SURE-İ ÂLİ İMRAN.. 2


SURE-İ ÂLİ İMRAN

 

Bu sûre-i kerime Medine-i Münevvere'de nazil olan sûreler­dendir. «206» âyeti cami'dir.

Bu misilli sûrelerin   evvellerinde olan   hurufata ait tafsilât; Sûre-i   Bakara'nın    evvelinde    beyan    olunduğundan    tekrarına

lüzum görülmemiştir. Yalnız sûrenin ismi olduğuna

nazaran manâ-yı nazım :  [Şu sûre; süresidir.]  demek olur.

[Allah-ü Tealâ'dan başka bihakkın mabud yoktur, ancak iba­dete lâyık Allah-ü Tealâ vardır. O Allah-ü Tealâ ki, hayat sıfa­tıyla muttasıf ve kullarının umurunu tedbir ve ahvalini hıfz ile kaimdir.]

Yani; Allah-ü Tealâ cümlenin ma'bududur. Zira; ondan baş­ka ibadete müstehak bir kimse yoktur. Binaenaleyh; herkesin iba­detini zat-ı ülûhiyete hasretmesi lâzımdır. Çünkü; Allah-ü Tealâ daima hayatla muttasıf olduğundan sabittir ve zeval ihtimali yok­tur. Seneler geçmek ve zamanlar devretmekle hayat-ı ilâhiyeye fütur arız olmadığı cihetle her zaman kullarının işlerini tedbîr ve hallerini hıfz ile kaimdir.

İşte bu âyette Vacip Tealâ ibadete müstehak olduğunu hayy ve kayyum sıfatlarıyla ispat etmiştir. Zira bihakkın mabud olma­sına; hayy olması ve ibadet edenlerin umuruna kaim olma­sına; kayyum olması lâzım olduğundan Vacip Tealâ zat-i ülûhiyetini hayy ve kayyum sıfatlarıyla tavsif buyurmuştur.

Beyzavi'nin ve Ebussuud Efendi'nin beyanlarına nazaran bu âyetin İsm-i A'zam olduğu mervidir. Çünkü; Resulullah'ın «İsm~i

A'zam; üç'sûrededir: Birincisi; Sûre-i Bdkara'da;. ikincisi: Sûre-i Âl-i İmrân'dâ ( üçüncüsü; Sûre-i 7'n/ıa'da dur.» buyur­duğu mervidir. (iprçi şu rivayet haber-i âhad kabilinden olduğu cihetle kafi hüküm ifade etmezse de, zan ifade ettiğinden esma-i hüsna içinde Hayy ve Kayyum ism-i şeriflerinin İsm-i A'zam olması muhtemeldir.

Bu sûrenin evvelinden itibaren seksen âyetin sebeb-i nüzulü; Necran beldesinde sakin olan Nasarâdan huzur-u Risalete gelen seksen kişinin mübahaseleridir. Çünkü; Fahr-i Razi ve Hâzin'in beyanlarına nazaran Necran'dan seksen kişi süvari ve yaya olarak kemâl-i gurur ve azametle gelip Mescid-i Resûlullah'a girdiler ve namazlarının vakti olduğu cihetle şarka karşı namaz kıldılar. Bun­ların reisleri (Mesih) ve sahib-i re'yü meşveretleri (Seyyid) ve ule­madan ilm-ü fazılla ma'ruf medrese sahibi (Ebu Harise) Resûlul-lah'la mübahaseye başladılar. Ve Hz. İsa'nın mevtayı diriltmek ve körlerin gözünü açmak gibi mucizeleriyle ülûhiyetini ispata çalış­tılar ve Hz. İsa'nın babası olmamasıyla Allah'ın oğlu olduğunu ispata kalkıştılar w Allah-ü Tealâ'nm «Biz işledik» ve «Biz halk ettik» gibi zatından cemi' siyğasıyla tâbir etmesinden Hz. İsa'nın hâşâ ulûhiyetten bir kısım olmasını ispatçtmek istediler ve «Eğer Allahü Tealâ bir olsa zatından ben lafzıyla tâbir eder de biz laf­zıyla tâbir etmezdi. Şu halde biz tâbiri ulûhiyette şerik olduğuna delâleteder» diyerek kendi zu'mlarmca güya davalarını bu suretle ispat etmiş oluyorlardı.

Resûlullah (S.A.) onları din-i İslama davet etti. Onlar «Biz İs-lâmız» deyince Resûlullah «Yalan söylediniz. Zira; Allah'a veled isnad eyler, salibe ibadet eder ve hınzır eti yersiniz de nasıl İslâm olursunuz» buyurdu. İşte onların «Hz. İsa'nın babası kimdir?» de­meleri üzerine bu sûrenin evvelinden seksen küsur âyetin nazil olduğu mervidir.

Bundan sonra Resulullah (S.A.) «Allah-ü Tealâ'nın hayy olup hayatına zeval arız olmayacağını ve Hz. İsa'ya ise vefat etmek arız olacağını ve îsa (A.S.) hâşâ Allah'ın oğlu olsa, oğulun babaya ben­zemesi lâzım geleceğini ve halbuki Allah-ü Tealâ herşeye kadir ve kullarına kayyim ve mahlukatı halkedip rızıklarmı da verdiği hal­de Hz. İsa'nın bunların hiçbirisine kadir olmadığını ,bilmez misiniz ve İsa (A.S.)'m avârız-ı beşeriyede sair efrad-ı beşerden farkı var mıdır?» buyurunca onlar «Cümlesini biliriz» dediler. Resulullah «Hakikat böyle olunca Hz. İsa'nın ülûhiyetini veyahut Allah'ın oğlu olduğunu nasıl iddia edersiniz?» buyurması üzerine onlar mephût olarak cevaptan âciz olduklarını izhar ettiler. Çünkü batıl davayı ispata çalışan kimseler her zaman hâip ve haşirlerdir.

Bunlar cevaptan acir olunca Resulullah onları lanete [1] da­vet etti. Onlar «Biz seninle lanete girişmeyiz, fakat dinimizi de terkedemeyiz. Şu kadar ki, bizim emvalimizi taksimde beynimizde ihtilâf vardır. Ashabından birini bizimle göndermeni senden rica ederiz. Zira; senin göndereceğin zatın hükmüne razı olacağız. Bi­naenaleyh; aramızdan ihtilâf kalkacaktır.» demeleri üzerine Re­sulullah onların beyninde hakem olmak üzere (Ebu Ubeyde) Hz.'ni gönderdi.

Hulâsa; Allah-ü Tealâ'dan başka mabudünbilhak olmadığını beyanla Nasaranın veled ispatına dair davalarının reddolunduğu ve ulûhiyetin hayat-ı ebediyeyle hayy olup umur-u ibadı daima mu­rakabe ettiği bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [2]

 

Vacip Tealâ vahdaniyetini beyanla veledi ve şeriki olduğunu itikad edenleri reddettikten sonra Resulünün nübüvvetini, ispat etmek üzere buyuruyor.

[Allah-ü Tealâ senin üzerine hakka ve adalete mukarin ki-tab-ı mübini imaletti ki, o kitap kendinden evvel geçen kitapları tasdik edicidir.]

Yani; ey Rasûl-ü Ekrem! Allah-ü Tealâ senin üzerine dünyevi ve uhrevi ve kulların ef aline müteallik ahkâmı cami' olan Kur'ân'ı hakka mukarin ve adalete muvafık olarak ve kendinden evvel na­zil olan kitapları tasdik edici olduğu halde havadisin icabına göre müteaddid vakitlerde tenzil etti.

Bu âyette kitapla murad; Kur'dn'dır. Usül~ü itikadi-yede ve bazı furû-u amalde Kur'ân; Tevrat ve İncil gibi evvel na­zil olan kitapları tasdik ettiğinden evvel geçen kitapları tasdik et­tiğini beyanla ehl-i kitap insafa davet olunmuştur. Kur'ân defaten nazil olmayıp icab-ı hale göre inzali yirmi üç sene imtidad ettiğin­den inzalde kesrete delâlet eden varid olmuştur.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile Kur'ân; geçmiş ümmetlerin ah­valinden haberinde sâdık olduğuna veya cümle ahkâmında insan­ları tarîk-i hakka sevkedip batıldan, nehyettiğine ve muamelâtta nasa adaleti tavsiye edip ubudiyet noktasında insafa davet eyledi­ğine ve manâsı muhkem olup tenakuzdan âri olduğuna işaret için Kur'ân'm hakka mukarin olarak tenzil olunduğu beyanolunmuştur.

Bu âyet; Resûlullah'a itiraz edenleri red ve hakka nebi oldu­ğunu ispat için varid olmuştur. Çünkü; Resûlullah'm ehl-i ilim­den bir kimseyle görüşmediği ve taallüm etmediği halde böyle bir kitabın, kendine nazil olup kütüb-ü sabıkayı tasdik etmesi ve ha­ber verdiği şeylerin vakıa muvafık olması hakka nebi olduğuna delâlet eder. Her ne kadar Kur'ân kütüb-i sabıkayı neshetmişse de kutüb-ü sabıka; Kur'ân'ın nazil olacağını ve evvel nazil olan kitap­ları neshedip hükmünün ilâ yevm-il kıyam baki kalacağını beyane-dip onların beyanları veçh üzere nazil olması kütüb-ü sabıkayı tasdik olduğundan müsaddık olduğu beyan olunmuştur.

Hulâsa; Resûlullah üzerine Kur'ân hakka mukarin olarak na­zil olduğu ve evvel nazil olan kitapların beyanlarına muvafık olarak nazil olmakla onları tasdik ve Kur'ân'm bu minval üzere nazil olması Resulullah'ın risaletini ispat ettiği bu âyetten müstefad olan levaid cümlesindendir. [3]

 

Vacip Tealâ Kur'ân'ın hakka mukarin olarak nazil olup kü-tüb-ü sabıkayı tasdik ettiğini beyandan sonra Kur'ân gibi, Tevrat ve İncil'in de nazil olduklarını beyanetmek üzere buyuruyor.

[Nasa, doğru yolu gösterici oldukları halde Kur'ân'dan evvel Allah-ü Tealâ Tevrat'ı ve İncil'i ve hakla hatıl beynini tefrik eden sair kitapları inzal etti]

Yani; taraf-ı ilâhiden nazil olan yalnız Kur'ân değildir. Zira; Allah-ü Tealâ Kur'ân'dan evvel Hz. Musa'ya Tevrat'ı ve Hz. İsa'ya İncil'i, nâsı hidayette kılıcı oldukları halde inzal etti. Ve sair en-biya-yı izam hazaratı üzerine de hakla batıl beynini tefrik eden kitaplarını inzal eyledi. Şu halde inzal; Kur'ân'a mahsus değildir. Zira; Cenab-ı Hakkın, zamanına göre kullarını irşad için risaletini ihtiyar buyurduğu resullerine kitap inzal etmesi adet-i cariyesin-dendir.

Tevrat'la İncil ve sair kitapların defaten inzal olunduklarına işaret için varid olmuş ve umur-u dünyeviye ve uhrevi yelerinde nâsa, doğru yolu gösterdikleri için hidayetle tavsif olun­muşlardır.

Bu âyette Tevrat'la İncil'in Hidayette kıldıkları nâsla murad; nesholuncaya kadar onlarla amel eden insanlardır, Furkan'la murad; Tevrat'tan daha evvel nazil olan kitaplar olduğu­na nazaran tekrar yoktur. Amma Furkan'la murad? Kur'ân olduğuna nazaran' gerçi Kur'ân'ın inzal olunduğu bundan evvelki âyette beyan olunmuşsa da, sanma ta'zîm ve mahabetini^ilân için bu âyette Kur'ân'ın inzali tekrar zikrolunmuştur.

Fahr-i Razi'nin beyanına nazaran bu âyette Furkan'la murad; enbiya-yı izamın mu'cizeleridir. Çünkü; enbiya üzerine kitaplarını inzal edince ümmetleri tarafından mu'cize istemek ve onların mu-cizeleriyle nübüvvet davalarını ispat edip dava-yı sâdıkayla da-va-yı kâzibe beynini mucizeyle tefrik etmek âdet olduğundan ki­tapların inzalini beyandan sonra, kitapların hak ve nebilerin da­valarında sâdık olduklarını ispat eden mu'cizeleri inzal ettiğini be­yan buyurmuştur. Binaenaleyh Furkan'la murad; mucizeler olmak ihtimali galiptir. [4]

 

Vacip Tealâ vahdaniyetine ve enbiyanın nübüvvetine müte­allik mesaili icmalen beyandan sonra bu kadar açık delilleri terke-derek, küfredenlerin cezalarını beyanetmek üzere buyuruyor.

[Şol kimseler ki, onlar Allah'ın vahdaniyetine ve enbiyanın nübüvvetlerine delâlet eden âyetlerine küfrettiler, onlar için şid­detli azap vardır. Zira; Allahü Tealâ herkese galip, intikam sa­hibidir.]

Yani Allah'ın vahdaniyetine ve enbiyanın nübüvvetine delâ­let eden âyetler meydanda olduğu halde o âyetleri inkârla küfür gibi bir büyük cinayeti irtikâp edenler için, şiddetli azap vardır. Çünkü küfür; cinayetlerin pek büyüğü olduğundan, onun cezası olan azabın şiddetli olacağı tabiidir. Zira ceza; cinayete göre ol­mak adalettir. AUah-ü Tealâ herkese galiptir. Binaenaleyh; vahda­niyetini ve enbiyasını tasdik etmeyenleri şiddetli azapla muazzep kılmaya kadir, intikam sahibidir. Şu halde küfrü irtikâp eden düş­manlarından intikamını alır, onları cezasız bırakmaz.

Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile bu âyette Allah'ın âyeti eriyle murad; enbiya üzerine inzal ettiği kitapları ve mucizeleridir. İşte kitapları ve mucizeleri nazar-ı itibare almayıp belM o âyetlerden i'râz edenlerin şiddetli azapla muazzep olacak­larını beyanla tehditf etmiştir. Ve âyetlerin şanına ta'zîm için (Al­lah) lâfzına muzaf kılınmıştır ki, cinayet Allah'a karşı bir cinayet olduğundan şiddetli azaba istihkaklarının sebebi küfürleri olduğu bilinsin. [5]

 

Vacip Tealâ, nâsın umurunu muhafaza ve murakabe ve enbi-ya-yı ızâm üzerine kitaplar ve mucizeler inzal ettiğini ve küfre­denlere şiddetli azap olacağını beyandan sonra, bu ef alin cümlesi ilme ve kudrete muhtaç olduğundan ilminin ve kudretinin kemâ­lini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Allah-ü Tealâ üzerine yerde ve gökte gizli hiçbir şey olmaz.]

Yani; yeryüzünde ve gökte küllî ve cüz'î olarak iman ve kü­für, hidayet ve dalâlet üzere geçmiş veyahut ileride olacak şeyle­rin hiçbirisi Allah~ü Tealâ üzerine gizli olmaz. Hepsine ilmi lâhik-tir. Binaenaleyh; iman eden kimsenin imanını bilir ve sevabını verir, küfreden kimsenin küfrünü bilir ve onun ceza-yı sezasını verir. Şu halde hiçbir kimse ibadet veya kabahatini Allah-ü Te-alâ'dan saklamaya kadir olamadığından herkes ameline göre ceza­sını bulur.

Bu sûrenin evvelinden itibaren seksen küsur âyetin sebeb-i nüzulü Necran'dan gelen ve Hz. İsa'nın ulûhiyetini iddia eden Na-sâra taifesi olduğu beyan olunmuştu. İşte bu âyet; Nasara'nın da­valarını red ve iptal etmiştir. Çünkü; onlar Hz. İsa'nın bazı mu-gayebattan haber vermesini hâşâ ülûhiyetine delil addederek de­mişlerdi ki «İsa (A.S.) ilâhtır. Zira; Mugayyebatı bilir. Mugayye-batı bilen kimse ilâh olur. Binaenaleyh Hz. İsa ilâhtır.» Necranh-ların şu davalarım Vacip Tealâ bu âyetle reddedip buyuruyor ki «İsa (A.S.) ilâh değildir. Zira; ilâh üzerine hiçbir şey gizli olmaz ve herşeyi bilir, ilm-i tam sahibi olur. Hz. İsa üzerine çok şey giz­lidir. Şu halde ilâh olamaz.» demekle Nasârayı ilzam etmiştir. Hal­buki Hz. İsa'nın bazı mugayyebatı bilmesi Allah'ın bildirmesiyle olduğunu ve bazı mugayyebatı bilmek ülûhiyet mertebesine kâfi olamayacağını, ulûhiyetini iddia eden Nâsara taifesi bilemediler. [6]

 

Vacip Tealâ Nasaranm davalarını ikinci bir delille reddetmek üzere buyuruyor.

[Ve Allah-ü Tealâ şol kadirü kayyumdur ki, sizleri anaları­nızın rahminde dilediği veçh üzere tasvir eder. Zira; ibadete lâyık mabudun bilhak olmadı, ancak zat-ı ülûhiyeti oldu ki, iradesiyle hükmeder ve cümle âleme galip bir uludur ve ef'âli hikmetle dolu bir hakim-i muteâldir.]

Yani; Allah-ü Tealâ sizi erkek veya dişi, siyah veya beyaz, sarı veya kırmızı, güzel veya çirkin, kâmil veya nakıs gibi dilediği suret üzere validenizin rahminde tasvir ve eşkâl ve tabiatınızı tak­dir eder. Hiç kimsenin itiraza mecali yoktur. Çünkü; Allah-ü Tea-lâ'dan gayrı icada ve tasvire kadir ma'bûdün bilhak yoktur. Zira; cümleye galip ve ef'âli muhkem ancak odur. Şu halde sizi anala­rınızın rahminde nasıl tasvire kadirse, umurunuzu tedbire dahi Öylece kadirdir. Çünkü; bir damla nutfeden et, kemik, kan, damar, sinir ve ecza-yı saireden mürekkep olarak insanları gûnagûn şekil­ler üzere halketmesi ve milel-i muhtelife olarak âleme dağıtması kudretinin kemâline delâleteder.

İşte bu âyetle de Hz. İsa'nın ulûhiyetini iddia eden Nasâramn iddialarını Allah-ü Tealâ reddetmiştir. Çünkü; onlar İsa (A.S.)'m Ölüleri ihya ve hastaları iyi etmek gibi mucizelerini görünce «Hz. İsa ilâhtır. Zira; Ölüleri diriltiyor. Ölüleri dirilten ilâh olur. Bina­enaleyh; Hz. İsa ilâhtır» demişlerdi. Vacip Tealâ onların iddiaları­nı reddetmek üzere «İsa (A.S,) ilâh değildir. Çünkü; ilâh olan zat sizi analarınızın rahminde tasvire kadir olur. Hz. İsa ise sizi tasvir ve icada kadir değildi!. Şu halde ilâh olamaz» buyurmuştur. İsa (A.S.)'ın bazı mevtayı ihya etmesi ve sair mu'cizatı; Allah'ın izni ve halkıyla olduğu cihetle ülûhiyetine delâlet edemeyeceğini, ülû-hiyetini iddia edenler idrak edememişler ve binaenaleyh; birtakım batıl itikatlara sapmışlardır. [7]

 

Vacip Tealâ, insanların ecsamına müteallik tedbirini beyan­dan sonra ruhani olan ilimlerini beyanetmek üzere:

buyuruyor.

[Allah-ü Tealâ şol zat-ı ecell-ü a'lâchr ki, ey Resûl-ü Ekrem! Senin üzerine Kur'ân'ı inzal etti ve o Kur'ân'dan bazıları muhkem âyetlerdir ve o âyetlerin ahkâmı açık, halâli ve haramı beyanda kendileriyle amel olunur. Kitabın aslı ve anasıdırlar ve o Kur'ân'-dan diğer âyetlerin elfazı birbirine benzer ve lâkin bazısının ma­nâsı bazısına muhaliftir.]

Bu âyette Kur'ân'ın bazı âyâl1 mukkem demek; Beyzavi'nin beyanı veçhile âyetin manâsım anlamakta güçlük yok yahut delâleti zahir, te'vile hacet yok demektir. Müteşabih demek; manâsını anlamakta tetkike ve düşünmeye muhtaç ve maksûd olan manâya delâleti zahir olmadığından bir takım ihtimalât tasavvuru mümkün demektir. Binaenaleyh Kur'-ân; havas ve avamı davet üzere nazil olduğundan, muhtelif isti-dad erbabının derecelerine göre nazil olmuştur ki, herkes istidadı ve fazl-ü kemâli nispetinde hisseyap olur ve bu vesileyle prbab-ı fazlın mertebeleri fazl-ü kemalden âri olanlardan temeyyüz eder.

Muhkemat; müteşdbihatın manâsım anlamakta merci olduğundan muhkemata kitabın anası denilmiştir. Zira; müteşabi-hattan istihra'c olunan ahkâmın kâffesi muhkematm ianesine muh­taç olduğu cihetle ümm-ül kitap unvanına lâyıktır. [8]

 

Vacip Tealâ Kur'ân'm âyetleri iki kısım olduğunu beyandan sonra Kur'ân'dan istifade edecek insanların da iki kısım olduğunu beyanetmek üzere buyuruyor.

[Kur'ân'ın âyetleri iki kısım olup biri muhkem diğeri müte-şabih olunca şol kimselerin ki, kalplerinde bâtıla meyil var onlar nâs arasına fitne koymak ve itikatlarını ifsad eylemek ve arzula­rına muvafık te'vilini talep etmek için Kur'ân'dan müteşabih olan âyetlere ittiba' eder ve kalplerinde olan fesada binacr muhkemati terkederler. Halbuki insana lâzım olan; muhkem olan âyetlerle amel eylemek ve niüteşabihata iman etmektir. Ve müteşabihatm te'vilini kimse bilmez, ancak Allah-ü Tealâ bilir.]

Yani; kalbinde fesad olan kimse muhkem ve manâsı zahir olan âyetleri terkeder. Çünkü; muhkem olan âyetlerin manâları açık olduğundan derhal amel etmek lâzımdır. Amma kalbi fasid olup, amel etmek istemeyenler kendi arzularına muvafık olarak müte-şabihatın te'viliyie iştigal ederler ve bundan maksatları halkın iti­kadını ifsad etmek ve efkâr arasına ihtilâf düşürüp fitne koymak­tır. Halbuki müteşabihatın ilmi Allah-ü Tealâ'ya mahsustur. İşte bu gibi batıla meyledenler ve doğru yol dururken iğri yol arayan­lar, her zaman her millet içinde bulunmuştur. Çünkü; kalbi eğri olanlar hiçbir zamanda doğru yolu sevmez.

Bu âyette kalbinde batıla meyil olanlarla murad; Uz. İsa'nın ülûhiyetini iddia edenler veyahut süver-i Kur'âniye'nin evvelinde olan hurûf-u mukattaayla ümmet-i Muhammediyenin bekasını istihraç etmek isteyen Yahudiler veyahut mutlaka kâfir­ler olmak ihtimali varsa da, Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile müte-şabihaU batıla te'vil edenlerin cümlesine şâmildir.

Bu gibi ifsadata meydan vermemek için ulema-yı din; kavaid-i İslâmiyeye muvafık surette te'vii ederek birtakım kavaid-i dini-yeye raptla müteşabihatın te'vilini muhkematm manâsıyla tah-kîm ettiler. İşte şu esasa binaen müteşabihatur teVilinde ve KurJ-ân'm manâsını anlamakta lâzım olan sarf,   nahiv,   lr.£pt.   maânî, usul-ü fıkıh ve akaid gibi fünunu tahsil lâzım ve hükümet üzeri­ne erbabım bulundurmak ve yetiştirmek vaciptir. Çünkü; hükü­metin hikmet-i teşekkülünden birisi ve belki en mühimmi ehl-i imanın itikadını ve esasat-ı diniyesini muhafaza ve furûatı tatbik ve icra etmektir. Kur'ân'dan bazı âyetin müteşabih ve bazısının manâsı muğlak olması şu beyan olunan fenlerin erbabının lüzu­muna delâlet eder. Şu halde ahkâmın istinbatına medar olan fen­lerin ihmali caiz olamaz. [9]

 

Vacip Tealâ Kur'ân'ın bazı âyetlerinin manâları zahir olup icmal ve ihtimal gibi şeylerin bulunmaması ve ibaresi halelden mahfuz olmasıyla muhkem ve bazı âyetlerin manâsı hafi olmakla müteşabihat olup müteşabihatm da tevile muhtaç olduğunu be­yandan sonra müteşabihatm tevilini kimlerin bildiğini beyanetmek üzere:

buyuruyor.

[İlminde sebatı olan âlimler «Biz kitaba imanettik. Zira; cüm­lesi bizim Rabbimiz tarafındandır» derler ve kitabın manâsını dü­şünmez, ancak akıl sahipleri düşünür.]

Yani; Kur'ân'ın âyetleri iki kısım olup bir kısmının manâsı açık olmakla muhkem, diğerinin manâsı hafî ve te'vile muh­taç olmakla müteşabih olunca ilimde temekkün ve ta­karrür ederek ilminde itimad olanlar «Biz kitaba imanettik. Çün­kü; gerek muhkem ve gerek müteşabih cümlesi bizim Rabbimiz tarafından gelmiştir. Binaenaleyh; bizim herbirine iman etmemiz vaciptir ve biz de herbirine imanettik» derler ve Kur'ân'ın ma­nâsını tezekkür edip düşünemez, ancak akıl sahipleri düşünebilir. Zira; onların zihinlerinin cevdeti ve nazarlarının hiddeti âyetle­rin manâlarını tezekkür etmeye müstaiddirler. Binaenaleyh; Kur'-ân'ın manâsıyla mutanassıh olan kimseler de akıl sahiplendir.

Fahr-i  Razi  ve  Kazi'nin  beyanları   veçhile   bu   âyette  ild kıraet vardır: Birincisi; üzerine vakfedip iptidayı kelâm olmaktır. Bu kıraete

nazaran âyetin manâsı: [Müteşabihatın te'vilini Allah'tan başka kimse bilmez, ancak Allah-ü Tealâ bilir ve ilminde rusûh olan ule­ma «Biz Kur'ân'a imanettik, hepsi Rabbimiz tarafından geldi» de­mekle iktifa ederler, müteşabihatın te'viliyle iştigal etmezler ve ilmini Allah-ü Tealâ'ya tefviz ederler.] demektir.

Âyetteki kıraetin, ikincisi; lâfzının lâfzı üzerine atfolunmasıdır. Buna nazaran manâ-yı nazım : [Kur'ân'da müteşabih olan âyetlerin tevilini kimse bilmez, ancak Allah-ü Te­alâ ve ilmiyle âmil olan ulema-yı rasilıun bilirler. Ve ulema mü­teşabihatın te'vilini bilmekle beraber «Biz müteşabihatın ve mııh-kematin cümlesine imanettik. Zira; cümlesi bizi ıslah için Rabbi­miz tarafından gelmiştir» derler ve Kıu*'ân''dan "intifa etmez, an­cak akıl sahipleri intifa eder. Zira; maânisini lâyıkıyla düşünebi­len onlardır. Çünkü; aklı olmayanlar elbette düşünemezler] de­mektir. Buna nazaran müteşabihle murad; sa'y-ü gayret ve teemmül ve tefekkürat ve havaide tatbik ile ulemanın manâ­sını bildikleri âyetlerdir. Sûrelerin evvellerinde olan harfler de­ğildir.

İlimde râsih olan ulema ile murad; ilmiyle âmil ve Kur'ân'ın manâsını anlamakta lâzım olan ferilere vukuf-u tâm-mı bulunan erbab-ı fazilettir ki, bu misilli ehl-i ilmi Cenab-ı Hak akıl sahipleri olmalarıyla sena buyurmuştur.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile ilimde rasih olmak; ilmini hazımla mütevazı ve muharremattan içtinapla mütteki ve dünyaca hırsı terkle zühdü İltizam ve nefsiyle mücahede etmeye mütevakkıftır. Binaenaleyh; kavaid-i İslâmiyeye ve tefsirde bilin­mesi lâzım olan fenlere tatbik etmeksizin reyiyle tefsir hatadan salim olmadığı cihetle caiz değildir. Çünkü; Resûlullah «Bir kim­se Kur'ân'ı kendi reyiyle tefsir eder ve nefsinin arzusuna tevfik etmek isterse Cehennem'de oturacağı mahalli hazırlasın buyur­muştur. Şu kadar ki bu hadîsten maksad-ı nebi; uKavaid-i İslâmi­yeye muhalif tefsir ederse» demektir

Bu âyette beyan olunan iki kıraetten birincisi; selef nıezhebine muvafıktır. Çünkü; onlar müteşabihatın asi ma îman ilmini, Vacip Tealâ'ya tefvizle iktifa etmişlerdir. İkincisi; halef mezhebi­ne muvafıktır. Zira onlar; «Beşerin ıslahı ve intifaı için nazil olan Kur'ân'da manâsı bilinmeyen şey olmaz. Binaenaleyh; müteşabi­hatın manâsını Allah-ü Tealâ bildiği gibi ilminde rusûh olan ule­ma dahi bilirler» derler. Müteşabihatın kavaid-i diniyeye muvafık te'vilJe iştigal etmekle, hava ve hevesine mutabık tefsir etmek is­teyenleri reddederler. [10]

 

Vacip Tealâ ilminde rasih olan ulemanın muteşabihata iman ettiklerini beyandan sonra Cenab-ı Hakka tazarrularını beyanet-mek üzere buyuruyor.

[Ey bizim Rabbimizî Sen bizi îmana hidayetten sonra kalple­rimizi doğru yoldan batıla meylettirme ve sen kendi indinde bize, imanımızda sebat etmemizi lütfet. Zira; sen kullarına herşeyi ve­ricisin.]

Yani; ilminde rusûh olan ulema muteşabihata imandan sonra Rablarına tazarru' eder ve derler ki «Ey bizi enva-ı nimetiyle ter­biye eden Rabbimiz! Sen bize doğru yolu gösterip, imana muvaf­fak kıldıktan sonra kalplerimizi batıla meyletmekten muhafaza et ki, biz doğru yoldan çıkmayalım ve sen kendi indinden bize rah­met ihsan et ki, biz o rahmet sebebiyle senin rızana nail olalım ve hak üzere sebatımızı tevfik et ki, biz necat bulalım. Zira; kul­larına istediklerini verirsin.»

Vehhab ; herkese istidadına ve istihkakına göre istedi­ğini verici demektir. Bu dua ulema-yı rasihînin duasıdır ve bunu beyanla Cenab-ı Hak insanlar ne kadar erbab-ı kemâlden olsalar Rablerine iltica etmekten hâli kalmamak lâzım olduğuna işaret etmiştir.

Beyzavi'nin beyanı veçhile elemek; müte-şabihatın te'vilinde senin razı olmadığın bir te'vile kalbimizi mey­lettirme demektir. Veyahut kalbimizi haktan meylettirecek belâ­ya ile bizi müptelâ kılma demktir.

Bu duada rahmet; mutlaka lutj-ü ilâhi olduğu gibi hak üzere sebat ve günahları mağfiret manâsına dahi olur. Buna na­zaran manâyı nazım: [Ya Rabbi! Sen kendi indinde bizi hak üzere sabit kıl ve günahlarımızın mağfiret olunmasını bize ihsan et] de­mektir.

Ehl-i ilim bu duada insana lâzım olan tertibe riayet etmişler­dir. Çünkü; bir hanenin süprüntüsûnü temizlemek, o haneyi tez­yin etmekten mukaddem olduğu gibi, insanın kalbini itikad-ı ba­tıldan tathir eylemek o kalbi ahlâk-ı hamideyle tezyin etmek üze­rine mukaddem olduğundan ulema-yı rasihîn evvelâ kalplerinin batıla meyletmemesini ve saniyen de atiye-i ilâhiyesini ihsan et­mesini, Rablerinden istirham etmişlerdir. Binaenaleyh; her mü'-min için duasında bu misilli tertibe riayet ve Rabbisine her zaman iltica etmek bir vazife-i diniyedir. Rahmet lâfzı birçok manâya de­lâlet ettiğinden Allah'tan rahmet istemek azıcık bir lâfızla birçok şey istemektir. Zira rahmet; kalpte imana ve nur-u irfana ve âza ile ibadete ve dünyada esbab-ı maişetin suhuletine ve hin-i vefatında sekeratın ve kabirde sualin kolaylığına ve âhirette Cen-nefe şâmil olduğundan rahmetle dua; dünyevi ve uhrevî matlu-batın kâffesini cami' ve müfit bir duadır. Şu beyan olunan meta-lip; insan için gayet büyük olduğundan bu duada rahmet lâfzı ta'zîme delâlet eden tenvinle varid olmuştur. Çünkü; insan için dünya ve âhiret saadetine nail olmaktan daha büyük birşey ola­maz. Binaenaleyh; taraf-ı ilâhiden ihsan olunan rahmetin derecesi pek büyük olduğundan, kullar tarafından her zaman istenmeye lâyıktır. İşte şu esasa binaen ulemanın istirhamı iki şeyden iba­rettir: Birincisi; kalplerinin batıla meyletmeyip itikad-t hak üzere sabit olmasıdır. İkincisi; Rablerinden rahmet istemektir. Rahmet ise, beyan olunduğu veçhile bütün saadata şâmil olduğundan mü'-min için her zaman istenmeye lâyıktır. [11]

 

Vacip Tealâ ilminde rusûh olan kimselerin rahmet ve hidayet istediklerini beyandan sonra dualarının bakiyesini beyanetmek üzere buyuruyor.

[Ey bizim Rabbimiz! Sen asla vukuunda şüphe olmayan bir günde hesap ve ceza için nâsi cem' edeceksin. Zira; cem' edeceğini vaadettin. Allah-ii Tealâ vadinde hulfetmez.] Şu hâlde amelleri­nin cezasını görmek için nâsm kıyamet gününde cem' olacağında dahi şüphe yoktur.

Rasihûnun bu sözlerinden maksatları; yalnız dünyaya mün­hasır olmayıp âhiret saadeti de dualarında dahil olduğunu beyan-etmektir. Binaenaleyh; demek isterler ki «Ya Rabbi! Duamızdan maksadımız, dünyada nimetinden mahrum olmadığımız gibi âhi-rette dahi mesud olmaklığımızdır. Rasihûn işte böyle demekle Ce-nabı Hakka tazarru'la yevm-i kıyamete imanlarını da izharettiler ve vaad-i ilâhide hulfolmadığını ilâveyi dualarının kabulüne vesi­le kıldılar. [12]

 

Vacip Tealâ ehl-i imanın hallerini ve dualarını beyandan son­ra ehl-i küfrün hallerini beyanetmek üzere buyuruyor.

[Şol kimseler ki, onlar kâfir oldular. Gerek malları ve gerek evlâtları, onlardan Allah'ın gazabından hiçbir şey def edemez. İşte şu kâfirler Cehennem'in yanacak tutruğudurlar.]

Yani; malına, ve evlâdına güvenen kâfirlerin malları ve evlât­ları onlara âhirette hiçbir fayda temin edemez ve Allah'ın azabından ayıcık bir cüz'ünü bile onlardan elbette def edemezler. İşte bu kafirler Cehennem'de yanacak odundurlar.

