebu Bekr er-Razî şöyle
demiştir: "Ayet, cariyenin azâd edilmesinin onun mehri sayılamıyacağına delâlet etmektedir.
Çünkü âyet, mehrin mal olmasını gerektirir. Hz. Peygamber'in Safiyye'yi azâd
edip, bu azâd etmeyi onun mehri sayması hadisesine gelince, bu
Allah'ın Resulüne has olan fiiller cümlesindendir.
[85]
Hak Teâlâ'mn, tabiri
hakkında da şu iki izah yapılmıştır:
a) Bundan murad, onların nikah akdi yapmış olmaları sebebiyle,
böyle namuslu olmalarıdır.
b) Buradaki bu namusluluğun, Hak Teâlâ'nın,
"Onlardan başkası ise, size helâl
edildi..." buyruğunda zikredilen helâllik hususunda bir şart olmasıdır.
Birinci mana daha uygundur. Çünkü birinci manaya göre, âyetin hem umumîliği
devam etmiş otur, hem de mânası malûm olmuş olur. İkinci manaya göreyse âyet
mücmel olur. Çünkü burada zikredilen lâfzı, mübeyyen değildir. Mücmele talîk
edilen şey ise mücmel olur. Binaenaleyh âyeti malum ve mübeyyen olan bir manaya
hamletmek, mücmel olan bir manaya hamletmekten daha evladır.
Hak Teâlâ'nın,"O
halde onlardan hangisiyle faydalandtysanız, ücretlerini takdir edildiği şekilde
verin" buyruğuna gelince, bunda birkaç mesele vardır:
[86]
Arapça'da, "istimta", faydalanmak
manasındadtr. Kendisinden faydalanılan herşeye de meta' denir. Mesela, "Adam,
çocuğundan faydalandı" denilir. Yine gençken ölenler hakkında,
"Gençliğinden faydalanamadı" denilir.
Cenâb-ı Hak da, ''Ey
Rabb'imiz, kimimiz kimimizden fayda gördük" (Enam. 128), "Siz bütün
zevklernizi dünya hayatınızda bitirdiniz ve bunlardan istifâde ettiniz"
(Ahkâf, 20) yani, onlardan peşin olarak faydalandınız ve "Siz de
kısmetinizce faydalanmak istediniz.." (Tevbe, 69) buyurmuştur. Buna göre
âyetteki, "O halde onlardan hangisiyle faydalandıysanız..." tabiri
hakkında şu iki açıktama yapılmıştır:
a) "Nikahlı hanımlarınızdan, cinsî münasebet veya
yaptığınız akit gibi hususlarda kendilerinden istifade ettiklerinize, bundan
ötürü ücretlerini ver-tntz." Sonra Cenâb-ı Hak bir karışıklık olmadığı
için, I* lâfzına râcî olacak zamiri (<u£ lafzını) getirmemiştir. Bu, tıpkı
"İşte bu, şüphesiz ki azmolunacak işlerdendir" âyetinde olduğu
gibidir. Cenâb-ı Hak bu âyette de lâfzını düşürmüştür.
b) (Onların dışındakiler) (Nisa, 24) âyetindeki lâfzı,
"kadınlar" manasınadır. Bu âyetteki j& (onlardan) ifâdesindeki
j^ harf-i cerri de teb'îz (bir kısmı) manasınadır. Binâenaleyh yine bu âyetteki
lâfzındaki zamir ism-i mevsûlüne
râcidir. Çünkü o, lâfız olarak müfred sayılır. Âyetteki, "ücretlerini
verin" buyruğundaki zamirler de, bu U ism-i mevsûlünün manasına
râcîdirler. Çünkü o, mana bakımından da cemî'dir. Âyetteki
"ücretlerini" tabiri, "mehirlerini" manasınadır. Nitekim
Cenâb-ı Hak, "Sizden kim hür ve müsiüman kadınları nikahla alacak bir
bolluğa güç yetiremezse, o halde mü'mtn cariyelerinizden alsın., ücretlerini de
güzellikle onlara versin" (Nisa, 25» buyurmuştur. Bu âyetteki
"ücretler" de, mehirler manasınadır. Tefsir ettiğimiz âyetteki
"ücretler" de aynı manadadır. Cenâb-ı Allah bir diğer âyette de,
"sizin onları nikahla almanızda, ücretlerini verdiğiniz takdirde,
üzerinize bir günah yoktur" (Mumtehine, ıo) buyurmuştur. Hak Teâlâ mehri,
"ücret" diye ifâde etmiştir. Çünkü bu, nikahtan elde edilen menfaatlerin
bedelidir. Bu, maddî şeylerin bedeli değildir. Nitekim evin ve hayvanın
sağladığı menfaatlerin bedeli de, "ücret" diye adlandırılır.
[87]
Şafiî, "Halvet-i
sahîha, mehri gerektirmez" derken, Ebu Hanife bunun mehri gerektireceğini söylemiştir.
Şafiî
görüşüne bu âyeti
delil getirmiştir. Zira "O halde onlardan hangisiyle faydaiandıysanız,
ücretlerini takdir edildiği şekil üzere verin" âyeti, o kadınlara
mehirlerini vermenin vacip oluşunun, onlardan faydalanma sebebiyle olduğunu
ihsas ettirmektedir. Eğer halvet-i sahîha, mehrin verilmesini gerektirseydi, o
zaman zahiri durum, halvet-i sahîhamn o kadınlardan faydalanmadan önce bulunmasını
gerektirirdi. Bu durumda da mehir, onlardan istifâde etmeden önce gerekmiş
olurdu. Mehrin, onlardan istifâde etmeden önce gerekmesi ise, o mehrin onlardan
faydalanması şartına bağlı olmasına engeldir. Halbuki âyet, mehrin vacip
olmasının onlardan faydalanma şartına bağlı olduğunu göstermektedir.
Binâenaleyh halvet-i sahîhamn mehri gerektirmeyeceği sabit olmuştur.
[88]
Bu âyetin tefsiri
hakkında iki görüş vardır: Birinci görüş: Ümmet-i Muhammed'in âlimlerinin
ekserisinin görüşüdür. Buna göre âyetteki, "mallarınızla arayıp
(nikahlamanız) için..." ifâdesinden maksad, "o kadınları nikah yoluyla
ve mal (mehir) vererek talebetmeniz için..." manasıdır. Hak Teâlâ'nın,
"O halde onlardan hangisiyle faydalandtysanız, ücretlerini takdir edildiği
şekilde verin" buyruğu ise şu manayadır: Bir kimse, o kadınlarla cinsî
münasebette bulunarak, onlardan istifade ederse, onlara mehirlerini eksiksiz
verir. Onlardan sırf nikah akdi yaparak istifade etmiş olur (onlarla cinsî
münasebette bulunmazsa), mehrin yarısını verir.
İkinci görüş: Bu âyet
ile Mut'a hükmü kastedilmiştir. Mut'a, bir kimsenin bir kadını belli bir mal
(ve para) ile belirti bir zamana kadar kiralayıp onunla cinsî münasebette
bulunabilmesinden ibarettir. Âlimlerimiz mut'a nikahının İslâm'ın ilk
yıllarında mubah olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Rivayet edildiğine göre
Hz. Peygamber (s.a.s), umre yaparken Mekke'ye geldiğinde, Mekke'nin kadınları
süslenip püslendiler. Bunun üzerine Ashab, bakire kızların mehillerinin
(yüksekliğinden) şikayet edince, Hz. Peygamber (s.a.s), "Bu kadınlardan
istifade ediniz (muta yapınız)"[89] dedi.
Âlimler, bu hükmün
neshedilmiş olup olmadığı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Ümmetin büyük bir
çoğunluğu, bu hükmün mensuh olduğu görüşündedirler. Ümmet-i Muhammed'den bir
topluluk ise, mut'a'nın eskiden olduğu gibi mübahlığınm devam ettiğini, mensuh
olmadığını söylemişlerdir. Bu ikinci görüş, İbn Abbas (r.a) ve İmran İbn
el-Husayn (r.a)'dan rivayet edilmiştir.
Bu hususta İbn Abbas
(r.a)'dan üç rivayet bulunmaktadır:
Birincisi, bunun
mutlak olarak mübahltğını ifâde etmektedir. Amâre şöyle demiştir: "İbn
Abbas'a, "o zina mıdır, nikah mıdır?" diye mut'a'yı sorduğumda o,
"mut'a ne zinadır, ne de nikahtır" deyince, ben: "Ya
nedir?" dedim. Bunun üzerine bana "Bu, Hak Teâlâ'nın da buyurduğu gibi
mut'a'dır (Bir faydalanmadır)" dedi. Ben, "mut'a'nın iddeti var
mıdır?" diye sordum o, "Evet onun iddeti bir hayızdır" dedi.
Ben, "mut'a nikahı ile evlenenler, birbirlerine mirasçı olabilirler
mi?" dedim, "hayır" cevabını verdi:
İkincisi: İnsanlar İbn
Abbas'ın mut'a hakkındaki fetvası hakkında şiirler söylemeye başlayınca, İbn
Abbas (r.a) şöyle dedi: "Hay Allah kahredesiceler! Ben, mut'a'nın mutlak
olarak (kayıtsız-şartsız) mubah olduğuna fetva vermedim. Fakat ben dedim ki:
"Nasıl muzdar (çaresiz) olana domuz eti ve akan kan helâl oluyor ise. aynı
şekilde çaresiz kalana mut'a da helâldir."
Üçüncüsü: İbn Abbas,
mut'a ile ilgili bu âyetin mensuh olduğunu söylemiştir. Atâ el-Horasâni, İbn
Abbas'tan bu ifâde hakkında şu sözü rivayet etmiştir. Bu âyet, "Ey
Peygamber, kadınları boşayacağınız vakit, iddetlerine doğru boşayınız.."
<Taiak. i) âyeti ile neshedilmiştir. Yine İbn Abbas m ölürken,
"Allah'ım, mut'a ve sarf hakkındaki görüşümden ötürü sana tevbe
ediyorum" dediği rivayet edilmiştir.
İmrân İbn Husayn ise
şöyle demiştir: "Allah'ın kitabında mut'a hakkındaki âyet nazil oldu.
Fakat ondan sonra onu nesheden herhangibir âyet nazil olmadı. Hz. Peygamber
(s.a,s) de mut'a'yı bize emretti ve biz ondan istifade ettik, ölünceye kadar da
bizi bundan menetmedi. Daha sonra adamın birisi, kafasına göre dilediğini
söyledi (yani bunun haram olduğunu ileri sürdü)."
Mü'minlerin emiri Hz.
Ali'ye gelince, şiîler, ondan mut'a'yı mubah gördüğü görüşünü rivayet
etmektedirler. Muhammed İbn Cerîr et-Taberî de tefsirinde Hz. Ali'nin şöyle
dediğini rivayet etmiştir: "Eğer Ömer insanları mut'a'dan nehyetmeseydi,
şakîler (azgın insanlar) müstesna, kimse zina etmezdi." Muhammed İbn
el-Hanefiyye adı ile meşhur olan Muhammed İbn Ali'nin rivayet ettiğine göre Hz.
Ali (r.a), mut'a'nın caiz olduğuna fetva vermekte olan İbn Abbas'a rastlar ve
"muhakkak ki Hz. Peygamber (s.a.s), mut'a nikahından ve ehlî eşşek eti
yemekten nehyetti" der. İşte rivayetlere taalluk eden şeyler bunlardan
ibarettir. Âlimlerin çoğu mut'a'nın haram olduğuna bir çok delil ile istidlal
etmişlerdir:
[90]
Birinci delil: Hak
Teâlâ'nın, "(Öyle mü'minler) ki onlar ırzlarım koruyanlardır. Şu var ki
zevcelerine, yahut sağ ellerinin malik olduğu (cariyelerine) karşı (olan
durumları) müstesna..." (Mümmûn, 5-6) âyetinden dolayı, cinsî münasebetin
ancak zevce veya cariye ile yapılması helâldir. Mut'a ile nikahlanan bu kadının
ne bir cariye ne de zevce olmadığı hususunda hiçbir şüphe yoktur. Bunun böyte
olduğuna şunlar da delâlet eder:
a) Şayet bu kadın zevce sayılmış olsaydı, Hak Teâlâ'nın,
"Zevcelerinizin terike-sinin yansı sizindir" (Nisa, i2>âyetinden
dolayı, adam ile onun birbirine vâris ol.naları söz konusu olurdu. Bu ikisi
arasında bir tevarüsün bulunmadığına ise ittifak edilmiştir.
b) Yine o kadın bir zevce sayılsaydı, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in, "Çocuk, (doğduğu) yatağa aittir" hadisinden ötürü, ondan
doğacak çocuğun nesebinin sabit olması gerekirdi. Üzerinde ittifak edilen görüş
ise, bu çocuğun nesebinin sübût bulmadığıdır.
c) Yine Cenâb-ı Hakk'ın, "İçinizden ölenlerin
(geride) bıraktıkları zevceler kendi kendilerine dört ay on gün (iddet)
beklerler" (Bakara, 234) âyetinden ötürü, mut'a ile alınan o kadının da
iddet beklemesi gerekirdi. Bil ki bu delil güzel ve yerindedir.
İkinci delil: Hz. Ömer
(r.a), rivayet edildiğine göre hutbesinde şöyle demiştir: "Hz. Peygamber
(s.a.s) zamanında iki türlü mut'a vardı. Ben bunları yasaklıyorum. Bunlara karşılık
ceza vereceğim." O, bu sözü sahabenin toplu olduğu bir yerde söylemiş ve
hiç kimse onu yadırgamamış, karşı çıkmamıştır. Bu hâdisede durum şöyledir. Ya
"onlar mut'a'nın haram olduğunu bildikleri halde seslerini çıkarmadılar.
Ya da onlar, mut'a'nın mubah olduğunu bildikleri halde, Hz. Ömer'e yaranmak
için seslerini çıkartmadılar" den ilebilir.'Veyahut da "o sahabeler,
onlar mut'a'nın ne haram olduğunu, ne de mubah olduğunu biliyorlardı. Bundan
dolayı, bu hususta herhangi bir görüşe sahip olmadıkları için seslerini
çıkarmadılar" denilebilir. Tercihe şayan olan, birinci ihtimaldir. İkinci
ihtimal ise hem Hz. Ömer'in hem de sahabenin tekfirini gerektirir. Çünkü her
kim, Hz. Peygamber (s.a.s)'in mut'a'yı mubah kıldığını bile bile, onu nesheden
bir hüküm bulunmadığı halde, "Bu haramdır ve yasaktır" derse, o
Allah'ı inkâr etmiş olur. Yine her kim, hatalı ve kâfir olduğunu bildiği halde,
bir kimsenin o sözünü tasdik ederse kâfir olur. Bu ise, ümmetin tekfirini
gerektirir ve Du da Hak Teâlâ'nın, "Siz en hayırlı bir ümmetsiniz.."
(an imren, 110) âyetinin 2iddınadır.
Üçüncü ihtimale
gelince ki, sahabenin, mut'a'nm ne mubah ne de haram olduğunu bilmedikleri için
seslerini çıkarmamış olmaları ihtimalidir, bu da asılsızdır. Çünkü mut'a, mubah
sayılması halinde nikah gibi olur. İnsanların, nikah ve mut'a'dan herbirinin
durumunu bilmeye olan ihtiyacı, herkesi içine ajan bir ihtiyaçtır. Bu durumda
olan bir meselenin ise gizli kalması imkânsızdır. Aksine bu konudaki bilginin
meşhur olması gerekir. Nasıl herkes nikahın mubah olduğunu ve bu mübahlığın
neshedilmemiş olduğunu biliyor idiyse, mut'a meselesi hakkında da durumun aynt
olması gerekir. Bu iki kısım bâtıl olunca, sahabenin ancak, mut'anın İslâm'da
mensuh olduğunu bildikleri için, Hz. Ömer'e karşı çıkmamış oldukları sabit
olur.
Buna göre eğer,
"sizin söylediğiniz bu şey, rivayet edilen şu haber ile bâtıl olur: Hz.
Ömer, "Bir kadın ile belli bir zaman için evlenen (mut'a yapan) bir adam
getirilirse, onu mutlaka recmederim" demiştir. Şüphe yok ki, her nekadar
sahabe, o bunu söylediği zaman karşı çıkmamışlarsa da, mut'a yapanı recmetmek
(taşlayarak Öldürmek) caiz değildir. Binâenaleyh bu, sahabenin bâtıl bir sözü
duydukları zaman ses çıkarmadıklarına delâlet eder" denirse, biz deriz ki:
Belki de Hz. Ömer bunu, bir tehdid, zecr ve bir siyaset olsun diye söylemiştir.
Faydalı olacağı zaman, bu gibi siyasetler halife için caizdir. Baksana, Hz.
Peygamber (s.a.s): "Kim bizden zekâtını esirgerse, biz ondan hem zekâtını
hem de malının yansını alırız"[91]
buyurmuştur. Fakat zekâtını vermeyen kimseden, malının yarısını atmak caiz
değildir. Hz. Peygamber, bu işi iyice yasaklamak için böyle söylemiştir. Hz.
Ömer'in sözü de böyledir. Allah en iyi bilendir.
Üçüncü delil: İmam
Malik, Zührî'den; Zühıi'de Muhammed İbn Ali'nin iki oğlu olan Abdullah ve
Hasan'dan; bunlar da babalarından; babaları da Hz. Ali'den rivayet ettiğine
göre, Hz. Peygamber (s.a.s), kadınları mut'a nikahı ile almaktan ve ehli
eşeklerin etini yemekten nehyetmiştir. Rebî' İbn Sebüre el-Cühenf, babasının
şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Erken vakitte Hz. Peygamber (s.a.s)'e
rastladım. O, makam-ı İbrahim ile rükn arasında, ayakta ve sırtını Ka'be'ye
dayamış olarak şöyle diyordu:
"Ey insanlar,
size bu kadınlardan istifade etmenizi (mut'a yapmanızı) söylemiştim. Dikkat
edin, Allah Teâlâ mut'ayı, kıyamete kadar size haram kılmıştır. Binâenaleyh
kimin yanında onlardan (mut'a ile aldığı) birisi varsa, onu salıversin. Onlara
verdiğiniz şeyden hiçblrseyi de geri almayınız. "[92] Hz.
Peygamber (s.a.s)'den, "Kadınları mut'a nikahıyla almak haramdır"[93]dediği
rivayet edilmiştir. Bu üç hadisi Vahidî, el-Bâsit adlı eserinde zikretmiştir.
Nikah'ın "istimta"' (faydalanma) diye ifâde edilemeyeceği açıktır.
Zira biz, "istimta"'nın, lezzet alma manasına geldiğini beyân
etmiştik. Halbuki sırf nikahta bu mana yoktur.
[94]
Mut'a nikahının mubah
olduğunu söyleyenler ise, şu delilleri getirmişlerdir:
Birinci delil:
Onların, Cenâb-ı Hakk'ın "Namuslu ve zinaya sapmayarak, mallarınızla
arayıp (nikahlamanız) size helâl edildi. O halde onlardan hangisiyle
faydalandıysanız, ücretlerini takdir edildiği şekil üzere verin" ayetine
tutunmalarıdır. Bu âyetle istidlal etmenin iki yolu vardır:
Birincisi, şöyle
dememizdir: Mut'a nikahı bu âyetin hükmüne dâhildir. Zira âyetteki mallarınızla
arayıp (nikahlamanız)" buyruğu, mal ile hem devamlı olarak bir kadından
istifâde etmek isteyen kimseyi, hem de geçici olarak belirli bir müddet için
istifade etmek isteyen kimseyi içine alır. Bu iki kısımdan herbiri bu ifâdeye
dahil olduğuna göre, Hak Teâlâ'nın "Onlardan başkası ise, mallarınızla arayıp
(nikahlamanız) size helâl edildi" buyruğu, her iki kısmın da helâl
olmasını gerektirir. Bu da, mut'a nikahının helâlliğini gösterir.
İkincisi ise şöyle
dememizdir: Bu âyet, mut'a nikahının açıklamasına hastır. Bunu birkaç yönden
izah ederiz:
a) Rivayet olunduğuna göre, Ubeyy İbn Ka'b bu âyeti, "O
halde onlardan hangisiyle belit bir vakte kadar t&ydalandıysaniz ücretlerini
verin' şeklinde okumuştur. İbn Abbas
(r.a)'ın kıraati de böyledir. Ümmet-i Muhammed, bu iki şahabının kıraatlerini
yadırgamamıştır. Binâenaleyh bu, bu kıraatin doğruluğu hususunda ümmetin bir
icmâsıdır. Bunun izahı, tıpkı sizin Hz. Ömer (r.a) hakkında yaptığınız izah
gibidir. Hz. Ömer, mut'ayı yasaklayınca, sahabe sesini çıkarmamıştır.
