Ta'âm:4

Tabak:4

Tâbe:4

Tâbut:4

Tafsîl:4

Tâğût:6

Taha:6

Tahâhâ:6

Taharet:6

Tahille:7

Tahiyye:7

Taife:7

Tâifîn:7

Takdîm/Takaddüm:7

Takfiye:7

Takva:7

Takvim:8

Talak:9

Talh:9

Tamme:9

Tams:9

Tams:9

Taraik:9

Târık:9

Ta's:10

Tasdiye:10

Tasrif:10

Tatmainn:10

Tavl:11

Tavsiye:11

Tayyıb:11

Tayyıbat:11

Tayyib-Habîs:13

Teala:13

Te’azeruhu:13

Tebâb:13

Tebâr:14

Tebâreke:14

Tebettul:14

Tebbet:14

Tebtîla/ Tebettül:14

Tebsırât:15

Tebvie/Tebevvü:15

Tebyît:15

Tecellâ:15

Tecessüs:15

Tedbir:15

Tedelli:15

Tedsiye:16

Tefâhur:16

Tefâvüt:16

Tefekkehun:16

Tefessehu:16

Tefidune:16

Tefie:17

Tefsir:17

Teğâbun:17

Tehavurakumâ:17

Tehîcu:17

Tehîlle:17

Tehşeu:18

Tehvâ:18

Tekasür:18

Tekavvül:18

Tekşe’ırru:18

Tektumune:18

Tekteunne’s-sebil:18

Tekvîr:19

Telâk:19

Telaqqî:19

Telbisu:20

Telezzâ:20

Temennî/Ümniyye:20

Temeyyezu:20

Temrehun:20

Temuru:20

Tenâvüş:20

Tenfuzu:20

Tenkil:20

Tennûr:20

Tensevne:20

Tenzîl/İnzâl:21

Terâib:21

Terceme/Kur'ân'ın Tercemesi:21

Teredda:22

Tertîl:22

Tesaddâ:23

Tesbih:23

Tescîr:23

Tesevveru:24

Teshir:24

Teskîn:24

Tesnîm:24

Tesrîb:24

Testebdilune:24

Testetirune:24

Testevu:25

Tesvîb Ve İsâbe:25

Teşakkuk:25

Tetlu:25

Tetlune:25

Tevbe:25

Tevdî:25

Teveffî:25

Tevekkül:26

Tevellâ:26

Tevelleytum:27

Te'vîl:27

Te'vîli’l-Ehâdis:28

Tevvâb:28

Teyemmüm:28

Tezâherune:28

Tezekkî:28

Tezekkür:29

Tezeyyelu:29

Tezkire:29

Tezkiye:29

Tezvîc:29

Tıbâk:29

Tilâvet:29

Tûbâ:30

Tubdune:30

Tubia:30

Tudemmiru:30

Tûfân:30

Tuğyân:30

Tuhberûn:31

Tuncîkum:31

Tur:31

Turâs:31

Tûr-u Sînîn:31

Tûrûn:32

Tuştit:32


Ta'âm:

 

Ta'âm, dört şekilde tefsir edilir:

1. İnsanların yedikleri/yiyecekleri

"O ki onları açlıktan doyurandır."[1]

"O yediriyor, ama yedirilmiyor."[2]

"Yemeğinizi yediniz mi dağılın!"[3]

2. Zebhedilenler/kesilenler (kesilerek yenilen hayvanların etleri)

"Kendilerine Kitap verilenlerin ta'âmı (kestikleri hayvanların etlerini yemek) size helâldir. Sizin ta'âmınız da (kestiğiniz hayvanların etlerini ye­mek de) onlara helâldir."[4]

3. İyi ve güzel balıklar

"Deniz avı ve onun ta'âmı size helâl kılındı (gü­zel balıklarda sizin için fayda vardır)."[5]

4. İçmek

"İmân edip sâlih ameller işleyenlere... ta'âmlarından (haram kılınmasından önce içtikleri içkiden) dolayı bir cünah yoktur."[6]

"Kim ondan ta'âm etmez (içmez/tatmaz) ise, şüphesiz o bendendir."[7]

 

Tabak:

 

Tabak[8], uygun gelme ve uygun kavramlarıyla ilgili ola­rak bir çok anlama gelir. Kâmûs'ta geçtiği üzere "tabak" kelimesi, mütezayıf/iki veya daha çok kat­lı şeyleri ifade eden isimlerden olup, bir şeyi, bir şeyin mikdarınca/ölçüsüne göre üstün kılmak anlamına gelmektedir. Sonraları, üste konulan, üstte olan şeyleri ifade etmede ve bununla ilgili olarak bir şeye uygun şey mana­sında daha sonraları ise, derece ve mevki ile ilgili olarak kullanılır ol­muştur.

Bu suretle bir şeyin kapağına, örtüsüne, bir çiftin teki gibi muta­bık ve uygununa, tabak ve sini dediğimiz kaplara da denilir.

İlerleme anlamında bir hal­den başka bir hale geçmeye, "karn" ve asır anlamında yirmi seneye, bel kemiklerinin arasın­daki yufka olan intibak kemiklerine ve Zühre Dağına da denilir.

İnşikak Sûresi'ndeki kullanı­mını müfessirler "halden hale ge­çeceksiniz" diye tefsir etmişlerdir. Kelimenin en kapsamlı ve kapsa­yıcı anlamı da budur. [9]

 

Tâbe:

 

Tevbe etti. Tevbe, lügatte dönmek demektir. (an) edatı ile kullanıldığında isyandan dönmek mânâsına gelir edatı ile kul­lanılırsa, tevbeyi kabul etmek mânâsını ifade eder.

 

Tâbut:

 

Tâbut[10], sandık demek­tir. Gerçi müracaat demek olan "tevb" maddesinden mübalağa sigası olması hasebiyle, dönüp dolaşıp gelinecek yer, makam an­lamındadır. Bakara: 2/248'deki tâbut keli­mesinden murad Tevrat sandığıdır.

Hz. Musa'dan sonra Beni İs­rail'in isyanıyla ellerinden çık­mış, ref olunmuştu. Sonra Tâlût, Amalikalıları yenerek tabutu geri almıştı. Tâbut, İsrailoğulları için, Hristiyanların haçı gibi kutsal bir sembol imiş. Râgıb, Tâbût'un kalp demek olduğunu nakletmiştir. [11]

 

Tafsîl:

 

Tafsil[12], bir şeyi fasıl fasıl yapmak, mütemeyyiz bölüklere ayırmak demektir. Mesela bir inci dizisine, ara ara eşsiz taneler geçirildiği ve­ya tesbih dizisinin taneleri, ima­melerle ayrıldığı gibi diziye, fasıla geçirme manasına gelir. "Fas'ala'n-nazme" denilir, "caale fîhi el-fâsıletü" demek olur ve bir şeyi açıklamak anlamına gelir, "fasselehu" denilir, "beyyenehu" de­mek olur.

Kâmûs şarihi; "icmal karşıtı tafsil bundandır" der. Çünkü asıl fasıl, "bir şeyi belirgin fasılalara ayırmak" anlamındadır. Uzatmak ve çoğaltmak bunun gereğidir. Bu nedenle tafsil sözü uzatmada kul­lanılmıştır. Sonra bunun gereği olan "tebyin" kullanılmıştır.

Kur'ân'ın mufassal olması bir çok vecihler iledir (birçok yönü vardır). Nitekim, ayetleri kısa kısa olan sureler bu mana ile "mufas­sal" tabir olunur ki, fasılaları çok demektir. İşte Kur'ân öyle bir ki­taptır ki ayetleri her yönüyle hem muhkem hem de mufassaldır.

Hûd Sûresi'nin birinci ayetin­de, Kur'ân'ın, "ayetleri muhkem kılınmış, sonra da tafsil edilmiş" şeklînde tanımlanması, tafsilin sa­dece müteşabihlerî değil muhkem ayetleri de ilgilendirdiği, bu nedenle "summe fussılet" ifadesin­den muradın daha aşağı seviyede bir fasıl ve fasıla ile başka bir an­lamda olması gerektiği söylen­miştir. Bu anlamda tafsilin şu an­lamlara geldiği belirtilmiştir.

1- Kur'ân'ın kelimeleri, muh­kem bir nazımla dizilip, fasılalar ile ayet ayet ayrıldığı gibi, ayetle­ri de yer yer tevhid delilleri, pey­gamberlik delilleri, ahkâm, öğüt, kıssa, emsal ve ahbar gibi metalib ve çeşitli faydaları olan kısımlar­dan, dikkat çekici fasılalarla ayırd edilip fasıl fasıl, bölüm bölüm kı­lınmış, ince ilişkiler ve hoş geçiş­ler ile konudan konuya, kıssadan kıssaya geçen bir sanatlı üslup üzerine kurulmuş ve bu arada bazan terkibi bazan tercii andıran bir cihetten fasıl, bir bakıma mu­kaddime, bir bakıma bir hatime gibi bend ayetleriyle tevşih/bezenmiş ve tensik edilmiş/düzen­lenmiş ve bu minval üzere sûre sûre bölünmüş ve bir çok mesele ve kıssalar çeşitli yerlere ve sure­lere serpiştirilerek, tevhid inancı uluhiyyet ve ubudiyyet konuları üzerinde çeşitli ve değişik açılar­dan ilişkiler söz konusu edilmiş­tir. Bu anlamda tafsil, inci dizisine fasıla geçirmek anlamından alınmıştır.

2- Beyan anlamınadır. Çünkü Kur'ân ayetlerinde insanların ge­çim çabaları ve gelecekleri için muhtaç oldukları ve olabilecekle­ri şeyler, hem asılları hem de ay­rıntıları ile beyan olunmuştur. Bu beyanın hayat gibi yaratılıştan ge­len doğal gelişme ile icmalden taf­sile, tafsilden telhise doğru giden bir akışa sahiptir.

3- Kur'ân ayetleri mütefer­rik/farklı şekillerde nazil olmuş­tur. Kısacası Kur'ân öyle bir kitaptır ki, ayetleri bir bakıma muhkem, bir bakıma mufassaldır. Ne ihkâmı tafsilini ne de tafsili muhkemliğini ihlal eder. [13]

et-Tafsîl, iki şekilde tefsir edilir:

1. Beyân/genişçe açıklamak

"O uydurulan bir söz değildir (.....) Her şeyin tafsilidir (beyânıdır/genişçe açıklamasıdır)," [14]

"Her şeyden yazdık; nasihat ve tafsil (beyân/ge­nişçe açıklamak) için her şeyi." [15]

"Andolsun ki onlara bir kitap getirmiş, onu ilm üzere tafsîl/fasl etmiştik (obeyân etmiştik/genişçe açıklamıştık)." [16]

"Âyetleri sağlamlaştırılmış; sonra, tafsîl/fasl edilmiş (helâl ve haramı beyân edilmiş/genişçe açıklan­mış) bir kitap." [17]

"Ayetleri tafsîl/fasl edilmiş (beyan edil­miş/genişçe açıklanmış) bir kitap, Arabî bir qur'ân (hitabe/okuma)." [18]

"Onun her şeyinin tafsilini fasl ettik/Onu her şeyiyle tafsîlen faslettik (onun beyânını beyân ettik/onun açıklamasını genişçe-gereğince yaptık)." [19]

"O ki, size kitabı mufassal (beyân edilmiş/geniş­çe açıklanmış) olarak indirmiş..." [20]

2. Beynûnet (ayrı ayrı olmak, ayrılık, ayrıl­mak)

"Mufassal (ayrı ayrı) âyetler (her iki azâb ara­sında bir ay bulunmak [21] ve biri diğerinden ayrı mu­cizeler) olmak üzere..." [22]

"Kafile fasledince (yol arkadaşları Mısır'dan çı­kınca/ayrılınca)..." [23]

"Fasl Gününe (Beyân, ayrım/ayrılık Günü'ne -ki O Gün, insanlar arasında hüküm verilecek: bir fırka cennete, bir fırka da saîr'e, alevli ateşe gidecek)..." [24]

"Şüphe yok ki, o Fasl (hüküm ve ayrım) Günü, bir mîkât olacaktır." [25]

"Şüphe yok ki, o Fasl Günü (insanlar arasında ayırıcı hükmün verileceği gün) onların hepsinin mîkâtıdır."[26]

 

Tâğût:

 

Tâğût, "Tuğyan" kökündendir. Tuğyan ise, sınırı geçmek demektir. Tâğut'tan maksat, Allah'tan başka, kendisine ibadet edilen put, insan veya taştır.

Tâğût üç manada tefsir edilir:

1. Şeytan

"Kim tâğûta (şeytana) küfredip Allah'a îmân ederse..." [27]

"Küfredenler, tâğût (şeytana itaat) yolunda sa­vaşırlar." [28]

"Ve tâğûta (şeytana) ibâdet edenler..." [29]

2. Allah dışında tapınılan evsân/putlar

"Andolsun ki, Biz her ümmette, içlerinden, "Allah'a ibâdet edin ve tâğûttan (evsâna/putlara ibâdet etmekten) ictinab edin" diyen bir rasûl ba'settik/çıkardık." [30]

"Tâğûttan, ona ibâdet etmekten ictinab edip (evsâna/putlara, ibadet etmekten kaçınıp Rabb'lerine yönelenler)..."[31]

3. Yahudi Ka'b b. el-Eşref

"Küfredenlerin velîleri ise tâğûttur (Ka'b b. Eş­ref’tir); onları nurdan zulumâta çıkarırlar." [32]

"Şu, Kitap'tan kendilerine bir nasib verilenleri (Yahudileri) görmüyor musun: cibt ve tâğûta (Ka'b b. el-Eşref’e) îmân ediyorlar da..."[33]

Muhsin diyor ki: Cibt, "şeytan"dır. Nisa sûresinde de, tâğût'un (Ka'b b. Eşref’in) hükmüne başvurmak istiyorlar buyurulmaktadır.[34]

 

Taha:

 

Taha[35], hurûf-u hecedir. Esmâ-i husnâ'dan kasem (yemin) olduğu söylenmiştir. Bazı lugatlarda, "ya râcul" (behey adam) demek olduğu da rivayet edilmiş­tir. Bir de "ta" ve "vetaa"dan emri hazır olduğu söylenmiştir. "Ha" zamir olarak/'ona bas" yahut "onu çiğne" anlamında Rasûlullah'a hitap olduğu ifade edilmiştir. Çünkü Rasûlullah teheccüdde bir (tek) ayak üzerinde durmakta imiş, iki ayağını da basması isten­miş. Zamir, ayağa veya arza racidir. Bu vecihle "ayağını bas", "yeri çiğne" demek de olabilir. Bu du­rumda ibare, "taha" olarak değil de "ta ha" olarak ayrı yazılmalıdır. [36]

 

Tahâhâ:

 

Onu yaydı, döşedi. Cevherî şöyle der: "dahavtehu, tahavtehu"  gibi, "onu yaydım" manasınadır.[37]

 

Taharet:

 

Lügatta "tahara", temizlendi, "taharet" de temizlik anlamındadır. Kur'ân'da türevleriyle birlikte 31 âyette zikredilen bu kelime, Cahiliye döneminde sadece maddi temizliği ifade ederdi. Nitekim İmruu'l-Kays bir beytinde bu kelimeyi, maddi manada kullanarak şöyle der:

"Avfoğullarının kalpleri temiz ve saftır, yüzleri de savaş meydanlarında parlaktır."[38]

Kur'ân âyetlerinde bu kelime bazen maddi, bazen de manevi temizliği ifade eder. Meselâ; cünüplükten temizlenme eylemi için "Cünüp olduğunuzda temizlenin"[39] ifadesi kullanılmıştır.  Kur'ân âyetlerinde öncelikle işlenen, manevi kalp temizliği, imanın sağlamlığı ve ahlak güzelliğidir.

Netice olarak yukarıda söylediğimiz manevi temizliğin Cahiliye döneminde bilinmediği kanaatindeyiz. Zira Kur'ân'da, "Müşrikler pistir onlar bu yıldan sonra Kâbeye yaklaşmasınlar" denilmiştir.[40] Bu da gösteriyor ki müşrikler, küfürlerinden dolayı manen pis sayılmaktadırlar. Bundan dolayı da harem bölgesine girmeleri yasaklanmıştır. Bu ayetten anlaşıldığına göre İslam, maddî temizliğin yanında manevî temizliğe de büyük önem vermektedir. Bu da ancak iman ve İslâmla gerçekleşebilmektedir. Bilgilerimize göre cenabetten temizlenme de müslümanlanın uyguladığı bir nezafet (temizlenme) şeklidir. Zira gayr-i müslimler, bunun yerine cimadan önce yıkanmayı tercih etmektedirler.[41]

 

Tahille:

 

Tahille, yemini kefaretle çözmek demektir. 

 

Tahiyye:

 

Tahiyye[42], mal, mülk ve bulunduğu durumda kalma anla­mına gelir.

Nitekim şair:

"Onunla Numan'ın yanına gi­diyorum.

Ordu ile onun mülküne (tahiyyetini) yerleşinceye kadar." demiştir ki, "tahiyyetihi", "alâ mülkihi" demektir. Bir kimseye "hayeke Allah" diye dua etmeye de "ta­hiyye" denilir ki, "Allah ömürler versin", yahut "Allah seni mülk sahibi kılsın" veya "mülkünde devamlı kılsın" manalarına gelir.

