D -
GÖKADA (GALAKSİ)LAR - BURÇLAR - AK VE KARA NOKTALAR, YILDIZ, GEZEGEN VE UYDULAR
2-
Gökadalar-Aknoktalar Ve Karanoktalar
A -
Yıldız Ve Gezegenlere Genel Bakış
b -
Delici Ve Kovahyicı Yıldızlar (:Koruma Görevli Yıldızlar)
4 -
Güneş Ailesine Bağlı Gezegenlerin Sayısı
Kur'an-ı Kerîm'in,
burçlardan ayrı varlığı olan gökadalar âlemine açıkça bir temasta bulunup
bulunmadığım, bilemiyoruz. Her gök, şüphesizki çok sayıda gökadalardan meydana
gelmiştir ve her gökada içinde de çok sayıda burç vardır. Dünyamızın içinde
bulunduğu gökadaya "s a m an yolu" denilmektedir. Bir gökadanın ise
gezegen ve uydular hâriç yüz milyar yıldızdan oluştuğu tahmin edilmektedir ve
kâinatta bu şekilde 200 milyar gökada olduğu sanılmaktadır.[1]
Tabiatiyle bu sayılar her zaman değişikliğe uğramaya mahkûmdur. Her yıldızın
bizim güneşimiz gibi çok sayıda gezegen ve kuyruklu yıldıza sahip olduğu ve
gezegenlerin de ay gibi uydulara mâlik bulunduğu düşünülürse bir gökada
içindeki ecrâmın sayısını yüzlerce kere çoğaltmak gerekir. Bunlara küçük
gezegenler, dev kayalar ve çeşitli ara nesneler de eklenirse bir gökada,
insanı çıldırtacak bir büyüklüğe erişmiş olur. Oysa bir gökada, tek bir göğün
sâdece küçük bir parçası gibidir. Bazan bir tek yıldız bile insanı şaşkına
çevirecek büyüklüktedir. Bir gökadanın ve hele bir göğün büyüklüğü karşısında
insan kendisi hakkında ne düşünür bilemem. Fakat bunun cevabını şu âyette
bulmak mümkündür. Göklerin defalarca gözlenmesi istenilen âyette:
" Sonuçta o göz
yorgun olarak hor ve âciz bir şekilde sana dönüp gelecektir"[2]
denilerek, insanın o
büyüklük, o denge ve o ihtişam karşısında kendine yönelirken hissedecekleri
şey dile getirilir.
Biz yedi gökten
herbirinin nerede başlayıp nerede bittiğini ve bugüne kadar keşfedilen
gökadaların hepsinin tek bir göğe mi âit olduklarını bilemiyoruz. Gökadalar,
uzay boşluğunda bir ada veya bir kıta gibi durmaktadırlar ve onlar âit
oldukları göğün bir nevi kıtalarını oluşturmaktadırlar. Bir gökada içerisinde
muayyen yıldızlardan oluşan kümeler de burçları meydana getiriyorlar ki
bunlara Kur'an'da temas edilmiştir. Bir göğün kıtası durumundaki gökadalar,
tüm göğe nisbetle onun burçları gibidirler. Bu sebeple Kur'an'da
"burûc" kelimesi, bizim bugün anladığımız burçların yanı sıra
gökadaları da ifâde için kullanılmış olabilir. Çünki her ikisi de yıldız topluluklarından
oluşuyorlar. Şu kadar varki biz, çıplak gözle ancak kendi gökadamız olan saman
yolunun bir kısmını görebiliyoruz.
Burç kelimesi,
Kur'an'da dört ayrı yerde ve hepsinde de "burûc" şeklinde çoğul
olarak geçmektedir. Bunlardan üçünde açıkça göklerdeki burçlardan sözedildiği
halde "Nerede olursanız olun, hatta yükseltilmiş burçlarda bile olsanız
ölüm gelip sizi yakalar" [3]anlamındaki
âyette, burçlar ile yüksek kalelerin mi yoksa göklerdeki burçların mı
kastedildiği açık değildir. Fakat burûc kelimesi diğer âyetlerde dâima
göklerdeki burçlar olarak geçtiği için bu âyette de aynı burçların kastedilmiş
olma ihtimali çok yüksektir.[4] Bu
ihtimale göre insan güneş ailesinin çok ötelerinde olan burçlar âlemine gidip
yerleşmiş olsa bile orada da ölüm olayından kendini kurtarıp ebedîleşemeyecektir.
Sözkonusu âyette burçların bir yapı gibi yükseltilmiş (:müşeyyed) oldukları
dile getirilmiştir. Burada burçlar yüksek yapı topluluklarına benzetilmiş
olabilirler.
Kur'an'da
"burûc" ismini alan sûrenin ilk âyetinde; "Andolsun burçları olan
göğe" denilerek belli yıldız kümelenmelerine dikkat çekilmiştir. Diğer
bir âyette de; gökte burçların ve orada yanan bir çerağ (:gü-neş)m ve
aydınlatan ayın bulunduğu, anlatılmıştır.[5] Bu
âyette; güneş ve ayın göktemi yoksa burçlar içerisinde mi oldukları açıklık
kazanmamakta-dır. Eğer bizim güneşi belli devrelerde bir burç içindeymiş gibi
görmemize itibar edilmişse o takdirde güneş ve ayın görünüşten başka burçlarla
bir ilgisi olmıyacaktır. Kur'an-ı Kerîm'de bizim güneşimizin burçlarla fizikî
bir bağlantısı olduğundan hiç söz edilmemiştir. Burçlarla ilgili bir başka
âyette ise; temasa edenler için onların süslendikleri ve şeytanlara karşı da
korundukları dile getirilmiştir.[6]
Bundan burçlar düzeninin korunduğu ve tahkim edildiği anlaşılmaktadır. Bütün
gökler düzeninin korunduğunu ifâde eden âyetlerin yanı sıra burada mevziî bir
korumadan bahsedilmesi, burçların tahkim edilmiş yeryüzü kalelerine
benzetilmiş olmalarından kaynaklanabilir.
Burçlardan
müfessirlerin ne anladıklarına gelince onların çoğu; ölüme karşı koruyucu
olamıyan burçları, yeryüzünün kaleleri olarak görmüşlerdir. Diğer âyetlerde
sözü edilen burçları ise bir kısım müfessirler doğrudan yıldız ve gezegenler
olarak tefsir ederlerken, bazıları özellikle büyük ve parlak yıldızların bu
adla anıldığım savunmuşlardır. Ünlü dil ve kıraat âlimlerinden Hamza (ö. 156
h/773 m) ve Kisâî (ö. 189 h/805 m) Furkan sûresi 61. âyette geçen ve çerağ
anlamı ile güneşi ifâde eden "serâc: kelimesini çoğul olarak
"sürüc" şeklinde okuyup bunları yanıp parlıyan büyük yıldızlar olarak
mânalandırmişlardır[7] Bu anlayışa göre burçlar
içerisinde pek çok büyük güneşlerin varlığından sözedilebilecektir. îkrime (ö.
115 h/733 m) gibi bazıları da burçları gökyüzü sarayları olarak düşünmüşlerdir.[8] İlk
müfessirlerden Ebûv Ubeyde (ö. 210 h/825 m) Yahya b. Selâm (ö. 200h/815 m) ve
Taberî gibi bazıları burçları; yıldızlardan oluşup da ay ve güneşin seyir
esnasında uğradıkları menzilleri, olarak açıkladılar. Gezegen yörüngelerini de
bu şekilde açıklayanlar olmuştur. Bunlar çok eskiden beri bilinen 12 burç ismi
verirler[9] ki
güneş bunlardan her birinde birer ay kalırken, ay herbirinde 2. 1/3 gün olarak
28 menzilde kalır ve iki gece de örtülü duruma geçer[10]
Ebû's-Suûd, burçların; gezegenlerin uğrak yerleri olmaları dolayisiyle saraylara
benzetildiklerini ve buralarda yıldızlar in da bulunduğunu yazar. Ayrıca o,
buraların musibet ve felâketlerin çıktığı gök kapıları olduğuna ilişkin bir
görüşe de yer verir.[11]
Burçlar aslında bize
nisbetle var görünen şeylerdir ve gökte toplu olarak gördüğümüz her hangi bir
yıldız kümesini ifâde ederler. Gerçekte ise toplu gibi görünen yıldızlar
arasında çok büyük mesafeler vardır. Öteden beriye bu şekilde dünyamızdan
görünen 12 burç tesbit edilmiştir ki Uzayın derinliklerine doğru gidildikçe
değişen açılara göre, bu tür görünüşlerin sayısının da artması ve bazı
noktalarda da azalması tabiidir. Bazıları, burçları, diğerlerinden farklı
olarak, sâdece göğün güzelliği olarak yorumladılar.[12] Bu
anlayışa göre uzayda gördüğümüz burçlar, güzel bir görüntüden başka bir şey
olmıyacaktır. Muhtemelen "Andolsun Biz gökte burçlar yapmış ve seyredenler
için onları süslemişizdir" anlamındaki ayet[13] bu
anlayışa kaynaklık yapmıştır.
Gerçekte varlık
basitten mürekkebe ve mükemmelliğe doğru derece-lenmiştir. Bir gezegen ve
yıldızdan onun dahil olduğu bir topluluğa ve oradan da daha üst kümelere;
burçlara, gökadalara ve nihayet göklere doğru varlık, tüm kâinatı kaplıyacak
biçimde derecelenir gider. Bir dereceden diğer bir dereceye yükseliş veya
inişler istisnalar dışında mümkün olmalıdır. Her bir derece diğeri için bir
basamak teşkil eder. Kur'an-ı Kerîm'de, bir sûreye de ismini veren "mev
âric: kelimesi çıkıp yükselme yerleri anlamına gelir ve bu sûrede, göklerin
derinliklerine doğru gidildikçe zamanın da küçüleceği açıkça ifâde edilir.
İnkarcıların Allah tarafından mutlaka cezalandırılacakları bildirilen ilgili
âyetlerde ayrıca şunlar anlatılır:
" - O (azap),
çıkıp yükselme yerlerinin sahibi olan Allah'tandır.
- Melekler de Ruh da
oraya bir günde çıkıp yükselirler ki mesafesi elli bin yıldır.[14]
Burç ve gökadaların bu
derecelenme (me'âric) içerisinde yer alacakları şüphesizdir. Çeşitli yorumlar
içerisinde özellikle Mücâhid (ö. 100 h/718 m)'in "mev âric" i,
gökyüzündeki dereceler olarak görmesi, konumuz açısından önem taşır.[15]
Varlıklar arasında derecelenmeleri gösteren bir başka âyette ise; Allah'ın,
derecelerin en üstünde bulunduğu veya âyete verilen diğer bir anlama göre ise
O'nun, varlıklar arasında ve göklerde birbirinden üstün dereceler oluşturduğu
dile getirilmekte ve bunun için şu tarzda bir ifâ-, de kullanılmaktadır:
" Dereceleri
yükselten (yahut derecelerin en yücesi) ve arşın da sahibi olan (Allah)''[16]
Aslen İran'ın Kum
şehrinden olup zamanının riyaziye ve gök bilimlerine de vâkıf bulunan müfessir
Ney s abûrî (ö. 728 h/1328 m) bu âyetin; maddî varlığa sahip basit ve karmaşık
yaratilışh varlıklara ilişkin derecelenmeleri ifâde edebileceği ihtimali
üzerinde, durmaktadır.[17] Bu,
şühesiz bir zerre (:atom) den ve hatta Kur'an-ı Kerîm'in değişiyle ondan da
küçük nesnelerden[18]
başhyarak içinde burçların ve gökadaların da bulunduğu âlemlere doğru giden bir
derecelenmedir.
Burçların insan kaderi
ve tabiatı üzerindeki etkilerine gelince Kur'an'da böyle bir durumdan söz
edilmez. Yıldızlardan ve burçlardan falcılık yoluyla hükümler çıkarmak ise Hz.
