Cabbâr:2

Cahîm:2

Cânn:2

Câriye:2

Câsiye:2

Cebin:2

Cedd:2

Cehennem:3

Cehul:3

Cela:3

Celd:3

Cemel:3

Cennet:3

Cerâd:4

Cerh:4

Cesed:4

Cevâb:4

Cevarih:4

Cevb:4

Ceyb:4

Cibrîl-Cebrail:4

Cîd:5

Cifân:5

Cihâd:5

Cilbâb/Celâbin:5

Cînn:6

Cibt:6

Ciyad:6

Cizye:7

Cudûd:7

Cum'a:7

Curûf:7

Cünâh:7

Cünûb:7

Cünûd:7

Cüsûm:8


Cabbâr:

 

Cebbar; büyük, güçlü, güç ve kudret sahibi.

Cabbâr[1], "cebir"den mübalağalı ism-i faildir. Yani çok cebredici, istediğini yapmaya mecbur bırakan demektir. Cabbâr vasfında başlıca iki mana vardır.

Birincisi; cebir, kırığı yerine getirip sıkı sıkıya sarmak, eksiği ıslah edip tamamlamak demektir. Nitekim "cebri mafat etti" denilir ki, kaybolanı yerine getirdi, telafi eyledi demek olur. Bu manada cabbâr ismi, halkın eksikliklerini tamamlayan, ihtiyaçlarını gide­ren, işlerini düzelten aynı şekilde ortaya çıkan bir sorunu çözmede çok kararlı ve güçlü hakim mana­sına da gelir.

İkincisi, dilediğini zorla yap­tırmak anlamına gelir. Bu anlam­da cabbâr "zorlu" demek olur. Kahhâr ismi gibi "cabbâr" ismi de halkı iradesine mecbur eden, dile­diğini, istediği gibi yaptırmaya kadir olan, iradesine karşı gelin­mesi mümkün olmayan güç ve kudret sahibi demektir.

Ayrıca cabbâr isminde, ken­disine erişilemez, el uzatılamaz manasının olduğu da İbni Enbari tarafından söylenmiştir. Nitekim, el yetişmeyen çok yüksek hurma ağacına da "cabbâr" denilir. Hal­kın, insanların sıfatı olarak kulla­nıldığında cabbâr kelimesi şu an­lamlara gelir:

1- Musallat olmak,

2- İri göv­deli,

3- İnatçı, dik kafalı, ibadet et­memekte direnen.

4- Katil, çok za­lim, çok kişiyi katleden demektir. [2]

Cebbâr, dört şekilde tefsir edilir:

1. Kahredici güce sahip, istediğini, her­kese ve her şeye rağmen yerine getirebilen -ki bu da Al­lah Teâlâ'dır-

"Azizdir, cebbardır (yarattıklarını, irade ettiğini yerine getirmeye kahr u galebesiyle mecbur edendir)." [3]

"(Ey Nebi!) Sen onların üzerinde bir cebbar (on­ları İslâm'a girmeye mecbur edecek güç ve egemenliğe sahib) değilsin." [4]

2. Haksız yere öldüren -yaratılmışlar için-

"Yakaladığınız zaman da cebbarlar olarak mı yakalar­sınız (zorbaların yaptığı gibi yakalayıp haksız yere mi öldürürsünüz)?" [5]

"(Ey Mûsa!) Sen yeryüzünde bir cebbar (haksız yere öldüren bir kimse) olmayı irade ediyorsun?" [6]

"Allah, mütekebbir (Allah'a ibâdeti kendine yediremeyip büyüklenen) her cebbarın (haksız yere öldüren her kimsenin) kalbini işte böyle mühürler." [7]

3. Allah'a ibâdeti kendisine yediremeyip büyüklenen/mütekebbir

"(Yahya), cebbar (yani, Allah'a ibâdeti kendine yediremeyip büyüklenen) ve isyankâr (yani, O'na isyan eden bir kimse) değildi." [8]

"(İsâ şöyle dedi): "Beni bir cebbar (Allah'a ibâde­ti kendine yediremeyip büyüklük taslayan) şaki kıl­madı." [9]

4. Boylu-poslu, iri-yarı ve kuvvetli

"Orada cebbar (boylu-poslu, iri-yarı ve kuvvetli) bir kavm var." [10]

 

Câbu:

 

Kestiler. "Filan kimse ülkeleri katediyor" mânâsına gelen, "Fulânun yecubu’l-bilâdi" sözü de bundan alınmıştır.

 

Câhiliye:

 

Kur'ân'da dört âyette zikredilen[11] bu kavram, "cehile" kökünden türemiş olup klasik lügatlarda bu kelimeye ilmin karşıtı olarak genellikle "bilgisizlik" anlamı verilmiş[12] ve İslâm'ın doğuşundan önce Arabistan tarihinin karanlık döne­mine isim olarak kullanılan bir ıstılah halini almıştır.[13] Esa­sında cahiliye, Kur'ân'ın öngördüğü İslâmî ahlâk ve entellektüel nazardan mahrum, her türlü hayat, davranış ve tutum tarzını temsil etmektedir.[14]

Arap dilinin ölümsüz üstadı Rağıbu'l-İsfehânî, onun manasının üç şekilde incelenebileceğini söyler. Ona göre bu kavram; "nefsin ilimden yoksun olması, gerçeğin dışında bir şeye inanmak, -ister doğru ister yanlış olsun- bu inanca uymayan hareket ve fiillerde bulunmak"[15] gibi anlamları içermektedir.

Seyyid Şerif Cürcânî ise "cehl" kelimesini yukarıdaki tanıma yakın olarak, "Bir şeyin gerçeğinin zıddına inanmak" olarak tanımlamıştır. Ancak bu tanıma itiraz edilerek "cehl", bilginin yokluğu ve zihinde olmayan bir şeydir, denmiştir. O da buna karşı çıkarak "cehl" kavramının zihinle ilgili olduğu hususunda ısrar etmiştir.[16] Tanımlardan anlaşıldığı üzere Râğıb, cehlin yorumunu, nefsin ilimden boş olması olarak tavsif ederken, Cürcânî'ye gelen itiraz, "bilginin yokluğu ve zihinde olmayan bir şey" olarak ifade edilmiştir. Diğer yandan gerçeğin dışında olması bakımından Rağib'ın verdiği mana ile, Cürcânî'nin aynı kavramla ilgili öne sürdüğü yorum arasında, mutabakat vardır denebilir. Şu kadar var ki Râğıb, "gerçeğin dışına", Cürcani ise "gerçeğin zıddına inanmaktır" demiştir.

Batılı   müsteşriklerinden   olan   Goldziher,   "cehile" kelimesini incelerken,   yukarıdaki anlamlardan farklı olarak onu; "alime"nin değil, "halume"nin (sakin, sabırlı ve halim olma) karşıtı olarak tanımlar. Dolayısıyla "cehile" sert, kaba, pek hoyrat ve kırıcı gibi manalar taşımaktadır. Bu itibarla ona göre "cehile" barbarlık, kabalık ve sertliktir. Kur'ân'ın bu ıstılaha getirdiği yeni mana da bu yöndedir.[17] Bize göre Furkân sûresinin 15. âyeti bu düşünceye kaynaklık etmektedir. Zira âyette "O, çok esirgeyen Allah'ın kulları ki onlar, yeryüzünde vakar ve tevazu ile yürürler, kendilerini bilmez "cahiller" onlara sözlü saldırıda bulunduklarında "selam" deyip geçerler." buyurulmaktadır.