Cahiliye döneminde Araplar selamlaşırken "hayeke Allah" derlerdi. Bizdeki, "Allah ömürler versin" tabiri bunun ihyası ol­muştur. Selam bir tahiyye ve iltifattır fakat her "tahiyye" bir se­lam değildir. [43]

 

Taife:

 

Taife Keşşaf’ın beyanı ile, bir halkta olması mümkün olan fırka, gurup demektir. Bir şe­yin etrafını çeviren cemaat demek gibidir. En azı üç dört kişidir. İbni Abbâs dörtten kırka kadar demiş­tir. Öyle ki, çoğulun en azı üç iken zinada dört şahit istenmesi, bu­nun da en azmin dört olması ge­rekir. Hasen en azı on demiştir.

 

Tâifîn:

 

"Tavaf edenler." Tâif kelimesinin çoğulu olup, birşeyin etrafında dönmek mânâsına gelen tavaf kökündendir. Kabe'nin etrafında dönenler demektir.

 

Takdîm/Takaddüm:

 

Takdîm aslı itibariyle müteaddi/geçişli bir fiildir. Bir şeyi diğerinin üzeri­ne geçirmek demektir. Ekseriyetle ikinci mef'ulüne "alâ" ile geçişli olur.

Hucurât Sûresi'ndeki kullanı­mında mef'ul-ü bihi yoktur. Bu nedenle bunda iki yön vardır. Bi­rincisi lazım fiil yerinde fiilin ken­disini kastetmektir. İkincisi, mef'ulün umumîlik için hazfedilmiş olmasıdır.

 

Takfiye:

 

Takfiye, ense demek olan "kafa" kelimesinden alınıp bir kimseyi diğerinin ensesinden ve ardından yollamak, ona kafa­dar etmek demektir. Yani bir za­man aralığından sonra, önce gönderilen peygamberlerin izin­ce arkalarından kafadarı olmak üzere ardarda birçok peygam­berler gönderilmesidir.

 

Takva:

 

Takva kelimesi, kötü şeyden sakınmak mânâsına gelen ittikâ kelimesinden alınmıştır. Takva, kişi ile kötü şey arasında bir engel kabul edilir. Meşhur câhiliye şâiri Nâbiğa ittikayı bu mânâda kullanmıştır:

"Kadın düşürmek istemediği halde baş örtüsü düştü. Onu aldı ve bizden eliyle korundu"

Buna göre muttakî, zarar veren şeylerden kendini koruyandır. Bu mânâda itaat vesilesiyle Al­lah'ın azabından korunan kimseye muttaki denir. Genel olarak takva "kulun Allah'ın emirlerinden ayrılması ve yasaklarından sakınması manâsına ge­lir."

Takva, Allah'ın vikayesine (koru­masına) girmek, emrini tutup azabından korunmaktır. "Kelime-i takva" ifadesi "ihtisas" veya "ednâ", "mülâbese" veya "beyâniyye" olabilir. Takva lügatte, vi­kayedendir. Vikaye gayet iyi ko­runup sakınmaktır. Aslı "vakya"dır. "Vav" harfi "tüklan" ve "tücah" gibi "ta" harfine, "ya" harfi de "bakva" gibi "vav" harfi­ne dönüşmüştür. Nefsi korkula­cak şeylerden muhafazaya alıp korumaktır.

1- Sebebin müsebbibine bağ­lılığı türünden olarak, takva için en gerekli kelime "korumak"tır.

2- Takva, takva ehlinin keli­mesi, korunanların alameti olan kelimedir.

3- Takva kelimesi takvanın aslı demek olur. Birçoklarına gö­re takva sözünden murad, tevhid ve şehadet sözleridir

4- Takva, fücurun zıddıdır. Nefsi kurtarmanın, Allah’ın ko­rumasında fenalıktan korunma­nın ismidir. Sonucu korunmak olan hayır, itaat,  iyilik işlerini kapsar.

5- Bazan korkuya takva deni­lir olmuştur. Şeriatta ise iki mana­da kullanılır. Birincisi, sonunda ahirette zararlı olandan sakınıp korunmak demektir. Bunun eksi­ği ve fazlayı kabul eden geniş bir sahası vardır. En aşağısı cehen­nemde ebedî kalmaya neden ola­cak olan şirkten uzak kalmadır. En yükseği de bütün duyularıyla Allah'a yönelme ve onun koru­masına girmedir. Hakiki takva budur.

6- Bir de şeriatte bilinen özel anlamı vardır ki, mutlak olarak takva denildiğinde ve karine bulunmadığında maksat bu olur. Nefsi günahtan korumaktır. Bu­nun içinde nefsi büyük günahlar­dan korumak özellikle gereklidir. Râgıb, Şeriatın tarifinde takvanın, günahtan korunmak olduğunu, bunun da haramları terk ile müm­kün olacağını ifade etmiştir. Takvalı olabilmek için, korunulması gereken günahları bilmek gereke­cek, ilim olmadan takva olmaya­caktır. Takva da esas olan korku ve korunmadır. Bunu için de bilgi gerekmektedir.

7- Takva, Şems Sûresi'ndeki kullanımında mücerred manaya mastar değil, ismi mastardır. [44]

Kur'ân'ın özenle üzerinde durduğu kavramların başında "takva" kelimesi gelmektedir denebilir. Zira insanın dünya ve ahiret mutluluğu bu kavramın zımnında yer alan mana ile gerçekleşecektir. Bu kavram türevleriyle birlikte 258 âyette zikredilir. Kökü v-k-y'dir. V-k-y ise, bir şeyden sakınma, korunma, korkma, muhafaza olma demektir.[45] Çeşitli kullanış şekilleriyle bu fiilin daha kapsamlı manası şöyle ifade edilebilir: "Bir şeyi muhafaza etmek, eziyetten korumak, zarar verecek şeylerden onu sakındırmak, çekinmek başka bir tehlikeye karşı korumaya almak."[46]

İslâm ıstılahında ise, insanın kendisini Allah'ın koru­masına, himayesine alarak, ahirette zarar ve eleme sebep olacak şeylerden dünyada kendisini muhafaza etmesi yani günahlardan kaçınıp, hayır olan işlere sarılması diye tanımlanmıştır.[47] Bir diğer ifade ile kişinin gücü yettiği oranda Allah'dan korkması demektir.[48] Takvâ'yı çeşitli mertebe ve derecelere ayırmak mümkündür. Mesela şirkten korunma ilk ve en önemli mertebedir. Daha sonra bunu, kısaca büyük günahlardan kaçınma, küçük günahlarda ısrar etmeme takip eder.[49]

Bu korkuyu, hayat felsefi olarak benimseyerek, duygu, düşünce ve eylemlerini buna göre tanzim edene de "muttakî" denir. Diğer bir ifade ile "takva" Allah korkusudur. Eğer kişi bu korkuyu ifade ederken, gerek bu konuda, gerekse ahirette eylemlerinin doğuracağı kötü sonuçlardan korkmayı kasdederse doğru bir davranış içerisine girmiş olur. İşte İslâm'ın hedeflediği ve takva kelimesiyle gerçekleştirmek istediği korku budur. Ancak bir kurt gördüğümüzde hissettiğimiz korku veya ne yapacağı belli olmayan bir zalim idareciden duyulan korku "takva" kavramıyla ifade edilemez.[50] Hz. Peygamber: "Bir yarım hurma ile de olsa -sadaka vererek- kendinizi cehennem ateşinden koruyunuz."[51] buyurmuştur.

Câhiliye şiirinde ise lügat anlamına uygun olarak sakınma manasında kullanılmıştır. Zubeyr b. Ebî Sulmâ'nın aşağıdaki beyti buna örnek teşkil edebilir:

"Ben önce işimi hallederim. Sonra arkamdan gelen dizginlenmiş bin atlı düşmandan sakınırım."[52]

Görüldüğü gibi câhiliye döneminde "takva" kelimesi, herhangi bir canlının kendisine yönelebilecek bir tehlikeye karşı nefsini müdafa etme hareketi olarak karşımıza çıkmak­tadır. Ancak Kur'ân'ın nüzulünden sonra bu kelime, kıyamet gününde kendisini Allah'ın ateşinden koruması için kişinin aldığı önlemler olarak dini bir mana kazanmıştır.[53]

Mamafih insanın ebedî kurtuluşa ermesi için sadece ibadetlerde "takvâ"yı yakalamaya çalışması yeterli değildir. Tüm tutum ve davranışlarında, hayatın her cephesinde takva olgusuna kavuşmaya çabalaması gerekmektedir.[54]

 

Takvim:

 

Takvim, doğrultmak demektir. "Qaveme’l-avde: Ağacı düzeltip doğ­rulttu" demektir, "Zaman onu dengeli, iyi görüşlü ve akıllı kıldı" mânâsına "Qavmehu’d-dehr" denir.

Takvim, eğriyi doğ­rultmak, kıvama, nizama koy­mak, kıymet biçmek, kıymetlen­dirmek, demektir. Maddî manevî her türlü güzellik anlamına da ge­lir. Akıl, idrak, değerli, süslen­miş/tezyin anlamlarına geldiği de ifade edilmiştir. "Ahsen-i takvîm" deyimi ise en güzel kıvam­da, en güzel şekilde, en güzel ni­teliklerle demektir. [55]

 

Talak:

 

Talak[56], boşan­mak anlamına isimdir. Selam, tes­lim gibi... "Tatlik" ise, boş bırak­mak, salıvermek gibi bir şeyin ba­ğını çözüp salıvermektir veya saldırıvermektir. Şeriat'e göre, nikah bağını ortadan kaldırmaktır. Dilimizde buna, boşamak, boşanmak denilir.

Talak, sözlükte serbest bırak­mak, yani bir kaydı, bir bağlantıyı kaldırıp salıvermek demektir. Şe­riat'ta boşama ise nikâhla gerçek­leşmiş olan bağı ortadan kaldır­maktır. Bu sözlük anlamı ile talak, nikâhın bozulması demek olan fe­sih ve infisahdan başka bir hük­me haizdir. İbni Hacer'e göre ta­lak bazı durumlarda vacip, mendup, mekruh veya haram olabilir. Bazı hadislerde de geçtiği gi­bi, nikâh akdinde belirtilmediği veya sonradan erkeğin izin veril­mediği durumlar dışında talak konusunda kadının doğrudan söz hakkı yoktur. Ancak kadın hul (ücret vererek) ile her zaman bo­şanma talebinde bulunabilir. [57]

 

Talh:

 

Talh, muz ağacı demektir.

 

Tal’uhâ:

 

Tal’uhâ; meyvesi demektir. Meyve oluşurken âdeta doğduğu için ona bu isim verilmiştir.

 

Tamesnâ:

 

Tamamen giderdik. Bir şeyi ve izini, hiç var olmamış:gi­bi tamamen gidermek demektir.

 

Tamme:

 

Tamme[58], basıp dol­durmak mânâsına "tâme"den tü­remiştir. Üstün, baskın, dayanılamıyacak büyük musibet, kendisine güç yetmez bela demektir. Şâir şöyle der:

Bazı sevgiler, kişiyi kör ve sağır yapar. Aynı şekilde buğz da, daha büyükbir musibettir.[59]

"Tâmme-i kübrâ" da en büyük bela de­mek olan kıyamet, özellikle de cehennemin ismidir. [60]

 

Tams:

 

Tams[61], bîr şeyin izini yok edip işaretlerini ortadan kal­dırmaktır. Nisa: 4/47 ayetinde, yüzlerin, yüz olmaktan çıkıp, yüz denecek durumlarının kalmadığı manasına gelir. İbni Abbas, deve tabanı, hay­van tırnağı; Katâde ve Dehhâk, gözlerin görmez olması; bir kısım müfessir de, suratlarının maymun yüzü gibi çirkin ve perişan olması ile izah etmişlerdir. [62]

 

Tams:

 

Tams[63], kanamak de­mektir. Bu nedenle kadınların ha­yız kanına "tams" denilir. Bakire ile yapılan cinsel ilişkiyle ilgili olarak da kullanılmıştır. Mutlak anlamda cinsel ilişki de demektir. [64]

 

Taraik:

 

Tarâik[65], "tarîka"nın çoğuludur. Birkaç şekilde yorumlanmıştır.

1- Tarîka, kat anlamındadır. Nitekim, "taraktu's-sevbe", birbi­ri üstüne, kat kat elbise giydim demektir. Böylece "seb'a tarâik" yedi kat veya "seb'a semâvâtin" mefhumunu da ifade eder.

2- Târik bir yol demektir. O halde "seb'a tarâik" yedi yol de­mektir. Bazıları yıldızların yolları dolayısıyla semâvâta "tarâik" de­nildiğini söylemişlerdir.  Bazıları da meleklerin yükselme yollarıdır, demiştir.

3- Tarikat yol anlamındadır. Tarikat, bir sistem, düzen demek­tir. Türkçe "manzume" veya "meslek" diye de çevrilmeye baş­lanmıştır. Güneş sistemi, meslek sistemi denilmektedir. Bu anlam­da seb'a tarâik "yedi sistem" demek olur. Güneş sistemi bunların birincisidir. [66]

 

Târık:

 

Târik, "tark"tan ism-i faildir. "Tark", ses çıkaracak şekilde şiddetle vurmak, çarpmak de­mektir. Çekiç ve çomak manasına "mitrake" aynı köktendir. Tarık da aynı köktendir. Çünkü yolcu­lar, ona ayak vururlar. Bu suretle tarık, tokmak vurur gibi şiddetle vuran demek olduğu halde ayak vurmak, yol tepmek anlamında, geleneksel dilde, yola giden yol­cuya isim olmuştur. Özellikle de gece gelen manası meşhur olmuş­tur ki, geceleyin gelip kapı çalan, gönül hoplatan ziyaretçi anlamında kullanılmıştır.

Bu manadan hareketle, ne olursa olsun geceleyin ortaya çı­kan, göze gönüle çarpan her şeye hatta hayalî suretlere bile denmiş­tir. Türkçe'deki zihne çarpmak, akla takılmak ifadesi de bu an­lamdadır. Ayrıca "târik", sabaha karşı doğan, sabah yıldızına da denilir. Târik Sûresi'ndeki "târik" ifadesi arkasından gelen ayetle de açıklandığı gibi "necm-i sakib"tir. Necm-i sakib ise, delik/delici yıl­dızdır, yani, ışığının kuvvetinden dolayı zulmeti deliyor gibi görü­nen her parlak yıldıza denilir.

 

Ta's:

 

Ta's, ayak kayıp, yüzü koyun veya tepesi üstü düşüp yı­kılmak, kalkamayıp helak ol­mak, bedbaht olmak anlamlarına gelir. Kâmûs'ta, "ta's", helak olmak, kaymak, düş­mek, şer, bu'd/uzaklık, inhi­tat / düşüş manalarına gelir. "Ta'san lehu" ifadesi, kahrolası, canı çıkası veya canı çıksın gibi beddua yerinde bir mesel halinde de kullanılır.

 

Tasdiye:

 

Tasdiye[67], "sada"dan veya "sadd"dan alınmadır. Bağır­mak, sada çıkarmak veya vazgeçirtmek demektir ki, birini çağır­mak veya eğlenip oynamak gibi herhangi bir maksatla el çırpma­ya, el vurmaya denir. [68]

 

Tasrif:

 

Tasrif, çevirmek, döndürmek demektir, "Sarafallahu’riyha: Allah, rüzgârı bir yönden diğer yöne çevirdi", demektir.

Tasrif, bir şeyi başkalaştırarak türlü şekillere koymak­tır, evirip çevirmektir. Çevrilen şey, yağmur, rüzgâr, bulut, anlatı­lanlar demişlerdir.

Tasrîf, beş şekilde tefsir edilir:

1. Kaldırmak/yükseltmek, çevirmek  

"Rabbimiz! Bizden cehennem azabını sarfet (asrıf) (bizden cehennem azabını kaldır)." [69]

"Ondan sû'ı ve fahşâyı tasrîf/sarf etmek (kaldır­mak, gidermek, bertaraf etmek) için böyle yaptık." [70]

"Ayetlerimden sarf ettireceğim (onları âyetle­rimden başka tarafa çevirecek ve âyetlerim hakkında başkalarını küfre sürüklemelerini engelleyeceğim)."[71]

2. Çeşitlendirmek, kelâmda çeşitli üslup­lar kullanmak

"Andolsun Biz bu Kur'ân'da insanlar için her türlü meselden tasrif (sarrafnâ) (çeşitli üsluplarda türlü türlü açıklamalar) yaptık." [72]

"Rüzgarları tasrif etmesinde (rahmet ve azâb ara­sında rüzgârları çeşitlendirmesinde)..." [73]

"Ve rüzgarları tasrifinde [evirip çevirmesinde] de akleden bir kavm için ayetler vardır. " [74]

3. Kısımlara ayırmak

"Andolsun ki onu (yağmuru) onların (dün­yadaki yaratılmışların) arasında sarfettik (çeşitlendirdik: hazan bu beldeye, bazan da diğer belde­ye yağar)."[75]

4. Yöneltmek/yönlendirmek

"Hatırla ki cinlerden bir grubu sana tasrif etmiştik (yöneltmiştik/yönlendirmiştik)." [76]

5. 'Udül (bir şeyden yüz çevirmek, başka tarafa yönelmek, meyletmek, sapmak)

"Allah'ın âyetleri hakkında cidal edenleri görmezmi­sin: nasıl tasrif ediyorlar (îmândan sapıyorlar)!" [77]

 

Tatmainn:

 

Tatmainn, üç manada tefsir edilir:

1. Sükûn bulmak  

"Fakat kalbimin mutmain olması (ona bakıp kalbimin sükun bulması) için..." [78]

"Kalblerimiz mutmain olsun (indireceğin sofrayı görüp kalblerimiz sükun bulsun)." [79]

"Onlar, îmân edenler ve kalbleri Allah'ın zikriyle mut­main olanlardır. İyi bilin ki kalbler ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur (kalbler sükun bulur)."[80]    

"Allah bunu (Uhud Günü meleklerin imdadını) sırf size bir müjde ve kalbleriniz onunla mutmain ol­sun (sükun bulsun) diye yaptı." [81]

"Allah bunu sırf size bir müjde ve kalbleriniz onunla mutmain olsun (kalbleriniz onunla sükun bul­sun) diye yaptı." [82]

2. Rıza/hoşnutluk

"Eğer ona hayır isabet ederse, onunla mutmain (ona razı, ondan hoşnud) olur." [83]

"Kalbi îmân ile mutmain (hoşnut/razı)) olduğu halde ikrah edilenler müstesna..." [84]

"Ey mutmain (Allah'ın sevabıyla hoşnut/razı) olan kimse..." [85]

3. İkamet etmek

"Nihayet itminan bulduğunuzda (sefer halin­den hazer haline geçtiğinizde/ikamet halinde oldu­ğunuzda) salâtı iqâme edin (namazı kısaltarak değil, tastamam kılın)!" [86]

"De ki: "Şayet yeryüzünde mutmain halde (yer­leşik olup/ikamet halinde bulunup) yürüyenler me­lekler olsaydı..."[87]

 

Tavl:

 

Tavl, lütuf ve ihsan demektir.