Muhammed (S) tarafından şiddetle reddedilmiştir.[19] Eğer
güneş ailesindeki gezegen ve uyduların, bir kısım yıldız ve burçların insan
tabiatı üzerinde bir takım etkileri varsa bunlar, falcılık usulleriyle değil
ancak ilmî yollarla inceleme konusu yapılabilir. Kaderin ise ecrâm-ı semâviyye
(:yıldız, gezegen ve diğer uydular) ye bağlı hiç bir yanı yoktur. Şüphesiz
insan kendini kuşatan şartların ve içinde bulunduğu ortamın etkisi altındadır.
Güneş ve ayın dünyamız üzerinde etkileri olduğu gibi güneş ailesinin diğer
üyelerinin de kısmen etkileri bulunabilir. Güneş ailesi üzerinde bu aileye
yakın yıldız ve burçların bir etkisinin olup olmadığını ve eğer varsa bunların
nelerden ibaret olduğunu tesbit ancak ilgili bilim dalına düşen bir iştir ve
İslâmın reddettiği gayri ilmî yollardan olan falcılığın bu gibi, yüksek bilim
ve fen gerektiren alanlarda hükümler koyması, bilimi saf dışı yapmak olur.
Hz. Peygamber'in
yasaklamasından sonra Hz. Ömer de halifeliği sırasında, karada ve denizde yol
bulma dışında yıldızlardan kehânet yoluyla hükümler çıkarıp geleceğe âit
şeylerden söz edilmesini yasaklamıştır. Ömer (r.) bu yasağına gerekçe olarak;
halkın çoğunun bu kehânetlerin etkisi altında kalarak onlardan zarar
göreceğini bu kehanetlerin ilmî bir tarafı bulunmadığını ve kader konusunda da
onlardan bir fayda sağlanamıyacağı-m, ileri sürüyordu.
Ünlü türk
fakıhlerinden Ferganalı Burhanuddin el-Merginânî (ö. 593 h/1196 m), ilm-i
nucûmun dinde kötülenmeyip güzel bir ilim olduğunu ve bu bilimle çeşitli yolların
kullanılarak hükümler çıkarılabileceğini, yazar. Ona göre bu yollardan biri;
"Ay ve güneş hesab ile hareket ederler-Rah-man, 5" âyetiyle ortaya
konulmuşturki bu da hesabı olarak sonuç elde etme yoludur. Meselâ namaz
vakitleri ve kıble yönü bile bu yolla bulunur. Diğer bir yol da yıldızların
hareketlerinden faydalanarak bir sonuca varma yoludur. Bu, bir hekimin, nabzına
bakıp hastasının sağlıklı olup olmadığını anlamasına benzer. Dinde bu yolla bir
sonuca varmak ve bir bilgi elde etmek meşru görülmüştür. Şu kadar varki kişi
bu yolla elde ettiklerini gaybı bilme olarak görmemeli ve olayların, Allah'ın
takdirine göre oluşup ortaya çıktıklarını da inkâr edici olmamalıdır. İbn Şebbe
(ö. 262 h.)'nin yazdığına göre Hz. Ömer göklerin; gece ve gündüz zamanlan ile
ayın menzillerinin tesbiti ve yıldızlardan yol bulma gibi amelî faydalara
yönelik olarak öğrenilmesini istemektedir.[20]
Burçlara Kur'an'da
dört ayrı âyette yer verilişinin, mevsimlerin sayısıyla bağlantılı olma gibi
bir hikmeti olabilir. Güneş, mevsimlere göre, belli burçların içindeymiş gibi
görünür. Mevsim ve iklimlerin de insan üzerinde bir etkisinin olduğu açıktır.
Bundan, burçların insan üzerinde etkileri olduğu hükmünü çıkarmak yanlış olur.
Çünkü güneşin bir burçta görünmesi, aslında bir görüntü aldanmasından başka bir
şey değildir. Her yıldız kümesi görüntüde bir burç oluşturur. Eğer biz, güneş
ailesinin bütün üyelerini, uzak bir noktadan, bir arada görebilsek onları da
bir burç gibi görürüz. Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz kî burçlar ne bizim
ruhumuz ne kaderimiz ve ne de bize hükmeden ilâhımızdır. [21]
Zamanımızda ortaya
çıkarılan Ak ve Kara Noktalara Kur'an-ı Ke-rîm'de ve Hz. Muhammed (571-632
m)'in sözlerinde açık bir şekilde değinilip değinilmediğini bilemiyoruz. Fakat
bir kısım âyet ve hadislerin içerdikleri anlamların bir nebze de olsa bu konuda
anlatılanlara uygun düştüğünü söyliyebiliriz. Yahut Kur'an ve Peygamber
(S)'den gelen bazı hadisler ak ve kara noktalara açıkça değiniyorlar da biz
bilgi eksikliğimizden bu açıklığı göremiyoruz. Bu ancak uzay bilginlerinin
açıklığa kavuşturacağı bir iştir. Biz sâdece onlara yardımcı olacağız. Nitekim
onlar da, bizim varlık ve gökler hakkındaki Kur'an âyetlerini ve Peygamberin
ilgili sözlerini doğru ! bir şekilde anlamamıza yardımcı oluyorlar.
Günümüzde bilginlerin
söylediklerine göre, gökada (galaksi)lann veya göklerin derinliklerinde bir
ayak topu kadar yahut daha küçük, siyah ve bunun gibi de beyaz ve fakat akıl
almaz güçlere erişmiş nokta cisimler ve diğer adlarıyla ak ve kara delikler
vardır. Bunlar, dünyamızdan yüzbinlerce daha büyük bir gezegeni ve milyonlarca
kere daha büyük yıldızları yutup yok edebilmekte ve yok olanı da yeniden
varlık hayatına döndürebilmektedirler. Bunlardan yıldızlan yok edenlere
Karanokta veya Kar a delik, yok olanı yeni bir varlık hayatına döndürenlere de
Aknokta denilmektedir. Veya-hutta aynı nokta her iki tarafıyla iki ayrı işlemi
yapabilmektedir. Eğer verilen bilgiler doğruysa bu kadar küçük bir nokta cisim,
sayısız denecek kadar çok yıldızı kendi deliğinden geçirip onları imha ve yok
etme gücüne sahip olabilmektedir. Buna göre, dünyanın, bir iğne deliğinden
geçirilişine inanmak gerekecektir. Biz şimdi bazı âyetlerin ve sonra da bazı
hadislerin bu anlatılan hususa muhtemel temaslarına yer vereceğiz. Şimdi şu
âyetlere bakalım:
- And ederim o geri
dönen (yıidız)lara
- Akıp akıp yuvalarına
giden (yıldiz)lara
- Kararmaya yüz
tuttuğunda geceye
- Nefeşlendiği zaman
sabaha"[22]
Bir kısım müfessirler,
bu âyetlerde, isimleri belli bazı büyük ve parlak "yıldızlardan söz
edildiği görüşündedirler.[23]
Başta Hz. Ali (r.) olmak üzere diğer bir kısımları da burada tüm yıldızların
sözkonusu olduğunu, savunur-'Iar. İlk âyette geçen "el-Hunnes: genellikle,
gündüz gözden kaybolup gece ortaya çıkan yıldızlar, anlamı verilirken ikinci
âyetteki
"künnes
kelimesine de; yuvalarında gizlenen yıldızlar anlamı verilmiştir. Aynı kökten
gelip vahşi hayvanların ve özellikle de ceylanların yuvaları anlamına gelen
"kinâs" İçinde bu hayvanların saklanmaları ile yıldızların bu
durumları arasında bir benzerlik kurulmuş gibidir, "el-hunnes" belli
yıldızlardan ibaret görenler, onların yeniden kendi seyir yerlerine dönmeleri
sebebiyle bu isimle anıldıklarını, söylerler. Çünki bu kelimenin geriye dönme
gibi bir anlamı da vardır. Bu mey anda İbn Kuteybe (ö. 276 h/889 m) gibi eski
bir müellif, yıldızların da güneş ve ay gibi, burç ve menzillerde dolaşıp en
sondan da gene geriye döndüklerinden sözeder. "hunnes " gecikme
anlamını da taşır. Bunun için ona; şaşkın bir şekilde dolaştıktan sonra dönüp
yolunu doğrultan ve bu yüzden geciken yıldızlar, anlamını verenler de çıkmıştır
ki İslâmî ilk asır bilginlerinden İbn Zeyd bunlardandır. Bu şaşkınlık
dolayisiyle yıldızın doğuşunda her yıl gecikmeler olur. İkinci âyette geçen ve
akıp gidenler anlamında ki "el-cevârî: kelimesinden hareketle dilci
müfessir Zemahşerî (467-538 h/1074-1143 m) bu yıldızların sabit değilde gezegen
oldukları hükmüne varmıştır.[24]
Sözkonusu olan
yıldızlara âyetlerde özel bir yer verilişinin elbet bir sebebi olmalıdır.
Burada onların İbret verici durumlarına dikkatimizin çekildiği açıktır.
Yıldızlar bu isimlerim kendi durumlarından veya sıfatlarından almışlardır.
Yıldızların gündüz görünmez olup gece ortaya çıkmaları biçimindeki yoruma
gelince, bu durum her yıldız için sözkonusu olduğundan böyle bir anlayış bana
göre bir anlam taşımaz. Yıldızların da bir güneş gibi battığına ilişkin görüşe
gelince bu, konumuz açısından olmasa da onların da gezegenlere sahip
bulunmaları bakımından önem taşır. Çünki bir güneş kendi gezegenleri üzerinden
batar. Müfessirlerin pirî sayılan îbn Abbas (ö. 68 h/687 m) ise bir görüşünde
bu yıldızların gökada (:mecerras) yi katetmelerinden ötürü böyle anıldıklarını
söyler[25] ki
bu onların çok büyük bir gökada yörüngesini dolaşmaları açısından önem taşır.
Yıldızların
açıklandığı biçimde bir duruma gelişlerinden sonra gece ve gündüzden, diğer bir
ifâdeyle karanlık ve aydınlıktan bahsedilmesi, bunların yeryüzü gecesi ve
sabahı olup olmıyacağı konusunda bir şüphe uyandırmaktadır. Ayette, nefes alıp
veren bir sabahtan sözedilişi, üzerinde sabah ceryan eden kürenin âdeta bir
rahatlığa kavuştuğunu anlatmaktadır. Nitekim Neysabûrî (ö. 728 h/1328 m) bunu,
sıkışıp darda kalan bir kişinin daha sonra rahatlamasına benzetmiştir.[26]
Karanlığa gömülme tarzında tercüme ettiğimiz fiili ve türevlerinin ise; bir
şeyin dolum hâline gelmesi ve gece avlanması gibi anlamlan da vardır".[27] Bu
âyetlerin bulunduğu sürenin baş tarafında:
" - Güneş dürülüp
söndürüldüğü zaman
- Yıldızlar kararıp
düştüğü zaman...
- Gök yerinden soyulup
koparıîdığı zaman"[28]
ifadeleriyle gelen
âyetler yer almaktadır. Bu tür olaylar, Hunnes veKün-nes durumundaki
yıldızlarla ilgili olabilir. Burada güneş ve yıldızlar ışıklarını kaybedip
kararmakta ve gökteki her şey yerinden koparılıp alınmaktadır. Bunun için de ne
kadar büyük güçlere ihtiyaç olacağını söylemeğe gerek yoktur.
Konumuz açısmdan önem
taşıyan âyetlerden biri de Vakıa sûresinde geçmektedir:
" - Hayır (gerçekler, inkarcıların dedikleri
gibi değildir.) İşte Ben yıldızların düştüğü yerlere yemin ediyorum.