Mısırlı İslâm araştırmacılarından olan Ahmed Emin de, "câhiliye" kavramı hususunda Goldziher'le aynı görüşü paylaşmaktadır. Zira ona göre de bu kavram "ilmin" zıddı olan "cehl" kelimesinin değil, ahmaklık, sertlik, kabalık ve aşırı derecede öfkeli olmanın karşıtı olan "hilm" kelimesinin zıddıdır. Nitekim Hz. Peygamber, ırkından dolayı birisini ayıplayan Ebû Zerr'e, "Sen, kendisinde "câhiliye" izi olan bir kişisin."[18] demiştir. Buradan da anlaşılıyor ki, "câhiliye" kelimesi hamiyet, kendini beğenme ve övünme gibi manalar taşımakta ve İslâm'dan önceki câhiliye toplumunu çağrıştırmaktadır.[19]

"Câhiliye" kelimesinin türevlerinin, İslâm'dan önceki şiirde çokça kullanıldığı göze çarpar, mesela, Antara b. Şeddâd bir beytinde şöyle der:

"Ey Malik'in kızı, bilmediklerini atlılara sorsaydın ya.”[20]

Amr b. Kulsûm aynı kavramı kullanır:

"Sakın kimse bize karşı zorbalık etmesin. O zaman her zorbadan daha zorba oluruz."[21]

Görüldüğü gibi Kur'ân dilinde bu kelime; "sathî görüşlülük, basit hüküm" manalarında kullanılarak, "kişinin görülen eşya ve olayların arkasındaki ilâhî iradeyi anlayamaması, kâinat varlıklarını, Allah'ın âyetleri olarak görememesi demektir.[22]

İslâm'dan önceki dönemde bu kelimenin dini bir manası yoktu. Cehl, insanın kişisel bir niteliği idi. Ancak çok belirgin bir nitelikti. İslâm'dan önceye ait bir şiirde mutlaka "hilm" ile beraber kullanılmıştı. Buna örnek olarak 'Amr b. Ahhar el-Bâhilî'nin şu sözü yeterli olabilir kanaatindeyiz:

Cariyelerimizin servis yaptığı büyük kazanlar, bir kere cahil oldu mu (fokurdamağa başladı mı), bir daha halim olamaz, sükunet bulmaz."[23]

Netice itibariyle câhiliye döneminde, yukarıda geçen manalarda kullanılan bu kelime, genelde kabalığın ve hoyratlığın hakim olduğu İslâm öncesi bir dönem için kullanılan bir alem (özel isim) haline gelmiştir denebilir. Ancak bu kavramı sadece bu dönemle sınırlandırmak doğru değildir. Zira o dönemde yaşayan kişiler, insanî değerlerden yoksun değillerdi. Çünkü onların da kendilerine göre görgü ve bilgi kuralları vardı. Hatta diyebiliriz ki onlar, günümüzde bir çok toplumun bile henüz ulaşamadığı, kerem, cesaret, zayıfa yardım, misafirperverlik ve benzeri özelliklere sahiptiler. Üstelik Arapların, özellikle de, çevre kültür zenginliklerinin sürekli naklolunduğu bir ticaret merkezi durumundaki Mekke ve civarında yaşayanların, bilimsel ve teknolojik bakımdan pek de çağların gerisinde oldukları söylenemez. Ancak Kur'ân yine de onların cahilî bir toplum olduklarını belirtmiştir. Çünkü Kur'ân, bu kelimeye yukarıda söylenenlerden başka anlamlar da yüklemiştir. Dolayısıyla câhiliye, her ne kadar bilgisizlik ve ilimsizlik olarak anlaşılmışsa da, esasında o, bir yaşantı, bir ideoloji, bir düşünce sistemi ve yüce hükümleri tanımama ve ona göre hareket etme konusundaki yetersiz­liktir.[24]

 

Cahîm:

 

Cahîm şiddetle kö­püren, alevli, büyük ateş demektir. Ce­hennemin en şiddetli tabakası an­lamlarında da kullanılır.

 

Cânn:

 

Cânn[25], "nün"un teşdi­di ile cin demektir. "Mâlik" ile "milk" gibi ikisi de sıfattır. Veya cin, "milk" gibi ism-i cins, cann, "mâlik" gibi sıfat ismidir. [26]

 

Câriye:

 

Câriye[27], gemi demek­tir. Hakka Sûresi'ndeki âyette özel­likle Nuh'un gemisi anlamındadır. "Tis'ûne câriyeh fî batni câriyeh" "Bir gemi içinde doksan kız" de­mektir. Cariye: Kadın, kız anlamı­na da gelir. Günlük dilde genelde bu şekilde kullanılır. [28]

 

Câsiye:

 

Câsiye, toplu yahut korkunun şiddetinden dolayı diz üstü çöken manası­nadır. Bir kimse, dizleri üzerine oturduğunda "Cesâ" denir. Muzârisi "Yecsu"dur.

"Her ümmeti diz çökmüş görürsün, her ümmet kendi kitabına çağırılır."[29] ayetindeki kullanımı nedeniyle Câsiye Sûresi'ne isim olmuştur. [30]

 

Ce'alu:

 

Ce'alû, iki şekilde tefsir edilir:

1. Allah'ı nitelendirmek/vasfetmek/tavsif etmek

"Cinleri Allah'a ortak kıldılar (ce'alû) (Allah'ın ortakları olarak nitelendirdiler); halbuki onları O ya­rattı." [31]

"O'na kullarından bir cüz kıldılar (ce'alû) (kulla­rından birtakım kimseleri Allah'ın ortağı olarak nitelendirdiler)."[32]

"Allah'a kızlar kılarlar (yec'alûne) (Allah'ı kızla­rı olmakla nitelendirirler)." [33]

"Rahmân'ın kulları olan melekleri de dişi kıldılar (ce'alû) (dişi olarak nitelendirdiler)." [34]

2. Yaptılar, işlediler

"Onlar, yarattığı ekin ve en'âm'dan Allah için bir nasib yaptılar (ce'alû)." [35]

"De ki: "Allah'ın size indirdiği ve sizin de bir kısmını haram, bir kısmını helâl yaptığınız (ce'altum) rızk hakkında reyiniz nedir?" [36]

 

Cebin:

 

Cebin, şakak, alınların yanlarıdır.

 

Cedd:

 

Cedd, lügatte, büyüklük, ululuk ve güçlülük demektir. Bir kim­se, başkasının nazarında büyürse, "Cedde fulânin fi uyuni" der. Cedd, aynı zamanda pay ve dede demektir.

Cedd kelimesinin aslı Kamûs sahibinin Besâir'deki açık­lamasına göre; düz araziyi baştan başa kat' edip geçmek demektir. Çalışıp gayret göstermeye de, el­biseyi kesip biçmekle ilgili yenili­ğe de, gece gündüz arasındaki mesafeye de denir. Baht, gına, nasib, şan'ü azamet mânâlarına, bu münasebetle büyük babaya "ced" denilmesi bundandır.

Bu nedenle, "cedd" iyi baht, iyi talih, şan şeref, nasip kısmet manalarına geldiğinden, mesut ve bahtiyar kimselere "ashâbu'l-cedd", "zevü'1-cedd" veya "mecdud" denir. Yine aynı nedenle "ceddu fî uyûnu'n-nâsü cedâe" "herkesin gözünde büyüdükçe büyüdü" denilir. "Cim"in ötresi  "ceddü", azim demek olur.

 

Cehennem:

 

Cehennem, azab evi, yurdu olan ateşin özel ismidir ve dişil bir kelimedir. Arapça "cehmân" kelimesinden türetil­miştir. "Cehm", sert ve çirkin ol­mak, "cehmân" dibi görünmez derin kuyu demektir.

"Feannel" veznindeki cehen­nem, özel isim ve dişil bir kelime olduğundan dolayı gayr-i münsarif olmuştur. Bunun "kehennam"dan Arapçalaştırılmış ya­bancı bir kelime olduğu, gayri munsarif oluşunun ucme/acem ve özel isim olmasından kaynak­landığı da söylenmiştir.

