Kab:3

Kabîle/Kabâil:3

Kadâ (Kaza):3

Kadem:5

Kademe sıdkin:5

Kader:6

Kadh:7

Kadr:7

Kahin:7

Kalb:7

Kalbin Mühürlenmesi:8

Qalîl:8

Kanatır:9

Kâne:9

Kanitûn:10

Kâriah:10

Karn:10

Karye:10

Karzen Hasenen:11

Kasas/Kıssa:11

Kâsitûn:11

Kasvere:11

Kasvet:11

Kavâid:11

Kavvâm:11

Kayyûm:11

Kebair:12

Kebîr:12

Kedh:13

Kebîra:13

Ke'en:13

Kehf:13

Kehl:13

Kelale :13

Kelâm:13

Kelime:14

Kella:15

Kenud:15

Kerem:15

Kerîm:15

Ke's:16

Kesb:16

Kesîb:17

Keştı's-Semâ':17

Kevâib:17

Kevser:17

Kezm:17

Kıble:17

Kıded:17

Kısas:17

Kıssa:18

Kıssîs:18

Kıstas:18

Kıtmîr:18

Kıtt:18

Kıyâmen:18

Kifât:18

Kitâb:19

Kudûr:19

Kummel:19

Kunut:20

Kur'an:20

Kurbet:22

Kutile:22

Kutile Ashab-ı Uhdud:22

Quvvet:23

Kutûf:23

Kübbâr:23

Küdye:23

Küfr/Kâfir:23

Küfüvv:25

Kürsî:25


Kab:

 

Kâb, "kadar" demektir. Ebû Hayyân şöyle der: Kâb, kâd ve kayd "miktar" demektir.[1]

Kâb yayın kabzasıyla giriş yeri olan iki köşe aralığına denir ki, yayda iki kâb bulunur. Bu anlam ile bazıları kalb etmek yoluyla, bîr yayın iki kabı (kâbe kavseyn) demek olabileceğini söylemişlerdir.

Yayın kabzasıyla kirişi arası­na  da  kâb  denilmiştir.  Ayrıca "kâb" da, birer uzunluk ölçüsü olan, mızrak, değnek, arşın, boy, kulaç, adım gibi bir uzunluk ölçü­südür. Hicaz lügatinde yay, zir'a yani ölçü manasına da gelmekte­dir. Buna göre "kâbe kavseyni" cümlesi onunla arasındaki mesafe iki arşın kadardır anlamına gelir. Kâb kelimesi genelde miktar anlamına gelse de Necm Sûresi'ndeki kullanımında da kâb, miktar anlamına gelmiyor. Arap­lar, cahiliye döneminde bir anlaş­ma yapacakları zaman iki yay çı­karır, birini diğerinin üzerine ko­yar, ikisinin "kâb"ını birleştirir, sonra ikisini birlikte çekerek bu yaylarla bir ok atarlardı. Bu, onla­rın her birinin rızası diğerinin rı­zası, kızgınlığı diğerinin kızgınlı­ğı anlamına gelip, aksi mümkün olmayacak şekilde şahitleştiklerini gösterirdi. Bu anlamda da kâb, miktar anlamına değil manevi ya­kınlığa işaret eder.

 

Kabîle/Kabâil:

 

Kabâil, "Kabiletun" kelimesinin çoğuludur. Kabile, soy ve sopun birbirine bağladığı cemaattır.  Kabilenin, "şa’b" tan daha özel bir mânâsı vardır. Çünkü "Şa'b", bir asla mensup büyük bir topluluk demektir. Şa'b, ka­bilelerden, kabile ise "Batn" (oba) lar ve "fehz" (yakın akrabalar).dan oluşur.  

Kabâil, "kabile"nin ço­ğuludur. Araplar toplulukları tas­nif ederken insan vücudunun oluşumundan yararlanmışlardır. Bu nedenle insan kafatasını mey­dana getiren kemiklerin her biri­ne kabile, hepsine de kabâil der­ler. Şu'ûb da, "şa'b"in çoğuludur. Kafatası kemiklerinin birbirine eklenip bitiştiği yere, eke "şa'b" denilir. Aynı yöntemle, bir baba­nın sulbünden/soyundan gelen ve dallanan topluluğa kabile, bu kabileleri bir araya getiren ve hepsinin bir asla mensup olduğu topluluklara da "re's/baş" veya "şa'b" denilir. "Şa'b" kabileleri içinde bulundurur. Bu anlamda, bir soydan gelen toplulukların en büyüğüne "şa'b" denir. Kabile amareleri içinde barındırır, bu ne­denle sadır, yani göğüs mesabe­sindedir. Amare batınları içinde barındırır, Türkçe de göbek /öbek deyimine benzer. Batın fahızları içine alır, fahızlar, fasileleri içine alır. Toplamı altı tabaka eder. Ba­zıları yedinci olarak aşireti de say­mışlardır. [2] 

 

Kadâ (Kaza):

 

Kadâ, istedi ve takdir etti demektir.

Kadâ (kaza) bir işi tamamiyle kesip atmak, kesin kara­rı verip verilen kararı uygulamak anlamındadır. [3]

Kur'ân'da türevleriyle birlikte yaklaşık 64 âyette yer alır. Kelime olarak "bir şeyin halledilmesi, emretmek" gibi anlamlara gelir.[4] Yargıçlar, dâvaları çözüp karara bağladık­larından dolayı kendilerine Arap dilinde "kadı" adı verilmiştir. Bilindiği üzere Kur'ân'da hükümler, ilâhî ve beşerî olmak üzere ikiye ayrılırlar. Ve Kur'ân, bir çok âyetinde ilâhî adalet ve hükümden söz eder.[5] Beşerî hüküm ise; kadılar (yargıçlar) vasıtasıyla, Allah'ın hükümlerinin yeryüzünde uygulanma­sıdır.[6] Kısaca "kaza", Allah'ın muhkem, tebdil ve tağyir kabul etmeyen kesin, hikmetli işleri demektir.[7]

Câhiliye döneminde "kaza" kavramının manası, Kur'ân'ın kelimeye getirdiği anlamla parelellik arzetmektedir. Nitekim o dönem şairlerinden el-Hâris b. Hıllîze bir şiirinde şöyle demektedir.

"Ey bizim hakkımızda, hükümdar Amr'a asılsız sözler sarfeden kişi, bu tutumundan vaz geçmeyecek misin? Bu hükümdar Hind oğlu Amr'a bizim üç hizmetimiz vardır ki, herbirinde üstünlüğümüz meydandadır.[8]

Görülüyor ki burada "kaza" hüküm manasında kullanılmıştır.

Lebîd b. Rabi'a bir beytinde bu kelimeyi kullanarak şöyle der (kâmil):

"İnsan kitabını (Allah'ın kendisi için yazdığını silemez). Nasıl silebilsin ki, O'nun kazası değiştirilemez."[9]

İslâm itikadında bu iki kavramın önemi çok büyüktür. Zira Allah'a iman vacip olduğu gibi, O'nun kazasına ve kaderine iman da vaciptir. Çünkü bu, Allah'ın, ilim, irade, kudret, tekvin sıfatlarıyla ilgilidir. Bu inanca göre "kader", Allah'ın ezelden ebede kadar olacak şeylerin zamanını, vasıf­larını, özelliklerini ezelde bilip takdir etmesidir. "Kaza" ise; O'nun irade ve takdir buyurmuş olduğu şeylerin zamanı ge­lince, Allah'ın iradesine ve ilmine uygun olarak yaratılma­sıdır.[10]

Verilen örneklerde de görüldüğü gibi Araplar bu iki kavramı sık sık çoğul şekliyle "akdar" olarak, "kader" anlamında kullanırlardı. Bu anlamda kader, ölçen ve her şeyin geleceğini tayin eden, özellikle doğum, ölüm ve rızık gibi konularda insan gücünün erişemediği kör kuvvet demektir. Görüldüğü gibi Araplara göre bu kavramların o dönemdeki kullanılışları kötümserdi ve kadere, insan davranışlarının tümünün önceden tayin edilmesi olarak inanılmıyordu. Kur'ân bu kelimeyi aldı "kör ve tesadüfi güç" anlamını değiştirerek "kader"e, hakim ve rahim olan Allah'ın iradesi doğrultusunda gerçekleşen olaylar anlamını kazandırdı. Buna göre Kadir-i mutlak olan Allah, merhametiyle, her şeyi ölçer biçer ve her şeye kabiliyet alanı açar. Davranış kanunlarına da, özetle tüm karekterlerini verir.[11]

Qada on şekilde tefsir edilir:

1. Tavsiye

"Rabbin qadâ (tavsiye) etti: Başkasına değil, sa­dece O'na ibâdet edin..." [12]

"Musa'ya o emri (Musa'yı görevlendirip Fir'avn ve onun kavmine elçilik vazifesini ifa etmesini) qadâ (tavsiye) ettiğimizde, sen batı tarafında değildin." [13]

2. Haber vermek

"Biz kitapta (Tevrat'ta) İsrâîloğulları'na qadâ et­tik (haber verdik): Siz yeryüzünde iki defa fesad çıkaracaksınız..."[14]

"Ona şu emri qadâ ettik (Lût'a şu ahdimizi/ka­rarımızı haber verdik): Sabaha çıkarken arkaları mutlaka kesilecektir." [15]

3. Ferağ (boşalmak, boş kalmak, bitirmek, ta­mamlamak)

"Menâsikinizi (hacc ibâdetlerinizi) qadâ ettiğiniz (bitirip/tamamlayıp da boşaldığınız) zaman..." [16]

"Artık namazı qadâ ettiğiniz (bitirip/tamamla­yıp da boşaldığınız) zaman..." [17]

"Namaz qadâ edildimi (farz olan Cuma namazı bitip!tamamlanıp da boşaldınız mı)..." [18]

"(Okunması) qadâ edilince (okunması tamamla­nınca: Nebi, Kur'ân okumayı bitirip de boşaldıkların­da) kavimlerine uyarıcılar olarak döndüler." [19]

4. Fiil (yapmak/işlemek)  

"Artık ne qadâ edeceksen et (bize ne yapacaksan yap). Sen ancak bu dünya (yakın/geçici) hayatta qadâ edersin (bir şey yapabilirsin)." [20]

"Fakat Allah fiile çıkması gereken bir emri qadâ et­mek (Allah, ilminde yapacağına dair hükmetti­ği bir işi yapmak) için..." [21]

"Bir emri qadâ ettiği vakit (ilminde yapacağına dair hükmetmiş olduğu bir işi yapacak olduğunda) ona yalnızca "Ol!" der, oluverir." [22]

"Bir emri qadâ ettiği vakit ona yalnızca "Ol!" der, oluverir."[23]

"Allah ve O'nun Rasûlü bir emri qadâ ettiği vakit (Zeyneb'in evliliği husu­sunda bir iş yapacak olduklarında) onlar için, o işle­rinden tercih olamaz." [24]

5. Nüzul/inmek

"Ey Mâlik! Rabbin, üzerimize qadâ etsin (ölü­mü indirsin/bizi öldürsün)!" [25]

"Onların üzerine qadâ edilmez (ölüm in­mez) ki ölsünler." [26]

"Ne zaman ki o'nun üzerine ölümü qadâ ettik (o'na ölümü indirdik)..." [27]

"Mûsâ ona bir yumruk vurdu, onun üzerine qadâ etti (ona ölümün inmesine sebep oldu)." [28]

6. Vâcib/gerekli olmak, icab etmek

"Emr qadâ edildi (azâb gerekli oldu; Nuh kavmi üzerine vuku buldu). Ve (iş bitti, gemi) Cûdî (engince bir dağ) üzerine istiva etti." [29]

"Emrin qadâ edileceği (azabın ateş ehline gerekli olup vuku bulacağı) o Hasret Günü ile onları inzâr et!" [30]

"Emr qadâ edilince (azâb, ateş ehline gerekli olup vuku bulunca) şeytan da der ki:..." [31]

"İstifta ettiğiniz o emr qadâ edilmiştir (ge­rekli olmuştur/meselenin bu şekilde gerçekleşmesi icab etmiştir)." [32]

7. Yazmak

"O, qadâ edilmiş bir emrdir (İsâ’nın babasız do­ğacağı, Allah tarafından qadâ edilmiş bir iştir: o'nun var olacağı Levh-i Mahfuz'da yazılmıştır)." [33]

8. Tamamlamak

"Mûsâ süreyi qadâ edince (Mûsâ şartını tamam­layınca)... " [34]

"Bu iki süreden hangisini qadâ edersem (ta­mamlarsam)..." [35]

"Gündüz ne kazandığınızı bilir. Sonra sizi, belirli süre qadâ edilsin (tamamlasın) diye onda uyandırır." [36]

"Sana onun vahyi qadâ edilmeden (Cibril sana vahy işini tamamlamadan) önce Kur'ân'ı acele etme." [37]

"Onlardan kimisi adağını qadâ etti (yerine getir­di/tamamladı)." [38]

9. Fasl (ayırma/ayırılma)

"Aralarında hak ile qadâ edilecek (ayırılacak)..." [39]

"Emr qadâ edilmiş olur (azâb ile benim ve sizin aranız ayırılır), sonra kendilerine göz açtırılmazdı.[40] Rasûlleri geldiğinde, aralarında qıst ile qadâ edilir (araları ayırılır)." [41]

"Muhakkak ki Rabbin Kıyamet Günü aralarında qadâ edecektir (aralarını ayıracaktır)." [42]

10. Halketmek/yaratmak

"Böylece onları yedi gök olarak qadâ etti (halketti/yarattı)." [43]

 

Kadb:

 

Kadb, sebzelerden, kesildikten sonra kökü biten her sebze. Yon­ca, bakla, pırasa v.b.

 

Kadem:

 

Kadem[44] kelimesi, "kı­dem" kelimesinin eş anlamlısı olarak, "sabika fi'l-emr" yani bir işte ileri geçme hali, iyilik ve hayır yönünden derece ve rütbe sahibi demektir. Dişili, "kademe"dir. Ayak veya ayağın topuktan aşağı­sı yani taban anlamına gelir.

Bir şeyin önderine ve kahra­man kimseye denir. "Falancanın falanca üzerinde kademi (kıdemi) vardır" demek, bir derecesi var­dır, demek olur. "Falan erkek, fa­lan kadın" kademdir" demek, di­ğerlerine ön ayak oldu, cesur ve atak davrandı demektir.

"Kadem-i sıdk" tabirini de müfessirler, salih amel, hayırda öne geçme, Levh-i Mahfûz'da tesbit ve takdir edilmiş yüksek rüt­be, makam gibi anlamlarda açık­lamışlardır. [45]

 

Kademe sıdkin:[46]

 

... Öncelik/önde bulunmak, fazilet ve yüksek mertebe. Eğer öncelik/öne geçme, neden "kadem" (ayak) diye isimlendirildi dersen; ilerleme ve öne geçme ayakla olduğu için, güzel çabalar ve öne geçme "kadem" diye isimlendirilmiştir, derim. Nitekim "nimet" de elle verildiği için "yed" (el) diye isimlendirilmiştir. Keza (nimet) "ba'/satılık nesne" diye de tesmiye edilmiş, çünkü sahibin sattığı şey, odur. Falanca ha­yırda kademdir/öndedir den(ir)di. Onun sıdk'a izafesi ise fa­ziletin fazlalığına ve mezkur kişinin önde gelen büyükler­den olduğuna işarettir. Yüksek mertebe anlamında olduğu da söylenmiştir. [47]

Mukatil, daha önce işledikleri amelleri, Rabb'lerinin ka­tına hayır/sevap olarak geçmiştir ki o(nun karşılığı) cennettir, derken İbn-i Abbas ise o, Rabb'leri katında bir dost, re­fakatçi mesabesindedir ve o(nun karşılığı) cennettir, de­miştir. Ebu Sa'id el-Hudri'den "o, Rabb'leri katında kendileri için doğru/yüce bir şefaatçi olan Muhammed (as)'in şe­faatidir" diye rivayet edilmiştir. Hasan, o, Allah'ın cennette­ki hoşnutluğudur, derken Kutebi, işledikleri salih ameller­dir, demiştir. [48]

Gizli - açık bütün iyi fiiller sıdk ile tabir edilir ve kendi­siyle tavsif olunan bu fiil sıdk'a izafe edilir:

"Mak’adi sıdkin[49], hademe sıdkin[50], müdhele sıdkin[51], mührece sıdkin[52], lisane sıdkin[53], Mübevvee sıdkin[54][55]

(Kademe sıdkin): İşledikleri amele karşılık eksiksiz bir ödüldür. İhlasla yaptıkları ibadetlerden öne geçenleridir dendiği gibi kendilerine yazılı va'd sonucu bahşedilen mut­lulukla öne geçenlerdir de denmiştir. [56]

Amellerden öne geçenlerdir. "Sıdk", "hayr"dır. Burada­ki tamlama övgü içindir. "Doğru/yüce adam" gibi iletilece­ğiniz yüce/yüksek makam. Ahirette onların/iyilerin diğerle­rine tercih edilmesidir, vb. [57]

Bu tabirin anlamıyla ilgili yorumlarda en çok üzerinde durulanlar

 a- fazilet,

 b- yüksek mertebe,

 c- cennet,

 d- salih amel,

 e- şefaatçi,

 f- mükafat vb. dir.