 

Tavsiye:

 

Tavsiye, başkasına, kendisinde iyilik ve Allah'a yakınlık olan şeyi göstermektir.

 

Tayyıb:

 

Tayyib, "müstelezz" ya­ni hoşlanılan temiz ve hoş yer de­mektir. Haram olma şüphesi bu­lunmayan, "me'zûnun fih olan helûle" (izin verilen helal)e teşbihen tayyib denilir. Zararsız olma­sı anlamında birleşirler.

 

Tayyıbat:

 

İbni Cerîr ve Taberî gibi müfessirler, Maide: 5/4-5'teki tayyibâtı, he­laller diye tefsir etmişlerse de, "helaller kılındı" demek "rekik" (tatsız) bir ifade olacağından, bir­çok, müfessir "bunun" lezzet ve iştah duyulan temiz ve hoş şeyler manasına yorumlanması gerekti­ğini savunmuşlardır. Tayyibât, ancak selim tabiatlı kişilerin tiksinmeyip hoşlandıkları şeylerdir.

Tayyibât, sekiz manada tefsir edilir:

1. Câhiliye ehlinin en'âm'dan (deve, sı­ğır, koyun ve keçi'den) haram kıldıkları, (fakat aslında helâl olan hayvanlar)

"Ey îmân edenler! Size rızık olarak verdiğimiz tayyibâttan (câhiliye ehlinin hars ve en'âm'dan ken­dilerine haram kıldıkları, fakat aslında helâl olan ekin ve hayvanlardan) yeyin!" [88]

Yüce Allah bunların helâl olduğunu ve bunları ha­ram kılmadığını haber vermiştir.

"Yeryüzündekileri (hars ve en'âm'ı) helâl ve tayyib olarak yeyin!" [89]

"De ki: "Kim haram kıldı Allah'ın zmetini ve rızktan tayyibâtı (yani, kendi kendilerine haram kıldıkları hars ve en'âm'ı), ki onları kulları için çıkarmıştır." [90]

2. Helâl (menn ve selva)

"Bulutu üzerinize gölgelik olarak çektik ve rızktan tay­yibâtı (helâl olan menn ve selvâ'yı) yiyesiniz diye size menn ve selva lütfü ihsan ettik." [91]

"Onlara menn ve selva da lütf u ihsan ettik ki, verdiğimiz rızkın tayyibâtından yiyeler"[92]

"Ey İsrâîloğulları! Sizi düşmanınızdan kurtardık ve size Tûr'un sağ yanında va'd verdik, size menn ve selva da lütfu ihsan ettik. Verdiğimiz rızkın tayyibâtından yeyin ve on­da taşkınlık etmeyin! Sonra üzerinize gazabım iner, her ki­min üzerine de gazabım inerse o uçuruma gider." [93]

"Hakikat şu ki: İsrâîloğulları'nı cidden güzel bir yur­da yerleştirdik ve onları tayyibâttan (helâlden, menn ve selvâ'dan) rızklandırdık." [94]

"Şanım hakkı için Biz vaktiyle İsrâîloğulları'na Kitap, hükm ve nübüvvet vermiş ve onları tayyibâttan (helâlden, menn ve selvâ'dan) rızklandırmıştık." [95]

3. Helâl (yiyecek, güzel elbise ve cima)

"Ey îmân edenler! Allah'ın size helâl kıldığı o tayyibâtı (helâl yiyeceklerden, cima ve giyeceklerden he­lâl olanları) haram kılmayın!" [96]

Mü'minlerden bir grup bunları kendilerine haram kılmak istemişlerdi. Ali b. Ebî Tâlib de -Allah'ın salâtı ona ve âline olsun- bunlardan idi. Yüce Al­lah buyurdu ki:

Allah'ın size rızk olarak verdiğinden helâl-tayyib ola­rak yeyin!” [97]

"Ey rasûller! Tayyibâttan (helâl olan rızktan) yeyin!" [98]

4. Tırnaklı hayvanların iç yağlar'ı ve etleri

"Zulmleri sebebiyle, Yahudilere, -aslında önceden on­lara helâl olan- tayyibâtı (tırnaklı hayvanların iç yağları ile etlerini) haram kıldık." [99]

Nitekim Kur'ân-ı Kerîm bunların haram kılın­dıklarını zikretmiş bulunmaktadır.

"Yahudilere her tırnaklıyı haram kıldık. Onlara, sırtlarında olan veya bağırsakları üzerinde bulunan veya kemikle karı­şan kuyruk kısmı hariç sığır ve koyunun iç yağlarını da ha­ram kıldık. Taşkınlıkları sebebiyle onları cezalandırdık. Şüp­hesiz Biz sâdıklarız."[100]

Halbuki bun­lar daha önce Tevrat'ta onlar için helâl kılınmıştı.

"Onlar ki yanlarındaki Tevrat ve İncil'de (niteliklerini) yazılı buldukları o Rasûl'e, o ümmi Nebiye (Muhammed'e) ittiba ederler... O onlara tayyibâtı (tırnaklı her hayvanın iç yağını ve etini) helâl kılar."

5. Zebhedilerek/kesilerek yeni­len hayvanların etleri müslümanlara tayyibdir

"Senden kendilerine neyin helâl kılındığını soruyor­lar. De ki: "Size tayyibât (kesilerek yenilmesi helâl olan hayvanların etleri) helâl kılındı. Allah'ın size öğrettiklerinden öğrettiğiniz avcı hayvanların avladıklarından da..." [101]

"Bugün size tayyibât (kesilerek yenilmesi helâl olan hayvanların etleri) helâl kılındı." [102]

6. Helâl (ganimet)

"Düşünün ki siz (muhacirler) bir zamanlar yer­yüzünde zayıf bırakılmış bir azınlıktınız. İnsanların (Mekke kâfirlerinin) sizi kapıp götürmesinden korkuyordunuz da O sizi barındırdı ve yardımıyla destekledi, size tayyibâttan rızk (Bedir savaşında alınan ganimet) verdi." [103]

"Elde ettiğiniz ganimetten, tayyib (helâl) ola­rak yeyin ve Allah'a ittika edin. Şüphesiz ki Allah gafur, rahimdir."[104]

7. Bizatihi tayyib rızk

"Andolsun ki, Biz benî Âdem'i (Âdemoğulları'nın tümünü) tekrîm ettik... Kendilerine tayyibât­tan (tahıl, bal, yağ ve benzeri tayyiblerden) rızk­lar verdik." [105]

Onların rızklarını hayvanların ve kuşların rızkın­dan daha tayyib yapmıştır.

"Size suret verdi, suretlerinizi de güzelleştirdi ve tay­yibâttan sizi rızklandırdı (Allah sizin rızkınızı, yürüyen hayvanlardan ve kuşlardan daha tayyib yaptı)." [106]

8. Güzel söz

"Tayyibât tayyibler, tayyibler de tayyibât (güzel söz tayyib erkek ve kadınlar) içindir." [107]

 

Tayyib-Habîs:

 

Tayyib-habîs, üç manada tefsir edilir:

1. Tayyib, helâl; habîs, haram

"Tayyibi habis ile (helâl mallarınızı haramla) değişmeyin!" [108]

"De ki: "Habisin çokluğu acaibine de gitse, habis ile tayyib (yani, insanların mallarından haram olan ile helâl olan) bir olmaz." [109]

"Tayyib (helâl) bir sa'îd'e kasdedin/yönelin!" [110]

"Sizin için tayyib (helâl) olan kadınlardan ni­kahlayın!" [111]

2. Tayyib, mü'min; habîs, kâfir

"Allah mü'minleri bulunduğunuz hal üzere bırakacak değildir. Nihayet habisi tayyibten (ehl-i kâfiri ehl-i imândan) ayıracaktır." [112]

"Allah habisi tayyibten (ehl-i kâfiri ehl-i imân­dan) ayırsın..." [113]

"Tayyib beldenin (verimli arazinin) nebatı Rabbinin izni ile çıkar. Habîs olanın (verimsiz-çorak arazinin) ise çıkmaz, çıksa da bir işe yaramaz."[114]

Bu, mü'min ve kâfirin meselidir. Tayyib (verimli) arazi/toprak, mü'mine benzer; onu işittiği vakit îmân ile faydalanır. Habîs arazi/toprak da kâfire benzer; onu işitse bile îmân ile faydalanmaz.

3. Güzel

O'na tayyib' kelime (güzel kelime -o da, Allah müstesna, ilah olmadığına şehâdettir-) yükselir. Onu da sâlih amel yükseltir.[115]

Salih kimse de bu şekilde amelde bulunur.[116]

"Allah'ın, tayyib bir kelimeyi (güzel bir kelimeyi: Allah müstesna ilah olmadığına şehâdet etmeyi) na­sıl mesel darbettiğini görmez misin? (Tayyib bir keli­me), kökü sabit ve dalları semada tayyib (güzel) bir ağaç gibidir."[117]

Aynı şekilde mü'min de, Allah dışında ilah olmadı­ğına şehâdet edip sâlih amel işleyecek olursa, sözü ve ameli Allah'a yükselir. [118]

 

Teala:

 

Teâlâ[119] "uluvv"dan "tefa'al"dır. "Uluvv", Türkçe'de ulu­luk anlamına gelirse de "alî" ma­nasına ulu sıfatı, "ulumak" masdarından emir kipine de ihtimali olduğundan hoş olmayan bir ma­nayı düşündürmekten uzak olmadığı için, dilin inceliğine dikkat eden edebiyatçılarca kullanılması uygun bulunmamış, "yüksek" sı­fatı, "ulu" terimine tercih edilmiş­tir.

Bununla beraber "tefa'ul" bi­nasından anlaşılan "fi'le bi nefsihi" ile mübalağa inceliklerini ifa­de edebilecek bir siga da bulama­dığımızdan "teâlâ" kelimesinin Türkçe bir fiil ile tam tercümesi mümkün olmamıştır. Mesela, yükseldi denilse "alâ" veya "i'tela" demek mümkünse de "teâlâ" anlaşılmaz. Özellikle sıfat olarak da kullanılmaz.

Aynı şekilde "bereket" yerine Türkçe bir karşılığını bulamadığı­mız gibi "tebâreke" fiilinin tercü­mesine de hiç imkan bulamıyo­ruz. Bundan dolayı "tebâreke ve teâlâ" ifadesi dilimizde olduğu gi­bi kullanılmıştır. Mübarek olsun yerine "kutlu olsun" denirse de, "bereket" yerine "kut" diyemeyiz.

 

Te’azeruhu:

 

Ona saygı gösterir, yardım eder ve eziyet görmesine engel olursunuz. Şer'î cezalardan birisi olan "ta'zîr"e de, kötü iş yapmaya engel olduğu için bu isim verilmiştir.

 

Tebâb:

 

Tebâb; ziyan, helak demektir.

 

Tebâr:

 

Tebâr, helak ve yok olma manasınadır.

 

Tebâreke:

 

Tebâreke kelimesi, "te­âlâ" gibi tefâul babından mazî fi­ildir. Çekime girmez. Allah'tan başkasına isnad edilmez. Türet­mede "bereket" kelimesiyle ilişki­lidir. Tefâul babından olması da bu anlamın mübalağa ile kendisinden ortaya çıkışını ifade eder.

Bereket ise bir şeyde ilahî hayrın gerçekleşmesi ve orada kalması demektir. Bu, suyun ha­vuzda yükselerek durmasından çıkarılmıştır. İlahî hayrın bulunuduğu şeye mübarek denilir. Bu nedenle, "tebâreke", kendisinden kaynaklanması şartıyla, mübareklikte büyük bir yükseklik ifade eder.

Tebâreke kavramı "teâlâ" kelimesiyle tefsir edilmiştir. O za­man anlam, Allah-u Teâlâ'nın zâ­tında her şeyden yüksek olduğu yani, zâtında yüksek, çok yüksek demek olur.

Aynı şekilde "bereket" keli­mesinin tam Türkçe bir karşılığını bulamadığımız gibi "tebâreke" fi­ilinin tercümesine de hiç imkan bulamıyoruz. Bundan dolayı "te­bâreke ve teâlâ" ifadesi dilimizde olduğu gibi kullanılmıştır. Mübarek olsun yerine "kutlu olsun" de­nirse de, "bereket" yerine "kut" diyemeyiz.

 

Tebettul:

 

Lügatta, "kesmek" anlamına gelir. Nitekim, Hz. Meryem, kendisini dünyadan soyutlayıp, ibadete verdiğinden dolayı ona "Betûl" denmiştir.

Arap dilinde, erkeklere rağbeti olmayan ve onlarla ilgilenmeyen kadınlara da "betûl" denir.[120]

Câhiliye döneminde bu kavramın, temiz, el değmemiş manasına kullanıldığını el-A'şâ'nın şu beytinde görmemiz mümkündür:

"Yaratıkların en temizi, en safı, billur gibi, kendisine ne aşırı güneş ve ne de aşırı soğuk dokunmuştur."[121]

Kur'ân'da "tebettul"ün anlamı; Allah'dan başka her şeyden alaka ve ilgiyi kesmek, ibadetle, zikirle, meşgul olarak, kişinin kendisini O'na vermesi ve yine her çeşit meşgale ve hatıra gelen şeylerden uzaklaşmak ve böylece bütün his ve düşünceleriyle birlikte Allah'la başbaşa bulunabilmektir. Kısacası Kur'ân'da "tebettul", Allah'tan başka her türlü olgudan manevî yönden uzaklaşmak ve alakayı, ilgiyi kesmektir.[122]

Sonuç olarak bu kelime lügatta vazgeçmek, kesilmek anlamlarından alınarak, kendisini Allah'a adayan O'na tam olarak bağlanan ve böylelikle de, dünya ve onunla ilgili şeyleri terkeden kişîye verilen bir isim olmuştur. Böylelikle de bu kelime, İslâm'la yeni mana kazanan Kur'ânî bir ıstılah haline gelmiştir diyebiliriz. Muzzemmil sûresinin 73/8. âyetinde şöyle kullanılmıştır: "İbadetinde yalnız O'na yönel."[123]

 

Tebbet:

 

Helak olsun. "Tebâb" Helak olmak, hüsrana uğrayıp boşa gitmek demektir, "Vemâ keydu fir’avne illâ fi tebâb: Firavun'un tuzağı tamamen boşa çıktı"[124] âyetinde de bu mânâda kullanılmıştır. Şâir de,

Yaptıkları yok olup boşa gitsin, demiştir. 

Tebbet ifadesi, Arabın örfüne göre "kutile'l-insan" (kah­rolası) deyimi gibi beddua ifade eder. Hüsran ve helaki çağırma anlamında, bir kötüleme ve aşağı­lama ifadesidir. Genellikle "elleri kurusun" diye tercüme edilegelmiştir. "Eli kurusun" daha ziyade "şelte yedehu", yani "eli çolak ol­sun" manasındadır.

Bununla beraber, mecaz ola­rak, müflis olsun, elinde avucunda bir şey kalmasın, batsın, her tuttuğu boşa çıksın anlamında pe­rişan olması için dua ve inkisar/kırılma/beddua/ilenç anla­mında kullanılır. Aynı şekilde bu ifadeyi "yuh osun", "berbad ol­sun", "yuha gitsin" diye ifade et­mek, "tealeh" de olduğu gibi "tebab"ın manasına daha uygun olur.

Ancak Ebû Leheb'in Bedir Sa­vaşı' nın sonrasında büyük bir ha­yal kırıklığı ve hüsran içinde vefat etmiş olması, Nasr Sûresi'nin na­zil olduğu dönemde onun hüsran ve helakinin gerçekleşmiş oldu­ğunu anlatmaktadır. Ayrıca Teb­bet Sûresi'nin bu tertiple yani, Nasr Sûresi'nden sonra sıralan­mış olmasının, Ebû Leheb'in ar­zusunun hiçbir zaman gerçekleşmeyip hüsranının devam edeceği, hatta Peygamberimizin vefatın­dan sonra da bu hüsranın artarak süreceğinin bir işareti vardır.

