C- YER VE GÖKLERİN YARATILIŞI 1

1- Yaratılış Safhaları 1

a- Yer Ve Göklerin Tek Kütle Hâli Ve Kütlenin Bölünmesi 1

B- Yer Ve Göklerin Oluşumu Ve Oluşum Devreleri 4

b1- Yer Ve Göklerin Oluşumu. 4

b2- Yer Ve Göklerin Oluşum Devreleri 6

2- Alemler, Arş, Yer Ve Göklerin Sayısı 12

a- Alemler Ve Melekût 12

a1- Alemler 12

a2 - Melekût 13

a3- Sahra, Sera Ve Su Âlemi 14

aa- Sahra. 14

ab - Sera. 14

ac - Su Âlemi 15

b- Arş Ve Kürsî 16

bı- Arş. 16

b2- Kürsî 18

c- Göklerin Sayısı Ve Yeni Oluşumlar 19

d- Yerlerin Sayısı 22

e- Evren Boşluğundaki Ara Maddeler Ve Nesneler 27

3-    Kâinatın Genişlemesi - Yaratılışta Süreklilik Ve Göklerin Çapında Daralma. 29

4 - Daralma Ve Ecrâm-I Semâviyyede Büzüşme. 32

 

C- YER VE GÖKLERİN YARATILIŞI

 

1- Yaratılış Safhaları

 

a- Yer Ve Göklerin Tek Kütle Hâli Ve Kütlenin Bölünmesi

 

Yukardaki başlık altında maddenin bölünmesini ve çoğalıp çeşitlen­mesini incelerken ele aldığımız yaratılışla ilgili fiillerden özellikle,yanp bö­lerek yaratma anlamındaki "f atr: " fili, bu konu içinde de bizi ilgilen­dirmeğe devam edecektir. Orada belirttiğim gibi kanaatımca "fatr", madde­nin kendi içinde bölünerek üreyip çoğalması veya çeşitlenmesi işlemidir. Bunda da esas olan; zerre (:atom), molekül ve hücrelerin bu söylediğimiz işleme tâbi tutulmalarıdır. Bunun sonunda çeşitli madde zerrelerine kavuşan ve büyüyen dev bulutsu kütle patlayıp bölünecektir. Bu kütle ilk baştan çok küçük bir nokta durumunda olabilir. Tabiatiyle bütün yaratma olaylarının fa­ili İslâm îmanında tek Allah'dır ki bunu her zaman söylemeğe gerek yoktur. Biz yukarda "fatr" fiilinin geçtiği âyetlere; "yarıp bölerek yer ve gökleri yaratan Allah" tarzında anlam vermiştik. Nitekim orada da kaydetti­ğimiz gibi bu şekildeki âyetler 7 ayrı sûrede geçmektedir ki bu da zerre (atom) lerin bölünüp maddelerin çoğalması ve çeşitlenmesi yoluyla 7 göğün oluştuğuna bir işaret sayılmalıdır.[1] Burada ise biz bahsettiğimiz işlem so­nucu büyüyen dev kütlenin patlayıp bölünmesinden söz edeceğiz.

Kur'an'da 41. sırada bulunan Fussılet sûresi 11. âyette; yer ve gökle­rin, yaratılmadan önce duman (:duhan) hâlinde oldukları açıkça ifâde edil­miştir.[2] Burada, yer ve gök her ikisinin de aynı maddeleri ihtiva eden tek bir kütleden yaratıldıklarına dair açık bir ifade bulunmamakta ancak dolaylı olarak böyle bir anlam çıkarmak mümkün olmaktadır. Buna karşılık Enbiyâ sûresi 30. ayette bu durum çok açık olarak tesbit edilmiş bulunmaktadır. Ayetin ifâdesi ise aynen şöyledir:

" Gökler ile yer bitişik bir halde iken Bizim onları yarıp bir birin­den ayırdığımızı ve her canlı şeyi de sudan yarattığımızı o in­karcılar görmedilermi? Hâlâ inanmıyacaklar mı onlar!".

Müfessirler bu âyette anlatılmak istenenler hakkında çeşitli görüşler ileri sürdüler. Burada ihtilâflar bitişik olma (:ratk:) ile ayırma (:fatk:) üzerinde yoğunlaştı. Çeşitli İslâmî ilimler sahasında eser yazmış olan hicrî 3. asır bilginlerinden Taberî (224-310 h/838-922 m)'den tutun da onu takibeden bütün müfessirlerin eserlerinde bu görüşlere rastlamak mümkün­dür. Genel olarak dört ayrı görüş ortaya konulmuştur:

1- Yer ve gökler her ikisi bitişik tek kütle iken yüce Allah bunları bir­birinden ayırdı. Ka^bu'l - Ahbâr (ö. 32 h/652 m), Dahfıâk (ö. 105 h./723 m.), Hasan el-Basrî (ö. 110 h/728 m), Sald b. Cubeyr (695 - 714 m.), Ata' (ö. 115 h/733 m) ve bir görüşünde İbn Abbas (ö. 68 h/687 m) gibi İslâmî ilk devrin önde gelen bilginleri bu görüşün temsilcileri olmuşlardır.

2- Gökler birbirine bitişik tek kütle idiler. Allah bu kütleyi bölüp onu 7 gök hâline getirdi. Yerler de tek kütle ve tek bir tabaka iken Allah aynı şe­kilde onu da bölüp 7 yer hâline getirdi. Bu da Mücâhid (ö, 100 h/718 m) ve e s - S ü d d î (ö. 127 h/744 m) gibilerin görüşüdür.

3- Gökler birbirine bitişik olup katılıktan yağmur yağdırarmyorlardı. Yerler de birbirlerine bitişik olup katılık ve sertlikten nebat bitiremiyordu. Allah göğü yağmurla yeri de nebatlarla yardı. Başta İkrime (115 h/733 m) olmak üzere pek çok müfessir de böyle bir görüşe sahip olmuşlardır. İbn Abbas (r.) dan gelen ikinci bir rivayete göre de o böyle bir görüşü savun­muştur.

4- Ayırma (:fatk); varlık âlemine getirmek ve ortaya çıkarmak, de­mektir. Bu, "yer ve gökleri yarıp bölerek yaratan Allah-3511, 21/56" anla­mındaki âyetler gibidir. Varlık âlemine getirilmeden önceki durum ise "ratk: bitişik ve kaynaşmış" kelimesiyle ifâde edilmiştir. Bu görüşün tek temsilcisi Ebû Müslim eî-Isfahânt (322 h/934 m) olmuştur.

Tefsirinde tabiat ve gök bilimlerine çok geniş yer veren Fahru' d-dîn er-Râzî (544-606 h/1150-1210 m) bütün bu görüşlerden birincisine daha çok gerçeklik payı vermektedir. Birinci görüşü savunanlar, bölünüp ayrılmanın hava gücüyle olduğu kanaatındadırlar. Onlara göre bu hava, küt­lenin ortalarında yer alıp onun gökler ve yer olarak bölünmesine yol açmış­tır. Bazıları da hava yerine rüzgâr kelimesini kullanırlar ki bu da duruma göre aynı anlama gelebilmektedir.[3] Müfessir İbn Kesîr(ö. 774 h/1372 m) ilgili âyeti tefsir ederken; "hepsi birbirine bitişik ve birbiri üstüne yığıl­mış durumdaydı. Allah onları birbirinden ayırıp gökleri 7, yerleri de 7 ola­rak yarattı. En yakın gökle yer arasını da hava ile birbirinden ayırmıştır[4] diyerek biraz daha farklı bir açıklamada bulunmuş. O, görüldüğü gibi yerle gök arasını kaplıyan bir hava tabakasından bahsetmekte ve muhtemelen o, bütün boşlukların hava ile doldurulduğu düşüncesine sahip bulunmaktadır. Diğerlerinin bahsettiği dev kütleyi bölen hava gücü bu kütle içinde ortaya çıkmıştır. Yahudi olup İslâmı seçerek bu dinin de eğitiminden geçmiş bulu­nan Kâ'bu'l-Ahbar'ın bölücü güç olarak rüzgârdan bahsetmesi bir dış etkiyi aklımaza getirmektedir. Fakat söylediğim gibi bu anlamdaki "rîh" kelimesi doğrudan hava anlamı da içerebilmektedir. Kütlenin, ortasındaki faal hava gücüyle patlayıp bölündüğü fikri, bize içerdeki gaz hareketleri üzerinde düşünme imkânı verecektir. İkinci görüşü savunanlar ise görüldü­ğü gibi, yerler ile gökleri tek bir kütle yerine iki ayrı kütleden oluşturmuş­lardır.

İbn Abbas (r.) bir görüşünde; patlayıp ayrılma (:f atk) dan sonra, göklerin yükseldiğini, yerlerin de alçaldıklarını, söylerken, ona mâledilen öteki görüşte ise yeryüzünün olduğu yerde tutulduğundan bahsedilir. Onun birinci görüşü Taberî gibi çok eski bir kaynakta yer aldığından rivayet açısından daha sağlıklı olmalıdır.[5] Eğer "fatk" olayını, dev kütlenin pat­layıp bölünmesi ve her parçanın uzaklara doğru savrulması olarak anlarsak o takdirde parçalardan birinin patlama noktasında kaldığını söylememiz uy­gun düşmez. Şüphesiz kâinatın bu en büyük patlayıp bölünmesinden sonra savrulan dev parçalar da ayrıca çeşitli patlayıp bölünmelere mâruz kalmış­lardır. Bunun sonucu olarak da yerler, gökler, gökadalar ve bunların içinde­ki yıldız, gezegen ve uydular ortaya çıktılar ki biz az sonra bu konuyu ele alacağız.

İncelemesini yaptığımız âyette geçen "fatk:" fiili, esas itiba­riyle; yarma, ayırma ve yarıp bölme gibi anlamlara geliyor. Bu yarılıp bö­lünme ne şekilde olmuştur? Bu yavaş bir bölünme olabilir. Büyük bir patla­ma sonucu da olabilir. Birbirlerine kaynaşmış nesnelerin ayrılması ve kopan dev parçaların korkunç mesâfelerdeki uzaklara gidebilmeleri için "fatk" fi­ilini, patlatıp bölme, tarzında anlamak daha uygun görünüyor. Bizim buna patlama yerine "Büyük Bölünme" dememiz belkide en doğrusu olacaktır. Çünkü "fatk" da doğrudan bir patlama anlamı yoktur. Bulutsu kütle parça­larının patlama sırasında, çok fazla dağılmayıp hedeflenen yerküreler ile gökleri oluşturabilmeleri için belli bir yoğunlukta olmaları gerekir. Aksi hal­de bir göğü veya bir yıldızı yahut bir gezegeni oluşturacak olan bölünmüş kütle zerre (atom) ve parçacıkları birbirlerine tutunamazlar ve her hangi bir kütleyi oluşturamıyacak biçimde kâinatın sonsuz boşluğuna dağılıp gi­derler. İncelemesini yaptığımız âyette bitişik diye tercüme ettiğimiz "ratk: " kelimesine, Kur'an'in garip kelimeleri üzerine eser yazmış' olan bazı müellifler "bir birine kaynamış" anlamını verdiler[6] ki bu da belli bir yoğun­luk olmadan mümkün değildir.[7]

 

B- Yer Ve Göklerin Oluşumu Ve Oluşum Devreleri

 

b1- Yer Ve Göklerin Oluşumu

 

Yer ve göklerin tek kütleden yaratıldıklarını söyliyen âyetin hemen ar­dından, yeryüzünün ve ona âit göğün düzenlenişinden; güneşin ayın yaratılı­şından, gece ve gündüzün oluşturulmasından bahseden âyetler gelmekte­dir.[8] Bulutsu bir kütleden bahseden âyet ise yedi adet göğe bu kütlenin kay­naklık ettiğini açıkça ifâde etmektedir ki biz bunu yukarda gördük. Gerek bu ve gerek onu takip eden ayetlerde yer ve göklerin yaratılışı şöylece anlatıl­maktadır:

" - Sonra (Allahın irâdesi) duman halinde bulunan göğe yöneldi de ona ve arza; ister istemez ikiniz de (varlık âlemine) gelin, buyurdu, onlar da; isteye isteye geldik dediler.

— Bu şekilde onları yedi gök olmak üzere iki gün (devir) de vücu­da getirdi ve her gökte ona âit emri (ikamın ve görevi) bildirdi. Biz en yakın göğü de kandillerle donattık ve onu (düzensizliğe uğramaktan) koruduk, iste bütün bunlar, O, mutlak kadir, O, her şeyi bilen Allah'ın takdiridir".[9]

Burada ilk âyetten anlaşıldığına göre Allah; bulutsu kütle hâlinde olan göğe ve henüz onun içinde mündemiç bulunan yeryuvarlağına, varlık dünya­sında yerlerini almaları için "k ü n: ol" emrini vermiştir. Veyahutta bu emir, patlayıp bölünmeden sonra ortaya çıkan çok sayıdaki bulutsu kütleye aynı anda verilmiştir. "Göklere ve yeryüzüne; ikinizde ister istemez (varlık dünya­sına) gelin, buyurdu. Onlar da; isteye isteye geldik, dediler". Âyetin bu ifa­desinden öyle anlaşılıyor ki patlayıp ayrılma (: fatk) dan önce, varlık mad­desi, yer ve gökleri oluşturmak üzere kurulup yönlendirilmiştir. Bu sebeple olmalıdır ki onlar "isteyerek geldik" demişlerdir. Çünkü yer ve göklere temel teşkil eden maa'de böyle hedeflendirilmiştir. Nitekim burada yedi göğün ya­ratılışı için "kada: fiili kullanıldı ki bu, aslında; Önceden takdir edilen bir şeyin zamanı gelince o takdir ve tasarıya uygun biçimde yaratılışını, ifâde eder. Şu halde gerek bu bölünme ve gerek ayrılan kütlelerin birbirlerin­den uzaklaşmaları gelişi güzel olmayıp İlâhî hedefler ve İlâhî düzenleme doğrultusunda olmuştur. Bu âyetlerden önceki iki âyette yeryüzünün yaratılı­şının konu edilmesi ilk önce dünyamızın yaratıldığı kanaatim veriyorsa da daha sonra göklerle beraber onun da "o1" emrine muhatap olması, yer ve gökler her ikisinin de varlık âlemine beraber çıktıklarını gösterir. Ancak her ikisindeki gelişmeler, özelliklerine göre değişik bir seyir takip etmiş olabilir.

Yukardaki âyette yer ve göklere "gelin" diye verilen emir değişik yorumlara yol açmıştır. Bazıları bunu; "Allah bir şeyin olmasını istediğinde ona; ol, der, o da hemen oluverir" anlamındaki âyet yönünde anlamışlar­dır. Bu emir verildiğinde yerler ve gökler henüz varlık âleminde şekillenme­diklerinden, emir onların kendilerine değil sâdece var olmaları için verilmiş­tir. Harzem ülkesinden Zemahşerî (467-538 h/1074-1143 m) ile Fah-ruddîn er-Râzî (544-606 h/1150-1210 m)nin ve daha pek çoklarının gö­rüşleri, bu yöndedir.[10] Tefsircilerin pîri sayılan ve küçük yaşında Hz. Pey­gamber (S) e talebelik yapıp gene bu yaşlarda onu kaybeden Abdullah İbn Abbas (r.) ise daha değişik olarak şöyle bir yorumda bulunmuştur; "Allah bu emri ile göğe; güneşini, ayını ve yıldızlarını ortaya çıkar, yere de; yarıp nehirlerini aç ve bitkilerini meyvelerini ortaya koy" demiştir.[11] Biz İbn Abbas'in bu açıklamasının Peygamber'den kaynaklanıp kaynak­lanmadığını bilemiyoruz. Bu anlayışa göre, büyük kütlenin patlayıp bölün­mesinden sonra yüce Allah, her bir parçayı hedeflenen yapısına ve özel­liğine kavuşması için yönlendirmiştir. Buna göre ana karnındaki bir ceninde uzuvların belirip teşekkül etmesi gibi gökler âleminde güneşler, gezegen ve diğer uydular ortaya çıkmış ve bu arada yerküre de kendi güneş ailesi için­deki yerini almıştır. Endülüslü müfessir Kurtubî (ö. 671 h/1272 m)nin yo­rumu da biraz değişik olmakla beraber İbn Abbas'ınkine yakındır. Ona göre âyet; "sizde yaratılmasını takdir ettiğim yararlı ve uygun şeyleri getirin ve onları yaratıkların faydasına olarak ortaya çıkarın" anlamım taşımakta­dır![12]Bu da elbetteki büyük bölünmeden sonraki safhalarda tedricen ger­çekleşecek olan şeydir.

Bulutsu kütlenin bölünmesinden sonra 7 göğün tasarlanıp hedeflenen biçimde yaratıldığını ifade için "kada" fiilinin kullanılmasına karşılık bir başka âyette göklerin 7 gök olarak düzenlenişinden balısedilmiştir.