Binaenaleyh bu, bizim söylediğimiz görüş hususunda bir icmâ olmuştur. İşte
burada da böyledir. Bu kıraatin sıhhati icmâ ile sabit olduğuna göre, elde
edilmek istenen netice sabit olur.
b) Âyette zikredilen, sırf mal ile talep etmek,
araştırmaktır. Daha sonra Cenâb-ı Hak o kadınlara, kendilerinden istifâde
edildikten sonra, ücretlerinin verilmesini emretmiştir. Bu da, sırf mal ile
talep etmenin, onlarla cinsî münasebette bulunmayı tecviz ettiğine delâlet
eder. Sırf mal ile talep etmek ise, ancak mut'a nikâhında olur. Mutlak nikâha
gelince, buradaki helallik ancak akid, velî ve şahidlerle meydana gelir. Sırf
mal ile talepte bulunmak, helalliği ifâde etmez. Böylece bu durum da, bu âyetin
sırf mut'a nikahına tahsis edildiğine delâlet eder.
c) Cenâb-ı Hak bu âyette, sırf faydalanmadan dolayı
ücret vermeyi vacip kılmıştır. Faydalanma ise, lezzet almaktan ve istifade
etmekten ibarettir. Nikâhta ise, ücretleri vermek, kesinlikle faydalanmadan
ötürü vacip olmamıştır. Aksine, yapılan nikâhtan ötürü vacip olur. Baksana, sırf nikâh akdi yapmaktan dolayı mehrin yarısı gerekmektedir. Böylece
nikâhın, bir faydalanma diye adlandınlamayacağı açıktır. Çünkü biz,
faydalanmanın lezzet alma olduğunu beyân etmiştik. Halbuki sırf nikâh böyle
değildir.
d) Şayet biz bu âyeti nikâh hükmüne hamledersek. aynı
sûrede nikâh hükmünün izahı tekrarlanmış olur. Çünkü Cenâb-ı Hak bu sûrenin
başlarında, "Sizin için helâl olan (diğer) kadınlardan ikişer, üçer,
dörder olmak üzere nikah edin..." (Nisa, 3) buyurmuş, daha sonra da,
"kadınların mehirlerini yürekten isteyerek verin" (Nisa. 4) demiştir.
Ama biz bu âyeti, mut'a nikâhının izahına hamledersek, bu yeni bir hüküm olmuş
olur. Binaenaleyh, âyeti buna hamletmek daha evlâdır. Allah en İyisini
bilendir.
Mut'a nikahının caiz
olduğuna dair İkinci delil: Ümmet-i Muhammed, mut'a nikâhının İslâm'ın ilk
yıllarında caiz olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Bu hususta ümmet arasında
herhangi bir ihtilaf yoktur. İhtilâf sadece, bunu nesheden bir şeyin vâki olup
olmadığı hususundadır. Bu sebeple biz diyoruz ki, eğer bu hükmü nesheden bir şey mevcut
olsaydı, bu nesheden şey ya tevatür yoluyla veyahut da ahâd haberlerle bilinmiş
oturdu. Eğer tevatür yoluyla bilinmiş olsaydı o zaman Ali İbn Ebî Talib,
Abdullah İbn Abbas ve İmrân İbn Husayn, Hz. Muhammed'in dininde tevatürle sabit
olan bir şeyi kabul etmemiş olurlardı ki, bu da onların (haşa) kâfir
sayılmalarını gerektirir. Bu ise kesinlikle bâtıldır. Neshin ahâd haberlerle
sabit olması hali de bâtıldır. Çünkü mut'a nikahının mubah olduğu icmâ ve
tevatür yoluyla bilinince, bu nikâhın sübutu kesinlikle malûm olmuş olur;
binâenaleyh biz bu hükmü haber-i vahidle neshedersek, o zaman zannî olan bir
şeyi, kesinleşmiş olan bir şeyin hükmünü neshedici kılmış oluruz ki, bu da
bâtıldır.
Mut'a nikahının caiz
olduğunu söyleyenler, sözlerine devamla şöyle derler: "Pekçok rivayet,
böyle bir nâsihin bulunduğuna hükmetmenin yanlış olduğuna delâlet eder. Meselâ
bu rivayetlerden birisi şudur: Hz. Peygamber (s.a.s), Hayber gününde ehlî
eşeklerin etini yemekten ve mut'a nikahından insanları nehyetmiştir. Yine
rivayetlerden pekçoğu O'nun, Veda haccında ve Mekke'nin fethi gününde, mut'a
nikahını mubah kıldığım göstermektedir. Halbuki bu iki gün de, Hayber gününden
sonradır. Bu da, Hz. Peygamber (s.a.s)'in Hayber gününde mut'a nikahını
neshettiğine delâlet eden rivayetlerin bozukluğunu gösterir. Çünkü nâsih olan
nassın, mensûhtan önce bulunması imkânsızdır. Birkaç defa helâl kılma ve
neshetme olmuştur diyenlerin görüşü de zayıftır. Çünkü, rivayetler arasındaki
çelişkiyi kaldırmak isteyenler hariç, meseleyi ele alıp değerlendiren âlimlerden
hiç kimse bunu söylememiştir."
Üçüncü delil: Rivayet
olunduğuna göre Hz. Ömer (r.a), minberdeyken şöyle demiştir: "İki mut'a,
Allah'ın Resulü zamanında meşru idi. Ama ben onları yasaklıyorum. Bunlar, hacc
mut'ası ile nikâh mut'asıdır." İşte bu rivayet, Hz. Ömer tarafından,
Allah'ın Resulü zamanında mut'a nikâhının bulunduğuna dair kesin bir delildir.
Hz. Ömer'in "Ben onları yasaklıyorum" ifâdesi, Hz. Peygamber'in onu
neshetmeyip, bunu neshedenin sadece Hz. Ömer olduğuna delâlet eder. Bu sabit
olunca biz deriz ki, işte bu söz, Hz. Resul zamanında mut'anın helâl olduğuna;
Resûlullah'ın onu neshetmediğine; bunu neshedenin ise sadece Hz. Ömer olduğuna
delâlet eder. Bu da sabit olunca, mut'a nikâhının mensûh olmaması gerekir.
Çünkü. Allah'ın Resulü zamanında bulunup da O'nun neshetmediği bir şeyin, Hz.
Ömer'in neshetmesiyle mensûh olması imkânsız olur. İşte bu, İmrân İbn
el-Husaynın şöyle diyerek istidlal ettiği hüccettir: "Allahu Teâlâ, mut'a
hakkında bir âyet indirmiş ve o âyeti başka bir âyetle de neshetmemiştir.
Allah'ın Resulü de bize mut'a nikâhı yapmamızı meşru kılmış ve onu bize
yasaklamamıştır. -Hz. Ömer'in yasaklamasını kastederek- sonra bir adam kalkmış,
istediği biçimde hüküm vermiş!" İşte, mut'a nikahının caiz olduğunu
söyleyenlerin delillerinin tamamı budur.
[95]
Onlann birinci
deliline şöyle diyerek cevap verebiliriz: Bu âyetin, mut'a nikâhına da şamil
olduğunu şü üç yönden açıklayabiliriz:
a) Cenâb-ı Hak, "Analarınız., size haram
edüdi..." (Nisa, 23) buyruğunda, ilkönce nikahı haram olanlardan
bahsetmiş, müteakip âyette de "Onlardan başkası ise, size helâl
edildi" (Nisa. 24) buyurmuştur. Böylece, buradaki bu helâl kılma ile
oradaki o haram kılmadan murad edilenin aynısı kastedilmiş olur. Ancak ne var
ki, oradaki haram kılma ile murad edilen, (haram kılınanların) nikâhıdır.
Binaenaleyh, buradaki helâl kılma ile murad edilenin de nikâh olması gerekir.
b) Allah Teâlâ, "namuskâr bir biçimde"
buyurmuştur. "Namuskâr davranmak" ise, ancak sahih bir nikâhta söz
konusu olur.
c) O "Zinaya sapmamış olarak..." buyurmuş,
zinayı sifâh (dökmek) diye adlandırmıştır. Zira, zina edenin bu zinadaki
maksadı, sırf menisini akıtmaktır. O, bu zina hadisesinde, çocuk ve nikâhın
temin ettiği diğer fayda ve maslahatları istememektedir. Mut'a'dan ise, sadece
meniyi akıtmak kastedilir. Böylece bu da bir sifâh (dökmek, zina yapmak) olmuş
olur.
Bu, EbuBekrer-Razî'nin
yapmış olduğu izahlardır. Ebu Bekrer-Razî'nin("a" şıkkında)
zikrettiği şey şudur: Buna göre Allah Teâlâ sanki, insanlara cinsî münasebette
bulunmaları haram olan kadın gruplarını zikretmiş, daha sonra da,
"onlardan başkası ise, size helâl edildi" (Nisa, 24) buyurmuştur ki
bu, "nikâhın haram olduğu belirtilenlerin dışında kalanlarla cinsî
münasebette bulunmak size helâl kılınmıştır" demektir. Binâenaleyh bu
sözün neresi yanlıştır? O'nun ("b" maddesinde) söylediği söz ise
"Namuskâr davranmak", ancak sahîh bir nikâhta olur..."
şeklindedir. Ama o, bunun delilini zikretmem iştir. Onun ("c"
maddesinde) zikrettiği, "Zina, "sifâh" diye adlandırılmıştır.
Çünkü bundan, sadece menîyi akıtmak kastedilmiştir. Halbuki mut'a böyle
değildir. Çünkü mut'a'dan maksat, Allah tarafından müsaade edilmek ve izin
verilmek suretiyle menîyi akıtmaktır..." şeklindedir. Eğer siz,
"mut'a nikahı haram kılınmıştır" derseniz, biz deriz ki, bu, konunun
başına dönmedir. O halde daha niçin siz "durum bu şekildedir" dediniz?
Böylece Ebu Bekr er-Razî'nin sözünün gevşek bir söz olduğu ortaya çıkmış olur.
Bu konuda itimâda
şayan olan cevap, şöyle dememizdir: "Biz, mut'a nikâhının (başlangıçta)
mubah olduğunu inkâr etmiyoruz. Bizim söylediğimiz sadece, o nikâhın mensûh
olduğudur." Bu takdire göre, şayet âyet mut'a nikâhının meşru olduğuna
delâlet ederse, bu bizim maksadımıza zarar vermez. Bu, aynı zamanda onların
(mut'a nikahtnın caiz olduğunu söyleyenlerin) Ubeyy İbn Ka'b ve İbn Abbas'ın
kıraatine sarılmalarına bir cevaptır. Zira, sahîh olmaları halinde bu
kıraatler, sadece mut'a nikahının meşru olduğuna delâlet ederler. Halbuki biz,
bu konuda münakaşa etmiyoruz. Bizim söylediğimiz şey, bu hükmün mensûh
olduğudur. Sizin getirmiş olduğunuz deliller, bizim verdiğimiz hükmü
savuşturamaz. .
Onların, "Nasih,
ya mütevâtir ya da ahâd yolla olurdu..." şeklindeki görüşlerine de şöyle
cevap veririz: Belki de ashabın bir kısmı onu duymuş da daha sonra
unutmuştur... Daha sonra Hz. Ömer (r.a) büyük bir kalabalığın içinde bunu
hatırlatınca, ashâb onu hatırlamış, Hz. Ömer'in bu konudaki sıdkını anlamış ve
O'nun bu husustaki sözüne karşı çıkmamışlardır.
Mut'a nikâhının caiz
olduğunu söyleyenlerin, "Ömer, mut'a nikâhının nehyini kendisine nisbet
etmiştir" şeklindeki sözlerine de şu şekilde cevap veririz: "Biz daha
önce şu açıklamada bulunmuştuk: Şayet, Ömer'in bu sözünden maksadı, "Mut'a
Hz. Muhammed'in şeriatında mubahtır, ama buna rağmen ben onu yasaklıyorum"
şeklinde olsaydı, o zaman hem Hz. Ömer'in, hem de O'nunla muharebe etmeyen ve
bu hususta O'nunla tartışmayan herkesin kâfir sayılması gerekirdi. Bu da, Hz.
Ömer'le muharebe etmediği ve onun sözünü reddetmediği için Emîru'l-mü'mininin
(Hz. Ali'nin) kâfir sayılması neticesine götürür ki bütün bunlar bâtıl ve
geçersizdir.
Binaenaleyh geriye
sadece şöyle denilmesi kalmaktadır: Hz. Ömer'in bu sözünden maksadı,
"Mut'a nikahı Hz. Peygamber zamanında mubah idi. Ancak ne var ki
Resûlullah'ın onu neshettiğini bildiğim için ben onu yasaklıyorum"
şeklindedir. Bu takdire göre bu söz, elde etmek istediğimiz netice hususunda
bizim delilimiz olur. Atlah en iyi bilendir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Ücretlerini takdir edildiği şekil üzre verin" buyurmuştur ki
bu, "onlara ücret ve mehirierini vermek bir farz, yerine getirilmesi
gereken bir iş ve vecibedir" demektir.
Keşşaf sahibi, Cenâb-ı
Hakk'ın "takdir edildiği şekil üzre" ifâdesi hakkında şu üç izahı
yapmıştır:
a) (farz kılınmış) manasında olmak üzere,
"ücretlerini, mehirierini..." kelimesinden haldir.
b)
Bu kelime,
"vermek" yerinde kullanılmış bir kelimedir. Çünkü (onlara ücretlerini)
vermek farz kılınmıştır.
c) Bu kelime, te'kîd için gelmiş olan bir mef'ûl-i
mutlaktır. Yani, "Bu size, öylesine farz kılındı ki.." demektir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Omehrin miktarını tayin ettikten sonra aranızda gönül hoşluğu ile
uyuştuğunuz şey hakkında size bir günah yoktur. Şüphesiz ki Allah, hakkıyla
bilicidir, mutlak hüküm ve hikmet sahibidir" buyurmuştur.
Bu hususta birkaç
mesele vardır:
[96]
Bir önceki âyeti,
nikâh hükmü ile İlgili düşünenler şöyle demektedirler: Cenâb-ı Hakk'ın bu
buyruğundan maksadı şudur: Mehir, belirli bir miktar olarak tayin
edilince, kadının o mehirden bir kısmını indirmesi veya mehrin
tamamından vazgeçmesi hususunda bir güçlük yoktur... Buna göre, âyette
bahsedilen "aranızda gönül hoşluğu ile uyuştuğunuz şey..."
ifâdesinden maksat, mehrin miktarında bir indirim yapmak veya o mehrin
tamamından vazgeçmek olur. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Bununla beraber
eğer ondan birazım gönül hoşluğu İle size bağışlamış olurlarsa, onu da içinize
sine sine yeyin" (Nisa, 4) ve "Kendileri vazgeçmiş olurlarsa, yahud
nikâh düğümü elinde bulunan kimse bağışlarsa müstesna..." (Bakara, 237)
âyetlerinin ifâde ettiği hüküm gibidir. Zeccac bu tabirin manasının,
"kadının, kocasına mehrini bağışlamasında veya kocasının, cinsî
münasebette bulunmadan karısını boşaması halinde, mehrin tamamını kadına
bağışlamasında size bir günah yoktur.." şeklinde olduğunu söylemiştir.
Bir önceki âyeti
mut'a'nın beyânına hamledenlere gelince, onlar da şöyle demektedirler: Cenâb-ı
Hakk'ın bu âyetten maksadı şudur: Mut'a'nın müddeti sona erince, erkeğin
kesinlikle kadınla hiçbir münasebeti kalmaz. Bu durumda erkek kadına,
"Günleri arttır, ücretini artırayım" derse, kadın bu hususta
muhayyerdir. Bunu isterse yapar, isterse yapmaz. İşte Cenâb-ı Hakk'ın, "O
mehrin miktarını tayin ettikten sonra aranızda gönül hoşluğu ile uyuştuğunuz
şey hakkında size bir günah yoktur" buyruğundan maksat budur. Yani,
"Daha önce belirlenmiş olan ücret ve müddet sona erdikten sonra.."
demektir.
[97]
Ebu Hanife (r.h) şöyle
demektedir: "Mehre ilâvede bulunmak caizdir. Bu ilâve, erkek evlendiği
kadınla cinsî
münasebette bulunur
veya erkek ölürse söz konusudur.. Ama erkek kadını, cinsî münasebette bulunmadan
boşarsa, bu ilâve bâtıl olur ve o kadına, akid anında belirlenmiş olan mehrin
yansını vermek gerekir." Şafiî (r.h) ise şöyle demektedir: "Mehre
ziyade yapmak, hibede bulunmak gibidir. Eğer erkek içinden gelerek, o hibeyi
kadına verirse, kadın kabz yoluyla o hibeye mâlik olur; eğer hibeyi vermezse
hibe bâtıl olur, geçersiz olur." Ebu Bekr er-Razî, Ebu Hanife'nin bu
görüşünü isbat için bu âyetle istidlal ederek şöyle demiştir: "Cenâb-ı
Hakk'ın, "O mehrin miktarını tayin ettikten sonra aranızda gönül hoşluğu
ile uyuştuğunuz şey hakkında size bir günah yoktur" buyruğu ilâve ve
noksanlık taraflarında kendisiyle karşılıklı rızâ ve gönül hoşluğunun meydana
geldiği şeyi içine alır. Böylece bu, umumî olması sebebiyle, mehre ilâvede
bulunmanın caiz olduğuna delâlet etmektedir. Hatta bu âyet, noksanlaştırmadan
daha ziyâde, ilâvede bulunma hükmüne hastır. Zira Cenâb-ı Hak bunu, her
ikisinin karşılıklı rızalarına bağlamıştır. Halbuki, mihrin tamamından
vazgeçmek ya da biraz indirimde bulunmak, (bunlar kadının hakkı olduğu için)
kocanın rızasının olmasına ihtiyaç kalmaz. Halbuki mehre ilâvede bulunmak ise,
kocanın onu kabul etmesi halinde ancak doğru olur. Binaenaleyh, Cenâb-ı Hak bu
hükmü, karşılıklı olarak her ikisinin birden rızalarına talîk edip bağlayınca,
bu, bundan muradın ilâvede bulunmak olduğuna delâlet eder."
Ebu Bekr er-Razî
el-Cessas'ın bu izahına şu şekilde cevap verilebilir: Bu ilâvenin, Zeccâc'ın
zikretmiş olduğu şu hükümden ibaret olması niçin caiz olmasın? Zeccâc'ın hükmü
şudur: Koca, hanımını cinsî münasebette bulunmadan boşarsa, bu durumda kadın,
isterse hakkı olan "mehr-i müsemmâ"nın yarısından vazgeçer; isterse
koca da mehrin tamamını ona verebilir. Bu duruma göre koca, kadına, vermesi
gerekli olan miktardan fazlasını vermiş olur. Hem bize göre, onun bir hibe olma
durumu müstesna, bu ilâvede bir günah bulunmamaktadır. Bu ilâvenin bâtıl olduğuna
dair katî delil şudur: Bu ilave, eğer asl'a iltihak, katılmış olursa, o zaman
bu ilâve, ya ilk akdin devam etmesiyle birlikte bir ilâve olmuş olur, veyahut
da ilk akid sona erdikten sonra bu ilâve yapılmış olur. Birincisi bâtıldır,
çünkü nikah akdi ilk miktara göre tahakkuk edince, bu durumda şayet o nikah
akdi, ikinci miktara göre yeniden tahakkuk ederse bu, akid sübût bulduktan
sonra onu yeniden meydana getirme olur ki bu "hâsılı tahsil" etmeyi
gerektirir ki, bu da imkânsızdır. İkincisi de bâtıldır, zira ilâvede
bulunulduğu sırada birinci akdin hükmünün kalkmadığı hususunda İcmâ edilmiştir.
Böylece onların söyledikleri görüşün bozuk olduğu sabit olmuş olur. Sonra
Allahu Teâlâ, bu âyetlerde pekçok mükellefiyetlerden, haram ve helâl
kılmalardan bahsedince, kendisinin, bütün malûmatı bilen.hiçbir şey asla ve
katiyyetle kendisine gizli kalmayan bir alîm olduğunu; hükümlerini, hikmete
uygun bir biçimde vaz eden bir hakîm olduğunu beyân buyurmuştur ki, bu da O'nun
emirlerine teslim olmayı, hükümlerine inkîyâd edip boyun eğmeyi gerektirir.
Allah en iyisini bilendir.