Dünyada şer ve günah içerisinde yaşayanların ahirette kalacakları yer olarak[37] tanımlanan bu kelime, Kur'ân'da 76 âyette zikredilir. Arap dilinde, derin çukur anlamında kullanılmıştır. Sözgelimi Araplar "bi’ru şetune" dediklerinde "dibi derin kuyu" manası anlaşılır. Buradan da, cehennemin dibi derin olduğu için bu ismi aldığı zikredilmiştir.[38] Câhiliye döneminde "cehennem" kelimesi şiirlerde kullanılmıştır. Nitekim Antara'nin aşağıdaki beytinde bunu görmekteyiz:

"Şerefsiz yaşayıp cennette yaşamaktansa, şerefle cehennemde yaşamak daha iyidir."[39]

Dil bilginleri "cehennem" kelimesinin Arapça kökenli olup olmadığı hakkında çeşitli görüşler öne sürmüşlerdir. Bunlar kısaca şöyle özetlenebilir:

İbn Dureyd'e göre "Cehennem kelimesinin ismi bir adamın lakabı olan "cehennâm" isminden alınmıştır.”[40]

el-Cevâlîkî ise, bu kelimenin aslı, İbranice'de "Key henum" , Suryânice'de "kehennâ", Yunanca'da "kenenâ"dır. Yine İbn Manzûr bu kelime ile ilgili olarak çeşitli görüşler nakletmiştir:

el-Lihyânî'den naklettiğine göre o, cehennem kelime­sinin yabancı bir isim olduğunu, bu ismin de bir adama lakab olarak kullanıldığını söylemiştir.[41]

el-Ezheri bu kelime ile ilgili iki görüş nakleder:

a- Yûnus b. Habib ve bir çok nahivci "cehennem" in, Allah'ın ahirette onunla azap edeceği bir ateşin ismi olduğunu, başka bir dilden geldiğini, özel isim ve yabancı bir kelime olduğundan dolayı da gayr-i munsarif olduğunu söylemiş­lerdir.

b- Diğer bir kısım nahivciler ise "cehennem"in Arapça olduğunu, derinliğinin fazla oluşu nedeniyle, ahiretteki ateşin kendisiyle isimlendirildiğini, müenneslik ve marifelik yönünün ağır basmasından dolayı gayr-i munsarif olduğunu[42] ifade etmişlerdir.

Kanaatimize göre bu kelimenin aslı Arapça değildir. Diğer dillerden Arapçaya intikal etmiştir. Bu görüşü öne süren bilginlerin delilleri daha kuvvetlidir.[43]

 

Cehre:

 

Cehre, alenî demektir. Cehr kelimesi, aslında "açığa çıkmak" demektir. Cehren Kur'an okumak ve cehren yani açıkça isyanda bulunmak bu kabildendir. Araplar bu manada: "Emiri, bir şeyle örtünmemiş, açıkça gördüm" derler. İbn Abbas da, cehreten kelimesini ıyânen (açıkça) şeklinde tefsir etmiştir.

 

Cehul:

 

Cehul[44], alim değil, çünkü davasının, yaptıklarının akıbetini, sonucunu bilmiyor. Onun için zulmediyor. Alimin zıddıdır. [45]

 

Cela:

 

Celâ, çoluk çocukla birlikte yurttan çıkmak.

''Celâ[46], "icla" gibi geçişli de geçişsiz de olur. Apaçık, açık­lık, açılmak, açığa çıkmamak veya çıkarılmak demek olan "celû"dan gelen "celâ", bir kimsenin veya topluluğun bir sebeple, tedirgin edilerek yerinden yurdundan uzaklaşması veya uzaklaştırılmasıdır. Yurdu açık kalmış, kendisi çıkarılmış olur. Biz sırasına göre nefy, iclâ, uzaklaştırma, tehcir, sürgün, açılma, açığa çıkarılma, tezikme, teziktirme ifadelerini kullanırız. [47]

 

Celd:

 

Celde[48], deriye vurmak­tır. Her bir vuruşa celde denir. Keşşaf’ta, celd lafzında elem, acı verme söz konusudur. Bu nedenle lahme (ete) tecavüz ettirilmemek gerektir, denilmiştir. Çünkü "celd" cilde vurmaktır. Nitekim "zaherahu" sırtına vurdu. "Batenahu" karnına vurdu, "reesehu" başına vurdu demek olduğu gibi, derisine vurdu mânâsına da "celedehu" denilir.

Demek ki deri duyacak kadar kaba elbisenin üzerinden vurma­ya "celd" denmez. Kur'ân'da ifa­de edilen celd, eti çürütmeyecek ve sıhhî bir tehlike oluşturmaya­cak bir "celd"dir. Celde vurmak işkence etmek değildir. Şiddetli bir şekilde vurma kastedilmemektedir. [49]

 

Cemel:

 

Cemel[50], deve demektir. Ancak cemel deve manasına gel­diği gibi urgan ve halat manasına da gelir. "Cümmal", "cümel", "cüml" ve "cümül" dahi denilir. En’am: 6/40 ayetindeki "deve (veya ha­lat) iğnenin deliğine girinceye ka­dar" ifadesi, bir şeyin imkansızlı­ğını anlatan "balık kavağa çıkın­caya kadar" cümlesinde olduğu gibi bir darbı meseldir. Bu açıdan En’am: 6/40'daki "cemel" kelimesinin "deve" anlamında olması daha uygundur. [51]

 

Cemm:

 

Cemm, "pek çok" demektir. Şâir şöyle der:

Allah'ım! Sen bağışlarsan çok bağışlarsın. Hangi kulun var ki günah işlemesin.

 

Cenâ:

 

Cenâ, ağaçtan koparılıp toplanan meyvedir.

 

Cennet:

 

Cennet[52], içine girme­den görülmeyen, gizli, çok değer­li bağ, bahçe demektir. Bu özellik­lerin tümünü kapsayan inananla­rın, Müslümanlar'ın ahiretteki vatanına, sevab evine "el-cennet" denir. Cennet lügatte, mastar bina-i merredir. Bir örtüş, bir setr demektir. Bu maddenin bütün tü­revlerinde bir örtme manası var­dır. Nitekim "cin" herkese görün­mez gizli bir çeşit yaratık, "cin­net", aklın kaybolması, "cen" kararmak, görülen şeyin bakışlar­dan gizlenmesi demektir. Ayrıca "cennet" bir örtü manasında, ze­mini görünmez, gayet girift, ağaç­larla örtülmüş bahçe ve bostana söylenmiştir. Kur'ân'da "el-cennetü" tabiri, ahirette inananların kalacağı yurdun ismi olarak kul­lanılır. Elif lamsız olarak kullanıl­dığında ise, bilinen cennet anla­mında kullanıldığı gibi genelde bağ bahçe anlamında kullanılır. [53]

Sonsuz mutluluk yurdunu ifade etmek üzere Kur'ân'da, muhtelif hadislerde ve diğer İslamî eserlerde yer alan isimler içerisinde en çok kullanılan bir isimdir. Nitekim Kur'ân'da 24 âyette geçmektedir. Bu kelime; "cenne" kökünden türemiştir."Cenne" ise "örtmek, kapamak, gizlemek anlamlarını ifade etmektedir.[54]

Ahiret hayatında mümin ve müttekilerin barınağı olan bu yerin bu şekilde isimlendirilmesinin sebebi, genel görü­nümüyle dünya bahçelerine benzemesi, eşsiz nimetlerinin insan idrakinden gizlenmiş olması veya bu kelimenin "örtmek, kapamak" manasından alındığını ve sanki cennetin ağaçlarının sıklığı, gölgesinin bolluğu, altına giren kişiyi hemen kuşatıp kapatması şeklinde açıklanmıştır.[55]

Dilimizde kullandığımız "cin" ve deli anlamına gelen "mecnun" da aynı kökten türeyen iki isimdir.

Arap cahiliye döneminde "cennet" kavramının bilin­diğini ve şiirlerde kullanıldığını görmekteyiz. Nitekim Antara bir şiirinde şöyle der:

"Sana kavuşma nimeti, süslenmiş güzel cennetlerdir. Senden ayrılma ateşi ise, her şeyi yakar geride hiçbir şey bırakmaz."[56]

Bu beytin mevsûkiyetini kabul etmemiz durumunda, cennetin özellikle ateşle beraber kullanılması, o dönemde iki mefhumun da bilindiğini göstermektedir. Ancak o dönemde bunların dini bir anlam ifade edip etmediğini kestirmek zor olsa gerek. Zira Kur'ân'ın bildirdiğine göre o dönem putperestleri ahiretle ilgili büyük şüpheler içerisindedirler.[57] Belki de "cennet" ve "ateş" kelimeleri o dönemde birer sembol olarak kullanılmaktaydılar. Diğer taraftan beyitte geçen üslup, Muddessir: 74/28 âyetinin üslubuna benzemektedir.[58]

Yine cahiliye döneminde, "cennet"in sık ağaçlık ve devamlı yeşil bahçe anlamı ifade ettiğini, İmru'u'l-Kays'in şu beytinde görmekteyiz:

"Antakya'da dokunan süslü elbiseler içerisinde, Medine cennetine (bahçesine) benzeyen hurma dalları içerisinde göründüler."[59]

Diğer taraftan bahçe anlamına gelen "cennet", delilik demek olan "cinnet" ve ana karnındaki çocuk anlamındaki "cenin" ile kalp manasındaki "cenan" gibi kelimelerin manası örtmek ve gizlemek olan bu "cenne" fiilinden türemiştir.[60]

Bu bağlamda ağaçlar, bahçenin yerini ve bahçede oturanların üzerini örterler, delilik insanın aklını örter, ana karnındaki çocuk üç katlı özel örtüsü içindedir. Ve kalp, hem madden ve hem de manen örtülüdür görünmez.[61] Diğer bir ifâde ile "cenne" kökünden gelen "cîn" ismi de "örtündü, gizlendi" demektir. “Cünûn" ise, nefis ile akıl arasında perde olan delilik manalarına gelirler. Görüldüğü gibi bu kökten türeyen isimlerin hepsinde duygulardan gizleme vardır.[62]

Netice olarak cehennem ve cennet kavramları, Kur'ân'da, dünya kavramlarıyla doğrudan bağlı kalmaz, bütün sistemi öyle bir düzene koyar ki, bunlar dünya üzerinde etki yapar ve onu mükafat ve mücazat yoluyla kontrol eder. Câhiliye döneminde bu iki kavram bilinebilir. Ancak bunların o dönemdeki düşünce sisteminde işgal ettikleri yer çok kenardadır. O kadar kenardadır ki, bu kelimeler, o devrin anahtar terimi dahi olamamışlardır. Halbuki Kur'ân'da bunlar, tamamıyla farklı bir yere, farklı bir semantik alana yerleş­mişlerdir.[63]

 

Cerâd:

 

Cerâd[64], ekin çekirgesi demektir. Öyle ki bütün yeşil ha­sılatı yer bitirir, ağaçları, ekinleri çırılçıplak yapar. [65]

 

Cerh:

 

Cerh, bir şeye etki edip, onu zedelemek anlamındadır. Bu an­lamın bir sonucu olarak, ele geçir­mek, kazanmak (kesb etmek) ma­nasında da kullanılmaktadır. Ni­tekim bedenin el, ayak, diş, lisan gibi belli başlı, etkili azalarına "ceriha" ve "cevârih" denilir ki, "kasibe" ve "kevâsib" demektir.

En’am: 6/60 ayette "cerh" bu anlamda­dır, "iktesebus seyyıâti", "icterehus seyyiâti" demektir. İbni Atiyye, "cerh"in asıl anlamının "yaralamak"dan gelmesinin muhte­mel olduğunu ifade etmiştir. An­cak, kazanmak ve çalışmak anlamları, yaralamayı da içerir. [66]

 

Cesed:

 

Cesed, eti ve kanı olan cisim demektir. Bazıları et ve kana dö­nüşmüş bulunduğunu söylemiş­lerdir. Diğer bazıları, ruhlu, ruh­suz herhangi cismi kesife (yoğun bir cisme) cesed denildiğinde, A’raf: 7/148'deki cesed kelimesinin, al­tından ruhsuz bir cisim olduğunu ifade etmişlerdi. Kan ve et gibi ci­simleri, canlıların yapısıyla ilgili olduğundan biz de böyle anla­mak isteriz. A'raf Sûresi'ndeki kullanımında cesedin "ıcl"den bedel yapılmış olması da buna işaret eder. [67]

 

Cevâb-Cevabî:

 

Cevabî, içinde su biriktirilen büyük havuz mânâsına gelen "Câbiyetun" kelimesinin çoğuludur.

A'şâ şöyle der:

Iraklı Şeyhin dolmakta olan sarnıcına benzeyen büyük çanak,

Muhallak ailesinden yerilmeyi yok etti.[68]

 

Cevâr:

 

Cevâr, gemi mânâsına gelen "Câriyetun" kelimesinin çoğuludur. Su üzerinde yürüdüğü için gemiye "câriye" denilmiştir.

 

Cevarih:

 

Cevârih, "cariha"nın çoğuludur. "Cerh"ten alınmadır. "Tesir" manası nedeniyle, "kâsibe" (kazanan) anlamına isim ol­muştur. Bu nedenle, "cevârih", "kevâsib" demektir. Bunun için el, ayak ve ağız gibi yaralama ve ka­zanma aracı olan organlara "cevâ­rih" denildiği gibi, av tutan yırtıcı hayvanlara ve kuşkulara da "ke­vâsib" ve "cevârih" denilir.

 

Cevb:

 

Cevb[69], bir şeyi yaka bi­çer gibi kesip biçmektir. Gezip do­laşmağa, yol ve mesafe kat etme­ğe de "cevb" denilir. Nitekim, "cibtü, el-bilâdü cevben" (o mem­leketlerde gezdim, hepsini baştan başa dolaştım) denilir. İbni Abbâs, "cevb"e dolaşma ve kayaları oya­rak ev yapma anlamı vermiştir. Semud kavmine işarettir. [70]

 

Ceyb:

 

Ceyb[71], yakanın göğüs üzerindeki açık yer demek­tir. Bizim "cep" tabir ettiğimiz şe­ye de denir. [72]

 

Cibill:

 

Cibill "Cibilletun" kelimesinin çoğulu olup halk manasınadır. "Önceki nesiller"[73] mealindeki âyette de bu mânâda kullanılmıştır. "Allah halkı yarattı" mânâsına gelen "Ce’ale’llahu’l-halka" cümlesindeki "Ce’ale" fiilinden türemiştir.                                                                                             

 

Cibrîl-Cebrail:

 

Cibril[74], "cibr" ve "il" kelimelerinin birleşmesiyle oluş­muş İbranice bir kelimedir. Pey­gamberimize vahiy getiren mele­ğin ismidir.

Rivayete göre, İbranice'de "Abdullah" gibi ve aynı manaya gelen bir izafet terkibidir. Arap­ça'da ise "Ba'lebek gibi karışık terkiplere benzer bir tarzda kul­lanılmıştır. "Alemiyet" ve "ucme/acem" gibi iki nedenle gayri münsariftir. Araplar bunu sekiz farklı şekilde telaffuz etmişlerdir. Meşhur olmuş dördü şunlardır:

1- Selsebîl vezninde "Cebrâîl" şeklinde, Hamza ve Kisaî kıra­atleri,

2- "Cebreil" şeklinde Ebû Bekr Şube rivayetiyle, Âsim kıra­ati,

3- "Cebril" şeklinde, İbni Ke­sir kıraati,

4- "Cibril" şeklinde,  cimin kesri ile diğer altı imam kıraati. Hicaz lügatidir.

Bizim kıraatimiz de budur. Diğer dört kıraatta, "Cebraiyl", "Cebrail", "Cebral" ve "Cebrin" şeklindedir.

Arapça'nın dışındaki bazı dillerde, "Gabriyel", "Gabraiyl", "Gabril" gibi isimler de "cim" harfinin Mısır lehçesiyle okunma­sından başka bir şey değildir.

Kelimenin kök anlamı üzeri­ne çeşitli görüşler vardır. İbrani­ce'de "cebr", "abd" (kul, köle) an­lamına, "il" de ilah ve Allah anla­mına geldiğinden, "Cebrail" de "Abdullah" (Allah'ın kulu) de­mek olur. Ancak bazı müfessirler bu kelimenin "ceberutu Allah" (Allah'ın ceberutu) manasına gel­diğini söylemişlerdir.

Kelimenin, Arapça "cebr" ke­limesi ile açıkça bir ilgisi vardır. Buna göre, Cibril, hiçbir gücün kendini engellemesinin mümkün olmadığı, gerek ilmî, gerek amelî, her yönüyle kaiyyet, zaruret, ke­sinlik, kaçınılmazlığın sabit oldu­ğu, her meleğin, her ruhun her kuvvetin üstünde bulunan bir melek anlamına gelmektedir.