- Bilseniz bu,
gerçekten büyük bir yemindir"[29]
Yıldızların düştükleri
yerlere yemin edilmesi, oraların Allah 'm varlığını belgeleyen çok düşündürücü
yerler olmasından kaynaklanmıştır. Nitekim ondan sonra gelen âyette bu yeminin
büyüklüğüne dikkat çekilmiş ve bunun da ancak bilenlerce anlaşılabileceği
vurgulanmıştır. Yıldızın düştüğü yer uzayın boşlukları oltnıyabilir. Fakat bu,
bir yıldızın, doğrudan dağılıp parçalanması ve böyle bir dağılma ânı mânasına
da gelebilir ki bu takdirde bir boşluktan sözedebiliriz. Meselâ ünlü
bilginlerden Hasan el-Basrî (ö. 110 h/728 m) bu âyeti, kıyamet sırasında
yıldızların kararıp dağılmasıyla ilgili görmüştür.[30]
Diğer müfessirler ise genellikle; yıldızların düştüğü, yahut battığı veya
düşüp doğduğu yerler, şeklinde bir anlayışa yönelirlerken bazıları da bunu,
seyir sırasında yıldızların izledikleri menzilleriyle açıklamışlardır.[31]
Sözkonusu âyet, yıldızların dağılması anlamını ifâde edebileceği gibi bunun
tersi, oluşmakta olan yıldızların oluşum yerlerini de ifâde edebilir. Yıldızlar
bu yerlerde, bir canlının ana rahmine düştüğü gibi varlık dünyasına düşmüş
olabilirler. Bir yıldız dağılıp yerinden gitmişse biz onun son ışığının bize
gelmesine kadar geçen sürede onu hâla yerindeymiş gibi görürüz ki burada böyle
bir durum da anlatılmış olabilir.
Her yere bir giriş ve
geçiş yeri olduğu gibi göklerde de kapılardan bahsedilmesi onların da böylesi
geçiş yerlerine sahip oldukları anlamına gelir. Fakat buralardan ne tür
geçişler olacağım bütünüyle bilemiyoruz. İçinde bulunduğumuz âlemin çöküşü
anlamına gelen kıyamet koptuğunda gezegenimizin gelmiş geçmiş bütün insanları
ve muhtemelen diğer bazı canlıları yeni bir âlemde yerlerini almak için
göklerin kapılarından geçiş yapacaklardır. Kur ' an 'da insanlığın bu yeni
âleme geçişi şöyle anlatılır:
" - O gün sûra
üfürülecek de hepiniz bölük bölük geleceksiniz.
- (O gün) gök açılacak
da bir çok kapılar oluşacaktır'.[32]
Gökte neden kapılar
oluşacaktır? Bu oradaki yeni bir hayata yapılacak sev-kiyatı ifade eden bir
kinaye olabileceği gibi maddî ve fizikî geçiş yerlerini de ifâde edebilir. Bu
olayı açıklamaya çalışan müfessirlerden kimi bunu, göğün parçalanmasına
yorumlarlarken, kimi de bu kapılardan maksadın göğün yollan olduğunu söylerler.
Bir kısımları da bundan; göğün çözülüp dağılacağı ve oralarda bir kısım
kapıların oluşacağı, anlamını çıkardılar. Kimileri de bu konuyu; kişinin
yaptığı ibâdet ve iyi işlerin, gökte kabul görüp görmeyececeği yâni kapıdan
geçiş izni alıp almayacağı durumuyla açıkladılar.[33] Özellikle
bu son görüşün dayandığı bir başka âyet vardır ki bu âyette olay şöyle
anlatılır:
" Bizim
âyetlerimizi yalan sayıp da onlara karşı büyüklük taslı-yanlar (yokmu?) onlar
için gök kapıları açılmıyacak ve onlar, deve iğne deliğinden geçinceye kadar
cennete giremiyeceklerdir. Biz günahkârları böyle cezalandırırız"[34]
Bu âyette geçen gök
kapılarını, cennete açılan kapılar olarak anlıyanlar olduğu gibi, hak dinde
olmıyanların yaptıkları ibâdet ve duaların, iyi ve faydalı işlerin gök
kapılarında kabul görmiyeceği, şeklinde anlıyanlar da vardır.[35]
Meseleyi, kötü insanların göklerdeki kapılardan geri çevrilmesi olarak görenler
de olmuştur ki sonuçta hepsi aynı noktaya varmaktadır.[36] Bu
yaklaşımlara uygun olarak Peygamber (S) bir öğle namazını kıldıktan sonra şöyle
demiştir; "Şüphesiz gök kapıları, güneş tepe noktasından batıya yönelince
açılır"[37] Bu, bize o vakitten önce
kılınacak.namazın kabul görmiyeceğini anlatır. Bu anlayışlar doğrultusunda gök
kapılarını, sırf iyilikler ve güzellikler âlemine açılan manevî kabul yerleri
olarak düşündüğümüzde buraların pek çoklarına geçit vermiyeceği açıktır.
Devenin, bu dünyada, iğne deliğinden geçmesi mümkün olmadığı gibi, onlar da
yükseklere geçemeyip aşağılara itileceklerdir. Gök kapılarını maddî çerçevede
ele aldığımızda buraları, sonu gelen dünyalar, yıldız ve âlemler için
başkalaşım geçirme yerleri olarak düşünebiliriz. Ak ve Kara Noktalar hakkında
anlatılanlar doğruysa o takdirde deve, içindeki dünya ile beraber iğnede1iği
kadar küçük bir nokta delikten bir başka âleme geçip gidecektir. Ayetteki,
devenin iğne deliğinden geçmesi, ibaresi gerçekte bu olayın imkânsızlığını mı
ortaya koyuyor, yoksa "deve iğne deliğinden geçecek ve fakat onlar gene de
cennete giremiyecekler" gibi birinci şık itibariyle olumlu bir anlama mı
geliyor? Âyetin bu şekilde tercümesi için arapça bakımından bir engel
bulunmamaktadır.
Konumuz açısından
üzerinde duracağımız bir diğer husus da Peygamber (S)'e atfedilen bazı
açıklamalarda ve sabaheden gelen bazı sözlerde yer alan ve arap sözlüklerinde
gökada (:galaksi) ve saman yolu anlamında gösterilen "mecerra: sözcüğüdür.
Gerçekte bu kelime, sâdece dünyamızın da dahil bulunduğu gökadayı veya onun
belirgin parlaklıktaki saman yolunu mu ifâde ediyor, yoksa bununla ayrıca,
gökadada veya gökte bulunduğu söylenen Ak ve Kara Noktalar da kastediliyor mu?
Bana kalırsa bu çok kere gökada ve özelliklede Samanyolu anlamında kullanılsa
bile bazan da Ak ve Kara Noktalar anlamında kullanılmıştır. Hadisler-deki garip
kelimeleri açıklıyan ünlü bilgin îbnü'1-Esîr (544-606 h/l 144-1209 m) bunu
saman yolu olarak açıklamıştır.[38]
Hz.
Peygamber'den,gelen hadislere gelince, sağlamlık bakımından ilcinci derecedeki
bir kısım hadis kaynaklarında, onun, mecerralar (:el-Me-cerrât)ı, gök kapıları
olarak, tanımladığı bildirilmektedir.[39] En
çok hadis toplamış olan Taberânî (260-360 h/874-971 m)'nin anlattıklarına göre,
Bizans genel valisi Herakhu s; mecerre, kavs ve güneşin bir saat vurduğu kara
parçası hakkında Hz. Muhammed 'den gelen bir haber olup olmadığını, bir
yazıyla Muaviye'ye sorar. O da mektubu, cevaplandırması için, İbn Abbas (r.)'a
gönderir. İbn A bb a s, bu soruya, Peygamberin adım anmadan ve fakat yukardaki
isteğe bakılırsa ondan öğrenmiş olması gereken, şu cevabı verir:
" Kavs; yeryüzü
halkının batıp boğulmaya karşı bir güvencesidir. Mecerra; gök kapısıdır ki gök
buradan yarılacaktır. Güneşin tek bir saat vurduğu kara parçasına gelince,
burası israil Oğullan için açılan denizdir''.[40]
Kavs bir eğrilik ifâde
eder. Fakat burda ondan maksat dünyanın egikliğ imidir, yoksa ayın, yeryüzü
etrafındaki yörünge eğriliğimidir veya başka bir şeymidir? Bunu bilemiyorum.
Fakat bunun, ayın durumu ile ilgili olması, akla daha yakındır. Çünki onun,
yeryüzüne yaklaşması, karaları istilâ edecek biçimde denizlere etki edecektir.
Hadislerde geçen ve İbnü'l-Esîr'in saman yolu olaraktanıttığı "mecerra:
" anlam olarak ; çekmek, sürükleme ve çekme yeri gibi anlamlara geliyor.
O bu anlamı ile Kara ve ak Noktaların (yahut deliklerin) anlatılan durumlarına
çok uygun düşmektedir. Bu noktalar, gökadaların içinde veya merkezlerindedir.
Bu bakımdan "mecerra" kelimesi, hem gökadayı ve hem de
Karadelik-Akdelik nokta ve geçişlerini ifâde edebilir. Eğer Peygambere
atfedilen hadislerde sözü edilen "mecerra" dan doğrudan Ak ve Kara
Noktalar kastedilmişse bunların bir gökada veya daha üst düzeydeki göğün en üst
noktasında yahut merkezde olmaları düşünülür. Hz. Peygamberin devletinde çok
yönlü hizmetlerde bulunan Mu az b. Cebel (r.)'den nakledilen ve aslı Taberâ-nî
'nin eserinde bulunan ve daha sonra bazı kaynaklarda da yer alan bir sözlerinde
Peygamber şöyle der:
" Gökte bulunan
mecerra, arsın altındaki yılanın teridir".
Hadisin başka bir
geliş şekli biraz değişiktir. Bu hadiste anlatıldığına göre Peygamber
(S)Mııaz'ı Yemen'e (genel vali) olarak gönderdiği zaman ona; "Seni inat
bir topluluğa gönderiyorum. Eğer gökteki mecerradan sorulursa, o; arşın
altındaki yılanın salyasıdır, diye cevaplandır" demiştir. Bu iki sözün
Peygamber (S)e âidiyyeti bazı hadis bilginlerince zayıf ve hatta bazılarınca
da uydurma olarak görülmüştür.[41] Bu
iki hadiste, mecerra ile ilgili diğer hadislerde olduğu gibi gök kapılarından
bahsedilmez. Gerek vali veya halîfe bulunduğu sırada Muaviye'ye yapılan
muracât ve gerek Yemenlilerin muhtemel sorularına karşı verilecek cevabın hazırlanışı
o günlerde gökada veya saman yolu bulutsu kısmının bir merak ve hatta bu yeni
dini imtihan etme konusu olduğunu gösterir. Biz hadisleri sahih kabul edenler
yanında yer alsak bile gene de bunlarda geçen yılandan ve onun ter ve
salyasından ne kastedildiğini bilemeyiz. Ancak bildiğimiz bir şey varsa o da
öteden beriye bir kısım yıldız topluluklarının bazı hayvan isimleriyle anılmış
olduğudur. Mecerra burada yılan başına veya onun küçük başıyla büyük bir avım
tümüyle içine çekip yutması olayına benzetilmiş olabilir. Peygamber'den geldiği
söylenen bu cevabda kasdın saman yolu ötesinde bir şey olduğu açıktır.
İlk hadis
müelliflerinden biri sayılan San'anî (126-211 h/744-826 m)'nin kaydettiği bir
hadis Ak ve Kara Noktalar açısından ilginç görünmektedir. Burada Hz. Peygamber
şöyle diyor:
"Bana günler
sunuldu. Cuma gününü gördüm, onun güzelliği ve nuru hoşuma gitti. Orada siyah
nokta şeklinde bir şey gördüm. Bu nedir, diye sordum. Kıyamet onun içinde
kopacaktır, denildi".
Hadisin diğer bir
geliş şeklinde; "Cuma günü, bir aynada bana gösterildi" (
denilmektedir[42]). Peygamber (S) gökleri
ve onların geleceğini, uzaya tutulmuş bir aynada görmüş gibidir. Hz.