[98]
"Sizden kim hür
ve müslümân kadınları nikâhta alacak bir bolluğa güç yetiremezse, o halde sağ
ellerinizin mâlik olduğu mü'min cariyelerinizden (alsın). Allah sizin imanınızı
çok iyi bilendir. Kiminiz kiminizden (hasıl olmuşsunuzdur. O halde fuhuşta
bulunmayan, gizli dostlar da edinmeyennamuslu kadınlar olmak üzere- onları,
sahiplerinin izniyle, kendinize nikahlayın. Ücretlerini de güzellikle onlara
verin. Onlar evlendikten sonra bir fuhuş irtikâb ettiler mi, o vakit üzerlerine
hür kadınlar üzerindeki cezanın yarısı (verilir. Cariyeleri almak hususundaki) bu
(müsaade) içinizden sıkmaya düşmekten (zinaya sapmaktan) korkanlar içindir. Sabretmeniz İset
sizin için daha hayırlıdır. Allah hakkıyla bağışlayıcıdır, çok merhametlidir" (Nisa, 25).
Bil ki Cenâb-ı Hak,
kimlerin nikâhının helâl oiup, kimlerin nikahının helâl olmadığını beyân
buyurunca, bu nikâhın kimler hakkında ne zaman ve ne şekilde helâl olacağını da
beyan ederek, "Sizden kim hür ve müslümân kadınları nikahla alacak bir
bolluğa güç yetiremezse..." buyurmuştur. Bu hususta birkaç mesele vardır:
[99]
Kisaî, bu âyette geçen
lâfızlarını, sâd harfinin kesresiyle şeklinde; diğer imamlar ise, sâdın
fet-hasıyla şeklinde okumuşlardır. Fetha okuyanlara göre manası, "kocalı
kadınlar"; kesre okuyanlara göre manası, "iffetli ve hür
kadınlar" demektir. Allah en iyi bilendir.
[100]
TavI kelimesi, fadl
"fazlalık, bolluk, zenginlik, nimet, iyilik" anlamlarına gelir.
İyilikte bulunmak, faziletli olmak anlarr- larına gelen Jjîull kelimesi de
böyledir. Nitekim Cenâb-ı Hak, Zİ't-tâvI "fazl sahibi.. " {Mü'min, 3j
buyurmuştur. Yine bir şeyi elde etti manasında, denilir. Bu tıpkı,
"Falancanın eli açıktır" denilmesi gibidir. TavI kelimesinin aslı,
kısanın aksi olan tûl kelimesinden gelmektedir. Zira bir şey uzun oldu mu,
tıpkı kısa olması halinde kendisinde bir kusur ve noksanlığın bulunması gibi,
onda bir mükemmellik ve fazlalık bulunduğunu gösterir. Aynı şekilde zenginlik
de tavi diye adlandırılmıştır, çünkü zenginlik sebebiyle insan, tıpkı uzun
böyle olan kimsenin, kısa boylu olanın alamıyacağı şeyleri alması gibi, fakirin
elde edemiyeceği şeyleri elde edebilmektedir.
Sen bunu iyice
kavradığın zaman biz deriz ki: Âyette geçen tav! kelimesinin manası
"kudref'tir. Bu kelimenin mansûb olması ise, kelimesinin mef'ûlü olması
sebebiyledir. kelimesi de "kudrefin, kelimesinin mef'ûlü olduğu için,
mahallen mansûbtur.
İmdi şayet,
"İstitâet, kudret demektir. Âyette geçen tavi kelimesi de kudret
manasınadır. Buna göre âyetin takdiri,""Sizden kim hür ve müslüman
kadınlan nikahlama kudretine kadir olamazsa..." şeklinde olur. O halde
kudretin tekrâr edilmesinin mânası ve faydası nedir?" denilirse, biz deriz
ki:
Durum senin söylediğin
gibidir. Ancak ne var ki evlâ olan, manânın "Sizden kim, hür ve müslüman
kadınlarla evlenmeye tam manasıyla güç yetlremezse.." şeklinde (mefûl-i
mutlak durumunda) olmasıdır İşte bu izaha göre, söz konusu olan müşkil zail
olmuş olur. Lügatle ilgili açıklamalar işte bundan ibarettir.
[101]
Müfessirlerin yapmış
olduğu izahlar şunlardır:
a) "Kim hür kadınlarla evlenmesine imkân veren bir
mal varlığına ve zenginliğine muktedir olmazsa, bir cariye ile evlensin."
b) Âyetteki "nikah" sözü, "cinsî
münasebette bulunma" manasına tefsir edilir Buna göre mana, "sizden
kim, hür kadınlarla cinsi münasebette bulunmaya mân bakımdan kadir değilse, bir
cariye ile evlensin" şeklinde olur. Mananın böyle olmas halinde, nikahı
altında hür kadın bulunmayan herkesin, cariye ile evlenmesi caizdir Bu
açıklama, Ebu Hanife'nin mezhebine uygundur. Çünkü onun mezhebine göre nikahı
altında hür kadın bulunan kimsenin, ister hür kadınla evlenmeye muktedir olsur
ister olmasın, câriye ile evlenmesi caiz değildir.
c) Bunun manası, hür kadınla yetinmektir. Bu durumda
erkeğin, ister nikahı artında hür kadın bulunsun, isterse bulunmasın, cariye
ile evlenebilir. Bütün bu izahlar yapılabilir. Zira, âyette geçen
"istita'a" (güç yetirme) bütün bu izahlara muhtemildir.
[102]
Âyetteki "Sizden
kim muhsenâti nikahla alacak bir bolluğa güç yetiştiremezse..." buyruğunda
geçen "muhsenat"
lâfzından murad, hür
kadınlardır. Bunun böyle olduğuna, Allahu Teâlâ'nın "muhsenat" ile evlenmek
imkansız olduğunda, câriye ile evlen ilebileceğini bildirmesi de delâlet eder.
Binâenaleyh buradaki "muhsenat" lâfzı ile kastedilenin, cariyenin
zıddı gibi olanlar olması gerekir. Bu kelimeyi sâd harfinin fethası ile
"muhsenat" şeklinde okuyanlara göre, hür kadınların muhsenat olarak
adlandırılmalarının sebebi, onların, hür olmaları sayesinde cariyelerin
teşebbüs edecekleri hallerden korunmuş olmalarıdır. Çünkü zahir olan odur ki
cariyeler dışarıya çokça çıkar, şuraya buraya girip çıkar, önemsenmez, değer
verilmez. Hür kadın ise, bütün bu noksanlardan korunmuştur. Fakat kelimeyi sâd
harfinin kesresi ile "muhsinât" şeklinde okuyanlara göre mana
şöyledir: Onlar, kendilerini hür olmaları sebebi ile koruyanlardır.
[103]
Şafiî (r.h)'nin görüşü
şudur: Allah Teâlâ,
cariyelerle evlenme hususunda üç şart belirtmiştir. Bunlardan
ikisi evlenen erkek, üçüncüsü ise evlenilen kadın hakkındadır. Evlenende
bulunması gereken şartlardan birincisi,onun hür kadınla evlenebileceği mehri
bulamamasıdır ki bu,Hak Teâlâ'nın, "Sizden kim hür ve müslüman kadınları
nikahla alacak bir bolluğa güç yetiremezse..." âyetiyle beyan ettiği
husustur. Bir bolluğa güç yetirememenin manası ise, hür kadını
nikahlayabileceği bir malın (mehrin) olmamasıdır. İmdi şayet, "Bir kimse
cariye ile evlenebiliyorsa, fakir bir hür kadınla da evlenebilir. Binaenaleyh
aradaki fark nereden geliyor?" denilirse, biz deriz ki: Cariyeler
hakkındaki örf, onlar efendilerinin hizmeti ile meşgul oldukları için, mehir ve
nafakalarının az olması şeklindedir. Binaenaleyh aradaki fark zahirdir.
Evlenende bulunması
gereken şartlardan ikincisi, bu âyetin sonlarına doğru gelen,
"(Cariyelerialma hususundaki) bu (müsâade), içinizden sıkıntıya düşmekten
(zinaya sapmaktan) korkanlar içindir" ifadesidir. Bu, "Bekârlık
canına tak eden kimse içindir" manasınadır.
Evlenilecek kadında
bulunması gereken üçüncü şart ise, bu cariyenin kâfir değil mü'min olmasıdır.
Zira cariye kâfir olduğu zaman şu iki bakımdan yani kölelik ve küfür bakımından
eksik olmuş olur. Şüphe yok ki doğacak çocuk, hür olma veya köle olma
bakımından annesine tâbidir. Bu durumda çocuk, bir köle olarak kâfir annesinin
mülküne bağlanmış olur ve böylece o çocukta hem köle hem de kâfirin mülkü olma gibi iki
noksanlık bulunmuş olur. İşte bu üç şart, câriye ile evlenilebilmede Şafii'ce
itibâr edilen şartlardır.
[104]
Ebu Hanife (r.h)'ye
gelince, o şöyle der: "Nikahı altında hür kadın bulunan kimsenin, cariye
ile evlenmesi caiz değildir. Fakat nikahı altında bir hür kadın bulunmayan
kimsenin, hür kadınla evlenmeye ister gücü olsun ister olmasın, cariye ile
evlenmesi caizdir."
Şafiî, görüşüne bu
âyeti delil getirmiştir. Bunu şu iki şekilde izah edebiliriz:
a) Allah Teâlâ, önce hür kadınlarla evlenmeye mali gücün
bulunmaması şartını zikretmiş, peşisıra cariye ile evlenilebileceği hükmünü
getirmiştir. Bu vasıf (şart), bu hükme uygundur. Çünkü insan, bazan cima etmeye
muhtaçtır. Hür kadının geçiminin ve mehrinin çok olması yüzünden, insan hür
kadınla (nikahlanıp) cima edemediği zaman, cariye ile evlenmesine müsaade
edilmesi gerekir. Bu sabit olunca biz deriz ki: Hüküm, kendisine münasip bir
vasfın (şartın) peşisıra zikredildiğinde, bu durum, o hükmün o vasfa bağlı
olduğuna delâlet eder. Bu sabit olunca da biz deriz ki: Şayet cariye ile
evlenme, hür kadının mehrine sahip olma veya olmama durumlarında caiz olsaydı,
mehre güç yetirememenin kesinlikle bu hüküm üzerinde bir tesiri olmaması
gerekirdi. Fakat biz, âyetin delâlet ettiği şeyin, bu hükümde bir tesiri
olduğunu beyân etmiştik. Binaenaleyh insanın, hür kadınla evlenebilecek mali
kudretinin bulunması halinde, cariye ile evlenemeyeceği sabit olur.
b) Biz, bu âyetle mefhum-u muhalifi yoluyla şu şekilde
de istidlal edebiliriz: Bir şeyin özellikle zikredilmesi, hükmün, onun dışında
kalanlardan nefyedildiğine delâlet eder. Bunun delili şudur: Bir kimse,
"şu ölü yahudi, hiçbirşey göremez" dediğinde, bu söze herkes güler ve
"Yahudi olmasa da görmez. O halde, bunu "ölü yahudi" diye
kayıtlamanın ne manası var" der. Bundan dolayı, örfü bilen kimselerin, bu
sözü kabîh görüp, kabîhliği (manasızlığı) bu illete bağladıklarını görünce,
dili iyi bilenlerin, bir hükmü bir sıfatla kayıtlamanın, o hükmün kayıtlanan (şart
koşulan) şey dışında bulunmamasını gerektireceğinde ittifak ettiklerini anlamış
oluruz.
Ebu Bekr er-Râzî
el-Cessâs şöyle demektedir: "Bu durumun, mübahlığa tahsis edilmesi, o
şeyin dışında kalanların yasak olduğunu göstermez. Bu, Cenâb-ı Allah'ın,
"Evladlannızı fakirlik korkusuyla öldürmeyin" (isrâ, 3i) âyetinde
ifade edilen husus gibidir. Bu âyette, bu korkunun zail olması durumunda,
evladların öldürülebileceğine bir delâlet yoktur. Yine bu, "Bibâyı
(faizi), Öyle kat kat artırılmış olarak yemeyin" <am imran, i»)
âyetinde ifâde edilen hususa benzer. Bu âyette, "kat kat olmaması
halinde" faizin yenebileceğini gösteren birşey yoktur."
er-Razî el-Cessâs'a
şöyle cevap verilir: "Lâfzın zahirî manası bunu gerektirmektedir. Ancak
detil-i munfasıla (başka bir delile) dayanılarak, bu âyetlerin zahirî
manalarına göre amel edilmemiştir. Bu tıpkı, sana göre emrirr zahirinin vücûb
(farziyyet) ifâde edip, delil-i munfasıldan Ötürü, pek çok yerde emrin zahirine
göre amel edilmemesi gibidir.
Âyete delil olarak
tutunma hususunda güzel bir soru da, söylediğimiz şu sözdür: Âyette geçen
"nikah"tan maksadın, "cinsî münasebette bulunma" manası
olması niçin caiz olmasın? Binaenaleyh âyetin manası, "sizden kim hür
kadınlarla cinsî münasebette bulunmaya (mali bakımdan) muktedir
olamazsa..." şeklinde olur. Buna göre de, nikahı altında hür bir kadın
olmayan kimselerin, cariyelerle evlenmeleri caiz olur. Böyle olması halinde de,
âyet Ebu Hanife lehine bir hüccet olur.
Bu suale şöyle cevap
verilir: "Müfessirlerin çoğu, âyetteki "tavlen" (bolluk-güç)
kelimesini, "zenginlik" diye tefsir etmişlerdir. Zengin olmamanın
ise, cinsî münasebete kadir olmamada değil, nikah akdi yapamamada tesiri
vardır."
Ebu Bekir er-Râzî,
görüşünün doğruluğuna umumî manadaki şu gibi âyetlerle
istidlal etmiştir:
"Hak Teâlâ, "Sizin için helâl olan kadınlardan... nikah edin"
(nim,3)j. "İçinizden bekârları evlendirin.."Nur.32); "Onlardan
başkası size helal kılmdı" (Nisa, 24) ve "Kendilerine sizden evvel
kitab verilenlerden yine hür ve iffetli kadınlar da (size helâldir)"
(Maide. 5) buyurmuştur. Bu son âyet, ehl-i kitaptan olan cariyeleri de içine
alır. Bunda geçen "muhsenâf'tan maksad, iffetli kadınlardır."
Cessâs'ın bu görüşüne
şöyle cevap verilir: "Bizim delil getirdiğimiz âyet "hâss"tır.
Hâs oian âyet, âmm (genel) manalı olan âyete tercih edilir. Bir de bu âyet,
nikahı altında hür kadın bulunanlara hastır. Bu tahsîs daraltma, çocuğu
kölelikten korumak için yapılmıştır ki bu husus münakaşa konusunda da söz
konusudur.
[105]
Hak Teâlâ'nın,
"Sizden kim hür ve müslüman kadınları nikâhla alacak bir bolluğa güç
yetiştiremezse..." buyruğunun zahiri, iman etmenin hür kadınlar hakkında
muteber olmasını gerektirir. Buna göre bir kimse, ehl-i kitaptan hür bir
kadınla evlenmeye kadir olup, ama müslüman hür bir kadınla evlenmeye malî
yönden muktedir olamazsa, bu kimsenin cariye ile evlenmesi caiz olur. Alimlerin
ekserisinin görüşü, hür kadınlar hakkında îman mefhumunun zikredilmesi mendûb
ve müstehâb olan bir husustur. Çünkü, rızkın ve geçim vasıtalarının azlığı ve
çokluğu hususunda, ehl-i kitaptan olan hür kadınla, mü'min hür kadın arasında
herhangi bir fark yoktur.
[106]
Bazı alimler şöyle
demektedirler: Ehl-i kitaptan olan kadınlarla evlenmek, kesinlikle caiz
değildir. Onlar bu
âyetlerle istidlal
ederek şöyle demişlerdir: Allah Teâlâ, müslüman hür kadınla evlenmek inkânsız hale
geldiğinde, bu kimsenin müslüman bir cariyeyle evlenebilmesinin taayyün
ettiğini beyân buyurmuştur. Eğer kitabî olan hür kadınla evlenmek caiz olsaydı,
o zaman hür müslüman kadınla evlenilemediğinde, müslüman cariye ile evlenmek
taayyün etmemiş olurdu. Bu ise, âyetin delâletini ortadan kaldırmaktadır. Sonra
bu görüşte olanlar, âyetin bu delâletini, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'a eş
tanıyan kadınlarla, onlar imana gelinceye kadar evlenmeyin" (Bakara. 221)
buyruğu ile de te'kîd etmişlerdir. Biz de bu âyeti (Bakara, 221) tefsir
ederken, pekçok delile dayanarak ehl-i kitabın kadınlarının müşrik olduğunu
beyân etmiştik.
[107]
Âyet-i kertme,
cariyelerle evlenmekten sakınmaya ve zaruret olmadıkça, böyle bir nikâh
yapmanın caiz olmaya- cağına delâlet etmektedir. Bunun sebebi şunlardır:
a) Çocuk, kölelik ve hürlük bakımından anneye tâbidir.
Binâenaleyh anne köle olunca, çocuk da köle olarak ona bağlanmış olur. Bu ise
hem o insana, hem de çocuğuna bir nakısa getirir.
b) Cariye, dışarıya çıkmayı, ötede beride gezmeyi ve
erkeklerle içli-dtşlı olmayı kimi kez adet edinmiştir. Böylece de, son derece
utanmaz ve arsız olur. Çoğu kez günaha dalmayı, azmayı adet edinir. Bütün
bunlar ise, kocalar hakkında bir zarardır.
c) Cariye üzerinde efendinin hakkı, kocanın hakkından
daha büyüktür. Bu gibi zevceler, hür kadının sırf kocasına ait olması gibi,
kocalarına ait olamazlar. Çoğu kez kocası kendisine ciddî olarak ihtiyaç
hisseder, ama buna bir imkân bulamaz. Çünkü karısının efendisi, köle olmast
hasebiyle onu engelleyerek mani olur.
d)
Efendi, o
cariyeyi bazan başkasından satın alır. Binaenaleyh, "cariyenin satılması
onun talakıdır" görüşünü savunanlara göre, bu câriye, ister kocası istesin
isterse istemesin, boş olmuş olur. Bu görüşte olmayanlara göre de, ikinci
efendisi onunla ve çocuğuyla yolculuğa çıkabilir. Bu ise, (kocaya) zarar veren
en büyük şeylerdendir.
e)
Cariyenin
mehri, efendisinin mülküdür. Binaenaleyh o cariye, hür kadının aksine, ne
kocasına mehrini bağışlayabilir, ne de o mehrinden tamamiyle vazgeçebilir. İşte
bu sebeplerden dolayı Cenâb-ı Hak, bir ruhsat olması durumu müstesna,
cariyelerle evlenmeye müsaade etmemiştir. Allah en iyisini bilendir.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"O halde sağ ellerinizin mâlik olduğu mümin cariyelerinizden
(alsm..)" buyruğuyla ilgili birkaç mesele vardır:
[108]
HakTeâlâ'nın, "O
halde sağ ellerinizin mâlik olduğu..." tabiri şu demektir: "Yani o
kimse, sağ ellerinin mâlik olduğu cariyeyle evlensin.." İbn
Abbas, "Cenâb-ı Hakk bu tabirle, kişinin kızkardeşinin cariyesini
kastetmiştir. Çünkü bir kimsenin kendi cariyesiyle evlenmesi caiz
değildir" demiştir.
[109]
kelimesi, kelimesinin
çoğulu olup; memlûke "mülk edinilmiş cariyeler" demektir. Köle için
de, kelimesi kullanılır. Hz. Peygmber (s.a.s)'den de, "Sizden hiç
biriniz, benim kölem, kulam demesin; ama, benim yiğidim, gencecik kızım
desşn"[110] dediği rivayet
edilmiştir. Yine, yeni yetişen cariyeye çocuğa da ismi verilir. Cariye de,
ister genç olsun isterse ihtiyar olsun, diye isimlendirilir. Çünkü cariye de,
büyüklere gösterilen saygı gibi bir saygı görmeme hususunda, genç gibidir.
[111]
Hak Teâlâ'mn,
"mü'min cariyelerinizden (alsın)" tabiri cariye ile
evlenmenin, onun mü'min bir kadın olmasıyla kayıtlandığına delâlet eder.
Binaenaleyh, koca ister hür ister köle olsun, onun kitabî bir cariye ile evlenmesi
caiz
olmaz. Bu Mücâhid,
Saîd, Hasan cfl-Basrî, İmam-ı Mâlik ve İmâm-ı Şafiî'nin görüşüdür. Ebu Hanife ise, kitabî
bir cariye ile evlenmenin caiz olduğunu söylemiştir.