Vahiy olayı da böylece İlmî kesinlik ifade etmektedir. Şüphe ve tereddütlere, beşerin çaba ve iradesiyle elde edilen bilgilerde olduğu gibi zan ve ihtimallere yer bırakmayan bir bilgi olduğundan, vahiy vasıtası olan meleğin bu isimle anılması, aynı zamanda onun görevini de tarif etmek olur. Buna ruh, ruhullah, emin ruh ve Rûhu'l-Kudüs denilmesi bu ma­nayı teyid etmektedir. [75]

 

Cibt-Tağut:

 

"Bakmadın mı şu kendilerine kitaptan biraz nasip verilenlere! Kendileri haç'a ve şeytan'a tapıyorlar."[76]

Kur'ân'da sadece bu âyette geçen bu iki kavramla ilgili olarak filologlar ve din bilginleri çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Bunlar kısaca şöyledir:

İbn Manzûr; "cibt", "puta" kâhine ve sihirbaza isim olarak kullanılır[77] der.

Kurtûbî   ise,   tefsir   ehlinin   bu   iki   kelimeyi   şöyle yorumladıklarını nakleder:

1- İbn Abbâs, "cibt”in Habeş dilinde "sihirbaz", "tağut”'un ise "şeytân" anlamında kullanıldığını söyler.

2- Hz. Ömer ise, "cibt”in "sihir", tağut”'un ise "şeytân" olduğu görüşünü savunmuştur. Görüldüğü gibi bu iki görüş birbirine paraleldir.

3- Müfessir Katâde ise, bunların tanı aksine "cibt”in, "şeytân", "tağut”un ise "kâhin" olduğu görüşündedir.

4- Mâlik b. Enes'den gelen rivayete göre O, tâğut”u daha da umumileştirerek, Allah'tan başka tapılan her şeyin "tağut” olduğu görüşünü savunmuştur.[78] Kısaca "cibt", kâhin, put, sihirbaz, hayırsız, faidesiz, haksız, şirk, şeytan ve İblîs anlamlarına gelmektedir.[79]

İbn Kesir'in Mücâhid'den naklettiğine göre o, tağutu insanların idarecisi durumunda bulunan, halkın kendisine danışıp, işlerinin hükme bağlanmasını istedikleri, insan sure­tindeki şeytanlardır demiştir.[80]

Cibt ve tâğut kelimeleriyle ilgili câhiliye dönemine ait malzemeye rastlayamadık. Nitekim Kurtûbî ve İbn Kesir de, "cibt" kelimesinin aslının Arapça olmadığını söylemişlerdir. İslâmî dönemde müfessirlerin ve yorumcuların kelime üzerin­deki ihtilafları da, en azından "cibt" kelimesinin câhiliye dev­rinde kesin bir anlamının olmadığın göstermektedir. Ancak "tâğût" kavramı kök itibariyle günâhta ve isyanda en uç noktaya varmak, haddi aşmak, küfürde aşırı gitmek, zulüm ve günâhlarda ileri gitmek anlamlarını taşımaktadır.[81]

Kur'ân, Allah'a iman ile tağuta imanın uzlaşamayacağını önemle belirtir.[82] Yine Kur'ân, dünya ve ahiret mutluluğunu yakalmak için tağuta karşı çıkmayı zorunlu sayar.[83] Bunun yanında Kur'ân, Allah'ın ve peygamber'in kâle alınmamasını,[84] Allah'a imansızlık ve hürmetsizliği[85] tağut kelimesiyle ifade etmektedir.[86]

et-Taberî, tâğutu; Allah'a baş kaldıran, O'ndan başka, kendisine tabi olunmasını istyen kişi olarak tanımlar. Ona göre tağutun sadece insan olması zorunlu değildir. İnsanın yanında başka varlıklar da tağut hükmü altına girebilir.[87]

er-Râzî'ye göre tâğut kelimesi, azdı, saptı, haddi aştı, taştı kelimesinden türetilmiştir [88] Ayette geçen tâğut ifadesi, müfessirlerin genel kanaatine göre; umumi manada Allah'tan başka tapılan her şey, hususi manada iblîs, şeytan, kahin, sihirbaz, kuvvet idealinin fiziksel güç ve birimler haline gelmesini isteyen aksiyona dönüşmesini gerçekleştiren insan unsurudur.[89]

 

Cîd:

 

Cîd, boyun demek ise de yal­nızca boyun anlamında değildir. Özellikle, gerdanlık gibi, süslen­meye, gerdanlıklar takılmaya uy­gun nadide boyunlar için kullanı­lır. Leheb Sûresi'ndeki kullanımı­na baktığımızda, "fî anekaha" değil, "fî cîdiha" denilmiştir. Gerçi bu kullanım tahkir içindir, ama "fî cîdiha" denildiği için tahkiri aşan bir anlam vardır.

Bu nedenle bu ifade sadece boynunda bir ip diye anlaşılmama­lı, "O dilber kî, boynunda gerdan­lık yerine bir ip" diye anlamalıdır. Gerdanlık/kolye, hamallık ipi ile küçültülüp aşağılanırken, hakaret, aşağılama, tahakküm acılığındaki belagat de duyulabilsin. [90]

 

Cîdihâ:

 

Cîdihâ, gerdanı demektir. İmru'u'l-Kays şöyle der:

Nice gerdan vardır ki, ceylan boynu gibidir, çirkin değildir.[91]

 

Cifân:

 

Cifân[92], çanak manası­na, "cefne"nin çoğuludur. [93]

 

Cihâd:

 

Cihâd, düşmana karşı ger­çekleştirilen bir savunmada bü­tün gücünü harcamak, kullanmak demektir. Cihad üç kısmıdır. Bi­rincisi kendisini açıkça belli eden düşman ile yapılan mücadele ve mücahede. İkincisi, şeytan ile yapılan cihad. Üçüncüsü, nefs ile yapılan cihaddır. Cihad kavramı bu üç anlamı da içinde taşır. Bu nedenle, mücahede (cihad) kav­ramı mukatele (savaşmak) deyi­minden daha genel bir anlama sahiptir.

Hz. Hasan'ın Hacc: 22/78 ayetini okuyarak "adam Allah uğrunda cihad eder, halbuki kılıcını bir ke­re olsun sallamamıştır" dediği ri­vayet olunur. Allah uğrunda ciha­dın hakkı da onun hak ve ihlasa uygun olması, haksızlıktan, kötü gaye ve maksatlardan uzak olma­sı, mümkün olduğu kadar gev­şeklik ve tembellikten arınmış ol­masıdır. [94]

Kur'ân'da türevleriyle birlikte 41 âyette geçmektedir. Cihad, Arapça bir kelime olup, "cehd" ve "cühd" kökünden gelir. Lügatta güç ve gayret sarfetmek, meşakkate katlanmak, kararlı ve şuurlu olarak gayret göstermek, amelde mübalağa etmek, zahmet çekmek gibi manalar ifade eder. Cihad; mal, can ve düşünce unsurlarından birisiyle yapılır.[95]

Cihâd, ister sosyal eylem biçiminde, isterse şahsi gayret biçiminde, ister ekonomik masraf, isterse fiziki mücadele tarzında olsun ve ister dışarıdaki düşmana, isterse içerideki düşmana karşı yapılsın, Allah yolunda yapılan her türlü davranışı içine alır. Dolayısıyla savaş, cihadın önemli bir biçimini teşkil etse de ve cihad hakkındaki çeşitli âyetler esasen savaşmaya yönelik olsa da[96] cihadı sadece savaşa indirgemek ve onunla sınırlamak, ona karşı yanhşhk ve haksızlık olur. Çünkü cihadda esas kasıt insanlarla savaşmak değil, kötülükleri, haksızlıkları, zulümleri ortadan kaldırmaktır.[97] Halbuki cihad gayesiyle yapılmayan savaşlarda yukarıda saydığımız maksatlardan bir çoğu olamayabilir.[98]

İslâm ıstılahında ise "cihâd", Allah Teâlâ'nın dinini tanıtmak ve başka dinlere üstün kılmak için, mal, dil, can ve diğer vasıtalarla elden gelen güç ve gayreti sarfetmeye denir.[99]

Cihâd, nefsin perdelerini, Allah'a giden yola dikilen engelleri aşıp ruhla özdeşleşmek, Allah'a ulaşmak için güç ve kapasite ölçüsünde uğraşmak, didinmek demektir. Bu itibarla cihad, ister Allah yolunda çekilen zorluklar, isterse nefisle yapılan mücadele olsun, her türlü sıkıntı ve işkenceyi içine alır. Dolayısıyla kişinin hoşuna gitse de, haramlardan kaçması, ibadetleri yerine getirmesi bir cihaddır.[100]