Peygamberin bu sözlerinde geçen ve bi-, zim tercümeye "siyah nokta"
diye aldığımız "nükte"kelimesine . gelince bu, arap dilinde; beyazlık
ortasında siyah nokta, veya siyahlık ortasında beyaz nokta, gibi iki ayrı
anlama gelmektedir. Bu anlamlarıyla o, be-. yaz nokta anlamına da
gelebilmektedir. Şu kadar varki hadiste bunun özellikle siyah olduğu ifâde
edilmiştir. Ancak ne varki onun çevresi nurlu bir ortamdır. Bundan şu
anlaşıhyorki içinde bulunduğumuz âlemin yıkılışı bu nokta içerisinde
olacaktır. Kıyamet sırasında göğün yarılacağım, ifâde eden âyetin tefsirinde
Hz. Ali (r.)'nin; göğün,
"Mecerra"dan çatlayıp yarıla-cağı, bildiriminde bulunması da konumuz
açısından ayrıca önem taşımakta-dır.[43]
Bundan sonra ele alacağımız yakıp delen yıldızlar (:en-necmü 's-sâkıb) bu konu
ile bir ilgilerinin olup olmadığını da biz bilemiyoruz.
Muhtemelen her
gökadanın içine, milyarlarca yıldız ve gezegeniyle onu imha edip daha sonra,
başka bir yaratılışla yeniden varlık hayatına döndürecek olan akıl almaz güçlü
noktalar yerleştirilmiştir. Bunların ne kadar büyük güçlerle ve ne gibi
kabiliyetlerle donatıldığını kavramak kolay bir iş değildir. Ancak onları
donatan ve onlara güç veren tek İlâhî Güc onlara hükmeder ve onları
yönlendirir. İlimde ilerleyip kesin neticeler alındıktan sonra Kur'an
âyetlerini kimin daha doğru açıkladığı ortaya çıkacaktır. Bu arada bilimsel
araştırma yapanlar, taassubu bırakarak Kur'an'dan da bilgi alma yoluna
gitmelidirler. [44]
Kendinden ışık
neşreden ve aslında birer güneş olan ecrâma yıldız denilir. Böyle olmayıp da
herhangi bir yıldızdan yâni güneşten ışık alıp ona tâbi olan kütlelere de
gezegen denir. Güneşimize tâbi gezegenler bize yakın oldukları için onların
hareketlerini kolaylıkla izleyebilmekteyiz. Bu yüzden onlara gezegenler
(:seyyârât) denilirken Kurtubî'nin de belirttiği gibi aslında gene bir hareket
içerisinde olan ve fakat uzaklıkları sebebiyle hareketsiz gibi görünen
yıldızlara da yerinde duranlar anlamında "sevâbit: " denilmiştir.[45] Halk
ise yıldız denildiğinde bir ayırım yapmadan her ikisini de kasteder.
Kur'an-ı Kerîm'de
genellikle yıldız için "necm", gezegen türünde olanlar için de
"kevkeb" denildiği anlaşılmaktadır. Bir iki âyette bu iki ısıtılahın
birbirleri yerine kullanılmış olması da muhtemeldir. Necm (:yıldız) kelimesinin
Kur'an'da 14 yerde geçmesine karşılık "kevkeb" kelimesi sâdece beş
yerde geçmektedir.[46]
Bunlara karşılık iki yerde, yıldızların belli nevilerini göstermesi muhtemel
olan ve kandiller anlamına gelen "masâbîh:
kelimesi kullanılmış ve gene ayrıca özel yıldızları veya belli çeşitten
bazı gök cisimlerini ifâde eden "şihâb: "lardan söz edilmiştir ki
bunlara değinen âyetlerin sayısı da döttür.
Bizim yıldız diye
tercüme ettiğimiz "necm" denilen kütlelerin ışık kaynaklarının gene
kendileri olduklarını biz Kur'an'daki anlatımdan anlıyoruz. Meselâ:
"Yıldızların
(ışığı) söndürüldüğü zaman"[47]
ifadesiyle gelen âyette bu durumu görebildiğimiz gibi,
" - Güneş dürülüp
söndürüldüğü zaman
- Yıldızlar kararıp
döküldüğü zaman"[48]
âyetlerinde de gene
bunu görmekteyiz. Kendisi de bir yıldız olan güneş de diğerleri gibi
söndürülecektir. Müfessirler bu âyetleri tefsir ederlerken, güneş ve yıldız
ışıklarının söndürüleceğinden söz etmelerine karşın onlar bu ışıkların
kaynaklarından söz etmemişlerdir.[49]
Işığın söndürülüşü; elbetteki yıldızlar içindeki maddelerin, gaz ve zerre
(:atom)lerin patlayıp yanma faaliyetlerine son verilişi anlamına gelecektir.
Bir sonraki konuda açıklıya-cağımız gibi, kendine özel bir niteliğe sahip olan
"târik" yıldızından ve benzer yıldızlardan söz edilirken:
" O (ışığıyla)
delen yıldızdır" [50]denilmiştir.
Bunun diğerlerinden farklı bir ışık neşrettiği anlaşılmaktadır.
Yıldızlar olarak
anladığımız "nucûm"un az önce bahsettiğimiz özelliklerine karşılık
"kevkeb" veya çoğul olarak "kevâkib" kelimelerinin
geçtikleri yerlerde, her hangi bir ışığa veya söndürülme işlemine değinilmemişim
Ancak Nûr sûresi 35. âyette Allah'ın nuru anlatılırken, mâhiyetini bilemediğimiz
ve içinde bir lamba barındıran bir kristalden bahsedilir ve onun inci gibi
parıldayan bir kevkeb gibi olduğu ifâde edilir. Bu âyet geçmişte pek çok
kimseyi düşündürüp meşgul etmiş, hakkında r
" - Gök yarıldığı
zaman
- Kevâkib (gezegenler)
dağılıp döküldüğü zaman''[52]
denilerek onların
"nucûm: yıldizlar"un aksine sâdece parçalanıp dağılmalarından söz
edilmiştir. Bunlar sönmüş gezegen kütleleri olduğuna göre elbetteki onların
yalnızca parçalanıp dağılmaları sözkonusu olur. Nucûmda ise sâdece dağılmaktan
değil aynı zamanda ışık sönmesinden söz edilmiştir. Gene "kevâkib"den
söz edilen bir âyette en yakın göğün onlarla süslendiği vurgulanmıştır.[53]
Öteyandan, belli özelliğe sahip olmaları gereken ve âyetlerde kendilerinden
"masabîh: kandiller" diye söz edilen yıldızlarla da bu en yakın göğün
süslendiği ifade edilmiştir.[54]
Neden bunlara kandiller denilmiştir? Acaba onlar bizim dünyamız için mi kandil
durumundadırlar, yoksa onlar bizim güneşimiz gibi kendi gezegenlerini
aydınlattıkları için mi bu adla anıldılar? Bize en yakın gök, şüphesiz ki
güneş ailesinin oluşturduğu gökten baş-lıyarak bizim gökadamızın teşkil ettiği
göktür. Durum böyle olunca en yakın gök olan saman yolunun sâdece yıldızlara
değil aynı zamanda gezegenlere de sahip olduğunu söyliyebiliriz. Çıplak gözle
temaşa edenler için ise, göğün süslü görünmesi açısından yıldızla gezegen
arasında bîr fark bulunmaz.
insanların yıldızlar
(ınucûm) dan faydalanarak denizlerde ve karalarda yol bulduklarına değinen
âyetler,[55] gezegenler (:kev âkib)
için aynı şeyden s özetmemiş lerdir. Bu da yıldızların, gezegenlere nisbetle,
dünyaya daha sabit açılar vermesinden kaynaklanmış olabilir. Şimdi biz
yıldızların ayrı özellik taşıyan bazı çeşitlerinden söz edeceğiz. [56]
Kâinatta her varlık
bir sebepten ve bir gayeye yönelik olarak ortaya çıkmıştır. İster bir zerre
(:atom) kadar küçük olsun ister dünyamızdan milyonlarca kere daha büyük olsun
her varlık bir düzen ortamına ihtiyaç duyar. Şu kadar varki bir varlığın
ihtiyaç duyduğu ortam diğerininkinden farklı olabilir. Kâinatın her kesiminin
kendi ihtiyaç duyacağı bir düzene kavuşturulması ve onu bozmaya yönelik
çıkışlara da izin verilmemesi gerekir. Bazı basit şeyler vardır ki onlar yüksek
gayelere hizmet edebilirler. Her yerde oranın düzenine ters şeyler ortaya
çıkabilir. Eğer bir varlığın ve bir düzenin korunması gerekiyorsa o
korunmalıdır. Cin soyundan olup da şeytan dediğimiz varlıklar sâdece
insanların ve dolayisiyle onların kurduğu toplumların düzenini bozmazlar.
Kur'an-ı Kerîm 'den anlaşılan şudur ki şeytanlar, göklerdeki düzeni de bozma
çabası içerisindedirler. Veyahutta bizi yoldan çıkarmaya çalışan şeytanlar ile
göklerin düzenini bozmaya uğraşan şeytanlar birbirlerinden farklıdırlar.
Mâhiyetleri farklı da olsa, Allah'ın insan için çizdiği yol ve düzeni
değiştirip bozanlar ile gökler için koyduğu düzeni bozanlar veya bunun için
gayret gösterenler, şeytandırlar. Yeryüzü insanlığı peygamberler vasıtasiyle
düzene sokulmuş ve insan aklı ile de bu desteklenmiştir. Gökyüzünde de "ş
ih âb " ve diğer bir takım sıfatlarla anılan yıldızlar, oraların düzenini
korumakla görevlendirilmişlerdir. Bunların görevleri arasında, Peygamberlere
ulaşan vahiy yollarını korumak ve onlara haberlerin sağlıklı gelmesini
sağlamak da vardır. İşte şimdi biz bu yıldızlardan bahsedeceğiz. Bu arada
konumuz dışında da kalsalar elbet melekleri de unutmamak gerekir.
Göklerin düzenini
şeytanlara karşı koruyan ve onlar için atış taşlan durmunda olan güçlerle
ilgili Kur'an'da 7 âyet vardır[57] ki
bu sayı hem göklerin ve hemde müslümanların hac esnasında şeytanlara attıkları
taşların sayısına eşit bulunmaktadır. Böylece müslüman kendi düzenim bozacak
olan şeytanları, aynı gayeyle taşlayarak temsilî de olsa kendi hayatını genel
İlâhî düzen ve denge içerisine yerleştirmiş olmakta ve hayatında şeytanlara yer
olmayacağını ifâde etmiş bulunmakta ve düzensizliğe tepki göstermektedir.
İnsanlık hayvaniyetten ayrı bir âlemdir ve onun hudutlarının göklerdeki denge
misâli korunması Kur'an'ın çok sıkı talimatları arasında yer alır. Bu insaniyet
âleminin olmazsa olmaz rükünlerinden olduğu için; aklın, hayatın, namus ve soy
bağlarının, mülkiyet haklarının korunması ve îmandan sonra onun yerinin
imansızlığa terkedilmemesi için burada "rucûm lişşeyâtîn" misâli
cezalar sertliğe bürünmüştür. Ancak bu dinde tam ceza için getirilen şartların
çok ağırlaştırılması bu cezaların uygulamadan çok, tehdid özelliği taşıdığı
söylenebilir. Burada hedef; hayvanlık âlemine inmenin kendi dünyasının
yıkılışı olacağım insana düşündürmek olabilir. Özellikle insanın insana karşı
işlediği suçların cezası ağır olmuştur. Allah kendisi için fazla bir şey
istemiyor. Bunların ötesindeki suç ve kabahatlara gelince orada hoşgörü ve affa
geniş yer olmuştur. Evrenin genel dengeleri adına ise orada af yoktur.