Elimizdeki meallerin çoğunda bu ifade anlaşılabilir bir nitelikte tercüme edildiği için, bu özelliğe sahip olmadığını düşündüğümüz sadece bir mealdeki tercüme üzerinde du­racağız.

Bilmen: Bir kademe sıdk vardır ....

Bilmen'in mealinin anlaşılmasındaki zorluk hem seçtiği kelimelerde hem de bu kelimelerin sıralanışındadır. Seçtiği kelimelerin -yaşadığı dönemde de- daha iyi alternatifleri ol­duğunu düşündüğümüzde sanırız bu itirazımız daha iyi bir yer tutacaktır.

Kelimelerin sıralanışında ise anlamı değiştirebilecek oranda bir hata söz konusudur. Çünkü "bir kademe sıdk" ile "Sıdk kademesi" aynı şeyi ifade etmiyor. Metni Türkçeleştirecek olursak şöyle bir durumla karşılaşacağız: "Bir de­rece doğruluk" ve "doğruluk derecesi". Birinci tercümenin yani Bilmen'in yaptığı tercümenin kasdedilen anlamı karşı­lamadığı bellidir. Çünkü onun tercümesi, doğruluk derece­sinin/mertebesinin sınırsız ifade boyutlarını karşılamayan bilakis sınırlandıran/daraltan bir tercümedir.

Bizce "kademe sıdkin" tabirinin en anlaşılabilir tercüme­leri aşağıdaki şekillerdedir:

- Yüksek mertebe/makam

- Eksiksiz bir mükafat

Örnek:

İnsanlar arasında bir adama: İnsanları Allah'ın azabı ile korkut ve iman edenleri de Rabbleri katında yüksek bir mer­tebe/eksiksiz bir mükafat ile müjdele diye vahyetmemiz .[58]

 

Kader:

 

İnsanların zihinlerini eskiden beri meşgul eden iki terim bulunmaktadır. Bunlardan birisi "kader", diğeri ise "kaza" dır. Bu iki kavram genelde birbirinden hiç ayrılmayan, birbirine kenetlenen iki esas gibidir. Bu itibarla diyebiliriz ki kader; binanın temeli veya temel taşı; kaza ise binanın kendisidir. Dolayısıyla bunları ayırmak, binayı yıkmak ve bozmaktır.[59]

Kader kelimesi Kur'ân'da türevleriyle birlikte yaklaşık 125 âyette zikredilmektedir. Bu kavram, ka-de-re fiil kökün­den mastardır. "Alâ" harf-i ceriyle kullanıldığında "gücü yetmek", harf-i cersiz kullanıldığında ise; "ölçmek, planlamak, düzenlemek, takdir etmek ve belirli miktarda yapmak" mana­larına gelir.[60] Yani bir şeyi özel kıyasa, sınırlı bir ölçüye ve belli bir yöne, bilinen bir kanuna göre meydana getirmektir. Nitekim Kur'ân'da şöyle buyrulur: "Gökten suyu bir ölçüye göre indirdik..."[61] Bu da gösteriyor ki, "kader" bir şeyin ölçüsü demektir.

Diğer taraftan "kader" inanmak, evrenin sağlam ka­nunlarının bulunduğunu; dünyanın tesadüfen meydana gelme­diğini kabullenmek demektir. Bu inanç, âlem ve tabiat hakkın­daki  ilmi  araştırmaların da kaynağı  olma durumundadır.[62]

Bunu şöyle bir örneklendirme ile de izah etmek mümkündür. Buğday tohumu veya hurma çekirdeğinden her ikisine de öyle bir ölçü takdir ve tayin edilmiştir ki; buğday tohumundan yalnız buğday, hurma çekirdeğinden de yalnız hurma ağacı yetişir.[63]

Câhiliyeye ait kaynaklardan öğrendiğimize göre o dönemde "kader" kelimesinin manası biliniyordu. Diğer bir ifade ile -eğer rivayetler doğruysa- Kur'ân'ın getirdiği anlamın[64], o döneme ait şiirlerde sık sık kullanıldığını görmek­teyiz. Nitekim câhiliye'nin meşhur şairlerinden Amr b. Kulsûm, "kader"e güç yetirememenin tasasını dile getirerek şöyle demektedir:

"Ölüm arkamızdan yetişecektir. O, bize ve biz ona takdir edilmişizdir (o halde zaman kaybetmeden şarap içelim)."[65]

Derin bir dinî duyguya sahip olan Lebîd de, "kader" kelimesini, İslâmî anlama uygun olarak şiirlerinde kullanmıştır.

"Bana bir felâket ulaşınca, kaderin yaptıklarından vah bana demem.[66]

 

Kadh:

 

Kadh[67]; çakmak, hızla çarpmak, çakmakla ateş çıkar­mak, yakmak demektir. Atların geceleyin yürürken çıkardıkları ateşlere de dendiği rivayet olu­nur.

Harp ateşini tutuşturmak, ağır sözler söyleyerek düşmanlık çıkarmak, süngü ve silah mânâla­rına da gelir. [68]

 

Kâdih:

 

Kâdih, çaba sarfeden demektir. "Kedh" Bir işte çalışmak, gayret göstermek ve nefsi zorlamaktır. Şâir şöyle der:

Her türlü iyi yaşayışın neşesi gitti. Ben yaşamak için yorgun ve bitkindüşmeye başladım.[69] 

 

Kadr:

 

Kadr[70], "kadere", "yakdiru" fiilinin masdarı olarak, güç yetirmek demektir. Dolayısıyla, bir hükmü tatbik etmek, gerçek­leştirmek, yerine getirmek, şeref, şan, azamet, takdir, güç, tazyik, baskı anlamlarına gelir.

"Leyle-i kadr" ifadesi, kud­retli, kadirli, şerefli, hüküm gecesi demektir. Böyle denilmesi, Kur'ân'ın bu gecede nazil olmaya başlaması ile ilgili olduğu gibi, bütün emir ve nehiylerin belli olduğu yani takdiri ilâhîde hükm olunmuş işlerin fark edildiği, ayırd edildiği, düzenlendiği gece olması dolayısıyladır da.' [71]

 

Qaffeynâ:

 

Takip ettirdik, arkasından getirdik arkasından gönderdik, kattık demektir. Bu kelimenin ash “Qafâ”dır. Bir kimse başka birisini takip ederse  “Qafâhu” birine birisini takip etti­rirse “Qafâhu bikezâ” denilir.

 

Kahin:

 

Kâhin[72], bir çeşit zann ile gayb haberi verene denir. Geç­mişe dair olursa "kâhin", gelece­ğe dair olursa "arrâf" denir. Kehâ­nette meşhur olan cinden yardım dilemedir.

Kâhin, İbn-i Esîr'in Nihâye'deki açıklamasına göre, gele­cek zamanda olacak şeylerden ha­ber alıp vermekle uğraşan ve giz­li ve esrarlı olanı bilme iddiasında olan kişidir.

Araplarda birkaç çeşit kâhin vardı. Bunlardan kimisi cinden kendisine tabi olan ve kendisine görünüp haber getiren periler ol­duğunu iddia ederdi. Kimisi de, soran kişinin sözünden eylemin­den, duruşundan, halinden hareketle geçmişte olan bir hadiseyi ortaya çıkaracağını iddia ederler­di. Böyle kişilere, daha çok "ar­râf" denilirdi. Arrâflar, çalınan şe­yi ve yitik olanın yerini bildikleri­ni iddia ederlerdi. Râgıb, Müfredât'ta, "Kâhin; gizli geçmiş haberleri bir nevi zan ile haber veren kişi, arrâf ise, gelecek haberleri yine bir nevi zan ile haber verendir." demiştir. Bu iki sanat bazan isabet eder bazan et­mez. Bu nedenle Peygamber efen­dimiz "her kim arrâfa ve kâhine gider de onun dediğini tasdik ederse Ebu'l-Kasım'a indirilmiş olana (Kur'ân'a) küfretmiş de­mektir." buyurdu.

Birisi böyle bir şey yaptığı za­man "falan kehânet yaptı" denilir. Bununla tehassus ettiği/duygu­landığı vakit "kâhin oldu" denilir. Kâhinlik yapmaya çalışana da "tekehhun etti" denilir.

Ahkâm-ı nücûm/astroloji, re­mil, cifir, türlü falcılıkla bakıcılık, manyatizm, ispirtizm, pisîşizm, meta pisişizm, haleti ruhiyelerle medyumluk yapan, onunla uğra­şan böyle kimseler her zaman her yerde bulunagelmiştir. [73]

 

Qalâ:

 

Nefret etti. Râgıb şöyle der: "el-qalâ" aşırı nefret demektir. Bir kimse diğerinden nefret ettiğinde "qalâe" denir. Geniş zamanı "Yeqliyhi"dir.[74]

 

Kalb:

 

Kalb[75], yürek ve gönül manalarına gelir. Ancak genel kullanımda "kalb" iki manaya kullanılır.

Birisi göğsün sol tarfında, sol memenin altına doğru konulmuş bir çeşit çam kozalağı şekline ben­zer bir durumda ve bedendeki et­lerin hiç birine benzemeyen, hem sinir hem kas dokularının esasını toplayan belli bir et parçasıdır. Atar ve toplar bütün damarların köküdür. Bu organa Türkçe'de yürek denir.

İkincisi, ruhanî, ilahî bir lütuf olan ve bütün şuur, vicdan, duy­gu ve sezgilerimizin düşünme kuvvetimizin kaynağı yani mane­vî alemlerin merkezi bulunan, ye­ri belli olmayan kalbdir ki, "insan ruhu" da denilir. İnsanın asıl ger­çeği bu kalbdir.

İnsanın anlayışı, bilgin ve arif olan bölünmez kısmı, konuşulan, azarlanan, talepte bulunulan ve sorumlu olan özü budur. Bütün benliğimiz öncelikle bundadır. Bunun için anlayan "ben" anlaşı­lan "ben"in içindedir. "Gönlüm­den geçti", "kalbimden geçti", "zihnimden geçti", "aklımdan geçti" dediğimiz zaman aynı şeyi ifade etmiş oluruz.

Bununla beraber kalb ile gö­nül arasında fark vardır. Örneğin "kalbin çürük" deriz de aynı anlamda "gönlün çürük" demeyiz. Bazen yüreği de "yürekli adam" deyiminde olduğu gibi bu mana­ya kullanırız. Ancak eş anlamlı olarak, "gönlü boş" ve "kalbi boş" deriz. [76]

 

Kalbin Mühürlenmesi:

 

Kalb nasıl mühürlenir? Bilin­diği gibi üzeri mühürlenmek, zarf, kap, örtü ve kapı gibi şeyler­de olur. İnsanların kalblerî de ilimlerin ve bilgilerin zarfları ve kapları gibidir. Ne kadar anlayış­larımız varsa orada saklıdır. Ku­lak da bir kapı gibidir. Duyulan şeyler oradan girer. Bilhassa geç­mişteki, gelecekteki ve şimdiki gayb ile ilgili haberler, kitaplardaki kavramlar duyu yoluyla bilinir.

Şu halde kalbin mühürlen­mesi, zarfın mühürlenmesine; ku­lağın mühürlenmesi, kapının mü­hürlenmesine benzer. Peygambe­rimizin şu hadisi bunu güzelce izah etmektedir: "Günah ilk defa işlendiği zaman kalbde bir siyah nokta, yani kara bir leke olur. Eğer sahibi pişman olur, tevbe ve istiğfar ederse kalb yine parlar, etmez de günah tekrarlanırsa o leke de artar. Sonra arta, arta bir dere­ceye gelir ki, leke bir kılıf gibi bü­tün kalbi kaplar. Mutaffifîn Sûresi 14. ayetinde 'Onların kazandığı şeyler, kalblerinin üzerinde pas tutmuştur' ifadesindeki 'rayn' (pas tutma) kelimesi de budur."

Bu hadis gösteriyor ki, gü­nahlar arttıkça Bakara: 2/7. ayetinde "hatemallahu alâ kulûbihim" şeklinde ifade edildiği gi­bi, Allah tarafından mühür ve baskı yapılır. O salgın leke o kalbe basılıp tabedilir. Başlangıçta ahar­lı parlak bir yazı kâğıdı üzerine dökülmüş silinmesi mümkün olan bir mürekkep gibi iken, bun­dan sonra matbu ve silinmez bir hale gelir. Başka bir deyişle alış­kanlıkla bir ikinci huy olur. Ne si­linir, ne çıkar. O zaman ne iman yolu kalır ne de küfürden kurtul­maya çare. Bu mühürleme ve bas­kının kazanılması kuldan, yaratıl­ması Allah'tandır. [77]

 

Qalîl:

 

Qalîl, altı şekilde tefsir edilir:

1. Yesîr/az

"Onun karşılığında, qalîl bir semen (dünyadan yesîr/az bir mal) almak için..." [78]

"Allah'ın âyetlerini qalîl (yesîr/az) bir semen (mal) karşılığında sattılar." [79]

2. Riya ve başkalarının duyması

"Qalîl (riyakârlık ve başkaları duysun için) olması dışında, Allah'ı zikretmezler." [80]

3. Hiçbir şey/bir şeyin yokluğu

"Siz qalîl şükrediyorsunuz (hiç şükretmiyorsu­nuz)." [81]

"O ki (sizi inşâ etti), sizin için işitme, basiretler ve gö­nüller yaptı; fakat siz qalîl şükrediyorsunuz (hiç şükretmiyorsunuz)." [82]

"Sizin için işitme, basiretler ve gönüller yaptı ki şükredesiniz"[83]

"O bir şâir sözü değildir, siz qalîl îmân ediyorsunuz (îmân etmiyorsunuz); bir kâhin sözü de değil­dir, siz qalîl tezekkür ediyorsunuz (tezekkür et­miyorsunuz)." [84]

4. Çoğa nisbetle az

"(Fir'avn dedi ki): "Gerçekten bunlar (Mûsâ ve o'nun beraberindekiler), qalîl (bizim sayımızın çokluğu karşısında az) bir şirzimedir/topluluktur." [85]

Fir'avn, "İsrâîloğulları, (kendileri gibi) çok kimsele­re göre azdır" demek istemiştir. Nitekim Musa'nın ashabı, kadın ve çocuklar da dahil 600.000 kişi iken, Fir'avn ve onun ashabı 1.000.000 savaşçıdan oluşmakta idi.[86]

"Şayet üzerlerine, "Kendinizi öldürün yahut diyarınız­dan çıkın!" diye yazsaydık, içlerinden qalîl müstesna (diğerlerine nisbetle az olan kısmı hariç) bunu yapmazlardı." [87]

5. Bedir’e katılan 313 kişi

"İçlerinden qalîl (Nebi'nin ashabının, Bedir Günü'ndeki sayısı kadar kimse: 313 kişi) [88] hariç ondan içtiler.." [89]

6. Nuh'un gemisindeki 80 kişi

"Zaten o'nun beraberinde qalîl (40'ı erkek, 40'ı kadın, toplam 80 kişi) [90] dışında kimse îmân etme­mişti."[91]

 

Kamtarîr:

 

Kamtarîr, belâsı uzun süren çok zor gün.[92] Ahfeş bu kelimeyi şöyle açıklar: En zor ve belâsı en uzun gün!