" Yerde ne varsa hepsini sizin (faydalanmanız) için yaratan ve sonra göğe yönelip de onları yedi gök hâlinde düzenleyip den­geleyen (tesviye yapan) O'dur ve O, herşeyi gereği gibi bilendir"[13]

Bu âyette kütlelerin, gökler olarak düzenlenmesi ve aralarında denge­nin kurulması Öne çıkmıştır. Çünki tek kütleden çok kütleye ve sayısız de­nebilecek parçalara geçiş, bir düzenleme ve dengelemeğe ihtiyaç göstermiş­tir. Her iki yerde de biz yerküresine öncelik verildiğini görüyoruz. Bu, en fazla bizi kendi dünyamızın ilgilendirmesinden kaynaklanabileceği gibi bu­rasının canlı hayata kavuşturulması için diğerlerinden daha erken bir geliş­meye tâbi tutulduğunu da anlatabilir. Türk asıllı ünlü dil ustası Zemahşe­rî âyette geçen "tesviye" fiiline; dengeleme, her çeşit eğrilik ve denge boşluklarını gidermek ve yaratılışı tamamlamak, gibi anlamlar vermiştir.[14] Şüphesiz ondan çok daha önce ünlü bilgin Taberî (224-310 h/838-922 m; bu âyete benzer anlamlar vermiştir. O, kitabında "tesviye" fiilinin; yara­tıp hazırlama, tedbirler ortaya koyma, düzeltme, ıslah edip eğriliğini gider­me, gibi anlamları olduğunu yazar. Buna göre Allah, gökleri varlık âlemine çıkarmasının ardından onları düzenleyip dengelemiş olmaktadır. Gene Ta­berî 'nin yazdığına göre İbn Is hak, göklerin duman hâlinde olarak 7 adet oldukları ve Allah'ın onları bu durumdayken düzenlediği, görüşüne sa­hiptir.[15] Tesviyenin bu anlamlarından hareketle, denge için özellikle ilk zamanlarda parçalar arası madde alış-verişini ve buna ilâve yeni bölünme­leri kabul etmemiz gerekecektir. Bu işlem, terazi kefelerinin dengelenmesi için gerekli olabilir.

Göğe yükseklik boyutunun kazandırılmasını konu alan âyetlerde aynı şekilde biz gene tesviye işlemi ile karşılaşıyoruz:

- Sizi yaratmak m (sizce) daha güç yoksa göğü yaratmak mı ki  onu Allah bina etmiştir,

- Onun boyutlu O yükseltip ona bir düzen ve denge vermiş (tesvi­ye yapmış) dır.

- Onun gecesini O kararttı, gündüzünü O (aydınlığa) çıkardı.

- Bundan sonra da O, yeryüzünü yayıp döşedi".[16]

Muhtemelen buradaki âyetler, ilk bölünme ile birbirlerinden çok uzaklaşan parçaların genel denge için uygun mesafelerine konulup yerleştirilmelerini ve bu arada her gök ve yerde yapılan iç düzenlemeleri bize anlatmak istiyorIar.[17]

 

b2- Yer Ve Göklerin Oluşum Devreleri

 

Burada yer ve göklerin kaç merhale içerisinde oluştuklarını inceleye­ceğiz. Yerküresi de dahil olmak üzere tüm gökler hiç şüphesiz varlık âlemi­ne bir kısım merhalelerden geçerek çıktılar. Tekâmül kanunlarına tâbi tutu­lan âlemler, geçtikleri her merhalede uzun devirler kaldılar. Kur'an-ı Kerîm'de, her bir devir ve merhale "gün: ^ " kelimesiyle ifâde edil­mekte ve yer ile göklerin altı gün (:devir) de yaratıldıkları bildirilmektedir. Bu hususta birbirinden az farklı olan 7 âyet vardır ki bu, yedi yer ve gök sa­yısına da uygun düşmektedir. Fussılet sûresi 9 ilâ 12. âyetlerde ise toplam olarak değil de, yer ve göklere ve bunlar içinde yer alan varlıklara ait ayrı ayrı yaratılış devreleri verilmektedir ve buradaki âyetler kümesi ile yani ikisi bir düşünüldüğünde sayı sekize ulaşmaktadır. Bütün bu âyetler sekiz ayn sû­rede yer almakta ve bu da arş ile yer ve göklerin sayısına eşit bulunmakta­dır. Aslında, yeryüzünde hayatın başlamasıyla ilgili Fussılet 9. âyet istisna edilebilir. Çünkü bunun ana kütlenin oluşumuyla ilgisi yoktur. Onunla bir­likte toplam âyet sayısı dokuz olmakta ve bununla da sayı; yer, gökler, Arş ve arşın altındaki su âleminin sayısına denk bulunmaktadır. Bu âyetler­den altısında arşa ve üçünde de yerle gökler arasında yer alan ara madde ve nesnelere de temas edilmiştir. Bu açıklamadan sonra biz şimdi ilgili âyetle­rin açıklamasına geçebiliriz. Onlardan biri şöyledir:

"Şüphesiz Rabbiniz gökleri ve yeri altı gün (devir) de yaratan, sonra idare ve hükümranlığı arşı kaplamış bulunan o Allah'dır. Kendisini hiç ara vermeden kovalıyan gündüze, geceyi O bürü-yüp örter. Güneşi, ayı ve yıldızlan idare ve emrine boyun eğer durumda yaratan O'dur. Bilesinizki yaratmak da, emir ve idare de O'na aittir. Alemlerin Rabbi Allah ne yücedir!".[18]

Diğer bir âyette ise altı zaman bölümü içinde yaratılan yer ve gökler önce­sinde, Allah'ın hükümranlığını veya O'nun ilk ve en mükemmel âlemini ifâde eden "Arş"in su üstünde olduğu, yani yer ve gökler öncesinin maddî varlık âleminde, sâdece suyun bulunduğu dile getirilmektedir ki biz daha ön­ce bu suyun ne anlamlara gelebileceğini açıklamaya çalışmıştık.[19] Şimdi de bu âyeti görelim:

" O (Allah), hanginizin daha güzel amel ve işte bulunacağını de­nemek için, arşı su üstündeyken, gökleri ve yeri altı günde ya­ratandır".[20]

Yer ve göklerin yaratılışına bir temel veya bir basamak teşkil eden bu su âle­minin evrenin yaratılışından sonra ortadan kalktığını elbetteki iddia edeme­yiz. Bununla beraber eğer bu su âlemi bütünüyle yer ve göklere dönüş-tüyse o takdirde artık onun müstakil bir varlığından sözetmemiz de mümkün olamaz.

Yukarda da değindiğimiz gibi altı oluşum ve tekâmül devresi içerisi­ne, hiç bir yıldız, gezegen ve yerküreye katılamamış, boşluklardaki ara kalıntılar da dahil edilmiş bulunmaktadır. Biz ilgili âyetlerden bu kalın­tıların, çok büyük kütleler oluşturan ecram (yıldız, gezegen ve her çeşit uy­du) ile temelde ve ilk basit halde aynı yaşta olduklarına hükmedebiliriz. Bu ara maddeler ecramdan hiç birine dahil olamadıklarına göre büyük bir ihti­malle onlar hiç bir değişikliğe uğramadan ilk halleri gibi duruyorlar. Şu ka­dar varki bunları daha sonra yıldız ve gezegenlerden kopan maddelerden ayırmak gerekir. Bu ara nesnelere temas eden Kur'an âyetlerinden birinde; Yahudilerin, Allah'ın kâinatı yaratırken altıncı gün sonunda yorulup yedinci gün dinlendiğine dair inançları, şiddetle reddedilmekte ve şöyle denilmek­tedir:

" Andolsun ki Biz gökler ile yeri ve ikisi arasında olan şeyleri al­tı günde yaratmışız ve Bize hiç bir yorgunluk da gelmemiş­tir".[21]

F. Râzî 'nin de belirttiği gibi "gün" güneşin doğuş ve batışıyla ortaya çı­kan bir durum olduğundan güneşten önce gün olayının meydana gelmesi dü­şünülemez. Gökler yaratılmadan önce ise ne gün ve ne de gece vardır. Bun­dan dolayı ilgili âyetlerdeki "gün: "den kasıt mutlak zamandır.[22] Ebu's-Suûd (982 h/1574 m) da günü nöbet (:belli zaman devresi) olarak tefsir etmiş ve güneşin yaratılmasından ve göklerdeki hareketlerin belli bir düzene tâbi tutulmasından önce, gerçek günden bahsedilemiyeceğini, ifâde etmiştik.[23] Biz bir günün ne kadarlik bir zaman devresine karşılık olabilece­ğini ilerde "zaman ve mesafe" başlığı altında inceliyeceğiz. F. Râzî yukar-daki açıklamasına ilâve altı günün; yer, gökler ve ara nesneler olmak üzere üç ayrı varlığın esas maddelerine ve bir de onların sıfatlarına yönelik ikişer­den toplam altı durum gösterdiği, yorumunda da bulunur. Ona göre altı gün (zaman) âlemin yaratılmasında geçen sürelerdir. Yedinci gün ise, yer ve gök âlemlerinin toplamını ifade eden "m ele küt "un gelişme ve tamamlanması­na ayrılan süredir.[24]

Yukardaki âyetlerde olduğu gibi Yunus sûresi 3. âyette gene yer ve göklerin altı günde yaratılışı dile getirilir ve bunun ardından da; "soma (O'nun) idare ve hükümranlığı arşı kapladı. O, her işi düzenleyip idare edendir" denilir. F. Râzî'nin yazdığına bakılırsa Ebû Müslim el-Is-fahânî (ö. 322 h/934 m) bu âyette geçen "arş" hakkında çoğunluğun gö­rüşünden ayrıldı. Ona göre; Allah'ın yer ve gökleri altı günde yarattığına, ilişkin ifâdeler, sırf bunlara yönelik bir yaratma olayını anlatırken, "Al­lah'ın arş üzerindeki idare ve hükümranlığı" O'nun göklere tavan yapması ve onları düzenleyip uygun biçimlerde şekillendirmesi anlamına gelir. Ona göre Allah; "Sizi yaratmak mı (sizce) daha güç, yoksa göğü yaratmakmı güç ki onu Allah bina etmiştir -Onun boyunu O yükseltti ve (sonra) onu dü­zenleyip dengeledi (tesviye etti)" [25]derken bunları anlatmak istemiştir. Al­lah önce göğü bina etmiş sonra da onun boyunu yükseltmiş; ona yükseklik boyutu (:semk) vermiş ve onu düzenleyip dengelemiştir.[26] el-Is-fahânî, özellikle bu âyette geçen "arş"ı, bir şeyin en üstünde yer alıp onu koruyan tavan olarak anlamış, yer ve göklerin yaratılışından sonra da sıranın tavan düzenlemesine geldiği kanaatma varmıştır ki F. Râzî'nin 7. devreyi, tamamlanma süreci olarak görmesi ile bunun arasında asılda bir fark bulunmamaktadır. Râzî (544-606 h) ye göre, âlem bir defada değil de peyderpey yaratılmıştır ki altı gün ifâdesi bunu gösterir.[27] Biz şunu söyle­yebiliriz ki yaratılıştan önce bir karar ve yaratılan İlk maddeyi kurup hedef­leme ve yönlendirme vardır. Her şey buna göre devreler hâlinde dalga dalga ortaya çıkacaktır. Nitekim biz Kur'an-ı Kerîm'de genel bir ifâde şek­linde şu âyetleri görürüz:

" -   Şüphesiz Biz, herşeyi bir takdir ile yarattık.

- Ve Bizim emrimiz bir tekdir, bir göz kırpması (ânı kadar) gibidir"[28]

Altı aşamadan geçerek bugünki varlık âleminde yerlerini alan yer ve göklerin acaba ilk devresi ne zaman başlamıştır? Daha önce açıkladığımız gibi doğrudan suyun veya onun en büyük katkı maddesi hidrojenin ve ardın­dan oksijenin yaratılması altı safhadan ilki olarak kabul edilebilir mi? Bun­lardan önce mevcut olan İlâhî Takdir, bu safhalar içinde yer alabilirmi? Benim kanaatıma göre bu devrelerin başlangıcı, yerle göklerin bitişik hâli olan bulutsu kütlenin bölünmesi hadisesidir. Az yukarda kaydettiğimiz ve; yer ve göklerin Arşın su üstündeyken yaratıldığını bildiren ayet ile Al­lah'ın; duman hâlindeki bir kütleye yönelip ondan yedi gök çıkarmasına ilişkin aşağıda kaydedeceğimiz âyet bizi bu kanaata vardırmıştır. Burada yü­ce Allah'ın arşı-ki bu Arş ister kendi başına en mükemmel bir âlem olsun ister o, Allah'ın tüm âlemler üzerindeki hükümranlığını ifade etsin - su veya onun katkı maddeleri üzerindeyken bundan sonra altı devrede yer ve gökler meydana getirilmiştir.

Buraya kadar gördüğümüz âyetlerde yer ve göklerin toplam oluşum devreleri ele alınırken diğer bazı âyetlerde, her ikisinin içlerinde barındırdık­ları varlıklarla beraber ayrı ayrı yaratılış devreleri ele alınmıştır. Meselâ biz şu âyetlerde bunu açıkça görmekteyiz.:

"-   Deki; gerçekten siz mi O, yeryüzünü iki günde yaratanı inkâr ediyor, Ona ortaklar koşuyorsunuz. O, âlemlerin Rabbidir.

-Allah orada üstten, ağırlık sabit dağlar yerleştirdi. Orada bereketler yarattı. Onda isteyip arıyanlara yeter, dört günde, onun gıdalarını tamamladı.

-Sonra (Allah'ın iradesi) duman halinde bulunan göğe yöneldi

de ona ve yeryüzüne; ister istemez ikiniz de (varlık âlemine) ge­lin, buyurdu. Onlar da isteye isteye geldik dediler.

- Bu şekilde onları yedi gök olmak üzere iki gün (devir) de vücu­da getirdi ve her gökte ona ait emri (ıkanun ve görevi) bildirdi. Biz en yakın göğü de kandillerle donattık ve onu (düzensizliğe ve dengesizliğe uğramaktan) koruduk. İşte bütün bunlar, O, mutlak kadir, O, her şeyi bilen Allah'ın takdirleridir"[29]

Bu âyetlerde yerkürenin iki devirde, göklerin de iki devirde yaratıl­dıkları ve yeryüzünde insan ve öteki canlıların ihtiyaç duydukları gıda ve di­ğer şeylerin de dört merhalede ortaya çıktıkları, bildirilmektedir. Ayetlerde toplam sekiz gün (:de vir) in bulunması ve diğer yandan, yerin yaratılışına öncelik verilmesi; hem yaratılış devre sayıları ve hem de yer ve gök her iki­sinin ortaya çıkış zamanlan bakımından müfessirler arasında bir ihtilafa yol açmıştır. Daha önce kaydettiğimiz âyetlere bakacak olursak elbetteki toplam süre altı devirden fazla olmamalıdır. F. Râzî (1150-1210 m); her iki âyet kümesinde yer verilen 6 ve 8 günlük sürelerin birbiriyle çeliştiğini fakat âlimlerin, gıdaların yaratılışına ilişkin dört günlük süreyi; "ilk iki günle be­raber dört gün" şeklinde yorumlıyarak bu çelişkiyi giderdiklerini, yazar.[30] Ondan çok daha Önce Taberî (224-310 h/838-922 m), bir kısım Basra dil bilginlerinin bu âyete; "Önceki iki günle beraber dört" anlamını verdiklerini, kaydeder[31] ki genellikle mü fecirlerin anlayışları da bu şekilde olmuştur.[32] Bunda pek ihtilâf yoktur. Bu duruma göre yerküresi, üzerinde canlı hayatın ortaya çıkışma kadar dört devir geçirmiş olmaktadır.

Yerle göklerin aynı zamanlarda mı yoksa birbirlerinden farklı devre­lerde mi yaratıldıkları üzerinde farklı görüşler ortaya atılmışıtır. Bu farklılık Kur'an-1 Kerîm'in anlatım tarzından kaynaklanmış olmakla beraber as­lında orada bir çelişki yoktur ve âyetler incelendiği takdirde, yerle göklerin iç içe girmiş safhalar içinde ve fakat aynı zaman dilimi içerisinde yaratılmış oldukları görülür. Her ikisinin farklı özellikleri dolayisiyle ayrı düzenleme­lere tâbi tutulmaları bizi şaşırtmamalıdır. Müfessirlerin bu konudaki ihtilâf­larının üç âyet kümesi üzerinde yoğunlaştığı görülmektedir. Yukarda kaydet­tiğimiz Fussılet sûresi 9 ilâ 12. âyetlerde önce yerküresi ile onun yüzey şe­killerinden ve sonra da orada canlı hayatın yaratılışından bahsedilmekte ve ardından da göklerin yaratılışı konu edilmektedir. Burada anlatım sırası gök­lere gelince konuya "sonra" edatiyle başlanmış ve o sırada göğün duman ha­linde olduğu ve iki gün (devir) içerisinde bu kütleden 7 göğün meydana getirildiği bildirilmiştir. Aynı şekilde Bakara sûresi 29. âyet bu anlatım tarz ve sırasına uygun düşmekte ve daha kısa yoldan aynı hükmü ortaya koy­maktadır. Orada şöyle denilir:

" Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan, sonra göğe yönelip de onu yedi gök hâlinde tesviye eden (.-düzenleyip dengeliyen) O'dur ve O, her şeyi bilendir."

Nâziat sûresi 27-30. âyetlerde ise yukardaki anlatımlara ters gibi görünen bir anlatım vardır ve burada yukardakinin aksine önce göklerin yaratılışı ve sonra da yerin yayılıp döşenmesinden söz edilmektedir. Şöyle ki:

" - Sizi yaratmak mı (sizce) daha güç yoksa göğü yaratmakmı ki onu Allah bina etmiştir;

- Onun boyunu O yükseltti ve (bu arada) ona bir düzen verdi.

- Onun gecesini O kararttı ve gündüzünü (aydınlığa) O çıkardı. Bundan sonra da yeri yayıp döşedi;

- Ondan suyunu, otlağını çıkardı, -Dağlarını oturtup (sapasağlam) dikti."