En yakın göğün gezegen
veya yıldızlarla süslendiğini anlatan âyetten sonra bu göğün, itaattan çıkmış
isyancı şeytanlardan korunduğu ifâde edilmiştir. Bu arada, yüksek melekler
meclisi anlamına gelen "mele-ia'1â "yi dinlemeğe çalışan ve bir
yolunu bulup kulak hırsızlığı ile oradan bir haber çalma durumuna gelen
şeytanın kovalanarak saf dışı yapıldığı anlatılır ve şöyle denilir:
" Ancak
(şeytanlardan) bir çalıp çarpan olur. Fakat onu da, delip geçen bir parlak alev
takip eder"[58]
Burada, "delip
geçen parlak bir alev" diye tercüme ettiğimiz "şihâb sâkıb:"
ifâdesi, bir kısım eski müelliflerce; "ışıy an yıldız" diye
tanımlanmıştır,[59] "şihâb
"kelimesi bir başka âyette; parlak ateş koru, anlamında kullanılmıştır.[60] Dört
ayrı ayette geçen bu kelime esas itibariyle; bir ateşten çıkıp yayılan alev
(:şûle) anlamındadır ve bu tür yıldızlar, göz alıcı parlaklıkları sebebiyle
böyle bir isimle anılmışlardır.[61]
Müfessirler daha çok, bu tür cisim veya yıldızların niteliği olan ve bizim,
vurup delen yahut delip geçen, diye tercüme edebileceğimiz "sâkıb"
kelimesinin anlamı üzerinde durmuşlardır ki bir başka âyette bunun yerine,
apaçık anlamına gelen "mubîn" kelimesi kulanılmıştır. Göğün ve onun
içindeki burçların şeytanlardan korunduğu ve onlardan kulak hırsızlığı yapmaya
kalkışanların ardına da şihablarm takıldığı anlatılırken; "Onun da ardına
apaçık bir alev parçası düşmekledir" [62]denilmektedir
ki bu ateş veya ışık demetinin, apaçık, diye nitelendirilişi, onun çok parlak
olduğunu, göstermektedir. Bu uzay şeytanları'nın yeryüzü şeytanları gibi
ateşten yaratılmış olmaları dolayisiyle onları etkisiz duruma getirecek olan
silâhların da alelade bir ateş enerjisi olmayıp onun üstünde güce sahip bir
silâh olması gerekir. Bu yüzden olmalıdır ki burada artık tabii ateş olan
"nâr" değil onun yerine "şi-hâb mubîn" ve"şihâb
sâkıb" gibi daha yüksek enerji güçleri devreye sokulmuştur. Dünyada ise
insan şeytanlara karşı îman gücünü kullanır. Bu güçtür ki insanı, cehennem denilen
çok daha üst seviyelerdeki ateşten de koruyacak ve onun semtinden insanı
uzaklaştıracaktır.
Biz "sâkıb
"kelimesi üzerinde biraz daha duracağız. Müfessir-lerin çoğu ona
"ışıyan" anlamını verirlerken bir kısmı "yakan" ve bazıları
da "karanlığı delen" anlamını tercih ettiler.[63]
Sahabeden sonraki neslin bilginlerinden olup uzaya ilişkin konularla ilgilenen
es-Süddî (ö. 127 h/744 m) ve daha sonra kelamcı müfessir Ney sabûrî (ö. 728
h/1328 m) bu ışığın, vurduğunda yaktığım söylerler ki esasen bu görüşün Öncülüğünü
îbn Abbas (r.) yapmaktadır. Ona göre şihab yıldızları, vurdukları şeytanları,
öldürmeden ve vücutlarında bir noksanlığa yol açmadan, sâdece yakıp yaralar ve
felç ederler. Hasan el-Basrîve diğer bir kısımlarına göre de; bu yıldızlar
tarafından vurulan şeytan ölür. [64]Bazıları
da bu "sâkıb" kelimesine, yanıp tutuşan ve tutuşturan anlamını
verdiler ki hicrî ilk asır neslinden Mucâhid ve İbn Zeyd bu görüştedirler.[65]
Aslında bütün bu anlayışlar arasında fazla bir fark bulunmaz.[66]
"Sâkıb"
kelimesinin geçtiği başka bir ayet de Târik sûresinde bulunur. Müfessirlerce
buna da gene benzer anlamlar verilmiştir. Bu sûre "târik" adındaki
yıldızdan veya yıldız çeşitlerinden isim almıştır ki bunun ilk âyetleri
şöyledir;
" - Andolsun o
göğe ve tanka
- Târik nedir,
biliyormusun?
- O (ışığıyla) vurup
delen yıldızdır".[67]
Muhtemelen bu yıldıza
târik ismi, onun vurucu olması ve kendiliğinden hedef yoluna girmesi sebebiyle
verilmiştir. Görüldüğü gibi âyette bunun özelliği anlatılmıştır, burada,
gördüğümüz diğer âyetlerin aksine "şihâb" yerine "n e c m:
yıldız" kelimesi kullanılmış ve onun niteliği de gene "sâkıb" sıfatı
ile anlatılmıştır. Yâni "târik" âyette bizzat "en-necmü
's-sâkıb: vurup delen yıldız" diye tanımlanmıştır. Biz bundan şunu
anlıyoruz ki, şi-haplar yıldız cinsinden cisimlerdir. Kur'an'da bunların
güçleri ve yaptıkları iş hakkında bilgi verildiği halde onların büyüklükleri
hakkında birşey söylenmemiştir. Müfessir-filozof Fahruddîn er-Râzî (544-606
h/1150-1210 m) târik yıldızının çeşitli özelliklerinden dolayı
"sâkıb" sıfatı ile nitelendirildiğini yazar ki ona göre; bunlardan
biri, onun ışığıyla karanlıkları delici olması, öteki de, vurduğu her hangi
bir şeyin içine işleyerek onu yakması olabilir.[68] Aynı
yorumlar daha önce türk Har zem ilinden Zemahşe-rî (467-538 h/1074-1143 m)
tarafından da yapılmıştır.[69]
Karanlığın ışık tarafından delinmesi herkesçe bilinen bir şey olduğundan burada
esas anlatılmak istenen özellik bu olmamalıdır. Dolayisiyle âyetin
"ışığıyla karanlığı delen7' diye tercüme edilmesi kanaatımca
Az önce değindiğimiz
üzere, iki ayrı âyette göğün kandiller (:masa-bîh) ile süslendiği ifâde edilmiş
ve bunlardan birinde, göğün mutlak yâni genel olarak felâketlere karşı
korunduğu bildirilirken [70]ötekinde,
şeytanlara karşı bir korumadan söz edilmiş ve bu, şöyle bir ifadeyle dile
getirilmiştir: "Biz bu yıldızları şeytanlara karşı atış taneleri
yaptık".[71] Bu âyetten bazı dev
yıldızların, atış tanesi veya diğer bir diğer ifâdeyle atış taşı olabilecek
kadar küçüldüğü anlaşılmaktadır ki bunlar önceki âyetlerde geçen ışınlayıcı,
delici ve yakıcı "şihâb sâkıb" veya "en-necmu's-sâkıb"
türünde yıldızlardan başka bir şey değildirler. Maddelerin yaratılması, başlığı
altında ele aldığımız gibi Kur'an'da "cav1" fiili, mevcut bir şeye
herhangi bir Özellik veya yeni bir bünye, yeni bir kimlik kazandırmada
kullanılır. Yıldızların atış taneleri hâline getirilişi de aynı fiille ifâde
edilmiştir.
Koruma görevli
yıldızların veya cisimlerin sayısına gelince bunlar âyetlerde bazan tekil
"şihâb" şeklinde, bazan da "şühüb: "veya"ru-cûm: atış
taneleri" tarzında çoğul olarak gelmiştir. "Târik" yıldızına
gelince, Kur'an'da bu her ne kadar tekil olarak geçiyorsa da, Zemahşe-rî'nin de
belirttiği gibi bu, tek bir yıldızı değil, yıldızlardan bir türü veya-hutta şilıab
yıldızlarının belli bir nev'ini ifâde etmektedir.[72]
Nitekim müfessirlerin pîri İbn Abbas (ö. 68 h/687 m) bu tank yıldızını, çoğul
olarak, "ışıyan yıldızlar" diye tefsir etmiş[73] ve
gene bazı müfessirler de bunu şihab yıldızlarıyla aynı görmüşlerdir.[74] Bütün
bunlar, bu tür yıldızların çokluğunu göstermektedir. Ancak aralarında nitelik
farkları olabilir.
Koruma görevli
yıldızlar bu görevlerini nasıl yapıyorlar? Her yıldız, her gezegen ve uzayın
her bir parçası, oradaki düzenin bir parçasıdır ve bulunduğu yer itibariyle
tekmil düzene katkıda bulunur. Düzeni bozulmıyacak olan ancak Allah 'dır ve
onun dışında her varlık, diğerinin yanlışından veya düşmanca tutumundan
etkilenir. Şeytanlar düşmanca tutum içerisindedirler. Bu arada istemeden
yoldan çıkan ve başkalarının düzenini tehdit eder hâle gelen cisimler ve
kütleler de vardır. Bütün bunlara karşı tabiatta ve kâinatta koruma cihazları
oluşturmak zarurî olur. İncelemesini yaptığımız yıldız türleri, kanaatımca
düzeni korumak için çok yönlü hizmetler yürütmektedirler.
Acaba koruma görevli
yıldız, görevini bizzat kendi kütlesiylemi yapıyor yoksa gönderdiği ışık veya
diğer çeşitten dalgalar yahut oluşturduğu manyetik güç sayesinde mi bu
tesirleri icra ediyor? Bir kısım Kur'an müfes-sirleri bu hususu da açıklamaya
çalıştılar. Onların açıklamaları özellikle yıldızlar (:masabîh)ın şeytanlara
karşı atış taneleri yapıldığını, ifâde eden âyet üzerinde yoğunlaştı. Acaba
şeytanları kovalıyan yıldızlar veya diğer bir değişle atıştaneleri, görevleri
sonunda bir mermi gibi düşüp heder mi olmaktadırlar? Endülüslü müfessir
Kurtubî (ö. 671 h/1272 m) kitabında; "yıldızın kendisi düşmez ancak
yıldızdan çıkan bir şey bu taşlamayı yapar. Bundan dolayı da yıldızın şekil ve
ışığında bir eksilme olmaz" der. Ayrıca o eserinde, ateş alevi anlamına
gelen şihab ile dünyadaki ateşi karşılaştıran görüşlere yer verir. Bunlara
göre, dünyamızdaki ateş alevi bir şeyi yaktığında geri dönmediği halde şihablar
yerlerine dönerler.[75] Şam
beldesinden tarihçi ve müfessir İbn Kesîr (ö. 774 h/1372 m) ise eserinde;
"şeytanlar gökteki yıldızlarla değil onlardan daha aşağılarda yer alan
şihab (alev topu veya ışın) larla vurulurlar ki bunlar bazan yıldızlardan
kaynaklanabilir" [76]der.
H arz em ilinden Zemahşerî, atış taneleri ile ilgili görüşlere yer verir ve bu
arada onların, yıldızların ateşinden ayrılıp gelen şihablar olduklarını ve
şeytanların bizzat yıldızlarla vurulmadıklarını, çünki onların kendi yörüngeleri
içinde kaldıklarını yazar. Bu olay, kendisinden kor alman bir ateşe benzetilir.
Bu alıntıya rağmen ateş, yerinde eksiksiz olarak durmaktadır.[77] Bu
konuda Fahruddîn Râzî'nin yazdıkları da diğerlerinden farksızdır. Ona göre de
şeytanlar, yıldızların kütleleriyle değil, onlardan çıkıp ayrılan alev
parçalarıyla vurulurlar ki bunlar da şihablardan ibarettir.[78]
Hakîm'den bazı nakiller yapan Neysabûrî'de kitabında benzer görüşlere yer
verir. Ona göre; koruyan yıldızlardan kasıt, bizzat yörüngelerine kapatılmış
yıldızlar değildir. Eğer böyle olsaydı onların sayısında bir azalma gözlenirdi.
Bundan kasıt, yıldızdan yükselen buharın oluşturduğu ateş topu (:küretü'n-nâr')
ile ortaya çıkan alev parçalan (:şühüb) dır.[79] Burada
ateş topunu oluşturan gazlar, buhar diye isimlendirilmiştir.