 

Kanatır:

 

Kanatır[93], "kantar"ın ço­ğuludur. "Mukantara", kantarlanmış demektir. Kantarların kantarlaması darb (çarpma) ile çoğal­tılmıştır. Mübalağa için olur. Ma­tematiksel ifade ile "kantar kere kantar" demek gibidir. Kantar en büyük ağırlık ölçü birimidir ki, farklı zamanlarda muhtelif ka­vimler tarafından kullanıldığı bi­linmektedir.

Araplar'da kantar, miktarı belli olmayan bir tartı birimidir. "Yerle gök arası kadar mal" de­mektir. Herhangi bir sayı değil, en yüksek tartıda birçok şey demek­tir. [94]

 

Kâne:

 

Kâne, beş şekilde tefsir edilir:

1. Yenbağî (uygun düşer/yakışır) lâ yenbağî  (uy­gun düşmez/yakışmaz)

"Hiçbir beşer için olamaz/olacak şey değildir (mâ kâne=olamaz/olacak şey değildir, (lâ yenbağî=yakışmaz /uygun düşmez): Allah kendisine kitap, hükm ve nübüvvet versin de sonra o insanlara, "Alla­h'ı bırakın bana kul olun!" desin." [95]

"Bir mü'min için olamaz/olacak şey değildir (mâ kâne=olamaz/olacak şey değildir, lâ yenbağî=yakışmaz /uygun düşmez) bir mü'mini öldürmek; hata ile olması müstesna!" [96]

"Bunu söylemek, bizim için olamaz/olacak şey değildir (mâ yekûnu=bizim için olamaz/olacak şey değildir, lâ yenbaği=bize yakışmaz/uygun düşmez!)." [97]

2. Kelamda sıla (anlamı olmayan bir ulama sözü)

"Ve Allah her şeye/her şey üzerine kadirdir." [98]

Burada kâne, kelamda/söz arasında bir sıladır. Bu­na göre Ve kânellâhu 'alâ külli şey'in kadir buyru­ğu, Vallâhu 'alâ külli şey'in kadir demektir.

"Ve Allah alîmdir, hakimdir." [99]

Burada kâne, kelamda/söz arasında bir sıladır. Bu­na göre Ve kânellâhu 'alîman hakîman buyruğu, Vallâhu 'âlîmun hakîmun demektir.

"Ve Allah semidir, basîrdir." [100]

Burada kâne, söz arasında bir sıladır. Buna göre, Ve kânellâhu semî'ân basîran buyruğu, Vallâhu semi’un basîrun demektir.

"Ve Allah gafurdur, rahimdir." [101]

Burada da kâne, kelamda/söz arasında bir sıladır. Buna göre, Ve kânellâhu ğafûran rahîman buyru­ğu, Vallâhu gafurun, rahîmun demektir.

3. Huve/o

"Nasıl konuşuruz men kâne (men huve: o kimse ki), beşikte bir sabi?!" [102]

4. Böyledir, böyle idi

"Doğrusu o (İsmâîl) va'dine sâdık idi (kâne); bir rasûl, bir nebi idi (kâne)." [103]

Kâne burada, hakeza kâne: böyle idi demektir.

"Ehline namaz ve zekat ile emreder idi." [104]

"Önlerinde/ötelerinde her sağlam gemiye elkoyan bir melîk var idi (kâne)." [105]

Bu buyrukta da daha önce olup bitmiş, geçip git­miş bir şeyden haber vermektedir.

5. Sâr/olmak

"İblis dayattı, büyüklendi ve kâfirlerden oldu (kâne)." [106]

İblis, Allah'ın ilminde Adem'e -Rabbine şu sözleri söyleyerek- secdeyi terketmekle kâfir oldu:

"Ben bir beşer için secde eden olmayacağım ben ondan hayırlıyım; dolayısıyla, benim gibi birisinin, onun gibi birisi için secde etmesi yakışık almaz/uygun olmaz." [107]

"Sema açılıp kapı kapı olacak (fe-kânet ebvâben (fe-sâret ebvâben), dağlar da yürütülüp serab olacak (fe-kânet serâben (fe-sâret kel-serâben)." [108]

"Dağlar olacak (fe-kâneti'l-cibâlü fe-sâreti'l-ci-bâlü), akıp dağılan kum gibi (karıştırıldığı ve harekete geçirildiğinde ardarda gelen kum yığını gi­bi)." [109]

"Saçılmış/uçuşan toz olduğunda (dağlar, güneş ışığının evin penceresinden girdiği vakit görülen toz zerrecikleri gibi olduğu zaman!." [110]

"O gün, sema erimiş maden gibi olacak (tasîru's-semaü), dağlar da atılmış/didik didik edilmiş yün gibi olacak (kel-savfı'l-menfûş)." [111]

 

Kânitât:

 

Kânitât, itaat edenler manasınadır. "Boyun eğerek devamlıitaat etmek" mânâsına gelen "Kunut" kökündendir.

 

Kanetû:

 

Ümitsizliğe düştüler.

 

Kânit:

 

Kânit; itaat eden, boyun eğen, ibadet eden demektir.

 

Kanitûn:

 

Kanitûn, itaat ve boyun eğmek mânâsına gelen "kunut" mas­tarından ismi fail olup "itaat edenler, boyun eğenler" demektir.

 

Karâr:

 

Karâr; mesken demektir.

 

Kâriah:

 

Kâriah, "karia" mad­desinden türemiştir. Şiddetli bir ses çıkaracak derecede, şiddetle dayanıp çarpmak demektir. İn­sanların başlarına çarpan, beyin­lerinde patlayan olay anlamına da gelir.

"Kâria bi'l-asâ" sopayı başına çaldı, tokmak mânâsına "mukre", kapı çalmak mânâsına "kâria'l-bâb", kılıçla çarpmak mânâsına "tekâriu bi's-seyf" bu köktendir. Bu vesile ile çarpan her şeye kâria denilir. Çoğulu "kavari' "dir. Ba­şında elif lâm olduğu zaman kıya­mete isim olur.

Kâria, kıyametin isimlerinden biridir. Korkunç ve dehşet verici halleri ile insanları çarptığı için buna "Kâria" denmiştir. "Kar’" kelimesinin aslı, şiddetle ve kuvvetle vurmaktır. Araplar, insanların başına feci bir iş eldiğinde "Eylül  musibet kapılarını çaldı ve belâ bel­erini kırdı" derler.

 

Karn:

 

Karn kelimesinin iki an­lamı vardır. Birisi, zamandan bir müddete mutterin (yakın) olan ümmet, aynı zaman diliminde ya­şayan insan topluluğu anlamında. "Hayru'l-kurûni karnî" (top­lumların en hayırlısı benim toplumumdur) hadisi bu anlamdadır. Bunda sivrilmek ve yaklaşmak manası vardır. Bu yaklaşma, fert­lerin birbirine yaklaşması, bir peygamber, bir alim, bir reis gibi önemli bir şahsiyetin yaklaşması kabul edilir.

Diğer anlam ise, zaman dili­min kendisine denilir. Asır gibi genellikle yüz yıl olarak varsayı­lır. En’am: 6/6'da kastedilen mana birin­cisidir.

 

Karye:

 

Karye, Kur'ân'da, köy, şehir, memleket gibi cemiyet ve mede­niyet mahalli olan yerlere denir. Esasen toplanma manasından alınmıştır.

Râgıb; "Karye, insanların toplandığı yerin ve insan topluluğunun ismidir" der. Kur'ân'da her iki manada da kullanılmıştır. Nisa: 4/13, Nahl: 16/112 ayetlerinde kar­ye topluluk anlamında, Hud: 11/117, Nisa: 4/75 ve A’raf: 7/97 ayetlerinde ise kar­ye bölge veya şehir ismi anlamın­da kullanılmıştır. Karyeteyn ise, Mekke ile Taif şehirleri anlamın­dadır. [112]

 

Karzen Hasenen:

 

Karzen hasenen, güzel ödünç demek ise de Hadid: 57/11'de malın en iyisini seçip Allah rızası için ihlas ile en uygun yere harcamadır. Karz ise ödünç vermek demektir. Yani, başlangıcı ariyet/ödünç verme, sonrası, bey'i sarf (para ve değerli maden gibi alış veriş araç­larının alınıp satılması) olan bir alışveriş biçimidir.

Bir yardımın karzı hasen ol­ması için şu özellikleri taşıması gerektiği ifade edilmiştir.

1- Mal helaldan kazanılmış olmalıdır.

2- Malın en iyisinden olmalı­dır

3- Karz-ı hasen sahibi ölüm korkusu çeken, ölmek üzere olan birisi olmamalıdır.

4- Mal, en muhtaç ve en uy­gun olana verilmelidir

5- Veren, verdiği malı gizlemeli, alan-veren dışında kimsenin haberi olmamalıdır.

6- Arkasından başa kakılmamalıdır.

7- Verenin maksadı Allah rı­zası olmalıdır. [113]

 

Kasas/Kıssa:

 

Kasas[114], esasen mastar­dır. Lugattaki mânâsı bir şeyin izi­ni takip ederek arkasına düşmek­tir. "Fe ertâde alâ eserîhima kasasan" "İzlerini takip ederek geriye döndüler" demektir.

Ayrıca, aynı kökten çıkarak, önemli bir haberi nakletmek, an­latmak mânâsına gelir. Anlatılan haber veya hikâyede mastar mâ­nâsı ile mef'ul yani maksus mânâ­sına kasas, yahut kıssa denilir ki "kaf"in kesri ile kısas bunun ço­ğuludur.

Kıssa ise, izi takip olunmaya değer olaylar mânâsına gelir.

 

Kâsitûn:

 

Kâsitûn, hak yoldan sapanlar demektir. Kişi bir şeyden saptığında "kasete’r-raculu" denilir.

 

Kâsiye:

 

Kâsiye, sert demektir. Kalp sertleştiğinde "Kasâ’l-kalb" denir. "’Atâ" ve "’Asâ" fiilleri de bunun gibidir. İncelmeyen ve yumuşamayan sert kalbe, "Kalbun kâsin" denir.

 

Kasvere:

 

Kasvere kelimesi, "kasr"dan türemiştir. "Kasr", zorlu, zorba, ezmek ve üstün gelmek demektir. Aynı zamanda zorlu avcı alayı veya aslan anlam­larına da gelir. Dilcilerin çoğu, "kasvere" için aslan demişlerdir. Aslan, diğer yırtıcı hayvanlardan kuvvetli ve galip olduğu için, ona bu ad verilmiştir.  Bu ifadenin Habeş dilinde bir kullanım olduğu ifade edilmiştir. Ezherî der ki: Bu kelime, okçular için kullanılan topluluk ismidir. Kendi cinsinden tekili yoktur. Lebîd şöyle der:

Biz kulübümüzde bir kere çağırdığımızda, avcılık eden okçu yiğitler bizegelir.[115]

Müddessir Sûresi'ndeki kul­lanımında bu terim ile Kur'ân'dan kaçanların durumu tasvir ediliyor.

 

Kasvet:

 

Kasvet, sertlik demektir. Zıddı rikkattir.

 

Katera:

 

Katera; siyahlık ve karanlık manasınadır.

 

Kavâid:

 

Kavâid, temel, esas mânâsına gelen "kaide" kelimesinin çoğuludur.

 

Kavmu Tubba':

 

Kavmu Tubba'; Yemen kralları demektir. Yemenliler kral­larına (Tubba'lar) derlerdi. Cevheri şöyle der: Tebâbia, Yemen kralları demektir. Tekili Tubba'dır.[116] Lügatçiler şöyle der: Tubba, Yemenlilerin kralının lakabıdır. Bu, Rumların Kayserleri, İranlıların Kisrâlan ve Müslü­manların Halifeleri gibidir.[117]

 

Kavvâm:

 

Kavvâm, "kaim" in mübalağası olup "kıyam bi'l-emr"den alınmadır. Bir kadının işine bakan ve korunmasına özen gösteren ve işlerini idare edene "kayyimu'l-mer'eti" ve daha kuvvetli olarak "kavvâmu'l-mer'eti" denilir.

Bu tabir, erkeğin kadına haki­miyetini ancak keyfine göre değil, "kavmin efendisi onlara hizmet edendir" manası üzere, hizmet­kârlıkla karışık bir hakimiyet ifa­de eder. Bir yandan erkeğin, diğer yandan da kadının üstünlüğünü anlatır.

Bu ifade ayrımcılık içinde eşitlik iddiasını kaldırarak, karşı­lıklı ve farklı bir eşitlik (muâdele-i mutefâdıla) usulü ile bir birlik sağlarlar.

Kadi Beyzâvî; "valilerin, hal­kı idare ettikleri gibi, erkekler de kadınları öyle idare ederler" de­mektedir.

 

Kayyednâ:

 

Hazırladık.

 

Kayyime:

 

Kayyime; doğru, âdil mânâlarına gelir,

 

Kayyûm:

 

Kayyûm[118], "kıyam"dan "fey'ul" vezninde mü­balağa sigasıdır. "Kendi kaim di­ğerleri mukim" ve mukavvim (yöneten) demektir. Bunda eşya­nın ayakta durmasının kıyâm-ı ilâhîde fani olacağına lafzen bir icma vardır. İbn-i Sina bunun vâcibu'l-vücûd mefhumuna eşit ol­duğunu söylemiş ise de, buna vâcibu'l-vücûd mefhumunun kendinden başka, ondan ayrılmaz bir mefhumu olan "külli mucid", "külli müdebbir" gibi diğer ke­mal mefhumlarının hepsi de an­lam itibariyle dahildir.

 

Kazefe:

 

Attı, hızla indirdi.

 

Kebair:

 

Kebâir, üzerine azap hak olan, dünveyî ceza (had) ge­rektiren, yani, açıkça nehyedilmiş/yasaklanmış olan günahlar anlamındadır.

 

Kebed:

 

Kebed, güçlük ve sıkıntı demektir. Bu kelime aslında, ciğer ağrısı çeken kimse için söylenen "Kebede’r-raculu kebden" sözünden alınmıştır. Sonra­ları, her türlü meşakkat ve yorgunluğu ifade etmekte kullanılmıştır. "Sıkıntılara katlanmak" mânâsına gelen "el-mekâbedetu" de bu köktendir.

 

Kebîr:

 

Kebîr, sekiz şekilde tefsir edilir:

1. Şiddetli

"Sizden kim zulmederse ona kebîr (şiddetli) bir azâb tattırırız." [119]

"Fakat bu onlara, kebîr (şiddetli) bir tuğyan ar­tırmaktan başka netice vermiyor." [120]

"Siz kebîr bir yükseklikle yükseleceksiniz (şid­detli bir galibiyetle galib geleceksiniz)." [121]

"Onlara karşı Kur'ân'la kebîr (şiddetli) bir cihad yap!" [122]

2. Yaşça büyüklük /yaşlılık

"Babamız ise kebîr (yaşlı) bir şeyhtir." [123]

"Kendisine kiber (yaşlılık) isabet etsin..." [124]

3. Yaş itibariyle değil, re'y/görüş ve ilm iti­bariyle büyük/ileri

"Onların kebîri (görüş ve ilm itibariyle ileri olan kardeşleri -ki o onların yaşça en büyükleri değildi-) dedi ki..." [125]

"Muhakkak ki o sizin kebîrinizdir (o, aranızda sihri en iyi bileninizdir, sihirde en ileri olanınızdır. -Yoksa o, yaş itibariyle onların en büyükleri değildi-)." [126]

"Demek ki o, size sihri öğreten kebîriniz"[127]

4. Çok (el-kesîr)

"Sağîr (az) veya kebîr (çok) olsun, onu yaz­maya üşenmeyin! " [128]

"Onlar sağîr (az) veya kebîr (çok) ne infak ederlerse..." [129]

5. Azîm (pek büyük/azametli)

"O kebîrdir (pek azametlidir, pek büyüktür), müte'âl'dir." [130]

"Şüphe yok ki Allah 'âlîdir (pek yücedir; O'ndan daha yüce hiçbir şey yoktur), kebîrdir (pek azametlidir/pek büyüktür; O'ndan daha büyük hiçbir şey yoktur)." [131]

6. Mülk/egemenlik, sultan/saltanat

"(Fir'avn, Musa'ya şöyle dedi): "Yeryüzünde kibriyâ' (egemenlik ve saltanat) ikinizin olsun diye mi geldiniz?!" [132]

"Göklerde ve yerde kibriyâ' (egemenlik ve salta­nat) O'nundur." [133]

7. Ağır  

"Eğer onların yüz çevirmeleri sana kebîr (kebura) (ağır) geliyorsa..." [134]

"Eğer aranızda kalışım ve Allah'ın âyetlerini ihtar edişim size kebîr (kebura/ağır) geliyorsa... [135]

8. Uzun/uzayan, sürüp giden

"Siz başka/değil, kebîr (uzayıp giden, sürüp gi­den) bir dalâlet içindesiniz." [136]

 

Kedh:

 

Kedh[137], tırmalamak, kendisine etki edecek derecede hayır ve şer bir işe emek vererek büyük bir çaba ile çalışıp çabala­mak anlamlarına gelir.