 

Tebtîla/ Tebettül:

 

Tebtîl[125], iyice ve tamamiyle kesmek, tebettül ise, çalışa­rak kesilip çekilmektir. Tebettül, sözlükte koparmak, kesmek de­mektir. Nitekim Allah'a fazla iba­det ettiğinden dolayı Hz. Mer­yem'e "Betül" denmiştir. Erkekle­re meyli, rağbeti olmayan kadın­lara da "betül" denir. [126]

 

Tebsırât:

 

Tebsırât[127], hem göze ba­sar kuvveti, hem de kalbe basiret kuvveti vermek anlamındadır. Ancak Kaf Sûresi'ndeki kullanı­mında "zikra" kelimesi ile birlikte kullanılmış olması hasebiyle, ba­sar (görmek) anlamında olması daha kuvvetle muhtemeldir. Bu­nun birisi hissî, birisi aklî haysiyyeti/yönü ifade eder:

Biri ihsas biri ihtardır. Bunların her biri yeni bir hayat neşesiyle Allah-u Teâlâ'nın ilmine, yeniden diriliş kudretine delalet ederler. İh­sas/hissettirme, şimdiki dünya hayatını yaşatırken dikkati çekme ve hatırlama, geçmiş ve gelecek şuuruyla ahiretî duyurur. [128]

 

Tebvie/Tebevvü:

 

Tebvie ve "tebevvü' "[129] kelimeleri, "tehyie" ve "teheyyü"' gibi hazırlamak, hazırlanmak ma­nalarına geldiği gibi, "tebevvü' " bîr mekana, bir konağa konmak, tezevvüc etmek, evlenmek, bir yeri meb'e edinmek anlamlarına da gelir. Meb'e, konacak, dura­cak menzil, durak, yurt anlamına geldiği gibi bebeğe yataklık etti­ğinden dolayı rahime denir. [130]

 

Tebyît: 

 

Tebyît[131] kelimesi, "beytutet"ten veya "beyt"ten alınma­dır. "Beytûtet"ten alınmış ise, bir işi geceleyin düşünmek, gecele­mek, gece karanlığında yapmaktır. "Beyt" ten alınmış ise, bir sözü manzum bir beyit, bir şiir yazar gibi uğraşıp uydurmak, tanzim etmeye çalışmaktır. Bu gibi kim­seler zihinlerinde veya aralarında kötü fikirler tertip ederler. [132]

 

Tecellâ:

 

Açıldı, ortaya çıktı.

 

Tecessüs:

 

Tecessüs[133], "cess" kö­künden gelip, "tefe'ul" babındandır. "Cess", hastalığı sağlığı anla­mak için nabız yoklamaktır. El ile toplamak ve haber araştırmak an­lamlarına gelir. Tecessüs de bun­dan tekellüftür ki, dikkat ve gay­retle araştırmak demektir. Nite­kim "casus" da bu maddedendir. [134]

 

Tedbir:

 

Tedbîr[135], bîr işin iyi şe­kilde yapılabilmesi için, ardını ve akıbetini, önünü ve sonunu göze­terek takdir ve idaresi demektir. "Yüdebbiru'l-emr" emri tedbir ediyor, buyruğunu uyguluyor, iş­leri düzenliyor demektir. Allah'ın tedbiri ise hikmetine göre irade buyurmasıdır. [136]

 

Tedelli:

 

Sarktı. Tedellî, yukardan aşağıya doğru sarkmak demektir. Ağa­cın dalı aşağı doğru sarktığında "Tedellâ’l-ğusn" denir.

Tedellî kelimesinde üç kök vardır. Biri "delâl"dan aslı "tedellül"dür. Dilber, naz şeklin­de cilve ve cana yakınlık göster­me anlamında, diğeri, "dela"dan yaklaşmak ve tevazu anlamlarına gelir. "Dena" kelimesinin açıkla­ması olduğunu ifade etmişlerdir. Üçüncüsü ise, "delv"den türemiş­tir. Delv, kova demektir.

Delv masdarı da kova sarkıt­mak veya çekmek anlamlarına ge­lir. Bu nedenle, tefa'ul babına nak­linden tedellül de herhangi bir şe­yin "yukarıdan aşağı sarkması" veya "aşağıdan yukarı çıkması" demek olur. Kelimenin bu anlamıyla Cebrail'in Hz Muhammed'e yaklaşmasının anlatıldığı söylenmiştir. [137]

 

Tedsiye:

 

Tedsiye[138], "tezkiye"nin zıddıdır. "Desv", bir şeyin neşvi nema bulmaması, büyüyüp geliş­memesi, cılız kalması, gizlenmesi demektir. "Tedsiye" ise, bir kim­seyi desise ve hile ile kandırıp ifsad eylemek manasına gelir.

Kelimenin aslının "dess"ten türediğini ve "tedsis" olduğunu ifade edenler de olmuştur. Muzaaf olduğu için mazisi "dessese" de üçüncü "sîn", "tekaddada el bazii" (doğan konmak için süzül­dü) yerine "takadda el bazii" denilmesi gibi illet harfine dönüştü­rülerek "dessâ" olmuştur.

"Dess" ve "dissisa", bir şeyi, bir şeyin altına gömüp gizlemek ve toprağa gömmek demektir. Türkçe'deki desise tabirinin aslı "dissisa" mastarıdır. Desis, hiçbir ilaç ile giderilemeyen koltuk altı kokusuna (vücud kokusuna), casusa ve küle gömülüp kebap ol­muş ete de denir. "Dessas" da bir çeşit pis/habis bir yılana denir.

İşte tedsis ve tedsiye bu ma­nalarla ilgili olarak bir şeyi iyice gömmek ve hile yapmak, bir şeyi hile ile bozup fenalaştırmak ve iyice örtüp gizlemek, gömmek manalarını ifade eder.

Şair;

"Sen o kimsesin ki; Amr'ı berbad edip gömdün (desseste),

Böylece dul kalıp dağıldı onun hanımları."

Demek ki nefsi tedsiye, ruhu faziletli ve erdemli şeylerle temizlemeyip kötü işler ve kötü ahlâk ile fesada vermek, sonunda kor­kup gömülmeğe mahkûm aşağı­lık beden kirleri, hayvanı gayeler, gösteriş gibi şeytanî ve karanlık hislerle çürütüp kokutarak mad­de içine gömmek, ahirette küle gömülmüş kebab gibi cehennem ateşine kapatmaktır. [139]

 

Tefâhur:

 

Tefâhur[140], övünme ya­rışı demektir. "Fahr" ve "İftihar" ise kişinin kendi dışındaki şeylere güvenip, onlarla övünmesidir. [141]

 

Tefâvüt:

 

Tefâvüt[142], tenakuz ve tehâlüf/aykırılık gibi iki şeyin yek­diğerini elinden çıkarma, kaybet­me yönüyle uygunsuzluğu, peri­şanlığı, başkalığı anlamlarına ge­lir. Bu nedenle münasebetsizlik ve düzensizlik/nizamsızlık diye tef­sir edilmiştir. [143]

 

Tefekkehun:

 

Tefekkehune: Faydalanırsınız. Bir şeyden faydalandı demektir. Rahat, birşeye aldırış etmeyen adam demektir.

Tefekküh, çeşit çeşit meyve ve yiyecek demektir. Mecaz olarak taaccüb etmek, pişman olmak anlamlarına da gelir. Vakıa: 56/65'de ise, "Şaşkınlıkla şu lakırdıları, yemiş yer gibi tekrar tekrar söyler, çiğ­ner, geveler dururdunuz" anla­mındadır. [144]

 

Tefessehu:

 

Genişleyin. Bir kimse mecliste, başkası için oturma yeri açtığında denir. "Geniş yer" anlamına gelen, sözü bundan alınmıştır.

 

Tefidune:

 

Dalıyorsunuz. Bir şeye dalmak demektir, insanlar bir söze daldıklarında İşitti denir, insanlar Arafat'tan ayrıldığında, denir.

 

Tefie:

 

Döner.

 

Tefsir:

 

Tefsîr[145], "fesere" mad­desinden tef’il veznindendir. Kâmus'ta, "fesr" bir şeyi açıklamak ve örtülüyü açmaktır, denilmek­tedir. Bunun görünürdeki manası akıl ile bilinen şeylerden çok, his­sedilen/görünen şeylere, mana­lardan ziyade cisimlere ait görü­nüyor. Fakat Râgıb, Müfredât'ta "fesr"i, "aklın kabul edebileceği bir manayı ortaya çıkarmaktır" diye izah etmiştir. Bu tarif akıl ile bilinen, hissedilen şeyin karşıtı, mana, cevherin karşıtı olması itibariyle söz veya işi kapsıyorsa da ortaya konan şeyin mana olması şarttır.

O halde bir sözün veya bir işin altındaki manayı anlamak ve­ya anlatmak "fesr" olabileceği gi­bi cisimden mana çıkarmak da bir "fesr" olabilir. Ancak, bir cismin örtüsünü açmağa veya onu tetkik edip tahlilini yaparak diğer bir ci­sim meydana koymaya "fesr" de­nemeyecektir. Hatta, "fesr" his için ortaya koymaktan çok akıl için ortaya koymak olacaktır.

Gerçekten, "fesr dışı keşfet­mektir", "fesr manayı ortaya koy­maktır" denildiği Ebu'1-Beka kül­liyatında kayıtlıdır. Kısaca, "fesr" bir şeyi keşfetmek ve ortaya koy­maktır.

"Tefsir" kelimesi de bu kökten alınmıştır. Tefsir, "fesr"in mübala­ğası yani kuvvetlisidir. İyice keşfet­mek, ortaya koymak ve izah etmek demek olur. Külliyat'ta bu kuvvet­li olma, "ortaya koyma ve keşfet­me, bir şeyi aslının lafzından daha kolay anlaşılır bir söz ile ifade et­mektir." şeklinde açıklanmıştır.

Fıkıh usulünde, tefsir, kapalı yönü bulunan sözleri açıklamak diye tarif edilir ve beyan ilminin bir kısmı sayılır. Beyan ilmi, doğ­rudan doğruya açıklamak ve do­laylı açıklamak şeklinde ikiye ay­rılır. Tefsir bu beyanın içinde onun bir parçasıdır. [146]

 

Teğâbun: 

 

Teğâbun, eksik yapmak manasınadır. Bir kimse birinden bir şeyi kıymetinden daha eksik bir karşılık vererek aldığında "Ğabenehu" denir. Masta­rı "Ğabn" dır. Kıyamet gününde kâfirin, imansızlığı sebebiyle eksiği, mü'minin de iyilikteki kusuru sebebiyle eksiği ortaya çıkacağı için kıyamet gününe "Yevmu’t-teğâbun: Teğâbun Günü" denilmiştir.

Teğâbun[147], "gabn" kö­künden, tefâül veznindendir. "Gabn", alışverişte veya görüşte aldanmak veya aldatmak; yani değerinin altında veya üstünde satın almak veya satmaktır. Fark az olursa; "gabn-i yesîr", çok olursa "gabn-i fahiş" denilir. Te­ğâbun de karşılıklı aldanma ya­hut aldatmanın ortaya çıkmasıdır. Alışverişte olursa, "gabn", görüş­te olursa "gaben" diye adlandırı­lır. Aldatan "gabin" aldanan "mağbun" olur. "Yevm-i teğâbün" kıyamet günüdür. [148]

 

Tehavurakumâ:

 

İkinizin konuşması. "Muhâveratun" Karşılıklı tekrar tekrar konuşmak demektir. Bir şey geri döndüğünde "Hâra’ş-şey’u" denilir. Geniş zamanı "Yehuru" gelir. Tehavür, bu köktendir. Rasulullah (s.a.v)’tan rivayet olunan şu duada da bu mânâda kullanılmıştır: "Neuzu billahi mine’l-havri ba’de’l-kevri: Arttıktan sonra eksilmek­ten Allah'a sığınırım"[149]

Antara; atı hakkında şöyle demiştir:

Karşılıklı konuşmanın ne olduğunu bilseydi şikayet ederdi. Konuşmabil­seydi benimle konuşurdu.

 

Tehîcu:

 

Kurur. Daha Önce yeşil ve güzel iken, ekin kuruyunca “Hâce’z-zer’u” denir.

 

Tehîlle:

 

Tehille[150] kelimesi, tecribe/ tecrübe anlamındadır. Tehille, "tekmile", "tekrime" kelimeleri gi­bi "tahlile" olarak tef'il babından kural dışı mastar olarak tahlil ma­nasına veya "mâ bihi't-tahlil" ma­nasına isim halinde kullanılır. He­lal etmek, çözmek, çözülmek, çözümlük, helallik anlamlarına gelir.

Yeminin çözülmesi üç şekilde olur.

1- Yaptığı yemini doğru şekil­de başlayıp bitirmek,

2- İnşaallah kaydıyla istisna etmek.

3- Israrında günah bulundu­ğu takdirde bozup keffaretini ver­mek. [151]

 

Tehşeu:

 

Boyun eğer, yumuşak davranır.

 

Tehvâ:

 

"İstiyor" İstemek, arzu etmek manasına gelen "Hevâ" fiilinin muzariidir. Mastarı “Hevy” dir.

 

Tekasür:

 

Tekâsür, Mal çokluğu, makam, mevki ile övünmek demektir. Bir şsyin çokluğu ile övünmek manasınadır.

Tekâsür, çokluk ku­rumu, gururu iddiası anlamında­dır. Çoklukla yarıştır. Biz çoğuz, hayır biz daha kalabalığız diye çokluk yarışı, çokluk gösterisi yapmak, çoklukla kurumlanmak, kalabalık olduğu için kurum satmak, hava atmak, çokluk ile övünmek demektir. Çokluk sev­dası, ehl-i dünyanın genellikle hep kapıldığı bir aldatmaca ve gurur gösterisidir. Tekasür ile kasd edilen çokluk, mal zenginli­ğinden öte insan sayısı yönünüden kalabalık olmayı anlatmakta­dır.  

 

Tekavvül:

 

Tekavvül[152], kendisinde olmayanı söylemeye çalışmaktır. Yalan, tekavvülün bir gereği ol­ması hasebiyle yalan söylemek anlamına da gelir.

 

Tekşe’ırru:

 

Korkudan titrer, ürperir. 

 

Tektumune:

 

"Gizliyorsunuz" demektir. Ketm-i ilim de, bu kökten olup "il­mi gizlemek" manasınadır.

 

Tekteunne’s-sebil:[153]

 

.. . Onlar çirkin fiilleri yani livata vasıtasıyla insanlara muhalefet ediyorlardı. Takta'unne’s-sebil’in; "Kadınları ihmal etmekle çocuğun yolunu (doğumunu) kesiyorsunuz" (an­lamına geldiği de) söylenir. [154]

Katu's-sebil: İnsanları öldürme ve malları yağmalama gi­bi eşkıyalık ameliyesidir. Yoldan gelip geçenleri fuhuşa sü­rükleme anlamında olduğu da söylenir. Hasan (Basri)'den, "ürün vermeyen bir yere yönelmekle nesli kesintiye uğrat­maktır" şeklinde rivayet edilmiştir. [155]

Semerkandi de ayetin bu bölümünün yorumu ile ilgili görüşlerini zikrederken eşkiyalık, gelip geçenleri fuhuşa sürükleme gibi durumlara işaret etmenin yanı sıra bunun "neslin kesintiye uğratılması" anlamında da anlaşıldığını ri­vayet ediyor. [156]

...kadınları terkederek çocuğun yolunu kesmektir. [157]

Görüldüğü gibi ilk dönem müfessirleri bu terkibi daha çok mecazi anlamıyla yorumlamışlardır, özellikle Ferra gi­bi büyük bir dilci ve müfessirin bütün ilgisini terkibin de­yimsel anlamında yoğunlaştırması oldukça manidardır.

Deyimin Türkçe'ye çevirileri ise şu şekilde olmuştur:

Elmalı, D.İ.B., Bilmen, Davudoğlu, Ateş, Bulaç, T.D.V, Y. Öztürk, Atay, A. Öztürk, Koçyiğit, Hizmetli, Varol ve Piriş: ... yolu kesecek misiniz?

Çantay: ... yol kesecek misiniz?

Yoldan geçenleri bile şehvetiniz yüzünden çevirip fenalık yapacak ve onları yola gitmekten men edecek;[158] Katl ile, Şekavetle, gasb ile[159] Yahud meşru'dan vaz­geçerek neslin üreme yolunu atıl bırakacak, [160]

Yavuz: (mal aşırmak için) yolu kesecek misiniz ?..

Elimizdeki mevcut meallerden sadece ikisinde "yol kes­mek" terkibi ile ilgili bilgi verme ihtiyacı hissedilmiş. Bun­lardan birincisi Çantay'dır ki bu zat dipnotta, terkibin her iki veçhesinin de zikredildigi görüşlere yer vermiştir. Yavuz ise parantez açarak terkibin kendi tercihini yansıtan anla­mını zikretmiştir.

Bu iki zat dışında kalan mütercimlerimizin meallerinde konuyla ilgili herhangi bir bilgiye rastlanmamaktadır.

Demek ki bunların tümü "yol kesmeyi" bir eşkiyalık ameliyesi olarak anlamışlar ve bunun dışında herhangi bir anlama gelebileceği ihtimalini ya göz önünde bulundurma­mışlar ya da bildikleri halde sarf-ı nazar etmişlerdir.

Oysa ki ilk dönem tefsir otoritelerini dikkate aldığımız­da ayetin deyimsel ifadesinin daha canlı tutulduğunu görü­yoruz.

Dolayısıyla bizce terkibin tercümesi yapılırken bu yönünün de gözönünde bulundurulması oldukça büyük bir önem arzetmektedir.