Pek çok ilim ehlini
meşgul etmeğe devam eden Nûr âyetinde; "İnci parlaklığına sahip bir yıldız
gibi olan kristal içindeki kandil" den söz edildiğini daha önce
söylemiştik. Burada kendisine benzetme yapılan ve inci gibi parlak anlamında
olan "dürriyy "kelimesini bazı kıraat ve dil bilginleri, çoğunluğun
aksine "dürr " tarzında hemzeli olarak okuyup ona "itici"
anlamım vermişlerdir. Ünlü dil bilimci Sîbeveyh (ö. 180 h/796 m), parıldayan
ışıkların birbirlerini ittiklerini söyler.[80] Bu
kıraata göre, ışık gücüyle itici özelliği olan yıldızlardan söz etmek mümkün
olur.
Bizim bu anlayışlar
çerçevesi içinde, yerküremizin hava tabakasına girip kayarak yanmaya başlıyan
ve halk arasında yıldız kayması veya düşmesi diye nitelendirilen olaya yol
açan gök cisim ve taşlarım, şihab yıldızları yahut atış taneleri olarak
görmemiz doğru olmaz. Bunlar ancak yıldız ve gezegenlerden, her hangi bir
sebeple kopup uzaya dağılmış çeşitli mâden ve taş parçacıklan olabilirler ki
kanaatımca şu âyet bu tür cisimlerden söz etmektedir:
" Eğer Biz
dilersek onları yere geçiririz yahut üstlerine gökten parçalar düşürürüz".[81]
Âyette geçen ve
parçalar anlamını taşıyan "kisef: "kelimesi bu tür cisimleri ifâde
etmektedir. Eğer bir kısım haberlerde bu kayan ve düşen cisimlere
"şihâb" yahut atış taşları (:rucûm) denilmişse bu bir benzetme veya
vaktiyle onların bir parçası olmaları dolayisiyle olabilir. Elbet bu olayın
açıklamasında yanılmış olanlar da vardır. Endülüslü Kurtubî'nin yazdığına
bakılırsa, bir kısım bilginler, bu olaya, bir yıldızın dağılıp düşmesi olarak
bakarlarken, bazıları da, düşen bir ateşten çıkan alevin, bize yıldız kayması
gibi göründüğünü ve yıldızın aslında kaymadığını, söylerler. Bunlar ayrıca;
uzaklıkları nedeniyle yıldız hareketlerinin görünmediğini oysa bize yakın
oldukları için atış tanelerinin bu hareketlerinin izlenebildiği, mantığını da yürütürler.[82]
Küçük ve fakat korkunç
güçleri olduğu anlaşılan şihab yıldızlarının ve atış tanelerinin bir
yörüngeleri olup olmadığını bilemiyoruz. Şu kadar varki bir yörüngeye bağlı
kalmak faaliyet alanını daraltır. Çünki bunların, vurup etkiliyecekleri cisim
veya gök şeytan ve cinlerini, serbest hareketleriyle izlemeleri gerekir. Alev
veya ışınlaması ile vurup delen bir yıldız olan "târik" yıldızını Hz.
Ali (r.) gibi bazıları yedinci göğün yıldızı olarak görürler ve yerini almak
istiyen başka gök yıldızlarım engellemek için bu yıldızın iniş ve çıkışlar
yaptığını ve bu hareketi yüzünden ona târik denildiğini söylerler.[83] Bir
kısımları da bu yıldızın "sâkıb" sıfatını, bütün yıldızların üstüne
yükselmesinden dolayı aldığını ve bir kuşun da çok irtifa kaydettiğinde aynı
sıfatla nitelendiğini iddia ederler.[84] Bu
açıklamaların doğru olduğunu kabul ettiğimizde, yıldızın yörünge dışı
hareketlerini de kabul etmemiz gerekecektir. Cin sûresi 8 ilâ 9. âyetlerden
anlaşıldığına göre Hz. Peygamber (S)'e vahiy geleceği sırada gök yüzü, vahyin
salimen inişini temin için çok fazla miktarda, vurup delen şihablarla ve diğer
sert bekçilerle doldurulmuştur. Vahiy öncesi zamanlarda göklere çıkıp oralarda
oturan, gezen ve haberler toplamaya çalışan cinler bu sefer böyle bîr şeye imkân
bulamazlar. Bu sûrede cinler adına konuşturulan bir cin, bunları anlattıktan
sonra, devamla şöyle der; "Fakat şimdi kim haber dinlemeğe kal-kışsa
kendisini gözetip duran bir şihab (ışın ve alev parçası) ile karşılaşıyor".
Burada gözetlemede olan şihâb (:şihâb rasad) dan sözedilmiştir. Cin ve
şeytanların göklerden haber derlemeleri vahiy sürecinin başlamasıyla birlikte
şuaları yeryüzünden de görünen bu atış taşlarıyla engellendi. Yıldız kayması
biçimindeki bu görüntüler Mekke ve Tâif bölgelerinde kıyamet korkusuna yol
açtı. O kadar ki mal ve kölelerine aldırış etmeyen halk görülmemiş şekilde
ilâhlarına kurbanlar kesmeye başladılar. Çoğunun bu yolla mallarının önemli bir
kısmı heder olup gider.[85]
Bu gözetleme
faaliyetleri, şüphesiz, bu tür cisimlerin hareket serbestliğini, zarurî kılar.
Bu tür yıldızların görevleri arasında, yörüngelerinde sapma olan yıldız ve
gezegenleri, yörüngelerine oturtma görevinin de bulunup bulunmadığım
bilemiyoruz. Bu sûrede koruma görevli yıldızlara "güçlü bekçiler"
tâbir edilmiş ve bu arada gene, açıklamasını yaptığımız şihab-lardan
sözedilmiştir.[86]
Konumuza, olağanüstü
enerji gücü yüklü koruma görevli yıldız ve cisimlerin gene ateş (enerji) den
yaratılmış cin ve şeytanlara nasıl etki ettikleri tartışması İle son
vereceğiz. Kur' an 'dan öğrendiğimize göre cinler ve onların soyundan olan
şeytanlar nardan yaratılmışlar[87] ve
insanlar gibi de akılla donatılmışlardır. Şüphesiz Kur'an'ın nar (:ateş) dediği
şey, çeşitli enerji türlerinin genel bir adı olmalıdır. Biz cin ve şeytanların
bu türlerin hangisinden yaratıldıklarını bilemiyoruz. Ateşten olan, ateşten
olana nasıl etki ediyor? Aynı soru, incelemesini yaptığımız bu yıldızların gene
enerji yüklü diğer yıldızlara olan etkisi için de söz konusudur. İran ve Türk
illerinde büyüyüp yetişen ve gene bu bölgelerde ilmî faaliyetlerde bulunan
Ku-reyş asıllı müfessir-filozof Fahruddîn er-Râzf (544-606 h/1150-1210 m)'ye
göre; şeytanlar şihab yıldızlarının ateşinden daha zayıf bir ateşten yaratıldıkları
için bu yıldızlar onları yakma gücüne sahiptirler.[88]
Râzî'den etkilenen kelâma müfessir Neysabûrî (ö. 728 h/l328 m) de kitabında;
ateş ve ışıklı nesnelerin birbirlerinden farklı güçte olduklarını, şeytanların
ise sırf ateş olmayıp sâdece yaratılışlarında ateşin ağırlıklı olduğunu ve
dolayisiyle de şi-hablann onlara etkisinin tabii olduğunu, yazar. O kitabının
bir başka yerinde de; ateş ateşi nasıl yakar sorusuna; "aynı cinsten de
olsa güçlü zayıfı ortadan kaldırır" diye cevap verir.[89]
Herhalde enerji türleri değişik olursa güçlü zayıfı, başka bir şeye dönüştürür
yahut imha eder veya kovar, fakat aynı türden iseler o takdirde güçlünün
zayıfı kendine katması tabii olabilir. Her neyse bu benim uzmanlık alanımın
dışında bir konudur.
Buraya kadar
edindiğimiz bilgilerden, incelemesini yaptığımız bu tür yıldızların, günümüzde,
gök bilimcilerinin bulup ortaya çıkardıkları notron yıldızlar ile benzer
özellikler taşıdıkları anlaşılıyor. Söylendiğine göre dünyamızdan yüzbinlerce
ve güneşimizden çok daha büyük ve ağır bir yıldız 10 km. çapına ininceye kadar
ve aynı ağırlığını koruyarak küçülebiliyor. Bunlar inanılmaz bir hızla
dönebiliyor ve bu yüzden de görülmemiş ve korkunç bir mıknatıs alan
oluşturabiliyorlar!.[90] Gene
de karar vermek elbet bu sallanın bilim adamlarına düşecektir. Gökler hârika ve
müthiş şeylerle dolu! [91]
Her yıldız bir
güneştir ve her güneşin de kendine tâbi gezegenlerinin olması tabiidir. Biz
burada kısa olarak yerküremizin de içlerinde bulunduğu güneş ailesine bağlı
gezegenlerin sayısından bahsedeceğiz. Eğer biz H z. Yûsuf (S)'un, rüyasında
gördüğü 11 "kevkeb güneşimizin gezegenlerine yorumlarsak o takdirde
bunların gerçek sayıları hakkında ciddî bir araştırma yapmamız gerekecektir.
Bu rüya Kur'an'da şöyle dile getirilir:
"Hani Yûsuf
babasına söyle demişti; Babacığım ben rüyada, gerçekten onbir yıldızla, güneş
ve ayı gördüm; onları bana secde ederlerken gördüm".[92]
Onbir yıldız, bazı
müfessirlerce Hz. Yûsuf 'un sonradan kendisine muhtaç ve teslim olan
kardeşlerine yorumlanırken güneş ve ay da onun ana babasına yorumlanmıştır. Bu
arada müfessirler, onbir yıldız adının geçtiği bir hadîse de yer verdiler ki bu
hadis, yıldız isimlerindeki bazı küçük farklarla birlikte hadisçi Hâkim 'in
kitabında da bulunmaktadır. Birinci derecedeki sahih hadis kaynaklarında
bulunmayan bu hadiste anlatıldığına göre, ehl-i kitaptan biri Peygamber (S)'e
gelerek bu onbir yıldızın ne olduklarını sormuş, o da"hadsân, târik, zebbal,
kabis, vûdân, falık, nush, kurûh, zü'l-kenfân, zü'İ-ferv, vessab"[93]
isimlerini veya biraz farklı isimler vermiştir.[94]
Müfessir Neysabûrî, isimleri verilen bu yıldız veya gezegenlerin çoğunun, gök
ilmiyle uğraşanlarca meşhur olmadıklarını, yazar.[95]
Hâkim'in kitabına aldığı hadiste bu onbir kevkebin, göğün yan taraflanyla
kuşatılmış oldukları kaydı da vardır. Bu da onların gökada içinde merkezde
değil de kenarlarda bir yerde olduklarını, ifâde edebilir.
Âyette, yıldızların ay
ve güneşle beraber söylenişi ve onların "necm" yerine
"kevkeb" kelimesiyle dile getirilişi bunların gezegen olma
ihtimallerini güçlendirmektedir. Çünki Kur'an'da kevkeb kelimesi daha önce
gördüğümüz gibi genellikle gezegen anlamında kullanılmıştır. Eğer biz ay ve
güneşi 11 sayısından çıkarırsak geriye 9 kalır. Fakat âyetin ifadesinde böyle
bir çıkarma işlemini gerektirecek bir durum bulunmamaktadır. Az önce
kaydettiğimiz hadiste geçen yıldızlara gelince bu hadisin birinci derecedeki
sahih kaynaklarda bulunmayışı elbet ona şüpheyle bakılmasına yol açacaktır.
Biz âyetteki "kevkeb" kelimesini genelde olduğu gibi gezegen anlamında
ele alır ve bunu da Y û s u f 'un kardeşlerinin yanı sıra doğrudan gezegenlere
yorumlarsak o takdirde Yûsuf ailesi gibi güneş ailesinin 11 gezegene sahip olduğuna
hükmedebiliriz.
Güneş ailesinin elbet
gezegenlerden başka çok sayıda kuyruklu yıldızları, gezegenlere ait ayları, ve
bir çok küçük gezegenler (:asteroidler) i vardır ve bu aile sanıldığı kadar
küçük değildir. Kimbilir belki bir gün Yûsuf'un rüyası gibi bu 11 gezegen
sayısı da gerçekleşir ve "n u h felek " yerini bu sayıya terkeder. [96]
Dünyamız güneşe tâbi
bir gezegendir ve kendisinin de ay adını verdiğimiz bir tek uydusu vardır.