Fahri Razi'nin beyanı veçhile bu âyet kâfirlerin azabının ke­mâline delâlet eder. Zira azapta kemâl; iki şeyle olur: Birisi; inti­fa ederim zannettiği şeyin küllisi zayi' olmaktır. Diğeri; acıtıcı azabın hepsi mevcut olmaktır. Bu âyette kâfirlerin menfaat bek­ledikleri mal ve evlâdın menfaat vermeyeceği beyanolunduğu gibi onların şiddetle acıtıcı Cehennem ateşine tutruk olacakları dahi beyanolunmuştur. Çünkü insanın dünyada belâya ve mesaib ve hücum-ua'dâ ve sair umur-u mühimmede en ziyade güvendiği şey; inalla evlât olduğu halde âhirette bunlardan menfaat göre­meyince bittabi, diğer şeylerin hiçbirinden menfaat görmeyeceği aşikârdır. Ve Cehennem7e tutruk olacaklarım beyan; enya-ı ma­zarratın içtima' edeceğine delâlet eder. Azaplarının bu kadar şid­detli olmasına sebep: bilihtiyar irtikâp ettikleri küfürleridir. Şu halde küfürden kaçman kimse; Cehennem ateşinden nefsini muha­faza etmiş olur ve cismini Cehennemin odunu olmaktan kurtarır.

Vekud ;   ateşin tutruğu, odunu manasınadır.

«İşte şu küfürlerle muttasıf olan kâfirler Cehennem ate­şinin odunu, tutruğu» demektir.

Beyzavi'nin ve Ebussuud Efendi'nin beyanları veçhile bu âyette kâfirlerle murad; bu âyetlere sebeb-i nüzul olan Necran Nasarâsı veyahut Medine-i Münevvere civarında olan Ya­hudiler veyahut Arab'ın müşrikleri olmak muhtemelse de esah olan; küfrü irtikâp eden bilcümle insanlara şâmildir. Zira itibar; lâfzın umumuna olup, sebeb-i nüzulün hususuna değildir.

Hulâsa; bir kimse kâfir olarak âhirete giderse, malı ve evlâdı Allah'ın azabından bir zerresini bile def edemeyeceği cihetle on­ların Cehennem ateşine odun menzilinde olacakları bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [13]

 

Vacip Tealâ Resulüne küfreden kâfirlerin hallerini beyan­dan sonra zaman-ı saadette bulunan kâfirlerin halleri daha evvel geçen kâfirlerin halleri gibi olduğunu beyanetmek üzere buyuruyor.

[Şu kâfirlerin âdetleri Fir'avn'm etbâının ve daha onlardan evvel geçen bilumum kâfirlerin âdetleri gibidir. Zira; evvel geçen kâfirler bizim hakka ve vahdaniyete delâlet eden âyetlerimizi tek­zip ettiler. Binaenaleyh; Allah-ü Tealâ günahları sebebiyle onları muahaze etti. Çünkü; Allah'ın ikabı şiddetlidir.] İşte o geçen kâ­firleri, günahları sebebiyle nasıl muahaze ettiyse, âhir zaman ne­bisine iman etmeyen kâfirleri de, öylece muahaze edecektir. Çün­kü; onlar Resullerini nasıl tekzip ettilerse, bunlar da aynı tekzipte bulunduklarından, onlarda câri olan âdet-i ilâhiye ihlâk olmakla bunlarda dahi aynı âdet câri olacaktır. Çünkü; bir zamanda hela­ke sebep olan küfür, diğer zamanda da helake sebeptir ve küfür; dünyada helake sebep olduğu gibi âhirette dahi azâb-ı ebediye sebeptir.

- Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile zaman-ı saadette bulunan kâ­firlerin âdetleri evvel geçen kâfirlerin âdetlerine teşbih olundu. Çünkü; evvelkiler Hz. Musa'yı ve diğer peygamberan-ı zişanı na­sıl tekzip ettilerse,   bunlar da Resûlullah'ı öylece   tekzip ettiler.

cümlesi nFir'avn'ın kavminin adetleri neydi?» un­vanında varid olan bir suale cevaptır. Yani; «Adetleri, âyetleri tekzip etmekti; diyerek cevap verilmiştir.

Bu âyet-i celile Resûlullah'ı tesliye ve kâfirleri tehdittir; Çün­kü âyet; Resûlullah'ı tekzip eden kâfirlerin akıbet helak olacak­larına delâlet eder. Şu halde düşmanlarının helaklerine delâlet eden delil elbette, Resûlullahı tesliye ve tebşirdir. [14]

 

Vacip Tealâ zaman-ı saadette bulunan kâfirlerin âdet ve akı­betleri evvel geçenlerin âdet ve akıbetleri gibi olduğunu beyan­dan sonra zaman-ı saadette bulunanların muharebede mağlûp ola­caklarını ve Cehenneme haşrolacaklarını dahi beyanetmek üzere buyuruyor.

[Ey Resul-ü Ekrem! Sen kâfirlere «Siz yakında mağlûp olur ve Cehennem'e haşrolunursunuz, ne çirkindir yatacağınız mahal-i Cehennem» de.]

Yani; sana v£ kitabına küfreden kimselere sen gelecek vuku­attan haber olmak üzere «Siz yakında vuku' bulacak muharebede elbette mağlûp olacak ve Cehennem'e cem' olunacaksınız ve nef­siniz için hazırladığınız mahal olan Cehennem ne fena oldu» de­mekle onların dünyada mağlûbiyetlerini ve âhirette muazzep ola­caklarını beyanet.

Beyzavi'nin beyanı veçhile bu âyette kâfirler le murad; müşrikler olmak ihtimali' varsa. da esah olan; Yahüdilerdir. Çün­kü Resûlullah (Bedir) gazasından avdet buyurunca Medine-i Mü-nevvere'de (Beni Kaynuka') Çarşısında Yahudileri cem'etti ve de­di ki «Ey Yehud cemaati! Kureyşe nazil olan belâyanın size de nazil olmasından korkun ve belâya nazil olmadan evvel İslâm olun, necat bulun. Zira; siz benim nebi olduğumu bilirsiniz. Bina­enaleyh; iman etmeniz lâzımdır.» İşbu beyanat-ı Risaletpenahi üzerine Yahudiler feMağrur olma ya Muhammed! Sen ilm-i harbi bilmez bir kavimle muharebe ederek onların cehlinden istifade ettin, bizi onlara kıyas etme. Eğer sen bizimle muharebe edersen karşında fenn-i harbe aşina bir kavim bulursun» demişlerdi. Ayet-i kerimede şu haber verilen mağlûbiyet aynen vaki olmuş­tur. Çünkü; Yahudilerden (Beni Kurayza) kabilesi katil ve (Beni Nadîr) kabilesi de memleketlerinden tardolundular ve (Hayber) fetholunduğu gibi diğerlerine de cizye vaz'edildi. Binaenaleyh; Vacip Tealâ bu âyette Resulüne, ne ki vaadettiyse va'dini incaz ve mugayyebattan haber olup ayniyle husul bulmasıyla Resulünün risaletini bu âyetle de teyit buyurdu. Zira; cereyan eden ahval sıdk-ı nübüvvete delâlet eden mucize kabilindendir. Bu âyette üç hüküm beyavr olunmuştur: Birincisi; mağlûp olacakları haber verildi, ve haber verildiği veçhile mağlûp oldular. İkincisi; Cehen-nem'e cem olacakları haber verildi. İman etmeksizin kati olunup veya vefat ettiklerinden Cehennem'de olacaklarında şüphe yok­tur. Üçüncüsü; Cehennemin çirkin bir mahal olmasıdır ki, enva-ı azaba mahal olan Cehennem; elbette çirkindir. [15]

 

Vacip Tealâ Yahudilerin mağlûp olacaklarım beyandan sonra Yahudilerin kendilerini muharip addetmelerine ve ehl-i İslâmdan adetçe çok olmakla galip olacaklarına dair iddialarını reddetmek üzere buyuruyor.

[Ey müminler! Sizin için iki fırkada büyük alâmet vardır ki, o iki fırka birbiriyle karşılaşırlar. Onlardan birisi fisebilillâh mu-katele eder, diğeri mütemerrid olarak mukatele eder. Mümin olan fırka kâfir olan fırkayı kendinin iki misli olduğunu re'y-elayn görür.

[Halbuki Allah-ü Tealâ   dilediği   kulunu   nusretiyle   te'yîd eder.]

[İşte şu fırkalardan iki misli çok olan fırkanın az olan fırkaya mağlûp olmasında basiret sahipleri için ibret vardır.] Çünkü; galip olacak zannolunan fırkanın mağlûp ve mağlûp olacak zanno-lunan fırkanın galip olmasında elbette azıcık idraki olanlar için büyük ibret vardır. Şu manâ; âyette kitap ehl4 imana olduğuna nazarandır. Hitap Yahudilere olduğuna nazaran manâ-yı âyet; [Ey Yehud kavmi! Sizin için Bedir'de karşı karşıya muharebe eden iki fırkada pek büyük ibret vardır. Zira; o iki fırkadan birisi fırka-i mümine ki, i'lâ-yı kelimetullah için fisebilillâh muharebe eder. Diğeri fırka-i kâfire ki, Kureyş kabilesidir. Onlar şirk üzere kalmajt için muharebe eder ve kendilerinin ehl-i imanın iki misli olduğunu re'y-elayn görür ve galip olacaklarını zannederler. Hal­buki Allah-ü Tealâ dilediği kimseyi kendi yardımıyla teyid ve tak­viye eder. Binaenaleyh; müminler az oldukları halde Allah'ın yar­dımıyla galip oldular. İşte şu azın, çoğa galebesinde idrak ve basi­ret sahiplerine büyük ibret vardır. Ey Yahudiler! Aklınız varsa Bedir vakasında Kureyş kavmi ehli imandan üç misli çok ve alât-ı harbiyeleri mükemmel olduğu halde onların mağlûp ve İslâmın adedi gayet az ve alât-ı harbiyeleri çok noksan olduğu halde galip olmalarında sizin için ibret lâzımdır.» demektir.

Bu hitabın Yahudilere olması makama daha muvafıktır. Çün­kü; bundan evvelki âyette beyan olunduğu veçhile Bedir vak'a-sından avdetinde Besûlullah, Yahudileri İslama davet edince Ya­hudiler «Sen bizi Kureyş'e kıyasetme. Zira; onlar cahillerdir, fenn-i harp bilmezler. Amma bizimle muharebe edersen, karşında kuvvetli bir kavim görürsün» demişlerdi. İşte bunu söyleyen Ya­hudilere Cenab-ı Hak herhalde Bedir vakasından ibret almalarını tavsiye etmiştir. Çünkü; Bedir'de ashab-ı Resulullah, ikisi atlı ol­mak üzere üç yüz on üç zevattan ibaret olup, yetmiş deve, altı zırh, sekiz kılıç vardı. Buna karşı müşrikler dokuz yüz elli kişi olup, yüz atlı ve yedi yüz deve ve yüz zırhları vardı. İşte müşrikler ge­rek adetçe ve gerek vesait-i harbiyece herşeyleri, müslümanlar-dan kat kat fazla olduğu halde, mağlûp olmalarında elbette er-hab-ı basiret için alınacak ibret vardır.

Cenab-ı Hak Yahudilerin de Kureyş müşrikleri gibi mağlûp olacaklarını haber verdi ve akıbet mağlûp olup bir kısmı kılıçla maktul, diğer kısmı memleketlerinden matrud olmuşlardır. Bu âyette kâfirleri kendilerinin iki misli görenler; müminlerdir. Ya­hut kâfirler; müminleri kendilerinin iki misli görmüşlerdir. Çün­kü müminler; her nekadar azsa da Vacip Tealâ, kâfirlerin kuvve-i maneviyelerini kırmak için onların gözlerine ehl-i imanı kendile­rinin iki misli göstermiştir. Zira; harbi kazanmakta en kavi sebe­bin kuvve-i maneviye olduğu her zaman görülmektedir. Yahut kâfirleri müminlerin iki misli gören; Yahudilerdir. Çünkü"; Bedir muharebesini temaşa etmek üzere Yahudiler de çıkmışlar ve biz­zat kâfirlerin ehl-i imanın iki misli olduğunu gözleriyle görmüş­lerdir. Binaenaleyh; Cenab-ı Hak onların, müşrikler gibi mağlûp olacaklarını bizzat müşahede ettikleri Bedir vakasıyla isp?.t et­miştir. [16]

 

Vacip Tealâ Yahudilerin kesretine itibar olmayıp mağlûp ola­caklarını beyandan sonra, ellerinde bulunan malları zail olup bir faydasını göremeyeceklerini beyanetmek üzere buyuruyor.

[Nâs için nefsin arzu ettiği lezaiz-i dünyadan hatunlar ve oğ­lan evlâdı ve altun ve gümüşten kantarlar dolusu mallar ve bin­mek için alâmetlenmiş atlar, koyun, deve ve sığır hayvanatı ve ekinden nefsin istediği şeyler nâsın mahabbet etmesi için tezyin olundu.]                                                         '        -         '         . ,

[İşte şu sayılan mallar ve kadınlar ve oğlanlar hayat-ı dün­yanın nimetleridir ve bunlar zevale maruzdur. Zira; dünya zevale maruz olduğu gibi nimeti de zevale maruzdur. Halbuki AHah-ü Tealâ indinde baki ve güzel merci vardır ve enva-ı nimetler o ma­halde mevcuttur.]

Fahr-i Razi ve Kazi'nin beyanları veçhile şu sayılan nimetlere nâs için muhabbeti tezyin eden; ehl-i sünnet indinde Âllah-ü Tea-lâ'dır. Çünkü; kulun mahabbet ve nefretini halkeden Allah-ü Tealâ'dır. Binaenaleyh; insanlar da şu nimetlere mahabheti halkeden odur. Zira; bu nimetler meşru surette ittihaz olununca âhiret saa­detine sebep olduğu gibi nev'i insanın bekasına hadim esbah-ı is­tirahat ve taayyüşten olduğu için Cenab-ı Hak bunlara mahabbeti tezyin ve bunlarla intifaı mubah kılmıştır. Çünkü; dünyanın ma'-muriyeti ve bekası insanla olup, insanın bekası da şu nimetlerle olacağı şüphesizdir. Bu nimetlere muhabbet lâzım olduğunu be­yandan sonra Vacip Tealâ bunların meta'-ı dünya olup zevali ma­ruz olduğunu beyanla itimad olunmamasını tavsiye buyurmuş ve Yahudilere ellerinde bulunan bu gibi nimetlere güvenmemelerini bey anetm iştir.

Kantar; Araplar indinde yüz bin dinara veyahut bir öküz derisi dolu altına denildiği rivayet olunmaktaysa da, Beyza-vi'nin ve Ebussuud Efendfnin beyanlarına nazaran, hadsiz hesap­sız mala ıtlak olunur. Zamanımızda pek zengin olan kimseye mil­yoner veya milyarder denildiği gibi Araplarda pek zengin olan zata sahib-i kantar derlerdi. İslâmiyetin bidayet-i zuhurunda (Mek­ke)'de yüz kadar sahib-i kantar olduğu Medarik'in cümle-i beya-natındandır.

Mukantara; sahibi tarafından cem'edilerek define yapılmış maldır. Hayli müsevveme; binmek için ni­şanlanmış ve alâmetlenmiş attır. Ensam ; koyun, deve ve sığır hayvanatıdır. Hars; ziraatın her nev'ine şâmildir. Bi­naenaleyh; gerek ekin ve gerek bahçıvanlık ve gerek bahçecilikle hâsıl olan şeylerin cümlesi harsta dahildir.

Dünya nimetleri içinde kadınlarla telezzüz her nimetten zi­yade olup şu telezzüz tenasüle ve nev-i insanın bekasına yegâne hadim olduğundan, âyette nisvan sair nimetler üzerine takdim olunmuştur. Nisvana muhabbetin neticesi evlâd olup, evlâd için­den oğlan, insanın kendi makamına kaim ve â'dâsmı defe ve iş­lerini. tesviyeye kâfi olduğu cihetle kızdan ziyade oğlana mahab-betin tezyin olunduğu beyanolunmuştur. Filhakika insanlarda oğ­lan evlâdına mahabbet, kız evlâdından ziyade olduğu çok kimse­lerde görülür. Bundan sonra esbab-ı taayyüş ve istirahat olan al­tın, gümüş, at ve sair hayvanat ve ziraatle hâsıl olan nimetlere muhabbet beyanolunmuştur.    Binaenaleyh; bu nimetlere ihtiyaç varken, bunları tahsile sa'yi terketmek ve muattal kalmak indal-lah ve indennas mezmunıdur. Çıinkü; Allahü Tealâ'mn bu nimet­lere muhabbet halketmesi, meşru' surette bunları kisbe sa'jet­mek lâzım olduğunu beyandır. Zira; dünyanın imarı ve vakt-i merhununa kadar bekası, insanın bu nimetleri celbe sa'yiyle hâ­sıl olduğundan sa'yi terk; maksadın aksini tevlid eder. Şu kadar ki bütün emelini bunlara hasırla âhiret umurundan gafil olmak ve bunlar vasıtasıyla dünyada tuğyan etmek insan için mehleke olup bu gibi mehlekeden kendini muhafaza etmek herkes için vaciptir. Zira; Cenab-ı Hak bunlara mahabbeti beyandan sonra zilli zail olup, itimad caiz olmadığını ve kendi indinde güzel merci' olan Cennet ve o Cennet'te zevalden masun daimi nimetler olduğuna işaretle kullarını hem dünya hem de âhiret nimetlerini kisbe sa'y lâzım olduğunu beyanla iki cihete de tergib etmiştir. Zira dünya nimetlerini beyandan sonra âhiret nimetlerinin daha güzel oldu­ğunu beyan; âhiretten gaflet caiz olmadığım beyandır. [17]

 

Vacip Tealâ dünya nimetlerini beyandan sonra kendi indin­de dünya nimetinden daha güzel hüsn~ü merci olduğunu beyanını te'kid etmek üzere buyuruyor.

[Ey Resul-ü Ekrem! Dünya nimetlerine ziyade muhabbet edenlere sen de ki »Ben size şu beyan olunan nimetlerden daha hayırlısını haber vereyim mi?»]

[Müttekiler için Rabları indinde Cennetler vardır ki, o Cennetlerde onlar ebedi kalıcı oldukları halde, altından nehirler cere­yan eder ve onlar için tâhir zevceler ve Allah-ü Tealâ tarafından büyük rıza vardır. Zira; Allah-ü Tealâ kullarının amellerini gö­rücü ve istihkaklarına göre ecir vericidir.]                     :

Yani; habibim! Dünya nimetlerine mahabbette ifrat edenlere hitaben sen de ki «Ben bu nimetlerden daha menfaatlı ve hayırlı nimetleri haber vereyim mî? îşte hayır olan nimetler evamire im­tisal ve nevahiden içtinab eden müttekiler için hazırlanmış Cen­netlerdir ki, o Cennetlerin altından sular akar, müttekiler o bağ­lar ve bahçeler içinde ebedî kalacaklar ve istirahat edeceklerdir ve onlar için tab'an sevilmeyecek hayız ve nifâs gibi şeylerden tâ-hire zevceler de vardır. Ve yalnız Cennet ve zevcelerle iktifa olun­maz. Zira; onlar için Rablerinden büyük rızalar da vardır. Çünkü; Allah-ü Tealâ mütteki kullarının ibadetlerini görür ve mükâfatını verir.»

Vacip Tealâ bu âyette âhiret nimetlerinin hayırlı olduğunu beyan buyurdu. Zira; rahm-i rnadere nispetle dünya ne kadar bol ve aydmlıksa dünyaya nispetle âhiret de o kadar boldur. Binaena­leyh; dünyanın bu kadar aydınlığı ve vüs'atiyle beraber âhirete nispetle rahm-i ümmehat mesabesinde karanlık ve dar olunca el­bette âhiret ve onun nimetleri, dünya ve nimetlerinden hayırlıdır.

Âhiret nimetleri müttekilere mahsus olup, herkese müyesser olmayacağını beyanla âhiret nimetlerinin şanına ta'zîm ve hayırlı olduğu ispat olunmuştur. Çünkü; dünya nimetlerinin o kadar de­ğeri olmadığından müttekilere ve müttekilerin gayriye şâmildir. Amma âhiret nimetleri mazarrat ve kederden safi ve zevalden ârî hayr-ı mahzolunduğundan hayırlı kullara nasip olacağı beyan olunmuştur.

Her ne kadar Cennet'te enva-ı nimet mevcutsa da, nimetin çok olmasıyla insanın lezzeti ve rahatı tekemmül etmeyip, ancak zevceyle tekemmül ettiğinden Cenab-ı Hak müttekiler için Cen­net'te ahlâk-ı zemime ve fena söz ve fuhşiyat gibi tab-ı beşerin sevmeyeceği herşeyden pak ve temiz zevcelerle istirahatlerinin tekemmül edeceğini beyan buyurmuştur. Nimetlerle telezzüzün te­kemmülü nimet sahibinin razı ve hoşnut olmasına tevakkuf ettiğinden Cenab-ı Hak Cennet'e giren raüttekilerden razı olacağını dahi beyanetmiştir ki, Cennet'te hiçbir veçhile noksan olmayacağı beyan olunsun.

Hulâsa; Cennet ve nimetleri dünya sarayları ve nimetlerin­den hayırlı olduğu ve müttekiler için âhirette altından nehirler cereyan eder Cennetler bulunduğu ve o Cennet'e girdikten sonra bir daha çıkmayıp, ebeden orada kalacakları ve Cennet'te ünsiyet için her fenalıktan pak zevceleri bulunacağı ve Allah-ü Tealâ'nın ehl-i Cennet'ten razı ve kullarını görücü olduğu bu âyetten müs-tefad olan fevaid cümlesindendir. [18]

 

Vacip Tealâ müttekilerin bazı sıfatlarını beyanetmek üzere buyuruyor.

[Cennet'e müstahak olan müttekiler şol kimseler ki, onlar «Ey bizim Rabbimiz! Senin vahdaniyetine ve resullerine ve kitap­larına iman ettik. Biz iman edince sen bizim günahlarımızı mağfi­ret et ve Cehennem ateşinin azabından bizi sakla» demekle Rab-lannın dergâhına iltica ederler.

Beyzavi'nin beyanı veçhile müttekiler mağfiret talebini mü­cerret imanları   üzerine tertip etmeleri,   yalnız imanın mağfirete

sebep olacağına delâlet eder. Çünkü; ( k ) lâfzı alelekser ma­kablinin mâbâdine sebep olduğuna delâlet ettiğinden, burada ima­nın mağfirete sebep olacağına delâlet eder. [19]

 

Vacip Tealâ müttekilerin evsaf-ı memduhelerinden bazı âhari beyanetmek üzere buyuruyor.

[O müttekiler şol kimseler ki, onlar üzerlerine vacip olan iba-datı edada ve haram olan şeylerden Helislerini muhafazada gör­dükleri zahmetlere sabredici ve sözünde hak ve hayır söylemekle sâdık ve mühimmat-ı umurlarında, Rablerine dua edici ve kendi­lerine taraf-ı ilâhiden verilen rızıktan niyet-i hâliseyle muhtaç olanlara infak edici ve vakt-i seherde Rablerinden mağfiret taleb­eden kimselerdir.]

Sabır; insana isabeteden belâya ve mesaibe feza ve jer-yad etmernektir. Sâdıkın ile murad; sözünde yalan olma­yan ve memur olduğu fiili yerine getiren ve niyetinde sebat ve azmine devam eden kimselerdir. Kanıtın ile murad; iba­detine devam, eden kimselerdir. Münfikîn ile murad; ma­lını nefsine ve ehline ve akrabasına ve envahayrata sarfeden kimselerdir.

Vakt-i seherde feyz-ü bereket, meziyet ve fazilet ziyade olup envar-ı ilâhiyenin kalb-i mümine feyezanına yollar, diğer vakit­lerden daha fazla ve açık ve inşirah ziyade olduğuna işaret için vakt-i seherde istiğfar edenlerin âli derecelere nail olacakları be­yan olunmuş ve seherde istiğfar etmek kemalât-ı insaniyeyi teşkil eden evsaf-ı âliye cümlesinden kılınmıştır.

Vacip Tealâ tarîk-i ilâhiye sâlik olan kimsenin mertebesini bu âyette beşe hasretmiştir. Çünkü; Beyzavi'nin beyanı veçhile insa­nın Allah-ü Tealâ ile muamelesi nefsiyle rıza-yı ilâhiye tevessül etmekle olur ki, nefsini rezâilden men ve fezâil üzerine hapset­mektir. Bu kısma sabırla işaret etmiştir. Rızaya tevessül bedenle olduğundan sözünde sadâkat ve tâate mülâzevıetle olur ki, bu kı­sımlara da sıdkla ve kunutla işaret etmiştir. Yahut malıyla rıza-yı ilâhiye tevessül eder. Bu kısma da müttekilerin mallarını infak etmeleriyle işaret olunmuştur. Abdin rıza-yı ilâhiyi talebi; esbaba tevessülle olduğu gibi, yalnız dua ile dahi olur. Bu kısma da seher vakti istiğfar etmekle işaret olunmuştur. Şu halde bu âyette en-va-ı ibadat dahil olduğu gibi. bilcümle maâsiden ihtirazın lüzumu da dahildir.

Hulâsa; Cennet'e müstehak olan müttekilerin, Rablerinden günahlarının mağfiretini ve nefislerinin Cehennem ateşinden muhafazasını isteyen ve belâyaya sabreden ve sözünde doğru söyle­yen ve ibadet ve taat ve dua ile meşgul olan ve Allah'ın verdiği rızıktan muhtaç olanları infak eden ve vakt-i seherde zamanını zayi etmeyip, istiğfar eden kimseler olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [20]

 

Vacip Tealâ müminleri senadan sonra imanın delilleri zahir olduğunu beyanetmek üzere buyuruyor.

[Allah-ü Tealâ kendi zatından başka mabud-ü bilhak olmayıp ancak kendi zat-1 ulûhiyeti ma'budu bilhak olduğuna adaletle ka­im olduğu halde şehadet etti ve ma'budu hakikî ancak zat-i ulû-hiyet olduğuna melekler ve ilim sahipleri dahi şehadet ettiler ve mabud-ü bilhak olmadı, illâ Allah-ü Tealâ oldu ki, o cümleye ga­lip ve herşeyi bilir, efali hikmetten hâli değildir.]

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile şehadet; bilerek bir ha­kikati olduğu gibi haber vermektir. Buna nazaran Allah-ü Tealâ'nın şehadeti; Kur'ân'da müteaddid delillerle vahdaniyetini haber vermesidir. Meleklerin ve er-b ab -1 ilmin şehadetleri; Allah-ü Tealâ'nın vahid-i hakikî olduğunu delüeriyle haber vermeleridir. Şu halde vahda­niyetine, Allah'ın ve meleklerin ve ulemanın şehadetleri beynin­de fark yoktur. Çünkü; cümlesi vahdaniyeti delâiliyle haber ver­mekten ibarettir. Amma Allah-ü Tealâ'nın şehadeti; vahdaniyeti­ne deliller nasbetmek ve meleklerin ve ulemanın şehadetleri; vah­daniyetine iman ve ikrar olduğu surette şehadetler beyninde fark vardır. Çünkü bu surette Allanın şehadeti; vahdaniyetine delâlet eder âyetler inzal etmektir. Meleklerin ve ulemanın şehadetleriy-se; vahdaniyetine iman ve ikrar etmektir. Binaenaleyh; kelime-i tevhidi lisanla söylemek vacip olmuştur,

Bu âyette ülül'ilim; kat'i delillerle vahdaniyeti ispat eden kimsedir. lâfza-i celâlden hâl olduğuna nar zar an manâ-yı nazım: [Allah-ü Tealâ adaletle kullarının umuru­nu tedbir ettiği halde vahdaniyetine şehadet eder.] demektir. ÜlüVilimden hâl olduğuna nazaran manâ-yı nazım: [Erbab-ı ilim­den herbiri adaletle şehadet eder oldukları halde, vahdaniyetine şehadet ederler] demektir.

Yaşadığı müddette mümin üzerine kelime-i tevhidi tekrar ede­rek devam lâzım olduğuna işaret için, bu âyette kelime-i tevhid tekrar zikrolunmuş ve Hz. İsa'nın ulûhiyetini itikad eden Nasa-rayı reddetmiştir. Çünkü; sûrenin evvelinde beyan olunduğu veç­hile Necran'dan gelen Nasara taifesi Hz. İsa'nın hâşâ ulûhiyetini iddia etmişlerdi. Âyet-i kerime de onları red için nazil olunca on­lara «Siz İsa (A.S.)'m ulûhiyetini iddia ediyorsunuz. Halbuki Al-lah-ü Tealâ ve melekler ve ilim sahipleri ülûhiyetin ancak Vâcib-ül Vücud'a mahsus olduğuna şehadet ederler» demektir.

Şehadetin en büyüğü; tevhide şehadettir. Çünkü şehadetin azameti; iki şeyle hâsıl olur: Birincisi; şehadet olunan meselenin azametiyle, ikincisi; şahidin azametiylediv. Burada mesele; bütün akâid-i hakkanın üss-ül esası olan tevhiddir. Ve şahid ise cümle âlemin halikı olan Allah'tır. Şu halde mesail içinde tevhidden bü­yük mesele ve şahitler içinde Allah'tan büyük şahit olmayınca, Allah'ın tevhide şehadeti en büyük şehadettir. Binaenaleyh; gerek namazda ve gerek sair ibadatta ve ibadetin haricinde vahdaniyete şehadet vacip kılınmış ve ibadetlerin en büyücü addolunmuştur. [21]

 

Vacip Tealâ tevhide şehadetten sonra tevhid \isz: olan dinin, din-i İslâm olduğunu beyanetmek üzere buyuruyor.

[İndallah din; din-i İslâmdır.]

Yani; Allah-ü Tealâ indinde makbul ve mam olan din-i kâmil, ancak din-i İslâmdır. Binaenaleyh; din-i îslâmın zuhurundan sonra din-i İslâmdan maada makbul bir din yoktur.

Dinin asıl manâsı; ceza ise de örf-ü şer'ide din; millet ve şeriat manasınadır. Binaenaleyh; Allah-ü Tealâ'mn kullarına em­rettiği ahkâmın kâffesi bir cezayı mucip olduğundan din denilmiş­tir. İslâm, itaata girmek ve ibadetini ihlâs üzere eda etmek­tir. Müslim; a'mâlİni hâlisen liveçhillâh işleyen kimsedir. Ancak örf-ü şeri'de imanla islâm birdir. Binaenaleyh; her mümin müslim ve her muslini mümindir, hükümde beyinlerinde fark yoktur. [22]

 

Vacip Tealâ makbul dinin din-i İslâm olduğunu beyandan sonra ehl-i kitabın din-i îslâmda ihtilâflarının sebebini beyanetnıek üzere buyuruyor.

[Kendilerine kitap verilen Yehud ve Nasara ihtilâf etmedi­ler, ancak Resulullah'm hakka nebi ve dininin din-i hak olduğuna dair onlara ilim geldikten sonra, riyaset talebinden nâşi hasedle-rine binaen ihtilâf ettiler.]

[Halbuki bir kimse Allah'ın âyetlerine küfrederse yakında cezasını görür. Zira Allah'ın hesabı, gayet süratlidir.]

Yani; din-i hak, tevhid üzere müpteni olan din-i İslâm olun­ca, ehi-i kitabın ihtilâfları olmadı, ancak din-i Islâmm hakkaniye­tine ve âhir zaman nebisinin nebiy-yi hak olduğuna ilimleri hâsıl olduktan sonra ihtilâf ettiler ve bu ihtilâflarının sebebi de elde et­tikleri riyaseti muhafaza sevdasından ve hasedlerinden neş'et et­miştir. Şu halde kitaplarında Resulullah'm sıdk-ı nübüvvetine de­lâlet eden âyetleri inkâr ettiler. Halbuki bir kimse Allah'ın hakka delâlet eden   âyetlerine küfrederse   Allah-ü Tealâ yakında onun ceza-yı sezasını verir. Zira; Allah'ın, kullarının a'nıâlini hesabı ve a'mâl üzere ceza tertibi gayet süratlidir.

Beyzavi'nin beyanı veçhile bu âyette kitap verilen­lerle murad; Yehud ve -N asara veyahut bilcümle küıüb-ü mih-tekaddime erbabıdır. İhtilâfları; din-i İslâmdadır, Çünkü; bazısı hakkaniyetini teslim ederek imanetti ve bazısı asla teslim etmedi ve bazısı «Arab'a mahsustur, bize şümulü yoktur- dediler ve bu inkârın menşei de hasedleridir. Yahut kendi dinlerine ilim hasıl olduktan sonra ihtilâf ettiler. Zira; Tevrat geldi, Hz. Musa, ahkâ­mını izah edip vefat edince Yehud milleti batıl itikatlar icad ve hatta (Hz. Uzeyr) (A.S./a «Allah'ın oğludur» demeye bile cüret ettiler. Kezalik İncil gelip Hz. İsa. ahkâmını tafsil ettikten sonra Hz. İsa'nın gaybubeti üzerine birçok ihtilâfa düştüler ve hatta İsa (A.S.)'a da «Allah'ın oğludur» dediler.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğuna nazaran Hz. Musa'nın vefatı yaklaşınca ulemadan yetmiş kişiye Tevrat'ı teslim edip Yuşa' (A.S.)'ı da onlara reis tayin ederek, ahkâmını muhafaza ve amel etmelerini tavsiye ettiği halde, zaman geçip batın değiştik­çe ihtilâf çoğaldı. Hatta enbiya-yı kiramı katle kadar cüret etti­ler. İşte o zaman Cenab-ı Hakkın (Buht-u Nasır) gibi zâlim bir me­liki onlara musallat kıldığı ve onunla terbiyelerini verdiği mervi-dir. Binaenaleyh; tâbi olduğu dinin ahkâmını terkederck, hava ve hevesine muvafık surette tahrib eden milletlerin enva-ı belâyaya müptelâ olduğu ve vukuattan mütenebbih olmadıkları halde. Al-lah-ü Tealâ düşmanlarını musallat ederek halâk ettiği âlemde her zaman görülen ahvaldendir. [23]

 

Vacip Teaiâ ehl-i kitabın ihtilâflarım beyandan sonra onların davalarını ispat için irad ettikleri delillerine karşı verilecek cevabı beyanetmek üzere buyuruyor.

[Ey Resul-ü Mükerrem! Eğer ehl-i kitap sana karşı Yehudiyet ve Nasraniyetin İslâmiyetten ibaret olduğunu iddia ederek de­liller serdederlerse sen onlara de ki «Ben Cenab-i Hakka İnkıyad ve bütün uzuvlarımla itaat ettim ve bana tebaiyet eden kimseler de aynı haldedirler ve biz her umurumuzu Vacip Tealâ'ya tafviz ettik, halbuki siz böyle değilsiniz.»]

[Ve kendilerine kitap verilen Yehûd ve Nasara'ya ve Arap kavmi gibi kendilerine kitap verilmeyen cahil kavme sen de ki; «Siz İslâm oldunuz mu?» Eğer İslâm olurlarsa tarîk-i Hakka vâsıl olmuşlardır.]