İnşikak Sûresi'ndeki kullanı­mında da çabalamak anlamında­dır. Yani, bütün hayatın boyunca Rabbinin acı ve tatlı emrine doğru didinir, çabalar durursun demek­tir. [138]

 

Kebîra:

 

Kebîra, ağır ve meşakkatli demektir.

 

Kebura:

 

Büyük ve zor geldi.

 

Ke'en:

 

1.  sanki ... gibi (lî-ke'ennemâ)

"Sanki onunla sizin aranızda bir meveddet/sevgi ol­mamış gibi diyecektir ki: "Keşke ben..." [139]

Âyetteki ke'enlem tekun ibaresi, li-ke'ennemâ lem-tekun (sanki... olmamış gibi) demektir.

"Sanki yüzleri, geceden parçalarla kaplanmış gibidir: kapkaranlık." [140]

Ayetteki li-ke'ennemâ uğşiyet vucûhuhum ibaresi, li-ke'ennemâ uğşiyet vechûhuhum (yüzleri... sanki kaplanmış gibidir) demektir.

 

Keeyyin:

 

Keeyyin, "çok" demektir.

 

Keffera:

 

Giderdi, yok etti.

 

Kehf:

 

Kehf, mağaralara, özellikle büyük mağaralara, dağ ve büyük kaya oyuklarına denilir. Küçüğü "gar" diye ifade edilir.

 

Kehl:

 

Kehl, kuvvetini toplamış, gençliği kemale ermiş olan anla­mındadır. Çoğunlukla otuz yaşın­dan sonrası için kullanılır. Al-i İmran: 3/46. ayette Hz. İsâ ile ilgili olarak kullanılmaktadır.

 

Kelale :

 

Kelâle, baba, anne ve çocuk bakımından farklı olan, ya­ni ata ve çocuk zincirini oluştu­ran, soy ağacının dışında bulunan akrabalık demektir.

Bu kelime, yorulup kuvvet­ten düşmek veya etraftan kuşatıl­mak manalarına mastar olup, ön­cesinde "kelâl" (zayıflık) ikincide "iklil" (taç) ile bir ilgisi vardır. Bu yakınlık, baba-çocuk yakınlığına oranla zayıf veya onun başını ya­hut etrafını sardığından bu isim ile adlandırılmıştır.

Karabet, yakınlık sahibi anla­mına geldiği gibi, "kelâle" de, "kelâle sahibi" anlamında, ne ço­cuk ne de baba ve anne bırakma­mış olan murise (varis olunan kimse), bir de mirasçıya denir. Ör­neğin, kardeşlik bir kelâle, usul ve furu'dan bir şey bırakmadan ölen kardeş bir kelâledir. Onun arka­sından kalan amca ve hala da ke­lâledir. [141]

 

Kelâm:

 

Kelâm, beş şekilde tefsir edilir:

1. Allah'ın, kullarıyla vahy dışındaki ko­nuşması/ söz söylemesi

"Ve Allah'ın Musa ya kelâm etmesi/söz söylemesi (vahy dışındaki konuşması) gibi."[142]

"Halbuki onlardan (İsrâîloğulları'ndan) bir fırka (Musa’nın seçtiği yetmiş kişi) vardı ki, Allah'ın kelâmını işitirler,[143] sonra, onu anlamalarının ardın­dan bile bile onu tahrif ederlerdi." [144]

2. Vahy: Kur'ân

"Eğer müşriklerden biri senden eman dilerse, ona eman ver; ki kelâmullâhı/Allah'ın kelâmını (ey Muhammed, Allah'ın sana vahyettiği Kur'ân'ı) dinle­sin." [145]

"Kelâmullâhı/Allah'ın kelâmını (yani, Allah'ın, Nebi­si'ne söylediği, De ki: "Asla peşimizden gelmeyeceksi­niz" sözünü) tebdil etmeyi irade ederler." [146]

3. Al­lah'ın ilmi ve acâiblikleri/hayret verici işleri

"De ki: "Rabbimin kelimeleri (ilmi ve hayret verici işleri) için denizler mürekkep olsaydı, Rabbimin kelimeleri (ilmi ve hayret verici işleri) tükenmeden önce denizler tükenirdi." [147]

"Eğer yerdeki ağaçlar hep kalem, denizler de mürekkeb olsa, ardından yedi deniz daha ilave edilse, yine de Allah'ın kelimeleri (ilmi ve hayret verici işle­ri) tükenmezdi." [148]

4. Ölüm esnasında yaratılmışların söyle­dikleri, fakat Âdemoğulları'nın duymadıkları sözler

"Onların her birine ölüm geldiğinde, "Rabbim beni döndür!" der. Ölüm gelip çatınca kâfir, iyiliklerinin az, kötülüklerinin çok olduğunu görür ve dünya­dan çıkmadan önce ölüm meleğine bakar; geri döndürülmeyi ve yalanladığı şeyleri tasdik etmeyi te­menni eder: Nihayet onların (yani, kâfirlerini birine ölüm geldiğin­de, "Rabbim! Beni döndür de bıraktığımda/terkettiğimde sâlih amel işleyeyim" der." [149]

Sonra Yüce Allah yeni bir hitabla, onun dediğini reddetmek üzere buyurmaktadır ki:

"Hayır, hayır! Doğrusu o, onun söylemiş olduğu bir sözden ibarettir." [150]

Ancak onun bu sözlerini Âdemoğulları duymaz. Tıpkı, boğulacağı vakit, ölüm meleğinin indiğini gördüğünde Fir'avn'ın, "Ben îmân ettim. Hakikaten İsrâîloğulları'nın îmân ettikleri dışında ilah yok ve ben teslim olanlardanım" [151] demesinde ol­duğu gibi. Ölüm meleğinin geldiği boğulma esna­sındaki imanının ona bir faydası olmadı. Şayet bo­ğulmaya başlamadan önce îmân etmiş olsaydı, îmânının kendisine faydası olacaktı. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Ehl-i Kitap'tan hiç kimse yoktur ki, ölümünden (ölmeden) evvel o'na (İsa'ya) îmân etmeyecek olsun." [152]

Ehl-i Kitap'tan hiç kimse, İsa'ya îmân etmedikçe ölmez; fakat ölüm meleğini gördükten ve ölüm on­lara geldikten sonra bu îmânlarının bir faydası ol­maz. Çünkü dünyadakilerin telaffuz ettikleri gibi îmânı telaffuz etmeye güçleri yetmez. İşte şu buy­ruk bunu anlatmaktadır:

"Yoksa, kötülükleri yapıp yapıp (şirk koşup) da nihayet onlardan birine ölüm gelip çattığında (birisi ölüm haline düşüp iyiliklerini ve kötülüklerini görmeye başladığında), "Ben -(yaratılmışların onun sözünü işitemeyecekleri bir zamanda)- şimdi tevbe ettim" diyenlere ve kâfir olarak ölenlere tevbe yoktur (ölüm sırasında tevbe etmeyecek hiçbir kâfir yok­tur, fakat bu tevbenin ona bir faydası olmaz. Kâfir olarak ölenlerin de günahı bağışlanmaz). İşte onlar için acıklı bir azâb hazırladık." [153]

5. Dünyada azabı gördükleri sırada kâfirlerin imân ettiklerine dair söyledikleri sözler ve geçmişte azaba uğratılmış ümmetlerin sözleri

"Be'simizi (dünyada azabımızı) gördüklerinde, "Al­lah'a îmân ettik; O'nun birliğine" dediler." [154]

Allah ise (onların bu îmânları ile ilgili olarak) şöyle buyurmaktadır:

"Ama (başlarına azabın inmesi esnasındaki) îmânları­nın onlara bir faydası olmadı; (tıpkı, boğulurken îmân etmesinin Fir'avn'a bir faydasının olmadığı gibi)." [155]

"Be'simizi hissettiklerinde hemen oradan kaçışıyor­lardı." [156]

"Onlar, "Veyl bize! Biz gerçekten zâlimlerdik" dediler." [157]

Böylelikle kendilerine zulmettiklerini ve rasûllerin getirdiklerine îmân ettiklerini ikrar ettiler, dünya­ya geri döndürülmeyi ve güzel amel işlemek için kendilerine süre tanınmasını istediler.

"Elim azabı görünceye kadar ona îmân etmezler. Onlara ansızın gelecek ve onlar şuurunda olmayacaklar. "Aca­ba bize mühlet verilir mi?" diyecekler." [158]

"Vuku bulduğu zaman mı ona îmân edeceksiniz? Şim­di mi (iman ediyorsunuz)? Hani siz onun çabucak gelmesini isteyip duruyordunuz ya!" [159]

 

Kelime:

 

Kelime[160], bir nahiv te­rimi olarak, bir tek manaya gelen bir kelimedir. İsim fiil, harf ve edat olarak üç kısımdır. Birleşiklere/mürekkabata ve lafızlardan başkasına söylenmesi mecazdır.

Mantık terimi olarak kelime nahivdeki fiil demektir. Râgıb, Müfredat'ında, "kelm, duyma ve­ya görme gibi iki histen birisiyle tanınan, algılanılan bir tesirdir. Bunun için etkisi açık bir yarala­ma (cerh) manasına gelir." Kelam ise duyma hissi ile anlaşılır.

Kelam dizilmiş kelimeler ile kapsadığı manalara tümü itiba­riyle ıtlak edilir. Nahivde bunun bazan bir kısmı olan isim, fiil veya edatlara denirse de çoğunlukla birleşik ve tek anlam ifade eden cümleye denir.

Kelime, gerek duymanın, ge­rek görmenin etkisi altında mana­nın telkini yönünden daha genel­dir. Örneğin, ağızdan çıkan an­lamlı sesler veya kitapta yazılan anlamlı yazılar kelime olduğu gibi, âleme bir bakıldığı zaman ba­kışta seçkinleşen, gözden gönüle geçip, duygu tesiri altında az çok bir mana telkin eden varlıklar ve görünen yaratıklar da birer kelimedir. İşte Hz. İsâ da böyle bir ke­limedir. [161]

 

Kella:

 

Kellâ, bir red harfidir. Bir sö­zü, bir davayı, bir ümit ve talebi red için kullanılır. "Kellâ"nın kar­şılığı olarak Türkçe'de "hayır öyle değil", "öyle şey yok", "yağma yok" gibi tabirler kullanılır. "Ha­yır", sözcüğünü, "bel", "belâ", "lâ" kelimelerinin karşılığı olarak da kullandığımızdan "kellâ"nın tam karşılığı değildir. Yakın bir anlam verir. [162]

 

Kenud:

 

Kenûd, "anud" vez­ninde "kefur", yani, nimetlere nankörlük eden demektir. Çok küfreden kişiye, bir şey bitirmeyen verimsiz araziye, nankör ka­dına, yemeğini misafirden sakla­yan kimseye, cimriye, emri altın­dakilere çok eziyet edenlere denir.

Kenûd, Allah'ın nimetini çok inkâr eden, nankör manasınadır. Bir kimse nimete şükretmeyıp nankörlük ettiğinde söylenen "Kenede’n-ni’mete" sözün­den alınmıştır. Şâir şöyle der:

O, bahadır kişilerin nimetlerine nankörlük edendir. Kim bahadırların nimetine nankörlük ederse, uzaklaştırılır.[163]

 

Kerem:

 

Arap dilinde "kerim" sıfat-ı müşebbehe olup, hayır ve faziletlerin tümünü kendinde toplayan demektir.[164] Araplar, câhiliye döneminde bu gibi sıfatlarla çokça övündüklerinden dolayı, bu kavram onların şiirlerinde sıkça kullanılmıştır. Nitekim o dönemin hamaset şairlerinden birisi şöyle der:

"Biz develerimizin etleriyle, sütleriyle ecdadımızdan gelen şerefimizi savunuyoruz. Çünkü "kerim" (şerefli kişi) atalarından kalan şerefini savunur."[165]

Zuheyr b. Ebî Sulmâ da konuyla ilgili bir beytinde şöyle demektedir:

"Bir kimse gurbete çıkarsa, düşmanı dost sanır ve kendisine ikram etmeyen kimseye başkası tarafından ikram edilmez."[166]

Görülüyor ki câhiliye döneminde cömertliğin, asilza­deliğin ifadesi olan "kerem", kullanım alanının etkisiyle tamamen farklı bir kullanım sahasına intikal etmiş ve farklı bir anlam kazanmıştır. Yani "kerem" kavramı derin bir değişik­liğe uğramıştır diyebiliriz. Buna paralel olarak, "kerim" serve­tini körü körüne, düşüncesizce, gösteriş için sarfetme yerine, yeni düşünceye göre, en büyük şeref Allah'ın rızasını kazan­mak için malını sarfetmekte tereddüt etmeyen, israf ile cimrilik arasında bir yol tutarak[167] mutluluğa ermek isteyen kimse için bir sıfat olmuştur.[168]

Kur' ân "Allah katında sizin en hayırlınız, en asiliniz takvaca en üstün olanınızdır.[169] demektedir. İki kelimenin böyle birleşmesi, bir birine bağlı olması, İslâm öncesi zamanlarda asla hayal edilmemişti. Arap dünya görüşünü aksettiren "kerem" kelimesi, İslâm'ın tek tanrıcılığa dayanan din atmosferinde yeni bir anlam kazanmıştır.[170]

 

Kerîm:

 

el-Kerim, altı şekilde tefsir edilir:

1. Güzel

"Ve sizi kerîm bir medhale (güzel bir yere: cenne­te) sokarız." [171]

"Doğrusu bana kerîm (güzel) bir mektub bırakıl­dı." [172]

2. Mevki ve makamı itibariyle Allah ya­nında üstün ve değerli :

"Şüphesiz ki o, kerîm (Rabbinin yanında değer­li) bir Rasûl’ün sözüdür." [173]

"Şüphesiz ki o, kerîm (Rabbinin yanında değerli) bir Rasûlün (Cebrail'in) sözüdür." [174]

"Şüphesiz ki Allah yanında en kerîm (mevki iti­bariyle en değerli) olanınız, (dünyada) en fazla ittiqa edeninizdir."[175]

3. Kendini üstün ve değerli saymak

"Tat bakalım, çünkü sen azîz, kerîmsin (kendini üstün ve değerli sayan bir kimsesin)," [176]

4. Müslümanlar/teslim olanlar

"Kiram yazıcılar vardır".[177]

5. Tebârek ve teâlâ Rabb, kusurları bağışlamak

"Kerîm arşın rabbidir (kusurları- bağışlayandır),"[178]

"(Süleyman dedi ki): "Şüphesiz Rabbim ganidir, ke­rîmdir" (kusurları bağışlayandır)." [179]

"O kerîm (kusurları bağışlayan) Rabbine karşı seni aldatan nedir?" [180]

6. Faziletli/üstün

"(İblis dedi ki): "Şu benden kerîm (bana üstün) tuttuğuna..." [181]

"Andolsun biz Ademoğulları'nı tekrîm ettik (üs­tün tuttuk)." [182]

"...ona ikram eder (onu üstün tutar) ve ona ni­metler verirse, "Rabbim bana ikram etti" (beni üstün tuttu) der."[183]

 

Ke's:

 

Ke's, kâse demektir. Dilciler şöyle der: Araplar, bir kabın içinde içki bulunduğu zaman ona "Ke's" derler. İçinde içki bulunmadığı za­man, sadece "İnâe" veya "Kadh" derler. Şair şöyle der:

Nice kâse vardır ki, ondan lezzetle içtim. Nice başka kâsler vardır ki, onunla ondan kurtuldum.[184]

Ke's, kâse, dolu kâse, dolu kadeh, bardak, özellikle do­lu bardak demektir. Boş bardağa ke's denmez. Ke's'ten maksat, cahiliyede, içi içki dolu olan kadeh­tir. Bazen içindeki içkiye de denir. İçki içenlerin asıl amacı neşe olduğu için, edebiyatta buradan kinaye olarak neşe anlamında da kullanılmıştır ki, her türlü zevk ve neşe demektir. Kadeh çekiştir­mek (veya kadeh tokuşturmak) neşe ile alış verişten mecazdır.  