Diğer gezegenlerden de bunun gibi uyduları olanlar vardır. Allah'ın varlığını
belgeleyen âyetlerden olup da karşımızda bütün parlakliklarıyla en çok duran ve
dünya üzerindeki hayat kendilerine bağlı bulunan ay ve güneş, Kur'an-ı Kerim'in
en çok üzerinde durduğu gök varlıkları olmuşlardır. Bizi en çok kendi ay ve
güneşimiz ilgilendirdiği için Kur'an onları bizim karşımıza daha fazla
çıkarmıştır. Diğer yandan öğrenmenin yakından uzağa doğru gitmesi de bir
esastır. Kur'an'ın bu tutumu başka ayların bulunmadığı anlamına gelmez.
Kur'an'da ve Peygamber (S)'in sözlerinde açık olarak birden fazla aya temas
edilmemekle beraber Kur'an'daki bazı genel ifâdelerden böyle bir çokluğa
hükmetmek mümkün olabilir. Biz şimdi bu tür âyetler ve onların tefsiri üzerinde
duracağız, işte onlardan birinde şöyle denilir:
"- Görmedinizmi,
Allah, yedi göğü birbiriyle ahenkli (uyum içinde) olarak nasıl yaratmıştır?
- Onların içinde ayı
bir nûr yapmış, güneşi de bir kandil hâline getirmiştir"[97]
Bu âyetlerde yedi
göğün durumu anlatılırken onların içinde yâni bütün bu göklerin hepsinde parlak
aydan da söz edilmiştir. Buradaki kamer (:ay) kelimesinin kendi türündeki bütün
ecrâmı ifâde etmesi mümkün iken müfes-sirler bunu sâdece dünyamızm kamerine
yormuş Iardır[98] Buna benzer başka bir
âyet daha vardır ve bunda ay ve güneş ile ilgili zamir ikil değil de çoğul
olarak gelmiştir. Bu âyetin ifâdesi de şöyledir:
" Gece ve gündüz,
güneş ve ay hep O'nun âyetler indendir. Siz ne güneşe ne aya secde etmeyin.
Onları yaratan Allah'a secde edin. Eğer ibadet edecekseniz Allah'a ibadet
edin".[99]
Müfessirlerin bir
kısmı âyette geçen çoğul "onlar" zamirini, gece, gündüz, ay ve
güneşe yorumlarlarken bir kısmı da arapçada ikilden sonra gelen zamirlerin
çoğul olabileceği kaidesinden hareket ettiler.[100] Bu
anlayışlara göre her ne kadar zamir çoğul olarak gelsede ay ve güneşin tekliği
ve daha doğrusu burada bizim ay ve güneşimiz sözkonusudur. Arapçada çoğul ise
esas itibariyle üç ve daha yukarı sayıları gösterir. Fussılet sûresinde, yer ve
(göklerin yaratılış ve oluşum devreleri anlatılırken bu anlatım içerisinde;
y'Her gökte de (Allah), ona âit emri vahyetti"[101]
denilmektedir. Sahabe (r.a)'den sonra gelen neslin müfessirlerinden Katâde (ö.
118 h/736 m) ve gökle ilgili konulara ilgi duyan es-Süddî (ö. 127 h/744 m) bu
âyeti diğerlerinden farklı anlıyarak buradaki vahyetme olayına, yaratma
anlamını verip her gökte; ay, güneş ve yıldızların yaratıldığı sonucuna
varmışlardır.[102] Fakat onlar, bir gök ve
bir güneş ailesi içerisinde mevcut aylar hakkında bir şey söylememişlerdir.
İki türk müfessiri
olan Harzem ilinden Zemahşerî (467-538 h/1074-1143 m) ile daha sonra Buhara
hanlığından Nesefî (ö. 710 h/1310 m) Yasin sûresi 40. âyete dayanarak ay ve
güneşlerin çokluğu hükmüne varmışlardır. Bu âyette şöyle denilir:
" Ne güneşin aya
erişip onu yakalaması ve ne de gecenin gündüzü geçmiş olması uygun (ve mümkün)
değildir. (Ecramdan) hepsi de (kendine özel) bir felekde (mihver etrafında ve
yörüngede) yüzüp dönerler".
Bu iki müfessir,
âyette geçen hepsi anlamındaki "küll: kelimesinin çokluk ifâde edişine
dayanarak aylar (:akmâr) ve güneşler (:şumûs) in çokluğu sonucuna varmışlardır.[103]
Gerçekten, araştırma ve gözlemler güneş ailesine bağlı bazı gezegenlerin
dünyamız gibi aylara ve hem de bazılarının iki aya birden sahip olduklarını
göstermiştir. Biz burada güneşi aydan ayırdedemediğimiz için bir nebze ondan da
sözetmek zorunda kaldık. Şimdi güneşi daha ayrıntılı olarak ayrı bir başlık
altında ele alacağız. [104]
Aslında her yıldız bir
güneş olduğundan milyarlarca güneş vardır. Dünyamızın güneşi gibi her güneş,
değişik sayıda da olsa bir takım gezegen ve diğer uydulara sahip olmalıdır.
Yalnız bizim güneşimizin uydu ve gezegenlere sahip olduğunu düşünmek elbetteki
yanlış olur. Kur'an-ı Kerîm'de, herbiri birer güneş olan yıldızlar (nucûm)dan
sözedilmiş ve hatta bunların bir gün sönüp kararacakları bildirilmiştir ki[105] bu
da onların birer güneş olduklarını gösterir. Diğer yandan, belli bir yıldız
türünü ifâde eden ve bize "kandiller: masabîh" diye takdim edilen
kütlelerin de, aldıkları bu isimden dolayı birer güneş oldukları
anlaşılmaktadır.[106]
Güneş, şüphesiz,
insanoğlunun en çok dikkatini çeken bir gök cismi olmuştur ve dünyamız, ailenin
diğer fertleri olan gezegenlerle onu paylaşmaktadır. Fakat ondan en güzel
biçimde nasibini alan dünyamız olmuştur veya diğer bir ifâdeyle o, en güzel
şeylerini dünyamıza vermiş ve vermeğe de devam etmektedir.
Az önce sözünü
ettiğimiz âyetlerden farklı ve ayrı olarak, dolaylı yoldan, güneşlerin
çokluğuna hükmedebileceğimiz başka âyetler daha vardır. Bunlardan birinde;
"O (Allah) hem iki doğunun Rabbidir ve hem iki batının Rabbidir"[107]
denilirken ötekinde; "Doğuların ve batıların Rabbine andederim"
denilir.[108] Bu âyette doğu ve batı
çoğul olarak gelmiştir. Bu konuda gelen üçüncü bir âyette ise sâdece doğulardan
bahsedilerek şöyle denilir.
" O, göklerin ve
yerin ve bunların arasında ne varsa hepsinin Rabbidir. O, doğuların da
Rabbidir"[109]
Müfessirler bu
âyetleri; güneşin mevsimlere göre kuzey ve güney yarımkürelerde ulaştığı en
son noktalar arasında her gün, doğuş ve batış yerlerinin değişmesi, tarzında
anlamışlardır. Görebildiğim kadariyle Kurtubî hâriç diğerleri bir yıl içinde
360 doğuş ve batış yerinden sözederken o, doğuş ve batış noktalarının sayısını
365 olarak vermiştir. Âyetlerden birinde geçen "iki doğu ve iki batı"
ifâdesine gelince bu da müfessirlerce; yaz ve kış, kuzey ve güney
yarımkürelerde güneşin ulaştığı en son noktalar, olarak yorumlanmıştır.
Kaydettiğimiz son âyette ise mağriblere değinilmeden sâdece doğulardan
sözedilmiştir. Bu da; karşılığmda aynı sayıda batıların bulunacağı tabii
olduğundan, söylemeğe gerek duyulmamıştır, tarzında bir yoruma uğramıştır.
Fahruddîn er-Râzî, diğerlerinden farklı olarak bu âyetlerde; bir ihtimal,
başka gezegenlere âit maşrık ve mağriblerin kastedilmiş olacağını, görüşlerine
ilâve etmiştir.[110]
Neysabûrî ise; burada güneş ve gezegenlerin ve diğer yıldızların orta bölge
(:mintıkatü'l-muvaddel) ye yaklaşıp uzaklaşmalarından kaynaklanan ve her gün
değişikliğe uğrayan doğu ve batılardan sözeder.[111]
Müfessirler şüphesizki
mânaları açık olmayan âyetleri açıklarlarken kendi zamanlarında aldıkları
eğitime ve o günki bilgi seviyesine göre bir açıklamada bulundular ve bu arada
elbet bazı tahminler de yürüttüler. Önceki medeniyetler tabiiki onları
etkilemiştir ve onların buralardan aldıkları bilgiler ve yürüttükleri
tahminler doğru olabileceği gibi yanlış da olabilir. Hele konu uzay meselesi
ise yanlışlar elbet bütün bütüne çoğalacaktır. Bizim de yanlış öğrendiğimiz çok
şey vardır ve tahminlerimizden yanlış çıkanlar çok olmuş Şu kadar varki biz
onlardan çok şanslıyız.
Bir yerin doğu ve
batısına sahip olmak orasının tamamına sahip olmak gibi bir anlama da gelir.
Nitekim Kur'an'da yüce Allah'ın, yeryüzünün hem doğusuna ve hem batısına sahip
olduğu bildirilir ki bu, dünyamızın tüm mülkiyet ve idâresinin O'na âit
olduğunu anlatmak için söylenmiştir.[112] Az
önce kaydettiğimiz âyetlerde ise yeryüzü sözkonusu yapılmadan sâdece doğular ve
batılar dile getirilmiştir. Bu da ister istemez bizi, başka âlemlerdeki başka
gezegenlere doğru götürmektedir. Oralarda da elbet güneşler vardır. Maşrık ve
magribden sözedilirken önce, doğan ve batan bir güneş ve bu güneşin, üzerinde
doğup battığı bir dünya veya bir gezegen aklımıza gelir. Acaba birden fazla
doğu ve batı, müfessirlerin açıkladığı şekilde dünyamızla mı ilgilidir, yoksa
bu ifâdeler, tüm kâinatta bunun gibi nice doğular ve nice batılar olduğunu mu
anlatıyor? Veyahutta peşi sıra, üzerinde birden fazla güneşin doğup battığı
dünyalar ve gezegenler mi vardır? Sâdece doğulardan söz eden âyet acaba bizlere,
güneşleri hiç batmıyan dünyalar ve gezegenler olduğunu mu anlatmak istiyor?
Bütün bunlar bizim kendimizi, düşünmekten alıkoyamadığımız sorulardır.
Göklerde elbet başka
güneşler de vardır ve hatta belkide bu güneşlerden faydalanan başka canlılar'da
vardır. En son olarak kaydedeceğimiz şu âyet böyle bir ihtimali
güçlendirmektedir:
" Göklerde ve
yerde olanlar da, onların gölgeleri de sabah akşam, ister istemez Allah'a
secde ederler"[113]
Bu âyette göklerdeki
sabah ve akşamlardan ve bu arada gölge bırakan varlıkların ibâdetinden
bahsedilmektedir. Melek ve cin1er ise bu tür varlıklar değillerdir. [114]
[1] Bu tesbit benim kulaktan
dolma bilgime dayanmaktadır.
[2] Mülk, 67/4.
[3] N
[4] Ayetin açıklaması hakkında
ayrıca uzayın fethi konusuna bak.
[5] Furkan, 25/61.
[6] Hıcr, 15/16-18.
[7] Hamza ve Kisâî için bak.
Kurtubî, XIII/65.
[8] Kurtubî, XIX/283.
[9] Burç adları; hamel (koç),
sevr (öküz), cevzâ' (koyun), Seretan (yengeç), esed (arslan), sünbiile (başak),
mîzan (terazi), Akreb, kavs (yay), cedy (oğlak), delv (kova), hût (balık), bak.