Bu bağlamda, terkibin tercümesinin aşağıdaki şekillerde de yapılabileceğini, hatta bunların daha sahih ve anlaşılır olabileceğini söyleyebiliriz:

- Siz, erkeklere (azgın bir şehvetle) yaklaşıp (cinsler ara­sında tabii olan) yolu kapatmıyor musunuz? (Esed)

- ... neslin üremesini engelliyorsunuz.

- ... (doğacak çocuğun) yolunu kesiyorsunuz.

-... neslin çoğalmasını engelliyorsunuz, vs.

Örnek:

Siz erkeklere (şehvetle) yaklaşıp neslin çoğalmasını en­gelleyecek ve meclisinizde bu utanç verici suçları işleyip du­racak mısınız?.[161]

 

Tekvîr:

 

Tekvîr[162], tedvîr/çekip çevirmek, toplamak manalarıyla ilişkili olarak, sarık sarar gibi yu­varlamasına sarıp dürmek, bohçalamak demektir. Türkçe'de devir­mek, küremek diye ifade edildiği gibi yıkıp atmak manasına da ge­lir.

Razfi’de geçtiği üzere, Hz. Ömer'den rivayetle, kör etmek, körletmek manasına geldiği de söylenmiştir. Bunların meçhulü olarak "tekvîr" olunmak da, dürülüp sarılmak, devşirilip atılmak, körletilmek demek olur. [163]

 

Telâk:

 

Telâk, mahşerde toplanmak demektir.

 

Telaqqî:

 

Telaqqi, aslında karşılamak manasınadır. Arapların, "Hacıları karşılamak için çıktık" şeklindeki sözlerinde bu mânâda kullanılmıştır. Bu kelime daha sonra, birşeyi alıp kabul etme mânâsında kullanıldı. Araplar, "Falandan mektup aldım ve kabul ettim" mânâsına, "Telaqaytu risâleten min fulân" derler.

Telaqqî, iki şekilde tefsir edilir:

1. Karşılaştırılma, buluştu­rulma, kavuşturulma, erdirilme

"Ona ise sabırlılardan başkası telaqqî ettirilmez (o da sabırlılardan başkasına verilmez/bahşedil­mez)." [164]

"Ona ise sabredenlerden başkası telaqqî ettirilmez"[165]

"Muhakkak ki sen o Kur'ân'a, hakîm-alîmin ledünnünden telaqqî ettirilmektesin (bu Kur'ân sa­na, hakîm-alîm Allah yanından/tarafından veril­mektedir/bahşedilmektedir)." [166]

2. Nüzul/inmek

"Aramızdan zikr o'na mı ilqâ edildi (indirildi)?!" [167]

"Emrinden ruhu ilqâ eder (emri ile ruhu indi­rir)." [168]

 

Telbisu:

 

"Karıştırırsınız" Lebs, karıştırmak demektir. Araplar, "bir şeyi bir şeye karıştırdıkları zaman “Lebisetü’ş-şey’u bi’ş-şey” derler. “İltebesse bihi” "Bir şey bir şeye karıştı" demektir. "Onları yine düşmekte oldukları kuşkuya düşürürdük."[169] mealindeki âyette ise "kuşku vermek" manasına kul­lanılmıştır. Misbah'ta şöyle yazılıdır: Bu fiil “taibe” babından "elbiseyi giy­mek", “Darebe” babından “Alâ” edatı ile kullanıldığında "şüpheye düşürmek",  “İftial” babından ise "karışık olmak, şüpheli olmak" mânâlarım ifade eder.

 

Tellehu:

 

Onu yıkıp yüzüstü yatırdı.

 

Telezzâ:

 

Alevlenir, yanar, Aslı "Tetelezzâ"dır.

 

Temennî/Ümniyye:

 

Temenni, gönlün razı olduğu, arzu etteği şeyi kendi ha­yalinde canlandırıp tasvir etmek demektir. Bununla kişinin zihnin­de, iç dünyasında meydana gelen şekle, tasvire, anlayışa "ümniyye" veya "münye" denir. Fransızcasına "ideal" denir. Bu felsefî ekol, "idealizm" diye adlanmış, bunu ifade edebilmek için Türkçe'de "mefkure" kelimesi uydurulmuş­tur.

 

Temeyyezu:

 

Parçalanıp birbirinden ayrılır. Bu kelimenin aslı "Tetemeyyezü"dür. Ha­fifletmek için tâ'lardan biri zikredilmemiştir.

 

Temrehun:

 

Şımarıp azarsınız.

 

Temuru:

 

Hareket eder, sarsılır, sallanır. Birşey hareket edip sallandığında, gelip gittiğinde "Mâra’ş-şey’u" denir. Geniş zamanı "Yemuru" mastarı "Muran"dir. Cerîr şöyle der:

Ölülerin kanı Dicle'de çalkalanıp durdu. Neticede, Dicle'nin suyu kırmızılaştı.[170] 

 

Tenâvüş:

 

Tenâvüş, tenâvül, el atmak, el sunmak demektir.

 

Tenfuzu:

 

Çıkarsınız, "Nufuz" Bir şeyden hızla çıkmak demektir.

 

Tenkil:

 

Tenkil[171], gören ve işitene ibret olacak ve ona sebep olan şeylerden men etmek sure­tiyle azab ve ukubat demektir. Nekal ise, cezaya çarptırmak an­lamındadır. [172]

 

Tennûr:

 

Tennûr, kapalı bir ocak veya fırın demektir. Türk­çe'de daha ziyade "tandır" diye tabir olunur. Leys, "tennûr"un hemen hemen bütün lisanlara geçtiğini söylemiştir. Arkadaşı "tennar"dır. Ezherî, bu kelimenin yabancı bir kelimenin Arapçalaşmışı olduğunu, çünkü "tennur" kelimesinin daha önce Araplarca bilinmediğini söylemiştir. "Diybaç", "dinar", "sündüs", "istebrek" gibi.

 

Tensevne:

 

"Terkediyorsunuz" Nisyan, terketmek mânâsına gelir. Nite­kim, "Onlar Allah'ı terkettîler. Allah da onları terketti"[173] mealindeki âyette de nisyandan maksat, terketmektir. Ayrıca bu kelime, "Ne var ki, Âdem ahdi unuttu. Onda azim bulamadık."[174] mealindeki âyette olduğu gibi unut­mak mânâsına da kullanılır.

 

Tenzîl/İnzâl:

 

Tenzîl ve inzal[175] indirmek anlamına gelir. Ancak "tenzîl" çokluk ifade eder. Bu nedenle birdenbire indir­meye nazil, ceste ceste bîr çok de­fada indirmeye de tenzîl denir. Mastarı indirmek, mastarı meç­hulü indirilmek veya mastarı bi mânâ mef'ul indirilme kitap mâ­nâlarına gelir. Tenzîl parça parça, inzal bir defada indirmek demektir.[176]

 

Terâib:

 

Terâib, göğüs kemikleri demektir, "teribe"nin çoğuludur Kalıp olarak, kelimelerine benzer.

Terâib,. Sadır, göğüs kemiklerine denir ki göğüs tahta­sı tabir olunur. İki meme ile bo­yun halkası kemiklerinin aralığı­na, göğsün sağ tarafından dört, sol tarafından dört kaburgaya, hatta iki el, iki ayak, iki göze de denilir. Özellikle, göğüsün ger­danlık kısmına denir. Asıl terâib, göğüs tahtasının mihverini teşkel eden ve boyundan memeler ara­sına doğru inen kemikler ve çev­resine denilir.

İmriu'1-Kays şöyle der:

"Göğüsleri ayna ve altın gibi parlaktır."[177]

Burada terâib, kemikler değil göğsün kendisi olarak ifade edilmiştir. Sulb ve terâib, bel ve bağır gibi vücudun ön ve arkasına karşılık gelir.

 

Terceme/Kur'ân'ın Tercemesi:

 

Terceme, bir kelamın manası­nı diğer bir lisanda dengi bir tabir ile aynen ifade etmektir.

Tercemenin aslında manasına tamamen mutabık olması için sa­rahatte (açıklıkta), delâlette, özet­lemede, tafsilde (etraflıca anlatım­da), özelde, genelde, şartlardan bağımsız olmakta, şartlara bağlı olmakta, kuvvette, delillendirmede, güzel anlatımda, açıklama üs­lubunda, kısacası, ilimde, sanatta asıldaki ifadeye eşit olması gerekir. Yoksa tam bir tercüme değil eksik bir anlatım olur.

Diller arasında ne kadar ben­zerlik bulunursa bulunsun, her birini diğerinden ayıran birçok özellikleri vardır. Bu nedenle dille ilgili bir özelliğe sahip olmayan, edebî ve ilmî bir yanı bulunma­yan yalnız akıl ve mantığa hitap eden kuru ve teknik eserlerin, ilmî seviyeleri ilerlemiş dillere tam anlamıyla tercüme edilmesi mümkün olduğu hususunda söy­lenecek bir söz yoksa da, hem ak­la hem de kalbe, yahut yalnız zevk ve hislere hitap eden, dil açısından edebî değere ve sanat zev­kine sahip olan canlı ve güzel eserlerin tercümelerinde başarı görüldüğü azdır. Bunların benze­rini yazmak onları tercüme et­mekten daha kolaydır.

Örneğin Türkçe'deki şu beyiti ele alalım.

"Geh gözde, geh gönülde hadengin mekan tutar,

Her kanda olsa kanlıyı elbette kan tutar."

Şüphesiz bu manada, buna benzer belki de daha güzel nazi­reler söylenmiştir. Lakin bu beyt aynı letafetle acaba başka bir dil­le tercüme edilebilir mi? Hatta şimdiki lehçemizde "her nerede olsa kanlıyı elbette kan tutar" denildiğinde mısranın bu cinası ve telmihi zayi edilmiş olmaz mı? Böyle her nerede olursa olsun, kanlıyı iki kan arasında yakala­yıp tutturmak hissini verecek eş sesli üç kelimeyi bir mısrada bir araya getirmek kaç dilde mümkün olabilir?

Fuzûlî merhum güzel sözleri yanlış yazı ile berbad edenlere beddua ederek Arapça şu kıtayı söylemiştir.

"Tebbet yedâ kâtibin levlâhu mâ karabet    

Ma'muratun essiset bi'l-ilmi ve'l-edeb

Arda mine'l-hantri fi'l-ifsâdi nushatihi

Testazhiru'l-aybe tağyîran mine'l-inabi"

Bunun neşren meali şudur:

"Elleri kurusun o kâtibin ki, eğer o olmasaydı ilim ve edebiyatla kurulan hiçbir mamur yapı harab olmazdı. (Kâtip) nüshasını boz­makta şaraptan daha kötüdür."

Fuzûlî, "inab" (yaş üzüm) ke­limesinde bir değiştirme yaparak "ayb"ı (ayıbı) ortaya çıkarmak is­ter.

Görülüyor ki bu anlam harfiyyen tercüme gibi göründüğü halde aslının dengi olmuyor.

Fuzûlî, kendisi bu kıtayı şu şekilde tercüme ederek bize, gü­zel bir yadigâr bırakmıştır.

"Kalem olsun eli ol kâtibi bedtahrîrin

Ki fesadı rakamı sûrumuzu (dü­ğün) şur (kavga) eyler

Gah bir harf sükutiyle kılar "nâ­dir"i "nâr"

Gah bir nokta kusuruyla "göz"ü "kör" eyler."

Bu kıta öncekinin aynı değil­dir ama edebî bir tercümedir. Öncekine denk tercümedir. Harfiyyen değil tanziren bir tercümedir. Asıl mana itibarıyla edebî değeri­ne göre onun yerine konabilir. İlk evvelkinde noksan bıraktığı yön­leri diğer yönden tamamlamıştır. "İnab"ı "ayb", "sur"u "şur", "nâdir"i "nâr", "göz"ü "kör" etmek; bunların hepsi manayı aynı şekil­de bozma ve değiştirmenin misal­leridir.

Edebî eserlerin tercümesi için de bundan başka yol yoktur. Fa­kat böyle edebî mahiyette beliğ bir eser şiirden ibaret olmayıp ay­nı zamanda ilmi, hukuku ve diğer bir surette hükmü dahi kapsıyor­sa o vakit böyle bir tercüme, ter­cüme değil tahrif olur.

Herhangi bir dildeki basit bir sözü bile tercüme ederken bilgi vermek gerekebilir. Açıklama ve yorum yapmadan anlatımdaki farkları ortaya koymak mümkün olmayabilir. Örneğin Zeyd ayağa kalkmış, bir olay olmuştur. Bunu anlatmak için Arapça'da bir takım özellikler ve incelikler vardır. Eğer ayağa kalkmasına önem ve öncelik verilecekse; "karne Zeyden", Zeyd'e önem ve öncelik ve­rilecekse; "Zeyden karne", konu, bu konuda tereddüdü olan kişiye anlaşılması için anlatılıyorsa; "kad karne Zeyden", konu, onu kabul etmeyen birisine anlatılı­yorsa inkar derecesine göre; "inne Zeyden kad karne" vs... denilir.

Bu nedenle açıklama ve yo­rum yapmadan bu farkları her dilde göstermek mümkün olma­yabilir. Asıl olay anlatılsa da en azından sözün inceliği ve bundan beklenmeyen, ters bir sonuç da el­de edilebilir. Tercümeyi okuyan kimse hoşlanacağı yerde ürker, ürkeceği yerde hoşlanabilir. Barış yapacağı yerde savaş yapabilir. Savaşacağı yerde anlaşma yap­maya kalkabilir. Fuzûlî'nin dediği gibi "sûr"u (düğünü) "şur" (kav­ga), "göz"ü "kör" yapabilir.

Hele konu Kur'ân olunca, işin ehemmiyeti daha bir artar. Çünkü, Kur'ân'ın pek çok ilim ve öğretmeye, hüküm ve hikmete yönelik asıl maksadından olan manalardan başka bir de nazmının edebî yönü vardır. Kur'ân'a, Kur'ân denilmesi de bu nazmı ile ilgilidir. Çünkü önce okunan biz­zat mana değil, manasını en güzel şekilde anlatan nazımdır. Bundan dolayıdır ki Kur'ân Arapça'dır. Şu Arapça'dır, şu Türkçe'dir deni­lirken lafızlar kastedilir. Çünkü mananın belli bir dile ait olma zo­runluluğu yoktur. Manası itiba­riyle Kur'ân daha çok, Furkân, Hüdâ, Nûr, Rûh gibi isimlerle anılmış ve bu isimler Arapça ol­makla nitelendirilmemişim An­cak, el-Kitâb ve Kitâb-ı Mübîn isimleri hem nazım hem mana açısından verilen isimler olmuş­lardır. Bunun için nazmın ve lafız­ların özel bir önemi vardır. Kur'ân'ın bir ismi de Hüküm'dür. Bu kelime de, hem mana hem de nazım açısından bir öneme sahip­tir.

Kur'ân'ın nazmı Arapça'dır. Bu nazmı bir başka dilde aynen oluşturmak mümkün olsaydı Kur'ân tercüme edilmiş olabilirdi. Yalnız o tercüme, Arapça olmaya­cağı için Kur'ân olmaz da Kur'ân'ın tercümesi olurdu. Böy­le bir şey birçok nedenden dolayı mümkün olmayacağı için aynen tercüme edilemez. Kur'ân'ın ken­di dilinde bile benzerini yazmak mümkün olmamışken bir başka dilde bu nasıl mümkün olabilsin?

Ancak toplumun Kur'ân çeş­mesinden sürekli olarak yararla­nabilmesi için onun tefsir ve me­alinin yapılması gerekir. Bunun için Kur'ân'ı anlayanların anla­mayanlara açıklama vazifesi var­dır. Bu açıklama vazifesi, tebliğ ve tefsir vazifesini teşkil eder. Bu tef­sir ihtiyacı Arapça bilenler için de gereklidir. Bu nedenle ilk tefsirler önce Arapça bilenler için yazıl­mıştır. Bu tebliğ ve tefsir vazifesi­ni önce bütün usulü ve ihtiyaca göre Peygamber efendimiz yap­mış ve değişik dillere göre neşret­meyi ve herkesin istifadesine sun­mayı ümmetine emretmiştir.

İşte bu vazifenin bir yansıma­sı olarak ben de bir tefsir ve meal tarzında Hak Dini Kur'ân Dili adlı çalışmayı yaptım. [178]

 

Teredda:

 

Tereddâ, ateşe düşüp yok oldu.manasına "reda"dan, yahut yu­varlanmak manasına "tereddüd"dendir. İkinci surette aslı "tereddede" olup "tekadda'1-bazii" (doğan konmak için süzüldü) ifadesinde olduğu gibi "ya"ya dö­nüşmüştür. Nitekim "mütereddi­ye" bundandır.

 

Tertîl:

 

Tertîl[179], bir şeyi güzel, tensik (bir düzen içinde) ve tertîb ile kusursuz olarak açık açık hakkını ifa ederek tebyin eyle­mektir/açıklamaktır.

Aralarında çok değil biraz açıklık bulunmakla beraber gayet güzel bir nizamda görünen parlak ön dişleri, "sağre rettil" tabir eder­ler. Sözü tane tane, yavaş yavaş, mühlet ile ve güzel bir şekilde bir araya getirerek, beyan ile söyleme­ye de "terrili kelam" derler.

Kur'ân'ın tertili de, böyle her harfinin, edasının, nazmının, ma­nasının hakkını doyura doyura vererek okunmasıdır. Kur'ân'ın tertil ve teganni ile okunması ise ancak, bir kelimenin, bir kelamın manasını ruha duyurmağa hiz­met etmesi itibariyledir. Salt nağ­me ve kuru bir teganni amaçlanmamaktadır. Teganni ancak bu şe­kilde ruhanî bir kıymet alabilir.