Fussılet sûresinde yerin yaratılışından sözedilmesinin ardından yer ve gök her ikisine birden varlık âlemine gelmeleri çağrısının yapılması, oluşumun beraberce başlayıp sürdüğünü gösteren diğer bir delildir. Şu kadar var ki dünyanın ve öteki âlemlerin farklı özellikleri dolayisiyle iç düzenleme ve oluşumlar zaman farkına ihtiyaç gösterecektir. Yerkürenin orada canlıların yaratılışına uygun hâle getirilmesi ve burasının onların ihtiyaç duyacakları gıdalar (:kut)a kavuşturulması elbet göklerdeki oluşumlardan ayrı bir se­yir izleyecektir. Onun içindir ki Fussılet sûresi 10. âyette bu durum ele alın­mıştır.

İslâm bilginleri yer ve göklerin yaratılış zamanlan konusunda üç gö­rüşe ayrıldılar; a) Yer kütle olarak göklerden önce yaratıldı, fakat yayılıp dö­şenmesi ve hayat için gerekli gıdaların yaratılışı göklerin yaratılışından son­ra olmuştur, b) Yerle gökler aynı zaman süreci içinde yaratıldılar, c) Gök yeryüzünden önce yaratıldı. Kaynakların verdiği bilgilerden öyle anlaşılıyor ki bunlardan birinci görüşün önderliğini tefsircilerin pîri kabul edilen İbn Abbas (ö. 68 h/687 m) yapmaktadır.[33]

Biz burada konumuzla ilgili âyetlerin anlattıklarını müfessirlerin yo­rumlarına dayanarak daha iyi anlamaya çalışacağız. Fahruddîn er-Râzî, yukardaki âyetler kümesi arasında; yer ve göklerin yaratıhşlarındaki öncelik-sonralık çelişkisine dikkat çekerek buna verilen yaygın cevabın: "Allah önce iki günde yeri, sonra da göğü yarattı. Bundan sonra O tekrar dönüp yeryüzü­nü yayıp döşedi" tarzında olduğunu, kendisince ise bunu kabulün zorluğunu, dile getirir.[34] Nitekim hadisçi Taberânî (260-360 h/874-971 m); bu çeliş­kiye dikkati çeken birisine İbn Ab bas (r.)'İn verdiği şu cevabı kaydeder: "Allah gökleri yaratmadan önce ilk iş olarak iki gün içerisinde yeri yaratır. Sonra O, göğe yönelip diğer iki gün içinde onları yedi gök olarak yaratıp dü­zenler. Daha sonra da O, yere gelip orayı yayıp döşer. O'nun arzı yayıp döşe­mesi (:dahv) demek; geriye kalan iki günde orada su ve meralar çıkarması, nehirler, yollar açması, dağları, kumlukları ve ikisi arasında yer alan şeyleri yaratması demektir".[35] Nâziat süresindeki; "Göğün gecesini kararttı, gün­düzünü (aydınlığa) çıkardı. Bundan sonra da yeri yayıp döşedi" âyeti ihtilâ­fın merkezini oluşturmuştur. Gerekli iç düzenlemeleri yapma ve her çeşit canlı için gerekli ortamı yaratma gibi geniş anlamlara gelen ve bizim yayıp döşeme diye tercüme ettiğimiz âyetteki "dahv: "fiili İbn Abbas tarafından Taberanî'nin kaydettiği biçimde tarif edilmiştir. Aslında bunun ne olduğu ilgili âyette anlatılmıştır. İbn Abbas bir açıklamasında da nebat ve gıdaların ancak gece ve gündüz sayesinde oluşacaklarını anlatır.[36] Bunun böyle olabilmesi için yerin şekillenip orada hayatm başlamasından önce gece ve gündüz olayını sağlıyacak bir ortamın yâni güneş ve ay ile beraber öteki unsurların yaratılmaları gerekecektir. İbn Kes îr (ö. 774 h/1372 m) âyette geçen "dahv " olayını, müteakip âyetlerin açıklamasına dayanarak; arza yer­leştirilmiş bulunan kuvvet hâlindeki imkânların kuvveden fiile çıkması ola­rak yorumlamaktadır. Ona göre, bu yolla yeryüzü yaratık ve varlıklarının şe­kil ve biçimleri kemâle erecek ve gök de aynı işlemle içindeki yi Hızlarıyla, dönen yörüngelere kavuş acaktır.[37] Biz "dahv" olayım, dünyanm yapısı ile yeryüzünde hayatın başlaması başlıkları altında genişçe ele alacağız. Şam beldesinin ünlü bilgini İbn Kesîr bu konuda İbn Abbas (r.)'in görüşü yönünde bir anlayışa sahip olmuştur. O, az yukarda kaydettiğimiz Bakara sû­resi 29. âyeti açıklarken bunu, yeryüzünün gökten önce yaratıldığına bir delil sayarak şöyle bir mantık yürütür; "Bu bir binanın durumuna benzer, önce alt kısımlarından işe başlanır, sonra da onun üst kısımları yapılır".[38] Başlangıç­ta sunduğumuz Fussılet sûresi âyetleri de gene onun tarafından aynı mantıkla yorumlanır; "Önce yer yaratıldı, çünki yer temel gibidir. Asıl olan temelden işe başlamaktır. Sonra da tavan gelir". Bu görüşüne rağmen o da İbn Ab­bas gibi, yerin döşenip hazırlanmasını göklerin yaratılışından sonraya bırak­maktadır.[39] Bu görüş, ondan iki buçuk asır kadar Önce yaşamış olan türk Harzem beldesinden Zemahşerî (467-538 h/1074-1143 m)'nin yorumuna uygun düşmektedir. Onun açıklamasına göre; arz önce kütle (:cirm ) olarak şekilsiz ve biçimsiz yaratıldı. Göklerin yaratılışından sonra da bu kütle yayılıp döşenerek gerekli düzenlemeğe tâbi tutuldu.[40]

Yerle göklerin aynı zaman süreci içinde yaratıldığını savunanlar, Nâ-ziat süresindeki; "sonra yeri yayıp döşedi" anlamındaki 29. âyete; "gökle birlikte" anlamını vermişler ve buradaki "sonra" edatını "birlikte" şeklinde mânalandırmışiardır. Sahabeden sonraki dönemin bilginlerinden Mücâhid (100 h/718 m) ve es-Süddî (ö. 127 h/744 m) gibilerinin anlayışları bu yöndedir.[41] Onlar anlatım tarzı içinde buradaki "sonra" edatına "ve" anla­mını verdiler. Meselâ sen aptalsın ve sonra kötü ahlâklısın, sözünde Öncelik-sonralık kastedilmez.[42] Buna göre Allah burada zaman farkını kasdetmeden sadece olayları sıralamaktadır. Bu anlayış esas alındığında, göğün düzenlen­mesi; orada aydınlık ve karanlık zamanların oluşturulması, diğer bir ifâde ile; güneş, ay, yıldız ve gezegenlerin kendilerine özel nitelikler ve hareketler kazanmaları ile yeryüzü kütlesinin düzenlenmesi ve donanımı (:dahv) aym süreç içerisinde beraberce olmuştur.

Göklerin yeryüzünden önce yaratıldığı görüşü ise Katâde (ö. 118 h/736 m)'nindir[43] ve diğer iki görüş yanında revaç bulmamıştır. Biz bundan sonra, bölünme ile ortaya çıkan âlemlerin sayısı ve bölünme öncesi mevcut olan "Arş" ve su alemi üzerinde duracağız. [44]

 

2- Alemler, Arş, Yer Ve Göklerin Sayısı

 

a- Alemler Ve Melekût

 

a1- Alemler                       

 

Kur'an-ı Kerîm kitap olarak, besmeleden sonra; "Hamd, âlemle­rin Rabbinedir" âyetiyle başlar. "Âlemler" ile "âlemlerin Rabbi" ifâdeleri Kur'an'da 73 yerde geçer. Bazı âyetlerde bütün insanlık için "âlemler" tâbirinin kullanıldığı görülür.[45] Bir âyette de Hz. Meryem 'in zamanının kadınları karşısındaki üstün kişiliği anlatılırken; "Allah, seni âlemlerin kadınlarına üstün kıldı" [46]denilir. Burada kadınların, erkek cinsinden ayrı bir âlem oluşturdukları görülür.

Âlemler'den kasdın ne olduğunu kesin olarak bilemiyoruz. Rur'an-ı Kerîm'in; âlemlerin Rabbine şükür ile başlatılması, bunun tüm kâinatı ifâde ettiğini ve kelimenin çoğul olarak gelmesi de aynı cins ve nev'i içinde yer alabilen varlıkların tek bir âlem teşkil ettikleri kanaatini vermektedir. İn­sanlık tek başına bir âlem, hayvan ve bitkiler ayrı birer âlemdirler. Yerler gökler ve arş ayrı ayrı birer âlem oluştururlar. Ayrıca her bir cins kendi için­de daha küçük âlemler meydana getirir. Bu duruma göre Kur'an'in bes­meleden sonraki ilk âyetinde; her âlemin kendine özgü şükür ve ibadetini, hepsinin ortak Rabbi olan bir Allah'a yaptığı veya yapması gerektiği, vurgulanmaktadı r.

Âlemler hakkındaki görüşlere gelince Katâde, bu kelimenin; yüce Allah'tan başka bütün varlığı ifâde ettiğini, söylemektedir. Ayrıca ona göre, yaratıklardan her sınıf diğerinden ayrı bir âlemdir. Taberî, her cinsi ayrı bir âlem olarak görürken Ferrâ veEbû Ubeyde gibi dil üzerine yönel­miş bazıları, âlemi sâdece akıllı varlıklardan ibaret görürler ve hayvanlar için bu ıstılahın kullanılmayacağını savunurlar.[47] Alemleri, kâinat denilen bütünün parçaları olarak görmemize aslında hiç bir engel bulunmaz.

Âlemlerin sayısına gelince Kur'an'da yer ve göklerin sayısı verildiği halde âlemler için bir sayı söylenmez. Buna karşılık bazı İslâm bilginleri belli bazı sayılardan sözederler. Bunlardan yahudi asıllı Vehb b. Mü-nebbih 18 bin âlemden sözedip dünyanın bir âlem olduğunu söylerken ge­ne dünyayı bir tek âlem kabul eden Ebû Saîd el-Hudrî bu sayıyı 40 bin olarak vermektedir. Âlemleri sâdece dünyaya hasreden Mukati1 ise 80 bin âlem olduğunu ve bunun yarısının karalarda, yarısının da denizlerde bu­lunduğunu söyler.[48] Şüphesiz bütün bu rakamları gerçek sayı değerinde ele almamız mümkün değildir ve onları biz ancak çokluktan kinaye olarak ka­bul ederiz. Gerçek sayı ise bu verilenlerle kıyas edilemiyecek kadar fazladır ve bunun da tesbiti kanaatımca mümkün değildir. [49]

 

a2 - Melekût                                                                                

 

Kur'an-ı Kerîm'de, âlemler gibi yer ve gökleri içine alan diğer bir tâbir de "melekût" dur. Yıldızlara tapınan ve gök biliminde ilerleme kay­deden Bâbil halkına peygamber olan İbrahim (S)'e Kur'an'ın ifadesiy­le; "yer ve göklerin melekûtü" gösterilirken[50] bir başka âyette, Hz. Muhammed (S)'in getirdiği esaslara inanmıyanlar, yanıldıklarım görsünler diye, yer ve göklerin melekütunu incelemeğe davet edilirler.[51] Bunlara karşılık iki âyette; "her şeyin melekûtunun Allah'ın elinde olduğu" bildiri­lir.[52]

Melekût kelimesinin ifâde ettiği anlama gelince Dahhâk (ö. 105 h/723 m) ve sonra Endülüslü Kurtubî (ö. 671 h/1272 m) ve diğer pek çokları ona, aslı olan ''mülk" anlamını verirler. Kurtubî'ye göre, bütün gökler ve gökler üstü olan şeyler ile bütün yerler ve yerler altı olan şeyler ve Allah'tan başka hiç kimsenin bilemiyeceği diğer her şey "melekût" mef­humu içerisine girer. Mü c âh id (ö. 100 h/718 m) ve diğer bazıları ise ona, yer ve göklerin hazineleri veya anahtarları gibi daha dar bir anlam verir­ler.[53] Melekûtun aslı olan "mülk", esas anlamı itibariyle; hâkimiyet, idare ve hükümranlık anlamlarına gelir. Şüphesiz bu hükümranlık varlık üzerine kurulan bir hükümranlıktır ve tüm âlemleri kaplayan bir idaredir.[54] Yaratı­lan her şeyin Yaratana mülk ve O'nun hâkimiyeti altında olacağı esasından hareket edecek olursak melekût ile âlemlerin sonuçta aynı şeyleri ifâde ede­cekleri açıktır. Şu kadar var ki "melekût" fazla olarak ve hatta daha çok bu âlemlerin idare ve düzenini ifâde etmektedir. Buna göre melekûtun göz­lenmesi; tüm kâinata ait idarenin, düzen ve denge kanunlarının gözlenip in­celenmesi demek olacaktır. [55]

 

a3- Sahra, Sera Ve Su Âlemi

 

aa- Sahra

 

Sahra, arapçada kaya anlamına gelmektedir. Bu kelimenin geçtiği âyet Hz. Lokman'in oğluna yaptığı nasihati anlatır; "Yavrucuğum! Yapı­lan iş bir hardal tanesi kadar olsa bile ve o bir kaya içinde, ya da göklerde veya yerde (gizlenmiş) olsa bile Allah onu hiç şüphesiz ortaya çıkarır" [56]Bu âyette geçen "sahra: " herhangi bir âlem adımıdır yoksa bununla yeryüzü kayaları mı kastedilmiştir? Bu, müfessirler arasında münaka­şa konusu olmuştur. Bazıları bunun dünya kayaları olduğunu ve hiç bir şe­yin yüce Allah'tan gizli kalamiyacağmın kesinkes bilinmesini anlatmak için söylendiğini, savunurlarken bir kısımları onun, yerlerin veya göklerin ötele­rinde bir âlem olduğunu düşünmüşlerdir. İbn Abbas (r.) onu, yedi arzın ötesinde veya yedi kat yerin altında ve dünyanın üzerine kurulduğu bir kaya olarak düşünmüştür. Buna karşılık aslen Isfahanlı olup ömrünü Kü­fe 'de geçiren es-Süddî (ö. 127 h/745 m) bir kısım sahabenin görüşlerine dayanarak bunu, yer ve göklerin hâricinde ve yedi arzın ötesinde bir sahra olarak görmüştür. Tabiat ilimleriyle de uğraşan bu müfessire göre; bunun âyette yer ve göklerden ayrı olarak zikredilişi onun hâriçte bir varlığı oldu­ğunu gösterir.[57] İmam Suyûtî, sıhhat yönünden lehinde ve aleyhindeki tenkitlerle beraber, aralarında 500'er yıllık mesafe olan dünyalardan bahse­den bir hadis kaydeder. Şu kadar varki bu hadisin son kısmı diğer benzerle­rinden farklı olarak şöyle biter; "Yerlerden en yükseği, iki tarafı gökle bir­leşen bir balığın sırtı üstündedir. Bu balık da sahra (kaya) üzerinde­dir".[58] Hadisi doğrulayanlar haklı iseler buradaki balığı, malum canlı ola­rak değil de ancak bir burç adı olarak anlamak mümkündür, çünki balığın sahra üstünde olması düşünülemez. Buna göre sahra da ayrı bir âlem olarak karşımıza çıkar. [59]

 

ab - Sera                           

 

Kur'an müfessirlerinin ihtilâf ettikleri diğer bir varlık da Tahâ sûresi 6. âyette yer alan ve kelime anlamı toprak olan "sera: " mefhumudur. Bu âyette şöyle denilir; "Göklerde, yerde, bu ikisi arasında ve toprak altında ne varsa O'nundur". Burada sera, yer, gök ve bu ikisi arasında yer alan madde­lerden ayrı tutulmuştur. Bu da tabiatiyle ihtilâflara yol açmıştır. Yukarda adından söz ettiğimiz es-Süddî ve ondan sonra Endülüslü Kurtubî, bu­nu, az önce konu ettiğimiz "sahra" olarak anlamışlardır ki Süddî'ye göre burası yer ve göklerin ötesinde bir yerdir. Hicrî 1. asrın son yarısında yaşıyan ve döneminde Medîne medresesinde önemli yeri bulunan Muhammed b. Ka'b (ö. 118 h/736 m) ve ondan sonra Buhara hanlığına bağlı Nesef'den türk asıllı İmam Nesefî (ö. 710 h/ 1310 m) ve daha bazıları "sera "yi yedinici arz veya onun ötesinde bir yer olarak düşündüler.[60] Fakat bunların 7. arz ile ne kasdettikleri pek açık değildir. Çünki çokları bunu, dün­yanın en son yer tabakası olarak düşünmektedirler.