Kurtubî, XIX/283.
[10] Taberî, XIV/10-ll; İbn
Kesîr, III/622; Kurtubî, XIX/283; Gezegen yörüngeleri için bak. Fİruzûbâdî,
11/234.
[11] EbusSuûd Efendi, Tefsir,
IX/I35.
[12] Fîruzâbâdî, 11/234; Kurtubî,
XIX/283.
[13] Hıcr, 15/16.
[14] Meâric, 70/3-4.
[15] Taberî, XXVIII/44; Kurtubî,
XVIII/281.
[16] Gâfir, 40/15.
[17] Neysabûrî, XXIV/33.
[18] Yunus, 10/61; Sebe', 34/3;
Zerre altı küçük nesneler için bak.
"Maddelerin Yaratalışı" başlığı.
[19] Geniş bilgi ve kaynakar için
"Hz. Muhammedin Tabiat olaylarına bakışı" başlığına bak.
[20] Hz. Ömer ve el-Merginânî
için bak. en-Nahlâvî, el-Diirerel-Mubâha, 287; İbn Şebbe, IIJ/798.
[21] Prof. Dr. Celal Yeniçeri,
Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 122-126.
[22] Tekvîr, 81/15-18.
[23] Bunlar; zühal, müşierî,
mirrîh, zuhre ve ütârid'dir.
[24] Bütün bu görüşler için bak.
İbn Kuteybe, 517; Taberî, XXX/47-48; Zemahşerî, Vl/213; Kurtubî, XIX/236-237;
İbnu'l-Cevzi, IX/42; Neysabûrî, XXX/35; Nesefî, IV/336.
[25] Kurtubî, XlX/236.
[26] Neysabûrî, XXX/36.
[27] Kurtubî, XIX/239.
[28] Tckvîr, 81/1-2, 11.
[29] Vakıa, 56/75.
[30] Taberî, XXVII/117; Kurtubî,
XVII/222; İbnu'l-Cevzî, VIII/151.
[31] Dip No. 182'deki kaynaklara
bak.
[32] Nebe', 78/18-19.
[33] Bak. Kurtubî, XIX/176.
[34] Â'raf, 7/40.
[35] Kurtubî, VI1/206;
ibnü'l-Cevzî, II/97.
[36] İbnKesîr, 11/18-19.
[37] İbn Mâce, ikamet, 105.
[38] İbnü'1-Esîr, 1/259.
[39] Îbnü'l-Esîr, 1/259.
[40] Taberânî, el-Mu'cem
el-Kebîr, X/299, No. 10591; İbn Abbas'ın "mecerra gök kapısıdır ki gök
oradan (veya ondan dolayı çatlar)" sözü için ayrıca bak. Suyûtî, el-Hey'e,
v. 21/a.
[41] Zehebî ve İbnu'l-Cevzî,
ravîlerden birine dayanarak, farklı rivayeti bulunan bu hadisi uydurma olarak
görürler. el-Heysemî'nin eserinde ise hadisler sadece zayıf olarak nitelendirilir.
Bak. Taberânî, el-Mu'cem el-Kebîr. XX/67. No. 123; Suyûtî, el-Hey'e es-Seniyye,
v. 20/b; el-Heysemî, VIII/135; el-Hindî, Kenzu'l-'Ummâl, VI/1519I, 15248.
[42] San"anî, Musannef,
IH/256, No. 5559, 5560.
[43] Kadi Beydavî, H/592; Âyet
İçin bak. İnşikak, 84/1 –2.
[44] Prof. Dr. Celal Yeniçeri,
Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 127-133.
[45] Kurtubi, XV/67.
[46] Rahman sûresi 6. âyette
geçen "necrrTe bazıları, yere yayılıp büyüyen bitkiler, anlamını
vermişlerdir. Beş âyetten iki yerde "kevkeb" bir benzetmede
kullanılmıştır. Nûr sûresi 35. âyette, Allah'ın nuru anlatılırken, inci gibi
parlıyan bir kevkebe benzetilen bir kandilden bahsedilir. Diğeri ise Yûsuf
(S)'un rüyasında gördüğü 11 kevkebdir ki bu onun kardeşlerine yorumlanır. İbn
Kesîr, "'kevkeb"!, hem gezegen, hem de sabit yıldızlar olarak tefsir
etmiştir, C. 111/175.
[47] Murselâl, 77/8.
[48] Tekvîr, 81/1-2.
[49] Bak. Taberî, XXIX/143;
Kurtubî, XIX/157, 227-228; İbn Kesîr, III/604; Neysabûrî, XXIX/32, 134.
[50] Tank, 86/2-3.
[51] Gazali ve İmam Süheylî bu
âyet hakkında müştakı! eserler yazmışlardır. Bak. H. Basri Çantay, C. 11/635.
[52] İnfıtar, 82/1-2.
[53] Saffât,37/6.
[54] Fussılet, 41/12; Mülk, 67/5.
[55] Enam, 6/97; NahI, 16/16.
[56] Prof. Dr. Celal Yeniçeri,
Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 134-136.
[57] Hicr, 15/18; Saffât, 37/10;
Fussilet, 41/12; Mülk, 67/5; Cin, 72/8-9; Tank, 86/3.
[58] Saffat, 37/6-10.
[59] İbn Kuleybe, 236, 369, 489;
M. Fuad Abdülbald, Mu'ccmu Garîbi'I-Kur'an, 23.
[60] Nemi, 27/7.
[61] Râgıb el-Isbahânî, 392;
Neysabûrî, XIV/11; Kurhıbî, X/1I Hicr, 15/18.
[62] Hıcr, 15/18.
[63] Taberî, X1V/11, XXIIl/27-28;
Neysabûrî, XXIII/47; Hasan Basrî ve diğerleri için bak. Kurtubî.
[64] Taberî, X1V/11, XXIIl/27-28;
Neysabûrî, XXIII/47; Hasan Basrî ve diğerleri için bak. Kurtubî.
[65] Taberî, XXIII/27-28, XXX/91;
Kurtubî, XX/3.
[66] Râgib ei-Isbahânî,
"şihâb"ın siyahla karışık beyazlık anlamına geldiğini ve dumanla karışık
olduğu için bu ad verildiğini, yazar, a.g.m. s. 392.
[67] Tank, 86/1,3.
[68] F. Râzî, XXX/126-127.
[69] Zemahşerî, VI/224.
[70] Fussılel, 41/12.
[71] Mülk, 67/5.
[72] Zemahşerî, VI/224.
[73] Taberî,XXX/90-91.
[74] ERâzî,XXXI/l26-127.
[75] Kurtubî, XV/210-211,X/ll.
[76] İbn Kesîr, m/527.
[77] Zemahşerî,VI/135.
[78] F. Râzî, XXX/59.
[79] Neysabûrî, XXIII/45-46.
[80] Kurtubî, XII/261.
[81] Sebe', 34/9.
[82] Kurtubî, X/12, XV/67-68.
[83] Kurtubî, XX/1.
[84] Taberî,XXX/9I.
[85] İbn el-Ccvzî, el Vefa,
1/173.
[86] Peygamber (S)İn bazı
sözlerinden anlaşıldığına göre, melekler meclisinden, kulak hırsızlığı ile
haber alıp şihâb yıldızlarından kurtulmayı başaran bazı cinler olabilir. Gene
bunların içinden bazılarının, çaldıkları haberleri yeryüzünde kâhinlere
eriştirmeleri de mümkündür. Bu kâhinler o haberi yüz yalanla beraber
söyledikleri gerekçesiyle onlara inanılmaması konusunda Hz. Peygamber sert
uyanlarda bulunmuştur. Bak. Buhârî, Tefsir, 15; İbn Mâce, Mukaddime, 13; Ahmed,
1/274; İbn Hibban, Sahîh, 1/122, No. 35. Yalanla doğrunun ayırd edilemediği
sağlıksız bilgi alma usulleri Peygamberce yasaklanmıştır. Eğer kâhinler devreden
çıkarılarak geliştirilmiş dinleme cihazlarıyla, cinlerin kendilerine özel
konuşmaları tesbit cdilebilse, verdikleri işaretler çözülebilse gökler hakkında
bazı şeyler öğrenmek mümkün olabilir. Fakat Kur'an'dan anlaşılan şudur ki bu
yolla melekler meclisini dinlemek mümkün değildir ve cinlerin oradan almayı
başardıkları bir bilgi kırıntısına da insan ümit bağlamamalıdır. Diğer yandan
cinler de kâhinler gibi aldatıcı olabilirler. Ayrıca cinler soyundan olan
şeytanların da bu işlerin peşinde olduklarını düşünürsek gerçeklik payının ne
kadar azalacağını, anlarız. Buna rağmen dinleme cihazları ile bazı konuşmalar
tesbit edebilirsek bunu büyük bir basan saymalıyız ve değerlendirmeliyiz. Bu
arada hiç kimse bu yol!a edinilenleri din yerine koyma gibi bir gaflet İçinde
olmamalıdır. Hiç bir güç ne vahyin kaynağına İnebilir ve ne de vahyin
kanallanna nüfuz etmeyi başarabilir. Kur'an'da bunun mümkün olmadığı dile
getirilmiştir. Bak. Şuarâ, 26/212; Hacc, 22/15; Kurtubî, X/I0; Bu konuda bir
olay için bak. Buharî, Ezan, 105, Tefsir, 72.
[87] Bak. Arâf, 7/12; Hıcr,
15/27; Sad, 38/76; Rahman, 55/15.
[88] F. Râzî, XXVI/122.
[89] Neysabûrî, XXIII/45-46,
XIV/11; Neysabûrî her ne kadar Râzî'nin bu görüşte olmadığını yazıyorsa da biz
onun kitabında da aynı yaklaşımı görüyoruz.
[90] Bu alandaki bulgu ve
sonuçların, araştırmaların ilerlemesiyle birlikte sürekli değişebileceğini
unutmamak gerekir.
[91] Prof. Dr. Celal Yeniçeri,
Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 136-144.
[92] Yûsuf, 12/4.
[93] Hâkim, Müstedrek, IV/396.
[94] Kurtubî ve diğer tefsirlerde
verilen isimler farklılık!arıyla beraber şöyledir, Harsan (cer-yân, cerbân),
tank, zeyyâl, kâbis, mısbâh, darûh (sarûh), zü'I-ketİfeyn (zü'1-kenfât),
zü'l-kar' {zü'1-farg), falık, vessâb, -amûdân. Bak. Taberî, XH/90-91; Kurtubî,
IX/121-122; Nc-sefî, 11/211.
[95] Neysabûrî, XII/100.
[96] Prof. Dr. Celal Yeniçeri,
Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 144-145.
[97] Nûh. 71/15-16.
[98] Bak. Tabcrî, XXIX/60;
Kurtubî, XVII/163.
[99] Fussılet, 41/37.
[100] Bak. Taberî, XXl77; Kurtubî,
XV/364; Nesefî, IV/95.
[101] Fussılet, 41/12.
[102] Taberî, XXIV/64; Kurtubî,
XV/345.
[103] Zemahşerî, Keşşaf, V/97;
Nesefî, IV/9.
[104] Prof. Dr. Celal Yeniçeri,
Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 145-147.
[105] Mürselât, 77/8; Tekvîr,
81/2.
[106] Fussılet, 41/12; Mülk, 67/5.
[107] Rahman, 55/17.
[108] Me'âric, 70/40.
[109] Saffât.37/5.
[110] Hepsi için bak. Taberî,
XXIII/23-24; Zemahşerî, V/107; F. Râzî, XXVI/118, XXX/132; Kurtubî, XV/63-64;
İbn Kesîr, III/174; EbıTs-Sııûd, VII/184; M. Abdülbaki, Mu'cem
Ga-rîbu'l-Kur'an, 103.
[111] Neysabûrî, XX111/44.
[112] Şuârâ, 26/28; Muzzemmil,
73/9; ayrıca bak, A'râf, 7/137.
[113] Ra'd, 13/15.
[114] Prof. Dr. Celal Yeniçeri,
Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 147-149.