 

Kesb:

 

Kesb[185] ve iktisab lügat­te ve Kur'ân'da bazan aynı mana­da bazan da farklı manalarda kul­lanılmıştır. Kâmûs'ta yer aldığı gibî önecelikle kesb, iktisab, tekâsüb, rızık talep etmedir. Yani ya­rarlanılacak, haz alınacak bir şey istemek ve aramaktır. Öyle ki bul­mak ve ele geçirmek şart değildir.

Kesb ve iktisabın farkı olma­yınca birinin lehine öbürünün aleyhine olması ancak ilgili alan­lardan kaynaklanabilir. Bu açıdan "mâ kesebet" kelimesindeki "mâ" ile "mektesebet" kelimesindeki "mâ"nın anlamları birbirinden ay­rı olarak, birincisi Allah'ın teklif et­tiği hayır, ikincisi, Allah'ın nehyettiği şer diye tefsir edilmiştir.

Ayrıca kesbin isabet etme an­lamı da vardır. Yani hedefini vu­rup, istediğini elde etmektir. Türkçe’de kazanmak anlamına gelir. "İktisab" ise, ister isabet et­sin ister etmesin, mutlak anlamda tasarruf etmek ve gayret göstermektir. Yani çalışıp, çabalamaktır. Bir bakıma, kesbten daha genel, daha özel bir anlama sahiptir.

Kesb, bazan "kazandırmak" anlamına da gelir, o zaman iki mef'ul alır. "Kesebtu fulânen el-mâle" "falana mal kazandırdım" denilir. İktisab bu anlamın karşılı­ğı olduğunda, dönüşümlü fiil olur, yani başkasının kazandırmasıyla kazanmak anlamına gelir.

Râgıb; bu manayı esas alarak "kesb, hem kendisi hem başkası için kazanıp aldığına, iktisab ise; sırf kendisinin yararlandığına de­nilir, bundan dolayı her kesb ikti­sab değildir, fakat her iktisab kesbtir" demiştir. Bu nedenle, iktisab, şehvetle, kesb ise hikmetle ilgili olur. [186]

Kesîb:

 

Kesîb, kum yığını demektir.

 

Keştı's-Semâ':

 

Keştı's-semâ', gökyü­zü ayrıldığında, sema sıyrıldığında demektir. "Keşt", kesilmiş bir hayvanın derisini yüzmek, ağacın kabuğunu soymak, yüzünden ör­tüsünü sıyırmak gibi örtülü bir şeyi bürüyen örtüyü kaldırıp açmaktır. Semanın, hayvanın derisi­nin soyulup sıyrılması gibi soyul­ması ifadesi, kıyamet anına kina­yedir.

 

Kevâfir:

 

Kevâfir, Allah'a inanmayan kadın mânâsına gelen "Kâfiratun" keli­mesinin çoğulu olup "kâfir kadınlar" demektir.

 

Kevâib:

 

Kevâib, "kâib"in ço­ğuludur. Memeleri kübik, yani koni şeklinde belirmeye başlamış ve biraz kabararak yuvarlaklaşmış turunç memeli kızlara denir.

 

Kevser:

 

Kevser, çok hayır mânâsına gelir. "Çokluk" mânâsına gelen "el-kesratu" kelimesinin mübalağa sıyğasıdır. Araplar sayısı, değeri veya önemi çok olan herşeye "kevser" ismini verirler. Şâir şöyle der:

Ey Mervân oğlu! Sen çok ve hoşsun, Baban İbnu'l Akâil ise daha çoktu.[187]

Kevser, sözlükte çok­luk, çok, pek çok demektir. Oğlu seferden gelen bir Arab'a,

"Oğlun ne ile geldi, ne getirdi?" diye so­rulduğunda

"Âb bi'1-kevser" yani "Kevserle geldi" der. Bu, çok şey­le geldi, çok şey getirdi, demektir.

Kâmûs'ta kevser, "her şeyin çoğu" diye tanımlanır. Kevser bü­tün kullanımlarında çokluk, aşırı­lık ifade eder.

Kevser Sûresi'ndeki kullanı­mında da "hayr-i kesîr" çok, pek çok hayır anlamına gelmektedir. Ancak bu hayırların ne olduğu konusunda farklı görüşler vardır.

 

Kezm:

 

Kezîm; gam ve öfke dolu.

Kezm, ağzına kadar su ile dolu bir kırbanın (deri ibrik) ağzını bağlamaktır ki, burada öf­kesini yutup tutmak, zarar gördü­ğü kimselere karşı kudreti bulun­duğu halde intikama kalkışma­mak, hatta rahatsızlığını bile belli etmeyerek sabredip hazmetmek demektir.

 

Kıble:

 

Kıble, insanın her­hangi bir tarafa yönelmesi ve dönmesi halidir. Türkçe yon de­mektir. Örfen namazda yönelinen mekana isim olmuştur.

 

Kıded:

 

Kıded, "kıddetun" kelimesinin çoğulu olup, çeşitli, muhtelif demektir, Şair şöyle der:

Bir de bakarsın ki, onlar muhtelif arzuları olan kimselerdir.[188]

 

Kısas:

 

"Kısâs"ın sözlük anlamı misli ile karşılık vermektir. Herhangi bir hakkı aynısı ile değiştirmektir.

Kısas, kasden bir insanı öldürme­nin ceza olarak karşılığıdır. Kas­den veya haksız yere öldürülen, hür, köle, kadın, erkek, müslim, gayri müslim herkesi kapsar. Bunların her birinin katili kim olursa olsun kısas yapılır. Kısası düşürme yanı kısası yok sayma sebebi olan anlaşma ve af olma­dıkça bu kısasın uygulanması bü­tün iman edenlere farzdır.

Öldürülen kim olursa olsun, onun katili ve katilleri, öldürülen­den daha fazla bîr yaşam sürme hakkına sahip değildir. Bakara: 2/178-179 ayetlerde ifade edildiği gibi, "hüre hür, köleye köle, dişiye dişi" ifadesi, "en-nefse bi'n-nefsi" demektir. Yani cana can anlamındadır. Bundan kasıt, can eşitliğidir. Kişilerin herhangi bir nedenle başkalarına tecavüzü­nü önlemek içindir. Hayat hakkı herkes için eşittir.

Kısas tam dengi dengine ve takas demek olduğundan, denklik bulunmayan veya denkliğin korunmaması ihtima­li bulunan yaralamalarda kısas yapılmaz.

Kısas, hayatı yok eden bir vahşeti ortadan kaldırmaktır.

Araplar; "bazı öldürmeler, çoğun­luğu ihyadır" ve "çok öldürünüz ki öldürme azalsın", "öldürme öl­dürmeyi yok eder" derlerdi. Ve "kısasta hayat vardır" prensibi kı­sasta esastır. Kısasın amacı, can almak, göz çıkarmak, el kesmek değil, can alınmasını, göz çıkarıl­masını, el kesilmesini önlemektir.

 

Kıssa:

 

Anlatılan bir habere veya hi­kayeye mef'ul anlamında mastar yani "maksus" manasına "kasas" yahut "kıssa"[189] denilir ki, "kef" harfinin kesrelenmesiyle "kıssas" bunun çoğuludur. "Kıs­sa" da, izi takip olunmaya değer hal ve şan manasınadır.

"Kesiyeh" izini takip et, arka­sını bırakma demektir. Bundan hareketle, takibe değer bir haber, nakil veya hikaye etmek anlamı­na gelir. Türkçe'de bunun karşılı­ğı olarak "ayıtmak" bazı lehçeler­de "ayırtmak" tabiri kullanılır. Buna Farsça'da, "destan" veya "efsane" denir. Bir haber veya hi­kâyenin "kıssas" olabilmesi takip ve yazıya layık bîr değere sahip olmasına bağlıdır.

Ahsenü'l-kasas, en güzel an­latış veya en güzel kıssa manası­na meful-i mutlak veya mef'ul-u bih olur. "Kaf" harfinin fethalanmasıyla "kasas" aslında mastar­dır. Manası, bir şeyin izini takip ederek arkasına düşmektir. Kehf: 18/64'te "kasas" bu anlamdadır. [190]

 

Kıssîs:

 

Kıssîs[191], gece bir şeyi ta­lep ve tetebbu' etmek (isteme ve araştırma) manasına "kasse"den mübalağa sigasıdır. İlmî ve dinî araştırmaları nedeniyle Hristiyanların ileri gelenlerinden alîm ve abıd olanlara da "kass" ve "kıssis" denilmiştir.

İbni Zeyd'in beyanına göre,  ruhani reisi demektir. İbni Atiyye bu kelimenin Arapça ol­mayıp, Arapçalaşmış bir kelime olduğunu, Kurtubî ise bu kelimenin Rumca "alim" anlamında ol­duğunu söylemişlerdir. Kâmûs Mütercimi de bunu "keşiş" diye girmiştir. [192]

 

Kıstas:

 

Kıstas[193], mizan ile eş anlamlıdır. Terazi, çeki, kantar gi­bi ölçü ve ölçme ifade eder. Keli­menin aslının Rumca olduğu söy­lenmiştir. [194]

 

Kıtmîr:

 

Kıtmîr, hurma ile çe­kirdeği arasındaki ince beyaz zar veya çekirdeğin arasındaki ince pürüz demektir. Hakir ve küçük olan şeylere de denir. Lisanımızda "Nıkır Kıtmır" diye bilinmekte­dir.

 

Kıtr:

 

Kıtr, erimiş bakır demektir.

 

Kıtt:

 

Kıtt, pusla, atiyye/hediye puslası demektir. His­se, pay, nasip mânâsına da gelir.  

 

Kıyâmen:

 

Kıyâmen[195] "kıyam" manasına ve mübalağa şekliyle mastarla nitelemedir. Fethası, şedde ve kesresiyle kıraatleri de vardır. Pek doğru ve sabit demek­tir. [196]

 

Kibriya:

 

Kibriya; meliklik, büyüklük ve azamet demektir.

 

Kifât:

 

Kifât, eklemek, katmak ve toplamak manasına gelen "küfet"ten türetilmiştir. Bir birine ya­pışıp, sıkışarak toplanılacak yer, toplanma yeri anlamındadır.

Şâir şöyle der:

Bu gün sen, yer üzerinde bir canlısın.

Oysa yarın bu yer seni, toplanmayerine katar.[197]

Ebû Ubeyde'nin okuyuşuna göre, "kap" demektir. Biz bu keli­meyi "tokat" anlamında tercüme ettik. Ancak bu tokat sille anla­mında bir tokat değildir. Sürüden sapıp, ekinlere bağlara dalan fira­ri hayvanların bekçiler tarfından tutulup hapsolundukları yere Anadolu Türkçesinde tokat denir.

Tokat şehrinin ismi de bu an­lamdadır. Rumeli'de böyle yerlere kapı da denmiştir. Hapishane an­lamında "kapıaltı" tabiri Anado­lu'da bilinen bir kelimedir.

 

Kifleyn:

 

Kifleyn, nasip mânâsına gelen “Kifl” kelimesinin müsennâsıdır. İki nasip demektir.

 

Kisf:

 

Kisf, parça demektir. Bu mânâda kisf ve kisfe kullanılır. Çoğulu "Kisef"tir.

 

Kisef:

 

Kisef, parçalar demektir.

 

Kitâb:

 

Kitâb, anlam sahası geniş olan bir kelimedir. Kur'ân'ın bir ismi de el-Kitâb'dır. Bu "bu ken­disinde hiç şüphe olmayan kitap­tır"[198] ayetiyle ortaya konmuş­tur. El-Kitâb, Peygamberimize in­dirilmiş, her bir sûresi i'câz ifade eden ve ondan bize tevatür yoluyla nakledilmiş ve o şekilde "mushaf'larda yazılı bulunan be­liğ nazım ki, hem tamamına hem de bir kısmına denilir.

Bir yanı bütün ve hepsi ara­sında ortak şeriate göre, bu şekil­de tarif edilmiş olan kitap dilde, "ketb" ve "kitabet" gibi bir ekle­me ve toplama manasını kapsa­mış olarak harfleri birbirine ekle­mek, yani yazılmak manasına mastar iken, örfte mektup mana­sına isim olmuştur.

Kitabet ve kitap aslında nazm-ı hattîdir, yazı ile ilgilidir. Bununla beraber ibare dediğimiz lafza ait nazma da denilir. Birinci­sinde kitap bir yere yazılmış olan yazının tamamı, ikincide ise yazı­lan yazı ile anlatılan ibare, metin demektir. "Falan kitap benim kü­tüphanemde var" dediğimiz za­man birincisini, "falan kitap ezberimdedir" dediğimiz zaman da ikinciyi söylemiş oluruz.

Şüphe yok ki bunların hepsi­nin altında manaya delalet önem­lidir. Her kitaptan kast edilen o mananın anlaşılmasıdır. Fakat manaya kelam/söz denilebilirse de kitap denilmesi herkesçe bi­linmiyor. Kitabın mahiyeti o manaya delalet eden nazım ve niha­yet nazım ve mananın toplamı­dır. Bundan dolayı bu indirilmiş kelama kıraat açısından Kur'ân, tasarıda veya gerçekte yazılması açısından Kitâb denildiği zaman, nazm ve mana beraber kastedil­mek ve daha doğrusu manaya delalet eden sözlü veya hatta il­gili nazmı tasarlamak zorunlu ol­duğundan, yalnız manaya Kur'ân veya Kitâb denilemeye­ceği kolaylıkla anlaşılır.

Çünkü mana ne okunur ne yazılır. Okunan sözlü nazımla, yazılan da hatla ilgili nazımdır. Kitabı sadece manadan ibaretmiş gibi düşünenler, mefhum olan mana ile zihinde oluşan lafızların şekillerini, kelamı nefsiyi fark edemezler. Fakat mesele ilim ve fen, özellikle psikoloji gözüyle in­celendiğinde mükemmel, güzel, sağlam denilebilen fikir ve mana­ların, lafız ve şekilleriyle öyle de­rin bir kenetlenmesinin ve bağ­lantısının bulunduğu görülür ki, dil dediğimiz o lafzi şekilleri kaldırılıverecek olunursa fikirde ve manada hiçbir sağlamlığın ve mükemmelliğin kalmadığı görülür. Yani nazm yalnız başkasına değil, düşünürün kendi kendisine bile manayı anlatma ve birbirin­den ayırmada önemli bir vasıta­dır. Zaten böyle olmasa idi dil ve yazının düşünce ile ilgili manevi ilerlemelerde fazla bir anlam ve önemi olmazdı.

Bu anlamda, Peygamberimi­ze indirilen Kitâb'ın/Kur'ân'ın, yalnız manası değil hem naz­mı/lafzı hem manasıdır.