Şafiî (r.h)'nin delili
şudur: Hak Teâlâ'nın, "mü'min cariyelerinizden (alsın)" ifadesi,
cariye ile evlenebilmenin onun mü'min olmasıyla kayıtlanmış olduğunu gösterir.
Bu da, hür kadınla malî yönden evlenebilme meselesinde zikretmiş olduğumuz o
iki sebepten dolayı, mü'min olmayan cariyelerle evlenilemiyeceğini gösterir.
Hem yine Cenâb-ı Hak, "Allah'a eş tanıyan kadınlarla, onlar imana
gelinceye kadar evlenmeyin" (Bakara, 221) buyurmuştur.
Ebu Hanife (r.h)'niri
delili ise, nass ve kıyas iledir. Nasstan deliline gelince bu, hür kadınla,
malî yönden evlenilebilmesi hususunda, tutunduğumuzu söylediğimiz umumî
ifâdelerdir ki, bunların en kuvvetlisi, Hak Teâlâ'nın, "Kendilerine sizden
evvel kitap verilenlerden yine hür ve iffetli kadınlar dahi..." (Maide. 5)
âyetidir. Kıyastan delili ise şudur: Biz, hür olan ehl-i kitap kadınları ile
nikâhlanmanın mubah olduğu hususunda ittifak ettik. Kitabî olan cariyeler de
mubahtır. Binaenaleyh, bir kimse kitabî olan cariyelerle evlenirse, bunun caiz
olması gerekir.
Ebu Hanife'nin gene!
ifâdelere tutunmasına şu şekilde cevap veririz: Bizim delillerimiz hâstır.
Bmaenaleyh, hâs (özel) olan deliller 'âmm olan ifâdelerden önce gelir, tercih
edilir.
Kıyastan deliline de
şu şekilde cevap veririz: Şafiî şöyle der: Bir kimse kitabî hür kadınla
evlenirse, bu durumda tek bir noksanlık meydana gelir. Ama, kitabî cariyeyle
evlenirse, bu durumda da köle olma ve küfür gibi iki çeşit noksanlık meydana
gelmiş olur. Böylece bu iki durum arasındaki fark ortaya çıkmış olur.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Allah sizin imanınızı çok iyi bilendir" buyurmuştur. Zeccâc
bunun manasının, "(ey insanlar) iman hususunda-zâhire göre amel edin.
Zira, sizler işlerin zahîrleri ile mükellefsiniz. Sırları ve hakikatları
bilmeyi, Allah üstlenmiştir" şeklinde olduğunu söylemiştir.
Sonra Cenâb-ı Hak,
"Kiminiz kiminizden (hasıl olmuşsunuzdur•" buyurmuştur. Bu hususta da
şu iki izah yapılmıştır:
a) Hepiniz Adem'in çocuklarısınız. Binaenaleyh, zaruret
esnasında cariyelerle evlenmeye karşı olan taassub ve kibiriniz, size mani
olmasın.
b) İman konusunda hepiniz müştereksiniz. İman,
faziletlerin en büyüğüdür. En büyük fazilette ortaklık tahakkuk edince, bunun
dışında kalan farklılıklara iltifat edilmez. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "Mü'min erkekler de,
mü'min kadınlar da birbirinin velileridir" (Tevbe. 7t) ve "Şüphesiz
ki sizin Allah nezdinde en şerefliniz takvaca en ileride olamnızdır"
(Hucurat. ta) âyetleridir. Zeccâc, bu ikinci şıkkın daha münasip olduğunu
söylemiştir. Çünkü mü'min kadınlar daha önce zikredilmişti. Veya, "İslâm
şerefiyle şereflenmek, diğer sıfatlardan daha üstündür." Bu, Şafiî
(r,h)'nin "iman, cariyelerle
evlenebilmenin şartıdır" sözünü kuvvetlendirir.
Bil ki, Cenâb-ı
Hakk'ın bu kelimeleri zikretmesinin hikmeti şudur: Araplar, kendi soy
soplarıyla iftihar ediyorlardı. Böylece Cenâb-ı Hak bu kefimeleri zikrederek,
kendisinin bu şeylere bakmadığını ve kıymet vermediğini bildirmiştir. Hz.
Peygamber (s.a.s)'in de,"Üç şey vardır ki, bunlar câhiliyye tutumundandırlar:
İnsanlann nesebleri hakkında ta nda bulunup ileri geri konuşmak; soy sop ile
iftihar etmek ve yağmurun yağmasını yıldızlara bağlamak.. İnsanlar bu üç şeyi,
İslâmiyet döneminde de terketmemişlerdir"[112]
dediği rivayet edilmiştir. Câhiliyyedekiler, İbnu'l-Hecîn'İ ta'n ediyorlardı.
Böylece Cenâb-ı Hak, onları câhiliyye huyundan men etmek için böyle
buyurmuştur.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, bu nikahın nasıl olacağını buyurarak, "O halde, onları, sahiplerinin
izniyle, kendinize nikahlayın" demiştir. Bu hususta iki mesele vardır:
[113]
Âlimler, efendisinin
izni olmadan cariye ile evlenmenin gecorsiz olacağı hususunda ittifak
etmişlerdir: Bu hükmün böyle olduğuna hem Kur'ân-ı Kerim, hem de kıyas
delâlet etmektedir. Kur'ân'dan olan delil işte bu âyettir. Çünkü Cenâb-ı
Hakk'ın, "O halde, onları, sahiplerinin izniyle, kendinize
nikahlayın" buyruğu, nikâh vacip olmasa darn müsaadenin, nikâhın caiz
olmasının bir şartı olmasını iktiza etmektedir. Bu, tıpkı Hz. Peygamber'in "Her
kim selem[114] yaparsa, bunu malûm bir
ölçek, malum bir tartı ile malum bir zamana kadar yapsın"[115]ifadesi
gibidir. Selem yapmak vacip değildir. Ancak ne var ki, bir kimse selem akdi
yapmak isterse, bu şartları tastamam yerine getirmesi gerekir. Nikah da, her ne
kadar vacip değilse de, bir kimse cariye ile evlenmek istediğinde, onunla ancak
efendisinin müsaadesiyle evlenmesi gerekir.
Kıyastan delil ise
şudur: Câriye, efendisinin mülküdür. Cariye evlendikten sonra, onun daha önce
sağlamış olduğu menfaatlerin pek çoğunu, artık efendisine temin edemez.
Binaenaleyh bu evliliğin, ancak efendisinin izniyle olması gerekir. Bil ki,
Kur'ân'ın ifâdesi cariyelere hastır. Kölelere gelince, onlar hakkında bu hüküm
hadis ile sabittir. Cabir'den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.s), Efendisinin
izni olmadan evlenen köle zinakardır”[116]
buyurmuştur.
[117]
Şafiî (r.h),
"Buluğa ermiş akıllı bir kadının nikâhı, velîsinin izni
olmaksızın sahîh olmaz" derken, Ebu Hanife (r.h) "Bu,
sahih olur" der. Şafiî bu âyetle istidlal etmiştir ki, buistidlalin izahı
şudur: Hak Teâlâ'nın, buyruğundaki zamirleri, cariyelere aittir. Cariye,
kölelik vasfıyla tavsif edilmiş bir kişidir. Kölelik vasfı, (şartlara bağlı
olarak) zail olan bir sıfattır. Halbuki, zail olan sıfatlarla tavsif edilmiş
olan zâta işaret etmek, o sıfatlara işaret etmeyi kapsamaz. Baksana bir kimse,
"şu genç ile konuşmayacağım.." diye yemin etse de, o genç
ihtiyarlasa, sonra da onunla konuşsa, o kimse yeminini bozmuş olur.
Binaenaleyh, yok olup giden arızî bir sıfatla tavsif edilmiş bir zâta işaret etmenin,
o arızî sıfatlar zail olduktan sonra da devam ettiği sabit olmuş olur. Bu sabit
olunca biz deriz ki,
Hak Teâlâ'nın, "O
halde onları, sahiplerinin izniyle, kendinize nikahlayın" ifâdesi,
cariyelere bir işarettir.,Binaenaleyh bu işaretin, kölelik vasfının onlardan
zail olup, hürriyetlerini kazanmaları durumunda da devam etmesi gerekir. Durum
böyle olunca, biz deriz ki: Misâlimizdeki akıl-baliğ hür kadının nikâhının caiz
olması, velîsinin iznine dayanır. Bu, bu misâlde sabit olunca, bu hükmün,
bunlar arasında herhangi bir farkın bulunduğunu söyleyenin bulunmayacağı
zaruretine binâen, diğer durumlarda da sabit olması gerekir.
Ebu Bekr er Razî, bu
âyetle, bu meselede Şafiî'nin görüşünün fasid olduğuna istidlal ederek şöyle
demektedir: Şafiî'nin mezhebine göre, nikâh akdinde kadının söz hakkı yoktur.
Buna göre de, kadının, cariyesini evlendirmesi caiz değildir, Bilakis, onun
mezhebine göre bu kadının cariyesini evlendirme hususunda başkasını vekîl tayin
etmesi gerekir. Halbuki bu âyet, bu görüşü iptal etmektedir. Çünkü bu âyetin
zahiri, efendisinin jzninln bulunmasıyla yetinilebileceğine delâlet etmektedir.
Binaenaleyh kim "bu kâfi
değildir" derse, âyetin zahirini terketmiş olur.
Cessâs'ın bu görüşüne,
şu bakımlardan cevap veririz:
a) Âyette geçen "izin" ifâdesinden maksat,
rızadır. Bize göre, efendinin rızâsının mutlaka alınması gerekir. Ama bunun
yeterli olduğu hususunda âyette herhangi bir delil yoktur.
b) Âyette geçen ehlihinne, yani "onların
sahipleri" tabiri, onları evlendirmeye kadir olan kimselerden ibarettir.
Bu da, eğer o cariyenin efendisi (sahibi) erkek ise, mevlâdır (yani adamın
kendisidir); veyahut da o cariyenin efendisi kadın ise,, kadın olan efendinin
tayin ettiği velidir.
c) Farzet ki "ehl" kelimesi
"mevlâ"dan ibarettir. Ancak ne var ki, bu ifâde hem erkekleri hem de
dişileri içine alan umumî bir ifâdedir. Kadının kendi kendini
evlendiremiyeceğine delâlet eden deliller ise hâstır. Nitekim Hz. Peygamber
(s.a.s), "Kendi kendini evlendiren kadın, (âhirdir) zinakârdır"
demiştir. Böylece bu hadis ile, kadının, kendi kendini evlendirme hususunda bir
söz hakkının olmadığı ortaya çıkmış olur. Binaenaleyh, arada herhangi bir
farkın bulunduğunu söyleyen birisinin olmaması sebebiyle, kadının, cariyesini
evlendirme hususunda da bir söz hakkının bulunmaması gerekir. Allah en iyi
bilendir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Ücretlerini de, Örfe göre onlara verin" buyurmuştur. Bu hususta
iki mesele vardır:
[118]
Âyetin tefsiri
hakkında şu iki görüş ileri sürülmüştür:
a) Âyette geçen "ücretler" sözünden mjjrad,
onların me- hirleridir. Bu izaha göre âyet, onlarla
evlenildiğinde, mehir ister belirtilsin isterse belirtilmesin, mehrin vacip
olduğuna delâlet eder. Çünkü Cenâb-ı Hak, mehri vacip kılma hususunda, onu
belirleyenle belirlemeyen arasında bir fark gözetmemiştir. Cenâb-ı
Hakk'ın "mehr-j misl"i murad ettiğine, O'nun "örfe göre" tabiri de
delâlet etmektedir. Bu husus içtihada, keza örfteki ve gelenekteki zann-ı
galibe dayandırılan şeyler hakkında mutlak bir ifâdedir. Bu, Cenâb-ı
Hakk'ın tıpkı, "Onların maruf bir şekilde yiyeceği, giyeceği; çocuk kendisinin olan
(babaya) aittir" (Bakara, 233) tabiri gibidir.
b) Kâdî şöyle demektedir: "Onların ücretleri"
tabirinden murad, onların nafakalarıdır." Bu sözü söyleyen, bunun
birincisinden daha münasip olduğunu, çünkü mehrin belirlenmiş bir şey olduğunu,
bu konuda marufun (örfün) şart koşulmasının bir manasının bulunmadığını söyleyerek
şöyle devam etmiştir: Cenâb-ı Hak sanki, onun câriye olmasının, tıpkı hür kadın
hakkında olduğu gibi, örfe göre mevlâsı ile cariye ayrıldığında, onun
nafakasının vacip olması ve o nafakanın yeterli olmasında bir zararı
olmayacağını beyân buyurmuştur. Sonra, Kâdî sözüne devamla şunu da
belirtmiştir: "Lâfız, her ne kadar bizim zikrettiğimiz şeye muhtemel ise
de, müfessir-lerin ekserisi bu (ücretleri) tabirini, "onların
mehirleri"; örfe göre tabirini de "istendiği zaman geciktirmeksizin
ve tam olarak, güzel bir şekilde mehirlerini cariyelere verme, ulaştırma"
manasına hamletmişlerdir.
[119]
Ebu Bekr er-Razî
(el-Cessâs). Ahkâmu'l-Kur'ân'ında, bazı Mâlik? âlimlerinin evlenmede mehri alma
hakkının
cariyeye ait
olup,"cariyeyi ücret mukabilinde başkasının işinde çalıştırma durumunda, bu
ücrete cariyenin değil de efendisinin hak sahibi olduğunu söylediklerini
nakletmiştir. Bunlar, mehir hususunda bu âyetle istidlal etmişlerdir ki, o da
"ücretlerini onlara verin" buyruğudur. Cumhûr-u ulemaya gelince
bunlar, cariyenin mehrinin efendisine ait olduğu hususunda, hem nass hem de
kıyasla istidlalde bulunmuşlardır. Nassdan delil, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah
şöyle bir mesel irâd etti: "Hiçbir şeye gücü yetmeyen memlûk bir
kul..." <nbh, 75) tabiridir ki, bu ifâde "memlûkün" bir şeye
mâlik olmasını kesintikle nefyetmektedir. Kıyastan delil ise şudur: Mehir,
fercten temin edilen menfaatlerin karşılığı olarak vacip kılınmıştır. Bu menfaatler,
efendinin mülküdür. Nikah kaydıyla o cariyeyi kocasına helâl kılan,
efendisidir. Binâenaleyh, kocanın istifade edeceği o menfaatların bedeline hak
kazanan, efendinin bizzat kendisi olması gerekir.
Mâlikîlerin bu âyetle
istidlal etmelerine şu şekilde cevap verebiliriz:
a) Âyette geçen "ücretleri" lâfzını,
"nafakaları" manasına alırsak, soru tamamiyle ortadan kalkar.
b) Allah Teâlâ, onlardan istifâdenin karşılığı olduğu için,
mehri onlara nisbet ederek, "onların mehirteri" buyurmuştur. Cenâb-ı
Hakk'ın, "Onlara., verin" emrinde, mehrin onların mülkü olmasını
gerektiren herhangi bir açıklama yoktur. Ancak ne var ki, Hz. Peygamber
(s.a.s), "Köle ve kölenin elindeki her şey, onan efendisinlndlr"[120]
buyurmuştur. Böylece, onların mehri de efendilerinin mülkü olmuş olur. Allah en
iyi bilendir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Fuhuşta bulunmayan, gizli dostlar da edinmeyen namuslu kadınlar
olmak üzere..." buyurmuştur.
Bu hususta iki mesele
vardır:
[121]
İbn Abbas, âyette
geçen lâfzının, "iffetli kadın- lar" olarak manasına geldiğini söylemiştir ki bu,
Hak Teâlâ- nın, "O halde onları, sahiplerinin izniyle,
kendinize nikahlayın" sözünden hâldir. Binaenaleyh, bu ifâdenin zahiri, zinâkar
cariyelerin nikahının haram olmasını gerektirir. Âlimler, zinakâr cariyelerin
nikahının caiz olup olmadığı hususunda ihtilaf etmişlerdir ki, biz bu hususu,
"Zina eden erkek; zina eden veya müşrik olan kadından başkasını
nikahlamaz.."(uw.z)âyetini tefsir ederken açıklayacağız. Ekseri âlimler,
bu nikahın caiz olacağı kanaatindedirler. Buna göre bu âyet, mendûb ve müstehab
olma anlamına hamledilmiş olur. Hak Teâlâ'nın, oUJL^ Jş> buyruğunun manası.
"zinaetmeyenler.." anlamındadır. Cenâb-ı Hakk'ın, OlJbM CJİİJtüi *ij
buyruğundaki JÜs^ kelimesi, tıpkı 'nün, O/" (yaşıt, aynı yaşta)
kelimesinin çoğulu olması gibi, Oİ»J' kelimesinin çoğuludur. Bu kelime ise,
seninle bir ve beraber olan kimse anlamına gelmektedir. Böyle bir kimse ise,
gizli ve aşikâr her durumda, seninle beraber olandır. Müfessirlerin ekserisi
ise, "müsafih - zinakâr" olan kadının, kendisim istediği erkeğe
kiralayan; dost edinen kadının ise, muayyen birisini dost edinen kadın olduğunu
söylemişlerdir. Câhiliyyedekiler, bu iki kısım arasında bir fark görüyor, dostu
olan kadınlara, zinakâr hükmünü vermiyorlardı. İkisi arasında gözetilen bu
fark. onlarca muteber addolununca, muhakkak ki Cenâb-ı Hak bu iki kısımdan her
birin ayrı ayrı zikretmiş, böylece ikisinin de haram olduğunu nass ile
belirtmiştir. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "De ki: "Rabbfm
ancak hayasızlıkları,, onların açığını da gizlisini de... haram etmiştir"
(Araf, 33) âyetidir.
[122]
Kâdî şöyle demektedir: "Bu âyet, cariyelerin nikâhı hususunda
iman mefhumunu şart koşmayan kimselerin
istidlal ettiği
delillerden birisidir. Çünkü bu şart olmuş olsaydı, onların namuskâr, iffetli
olmaları da şart olurdu. Halbuki bu, bir şart değildir." Kadî'nin bu
görüşüne şöyle cevap verilir: Bu ifâde, ifâdesine değil de, Cenâb-t Hakk'ın
ifâdesine matuftur, onunla ilgilidir. Şüphesiz ki bütün bunlar vacibtir.
Böylece biz şu hususta vacibin bulunmamasından, kendinden önceki şeylerde de
vacibin olmamasının gerekmediğini anlamış oluruz. Allah en iyi bilendir.
[123]
Daha sonra Cenâb-ı Hak,
"Onlar evlendikten sonra bir fuhuş irtîkâb ettiler mi, o vakit üzerlerine
hür kadınlar üzerindeki cezanın yansı (verilir)" buyurmuştur. Bu hususta
birkaç mesele vardır:
[124]
Hamza, Kisaî ve Asımın
ravisi Ebu Bekr elifin fethasıyla diğer kıraat imamları ise, elifin dammesiyle şeklinde
okumuşlardır. Meftuh okuyanlara göre bu kelimenin manası, "Onlar müslüman
olurlarsa..." şeklindedir. Hz. Ömer, İbn Mesûd, Şa'bî ve en-Nehaî ve Süddî
de böyle demişlerdir. Damme ile okuyanlara göreyse bu kelimenin manası,
"onlar kocaları vesilesiyle korunduklarında.." şeklindedir. İbn
Abbas, Saîd İbn Cübeyr, Hasan el-Basrî ve Mücahid de böyle söylemektedir.
Âlimlerden birinci açıklamayı tenkid edip de şöyle diyenler vardır: Allah
Teâlâ, "mümin cariyelerinizden..." tabirinde, cariyeleri iman ile
vasfetmiştir. Önce "mü'min cariyeleriniz.." denilip de, daha sonra
da, "onlar iman ettiklerinde onların halleri şöyle şöyledir..."
denilmiş olması uzak bir ihtimaldir.
Buna şu şekilde cevap
vermek mümkündür: Allah Teâlâ şu iki hükmü zikretmiştir:
a) Cariyelerle evlenilmesi halinde, Cenâb-ı Hak bu hususta onlar hakkında, "mü'min
cariyelerinizden..." tabiriyle, imana itibar etmiştir.
b) Cenâb-ı Hak, o cariyelerin fuhş yapmaları halinde,
onlara terettüb eden hükmü belirtmiş ve onların iman etmeleri halini de yine bu
hükümde zikretmiştir ki bu da, (fetha
okuyanlara göre) "iman ettiklerinde..." ifadesidir.