Ehl-i fısk hep şehvanî mevzularla cismanî heyecan aradığı için, ma­nayı öldürerek, sadece kulağa hoş gelen kuru nağmelerle cismanî te­sir arar. Bu ise ruhanî şuuru terbi­ye değil, ifna eder. [180]

 

Tesaddâ:

 

Ona yöneliyor, onun sözünü dinliyorsun, demektir.

 

Tesbih:

 

"Tesbîh"in[181], Kâmûs-i Besâir'de; Allah'ı kutsamak, takdis etmek manasında olduğu ve "sebahe"den türediği ifade edilmiş­tir. Allah'a ibadet etmede hızlı ol­mak anlamında kullanılıp, bütün ibadetler için genelleştirilmiştir.

Subhâne lafzı da "gufran" gi­bi mastardır. Sonra tesbihte alem olmuştur. Mastar olarak da kulla­nılır. Ancak mastar olmasına iti­raz edilmiştir. Zira, tesbih fiilinin sülasisi kullanılmamıştır, bu ne­denle "mastar yerine konulmuş isimdir" denilmiştir. Tesbihin mastarı, tenzih ve takdis gibi tef'ildir. Bunda teşbih olunan Allahu Teâlâ'nın niteliği ise temizlik ve kutsallık gibi gerekli bir anlam olmalıdır.

Sübhân, tesbihin sülasi mas­tarı değilse o makama konulmuş bir isimdir ki, yüce Allah'ın zatı­nın temizlik ve kutsallığını ifade eder. Buna "subhâniyet" veya "subhiyet" diyebiliriz. Subhân esma-i husnâdandır. Tesbih, Sübhanallah'tan çıkarılmıştır. Sübhânenin öznesine tamlayan alması da­ha uygundur. Tesbih, uzak git­mek, uzaklaştırmak manasından çıkmadır. Arzda uzağa gitti ma­nasınadır. [182]

Kur'ân'da türevleriyle birlikte yaklaşık 93 âyette geçen bu kelime, "se-ba-ha" fiil kökünden türemiştir. Bu kelimenin dildeki asıl anlamı, "yüzmek ve suya dalmaktır."[183]

İmruu'1-Kays, atlarını tasvir ederken onların hızlı kaçışlarını ve gözden kayboluşlarını, "se-ba-ha" fiiliyle ifade ederek şöyle der:

"Yüzer gibi ön ayaklarını uzatarak koşan ve gözden kaybolan atlar, yorulup toz kaldırmağa boşaldıkları vakit atı, yeniden kuvvet alarak hızlanır, koşmaya devam eder.[184]

İslâm gelmezden önce "tesbih" sözcüğü biliniyor ve kullanılıyordu. Mesela el-Aşa bir beytinde şöyle der:

"Şeytana değil, yalnız Allah'a ibadet et ve O'nu gece ve kuşluk vaktinde tesbih et."[185]

Bu beyitte "tesbih"in İslâmî manada kullanılıp kullanılmadığını tam olarak bilemiyoruz. Şu kadar var ki, Allah'ı tesbih manasında kullanıldığı açıktır.

"Tesbih" kavramının İslâmî dönemde kapsadığı mana­ları şöyle sıralayabiliriz:

Zemahşeri'ye göre "salât" farz namazları, "tesbih" ise nafile ibadetleri ihtiva etmektedir.[186]

Kurtubî ise, lügat manasından hareket ederek, "tesbih"in, akmak gitmek anlamına geldiğini ve Allah'ın noksan sıfatlardan tenzih edilmesi manasına alındığını söyler.[187]

Bu yorumdan hareketle şöyle denebilir, "tesbih"; suya dalıp akıp gitmek ve gözden kaybolmak manasına geldiğine göre, Allah (c.c) da noksan sıfatlardan münezzehtir. Beş duyu ile ihata edilemez. Nitekim şu yorum bunu te'yid etmektedir: "Tesbih" in lügat manası olan "suya dalmak", yüzen kişiyi gözlerden kaybeder ve uzaklaştırır. Belkide bu uzaklaşmanın manası gelişerek gözlerin ihata edemediği bir varlığı kapsa­mıştır. İnsan düşüncesinde bunun en açık örneği Allah'dır. Zira O, insanların kendisini idrâk etmelerinden uzak olduğu gibi, kendisine yakışmayan sıfatlardan da uzaktır.[188]

 

Tescîr:

 

Tescîr[189], alevli bir ateşle fırın kızdırmak ve doldur­mak anlamına gelir. "Tescîri bihar" ifadesinde ise denizlerden volkan halinde ateş çıkması, de­nizlerin bir fırın gibi kaynaması, ateşe dönüşmesi sonucunda sularının çekilmesi veya denizlerin yarılıp akıtılarak, bütün yeryüzü­nün bir okyanusa dönüşmesi an­lamına geldiği şeklinde tefsir edil­miştir. [190]

 

Tesevveru:

 

Üzerine çıktılar. "Tesevvera’l-hâite" Duvarın üzerine çıktı, ona tırman­dı demektir.

 

Teshir:

 

Teshîr[191], bir şeyi zorla hizmete koşmak, itaat ve boyun eğdirmek demektir. "Sihrin lekum" (sizin için bo­yun eğdirdi) ifadesinde, "lam" harfinin, sıla (bağ) veya sebep bil­diren "lam" olma ihtimali vardır. "Sıla olunca, sizin emrinize ver­di", sebep bildiren "lam" olunca da "sizin için boyun eğdirdi" de­mek olur. [192]

 

Teskîn:

 

Teskîn, dört şekilde tefsir edilir:

1. Karar kılma/bulma

"Geceyi de bir seken (onda karar bulmanız/kıl­manız için) kıldı." [193]

"Allah odur ki, onda sükûn (içinde, yorgunluk­tan dinlenip karar) bulasınız diye sizin için geceyi yaptı." [194]

"O ki, onda sükun bulasınız diye sizin için geceyi yaptı, gün­düzü ise görebilesiniz diye"[195]

2. Nüzul (inmek/konmak, konaklamak/yer­leşmek)

"Onların ardından sizi o arza iskan edeceğiz (ora­da konaklatacağız/oraya yerleştireceğiz)." [196]

"Siz de, o kendilerine zulmedenlerin meskenlerinde sakin oldunuz (o zâlimlerin yerleştikleri yerler­de, siz de yerleştiniz)." [197]

"Dedik ki: "Ey Âdem! Eşinle birlikte o cennete sakin ol" (sen ve eşin ona yerleşin)!" [198]

3. Ünsiyet bulmak, teselli bulmak

"O ki, sizi tek nefsten halketti ve onun eşini (Havva'yı) [199] de ondan yaptı; onunla sükûn (ünsiyet/teselli) bulması için." [200]

"Sizi tek nefsten halketti; sonra, onun eşini de ondan yaptı." [201]

4. İtmi'nân/mutmain (huzur, sükû­net)

"Şüphe yok ki, senin salâtın onlar için bir seken'dir (onların kalblerine itmi'nândır)." [202]

"Onların üzerine sekineti indirdi (onların kalblerinde itmi'nân meydana getirdi)." [203]

 

Tesnîm:

 

Tesnîm, şarabı en iyi olan yüksek bir pınar. Tesnîm, aslında, yükseklik mânâsındadır. Devenin hörgücü anlamına gelen "Senâm" kelimesi de bundandır.

Tesnîm, hörgüçleyerek yukarı çıkmak, terfi etmek, yükseltmek manasına mastardır. Yükseklik manasıyla cennet çeşme­lerinden bir çeşmenin ismidir. İbni Abbas'a göre cennet içkilerinin en yükseği, en kıymetlisidir.

 

Tesrîb:

 

Tesrîb, işkembeden iç yağını çıkarmak demektir. Mecaz olarak, tekdir, azarlama, çıkışma ve hesaba çekme anlamında kul­lanılır.

 

Testebdilune:

 

"Değiştirirsiniz" İstibdal, bir şeyi başkasına verip, onun yerine başka birşey almaktır.

 

Testetirune:

 

Gizlenirsiniz. Gözlerden gizlenmek mânâsına gelen "İstitâr" kökündendir.

 

Testevu:

 

Yerleşirsiniz, binersiniz.

 

Tesvîb Ve İsâbe:

 

Tesvîb ve isâbe, sevap vermek demektir. Sevab da ceza gibi hayır ve şer, herhangi bir şeyin karşılığıdır. Daha sonra "sevab", hayırda meşhur olmuş ve hayırla ilgili olarak kullanılmaya başlanmış­tır. Mutaffifîn Sûresi'ndeki kulla­nımında ise "tesvîb" cezalandır­ma anlamındadır.

 

Teşakkuk:

 

Teşakkuk, uzunluğuna veya genişliğine yarılmak demektir.

 

Tetayyernâ:

 

Uğursuzluğa uğradık. "Tetayyuru" uğursuzluk demektir. Bunun aslı, "kuş" mânâsına gelen "Tayr" dan gelmektedir. Araplar, kuş sol tarafa uçtu­ğunda, bunu uğursuz sayarlardı.

 

Tetlu:

 

Okumak ve ardından gitmek mânâsına gelen "tilavet" kökünden türemiş olup, burada "konuşur" ve "rivayet eder" demektir. Taberi şöyle der: Arap dilinde “Huve yetlu kezâ” sözündeki tilavetin iki mânâsı vardır.

1. Ardından gitmek. Nitekim, birisinin arkasından gidip onu takip ettiğin zaman “Televtu fulânen” dersin.

2. Okumak demektir. Bir kimse Kur'an okuduğunda: “Fulânun yetlu’l-qur’ane” denilir.[204]

 

Tetlune:

 

"Okuyorsunuz" ders görüyorsunuz demektir.

 

Tevârat:

 

Gizlendi.

 

Tevbe:

 

Tevbe, dönmek anlamındadır. Şer'an, bir kabahattan/yanlıştan, kabahat ol­duğu için, pişmanlık duyarak vazgeçmek ve dönmektir.

Vicdanında o çirkinliğinden dolayı değil de, bedenine, malına veya haysiyetine bir zarar, her­hangi bir korku veya ümit sebe­biyle vazgeçmek tevbe değildir.

Tevbe yaptığı suçun bir yara­rı olduğunu, olacağını bilse ve görse bile, onun çirkinliğini göre­rek, hissedip tiksinerek vazgeç­medir. Bu nedenle tevbe, iman makamlarının evveli, hak yolcu­luğunun başlangıcı, vuslat kapısı­nın anahtarıdır.

 

Tevdî:

 

Tevdî, misafirin veda etmesi veya misafir giderken kalanlara "hoşça kalın", "Allaha ıs­marladık" gibi veda etmesi, yani bolluk, hoşluk, akibet duasıyla bı­rakıp gitmesi ve böyle bir dua ile teşyi edilmesi demektir. Sonra mutlaka terk edip gitme manası­na da kullanılmıştır.

 

Teveffî:

 

Teveffî kelimesi "vefa" masdarından alınmış, lügatte, "istifa" gibi "çıkarıp almak" anlamında­dır. Ruh sahipleriyle özellikle de insanla ilgili olduğu zaman vefat ettirmek yani eceline yetiştirip ru­hunu almak anlamında kullanılır. Al-i İmran: 3/55'te de bu anlamdadır. [205]

Teveffî, üç şekilde tefsir edilir:

1. İnsan zihni (şuur ve idrak merkezi) -ki o, eşyayı akleden ve kendisi ile rüyanın gö­rüldüğü şeydir-

"O ki, geceleyin sizi vefat ettirir (geceleyin sizi uyutur. Bunun sonucunda, eşyayı akleden zihin ne­fislerden eksilir. Oraya ruhu ve hayatı bırakır. Böyle­likle o, kendisinde bulunan ruh ile sağa-sola döner­ken, kendisinden alınan zihin ile de rüya görür.)" [206]

"Allah, ölümleri vaktinde (nefisler kabzedildiği sıra­da) nefsleri vefat ettirir..." [207]

Şöyle ki, insanın bir hayatı ve bir ruhu vardır. İn­san uyudumu, kendisiyle eşyayı aklettiği nefsi on­dan çıkıp ayrılır. Bu nefsin bedene doğru olan ışığı, tıpkı güneşin yere doğru olan ışığına benzer. O kendisinden çıkmış olan nefsi ile başka bir yerde imiş gibi rüya görür. Hayat ve rûh ise bedeninde kalmaya devam eder. Böylelikle sağa-sola döner ve nefes alır. Nefsin ona geri dönmesi de, göz açıp ka­pamadan daha hızlı olur. Allah, uyurken onun ca­nını almak istemişse, ondan çıkmış olan o nefsi alıkoyar ve ruhunu kabzeder. Böylelikle o kişi uykudayken ölür.

2. Allah'ın, semaya kabzetmesi/alması

"(İsâ dedi ki: "Rabbim!) Ne zaman ki beni vefat ettir­din (beni semaya kabzettin/aldın), üzerlerine gözetleyici Sen oldun." [208]

"(Allah buyurdu ki: "Ey İsâ!) Muhakkak Ben seni vefat ettireceğim (İsrâîloğulları arasından kabzedeceğim/alacağım) ve Bana (semaya) yükseltece­ğim." [209]

3. Ruhların/canların kabzedilmesi: ölüm

"Eğer onlara va'dettiğimizin bazısını sana göstersek de veya seni vefat ettirsek (öldürürsek) de, on­lar Bize döndürüleceklerdir." [210]

"De ki: "Ölüm meleği sizi vefat ettirir" (ruhları­nızı kabzeder/alır)." [211]

"Onlar ki, arınmış olarak melekler (ölüm meleği) onları vefat ettirir (onların ruhlarını kabzeder/alır)..." [212]

"Onlar ki, nefslerine zulmedenler olarak melekler on­ları vefat ettirir (ruhlarını kâfirler olarak kabzeder/alır)..." [213]

 

Tevekkül:

 

"Tevekkül" kelimesi v-k-1 kökünden türemiş, "tefe'ul" babından mastardır. Lügat manası vekalet vermek, teslim olmak, terketmek, bırakmaktır. Kur'ân'da takriben 80 âyette zikredilmiştir. Tefe'ul babının muhtelif kiplerinde 56 yerde, "el-vekil" şeklinde sıfat olarak yaklaşık 24 yerde geçmekte ve fiilin diğer çeşitli kiplerinde kullanılmaktadır.[214]

İslâmdan önceki dönemde "tevekkül" mefhumunun bi­lindiğini şiirlerden anlıyoruz. Ancak o dönemdeki "tevekkül" anlayışıyla Kur'ân'daki anlayış birbirinden farklıdır. Zira o dönemde bu kavram bir şahsa dayanmak ve güvenmek manasını kapsardı. Aşağıdaki beyit bu görüşü te'yid etmektedir:

"Kendimi câhil bir koyun çobanı olarak gördüğümde, işleri bazı kişilere havale ettim." [215]

İslâm ıstılahında ise "tevekkül", maksada erişmek için gerekli olan bütün imkânları kullanarak, maddi ve manevi sebeplerden hepsine yapıştıktan sonra, Allah'a itimat etmek, sonunu O'na bırakmak, O'ndan yardım beklemek[216] demektir.[217]

 

Tevellâ:

 

Tevellâ, üç şekilde tefsir edilir:

1. Çekildi, gitti, ayrıldı

"Sonra (Mûsâ ayrılıp) bir gölgeye tevelli etti (çekildi)..." [218]

"Bu mektubumla git ve onu onlara bırak. Sonra onlar­dan tevelli et (ayrılıp bir kenara çekil), ne şekil­de karşılık vereceklerine bak." [219]

"Sizi üzerine bindirecek binek bulamıyorum" dedi­ğinde... gözleri yaş akıtarak tevelli eden (yanın­dan ayrılıp giden) kimselere de..." [220]

2. Yüz çevirdi, reddetti, kabul etmedi

"(Ey Nebî)! Allah'ın sana indirdiğinin bazısından seni fitneye düşürmelerinden sakın. Şayet tevelli ederler­se (senin hükmüne rıza göstermekten yüzçevirecek olurlarsa)..." [221]

"Rasûl’e itaat eden, Allah'a itaat etmiş olur. Kim de tevelli ederse (Allah'a ve O'nun Rasûlü'ne itaatten yüz çevirirse), zaten biz seni onların üzerine hafız (muhafız) göndermedik." [222]

"(Kavmine dedi ki Nûh): "Eğer tevelli ederseniz (îmândan yüz çevirecek olursanız), zaten ben sizden bir ücret istemedim." [223]

"Onlardan tevelli et (yüz çevir), artık sen kınanacak değilsin." [224]

3. Hezimet

"Ey îmân edenler! Toplu halde küfredenlerle karşılaş­tığınızda onlara tevelli etmeyin (arkanızı dö­nüp hezimete uğramayın/kaçmayın)! Kim böyle bir günde (yani, Bedir Günü'nde)[225] onlara tevelli ederse (yani, hezimete uğrayıp kaçarsa)..."[226]

"Halbuki bundan önce, arkalarını tevelli etmeyeceklerine (arkalarını dönüp hezimete uğrayarak kaçmayacaklarına) dair Allah'a söz vermişlerdi." [227]

"Yeryüzü bütün genişliğine rağmen başınıza dar gel­mişti. Nihayet teveîli ederek (hezimete uğrayıp kaçarak) arkanızı dönmüştünüz." [228] 

 

Tevelleytum:

 

"Yüz çevirdiniz." Tevellî, bir şeyden yüz çevirmek, kabul etme­mek, terketmek ve ona arka dönmek demektir. Necm: 53/29. âyette de bu manâda kullanılmıştır. Ba­zı âlimler, tevellî ve i'raz kelimelerine farklı mânâlar vererek: "Tevellî cism ile, i'raz ise kalb ile olur" demişlerdir.[229]

 

Te'vîl:

 

Te'vîl, bir şeyi meadine (dö­nülmesi gereken yere) döndür­mek, varacağına vardırmaktır.