[Ve eğer senden ve senin davetinden kaçarlar ve yüz döndü-rürlerse senin için keder yoktur. Zira senin üzerine vacip olan; ancak unlara ahkâmı tebliğ ve doğru yola irşad etmektir. Halbuki Allah-ü Tealâ kullarının hallerini bilir ve amellerini görür ve her­kesin ameline göre ceza verir. Binaenaleyh, onların davetine ica­bet etmemelerinde senin için zarar yoktur. Çünkü; mes'ûliyet on­lara aittir,]

Yani ey Nebiy-yi Muazzam! Eğer iman etmeyenler tarafın­dan din hususunda mücadele ederler ve batıl davalarını terviç için deliller getirirlerse, sen onlara «Ben ihlâs üzere bütün vücudumla Allah'a inkıyad ve vahdaniyetini tasdik ettim ve bana ittiba' eden kimseler de İslâm oldular. Şu halde sizin sözünüz bana ve benim tâbilerime tesir etmez.» demekle münakaşalarına meydan verme ve sen ehl-i kitaba ve ehl-î. kitabın gayrı ümml olanlara «Bizim olduğumuz gibi İslâm oldunuz mu, yoksa halâ küfür ve inat edi­yor musunuz? Bu kadar hakka delâlet eden delilleri görüp duy­duktan sonra küfre ısrar etmek kadar hamakat olamaz» de. Bu sözler üzerine eğer onlar İslâm olurlarsa, tarîk-i hakkı bulmuş ve tarîk-i dalâlden çıkmış ve nefislerine menfaat etmiş olurlar ve eğer davetinden yüz döndürürlerse senin için mazarrat yoktur, senin üzerine vacip olan; onlara tebliğ etmektir. Halbuki Allah-ü Tealâ kullarının hallerini iyi bilir.

Bu âyetten maksat; delâille mücadeleyi terketmek matlûp ol­duğunu beyandır. Çünkü; Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile âyet, Medi­ne'de nazil olmuştur. Bu âyetten evvel birçok mu'cizatla Resûlul-lah'm hakka nebi ve Kur'ân'ın kelâmullah olduğu ve Allahın vahid-i hakiki olup şeriki ve nazîri olmadığı sabit olduğundan, iman etmeyenler için başka delil getirmelerine hacet kalmamıştır. Zira; hernevi delâil izah olunduktan sonra senin nübüvvetine iti­raz ve davetinden imtina* ile sana husumet ederlerse, sen ve sana ittiba' edenler cümle azanızla Allah'a inkıyad ettiğinizi beyan ve onlara «İslâm olun» demekle emir, kâfidir. Eğer emre itaat eder. İslâm olurlarsa muhakkak doğru yol tutmuş olurlar ve eğer emrine imtisal etmezlerse, zararı onlara aittir. Ayette istif­ham suretinde emirdir. Zira; muhatab olan ehl-i küfür insaftan uzak birtakım muannid ve mütekebbir olduklarından emir, istif­ham suretinde varid olmuştur.

Bu âyette cemi-i a'zanın inkıyadı yüze isnad olunmuştur. Zi­ra, yüzdeki tevazu' ve inkıyad cümle a'zanın tevazuuna delâlet eder. Bu âyetin kıtal âyetiyle mensuh olduğunu beyanedenler var­sa da, esah olan mensuh olmamasıdır. Zira âyet; Resulullah'ı tes-liye için nazil olmuştur. Çünkü; Necran'dan gelen Nasara ile bir­çok mübahase vaki olup, her türlü deliller irad olunduktan sonra halâ Nasraniler, Nasraniyete ve Yahudiler de Yahudiyete ısrar ederlerse onların hidayeti sana ait değildir. Vazifeyi tebliği ifadan sonra onları halleri üzerine terket, merak etme demektir.

Cenab-ı Hak muti' olanları taate tergîb ve âsi olanları günah­tan tenfir için âyetin âhirinde ibadın her halini bildiğini beyanet-miştir. Çünkü; Allah-ü Tealâ'nın her halini gördüğünü bilen bir kimse, bir işi işleyeceği zaman kendisinin göreceği cezayı düşünür. Binaenaleyh; günaha cesaret etmez. Şu halde insan için ef alini şeriate tevfik ederek cümle a'mâlinin cezasını hayır olarak bekle­mek ve rahmet-i ilâhîden ümitvar olmak ve azabından endişe üze­re bulunmak vâcip [24]

 

Vacip Tealâ din-i İmlâmdan i'raz edenlerin bazı hallerini be­yandan sonra ef'al-i kabihalarından bazı âhari beyanetmek üzere buyuruyor.

[Şol kimseler ki, onlar Allah'ın vahdaniyetine delâlet eden âyetlerini inkârla küfreder ve bigayr-ı hakkın nebileri ve sair nâs-tan adaletle emreden kimseleri katlederler. Halleri böyle olunca ya Ekrem-er Rusül! Sen onları elem verici azapla tebşir et.] Al­lah'ın âyetlerini inkârla küfür ve bigayr-ı hakkın enbiyayı ve ada­letle emreden kimseleri katledenlerin cezaları azapla tebşir olun­maktır.

Âyetlerle murad; Kur'ân ve sair mucizat-ı nebeviyedir. Bunlara küfredenlerle murad; gerek ehl-i kitaptan ve gerek gayndan mutlaka kâfirlerdir. Enbiyayı katledenler, Yahu-dilerdir. Çünkü; (Ebu Ubeyde) Hz.'den rivayet olunan bir hadîste Resûlullah «Yahudilerin bir kuşlukta kırk üç nebiyi katlettiklerini ve o nebilerin etbamdan dahi emr-i bilma'ruf etmek üzere kıyam eden, yüz on iki kimseyi ikindi vakti katlettiklerinin beyan et­miştir.

Bu âyet; zaman-ı saadette bulunan Yahudileri âba' ve ecdadı­nın ef aliyle tevbihtir. Çünkü; onlar ecdadının nameşru muamele­lerine razı olup ma'siyete rıza ayn-ı mâsiyet olduğundan tekdire müstehak olmuşlardır. Enbiyanın katli herhalde bigayr-ı hakkın olduğu halde «Bigayr-ı hakkın katlettiler» diyerek tasrih etmek cinayetlerinin azametini beyan içindir. Emr-i bilma'rufla kaim olan kimseyi katil; enbiyayı katil mesabesinde cinayet-i azîme olduğu­na âyet delâlet eder. Zira; Vacip Tealâ enbiyayı katledenlerle emr-i bilma'rufla me§gul olanları katledenleri azapla tebşirde be­raber kılmıştır. Azapla tebşir; erbab-ı cinayatı istihza içindir. Zira tebşir; hayrolan şeyle olur; azab ise serdir. [25]

 

Vacip Tealâ enbiyayı ve emr-i bilma'ruf edenleri katleyleyen-leri azapla tebşir etmesini   Resulüne emrettikten   sonra onların amellerinin mahvolacağını ve yardımcıdan    mahrum olacaklarım beyanetmek üzere  buyuruyor.

[İşte şu enbiyayı katledenler şol kimseler ki, onların amelleri dünyada ve âhirette batıl olmuştur ve onlardan azabı def'edecek yardımcıları da yoktur.]

Yani; bunların dünyadaki amelleri kabul olunmaz. Zira; iman­ları yoktur ve âhirette gözettikleri sevap bedelinde azaba duçar olacaklardır. Binaenaleyh; menfaatleri bilkülliye fevtolacaktır.

Bu misilli cinayete cüret edenlerin halleri rahmet-i ilâhiye-den gayet uzak olduğuna işaret için mertebede uzaklığa delâlet eden lâfzı varid olmuştur.

Hulâsa; kâfirlerin küfürleri sebebiyle amellerinin dünyada ve âhirette mahvolacağı ve onlar için azaptan kurtaracak bir yardım­cıları bulunmayacağı bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesin-dendir. [26]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin amelleri batıl olduğunu beyandan son­ra, ehl-i küfrün hâli inat ve hakka karşı temerrüdden ibaret oldu­ğunu beyanetmek üzerebuyuruyor.

[Habibim! Sen görmedin mi şol kimselerin hallerini ki, onlara kitaptan bir miktar nasip verildi. Beyinlerinde hükmetmek için onlar bir kitabın hükmüne davet olunurlar. Sonra onlardan bir fırka icabet etmez, kitabın hükmünü kabulden i'raz eder olduk­ları halde arkalarına dönerler.]

Yani; sen ehl-i kitabın halini görmez misin ki, onların iman­larını ümid edersin. Onların Tevrat'tan nasibi olanları Tevrat'ın hükmüne davet olunduklarında kendi kitaplarının hükmünü ka­bulden imtina ettiler. Sûrenin evvelinde beyan olunduğu veçhile âyetin sebeb-i nüzulü; Necran'dan gelen Nasara ile Resulullah'ın mübahasesi olduğuna nazaran kitaptan nasip verilenlerle murad; Nasara alimleridir. Evvelki kitapla murad; İncil, ve ikinci kitapla murad; Kur'ân'dtr. Beyinlerin­de hakla hükmetmek için Kur'ân'ın ahkâmım kabule davet eden; Resulullah'tır. Kabulden imtina eden fırka yla mu­rad; huzur-u Risalette bulunan Necran cemaatidir.

Yahut Fahr-i Razi, Kazi ve Hâzinin beyanlarına nazaran âye­tin sebeb-i nüzulü şöyledir: Medine'de birgün Resulullah Yehud'-un medreselerine girerek Yahudileri din-i İslama davet etti. Onlar Resulullah'ın dininden sual ettiler. Resulullah «Millet-i İbrahim üzerineyim» deyince onlar, «İbrahim (A.S.) Yahudidir» dediler. Resulullah «Getirin Tevrat'ı; Hz. İbrahim'in Yahudi olduğuna dair âyet göstern» buyurması üzerine Yahudiler Tevrat'ı getirmekten imtina ettiler. Binaenaleyh; şu rivayete nazaran âyette kitaptan nasip verilenlerle murad; Yahudiler ve kitabla murad; Tevrat'tır. Esasen âyet de vak'ayı tasvir ediyor. Çünkü; onları; Resulullah Tevrat'ın hükmüne davet etti. Onlar da Tevrat'ı getirip hükmüne razı olmadılar. Belki getirmekten i'raz ettiler. Yahut âyetin sebeb-i nüzulü; Hayber eşrafından zina eden bir kadınla o kadına zina eden erkek haklarında recmetmemek için Resulullah indinde bir ruhsat aramak üzere bu mes'eleyi arz etmişlerdi. Resulullah bun­ların recmolunmasıyla hükmedince Yahudiler, hükm-ü Resûlulla-hı kabul etmemek istediler. Çünkü; zani ve zaniye eşraftan olduk­ları cihetle recmi onlara reva görmedikleri için tezvirat cihetine gittiler. Resulullah «Tevrat'ta recim vardır, niçin amel etmezsi­niz?» buyurdu. Onlar Tevrat'taki recmi inkâr etmekle beraber Tevrat'ı getirmeye ve hükmüne razı olmaya ve fakat (Fedek) de­nilen mahalde ikâmet eden Yahudilerin meşhur âlimleri olan (îbni Surya)'nın gelmesine karar verdiler. (İbni Surya) geldi. Huzur-u Risaiette teşekkül eden mecliste (İbni Surya) Tevrat'ı kıraet eder­ken recim âyetine gelince eliyle recim âyetini örtüp diğer âyeti kıraete başlaması üzerine (Abdullah b. Selâm) Hz. «Ya Resülal-lah! Recim âyetini terketti» dedi. Ve.(İbni Surya)'mn elini recim âyetinin üzerinden kaldırtarak recim âyetini okudu, Yahudiler rüsva oldular ve Resûlullah da zanilere recinin hükmünü icra etti. İşte âyet; bu vak'a üzerine nazil olmuştur. Her nekadar âyetin se-beb-i nüzulü Nasara veyahut Yehud hakkında olduğu beyan olun­muş ise de kendilerine taraf-ı ilâhiden kitap verilip de ahkânııyla amel etmeyen ümmetlerin cümlesine şâmildir. Binaenaleyh; Kur'-ân'a muhalefet edenler de aynı hükümde dahil olup âyet-i kerime­de şeriate muhalefet edenlerin cümlesini tehdid etmiştir. [27]

 

Vacip Tealâ ehl-i kitabın kitabullaha davetten i'razlannı be­yandan sonra i'razlarmm sebebini beyanetmek üzere:

buyuruyor.

[İşte ehl-i kitabın kitaplarıyla amelden imtina etmelerinin sebebi; "Bizi elbette Cehennem ateşi messetmez, ancak sayılı bir­kaç gün messeder» demeleridir. Zira; onları, kendi dinlerinde ifti­ra ettikleri şeyler mağrur etti ve bunlar itikatlarım iftira üzere bina edince, şüphesiz vuku' bulacak yevm-i kıyamette Cehennem ateşi onları nasıl messetmez? Elbette messeder ve onlara ebedî do­kunacak ve ihata edecektir. Zira; zulmolunmadıkları halde her ne­fis kesbettiği amelinin cezasını tamamen alacaktır.] Binaenaleyh; bunlar da'irtikâp ettikleri küfrün ve iftiralarının cezasını noksan­sız alacaklardır.

Eyyam-  madude ; bundan evvel beyan olunduğu veçhile kırk gün veyahut yedi gündür ki, bu sözlerinin iftira ol­duğunu beyanla Cenab-ı Hak Yahudileri zemmetmiş ve yevm-i kıyamette cem'olup bu sözlerinin cezasını göreceklerini beyanla onları tehdid etmiştir. Çünkü; onlar Samirî'nin tasni' ettiği dana suretine ibadet ettikleri kırk gün adedince azap olunacaklarını ve ondan sonra babaları, dedeleri enbiya oldukları için onların şefa-atleriyle kurtulacakları ve Allah'ın oğullan olduklarına binaen uzun müddet azap olunmayacaklarını itikatla mağrurane iftirada bulunmuşlardır. Binaenaleyh; Cenab-ı Hak onların bu gibi iftira­larını reddeylemiş ve şüphesiz olan yevm-i kıyamette herhalde azap olunacaklarını beyanetmiştir. [28]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin küfr üzere inatlarını beyanettiği gibi mülkün sahibine tazarru' etmenin tarîklerini Resulüne talim et­mek ve istediğini mülküne mâlik kılmakla aziz ve istediği kimse­den mülkünü almakla zelîl ettiğini dahi beyanetmek üzere buyuruyor.

[Habib-i Zişanım! Sen de ki «Ey cümle mülkün sahibi olan Rabbim! Sen dilediğin kuluna mülk verir ve dilediğin kimsenin elinden mülkünü alırsın ve istediğin kimseyi aziz ve istediğin kim­seyi zelil kılarsın ve hayrın küllisi senin kabza-i kudretindedir. Zi­ra; sen herşeye kadirsin» demekle dergâhımıza niyaz et.]

Mülk; kuvvet ve kudret manâsına olduğu gibi tasarrufu mümkün olan şeye dahi mülk denir. Binaenaleyh; Allah-ü Tealâ cümle kuvvet vejcudretin sahibi olduğu gibi cemi-i mahlukatta tasarrufu mümkün olduğundan Malik-ül-Mülk denilmiştir. Zira; ruh sahibi olan ve olmayan bilcümle mahlukatın mâlikidir. Şu halde istediğine mal ve can ve saltanat verir ve aziz kılar ve istediğinin elinden malını alır, zelil kılar. İşte bu esasa binaen Resu­lüne nübüvvet ve mülk-ü saltanat vermekle aziz ve Yahudilerden nübüvvet ve saltanatı almakla zelil kıldı. Ve kezalik Resûlullah'ı ve Ashabım Mekke'den hicrete sebebiyet veren müşrikleri zelil ve Resulünü ve Ashabını Mekke'nin fethi ve sair fütuhatla aziz kıl­mıştır.

Fahr-i Razi ve Hâzin'in beyanlarına nazaran âyetin sebeb-i nüzulü; Mekke ahalisinin Medine'ye hücumları üzerine Resûlullah hendek kazılmasını ve her on iki kişiye kırk arşın yer kazmala­rını emretti. (Selman-ı Farisî) ile arkadaşlarına isabet eden yerde büyük bir taş zuhur edip Resûlullah'a haber vermeleri üzerine Re­sûlullah, o taşı kırarken (Rum) ve (Faris) şehirlerini ve Yemen'de (San'a)'yı gördüğünü ve Cibril-i Emin'in gelip ümmetinin bu bel­deleri feth edeceğini haber verdiğini Ashabına ihbar edince mü­nafıklar, Ashab-ı kirama «Gördünüz mü Resulünüzü! Siz korku­nuzdan taşraya çıkamayıp Medine etrafında hendek kazmakla meş­gul olduğunuz bir gamanda birtakım hülyalarla sizi nasıl aldatı­yor? Rum ve Faris memleketlerini ve Yemen'de SanVyı gördü­ğünü ve oraları sizin feth edeceğinizi haber veriyor. Bunların hep­si gülünç şeylerdir.» demekle Ashab-i kiramdan bazılarını iğfale çalıştıkları zaman, bu âyetin nazil olduğu mervidir. Şu halde âyet-i celile; Resûlullah'm haberini teyid ettiğini ve ileride o beldelere ümmetinin malik olacağını beyanla münafıkları reddetmiştir.

Çok zaman geçmeksizin âyetin sırrı zuhur etmiş ve ashab-ı Resûlullah futuhat-ı azîmeyle memalik-i Faris'e tamamen ve Rum memleketlerinden de birçoklarına malik olmakla aziz ve o belde­lerin sahipleri zelîl olmuşlar ve bu büyük fütuhatı pek uzak ad­deden münafık ve Yahudilerden sağ kalanlar da gözleriyle gör­müşlerdir. Binaenaleyh; bu âyetin mazmunu gaipten haber oldu­ğu cihetle mucizat-ı Resûlullah'tandır. Çünkü; Resûlullah nasıl haber verdi ve âyet nasıl delâlet ettiyse vukuatın ayniyle zuhur etmesi mucizeden başka birşey değildir.

Her zamanda, zamanın icabına göre ehl-i imanı iğfal edecek birçok münafıklar bulunmaktan hâli olmadığı gibi, o münafıklara riyaset edecek birçok (İbn-i Selûl) yani zaman-ı saadette münafık­lara reis olan (Abdullah b. Übeyy) emsalinde kimseler dahi bulunmaktadır Çünkü her vakit hakla batıl çarpışmakta ve batılı ter­viç için birtakım kimseler uğraşmakta ve bu hususta müslüman-ların mazarratına ve fakat kendi- menfaatine dolap çevirenler gö­rülmektedir. Binaenaleyh; dünya ne müminsiz kalır, ne de müna-fıksız. Her ikisi de bulunur. Şu kadar ki, münafıkm hileleri bida­yetinden az bir zaman için revaç bulur gibi görünürse de, hak dai­ma galebe etmiş olmakla münafıkların çektikleri zahmet kadar kârları olmuştur. Binaenaleyh; ehl-i imanın me'yûs olmaması lâ­zımdır. Bu âyette mülk; emvale şâmil olduğu gibi mansıba, nâs indinde nafiz-ülkelim olmaya, ilme, akla, sihhat-i bedene, ah-lâk-ı haseneye, düşmana galebeye ve nusret ve zaferin cümlesine şâmildir. Çünkü; bunların hepsini insana ihsan eden Allah-ü Tea-lâ'dır.

Hulâsa; Allahü Tealâ cemi-i kuvvet ve kudretin ve bilcümle emlâkin maliki olduğu ve .dilediği kimseye mülk verip, dilediğinin elinden mülkünü aldığı ve istediğini aziz ve istediğini zelîl kıldı­ğı ve her hayrın yed-i kudret-i ilâhiyede olduğu ve Allah-ü Tealâ'-nm herşeye kadir olup, kudretinden hiçbir şey hariç olmadığı ve insanın herşeyi Cenab-ı Hak'tan beklemesi vacip olduğu, bu âyet­ten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [29]

 

Vacip Tealâ malik-ül mülk olup izzet ve zillet kendi halkıyla olduğunu beyanettiği gibi kudretinin şümulünü de ispat etmek üzere buyuruyor.

[Ya Rabbi! Sen geceyi gündüze ve gündüzü geceye ithal eder ve diriyi ölüden ve Ölüyü diriden çıkarır ve istediğin kulunu he­sapsız merzuk edersin.]

Yani; Allah-ü Tealâ herşeye kadir olup izzet ve zillet kendi yed-i kudretindedir. Çünkü; Allah-ü Tealâ gecenin bazı saatlerini gündüze ithal eder. Binaenaleyh; gündüz uzar gece kısalır. Diğer zamanda gündüzün bazı saatlerini geceye ithal eder, bu suretle gece uzar, gündüz kısalır ve gündüzün bazısını geceye kalbetmek ve vakt-i âharde bunun aksini yapmakla âlemin nizamını verir ve kullarının mesalihini tedbir eder ve gündüzü, gecenin karanlığıyla ihata ederek gündüz yerine geceyi ve gündüzün zıyasıyla, geceyi ihata edip, gece yerine gündüzü ikame etmekle kudret-i kahiresi-ni hergün herkese göstermektedir. Ve diri insanı meyyit menzi­linde olan nutfeden ve tavuğu meyyit menzilinde olan yumurta­dan ve mü'mini kâfirden çıkardığı gibi, diri insandan ölü menzile­sinde olan nutfeyi ve tavuktan yumurtayı ve mü'minden kâfiri dahi ihraç eder ve istediği kulunu merzuk eder ki, verdiği rızkın sayısı ve ölçüsü olmaz. Binaenaleyh; insanlardan bazıları zengin ve bazıları fakir olur. Fakir olan ne kadar çalışsa, imdad-ı ilâhi ye­tişmedikçe zengin olamadığı gibi zengin de bütün dünya halkı top-lansa inayet-i ilâhiye oldukça, onu fakir kılamazlar. Zira; hepsi Allah'ın kudretiyle hâsıl olur. Kudretinin fevkinde birşey olmaz. îşte bu gibi ahvali halketmesi, herşeyin kudret-i ilâhiye tahtında olduğunu ispat etmiştir. Çünkü; gece akabinde gündüzü ve gündüz akabinde de geceyi ve ölüden diriyi ve diriden ölüyü ve izzet aka­binde zilleti ve zillet akabinde izzeti halketmeye ve istediğine is­tediği kadar rızık verıneye kadir olduğunda şüphe yoktur. Zira; bunlar âlemde her zaman görülen ve inkârı kabil olmayan haki­katlerdendir.

Geceyi gündüze ve gündüzü geceye katmak kürenin devera-myla veyahut başka esbapla hâsıl olsun, bütün dünya halkı cem' olsalar küreyi döndürmek veya başka suretle herbirinin bir zer­resini bile ileri veya geri götürmek imkânı olmadığı malum bir i hakikat olduğundan, gecenin ve gündüzün uzayıp kısalmak sure­tiyle bazı cüzlerinin birbirine ithali ancak kudret-i ilâhiyeyle olup tabiat ve saire eseri değildir.

Bu âyet üç hükmü hâvidir: Birincisi; geceyi gündüze ve gün­düzü geceye ithal, ikincisi; Ölüden diriyi ve diriden ölüyü ihraç, üçüncüsü; istediği kuluna hesapsız rızık ita etmektir ki, bunların cümlesi Allah'ın kudret-i kâmile sahibi olduğuna delâlet eder. [30]

 

Vacip Tealâ zatına ta'zim olunmasını emredip dünya ve âhi-rete malik ve herşeye kadir olduğunu beyanettiği gibi nasla -ne gibi muamele edileceğini ve insana lâyık olan hazine-i ilâhiyeden istimdad edip düşman elinde olan varlığa rağbet etmemek lâzım olduğunu dahi beyanetmek üzere buyuruyor.

[Müminler; müminlerin gayrı kâfirleri dost ittihaz etmesin­ler.]

[Ve eğer bir kimse müminin gayrı kâfiri dost ittihaz ederse, o kimse Allah'ın dostluğundan birşey üzere değildir. Ancak kâfir­lerden korkmak vakti müstesnadır. Eğer onlardan korkarsanız on­lara dostluk   göstermekte ve musahabet   etmekte zarar yoktur.]

Zira zaruret; haramı mubah kılar.

[Ve Allah-ü Tealâ bizzat kendisi sizi onlara dostluktan kor­kutur ve düşman olan kâfire dostluktan sizi meneder.]

[Ve ancak merdiniz Allah'ın huzur-u menevişidir.]

Yani; müminler dinlerinde kardaşı oldukları müminleri ter-kederek düşmanları olan kâfirleri dost ittihaz etmesinler. Binaen­aleyh; gerek karabet ve gerek İslâmiyetten evvel aralarında olan mahabbete binaen onları dost ve kardeş ittihaz etmekle bir mec­liste hem sohbet olarak ehl-i imanın esrarını vermesinler. Onlara, dostluk dolayısıyla küfür ve nifak ve ahlâk-ı fasideleri sirayet edeceğinden ihtiraz üzere bulunmak lâzımdır. Çünkü; insanların yekdiğerine tabiatlarının sirayeti bazı emrazın sirayeti gibidir ve bilhassa küfr-ü nifak marazları derhal sirayet eder. Zira; tabiat-ı beşerin isyana meyli seri olduğundan, müminin imanının siraye­tinden kâfirin küfrünün sirayeti daha süratlidir ve eğer bir kimse onlara muhabbet ve dostlukta devam ederse, Allah'ın mahabbe-tinden hiçbir şeye malik olmaz. Zira dostluğun sânı; dostun dos­tunu dost ve düşmanını düşman ittihaz etmektir. Yoksa Allah'ın düşmanı olan kâfiri dost etmek Allah'a dostluğa münafidir. Şu ka­dar ki, kâfirler size galebe ederler de onlardan korkunuz olursa o vakit dostluk izhar etmenizde zarar yoktur. Zira; zaruret olunca haram olan şeyler mubah olur. Amma icapsız dostluğun mazarrat­tan başka birşey olmayacağına binaen Allah-ü Tealâ, bizatihi kâ­firlerin dostluğundan sizi korkutur ki, kâfire dost olup da gazaba mazhar olmayasmız. Zira; varacak yeriniz ancak huzur-u ilâhidir. Binaenaleyh; dostluğunuzu Allah-ü Tealâ'mn dostlarına hasretme­niz lâzımdır ki, bu vesileyle Allah'ın rızasına nail olasınız.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile müminlerden bazılarının Ya­hudilerle zaman-ı cahiliyede olan dostluklarını idameye onlar da dostları olan müminleri din-i îslâmdan tenfire çalışmaları ve ba­zılarının da Mekke müşriklerine dostluk izhar etmeleri üzerine, bu âyetin nazil olduğu mervidir. Binaenaleyh; Allah-ü Tealâ kâfir­lere dost olmayı ve mahabbet etmeyi bu âyetle haram kılmıştır. Yalnız kâfirler galebe eder ve onlardan korku olursa onlara dost görünmeye ve mahabbet izhar etmeye hatta kalbi imana müsterih olarak onlara mümaşat etmeye müsaade etmiştir. Amma ihtiyaç görüldüğünde ihtiyaç miktarı onlardan yardım talep etmek caizdir.

îşte şu mesağ-ı şer'iye binaen lüzum görüldüğünde bu misilli istianeler vaki olmuş ve olmaktadır. Ve iki devlet arasında olan muahedeye riayetle yekdiğerine karşı mukabele-i bilmişle dikkat ederek muamelât-ı ticariye cereyan eder. Şu kadar ki, bir kimse­nin onlardan malını ve nefsini muhafaza için müdarat caizse de, bu hal başka bir kimsenin zararım mucip olmamasıyla meşruttur. Çünkü; kendi menfaatini gayrın zararında aramak haram-ı kafi olduğundan, müminin bu gibi şeyleri irtikâbı caiz olamaz. Binaen­aleyh; kendi nefsini ve malını nasıl muhafaza ederse, diğer mümi­nin malını ve.canını dahi mümkün olduğu kadar muhafaza etmesi lâzımdır.

Şu esasa binaen düşmana yaranmak için âharin katline ve zinasma ve malını itlafa ve yalan yere şehadetle âharin hukukıinu iptale ve ehl-i İslâmın esrarına kâfirleri muttali kılmaya asla mü-saade-i şer'iye yoktur. Şu halde bazı esbaba mebni, kâfire dost gö­rünmekte muztar kalınırsa gayrın hukukuna1 tecavüz etmemek lâzımdır. Kâfire dostluk fenalığın en nihayeti olduğuna ve bunun üzerine terettüp edecek azabın şiddetine işaret için kâfire dost­luktan Vacip Tealâ bizatihi kendisi korkuttuğunu beyan etmiştir. Bu âyet-i celilede Cenab-ı Hak ehl-i iman için hiçbir zaman düşman olan kâfirleri dost ittihaz etmek caiz olmadığını ve eğer bir kimse kâfire dostluk ederse, Allah'ın dostluğundan çıkacağını beyanla Müslümanlara vesayada bulunmuş ve ehl-i iman için kâ­firlerden menfaat beklemek hata olduğunu beyanetmiştir. Şu ka­dar ki, onlardan ehl-i İslama zarar gelir korkusu olursa onlara dostluk izhar etmekte zarar olmadığını beyanla, bazı fayda ümidi olduğu zaman onlara mudarat etmek caiz olduğuna ve ihtiyaç gö­rülmedikçe onları umur-u müslimînde istihdam caiz olmadığına işaret etmiştir. [31]

 

Vacip Tealâ kâfirleri zahir ve bâtın dost ittihaz etmekten mü­minleri nehyettiği gibi, zahirin bâtına muvafık olması lâzım oldu­ğunu dahi beyanetmek üzere buyuruyor.

[Ya Ekrem-erRusül! Sen müminlere de ki «Eğer siz kalple­rinizde olan herşeyi saklar veya izhar ederseniz, Allah-ü Tealâ onun cümlesini ve yerde ve göklerde olan herşeyi bilir ve Allah-ü Tealâ herşeye kadirdir.»]

Yani; Habibim! Sen müminlere haber ver ki, onlar kâfirlere dostluğu saklar ve kalplerinde nîahabbeti gizlerler veyahut alenî dostluk ederlerse, Allah-ü Tealâ onların cümlesini bilir, saklamak imkânı yoktur. Değil onların kalplerinde olan şeyleri, yerde ve göklerde olan mevcudatı ve onlarda cereyan eden esrarın cümle­sini bilir. Şu halde onların gizli dostlukları üzerine ceza verir. Çün­kü; Allah-ü Tealâ'nın kudreti herşeye kâfidir.

Bu âyette (sudur) sadrın cemidir. Sadr ; kalp ma­nasınadır. Zira; insanın kalbi sadrında bulunduğundan mahal olan sadır zikrolunmuşsa da, o mahalde bulunan kalp murad olunmuş­tur. Yani; «Kalplerinizde bulunan şeyi ister saklayın ister izhar edin hepsini Allah-ü Tealâ bilir» demektir.

Âyet-i celile hafî olarak kâfirlere dostluk eden kimseleri teh-did için varid olmuştur. Zira her şeyi bildiğini kullarına ilâm; ha­fî, celî işlenilen her günah üzerine mücazat edeceğini bildirmek olduğu cihetle herhalde kullarının ma'siyetten ihtira2 etmeleri lâ­zım olduğuna tenbihtir. Binaenaleyh; bir kimsenin kâfirlere zahir­de dost olmadığı gibi bâtında dahi dost olmaması lâzımdır. Zira; zahirde dostluğa nasıl ceza varsa bâtında dostluğa dahi aynı ceza olacağını Cenab-ı Hak, bu âyetle beyan buyurmuştur. [32]

 

Vacip Tealâ düşman olan kâfirlere zaruret olmadıkça dost olmak caiz olmadığını ve herşeyi bilip herşeye kadir olduğunu be-yanettiği gibi kullarını ibadete terğîb ve günahtan tenfîr etmek üzere buyuruyor.

[Zikret habibim! Şol zamanı ki, o zamanda her nefis hayro-larak işlediği amelini gözü Önünde hazırlanmış bulur, asla ziyade ve noksan olmaz ve dünyada işlediği amelini defter-i a'mâlinde mevcud olarak bulur ve kötülüğe dair işlediği amelim ve onun üzerine terettüp edecek azabı görünce ister ki, keşke o ameliyle kendi arasında uzak bir mesafe ve uzun bir müddet olsa da o sey-yiâtını görmese.]

[Ve Allah-ü Tealâ günahınız üzerine azab edeceğini beyanla azap ve gazabından sizi bizatihi korkutur. Zira; Allahü Tealâ kul­larını esirgeyicidir.]    Çünkü;   Alİah-ü Tealâ'nın azabı icab eden

günahlardan kullarını nehyetmesi aynı esirgemektir. Eğer esir­gememiş olsaydı günahın fenalığını ve azabı mucip olduğunu be-yanetmezdi.           '

Fahr-i Razi ve Kazi'hin beyanları veçhile insanın ameli a'râz kabilinden olup, ,yevm-i kıyamette bizzat ameli bulması mümkün olmadığından bu makamda «Amelini bulur» demek; «Her nefis o günde amelini defterinde yazılı bulur ve amelinin cezasını görür» demektir, yoksa «Ayn-ı amelini bulur» manâsına değildir.

Bu âyet; insanları ibadete tergîb ve günahtan tenfîr etmiştir. Zira; her nefsin hayır ve şer amelini bulacağını beyanetmek; el­bette o nefsi hayra teşvik ve serden tenfîr etmektir. Günahın çir­kin olduğunu te'kîd için herkesin günahla kendi arasında uzak me­safe olmasını arzu edeceğini beyanetmiştir ki, ma'siyetin hakika­ten nefret olunacak birşey olduğunu beyan buyurmakla Cenab-ı Hak kullarına re'fetîni izhar etmiştir.

Vacip Tealâ'nın azabına, lûtfu mukabil olduğunu beyan için tahzirden sonra kullarına merhamet ve re'fetini beyan buyurmuş­tur. Binaenaleyh; kulların Allah'ın gazabından korkması ve rah­metinden ümidle yaşaması lâzımdır ve kulların işledikleri günah üzerine derhal azab etmeyip tevbe ve amel-i salih tedariki için mühlet vermesi, Allah'ın kullarına re'feti cümlesindendir. Binaen­aleyh; günah işleyen kimse işlediği günah üzerine nedamet eder ve Allah'tan affını isterse Allah-ü Tealâ, onun tevbesini kabul ve günahını affedeceği diğer âyetlerle sabittir. [33]

 

Vacip Tealâ yevm-i kıyametin azabından kullarını korkutun­ca bazı kimselerin günahlarını Allah'a mahabbetlerinden nâşi iba­det olarak işlediklerini beyanetnieleri üzerine Allah'a muhabbetin Resulüne muhabbetle olacağını beyanetmek üzere buyuruyor.

[Habibim! Sen irşadetmek istediğin kimselere de ki «Eğer siz AUah-ü Tealâ'ya muhabbet ederseniz bana ittiba' edin ki, Allah-ü Tealâ size muhabbet etsin ve günahlarınızı mağfiret buyursun. Zira; Allah-ü Tealâ günahlarım mağfiret edip matluplarına isal etmekle merhamet "eder.»]