[125]
Âyette büyük bir
müşkil vardır. O da şudur: Hak Teâlâ'nın "O vakit, üzerlerine, muhsenât
üzerindeki cezanın yarısı (düşer)" buyruğundaki "muhsenât" lâfzı
ile kastedilen ya evli hür kadınlardır, ya da bekâr hür kadınlardır. Bu
kadınlara "muhsenât" denilmesinin sebebi, hür oluşlarıdır. Bu lâfızla
birincilerin murad edilmiş olması müşkildir. Çünkü evli ve hür kadınlar zina
ettiği zaman, recmolunmaları gerekir. Binaenaleyh bu durum, cariyelerin zina
etmeleri halinde cezalarının recmin yarısı olmasını gerektirir. Bunun bâtıl
olacağı herkesin malumudur. İkincilerin yani hür ve bekar kadınların murad
edilmiş olmasına gelince, onların cezasının yansı elli değnektir. Bu kadar
ceza, ister evli olsun ister evli olmasın zina eden cariyeler hakkında zaten
vacibtir. Binaenaleyh bu hüküm, cariyelerden sadece zinanın sadır olmasına
bağlanmış olur. Halbuki âyetin zahiri bu cezanın, muhsan (evli) olma ve zina
etmiş olma şartına bağlı olmasını gerektirir. Çünkü, 'Onlar evlendfkten (muhsan
olduktan) sonra bir fuhuş İrtikab ederlerse..." âyeti, bir şartın bulunmasından
sonra ikinci bir şartın daha bulunmasını ifade eder. Binaenaleyh bu da, hükmün
bu iki şarta açıkça bağlanmış olmasını gerektirir. İşte âyetteki büyük müşkil
budur.
Buna şöyle cevap
verilir: Biz "muhsenât" ile ikincilerin kastedilmiş olmasını tercih
ediyoruz. Çünkü âyetteki, "Onlar evlendikten (muhsan olduktan)
sonra..." sözünden murad, cariyelerin zina ettiklerinde cezalarının elli
değnek olabilmesi için, bu muhsan oluşun şart kılınması değildir. Aksine bunun
manası, "evli iken yapılması halinde zinanın cezası sertleşir. Mesela şu
câriye, evli iken zina ederse bunun cezası elli değnektir, daha fazla değildir.
Eğer o, evlenmeden önce zina yaparsa, bu ceza (elli değnek) onun için daha
uygundur" şeklindedir. Bu mana, âyetten anlaşılan şeyin yerini tutar. Zira,
kölelikten ötürü bu cezanın hafifletilmesi gerektiği için, cezanın
artırılmasına sebep olan şey mevcut olduğunda, bu kadar cezanın o
şiddetlendirme sebebi bulunmadığı zaman olması daha uygun olur. Allah en iyi
bilendir.
[126]
Haricîler, recmin
olmadığı hususunda ittifak etmiş ve bu âyetle şu şekilde istidlal etmişlerdir: "Allah
Teâlâ cariyelere hür ve evli kadınlar için söz konusu olan zina
cezasının yarısını gerekli (vacip) kılmıştır. Binaenaleyh şayet hür ve evli kadınlara
recm cezası gerekseydi, cariyelere vacip olan ceza recmin yansı olurdu ki bu
bâtıldır. Böylece evli ve hür kadınlara gereken zina cezasının sadece celde
(değnek) olduğu sabit olur." Hâricilerin bu görüşüne cevabımız, bir önceki
meselede verdiğimiz cevabın aynısıdır. Bu hususta geniş açıklama, Nür sûresinde
"Zina eden kadınla zina eden erkekten her birine yüzer değnek vurun"
(Nur.2)âyetinin tefsirinde zikredilecektir.
[127]
Bil kj fakîhler, bu
âyeti, her nekadar kendisinde bu ceza vacip olmayan işler mevcud ise de, had cezası dışında,
kölenin hükmünün hür
insanın hükmünden noksan olduğu hususunda bir temel kabul etmişlerdir. Allah en
iyi bilendir.
[128]
Sonra Cenâb-t Hak,
"(Cariyeleri alma hususundaki) bu (müsaade), içinizden sıkıntıya düşmekten
(zinaya sapmaktan) korkanlar içindir" buyurmuştur. Âlimler, bu ifâdenin
cariyelerle evlenme hususunda olduğunda ihtilaf etmemişlerdir. Buna göre Allah
Teâlâ sanki, "sağ ellerinizin sahip olduğu mü'min kızlar (cariyeler) ile
evlenme işi, sizden zinaya düşmekten korkanlar içindir" demiştir. Âyette
geçen, "Anet" kelimesi, çok şiddetli ve büyüK bir zarar demektir.
Nitekim Cenâb-ı Hak, yetimlerle karışıp kaynaşmaya ruhsat verdiği âyette,"Allah
(yetimlerin) salâhına çalışanlarla, fesad ve fenalık yapanları bilir. Eğer
Allah düeseydi, sizi muhakkak zahmete (zarara) sokardı" (Bakara. 220) yani
"işi zorlaştırır, böylece de yemeğinizi yetimlerin yemeğinden ayırmanızı
vacip kılardı ve size bundan dolayı büyük zararlar dokunurdu" buyurmuştur.
Yine Cenâb-ı Allah,"(O kâfirler) size sıkıntı verecek şeyleri arzu
ederler. Gerçekten onların kin ve buğzlan ağızlarından (taşıp) meydana
vurmuştur" (Aı-iimran, ıi)yani, "onlar sizin çetin bir zarara
düşmenizi arzularlar" buyurmuştur. Müfessirlerin bu hususta şu iki
görüşleri vardır:
1- Çok şiddetli şehvet hissi ve cinsî münasebette
bulunma arzusu, çoğu kez insanı zinaya sevkeder. Böylece insan, dünyada zina
cezasına, âhirette de büyük bir azaba müstehak olur ki işte "anet"
budur.
2- Bu şiddetli şehvet hissi ve cinsî münasebette bulunma
arzusu, insanı bazan şiddetli
hastalıklara götürür.
Meselâ, kadınlarda bu duygu, rahmin boğulup daralmasına, erkeklerde de
kasık ve sırt ağrılarına sebebiyet verir. Alimlerin çoğu, 'anet kelimesine
birinci manay vermişlerdir. Çünkü
Kur'ân'm beyanına bu daha uygundur.
Sonra Cenâb-ı Hak,
"Sabretmeniz ise sizin için daha hayırlıdır" buyurmuştur. Bu hususta
iki mesele vardır:
[129]
Bundan murad şudur:
Cariyelerle evlenmek, şu üç şartın, yani hür kadınlarla evlenmeye gücü olmama,
ileri derecede şehevî arzunun bulunması ve cariyenin mü'min
olmasışartlarının bulunmasına bağlıdır. Cariyelerle evlenilmesi halinde meydana
gelebilecek zararlardan ötürü, bunlarla evlenilmemesi daha evlâdır.
[130]
Ebu Hanife (r.h)'nin
mezhebine göre, nikahla meşgul olup (evlenmek), nafile namazlarla meşgul
olmaktan efdaldir. Eğer Hanefilerin mezhebi, "İster hür kadınla
evlenme olsun, ister cariye ile evlenme olsun, mutlak evlenme ile meşgul olmak
nafile namazla meşgul olmaktan daha efdaldir" şeklinde olsaydı, bu âyet
onların görüşlerinin batılhğı hakkında sarih bir nass olurdu. Eğer onlar, "Biz
cariye ile evlenmeyi nafile namazla meşgul olmaya tercih etmiyoruz"
derlerse, bu istidlalleri düşer. Fakat bu tafsilâtı (ayrıntı), onların hiç bir
kitabında görmedim. Allah en iyi bilendir.
Sonra Hak Teâlâ âyeti "Allah gafur ve rahimdir" ifadesiyle bitirmiştir. Bu ifâde, Cenâb-ı Allah'ın "evlâ olan cariyelerle evlenilmemesidir" hükmünü te'kid gibidir. Yani, her nekadar önceki sözden bir yasak oluş manası çıkıyorsa da, Allah Teâlâ, sizin bu tür evliliğe ihtiyacınızdan dolayı bunu mubah kılmıştır. Binaenaleyh bu mubah kılış, Allah'ın rahmeti ve mağfireti babındandır. Allah en iyi bilendir. [131]
"Allah size,
açıkça bildirmek, sizi sizden evvelkilerin yollarına hidayet etmek ve sizin
tevbelerihizi kabul etmek ister. Allah alîm ve hakimdir" (Nisa, 26).
Bu âyetle ilgili
meseleler bulunmaktadır:
[132]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Size, açıkça bildirmek..." buyruğundaki lam hakkında şu iki açıklama
yapılmıştır:
a) Alimler, «iöjl (istedim) ve (emrettim) fiilleriyle beraber
kullanıldığında, bu lamın bazan" " yerine geçebileceğini ve meselâ, "Gitmeni
istedim" "Gitmeni irâde ettim, istedim" "Sana, kalkmanı
emrettim" ve "Sana, kalkmanı, (dikilmeni) emrettim" denildiğini;
Cenâb-ı Hakk'ın da, "Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar" (Tevbe,
32) buyurduğunu; bunun da, anlamında
olduğunu ve "...ve biz (kendimizi) kainahnRabb'ine teslim etmemizle
emrolunmuşuzdur" (En'âm, 71) şeklinde buyurduğunu söylemişlerdir.
b) Âyette, bir hazf bulunduğunu söylememizdir. Buna göre
takdir, "Allah Teâlâ, size dininizi
ve şeriatınızı iyice beyân edip açıklamak için bu âyetleri indirmek ister,
murad eder" şeklindedir. Alimlerin misâl olarak getirmiş oldukları diğer
âyetlerde de hüküm aynıdır. Meselâ buna göre,(Tevbe, 32)âyetinin takdiri,"Allah'ın
nurunu söndürmek için, hileler yapmak ve inatlaşmak isterler, irâde
ederler..." (Enam,7i)âyetinin takdiri ise, "ve biz, (kendimizi)
alemlerin Rabb'ine teslim etmemiz için, emrolunduğumuzla
emrolunmu-şuzdur..." şeklindedir.
[133]
Bazı müfesstrler,
Cenâb-ı Hakk'ın "Allah size, açıkça
bildirmek, siztstzden evvelkilerin yollarına hidâyet etmek...ister"
âyetinde geçen iki ifâdenin manasının da aynı şey olduğunu; tekrarın, te'kîd için
yapıldığını söylemişlerdir ki, bu zayıftır. Gerçek olan, Hak Teâlâ'nın,
"size, açıkça bildirmek..." ifâdesinden şunun kastedilmiş olmasıdır:
Allah Teâlâ bize bu tekliflerin) beyân etmiş ve o tekliflerde helâli haramdan;
güzeli çirkinden ayırmıştır.
[134]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Sizi sizden evvelkilerin yollarına hidayet etmek...
"buyurmuştur. Bu ifâdeyle ilgili olarak da şu iki görüş ileri sürülmüştür:
a) Bu, Allah Teâlâ'nın önceki âyetlerde bize haram ve
helâl olduğunu beyân ettiği bütün kadınlarla ilgili hükmün, bütün şeriat ve
dinlerde aynı olduğuna bir delildir.
b) Allah Teâlâ'nın maksadı bu değildir. Aksine O'nun
muradı, "Evvelkilere beyân buyurduğu gibi sizi, faydanıza olan şeyleri
size açıklama hususunda sizi sizden
öncekilerin yollarına iletmektir..." şeklindedir. Çünkü şeriatlar ve
mükellefiyetler aslında farklı iseler de, maslahat ve menfaat konusunda
müttefiktirler.
Bu tabirle ilgili bir
üçüncü görüş de şudur: Bunun manası, "Batıldan kaçınıp hakka ittiba
edesiniz diye Cenâb-ı Hak sizi, sizden önceki hak ehlinden olan kimselerin
yoluna iletir..." şeklindedir.
[135]
Sonra Cenâb-ı Hak,
p&Şi- *Jjk) "vesizin tevbelerinizi kabul etmek..." buyurmuştur.
Kâdî şöyle demektedir: Bunun manası şudur: Allahu Teâlâ bizden, bizzat tâat
olan şeyleri isteyerek, şüphesiz onları iyice beyân edip, bütün şüpheleri
onlardan giderdiği gibi, aynı şekilde bizim kusur ve eksikliklerimiz olduğu
için, tevbelerimizi kabul etmeyi istemiştir. Çünkü mükellef, bazan itaat edip
böylece sevaba hak kazanır; bazan da günah işler, böylece de günah ve isyanları
tevbe ile telâfi etmeye ihtiyaç duyar.
Bil ki bu âyette
müşkillik arzeden bir husus vardır ki o da şudur: Hak gerçek, ya ehl-İ sünnetin
dediği gibi "kulun fiilini Allah yaratmıştır" şeklinde olur veya
Mu'tezile'nin dediği gibi, "kulun fiilini Allah yaratmamıştır"
şeklinde olur. Âyet, her iki görüşe göre de bir müşkillik arzeder. Birinci
görüşe göre müşkillik arzetmesi şöyledir: Bu görüşe göre, Allah'ın irade ettiği
her şey tahakkuk eder, meydana gelir. Binaenaleyh Cenâb-ı Mak bizim
tövbelerimizi kabul etmek istedimi, bunun hepimiz için gerçekleşmesi gerekir.
Halbuki bunun böyle olmadığ malumdur. İkinci görüşe göre de müşkillik arzetmesi
şöyledir: Allah Teâlâ, bizim kendi ihtiyacımız ve fiilimizle tevbe etmemizi
dilemektedir. Halbuki O'nun, "vesizin tevbelerinizi kabul etmek.."
sözünün zahiri, tevbe fiilini bizde yaratanın Allah Teâlâ olduğunu ve bu
tevbemizin işte böylece meydana geldiğini ihsas ettirmektedir. Binaenaleyh bu
âyet her iki görüşe göre de bir müşkillik arzetmektedir.
Bu müşkilliğe şu
şekilde cevap verebiliriz: Allah Teâlâ'nın, "ve sizin tevbeierinizi kabul
etmek,./' buyruğu tevbeyi bizde yaratanın Allahu Teâlâ olduğu hususunda açık
bir ifâdedir. Akıl da bunu teyit etmektedir. Çünkü tevbe, geçmişte yapılmış
olan bir fiile duyulan nedametten, gelecekte aynı fiili bir daha yapmama şeklindeki
azm ve karardan ibarettir. Pişmanlık ve azmetmek iradî şeylerdendir. İradî olan
şeylerin ise yeniden irâde edilmesi mümkün değildir. Aksi halde teselsül
gerekir. O halde irâdenin, insanın kendi fiili olması mümkün değildir. Böylece
bu pişmanlık ve azmetme işinin, ancak Allah'ın yaratmasıyla tahakkuk
edebileceklerini anlarız. Bu sebeple bu aklî delil de, Kur'ân'ın zahirinin
ihsas ettiği şeyin doğru olduğuna delâlet etmektedir ki, bu ihsas edilen şey,
bizim tevbelerimizi kabul edenin Allah Teâlâ olduğudur.
O'nun, "Eğer
Allah bizim tevbelerimizi kabul ederse, bu tevbe zâten tahakkuk eder..."
şeklindeki sözüne mukabil biz deriz ki: Cenâb-ı Hakk'ın, "ve sizin
tevbelerinizi kabul etmek.." sözü, ümmete bir hitaptır. Allahu Teâlâ,
önceki âyetlerde zikredilen annelerin, kızların nikah edilmesi ve yasaklanan
diğer şeyler hakkında ümmetin tevbesini kabul etmiştir. Böylece bu tevbe, onlar
için hasıl olmuş, meydana gelmiştir. Yaptığımız bu izah ile söz konusu olan
müşkil bertaraf edilmiştir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, buyurmuş olup bunun manası "Allah sizin durumlarınızı iyice bilen,
sizin hakkınızda yaptığı bütün işlerde hikmet sahibi olan ve size hükümler
verendir.." demektir.
[136]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak:
"(Evet), Allah
sizin tevbelerinizi kabul etmek ister. Şehvetlerine uyanlar İser sizin büyük
bir meyi ile sapmanızı dilerler" (Nisa, 27).
Âyetle ilgili iki mesele
vardır:
[137]
Denildiğine göre
mecûsîler, kız kardeş ve erkek kardeşle, yeğenlerle (kızkardeşin kızlarıyla)
evlenmeyi helât görüyorlardı. Cenâb-ı Hak bunların nikâhlanmasınt haram
kılınca, onlar şöyle dediler: "Sizler, hala ve teyze kızlarının nikahını
helâl kabul ediyorsunuz. Hala ve teyzelerin nikahı ise size haramdır.
Binaenaleyh, yeğenleri (erkek ve kız kardeşlerin kızlarını) da nikahlayın..."
İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu.
[138]
Mu'tezile şöyle
demektedir: Allah Teâlâ'nın "Allah
sizin tevbelerinizi kabul etmek ister" buyruğu, Allah Teâlâ'nın,herkesin
tevbesini ve itâatta bulunmasını irade ettiğine delâlet etmektedir. Alimlerimiz
bunun imkânsız olduğunu söylemektedirler. Çünkü Allah Teâlâ, fasıkın tevbe
etmeyeceğini bilmektedir. Halbuki fâsıkın tevbe etmesiyle, Allah'ın onun tevbe
etmeyeceğini bilmesi, birbirine zıt iki husustur. Allah Teâlâ'nın ilminin zeval
bulması imkânsızdır. İki zıddan birinin vacip olmasıyla beraber, diğer zıddın
murad edilmiş olması, muhal olduğu bilinen bir şeyi irâde etmektir ki, bu da
muhaldir. Hem Cenâb-ı Hak herkesin tevbe etmesini isterken, şeytan da sizin
büyük bir meyi ile sapmanızı isteyip, sonra Allah'ın murad ettiği değil de,
şeytanın murad ettiği tahakkuk edince, bu durumda Allah'ın mülkünde şeytanın nüfuzu,
Allah'ın kendi mülkündeki nüfuzundan daha geçerli ve daha tam olmuş olur ki, bu
imkânsızdır. Böylece Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah, sizin tevbelerinizi kabul
etmek ister" buyruğunun, bu tevbenin kendileri için tahakkuk etmiş olduğu
belirli bir topluma bir hitap olduğu sabit olmuş olur.
[139]
Sonra Cenâb-ı Hak,
"Allah, sizden
hafifletmek ister, insan da zayıf olarak yaratılmıştır" (Nisa,
28).buyurmuştur.
Bu âyet-i kerimede
birkaç mesele vardır:
[140]
Bu âyette geçen
"hafifletme" ile ilgili iki açıklama yapılmıştır:
a) Bundan murad, zaruret esnasında, cariyelerle evlenmenin
mubah kılınmış olmasıdır. Bu, Mücahid ve Mukâtil'in görüşüdür:
b) Diğer alimler de şöyle demişlerdir: Bu, şeriatın
bütün hükümleri ile kendisinden bize bir lütuf olmak üzere, bize müyesser kılıp
kolaylaştırdığı ve İsrailoğullarına ağırlaştırdığı gibi, bize ağırlaştırmamış
olduğu bütün teklifleri hakkında umûm ifâde eden bir tabirdir.
Bunun benzeri olan
âyetler ise şunlardır:
1-
"Onların
ağır yüklerini, sırtlarında olan zincirleri indiriyor O..." (Araf, 157).
2-
"Allah
size kolaylık diler, size güçlük istemez" (Bakara, -ıss).
3- "Din hususunda üzerinize hiçbir güçlük de
yüklemedi" (Hacc. 78). Hz. Peygamber (s.a.s) de,"Ben size,
kolaylaştırıcı ve müsamahakâr olan Hanîflik (tevhîd) dinini getirdim"
buyurmuştur.
[141]
Kadî şöyle demektedir:
Bu âyet, kulun fiilini Allah'ın yaratmadığına delâlet eder. Çünkü eğer böyle
olsaydı, mesela Cenâb-ı Hak kâfir bir kimsede hem küfrü yaratacak,
sonrada ona, "küfretme (kafir olma)" diyecek!... Böyle bir şey,
hükümleri ağırlaştırma şekillerinin en büyüğüdür. Yine onda imanı yaratmayacak,
kulun da o imanı yaratmaya kudreti olmayacak, sonra da o kula "iman
et!" diyecek!... Bu da, hükümleri ağırlaştırma şekillerinin en büyüğüdür.
Yine bu ifâde, "teklîf-i mâla yutak"ın da olmayacağına delâlet
etmektedir. Çünkü bu da, ağırlaştırma şekillerinin en büyüğüdür.
[142]
Cevap: Kâdî'nin bu
açıklaması, ilim ve dâî, keza bizim zikretmiş olduğumuz delillerin[143]
ekserisiyle reddolunup çürüttür.