Ke-te-be fiil kökünden gelen bu kavramın aslı, deriyi deriye iple bağlamak, eklemek demektir. Diğer bir tanımı da, harfleri biribirine yazı ile bitiştirmektir.[199] Kur'ân'ı Kerim'de "kitap" kavramı en genel anlamıyla vahiy manasında kulla­nılmıştır. Nitekim bu kavramı açıklayan Râğıb, "kitâb" lafzının anlamlarından birisinin "Allah'ın sözü" olduğunu söyler.[200] Bu itibarla kitap kavramı ilâhî vahyin tamamını içine almaktadır.[201]

Oryantalist Krenkow, İslâm'dan önceki dönemde kitap kelimesinin ilâhî vahy anlamında kullanıldığını söylemektedir.[202]-

Reşîd Rızâ (ö.1354/1935) da kitap lafzıyla ilgili şunları kaydeder: "Kitap, anlam ifade eden işaret, rakam ve nakışlardan meydana gelmiş yazılı belge anlamındadır..."[203] Istılahî anlamda ise; vahiy yoluyla gelen bilgilerin yer aldığı sahifelerden oluşan kitabın ismi, diğer bir ifade ile Kur'ân'a verilen bir başka ad için kullanılır, olmuştur.[204]

Netice itibariyle bu kelime, Kur'ân'ı Kerimde bu kullanılış şekliyle ek bir anlam kazanmıştır denebilir.[205]

 

Kubitu:

 

Alçaltildılar.ezmek, hor ve zelil kılmak demektir. Bir kimse birini ezip horladığında denilir.

 

Kuddûs:

 

Kuddûs, her türlü eksiklik ve kusurdan uzak demektir.

 

Kudûr:

 

Kudûr[206], "kıdr"ın çoğludur. "Kıdr", gerek topraktan ge­rekse başka madenlerden yapıl­mış, çanak, çömlek, tencere ve ka­zan gibi yemek pişen kaplara de­nir. [207]

 

Kummel:

 

Kummel[208], genel an­lamda haşerat demektir. Hakkın­da birkaç tefsir vardır.

1- Tohumundan yeni çıkmış çekirge yavrusudur. Bu nedenle çok küçük karıncalara Arapça'da "deba" denilir.

2- Buğdaya düşen güvedir. Buğday biti diye de bilinir.

3- Genel anlamda küçük si­yah haşerat ve böceklerdir.

Habîb İbni Sâbit "cu'lan" ya­ni bok böcekleri, Ebû Ubeyde, "hamman" denilen bir tür kurt­çuk ve kene, Ata Horasanı ve Zeyd İbni Eslem "Kehk" denilen bit olduğunu söylemişlerdir. İbni Zeyd'in pire dediğini, nakledenler de vardır. [209]

 

Kunut:

 

Kunût[210], bir şeye de­vam edip durmayı ifade eder. Taat, huşu, sükûnet, ayakta durma anlamlarına gelir. Türkçe'de buna "divan durmak" denir.

Bunun için "kunût" taattir, kunut uzun müddet ayakta dur­maktır. Kunût susmaktır. Kunût, huşu ve tevazu kanatlarını indir­mektir. Kunût, azaların sükune ermesidir. [211]

 

Kur'an:

 

Kur'ân, Yüce Allah tarafından Hz. Muhammed'e Arapça olarak indirilip bize tevatür yo­luyla gelen/naklolunan kitabın ismidir. Kur'ân, "gufran" ölçü­sünde, okumak manasına gelen bir masdardır.

Bu nazil olmuş kitabın hü­kümleri ve ayırıcı özelliklerinden birisi de (İsra: 17/106, Ra’d: 13/30, Müzzemmil: 73/4) ayetlerinden anlaşıldığı üzere, ağır ağır tertil ve tilavet ile oku­mak olduğu için buna "Kur'ân" ismi verilmiştir.

(Bakara: 2/97, Nahl: 16/102, Şuara: 26/193) ayet­lerinde buyurulduğu üzere, Kur'ân yüce Allah tarafından Peygamber'in kalbine Rûhu'l-Emîn ve Rûhu'1-Kuds denilen Cibrîl vasıtasıyla hak olarak indi­rildi. (İsra: 17/105, Zümer: 3928) ayetlerinde açıklandığı gibi, Kur'ân olmak üzere inmeyene Kur'ân denilme­di. Çünkü Kur'ân olmak üzere vahyolunmuş değildir.

(En’am: 6/93, Ahkaf: 46/8, Hakka: 69/44-47, Yasin: 36/69) ayetlerinde de dile getirdikleri gi­bi, kâfirler, Kur'ân'ın Allah tara­fından indirildiğine inanmak iste­mediklerinden, Muhammed'in söylediğine, kendinden uydurup, Allah'a isnat ettiği bir kitap veya bir sihir veya bir kâhin sözüdür, dediler. Hâlâ da öyle derler. Onun için Kur'ân'da bu iddiaları redde­den bir çok ayet inmiştir.

Vakıa: 56/80. ayetinde ifade edildiği gibi, Kur'ân'ın bir ismi de tenzil­dir. Kur'ân'a Kur'ân isminin ve­rilmesi özellikle nazmından dola­yıdır. Çünkü önce okunan bizzat mana değildir. Manasını en güzel anlatan nazmıdır. Bundan dolayı­dır ki Kur'ân Arapça'dır. Kur'ân da bunu bir çok ayetinde ifade et­miştir. "Biz onu Arapça bir Kur'ân olarak indirdik"[212] gi­bi. Şu Arapçadır, şu Türkçe'dir denildiği zaman lafızlar kastedi­lir. Çünkü mananın belli bir dile ait olması şartı yokur.

Manası itibariyle Kur'ân da­ha çok "furkân", "hüdâ", "nûr", "rûh" gibi diğer isimleriyle anıl­mış ve bu isimler Arapça olmakla nitelendirilmemiştir.

"El-Kitâb" ve "Kitâb-ı Mübün" isimleri de hem nazım hem mana açısından verilen isimlerdir. Çünkü bir ayette, "ayetleri açıkla­nan, müjdeleyici ve uyana olan Arapça bir Kur'ân'dır" [213] buyurulmuştur. Bunda ek olarak bir de yazılması hususuna işaret var­dır. Bu yönden Kur'ân'ın yazısının da bir özelliği gözetilegelmiştir.

Sonra Kur'ân'ın bir ismi de "Hüküm"dür. Bu da hem nazım hem mana açısındandır. Onun için "Arapça hükümler" [214] buyurulmuştur. Çünkü Kur'ândan hükümler çıkarmada nazmı­nın da manası gibi özel bir önemi vardır. Bilhassa "Kur'ân", "hü­küm", "kitap" isimlerinin Arapça kelimesi ile açıkça nitelendirilme­si bu üç isimde nazmın/yazının önemini ispat eder.

Kur'ân'ın Arapça olarak indi­rildiği açık nas ile belirtildiği için, tenzil isminin de, hem mana hem nazım/metin açısından kastedil­diğinde şüphe kalmaz. Zikir de böyledir. Bütün bu isimlerin için­de ise en üstünü olan özel adı Kur'ân ismidir.

Kırâet ve tilavet te bunun kendine mahsus kurallarıyla okunmasıdır. "Kur'ân okunan­dır" denilmesi de bunun içindir ve bu Arapça'dır. Şüphesiz Arap­ça olan da nazımdır. İşte bir Arap­ça olan nazmın başka bir dilde benzerini yapmak mümkün ol­saydı terceme edilebilmiş olurdu. Yalnız o terceme Arapça olmaya­cağı için Kur'ân olmaz da, Kur'ân'ın tercemesi olurdu.

Fakat Kur'ân nazmı nasıl bir nazımdır? Herkesin bildiği harfle­rin, seslerin en güzellerinden, ye­rine göre en güzel nağmelerinden, bütün Arapların bildiği ve dolayısıyla bütün insanların anla­yabileceği kelimelerin en güzellerinden seçilerek, Allah'tan başka kimsenin yapamayacağı canlı bir dokuma ile dizilip dokunmuş; la­fız mananın, mana lafzın aynısı halinde, sonsuz beyan parıltılarıyla parlatılmış; "haydi bunun Allah'tan indirildiğinde şüpheniz varsa Allah'tan başka bütün gü­vendiklerinizi çağırarak, hatta in­sanlar ve cinler biraraya gelerek de bunun hatta bir sûrenin benze­rini yapınız, fakat imkanı yok ya­pamazsınız."[215] diye bütün cihana meydan okuyan gayet ba­sit bir teklif ve gaibten haber ver­mek suretiyle gözle görülen bu aleme gelmiş; her ayeti kolay ve sade görüldüğü halde, bulunup söylenmesi, taklidi zor bir söz olan öyle icazlı bir nazımdır ki, hiç Arapça bilmeyen bir kimseye bile okunduğu zaman tatlı bir söz olduğunu duyurur.

Biraz Arapça bilen bir kimse bir ayeti işittiği zaman derhal bir mana anlar veya anladığını zanneder. "Ben de söyleyebilirim" di­ye hayal eder, bir de bakar ki, an­lamamış. Çünkü nazmının her noktasında bir çok manalar sıkış­maya başlar. Onu taklit etmeye özendikçe yükselir, derinleşir, öl­çüsü, ölçeği bulunamaz. Ayetten ayete geçildikçe zevki kat kat ar­tar. Hayat sırrı gibi sonsuz giden sırlarının kuşattığı manalar insan kuvvetinin üstünde kalır. Eğer öyle olmasaydı, bu basit teklife karşı paralar harcayarak, silahlar çekerek, ordular toplayarak asırlardan beri Kur'ân'ı kaldırıp dur­mak için uğraşan insanlık, bu zahmetleri çekecek yerde onun bir benzerini yapıvermez miydi? Yapamamıştır ve yapamaz.

Kur'ân'ın verdiği haberleri kimse yalancı çıkaramaz. Ne ka­dar yüksek olursa olsun, edebî şahsiyet kazanmış herhangi bir şahsın ifade üslubu yazıla yazıla az çok taklit edilebilir ve benzeri yazılabilir. Kur'ân'ın indiği an­dan itibaren, bütün Arap edebi­yatçıları ve belagat ustaları, Kur'ân belâğatini kendi dillerine örnek edinmiş, bu sayede Arap dili ve edebiyatı açısından yüksel­miş oldukları halde Kur'ân nazmını taklit etmeye, benzerini yaz­maya yanaşan kimse ortaya çıka­mamıştır.

O halde kendi dilinde bile taklidini yapmak ve yazmak mümkün olmamış olan Kur'ân'ın nazım ve üslubunu diğer bir dil­de taklit etmek, benzerini ortaya koymak elbette mümkün olamaz. Mümkün olmayınca da aynen terceme edilemeyeceği gibi, benzet­mek suretiyle hiç terceme edile­mez. Çünkü benzetme yapılma­dıktan başka, ilmî değeri değişti­rilmiş, bozulmuş, ve Kur'ân'da olmayan şeyler Kur'ân'a katılmış olur.

Kur'ân'da, Kur'ân'ın ismi olarak çeşitli isimler geçmiştir. "El-Kitâb" bunlardan biridir. Hak ile bâtılı, helal ile haramı ayırması itibariyle Kur'ân'a "el-Furkân" denmiştir.[216] Kalple­ri ve fikirleri aydınlatması itibariyle bir ismi de "nûr"dur.[217] Kur'ân'da "hüden li'l-muttakîn"[218], "hüden li'n-nâs"[219], "hüden ve yubeşşiru li'l-mu'minîn"[220] buyurulduğu için Kur'ân'a "el-Hüdâ" da denir. "Zikir aramızdan ona mı indi­rilmiş"[221], "Zikri biz indirdik onun koruyucusu da biziz"[222] ayetlerinde de ifade edil­diği gibi, Kur'ân'ın bîr ismi de "ez-Zikr"dir. Aynı şekilde Al-i İmran: 3/58 ayetinde ifade edildiği gibi, Kur'ân'ın isimlerinden birisi de "hüküm"dür.[223]

Bilginler, Kur'ân lafzı üzerinde çeşitli görüşler öne sürmüşlerdir. Nietkim bu kavram bazılarına göre hemzeli, bazılarına göre ise hemzesizdir. Rağıbu'l-İsfehânî'ye göre "Kur'ân lafzı "Karaa" fiilinden türemiş "Kufrân, Reyhân" gibi  bir masdardır.[224]

İmam Şafiî (ö. 204/819), Ferrâ, (ö. 822), el-Lihyânî (ö. 810) ve bir grup bilgin "Kur'ân" lafzının hemzeli olduğu görüşündedirler.[225]

Hemzesiz olduğu görüşünü savunanlar der ki; Kur'ân lafzı bir şeyi diğer bir şeye bitiştirmek anlamına gelen ka-re-ne fiil kökünden türemiştir. Çünkü Kur'ân'da âyetler ve sûreler yan yana dizilerek birbirlerine eklenmişlerdir.[226]

ez-Zeccâc’a göre de Kur'ân lafzı "fa’lan" vezninden olup hemzelidir. Toplayıp bir araya getirme mansına gelen "el-kar’ " kelimesinden türemiştir. Havuz, suyu toplayıp salıver­mediği zaman "Karae’l-mâu fi’l-havdi" denir. Kur'ân da, geçmiş kitap­ların meyvelerini kendisinde toplamıştır. Bundan dolayı da kendisine bu isim verilmiştir.

el-Lihyani de "Kur’an" lafzı "Ğufrân" vezninden hemzeli bir mastar olup, "telâ" manasında olan "karae"den türemiştir. Bu mastar, ismi mef’ulün mastarla isimlendirebileceği kaidesince "el-makru" (okunan, okunmuş) manasındadır.[227] 

Bu son görüş, görüşlerin en güçlüsü ve tercih edilenidir. Zira, Kıyamet sûresi, âyet 17 de "Muhakkak ki onun toplanması ve okunması bize aittir." diye buyrulur.

İslâm'dan önceki dönemde Araplar, "Karaa" lafzını tilavetten başka anlamda kullanmışlardır. Amr b. Kulsûm şöyle der: "Beyaz renkli beyaz bir deve ama bir yavru doğurmadı."[228] Görüldüğü gibi Kur'ân lafzı, bugün ifade ettiği mana ile câhiliye döneminde bilinmemiştir, denebilir.[229]

 

Kurbet: 

 

Kurbet[230], Allah'a yak­laşmak anlamındadır. Allah'a yaklaşmak da, niyete bağlı olma­sa bile yapılması hayırlı olan ame­lin kime yapıldığını bilerek, yani yaklaşmak istediğini tanıyarak yapmaktır. Bundan dolayı her ibadet, Allah'a bir kurbet/yaklaş­ma, yakınlaşma, her kurbet bir itaattir/kulluktur.

Ancak her itaat kurbet, her kurbet ibadet olmaz, örneğin, Al­lah'ı tanımak, anlamak için dü­şünmek bir taat, ancak bu düşün­me bir kurbet olmaz. [231]

 

Kurhen:

 

Kurhen, zorla ve güçlükle.

 

Kuşitat:

 

Yerinden oynatılıp söküldü. Bir kimse koyunun derisini yüze­rek bedeninden ayırdığında, "Keşetat cilde’ş-şâte der.

 

Kutile:

 

Kutile, yahut "katilehu Allah" ifadeleri Arapça'da "kahrolası", "Allah canını alasıca" "şiddetli bir şekilde lanet olsun".gibi beddua anlamında kullanılır. Ancak, aynı ifadeler nazar­dan esirgemek tarzında "yahu ne yaman şey", "anası ağlayası" gibi bir kıymete işaret olarak övgü makamında, bazan da tahakküm ve istihza/alay için kullanılır.

 

KutileAshab-ı Uhdud:[232]

 

... Adeta bütün bu şeylere (önceki ayetlerde zikredilen­lere) yemin ederim ki onlar lanetlenmişlerdir, deniyor.

"Kutile" bedduadır. Abese:80/17'deki gibi... [233]

... Yani Ashabü'l-uhdud lanetlendi. [234]

... Yani lanetlendiler ... [235]

"Kutile" ifadesi, lafzen "öldürüldü" yahut bir beddua olarak "öldürülse" anlamına gelir. Bu ifadenin lafzi çevirisi -ister bir durum tasviri, isterse temenni olarak alınsın- bu­rada anlamsız olurdu. Bu nedenle birçok müfessir (ki Taberi de onlardan biridir) onu, "Allah'ın rahmetinden kovul­muş" olmak, (lu'ine) yani kendi fiili veya davranışı yüzün­den ruhsal olarak "öldürülmüş olmak" şeklinde anlarlar. Benim "kendini mahveden" şeklindeki çevirimin nedeni budur. [236]

İsfahani Müfredat’ında, Firuzabadi Kamus'unda, İbn-i Manzur Lisanü'l-Arab'ında, İbn-i Kesir, Zuhayli, Sabuni vs. tefsirlerinde "kutile" kelimesinin bu ayetlerde "luine" anlamında olduğunu tasrih etmişlerdir. Zerkeşi ise el-Burhan’da "kutile" ve türevlerinin söz konusu ayetlerde mecazi birer ifade olduğunu ve tahkir ihtiva ettiğini belirtiyor.[237]                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                         

"Katele" öldürdü; bunun meçhul sigası "kutile" ise öldü­rüldü anlamındadır. Ancak Kur'an'ın birçok yerinde bu ke­lime türevleriyle beraber beddua anlamında kullanılmıştır. Lanet olsun, kahrolsun, helak olsun vs.