Yani; ey Resul-ü Mükerrem! Sen kabahatlerini ibadet adde­dip sana iman etmeyen kâfirlere de ki «Eğer siz Allah'a muhabbet iddianızda sadıksanız emrine ve nehyine inkıyad etmenizle bera­ber bana ittiba edin ki, Allah-ü Tealâ size mahabbet etsin. Zira bana ittiba etmek; Allah'a muhabbet cümlesindendir. Etbâmız muhabbet-i ilâhiyeye sebep olunca, onun eseri olarak Allah-ü Tea­lâ günahlarınızı mağfiret eder. Çünkü; Allah-ü Tealâ gafur ve ra­himdir.»

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile abdin Allah-ü Tea­lâ'ya muhabbeti Allah'ı büyük bilmek ve cemi-i sıfât-ı kemâliyey-le muttasıf ve cemi-i nekaisten münezzeh,olduğunu itikatla bera­ber tâatini ihtiyar ve emrine imtisal ve nehyinden içtinap ve rah­metini ümid eylemek ve gazabından korkmak ve resullerine iman ve muhabbet etmektir, Allah'ın kuluna muhabbeti; kulundan razı olup işlediği ameline sevap vermek ve kusurunu affetmektir.

Beyzavi'nin beyanı veçhile aklı olan kimsenin muhabbeti her zaman Allah'a olmak lâzımdır. Çünkü; kemalât-ı hakikiyenin cüm­lesi Allah'ındır. Binaenaleyh; insanın kendi nefsine kemâl addet­tiği şeyin küllisi hatta vücudu bile Allah'tan ve Allah'ın inayeti olduğunu ve akıbet Allah'ın huzuruna rucu' edeceğini bilen bir kimsenin herhalde muhabbetini Allah-ü Tealâ'ya hasretmesi icabe-der. Zira; Allah'ın gayrıya mahabbet arızîdir. Ve her neye mahab­bet etse bir garaz-ı hasise müstenid olduğu gibi bekası da yoktur, ancak mahabbet kalpte gizli olduğu için onun eseri olan ibadeti yerine getirmek ve emrine imtisal edip nehyinden içtinapla hâsıl olacağından, bu misilli amelleri işlemeyen kimsenin muhabbet id­diası kâziptir. Bunların cümlesinin esası ise Resulüne ittiba ve sün­netini ihya etmek olduğunu Cenab-i Hak bu âyette beyan buyur­muştur.

Âyetin sebeb-i nüzulü; sûrenin evvelinde beyan olunduğu veç­hile Necran'dan gelen Nasara cemaatinin huzur-u Risalette «Bi­zim; Hz. İsa Allah'ın oğludur dediğimiz, Allah-ü Tealâ'ya muhab-betimizdendir» demeleri üzerine bu âyetin nazil olduğu mervidir.

Hulâsa; Allah-ü Tealâ'ya muhabbet, Resulüne ittiba' ile ola­cağı ve Resulüne ittiba etmeyince Allah'a muhabbet iddiası yalan olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [34]

 

Vacip Tealâ zat-ı ülûhiyetine mahabbetin Resulüne ittiba'la hâsıl olacağını beyandan sonra kendine ve Resulüne itaatin vacip olup itaatten i'raz etmenin küfür olduğunu beyanetmek üzere  buyuruyor.

[Ey Resul-ü Muazzam! Sen irşadını murad ettiğin kimselere de ki »Allah'a ve Resulüne itaat edin. Eğer itaatten imtina' eder­seniz Allah-ü Tealâ i'raz etmenize ceza verir. Zira; Allah-ü Tealâ kâfirlere muhabbet etmez.»]

Yani; habibim! Sana ittiba' etmeyenlere sen de ki «Siz Al­lah'a ve Resulüne iman ve emirlerine imtisal ve nehiylerinden iç-tinab etmek suretiyle itaat edin. Zira; itaat etmeniz vaciptir. İtaat vacip olunca, eğer siz itaatten yüz döndürürseniz Allah'ın azabına müstehak olursunuz. Çünkü; Allahü Tealâ kâfirleri sevmez ve ef-alinden razı olmaz. Küfür; onlara mahabbet bedelinde Allah'ın gazabını ve nimet bedelinde Cehennem'in azabını celbeder.

Allah'ın cemi-i ahkâmını kullarına tebliğ eden Resulü olduğu cihetle Resûlullah'a ümmetin itaati vaciptir. Zira şeriati tesis et­mek; ümmetin Resule kemâl-i itaatleriyle olacağından Allah-ü Tealâ Resulüne itaati, kendine itaate müsavi kılmıştır. Resûlullah'a itaatin manâsı; sözünü dinlemek ve tasdik etmek ve emrini tut­mak ve sünnetine ittitia etmek ve siret-i nebeviyesini takib etmek­tir. Çünkü; bu manâca itaat olmazsa şeriat tesis olunamaz. Yoksa Nasaranın itikad-ı batılları gibi Resule itaat; Allah'a ibadet eder gibi Resule ibadet etmek manâsına değildir. Zira; mahlûkattan ne kadar büyük farzolunsa, hiçbir kimse ma'bud olamaz. Ancak ma­budun bilhak; Allah-ü Tealâ'dır. Bundan evvelki âyet nazil olun­ca reis-i münafıkîn (Abdullah b. Übey) zuafa-yı mümininin itikadla-rını ifsad etmek maksadıyla «Muhammed (S.A.) bizi Allah'a iba­det eder gibi kendine ibadete davet ve Nasara gibi bizi itikad-ı ba­tıla sevkediyor» demesi üzerine bu âyetin nazil olduğu mervidir. Çünkü bu âyet; Resûlullah'a ittibaın, emrine imtisal etmek manâ­sına olduğunu beyanetmiştir. Şu halde emrine itaat ile mesleğine sülük etmekten ibadet lâzım gelmediği cihetle bu âyet, o münafı-kın ifsad için ortaya atmış olduğu şüpheyi izale etmiştir ki, itaatle emir; ibadetle emir değildir.

Beyzavi'nin ve Ebussuud Efendi'nin beyanları veçhile Resule itaatten i'raz etmek küfür olduğuna bu âyet delâlet eder. Binaen­aleyh; gazab-ı ilâhiye istihkaklarına sebep; küfürdür ve bu hük­mün kâfirlerin cümlesine şâmil olduğuna işaret için zamîr mev­ziinde ism-i zahir olarak lafzı varid olmuştur.

Çünkü; «E|er itaattan i'raz ederseniz Allah-ü Tealâ sevmez» demek «Siz kâfir olursunuz. Binaenaleyh; Allah-ü Tealâ size mu­habbet etmez» demektir. Yani i'raz; risaletini tasdikten i'raz oldu­ğuna binaen küfür olmuştur. Amma risaletini tasdik edip de ten-bellik ederek sünnetini ihya etmemek suretiyle adem-i itaatten küfür lâzım gelmez. [35]

 

Vacip Tealâ ümmetin rusül-ü kirama itaatleri vacip olduğunu beyanettiği gibi rusül-ü kiramın ind-i ülûhiyette kadirlerinin pek büyük ve beşer içinde itaatleri vacip bir sımf-ı mümtaz oldukla­rım beyanetmek üzere buyuruyor.

[AUah-ü Tealâ ebülbeşer olan Âdem ve şeyh-ül mürselîn olan

Nuh (A.S.)'ı ve âl-i İbrahim olan İsmail ve İshak ve âl-i İmıan

olan Musa ve Harun ve İsa (A.S.)'i ve İsa'nın validesini kendi zamanian âlemleri üzerine ihtiyar ve her birerlerini mucizeleriyle i'zaz ve sair beşer üzerine tafdîl etti. Onlardan bazıları bazılarının zürriyetleri ve nesilleridir.    Allah-ü Tealâ herbirinin münacatını bilir ve işitir.]

Nimetullah Efendi'nin beyanı veçhile Cenab-ı Hak Hz. Âdem'i hilâfet ve niyabete lâyık gördü ve fazilet davasında olan melek­lere emredip Âdem'e secde etmeleriyle faziletini izhar etti ve sair mahlukat üzerine mükerrem kıldı.

Nuh (S.A.)'ın duasıyla yeryüzünde olan bilumum âsileri suya gark eyleyerek Hz. Nuh'u ve etbamı gark olmaktan halâsetti ve bütün düşmanlarının şerrinden kurtardı.

İbrahim (A.S.)'m ehl-i beytini imamet ve hilâfetiyle müşerref kıldı ve Hz. İbrahim'e yevm-i kıyamete kadar mukteda bih olmak manşıb-ı cehlinin zürriyetinden başkasına geçmemesine dua ettir­di ve duasını kabuletti. Binaenaleyh; İbrahim (A.S.)'dan sonra ge­len enbiya-yı izam hazaratı hep onun neslinden gelmiştir. Ve Âl-i jmrdn'dan her birerlerini âharlerinden mümtaz kıldı. Ve bilhassa İsa (A.S.)'ı gözsüzün gözünü iade ve mevtayı ihya etmek gibi ha­rikulade ef ali yedinde halk etmekle muhtar kıldı ve zamanında en hazık tabipler müdafaadan âciz kalarak mu'cize olduğunu i'ti-rafa mecbur oldular. Binaenaleyh; İsa (A.S.) da nübüvvet davası­nı bu suretle ispat etti. İşte burada isimleri zikrolunan zevat-ı ki­ramdan her birerlerini birçok mezaya-yı âliye ve menakıb-i celi-leyle sair nâstan müşerref kıldı ve ümmetlerinin de bunlara itaat­leri vacip oldu.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile mahlukat; iki kısımdır ki biri mükellef diğeri gayr-ı mükelleftir. Mükellef olan gayr-ı mükellef üzerine efdal olduğunda şüphe yoktur. Mükellef olan kısım dört olup bunlar da ins, cin, melek, şeytandır. İns, cinden ve cin, şey­tandan efdaldir. Çünkü; şeytan tamamen kâfirdir. Cinnin mümin­leri ve kâfirleri vardır. Meleklerin küllisi mümin ve mutidir. İn­sanların mı veya meleklerin mi efdal olduğunda ihtilâf varsa da ehl-i sünnet indinde rusül-ü beşer, rusül-ü melekten ve avam-ı be­şer, avam-ı melekten efdaldir. Çünkü; Cenab-ı Hak meleklerin Hz. Âdem'e -secde etmeleriyle emrettiği gibi bu âyette dahi enbiya-yı kiramdan isimleri zikrolunanlarm âlem üzere efdal olduklarını beyan buyurmuştur ki, âlem içinde melekler de dahildir. Binaen­aleyh bu âyet; beşerin melekten efdal olduğuna delâlet eder.

Rusül-ü kiramın evsaf-ı zemimeden safî ve ahlâk-ı hamideyle müzeyyen olduklarına işaret için saffete ve taharete delâlet eden kelimesi varid olmuştur.

Bu âyet; enbiyanın kuvay-ı cismaniye ve ruhaniyelerinde sair nâstan kavi ve şeci* olduklarına delâlet eder. Zira; Allah'ın sair nâs içinden onları ihtiyar etmesi her cihetle onların sair nastan mümtaz olmalarını icabeder. Çünkü; ruh cihetinden tebliğ edecek­leri kimselerden çok yüksek olmasalar, onları irşad ve terbiye et­mek mümkün olamayacağı gibi bedenen kavi ve celâdetli olma­salar birçok hücuma karşı duramazlar. Şu halde nebi olan zat; herhalde ruhan ve cismen sairlerden yüksek olmak lâzımdır ki, emr-i tebliğ lâyıkıyla ifa olunabilsin.

Hâzin, Fahr-i Razi ve Medarik'in beyanları veçhile İmran is-minde iki ihtimal vardır: Birinci ihtimal; (İmran b. Yashur) dur. Buna nazaran Âl-i îmrân'la murad; Musa ve Harun (A.S.) olmak lâzımdır. Zira; (Yashur oğlu İmran) Musa ve Harun (A.S.)'m pe­derleridir. İkinci ihtimal; İsa (A.S.fın validesi tarafından dedesi-dir ki (İmran 6. Mdsdn/dır. Buna nazaran Âl-i İmran'la murad; Hz. İsa ve validesidir. Bu iki İmran arasında bin sekiz yüz sene kadar geçtiği mervidir. Fakat bundan sonra gelecek âyette İm­ran'la murad; (İmran b. Mâsân) olduğuna nazaran bu âyette dahi İmran'la muradın İmran b. Mâsân olması ihtimali racihtir. [36]

 

Vacip Tealâ Âl-i îmrân'ı   ihtiyar ettiğini   beyan buyurduğu gibi Âl-i İmrân'ın bazı menakıbım beyanetmek üzere buyuruyor.

[Zikr et habibim! Şol zamanı ki, o zamanda Imran'ın hare­mi tazarru etti ve dedi ki «Ey Rabbim! Karnımda olan çocuğu dün­ya umurunun küllisinden âzadlı ve hâlis olarak senin ibadetine nezrettim. Ve Beyt-i Şerife hizmetten başka bir şeyle meşgul et­memek üzere ibadetine tayin ettim. Ya Rabbi! Bu nezrimi kabul et. Zira; sen kulların dua ve nezirlerini işitir ve niyetlerini bilir­sin» demekle istirhamda bulundu.]

Bu âyette İmranla murad; İmran b. Mâsân'dır ki Hz. Meryem'in pederidir. O zamanda (Beni Mâsân) Beni İsrail'in ge­rek umur~u saltanat ve gerek umur-u din cihetinden reisleriydi. İmreet-iîmr anla murad; Hz. Meryem'in validesi (Hanne) dir. O zamanda oğlan evlâdı arzu eden kimsenin Beyt-i Mukad-des'e hizmet için nezretmesi âdet olduğundan Hanne, hamil olun­ca karnında olan çocuğu âyette beyan olunduğu veçhile Beyt-i Mukaddes'e nezretti. Kocası İmran «Oğlan olacağını bilmeden nasıl nezrettin, kız olursa nezrini nasıl ifa edeceksin?» demekle itâbetti ve çocuk dünyaya gelmeden (İmran) vefat eyledi. (Hanne), nezrinin kabulünü Cenab-ı Hak'tan beklerken hamli, ümidinin hi­lâfında zuhur edip Meryem dünyaya geldi. [37]

 

Vacip Tealâ (Hanne)'nin erkek evlât doğuracağım ümid eder­ken kız zuhur etmesi üzerine teessüfünü izharla söylediği sözle­rini hikâye etmek üzere buyuruyor.

[Vakta ki (Hanne) hamlini vaz'edip çocuğun kız olduğunu görünce, kemâl-i ye'isle dedi ki «Ey Rabbim! Benim niyetim hâlis ve nezrim kati olduğu halde nezrimi kabul etmedin. Zira; ben nezrettiğim çocuğu kız olarak doğurdum.»    demekle esefini izhar

etti.] Halbuki Allah-ü Tealâ onun doğurduğu çocuğun kız olaca­ğını bilirdi. Binaenaleyh; günlerce ağlamanın ve ye'sü "matemin lüzumu yoktu.

[Oğlan kız gibi olmadı.] Zira; oğlan Beyt-i Mukaddessin hiz­metine yarar ve kız ise yaramazdı. Çünkü; kız hayzı sebebiyle Beyt'in hizmetinde aleddevam bulunamayacağı gibi namahremdi. Binaenaleyh; ecnebi kimselerle de içtima' edemezdi ve kadın oldu­ğu için zayıf, korkak ve bîçareydi.

[(Hanne) sözüne şunu da ilâve ederek dedi ki «Ben çocuğun adını Meryem koydum. İsmi müsemmasına mutabık olsun ve Ya Rabbi! Ben onu ve zürriyetini matrud olan Seylan'ın şerrinden muhafaza hususunda senin himayene iltica eder ve inayetinden mahfuz olmalarını beklerim.»] demekle hasretini izhar ederek mü-nacaatja bulundu ve herşeyi Cenab-ı Hakkın kudretine havale etti.

(Hanne) bu sözlerinin cümlesini makam-ı i'tizarda serdetti. Çünkü; nezrinde «Oğlan olursa nezrettim» gibi bir şart dermeyan etmeyip mutlak zikrettiğinden, kız olunca nezri mutlak yaptığını hata addederek i'tizara lüzum görmüştü. Yoksa bu sözleri Vacip Tealâ'ya bildirmek için söylememiştir. Çünkü; Allah-ü Tealâ'ya ilâma hacet yoktur. (Hanne)'nin mutlak olarak hezretmesi hizmete yarar oğlan olmasını talebe bir vesileydi. Fakat irade-i ilâhi-yeye muhalif talepte fayda yoktur.

Fahr-i Razi ve Kazi'nin beyanları veçhile (Hanne)'nin bu nez­rine sebep; çocuk getirmemiş ve getirmek zamanı geçmiş olduğu halde bir ağaç altında otururken, bir kuş yavrusunu besler görün­ce hulûs-u niyetle Rabbisinden bir çocuk ister. Duası kabul olu­nup Meryem'e hâmil olunca, Cenab-ı Hakka şükrolmak üzere fe­rahından bu nezrini yapar, fakat kız dünyaya gelince izhar-ı esefle itizar eder. Çünkü; onların şeriatlarında oğlanı nezretmek caiz olup kızı nezretmek caiz olmadığından i'tizara lüzum görmüştü.

Meryem; Beni İsrail lisanında ibadet ve hizmet edici ma­nasınadır. Afat-ı din ve âfat-ı dünyadan mahfuz olmasına tefa'ül için adını Meryem koymuştu. Gerçi evlâdın adını koymak babaya aitse de, yukarıda beyan olunduğu veçhile Meryem dünyaya gel­meden pederi vefat ettiğinden ismini koymak vazifesi validesine intikal etmişti. Binaenaleyh; validesi vazifesini ifa ettiğini beyan etmiştir.

Tefe'ul için Meryem ismini vermesi; tefe'ul için evlâda güzel isim koymak mendub olduğuna delâlet eder.    Bu âyette erkeğin kadından efdal olduğunu beyan için varid olmuştur. Yani; «Erkek kadın gibi değil» demektir. Çünkü; erkek ibadette devam eder, kadınların ibadete mani birçok halleri bulunduğun­dan devam üzere ibadet edemezler. Binaenaleyh; Beyt'e hizmet de böyledir. Bundan başka erkeklerin sabrettiği şeylere kadınlar sab-redemez ve harbü darba kadir olamazlar ve aklü kiyasette erkeğe yetişemezler. Gerçi aklü kiyasette kadınlarda da nadiren erkek ayarında fetanetlileri olursa da nadire hüküm taalluk etmez. Çün­kü itibar; ekseredir. [38]

 

Vacip Tealâ Meryem'in validesinin duasının kabul olunduğu­nu beyanetmek üzere buyuruyor.

[(Hanne) nezrinin kabulünü istirham etmesi üzerine Rabbi-si oğlan bedelinde nezrine kızı kabul-u hasenle kabuletti ve Mer­yem'i güzel bitirmekle bitirdi.] Yani; güzel büyüdü ve neşv-ü ne­ma buldu ve Hz. İsa gibi bir oğlan getirdi ve âlem yüzünden men­faat gördü. [Ve Meryem'in umurunu Zekeriya (A.S.) tekeffül etti.]

[Zekeriya (A.S.) her ne zaman yiyeceğini ve içeceğini tes­viye etmek için Meryem üzerine bulunduğu hücreye giderse Mer­yem'in yanında birçok rızıklar bulurdu. Kendinin getirmediği taamları ve meyvaları görünce taaccüp etti ve dedi ki «Ya Mer­yem! Bu rızıklar sana nereden geldi?» Meryem de bu suale ce­vapta «Allah-ü Tealâ tarafından geldi. Zira; Allah-ü Tealâ iste­diği kulunu hesapsız merzuk eder.» dedi.]

Vacip Tealâ'nın Meryem'i güzel kabul ile kabul etmesiyle murad; Meryem'i ve oğlunu Şeytan'ın şer­rinden muhafaza etmesi ve başkalarının nezri 7nescid.de hizmete yaradıktan sonra kabul olunduğu halde Meryem'in hal-i sabave-tinde kadın olarak oğlan bedelinde kabul olunmasıdır. Binaena­leyh; Zekeriya (A.S.) Meryem'i taht-ı tekeffülüne aldı ve Beyt-i Şerif içinde bir hücreye koydu ve güzel terbiye ederek büyüttü.

Fahr-i Razi, Kâzi, Hâzin ve Medarik'in beyanları veçhile (Meryem) dünyaya gelince validesi (Hanne) onu bir libasa sararak Mescid-i Haram'da ibadet ve dersle meşgul olan ulemaya teslim edince, onlar Meryem'in sabavetine bakmadılar. Çünkü; reisleri­nin kerimesi olduğu cihetle derhal kemâl-i şevkle kabul ettiler. Zekeriya (A.S.) Meryem'in teyzesinin zevci olduğundan «Benim karabetim var, umur ve hususuna ben elyakım» demişse de diğer­leri razı olmayarak, kur'aya karar verdiler ve Sûre-i Meryem'de mufassalan beyan olunduğu veçhile kur'a neticesinde Meryem yi­ne Zekeriya'ya isabet etti. Binaenaleyh; Zekeriya (A.S.)'a tevdi' edildi ve Zekeriya (A.S.) da Meryem'in mesalihini tesviyeyi tekef­fül etti.

Âyette zikrolunan mihrapla murad; Meryem'in beytû-tetine tahsis olunan hücredir ki, muhkem kilitle kilitli bir ibadet­hanedir. (Meryem) sütten ayrılıp kendi oturup kalkar bir hale gel-dikten sonra o hücrede ikâmete başlamıştır. Kış günlerinde yaz ve yaz günlerinde kış meyvelerini Meryem'in yanında görünce Zeke­riya (A.S.) onların nereden geldiğini sordu ve Meryem de cevap verdi.

İşte bu âyet-i celile; evliya-yı kiramdan harikuladenin kera­met olarak zuhuruna delâlet eder. Zira; Hz. Meryem'in yanında bu taamların bulunması harikulade olmakla keramet kabüinden-dir. Çünkü; Meryem nebi olmadığından bu hâlâta mu'cize denile­mez, ancak keramet denir. Allah-ü Tealâ'ya ibadetle takarrubeden sevgili kulları yedinde bu gibi kerametlerin vukuu inkâr olunur birşey değildir. Çünkü; vukuu çoktur.

Hulâsa; Cenab-ı Hakkın, Meryem'in validesi (Hanne)'nin nez­rini kız olduğu halde kabul edip güzel neşvü nema verdiği ve Ze-keriya'nın Meryem'in mesalihini tesviyeyi tekeffül ettiği ve her ne zaman Zekeriya (A.S.) hücresine girerse türlü türlü rızıklar bu­lup Meryem'e onların nereden geldiğini sorduğu, Meryem'in de ta-raf-ı ilâhiden geldiğini beyanla cevap verdiği gibi Cenab-ı Hakkın dilediği kulunu hesapsız merzuk edeceğini dahi beyanettiği bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [39]

 

Vacip Tealâ Hz. Meryem'in indinde zuhur eden harikuladeye Zekeriya (A.S.)'m muttali olduğunu beyanettiği gibi Meryem'de zuhur eden hârikaya bakarak vakti geçmişse de harikulade olarak hareminden çocuk doğmasını Rabbisinden istediğini beyanetmek üzere buyuruyor.

[O mekânda Zekeriya (A.S.) Rabbisine dua etti ve dedi ki «Ey benim RabbimN Kendi indinden bana bir zurriyet ver ki o asürriyet fena olan şeylerin cümlesinden temiz olsun. Zira; duayı işitirsin ve dua edenlerin istediklerini verirsin» demekle Rabbisi­ne tazarru1 etti.]

Yani; Zekeriya (A.S.) her zaman acayib-i ilâhiyeyi tefekkürle meşgul olduğu halde Meryem indinde harikayı görüp Meryem'in söylediği hakimane sözleri dinleyince kendi makamına bir halife halk olunmasını istirham etmek üzere hemen o saat ve o mekânda enva-ı nimetleriyle kullarını terbiye ve taltif eden Rabbisine dua­ya başladı ve merhametine iltica etti ve dedi ki «Ey benim Rab-bim! İmran'in haremine Meryem'i verdiğin gibi bana da ind-i ülû-hiyetinden temiz ve cemii nevakıs-ı beşeriyeden pâk ve nezih ve senin rızana muvafık bir velet ihsanet. Zira; sen dua edenlerin du­alarım işitir ve istediklerini lütfedersin.» demekle istirhamda bu­lundu.

Zekeriya (A.S.)'m Meryem indinde gördüğü harikalardan im­renerek veled istemesinden; ondan evvel haşa Allah'ın kudretinde tereddüd üzere bulunması lâzım gelmez. Zira; kudret-i ilâhiyeyi tamamiyle müdrikti. Ve kuru ağaçtan yaş meyvanın ve her türlü amelden kalmış şeyh-i faniden taze çocuğun halk olunacağını bi­lirdi. Lâkin «Allah-ü Tealâ birşeyi murad edince esbabını hazır­lar.» fahvasınca Hz. Zekeriya için bir veledin halk olunacağı za­man geldiğinden Meryem'den görmüş olduğu harikalar duasına vesile oldu ve Cenab-i Hak da ilham etti. Binaenaleyh; bir veled-i salih istedi., Halbuki çocuğun husulüne sebeb-i zahiri olan kuvve­tin gerek kendisinde ve gerek hareminde olmadığından duasında kendi indinden yani esbaptan mücerret harikulade olarak hibe et demiş ve duasına şunu da ilâve etmiştir: «Sen dua edenlerin dua­sını igitir ve kabul eder ve me'mul ettikleri şeyi verir me'yus et­mezsin.» Binaenaleyh*' insanın esbaba tevessülle beraber her za­man Cenab-ı Hakka dua etmekten geri durmaması lâzımdır. Şu halde istediği şeyin husulünde yüzde bir ümidi olmasa bile dua­dan hali kalmamalıdır. [40]

 

Vacip Tealâ Zekeriya (A.S.)'m duasını beyandan sonra me­lekler vasıtasıyla duasının kabulüyle oğlu Yahya'nın vücut bula­cağım tebşir ettiğini beyanetmek üzere buyuruyor.

[Zekeriya (A.S.) mihrapta ayak üzerinde namaz kılar oldu­ğu halde melekler çağırdılar ve dediler ki: «Allah-u Tealâ muhak­kak Yahya isminde bir oğlanla seni tebşir ediyor ki oğlun Yahya Allah-ü Tealâ'mn bir kelimesiyle halk olunacak ve İsa'yı tasdik edecek ve zamanının büyüğü olacak ve nefsin arzusundan kendini muhafaza edecek ve nübüvvetle muttasıf salihler zümresinden ola­rak sana ihsan olunacak» demekle Zekeriya (A.S.)'ı mesrur et­tiler.]

Fahr-i Razi, Kazi, Hâzin'in beyanlarına nazaran Hz. Zekeri-ya'ya nida eden melek Cibril-i Emtn'dir. Cibril-i Emin; meleklerin reisi olduğu cihetle şanına ta'zîm için Vahid-i Muazzam'dan cemi siygasıyla tâbir olunmuştur. Yahut .Cibril'in maiyetinde bazı me­lekler de vardı. Zekeriya (A.S.) o zamanda ulema ve enbiyanın reisi ve Beyti Mukaddes'in nezareti kendilerine mevdu ashab-ı itibardan olup Beni İsrail'in müdebbir-i umuru ve muslih-i ahvali olmakla namazdayken bu nidanın zuhuruna âyet delâlet eder. İn­sanın matlubunu namazla talep ve te'yid etmesi mendup ve na­mazda duanın kabulü ve ihtiyacın kazası mevcut olduğuna bu âye­tin delâlet ettiği Tefsir-i Medârik'in cümle-i beyanatmdandır. Yahya (A,S,)'ın kalbi iman ve sair azası ibadetle dolu olduğundan ismine Yahya denilmiştir.

Âyette   kelimeyIe   murad ;   İsa (A.S./dır. Zira; pedersiz kelimesiyle meydana geldiğinden Hz. İsa'ya ke­lime denmiştir ki halkı hakayıka irşad «dip kelâm-ı ilâhiyle ihtida ettikleri gibi Hz. İsa ile dahi ihtida ettiklerinden kelime denmeye şayandır.

Hz. Yahya'nın zühd-ü takvada ve ibadette ve ilm ü hilimde ve bütün umur-u diyanette zamanının büyüğü olacağından Ce-nab-ı Hak seyyid olduğunu beyan buyurmuştur. Kuvvet ve kud­retiyle beraber nisvana takarrup gibi şehevat-ı nefsaniyeden hiç­bir şey arzu etmediğinden hasur olduğu beyan olunmuştur. Çünkü hasur; nefsini günahlardan şiddetle meneden iffet-i kâmile sahibine denir. Binaenaleyh; Yahya (A.S.)'m son derecede iffet sa­hibi olduğuna âyet delâlet eder. Hatta Beyzâvi'nin beyanına naza­ran hal-i sahavetinde çocuklar oyuna davet ettiklerinde «Oyun için mi halk olundum?» buyurduğu mervidir. Evet! Çocuklar oyun oynar ve oynamak haklarıdır. Lâkin yaratılışında olan taha­ret ve saffetine binaen faydasız şeylerle iştigalden Cenab-ı Hakkın muhafaza etmesi baîd birşey değildir. Binaenaleyh; Yahya (A.S.) m sahavetinde bu gibi sözü söylemesi garip birşey addolunamaz.

Hulâsa; Zekeriya (A.S.)'ın duasının kabulüyle bir oğlan halk olunacağını beyanla kendi mihrapta namaz kılarken meleklerin tebşir ettikleri ve oğlunun ismi Yahya olacağı ve Hz. İsa'yı tasdik ve zamanın ulusu olup bütün müştehiyattan nefsini muhafaza ede­ceği ve nübüvvetle muttasıf salihler zümresinden olacağı ve bun­ların cümlesiyle Hz. Zekeriya'nm tebşir olunduğu bu âyetten müs-tefad olan fevaid cümlesindendir. [41]

 

Vacip Tealâ Zekeriya (A.S.)'m bir erkek oğlanla tebşir olu­nunca söylediği sözünü beyanetmek üzere buyuruyor.

[Melekler Yahya (A.S.)'m doğacağım pederine haber verin­ce Zekeriya (A.S.) «Ey Rabbim! Benim için bir oğlan nasıl olur? Benim sinnim şeyhuhete vasıl olup haremim çocuk getirmez oldu­ğu halde oğlan nasıl olup doğar?» dedi. Vahy-i ilâhi olarak Cibril-i Emin «İşte böylece Allah-ü Tealâ dilediğini işler» demekle cevap verdi.]

 Zekeriya (A.S.)'a melekler tarafından bir oğlu olacağı­nı haber verince esbab-ı zahiriyenin mevcut olmadığını nazar-ı itibare alarak kemal-i taaccüp ve sürurla «Ben bir şeyh-i faniyim. Sinnim kemaline vasıl olduğu halde benim için oğlan nasıl olur? Esasen haremim de doğurmaz bir sinne baliğ olmuştur» deyince melek tarafından «Böylece esbab-ı zahiriye olmadığı halde Allah-ü Tealâ istediğini işler» demekle cevap verilmiştir.

Zekeriya (A.S.)'m bu taaccübü Allah'ın kudretinden şekket-tiğinden değildir. Ancak çocuğun halk olunacağının keyfiyetini sualdir. Yani; «Ya Rabbi! Ben ve haremim ihtiyar olduğumuz hal­de mi bize bir velet ihsan edeceksin, yoksa âdet veçh üzere çocuk doğmak için bizi genç bir hale mi ifrağ edeceksin?» demektir. Çünkü vakti geçip çocuktan me'yus olduğu halde böyle bir nime­tin zuhurunu gayet büyük addederek sürurundan taaccüb etmiş ve talep ettiği matlubunun vaad olunduğunu işitince kemal-i ne-şatından va'd-i ilâhiyi bir daha işitmek üzere sualini tekrar eyle­miştir. Çünkü; insanların çok sevdiği şeyi tekrar zikirle telezzüz etmeleri âdetleridir.

Zekeriya (A.S.)'a çocuk tebşir olunduğu zaman kendinin yüz-yirmi ve hareminin doksandokuz yaşında bulundukları Fahr-i Ra-zi ve Hâzin'in cümlei beyanatmdandır.

Akıt; asla çocuk getirmeyen kimsedir. Yahya (A.S.)'dan evvel validesi çocuk getirmediğinden Zekeriya (A.S.) hareminin âkır olduğunu zikretmiştir. [42]

 

Vâc"ip Tealâ, Zekeriya (A.S.) oğlu olacağını anlayınca hamlin alâmetini istediğini beyanetmek üzere buyuruyor.

[Zekeriya (A.S.) «Yarabbi! Haremimin hamline benim için bir alâmet halk et ki o alâmetle ben hamli bileyim» dedi. Allah-ü Tealâ «Hamlin vücuduna alâmet sen nasa lisanınla üç gün söyle­mez ancak işaretle söylersin ve Rabbini çok zikret, akşam ve sa­bah nekaisden tenzih et» demekle alâmeti beyan buyurdu.]

Yani; Zekeriya (A.S.)'a bir oğlan doğacağı tebşir olunup te­vellüdün keyfiyetini tetkikten sonra çocuğun halk olunmasında sür'at arzu ettiğini izhar ederek tekrar istirhama başladı ve «Ey Rabbim! Haremimin çocuk doğuracağına bana kanaat hasıl oldu. Zira; vaad ettin, vaadmda ise hulfolmaz, elbette benini için bir oğ­lan olacak. Lâkin o oğlana haremimin hâmile olduğuna benim için bir alâmet halk et ki o alâmetle ben hamli bileyim ve nimetini şü­kürle istikbal edeyim ve gözetmek meşakkatinden kurtulayım» demekle Cenab-ı Hakka tazarru' etti. Allah-ü Tealâ Hazreti Zeke-riya'nın şu duasını kabul ederek ((Hareminin hamil olduğuna alâ­met; lisanınla nasa üç gün söylemeyip ancak işaretle söylemektir» demekle hamlin vücuduna alâmeti beyan buyurdu ve zikir ve teş­bihle de emretti.

İnsan'ın hilkatine maye-i asliyye olan nutfenin rahm-i mâde-re düşünce, çocuk istidadı bilinemediğinden, Zekeriya (A.S.) ke-mâl-i şevk ve süruruna binaen hamlin vücuduna alâmet istemiş­tir. Ve bu nimetin şükrünü lâyıkıyla eda edip umur-u dünya'ya karıştırmamak için üç gün nasla konuşmaya kadir olamayacağını beyan, akşam ve sabah zikir ve teşbihle meşgul olmasını emret­miştir.

Azası tam olduğu halde nasla tekellüme kadir olamayıp ancak işaretle konuşması, zikir ve teşbihine halel gelmemesi Zekeriya (A.S.yın mu'cizesidir. Çünkü; söyliyememesi rahimde çocuğun vücuduna alâmet olacak denildi ve denildiği gibi söylemedi ve ço­cuk da oldu. îşte bu hal; mucizeden başka bir şey değildir. Şu hal­de üç gün söze muktedir olamaması; hem maksûd olan hamlin vü­cuduna hem de nimetin şükrünü edaya vesile olmuştur.