Sonra Cenâb-ı Hak,
"Zaten insan zayıf olarak yaratümıştir" buyurmuştur. Bu sözün manası
şudur:. "Allah Teâlâ, insanın zayıf olması sebebiyle, tekliflerini
hafifletmiş, ağırlaştırmamıştır...." Doğruya en yakın olanı ise, bu âyette
bahsedilen zayıflığın, beden zayıflığına değil, aksine şehvet ve lezzetlere meyletmeye
çağıran sebeplerin, âmillerin çokluğu... anlamına hamledilmesidir. Böylece bu
açıklama insanın bunun aksine katlanabilme hususunda zayıf olduğunu bir izah
gibi olmuştur. Biz bu izahın daha uygun olduğunu söyledik, zira yaratılış ve
kuvvet bakımından zayıf olan kimsenin, Allah Teâlâ, tâata götüren sebeplerini
kuvvetlendirdiğinde, bu kimse kuvvetli bir kimse, yaratılış, alet ve edavat
bakımından kuvvetli olan kimsenin, tâata davet eden sebeplen zayıf olduğunda,
bu kimse de zayıf bir kimse hükmünde olur. Binaenaleyh, bu konuda tesir,
sebeplerin zaytf ve kuvvetli olmasındadır, yoksa bedenin zayıf ve kuvvetti
olmasında değil... Bütün bu açıklamalar Kadi'nin sözleridir ki, bunlar güzel
sözlerdir. Ancak ne var ki o, kendi ana kuratını da ihlâl etmiştir. Zira Kâdi,
fiilin meydana gelip gelmemesi hususunda müessir olanın, sebebin kuvvetli veya
zayıf olması olduğunu kabul edip ve şöyle bir düşündüğünde, bu sebebin kuvvetli
veya zayıf oluşunun da mutlaka bir sebebi olması gerektiğini anlar. Binaenaleyh
eğer bu, kuldan olan, başka bir sebepten dolayı olmuşsa bu, teselsülü
gerektirir. Eğer, bütün bunlar Allah tarafından ise -ki bu ister istemez kabul
edilecek bir gerçektir- hak ortaya çıkar ve Mu'tezile'nin iddiası tamamiyle
geçersiz olur. Allah en iyi bilendir.
[144]
İbn Abbas'ın
şöyle dediği rivayet
edilmiştir: "Nisa sûresinde
sekiz âyet vardır ki, bunlar, bu ümmet için, üzerine güneş doğup batan her
şeyden daha hayırlıdır. Bu âyetler şunlardır: ' 'Allah size, açıkça bildirmek
ister.. Allah tevbelerinizi kabul etmek ister... Allah sizden hafifletmek ister... Eğer yasak
edildiğiniz büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin öbür günahlarınızı örter"
(Nisa. 31); "Şüphesiz ki Allah, zerre kadar haksızlık etmez" (Nisa, );
"Şüphesiz ki Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz, fakat bundan
başkasını, dilediği kimse için bağışlar" (Nisa. ab): "Kim bir kötülük
yapar, yahut nefsine zulmeder de, sonra Allah'tan mağfiret isterse, Allah 'm
tevvab ve rahim olduğunu görür" (Nisa. No) ve "Eğer şükreder, iman
ederseniz, Allah sizi niye azaba uğratsın..." (Nisa, 147).
Bu kitabın müellifi
olan Muhammed er-Razi (kendisine, Allah hüsn-i hatimeler ihsan etsin) şöyle
der: "Allah'ım! yâ ekreme'l-ekremîn, yâ erhame'r-râhimîn.. Sen lütfunla,
rahmetinle bizleri o âyetlerin müjdesine dahil olan kullardan eyle.. (Amîn).
[145]
Bu sûrede zikredilen
mükellefiyetlerin Sekizinci nev'i de, Cenâb-ı Hakk'ın şu âyetidir: "Ey iman
edenler, birbirinizin mallarını haram sebeplerle yemeyin. Sizden karşılıklı bir
rızâdan (doğan) bir ticâret olması müstesna.. Kendilerinizi öldürmeyin. Şüphe
yok ki, Allah size çok merhamet edicidir. Kim haddi aşarak ve haksızlık ederek
bunu yaparsa, biz onu ateşe sokacağız. Bu da, Allah'a göre pek
kolaydır" (Nisa. 29-30).
Bu âyetlerin daha önceki
âyetlerle münasebeti hakkında şu iki izah yapılabilir;
a) Allah Teâlâ, evlenme sebebiyle nefisler hakkında
nasıl tasarrufta bulunulacağını beyan edince, bundan sonra mallar hakkında
nasıl tasarrufta bulunulacağını zikretmiştir.
b) Kâdî şöyle demektedir: Allah Teâlâ mallar ile
evlenmeyi talep etmeden bahsederek, mehir ve nafakaların tastamam verilmesini
emredince, bundan sonra da, mallarda nasıl tasarruf edileceğini beyan
buyurarak, (illiyi "Ey iman edenler, birbirinizi*-mallarını haram
sebeplerle yemeyin" buyurmuştur. Bu âyet hakkında birkaç mesele vardır:
[146]
Mal kazanmaktan en
büyük maksat onları yemek olduğu için, her ne kadar batıl bir şekilde meydana gelen
diğer
tasarruflar da haram
kılınmış ise de, Allah Teâlâ burada özellikle yemeden bahsetmiştir. Bunun bir benzeri de
Hak Teâlâ'nın, "Muhakkak ki yetimlerin mallarım haksız olarak yiyenler,
sırf ateş yerler" (Nisa, 10) âyetidir.
[147]
Alimler,
"bâtıl" kelimesinin tefsiri konusunda şu iki açıklamayı yapmışlardır:
a) Bu, ribâ, gasb, hırsızlık, hainlik, yalancı şahitlik,
yalan yere yemin ederek mal elde etmek ve hak olan şeyi inkâr etmek gibi
şeriatta helâl olmayan her şeye verilmiş olan bir isimdir. Bana göre âyeti bu
manaya hamletmek, onun mücmel olmasını iktizâ eder. Çünkü bu durumda âyetin
takdiri, "Aranızda bulundurduğunuz malları meşru olmayan bir yolla
yemeyiniz" şeklinde olur. Burada meşru olan yollar genişçe izah edilmediği
için, muhakkak ki âyet mücmel olmuş olur.
b) İbn Abbas ve Hasan el-Basrı (r.a)'den rivayet edilen
şu husustur: "Bâttl, bir kimsenin malından karşılıksız olarak alınan her
şeydir." Bu izaha göreyse âyet mücmel olmaz. Ancak ne var ki bazı âlimler
şöyle diyerek âyetin mensûh olduğunu söylemişlerdir: "Bu âyet nazil
olunca, insanlar başkasının yanında herhangi bir şey yemekten kaçındılar, böyle
bir şey onlara zor geldi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak bu âyeti, Nur süresindeki, "Kendi
evlerinizden ... yemenizde size bir günah yoktur" (Nur, ei) âyetiyle
neshetmiştir.
Öte yandan âyetin
zahiri, "bâtıl" kelimesini zikrettiğimiz şekilde açıkladığımızda,
sadaka ve hibeleri de haram kılmış olur.
Bunun bir nesh değil,
sadece bir tahsis olduğu da söylenebilir. İşte bu sebepten dolayı Şa'bî,
Alkame'den; o da İbn Mesûd'dan rivayet ettiğine göre İbn Mesûd, "Bu âyet
muhkem olup neshedilmemtştir. Kıyamete kadar da nesholunmayacaktır"
demiştir.
[148]
Hak Teâlâ'mn,
"Birbirinizin matlarını haram sebeplerle yemeyin" buyruğunun muhtevasına,
hem başkasının malını, hem de kendi malını bâtıl yolla yemehin hükmü girmektedir.
Çünkü O'nun, "mallarınızı.." tabirine bu iki kısım da dahil
olmaktadır. Bu tabir Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Kendilerinizi
öldürmeyin" hitabı gibidir. Bu ifâde de, hem başkasını hem de insanın
kendisini bâtıl ve haksız bir yere öldürmeyi yasaklamış olduğunu gösterir.
Kişinin kendi malını bâtıl bir yolla yemesi, o malını Allah'a isyan etmenin söz
konusu olduğu yerlerde yemesi, bitirmesidir. Başkasının malını bâtıl ve haksız
bir yolla yemesini ise, daha önce zikretmiştik..
[149]
Sonra Cenâb-ı Hak
"Sizden karşılıklı bir rızadan (doğan) bir ticaret olması müstesna..
buyurmuştur. Bu ifâde hakkında birkaç mesele vardır:
[150]
Asım, Hamza ve Kisâî,
nasb ile olmak üzere diğer kıraat imamları ise ref ile olmak üzere, şeklinde okumuşlardır.
Bu kelimeyi mansûb okuyanlar, nakıs kabul ederek böyle okumuşlardır. Buna göre
âyetin takdiri, şeklinde olur. Merfû okuyanlar ise, fiilini tam kabul ederek
okumuşlardır ki, bu durumda kelamın takdiri şeklinde olur. Vahidî, tercihe şayan olanın
ref olduğunu söylemiştir. Zira mansûb okuyanlar, kelimesine râci bir zamir
takdir ederek, bu kelamın takdirinin, şeklinde olduğunu söylerler. Halbuki,
"ızmâr kable'z-zikr" (mercii zikredilmeyen bir zamir takdir
etmek) her ne kadar caiz ise de,
kuvvetli bir kullanış değildir.
[151]
Cenâb-ı Hakk'ın
buradaki ifâdesi hakkında şu iki izah
yapılmıştır:
a) Bu, istisnâ-i munkatı'dır. Çünkü "Sizden karşılıklı bir rızadan
(doğan; ticaret" mefhûmu, "malı bâtıl bir yolla yeme" cinsinden
bir şey değildir. Buna göre buradaki
edatı, "fakat..."
manasındadır. Buna göre mana, "Lâkin o malı, karşılıklı bir rızâdan doğan
ticâret ile yemek helâldir" şeklindedir.
b) Bazı alimler, buradaki istisnanın istisnâ-t muttasıl
olduğunu ve bir şey takdir ederek, bu ifâdenin takdirinin şöyle olduğunu
söylemişlerdir: "Ribâ vesaire gibi karşılıklı rızânız dahi bulunsa,
aranızda mallarınızı bâtıl yollarla yemeyiniz. Ancak bunun, karşılıklı bir
rızaya dayanan bir ticaret olması hali müstesna..."
Bil ki, ticaretten
elde edilen mallar nasıl helâl ise, hibe, vasiyyet, veraset, sadaka, mehir ve
cinayetlerin "erş"lerini (uzuvların diyeti) almak gibi yollarla elde
edilen mallar da helâl olur. Zira ticaretin dışında, mülk edinmenin pekçok
sebebi vardır.
Buna göre şayet,
"buradaki istisna, istisnâ-i munkatı'dir" dersek, ortada herhangi bir
müşkitat kalmaz. Çünkü Allahu Teâlâ bu âyette mülk edinmenin tek bir sebebini
zikretmiş, ne menfî ne de müsbet olarak diğer sebepleri zikretmemiştir.
Ama buradaki
istisnanın istisnâ-i muttasıl oMuğunu söylersek, bu, ticaretin dışında kalan
kazanç yollarının helâllik ifade etmeyeceği hususunda bir hüküm olmuş olur.
Böyle olması halinde de mutlaka ya nesh,
ya da tahsis bulunması gerekir.
[152]
Şafiî (r.h),
"Muamelât hususundaki nehyler "butlana" (o muamelenin bâtıl
olduğuna delâlet eder" derken, Ebû Hanife {r.h) ise "buna delâlet
etmez" demektedir. Şafiî, kendi görüşünün doğruluğuna şunları delil
getirmiştir:
a) Bütün mallar, Allah'ın mülküdür. Binaenaleyh O,
kullarının bazısına, bazı tasarruflarda bulunma müsaadesi verdiğinde, bu
müsaade tıpkı şunun gibi olur: Bir kimse, bazı tasarruflarda bulunmak üzere
birisini vekil tayin etse, sonra bu vekil, müvekkilinin sözünün aksine
tasarruflarda bulunsa, bunlar icma ile geçersiz sayılır. Mecazî manada mâlik
olan bir kimsenin sözünün aksine yapılan tasarruflar geçersiz sayıldığına göre,
hakîki manada mâlik olan Cenâb-ı Hakk'ın sözünün aksine yapılan tasarrufların
haydi haydi geçersiz sayılması gerekir.
b)
Bu fasit
tasarruflar, yasaklanan ve haram ktlınan şeylerin varlık âlemine girmelerini ya
gerektirmiş olurlar ya da olmazlar. Eğer gerektiriri erse, o zaman fâsıt
tasarruflara kıyas ile bu tasarrufların
bâtıl olduğuna hükmetmek gerekir. Burada cihet-i câmi'a (müşterek nokta), nehyin
menşe'inin varlık âlemine girmemesi hususunda sa'yu gayret göstermektir. Eğer
ikinci ihtimal söz konusu olursa, geçerli ve sahih tasarruflara kıyas ile onun
sıhhatine hükmetmek gerekir. Buradaki cihet-i câmi'a ise, bu tasarrufun,
ifsaddan hâlî bir tasarruf olmasıdır. Binâenaleyh her iki durumda da,
tasarrufun tahakkuk etmiş olmasının gerektiği sabit olur. Sahîh olmayan ve
bâtıl olmayan bir tasarrufun olduğunu söylemek imkansızdır,
c) "Bir dirhemi iki dirheme satmayın" hadisi,
"Hür insanı köle karşılığında satmayın (değiştirmeyin)" hadisi
gibidir. Bu lâfzî bir nehiy olmakla beraber şeriatı neshettiği gibi, birincisi
de böyledir. Bu, şeriatı nesh olunca, bir hüküm ifâde etmiş olması bâtıl olur.
Allah en iyi bilendir.
[153]
Ebu Hanife (r.h) şöyle demiştir: "Sırf bedele dayalı akitlerde,
meclis muhayyerliği sabit değildir." Şafiî (r.h) ise, bunun sabit olduğunu
söyler. Ebu Hanife görüşüne nasslarla delil getirmiştir:
a) Delillerden biri, bu âyettir. Zira Hak Teâlâ'nın,
"Sizden karşılıklı bir rızâdan (doğan) bir ticaret olması
müstesna..." buyruğunun zahirî manası, karşılıklı rıza bulunması halinde,
bu ticaretin helâl olduğunu gösterir; isterse o (ticaretin yapıldığı) meclisten
(yerden) ayrılma olsun, isterse olmasın..
b) Hak Teâlâ'nın, "Ahidleri(nizl) yerine
getiriniz" (Maide, i) âyeti... Cenâb-ı Hak bu emri ile her ahid yapana, yaptığı
ahde bağlı kalmayı gerekli kılmıştır.
c) Hz. Peygamber (s.a.s), "Gönül ması olmadan,
müslüman bir kişinin malı (diğerine) helal olmaz"[154] demiştir.
Bey' (alış-veriş) akdi yapılmak sureti ile ticarette gönül rızası temin edilmiştir.
Binaenaleyh ticarette helalliğin bulunması gerekir.
d) Hz. Peygamber (s.a.s), "Kim bir yiyecek satın
alırsa, onu eline almadan (teslim almadan) satmasın"[155] buyurmuş
ve o yiyeceğin ancak teslim alındıktan sonra satılabileceğini bildirmiştir.
e) Hz. Peygamber (s.a.s)'in ortada ölçek bulunmadığı
müddetçe, yiyeceklerin alınıp satılmasını yasakladığı, ortada bir ölçek
bulunduğu zaman onların alınıp satılmasını mubah kıldığı ve bunun için o
meclisten (alıntp-satılma yapılan o yerden) ayrılmayı şart koşmadığı rivayet
edilmiştir."[156]
f) Hz. Peygamber (s.a.s) "Bir çocuk, babasının
hakkını ancak, onu köle olarak bulur, onu satın alır ve azâd ederse ödemiş
olur" buyurmuştur. Alimler, çocuk babasını köle olarak satın alır almaz, o
babanın hürriyetine kavuşmuş olacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Bu da malik
oluşun, sırf alış-veriş akdi ile tahakkuk edeceğini gösterir.
Bil ki Şafiî bu
nassların umûmî manalarını kabul etmekte, fakat şöyle demektedir: "Siz,
muhaddislerin,zayıf olduğu hususunda ittifak ettikleri bir hadise dayanarak,
müşterinin görmeden satın aldığı .şeylerde görme muhayyerliğinin olduğunu
söylediniz. Biz ise, hadis âlimlerinin ittifakla kabul ettiği bir hadise
dayanarak, meclis muhayyerliğinin olduğunu söylüyoruz. Bu hadis, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in "Alan da satan da, (o alışveriş yaptıkları
meclisten, yerden) ayrılmadıkça muhayyerdirler (vazgeçebilirler)"
[157]
hadisidir.
Ebu Hanife'nin
arkadaşlarının bu hadisi te'vil edişleri ve o te'villere karşı verilen cevaplar
hilâfiyyât kitaplarında zikredilmiştir. Allah en iyi bitendir.
[158]
Allah Teâlâ,
"Kendilerinizi öldürmeyin. Şüphe yok ki Allah size çok merhamet
edicidir" buyurmuştur.
Alimler, bu buyruğun
insanların biribirini öldürmesini yasakladığı hususunda ittifak etmişlerdir.
Cenâb-ı Hak "kendilerinizi" demiştir, çünkü Hz. Peygamber (s.a.s) "Mü'mİnler, tek bir can gibidir"
demiştir. Bir de Araplar, içlerinden bazıları öldürüldüğünde "Ka'be'nin
Rabb'ine yemin olsun ki öldürüldük" derler. Çünkü bazılarının Öldürülmesi,
diğerlerinin de öldürülmesi gibidir.
Alimler âyetteki
hitabın, insanların kendi kendilerini öldürmeleri hususunda bir nehiy olup
olmadığında ihtilaf etmişler ve bazıları bunu kabul etmeyerek şöyle
demişlerdir: "Mü'min bir kimsenin, imanı olduğu halde intihar etmesinin
yasaklanması caiz değildir. Çünkü mü'min kimse,-kendini öldürmemeye mecburdur.
Zira onu dünyada iken bu işi yapmaktan caydıracak şeyler mevcuttur ki bunlar,
şiddetli bir acı ve büyük bir kınamadır. Onu uhrevî bakımdan da bu işten
caydıracak şeyler mevcuttur ki, bu da büyük bir azaba müstehak olmadır.
Caydırıcı sebepler açıkça bulununca, o mü'minin bu işi yapması imkansız olur.
Durum böyle olunca da, ona intiharı yasaklamanın bir manası olmazdı. 8u nehyin,
Hinduların inandığı gibi, ancak kendi kendini öldürmeyi din edinen kimseler hakkında
olması mümkündür. Böyle bir şey ise mü'minden sâdır olmaz."
Buna şu şekilde cevap
verilebilir: Mü'min bir kimseye, Allah ve âhirete inandığı halde, kendisini
öldürmenin daha kolay geleceği keder ve eziyetler gelebilir. İşte bu sebepten
ötürü, pek çok müslümanın intihar ettiğini görüyoruz. Durum böyle olunca, bu
nehyin bir faydası olur.
Yine burada şöyle
diğer bir ihtimal daha vardır: "Adam öldürmek, irtidâd etmek ve evli iken
zina etmek gibi sebeplerden dolayı öldürülmeye müstehak olacağınız işler
yapmayın" denilmek istenmiştir. Sonra Cenâb-ı Hak, kendisinin kullarına
acıyıp merhamet ettiği için, onlara, meşakkat ve sıkıntıları gerektirecek
şeyleri yasakladığını beyân etmiştir. Şu da denilmiştir: Allah Teâlâ, İsrai loğ
utlarına, onlar için bir tevbe ve hatalarından bir kurtuluş vesilesi olsun
diye, kendilerini öldürmelerini emretmiştir.
Ey ümmet-i
Muhammed, Hak Teâlâ size merhamet ettiği
için, sizi bu çetin mükellefiyetlerle sorumlu tutmamıştır.