Serâ'ya ünlü hadisçi Buharı'nin kaydettiği bir hadiste de temas edilmiştir. Yerkürelerin sayısını anlatırken ele alacağımız gibi yahudi âlimle­rinden biri Peygamber (S)'e gelerek ona, kıyamet günü yer ve göklerin du­rumunu anlatır. Bunları Kur'an'a uygun bulan Peygamber, hoşnutluğun­dan kendini gülmekten alamaz ve sonunda ona; "Allah'a ortak koşanlar O'nu gereği gibi takdir edemediler-Zümer, 39/67" anlamındaki âyeti okur. Bu haberde, Allah'ın, kıyamet günü, yerleri, gökleri, suyu ve "serâ"yı kud­ret elinde tutacağı anlatılır.[61] Burada, toprak anlamını verdiğimiz "sera" ve gene onun yanı sıra "s u " yerlerden ayrı olarak zikredilmişlerdir. Bu, yer­yüzündeki varlıkların, ayrı ayn ele almışım ifâde edebileceği gibi su ve sera­nın başka âlemleri göstermesi de mümkündür. Biz şimdi ele alacağımız su hakkında bunu kesin olarak sÖyliyebilirsek de sahra ve sera için kesin bir şey söyliyemeyiz ve onları öncelikle dünyamız içinde düşünürüz. Eğer onlar burada değilse birinin sırf kaya, ötekinin sırf toprak olması gibi çok farklı özellikleri sebebiyle göklerden ayrı zikredilmiş olmalıdırlar. Eğer böyleyse onları gökler ötesinde değil ancak göklerin bir parçası olarak düşünürüz. [62]

 

ac - Su Âlemi

 

Gerek Kur'an'daki ifâdelerden ve gerek Hz. Peygamber'in anla­tımlarından, âlemlerin kademelenmesinde "arş" dan sonra ildnci kademe olarak bir "su: " âleminin bulunduğu hükmü çıkarılabilir. Anlatımlar­dan bu su âleminin, yer ve göklerin oluşmuna kaynaklık etmiş olabileceği hükmü de çıkarılabilir. Eğer böyleyse bu âlem çok büyük olmalıdır. Biz "Suyun Yaratılışı" başlığı altında bu konuya genişçe yer verdiğimizden bu­rada onları tekrarlamak durumunda olmıyacağız. Yalnız şunu söyliyeyim ki pek çok kaynak Peygamber (S)'in bir soru üzerine; "Her şey sudan yara­tılmıştır" tarzında bir cevap verdiğini, yazar.[63] Biz, sözü edilen başlık altın­da bunun ne anlama gelebileceğini açıklamıştık. Biz burada şu âyeti de yeni­den kaydetmek durumundayız:

" O (Allah) hanginizin daha güzel amel ve davranışta bulunaca­ğını denemek için, arşı su üstündeyken, gökleri ve yeri yaratan­dır".[64]

Daha gökler yaratılmadan önce mevcut olan bu su âlemi hâlen de var­lığını sürdürüyorsa buna şaşmamak lâzımdır. Çünki Kur' an !da bunun var­lığından açıkça söz edilmesine karşın, onun göklerin yaratılmasiyle birlikte ortadan kalktığına ilişkin bir şey söylenmemiştir. Hz. Peygamber bazı açıklamalarında, 7. gökten sonra, iki gök arası kadar derinlik: boyutu olan çok büyük bir su âleminden, tâbir caizse bir su göğünden bahsetmiş [65]ve başta Hz. Ali olmak üzere bir kısım İslâm bilginleri, Tur suresi 6. âyete dayanarak arştan önce yânı arş altında böyle bir deniz dünyasının bulundu­ğunu savunmuşlardır .[66] Bu su âleminde ve bu su göğünde muhtemelen yerküreler gibi suküreler vardır ve yıldızlarla gezegenler arasında olduğu gi­bi, dengeler bu suküreler arasında kurulmuştur. Bu âlem bir bütün de olabi­lir. Fakat tek kütleden ibaret bir gök olmadığına göre bu da tek kütle olma­malıdır. Biz bu sıvı âlemi oluşturan suyun mâhiyetini bilemiyoruz. Bu su âleminin canlı bir hayata sahip olup olmadığı konusunda da şimdilik: elbet bir şey söylememiz mümkün değildir. Gökler hep ateş, gaz ve toz değildir. Bu su âleminden ayrı olarak göklerde sırf sudan ibaret yıldız ve gezegen mi­sali sukütleler bulunabilir. Su âlemi kendi dışında böyle kütlelere yol açmış olabilir. [67]                                                                                                 

 

b- Arş Ve Kürsî

 

bı- Arş              

 

Arş, Kur'an'da dâima tekil olarak gelmekte ve yer ile göklerin zıddı­na tek bir âlemi ve müfessirlerin çoğunun kanaatma göre de en büyük varlık âlemini ifâde etmektedir. Kur'an'da "arş " kelimesi 21 yerde geçmektedir ki bu, yedi yer ve göğün üç katı demektir.[68] Bu onun büyüklük ölçüsünü de verebilir. Ayrıca, yer ve göklerin sayısına eşit olan yedi ayrı âyette, kâinatın yaratılışı ve bu yaratılışa âit safhalar anlatılırken, Allah'ın arşı istiva etme­sinden söz edilmiştir,[69] "istiva" mn burada ne anlama geldiğini tam ola­rak bilemiyoruz. Kelime olarak bu; yükselme, üste çıkma, yönelme ve istik­rar kazanma gibi anlamlara geliyor.[70] Fahruddîn Râzî bunu; Allah'ın, gücünün, mülkü düzenleyip kanunlar koymadaki etkinliği ve bu etkinliğin belirgin hâle gelmesi, şeklinde anlamıştır. Ona göre, burada Allah'ın arşa çıkması ve orada tahtına çekilmesi gibi bir anlayışa yer yoktur.[71] Kelime olarak "arş"; melik, hükümdarın tahtı, mülk ve iktidar ve evin tavanı, gibi anlamlara gelir.[72]

Arş, yaratılış sırası itibariyle yer ve göklerden önce gelir ki yukarda su âleminden bahsederken kaydettiğimiz âyette bu açıkça görülür. Bu âyete dayanarak şunu söyliyebiliriz ki; önce arş, sonra su veya suyun katkı mad­deleri ve en sonunda da yer ve gökler yaratılmışlardı.[73] İslâm bilginlerinin çoğu arşı, Allah'ın yarattığı ilk varlık olarak kabul etmişlerdir. Buna karşılık onu ezelden beri var olan bir nesne olarak kabul edenler de çıkmıştır.[74]

Kur'an'da "arş " için ulu ve kerîm gibi sıfatlar kullanılmıştır ki bun­lar yer ve gökler için kullanılmamıştır.[75] Kanaatıma göre "ulu: azîm" sı­fatı onun, bütün âlemlerin en büyüğü olduğunu, "kerîm" sıfatı da bu âle­min, sırf iyilikler ve güzellikler âlemi olduğunu gösteriyor. Endülüslü müfessir Kurtubî (ö. 671 h/1272 m), âyette geçen ulu sıfatına dayanarak onun yaratılanların en büyüğü olduğunu, söylerken[76] ilk tefsir müellifle­rinden biri olan Taberî (224-310 h) buna, kuşatıcı (:muhıt) anlamını ver­miştir.[77] Buna göre o her yönden bütün gökleri çevreliyen bir âlem olmalı­dır. Eğer böyleyse hiç bir kelime onun büyüklüğünü anlatamaz. Bazıları il­gili âyetlerde geçen sıfatların arş için değil de Allah için olduğunu savun­muşlardır. Cehmiyye ve Mu'tezile mezhepleri arşı bütün âlemler olarak gö­rürlerken Selefiyye'ye mensup bilginler onu ayrı bir varlık olarak görmüşlerdir.[78]

Kur'an-ı Kerîm'de arş, yedi gökten ayrı bir âlem olarak ele alınmıştır. Meselâ şu âyette bu açıkça görülür:

"(Ey Peygamber) deki; yedi göğün ve büyük arşın Rabbi kimdir" [79]Yer ve göklerden Önce Arşın su üstünde olduğunu bildiren âyetten de gene onun, göklerden ayrı bir varlığı olduğu anlaşılmaktadır. Hz. Muhammed (571-632 m)'in sözlerinde arş, dâima âlemlerin en üstünde bir yere konul­muştur. Kâinat arş ile son bulmakta ve yüce Allah, mekândan münezzeh olarak onun da ötesinde ve üstünde ve aslında her yerde bulunmaktadır. Pey­gamber (S) arşın yeri hakkında şöyle söylüyor:

" Yüce Allah, arşının üstündedir. Arşı da göklerinin üstünde­dir".[80]

Burada üst, öte anlamında kullanılmıştır. Hz. Peygamber bir konuş­masında arşın cennetlerin de ötesinde olduğunu şöyle anlatmıştır:

" Cennet yüz derecedir... Onların en yüksek olanı Firdevstir. Ora­dan dört nehir çıkar. Arş onun da üstünde (ötesinde) dir.[81]

Peygamber (S) bir keresinde de arşın; yedinci gökten sonra iki gök arası mesafe olan 500 yıllık bir mesafede olduğunu, söyler[82] ki biz bu sayıların çokluktan kinaye olarak kullanılmış olacağını ilerde anlatacağız. Bizi burada ilgilendiren, arşın göklerden sonraki bir âlemi ifâde etmiş olması ve ilk ha­diste görüldüğü gibi burasının İlâhî bir karargâh niteliği taşimamasıdır. Buna rağmen orasının Allah katında çok özel bir yeri olsa gerek. Ne Kur ' an ve ne de Pey gamber, yüce Allah'ı özel bir yere oturtmamışlardır.

Tefsircilerin pîri sayılan İbn Abbas (ö. 68 h/687 m)'ın, yukardaki hadislere ters düşen ve arşı, en üstteki göğe - ki bu yedinci göktür - dâhil eden bir açıklaması bulunmaktadır. O diyorki; "Göklerin en önde geleni, kendisinde arş olandır. Yerlerin en önde geleni de bizim üzerinde olduğu­muz, arzdır".[83] Eğer onun kastı, yakınlık ve komşuluk ise Hz. Peygamberin sözleriyle, onun açıklaması arasında bir çelişki olmaz ve fakat o böyle değil de arşı 7. göğün içinde görüyorsa bu durumda bir çelişkiden söz edilir. Ebû Müslim el-Isfahanî (ö. 322 h/934 m) ise Yunus sûresi 3. âyette geçen arşa, gök tavanı anlamını vermiştir ki ona göre bu kısım, düzenlenip tamamlanan göğün en üst kısmını oluşturur.[84] F.Râzî, arşı, ayrı bir varlık yerine mülk ve kâinatın tümü olarak görmekte ve bu kanaatini da Kaffal'dan almış bulunmaktadır.[85] Mu'tezile veCehmiyye mezheplerinin aynı görüşte olduklarını yukarda kaydetmiştik. Arşı, belli bir varlık âlemi olarak değil de sâdece İlâhî iktidar ve hükümranlık olarak görmek bu konuda gelen âyet ve hadislere ters düşmektedir. Şu kadar varki bazı yerlerde bu anlamda kullanıl­mış olabilir.[86]

Arş, kıyamet olayına mâruz kalmıyacak kadar kusursuz bir âlem olma­lıdır. Fakat Allah'a göre kusursuzluk sözkonusu olmaz. Hakka sûresi 17. âyet­ten; Sekiz güc (melek?) ün ayakta tuttuğu Arşın kıyamete mâruz kalmayacağı anlaşılmaktadır. Kur'an'da, mükemmel âlemler olan cennetlerden ve onlarda­ki hayattan genişçe bahsedildiği halde arş hayatından bahsedilmemiştir. Bu da orasının insanlara âit bir yer olamıyacağını gösterir. Allah katında yükselenler ise Arşa yakın ve cennetlerin en mükemmeli F i r d e v s 'e çıkabilirler. [87]

 

b2- Kürsî

 

Alemlerin en büyüğü olan "arş"in yanı sıra gene bütün âlemleri kap­layan "Kürsî" vardır ki Kur'an'da, bunun sahip olduğu genişlik; "O'nun kürsüsü, gökleri ve yeri kaplamıştır" [88]şeklinde dile getirilmiştir. "Kür­sî "nin âlemlerden birinin adı olup olmadığım bilemiyoruz. İbn Abbas (r.) ona, Allah'ın ilmi, anlamını verirken bir kısımları da onu, Allah'ın kud­reti, idare ve iktidarı, olarak anlamışlardır. Günümüzde "kürsü" çeşitli dil­lerde, ilim ve iktidar anlamını ifâde etmektedir. Yer ve göklerin "kürsî"ye göre çok küçük şeyler olduğuna ve "kürsî"nin de arşa nisbetle çok küçük ol­duğuna dair haberler çoktur. Tabiat ve gök konularına ilgi duyan müfessir es-Süddî (ö. 127 h/745 m) kürsîye arşın altında bir yer verirken Hasan el-Basrî (110 h/728 m) onu arş olarak görmüştür ki gelen haberler bu an­layışla bağdaşmamaktadır.[89] Buna göre "kürsî" Allah'ın idare ve hüküm­ranlığım temsil eden bir şey olmalıdır. Tüm evrende hiç bir zerre ve hiç bir âlemin İlâhî iktidar, İlâhî idare ve hükümranlığın dışında olması düşünüle­mez. O'nun kürsüsü yer ve gökleri kaplamıştır. [90]

 

c- Göklerin Sayısı Ve Yeni Oluşumlar

 

Kur'an-ı Kerîm'de ve Hz. Muhammed (S)'in sözlerinde, göklerin sayısı dâima yedi olarak verilmekte ve bunda bir ihtilâf bulunma­maktadır. Kur'an'da, gök sayısının 7 olduğunu açıkça bildiren âyet sayısı yedi[91] ve gök ismi geçmeden 7 göğe işaret eden âyet sayısı da ikidir[92] ve böylece toplam dokuz âyet, göklerin sayısını vermektedir. Bu sayı göklerle beraber, arş ve su âlemi sayısına eşittir.

Âyetlerde ve Hz. Peygamberin sözlerinde geçen göklerle ilgili yedi sayısının gerçek rakam değerindemi yoksa çokluktan kinaye olarak mı kul­lanıldıklarını, bilemiyoruz. Eğer bu sayı gerçek değeri dışında çokluğu ifâde ediyorsa o takdirde sayısız denecek kadar çok gökten bahsetmek mümkün olabilir. Diğer yandan bir göğün nerede başlayıp nerede sona erdiğim de bil­miyoruz. Milyarlarca yıldız ve gezegene sahip her hangi bir gökadası (rgalaksi) ayrı bir gökmüdür yoksa insan aklına durgunluk verecek kadar büyük bir gök adası, bir göğün küçük bir parçasımıdır? Bugüne kadar keşfe­dilen ve daha da keşfedilecek olan gökadaların hepsi, bir tek göğe ve sâdece bizim dünyamızın içinde bulunduğu göğe âit iseler o zaman yedi rakamını gerçek değerinde ele almak gerekebilir. Kur'an'da gök, bazan tekil bazan da "s e mâ v ât" tarzında çoğul olarak geçer. Buna karşılık, arz dâima tekil gel­miştir. Bu duruma dikkat çeken Endülüs'lü Kurtubî, bundan her gö­ğün diğerinden ayrı bir cins olduğu, yerin ise toprak olarak tek bir cins oluş­turduğu hükmünü çikar.[93]

Gerek "arş" ve gerek muhtemelen göklerin oluşumuna kaynaklık yapmış olan su âlemi, önceki açıklamalarımızdan da anlaşılacağı gibi 7 göğün dışında kaldıklarından, kâinatı sâdece bu 7 gökten ibaret görmemiz mümkün değildir. Hz. Pepygamber, bazı açıklamalarında yedinci gökten son­ra, kendi ifadesiyle; "üst kısmı ile dip kısım arasında iki gök arası mesafe (derinlik) olan bir deniz" den ve ondan sonrada, arş ile bu deniz âlemi ara­sında 8 dağ tekesi (:e v ' âl ) den bahsetmektedir ki bunlar hadisçi Hâkim ve Zehebî'nin kitaplarında melek olarak tanımlanmışlardı.[94] Bunlar en son gökten arşa doğru uzanan bir âlemde yer alan ve hayvan isim­lerini taşıyan önemli burçlar veya varlık toplulukları olabileceği gibi ger­çekten evrenin önemli noktalarını tutmuş ve bizim genelde inceleme alanımı­zın dışında bıraktığımız melekler de olabilirler. Arşa geçiş yerlerinde çok büyük dengeler kurulmuş olmalıdır. Melekleri hesaba katmadan kâinatın dengelerini kavramamız mümkün olmıyabilir. Yüce Bir Allah gözardı edilin­ce ise kâinatı ve onun ruh ve mânasını kavrıyamayız. Hakka sûresi 17. âyet­te; göklerin çöküşünün dile getirilmesinin ardından; "Melekler göğün etrafın-dadır. O gün Rabbinin arşını bunların da üstünde Sekiz yüklenir" denilmiş­tir. Ayette çok açık olmamakla beraber bu Sekiz de meleklere yorumlanmış­tır.

Kâinatın mevcutlardan ibaret kalıp yeni oluşumların meydana gelmiyeceğini, yeni yıldız ve âlemlerin yaratılmıyacağını, yaratılışın nihaî olarak durup donduğunu söylememiz herhalde mümkün değildir. Kur ' an 'dan ve Hz. Muhammed (S)'in öğrettiklerinden böyle bir hüküm çıkarmak mümkün olmamakta ve buna karşın tam tersi bir hükme varmak mümkün olmaktadır. Bu konuya ışık tutacak âyetlerden birinde şöyle denilir:

" Göklerde ve yerde kim (ve ne) varsa hepsi O'ndan ister. O, her gün (an) yeni bir iştedir".[95]

Burada yaratılıştaki sürekliliğe dikkat çekilmiş ve ayrıca da yer ve gökler içinde yeni oluşumlar dile getirilmiş gibidir. Sürekli yaratılış, basitten başlıyarak gittikçe daha karmaşık ve daha yüksek varlık ve âlemlerin oluşmasına yol açar. Böylece yaratılış, bir zerre (:atom) dan başlıyarak yeni yıldızla­ra, yeni gökada ve göklere doğru gelişme gösterebilir. Bir başka âyette Al­lah'ın yer ve gökleri yarıp bölerek yarattığı ve O'nun meleklere değişik sa­yıda kanatlar taktığı anlatıldıktan sonra şöyle denilir:

" O, yaratıklarına dilediği ilâveyi yapıp onları artırır".[96]

Bu âyetlere bakılırsa yaratılışın donup durduğunu söylemek mümkün olmaz. Şu kadar varki bu yeni oluşumlar her gökada (galaksi) ve her göğün kendi içinde de olabilirler. Öte yandan;

"Biz göğü gücümüzle bina ettik ve Biz onu gerçekten genişletici­yiz"[97]

anlamındaki âyet eğer mesafeler bakımından bir genişlemeyi değil de sayı olarak bir genişlemeyi ifâde ediyorsa bu takdirde yeni gökadaların ve hatta belkide yeni göklerin oluştuğunu söylemek mümkün olur. Bir göğün hudutlarını ve hatta gök kavramını şimdilik tam olarak bilemediğimizden, en azından, oluşmakta olan bir gökada ile karşılaşmamız bu âyetler doğrul­tusunda bizi şaşırtmaz.