Te'vîl "evl" maddesinden ya­pılmış te'fil ölçüsünde bir mastar­dır. Râgıb, Müfredat'ında, "evl" kelimesinin aslına dönmek anla­mına geldiğini açıklamış, "te'vîl"i de bir şeyi ilmî açıdan veya fiilî açıdan kendisinden kasdolunan manaya geri götürmektir diye ta­rif etmiştir. Al-i İmran: 3/7 ayeti ilmî açıdan, A’raf: 7/53 ayeti de fiilî açıdan te'vili ya­pılır.

Başka bir deyişle dirayetle il­gili olan yoruma te'vîl, rivayetle ilgili olan yoruma da tefsir denilir. [230]

Te'vil, beş manada tefsir edilir:

1. Muhammed ve o'nun ümmetinin hükümranlık süresi/hükümranlıkla­rının nihayeti

"Fitne aramak ve onun te'vîlini (Muhammed ve o'nun ümmetinin hükümranlığının nihayetini/sonu­nu) aramak..."[231]

Şöyle ki: Yahudiler cummel hesabıyla Muhammed'in ve o'nun ümmetinin ne kadar hükümran olacağını, bu hükümranlığın ne zaman sona erece­ğini ve hükümranlığın tekrar Yahudilere ne zaman döneceğini öğrenmek istediler. Bunun üzerine Yüce Allah buyurdu ki:

"Halbuki onun te'vîlini Allah'tan başkası bilmez" Muhammed ve o'nun ümmetinin hükümranlığının te'vîlini, hükümranlığının ne zaman sona ereceğini Allah'tan başka kimse bilemez. Onların Kıyamete ka­dar hükümran olacağını ve bu hükümranlığın Yahu­dilere tekrar dönmeyeceğini Allah'tan başkası bile­mez. [232]

2. Allah'ın Kur'ân'da, hayr ve şerden Kıyamet Günü gerçekleşeceğini va'dettiklerinin akıbeti/sonu

"Onlar (Mekke kâfirleri) onun te'vîlinden (onun akıbetinden; Allah'ın Kur'ân'da Rasûlü vasıta­sıyla va'dettiği hayr ve şerden) başkasını mı bekliyor­lar? (ancak onun akıbetini, va'dedilen hayr ve şerri bekliyorlar). Onun te'vîlinin geleceği gün (Allah'ın Kur'ân'da va'dettiği hayr ve şerrin akıbeti­nin geleceği Kıyamet Günü)..." [233]

"Hayır, onlar ilmini ihata edemedikleri ve henüz ken­dilerine gelmemiş olan bir şeyin te'vîlini (Allah'ın Kur'ân'da, âhirette vuku bulacağını va'dettiği tehditlerin akıbetini) yalanladılar."[234]

3.  Rüya tabiri  

"Rabbin seni böylece seçecek, sana ehâdisin te'vîlini (rüyaların tabirini) öğretecek."[235]

"Ve o'na ehâdisin te'vîlini (rüyaların tabirini) öğrettik." [236]

"Bana ehâdisin te'vîlinden (rüyaların tabirin­den) öğrettin." [237]

4.  Tahkik (tahakkuk etme, vuku bulma, ger­çekleşme)

"Ey babacığım! İşte bu, rüyamın te'vîlidir (tahki­kidir; tahakkuk etmesidir/vuku bulmasıdır)." [238]

5.  Onun çeşidi!türü  

"Size rızıklanacağınız bir yiyecek gelecek olmasın ki, muhakkak ben onun te'vîlini (gelecek yemeğin türünü/çeşidini) size gelmeden evvel haber vermiş olmayayım." [239]

 

Te'vîli’l-Ehâdis:

 

Te'vîli'l-ehâdis[240] terkibi, ya nefsindeki sözün ger­çekteki anlamını veya nefsin ilgili olduğu olayların ilerideki anlamı ve sonucunu anlamak demek olur. Demek ki, rüya tabir etmek, bir söz veya olayı yorumlamak manasında bir anlayıştır. Bunların ikisini birbirine döndürmek de mümkün olur.

Çünkü bir sözün anlaşılması hadise-i nefsiyye (kişisel veya iç­sel olay) olan sözden, dışarıya in­tikal ile onun ötesinde bir olayı anlaması demek olduğu gibi, olaylardan çıkacak neticeleri anla­mak da dışarıdaki bir olayı idrak etmekle onun açıklaması olan iç­ten gelen bir sözü duymak ve an­lamak manasına dönüktür. Ehâdis ise, "hadis"in çoğuludur. Ha­dis ise söz veya olay, yani hadise demektir. [241]

 

Tevvâb:

 

Tevvâb[242] ism-i şerifi, tevbesi pek çok anlamına mübalağalı ism-i fail olup, delâlet ettiği mübalağada üç yön vardır.

Birincisi, kendisine tevbe ederek dönen kulları çok anla­mında,

İkincisi, çok tevbe kabul eder, tevbe ile her günahı avf edebilir anlamında,

Üçüncüsü, tevbeyi kabulde çok beliğdir, yani, tevbe edeni hiç günah işlememiş gibi yapar anla­mında. [243]

 

Teyemmüm:

 

Kur'ân'da sadece üç âyette geçen bu kelime, Arap dilinde, kasdetmek, yönelmek, araştırmak, talep etmek manalarını ifade eder.[244]

İslâm'dan önce bu kelime, lügat manası olan, "kasdetmek" ve yönelmek" anlamlarını ifade etmekteydi. Nitekim İmruu'l-Kays'ın şu beytinde bu görülmektedir:

"Yaban eşekleri Daric'de, yosunların yüksek olduğu ve gölgesi bol olan yere yöneldiler."

Görüldüğü gibi burada ''teyemmüm" yönelmek manasında kullanılmıştır.

İslâmî dönemdeki manaları da şöyle özetlenebilir: İbnu’s-Sikkit; "teyemmüm"ün lügat manası çok kullanıldığından ve âyette de zikredildiğinden dolayı, "o, yüzü ve elleri toprakla mesh etmek manasına gelen özel ve yaygın bir isim hâlini almıştır”[245] der.

İbnu's-Sikkit'le aynı görüşü paylaşan İbnu'l-Enbârî de, "teyemmeme’r-racul” denildiğinde kişinin toprağa yüzünü ve ellerini sürdüğü akla gelir, şeklinde bir beyanda bulunmuştur.

Netice olarak Kur'ân'da; “Su bulamazsanız o vakit temiz bir toprağa teyemmüm edin."[246] şeklinde kullanılan bu kelime, İslâm'la yeni bir mana kazanmıştır denebilir.[247]

 

Tezâherune:

 

Yardımlaşiyorsunuz demektir. Bu kelimenin aslı “Tetezâherune” şeklinde fiil-i muzârî olup tâ harflerinden biri düşürülmüştür. Birbirlerine yardım edenler. Sanki sırtlarını birbirlerine dayıyorlar demektir. Bu kökten gelen   zahîr kelimesi de yardımcı demektir.

 

Tezekkî:

 

Tezekkî[248], te­mizlenmek, tertemiz olmak, halis, arı, feyizlenip nemalanmak, ma­nalarına gelir, öyleki İslâm'ın genel bir adıdır. [249]

 

Tezekkür:

 

Tezekkür[250], Allah’ın rahmet eserlerini ve sanat delillerini düşünerek kendi eksik­liğini, sanatkâr Hakim'in kudret ve rahmaniyetinî anlamak de­mektir. [251]

 

Tezeyyelu:

 

Ayrıldılar.

 

Tezkire:

 

Tezkire[252], ana ana, tekrarlaya tekrarlaya bel­letmek, tezkir etmek, hatıra getir­mek manasına mastar olmakla beraber, bir şeyi unutturmayıp hatırlatmaya vesile olan ammlık manasına müzekkire, muhtıra/uyarı gibi isim olarak kullanı­lır.

Örneğin, parmağa bağlanan bir iplik, unutulmayıp kulakta küpe kalacak ibretli bir söz, bir hatıra /muhtıra defteri hep birer tezkiredir. Bunlarda, esas olan şey unutulmamasını sağlamakla, dü­şündürmekle birlikte yeniden bir şey haber vermek, fikir ve hatıra koyup öğretmek manası da var­dır. [253]

 

Tezkiye:

 

Tezkiye[254] kelimesi, "ze­kâ", "yezkü", "zekar" ve "zekâten" sülasisinden "tef'îl" babından gelmelidir ki zekât yapmak demektir. Maide: 5/3'te "zekâtına yetiş­mek" diye tefsir olunmuştur.

"Asa" vezninde; "zekâ", "ne­cat" vezninde; zekât, kesmek yani boğazlamak anlamındadır. Bu ke­limenin aslının lügatte "tamamla­mak" anlamıyla ilgisi olduğu ifa­de ediliyor. Nitekim ateşin parla­masına "zekâ", "yuzekku", "zekean" denilir ki, tamamı parla­mak demektir.

Aynı şekilde "fehm"e (anla­yış ve kavrayış) "zekâ" denilir ki, gençliğin sonuna gelip tamam ol­ması demektir. İşte hayvanı bo­ğazlamak da, kanını akıtarak, vü­cudunun normal sıcaklığını tes­kin ederek hayatına tamamen son vermek demek olduğundan "ze­kâ" ve "zekât" denilmiştir. [255]

 

Tezvîc:

 

Tezvîc[256], eşi eşe, dengi denge emsal ve akranı bir­birine yaklaştırmak, bir araya ge­tirmek, yapıştırmak, çatmak, bir­leştirmek, çiftleştirmek demektir. Kısacası, tezvîc, tasnif ve tevhid anlamlarına gelir, [257]

 

Tıbâk:

 

Tıbâk, birbiri üstüne demektir. Bir kimse, bir takunyayı diğeri­nin ölçüsünde kesip onu ötekinin üstüne koyduğunda söylenen "Tâbeqa’n-nâ’lu bi’n-na’li" sözünden alınmıştır.

 

Tilâvet:

 

Tilâvet ve tilv[258], iki manaya gelir.

Birisi; takip etmek, bir şeyin arkasına düşmek, önceki "tali" ta­birleri bu anlamdadır.

Diğeri; satır satır (ale't-tevâli) okumaktır. Bu anlam da, birinci anlamda mevcuttur.

Birinci anlam daha kapsamlı olduğundan ve ikincisine de sadık olacağından tercihe şayandır. [259]

 

Tûbâ:

 

Tûbâ[260], Habeş ve Hind dillerinde cennetin ismidir. Hadis­lerde, cennetteki bir ağacın ismi olduğu da ifade edilmiştir. Tûbâ "ukbâ" gibi "büşrâ" vezninde "tb" maddesinden masdardır. "Misk" gibi güzel olmak demek­tir. Tûbâ kelimesinin "atyeb"in di­şili olarak "husnâ" gibi ismi tafdil olması da muhtemeldir. [261]

 

Tubdune:

 

"Açığa çıkarıyorsunuz" demektir.

 

Tubia:

 

Üzerine kâfirlik mührü vuruldu. Mühür demektir.

 

Tudemmiru:

 

Yok ediyor. "Tedmiyr" Yok etmek demektir. "Demâr" da böyledir.

 

Tûfân:

 

"Tûfân"[262]'ın, "ta­vaftan, "tufane"nin çoğulu olduğunu Basralılar, "rüchan" gibi mastar olduğunu da Kûfeliler söylemişlerdir. Bu mübalağa için bir masdar olarak isimlendirme demektir.

İbni Atiyye'nin beyanına gö­re "tûfân", tavaf eden her şeyi içi­ne alır. Ancak şiddetli su ve yağ­murda genellikle bu kelime kulla­nılır.

Zeccâc, "Tûfân, herhangi bir şeyin çok kapsamlı, bütün kavme karşılık gelendir." demiştir. Bu nedenle birçok şehri içine alan sel baskınlarına tufan denir. Aynı şe­kilde katliam bir tûfân, "mevt-i cerit" (silip süpüren ölüm), kıran, salgın, ölüm de bir tufandır.

Mücâhid ve Vehb'in, Yemen dilinde taun (kolera) ya da tufan dedikleri nakledilmiş, Ebû Kilâbe de, çiçek hastalığının ilk önce Fi­ravun kavmine musallat olan bir tufan olduğunu söylemiştir.

Kısacası "tûfân", Türkçe'de meşhur olduğu şekliyle yalnızca, şiddetli yağmur ve sel ile ilgili olarak kullanılmaz.[263]

 

Tu’fekun:

 

Döndürülüyorsunuz. Bu kelime, "yalan" mânâsına gelen "ifk" kokündendir. Yalana, doğru ve haktan çevrilmiş olduğu için "ifk" den­miştir.

 

Tuğyân:

 

Tuğyan, her hususta haddi aşmaktır. "Su taştığı vakit sizi ge­mide biz taşıdık"[264] mealindeki âyette de tuğyan kelimesi yükselmek ve haddi aşmak manalarında kullanılmıştır. Bu kelimeden türemiş olan Tâğiye kelimesi de inatçı ve zorba demektir.

"Tağâ" fiili kökünden türemiştir. Bu fiil "konulmuş olan sınırları aştı, isyanda ve karşı çıkışta ileri gitti azdı, azgın oldu, ölçüsüz şekilde hareket etti" anlamlarına gelmektedir.[265] Kur'ân bağlamında ise, günahta ve isyanda en uç noktaya varma gibi anlamlara gelmektedir.

Kur'ân'da lügat manasıyla ilgili olarak şu âyet zikredilebilir:

Su tuğyan ettiğinde (kabarıp taştığında) sizi akıp giden gemide taşıdık."[266]

Lügat anlamı dışında da şu âyet zikredilebilir:

"Vaktaki insan kendisini ne zaman rahata ulaşmış görürse hemen azar.[267]

Bu âyet bize, insanların azmasına sebep olan en önemli etkenin, insanın kendisini müstağni, yani hiç kimseye muhtaç olmayacak bir konuma geldiğini görmesi olduğuna işaret etmektedir.[268] Kur'ân, Firavun örneğinde olduğu gibi, insan, egosunu ilâhlaştırdığı zaman azar. Kur'ân'a göre haddi aşanları Allah cezalandıracaktır.[269]

Kur'ân tağutu bir kötülük objesi olarak da kullanır. Dolayısıyla tağut; anlaşıldığı kadarıyla kötü veya kötülük simgesi anlamındadır.[270] Bu âyetlerde tâğutun, bir şahıstan ziyade kötülük ilkesi anlamına geldiği görülmektedir."[271] Bu kavramla ilgili olarak câhiliye dönemine ait malzemeye rastlayamadık.[272]

Tuğyân, dört şekilde tefsir edilir:

1. Dalâlet

"Onları sürüklüyor, tuğyanları (dalâletleri) için­de bocalarlarken." [273]

"Bizimle karşılaşmayı ummayanları tuğyanları (dalâletleri) içinde bırakırız da bocalar dururlar."[274]         

"Rabbimiz! Onu ben tuğyan ettirmedim (onu ben dalâlete düşürmedim); ve lakin kendisi derin bir da­lâlet içinde idi." [275]

"Aksine siz tuğyan etmiş (dalâlete düşmüş) bir kavm idiniz." [276]

"Bu böyle. Tuğyan etmişler (dalâlete düşmüşler) için ise, muhakkak şerr bir meâb (merci) var­dır." [277]

"Şüphesiz cehennem olmuştur bir mirsâd, tuğyan edenler için bir meâb {dönüp varılacak son yer}" [278]

2. İsyan

"Fir'avn'a git; çünkü o tuğyan (Allah'a isyan) etti." [279]

"Onda tuğyan etmeyin (menn ve selva'yı sakla­yarak Allah'a isyan etmeyin)." [280]

3. Yükseklik ve çokluk

"Şüphesiz ki, su tuğyan ettiğinde (su çoğalıp yükseldiğinde) sizi gemide Biz taşıdık." [281]

4. Zulm

"Göz kaymadı ve tuğyan etmedi/taşmadı." [282]

"Mîzânda tuğyan (zulm) etmeyin!" [283]

 

Tuhberûn:

 

Sevinirsniz, neşelenirsiniz. Hubûr, ferah ve sevinç demektir.

 

Tuncîkum:

 

Sizi kurtarır..

 

Tunziru:

 

Korkutursun. "İnzâr" Korkutmak demektir.

 

Tur:

 

Tur, Hz. Musa'nın Yüce Allah ile konuşmak üzere gittiği dağdır.

Tûr kelimesi, Arapça'da ge­nel anlamıyla dağ manasına gelir. Süryanice'de de böyle olduğu ifa­de edilmiştir. Bazıları da bitkisi olan dağ anlamına geldiğini söy­lemişlerdir.

Tûr-i Sînâ da Hz. Musa'nın vahye mazhar olduğu dağın özel adıdır. Bakara Sûresi 63. ayette "tûr" bu anlamların hepsiyle te'vil edilmiş ise de, açık olan ahittir ki, o da Tûr-i Sina'dır. Misak alındığında Benî İsrail'in onun dibinde bulunduğu rivayet­lerde zikredilmektedir. [284]

 

Turâs:

 

Turâs kelimesinin aslı "veras" olup, miras demektir. "Vav" mazmum olmakla "ta"ya dönüşmüştür.