Mütercimlerimiz "kutile" kelimesinde yer yer meydana gelen bu anlam değişikliklerini/kelimenin gerçek anlamının dışında kullanılmış olma durumunu bazen dikkate alır­ken bazen de oralı olmamışlardır.

Biz sadece Buruc: 85/4 üzerinde durmayı yeterli görüyoruz:

Elmalı: Tel'in edildi sahipleri o uhdud'un...

Çantay: ... o ateş hendeklerinin sahipleri gebertilmiştir.

"Mekke" kafirleri de onlar gibi lanete uğratılmışlardır.

Bilmen: Hendeklerin sahipleri mel'un bulunmuştur.

Yavuz: (Eski devirlerde mü'minlere çeşitli eziyetler yapan ve) Ashab-ı Uhdud (diye adlanan kavme lanet edildiği gibi, Mekke müşrikleri de) lanetlenmişlerdir.

Davudoğlu: Ki, hendek sahiplen lanetlenmiştir.

Ateş: Ki kahroldu o hendeğin adamları.

Bulaç: Kahrolsun Ashab-ı Uhdud

Veya ateş dolu hendeklerde mü'minleri yakarak, işken­ceyle öldüren hendek sahipleri öldürüldü veya onlara la'net edildi.

T.D. V.: ... hendeğe atılanlar (yakılarak) öldürüldü.

Y. Öztürk: Ki gebertildi o hendekçi grup/o kamçıları hen­dek gibi iz bırakan herifler.

A. Öztürk: Ki hendek sahipleri katledilmişlerdir, (kahrol­sunlar)

Koçyiğit: ... hendeklerin sahipleri kahredilmiştir.

Hizmetli: Kahrolsun ... Ashab-ı Uhdud ...

Varol: kahrolsun o hendek ashabı ...

Piriş: Kahrolsun hendek sahipleri.

Görüldüğü üzere bazı mütercimler "kutile" kelimesi için "gebertilmiştir, öldürüldü, canı  çıksın, gebertildi" gibi an­lamlar öngörmüşlerdir. Böyle bir öngörüye sahip olmanın sebebi "kutile" kelimesinin mecazi anlamına riayet etme­mektir. Oysa ki otoritelerin görüşleri de göz önüne alındı­ğında kelimenin olması gereken anlamı ve tercümesi bu şe­kilde olmamalıdır.

Diğer bir husus da şudur:

Bilindiği üzre "kutile" fiili bu­rada beddua olarak kullanılmıştır. Türkçe'de beddua, fiilin geçmiş zaman kipiyle değil, emir ya da istek kipiyle ifade edilir. Fakat yapılan tercümelere bakıldığında dikkate de­ğer çoğunlukta mütercimin "kutile" ibaresini, beddua anla­mını verecek şekilde çevirmedikleri (gebertildi, kahroldu, öldürüldü, tel'in edildi); öte yandan Atay, T.D.V., Koçyiğit, Bulaç, Varol, Hizmetli ve Piriş'in ise beddua anlamıyla ter­cüme ettikleri görülecektir.

Yukarıdaki eleştirilerimize de dayanarak "kutile" keli­mesinin aşağıdaki şekillerde tercüme edilebileceğine inanıyoruz:

- Lanet olası Ashab-ı Uhdud veya lanet olsun Ashab-ı Uhdud' a ...

- Kahrolası Ashab-ı Uhdud veya kahrolsun Ashab-ı Uh­dud. vb.

 

Quvvet:

 

Quvvet, üç şekilde tefsir edilir:

1. 'Aded/sayı

"Kuvvetinizi kuvvetle ziyadeleştirsin (doğumla sayınızı artırsın/sayınıza sayı katsın)." [238]

"Siz bana kuvvetle (adam sayısıyla) yardım edin!" [239]

"Biz kuvvet sahibiyiz (sayıca çoğuz)." [240]

2. Çalışkanlık ve gayret/ciddiyet ile de­vam etmek

"Bir vakit de mîsâkınızı almıştık (.....) Size verdiğimizi kuvvetle tutun (Tevrat'ta bulunanları tam bir gayret, ciddiyet ve kararlılıkla alın, bağlanın)!" [241]

"Size verdiğimizi kuvvetle tutun; içindekileri hatırınızdan çı­karmayın ki ittiqa edesiniz."  [242]

"Ey Yahya! Kitabı kuvvetle (gayret, ciddiyet ve kararlılıkla) al!" [243]

3. Şiddetle yakalamak, yakalaması şiddet­li/çetin

"Dediler ki: "Kim bizden kuvvetlidir" (kimin yakalaması bizden daha şiddetlidir/çetindir)?! Kendi­lerini halkeden o Allah'ın onlardan daha kuvvetli (yakalamasının daha şiddetli/çetin) olduğunu görmüyorlar mı?" [244]

"Senin karyenden (Mekke'den/Mekke halkından) kuvvetçe daha şiddetli (halkının yakalayışı daha şiddetli/çetin) nice karye vardı..." [245]

"Keşke size karşı bir kuvvetim olsaydı (sizi şid­detle yakalayabilseydim).""[246]

 

Kutûf:

 

Kutûf, koparılmış ve toplanmış meyve mânâsına gelen "kıtf" kelimesinin çoğuludur.

 

Kübbâr:

 

Kübbâr, son derece büyük manasınadır.

 

Küber:

 

Küber; büyük bela, ceza ve musibetler demektir. Şâir şöyle der:

Ey Muallâ'nın oğlu! Büyük musibetlerden biri indi. O, zamanın büyük musi­beti ve musibetin şiddetlisidir.[247]

 

Küdye:

 

Küdye, kazılması zor, katı yer, yalçın kaya, "ikda" da "küdye"ye varmak anlamındadır. Öyle ki, "hafere'1-arda feekda" "kazılamayacak sert kuyuya da­yandı" demektir. Bu, cimrilik ve men etme anlamında kullanılmış­tır.

 

Küfr/Kâfir:

 

Küfür, lügatte nimeti örtmek manasına gelir. Kâfire, nimeti inkâr ettiği ve onu örttüğü için "kâfir" denilmiştir. Tohumu toprağa gömene ve geceye kâfir denilmesi de bu kabildendir. "Ziraatçıların da hoşuna giden bitkisi gibi"[248] mealindeki âyette de kelimesi bu manada kullanıl­mıştır. Gece de, karanlığı ile herşeyi örttüğü için "kâfir" diye isimlendirilmiştir.

Küfr, "kef'in zammıyla "küfrân" gibi nimeti örtmek yani nankörlüktür. Bunun aslı da "kef'in üstünü ile "kefir"dir. Mutlaka örtmek demektir. Üstün ile olan bu manadadır.

Tohum eken ziraatçiye, gece­ye "kâfir", meyve tomurcuğuna "kâfur", kalça etlerine "kâfire" denilmiştir. Bu durumda fetha ile "kefr", genel anlamda mutlak örtmek, zamme ile "küfr" ise özel anlamda nimeti örtmektir.

Dinde küfür ise, imanın zıddıdır, imansızlık demektir. Bir kimsenin iman, şanından olduğu halde, iman etmemesidir. Öyle ki; yalanlama ve inkara, tasdiki terk etmeyi, bir zorlama ve engel ol­madığı halde dil ile ikrarı terk et­meyi de içine alır.

İmandaki tasdik gibi küfür de, tekzib de, kalbî, kavlî veya fi­ilî olur. Kalp ile yalanlama nasıl küfür ise, zorlama olmaksızın sözlü yalanlama da öyledir. Fiilî yalanlama da böyledir. İman edil­mesi arzu edilen mukaddes şeyle­re fiilen hakaret ve alay etmek, küçümsemek ve hafife almak, bunları bozmaya çalışmak en çir­kin küfürdür.

Kur'ân'da türevleriyle birlikte yaklaşık 524 âyette zikredilen bu kelimenin kökü, ke-fe-re’dir. "Kefere" ise "bir şeyi örtmek" demektir. Bu anlamıyla çiftçi tohumu toprağa atıp onun üzerini örttüğü için, ona "kafir" denir. Bunun gibi kılıcını örten kınına, karanlığı örten geceye ve meyveyi örten çiçek tomurcuklarına da, içlerinde meyveyi gizlediklerinden dolayı 'kâfir' denmiştir.[249]

Cahiliye döneminde ise lügat manasına uygun olarak kullanılmıştır. Nitekim o dönemin şairlerinden Lebîd şöyle der:

"Onun sırtındaki, kendi rengine uymayan, renkli çizgiye, bulutların yıldızları örtmüş olduğu bir gecede yağmur taneleri, aralıksız olarak dökülür."[250] İslâm ıstılahında ise küfür, Allah'ın nimetlerini ve O'nun birliğine delâlet eden âyetlerini inkâr etme, görmez­likten gelme demektir. Zira, her akıl sahibinin anlayabildiği; peygamberlerin gönderilmesinden tutun da, Allah'ın birliğine ve O'nun ortağı olmadığına delâlet eden bütün delillere, âyetlere inanmayıp ve böylelikle de adeta Allah'ın nimet­lerinin üzerini örtüp, görmezlikten gelene Kur'ân'da "kâfir" demiştir.[251]

Bu itibarla "küfür" kelimesinin dini anlamıyla lügat anlamı arasındaki ilişki şöyle izah edilebilir: Münkir (inkâr eden) veya inkarcı, dinde iman edilmesi gereken hakikatlerden birisini veya Allah'ın kulları üzerinde gerekli gördüğü emir ve yasakların tümünü inkar edendir. İşte bu durumda kişi, inkâr ettiği iman gerçeklerini kendisine belleten ve gösteren ikna edici delilleri ve burhanları örtmektedir. Ayrıca o kişi, itaatta Allah'ın hakkını da görmezlikten gelmektedir.[252]

Netice olarak, maddi manada örtmek ve gizlemek anlamında kullanılan küfür kelimesi, Kur'ân'da maddi alandaki anlamı baki kalmak kaydıyla, manevi alana taşınmış ve bu alanda örtmek ve gizlemek anlamını ifade eder hale gelmiştir. Hatta diyebiliriz ki, Kur'ân'da bu ikinci anlam, temel anlam niteliğine kavuşturulmuştur.[253] Allah'ın bahşetmiş olduğu nimetlere karşı teşekkürünü açığa vurmayan ve onlara karşı nankörlük eden kişiye kâfir denmiştir. Diğer bir ifade ile sanki o, kendisine sunulan delilleri yeterli görmeyerek kabul etmemiş, bu hareketiyle adeta, onların üzerini örtmüştür.[254] Bu mana, câhiliye döneminde bilinmemiştir. İslâm bu manayı kazandırmıştır diyebiliriz.

Küfr, dört manada tefsir edilir:

1. Allah'ın tevhidine küfr etmek, O'nu in­kar etmek.

"Gerçekten o küfr edenleri (Allah'ın tevhidini/bir ve tek ilah olduğunu inkâr edenleri) uyarsan da, uyarmasan da onlar için birdir: İmân etmezler." [255]

"Küfr edip (Allah'ın tevhidini inkâr edip) Allah yolundan alıkoyanlar..." [256]

2. Hüccetin/delilin inkârı.

"O tanıdıkları kendilerine gelince, ona küfr ettiler (onlar onu tanıdılar, fakat onu inkâr ettiler)." [257]

"Yoluna gücü yetenlerin Beyt'i (Kabe'yi) haccetmesi, Allah'ın insanlar üzerindeki bir hakkıdır. Artık kim küfr ederse (Ehl-i Kitap'tan olsun, diğer dîn müntesiblerinden olsun kim Allah'ın Beyt-i Haram'ını haccetmeyi inkâr edip haccın farziyyetini reddederse), şüphesiz ki Allah âlemlerden (Ehl-i Kitap'tan ve onla­rın gayrısından) ganidir." [258]

3. Küfrân-ı nimet/nankörlük.

"Bana şükr edin, Bana küfr (nimetime küfr/nankörlük) etmeyin!" [259]

"(Süleyman dedi ki): "Şükr mü edeceğim, yoksa küfr (nimete küfr/nankörlük) mü edeceğim di­ye beni sınaması içindir." [260]

"Allah'a şükret diye; ve her kim şükr ederse, kendi le­hine etmiş olur; her kim de küfr (nimete küfr/ nankörlük) ederse, doğrusu Allah ganidir, hamîdtir." [261]

"(Fir'avn, Musa'ya dedi ki): "O yaptığın fiili yaptın, o halde sen o kâfirlerdensin (yani, nankörlerdensin -ki bununla, o'nu küçükken büyüttüğünü ve o'na iyilik yaptığını, buna karşılık Musa'nın nankörlük ettiğini kaydetmektedir)." [262]

4. Beri/uzak olmak, uzaklaşmak.

"(İbrahim, babasına ve kavmine dedi ki): "Biz size küfr ettik (sizden teberri ettik/uzaklaştık); bizimle sizin aranızda ebedî olarak düşmanlık başla­dı." [263]

"Sonra, Kıyamet Günü kiminiz kiminize küfr edecek (uzak olduğunu ilan ede­cek)." [264]

"(İblis kendisine itaat edenlere diyecek ki): "Ben sizin bundan evvel beni, (itaatte Allah'a) şirk koşmanıza da küfr etmiştim" (yani, uzak olduğumu bildirmiştim)." [265]

 

Küfüvv:

 

Küfüv, denk ve benzer demektir. Ebû Ubeyde şöyle der. "Kefee", "Kefu" ve "Kifâe" kelimelerinin hepsi aynı mânâda olup benzer ve denk demektir.

Küfüvv kelimesi "vav"lı, "hemzeli" bütün kıraetlerinde aynı manadadır. Bir şeye denk olmayı, eşit olmayı ifade eder. Ancak bu denkliğin iki yönü vardır.

Birincisi, her biri diğerinin haiz olduğu bütün özelliklere sahip olmakla, diğerinden bağımsız olarak her birinin makamına tamamen kaim olacak konumda, yeterli ve eşit olmasıdır. İttifakları halinde diğerine ihtiyaç duymayarak yapacağı şeyi tek başına ve birlikte yapabilirler; ihtilafları ha­linde ise, birbirilerini tam olarak engelleyeceklerinden hiçbir şey yapamazlar.

Bu anlamda küfüvv, eşit, denk bir eş ve arkadaştan ibaret değil; aynı zamanda, zıd, eşit ra­kip ve karşıt manasına da gelir. Bu manaca iki erkek birbirine, iki dişi birbirine küfüv olabilirse de, bir erkekle bir dişi birbirine küfüv olamazlar.

İkincisi ise her biri farklı kıy­met ve değerde, birbirinin karşıtı değil, birbirini tamamlayan çift olarak anlaşılır. Bu anlam­da bir dişi ile bir erkek küfüvv olabilir. Nikahta küfüvv bu an­lamdadır.

Râgıb, biri diğerine yamanıp da perde yapılan kumaş parçasına "kefâe" denildiğini ifade et­miştir. "Falan falan zıdlaşmakta küfüvdür/denktir" denilir. Bir şeyi ters çevirmeye, yüzü koyun ters kapamaya "ekfâe" denilir.

Kısacası küfüvv, beraber, eşit, müsavi, muadil, denk, eş, kafa­dar, akran, yar dediğimiz manala­rı içine alarak misil ve nazır de­mektir. İhlas Sûresi'nde her ne şe­kilde olursa olsun küfüvün Allah için mümkün olmadığı ifade edil­mektedir. [266]

 

Künnes:

 

Künnes, görünmeyip kaybolan yıldızlar demektir. Bir ceylan, yatağı ve barınağı olan kinâsa girdiğinde "Kenese" denir.