Hz. Peygamber 'in de, varlığı yalnız yer ve göklerden ibaret gör­mediği anlaşılıyor. O, namazında rukûdan kalkınca bazan şöyle bir şükürde bulunurdu; "Rabbimiz, sana yer ve gökler dolusu ve bunlardan sonra diledi­ğin şeyler dolusu, hamdolsun"[98] O bu duasında muhtemel âlemlere de yer verme ihtiyacını hissetmiştir.

Daha sonra geniş açıklamalarıyla ele alacağımız gibi Mülk sûresinde; "Allah, birbiriyle uyumlu yedi gök yaratmış olandır" denilmekte ve ayrıca bu ayette, gökler arasında bir düzensizliğin olmadığı ve bir zaaf ve boşluk bulunmadığı, anlatılmaktadır. Burada bizim; uyumlu, diye tercüme ettiğimiz "tıbak: " kelimesine müfessirler; üst üste, kat kat veya birbirlerine müvâzi, gibi anlamlar verdiler. Burada aslında kastedilen nedir? Aynı yerde biri diğerine engel olmıyan, biri latîf öteki kesif iki ayrı gökmü vardır? Bu âyette acaba, her göğün, uzayın aynı yerini paylaşan bir başka gökle iç içe olduğu ve bunlar arasında bir uyum bulunduğumu anlatılıyor? Eğer her iki göğü de, birbirine yer veren, birbirine engel olmıyan diğer bir değişle aynı yeri paylaşabilen değişik tür nesneler oluşturmuşsa o takdirde biri diğerinin tam dengi (müvâzi ve değirmi) iki ayrı gökten bahsetmek mümkün olur. Bu da kâinat içinde başka bir kâinat var demektir. Belli miktar bir toprak, kendi­sinden daha az kesif olan belli miktar suyu ve bu su da aynı şekilde belli bir enerjiyi yüklenebilir. Böylece aynı yeri, mâhiyetleri farklı üç ayrı nesne işgal etmiş olmakta ve bu üç ayrı varlık katları arasında hiç bir boşluk (futûr: ) ve hiç bir uyumsuzluk (:tefâvüt) bulunmamaktadır. Bu esasa göre, birbiri içinde ve birbirine müvâzi âlemlerin oluşmuş olması mümkündür ve muhtemelen ilgi çekici ifâde ve tâbirlere sahip olan Kur'an'ın bu âyetinde böyle bir durumdan söz edilmektedir. Eğer bilim kesin olarak böylesi gökle­rin varlığını ortaya koyarsa söz konusu âyet üzerinde çok düşünmemiz gere­kecektir. Diğer yandan neden burada insandan; gökleri iki inceleme yapması, istenmektedir? Bu sayı da her gökte, iç içe ve biri diğerine müvâzi, denk ve değirmi bir başka gök olduğuna bir işaret olabilir.[99] Buna göre âlemlerin türlerine göre sayılması gerekecektir. Biz burada Hz. Musa'nın bir ışık karşı­sında aniden kendini ayakkabılarla girilemiyecek mukaddes bir vadide bul­ması olaymı da düşünmek zorundayız.[100] Bizim gibi sıradan insanlar İçin her bir göğün ve her bir zerre (:atom)nin iç âlemi nalınlarımızı çıkarmamız gereken mukaddes vadi gibidir. Zahirde yüce Allah'a yakın olamayanlar bâ­tın (iç boyutlar) da kendilerini O'nun karşısında bulabilirler. Araştırmaların­da besmeleyle başlangıç yapmaya yanaşmayanlar gök ve zerrelerin boyutla­rı içinde kaybolduklarında her bir şeyin iç içe Allah'a doğru açılıp gittiğini farkederlerse O yüce yaratıcının adını mırıldanmaktan kendilerini alamazlar. Onlar artık Besmele çekilmesi gereken ilk başa dönmüş olurlar. İşte İnananla inanmayanın farkı budur. Kur'an'ın ilk nazil olan âyetlerinden birincisinde yâni ilk nazil olan âyette "yaratma" fiilinin başına Allah adı konulmuş ve böylece kâinattaki tüm yaratılış ve oluşumlar o yüce ismin mührüyle mühür­lenmişlerdir. Evrende her şey o mührü taşımaktadır. Burada ikinci âyette de insanın ana kamında yaratılışa ilk geçiş merhalesi olan '" alak" olayına yer verilmiş ve bu oluşum da burada gene ilk baştaki o yüce mühürle damgalan-mıştır. İlk nazil olan süre işte insanoğlunun bu ilk oluşum merhalesinden isim almıştır. Allah vahye, insana çok büyük bir değer vererek ve ona yüksek bir mâna ve bir kudsiyet yükleyerek başlamış olmaktadır. Zerreden en büyü­ğüne kadar her bir âlemin Allah'a doğru açılıp gittiği şuuruna eremeyenlere gelince sonuçta bir zerre âlemi bile onları kuşatan bir cehennem hâline dönü­şür. Şüphesiz sayı kadar genişlik ve büyüklüğün önemi vardır. Keyfiyyet ise hepsinden daha önemlidir. Göklerin sayısı âyet ve hadislerde açıkça belli edildiğinden biz daha çok yerkürelerin sayısı üzerinde duracağız. [101]

 

d- Yerlerin Sayısı

 

Kâinat denilen uçsuz bucaksız âlemde sâdece tek bir dünya, bizim dünyamız mı vardır. Yoksa evren, üzerinde hayat olan başka dünyalara da sahipmidir? Biz temel dinî kaynaklarda bunun cevabını bulmaya çalışacağız. Kur'an-ı Kerim'de, yerküresi anlamındaki "ard" kelimesi dâima tekil olarak gelmiştir. Bu sebeple, ilgili âyetler; "yer ve gökler" diye tercüme edil­miş, "yerler ve gökler" şeklinde tercüme edilmemiştir. Bununla beraber "ye­di gök" ifâdesi kadar açık olmasa bile Kur ' an 'da yerlerin de göklerin sayı­sınca olduğunu bildiren bir tek ayet bulunmaktadır ve gene bir kısım âyetler­den bazı müfessirler, yerlerin çokluğu hükmünü çıkarmışlardır. Yerlerin, gökler sayısınca olduğuna en açık temas eden âyet ise şöyledir:

" Yedi göğü ve onlar gibi (onlar kadar) da yeri yaratan Allah'dır. Gücünün her şeye yettiğini ve bilgisinin her şeyi kuşattığını bil­meniz için O'nun emri bütün bunların arasında durmadan iner durur"[102]

Durmadan inip duran İlâhî emri, gerçek emir yanında, yeni oluşum­larla ilgili ilâhî takdirler olarak da yorumlamak kanaatımca daha uygun olur. Bazı müfessirler yedi arz bulunduğunu gösteren tek âyetin bu olduğunu söylerler.[103] Ünlü bilgin Bağdatlı İbnul-Cevzî (510-597 h/1116-1200 m.) sözünü ettiğimiz âyete; "Allah, gökler sayısınca yerleri yarattı" anlamını verirken'[104] Endülüslü Kurtubî (ö. 671 h/1272 m) âyetin anlamı üzerinde ihtilâflar bulunduğunu, yazar. Bazıları, yerle göklerin, nitelik bakımından birbirlerinin aynı olmadığı gerekçesiyle ilgili ayete "gökler sayısınca yerleri yarattı" anlamını vermişler ki Kurtubî doğrusunun da bu olduğunu, söy­ler. Bir kısım müfessirler de, sayıyı yedi kabul etmekle beraber onu birbirle­rine bitişik yer katları olarak düşünmektedirler.[105] Yerin tabakaları şeklinde "yedi kat yer" düşüncesi İslâm öncesi devirlerden gelmekte ve bu düşünce çoğunluğa hâkim bulunmaktadır. Şu kadar varki bu, az sonra göreceğimiz, Hz. Peygamberi'n bazı açıklamaları ile bağdaşmamaktadır.

Bir kısım müfessirler nedense yerlerin çokluğu hükmünü, yukardaki kadar açık olmayan başka âyetlerde görmeğe çalıştılar. Bu âyetlerden birin­de şöyle denilir.

" Onlar Allah' ı gereği gibi değerlendiremediler. Halbuki kıyamet günü arz hepsi toptan O'nun kudret avcucunda olacaktır. Gök­ler de O'nun sağ eliyle (üstün gücüyle) toplanıp dürüleceklerdir"[106]

Bu âyetten yerlerin çokluğu hükmünü çıkaranlar, Peygamber (S)'in bir açık­lamasına turundular ki biz bunu birazdan göreceğiz. Türk ili Harzem 'den ünlü müfessir Zemahşerî (467-538 h/1074-1143 m) sözkonusu âyetin il­gili bölümüne; bütün arzların hepsi, anlamını verirken[107] Kureyş asıllı olup Iran ve Türk illerinde yetişen ve bu bölgelerde ilmî çalışmalarına de­vam etmiş olan müfessir-filozof Fahruddîn er-Râzî (1150-1210 m) âyetteki; toptan hepsi, anlamına gelen "cemf" kelimesinden hareketle bu­nun yedi arzı ifâde ettiğini, söyler.[108] İslâmî ilimlerin pek çoğunda eser ya­zıp eserleri bize kadar gelen hicrî 3. asrın şöhretli bilgini Taberî ise söz konusu âyeti Hz. Peygamber'in şu anlamdaki sözleriyle tefsir etmiştir:

"Allah, gökleri ve yedi yeri alıp avucuna koyar ve sonra çocu­ğun topuyla konuştuğu gibi onlarla konuşarak şöyle der; Ben bir Allah'im, Ben tek galip olan Allah'ım"[109] Taberî'nin âyeti böyle bir hadisle açıklamaya kalkışması, onun yerleri, gökler gibi yedi olarak kabul ettiğini gösterir. Nitekim o, eserinin bir başka yerinde; "Allah yedi göğü ve yedi yeri altı gün (merhale) de yaratmıştır"[110] diyerek bu görüşünü açıkça ortaya koşmuştur.

Taberî'nin de dahil olduğu bir kısım bilginleri yedi yer düşüncesine götüren âyetlerden bir diğeri de şöyledir:

"Nerdeyse gökler, üstlerinden çatlayıp parçalanacaklar".[111] Bu mü­fessirler göklerin üst taraflarını onların yerlere dönük yüzleri olarak anlamışlardır.[112] Bu duruma göre her göğün, yönelik olduğu bir arzı olacaktır. Nite­kim Şam diyarından müfessir İbn Kesîr (ö. 774 h/1372 m) en aşağıda yer alan 7. bir arzdan bahsetmiştir ki[113] biz yerkürelerin çokluğuna ilişkin görüşlerin tefsircilerin pîri sayılan İbn Abbas (r.)'a ve ondan da Pey­gamber (S)'e dayandığını biliyoruz. İbn Abbas (ö. 68 h/687 m) yedinci ar­zı, göklerin en üst noktasına nisbetle en aşağı noktada yer alan bir bölgeye oturtmuştur.[114] Konumuzla ilgili âyetler ve onlar üzerindeki yorumlar işte böyledir. Acaba H z. Muhammed (S)'den bu konuda neler gelmiştir?

Kur'an-ı Kerîm'in aksine Peygamber (S)'in hadislerinde, yerler, gökler gibi genellikle 7 adet olarak geçerler. Hz. Peygamber, çeşitli münâse­betlerle yaptığı konuşmalarda yerlerin ve göklerin çokluğundan veya 7 adet olduklarından bahsetmiştir. O, az önce bahsettiğimiz Zümer sûresi 67. âyete dayanarak kıyamet günü hakkında bilgi verirken; yerlerin ve göklerin dürülüp toplanacaklarım dile getirir ve bu konuşmasında o, yerleri çoğul olarak söyler, onun Mescid-i Nebî'nin minberinden yaptığı konuşma şöyledir:

" Yüce ve aziz Allah, kıyamet günü, gökleri dürüp sonra onları sağ eline (gücü ve hükümranlığı altına) alarak şöyle diyecektir; Melik benim. O cebbar olanlar (bugün) nerede? O mütekebbir olanlar nerededir? Allah, yerleri de sol eliyle dürüp toplar ve gene şöyle seslenir; Melik benim, (bugün) o cebbar olanlar ne­rededir? o mütekebbirler nerededir.[115]

Kendilerini ilâhlar gibi görüp yerler ve gökler halklarına zulmeden mütekebbir idareciler, ellerindeki imkânları baskı ve zorbalıkta kullanan cebbarlar iç­lerindeki dünyalarla beraber Allah'ın eline düşecekler ve gerçek ilâhın ger­çek mülk ve iktidar sahibinin kim olduğunu göreceklerdir. Peygamber bu durumu anlatırken bütün yerküreleri ve gökleri, içlerindeki cebbar ve mütekebbirleriyle beraber avuçları içine alır gibi yaparak olayı tasvire çalışır. O kadar ki üzerinde bulunduğu minber nerdeyse yıkılacak bir hal alır.[116] Gene Hz.   Peygamber, bir başka sefer, bir yahudi bilginin Zümer sûresi 67. âyette anlatılan yer ve göklerin durumlarıyla İlgili ikrar edici bir açıklaması­nı doğrularken gökler gibi yerlerden de çoğul olarak bahseder ve o, bâtıl inançlardan kurtulmamış insanlar için sözkonusu âyeti okur. Yahudi bilginin bu âyete uygun düşen ve muhtemelen o günki Tevrat 'a dayanarak yaptığı açıklama, Peygamber'in,azı dişleri görünecek kadar hoşnutluğunu ifâde eden bir gülüşüne yol açar.[117] Peygamber'in yerlerden çoğul olarak bahsettiği bir konuşması da şöyledir:

" Şüphesiz Allah, melekler, gökler ve yerler halkı, hatta yuvasın­da karınca ve sudaki balık insanlara hayri (faydalı ilim ve dav­ranışı) öğretene düa ederler"[118]

Buraya kadar gördüğümüz hadislerde, yerler ve gökler, herhangi bir sayı verilmeden sâdece çoğul olarak gelmişken, Peygamber'in bir kısım sözlerinde, Kur ' an 'da olduğu gibi gökler çoğul, yerler ise tekil olarak gel-miştir.[119] Bunlara karşılık Peygamber bazı sözlerinde açıkça 7 yerden bah­setmiştir. Meselâ bir hadiste anlatıldığına göre; Allah ruhlara; Rablerinin kendisi olduğuna dair yedi yeri ve yedi de göğü şahit tutmuştur.[120] Buna göre her yer halkının şuurunda bir Allah düşünce ve îmanı olacaktır. Yerle­rin gökler sayısınca olduğu çok eskiden beri bazılarınca bilinen bir şey ol­malıdır. Meselâ Hz. Peygamber'in anlattığına göre; Nuh Peygam­ber, oğluna tevhid ifâdesi olan; "Allah'tan başka ilâh yoktur" sözünün, se­vap terazisinde yedi yer ve yedi gökten daha ağır olacağı, nasihatında burunur.[121] Hz. Peygamber, her ne zaman bir beldeye, bir köye girmek isterse; "Yedi göğün ve onların gölgeledikleri nesnelerin, yedi yerin ve onla­rın içlerinde taşıdıkları şeylerin Rabbi olan Allahımız" diyerek bir duada bulunurdun.[122]

Acaba Peygamber (S) bütün bu sözlerinde, göklere uygun olsun, diye mi yerlerden çoğul olarak veya yedi yerden sözetmiştir. Yahut o bununla bi­zim dünyamızın katlarınımı kasdetmiştir? Kanaatımca o, gökler alemindeki yerleri kastediyor. Onun, Tirmizî veAhmed b. Hanbel gibi sahih hadis kaynaklarında ve diğer bazı eserlerde geçen ve gökler ile yerler arası mesafeleri anlatan şu konuşması bizim bu kanatımızi doğrulamaktadır, Ha­dis aynen şöyledir:

"Peygamber (S) arkadaşları ile oturduğu bir sırada bir bulut geldi... Resûlüllah (göğe işaret ederek) iistünüzdeki nedir, biliyormusunuz? Dedi. Onlar; Allah ve Resulü bizden daha iyi bilir, diye cevap verdiler. Peygam­ber dediki; o, korunmuş bir tavan ve taşmaktan alıkonulup tutulan bir dalga olan dünya göğüdür. Sonra onlara; Sizinle o gök arasındaki mesafenin ne kadar olduğunu biliyormusunuz, diye sordu. Onlar; Allah ve Resulü bilir, dediler. O da buyurduki; Sizinle onun arasında 500 yıllık mesafe vardır. Sonra Peygamber; O göğün ötesinde ne var, biliyormusunuz, dedi. Arka­daşları gene; Allah ve Resulü bilir dediler. Dediki; Onun ötesinde aralan 500 yıl olan iki gök daha vardır. Bu şekilde Peygamber, yerle gök arasında olduğu gibi her iki gök arasında aynı mesafeler bulunduğunu, söyliyerek yedi gök saydı.

Sonra Peygamber; Yedinci göğün ötesinde ne olduğunu, biliyormusu­nuz, diye sordu. Onlar aynı şekilde; Allah ve Resulü bilir, dediler. Dediki; onun da üstünde iki gök arası mesafe uzaklığmca bir mesafede olan Arş var­dır.