Kur'ân literatüründe, hem İslâm'ı yeni iklimlere ulaş­tırma mücadelesinin hem de İslâm'ın başkalarına karşı direnmesinin adı olmuş ve böylelikle de yeni bir kavram haline gelmiştir. İşte kelimeye yüklenen bu anlam, câhiliye döneminde bilinmemiştir. Zira o dönemde sadece gayret sarfetmek ve çaba göstermek manalarına gelen bu kelimeye İslâm, bu çaba ve gayretin, sadece Allah yoluna hasredilmesiyle ona yeni bir anlam kazandırmıştır.[101]

Nitekim bu kavramın câhiliye döneminde sadece lügat manasıyla kullanıldığını görmekteyiz. O dönem şairlerinden el-A'şâ şöyle der:

"Av köpekleri etrafı kolaçan etti. Onları gayrete getirmekle birlikte bu iş için çırpınıp yorulan dört kişi de onların yanında dolaşıp durdu."[102]

Cihâd, üç şekilde tefsir edilir:

1. Söz ile cihâd

"Bununla (Kur'ân'la) onlara karşı cihâd et; bü­yük cihâd!" [103]

"Ey Nebi! Kâfirlere ve münafıklara karşı (söz ile) cihâd et!" [104]

Bunun bir benzeri de Tahrîm sûresindedir.[105]

2. Silah ile savaşmak

"Mü'minlerden mazeret sahibi olmaksızın oturanlar­la, Allah yolunda cihâd edenler (silahla sava­şanlar) bir olmaz. Allah cihâd edenleri (Allah yolunda, silahla savaşanları) oturanlardan pek bü­yük bir ecirle üstün kılmıştır." [106]

3. 'Amel

"Kim cihâd ederse (hayırlı 'amel işlerse), ancak nefsi için cihâd eder (sadece kendisi için 'amel eder, faydası onadır)." [107]

"Bizim uğrumuzda cihâd edenleri ('amel işleyenleri)..." [108]

"Allah uğrunda hak cihâdıyla ('ameliyle) cihâd ('amel) edin!" [109]

 

Cilbâb/Celâbin:

 

Cilbâb/celâbin[110], baş­tan aşağı örten, çarşaf, ferace, car gibi dış giysisinin adıdır. Baştan aşağı örten şey, kadının elbisesi­nin üstüne giydiği her elbise, ken­disi ile örtünmenin sağlandığı her tür elbise demektir. [111]

 

Cînn:

 

Cînn, cins isimdir, tekili "cinni"dir. İncillerde ve diğer kitap­larda eski ve yeni milletlerde zikredilegelmiştir. Frenklerin, "genie", Latinlerin "genius" dedikle­ri de budur.

İbni Abbâs, cin kelimesinin, "istatar" (gizlenme, örtünme) ke­limesinden türetildiğini ifade et­miştir. Cin kelimesi bütün kulla­nımlarında asli bir şeyi gizlemek manasını taşır. "Cennehu" ve "ecennehu" onu örttü, gizledi demektir. "Cünne", kalkan, siper, "cenin" henüz doğmamış, rahim­deki örtülü çocuktur. Cenin; aynı zamanda kabir, mezar demektir. Canan; kalp, 'yürek, cennet; ze­min göstermeyecek şekilde top­rağı örten bağ, bahçe, cünun; nefs ile akıl arasındaki delilik, demektir. Bütün bu kelimelerde ve anlamlarında bir gizlilik ma­nası vardır.

İnsanın karşıtı olarak kullanı­lan, yani görülen ve özel olan in­san değil de, onun his maverasın­da bulunan zihnî tasavvuratı, tahayyülatı iradesi gibi ruhaniyetle bir münasebeti olan gizli kuvvet­ler manasına gelen "cinn" ismi, Râgıb'ın Müfredât'ta belirttiğine göre iki şekilde söylenir.

1- Genel anlamından ins'in (insanın) karşıtı olarak, duyularla hissedilmeyen bütün ruhanilere denir. Melek ve şeytan da buna dahildir. Her melek cindir, her cin melek değildir.

2- Cinn bu tür görünmez var­lıkların (ruhanîlerin) hepsi değil bazısıdır. Cin üç kısımdır.

a- Hepsi melektir; yanlış iş yapmazlar.

b- Hepsi şeytandır; insanı al­datır, şerre, fenalığa çağırır. Doğ­ru iş yapmazlar.

3- İkisinin ortası olanlardır. Hayırlısı da var şerlisi de. Cînn ve Rahman Sûresi'ndeki cinler bun­lar oluyor.

Hristiyanların İncillerinde cin çıkarmaktan bahseden bir hayli kelime vardır. Cîn Sûresi'nde bu­nunla örtüşen ifadeler, noktalar, nükteler vardır.

Fransızca Larouss'ta "genie" maddesinde şöyle denmiştir. "Bu isim (Demon "favaroble=uyar şeytan veya melek demek olan Latince "genieus" kelimesinden) eskilerin görüşüne göre, herkesin iyi kötü hayatına hakim olan "divinite" yani uluhiyyet; lutin, yani rüyada hoş görünerek aldatan ruh; gnume, yani Yahudi tılsımcılarınca arzın merkezine yerleşip oradaki hazineleri koruduğu id­dia edilen ve gnume denilen tabiatüstü "Sylphe"; silf, yani kurûn-u vustâda Selt ve Cerman efsane­lerinde hava; cinni bir iş yapmak için maharet, zevk, meyli tabii (doğal yöneliş), insan zihninin ulaşabileceği en yüksek derece, cin fikirlilik, deha ve bununla vasfedilmiş kişi, dahi demektir."

Müşrikler ise, cinleri uluhiyet derecesine çıkarmışlar, cinlere "Allah'ın kızları" demişler, şirk koşmuşlar, gaybı bildiğini de id­dia etmişler ve onlara tapmışlardı. Cinlerden etkilenenlere, cinler ile irtibata geçenlere de "mecnûn" olan derlerdi.

Cânn, "nûn"un teşdidiyle "cînn" demektir. "Mâlin" ile "milh" gibi ikisi de sıfattır. Yahut cînn, "milh" gibi cins isim, cânn, "mâlih" gibi isim sıfattır. Veyahut insandan kastedilen "Âdem" ol­duğuna göre, cann ile kastedilen mana da cinnin babası demektir. Bizim kanaatimizce, başlangıç iti­bariyle bütün insanlar "salsal"dan yaratıldığına göre, insan­dan murad, Âdem değil insan cinsidir. Cânn'dan murad da cin cinsidir.

Âdem'in topraktan kendisi­nin ateşten yaratıldığını, dolayı­sıyla kendisinin üstün olduğunu söyleyen İblîs, birçok noktadan büyük bir yanılgı içerisindedir. Öncelikle ikisi de yaratılmış ol­mak hasebiyle, Allah nazarında toprak da ateş de birdir. Özellikle­ri açısından bakıldığında toprak ateşten daha cemiyyetli, daha ke­malidir. Hele ahlâkî bir temsil ile mülahaza edildiği zaman, ateşin hiffetine, hiddet ve şiddetine, te­laş ve ızdırabına, kendini beğenmişliğine ve isyanına karşın; top­rağın, huzur verici vakarı, sabır ve sebatı, edebi ve hilmi, tercih kabiliyeti ve tekamülü ne kadar yüksektir. [112]

 

Cinne:

 

Cinne, cinnî'nin çoğulu olup cinler, delilik demektir. Cünne ise koru­mak, korunmak demektir. Hadiste "Oruç bir cünnedir"[113] yani "Allah'ın azabın­dan koruyucudur" buyrulmuştur. 

 

Cibt:

 

Cibt[114], put demektir. Kâ­hin anlamına da gelir. Allah'tan başka ma'bud, ilâh kabul edilen canlı veya cansız mabudların tam isimleridir. Tağutla cibt, biri diğe­ri yerine de kullanılabilir. Cebete'nin cebese kökünden geldiğini iddia eden dilciler/lügat sahipleri de vardır. "Cebese", alçak, habis demektir.