 

Kürsî:

 

Kürsî[267], üzerine tek ki­şi olarak oturulan malum şeydir. Taht ve şerefli, ilmin özel ve seç­kin makamı demektir. İlmin ken­disine de, alime de denilir. İskem­le ve sandalye gibi üzerine oturu­lan eşyalar için de söylenir olmuş­tur.

Türkçe'de en çok ilim anla­mında kullanılmıştır. Herhangi bir şeyin aslına ve toplandığı yere de kürsi denir. Nitekim "memle­ket kürsüsü" başkent anlamına gelir.

Bu kelimenin kökü olan "kurs" ün bir araya toplanıp karış­ma, keçe gibi giriftleşip sağlam­laşma manası vardır. Meşhur an­lamıyla kürsü tek kişinin oturabildiği, bir çeşit yüksek sandalyedir. [268]



[1] Bahr, 8/154

[2] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 183. (4478)

[3] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 183. (5332)

[4] Örnek olarak Kur'ân'daki manaları için bkz., İsrâ: 17/23.

[5] el-İsfahânî, a.g.e., s. 613.

[6] a.g.e., s., a. y.

[7] Subhânî, Ca'fer, el-Kazâ ve'l-Kader, Beyrut, 1987, s. 42.

[8] ez-Zevzenî, a.g.e., s. 163.

[9] Ubîd, a.g.e., s. 125.

[10] İzmirli, İsmail Hakkı, el-Cevâbu’s-Sedid fi Beyâni Dîni't-Tevhîd, Ankara, 1341, s. 50, 51.

[11] Fazlurrahman,  Ana Konularıyla Kur'ân (çev., Alparslan, Açıkgenç) Ankara, 1993, s. 56, 57. Yrd. Doç. Dr. Ahmet Çelik, Kur’an Semantiği Üzerine, Ekev Yayınevi: 32-34.

[12] İsrâ: 17/23

[13] Kasas: 28/44

[14] İsrâ: 17/4

[15] Hicr: 15/66

[16] Bakara: 2/200

[17] Nisâ: 4/103

[18] Cuma: 62/10

[19] Ahkâf: 46/29

[20] Tâ-Hâ: 20/72

[21] Enfâl: 8/42

[22] Al-i İmrân: 3/47

[23] Meryem: 19/35

[24] Ahzâb: 33/36. Bazı müfessirler, bu âyetin, Zeyd ile evlenmek istemeyen Zeyneb ve ailesi hakkında nazil olduğunu söylemişlerse de bu kesinlikle yanlıştır. Siyaka dikkat edildiğinde anlaşılır ki âyet, Zeyneb'in Zeyd ile evlenmesi gerektiğini bildirme sadedinde değil; babalıkların, evlatlıklarının boşadıkları hanımlarıyla evlenmelerinin helal olduğunu ifade etme sa­dedinde sevkedilmiştir. (Redaktör)

[25] Zuhruf: 43/77

[26] Fâtır: 35/36

[27] Sebe': 34/14

[28] Kasas: 28/15

[29] Hûd: 11/44

[30] Meryem: 19/39

[31] İbrâhîm: 14/22

[32] Yûsuf: 12/41

[33] Meryem: 19/21

[34] Kasas: 28/29

[35] Kasas: 28/28

[36] En'âm: 6/60

[37] Tâ-Hâ: 20/114

[38] Abzâb: 33/23

[39] Zümer: 39/69

[40] En'âm: 6/8

[41] Yûnus: 10/47

[42] Yûnus: 10/93

[43] Fussilet: 41/12.Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 390-394.

[44] Yunus: 10/2.

[45] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 183-184. (2666)

[46] Yunus: 10/2.

[47] Zemahşeri, Keşşaf, 1997, c. 2 s. 313.

[48] Semerkandi, B. Uium, 1996, c. 2 s. 105.

[49] Kamer: 54/55.

[50] Yunus: 10/2.

[51] İsra: 17/80.

[52] İsra: 17/80.

[53] Meryem: 19/50, Şuara: 26/84.

[54] Yunus 93.

[55] İsfahani, Müfredat, tsz., s. 277 – 278.

[56] Nisaburi, Burhan, 1996, c. 1 s. 415.

[57] Mülekkin, Garib, 1987, s. 163

[58] Abdulcelil Bilgin, Kur'an'da Deyimler ve Kur'an'ın Anlaşılmasındaki Rolü, Pınar Yayınları, İstanbul, 2003:  147-149.

[59] ez-Zebîdî, es-Seyyid Mııhammed Murtedâ, Tâcu'l-Arûs, Libya, 1964, X, 296, kaza mad.

[60] el-İsfahânî, a.g.e., s. 595.

[61] Mü'minûn: 23/18.

[62] Bolay, Hayri, Kur'ân Davet Ediyor, Ankara, 1994, s. 96.

[63] Aydın, Ali Arslan, İslâm'da İman ve Esâsları, İst. 1969, s. 95.

[64] Lügat manaları için bkz., Kamer: 54/12, Fussilet: 41/12.

[65] ez-Zevzenî, a.g.e., s. 102.

[66] Lebîd b. Rabî'a el-Âmirî, Divânu Lebîd, (şerh, İbrahim Cuzeynî), Beyrut, tsz., s. 148. Yrd. Doç. Dr. Ahmet Çelik, Kur’an Semantiği Üzerine, Ekev Yayınevi: 30-32.

[67] Adiyat: 100/2.

[68] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 184. (6016)

[69] Bahr, 8/444

[70] Kadr: 97/1.

[71] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 184. (5970)

[72] Hakka: 69/2.

[73] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 184-185. (5343-5344, 4545)

[74] Râgıb, Müfredat, maddesi.

[75] Bakara: 2/10.

[76] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 185-186. (209-210)

[77] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 186. (212-213)

[78] Bakara: 2/79

[79] Tevbe: 9/9

[80] Nisâ: 4/142

[81] A'râf: 7/l0

[82] Mülk: 67/23

[83] Nahl: 16/78

[84] Hâkka: 69/41-42

[85] Şu'arâ: 26/54

[86] Asıl nüshada, "Fir'avn ve beraberindekiler 7.000 kişi idi" şeklindedir; Mukâtil'in Tefsirinde ise, "2.000.000 kişi idi­ler. 1.000.000 savaşçı oldukları da söylenmiştir" denilmek­tedir. Oysa ki Kur'ân'da ve güvenilir rivayetlerde -bunla­rın sayılarına dair- herhangi bir açıklama yoktur. Herhan­gi bir delil olmaksızın, Mûsâ ve Fir'avn'ın beraberindekile­rin sayısını tesbite kalkışmak, gaybı taşlamaktır. Bu ve benzeri hususlar, ihtiyaç duymadığımız İsrâîliyâttandır. (Redaktör)

[87] Nisâ: 4/66

[88] Bu; temelsiz bir iddia olup gaybı taşlamadır. (Redaktör)

[89] Bakara: 2/249

[90] Bu, aslı aslı-astarı olmayan bir iddia olup gaybı taşlama­dır. (Redaktör)

[91] Hûd: 11/40.Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 388-390.

[92] Kurtubî, 19/133.

[93] Al-i İmran: 3/14.

[94] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 186-187. (1051)

[95] Âl-i İmrân: 3/79

[96] Nisâ: 4/92

[97] Nûr: 24/16

[98] Ahzâb: 33/27

[99] Nisâ: 4/111; Feth, 48/4

[100] Nisâ: 4/134

[101] Nisâ: 4/100

[102] Meryem: 19/29

[103] Mer­yem. 19/54

[104] Meryem: 19/55

[105] Kehf: 18/79

[106] Bakara: 2/34

[107] Hicr: 15/33

[108] Nebe: 78/19-20

[109] Müzzemmil: 73/14

[110] Vakıa: 56/6

[111] Me'âric: 70/8-9.

[112] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 187-188. (5076)

[113] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 188. (4738)

[114] Kehf: 18/64.

[115] Bahr, 8/369

[116] Cevheri, Sıhâh, “Tebea” maddesi

[117] Kurtubî, 16/144

[118] Bakara: 2/255.

[119] Furkân: 25/19

[120] İsrâ: 17/60

[121] İsrâ: 17/4

[122] Furkân: 25/52

[123] Kasas: 28/23

[124] Baka­ra: 2/266

[125] Yûnus: 10/80

[126] Tâ-Hâ: 20/71

[127] Şu'arâ: 26/49

[128] Bakara: 2/282

[129] Tevbe: 9/121

[130] Ra'd: 13/9

[131] Nisâ: 4/34

[132] Yûnus: 10/78

[133] Câsiye: 45/37

[134] En'âm: 6/35

[135] Yûnus: 10/71

[136] Mülk: 67/9.

[137] İnşikak: 84/6.

[138] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 190. (5675-5676)

[139] Nisâ: 4/73

[140] Yûnus: 10/27

[141] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 190. (1310)

[142] Nisâ: 4/164. Allah'ın Musa'ya söz söylemesinin, vahyin dışında bir ko­nuşma/söz söyleme olduğuna dair bir delil yoktur. Siyaka dikkat edilirse âyetin, Mûsâ (a.s) dışındaki birtakım pey­gamberlerle de vahiy yoluyla konuşulduğunu ifade etme sadedinde olduğu görülür. (Çeviren).

[143] Bu âyetteki "Allah'ın kelâmı"nın, vahyin dışındaki bir yolla işitildiği doğrudur. Yani onlar kendilerine değil, peygam­berlerine vahiy yoluyla gönderilmiş olan Allah'ın kelâmını dinlemişlerdi. (Çeviren).

[144] Bakara: 2/75. Allah'ın kelâmını işiten ve anlamalarının ardından onu bi­le bile tahrif edenlerin, Musa'nın seçtiği yetmiş kişi olduğu iddiası, dayanaktan yoksundur. (Redaktör).

[145] Tevbe: 9/6

[146] Feth: 48/15

[147] Kehf: 18/109

[148] Lokmân: 31/27

[149] Mü'minün: 23/99-100

[150] Mü'minûn: 23/100

[151] Yûnus: 12/90

[152] Nisâ: 4/159

[153] Nisâ: 4/18

[154] Mü'min: 40/84

[155] Mü'min: 40/85

[156] Enbiyâ: 21/12

[157] Enbiyâ: 21/14

[158] Şu'arâ: 26/201-203

[159] Yûnus: 10/51. Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 366-369.

[160] A’raf: 7/158.

[161] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 190-191. (1100-1101)

[162] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 191. (5454)

[163] Kurtubî,

[164] İbn Manzûr, a.g.e., XII, 510.

[165] Izutsu, Kur'ân 'da Allah ve İnsan, s. 43. Beytin kailine rastlayamadık.

[166] Zuheyr, a.g.e., s. 32.

[167] Furkân: 25/67.

[168] Izutsu, Kıır'ân'da Allah ve İnsan, s. 44.

[169] Hucurat: 49/13.

[170] a.g.e., s. 42, 43. Yrd. Doç. Dr. Ahmet Çelik, Kur’an Semantiği Üzerine, Ekev Yayınevi: 118-120.

[171] Nisâ: 4/31

[172] Neml: 27/29

[173] Tekvîr: 81/19

[174] Hâkka: 69/40

[175] Hucurât: 49/13

[176] Duhân: 44/49

[177] Tercümeye esas aldığımız Arabça baskıda da aynen bu şe­kildedir. Müellifin de belirttiği gibi, âyet melekler hakkın­dadır, dolayısıyla burada şâhid gösterilmeye elverişli değil­dir. İnfitâr, 82/11

[178] Tercümeye esas aldığımız Arabça baskıda da aynen bu şe­kildedir. Oysa bu âyetteki kerîm sıfatı, "Allah'a" değil, "ar­şa" aittir, o nedenle de bu âyetin burada şâhid olarak zik­redilmesi uygun değildir. Mü'minûn: 23/116

[179] Neml: 27/40

[180] İnfîtâr: 82/6

[181] İsrâ: 17/62

[182] İsrâ: 17/70

[183] Fecr: 89/15.

[184] Tefsir-i Kebîr, 26/137

[185] Bakara: 2/286.

[186] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 192. (998-999)

[187] Kurtubî, 20/216

[188] Teshil, 4/151

[189] Yusuf: 12/3.

[190] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 194-195. (2846)

[191] Maide: 5/82.

[192] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 195. (1793)

[193] Şuara: 26/182.

[194] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 195. (3640)

[195] En’am: 6/161.

[196] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 195. (2114)

[197] Kurtubî, 19/159

[198] Bakara: 2/2.

[199] el-İsfahânî, a.g.e., s. 638; İbn Manzûr, a.g.e., I, 698, 699.

[200] El-İsfahânî, a.g.e., s. 638,

[201] İbn Manzûr, a.g.e., I, 698, 699.

[202] bkz., T. H. Menzel, "Kitab " mad., İ.A. VI, 826.

[203] Reşid Rızâ, Tefsîru'l-Menâr, Mısır, 1373, I, 123.

[204] İzutsu, Kur'ân'da Allah ve İnsan, s. 13, 25.

[205] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Çelik, Kur’an Semantiği Üzerine, Ekev Yayınevi: 161-162.

[206] Sebe: 34/13.

[207] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 197. (3953)

[208] A’raf: 7/133.

[209] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 197-198. (2267)

[210] Bakara: 2/238.

[211] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 198. (807)

[212] Yusuf: 12/2.

[213] Fussilet: 41/3

[214] Ra’d: 13/37

[215] İsra: 17/88.

[216] Al-i İmran: 3/4.

[217] A’raf: 7/157.

[218] Bakara: 2/2.

[219] Bakara: 2/185.

[220] Bakara: 2/97.

[221] Kamer: 54/25.

[222] Hicr: 15/9.

[223] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 198-201. (12-25)

[224] el-İsfahânî, a.g.e s. 606, Jeffery, a.g.e., s. 233.

[225] Draz, Abdullah, en-Nebeu'1-Azim, Kuveyt, 1970, 2. baskı, s. 12.

[226] Yıldırım, a.g.e., s. 116.

[227] Yıldırım, a.g.e., s. 17.

[228] ez-Zevzenî, a.g.e., s. 103.

[229] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Çelik, Kur’an Semantiği Üzerine, Ekev Yayınevi: 159-161.

[230] Tevbe: 9/99.

[231] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 201. (96)

[232] Buruc: 85/4; Zariyat: 51/10; Müddessir: 74/19-20; Abese: 80/17.

[233] Zamahşeri, Keşşaf, 1997, c. 4, s. 730-731.

[234] Semerkandi, B. Ulum, 1996, c. 3 s. 563.

[235] Mülekkin, Garib, 1987, s. 542.

[236] Esed, Mesaj, 1996, c.3, s. 1206-1207.

[237] 1972, c. 2 s. 259.

[238] Hûd: 11/52

[239] Kehf: 18/95

[240] Neml: 27/33

[241] Baka­ra: 2/63

[242] A'râf: 7/171

[243] Meryem: 19/12

[244] Fussilet: 41/15

[245] Muhammed: 47/13

[246] Hûd: 11/80.

[247] Kurtubî. 19/83

[248] Hadid: 57/20

[249] el-İsfahânî, a.g.e., s. 652.

[250] Lebîd, a.g.e., s. 223.

[251] İbn Manzûr, a.g.e., III, 388.

[252] el-Meydânî, Abdurrahman Habenneke, Zâhiretu'n-Nifâk, Dımaşk, tsz., I, 46.

[253] Kırca, a.g. m. s. 36, 37.

[254] el-Meydânî, a.g.e., I, 46.

[255] Bakara: 2/6

[256] Muhammed: 47/1

[257] Ba­kara: 2/89

[258] Al-i İmrân: 3/97

[259] Bakara: 2/152

[260] Neml: 27/40.

[261] Lokmân: 31/12

[262] Şu'arâ: 26/19

[263] Mümtehine: 60/4

[264] Ankebut: 29/25

[265] İbrâhîm: 14/22. Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 116-118.

[266] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 202-203. (6335-6337)

[267] Bakara: 2/255.

[268] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 203. (853)