Peygamber, daha sonra; Altmızdaki nedir, diye sordu? Etrafındakiler; Allah ve O'nun elçisi bizden daha iyi bilir, dediler. O da; bu arzdır, dedi ve bu arzm altında (bundan sonra) ne olduğunu, sordu. Onlar aynı şekilde; Al­lah ve Resulü bilir, dediler. Peygamber, bu dünyanın altında her iki arz ara­sında 500 yıllık mesafe bulunan başka bir arz olduğunu, bildirdi ve böylece o,'her iki arz arasında 500 yıllık mesafe olan yedi arzı saydı ve en sonunda da şöyle konuştu; Muhammed'in kendisi elinde olan Allah'a yemin ederim ki eğer sizler bir iple en aşağıdaki arza bir insan sarkıtsanız hiç şüphesiz o gene (orada da) Allah'a inip gider".[123]

Su âlemini anlatırken kaydettiğimiz gibi Hz. Muhammed (S) bu­na benzer bir açıklamasında 7. gökten sonra ayrıca bir su âleminden bahset­miştir. Muhtemelen bu su göğünde yerküreler gibi sırf suküreler vardır. Biz bu su âlemini oluşturan suyun mâhiyetini bilemediğimiz gibi onun canlı bir hayata sahip olup olmadığını da elbet şimdilik bilemiyoruz.

Peygamberin az önce verdiğimiz uzun konuşmasına gelince gerek Ta b e r î ve gerek K u r t u b î onun buradaki son cümlesiyle ilgili olarak; "O (Allah) hem ilktir, hem sondur, hem zahirdir (açıkta) hem bâtın (gizlide) dır. o, her şeyi tam olarak bilendir"[124] âyetini okuduklarını yazarlar. Onun konuşmasının; "Eğer sizler bir iple en a§ağıdaki arza bir insan sarkıtsanız hiç şüphesiz o gene (orada da) Allah'a inip gider" şeklindeki son cümlesi; İn­san orada gene Allah'ın bilgisi altındadır ve gene orada da O'nun yüce gü­cüyle karşılaşır, biçiminde yorumlanrmştir[125]. Dünyaları değiştirsek de el­bet Allah'ı değiştirenleyiz.

Hadiste geçen mesâfe-zamanların, dünyamızın zaman Ölçümüne göre olmayacağı açıktır. Burada mesâfe-zamanlar dâima eşit olarak verilmiştir. Eğer bu, gerçek sayı değeri yerine, aradaki mesafelerin çok büyük oldukları­nı anlatmak için kinaye olarak söylenmişse o takdirde hem gökler ve hem de yerler arası farklı mesafeler düşünülebilir. Nitekim Peygamber bir başka sözlerinde mesafeleri farklı ve ihtimalli olarak vermiştir.[126] Bu da sayıların çokluktan kinaye olduklarını gösterir. Burada dikkati çeken diğer şey de gökler ile yerlerin ayrı ayrı ele alınması ve fakat mesafelerin eşit uzaklıkta verilmesidir. Bundan her gökte bir arzın bulunduğu sonucu çıkmaktadır. Bu kadar büyük mesafeler, yerlerin veya yedi yerin bizim dünyamızın tabakala­rı olduğu şeklindeki düşünceyle de bağdaşmamaktadır. Çünki yerin tabaka­ları arasında bu kadar büyük mesafeler yoktur.

Hz. Peygamber'in anlatımlarında gökler yukarı yönde gösterilir­ken yerler aksine aşağı yönde gösterilmiştir. Uzayda ise aşağılık - yukanlık sözkonusu değildir. Şu kadar varki biz neyin üzerinde bulunuyorsak o bize göre aşağıyı ifâde eder. Peygamber'in sözüne dünyamızdan başlaması, kanaatımca onu bu tarzda bir anlatıma yöneltmiştir. Peygamber, dünyaları sa­yarken sonuncu arz için; "en aşağı arz: " tâbirini kullanmış­tır. Bu, bizim yerküremiz için kullanılan, en yakın arz anlamındaki "dün­ya" kelimesinin zıddıdır ve bize göre, en uzağı ifâde eder. Dünyamızın zıd­dı olan "süflâ"yı, en aşağıdaki veyuhatta değer ve hayat seviyesi bakımın­dan en düşük, şeklinde anlamak elbetteki doğru olmaz. Dünyamızı en yük­sekte ve diğerlerini hep aşağılarda düşünen bazıları, dünyamız için, en yük­sek anlamında; "vu1yâ: " sıfatını da kullanmışlardır.[127] Oysa dünya kelime olarak en yakın anlamına geldiği gibi mecazen en düşük anlamına da gelir. Diğer yandan böyle düşünenler, dünyamızı en yüksekte olarak düşünü­len yedinci gök içerisine değil"en yakın gök içerisine yer­leştirmişlerdir.

Eğer az önce söylediğimiz gibi "yedi gök" sayısı çokluktan kinaye olarak söylenmişse aynı şey yerküreler için de sözkonusu olacaktır. Bu du­rumda binlerce ve milyonlarca yerkürenin varlığından söz edilebilir. Arzlar­dan kasıt gezegenlermidir, yoksa dünyamız gibi içlerinde hayat olan yerkü-relermidir? Eğer içi boş gezegenler ise onlann çok sayıda oldukları ve hatta güneş ailesine tâbi 9 gezegenin bulunduğu öteden beriye bilinen şeydir. Biz sağlamlık açısından ikinci derecedeki bazı hadis kaynaklarında Peygam­ber'in bir duasında Allah'a; "Ey medhuvvâtı döşeyip düzenliyen ve yükseklik boyutu olan (: mesmûk) gökleri yaratan Allah'ım" diye seslendiğini, görürüz.[128] O, çoğul olarak söylediği "medhuvvât" ile kâinatta dünyamız gibi düzenlenen tüm yerküreleri kasdetmiş olmalıdır. Kur'an'da bu kelimenin kökü olan "dahv " fiili, dünyamızın döşenip düzenle­nerek hayat ortamına kavuşturulması için kullanılmış ve başka bir şey için kullanılmamıştır.[129] Bu da, içleri hayat dolu dünyalar düşüncesini, güçlen­dirmektedir. Diğer yandan Kur'an'da genel anlamda gezegenler için özellik­le "kevkeb " kelimesi kullanılmıştır.

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki Kur'an-ı Kerîm'den ve Hz. Pey­gamber'in sözlerinden, çok sayıda yerküresi olduğu anlaşılmaktadır. Biz bunlarda canlı varlıkların olup olmadığını ise ilerde "göklerde hayat" başlığı altında ele alacağız. [130]

 

e- Evren Boşluğundaki Ara Maddeler Ve Nesneler

 

Evrenin uzay dediğimiz boşluğu tamamiyle yokluk âlemimidir yoksa feza, görmediğimiz cisimlerle, küçücük madde ve zerre (atom) lerle ve hatta zerreden de küçük varlıklarla mı kaplıdır? Kâinat kitabı olma özelliğine sa-hipKur'an-ı Kerîm'de; yerle gök arası ve gene "el-ecrâmü's-semâviy-ye" denilen yıldız, gezegen ve diğer uydular arası boşluklar ve bir göğe tâbi olan gökada (galaksi) ler arası uçsuz-bucaksız boşluklar ve nihayet iki gök arası mesafeler, tamamiyle varlıktan arınmış yokluklar âlemi olarak görül­mezler. Kur'an'da yirmibir ayrı âyette yerle gökler arası varlıklara değinilir ki bu, yedi göğün üç katı bir sayıdır.[131]

Ara ve artık madde ve nesnelerin yaşlarına gelince üç ayrı âyette, bun­ların, yer ve göklerle beraber altı merhale (gün) de yaratıldıkları söylenir.[132] ki bundan onların yer ve göklerle aynı yaşta oldukları anlaşılır. Şüphesiz ilk basit hallerinde kalan nesneler, tekâmüle uğramamış olsalar da diğerleriyle aynı yaşta olacaklardır. Şu halde onları toplayıp incelediğimizde, onlardan âit oldukları göğün veya ana kütlenin yaş ve ilk iptidaî özellliğini Öğrenmemiz mümkündür. Eğer onlar ilk büyük bölünme (:fatk ) den beri hiç bir küt­leye ve hiç bir göğe âit olamamışlarsa bu takdirde onlar evrenin oluşumunu çözmede ilkellikleri bakımından önem taşırlar.

Kur'an müfessirleri, yer ve gökler hakkında pek çok açıklamalarda bulundukları halde Kur'an'ın; "Bu ikisi arasındakiler " ifadesi hak­kında, gördüğüm kadarıyla bir açıklamada bulunmadılar. Uçsuz bucaksız gökleri oluşturan madde kalıntılarının çok büyük bir yekûn tutması gerekir. Kur'an'da,ara varlık ve nesnelerin de yer ve gökler gibi; bir ve yüce Allah gerçeğinin ortaya çıkması için yaratıldıkları,[133] faydasız yere yaratıl­madıkları[134] ve bir oyun olarak hafife alınmaması gerektiği[135] özellikle vurgulanmıştır. Bu kitapta çok sayıda âyetin ara varlıklardan bahsetmesi, on­ların varlık içinde önemli bir basamak teşkil ettiklerini gösterir.

Ara nesneler, bulutsu kütleden yer ve gökler yaratılırken herhangi bir ana kütleye dahil olamayan artık gazlar, artık enerji ve maddeler olabilirler. Bunlara ilâve onlar, bir ana kütlenin dışarı fırlattığı ve ondan kopan cisimler ve maddeler de olabilirler. Bunlar toz ve gaz halinde dağılmış yıldızlar ve yeni oluşumlara yol açacak olan maddeler de olabilir. Günümüzde küçük ge­zegen (:asteroid)ler diye bilinen ve şimdiye kadar keşfedilen en büyüğü 1000 km. çapında olan cisimler de bu ara nesnelerden sayılabilirler.[136] Yıldız-güneşlerden çıkıp boşluklarda dolaşan çeşitli ışınlar, enerji yüklü parça­cıklar ve bütün bunların hepsi şüphesiz yer ve gökler arası varlıklara dahil­dirler. Okyanus gibi görülen boşluk: (halâ': Hz. Muhammed (S)'in anlatışına göre bir dalga âlemidir. Peygamber, etrafındaki insanlara fezayı anlatırken onu; "Gök, sarkıp aşmaktan engellenip tutulan bir dalga­dır şeklinde nitelendirmiştir.[137] Bu sözleriyle şüphesiz o; fe­zanın, okyanustaki su gibi, çeşitli ışın, gaz ve tozların dalgalanıp hareket ha­linde bulundukları bir yer olduğunu, anlatmak istiyordu. O âdeta şöyle de­mek istiyordu; Nasılki okyanusun suyu, bütün akıntı, hareket ve dalgalan­masına rağmen kendi dünyasının dışına çıkmıyorsa boşluklardaki dalgalar da öyledir. Peygamber (S) Kur'an-ı Kerîm'e dayanarak olmalı ki, boş­lukların bazı nesnelerle yüklü veya diğer bir deyişle, dolu olduğunu ifâde et­miştir. Onun yaptığı dualardan biri şöyledir:

" Gökte yarattığı şeyler sayısınca Allah'ı tesbîh (bir ve en yüce sıfatlara sahip olduğunu beyan) ederim. Onu yerde yarattığı şeyler sayısınca da teşbih ederim. Ve gene Allah'ı bu ikisi ara­sında yarattığı şeyler sayısınca teşbih ederim".[138]

Yedinci gök ile ondan sonra gelen arş ve cennet gibi maddî ve fizikî özellikleri farklı iki ayrı âlem arasındaki bir yerde, bir geçiş yerinde; "Sid-retü ' I-müntehâ" unvanını taşıyan bir son ağaçtan Kur'an'da bahsedildi­ğini biliyoruz.[139] Gene Kur'an'da, mâhiyeti açıklanmamakla birlikte bu ağa­cı bürüyen bir nesneden söz edilir.[140] Biz bu nesnenin bir sis ve bulut oldu­ğunu, Peygamberden öğreniyoruz. O, mîrac sırasında bu noktaya geldiğin­de kendisini bir sis ve bulut kapladığından söz etmektedir.[141] Benim anla­yışıma göre "S i dr e, aralarında pek çok farklar olmakla beraber gene de benzer fizikî ve maddî özellikler taşıyan yedi gök âleminin bitiş noktasını işaretlemektedir ve bundan sonra çok daha değişik özellikleri olan âlemler başlamaktadır. Burada "sidre" yi ve Peygamber'i kaplayan ve onları Örten sis ve bulut, bu iki farklı âlemler arasını dolduran ilk basit maddeler olabilir. Daha açık ifâdeyle bu sis ve bulut âlemi, göklerin ilk duman halin­den kalma ve herhangi bir değişikliğe uğramamış veya çok az bir değişikliğe uğramış bir kalıntı tabakası olabilir. Muhtemelen bu ilk basit nesneler, bir bulut gibi, göklerin daha başka pek çok yerinde ve belkide her gökte varlık­larını sürdürüyorlar.

Çeşitli ışınlar, güç (enerji) ve gazlardan ve daha bilmediğimiz nice maddelerden ibaret ara maddelerin evrende elbet varoluş sebepleri vardır. Küçük gezegen türünde olan nesneler, insanlığın gökleri fethinde yardımcı olabilirler. Onlar belli yerlere sıçrama basamağı yapılabilirler. Ara varlıklara temas eden âyetlerden birinde, göklere çıkma imkânlarının bulunmasından söz edilmesi[142] bunun için bir işaret sayılabilir. İnsan orada, gökleri olduğu gibi bu ara nesneleri de Allah'ın idare edip yönettiğini görecektir. Ara nes­nelerin yeni oluşumlara bir katkısı olup olmadığını veya ne ölçüde olduğunu tesbit elbetteki ilgili bilim dalma düşecektir. [143]

 

3-    Kâinatın Genişlemesi - Yaratılışta Süreklilik Ve Göklerin Çapında Daralma

 

Gökler ve dolayisiyle kâinat hep aynı genişlik, uzunluk ve aynı çapta-mi kalmaktadırlar yoksa çap ve boyutlarında değişmeler varmıdir? Hatta ay­nı soru gökadalar, burçlar ve belli bir güneş ailesi ve bir yıldız için de soru­labilir. Yaratılış sürekli devam ediyorsa, genişlemeği ve bazan da bunun tersi yoğunlaşıp daralma ve büzüşmeyi düşünebiliriz.

Allah, varlığı yokken takdir etmiş ve onu kendi tasarısındaki za­manda ve biçimde yaratmıştır ve yaratmaya da devam etmektedir. Kur'an-ı Kerîm 'den anladığımız kadarıyla varlığın yaratılışı tek bir takdir (tasa­rım) ve bir tek emirle başlatılmıştır. Her şeyin bir tek ilk takdiri vardır. Za­man, şekil, biçim ve özellikler buna göre ister istemez kendiliğinden devre­ye girmişlerdir. Allah, yer ve gökleri yokluktan varlık âlemine çağırırken ve daha doğrusu kendi şekil ve düzenlerini almaları emrini verirken âyette be­lirtildiği şekilde şöyle bir duyuru yapar:

" O, göğe ve arza; ikiniz de ister istemez gelin (.varlık âleminde yerlerinizi alın) buyurdu. Onlar da isteye isteye geldik dedi­ler"[144]

Fakat Kur'an'da belirtildiği gibi takdir ve ilâhî tasarım bir tekdir ve her şey ona göre yürür.

" - Gerçekten Biz herseyi bir takdir ile yarattık

-  Ve Bizim emrimiz bir tekdir, bir göz kırpması (zamanı kadar) gibidir"[145]

Kur'an-1 Kerîm'de dile getirilen biçimlerde yaratılış, yeni madde ve âlemlerin oluşumu hiç bir an durmadan devam etmektedir. Suya atılan bir taşın, etrafında oluşturduğu halkalar gibi, her an varlığa yeni halkalar eklen-mektedir.[146] Kur'an'daki anlatım ile;

" O (Allah) her gün yeni bir istedir".[147]

Ayette geçen "gün", en küçük zaman birimi "an" anlamına gelebilir. Bu takdirde yaratma, her an devam ediyor demektir. Eğer biz buradaki günü yer ve göklerin ortaya çıkışları için geçen uzun devir anlamındaki "gün" olarak ele alırsak bu takdirde de dâima yeni yıldızların, yeni gökadalar ve âlemlerin oluşmakta olduğuna hükmedebiliriz. Böyle anlasak bile gene de her an yaratma devam etmiş olacaktır. Bu da sonuç itibariyle evrende geniş­lemelere yol açacaktır. Bir başka âyette ise; Allah'ın yer ve gökleri yarıp bölerek yaratan bir sıfata sahip olduğu ve O'nun meleklere değişik sayıda kanatlar taktığı anlatıldıktan sonra daha genel bir ifâdeyle şöyle denilir; "O, yarattıklarına dilediği ilâveyi yapıp onları artırır"[148] Bu âyetlere göre, yaratılışın donup durduğunu, söylemek mümkün olmaz. Şu kadar varki bu yeni oluşumlar gezegenlerde, her gökada ve her göğün kendi içinde de ola­bilir.[149]

Daha önce "yer ve göklerin yaratılış safhaları" konusu içerisinde ele aldığımız bulutsu kütleden[150] parçalanma veya patlama (:fatk: so­nucu ayrılan[151] dev parçaların, sürekli birbirlerinden uzaklaşmaları da ge­nişleme olayını meydana getirir. Yeni yaratılış ve oluşumlar her zaman ge­nişlemeğe yol açmazlar. Eğer bir kütlede yoğunlaşma varsa bu durumda ge­nişlemenin aksine büzülme ve küçülmeden bahsederiz. Böyle bir olayda ye­ni oluşum ve yaratılışlar vardır ve fakat genişleme yoktur. Bunun aksine çok yoğunluk kazanmış bir yıldız, ilk hali gibi yeniden toz-duman durumuna ge­lebilir. Bu da bir genişlemedir. Sonuç itibariyle genişleme; yıldız kümeleri, gökadalar ve gökler arası düşünülebileceği gibi bir yıldızın kendi bünyesi içerisinde de düşünülebilir.