Şu tafsilât; üç gün Zekeriyya (A.S.)'ın tekellüme muktedir olamadığı surettedir. Amma Fahri Razi'nin beyanı veçhile tekel­lümden âciz olmadığından nasla konuşmak ihtiyacını ancak işa­retle anlatmakla emrolundu ki bundan da maksat; zikir ve teşbihle meşgul olsun ve huzur ve ihlâsma halel gelmesin. Çünkü; nasla ihtılât ve konuşmak huzura mâni olduğu gibi zikir ve teşbihe dahi mânidir. İşte Zekeriyya (A.S.)'a vaad olunan çocuk büyük bir ni­met olup o nimetin şükrünü edâ ise teşbih ve tehlil ve çokça zi­kirle olacağına binaen Cenab-ı Hak üç gün konuşmamasıyla bera­ber zikir ve teşbihe devam etmesiyle emretmiştir,

Remz ile.murat; bir şeye azadan birisiyle işaret etmektir. *Zekeriyya (A.S.)'a söylemeyip işaretle ihtiyacını defetmesi emro-lundu ki bütün zamanını zikirle geçirsin. Gece ve gündüz zikir ve teşbihle meşgul olacağına işaret için geceye ve gündüze delâlet eden aşiy ve ipkâr zikrolunmuştur. Şu halde bir nimete nail olan kimsenin o nimeti zikrullahla, teşbih ve tehlille karşılaması lâzım olup bu vesileyle nimetin şükrünü eda etmiş olacağını Cenab-ı Hak bu âyetle beyanetmiştir. Zira; Zekeriyya (A.S.)'ın duasının kabu­lünü, teşbih ve tehlille me'mur olduğunu ve bunlarla nimetin şük­rünü edâ ettiğini Kur'ânda bize beyan etmesi, bizim de aynı mes­leği takip etmemiz lâzım olduğuna tenbihtir.

Hulâsa; Zekeriyya (A.S.)'m duasını kabul edip bir oğlan ih­san edeceğini Cenab-ı Hak vaad edince Hazreti Zekeriyyanın ham­le bir alâmet istediği ve nasa üç gün lisaniyle söz söylemeyip, me­ramım işaretle anlatması hareminin hamline alâmet olması ve o zamanda verilen nimetin şükrünü lâyıkıyla eda etmek için çok zi­kir, gece-gündüz Cenab-ı Hakkı takdis etmekle memur olduğu ve her nimete nail olan kimsenin nimeti şükürle karşılaması lâzım geldiği bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [43]

 

Vacip Tealâ Meryem'in Hz. Zekeriyya'nın tekeffülündeyken Meryem'de gördüğü harikalar üzerine bir çocuk isteyip o çocuk vücut bulacağını vaadla mübeşşer olduğunu beyanettiği gibi Mer­yem hakkında varid olan emirleri beyanetmek üzere buyuruyor.

[Zikr et habibim! Şol zamanı ki, o zamanda melekler Mer­yem'e hitaben «Ya Meryem! AUah-ü Tealâ seni Beytine hizmet için ihtiyar etti ve kadınlara arız olan fena şeylerden seni tahire kıldı. Ve bu iki haslet sebebiyle seni âlemlerin nisvaıu üzere taf-dîl ve ihtiyar etti. Ey Meryem! «Rabbine dua et ve alnını toprağa koy ve secdeye kapan; rükû edenlerle rükû et» dediler ve Mer­yem'i tebşirle beraber vazife-i ubudiyeti ta'lim ettiler.]

Meryem (R.A.)'ya §u tebşirle nida eden Cibril-i Emin ve mai­yetinde bulunan melekler olduğu mervidir. Meryem hakkında me­leklerin nidaları, sair zuhur eden harikuladeler gibi keramât ka­bilinden olup bunların cümlesi de Hz. İsa'nın nübüvvetine mukad­dimedir. Cenab-ı Hak bu âyette Hz. Meryem'i ihtiyar ettiğini iki defa beyan buyurmuştur. Çünkü; Fahr-i Razi ve Hâzin'in beyan­ları veçhile Cenab-ı Hak Beyt-i Mukaddes'in hizmetine nisvandan menzûre kabul etmediği halde Meryem'i kabul etmek ve hariku­lade olarak Meryem'in beytutet ettiği hücresine rızkını göndermek ye pedersiz oğlu İsa (A.S.)'ı ihsan etmek ve meleklerin sözlerini işittirmek ve doğru yola hidayette kılmak ve birtakım keramâtla sair kadınlardan mümtaz eylemek ve Hz. İsa tıfıl olduğu halde söz söylemeye kudret vermekle yahûdîlerin iftiralarından beri oldu­ğuna şehadet ettirmek, kendini ve oğlunu âleme alâmet kılmak ve kadınların müptelâ oldukları hayız ve nifas gibi şeylerden tathir etmek ve mertebe-i velayetle taltif eylemek istifanın en yüksek tabakasıdır.

Şu halde âyette zikrolunan birinci istifa; bidayet-i ha-tindeki ıstıfâ ve ikinci ıstıfâ da nihayet halindeki istifadır. Binaen­aleyh; nazm-ı Kur'ân'da tekrar yoktur. Zira; istifaların manâları başka başkadır.

Hz. Meryem'i Cenab-ı Hakkın küfür gibi bir cinayetten ve sair günahlardan ve erkeklerin temasından ve sair ef'al-i kabiha ve ahlâk-ı zemîmeden tathîr edeceğine işaret için tathîr ettiğini sarahaten zikretmiştir.             

ÂIemle murad; kendi zamanının alemi olduğuna nazaran Hz. Meryem'in Hz. Hatice ve Fâtıma (R. Anhüma)'dan efdal olma­sı lâzım gelmez. Amma âlemle murad; mutlaka âlem olduğuna nataran Hz. Meryem'in bilcümle nisvandan efdal olmasına bu âyet delâlet eder. Ve esah olan da bu olmalıdır. Zira; mutlak olarak zikrolunan âlemi bir zamanla takyid etmek zahirin hilafıdır.

Vacip Tealâ'nın Meryem'e atıyesi sairlerinden ziyade oldu­ğundan bu nimetlerin şükrünü edaya sür'at etmesini emretmiştir ki evvelâ; ihlâsla dua eylemek ve saniyen abd için ubudiyet vazife­sini izhar etmekte en ziyade alâmet olan secdeyi eda etmek ve ce­maatle namaz kılmasına işaret İçin rükû edenlerle rükû etmekle emir varid olmuştur. Secde namazdan kinaye olduğu cihetle sec­deyle emir yalnız namaz kılmasıyla emir ve rükû ile emir de ce­maatle namaz kılmasıyla emrolunduğundan her iki suretle nama­zının cevazına işaret olunmuştur.

Hz. Meryem'in ism-i sarihi evvelce zikrolunduğu halde tekrar zikrolunması Meryem'in şanını îlâ ve hikâye olunan mesaile itina etmek ve bundan evvel beyan olunan mesaille bu meselenin yek-diğerinden ayrı ayrı olduğuna işaret için ismi tekrar tasrih olun­duğu Ebussuud Efendi'nin cümle-i beyanatmdandır. Çünkü bun­dan evvel Meryem hakkında zikrolunan ahkâm; Hz. Meryem'in hal-i sabavetinde terbiye-i cismanisini tekeffül eden Zekeriya (A.S.) gibi bazı akrabasının faziletlerini beyana mütealliktir. Amma bu âyette beyan olunan ahkâm; hal-i buluğunda vaki olan tekâlif-i ilâhiyeyle terbiye-i ruhanisine mütealliktir. Terbiye-i ruhaniye, terbiye-i cismaniyeden ayrı olduğu gibi ruhaniyetüı cismaniyetten daha yüksek olduğuna işaret için bu âyette bu'd-ü meratibe mevzu olan edat-ı nida ile ismi (Ya Meryem) unvanıyla zikrolunmuştur.

Hz. Meryem nebi olmadığı cihetle meleklerin bu mükâleme-leri Meryem'e ilham tarikiyle veyahut meleklerin beşer suretine teraessül etmeleriyle vaki olmuştur. Bu tekellüm Hz. İsa'yı teb­şirden evvel olduğu cihetle Hz. İsa'dan evvel validesinin ibadet üzere musir olduğuna ve bilkülliye mâsivadan kat'-ı alâka ederek sıfât-ı behîmiyeden tamamiyle tecerrüd ettiğine ve ruh-u akdesin feyezanına müstaid olduğuna ve velayet mertebesini ihraz eyledi­ğine delâlet eder ve şu evsaf-ı âliyeyi Hz. Meryem nefsinde cem'et-tiğinden Cenab-ı Hak kendisini saadet-i dünyaya ve saadet-i âhi-rete nail kılmıştır.

Hulâsa; Hz. Meryem'i Cenab-ı Hakkın ihtiyar ettiğini ve fena şeylerden tathir edip zamanında âlemin nisvanı üzerine tafdil ey­lediğini beyanla meleklerin tebşir ve bu nimetlerin şükrünü eda etmek için dua Ve ibadet ve secde etmesini ve cemaatle namaz kıl­masını emrettikleri ve bu misilli ibadetler Cenab-ı Hakkın vermiş olduğu nimetlerin şükrünü eda kabilinden olduğu bu âyetten müs-tefad olan fevaid cümlesindendir. [44]

 

Vacip Tealâ Zekeriya ve Yahya (A.S.)'uı ve Hz. Meryem'in vak'alarını beyanettiği gibi vukuat-ı mezkûreyi beyan; Resulünün sıdk-ı nübüvvetine delâlet eder mu'cize kabilinden olduğunu dahi beyanetmek üzere buyuruyor.

[Habibim! Şu işaret ve beyanolunan Zekeriya, Yahya ve Mer­yem kıssaları gaybın haberlerindendir. Zira; biz bu gibi .haberleri sana vahyile bildiririz. Halbuki habibim! Benî İsrail uleması, Mer­yem'e hangisinin kefil olup umurunu tesviye edeceğine dair kur'a usulüyle kalemlerini bir mahalle atıp yekdiğeriyle muhasame et­tiklerinde sen yanlarında olmadın.]

Şu halde vukuatı olduğu gibi haber vermek; senin dâvâ-yı nü­büvvette sâdık olduğuna delâlet eder. Çünkü; gaipten haberdir. Binaenaleyh; nübüvvetinde şekketmek caiz değildir.

Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile şu beyanolunan vukuatın şanlarına ta'zim ve mutazammm olduğu masâliha kemaliyle dik­kat etmek lâzım olduğuna işaret için bu'd-ü merâtibe delâlet eden lâfzı vârid olmuştur. KaIemle' murad;   ulemayı

Beni İsrail'in Tevrat'ı~ve sair kütüb-ü şer'iyeyi yazdıkları kalem­leri veya ellerinde bulunan asaları veyahut kur'ada isimlerini yaz­dıkları oklarıdır. Kalemlerini bir mahalle bıraktıklarına âyet delâlet ederse keyfiyetine delâlet yoktur. Esah olan herkes ismini yazdıkları okları bir torba içine bıraktılar ve Meryem ismi kimin okuna isabet ederse onun tekeffül edeceğine karar verdiler. Kur'a çekilince Hz. Zekeriya'nın okuna isabet edip müşarünileyhin tekeffürettiği kafidir. Binaenaleyh bu âyet; kur'a'nın meşru oldu­ğuna delâlet eder.

Kur'aya kadar münazaalarının sebebi; yukarıda beyan olun­duğu veçhile Meryem'in pederi mer'iyyülhâtır ve Beni İsrail'in reisi olup vefat etmesiyle Meryem'in yetim kalması ve validesinin Beyt-i Mukaddes'e hizmet için nezredip bu nezrinin kabul olun­ması üzerine herbirinin Meryem'e tekeffülü ve tesviye-i umurunu kendileri için bir şeref addetmeleridir. [45]

 

Vacip Tealâ şu beyanatın vahyolunduğunu beyanettiği gibi Hz. Meryem'in, oğlu İsa (A.S.) tebşir olunduğunu dahi beyanet-mek üzere buyuruyor.

[Ey Resul-ü Ekrem! Zikret şol zamanı ki o zamanda melek­ler Meryem'e hitaben «Ey Meryem! Allah-ü Tealâ kendi zatından sadır olan bir kelimeyle seni tebşir eder. O kelimenin ismi Mesih ve Meryem oğlu İsa'dır ve o Mesih dünyada ve âhirette şerif ve kadri âlî ve kendisi ind-i ülûhiyette mukarreblerdendir.]

[Ve o zat-ı şerif hal-i sahavetinde beşikte ve hal-i kühuletin-de kuvve-i nutkıyesi tekemmül edip devr-i şebaba eriştiğinde mü­savi olarak nasa söyler ve kendisi suleha zümresindendir.]

Yani; Meryem (R.A.) Beyt-i Mukaddes'e hizmet edip Mevlâsına ibadet ve taatle kemalât-ı insaniyeyi iktisab ettiği bir zaman­da beşaretle melek kendine geldi ve dedi ki «Ya Meryem! Allahü Tealâ bir oğlanla seni tebşir eder ki ismi Mesih ve Meryem oğlu İsa'dır ve onun kadri âlî ve mertebesi büyüktür. Binaenaleyh; dünyada ve âhirette şerif ve herkes indinde sözü makbul ve mu­teberdir ve kendisi ülül'azim peygamberan-ı zişandan ve Cenab-ı Hakka takarrub edenlerdendir ve bir sıfatı da çocukken beşikte ve büyüdüğü zaman hayrile nasa nasihat edip söz söylemektir. Zi­ra; kendisi sulehâ zümresindendir.»

Meryem'e nida eden Cibril, şahs-ı vahidse de şânma tazim için cemi' siğasıyla melâike varid olmuştur. Beşaret; insa­na sürür verecek birşeyi haber vermektir. Mesih; lisan-ı İb­rani'de mübarek manâsına olduğundan Hz. İsa'nın şerefini müş'ir lâkabıdır ve ism-i alemisi İsa'dır.

İsa (A.S.)'da çocuk doğmanın esbâb-ı âdiyesi olan peder olma­yıp Allahü Tealâ'dan sadır olan kelimesiyle hasıl oldu­ğundan sebebin ismiyle müsebbebe tesmiye kabilinden kelime de­nilmiş ve harikulade ve kudret-i ilâhiyeye alâmet olarak halko-lunduğuna işaret için Meryem'in oğlu olduğu tasrih olunmuştur. Evlâdın babaya nispeti âdetken validesine nispeti pederi olmadı­ğına işarettir.     ,

vecahet; kadri âli ve sahib-i mansıp ve herkesçe makbul olup sözü muteber olmaktır. Hz. İsa ise dünyada duası müstecap bir zat-ı âlikadir olup mevtayı ihya etmek, gözsüz­leri gözlendirmek ve uyubdan salim olmakla ekser-i nasa merci olduğu gibi âhirette mücrimlere şefaatle büyük rütbe sahibi oldu­ğundan vecih unvanına lâyık görülmüştür.

Mehd ile murad; validesinin kucağı veyahut sabilere mah­sus olan beşi/ctir.. Herhangi mânâ murad olunursa olsunsun alât ve azasının söz söylemeye müsaid olmadığı hal-i sabavetinde nâsa te­kellüm ettiği, beyanolunmuştur. KehI ; aza ve alâtın kuvvet bulup tekellüme kadir olduğu delikanlı samamdır. Şu halde İsa (A.S.) hal-i sabavetinde validesinin beraetine şehadet için söz söy­leyip şehadet ettiği gibi hal-i şebabmda vahy-i ilâhiyi nâsa tebliğ ile ahval-i nâsı ıslah için dahi nâsa tekellüm etmiş ve iki zamanda sözünde asla fark görülmemiştir. Zira; mükellef olduğunda nasıl söylemişse hal-i sahavetinde dahi öylece söylemiştir.

Hz. İsa otuz yaşında nübüvvetini izhar edip otuz ay nâsa teb-liğ-i ahkâmla meşgul olduktan sonra semaya ref olunduğu mervi-dir. Bu âyette, beşikte sabi olmak ve sonra kehlolmak gibi ahval-i muhtelifesini zikretmek; ülûhiyeüni itikad eden nasara taifesini red ve itikad-ı hakka irşad etmektir. Çünkü; ilâhın ahvali tebed­dül etmediğinden ahvali tebeddül eden zatın ilâh olamayacağını onlara anlatmaktır. Zira çocukken büyümek; ülûhiyete münafidir.

Salih olmak; bütün evamire imtisal ve nevahiden içtinabla zahirini ve batınını şeriata tatbik etmek olup dünya ve âhiret cemi-i makamatı cami olduğundan İsa (A.S.)'m birçok me-nakıb-ı celilelerini zikirden sonra olduğunu beyan­la methedilmiş ve evsafına hitam verilmiştir. Çünkü salâh; mera-tibin büyüğü ve makamâtın alâsıdır. Binaenaleyh; insana salâhtan daha büyük bir mertebe olamaz. Zira; ahvalinde salâh olan bir kimsede fesad olmaz ve fesad olmayınca mertebe-i saadete vâsıl olmuş demektir.

Fahr-i Râzi, Kazi ve Hâzin'in beyanlarına nazaran (Hüseyin b. Fazl) Hazretleri «Bu âyet; İsa (A.S.)'ın âhir zamanda semadan nazil olup deccalı katledeceğine ve nâsa tebliğ-i ahkâmla söz söy­leyeceğine delâlet ettiğini» beyanetmiştir. KühuIet ; ihti­yarlık manâsına olup Hz. İsa gençliğinde semaya ref olunduğun­dan hal-i kühuletinde söz söylemek; semadan nazil olduğu zaman­da olacak demek istemiş ve bunu kehil lâfzından istidlal eylemişse de bu; zannî bir sözdür. Zira; âyette buna dair kat'i delâlet yok­tur, ancak bu hükmü beyaneder birçok ahadis-i celile vardır. [46]

 

Vacip Tealâ Meryem (R.A.)'ya kendinden oğlu İsa (A.S.)'m do­ğacağı haber verilince hasıl olan istiğrabına binaen vaki olan sua­lini beyanetmek üzere: buyuruyor.

[Meryem «Ya Rabbi! Beni hiçbir beşer messetmediği halde benim için çocuk nasıl olur» dedi.]

[Hz. Meryem'in bu sualine cevaben taraf-ı ilâhiden melekler «İşte ya Meryem! Sana haber verildiği gibi Allah-ü Tealâ istedi­ğini halkeder» dedi.]

[Zira; AHahü Tealâ bir emri murad ettiğinde o şeye «ol» der, o şey de derhal olur.]

[«Ve AHahü Tealâ İsrail oğluna kitap ve hakayık-ı ledünni-yeye müteallik hikmet ve Tevrat'ı ve İncil'i talim eder» demekle Meryem'in sualine cevap verdi.]

Yani; melekler Meryem'e kendisinden bir oğlan doğacağını haber verince Meryem kemâl-i taaccübünden «Ey Rabbim! Çocuk doğmakta sebeb-i âdi; biri erkek diğeri kadın iki beşerin yekdiğe­rine temasıdır. Bu hal bende vuku bulmadı ve ben bir erkekle bir araya gelmedim ve nikâh olmadım. Bana asla beşer dokunmadığı halde benden çocuk nasıl doğar? Şu halde haber veriyorsun, el­bette olacaktır. Fakat bir erkeğe nikâhla mı çocuk olacak, yoksa harikulade suretiyle mi olacak?» diyerek çocuğun doğacağının key­fiyetini sual etti. Bu suale melekler vasıtasıyla Cenab-ı Hak cevap verdi ve dedi ki «Ey Meryem! İşte sana haber verildiği veçh üze­re seni beşer messetmeksizin senden çocuk halkettiği gibi Allahü Tealâ istediği herşeyi halkeder. Zira; Allahü Tealâ bir emri murad ederse onun vücudunu irade buyurduğunda o şeye ol emrini verir ve deriıal vakit fevt etmeksizin o şey vücut bulur. Binaenaleyh; senin oğlunun vücuduna irade-i ilâhiye taalluk etti. Zamanı gel­diğinde taraf-ı ilâhiden ol emri zuhur ederse oğlun da zuhur eder ve oğluna Allahü Tealâ kitap, hikmet, Tevrat ve İncil'i talim eder ve öğretir.» demekle Meryem'in sualine cevap verdi ve hayretini izale etti.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile Meryem'in suali âdete nazaran bü­yük ve mühim bir vak'a olacağına binaen hayret ve taaccübünden ileri gelmiş ve tevellüdün keyfiyetini, yani nasıl olacağını sormuş ve «Ben bir kimseye nikâh mı olunacağım yoksa başka suretle mi benden çocuk olacak?» diyerek endişesini izhar etmiştir. Yoksa Meryem'in bu suali; Allah'ın kudretinden şüphesi olduğundan mü­tevellit değildir. Çünkü; Meryem henüz bir kimseye nikâh olma­mış ve bittabi çocuk esbabına tevessül eylememiş olduğundan böy­le bir haberin gelmesinden telâş ederek fevkalâde endişe ve hay­ret ve hacalet içinde kaldığı cihetle bu suali irad etti ve melekler cevabında «Sen taaccübetme! Çocuğun babasız meydana gelece­ğinden niçin telâş ediyorsun? Babasız olduğundan yahudilerin if­tirasından da korkma. Zira, doğacak çocuk hasâil-i hamide sahibi olup mu'cizeleriyle yahudilerin ittihamından seni tebrie edecek ve âleme karşı kudret-i ilâhiyeye alâmet ve halka ibret olacak» de­mekle Meryem'i tesliye ettikleri Nimetullah Efendi'nin cümle-i beyanatındandır.

Fahr-i Razi'nin beyanına nazaran kitapla murad; ilim, kitabet ve hüsn-ü hattır. Hikmetle murad; tehzib-i ahlâktır. Zira. kemalât-ı insaniye; ulûmu iktisab ve onunla ameldir. Binaen­aleyh, ilmle amelin mecmuu hikmettir. Tevrat; esrar-ı acîbe ve umur-u garibeyi, dünya ve âhiretin hakayikını cami' olduğundan Tevrat'ın esrar ve hakayikını tetkik etmek zamana ve hüsn-ü hat­ta ve kitabete ve ulûm-u şer'iye ve akliyeyi ihataya muhtaç oldu­ğuna işaret için,Cenab-ı Hak'Hz. İsa'ya^ Tevrat'ın talimini kitap ve hikmeti talimden sonraya te'hir etmiş ve İsa (A.S.)'m merte-be-i âliye ve menakıb-ı celîle sahibi olduğuna işaret için kendisi­ne nazil olan İncil'in talimini dördüncü mertebede iradeylemiştir. Çünkü insan; evvelâ ilm-i hat ve kitabet taallüm eder sonra ulûm-u akliye ve itikadiye ve hakikiyeyi taallüm edip kendinden evvel enbiyaya nazil olan kitabın esrarına vakıf olunca derece-i ilimde rütbesi pek büyük olacağından şüphe olmaz. Şu dereceyi ihraz et­tikten sonra Allahü Tealâ kendine kitap inzal eder ve esrarım ta­lim ederse ilmi fehm ve esrar-ı akliye, nakliye ve Âlem-i ulvî ve süflinin hikmetlerine ittilâda o zatın derece-i bâlâda olacağı şüp­hesiz olduğundan bu esrara işaret için Hz. İsa'ya İncil'in talimi, kitap, hikmet ve Tevrat'ın taliminden sonra olduğunu beyanetmiştir. [47]

 

Vacip Teaiâ îsa (A.S.)'m bazı evsafını beyandan sonra risalet sıfatıyla muttasıf olduğunu beyanetmek üzere buyuruyor.

[Allah-ü Tealâ İsa (A.S.)'ı Beni İsrail'e resul gönderdi ve re­sul olunca İsa (A.S.) »Ben sizin Rabbiniz tarafından mu'cizeyle resul olarak geldim. Sizi ıslah ve doğru yola irşad edeceğim ve nübüvvetime delâlet eder mucizelerim de vardır» dedi ve mu'ci-zelerini izhara başladı ve dedi ki «Ben size çamurdan bir kuş su­reti yapar ve heyetini takdir ve ikmal ettikten sonra sizin yanı­nızda ben o surete bir nefes eder, üflerim. Benim üflemem üzeri­nize biiznillâh derhal o suret kuş olur.»]

[«Ve ben gözsüz doğanların gözlerini körlükten kurtarır ve vü­cudunda alaca olan kimseleri tedavi ederim ve daha büyük mu­cizem biiznillâh ölmüşleri diriltirim.»]

["Ve ben sizin evlerinizde ne yediğinizi ve ileride zuhur ede­cek ihtiyacınız için sakladığınız şeyleri bilirim ve size haber veririm. İşte şu zikrolunan mu'cize ve harikuladeler de eğer mü'min-seniz sizin için benim nübüvvetime büyük alâmet ve delâlet var­dır. Şu halde bana iman etmeniz lâzımdır» demekle kavmini ima­na davet etmiştir.]

Yani; Hz. İsa risaletle ba's olununca nübüvvetini tasdik için üç nevi mu'cise beyanetmiştir: Birincisi; çamurdan kuş sureti ya­parak o surete üfürmekle biiznillah o suretin uçar kuş olmasıdır. İkincisi; zamanında etıbbanın tedavisinden aciz kaldıkları hasta­lara şifa vermek ve gözsüzlerin gözlerini iade ve ölmüşleri biiznil­lah ihya etmektir. Üçüncüsü; gaipten haber alarak herkesin hane­lerinde yedikleri taamları ve atî için sakladıkları eşyayı haber ver­mektir. İşte İsa (A.S.) iman etmek isteyenlere ve bilfiil mü'min olanlara şu mucizelerle nübüvvetine delâlet eder alâmet-i azîme olduğunu beyan etmiştir.

Hz. İsa'nın yalnız Beni İsrail'e meb'us olup, başka akvama meb'us olmadığına işaret için Benî İsrail'e resul olduğu bu âyette sarahaten zikrolunmuştur. Hz. İsâ resul olduğunu dava edince yahudilerin inkârına karşı mu'cize göstermek lâzım geldiğinden evvelâ bir kuş sureti —ki gece uçan yarasa kuşu olduğu mervi-dir. Zira; yarasa kuşu kanatsız uçtuğu için kuşların mükemmeli olmasına binaen mezkûr kuşu ihtiyar ve onun suretini — tasvir et­miş ve biiznillah hayat bularak uçmuştur. Yarasa kuşunun insan memesi gibi memeleri olup hayız görerek tahir olduğu ve insan gibi güldüğü ve gündüzün ziyasında ve gecenin karanlığında gör­meyip ancak güneş indiğinden şafakın batmasına ve sabah şafak­tan gün doğmasına kadar gördüğü cihetle birçok acayibat üzere müştemil olduğundan yahudiler onun suretini istemişlerdi. Gerçi âyette yarasa kuşu olduğuna delâlet yoksa da ekser-i rivayet bunu teyid etmektedir. Ancak Hz. İsa'nın bir kuş sureti yaptığı ve onun da biiznillah hayat bulup uçtuğu âyetteki sarahate binaen kafidir ve bunda şüphe yoktur. Binaenaleyh bunu inkâr; küfürdür. Fakat kuş, hangi kuş olursa olsun onu tayinde bir maksat yoktur. Çünkü; maksat kuş suretinin dirilip bir kuş olarak uçmasıyla Hz. İsa'nın nübüvvetine delâlet etmektir. Bu ise hangi kuşun sureti olsa onun­la hasıl olur. Şu kadar ki Hz. İsa'nın ihya ettiği kuş, nâsın görebileceği yere kadar uçup nasın gözünden kaybolunca meyyit olarak yere düştüğü de mervidir. Çünkü; Allah'ın halkıyla kulun tasviri arasında fark olsun için mu'cize olarak hâsıl olan kuş payidar ol­mamıştır.

Ekmeh ; anadan gözsüz doğan kimsedir ki, asla tedavi ka­bul etmez. Bars ; vücutta hasıl olan aladır ki asla tedavi olu­namaz. Bunlar; o zaman etıbbasının âciz kaldıkları şeyler olduğu için bunların şifayâb oldukları beyanolunmuştur ki, diğer tedavi kabul eden hastaların şifayâb olacakları evleviyetle sabit olur.

Kazi ve Hâzin'in beyanları veçhile bir günde binlerce hasta­lar gelir, hepsi biiznülâh şifâ bulur giderlerdi. Gelemeyenlere Hz. İsa kendi gider tedavi ederdi. Hz, İsa'nın tedavisi; yalnız bir dua­dan ibaret olup, şu kadar ki tedavisinin tesirinde iman etmek şart olduğundan iman etmeyenler şifayâb olamazlardı.

Ebussuud Efendi'nin ve Hâzin'in beyanlarına nazaran Hz. İsa'nın ihya ettiği dört kimsedir: Birincisi; kendi dostudur. Vefa­tından üç gün sonra haberi oldu, dua etti. Cenab-ı Hak ihya bu­yurdu. İkincisi; bir ihtiyar kadının oğludur. Sal üzerinde kabre giderken biiznülâh hayat buldu. Üçüncüsü; bir kızdır. Vefatından bir gün sonra ihya olundu. Bunlar ihya olunduktan sonra dünya­da yaşadılar. Mal ve evlât sahibi oldular. Dördüncüsü; Hz. Nuh'un oğlu Şam'dır. Çünkü; yahudiler «Bu üç kişinin vefatları yakındır, ihtimal ki onları kan tutmuştur da Ölmemişlerdir. Binaenaleyh; her şüpheden vareste olmak üzere dört bin sene evvel vefat eden Şam'ı bize ihya et ki sana iman edelim» dediler. Hz. İsa dua edin­ce Sam kabrinden kalkıp Hz. İsa'nın hakka nebi olduğuna şeha-det eyledi ve kendisine iman etmelerini tavsiye etti. Yahudiler­den iman edenler edip, iman etmeyenler «Bu Sâhirdir, gözümüzü boyayıp bizi aldatıyor» dediler.

Âyette beyan olunduğu veçhile İsa (A.S.)'m dördüncü muci-. zesi herkesin evinde yediğini ve yarın ne yiyeceğini haber vermek­tir. Gerçi müneccimler, kâhinler, falcılar ve remilciler de bazı şeyler haber verirlerse de onların bu haberleri ekseriyetle yalan olduğu gibi içlerinde doğru olan bulunsa bile ya tesadüf "kabüin-dendir veya birçok esbab ve âlâta istinad ederek söylerler. Meselâ, müneccimler   yıldızları ve o yıldızların   hareket ve imtizaçlarını söylerler. Halbuki birçok zamanlar tecrübeyle yıldızların ve burç­ların zaptolunmuş iktizaları vardır ve birtakım kavâide raptolun-muştur. İşte onlara istinad ederek birşey söylerler. Fakat o söyle­dikleri yine zannî olup ya tesadüf eder veya etmez. Amma Hz. İsa'nın haberi böyle olmayıp herhalde doğrudur, yanlış olmak ih­timali yoktur. Zira; enbiyanın gaipten haberleri vahy-i ilâhi ile olduğundan daima doğru olur. Esbab ye alâta müstenid olmadığı cihetle beyinlerinde fark vardır. Bazı nasaramn İsa (A.S.)'m ülû-hiyetini itikad etmek gibi bâtıl itikatlarını reddetmek üzere Hz. İsa herşeyin Allah'ın halkıyla olduğunu ve Allahü Tealâ halk et­mezse birşey olmayacağını beyan için mucizâtınıı beyan sırasında ( İı'jil* ) lafzıyla Allah'ın inayetine ihtiyacını tekrar zik­retmiştir.

Mu'cizeden intifa edecekler imana muvaffak olanlar olduğu cihetle kelâmında «Eğer müminseniz şu mu'cizelerden nübüvveti­me alâmet var» demiştir.

İşte bu âyette beyan olunan mucizelerle bunun emsali sair enbiya-yı ızâm yedinde zuhûreden harikuladeler fevkattabîa şeyler olup bir kanun ve kaide tahtında değildir. Ancak nebî olan zâtın elinde Cenab-ı Hakkın halketmesiyle hasıl olur. Eğer bir kaide tahtında olsa o kaideye tevfiken herkes yapabileceğinden mu'cize olmadığı gibi o nebinin nübüvveti dahi sabit olmaz. Halbuki mu'cize; zamanında kimsenin yapamayıp herkesin âciz ola­cağı ve onların acziyle nebinin nübüvveti sabit olan şeydir. [48]

 

Vacip Tealâ İsa (A.S.)'m Beni İsrail'e resul olduğunu ve rîsâ-let davasını ispat için yedinde halk ettiği mucizelerini beyanettiği gibi ba'sından maksadım dahî beyanetmek üzere buyuruyor.

[İsa (A.S.) mucizelerini beyandan sonra.sözüne devam ede­rek dedi M «Şu beyan ettiğim mucizelerimle beraber benden ev­vel nazil olup yedimde bulunan Tevrat'ı tasdik eder olduğum hal­de sizin üzerinize haram kılman bazı şeyleri ben size helâl kılmak için geldim ve Rabbiniz tarafından bana verilmiş olan ve nübüv­vetime delâlet eden mucizeyle size muhakkik olarak geldim. Bi­naenaleyh; halinizi ıslah ve noksanınızı ikmal edeceğim.]

[Risaletime delâlet eden mucizelerle ben size gelince siz Al­lah'tan korkun ve bana itaat edin. Zira; muhalefette gazab-ı ilâhi vardır. Şu halde Allah'ın gazabından nefsinizi vikaye ve taraf-ı ilâhiden benîm getirdiğim ahkâmı kabul edip inkıyad etmeniz va­ciptir. Zira; Allah benim ve sizin Rabbîmizdir. Binaenaleyh; O'na ibadet edin. İşte şu beyan olunan ahkâm doğru yoldur.» demekle kavmini imana davet etti.] Ve bu tarîka sülûkeden kimse matlû­buna vâsıl olur. Şu halde «Sizin için vacip olan şey; emrolunduğu-nuz veçh üzere şu sırât-ı müstakime sülük etmektir.» dedi ve sö­züne hitam verdi.

Fahr-i Razi ve Hâzin'in beyanları veçhile her gelen nebî ken­dinden evvel geçen enbiyayı ve şeriatlarını tasdik eder. Binaena­leyh; İsa (A.S.) da Tevrat'ı ve ahkâmını tasdik ettiğini sarahaten beyanetmiştir. Esasen Hz. İsa'nın bi'setinden maksad da ikidir: Bi­rincisi; Tevrat'ı ve ahkâmım tasdik, ikincisi; Tevrat'ın bazı ahkâ­mını nesihle şiddetini tahfif etmektir. Binaenaleyh; Tevratta Ye-huda haram olan şeyin bazısını helâl kılacağını beyanetmiş ve Ye-hûd üzerine haram olan deve eti ve içyağını helâl kıldığı için Cu­martesi günü iş işlememeyi de kaldırmıştır.

Tevrat'ı tasdikin manâsı; kütübü ilâhiyeden hak ve savap ol­duğunu îtikad etmek olduğundan bazı ahkâmını neshetmek bu ma­nâca tasdika münâfi değildir. Çünkü nesih; bir zaman suret-i katiyede takarrür etmiş olan ahkâmı diğer zamanda kaldır­maktan ibaret olduğundan nesih, aslını tasdike münafi değildir.