Daha sona Cenâb-ı
Allah, "Kim haddi aşarak ve haksızlık ederek bunu yaparsa, biz onu ateşe
sokacağız. Bu da Allah'a göre pek kolaydır" buyurmuştur. Bil ki bu ifâde
ile ilgili birkaç mesele vardır:
[159]
Alimler, HakTeâlâ'nın
"Kim.... bunu yaparsa" sözünde, "bunu" kelimesi ile neye
işaret edilmiş olduğu hususunda şu şekilde ihtilaf etmişlerdir:
a) Atâ, "Bu, haram olan cana kıyma hususunda hâs
bir ifâdedir. Çünkü zamirin, daha önce zikredilen şeylerden kendisine en yakın
olana râcî olması gerekir" demiştir.
b) Zeccâc, "Bu ifâde, hem öldürmeye hem de bâtıl
(gayr-ı meşru) yol ile başkasının malını yemeye işaret etmektedir. Çünkü bu iki
husus aynı âyette zikrolunmuştur" demiştir.
c) İbn Abbas (r.a), "Bu ifâde, Tâ sûrenin başından
buraya kadar Cenâb-ı Hakkin yasaklamış olduğu herşeye işarettir" demiştir.
[160]
Cenâb-ı Allah'ın, "Kim
haddi aşarak ve haksızlık ederek bunu yaparsa..." buyurmasının sebebi
önceki ifâdede,
insanların birbirini
öldürmesinin söz konusu edilmiş olmasıdır. Bazan bu öldürme, mesela kısasta
olduğu gibi, hak (meşru) olur. Burada önce geçen kısımda mal olmaktan
bahsotunmuştur. Bazan bu da, meselâ diyet ve benzeri şeylerde olduğu gibi hak
(meşru) olur. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, bu va'îdde haksız ve haddi aşmış
olmayı şart koşmuştur.
[161]
Mu'tezile "Bu
âyet ehl-i salat hakkında kesin bir
ilâhî tehdidin bulunduğuna delâlet etmektedir" der ve şöyle devam eder:
"Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz onu ateşe sokacağız" ifâdesi, her
ne kadar cehennemde ebedî olarak bırakmaya delâlet etmese dahi, fasıklar
hakkında ilahî bir tehdidin bulunduğunu kesinlikle söyleyen herkes, onların
cehennemde ebedî bırakılacaklarına hükmetmiştir. Binaenaleyh bu iki hususun
birisinin bulunmasından, diğerinin de bulunması gerekir. Çünkü, bu iki durum
arasında bir fark bulunduğunu söyleyen hiç kimse yoktur."
Mu tezile'nin bu
görüşüyle ilgili olarak, birçok yerde tafsilatlı cevaplar vermiştik. Ancak ne
var ki burada da şunu söylemek isteriz: Bu ifâde kâfirlere tahsis edilmiştir.
Zira Cenâb-ı Hak, "Kim haddi aşarak ve haksızlık ederek
bunu yaparsa..." buyurmuştur. Tekrardan kurtulmak için, haddi aşmakla
haksızlık etmek arasında mutlaka bir farkın bulunduğunu söylemek gerekir.
Binaenaleyh zulüm, Allah'ın tekliflerini tecavüze niyetlenen herkesin yaptığına
ad olarak verilen şeydir. Şüphe yok ki, böyle olan bir kimse de kâfir olur. Şu
da söylenemez: /Ulah Teâlâ onları imanla vasfederek, "Ey İman
edenler..." demedi mi? O halde, daha nasıl bunlarla kâfirler kastedildi
demek mümkün olur? Çünkü biz şöyle diyoruz: Sizin mezhebinize göre bu flahî
tehdidin muhtevasına giren herkes, kesinlikle mü'min değildir. Binaenaleyh bu
görüşünüze göre sizin şöyle demeniz gerekir: "Onlar mü'mindiler... sonra
bu fiilleri irtikâb edince, iman vasfı üzere devam edemediler." Sizin bu
sözü söylemeniz mutlaka gerekince, dediğinizi söylediğinizi izah sadedinde,
bizim söylediğimiz niçin doğru olmasın? Allah en iyi bilendir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
âyeti sona erdirerek, Bu da, Allah'a göre pek kolaydır" buyurmuştur. Bil
ki mümkin olan her şey, Allah'ın kudretine nisbetle müsavidir. Bu durumda, bazı
fiillerin O'na bazılarından daha kolay olduğunu söylemek imkânsız olur. Aksine
âyetteki bu hitab, aramızda bilinen üslûb üzere nazil olmuştur. Nitekim Cenâb-ı
Hakk'ın, 'Bu, (yani diriltme ilk yaratmadan) Ona göre daha kolaydır" (Hûm,
27) buyruğunda olduğu gibidir. Ya da bunun manası, iyice tehdit etmektir ki, bu
da şu demektir: Hiç kimse bundan kaçıp kurtulamaz ve hiç kimse de O'na karşı gelemez.
[162]
"Eğer
nehyedüdiğiniz büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin (öbür) kabahatlerinizi
örteriz ve sizi şerefli bir mevkie sokarız" (Nisa, 81).
Bil ki, Cenâb-ı Hak önce
bu tehdidini zikredince, bunun peşinden de, bununla ilgili tafsilatı getirerek
bu âyeti zikretmiştir. Bu âyet hakkında birkaç mesele vardır:
[163]
Alimlerden bazıları
şöyle demiştir: Bütün günahlar ve isyanlar, kebâirdir. Saîd İbn Cübeyr, İbn
Abbas'ın şöyle
dediğini rivayet
etmiştir: "Kendisiyle Altah'a İsyan edilen her şey, büyük günahtır. Her
kim bunlardan bir şey yaparsa Allah'a istiğfar etsin. Çünkü Allah Teâlâ, İslâm'dan
dönüp mürted olan, O'nun bir farzını inkâr eden veya kadere inanmayan kimseler
hariç, bu ümmetten hiç kimseyi ebedî olarak ateşte bırakmayacaktır." Bil
ki bü söz, birkaç bakımdan zayıftır:
Birinci hüccet, bu
âyettir. Çünkü, bütün günahlar kebâir olsaydı, kebairden uzaklaşmakla örtülen
diğer günahlar ile, kebâir olan günahlar arasında ayırım yapmak doğru olmazdı.
İkinci hüccet: Hak
Teâlâ'nın, "Küçük, büyük her şey yazılıdır" (Kamer, 53) ve
"Küçük büyük hiç bir şey bırakmayıp onları saymış..." (Kehf, 49)
âyetleridir.
Üçüncü hüccet: Hz.
Peygamber (s.a.s), büyük günahların hangileri olduğunu tam manasıyla
açıklamıştır. Meselâ, "Şunlar büyük günahtır: Allah'a şirk koşmak, yemîn-l
gamûs, (yalan yere yemin), anne-babaya isyan etmek ve cana kıymak..."[164]
demesi gibi. Hz. Peygamber'in bu ifâdesi de, kebâir olmayan günahların
bulunduğuna delâlet etmektedir.
Dördüncü hüccet:
Cenâb-ı Hakk'ın, "Küfrü, fasıklığı, İsyanı size çirkin gösterdi"
(Hucurat, 7) âyetidir. Bu, menhiyyatın üç kısım olduğu hususunda açık ve sarih
bir ifâdedir:
a)
Küfür,
b)
Fısk,
c)
İsyan...
Atfın sahîh olabilmesi
için, mutlaka fısk ile isyan arasında bir farkın bulunması gerekir. Bu ise
ancak, küçük günahlar ile büyük günahlar arasında zikretmiş olduğumuz farktır.
Buna göre kebâir olan günahlar, fısk; küçük günahlar ise isyandır.
[165]
İbn Abbas, şu iki
şekilde görüşüne delil getirmiştir:
1-
Kendisine
isyan edilen zât'ın nimetleri çoktur.
2- Kendisine isyan edilen zâtın tebcil edilmesi gerekir.
Buna göre birincisini ele aldığımızda, hiç şüphesiz Allah'ın nimetlerinin sonsuz
olduğunu görürüz. Nitekim O, "Allah 'm nimetini birer birer saysanız (bu,
ne mümkin? Onu) icmal suretiyle bile sayamazsınız..." (Nahi, ıbj
buyurmuştur.
İkincisini ele
aldığımızda, Cenâb-ı Hakk'ın mevcudatın en yücesi ve en büyüğü olduğunu
görürüz. Bu iki takdire göre de, O'na isyan etmenin son derece büyük olması
gerekir. Böylece her günahın büyük günah olduğu sabit olur. İbn Abbas'ın bu
görüşüne şu iki şekilde cevap verebiliriz:
a) O'nun, mevcudatın en yücesi ve en şereflisi olması
gibi, bunun yanında yine O, Erhamu'r-râhimîn (merhamet edenlerin en
merhametlisi), ekremu'l-ekremîn (ikram edenlerin en cömerdi) ve itaat edenlerin
taatlerinden, günah işleyenlerin günahlarından müstağni olanların en
müstağnisidir. Bütün bunlar, günahın hafif olmasını gerektirir.
b)
Farzet ki
günah olarak, her günah büyüktür. Fakat bazısı bazısından daha büyüktür. Bu da
aralarında bir farkın olmasını gerektirir.
[166]
Günahların, büyük ve
küçük diye iki kısma ayrıldığı sabit olunca, bunun böyle olduğunu söyleyenler
de iki kısma ayrılmışlardır: Bir kısmı "Büyük günah, nefsi ve zatı
bakımından küçük günahtan ayrılır" derken, diğer kısmı, bu ayrılışın
günahların zatları (asılları) bakımından olmayıp, günahı işleyenlerin durumları
bakımından siduğunu söyler. Biz bu iki görüşün herbirini biraz açıklamaya
çalışalım:
Birinci görüş: Bu görüşü
benimseyenler de kendi içlerinde çok ihtilaf etmişlerdir. Biz, o ihtilafların
bir kısmına işaret edelim:
1- İbn Ab bas (r.a) şöyle demektedir: "Haram olan
bir canı öldürme, muhsan (namuslu) bir kadına iftira atma, zina, faiz, yetim
malı yeme ve İslâm ordusundan kaçma gibi Kur'ân'da ilahî tehdidle zikredilen
herşey büyük günahtır."
2- İbn Mes'ud (r.a) "Nisa sûresini açın, Allah'ın
orada otuzüç âyette nehyettiği herşey büyük günahtır" demiş ve şöyle ilave
etmiştir: "Bunun delili, 'Eğer yasak edildiğiniz büyük günahkardan kaçınırsanız..." (Nisa, 3i)
âyetidir.
3-
Bir kısım
alimler de: "Kasden yapılan herşey büyük günahtır" demişlerdir.
[167]
Bütün bu görüşler
zayıftır. Birincisinin zayıflığı şudur: Her günahın mutlaka dünyada zemme,
âhirette de ikâba konu olması gerekir. Binaenaleyh "Kur'ân'da ilâhî tehdid
(va'îd) ile gelen herşey büyük günahtır" görüşü, her günahın, büyük günah
olmasını gerektirir ki
biz bunun batıl olduğunu göstermiştik.
İkinci görüşün
zayıflığı şudur: Zira Allah Teâlâ, Nisa sûresinin dışındaki sûrelerde de pek
çok büyük günahtan bahsetmiştir. Binaenaleyh büyük günahları bu surede
zikredilenlere tahsis etmenin manası yoktur.
Üçüncü görüş de
zayıftır. Çünkü eğer bu görüşte olanlar "kast? yapılan" sözü ile,
"yaptığından haberdar olarak" manasını kastetmişlerse, bunun durumu
Cenâb-ı Hakk'ın nehyettiği şeyin durumu gibi olmaz. Bundan dolayı bu görüşe
göre de her günahın büyük günah olması gerekir ki biz bunun batıl olduğunu
belirtmiştik. Eğer bunlar "kast?" sözü ile, "yaptığının bir
günah olduğunu bile bile günah işleme" manasını kastediyorlarsa, yahudi ve
hristiyanların Hz. Peygamber (s.a.s)'i inkâr ettikleri malumdur. Halbuki onlar
bunun bir masiyet olduğunu bilmezler. Fakat bu büyük bir inkâr ve günahtır.
Binaenaleyh bu üç görüş de bâtıldır. Allame el-Gazalî (r.h)
"İhyû-u'l-Ulum" kitabının "Müntehebât" bölümünde büyük ve
küçük günahların farkı konusunda uzun bir kısım ayırarak şöyle demiştir:
"Bütün bunfar, büyük günahların küçük günahlardan zatı ve mahiyeti
bakımından ayrıldığını söyleyenlerin görüşüdür."
[168]
İkinci görüş ki bu,
"büyük günahlar, günahı işleyenlerin durumları bakımından, küçük
günahlardan ayrılır" diyenlerin görüşüdür. Bunlar şöyle derler: "Her
taatin bir mükafaat karşılığı vardır. Aynı şekilde her günahın da bir ceza
karşılığı vardır. Mesela insan bir taatta bulunup taatı sebebiyle bir mükafaata
müstehak olur; daha sonra da bir günah işleyip bu günahı sebebiyle bir cezayı
hakeder ise, taatin mükafaatı ile günahın cezası arasındaki durum, aklî
taksimata göre üç şekilde olabilir:
a) İkisi birbirine eşit olur. Bu, her nekadar aklen
ihtimal dahilinde ise de, nakli delil böyle bir durumun olmayacağına delâlet
etmektedir. Zira Cenâb-ı Hak, "(Onlardan) bir takım cennette, bir takım da
cehennemdedir" (Şûra. 7) buyurmuştur. Faraza sevabı ve günahı tam denk bir
mükellef bulunsaydı, onun ne cennette ne de cehennemde olmaması gerekirdi.
b) Bu kimsenin taatının mükafaatımn, günahının
cezasından daha fazla olması durumu... Bu durumda onun mükafaatından cezası
kadar kısım düşer ve geriye bir parça mükafaatı kalmış olur. İşte bu günah,
küçük günah olup, bunun mükafaattan düşülmesine de "tekfir" (günahın
örtülmesi) denilir.
c)
Bu insanın
günahının cezasının, taatinin mükafaatından daha fazla olması durumu... Bu
durumda da günahın cezasından, mükafaat kadar kısım düşülür ve geriye cezanın
bir kısmı kalır. İşte bu günah da kebire (büyük günah) olup, bu düşme ihbât
(amelin boşa gitmesi) diye adlandırılmıştır. İşte bu izah ile, büyük ve küçük
günahın farkı ortaya çıkmış olur. Bu, Mu'tezile'nin ekserisinin görüşüdür.
Bil ki bu görüş, bizce
hepsi batıl olan birtakım usullere (prensiplere) dayanmıştır:
a) Bu, "Taatın bir mükafaatı, günahın da bir cezayı
mutlaka gerektirdiği" prensibine dayınır ki bu prensip bâtıldır. Çünkü biz
tefsir'in pek çok yerinde fiilin kuldan sâdır olmasının, ancak Cenâb-ı Hakk'ın
o kulda, bu fiili gerektiren bir sebep yarattığında olabileceğini beyân
etmiştik. Her nezaman böyle olursa taatın, mükafaatı; mâsiyetin de cezayı
gerektirmesi imkansız olur.
b) Farzedelim ki durum böyle. Fakat biz aklın açıkça
gösterdiği gibi, bir kimse yetmiş yıl Allah'ı birlemek, takdis ve tenzîh etmek
ve Allah'a hizmet ve taatts bulunmakla meşgul olsa, hiç şüphesiz bu kulun, bu
uzun müddet içinde, buncf taatlardan elde edeceği mükafaatların toplamının, bir
damla içki içen kimsenin cezasından daha çok olduğunu anlarız. Ancak ne var ki
ümmet-i Muhammed bir damla da olsa içki içmenin büyük günahlardan olduğu
hususunda ittifak etmiştir. Eğer Mu'tezile bu görüşlerinde diretip "Hayır,
bu bir damla içkinin cezası yetmiş yıllık tevhid ve ibadetlerin mükafaatından
daha fazladır" derlerse, kendi
kaide ve düsturlarını geçersiz kılmış olurlar. Çünkü onlar, bu gibi meseleleri
"hüsün ve kubuhun (iyilik ve kötülüğün) akla göre olduğu" prensibine
dayandırırlar. Bu kadarcık günahın cezasını, o kadar çok taatın mükafaatından
daha fazla sayan kimsenin zalim olduğu akıllarda yer eden gerçeklerdendir.
Binaenaleyh eğer onlar, bu konuda aklın vereceği hükmü defetmeye çalışırlarsa,
hiç şüphesiz kendi aleyhlerine olarak, "Birşeyin hasen (iyi-hayır) ve
kabîh (kötü-şer) olduğuna akıl karar verir" şeklindeki prensiplerini iptal
etmiş olurlar. Bu durumda da, kendi aleyhlerine olarak bütün prensipleri geçersiz olur.
c) Allah'ın nimetleri sayısız olup, bunlar kulun
taatlarından önce de mevcuttur. Bu önce olan nimetler, o taatları
gerektirmektedir. Binaenaleyh taat olan şeyleri edâ etmek, önceden gelmiş olan
nimetlere karşılık vacip olan şeyleri edâ olmuş olur. Bu gibi taatlar, artık
istikbalde başka bir şey (mükafaatı) gerektiremezler. Durum böyle olunca,
hiçbir taatin bir mükafaat gerektirmemesi icap eder. Böyle olunca da işlenen
her günahın cezası, işleyen kimsenin mükafaatından fazla olmuş olur. Bu durumda
da her günahın, büyük günah olması gerekir ki bu da bâtıldır.
d) Bu görüş, "ihbât" prensibine dayanır. Biz,
bu görüşün iptali hususunda Bakara sûresinde pek çok izahlar yaptık.
Binaenaleyh Mu'tezite'nin, büyük ve küçük günah arasındaki fark konusunda ileri
sürdüğü bütün bu şeylerin bâtıl olduğu sabit olur. Muvaffakiyyet Allah'tanır.
[169]
Alimler, Allah
Teâlâ'nın büyük günahları
küçük günahlardan tek tek ayırıp ayırmadığı hususunda
ihtilaf etmişler ve ekserisi şöyte demişlerdir: "Allah Teâlâ büyük günahları
küçük günahlardan tek tek ayırmamıştır. Zira O, bu âyette büyük günahlardan
kaçınmanın küçük günahların affınt gerektireceğini beyan etmiştir. Binaenaleyh
kul, muyayyen olan falan falan günahların büyük olduğunu bildiğinde, onlardan
sakındığı takdirde küçük günahlarının bağışlanacağını anlamış olur. Böylece bu
da, onu bir nevi küçük günahları işlemeye teşvik olmuş olur. Halbuki kabîh
(kötü) şeylere teşvik, genel olarak uygun düşmez. Fakat Cenâb-ı Allah büyük
günahları küçük günahlardan ayırmayıp; kul da günahlar içinde küçük günah
tanımayıp, yapacağı her günahın büyük olabileceği kanaatinde olursa, bu durum
onun küçük günahları işlemesine de engel teşkil etmiş olur." Bu görüşteki
alimler sözlerine devamla şöyle derler; "Namazlar içerisinde "orta
namazın", Ramazan geceleri içerisinde "Kadir gecesinin", Cuma
gününün saatleri içerisinde "icabet (duaların kabul) saatinin" ve
bütün ömür içerisinde "ölüm vaktinin" gizlenmesi de, İslâm şeriatinde
bunun benzeri olan misallerdir. Netice olarak diyebiliriz ki: Bu kaide, Allah
Teâlâ'nın hiçbir günahın küçük olduğunu ve büyük günahların neler olduğunu
beyan etmemesini gerektirir. Çünkü büyük günahları beyan etmesi halinde,
diğerleri küçük günah olmuş olur. Bu durumda da küçük günahlar bilinmiş olur.
Fakat Cenâb-ı Hakk,
bazı günahların büyük olduğunu belirtebilir.
Rivayet olunduğuna
göre Hz. Peygamber (s.a.s) "Neleri büyük günah sayıyorsunuz?"
dediğinde, ashabı "Allah ve Resûlullah daha iyi bilir" dediler. Bunun
üzerine O: "Allah'a şirk koşmak, öldürülmesi haram elan
inşam öldürmek, ana-babaya isyan etmek, ordudan kaçmak, büyü yapmak, yetim malı
yemek, yalan söylemek, faiz yemek, iffetli ve namuslu kadınlara iftira
atmaktır"[170]
buyurmuştur.
Abdullah İbn Ömer
(r.a)'in bu hadisi zikrederken, "Beytu'l-Haram'a (Mescid-i rlaram'a)
sığınan kimsenin kantnı (öldürülmesini) helâl görme ve içki içmeyi de bunlara
ilave ettiği; İbn Mes'ud (r.a)'un da, bunlara, Allah'ın rahmetini ummayı,
Allah'ın rahmetinden ümid kesmeyi ve Allah'ın ikâbından emin olmayı eklediği
rivayet edilmiştir. Yine İbn Abbas (r.a)'dan, büyük günahların yedi tane olduğu
rivayetinin yanısıra bunların sayısını yetmişe veya yediyüze ulaştırdığına dair
rivayetler de vardır. Allah en iyi bilendir.