Kur'an-ı Kerîm'de genişleme hakkında diğerlerinden daha açık

bir tek âyet bulunmaktadır. Bu âyet eski devirlerde farklı bir anlayışa konu olmuş ve pek çoklarınca bizim tercih ettiğimiz anlayışa uymayan bir anlam­da ele alınmıştır. Tercihimize göre yaptığımız çevirisiyle âyet şöyledir:

- Biz göğü kuvvetle bina ettik. Biz, hiç şüpheye yer yokturki ge­nişleticiyiz.

" - Yeri de Biz yayıp döşedik. Biz ne güzel döşeyicileriz".[152]

Bizim, genişleten anlamını verdiğimiz âyetteki "mûsı" " keli­mesine, İbn Abbas (r.) ve Hasan el-Basrî gibi önemli kişiler buna "güç yetiren ve kadir", bir başka görüşlerinde de "bol rızık veren" anlamını vermişlerdir.[153] Kur'an'ın garip kelimeleri üzerine eser yazan İbn Ku-teybe (276 h/889 m) ve ondan sonra Zemahşerî (467 - 537 h/1074-1143 m) de bunu Allah'ın güç sahibi olması şeklinde açıklamışlardır.[154] Bunlara karşılık, tâbiûn nesli[155] âlimlerinden İbn Zeyd, farklı bir yakla­şımda bulunarak âyete, bizim tercümeye esas aldığımız gibi "Biz göğü ge­nişleticiyiz" şeklinde bir anlam vermiştir.[156] Daha sonra, müfessir-filozof Fahruddîn er-Râzî (1150-1210 m) diğer bahsettiğimiz anlayışlara da yer vermekle beraber âyete î b n Zeyd gibi genişletme anlamını da vermiştir.[157] Dilci-müfessir ez-Zeccâc (ö. 311 h/653 m)'in anlayışı da İbn Zeyd gibidir. Şu kadar var ki o, bunu yerle gök arası nesnenin genişletil­mesi olarak anlamıştır[158] ki onun bundan, aradaki mesafelerin genişlemesi­ni kasdettiği açıktır. Nitekim bazı kaynaklarda isim verilmeden böyle bir gö­rüş nakledilir.[159] Bütün bu anlayışlara temas eden Ebû's-Suûd Efen­di (ö. 951 h/1544 m) hepsinin de doğruluk payı olabileceğini, yazar.[160] Şam diyarından ünlü tarihçi-müfessir İbn Kesîr (ö. 774 h/1372 m) gök­lerde genişleme olayını kabul edenlerdendir. O, sözkonusu âyeti; "Biz ger­çekten, göklerin her tarafım (çapını) genişlettik" şeklinde açıklamıştır. Şu kadar varki o, başlangıçtaki genişlemenin hâlen devam edip etmediğini, söy­lememekte ve onun daha çok ilk genişlemeden söz ettiği anlaşılmaktadır. Bu müfessir; "Gerçekten, göklerin ve yerin yaratılışında... akıl sahipleri için (yol gösterici) deliller vardır" [161]anlamındaki âyeti açıklarken, bu delille­rin; göklerin yükselip genişlemesinde ve yeryüzünün de alçalıp yoğunluk kazanmasında olduğunu, yazar.[162] Genişleme ile ilgili âyetin baş tarafında, Önce, İlâhî güc tarafından göklerin inşa edilip kurulmasından söz edildiğine göre âyetin son kısmının bu yapıyla ilgili olması daha uygundur.

Kur ' an 'da yıldız, gezegen ve uyduların seyirleri için düz bir hareket ifâdesi olan "cereyan: fiilinin kullanılışı ve öteyandan bunların kapalı dönüşlerinin, yüzüp gitme anlamındaki "sebh: fiili ile anla­tılışı, onların seyir ve dönüşlerinde evrenin hep aynı mekânını kullanmadık­larını gösterir. Eğer yörüngelerdeki dönüşler evrenin değişmez sabit mekânIannda olsaydı o zaman bu, "devr" fiiliyle ifâde edilirdi. Bu da en azından içinde bulunduğumuz güneş ailesinin, yerinde durmayıp bir tarafa doğru akıp gittiğini, mihveri ve yörüngesel hareketlerin de bu akış (:cereyan) hareketi içinde gerçekleştiğini gösterir. Elbet aynı şey tüm gökada (ga­laksi) için de söz konusu olabilir. Bu akışa uygun olarak dönüş hareketleri için yüzme fiili kullanılmıştır. Çünkü yüzme bir akış içinde gerçekleşir. So­nuç itibariyle bu hareketler de genişlemeğe yol açabilirler.[163]

Burada önemli olan diğer bir husus göklerdeki genişlemenin halen sü­rüp sürmediğidir. Sözkonusu âyetten genişlemenin belli bir zaman sonra durduğuna âit bir anlam çıkarmamız mümkün değildir. Eğer genişlemeden, sürekli yaratılış ve yeni oluşumlarla kâinatın büyümesi kastediliyorsa bu her zaman olan şeydir.

Belli bir yıldız ailesi içinde, gökadalarda ve hatta tüm bir gökte geniş­lemenin bir gün durması tabiidir. Sonsuza dek bir büyüme ve genişleme dü­şünülemez. Bu duruştan sonra her şeyin aynı yerde ve ayni mesafe ve boyut­ları muhafaza ederek kalması, eğer Allah dilemişse mümkündür- Fakat gök­ler, eriştikleri son genişleme noktasında, olduğu gibi donup kalacaklarmıdır? Göklerin, genişlemenin son bitiş noktasından, tekrar ilk başlangıç noktasına dönüşleri de mümkündür ve Kur'an'dan öğrendiğimiz, olayın bu yönde gerçekleşeceğidir. Biz genişlemenin zıddına geriye dönüş hâdisesini, "Ale­min Sonu" konusu içerisinde ayrıntılı olarak ele alacağız.

Kur 'an, bulutsu kütleden ayrılıp gökleri ve yerleri oluşturan dev parçacıkların, yeniden aynı yere geleceklerinden bahseder. Bizi hayran bıra­kan bu yüce kitapta aynen şöyle denilir:

" O gün Biz göğü, kitapların sayfalarını dürüp büker gibi düreceğiz. ilk yaratmaya başladığımızda olduğu gibi onu (yeni bir yaratılışla) iade edeceğiz. Bu, üstümüze bir vaaddir. Biz (irade ve vaadimizi) mutlaka yapıcılarız"[164]

Bu âyet de bulutsu kütlenin patlayıp bölünerek parçalanması (fatk:)ndan sonra açılıp gökleri oluşturan kütlelerin, zamanı geldiğinde yeni­den, bir kitap sayfalarının dürülüp dip kısmına döndürülüşü gibi, ilk çıkış noktasına döndürüleceklerini anlatıyor. Bu dürüp geriye katlama işlemine sözü edilen âyette "tayy:" denilmektedir. Tayy, açıp yayma anlamın­daki "neşr"in zıddı bir anlama sahiptir.[165] Bu, genel işlemin bir parçası olmalıdır ki gene Kur'an-i Kerîm 'de, güneş ve ayın bir araya getirile­ceklerinden söz edilir. Kıyamet günü ne zaman sorusuna Kur'an'da; "gü­neşle ay bir araya getirildiği zaman"[166] şeklinde bir cevap verilmiştir. Ay dünyanın bir uydusu olduğuna göre, onun güneşle bütünleşmesi dünyanın da bütünleşmesini ifâde eder. Yerkürelerin sayısı başlığı altında biz, yerlerin ve göklerin bir araya getirileceklerine dâir Zümer sûresi 67. âyet üzerinde açık­lamalarda bulunmuştuk. Kur ' an 'in yanı sıra, yerlerin ve göklerin "tayy " edilip yâni dürülüp katlanarak bir araya getirilecekleri konusunda Pey­gamber (S)'den pek çok açıklama gelmiştir.[167] Bu açıklamalar, âlemin, önce açılıp genişlediğini, gösterir. Aksi halde onun yeniden bir yere toplan­masından söz edilemez. Canlı varlıklar olsun, cansız âlemler olsun hepsinin bir yere toplanma zamamna Kur'an'da, toplanma günü anlamında; "yev-mu'1cem'" tâbir edilmiştir.[168]

Kur'an'ın pek çok âyetinde, canlı bir hayat geçirmiş olsun, cansız âlemler olsun, genel olarak her şeyin geriye ve öteki hayata, diğer değişle, yeni bir hayata dönüşünden söz edilir. Bunun için "iade: sözcüğü kuLlamlmıştır.[169] Bu işlem yeni âlemleri kurmak içindir. Yüce Allah, âdeta eskimiş âlemlerin malzemelerini bir araya getirip onlardan yeni başka âlem­ler inşa edecektir. Bundan sonra cennet ve cehennem gibi biri çok mükem­mel öteki çok korkunç iki ayrı âlem işlevlerini sürdüreceklerdir. Yer ve gök­lerin kalıntılarından ne gibi âlemlerin ortaya çıkacağını biz bilemiyoruz. Akıllı canlı varlıklar için geriye dönüş ve yeniden yaratılış, cennet veya ce­hennem birinde yer almak içindir. Göklerin katlanarak geriye dönüşü, yeni bir hayat ve yeni âlemlerin kurulmasına başlangıç olması içindir. Bir âlemin sonu, bir başka hayat ve bir başka âlem için başlangıç olacaktır. Kur'an'da bu şöyle anlatılır:

" -Allah'ın, yarattıklarını, ilkten nasıl yarattığını ve sonra onları nasıl tekrar (yeni yaratılışla) var edeceğini düşünmezlerini?

- Deki; yeryüzünde gezip dolaşın da, Allah'ın yaratmaya nasıl başladığım araştırıp gözleyin. Bundan sonra Allah (aynı şekil­de) ahıret hayatını inşâ edecektir"[170]

Biz, yüce Allah'tan, bu âlem içinde şanslı bir yere koyduğu dünyamızı, ora­da da cennet gibi daha iyi bir âlem içine koymasını, dileriz. [171]

 

4 - Daralma Ve Ecrâm-I Semâviyyede Büzüşme

 

Biz burada, bir önceki konuda bahsettiğimiz, açılan göklerde geriye dönüş olayına yer vermekle beraber daha çok, dünyamızda, ve diğer geze­genler ile yıldızlardaki bünyesel daralma ve büzüşmelerden sözedeceğiz. Göklerde, dürülüp katlanmadan ibaret olan "tayy: olayı, açılan ve genişleyen âlemlerde, tersine bir işlemin başlıyacağını ve ilk başlangıca dö­nüşü, ifâde eder. Gene Kur'an'da geçen "iade: " olayı ise, yeni bir âleme ve yeni bir hayata geçişi ve gene aynı şekilde yeni bir bünye kazan­mayı ve yeni yapılanmayı anlatır ki az önce bunları gördük. İade, bu anlam­larına ek olarak, katlanıp dürülme "tayy " de olduğu gibi ilk yaratılış nokta­sına dönüş anlamına da gelebilir. Topraktan yaratılan insanın yeniden oraya dönüşü, Kur'an'da bazan bu iade fiiliyle ifâde edilmiştir.[172] İnsanın iadesi hâriç tutulursa altı ayrı sûrede, genel olarak varlığın iadesinden sözedilmiştir[173] ki bu sayı, yer ve göklerin yaratılış safhaları sayışma eşit bulunmakta­dır. Biz buna dayanarak, geriye dönüşün, tersine olarak bu safhaları izleye­ceğini ve her bir safhanın bir öncekine döneceğini, düşünebiliriz. Biz gene bundan hareketle yeniden yapılanma ve yeni bir hayat için benzer safhaların yürürlüğe gireceğini düşünebiliriz. Şu kadar varki bu yeniden varoluş ve ye­ni hayat hiç eskisine benzemeyecektir. Muhtemelen evrenin bu yeni oluşum safhalarına ilişkin süreler çok hızlandırılmış olacaklar. Bir kütleyi oluşturan maddelerin tersine bir işlemle ondan çözülüp ayrılmasına Kur'an-i Kerîm'de "infıtar:" tâbir edilmiştir ki gökler böyle bir olaya mâruz kalacaklardır.[174] Bu da madde çerçevesinde bir geriye dönüş olayıdır.

Katlanıp geriye dönüş olayı tabiatiyle mesafelerde küçülmeğe ve bo­yutlarda daralmalara yol açacaktır. Göklerde veya herhangi bir gökada ve yıldız ailesinde genişleme ve daralma olacağı gibi bir yıldız ve bir gezegenin kendi bünyesinde de bu olay meydana gelebilir. Doğrudan göklerin genişle­mesine temas eden bir âyetin yanı sıra, değişik anlayışlara hedef olmalarına rağmen bünyevî büzüşme ve hacim noksanlaşması ile ilgili görülebilecek iki ayrı âyet bulunmakta ve her ikisi de dünyamıza ilişkin bir durumu ele al­maktadırlar. Bu âyetlerden birinde şöyle denilir:

" Onlar görmüyorlar mı ki Biz arza geliyor ve onun etrafından eksiltip duruyoruz. Allah hükmeder. Onun hükmü ardına düşüp de onu geri çevirecek yoktur. O, hesabı pek çabuk görendir.[175]

Buna benziyen diğer bir âyet ise şöyledir:

" Biz onları (müşrikleri)de, atalarını da ömürleri boyunca yaşa­tıp geçindirdik. Onlar şimdi görmüyorlarmı ki Biz arza gelip et­rafından eksiltip duruyoruz. O halde galip olanlar onlarmıdır.[176]

Görebildiğim kadarıyla hiç bir müfessir, bu iki âyete, benim yukarda açık­ladığım biçimde bir anlam vermemiştir. İbn Abbas (r.) eksilme olayını, peşi sıra arazilerin Hz. Muhammed (S)'in fethine açılması şeklinde tef­sir ederken, Hasan el-Basrî, Dahhak ve Katâde gibi sahabeden sonraki neslin müfessirleri bu ifâdeyi; müslümanların müşriklere galebesi olarak anlamışlardır ki sonuç itibariyle verilen anlam aynıdır.[177] Bir kısım müfessirler de; arazilerin harap edilip halklarının ve bereketin azaltılması yahut ülkelerden faydalı, seçkin kişilerin ve ilimde derinleşmiş kimselerin, fakihlerin yok olup gitmesi gibi anlamlara yönelmişlerdir ki İbn Abbas da bazan bu kesim içerisinde gösterilir.[178] Bu tür anlayışların, daha sonra­ları ortaya çıkan bazı şikâyetlerden kaynaklandığı açıktır. İkrime (ö. 115 h/733 m) ise, yeryüzü çevresinde maddî ve fizikî bir noksanlaşma olamıyacağı düşüncesinden hareketle "eğer böyle olsa oturacak bir yer bulunmaz" der.[179]

Müşrikler, İslâmı etrafa yayılmadan Mekke içinde durdurup boğ­mak ve bunda da başarılı olamayınca onu Medine noktasında yok etmek istediler. İslâm ise bütün kuşatmaları kırdı ve bazan devletler çapında ve fa­kat her zaman fertler çapındaki yayılışım, küfrü aralıyarak, günümüze kadar sürdürdü. Yukarda sözünü ettiğimiz her iki ayet de ilk bakışta bu durumu di­le getirmektedirler. Fakat Allah, dünyanın çevre ve çapındaki daralma yâni jeolojik bir olay ile, İslamm, bir noktadan başlıyarak inkâr dünyasını daralt­ması arasında bir bağlantı kurup tek bir ifâdeyle bize iki ayrı gerçeği anlat­mış olabilir.

Eğer yeryüzü kütlesinin, içe doğru yoğunlaşması devam ediyorsa bu, büzüşme ve dolayisiyle de dış yüzeyde bir daralmaya yol açacaktır. Sözünü ettiğimiz âyetler bizi böyle bir olaya yöneltmektedirler. Dünya için böyle bir büzüşme ve çap küçülmesi varsa aynı şey diğer yoğunlaşan gezegen ve yıl­dızlar için de elbetteki sözkonusu olur.