İsa (A.S.) «Allahü Tealâ sizin ve benim Rabbimizdir» demekle usul-ü itikadiye ve kuvve-i nazariyenin ikmaline ve «İbadet edin» demekle sa'y ü amele ve kuvve-i ameliyenin istikmaline ve bunla­rın lüzumuna işaretten sonra kuvv^-i nazariye ve ameliyenin mec­muu tarîk-ı istikametten ibaret olduğuna işaret etmiştir.

Ebussuûd Efendi'nin beyanı veçhile Hz. İsa evvelâ kavmini tarîk-ı hakka irşad ve davet için hüccet-i kafiye olan mu'cizelerle geldiğini beyan ettikten ve mu'cizelerinden mühim olanlarım say­dıktan sonra tekrar ahkâmı kabule yaklaştırmak için muhakkak mu'cizeyle geldiğini beyanla ahkâma davete başladı. Binaenaleyh; ittika, itaat ve ibadetle emir ve usul-ü itikadiyenin lüzumuna da Allahü Teaiâ'nın her cümlesinin Rabbisi olduğunu beyanla irşad ettiği cihetle emr-i daveti her şartına tevfik etmekle kavmini imâ­na davette lâzım olan her sebebe tevessül etmiş ve noksan bırak­mamıştır.

Hulâsa; İsa (A.S.)'m Tevrat'ı tasdik ettiği ve Tevrat'ta Beni İsrail'e haram olan bazı şeyleri helâl kıldığı ve «Ben Rabbimden size büyük mucizeyle geldim. Siz Allah'a ittika ve bana itaat edin. Zira; Allahü Tealâ Rabbimizdir. Binaenaleyh ona ibadet edin.» de­diği ve şu beyan olunan ahkâmın cümlesi doğru bir yol olduğunu beyanettiği bu âyetten müstefad olan fevâid cümlesindendir. [49]

 

"Vacip Tealâ İsa (A.S.)'ın davet vazifesini ifa ettikten sonra yahudilerin temerrüd ve küfürlerinde ısrar edip hatta katline ka­dar cür'et edince dinine nusret ve serlerini defedecek yardımcı aradığını beyanetmek üzere buyuruyor.

[Vakta ki İsa (A.S.)   kâfirlerin   ısrarlarım   bildiyse   dedi ki «Allah'ın dinine yardım edecek kimdir?»]

[Havariyyun «Allah'ın dinine yardım edecek bizleriz» dedi­ler. "Zira; Allah-ü Tealâ'ya iman ettik; ya İsa! Yevmi kıyamette bizim müslim olduğumuza sen şehadet et» demekle imanlarını izhar ve yardım edeceklerini va'd ettiler.]

Yani; Hz. İsa kavmine mucizelerini gösterdi ve imana ve iba­dete davet ettiyse de yahudilere hiç tesir etmeyip küfürde temer-rüd ettiklerini hissedince sual tarikiyle din-i ilâhiye yardım ede­cek kimlerdir? dedi. Bunun üzerine ihlâs üzere iman edenler —ki oshab-ı İsa (A.S.)'dır— «Din-i ilâhiye yardım edecek bizleriz. Zi­ra; hulûs-u kalble Allah'a iman ettik ve sen şahid ol ki, bizler sana tamanıiyle inkıyad edici müslümanlarn» demekle din-i ilâhiye nusret ve Hz. İsa'ya muavenet edeceklerine ikrar-ı tam verdiler. [50]

 

Vacip Tealâ havariyyunun din-i ilâhiye   yardım edeceklerine va'd-i kavî verdikten sonra Cenab-ı Hakka iltica ettiklerini beyanetnn üzere buyuruyor.                                                             

[Ey bizim Rabbimiz; Senin inzal ettiğin kitabına iman ve gönderdiğin resulüne ittiba' ettik. Biz iman ve ittiba edince vah­daniyetine şehadet edenlerle ismimizi yaz ve bizi ehl-i tevhid ve imanın zümresinden kıl» demekle inayet-i ilâhiyeye iltica ettiler.]

Havariyyun; Hz. İsa'nın halis ashabıdır. İmanlarında ihlâs ve saffetlerine binaen havariyyun denmiştir. Zira havari; halis ve beyaz olan şeye denip ashab-ı İsa da gill-ü gışten ârî ke­dersiz mü'min oldukları için havariyyun unvanını almışlardır. İsa (A.S.) yahudilerin imanlarından me'yus olunca yardımcı aradı ve havariyyunu buldu ve onlar da bihakkın muavenet ettiler.

Havariyyunun sanatları; balıkçılık veyahut boyacılıktır. Şa­hidin   ile murad; enbiya-yı izam hazaratıdır. Zira; enbiya ümmetlerine şehadet edeceklerinden şahidin denmiştir. Ashab-ı İsa da enbiyanın maiyetinde bulunmalarım istirham etmişlerdir. Ha-variyyunun oniki kişi oldukları Fahr-i Razi'nin cümle-i beyanatm-dandır.

Yahut şahidinle muradları ütnmet-i Muhammeddir. Çünkü; Tevrat ve İncil'de ümmet-i Muhammed'in yevm-i kıyamette üm­metlere şehadet edeceklerini görüp gıpta ettiklerinden yevm-i kı­yamette ümmet-i Muhammedle beraber mertebe-i şehadette bulun­malarını istirham etmişlerdir. [51]

 

Vacip Tealâ Yahûd kavminin Isa (A.S.)'ı katle cesaret ettik­lerini ve onların şerrinden muhafaza ettiğini beyanetmek üzere buyuruyor.

[Yahudiler İsa (A.S.)'i katletmek için hîle ettiler. Allah-ü Tealâ hileleri üzerine onların zannetmedikleri cihetten mücazat etti. Zira; Allah-ü Tealâ hile üzere mücazat edenlerin hayırlısıdır ve intikam almaya herkesten ziyade kadirdir. Binaenaleyh; yahu-dilerden intikamım almıştır.]

Mekr ; gizli olarak fesada sa'y ve bir nevi hileyle aharı matlubundan menetmektir. Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğuna nazaran Hz. İsa'ya yahudilerin mekri; yahudiler bidayette Hz. İsa'­yı ve validesini Beyt-i Mukaddes'ten çıkardılar. Bir müddet seya­hat ettikten sonra tekrar gelip tarîk-x hakka davet hususunda ısrar edince yahudiler katline hile düşünerek hususi adamlar tayin etti­ler ve onlar münafıkane hareket edip dostluk izhar ederek her ne zaman fırsat bulurlarsa katletmeye karar verdiler. Tarassuda ta­yin ettikleri kimse Hz. İsa'nın bulunduğu haneyi haber verip hü­cum edeceklerken Allah-ü Tealâ onların mekrine mukabil mekir muamelesi yaptı. Çünkü; İsa (A.S.)'ı onların şerrinden muhafa­zayla semaya kaldırdı ve haber veren münafıkı Hz. İsa şekline koydu ve kendi arkadaşlarına katlettirdi ve sonra gördüler ki Hz. İsa diyerek öldürüp salbettikleri kendi arkadaşlarıdır.

İşte bu vak'a üzerine onlardan bir fırka; Hz. İsa için Allah'tır, kayboldu gitti dedi. Diğer bir fırka; Allah'ın oğludur dedi. Üçün­cü bir fırka da Allah'ın kulu ve resulüdür, düşmanlarının şerrin­den muhafaza için semaya kaldırıldı dedi.

Velhasıl bu hususta muhtelif itikadlar zuhur eyleyerek ara­larında münazaalar ve mukateleler çıkıp, rahatları bütün bütün münselip. oldu. Vakta ki, Rum Meliki (Tabaris)'in haberi oldu Beni İsrail üzerine muharebe açtı ve galebe etti. Hatta Beyt-i Mukad-des'te taşı taş üzerinde koymadı. Katil, ihlâk ve nehb ve garat ey­ledi. Diri kalanlarını esir aldı götürdü ve havariyyun da nasrani-yeti — ki din-i İsadır — neşre himmet ettiler. İşte o zamanda nas-raniyet taammüme başlamıştır. Lâkin taammüm edinceye kadar çok kavgalar, gürültüler oldu ve birçok kimseler katlolundular.

Şu halde Allahü Tealâ'nın onlara mekrinin manâsı; onların, İsa (A.S.)'m haberi olmaksızın öldürmek kasdetmelerine mukabil Allahü Tealâ onların haberleri olmaksızın semaya ref'ettiği gibi onların kendi arkadaşlarını kendilerine katlettirerek kendi plânla­rına kendilerini düşürdü ve amellerine göre ceza verdi. Çünkü; mekrin manâ-yı aslîsi Vacip Tealâya isnad olunamaz. Zira; gayra zarar isalinde Allahü Tealâ, hileye muhtaç değildir, hiç kimsenin haberi olmaksızın istediğini yapar ve intikamını alır. Binaenaleyh; gayrı ızrar için hile yapanların hileleri kendi ayaklarına dolaştığı ve hilelerine kendilerinin düştükleri âlemde her zaman görülen şeylerdir. Şu halde insanların bu gibi hilekârlığı irtikâp etmeme­leri lâzımken maatteessüf yekdiğerini aldatmak fiili hergün birçok insanlar arasında vuku bulmaktadır. Çünkü alelekser hile; evve­linde revaçlı göründüğünden aldatır, hilenin arkasından gelecek şeyi düşünmez. O gün kazandığına ve aldattığına mağrur olur. Lâkin vakt-i âharde onun bilmediği ve hatırına gelmediği yerden hilesine mukabil öyle bir musibet görür ki kendisi şaştığı gibi her­kes de şaşar kalır. [52]

 

Vacip Tealâ yahudilerin Hz. İsa'ya düşündükleri fesada karşı mekir muamelesiyle intikamını icmalen beyanettiği gibi o icmali tafsil etmek üzere buyuruyor.         

[Allah-ü Tealâ'nın yahudilcıe mekir muamelesi şol zamanda vuku' bulmuştur ki o zamanda Allah-ü Tealâ İsa (A.S.)'a dedi ki «Ya Isa! Ben seni vefat ettireceğim ve seni kendi cânib-i manevi-yeme kaldıracağım ve kâfirlerin   fenalığından seni   tathir edececeğim».]

[«Ve yevm-i kıyamete kadar sana tebaiyet edip iman edenleri sana küfreden yahudilerin fevkinde kılacağım. Bundan sonra si­zin cümlenizin merciiniz ancak benim cânib-i manevîyemdir ve ben sizin ihtilâf ettiğiniz mesailde adaletle beyninizde hükmede­ceğim.»]

Yani; yahudilerin Hz. İsa'ya imandan tamamiyle imtina edip suikasd tertibine başladıkları zaman Alîahü Tealâ Hz. İsa'ya hita­ben dedi ki »Ya İsa! Ben seni uykuyla uyutarak mahall-i bereket ve kerametim olan sema cihetine kaldırıp yahudilerin şerrinden kurtaracağım ve kâfirlerin fena fiillerinden seni tathir ederek on­ların içinden çıkarıp habasetlerinden halâs edeceğim ve yevm-i kı­yamete kadar sana ittiba ve iman eden ehl-i imanı, iman etmeyen yahudilerin fevkinde kılacağım ki, ehl-i imana nüsret ve galebe vereceğim. Ve bundan sonra merciiniz ancak huzur-u maneviyem-dir ve ben sizin ihtilâf ettiğiniz itikada ve amele müteallik mesail­de beyninizi halleder ve adalet üzere hükmederim» demekle İsa (A.S.)'ı tesliye ve taltif etti.

Fahr-i Razi ve Kazi'nin ve Ebussuûd Efendi'nin beyanları veç­hile bu âyette müteveffanın manâsı; senin ömrünü ben tamam ettirip ruhunu ben kabzedeceğim, yahudilerin katline seni terketmem ve senin katlin için onlara fırsatı vermem. Seni semâya kaldırır, meleklerle ünsiyet ettirir ve vdkt-i muayyenin geldiğinde ben seni vefat ettireceğim demektir.

Yahut teveffî ; vefat etmek manasınadır. Çünkü; bazı rivayette semâya ref'olunmazdan evvel Hz. Isa yedi saat kadar ve­fat edip badehu ihya olunarak semâya ref'olunduğu mervidir. Ya­hut bu âyette teveffî; uyku manasınadır. Çünkü; İsa (A.S.)'m uy­ku halinde semâya kaldırıldığı dahî mervidir. Buna nazaran manâ-yı nazım: [Ben seni uyutacağım ve semâya ref'edeceğim] demektir. Yahut müteveffanın manâsı yeryüzünden kaldırmaktır. Yahut mü­teveffa demek; âlem-i melekûta çıkmaktan men'eden alâyık-ı be-şeriyeyi öldürmek demektir. Yani «Senin alâyık-ı beşeriyeni öldü­rüp ruhunu ve cesedini beraber semaya kaldıracağım» demektir. Şu tevcihlerden tevcih-i evvel Resulullah'tan varid olan rivayet­lere muvafık olduğundan esah olan tevcih; odur. Zira; Hz. İsa'nın rûh maalcesed, hayyen semaya ref'olunduğuna dair ahadis-i celile mevcuttur. Bazı âyetler de buna delâlet etmektedir. Şu halde bu âyette Cenab-ı Hakkın «Ben seni vefat ettireceğim» buyurması yahudüerin katlinden seni kurtaracağım ve semâya kaldıracağım ve ecel-i mev'ûdun geldiğinde ben seni öldüreceğim, yoksa katle-demeyecekler demektir. İsa (A.S.)'m mahall-i keramet ve bereket olan semâya refolunmasmdan Vacip Tealâ'ya mekân ispatı lâzım gelmez. Zira; «Benim canibime ref'edeceğim» demek «Mahall-i be­reket ve kerametim olan âli canibe kaldıracağım» demektir. Kâ­firlerden İsa (A.S.)'ı tathirin manâsı; onların içinden çıkarmaktır. Şu kadar ki Hz. İsa'nın şanına tazım için onların içinden çıkmasına taharet tâbir olunmuştur ki, küfür halinde devam edenlerin ah­lâk ve itikad noktasından necaset menzilinde olduklarına işaret edilmiştir.   *   '

Vacip Tealâ, Hz. İsa'ya ittiba edip iman edenlerin ilâ yevm-il-kıyam mülk ve devlet ve saltanat ve kahr-u galebe cihetinden küfr üzere devam eden yahudiler üzerine faik olacaklarını va'd etti ve bu va'din eseri olarak her yerde yahudi milleti zelil ve hakir ve Nasara milleti kavî ve devlet ve saltanat sahibi olup Yahudiler üzerine musallat oldular. Bu hüküm; îslâmın zuhuruna kadar Hz. İsa'ya iman edenlere aittir ve din-i islâmın zuhurundan sonra'din-i hakka tebaiyet eden bilumum mü'minler hakkında bu hüküm ca­ridir. Zaman-ı İsa'dan bu zamana kadar Yehudun bir hükümet sa­hibi olduğu görülmemiştir. Binaenaleyh; daima Nasara Yehûd üze­rine galiptir. Çünkü; ilâ yevm-il kıyam hükümetlerinin bekası ve Yehûda galebeleri va'd-i ilâhi ile sabittir. Yehudun kıyamete ka­dar bir hükümet sahibi olamayıp zelil ve hakîr olacaklarına bu âyet delâlet eder. Zira bu âyet; Yehûdla Hz. İsa arasında cereyan eden vak'anın neticesinde Vacip Tealâ'nm Hz. İsa'ya yahudilere rağ­men vermiş olduğu lutuflarını beyan hakkında olup Yehûd mil­leti de Hz. İsa'ya asla iman etmediklerinden ve ilâ yevm-il kıyam da iman etmeyeceklerinden kıyamete kadar iman edenlerin galip, iman etmeyenlerin mağlûp olacakları va'd olunmuştur. İşte bu va'd-i ilâhinin eseri o zamandan bugüne kadar görülmüş ve ilâ yevm-il kıyam görüleceği de şüphesizdir. Amma ehl-i islâm enbi­yanın hiçbirini tefrik etmeksizin kâffesine iman ettikleri için her zaman hükümat-ı islâmiye bulunmakta ve ilâ yevm-il kıyam da bulunacaktır. Ancak hükûmat-ı islâmiyenin bazan kavi ve bazan zayıf olması her milletin hükümetlerinde cari olan ahvaldendir.

İşte bu âyet-i celile dahi delâlet eder ki milletin iman ve iti­kadı hükümetin payidar olmasına sebeptir. Çünkü; millette iman olmazsa efradı bir noktaya toplamak mümkün olamaz. Zira; in­sanları bir merkeze cem'eden her zaman din ve imandır. Efradın bir noktaya içtimai mümkün olamayınca hükümeti yaşatmak müm­kün olamaz. Hükümeti yaşatacak milletin heyet-i mecmuası oldu­ğundan onları bir araya getirecek iman ve itikad lâzımdır. Binaen­aleyh; «Hükümete diyanet lâzım değil» diyenlerin ne kadar zayıf fikre malik olduklarını beyana hacet yoktur. Zira; diyanet perver olan bir milletin başında dinsiz hükümet nasıl yaşar ve kaç gün faydalı olabilir? Çünkü; cemaatin o hükümete teveccühü olamaz ve irtibatı çözülür. Gerçi bir müddet-i muvakkate bir hükümet karaltısı görülürse de temeli olmadığı için elbette birgün yıkılır.

Hulâsa; hükümeti yaşatmak diyanete sarılmakla ve halkın ar­zusunu tatmin ve halkı hükümete raptetmekle olabilir. Yani; halk bittav'ı verrıza kendi ihtiyarıyla seve seve hükümete kalbiyle, ru­huyla, diniyle, imanıyla merbut olmalıdır. Bu da diyanetle olur. Cemaatin cebren, kahren ve kerhen hükümete bağlanmasına hakîki bağlılık denilemez, birgün gelir o bağı kırar, irtibat kalmaz, halk da hükümet de hepsi muzmahil olur gider. [53]

 

Vacip Tealâ yevm-i kıyamette Yahudilerin ihtilâf ettikleri me-sailde adaletle hükmedeceğini beyanettiği gibi o ihtilâfı tafsil et­mek üzere buyuruyor.

[Şol kimseler ki onlar Isa (A.S.)'a küfrettiler. Ben onları dünya ve âhirette şiddetli adapla azâbederim. Halbuki onlar için benim azabımdan kurtaracak yardımcıları yoktur.]

[Amma şol kimseler ki onlar bilcümle enbiyaya imanla amel-i salih işlediler; Allah-ü Tealâ onların ecirlerini bol bol verir ve Allah-ü Tealâ zalimlere muhabbet etmez.]

Yani; İsa (A.S.) hakkında ihtilâf edenler iki fırka olmuşlardır. Birincisi; İsa (A.S./ın nübüvvetini inkâr ve milletini muhalefet ederek hakkında birtakım iftirada bulunup lâyık olmadık şeyler isnad eden kâfirlerdir. Onların dünyada cezaları; enva-ı zillet ve ka'tlü esaretle cizye ve haraç vermek ve memleketlerinden tarde^ dilmekle şiddetli azaptır ve âhiretteyse Cehennem azabıyla muaz­zep olmaktır. Halbuki dünyada ve âhirette bu azaplardan onları kurtaracak yardımcıları da yoktur. İkincisi; şol kimseler ki onlar Hz. İsa'nın nübüvvetini tasdik ettiler ve imanlarının muktezası olan feraizi eda ile amel-i salih işlediler. Onların sevapları tama-miyle verilir, asla noksan olmaz. Zulmü nehyettiği için menhi olan zulmü irtikâb eden zalimleri Allahü Tealâ sevmez.

Âyet; Hz. İsa hakkında tefrikaya düşenleri beyan sadedin­de vârid olduğu içirt küfür ve imanda Hz. İsa'ya küfreden ve iman ederi denmiştir. Yoksa bilcümle enbiyaya iman veya küfredenlerin halleri ve hükümleri de böyledir.

Allahü Tealâ'nın, zulmü irtikâb eden hiçbir kimseyi sevmedi­ğine bu âyet delâlet eder. Çünkü; in istiğrakda zahir olan cem-i muarref billâm olarak varid olması hiçbir zalimi sev­mediğine delildir. Zira; istiğrak için olunca lâfz-ı âyet her zalime şâmildir. Binaenaleyh; lâfzından hiçbir ferd-i zâlim hariç değildir.

Âyet; kâfirler için hiçbir ferdin yardımcı olmayacağına dahi

delâlet eder. Zira; Ebussuûd Efendi'nin beyanı veçhile cemi'nin cem'ine mukabelesi âhâdın âhâde mukabelesini iktiza ettiğinden her ferd için bir nasır olmadığına yani herkes için hiç birtek yardımcı bile bulunmayacağına delâlet eder.

Hulâsa; kâfirlerin dünyada ye âhirette şiddetli azapla muaz­zep olacakları ve azaplarını defedecek yardımcıları dahi olmadığı amma, mü'min olup amel-i salih işleyenlerin ecirlerini tamam ala­cakları ve Allahü Tealâ'nın zalimleri sevmediği bu âyetten müste-fad olan fevaid cümlesindendir. [54]

 

Vâcip Tealâ bundan evvel beyan.olunan Zekeriya, İsa, Yahya ve Meryem (A.S.)'m ahvalini tafsil ettikten sonra o ahvali icmal ve hulâsa etmek üzere buyuruyor.

[Habib-i zişamm! Şu beyatıolunan mesaili senin üzerine âyet­lerden ve zikr-i hakîm olan Kurân'dan olarak biz tilâvet ederiz.]

Yani; habibim! Şu İsa, Zekeriya, Yahya ve Meryem (A.S.)'m hikâyelerini senin nübüvvetine delâlet eden âyetlerden alâmet olarak ve muhkem zikr-i celil ve bâtıldan ârî ve hikmet-i masla­hatı cami' olan Kur'ân'dan olduğu halde biz senin üzerine oku­ruz.

Bu mesailin Kur'ân'da beyan olunması Resulullah'ın risaleti ne delâlet ettiğine işaret için bunların âyetlerden olduğu beyar olunmuştur. Çünkü; Resulullah'ın bir muallimden taallünı etme^ diği ve bir kitaptan okumadığı halde bunların herbirini olduğu gib: haber vermek vahy-i münzel olduğuna ve Resulullah'ın nübüvvel dâvasında sadık bulunduğuna delâlet ettiğinden âyât denmiştir. Z ik r - i h akimle murad; Kur'ân'dır. Zira; Kur'ân'ın âyetleri muhkem ve enva-ı hikmeti câmV olduğundan Kur'ân'a zikr-i hakîm denilmiştir.

Kur'ân'ı ve şu beyan olunan vukuatı Resulullah üzerine tilâ­vet eden her ne kadar Cibril-i Emînse de Allah'ın emri ve izniyle tilâvet ettiğinden Vacip Tealâ Cibril'in tilâvetini kendi zatına is-nad etmiş ve «Biz bu âyetleri ve zikr-i hakimi senin üzerine tilâ­vet ederiz» buyurmuştur. [55]

 

Vacip Tealâ İsa (Â.S.)'m ülûhiyetini itikad eden bazı nasarâ-nın itikadlarını reddetmek üzere buyuruyor.

[İndallah İsa (A.S.)'m hal-ü sânı Âdem (A.S.)'m hâl-ü sânı gibidir. Zira; Âdem'i topraktan halketti. Sonra Hz. Âdem'e ol dedi. Âdem (A.S.)'da derhal vücut buldu.]

Yani; Cenab-ı Hak Âdem (A.S.)'ı anasız ve babasız topraktan halkettiği gibi Hz. İsa'yı da babasız halketti. Şu halde teşbih, her ikisinin de babasız halk olunmalarındandır. Yoksa her cihetten İsa (A.S.) Hz. Âdem'e benzemez. Çünkü; Hz. İsa'nın anası vardır, Hz. Âdem'in ise babası olmadığı gibi anası da yoktur.

Fahr~i Razi ve Hâzin'in beyanlarına nazaran âyet-i celilenin Necran'dan gelen Nasârânın mübahase esnasında «Hz. İsa Allah'ın oğludur. Zira; babasız beşer olmaz. Binaenaleyh; Hz. İsa'nın ba­bası Allah'tır» demeleri üzerine nazil olduğu mervidir. Şu halde Cenab-ı Hak   onların itikadlarını reddetmek üzere   «İsa (A.S.)'m yaratıhşdaki sıfat-ı acibesi Hz. Âdem'in sıfat-ı acibesi gibi olduğu­nu ve beşerin esası olan Âdem (A.S.)'m babasız halkolunduğunu, hatta anası bile olmadığını ve babasız halkolunan Allah'ın oğlu ol­ması icabetseydi Hz. Âdem'in- de Allah'ın oğlu olması lâzım gele­ceğini ve halbuki Âdem hakkında böyle bir itikad olmadığını ve Âdem'in hali ise Hz. İsa'nın halinden daha garip olduğunu zira; anasız ve babasız topraktan halk olunduğunu bu âyetle beyan bu­yurmuş ve Nasârânm bu gibi itikadlarını iptal ve insanın mütevazı ve ketum olması ve toprağa yakın bulunması ve nar-ı şehveti sön­dürüp hakikî bir insan olması lâzım olduğuna topraktan halk olun­duğunu beyanla erbab-ı tefekkürü irşad etmiştir. Çünkü; toprak herkesin ayağının altında bulunup çiğnendiği için serkeşlik ve ki­bir emmaresi olmadığı gibi toprak, içine gireni saklar ve şehvet ateşinden beridir. Şu halde topraktan halkolunan insanların da böyle olması elbette lâzımdır.

Hz. Âdem'in cesedini evvelâ çamurdan halkedip sonra ruhunu verdiğine işaret için Vacip Tealâ bu âyette evvelâ halkederek son­ra ol deyip ot emri üzerine tamamiyle bir insan olup vücut buldu­ğunu beyan buyurmuştur. [56]

 

Vacip Tealâ İsa ve Âdem (A.S.) arasında olan teşbihin hak ol: duğunu beyanetmek üzere buyuruyor.

[Şu İsa ile Âdem (A.S.) arasında beyan olunan teşbih habi-bim! Rabbin Tealâ tarafından gelmiş sabit ve vâki' bir haktır. Bi­naenaleyh; sen şekkedenler zümresinden olma.]

Yani İsa (A.S.)'ın babasız doğduğu ve validesi Meryem'in if­fet ve tahareti hakkında Rabbin tarafından gelen ahkâmın cümlesi haktır ve şüphe yoktur. Halbuki Yehûd ve Nasârâ bu ahkâmda şekkederler. Habibim! Sen o şekkedenlerden olma. Zira; hak olan şeyde şekkolmaz ve şekketmek lâyık değildir.

Bu âyette zahirde hitap Resulullah'a ise de hakikatte ümme-tinedir. Çünkü; Resulullah'm bu misilli ahkâmda şekketmeyeceği malûmdur. Lâkin metbu' olan Resulullah'ı sekten nehyetmek; tâbi olan ümmetini nehiyde te'kid olsun içindir. Zira; birşeyden met­bu' nehyolununca tabiîn nehyolunacağı evleviyetle sabittir. Şan-ı Resulullah'a tazim için terbiyenin her nev'ini müşir olan Rab ism-i şerifi Resulullah'tan kinaye olan kafa muzaf kılınmıştır. Zira; Al-lahü Tealâ herkesin Rabbisi olduğu halde Resulullah'a uSenin Rabbin» demek; elbette şan-ı Resulullah'a tazimdir.

Hulâsa; Hz. İsa'nın babasız halkolunmakta Hz. Âdem'e ben­zediği ve halbuki Hz, Âdem'in ülûhiyetini itikad eden olmadığ: halde Hz. İsa'nın dahî ülûhiyetini itikad etmemek lâzım olduğı ve Hz. Âdem'in ol emri üzerine derhal vücut bulduğu ve bunlarır cümlesi taraf-ı ilâhiden gelmiş birtakım sabit hükümler olduğun dan hiçbir kimse için şekketmek caiz olmadığı bu âyetlerden müs tefad olan fevaid cümlesindendir. [57]

 

Vacip Tealâ sûrenin bidayetinden buraya gelinceye kadar H; İsa ile validesi haklarında ve sair hususâtta Nasârânın şüphelerir izale ettikten ve tevhide müteallik delâil-i katiyeyi beyandan sor ra bu kafi delillere karşı hâlâ inad edenleri lanete davet etmesir resulüne emretmek üzere buyuruyor.

[Habibim! Rabbin Tealâ tarafından sana gelen ahkâm hi olunca İsa (A.S.)'m ahvaline dair sana ilm-i yakın geldikten so ra eğer bir kimse onun hakkında seninle mücadele ederse sen o lara de ki «Gelin yanıma. Biz ve siz oğullarımızı ve haremlerim ve kendi nefislerimizi davet edelim ve hepimiz bir araya geldik­ten sonra Allah-ü Tealâ'ya tazarru ve niyaz edelim ve Allah'ın lanetini İsa (A.S.) hakkında iftira edenler üzerine kılalım ve ya­lancılar üzerine taraf-i ilâhiden lanet nazil olmasını isteyelim» demekle onları insafa davet et dedi.] Resulullah da emr-i ilâhi üzerine Nasârâyı lanete davet etti. Lâkin bu hususta mücadele edenler lanete girişemediler. Çünkü; «Hâin olan korkak olur» fah-vasınca kendileri hâin oldukları için cesaret edememişlerdir.

Fahr-i Razi ve Kazi'nin beyanları veçhile Hz. İsa hakkında varid olan delâil-i katiyeye karşı Necran'dan gelen Nasârâ taifesi­nin itikad-ı bâtıllarında ısrar etmeleri üzerine Cenab-ı Hak müba-heleye yani lanete davet olunmalarını emir buyurmuştur. Resulul­lah onlara dedi ki «Bu kadar kati delillere karşı hâlâ inat ediyor­sunuz, gelin çoluğumuzu, çocuğumuzu ve kendi canımızı bir ara­ya toplayalım ve ciddiyetle ve kemal-i ihlâs üzere dua edelim ve diyelim ki (Allah'ın gazabı ve laneti yalancılar üzerine olsun)».

MübaheIe ; ihlâs ve ciddiyet üzere lanetle dua etmektir. Resulullah'in böyle ciddiyetle duaya daveti üzerine onlar haric-i mescidde istişareye başladılar ve reislerine «Ne dersin mübahele-ye girişelim mi?» deyince (A'kil) isminde olan reis «Allah'a yemin ederim ki Muhammed (S.A.)'in hakka nebî olduğunu bildiniz ve sözlerinin doğru olduğunu anladınız. Şu halde mübaheleye giri­şirseniz helak olursunuz. Zira; nebî ile mübaheleye girişen kav­min küllisi helak olmuştur. Binaenaleyh; iman etmezseniz hemen veda edin beldenize gidin» diye arkadaşlarını mübaheleden men'-etti. Necran cemaati tekrar huzur-u Risalete geldiler. Bini Safer ayında ve diğer bini Receb ayında tediye kılınmak üzere senede iki bin kırmızı hülleyle otuz zırh cizye vermek ve buna mukabil Resulullah da onlara gaza etmemek şartıyla musalaha akdettiler ve arz-ı veda ile memleketlerine gittiler.

Gerçi küfr üzere vefat ettiği veya vefat edeceği malûm olma­yınca şahs-ı muayyen üzerine lanet caiz değilse de vasf-ı umumi üzerine lanet caiz olduğuna âyet delâlet eder. Meselâ «Yalancı­lara ve zalimlere ve kâfirlere lanet olsun» gibi umumi bir tâbirle lanet caiz olabilir.

Bu âyet-i celile bir kimsenin kızının oğlu, kendi oğlu mesabesinde olduğuna delâlet eder. Zira; Risaletmeab Efendimizin mah-dum-u mükerremleri olmadığı halde kerime-i afifeleri Hz. Fatma (R.A.)'mn oğulları Hz. Hasan ve Hüseyin (R.A.)'yı kendi zatına muzaf kılarak buyurmuştur ki maksad-ı nebevileri hafid-i muhteremleri Hasan ve Hüseyin'dir. Zira; Resulullah «Oğullarımızı davet edelim» dedikten sonra Hz. Hasan ve Hüseyin (R.A.)'yı mübaheleye hazırladığı mervidir. [58]

 

Vacip Tealâ Hz. İsa'nın ahvalini ve Allah'ın kulu ve resulü olduğunu ve Hz. Âdem gibi fevkattabia babasız meydana geldiğini beyanettikten sonra şu vukuatın hak olduğunu beyanetmek üzere buyuruyor.

[İşte şu beyan olunan ahval İsa (A.S.)'m umur-u dine irşad eden kelâmı, hak ve vakıa mutabıktır.] Bunun hilaf olmak ihti­mali yoktur. Ancak Hz. İsa'nın Allah'ın kulu ve resulü olduğunu itikad etmek haktır ve hilafını itikad etmek bâtıldır. Zira;

[Allah-ü Tealâ'dan başka mabud-u bilhak yoktur ve Allah-ü Tealâ cümle âlem üzerine galip ve efali hikmete muvafık bir ha-kîm-i mutlaktır.] Binaenaleyh; Doğmadı ve doğurmadı; zevce ve veled ittihaz etmedi. Zira; bunları ittihaza ihtiyacı yoktur. Çünkü; herkes üzerine kahir bir gâlib-i mutlak olduğundan ihtiyaç alâ­meti olan her şeyden   münezzehtir.

[Hak üzere delâlet eden deliller geldikten sonra eğer onlar haktan imtina ederlerse sen de onlardan iraz et. Zira; onların mak­satları ifşaddır. Allah-ü Tealâ müfsidleri bilir.] Ve kendi zatının gayrıya ibadet eden müfsidlerin müstehak oldukları cezayı verir.

Kasas ; umur-u dine ve tarik-ı hakka irşad ve ibrete da­vet eder ve azab-ı ilâhiden kurtulmanın tarîkim gösterir haberi mutazammın kelâmdır. lâfzı Hz. İsa ile validesinin ah­valine işarettir. Şu halele manâ-yı nazım : [İsa (A.S.)'m ve valide­sinin haberi; insanları tarîk-ı hakka irşad ve ibrete davet ve kud-ret-i ilâhiyenin kemalini düşünmeye sevkeder bir haberdir ki îsa (A.S.)'m babasız meydana gelmiş bir beşer ve Allah'ın kulu ve re­sulü olduğunu beyaneder. Binaenaleyh; hak olan itikad bu oldu­ğunu beyanla bazı Nasârânm Allah'ın oğludur veyahut ilâhtır su­retindeki itikad-ı bâtıllarını reddeder bir haber-i haktır. Zira; Hz. İsa'nın ülûhiyetle münasebeti yoktur. Çünkü; Allah'tan başka ma­budun bilhak yok, ancak ibadete müstehak odur ve Allahü Tealâ cümleye galiptir. Hz. İsa'da ise cümle âleme galebe yok ki ilâh ol­sun, elbette olamaz. Zira; ülûhiyette kudret~i kâmile şarttır.] de­mektir.