[171]
Ebu'l-Kâsım el-Kabî bu
âyete dayanarak, büyük günah işleyenler hakkında va'îd-i ilahinin bulunduğuna kesin hükmedip şöyle
demiştir: "Allah Teâlâ bu âyetle, va'îdi hakkındaki şüpheleri gidermiştir.
Çünkü o büyük günahları zikrettikten sonra, onlardan kaçınanların küçük
günahlarını bağışlayacağını bildirmiştir. Bu da insanların büyük günahlardan
kaçınmadıkları zaman, küçük günahlarının affedilmeyeceğine delâlet etmektedir.
Eğer Cenâb-ı Hakk'ın, tevbesiz olarak onların büyük ve küçük günahlarını
bağışlaması caiz olsaydı, bu âyet doğru olmazdı.
Bizim (Ehl-i Sünnet)
âlimlerimiz Kâbî'ye şöyle cevaplar vermişlerdir:
Birincisi: Sizin, ey
Mutezilîler bu âyetle istidlaliniz, ister istemez şu iki şekilden biri ile
olacaktır: Ya diyeceksiniz ki "Cenâb-ı Allah büyük günahlardan kaçınılması
halinde öteki günahları affedeceğini bildirdiğine göre, büyük günahlardan
kaçınıtmaması halinde öteki günahları affetmemesi vacip olmuştur. Zira bir şeyi
zikretmek, onun dışında kalanların o hükmün dışında tutulduğu manasına
gelir." Böyle demeniz batıldır; zira Mu'tezile'ye göre bu prensip
geçersizdir, bize göre ise, sadece zayıf zannî bir delâlet taşır. Yahut ey
Mu'tezilîter şöyle diyeceksiniz: "İn" şart edatı ile bir şeyin şart
koşulması halinde, o şeyin yokluğu halinde koşulan şart da yok olur." Amma
bu da zayıf bir görüştür. Nitekim şu âyet-i kerimeler de onun zayıflığını
gösterir.
a) Ona kulluk ediyorsanız, Allah'a şükredin"
(Bakara, 172). Şükür, ister insan Allah'a kulluk (ibadet) etsin ister etmesin
vâcibtir.
b) "Eğer (İi\) birbirinize emin olmuş-sanız
(güvenmtşseniz), kendisine inanılan (borçlu), emâmentini tastamam ödesin"
(Banara. 283) Halbuki emâneti ödemek, ister emâneti veren ona güvensin ister
güvenmesin, vaciptir.
c) "Eğer iki erkek bulunmazsa, bir erkekle iki
kadım (sahid tutun}" (Bakara. 282). Halbuki iki erkek bulunsun bulunmasın,
bir erkek ve iki kadını şahid tutmak caizdir.
d) bir yazıct butamadıysanız, o zaman (borçludan)
alınmış rehineler (yeter)" (Bakara,283). Halbuki borç veren, bunu yazacak
-bir katip bulsa da bulmasa da, rehin alması meşrudur.
e) "Eğer kendileri iffetli olmak isterlerse,
cariyelerinizi ftıhşa zorlamayın" (Nûr, 33). Halbuki fuhşa zorlamak, onlar
iffetli olmayı isteseler de istemeseler de haramdır.
f) 'Eğer yetim kızlar hakkında, adaleti yerine
getiremiyeceğinizden korkarsanız, sizin için hela! olan kadınlardan nikah
edin..." (Nisa, 3). Halbuki nikah, böyle bir korku bulunsa da bulunmasa da
caizdir.
g) "Eğer kâfirlerin size fenalık yapmasından endişe
ederseniz, (seferde) namazı kısaltmanızda bir vebal yoktur" (Nisa, 101).
Halbuki bu korku olsun olmasın, seferde namaz kısaltabilir.
h) "Eğer (o evladlar) ikiden fazla kadın iseler,
ölünün terikesinin üçte ikisi onlarındır" (Nisa. m Halbuki üçte iki, üç
kızın hakkı olduğu gibi, iki kızın da hakkıdır.
i) "Eğer kan ile koca aralarının açılmasından
endişeye düşerlerse, o vakit erkeğin ailesinden bir hakem gönderin..."
(Nisa, 35). Halbuki bu, ister böyle bir korku olsun ister olmasın, caizdir.
k) "Eğer (o hakemler) bunları barıştırmak
isterlerse, Allah onları muvaffak öuyurur" (Nisa, 35). Halbuki onlar
istemeseler de, Allah onları buna muvaffak kılabilir.
I) "Eğer (kan-koca) birbirinden ayrılacak
olurlarsa, Allah her birini fazi-u keremiyle ihtiyaçtan vareste kılar"
(Nisa, 130). Halbuki bu ayrılık olmadan da, Allah onları zenginleştirebilir. Bu
konuda, bu gibi âyetler çoktur. Böylece şart edatıyla, şarta bağlanan bir
hükmün, o şart olmadığı zaman yokluğunun gerekmiyeceği sabit olmuş olur.
Şaşılacak şey: Kadî Abdulcebbâr, Usul-u Fıkıh'ta, "Birşeye ö\ edatıyla
şart koşulduğunda o şeyin olmaması ötekinin de bulunmayacağı manasına
gelmez" dediği halde sonra o kalkıp "Tefsir"de Ka'bî'nin bu
âyetle bu şekilde istidlal etmesini güzel görmüştür. Bu da gösteriyor ki bir
kimsenin kendi mezhebini (görüşünü) aşırı sevmesi, bazan onu uygun olmayan
durumlara düşürüyor.
2- Ebu Müslim el-İsfehânî şöyle demiştir: "Bu âyet,
nikâhı haram olanlarla evlenmeyi, kadınların evlenmelerine mani olmayı, yetim
malını almayı ve benzeri şeyleri nehyeden âyetlerin peşisıra gelmiştir. Buna
göre Cenâb-ı Hak, "Size yasakladığımız o büyük günahlardan kaçınırsanız,
daha önce bu hususlarda işlemiş olduğunuz günahları bağışlarız" demek
istemiştir. Bu mana da muhtemel olduğuna göre, âyette Mu'tezİle'nin verdiği
manayı vermek kesinlik ifade etmez." Kâdî, bu izahı şu iki bakımdan tenkid
etmiştir:
a) Âyetteki, "Eğer nehyedildiğiniz büyük
günahlardan kaçınırsanız..."sözü umûmîbrr ifâdedir. Binaenaleyh bu
ifadeyi, önceden zikredilmiş şeylere hasretmek caiz değildir.
b) el-İsfehâni'nin, "İnsanların istikbalde bu gibi
haramlardan kaçınmaları sebebi ile, geçmişteki günahlarının bağışlanması"
görüşü de, uzak bir ihtimaldir. Çünkü insanların durumu ancak şu iki şeyden
biri olur:
a)
Ya onlar
geçmiş bütün günahlarından tevbe etmişlerdir ve binaenaleyh tevbeleri, büyük
günah işlemelerinden dolayı olan cezaları silip süpürmüştür.
b)Ya da onlar geçmiş günahlarına tevbe etmemişlerdir.
Öyle ise büyük günahlardan kaçınmak, o geçmiş günahların affını nasıl
gerektirir." Kâdî'nin tefsirindeki
sözü budur.
Kâdî'nin birinci
itirazına şu şekilde cevap verilir: Biz, Cenâb-ı Allah'ın "Eğer
nehyedildiğiniz büyük günahlardan kaçınırsanız..." buyruğunun önceki
günahların affedileceği manasına kesin olarak hamletmeyip bunun da muhtemel
olduğunu söylüyoruz. Ortada böyle bir ihtimal söz konusu iken, âyeti
Mu'tezile'nin zikrettiği manaya hamletmek kesinlik ifâde etmez.
Kâdî'nin ikinci
itirazına da şu şekilde cevap verilir: Senin, "Büyük günahlardan kaçınmak,
o geçmiş günahların affını nasıl gerektirir?" şeklindeki sözün, bu kısmın
bozukluğuna istidlal edilemeyen bir sualdir. Bu kadar sözle, bizim söylediğimiz
ihtimal bâtıl olmaz. Binaenaleyh böyle bir ihtimal mevcut iken ise, sizin
istidlaliniz bâtıl olur. Allah en iyi bilendir.
3-
Biz, onlara
bütün istediklerini versek bile, âyet hakkında şundan fazlasını söyleyemeyiz:
Büyük günahlardan kaçınmayan kimsenin, küçük günahları affedilmez. Bu durumda
bu, va'id-i ilahiyi ifâde etme hususunda umumî bir âyet olur. Umumî olarak
va'îdi ifade eden âyetler az değildir. Binaenaleyh diğer umumî âyetlerle ilgili
olarak verdiğimiz cevap, Mutezilenin bu âyetle istidlal edişine de bir
cevaptır. Bundan dolayı âyetin, bu konuda fazladan hususi bir mana ifade
ettiğini bilmiyorum. Hal böyle olunca, Ka'bî'nin, "Allah bu âyetle bu
meseledeki şüpheleri gidermiştir" şeklindeki sözünün bir manası kalmaz.
4-
Bu büyük
günahların içinde, bazan birine nisbetle daha büyük, bir diğerine nisbetle ise
daha küçük olanlar vardır. Küçük günahlar arasındaki durum da böyledir. Fakat
mutlak olarak büyük olduğuna hükmedilen günah, sadece küfürdür. Bu sabit
olduğuna göre, Hak
Teâlâ'nın, "Eğer nehyedildiğiniz büyük
günahlardan kaçınırsanız...
âyeti ile küfrün murad edilmiş olması niçin caiz olmasın? Çünkü küfrün
pek çok çeşidi vardır: Allah'ı, peygamberlerini, âhiret gününü ve Allah'ın
kanunlarını inkâr ve küfür gibi. Binaenaleyh bu âyetin maksadı, "küfürden
sakınan herkesin, küfür dışındaki günahları affedilir" şeklinde olur. İşte
bu ihtimal, ' 'Şüphesiz ki Allah kendisine şirk koşulmasını affetmez. Ondan
başkasını ise, dileyeceği kimseler için affedebilir" (Nisa, (âyetinin açık
manasına da tıpattp uyan bir manadır. Bu mana muhtemel hatta açık olunca,
onların istidlalleri tamamen düşer. Muvaffakiyyet Allah'tandır.
[172]
Mutezile, büyük
günahlardan sakınıtdığında, küçük günahların bağışlanmasının vacip
olacağını söylerken, biz "Allah'a hiçbirşey vacip değildir. Aksine O'nun
yaptığı bir lütuf ve ihsandır'' diyoruz. Bu meselenin delilleri daha önce
geçmişti.
Cenâb-ı Allah daha
sonra "ve sizi şerefli bir mevkie dahil ederiz" demiştir. Cenâb-ı
Hakk'ın bu buyruğu ile ilgili iki mesele vardır:
[173]
Âsım'ın râvisi
Mufaddal, her iki fiili de gaib sîgasıyla yâ ile, (örter ve sizi sokar)
şeklinde; diğer kıraat imamları ise, va'ad-i ilahiyi ifâde eden bu cümleyi
yeni bir cümle sayarak, nün ile (örteriz ve sizi sokarız) şeklinde
okumuşlardır. İmam Nâfî, mim harfinin fethası ile şeklinde okumuştur. O, Hacc
sûresi (59. âyetteki) kelimeyi de aynı şekilde okurken, diğer kıraat imamları
bu kelimeleri, mîm'in ötresi ile şeklinde okumuşlar. Ama hepsi de, İsra 82.
âyetteki aynı kelimeyi, mîm harfinin zammesi ile okumuşlardır. Bu kelimeyi
mîm'in fethasıyla okuyanlar, girme yeri (yani ism-i mekan manasını) almışlar;
zamme ile okuyanlar ise, 'sokmak" manasında masdar olarak almışlardır.
Masdar sayılısına göre bu, "Allah sizi şerefli bir yerleştirme ile
yerleştirir" takdirindedir. Bu girdirişi "şerefli" olarak tavsif
etmek şu manadadır: Bu yerleştirme, haklarında Allah Teâlâ'nın, "O,
yüzleri üstü cehenneme (sürülüp) toplanacaklar (yok mu?)" (Furkan, 34)
buyurduğu kimselerin aksine, ikram ile beraber olacaktır.
[174]
Sırf büyük günahlardan
kaçınmak, cennete girmeyi icap ettirmez. Aksine bunun yanısıra, mutlaka taatta
da bulunulması gerekir. Binaenaleyh âyetin takdiri, "Bütün farzları yerine
getirir ve bütün büyük günahlardan sakınırsanız, sizin diğer bütün küçük günahlarınızı
bağışlar ve sizi cennete sokarız" şeklinde olur. İşte bu, cennete girmeyi
gerektiren sebeplerden birisidir. Bir tek sebebin bulunmayışı, neticenin
(müsebbebin) de olmamasını gerektirmeyeceği herkesin malumudur. Burada bir
başka sebep daha vardır ki işte asıl ve kuvvetli olan odur. O da, Allah
Teâlâ'nın fazlı, keremi ve rahmetidir. Nitekim O, "De ki: "Ancak
Allah m tazl(-u keremi) ve rahmetiyle, işte yalnız bunlarla
sevinsinler..." (Yunus, 58) buyurmuştur. Allah en iyisini bilir.
[175]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/451
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/451
[3] Keşfu'l-Hafâ, 1/325.
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/451-453
[5] İbn Mace, Nikah, 1 (1/592).
[6] Keşfu'1-Hafâ, 1/318.
[7] Tirmizi, Nikah, 3 (3/394); İbn Mâce, Nikah, 46 (1/633).
[8] Keşfu'l-Hafâ. 1/442; Câmiü's-Sağir. 2/28.
[9] İbn Mâce, Nikah, 63 (1/649).
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/453-460
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/460-461
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/461-462
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/462
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/463
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/463
[16] Buhârî, Diyât, 6; Müslim, Kasâme. 25, 26 (3/1302).
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/464-465
[18] Buhâri, Fezâllü's-Sahâbe, 12, 16; Müslim, Fezâilü's-Sahâbe, 93, 94 (4/1902-1903).
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/465-466
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/466
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/466-467
[22] Demek ki insanın kendisini doğuran annesi gibi babasının annesi, onun da büyükanneleri, keza annesinin annesi ve büyük anneleri hep anne sayılır (ç).
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/467
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/467-468
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/468
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/468
[27] Müslim, Rıdâ, 36 (2/1080).
[28] Keşfu'l-Hafâ, 1/442; CâmiıTs-Sağir. 2/28.
[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/468-469
[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/470
[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/470
[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/470
[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/470
[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/470
[35] Buhârî, Nikâh. 20, 27; Müslim, Radâ', 1, 2 (271068).
[36] Buharı, Nikah, 20, 27; Müslim, Radâ', 1, 2 (2/1068).
[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/471
[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/471
[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/472
[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/473
[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/473
[42] Nihâye fî Garibi'I-Hadis, 2/109.
[43] Benzeri bir hadis: Tirmtzî, Nikah, 26 (3/425-426).
[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/473-475
[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/475
[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/475-476
[47] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/476
[48] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/476-477
[49] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/477
[50] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/477-478
[51] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/478
[52] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/478-479
[53] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/479
[54] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/479
[55] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/479
[56] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/480
[57] Keşfu'l-Hafâ. 2/181.
[58] Buhârî, Buyu'. 3; Tirmizi. Kıyamet. 60 (4/668).
[59] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/480-482
[60] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/482-483
[61] Ebu Davud. Talak, 25 (2/272) (Benzeri bir hadis).
[62] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/483
[63] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/483-484
[64] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/484
[65] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/484-486
[66] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/486
[67] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/486-487
[68] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/488-489
[69] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/489
[70] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/489-490
[71] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/490
[72] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/490
[73] Buhârî, Nikâh, 27; Müslim, Nikâh, 37, 39. (H/1029, H/1030).
[74] Tenzîhu's-Şeria, 1/264.
[75] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/491-493
[76] Darimî, Ferâiz, 24 (d/364).
[77] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/493-496
[78] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/496
[79] Tirmizî, Nikâh. 22 (IH/420).
[80] Ebu Dâvûd, Nikâh, 30 (il/235).
[81] Buharı, Nikâh, 14; Müslim, Nikâh, 76 (2/1041).
[82] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/496-498
[83] Müslim, Nikâh, 76 (2/1041).
[84] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/498-499
[85] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/499
[86] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/499
[87] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/499-500
[88] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/500
[89] İbn Mâce, Nikâh, 44 (1İ631); Darimî. Nikâh, 16,(2/140).
[90] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/501-502
[91] Müsned, 1/377.
[92] Müslim, Nikâh, 21 (2/1025).
[93] Müslim, Nikâh. 24-32 (2/1026-1028).
[94] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/502-504
[95] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/04-506
[96] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/507-509
[97] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/509
[98] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/509-510
[99] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/511
[100] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/511
[101] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/512
[102] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/512-513
[103] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/513
[104] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/513-514
[105] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/514-515
[106] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/ 515
[107] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/516
[108] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/516
[109] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/517
[110] Buhârî, Itk, 71.
[111] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/517
[112] Buhârî, Menâkıbû'l-Ensâr, 27; Müsned, 2/362.
[113] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/517-519
[114] Malı sonra almak üzere, parası peşin verilerek yapılan alış-veriş şeklidir (ç).
[115] İbn Mâce, Ticârat, 59 (2/765).
[116] Ebü Davûd, Nikâh. 16 (2/228); Tîrmizî, Nikâh, 21 (3/419); İbn Mâce, Nikâh, 43 (1/630).
[117] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/519
[118] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/519-520
[119] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/521
[120] Sünenu'l-Beyhdkî, 5/327
[121] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/521-522
[122] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/522
[123] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/523
[124] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/523
[125] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/523
[126] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/523-524
[127] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/524
[128] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/524
[129] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/525
[130] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/525
[131] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/525-526
[132] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/526
[133] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/526-527
[134] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/527
[135] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/527
[136] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/527-528
[137] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/529
[138] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/529
[139] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/529
[140] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/530
[141] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/530
[142] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/530
[143] Mutezililer, Cenâb-ı Allah'ın şerri irade etmekten münezzeh
olduğunu söyler ve Ehl-i Sünneti bu delil ile susturup, kulun ihtiyarî
fiillerini Allah Teâlâ'nın değil, kendisinin yarattığını iddia ederler. Ehl-ı
Sünnet buna mukabil, onların da kabul ettiği ilm-i ilahî meselesini öne
sürerler. "Siz de Cenâb-ı Hakk'ın, her şeyi bildiği gibi, dalalete düşecek
birinin bu halini de ezelde bildiğini kabul ediyor, fakat bunun o şahsın
dalalete düşmesinin sebebi olmadığını ifâde ediyorsunuz. Doğru amma, Cenâb-n
Allah'ın ilmi taalluk ettiği gibi, iradesi de kula taalluk eder. Her iki
sıfatın taalluk etmesi ayrı durumdadır.
Diğer taraftan Mu'tezile. kulun ihtiyari fiillerinin kendisi tarafından yaratıldığını ileri sürmekle beraber kulun Öyle değil de böyle yapmasının bir sebebi olması gerektiği üzerinde ister istemez dururlar. Ehl-i Sünnete göre müreccih Allah Teâlâ olup, bu Mu'tezilîler, kulun fiillerini etkileyen unsura "dâî" derler. Bu da kulun tam serbest olmadığının bir ifâdesi olup, "alemde olan her şey ancak Allah'ın iradesinin taalluk etmesiyle meydana gelebilir." O'nun dilemediği olmaz" diyen Ehl-i Sünnet'in fikrinin doğruluğu oriaya çıkar. Razî ilim ve dâî meselesiyle böylece onların fikrindeki tutarsızlığı göstermek istiyor (ç).
[144] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/531
[145] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/531-532
[146] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/532-533
[147] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/533
[148] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/533
[149] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/534
[150] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/534
[151] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/534
[152] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/534-535
[153] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/535
[154] Keşfu'l-Hafâ, 2/371.
[155] Buhârî, Büyü, 54; Müslim, Büyü, 29 (111/1159)
[156] İbn Mâce, Ticaret, 37 (2/750)
[157] Buhârî, Büyü, 43; Müslim, Büyü, 45 (111/1164).
[158] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/536-537
[159] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/537-538
[160] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/538
[161] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/538
[162] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/538-539
[163] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/539
[164] Buhârî, Edeb, 6; Nesâî, Tahrîm, 3 (VII/89).
[165] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/540
[166] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/540-541
[167] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/541
[168] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/541-542
[169] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/542-543
[170] Buhârî, Şehâdât. 10; Müsned, 5/413).
[171] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/544
[172] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/545-548
[173] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/548
[174] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/548
[175] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/548