Cibt kelimesinin lügatte ta­savvuru yoktur. Fakat bu kelime­nin aslının "cebese" olduğu nak­lediliyor ki, "cibs" habis, pis ve al­çak demektir. [115]

 

Cîdâl:

 

Cidâl, iki şekilde tefsir edilir:

1. Husûmet /mücâdele

"Onlar Allah hakkında cidal ediyorlar (onlar Al­lah hakkında Nebi'ye karşı hasımlık/mücâdele ediyor­lar). Oysa O'nun muhavvilesi şiddetlidir." [116]

"(İbrahim), Lût kavmi hakkında Bize karşı cidale ko­yuldu (Bize karşı hasım oldu/mücâdeleye giriş­ti)." [117]

"Hakkı bâtıl ile gidermek için cidal ettiler (hasımlaştılar, mücâdele ettiler)." [118]

"İnsanlardan bazısı herhangi bir ilme dayanmaksızın Allah hakkında cidal eder (hasımlaşır/ mücâde­le eder)".[119]

2. Tartışmak/münakaşa etmek

"Haccta cidal (tartışmak/münakaşa etmek) yok." [120]

"Ey Nûh! Bizimle gerçekten cidal ettin (tartış­tın, münâkaşa ettin, tartışmayı/münâkaşayı da) çoğalttın" dediler."[121]

"Allah'ın âyetleri hakkında kâfirlerden başkası cidal etmez (tartışmaz/münakaşa etmez)." [122]

 

Cifân:

 

Cifân, büyük çanak anlamına gelen "Cefnetun" kelimesinin çoğuludur.

 

Ciyâd:

 

Ciyâd, "cevad"ın ve­ya "cevd"in çoğuludur. Koşuda hızlı olan öğdül ata denir. Safinat duruştaki güzelliği, ciyâd ise gi­dişteki, yürüyüşteki güzelliği ifa­de eder.

Ciyâd, hızlı koşu atlar. Müberred şöyle der: el-Ciyâd, "cevâd" kelimesinin çoğuludur. Cevâd ise, iyi koşan demektir. Nitekim, insanların çok ve çabuk harcayanına da "cevâd" denir.[123]

 

Cizye:

 

Cizye[124], borcunu ödedi demek olan "ciziye dînihi" fiilin­den bir tür borç ödeyiş kavramını ifade eden bir isimdir. Anlaşma yapanın, anlaşmaya göre vereceği vergiye denilir. Hayat hakkı ve hürriyetlerinin himayesi, anlaşma ile verecekleri zimmetlerine, ciz­yelerine bağlıdır. Bu kelimenin Farsça "kizye" kelimesinin Arapçalaşmışı olduğu ifade edilmiş ise de, bu ifadenin herhangi ilmî bir dayanağı yoktur. [125]

 

Cudûd:

 

Cudûd[126], "cim"in ötreyle harekelenmesi ile "cudu"nun çoğuludur. "Cudde", bir rengi diğer renkten ayıran, yol gi­bi, ayırma çizgisi gibi anlamlara gelir. Cim'in fethi ile cadde dahi denilir. [127]

 

Cum'a:

 

Cemiyyet ve cemaat gibi top­lanma ve dernek mânâsı ile alâka­dar olan Cum'a[128], bizim de bu ad ile bildiğimiz malum gü­nün ismidir. Cuma gününe Arablar "Yevm-i Arûbe" (rahmet gü­nü) derlerdi. Hicret'ten sonra "Cum'a" ismini aldı. Yevmü'l-Arûbe'nin Arapçalaştırılmış, Süryanice bir kelime olduğu ve rah­met anlamına geldiği ifade edilmiştir. Kâmûs'ta, Arapların gün­leri; Evvel, Ehven, Cebbar, Debbâr, Munis, Arûbe, Şeyyâr diye saydıkları ve bu isimlerin kayna­ğının Sâbiî ve Süryanî kökenli ol­duğu rivayet edilmiştir.

İlk Cuma namazı, Hz. Pey­gamber Medine'ye gelmeden ve Cuma âyeti nazil olmazdan önce Medineli Müslümanlarca kılın­mıştı. İlk cumayı kıldıran zâtın Es'ad İbni Zürâre olduğu rivayet edilir. Mus'ab bin Umeyr de oldu­ğu mervidir. Peygamberimiz, Mekke'den ayrıldıktan sonra, bir Pazartesi günü Kuba'ya vardı. Cuma sabahına kadar burada kal­dı. Bu arada Kuba mescidinin te­melini attı. Cuma sabahı Medi­ne'ye doğru yola çıkarak ilk Cu­ma namazını Salim bin Avfoğulları'nın vadisinde kıldırdı. [129]

 

Curûf:

 

Curûf[130], dere kenarın­da selin dibini yalayıp oymuş ol­duğu balçık üzerinde kalan top­rak veya çamur çıkıntısıdır ki, her an yıkılabilir. "Har"da bunun ge­riden çatlamış devrilmek üzere bulunanı demektir. Kur'ân bu kelimeyi batıl üzere inşa edilen bir anlayışın çürüklüğünü anlatmak için kullanmıştır ki, cüruf üzerine yapılan binanın ne denli çürük ol­duğu anlaşılsın. [131]

 

Cüded:

 

Cüded, yol ve alâmet mânâsına gelen "ceddetun" kelimesinin çoğuludur. Cevheri şöyle der: Cüdde, eşeğin sırtında, asıl rengine aykırı olan çizgi. Cüdde, yol demektir. Çoğulu cüded gelir. Bu da, çeşitli şekillerdeki yollar demektir.[132] Kurtubî şöyle der: Ahfeş dedi ki: Bu kelime "cedîd"in çoğulu ol­saydı, mutlaka "cedid" şeklinde söylerdi, "serir" gibi.

 

Cünâh:

 

Cünâh[133], bir şeyi basıp meylettiren ağırlık demek olup, harec, sıkıntı, vebal, isim mânâsı­na da gelir. Günah kelimesinin as­lı budur. [134]

 

Cünne:

 

Cünne, canlarını ve mallarını koruyacakları kalkan demektir. Hadiste, "Oruç kalkandır"[135] yani Allah'ın azabından koruyucudur buyrulmuştur.

 

Cünûb:

 

Cünûb[136], cenabet olan, erkeklik organından meni gelmiş bulunan demektir. Masdar gibi hem bir kişiye hem de çoğula de­nilir. Meninin, rüyada veya uya­nıkken inzali/gelmiş olması veya meni gelmese bile erkek ve kadı­nın tenasül organlarının birleşme­si gerçekleşmiş ise cünûb/cena­bet olunmuştur. [137]

 

Cünûd:

 

Cünûd[138], "cünd"ün ço­ğuludur. Asker ve bir adamın yar­dımcıları, alay ve ordu anlamlarına gelir. Kuvvet ve sertliği nedeniyle daha çok asker için kullanıl­maktadır. Aslı "kend" kalıbında "cend" kelimesinden alınmıştır. Taşlık ve sert araziye denir. [139]

 

Cüsûm:

 

Cüsûm[140], tavşanın ve kuşun uyuduğu durum, yani ba­cağı el ile kavrayarak göğüs üzeri yere yatmaktır. Bu ifade, vatanla­rında öyle sürçüp, köşeye sıkışıp yüzükoyun çöktüler, aciz bir du­rumda kaldılar ki kendilerinde hareketten bile eser kalmadı anla­mındadır. [141]

 



[1] Ahzab: 59/23.

[2] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 83-84. (4873-4875)

[3] Haşr: 59/23

[4] Kaf: 50/45

[5] Şu'arâ: 26/130

[6] Kasas: 28/19

[7] Mü'min: 40/35

[8] Meryem: 19/14

[9] Meryem: 19/32

[10] Mâide: 5/22. Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 217-218.

[11] bkz., Al-i İmrân: 3/154; Mâide: 5/50; Ahzâb: 33/33; Fetih: 48/26; Ayrıca bkz., Fuâd Abdulbâki, a.g.e., "Cahiliye" mad.

[12] bkz., Cemâluddin Muhammed b. Mukrrem, Lisanu'l-Arab, Beyrut, tsz. XI, 129, "chl" mad.

[13] es-Suyûtî, a.g.e., I, 301.