Beyzâvî'nin^ beyanı veçhile âyetin âhiri âsileri tehdid etmiştir. Çünkü; delâil-i hakkadan i'raz etmek nefsi ve âlemi ifsad ve umur-u

dini ihlâl ettiğine işaret için zamir mevkiinde lâfzı ism-i zahir olarak varid olmuştur. Zira; bedelin­de denilse olabilirken delâilden i'raz edenlerin müf-sid olduklarını tasrih ve bildiğini beyanetmek; bu gibi cinayeti ir-tikâb edenlerin müfsid oldukları cihetle cezasız kalmayacaklarını beyanetmektir. Şu halde manâ-yı nazım: [Habibim! Eğer onlar hakka delâlet eden deliller geldikten sonra tarîk-ı tevhidden i'raz ederlerse sen de onlardan yüz çevir. Zira; onların tarîk-ı haktan i'razları din-i hakkı ve âlemi ifsad etmek olduğundan iltifat-ı nebe-viyene lâyık değillerdir. Çünkü; Allahü Tealâ bilcümle müfsidleri bilir ve ifsadlarma göre ceza verir.] demektir.

Hulâsa; Hz. İsa ve validesi haklarında Kur'ân'da varid olan haberlerin ancak hak olup bunun hilâfında bazı süfehâ tarafından söylenen sözlerin iftira ve bâtıl olduğu ve Allah'ın gayrı mabudun bilhak olmadığı ve Allahü Tealâ'nm cümle âleme galip bir hakîm-i mutlak olduğu ve hal böyle olunca kâfirler imandan i'raz ederlerse Resulullah'm da onlardan i'raz etmesi lâzım geldiği, zira; bu mi­silli müfsidlerin Resulullah'm iltifatına müstehak olmadıkları ve Allahü Tealâ'nın müfsidleri bildiği ve onlardan intikamım alacağı bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [59]

 

Vacip Tealâ tevhide delâlet eden delilleri ve Hz. İsa'nın ma'-bud olmadığını ve Nasârâyı mübaheleye davet edip onların müba-heleye cesaret edemediklerini beyanettiği gibi delil-i aharla onları tarîk-i hakka davet etmesini resulüne • emrettiğini beyan etmek üzere  buyuruyor.

[Habibimî Sen ehl-i kitaba de ki: Siz bir kelimeye gelin biat edin ki o kelime sizinle bizim beynimizde müsavidir ve o kelime sizin ancak Allahü Tealâ'ya ibadet edip Allah'ın gayrıya ibadet etmeyip ve Allah'a hiçbir şeyi şerik itikad etmemenizdir ve Al­lah'ın dününde bazımız bazımızı erbab ittihaz etmememizdir.]

[Eğer ehl-i kitap, o kelime-i tevhidi kabulden imtina' eder, yüz dÖndürürlerse siz deyin ki «Ey müminler! Siz şahid olun biz müminiz ve Allah'a mu'tî ve münkadız. İşte iman ve islâmiyeti-mizi ikrar ediyoruz.»] Böyle demekle itikad-ı bâtıldan beri oldu­ğunuzu beyanedin ki, imanınızı izhar etmiş olasınız.

Ehl-i kitapla murad; Necran'dan gelen Nasârâ.ve Me-dine'de bulunan yahudüerdir. Zira; Necran Nasârâsmın Resulul-lah'la mübahaseleri esnasında Medine yahûdilerinin haberdar ol­dukları gibi bazılarının da mübahasede hazır bulundukları mervi-dir. Binaenaleyh ehl-i kitaba hitap; her iki millete de şâmildir. Çünkü; her ikisi de hakka tabeiyetten i'raz ettikleri için kelime-i hakka davet hepsine şâmildir. Aramızda müsavi olan kelime demek;kelime-i âdile ve müstakime demektir ki «O kelimeyi kabul edince cümlemiz hukukta ve sair ahkâmda müsavi oluruz, yekdiğerimizden farkımız olmaz. Zira; o kelime-i tevhidin bilumum mükellefine nispeti müsavidir ve hiçbir kimseye diğerin­den ziyade bir hukuk bahşetmez. Binaenaleyh; o kelimeye intisab edenlerin cümlesi kardeştir, birinin hakkında olan hüküm diğeri­nin hakkında olan hükmün aynıdır.» demektir.

Yahudiler (Üzeyir) ve bazı Nasârâ (İsa) Allah'ın oğludur de-meleriyle ibadete ehil addederek Allah'ın gayrı olarak Rab ittihaz ettiklerinden Cenab-ı Hak resulüne demesini emretmiştir. Yani; [Bazımız bazımızı Allah'ın dûnunda mâbûd ittihaz etmesin] demektir.

Ulemanın kendi kendine delilsiz ihdasettikleri bid'atları ve hall-ü hürmeti kabul etmek; onları Rab ittihaz etmektir. Çünkü; Yehûd ve Nasârâ uleması delile müstenid olmaksızın birçok me-sail ihdas ederek şeriatlarında halâl olan şeye haram ve haram olan şeye halâl demişler ve avam tabakası da bunları kabul etmiş­lerdir. Halbuki hall-ü hürmet va'zı Rabb-i Tealâ'ya ve onun gön­derdiği resule mahsus olduğundan bu gibi ahkâmı kabul; Allanın dününde onları Rab ittihaz etmektir. Bu manâyı Resulullah'm «Ulemanın ihdas ettikleri hall-ü hürmeti kabul onları Rab ittihaz etmektir» buyurduğu hadîs-i şerifi de teyid etmektedir. Çünkü Beyzâvî'nin beyanı veçhile bu âyet nazil olunca (Ady b. Hatem) «Ruhbanlara ve ahbara itaat etmedik» deyince Resulullah'm «On­ların ihdas ettikleri mesaili kabul onlara itaattir» buyurduğu mervidir. Şu halde hangi millet olursa olsun dininde olmayan bid'at­ları ihdas edenlere ittiba' caiz değildir. Amma şeriat-i islâmiyede mesail-i fıkhiye buna kıyas olunamaz. Zira; mesail-i fıkhiye; müç-tehidin-i kiramın ihdas etmeleriyle hasıl olmuş birşey değildir. Çünkü; bütün mesail-i fıkhiye; dinin esası olan Kur'ân'a ve ehâ-dis-i nebeviyeye müsteniddir, yoksa müçtehidînin kendi karihala­rından ihdas olunmamıştır. Mezahibin ihtilâfı; ahâdis-i celiledeki rivayetlerin ihtilâfından ve bazı âyâtın kavaidi usule muvafık de­lâlet ettiği manâlardan ileri gelmiştir. Binaenaleyh; hiçbir müçtehid esasa müstenid olmaksızın bir mesele ihdas etmiş değildir. Bi­zim edillemiz olan kitap, sünnet, icmâ-ı ümîrtet, kıyas-ı jukaha mazbuttur. Bunlara asla tezvirat karışmamıştır. Şu halde bizim gençlerimizin «Bin iki yüz küsur sene evvel gelen İmam-ı A'zanYm içtihad ettiği mesail şimdi kâfi gelmez» gibi iddiaları esas-x şeriata ve içtihada ve içtihadın keyfiyetine cehilden neşet etme birtakım vâhî sözlerdir. Zira; İmam-ı A'zam ve sair eimme kendi karihala­rından bir mesele ortaya koymamışlar, her ne söylemişlerse şeri­atın esaslarından alarak söylemişlerdir. Hatta mesail-i fıkhiyenin alelekser metni ayniyle ahadis-i celilenin metnidir.

Bu âyette unvanı ehl-i kitabı insafa daveti müş'irdir. Çünkü; «Siz ehl-i kitapsınız» demek «Kitabın ve hak olan delillerin esrarına vakıfsınız. Şu halde bâtıl itikaddan vaz­geçin ve kelime-i tevhide gelin» demektir.

Fahr-i Râzî'nin beyanı veçhile bu âyetin sebeb-i nüzulü şöyle­dir: Yehûd kavmi «Ya Muhammedi (S.A.) Senin muradın Nasârâ-nın İsa (A.S.)'ı fab ittihaz ettikleri gibi bizim de seni rab ittihaz etmemiz midir?» demeleri üzerine bu âyetin nazil olduğu mervidir.

Râzî'nin ve Ebussuûd Efendi'nin beyanları veçhile Necran Nasârâsı ve bazı yahudilerle mübahaseyi beyaneden âyetlerde hakka irşad için delâil iradında hasmı ilzam ve ikna hususunda ka-nun-u münazaraya hüsn-ü riayet ve derece derece ilzam ve iknaın nihayeti vardır. Çünkü; Vacip Tealâ evvelâ Hz. İsa'nın, ülûhiyete münafi olan birbiri ardında tevâü eden ahvalini beyanla ülûhi-yetle münasebeti olmadığını ve badehu resulünün naşı imana da­vetin keyfiyetini ve Nasârânm şu hak olan davete karşı inatları üzerine onları mübaheleye davet edip Nasârânm mübaheleden im-tinalarmı ve cümle ben^ beşer beyninde müsavi olan kelime-i tev­hide daveti ve bu davete icabet etmeyince «Şahid olun biz müs-lümanlarız» demekle kelâmına hitam vermesi hakka davet tarîk-larınm en beliği ve açığıdır.

Hulâsa; Resulullah'ın ehl-i kitabı cümle insanlar arasında mü­savi olan kelime-i tevhide davet ettiği ve kelime-i tevhidin manâsı ancak Allahü Tealâ'ya ibadet edip başka bir mahlûku Allah'a şe­rik kılmamak olduğu ve bazı insanın Allah'ın dününde bazı âhari rab ittihaz etmesi caiz olmadığı ve eğer kâfirler kelime-i tevhid-den iraz ederlerse müminlerin «Şahid olun biz müslimiz» deme-leri lâzım geldiği bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [60]

 

Vacip Tealâ Yehûd ve Nasârânın «İbrahim (A.S.) yahûdi ve­yahut nasranîdir» demelerini reddetmek üzere buyuruyor.

[Ey ehl-i kitap! ibrahim (A.S.) hakkında niçin mücadele edersiniz? Halbuki yahûdiyetin esasını tesis eden Tevrat ve nas-raniyeti tesis eden İncil inzal olunmadılar, ancak İbrahim (A.S.) dan sonra inzal olundular. Binaenaleyh; İbrahim (A.S.) zamanın­da yahudiyet ve nasraniyet yoktu ki, siz Hz. İbrahim yahûdî veya nasranî olduğunu iddia edesiniz. Bu sözü söyler de sözünüzün bâ­tıl olduğunu düşünmez misiniz ve esası olmayan birşeyi söylemeye nasıl cesaret edersiniz?]

Yani; ehl-i kitap kendi mezheplerinin hak ve cümlenin mü­sellemi olan İbrahim (A.S.)ın kendi mezheplerinde olduğunu iddia etmeleri üzerine Cenab-ı Hak Tevrat ve İncil'in İbrahim (A.S.) dan sonra nazil olduklarım beyanla bu iddialarının bâtıl olduğunu ispat etmiştir. Çünkü; Tevrat'tan evvel yahudi ve İncil'den evvel nasranî olmadığı gibi bu iki milletin dinlerini ve milliyetlerini te­sis eden bu kitaplar ve kitapların ahkâmı olup halbuki İbrahim (A.S.)'m zamanı ve âhirete irtihali ise bu kitapların inzalinden çok evvel olduğu cümlenin malûmudur. Binaenaleyh; Cenab-ı Hak bu iddialarının açık bir yalan ve bâtıl bir dâva olduğunu ve

böyle bir dâvanın ise merdut bulunduğunu beyan için ( Oj^ W ) buyurmuştur. Yani; «Bu kadar açık bir yalanı söyler de düşünme2 misiniz, aklınız yok mudur? Edna aklı olan bu gibi herkesin bil­diği bir hakikatin hilafını iddiaya cesaret edemez. Çünkü; zaman-]

İbrahim'de henüz vücut bulmamış olan milliyeti Hz. İbrahim'e isnad etmek kadar gülünç birşey olamaz» demektir.

Kâzî'nin beyanına nazaran Hz. İbrahim'le Yehûdiyetin esası­nı kuran Musa (A.S.) arasında bin sene ve Hz. Musa ile İsa (A.S.) arasında da bin sene müddet olduğu rivayet olunmakta ve diğer bir rivayette Hz. İbrahim'le Musa (A.S.) arasında beş yüz yetmiş beş sene ve Hz. Musa ile İsa (A.S.) arasında bin dokuz yüz yirmi sene müddet olduğu beyanolunmaktaysa da beyanolunan müd­detler hakkında tarih mazbut olmadığı cihetle kafi hüküm verile­mez. Fakat İbrahim (A.S.)'m Yahudiyet ve Nasraniyetten çok müddet evvel geçtiği kafidir. Binaenaleyh; bunlardan hiçbirisi İbrahim (A.S.)'a isnadolunamaz.

Gerçi İslâmiyet dahî İbrahim (A.S.)'dan çok sonra Fahr-i Kâ-inat'm vücuduyla hadis olmuşsa da Kur'ân'da İbrahim (A.S.)'m Hânif-i Müslim olduğu beyan olunduğundan Hz. İbrahim'in müs-lim olduğunu iddia etmek vakıa muvafıktır. Çünkü; efal-i hac ve saire gibi ekser-i ahkâm-ı islâmiye şeriat-i İbrahim (A.S.)'a teva­fuk ettiğinden Kur'ân'da müslim olduğu zikrolunmuştur. Binaen­aleyh İbrahim (A.S.)'ın islâmiyetini iddia; Yehûd ve Nasârâ'nın iddialarına kıyas olunamaz. Zira; Tevratta yahûdi ve İncilde nas-ranî olduğu beyan olunmadığından onların iddiaları bir senede müstenid olmadığı cihetle doğru değildir. Amma müslim olduğu sarahat-ı Kur'ân'la sabittir.

Âyetin sebeb-i nüzulüne gelince Necran'dan gelen Nasârâ ta-ifesiyle Medine yahûdileri huzur-u Risalette uzun uzadıya müna­zaa ettiler. Yahudiler; İbrahim (A.S.)'m yahûdi olduğunu iddia ederek bununla Yahudiyetin ve Nasârâ da Hz. İbrahim'in nasrânî olduğunu iddia ederek bununla nasrâniyetin hak olduğunu ispata kalkışmaları üzerine onların bu iddialarını red için âyetin nâzü olduğu mervidir. [61]

 

Vacip Tealâ Yahudiyet ve Nasrâniyet Hz. İbrahim'den sonra hadis olup Tevrat ve İncil'de Yahudiyet ve Nasraniyetten bahsol-madığı cihetle bu iddianın akla muhalif olduğunu beyanettiği gibi bu iddiaları üzerine Yehûd ve Nasârâyı tevbih etmek üzere buyuruyor.

[Ey ehl-i kitap! Siz şu ahmak insanlarsınız ki, kitaplarınızın size beyanla ilminiz lâhik olan mesailde mücadele edersiniz. Fa­kat ilminiz lâhik olmayan mesailde niçin mübahase eder ve Tev­rat'ta, İncil'de İbrahim (A.S.)'m yahûdi ve nasâra olduğuna dair beyan olmadığı halde niçin Hz. İbrahim'in mezhebinden bahseder­siniz? Halbuki Allah-ü Tealâ bilir, siz bilmezsiniz.]

[İbrahim (A.S.) yahûdî ve nasrânî olmadı ve lâkin din-i hak üzere Allah-ü Tealâ'ya muti' müslim öldü ve müşriklerden ol­madı.]

Yani; ey Yehûd ve Nasârâ taifeleri! Size kitabınızın haber vermesiyle bildiğiniz bazı şeylerde delil getirir münazaa edersiniz. Fakat bilmediğiniz şeylere ve kitabınızın haber vermediği mesailde niçin münazaaya girişir ve İbrahim (A.S.)'ın Yahudi veya Nasrânî olduğundan bahsedersiniz? Halbuki İbrahim (A.S.)'m hangi din üzerine olduğunu Allahü Tealâ bilir, siz bilmezsiniz. Şu halde bil­mediğiniz şeyde neden mübahaseye cesaret ediyorsunuz? İbrahim (A.S.) sizin iddianız gibi Yahudi ve Nasrânî olmadı. Tevrat ve İn­cil de size böyle birşey haber vermedi. Şu halde bilmediğiniz me­sailde mübahaseye girişmeniz hamakat değil midir? Lâkin İbra­him (A.S.) bütün dinleri terkle müstakim ve doğru bir dine mey­letti ki o din-i müstakim de din-i islâmdır. Binaenaleyh; Hz. İbra­him doğru bir dine sâlik ve Rabbisine muti' müslim oldu. Halbuki İbrahim (A.S.) Allahü Tealâ'ya şirk eden putperestlerden de ol­madı, ancak müslim oldu. Ehl-i kitabın, Hz. İbrahim'in Yahûdî veya Nasrânî olduğunu iddialanndaki hamakatlerine işaret için âyetin evvelinde   harf-i tenbih   geldiği gibi onların bilmedikleri şeyi iddialarından dolayı hakarete müstahak olduklarına işaret için tahkire delâlet eden ism-i işaret varid olmuştur.

Ehl-i kitabın âlim oldukları mesaille murad; kendi dinlerine müteallik olan mesaü ve âlim olmadık­ları mesaille murad; din-i ibrahim'e müteallik olan me-saildir. Şu halde âyet her iki fırkanın iddialarını red ve İbrahim (A.S.)'m müslim olduğunu  sarahatle beyan etmiştir.

Hanijen; doğru yola giden ve edyanın küllisinden müs­takil bir dine teveccüh eden kimsedir. Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğuna nazaran İbrahim (A.S.)'ın hanif olmasıyla murad; tevhidle beraber kurban kesmesi ve namazda Kabe'ye teveccüh etmesi ve hitan icrası ve ifratla tefrit arasında itidale riayet et­mesidir.

Fahr-i Râzî'nin beyanı veçhile bu âyetin âhirinde İbrahim (A.S.)'ın müşrik olmadığını beyanetmek; Yehûddan (Üzeyr) (A.S.)'a »(Allah'ın oğludur» diyenlere ve Nasârâdan İsa (A.S.)'ı mâbud it­tihaz edenlerin müşrik olduklarına işaret etmektir. Yani; «Yehûd Üzeyr'i ve Nasârâ Hz. İsa'yı Allah'ın oğulları demekle müşrik oldular, halbuki Hz. İbrahim müşrik olmadı. Eğer dediğiniz gibi Yahudi veya Nasranî olsaydı sizin gibi müşrik olur müslim ol­mazdı, halbuki müşrik değil müslimdir» demek olur. Hz. İbra­him'in müslim olması yla murad; usul-ü itikadda din-i islâma muvafık olmasıdır. Yehûd ve Nasârâ dan olma­masıyla murad; onların bâtıl ve maruf itikadlan üzere olmaması­dır. [62]

 

Vacip Tealâ İbrahim (A.S.)'m müslim olup Yehûd ve Nasârâ'-dan olmadığını teyid etmek üzere buyuruyor.

[İbrahim (A.S.)'a nasın evveli ve dinde yakın ve mahabbette ziyade olanı şol kimselerdir ki onlar zamanında bulundular ve İbrahim (A.S.)'a ittiba' ettiler ve şu nebiyy-i zişan ve nebiye ittiba ve îman eden müminlerdir. Halbuki Allah-ü Tealâ müminle­rin yardımcı ve veliyy-i umurlarıdır.] Zira; zâtına ve gönderdiği resulüne iman eden müminleri Allahü Tealâ sever. Binaenaleyh; onlardan muaveneti esirgemez ve istediklerini verir, nimetinden mahrum etmez.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğuna nazaran bu âyetin sebeb-i nüzulü şöyledir: Mekke müşriklerinin ezalarından Habeş'e hicret eden ashab-ı Resulullah'ı Mekke'ye iade edip eza etmekle irtidad teklif etmek üzere Mekke ahalisi Habeş Meliki Necaşi'ye birçok hediyeyle (Amr b. As) ve (Ammare b. Muaytî)'yi göndermişlerdi. Mekke elçileriyle muhacirin-i kiram Necaşi huzurunda mübahase-ye başladıklarında elçiler kendilerinin din-i İbrahim üzerine olduk­larından bahsettiklerinde onların iddialarını reddetmek üzere bu âyetin Medine'de Resulullah'a nazil olduğu mervidir. Şu halde bu âyet; Habeş Meliki Necaşi huzurunda din-i İbrahim üzere bulun­duklarını iddia eden Mekkelileri tekzip için nazil olmuştur. Gerçi mübahase Habeş'te vâki ve âyet Medine'de nazil olmuş ve arada birçok mesafe varsa da Kur'ân'ın âyetleri mütevatir ve ilâ yevm-il kıyam bakî olduğu ahkâmı her zaman carî ve sür'atle intişar etti­ğinden arada bulunan mesafeyle itiraz varid olmaz. Çünkü mak-sad; onların yalancı olduklarını yalnız kendilerine duyurmak değil belki bu gibi iddianın yalan olduğunu herkese bildirmektir. Zira âyetin meali; «İbrahim (A.S.)'a en yakın olan kimseler onun za­manında bulunup ittiba eden kimseler ve âhir zaman nebisi ve o nebiye iman eden müminlerdir. Şu halde Mekkeliler İbrahim (A.S.) zamanında bulunmadıkları gibi âhir zaman nebisine dahî iman edenlerden değillerdir» demektir. Binaenaleyh; Mekkelilerin ya­lan söylediklerini âyet sarahaten beyan etmiştir. [63]

 

Vacip Tealâ ehl-i kitabın hakka delâlet eden delilleri kabul­den i'raz ettiklerini beyanettiği gibi onların yalnız hakkı kabul etmemekle iktifa etmeyip Resulullah'a iman eden müminleri idlâl etmek istediklerini dahî beyanetmek üzere buyuruyor.

[Ehl-i kitaptan bir taife sizi idlâl etmeye muhabbetederler ve idlâle çalışırlar. Halbuki onlar idlâl etmez, ancak kendi nefisle­rini idlâl ederler. Fakat kendi nefislerini idlâl ettiklerini idrak et­mezler.]

Yani; ehl-i kitaptan Yehûd taifesi sizi tarîk-ı haktan çıkar­mak ve kendi dinlerine ithal etmek isterler. Halbuki siz onların sözlerini dinlemediğiniz için onlar ancak kendi nefislerini idlâl ederler ve böyle olduğunu da bilmezler. Çünkü; ehl-i imanı yol­dan çıkarmaya çalışmak büyük bir günah ve dalâlet olduğu ci­hetle ancak vebali kendilerine aittir, lâkin bu günahı bilmedikleri gibi yaptıkları fenalığı işgüzarlık addederek, iftihar da ederler. İşte erbab-ı fesadın halleri daima ehl-i salâhı ifsad etmek ve bu yolda çalışmaktır.

Bu âyet, Medine'de yahûdilerin eshaptan (Muaz b. Cebel) ve (Ammar b. Yâser)'i din-i Yehûdu kabule davet ettikleri zaman da­vet eden yahûdiler hakkında nazil olduğu Hâzin'in cümle-i beya-natındandır. Şu sebeb-i nüzule nazaran manâ-yı nazım şöyledir; [Her ne kadar yahûdiler ehl-i imanı dininden çıkarmakla idlâl et­mek isterlerse de idlâle gayretlerinin vebali ancak kendilerine ait olmakla kendi nefislerini idlâl ederler. Zira; müminler sözlerini dinlemedikleri için tesiri olmaz ve sa'ylerinin semeresini görmez­ler ve kendi nefislerini idlâl ettiklerini de idrak etmezler] demek­tir. İşte insanlardan, ebna-yı cinsini herhangi işte olursa olsun o iş hakkında doğru yoldan çıkarıp hataya sevketmek isteyenlerin kendi fena fikirlerinin cezası kendilerine ait olup o hataya kendi­leri düşeceklerine bu âyet delâlet eder. Binaenaleyh; insanlar dai­ma ebna-yı cinsini hayır" yola sevkeder ve aklı erdiği kadar irşada çalışırsa âhiretçe ecre nail olacağı gibi dünyaca da herhalde mü­kâfatını göreceğinde şüphe yoktur. Bilhassa her mü'minin diğer mü'mine muaveneti ve lâzım gelen   umurunda hayra delâleti en mühim vezaif-i diniyedendir.   Zira; bu hususa dair birçok ayât-ı beyyinât ve ehâdis-i nebeviyat vardır. [64]

 

Vacip Tealâ Resulullah'm nübüvvetini bilerek inkâr eden ehl-i kitabın ulemasını tevbih etmek üzere buyuruyor.

[Ey ehl-i kitap! Siz Muhammed (S.A.)'in nübüvvetine şeha-det eder olduğunuz halde niçin Allah'ın âyetlerine küfredersiniz?]

Yani; ey Yehûd ve Nasârâ taifeleri! Tevrat'ta ve İncil'de ev-saf-ı Muhammediyeye delâlet eden Allah'ır âyetlerini niçin inkâr eder ve mucibiyle amel etmez de küfredersiniz? Halbuki sıfat-ı Resulullah'm, Tevrat'ta ve İncil'de beyan olunan evsaf-ı Resulul-lah'a muvafık olduğuna ve ahval-i Resulullah'm o kitaplarda zik-rolunan evsafa mutabık bulunduğuna şehadet ettiğiniz halde küf­rünüze sebep nedir?

Bu âyette ehl-i kitapla murad; ehl-i kitabın uleması-dır. Zira Tevrat ve İncil'de olan evsaf-ı Resulullah'ı tahrif eden ve hakkı avâm-ı nastan setreden ehl-i Kitabın ulemasıdır. Küf­rettikleri âyetler le murad; evsaf-ı Resuluüah'a delâ­let eden âyetlerdir. Binaenaleyh; ehl-i kitap kendi kitaplarına küf-retmişlerdir. Zira kendi kitaplarında Resulullah'a ait olan âyetleri inkâr etmek; o kitabın tamamını inkâr mesabesindedir. Çünkü; küfrü mucip olmakta bir âyeti inkârla bütün kitabı inkâr beynin­de fark yoktur.

Yahut bu âyette Allah'ın âyetleri yle murad; Kur'ân ve sair mucizat-ı nebeviyedir. Çünkü; ehl-i kitabın uleması Kur'ân'm ve sair mucizatm hak olduğuna kalpleri şehadet ettiği halde inkâr etmişlerdir. Binaenaleyh; menasıb ve avaidini muha­faza için hakkı setrettiklerinden Cenab-ı Hak onları tekdir etmiştir. [65]

 

Vacip Tealâ kalpleri şehadet ettiği halde lisanlarıyla küfreden ehl-i kitabı zem ve tekdir ettikten sonra avâm-ı nâsı idlâl için şüphe atan ve araya vesvese koyan kimseleri zem ve tekdir etmek üzere buyuruyor.

[Ey ehl-i kitap! Hakkı bâtıla ne için karıştırır ve hakkı hak olduğunu bildiğiniz halde niçin saklarsınız?]

Yani; ey ehl-i kitabın uleması! Evsaf-ı Resulullah'a müteal­lik taraf-ı ilâhiden nazil olup vakıa muvafık olan âyetleri kendi elinizle tağyir ettiğiniz bâtıl sözlere niçin karıştırır ve nâsa bâtılı hak suretinde nasıl gösterirsiniz ve hakkı bildiğiniz halde nastan niçin saklarsınız, hakkı saklamak günah değil midir?

Fahr-i Râzî'nin beyanı veçhile ehl-i kitabın ulemasının iki sı­fatlan vardır: Birincisi; risalet-i Resulullah'ı kalpleriyle bildikleri halde lisanlanyla nübüvvetini inkâr ederek küfretmektir. Bu kıs­mı irtikâp edenleri Vacip Tealâ bundan evvelki âyette beyan bu­yurarak bu misilli cinayetin mürtekiplerini zem ve tekdir etti. İkincisi; ahvaUi Resulullah kitaplarında beyanolunan evsafa mu­tabık olduğu halde o âyetleri tahrifle hakkı bâtıla karıştırmak ve nâs arasına şüphe verecek sözler atmakla hakkı örtmek ve bâtılı terviç etmektir. Bu kısmı irtikâp edenleri Cenab-ı Hak bu âyetle zemmetmiştir. Çünkü; onlar taraf-ı ilâhiden nazil olan âyetleri kendilerinin tağyir ettiklerine karıştırırlar ve evsaf-ı Resulullah'a delâlet edenleri delâlet etmeyenlere karıştırıp halkı iğfal ederler ve arzularına muvafık te'viller icad ederek halkı aldatırlardı. İşte Vacip Tealâ bu suretle vaki' olan yolsuzluklarını şu âyetle red ile onları tekdir etmiştir. Gerçi bu âyette hitap; ehl-i kitaba ise de hakkı bâtıla karıştırmak ve bâtılı terviç etmek ve hakkı saklamak her zaman haram ve bu gibi tezviratı irtikâp edenler daima mez-mumlardır. Binaenaleyh; hakkı setirle bâtılı tervice çalışanlar; her zaman bir müddet-i kalîle devam eder gibi görünürse de ze­vale maruz ve inkıraza mahkûm ve onu irtikâp eden kimse nâs araöında menfur ve mahkur,   âkibet rezil ve rüsva olarak nâbud olduğu her .yerde görülen şeylerdendir. Binaenaleyh; insanın hakkı takib etmesi ve tervicine çalışması en büyük bir meziyet olduğun­dan her şahısta bu meziyet bulunamadığı cihetle ekseriya yalnız kalır ve yardımcı bulamazsa da akıbet-i emirde âli ve herkesçe makbul olduğu ve hakkın tezahür ettiği inkâr olunur bir hakikat değildir. Binaenaleyh insanlara lâyık olan; hakkı sevmek ve dai­ma hakka tâbi olmak ve batıldan kaçmaktır. [66]

 

Vacip Tealâ ehl-i kitabın hakkı bâtıla karıştırmakla halkı id-lâle sa'yettikleri gibi hile ve desiseyle dahî idlâle sa'y ettiklerini beyanetmek üzere buyuruyor.

[Ehl-i kitaptan bir taife kendi arkadaşlarına dediler ki «Siz müminler üzerine inzal olunan Kur'ân'a evvel-i neharda iman ve âhir-i neharda küfredin. Me'muldür ki, size bakarak onlar da din­lerinden rucu' ederler» demekle hile öğrettiler.]

Yani; Yehûddan hilekâr ve müfsid bir taife ehl-i imanın iman­larını ifsad etmek kasdıyla kendi â'vân ve ahbabına dediler ki «Müminlerin kalplerini karıştırmak için onlar üzerine inzal olu­nan Kur'ân'a gündüzün evvelinde yani sabah namazında iman iz­har ederek, Kabe'ye müteveccihen namaz kılın ve ahir-i neharda yani ikindi namazında küfrederek Beyt-i Mukaddes'e namaz kılın. Me'muldür ki, onlar size bakarak (Ehl-i kitap bizden daha iyi bi­lirler. Zira; onlar tetkik ettiler, yalan olduğunu bildüer ve döndü­ler, biz de dönelim) derler.»                          

Fahr-i Râzî, Kâzı ve Hâzindin beyanlarına nazaran bu vak'a; Medine'de kıblenin Beyt-i Mukaddes'ten Kabe'ye tahavvül etmesi üzerine vaki olmuştur. Çünkü; Resulullah'ın Medine'de Beyt-i Mukaddes'i kıble ittihaz etmesi üzerine yahûdiler mesrur oldular. Bilâhare kıble Kabe'ye tahavvül edince meyus olmaları üzerine Yehûd ulemasından   (Kâ'b b. Eşref) ve emsali kendi etba'larına

«Kalbiniz Yâhûdiyet üzere sabit olduğu halde evvel-i neharda Ka­be'nin kıble olmasına dair müminler üzerine nazil olan âyete iman eder gibi görünün ve Kabe'ye teveccüh ederek namaz kılın ve âhir-i neharda münafıkane gösterdiğiniz imandan dönün. Beyt-i Mukaddes'e namaz kılın ve deyin ki (Biz evvel-i neharda tetkik etmeksizin iman etmiştik, badehu delilleri tetkik ve ulemamızla müşavere ettik, gördük ki Muhamnıed (S.A.)'in evsafı Tevrat'ta beyan olunan âhir zaman nebisinin evsafına muvafık değildir. Bi­naenaleyh; yalan olduğunu bildik ve imandan döndük. Sizin bu sözünüz üzerine eshab-ı Muhammed'e şüphe gelir ve onların da din-i Muhammedi'den dönmeleri me'muldür» demekle beyinlerin­de birbirlerine tezvirat öğrettiler.

İşte Yehûdun bu gibi gizli hilelerini resulüne bildirmek için Cenab-ı Hak bu âyeti inzal buyurdu ve Yehûdun bu misilli hilele­rinin önü alınmış oldu. Âyet gaipten haber verdiği cihetle Resulul-lah'm nübüvvetine delâlet eden mu'cizeleri cümlesindendir. Bu misilli hilelerle ehl-i hakkı idlâl etmek isteyen erbab-ı dalâl'm sa'yleri her zaman payidar olmayıp ehl-i hakkın muîni Cenab-ı Hak olduğuna ve ehl-i fesadın hileleri Yehûdun hileleri gibi yüz­lerine vurulacağına ve binaenaleyh rüsva-yı âlem olacaklarına âyette işaret vardır ve alelekser âyet-i celilenin sırrı da zuhur et­tiği görülmektedir. Türkçede söylenilen «Hilenin harmanı olmaz» darbımeseli de buna muvafıktır. [67]

 

Vacip Tealâ yahudilerin sözlerinin bakîyyesini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Yahudilerden hile öğrenenler diğerlerine «Siz iman etme­yin, ancak dîninize tâbi' olanlara iman edin» demekle Resulullah'a imandan men'ettiler.]

[Habibim! Sen hile ile zuafâ-yı mü'minîni iğfale çalışan ya-hûdüere «Hidayet; ancak Allah'ın hidayeti ve doğru yol; ancak Allah'ın gösterdiği yoldur. Binaenaleyh; sizin hilenizin ehl-i ima­na tesiri olmaz» de.] Ki yahûdiler ehl-i İslâmı aldatamayacakla-rını bilsinler.

[Eğer size verilen mu'cizelerin misli mu'cizeler bir kimseye verilirse veyahut mü'minler yevm-i kıyamette Rabbinizin huzu­runda size delil gösterirler ve sizinle mübahase eder ve hüccet ib­raz ederlerse dahi iman etmeyin ve ehl-i imana esrarınızı verme­yin, ancak kendi milletinize esrarınızı izhar edin.]