 

Tûr-u Sînîn:

 

Tûr-u Sînîn, Akabe ve Mısır arasında Tih Çölü yakınla­rında bulunan, Hz. Musa'nın Al­lah ile konuştuğunun bildirildiği dağın adıdır. Tûr dağı, özellikle de nebatlı, bitkisi meyvesi, ağacı bol dağ demektir.

Sînîn ile ilgili çeşitli görüşler vardır.

Ahfeş, "sînîn" şecer, şecere anlamına geldiğini, Hz. Musa'nın şeceresine işaret ettiğini söylemiş­tir.

İbni Ebî Hatim, İbni Münzir gibi bazı dilciler, İbni Abbâs'tan rivayetle, "sînîn"in güzel anlamı­na geldiğini ve Habeş dilinde bir kelime olduğunu söylemiştir.

İbni Cerîr ve İbni Asâkir ise, "sînîn"in bilinen, maruf anlamın­da olduğunu, dolayısıyla "Tûr-u Sînîn"in de bilinen, maruf olan dağ demek olduğunu ifade etmiş­lerdir.

Bazı alimlere göre de Sinîn, bereketli demektir.

 

Tûrûn:                                                             

 

Ateş tutuşturuyorsunuz. Bir kimse defne ağacını birbirine sür­terek ateş çıkarttığında, denir.

 

Tuştit:

 

Haksızlık etmek. Dilciler şöyle der: "Şetat" Haddi aşmak ve hakka tecavüz etmek. Hükümde zulmetti, âdil davranmadı mânâsma "Şeta fi’l-hükmi" denir.  Asıl manası uzaklaşmaktır. Bu mana "Şettati’d-dâr: ev uzak oldu" dan alınmıştır.

 



[1] Kureyş:106/4

[2] En'âm: 6/14

[3] Ahzâb: 33/53

[4] Mâide: 5/5

[5] Mâide: 5/96

[6] Mâide: 5/93

[7] Bakara: 2/249.

[8] İnşikak: 84/19.

[9] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 308. (5680)

[10] Bakara: 2/248.

[11] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 308. (869)

[12] Hud: 11/1, En’am: 6/55, Bakara: 2/249, Mümtehine: 60/3.

[13] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 308-310. (2751-2752)

[14] Yûsuf: 12/111

[15] A'râf: 7/145

[16] A'râf: 7/52

[17] Hüd: 11/1

[18] Fussilet: 41/3

[19] İsrâ: 17/12

[20] En'âm: 6/114

[21] Ayette bahsi geçen "sel, çekirge, haşerât, kurbağa ve kan" gibi âfetlerin arasında birer ay süre bulunduğu iddiası, İsrâîliyâttan olup tamamen dayanaksızdır.

[22] A'râf: 7/133

[23] Yûsuf: 12/94

[24] Mürselât: 77/13

[25] Nebe: 78/17

[26] Duhân: 44/40.

[27] Bakara: 2/256

[28] Nisâ: 4/76

[29] Mâide: 5/60

[30] Nahl: 16/36

[31] Zümer: 39/17

[32] Baka­ra: 2/257

[33] Nisâ: 4/51.

[34] Nisâ: 4/60.

[35] Taha: 20/1.

[36] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 310. (3319)

[37] Muhtasar-ı İbn Kesîr, 3/644

[38] İmruu'l-Kays, a.g.e., s. 213.

[39] Mâide: 5/6.

[40] bkz. Tevbe: 9/28.

[41] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Çelik, Kur’an Semantiği Üzerine, Ekev Yayınevi: 62-63.

[42] Nisa: 4/86.

[43] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 310. (1407-1408)

[44] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 311-312. (4434, 4479, 5858)

[45] el-İsfahâni, a.g.e., s. 833.

[46] el-Âlûsî, a.g.e., I, 108; Asım Efendi,  a.g.e.,  III, 950. krş. Cebeci, Lutfullah, Kur'ân'a Göre Takva, Ankara, 1985.

[47] el-Âlûsî, a.g.e., I, 108, 109; krş. Çantay, a.g.e., I, 13.

[48] bkz., Teğâbun: 64/16.

[49] el-Âlûsî, a.g.e., I, 108. krş. Cebeci, Kur'ân'da Şer Problemi, Ankara, 1985, s. 234.

[50] Fazlurrahman, a.g.e., s. 76.

[51] el-Buhârî, a.g.e., Zekât, 9, 10.

[52] Zuheyr, a.g,e., s. 22.

[53] Izutsu, Kur'ân'da Allah ve İnsan, s. 20.

[54] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Çelik, Kur’an Semantiği Üzerine, Ekev Yayınevi: 128-131.

[55] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 312. (5935-5936)

[56] Talak: 65/1, Bakara: 2/227.

[57] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 313. (5042-5048)

[58] Naziat: 79/34.

[59] Kurtubî, 19/204

[60] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 313. (5567)

[61] Nisa: 4/47.

[62] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 313. (1365)

[63] Rahman: 55/56.

[64] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 313. (4690)

[65] Mü’minun: 23/17.

[66] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 314. (3438-3439)

[67] Enfal: 8/35.

[68] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 315. (2400)

[69] Furkân: 25/65

[70] Yû­suf: 12/24

[71] Arâf: 7/146

[72] İsrâ: 17/89

[73] Bakara: 2/164

[74] Casiye: 45/5

[75] Furkân: 25/50

[76] Ahkâf: 46/29

[77] Mü'min: 40/69.Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 425-426.

[78] Bakara: 2/260

[79] Mâide: 5/113

[80] Ra'd: 13/28

[81] Âl-i İmrân: 3/126

[82] Enfâl: 8/10

[83] Hacc: 22/11

[84] Nahl: 16/106

[85] Fecr: 89/27

[86] Nisâ: 4/103

[87] İsrâ: 17/95. Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 151-153.

[88] Bakara: 2/172

[89] Bakara: 2/168

[90] A'râf: 7/32

[91] Bakara: 2/57

[92] A'râf: 7/160

[93] Tâ-Hâ: 20/80-81

[94] Yû­nus: 10/93

[95] Câsiye: 45/16

[96] Mâide: 5/87

[97] Mâide: 5/88

[98] Mü'minûn: 23/51

[99] Nisâ: 4/160

[100] En'âm: 6/146

[101] Mâide: 5/4

[102] Mâide: 5/5

[103] Enfâl: 8/26

[104] Enfâl: 8/69

[105] İsrâ: 17/70

[106] Mü'min: 40/64

[107] Nûr: 24/26. Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 154-159.

[108] Nisâ: 4/2

[109] Mâide: 5/100

[110] Mâide: 5/6

[111] Nisâ: 4/3

[112] Âl-i Îmrân: 3/179

[113] Enfâl: 8/37

[114] A'râf: 7/58.

[115] Fâtır:35/10.

[116] Mukâtil b. Süleyman'ın Tefsiri'nde ise âyet şöyle açıklanmaktadır: "Tevhid, semada Al­lah'a yükselir. Onu da sâlih amel yükseltir (yani, Allah'tan başka hiçbir ilah olmadığına dair şehâdet, sâlih ameli se­mada aziz ve celîl olan Allah'a yükseltir)'." İbn Abbas'tan nakledildiğine göre o şöyle demiştir: Onu da sâlih amel yükseltir ibaresi, "Allah o ameli Kendisine yük­seltir" demektir.

[117] İbrâhîm: 14/24.

[118] Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 159-160.

[119] En’am: 6/100.

[120] İbn Manzûr, a.g.e., XI, 42, 43.

[121] el-A'şâ, a.g.e., s. 88.

[122] es-Seyyid Kutub, fiZilali’l-Kur'ân, Beyrut, 1982, VI, 3746.

[123] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Çelik, Kur’an Semantiği Üzerine, Ekev Yayınevi: 63-64.

[124] Mü'rain sûresi, 40/37

[125] Müzzemmil: 73/8.

[126] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 317. (5430-5431)

[127] Kaf: 50/7.

[128] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 317-318. (4499)

[129] Haşr: 59/9.

[130] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 318. (4842)

[131] Nisa: 4/108.

[132] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 318. (1460-1461)

[133] Hucurat: 49/12.

[134] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 318. (4473)

[135] Yunus: 10/3.

[136] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 318. (2670-2671, 3859)

[137] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 319. (4575)

[138] Şems: 91/10.

[139] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 319-320. (5862)

[140] Hadid: 57/21.

[141] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 320. (4751)

[142] Mülk: 67/3.

[143] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 320. (5181)

[144] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 320. (4717)

[145] Furkan: 25/33.

[146] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 320-321. (26-27)

[147] Teğabun: 64/9.

[148] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 321. (5028-5029)

[149] Müslim, Hacc, 426; İbn Mâce, Duâ, 20; Tirmizî Deavât, 41.

[150] Tahrim: 66/2.

[151] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 321-322. (5109)

[152] Tur: 52/33.

[153] Ankebut: 29/29.

[154] Ferra, Meani, 1955, c. 2 s. 316.

[155] Zemahşeri, Keşşaf, 1997, c. 3. s. 456.

[156] Semerkandi, B. Ulum, 1996, c. 2 s. 658.

[157] Nisaburi, Burhan, 1996, c. 2 s. 161.

[158] Celaleyn.

[159] Medarik.

[160] Beyzavi.

[161] Abdulcelil Bilgin, Kur'an'da Deyimler ve Kur'an'ın Anlaşılmasındaki Rolü, Pınar Yayınları, İstanbul, 2003: 151-153.

[162] Tekvir: 81/1.

[163] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 322. (5594)

[164] Kasas: 28/80

[165] Fussilet: 41/35

[166] Neml: 27/6

[167] Kamer: 54/25

[168] Mü'min: 40/15.

[169] En' am: 6/9

[170] Kurtubî, 17/63

[171] Naziat: 79/25, Nisa: 4/84.

[172] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 323. (5661)

[173] Tevbe: 9/67

[174] Tâhâ: 20/115

[175] Furkan: 25/1, İsra: 17/105, Bakara: 2/22, 176..

[176] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 323. (3561-3562)

[177] Rûhu'l-meânî, 30/97

[178] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 324-327. (9-13)

[179] Furkan: 25/34, Saffat: 37/4.

[180] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 327-328. (5426-5427, 3948)

[181] İsra: 17/1, Hadid: 57/1, İsra: 17/44, Nur: 24/41, Bakara: 2/116.

[182] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 328. (3142-3143)

[183] İbn Manzûr, a.g.e., II, 470.

[184] İmruu'l-Kays, a.g.e., s. 154.

[185] el-A’şâ, a.g.e., s. 154. Ancak buradaki beyitte "sebbih" yerine "salli" kullanılmıştır. krş. İbn Manzûr, a.g.e., II, 473.

[186] ez-Zemahşeri, Esâsu'l-Belâğa, Beyrut, 1979, s. 382.

[187] el-Kurtûbî, a.g.e., I, 276.

[188] ‘Ude, a.g.e., s. 110, 111. Yrd. Doç. Dr. Ahmet Çelik, Kur’an Semantiği Üzerine, Ekev Yayınevi: 65-66.

[189] Tekvir: 81/6, Mü’min: 40/72.

[190] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 328. (5600)

[191] Zuhruf: 43/30, Sad: 38/4, Yunus: 10/79.

[192] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 328-329. (4312)

[193] En'âm: 6/96

[194] Mü'min: 40/61

[195] Yûnus: 10/67

[196] İbrahim: 14/14

[197] İbrâhîm: 14/45

[198] Bakara: 2/35

[199] Havva'nın Âdem'den; Âdem'in kaburga kemiğinden yara­tıldığı iddiası, Kur'ân'a değil; Tevrat'a, daha doğrusu Tev­rat'ı tahrif edenlere aittir. (Redaktör).

[200] A'râf: 7/189

[201] Âyette -görüldüğü gibi- şâhid gösterilecek bir taraf yoktur. Zümer: 39/6

[202] Tevbe: 9/103

[203] Feth: 48/18. Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 426-428.

[204] Taberî, II/407

[205] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 330. (1111-1112)

[206] En'âm: 6/60

[207] Zümer: 39/42

[208] Mâide: 5/117

[209] Hz. İsa'nın, ölüsünün ya da dirisinin fîziken göğe yükseltil­diği/kaldırıldığı iddiası, dayanaktan yoksundur. Meğer ki, semaya yükseltilme, -Hz. İdris için olduğu gibi (bkz. Mer­yem: 19/57)- yüce bir mekana/konuma yükseltilme manasında olsun. (Redaktör) Âl-i İmrân: 3/55

[210] Mü'min: 40/77

[211] Secde: 32/11

[212] Nahl: 16/32

[213] Nahl: 16/28.Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 360-361.

[214] Çığman, M. Kenan, Kaza Kader Hayır Şer Rızık Ecel ve Tevvekkül, Ankara, tsz., s. 241.

[215] el-İsfehânî, a.g.e., s. 454. İbn Manzûr, a.g.e., XI, 734.

[216] Çığman, a.g.e., s. 245.

[217] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Çelik, Kur’an Semantiği Üzerine, Ekev Yayınevi: 131-132.

[218] Kasas: 28/24

[219] Neml: 27/28

[220] Tevbe: 9/92

[221] Mâide: 5/49

[222] Nisâ: 4/80

[223] Yûnus: 10/72

[224] Zâriyât: 51/54

[225] Asıl nüshada, yevme Bedr lafzı, yevme yudebbiru ibaresine benzemektedir. Mukâtil'in Tefsiri'nde bu lafzın, yevme Bedr olduğunu pekiştiren ifadeler bulduk. Çünkü Enfâl: 8/15 âyetinin tefsirinde şunları söylemektedir: "Ey îmân edenler! Küfredenlerle (Bedir Günü Allah'ın birliğini inkâr edenlerle} toplu halde karşılaştığınız zaman... "

[226] Enfâl: 8/15-16

[227] Ahzâb: 33/15

[228] Asıl nüshanın 82-85. sayfaları, daha önce geçen ifadelerin bir tekrarıdır. İstitâ'at lafzının ikinci anlamını tekrarladık­tan sonra tevelli lafzım dört şekilde tefsir etmekte ve bunu 83-84. sayfalarda tekrar etmektedir. Bundan sonra ise 85. sayfada ruh kelimesini ele almaktadır. Buna karşılık 82. sayfanın sonu, 83. ve 84. sayfada (rakam olarak) kaydedil­memiştir. Ben de, tekrar oldukları için bunları ayrıca kay­detmedim. Tevbe: 9/25 Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 202-204.

[229] el-Bahru'1-muhît, 1/281

[230] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 330. (27, 2169)

[231] Âl-i İmrân: 3/7

[232] Âl-i İmrân/7 âyetiyle ilgili bu açıklamaların aslı-astarı yok­tur. Zira bu âyetin, Hz. Muhammed ve o'nun ümmetiyle de, onların hükümranlık süresiyle de hiçbir alakası bulunma­maktadır. Konu, Kur'ân'ın müteşâbih âyetleriyle ve onla­rın te'vülyle ilgilidir. (Redaktör) Âl-i İmrân: 3/7

[233] A'râf: 7/53

[234] Yûnus: 10/39

[235] Yûsuf: 12/6

[236] Yûsuf: 12/21

[237] Yûsuf: 12/101

[238] Yûsuf: 12/100

[239] Yûsuf: 12/37. Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 163-165.

[240] Yusuf: 12/6, 101.

[241] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 330-331. (2864-2865)

[242] Hucurat: 49/12, Hud: 110/3.

[243] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 331. (4477)

[244] İbn Manzûr, a.g,e., XII, 22, 23.

[245] a.g.e., XII, 23.

[246] Nisa: 4/43.

[247] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Çelik, Kur’an Semantiği Üzerine, Ekev Yayınevi: 66-67.

[248] Nebe: 78/14, Naziat: 79/18.

[249] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 331. (5560)

[250] Furkan: 25/62, En’am: 6/152.

[251] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 331. (3611)

[252] Müddessir: 74/49, Müzzemmil: 73/19, Naziat: 79/23.

[253] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 331. (5577)

[254] Maide: 5/3.

[255] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 331-332. (1560-1561)

[256] Tekvir: 81/7, Kıyamet: 75/39.

[257] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 332. (5601)

[258] Bakara: 2/44, 102, 121, 129, 151, Nisa: 4/127.

[259] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 332. (438)

[260] Ra’d: 13/29.

[261] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 332. (2985-2986)

[262] A’raf: 7/133.

[263] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 332-333. (2266)

[264] el-Hakka: 69/11

[265] el-İsfahani, a.g.e., s. 454.

[266] Hakka: 69/11.

[267] Alak: 96/6-7.

[268] Muhammed Abduh, Tefsiru Cüz'i Amme, Mısır, 1967, s. 123.

[269] Naziat: 79/39; Kasas: 28/21, 22; Mü’minun: 23/31.

[270] Bu konudaki âyetler için bkz. Bakara: 2/256, 257; Nisa: 4/51, 60, 76; Mâide: 5/60; Nahl: 16/36; Zümer: 39/17.

[271] Fazlurrahman, a.g.e., s. 248.

[272] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Çelik, Kur’an Semantiği Üzerine, Ekev Yayınevi: 132-133.

[273] Bakara: 2/15

[274] Yû­nus: 10/11

[275] Kaf: 50/27

[276] Sâffât: 37/30

[277] Sâd: 38/55

[278] Nebe: 78/21-22

[279] Tâ-Hâ: 20/24

[280] Tâ-Hâ: 20/81

[281] Hâkka: 69/11

[282] Necm: 53/17

[283] Rahmân: 55/8. Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 282-283.

[284] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 333. (377)