[14] Mustansir, Mir, Kur 'anî Terimler ve Kavramlar Sözlüğü (çev. Murat Çiftkaya), İst. 1996, s. 39.

[15] el-İsfehânî, a.g.e., s. 143.

[16] el-Cürcani, es-Seyyid Şerif Ali, et-Ta'rifat, İst. tsz., s. 80.

[17] Goldziher, Ignaz, "Câhiliye"mad., İ.A. İst. 1977, III, II.

[18] el-Buhârî, Muhammed b. İsmail, el-Câmu's-Sahîh, Beyrut, 1993, İmân, 22.

[19] Ahmed Emin, Fecru'l-İslâm, Beyrut, 1975, s. 70.

[20] 'Antara, a.g.e., s. 25.

[21] ez-Zevznî, Ebû Abdillah el-Huseyn, Şerhu'l- Mu'allakât’s-Seb’, Beyrut, 1985, s. 109.

[22] Izutsu, Kur'ân'da Allah ve İnsan, s., 201.

[23] a.g.e., a. y.

[24] Hitti, Philip K. Siyâsî ve Kültürel İslâm Tarihi (çev. Salih, Tuğ), İst. 1980, s. 132; Kutııb Muhammed, Câhiliyetu Karni'l-'Işrîn, Beyrut, tsz., s. 6; Özsoy, a.g.e., s. 33, 34. Yrd. Doç. Dr. Ahmet Çelik, Kur’an Semantiği Üzerine, Ekev Yayınevi: 16-20.

[25] Hicr: 15/27.

[26] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 84. (3059)

[27] Hakka: 69/11.

[28] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 84. (5315)

[29] Casiye: 45/28.

[30] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 84. (4305)

[31] En'âm: 6/100

[32] Zuhruf: 43/15

[33] Nahl: 16/57

[34] Zuhruf: 43/19

[35] En'âm: 6/136

[36] Yûsuf: 12/59. Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 236-237.

[37] Cehennem’in diğer isimleriyle ilgili olarak bkz. Âl-i İmrân: 3/181; Enfâl: 8/50; Hûd: 11/119; Kehf: 18/105, 106; Hac: 22/4; Şu'ara: 26/7; Lokman:31/21; Burûc: 85/10; Humeze: 104/4, 5.

[38] bkz. İbn Manzûr, a.g.e., XII, 112.

[39] 'Antara, a.g.e., s. 198.

[40] İbn Dureyd, Cemheretu'l-Luğa, III, 404.

[41] İbn Manzûr, a.g.e., XII, 112.

[42] İbn Manzûr, a.g.e., XII, 112.

[43] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Çelik, Kur’an Semantiği Üzerine, Ekev Yayınevi: 138-140.

[44] Ahzab: 33/72.

[45] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 85. (3935)

[46] Haşr: 59/3.

[47] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 85-86. (4818)

[48] Nur: 24/2.

[49] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 86. (3469)

[50] A’raf: 7/40.

[51] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 86. (2161)

[52] Bakara: 2/35.

[53] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 86-87. (274)

[54] İbn Manzûr, a.g.e., XIII, 92.

[55] ez-Zamahşerî, a.g.e., I, 256; er-Râzî, a.g.e., I, 128, 129; Şahin, M. Süreyya, "Cennet" mad., D.V.İ.A., İst., 1993, VII, 374.

[56] Antara, a.g.e., s. 144.

[57] bkz. Yâsîn: 36/78; Câsiye: 45/23.

[58] Âyet şöyledir: "Vemâ edrake mâ seqar. Lâ tubqi velâ tezer"

[59] İmruu'l-Kays, a.g.e., s. 49.

[60] er-Râzî, a.g.e., VIII, 46, 47.

[61] El-İsfahânî, a.g.e., s. 138, 139.

[62] Aydın, a.g.e., s. 95.

[63] Izutsu, Kur'ân'da Allah ve İnsan, s. 81. Yrd. Doç. Dr. Ahmet Çelik, Kur’an Semantiği Üzerine, Ekev Yayınevi: 140-142.

[64] A’raf: 7/123.

[65] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 87. (2267)

[66] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 87. (1948-1949)

[67] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 87. (2283)

[68] Kurtubî, 14/275

[69] Fecr: 89/9.

[70] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 88. (5804)

[71] Neml: 27/12, Nur: 24/31.

[72] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 88. (3658)

[73] Şuarâ: 26/184

[74] Bakara: 2/97.

[75] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 88-89. (431-432)

[76] Nisa:  4/51.

[77] İbn Manzûr, a.g.e., II, 21.

[78] el-Kurtubî, a.g.e., V, 248.

[79] el-Beydâvî, a.g.e., 1, 281.

[80] İbn Kesir, I, 513.

[81] el-İsfahânî, a.g.e., s.,454.

[82] Nisa: 4/60.

[83] Bakara: 2/256; Maide: 5/60; Zümer: 39/17.

[84] Bakara: 2/15; Zariyat: 51/53; Şems: 91/11.

[85] Maide: 5/68; En’am: 6/110; Mü’minun: 23/75; Tur: 52/32.

[86] Kılıç, a.g.e., s. 144.

[87] et-Taberî, a.g.e., III, 422; Mevdûdî, Ebu'1-Alâ Tefhimu'l-Kur'ân, (çev. Heyet), İst., 1995, II, 543.

[88] er-Râzî, Fahruddin, et-Tefsir’u’l-Kebîr (Mefâtihu'l-Ğayb), Beyrut, tsz.,VII, 16.

[89] et-Taberî, a.g.e., III, 19, 20; el-Mâverdî, Ebıı'l-Hasan, Ali b. Muhammed, Tefsîru'l-Mâverdî, Beyrut, 1992, 1, 327, el-Kurtûbî, a.g.e., III, 183; el-Âlûsî, a.g.e., III, 13. Yrd. Doç. Dr. Ahmet Çelik, Kur’an Semantiği Üzerine, Ekev Yayınevi: 99-102.

[90] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 89. (6265)

[91] Kurtubî, 20/241

[92] Nur: 24/13.

[93] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 89. (3953)

[94] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 90. (3423)

[95] el-İsfahâni, a.g.e., s. 99.

[96] Enfal: 8/74, 75; Tevbe: 9/44.

[97] Nisa: 4/75.

[98] Mustansır, a.g.e., s. 43.

[99] el-Kâsânî, Alâuddîn Ebû Bekr, el-Bedâi'u's-Senai' fi Tertîbi'ş-Şerâi, Beyrut, 1986, VII, 97.

[100] Ünal, Ali, Kur'ân 'da Temel Kavramlar, İst., 1986, s. 528.

[101] 'Ude, a.g.e., s. 288.

[102] el-A'şâ, a.g.e., s. 62.

[103] Furkân: 25/52

[104] Tevbe: 9/73

[105] Tahrîm: 66/9'a işaret etmektedir.

[106] Nisâ: 4/95

[107] Ankebût: 29/6

[108] Ankebût: 29/69

[109] Hacc: 22/78.

[110] Ahzab: 33/59.

[111] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 90. (3927)

[112] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 90- 92. (2130-2133, 5381-5385, 3059)

[113] Buhârî, Savm, 2; Tevhîd, 35; Müslim; Sıyâm, 162, 163.

[114] Nisa: 4/51.

[115] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları:  92. (1368)

[116] Ra'd: 13/13

[117] Hûd: 11/74

[118] Mü'min: 40/5

[119] Hacc: 22/3

[120] Bakara: 2/197

[121] Hûd: 11/32

[122] Mü'min: 40/4.Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 413-414.

[123] Râzî, Tefsîr-i Kebîr, 26/204

[124] Tevbe: 9/29.

[125] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 92-93. (2507)

[126] Fatır: 35/27.

[127] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 93. (3990)

[128] Cum'a: 62/9.

[129] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 93. (4971)

[130] Tevbe: 9/109.

[131] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 93-94. (2619)

[132] Cevheri, es-Sıhâh

[133] Bakara: 2/158.

[134] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 94. (806)

[135] Buhârî, Savm 2: Müslim, Sıyâm, 162,163.

[136] Nisa: 4/43.

[137] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 94. (1358,1588)

[138] Müddessir: 74/31.

[139] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 94. (5460)

[140] A’raf: 7/91.

[141] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 94. (2214)