Konumuz açısından dikkati çeken bir diğer şey de Kur'an'da, gökle­rin dürülüp bir araya getirilmesi işlemi için  ayy:" kelimesi kullanıl­dığı halde yeryüzü için "kabd: " sözcüğünün kullanılmış olmasıdır.[180] Buna karşılık Hz. Peygamber'in sözlerinde, çoğul olarak geçti­ğinde, gökler için olduğu gibi, yerler için de, dürüp katlama anlamındaki "tayy" fiili kullanılmıştır. [181]Biz bundan, tek küre sözkonusu olduğunda "kabd", buna karşılık, birden fazla küreler, yıldız aileleri ve daha büyük âlemler sözkonusu olduğunda da "tayy" fiilinin kullanıldığını anlıyoruz. Bir önceki konuda kaydettiğimiz:

" O gün Biz, göğü, kitapların sayfalarını dürüp büker gibi düreceğiz"[182]

anlamındaki âyete bakacak olursak, göklerde her yıldız ailesi ve her bir âlem, temelde merkezî bir yere bağlı birer sayfa gibi kabul edilmişlerdir ve açılma devri bittikten sonra her biri merkeze doğru belli bir açı yaparak dü­rülüp katlanmaya geçecektir. Buna karşılık "kabd", bir küre üzerinde mey­dana gelen bir olgudur ve arapçada bu sözcük; bir nesneyi avuç içine almak, bir şeyi sıkıp daraltmak ve kuşun açtıktan sonra kanatlarını yumması gibi anlamlara gelmektedir. Bu sözcük tayy gibi, dürüp bir yere toplama anlamı­na da geliyor. Bu anlamlan ile bir kütle üzerindeki kabd olayının, onda bü­züşme, çevre ve çapında daralıp eksilme anlamına geleceği açıktır. Şüphesiz bu büzüşme her kütlenin kabul edebileceği bir noktaya kadar sürebilir. Milâ­di 12. asrın ünlü müfessir-filozofu Fahruddîn er-Râzî, eserinde; dün­yanın kütlesel hacminin belli bir ölçüde olduğunu, bununla beraber onun, şu anda olduğundan daha da büyümesinin veya küçülmesinin imkân dahilinde bulunduğunu, yazar.[183] Fakat o, gerçekte bir küçülmeden bahsetmez. Yer­küresinin ve diğer gezegen ve yıldız kürelerinin hep aynı kalması elbet dü­şünülemez. Bir kütlenin son büzüşme sınırından sonra yeniden genişleme veya patlayıp dağılma gibi bir gelişmeye mâruz karması da tabiidir. Evrende hiç bir şey olduğu gibi kalacağa benzemiyor. [184]

 



[1] Âyetier için s. 63, 64 rakamlı dip nola bak.

[2] Geniş bilgi için "'İlk Maddeden Buiul.su Kütleye Geçiş" baslığına bak.

[3] Bütün bu görüşler için bak. Taberî, Teftir, XVII/14-15; F. Râzî, XXH/163; Kuriubî, XI/284; İbnu'i-Cevzî, V/348, Bu eserde Dahhak farklı bir görüş içinde gösterilir; Ebu's-Suûd, Tefsir, VI/64; Aynca bak. Zcmahşerî, IH/59.

[4] İbn Kesir 11/506.

[5] Taberî, XII/14-15; Diğer görüş için bak. Ebus Suûd, VI/64.

[6] Bak. İbn kuteybe, Tefsir Garîbu'I-Kur'an, 285-286; Râgıb el-Isbahânî, 273; Fîruzâbadî, 111/35.

[7] Prof. Dr. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 80-83.

[8] Enbiyâ, 21/31-33.

[9] Fussılet, 41/11-12.

[10] Zemahşerî, V/194; F. Râzî, XXVII/lO8; Kurtubî, XV/344.

[11] Hâkim, Müsledrck, 1/27; Suyûtî, ed-Diirrü'I-Mensûr, V/361.

[12] Kurlubî, XV/343.

[13] Bakara, 2/29.

[14] Zemahşerî, Keşşaf, 1/61.

[15] Bak. Taberî, r/151-152.

[16] Nâziat, 79/27-30.

[17] Kâinatla denge için bak. geniş bilgi, İkinci Bölüm "Kâinatta düzen ve dengenin kurulma­sı" Yeryüzünün oluşumu için bak. Üçüncü bölüm "Yerkürenin tabakaları ve yapısı".

Prof. Dr. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 83-86.

[18] A'râf,7/54.

[19] Geniş bilgi için bak. Birinci bölüm "Suyun yaratılışı".

[20] Hûd, 11/7.

[21] Kaf, 50/38; Yer ve göklerin yaratılış devreleri ile ilgili diğer âyetler için bak. Yunus, 10/3;

Furkan, 25/59; Secde, 32/4; Hadîd, 57/4.

[22] F. Râzî, XIV/9S-99; XXV/168; XXVIII/184.

[23] Ebu's-Suûd, Tefsir, VIII/4-5.

[24] F. Râzi,XIV/100; XXV/168.

[25] Nâzial, 79/27-28.

[26] Bak. F. Râzî, XVII/13-14.

[27] F. Râzî, Mefâtîhu'l-Gayb, XIV/98-99.

[28] Kamer, 54/49-50.

[29] Fussilct, 41/9-12.

[30] F. Râzî, XXVII/103.

[31] Taberî, Tefsir, XXIV/63.

[32] Bak. Kurtubî, XV/345-346; Zemar^en, V/194-195; İbnu'I-Cevzî, VII/243-244; îbn Kesîr, IH/257.

[33] İbn Abbas ve onun görüşünde olanlar için bak. Kurtubî, XV/345-346.

[34] F.Razî, XXVII/104-105.

[35] Taberânî, el-Mu'cem el-Kebîr, X/3O1-3O2, No. 10594.

[36] Ondan gelen diğer bir görüş gıdaların göklerden önce yaratıldığı yönündedir. Fakal bu onun yaygın görüşüne zıttır. Bak. Taberî, XXX/29.

[37] İbn Kesîr, Tefsîr, 1/48.

[38] İbn Kesîr, 1/48.

[39] Bak. İbn Kesîr, III/257.

[40] Zemahşerî, Keşşaf, 1/61; V/194-195.

[41] Bak. Taberî, XXX/29; Diğer görüş sahipleri için bak. Kıırtubî, XIX/204-205; İbn Kesîr, 1/48.

[42] Bak. Kıırtubî, X1X/205.

[43] İbn Kesîr, 1/48; Kurtubî, 1/255.

[44] Prof. Dr. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları:86-93.

[45] Bakara, 2/122; Âİ-i İmrân, 3/108; Mâidc, 5/20.

[46] Al-İmrân, 2/42.

[47] Bu görüşler için bak. Teberî, 1/48-49; Kurtubî, 1/138; İbn Kesîr, 1/21.

[48] Kurtubî, 1/138; Ebû el-Âliye de âlemleri 18 bin olarak kabul eder. Bak. Taberî, 1/48-49.

[49] Prof. Dr. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 93-94.

[50] En'âm, 6/75.

[51] Arâf, 7/185.

[52] Mü'miııûn, 23/88; Yâsîn, 36/83.

[53] Bak. Kurtubî, VII/23-24; XII/145; îbn Kesîr, 11/573; 111/36; Nesefî, IV/I5; Kadî, H/319.

[54] Bak. Fîruzâbâdî, V/523.

[55] Prof. Dr. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları:94-95.

[56] Lukmân, 31/16.

[57] Kurtubî, XIV/68; Taberî,' XXI/46; Ayrıca bak. İbn Kesîr HI/66.

[58] Suyûtî, ed-Durr el-Mensûr, V/238, Suyûlî'nin kaydına göre, Hâkim hadisi sahih kabul ederken, Zehebî kabul etmemiştir. Hadis İçin ayrıca bak. Kurtubî, XI/169.

[59] Prof. Dr. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 95-96.

[60] Bu görüşler için bak. Kuriubî, XI/169; Zemahşerî, IH/26; Nesefî, 111/48; İbn Kesîr, H/470; Suyûiî, Tefsir, 11/42.

[61] Buhârî, Tevhid, 36; Farklı anlatım için bak. Tefsîr, 39.

[62] Prof. Dr. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 96-97.

[63] Kaynaklar için bak. "Suyun Yaratılışı" başlığı Dip No. 8.

[64] Hûd, 11/7.

[65] İbn Mâce, Mukaddime. 13; Ebû Dâvud, Siinnel, 18; Hâkim, 11/328; Bagavî, ÎV/29; Suyûlî,

el-Hey'e. v.

[66] Kurtubî, XVM/6I-62; Suyûlî, cl-Hcy'e, v. 2/a; Taberî, XXVII/I2.

[67] Prof. Dr. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 97-98.

[68] Bak. M. Fuad Abdiilbaki, cl-Mıı'cem e]-Müfehres li-Elfaz el-Kur'an, "arş" md.

[69] A 'raf, 7/54; Yunus, 10/3; Ra'd, B/2; Furkan, 25/59; Secde, 32/4, Hadîd, 57/4; Tahâ, 20/5.

[70] Kurtubî, VII/120.

[71] F. Râzi, XIV/I15-117.

[72] Kurtııbî, VII/220-221, XIX/264; Arşın mülk ve en büyük cisim anlamı için bak. F. Râzî,XVII/I3-14.

[73] Bak. Kurîubî, XIX/8; H. Basn Çantay, 1/327, Dip No. 6.

[74] D.İ.A, "arş" md. (Y. Şevki Yavuz).

[75] Tevbe, 9/29; Mü'nıinûn, 23/86, 116.

[76] Kurtubî, VII/219, VIII/302.

[77] Taberî, XVIII/36.

[78] D.İ.A, "arş" md.

[79] Mu'minûn, 23/86.

[80] Ebû Dâvud, Sünnet, 18.

[81] Ahmed, V/316.

[82] Tirmizî, Tefsir, 58; Taberî, Tefsir, XXVII/124.

[83] Suyûtî, ed-Dürr el-Mensûr, VI/239.

[84] F.Râzî, XVII/13-14.

[85] F.Râzî, XIV/114-117.

[86] Arş hakkında ayrıca "Suyun Yaratılışı" başlığına bak.

[87] Prof. Dr. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 98-101.

[88] Bakara, 2/255.

[89] Kürsî için bak. Taberî. III/7; Kurtubî, 111/276-277; İbn Kesîr, 1/231.

[90] Prof. Dr. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 101.

[91] Bakara, 2/29; İsrâ, 17/44; Mu'minûn, 23/86; Fussılel, 41/12; Talak, 65/12; Mülk, 67/3; Nuh, 71/15.

[92] Mu'minûn, 23/17; Nebe\ 78/12.

[93] Kurtubî, 11/192.

[94] Hadis için bak. Ebû Dâvııd, Sünnet, 18; İbn Mâce, Mukaddime, 13; Bagavî, IV/29; Hâkim, 11/378; Zehebî, 11/378; Taberî, XXVIII/99; Suyûtî, el-Hcy'e.v.5/b; Ebu's-Suûd,Tefsir.VIH/32.

[95] Rahman, 55/29.

[96] Fâtır, 35/1.

[97] Zâriyat, 51/47.

[98] İbn Hibban, Sahîh, 111/188, No. 1902.

[99] Mülk, 67/3-4; Müfessirler için "Kâinatın düzen ve dengelerine genel bakış" başlığı. Dip No. 50'ye bak. Günümüzde bilim adanılan müvâzi (parclcl) evrenlerden söz etmeğe baş­ladılar. Bak. Taşkın Tuna, 311; Bu konuda ayrıca "Hz. Muhammed'in göklere seyahati" başlığına bak.

[100] Tâhâ, 20/12.

[101] Prof. Dr. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 101-105.

[102] Talak, 65/12.

[103] Zemahşerî, VI/127.

[104] İbnu'l-Cevzî, VIII/299.

[105] Kurtubî, 1/258-259.

[106] Zümer, 39/67.

[107] Zemahşerî, Keşşaf, V/170.

[108] F Râzî, XXVII/16.

[109] Taberî, Tefsir, XXIV/17.

[110] Taberî, XI/60.

[111] Şurâ, 42/4-5.

[112] Taberî, XXV/6; İbnü'l-Cevzî, VH/272; Kurtubî, XVI/4.

[113] îbn Kesîr, 111/73.

[114] Bak. îbn Kesîr. 111/547.

[115] Birbirinden az farklarla beraber hadisler için bak. Müslim, Miinâftkıın, 24; Ebû Davûd, Sünnet, 19; İbn Mâce, Mukaddime, 13 (Bu son kaynakta ard tekil olarak geçer).

[116] Müslim, Münafıktın, 25.

[117] Bak. Müsim, Sıfatü'l-kıyâmc, 18-22; Tirmizî, Tefsir, 41; Ahmed, Müsned, 1/457; Farklı anlatını için bak. Buharı, Tevhîd, 26, 36, Tcfsîr, 39.

[118] Tirmizî, İlim, 19.

[119] Bak. Müslim, İman, 231; İbn Mâce, Mukaddime, 13.

[120] Ahmed, Hüsned,V/135.

[121] Ahmed, 11/170; Hz. Musa için de buna benzer bir söz nakledilir, Bak. Kuitubî, 1/259.

[122] İbn Hibbuan, Sahîh, IV/l 70, No. 2698; Taberanî, el-Muvcem el-Kebîr, VII1/39, No. 2799.

[123] Tirmizî, Tefsir, 57,1; Ayrıca bak. Ahmed, Müsned, 11/370; Hâkim, 11/378; Zehebî, 11/378; SuyûEî, ed-Durr ed-Mensûr, VI/238.

[124] Hadîd, 57/3.

[125] Taberî, Tefsir. XXVII/I24; Hadisin son kısmının yorumu için aynca bak. Kurtubî, 1/259; Tirmİzî, Tefsir, 57,1.

[126] Bak. Ebû Davûd, Sünnet, 18; İbn Mâce Mukaddime, 13; Bagavî, IV/29, No. 4454.

[127] Bak. Kurlubî, XV1I/174-175; Kurtubî, İbn Abbas'tan naklen, Peygamber'in, dünya için "el-"ulyâ" tabirini kullandığı bir sözüne yer verir ise de biz bunu hadis kitaplarında bula­madık. Bak. Kurtubî, XIX/228.

[128] el-Heysemî, X/l 63; el-Hindî, Kenzu'I-'Ummal, f 1/270; F. Râzî, XXXI/47.

[129] Nâziât, 79/30.

[130] Prof. Dr. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 105-111.

[131] Âyetler için bak, M. Fuad Abdüİbaki, d-Mu"cem el-Müfehres İi-Elfazf 1-Kurân, "beynehuma:" md.

[132] Furican, 25/59; Secde, 32/4; Kaf, 50/38.

[133] Hicr, 15/85; Rûm, 30/8; Ahkaf, 46/3.

[134] Sad, 38/27.

[135] Enbiyâ, 21/16; Duhân, 44/38.

[136] Bu cisimler için bak. Salih Karaah, Genel astronomi I, s. 148.

[137] Tirmizî, Tefsîr, 57,1 ibaresinin yer aldığı ve Peygambere bağlanmadan cr-Rabî" b. Encs'in rivayet ettiği bir hadis için bak. İbn Hacer, el-Matâlib, 111/265, No. 3440; el-Haysemî, Mccirufu ez-Zevâid, VIII/132.

[138] Ebû Davûd, Vitr, 24; Tİrmizî, Tefsir, 114.

[139] Geniş bilgi için, aynı ismi taşıyan başlığa bak.

[140] Necm, 53/13-16.

[141] Nesaî, Salat, 1.

[142] Sâd, 38/10.

[143] Prof. Dr. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 111-113.

[144] Fussilet,41/ll.

[145] Kamer, 54/49-50.

[146] Geniş biigi için bak. Bölüm I, "Maddelerin Yaratılması" başlığı.

[147] Rahman, 55/29.

[148] Fâtır.35/1.

[149] Yeni oluşumlar için ayrıca bak. "Göklerin sayısı" başlığı.

[150] Fussılei, 41/11.

[151] Enbiyâ, 21/30.

[152] Zâriyât, 51/47-48.

[153] Kurtubî, XVII/52; Hasan cl-Basrî ve îtin Kuieybe için ayrıca bak. İbnü'I-Ccvzî, VIII/41; Zemahşerî, VI/38.

[154] İbn Kuteybe, s. 422; Zemahşerî, VI/38.

[155] Peygamberi görenlere, Ashap veya sahabe, Peygamberden sonra sahabe iie görüşen veya onların çağında yaşıyanlara Tâbiûn denilir.

[156] Taberî, XXVII/6; ıbnü'I-Cevzî, VIII/41.

[157] F. Râzî, XXVIII/227.

[158] İbnü'l-Cevzî, VIII/41.

[159] Bak. Kurtubî, XVII/52; Zemahşerî, VI/38; Neysabûrî, XXVII/16.

[160] Ebu's-Suûd, Tefsir, VH/143.

[161] Âl-İİmrân, 3/190.

[162] İbn Kesîr, 1/346,111/386.

[163] İlgili âyetler ve geniş bilgi için bak. İkinci Bölüm "Kâinatla Harekeller" başlığı.

[164] Enbiya, 21/104.

[165] Bak. Kurtubî, XI/347-348.

[166] Kıyâme,75/9.

[167] Bak. Buhârî, Tevhîd, 6, 19, Rikak, 44, Tefsir, 39; Müslim, Munâfıkun, 19-23, İbn Mâce, Mukaddime, 13.

[168] Şûra, 42/7;Tegabun, 64/9; Bu konularda geniş bilgi için bak. Beşinci bolüm.

[169] Bak. Yûnus, 10/4, 34; Enbiyâ, 21/104; Rûm, 30/11, 27; Ankebûl, 29/19; Burûc, 85/13; Nemi, 27/64.

[170] Ankebûl, 29/19-20.

[171] Prof. Dr. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 114-119.

[172] Bak. Tahâ, 20/21; Nuh, 27/18: Rûm, 30/11.

[173] Bu sûreler için bak. No. 145.

[174] İnfîtar, 82/1; ayrıca bak. Meryem, 19/90; İnfitar hakkında geniş bilgi iç İn bak. Birinci Bö­lüm, "Maddelerin yaraLılması" başlığı.

[175] Ra'd, 13/41.

[176] Enbiyâ, 21/44.

[177] Tabcrî, XIII/116-117; İbn Kesîr, 11/287; Kurtubî, IX/333, XI/292.

[178] Taberî, XIII/I16-117; Kurtubî, IX/333-334; F. Râzî, XIX/67; İbnu'l-Cevzî, IV/340.

[179] Taberî, XIII/117.

[180] Enbiyâ, 21/104; Zümer, 39/67.

[181] Bak. Müslim, Münâfıkun, 24-26; Ebû Dâvud, Sünnet, 19.

[182] Enbiyâ, 21/104.

[183] F. Râzî, XIX/2-3, 170.

[184] Prof. Dr. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 119-121.