Yani; yahudilerden bazıları bazılarına vesâyâda bulundular ve «Siz iman etmeyin. Ancak dininize ittiba eden kimseye iman edin. Hatta denizin yol olması ve Arz-ı Tih'te kudret helvası ve kuş eti gibi size verilen mu'cizelerin emsali mu'cizeler bir kimseye verilmiş olsa veyahut müminler huzur-u ilâhide haklı olduklarına dair size senetler gösterseler dahî iman etmeyin» demekle birbir­lerine tavsiye ettiler.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğuna nazaran bu âyette müfessirînin ihtilâfları vardır. Hulâsası; cümlesi ke-lânv-ı ilâhiden olmak veyahut    yahûdilerin sözlerinin    bakiyyesi

olup cümlesine merbut bulunmaktır. Ve aradaki cümlesi; yahûdilerin hilelerinin faydası olma­yacağını beyan için sevk olunmuş cümle-i muterizadır.

cümlesi kelâm-ı ilâhiden olduğuna nazaran manâ-yı nazım şöyledir: [Habibim! Hîle ve desiseyle nübüvvetini inkâr eden ve ashabından bazılarını iğfale çalışan yahûdilere sen de kî «Hidayet; ancak Allah'ın hidayetidir. Şu halde ey yahûdiler! Sizden gayrı bir kimseye sizin nebinize verdiği mu'cizelerin mis­lini Allah'ın vermesini ve o kulunu hidayette kılmasını ve Rabbinizin huzurunda müminlerin size hüccet ibraz etmelerini inkâr etmeyin. Zira hidayet; Allah'ındır. İstediğine verir.»] demektir. Yahut [Ey Yehûd kavmi! Siz evvel-i neharda iman ve âhir-i ne-harda küfretmeyi tedbir etmeniz ve bunu birbirinize tavsiyeniz sizin nebinize verilen mucizelerin misli sizden başka bir kimseye verildiği ve müminlerin Rabbiniz huzurunda size hüccet ibraz ede­cekleri içindir.   Zira; sizin hasediniz bu hileyi size düşündürdü]

demektir. Yahut kelâm-ı ilâhisindeki hitap; mü­minleredir. Ve maksad da yahudilerin tesisatına aldanmamaları-nı müminlere tavsiye ve tenbihtir. Buna nazaran manâ-yı tuızvtn: [Ey müminler! Hiçbir kimseye iman etmeyin. Zira; ancak kendi dininize tâbi olan kimsenin sözünü tasdik edin, size verilen ilm ü fazıl gibi sizin gayrınıza verilmesini veyahut Rabbiniz huzurunda size muhabbet ibraz ederek bir kimsenin galebe edeceğini tasdik etmeyin. .Şizm nebinize verilen fazl ü kemâl başkasına verilmemiş­tir. Binaenaleyh; Yahûdun tezviratma aldanmayın] demektir ve ehl-i imana imanlarında sebat etmelerini tavsiye etmektir. Çünkü; yeni müslüman olmuş ve müslümanlığm mezayasmı lâyıkıyla tet­kik edememiş olan zuafa-yı mü'minîni yahûdiler aldatmaya çalış­tıklarından Cenab-ı Hak ehl-i imana sebat etmelerini tavsiye et­miştir.

Bu kelâm; Yehûdun kelâmının bakiyyesi olduğuna nazaran mana-yı nazım şöyledir: [«Ey Yehûd kavmi! Siz iman etmeyin, ancak kendi dininize tebaiyet edenlere iman edin. Hatta sizden başka bir kimseye size verilen mucizelerin misli mucizeler verilse dahi iman etmeyin. Zira; ona mucize verilmesinden sizin iman et­meniz lâzım gelmez. Çünkü; sizin dininiz onun dininden daha ha­yırlıdır» demekle yahûdiler birbirlerine vesâyada bulundular ve «o kimsenin ashabının Rabbiniz huzurunda deliller ibraz etmekle size galebe etmesi sizin imanınızı icabetmez. Binaenaleyh; bu gibi şeyleri düşünerek Muhammed (S.A.)'a iman izhar etmeyin ki mü­minlerin imanlarında sebatlarına sebep olmayasınız» demekle ya­hûdiler beyinlerinde Resulullah'a iman etmemeye karar verdiler] demektir.

[Habibim! Sen yahûdilere de ki «Fazıl, mu'cize, ilim ve hik­met cümlesi Allah'ın yed-i kudretindedir. Binaenaleyh; Allah-ü Tealâ istediği kuluna verir. Şu halde sizin hasediniz Allah'ın lut-funa mani olamaz. Zira; Allah'ın fazlı boldur. Müstehak olan kim­seyi bilir ve istihkakına göre ona verir ve dilediği kulunu ihsa-myla mümtaz kılar, kimse karışamaz. Çünkü; Allah-ü Tealâ bü­yük ihsan sahibidir.»]

Yani; habibim; Senin nübüvvetine ve dininin intişarına daya­namayıp hased eden ve dinin inkırazına çalışan yahûdilere karşı sen de ki: «İmana tevfik ve hidayet ve din-i islâm Allah'ın yed-i kudretindedir. Dilediği kuluna ihsan eder, muvaffak kılar. Zira; malik-i hakikî odur, kadir ve kahirdir. İstediğine verir, hiç kimse müdahale edip sıâni olamaz. Zira; Allah'ın lûtfu bol, ilmi herşeye şâmildir. Binaenaleyh; nübüvvet, din-i islâm ve kitap vermek gibi lütuf ve insanıyla istediği kulunu mümtaz kılar. Çünkü; her­kesin istihkakını bilir ve Allahü Tealâ'nın fazlı ve kullarına ih­sanı büyüktür. Yehûdun hasedi Allah'ın lûtfuna mani olamaz.»

Hulâsa; Yehûd kavminin, «Size verilen mucizelerin misli mu­cizeler sizin gayrınız bir kimseye verilse veyahut Rabbiniz indin­de hüccet ibraz edecek olsa dahî iman etmeyin, ancak kendi dini­nize tâbi olan kimseye iman edin» diyerek birbirlerine vesâyâda bulundukları ve Resulullah'ın onlara «Hidayet; ancak Allah'ın hidayeti olup Allah'ın hidayet ve tevfik ettiği kimseye Yehûd'un hilesi te'sir etmeyeceğini» beyanla cevap vermesi emrolunduğu ve fazıl; Allah'ın yed-i kudretinde olup istediğine verdiği ve ilmi vâsi olduğu ve rahmetiyle istediği kulunu mümtaz kıldığı ve Allah'ın kullarına ihsanı pek büyük olduğu bu âyetten müstefad olan feva-id cümlesindendir. [68]

 

Vacip Tealâ ehl-i kitabın umur-u dinde olan kabahatlerini beyanettiği gibi muamelei- nasta ve hakkullaha ve hukuk-u ibada dahi hıyanetlerini beyanetmek üzere buyuruyor.

[Ehl-i kitaptan bazıları şol kimsedir ki o kimseye bir kantar zîkıymet mal emanet etsen sana emanetini verir, hıyanet etmez ve bazıları da şol kimsedir ki ona yalnız bir dinar emanet etsen hıyanet eder, sana eda etmez; ancak sen onun üzerine kaim olur, hakkını ister ve dâva eder, muhakeme olursan hakkını alabilirsin.]

[Şu emanete hıyanet etmelerinin sebebi, onlar dediler ki; «Ümmî olan kavm-i Kureyş'in bizim üzerimize muâhazeye ve biz­den haklarını istemeye hiçbir tarîkları yoktur.» Bu veçhile açık­tan hak sahiplerini hakîr ve kendilerini âli görmeleri hıyanetle­rine sebep olmuştur. Ve bu sözlerinin yalan olduğunu bildikleri halde AUah-ü Tealâ üzerine yalan söyler ve iftira ederler.]

Yani; insanların tabiat ve kabiliyetleri muhteliftir. Binaena­leyh; ehl-i kitaptan (Abdullah b. Selâm) gibi bazıları gayet ema­net sahibidir. Hatta sen ona itimad ederek bir kantar lira emanet etsen, emanet ettiğin malı tebdil etmeksizin aynen sana eda eder. Zira; tabiatında olan saffet ve taharet onu hıyanetten muhafaza eder. Ehl-i kitaptan bazılarına gayet az olan bir dinar emanet et­sen denaet-i tabiatı ve habaset-i tıyneti icabı o azıcık emaneti sana edâ etmez. Ancak senin üzerine, devam edip hakkını istemek vak­ti müstesnadır. Zira; o vakit hakkını verir. Şu emanete hıyanet­lerinin sebebi; kendi dinlerinde'"olmayan kimselerin mallarını ken­dilerine halâl addetmeleridir. Hatta halâl addettiklerinden onlar

«Ümmî olan kavm-i Arabın bizim gibi ehl-i kitap üzerindi hakkı yoktur» dediler ve bu sözleriyle Allahü Tealâ üzerine yalan söy­lediler. Zira; kitaplarında böyle bir mesele olmadığını bilirlerdi, bildikleri halde şu iftiraya cesaret ettiler.

Bu âyette ehl-i kitap iki kısma münkasım olup birinin ehl-i emanet diğerinin ehl-i hıyanet olduğu beyan olunmuştur. Çünkü; bir kısmı keiidine verilen emaneti tamamen eda ve diğeri ise ta­mamen hıyanet eder.

Kantar; emanet olunan malın çokluğundan, dînar; azlı­ğından kinayedir. Beyzâvî'nin beyanı veçhile ehl-i emanet le murad; Nasârâ ve ehl-i hıyanet le murad; Yahudi ol­duğu mervidir. Zira; Nasârâda galip olan emanettir. Yehûdda ise kendi dinlerinde olmayan kimsenin katlini halâl addettikleri gibi malını da mubah addederler ve hangi sebeple olursa olsun gayrın malını almaya sa'yederler. Binaenaleyh; onların bu kötü itikadla-nnı Allahü Tealâ bu âyetle reddetmiştir.

Fahr-i Râzîs Hâzin ve Nimetullah Efendi'nin beyanları veçhile bu âyet; (Abdullah b. Selâm) Hz. ile Yehûddan (Fahhas b. Azûra) haklarında nazil olmuştur. Çünkü; Kureyş'ten bir kimse (Abdul­lah) Hz.'ne bin iki yüz okka dinar emanet ve bilâhare (Abdullah) Hazretleri de emaneti aynıyla eda etti. Kureyş'ten diğer bir kimse (Fahhas)'a bir dinar emanet edip (Fahhas)'m bilâhare inkâr etmesi üzerine âyetin nazil olduğu mervidir. İkisi de Yehûd ırkından ol­dukları halde birisi emaneti tamamiyle eda, ve diğeri emanete hı­yanet etmiştir.

Bu âyet nazil olunca Resulullah'm «Allah'ın düşmanları yalan söylediler. Zira; zaman-ı cahiliyette mevcut olan âdetlerin hepsi ayağımın altındadır. İllâ emanet mü'mine ve kâfire verilecektir» buyurduğu mervidir ki küfrün emanete tesir etmeyeceğini ve ema­net sahibi kim olursa olsun herhalde sahibine verilmek vacip oldu­ğunu beyan buyurmuştur. Çünkü; Yehûd kavmi «Biz Allah'ın oğulları ve ahbaplarıyız. Binaenaleyh; sair nâs bizim kölelerimiz-dir ve kölelerimizin malım yemek bizim için mubahtır. Binaena­leyh; bize mesuliyet yoktur» derlerdi. Ve bu sözlerinin yalan oldu­ğunu bildikleri halde söylerler ve nâsı iğfal için Tevrat'a isnad ederlerdi.

Vacip Tealâ emaneti inkâr eden kimseye karşı hak sahibini, hakkını istemekte devam ederse alacağını beyan buyurmuştur ki devamla. murad; vermediği halde şiddetle muamele etmek ve icabında mahkemeye müracaatla hakkını aramaktır.

Bu âyette emaneti eda veya hıyanet edenlerin ehl-i kitaptan olduğunu beyan, etmek; diğer milletlerde dahî emîn ve hâin kim­selerin bulunmasına mâni değildir. Çünkü; âyetin sebeb-i nüzulü ehl-i kitap olduğu için, ehl-i kitap zikrolunmuştur. Binaenaleyh; ehl-i kitabın gayrisi böyle olmaz mânâsına değildir. Zira; her mil­lette hal böyledir ve bilhassa diyanet-i islâmiyede emanete son de­rece ihtimam etmek lâzım olduğu halde müslümanlardan da ema­nete hıyanet eden birçok kimseler bulunabilir.

Hulâsa; ehl-i kitaptan birçok kimselerin emaneti eda ve diğer­lerinin inkâr ettikleri ve inkâr edenlere karşı hak sahibinin hak­kını istemekte devam ederse hakkım alabileceği ve bu hakkı inkâ­rın sebebi; ehl-i kitabın «Câhil olan kavm-ı Ar abın bizden birşey istemeye hakları yoktur» demeleri olup; halbuki bu sözlerinin Al­lah'a karşı yalan olduğu ve bu sözlerinin yalan olduğunu bildikleri halde söyledikleri bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [69]

 

Vacip Tealâ şu sözlerini reddetmek üzere buyuruyor.

[Emr-i hâl ve şan yahûdilerin dedikleri gibi değildir. Belki, ümmî ve gayr-ı ümmî her millet hakkında tecavüz üzerine günah vardır ve lâkin Allah'a ve kullarına karşı her türlü taahhüdatım eda etmekle haram olan şeylerden sakınan kimse Allah'ın dostu­dur. Zira; Allah-ü Tealâ muharremattan içtinah ederek evamirine imtisal ve nevahîsinden içtinab eden müttekileri sever ve muhab­bet eder.] Çünkü bunlar; ittikaları sebebiyle Allah'ın muhabbeti­ne lâyıktırlar.

Yâni; hak sahibinin muâhazası ve her kim tarafından ve hangidin sahibinden olursa olsun hakkını araması için tarîk vardır. Zi­ra; hakkını istemekte herkes hürdür. Binaenaleyh; hakkını iste­mekten hiçbir kimse men'olunamaz ve bir kimse Allahü Tealâ ve kullarıyla vuku bulan taahhüdatını yerine getirir ve hukuk-u ibad ve hukuk-u ilâhiden ittika eder ve muharremattan sakınırsa o kim­se Allah'ın mahbubudur. Zira; Allahü Tealâ müttekileri sever: Şu halde ittikanın, muhabbet-i ilâhiyeye vesile-i kaviyye olduğuna âyet sarahatla delâlet eder. Binaenaleyh; her mü'minin muhab­bet-i ilâhiyeye mazhar olması için ittikaya ihtimam etmesi lâzım­dır.

kelimesi bundan evvel yahûdilerin «Ümmilerin ma­lını almakta ve onlara tecavüzde bizim üzerimize günah yoktur» dediklerini red için vârid olmuştur. Çünkü belâ kelimesi; Jcen-dinden evvel zikrolunan nefyi ispata mevzudur.

Fahr-i Râzî'nin beyanı veçhile bu âyet enva-ı ibadâtı camidir. Zira ahdi ifa; hukuk-u ilâhiyenin ve hukuk-u ibadvn kâf-fesini edaya şâmil olduğundan tokâlîf-i ilâhiyenin cümlesini câmi'-dir. Çünkü; ahitte tekâlîf-i ilâhiyenin cümlesi dâhil olduğundan ifa etmekte cümlesini ifaya ve ittikada vâcibatı edaya ve menhiyattan ihtiraza şamildir. [70]

 

Vacip Tealâ ehl-i kitaptan bazılarının emanete hıyanetlerini beyanedince hıyanetin levazımından olan yalan yere yemin eden­lerin cezalarını beyanetmek üzere buyuruyor.

[Şol kimseler kî onlar Allah'ın ahdi ve yeminleri mukabilin­de azıcık para alırlar, işte onlar için âhirette nasip yoktur ve yevm-i kıyamette   Allah-ü Tealâ merhamet tarikiyle onlara söz söylemez ve nazar-ı inayetiyle onlara bakmaz ve güzel sena ile onları tezkiye etmez. Halbuki onlar için acıtıcı azap da vardır.]

Yani; şol kimseler ki, onlar Resulullah'a iman etmek üzere ahd-i kavî verdiler ve yemin ettiler. Fakat ahidleririi ve yeminle­rini dünya metamdan azıcık paraya değiştiler ve ahidlerini rüşvet almak ve riyasetlerini ibka etmek için bozdular ve yeminlerinde hulfettiler. İşte onların nakz-ı ahdi ve, yalan yere yeminleri mu­kabilinde ceza olarak âhirette, âhiret nimetlerinden nasipleri yok­tur. Binaenaleyh; nimet-i âhiretten mahrumlardır. Ve yevm-i kıya­mette Allahü Tealâ onlara sürür verecek söz söylemez. Çünkü; bir kimsenin gazab ettiği kimseye söz söylememesi âdettir. Binaena­leyh; Cenab-ı Hak gazab ettiği için onlara iltifat suretiyle tekellüm etmez ve nazar-ı inayetiyle onlara bakmaz. Zira; erbab-ı sevaba iltifat ettiğinde onları iltifatından mahrum eder. Onlar merhamet-i ilâhiyeden mahrum olunca günahlarından tathir ve onları tezkiye etmez ki, lûtf-u ilâhiden müstefid olsunlar. Halbuki; onlar için azab-ı elîm vardır.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğuna nazaran âyet-i celile; Ye-hûd milletinin reisleri hakkında nazil olmuştur. Çünkü; Yehûd uleması «Ümmî olan kavm-i Arabm bizden hak dâvasına salâhi­yetleri olmadığı gibi onların her ne surette olursa olsun mallarını almakta bizim için günah yoktur» dediler ve bu cümleyi kendi el­leriyle yazıp Tevrat'ın ahkâmıdır diyerek halka tebliğ ve yemin" etmeleri üzerine bu âyetin nazil olduğu mervidir. Yahut (Es'as b. Kays) ile diğer bir kimse arasında tarla nizaı olup (Es'as) hasmına «Beyyineni getir» dediğinde o kimsenin beyyinesi olmadığı cihetle (Es'as)'a yemin teveccüh edince (Es'as) huzur-u Risalette yemine kıyam etmesi üzerine âyetin nazil olduğu ve Es'as'ın hakkı itiraf ederek tarlayı hasmına terkettiği mervidir.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile azıcık para mukabilinde yemi­nini ve ahdini nakzedenlerin cezalan bu âyette beş suretle tertib olunmuştur: Birincisi; menafi-i âhiretten külliyen mahrum olmak, ikincisi; Cenab-ı Hakkın kelâmıyla iltifatından mahrum olmak, üçüncüsü; nazar-ı inayetten uzak olmak, dördüncüsü; Vacip Tea-lâ'nın hüsn-il senasına mazhar olmamak; beşincisi; eşedd-i azaba dûçâr olmaktır.

Bazı âyette Vacip Tealâ'nın âsilere yevm-i kıyamette söz söy­leyeceği beyan olunduğu halde bu âyette söz söylemeyeceği beyan olunması beyninde münafat yoktur. Çünkü; Vacip Tealâ'nın âsi­lere söz söyleyeceğini beyan eden âyetler gazap suretiyle söyleye­ceğini beyan olup bu âyette alâ tarik-il'iltifat söz söylemeyeceği beyan olunduğu cihetle âyetler beyninde tenakuz yoktur. Yani; «İltifat suretiyle söylemez, fakat gazap suretiyle söyler» demektir.

Şu beyan olunan cezalar tevbe etmeden vefat ettiği surette­dir. Amma ahdi nakzeder veyahut yalan yere yemin eder de sonra tâib ve müstağfir olursa aff-ı ilâhiye mazhar olup bu cezaları gör­meyeceği diğer nusus-u celileden anlaşılmaktadır.

İşte bu âyet-i celile insanlara ahdinde sebat eylemek ve ver­diği sözde durmak ve yalan yere yeminden ihtiraz etmek lâzım olduğunu tavsiye etmekle hüsn-ü ahlâka terğib ve insanın ebna-yı cinsini maddî ve mânevi zarardan vikaye etmesi elzem olduğunu beyanetmiştir. Çünkü ahdini bozmak ve yalan yere yemin etmek ve bunların mukabilinde cüz'î dünya metaı almakla ebna-yı cinsini zarariandırmakta âhiret nimetinden ve iltifat-ı ilâhiyeden mahrum olacağını beyanetmek; bu gibi ahlâk-ı fasidenin ne kadar mazarratı olduğunu beyanla hüsn-ü ahlâkı iltizama davet etmektir. Şu hal­de; insan şer'a muvafık olarak verdiği sözünde sebat ederek dünya menfaati için yemin irtikâp edip bigayr-ı hakkın, gayrın malını almaktan nefsini muhafaza etmesi vaciptir. [71]

 

Vacip Tealâ yahudilerin    ifsadlarından bazılarını    beyandan sonra hilelerinden nev-i aharı beyanetmek üzere :

buyuruyor.

[Yahuddan bir fırka kitapla lisanlarını dürerler ve tahrifle icadettikleri elfazı Tevrat'ın ibaresine karıştırırlar ki, siz o tahrif olunan elfazı kitaptan zannedesiniz, halbuki o elfaz kitaptan de­ğildir.]

[Ve tahrif ettikleri elfazın taraf-ı ilâhiden olduğunu söyler­ler. Halbuki taraf-ı ilâhiden değildir. Zira; kendileri icadetmiştir ve Allahü Tealâ'ya iftira eder, yalan söylerler, halbuki yalan ol­duğunu bilirler.]

Yâni; Yehûddan bir fırka Rasulullah'a ve dinine kemal-i buğz ve adavetleri eseri olarak Rasulullah'ın Tevrat'ta mezkûr ismmi ve sıfatını tağyirle muharref olan elfazı teşhir ve avam-ı nâs in­dinde terviç ve onları idlâl için lisanlarını kitabın elfazryla dürer-ler, bükerler ve Tevrat'ın elfazından tahrif ettikleri elfaz cihetine meylederler ki, siz oriu Tevrat'tan zânnedesiniz, halbuki Tevrat'­tan değildir. Hatta o kelime ibaresiyle kitaptan olmadığı gibi işa­ret, delâil ve te'vil suretleriyle dahi kitaba muvafık değildir. Bu­nunla beraber iftira ederek «Bu okuduğumuz şey Allah'ın kelâmı­dır ve taraf-ı ilâhiden geldi» derler. Halbuki Allahü Tealâ tarafın­dan gelmiş değildir. Belki onların kendi icadettikleri tezvirattan ibarettir ve bu icadettikleri şeylerin yalan olduğunu bildikleri hal­de «Allahü Tealâ'nm kelâmıdır» diyerek yalan söylerler.

Fahr-i Râzî'nin beyanı veçhile bu âyetten maksad; Resulul-lah'm evsafına müteallik Tevrat'ın âyetlerini tahrif edip okuduk­larını beyandır. Fakat kıraat lâfzı kelâm-ı ilâhiyi kıraatta meşhur olup bunların okudukları şeyse kelâm-ı ilâhi olmadığından yahû-

dileri zem ve hallerini takbih için bedelinde varid olmuştur. Çünkü; demek; dülefini haktan bâtıla ve Allah'ın kelâmından kendi icadettikleri elfaz cihetine döndürür­ler demektir. Yani; eğmek, bükmektir. Ve daha açık Türkçesi ge­velemektir ki, hileyle kitaptan olmayan şeyi nâsa kitaptan gibi göstermekle idlâl etmektir.

İşte bu kadar hilekârlıkları ihtiyar ve zahmetleri irtikâp et­mek azıcık dünya malına aldanmaktır. Bu gibi şeylerle dünya her zaman insanları aldatmaktan hâli kalmamıştır. Ve ilâ yevm-il kı­yam da aldatacaktır.

Tevrat'ın âyetleri yahûdiler indinde müteyatirse de Tevrat'ın hıfzı mümkün olmadığından ve mürur-u zamanla bazı mahallerde Tevrat'ı tilâvet eden erbab-ı kıraat az olduğundan bazı harîs-ı cah oîan ulema tarafından ümeranın arzusu ve ağniyanın hatırı için bazı âyetleri kaldırıp yerine kendi elleriyle yazdıkları yalanlarını Tevrat'ın âyetidir diyerek halka tebliğ etmek suretiyle tahrif vuku bulduğu gibi bazı âyetlerin mânâsım anlamak dikkate muhtaç ol­duğundan erbab-ı fesad tarafından âyetlerin mânâlarını değiştir­mek suretiyle dahî tahrif vuku bulmuştur.

İşte zamanımızda da hâvâ ve hevesine tabi olan kimseler Kur'-ân'ın şehevât-ı nefsaniyelerine tevafuk etmeyen ahkâmım-arzula­rına muvafık surette te'villerle ve asrîleşmek ve zamana uymak tabirleriyle tahrif yapmak isterler. Dininde mübalâtsız bazı kim­seler de efendisinin keyfi için şeriattan olmayan birşeyi şeriattan gibi efendisinin arzusu veçhile risale yazmak veya bir hâdise hak­kında ankasdin yanlış cevap vermek suretiyle tahrifatta bulunur­lar. İşte bu gibi muharriflerden dünya hâli kalmıyorsa da lâfz-ı Kur'ân'da tahrif imkânı yoktur. Zira; ilâ yevm-ilkıyam muhafaza edeceğini Cenab-ı Hak va'dettiğinden tahriften hıfzı, himaye-i ilâ-hiyeyle temin olunmuştur. Binaenaleyh; Kur'ân'ın hıfzı, kolay ve her yerde hafızların hıfzında mahfuz olduğundan bin üç yüz küsur senedir değil kelimesi hattâ bir harfi bile yerinden oynatılmamış-tır. Evet! Kur'ân-ı Azimüşşan'ın tahrifine çalışanlar da olmuştur, fakat hiçbir kimse bir harfini yerinden sarsamamış ve ilâ yevm-il­kıyam sarsmak da beşerin kudreti tahtında değildir. Ve bizim ne­bimizin en büyük mucizesi de budur. İşte lâfz-ı Kur'ân'da bu su­retle tahrif mümkün olmadığından ahkâmında ârzu-yu nefsaniye-ye muvafık tevillerle tahrif etmek üzere bazı zenadıka tarafından zaman zaman tecavüz vuku' bulmaktaysa da esası sağlam olduğu için sel suyu gibi onlar geçer ve şeriatin ahkâmı yine yerinde sabit kalır. Yalnız diyaneti, nefsinin müştehiyatma uydurmak isteyen bazı kimselerin bir müddet-i muvakkatada iyi birşey yaptık zan­nıyla sevindikleri kadar birşey olabilir, sonra o dalga gider ve ha­kikat demir örs gibi jferinde durur. Çünkü; sahibi ve hâmisi Ce­nab-ı Hâk'tır. Binaenaleyh; açık âyât ve beyyinatı birtakım tevcihatla tahrif etmek isteyenler her zaman mağlûp ve makhûr olmuş­lardır.

Şu halde Tevrat ve İncil'in elfazmda tahrif mümkün olup ve vuku' bulduğundan mânâlarını tevcih ve elfazım tağyir ve her za­manda arzuya göre değiştirmek usulü cari olduğu cihetle gerek Tevrat'ın ve gerek İncili'n ahkâmına itimad kalmamıştır. Binaen­aleyh; din-i Musa ve İsa esasından sarsılmış ve gûna gûna itikad-lara masdar mezhepler hadîs olmuştur. Şu halde Tevrat'ın Hz. Mu­sa'dan ve İncil'in Hz. İsa'dan işitildiği gibi tek birer nüshalarını bile bulmak mümkün olamadığından bir memlekette elde bulunan İncil'in ibaresi ve âyetleri diğer beldede bulunanın ibaresine ve âyetlerine muhaliftir. Amma Kur'ân'a gelince; küre-i Arzın nere­sinde olursa olsun bütün mushaflarda ve hafızların hıfzında lâfz-ı Kur'ân fem-i saadet-i Risaletten işitildiği veçh üzere mahfuzdur. Onun için esasat-ı islâmiye tağayyür ve tebeddül kabul etmediğin­den her nevi şüpheden azadedir. İşte şu usule binaen din-i islâm her türlü tezvirattan berî olduğu için din-i Nasrâniyet ve Yehû-diyetle kabil-i kıyas değildir. [72]

 

Vacip Tealâ ehl-i kitabın tahrife dair irtikâp ettikleri hilele­rini beyandan sonra Nasârânm tevcihat-ı batılayla tahrif kabilin­den İsa (A.S.)'a ibadetlerinin bâtıl olduğunu beyanetmek üzere buyuruyor.

[Efrad-ı beşerden hiçbir beşer olmadı ki, o beşere AUah-ü Tealâ şeriatını beyan eder kitap ve ahval-i ibâda müteallik hüküm ve nübüvvet versin de> o beşer Allah'ın verdiği kitabı ve ahkâmı sû-u istimal ederek nâsa «Siz benim kullarım olun ve Allah'ın dû­nunda Allah'a ibadet eder gibi bana ibadet edin» desin. Böyle demek hiçbir beşer için caiz olmadı. Zira; nübüvvet gibi azîm lûtf-ü ilâhiye nail ve sair kullardan mümtaz olan beşer için bu gibi bâtıl iddiada bulunmak sahih olmaz. Ve lâkin o beşer Allah'ın kullarına «Kitabı talim edip başkalarına öğrettiğiniz ahkâm ve üstadınızdan teallüm edip Öğrendiğiniz dersler ve meseleler sebe­biyle Rabbinize mensub olun ve hulûs üzere Allahü Tealâ'ya iba­det edin» der.] Ve böyle demekle Allah'ın kullarını Allah'ın iba­detine davet eder.

Yani; Allah'ın kitap, nübüvvet ve hüküm vermekle sairlerin­den mümtaz kıldığı hiçbir beşer Allah'ın kullarına «Siz bana iba­det edin ve benim kullarım olun» demez ve kitap sahibi olan beşer için böyle demek caiz olmaz. Lâkin o beşer nasihat tarikiyle Al­lah'ın kullarına «Siz talebenize talim ettiğiniz kitabın ve üstadı­nızdan Öğrendiğiniz derslerin ahkâmıyla Allah'a mensubolun» de­mekle Allah'ın kullarını tarîk-ı müstakime irşad eder. Binaena­leyh; bazı Nasârânın Hz. İsa'ya iftira ederek ona ibadetleri bâtıl­dır. Çünkü; Hz. İsa onlara, «Bana ibadet edin» dememiştir. Ve ülüTazim peygamberan-ı zişandan olup ahval-i nâsı ıslaha kâfi elinde İncil gibi mühim olan ve nâsm maişetlerine ve âhiretlerine müteallik hükmü hâvi kitab-ı mukaddes kendine ihsan olunan zat-ı şerif ancak Allah'ın kullarını irşadla ıslah eder, yoksa «Bana iba­det edin» demekle ifsadetmez. Zira; nübüvvet ve kitap verilmekle ülûhiyet mertebesini ihraz edemez ki, Allah'ın kullarına «Siz bana ibadet edin» desin. Elbette böyle iddiada bulunmaz ve mertebe-i nübüvvetle bu gibi batıl iddia cem' olamaz.

Bu âyette enbiyanın nail olduğu mertebelerin tertibine güzel riayet olunmuştur. Çünkü, bir nebiye evvelâ; halka tebliğ edeceği ahkâmı beyan eder kitap nazil olur. Saniyen; o kitabı anlamakla ahkâmına ittilâ hasıl olur. Salisen; o ahkâmı halka tebliğ ve nü­büvvetini izhar ve ispat eder. İşte âyet-i celilede bu tertibe riayet olunarak evvelen kitap, saniyen hüküm ve salisen nübüvvet zikro-lunmuştur.

Bu âyet-i celile ilmi talim ve taallüm ve dersle meşgul olmak insanın rabbani   olmasına sebeb   olduğuna delâlet eder.   Çünkü; Fahr-i Râzî'nin beyanı veçhile rabbani; Rabb-i Tealâ'ya âlim, ibadetine müdîm, Rabbe mensup erbab~ı ilim demektir ki nâsı terbiye-i ilâhiyeyle terbiye eden ve bilen ve bildiği şeyle amel edip tarık-i hayra sevkeden kimsedir. Zira âyette rabbânî; taallüm ve tederrüsle meşgul olan kimselerle tefsir olunmuştur. Binaena­leyh; tahsil-i ilimle meşgul olan kimsenin maksadı; rabbânî olmak lâzımdır. Zira; ilmi tahsil, rabbânî olmak maksadının gayrı bir garaz-ı fasid üzere olursa emeği zayi ve ilmi vebal olur. Şu halde o kimsenin ilmi; manzarası gayet güzel fakat meyvasız ağaç gibi menfaatsizdir. Zira; garazı fasid ve ihlâsı yoktur.

Ayetin sebeb-i nüzulü; huzur-u Risalette yahûdilerin «(Üzeyr) (A.S.) Allah'ın oğludur» ve Necran'dan gelen Nasârâmn «İsa (A.S.) Allah'ın oğludur» demeleri üzerine âyetin nazil olduğu mervidir. Buna nazaran beşerle murad; Üzeyr ve İsa (A.S.) ve kitap-la murad; Tevrat ve İncil'dir. Yahut yahudilerle Necran Nasârâ-sının Resulullah'a «Sen bizim kendine ibadet etmemizi mi emre­diyorsun?» demeleri üzerine âyetin nazil olduğu mervidir. Buna nazaran beşerle murad; Resulullah ve kitapla murad; Kur'dn'dır. [73]

 

Vacip Te'alâ nebî olan kimsenin kendine ibadetle emretmedi­ğini beyandan sonra meleklere ibadetle dahî emretmediğini be-yanetmek üzere buyuruyor.

[Kendisine kitap, hüküm ye nübüvvet verilen beşer, melek­leri ve nebileri Allah'ın dününde erbab ittihaz etmenizi size em­retmez ve siz müslim olduktan sonra sıfat-ı nübüvveti haiz olan zat size küfürle emreder mi? Ve nebinin şanı; halkın ahvalini ıslah ve tarîk-ı hakka irşad etmek ve mertebe-i rububiyetin ulviyetini ve ubudiyetin zilletini halka Öğretmekken bilâkis bunların hilâfı­na ümmetini tarîk-ı küfre sevkeder mi? Elbette sevketmez.]

Âyetin sebeb-i nüzulü; Medarik'te beyan olunduğuna nazaran ashaptan bir kimse «Ya Resulallah! Bizim bazımız bazımıza selâm verdiğimiz gibi sana da selâm veririz.' Halbuki seni sair nâstan tefrik ve şanına tazım etmemiz lâzımdır. Binaenaleyh; selâm be­delinde biz sana secde edelim mi?» demesi üzerine Resulullah «Allah'ın gayrı hiçbir kimseye secde etmek caiz olamaz. Lâkin ne­binize başka tazimatla ikram edin Ve fazl-ü kemal erbabının hak­kını bilin ve ehline istihkakını verin» demesi üzerine bu âyetin na­zil olduğu mervidir. Şu halde bu âyette muhatap; müminlerdir. Zira sebeb-i nüzul; müslimler olduğuna delâlet eder.

Fahr-i Râzî ve Hâzin'in beyanları veçhile Araplar meleklere, Yehûd Üzeyr'e ve bazı Nasârânın da İsa (A.S.)'a ibadet etmeleri meşhud olmasına binaen meleklere ve nebilere ibadetle emretme­diği zikrolunmuştur, yoksa hiçbir nebî Allah'ın gayrı hiçbir şeye ibadetle emretmez.

Hulâsa; Cenab-ı Hakkın kitap, nübüvvet ve hikmet verdiği ne­binin nâsa «Siz bana ibadet edin» demediği ve lâkin Vacip Tealâ'-ya ibadet etmeleriyle emrettiği ve o nebinin melekleri ve enbiyayı rab ittihaz etmekle emretmediği ve müslümanlara müslüman ol­duktan sonra küfürle emreylemediği bu âyetlerden müstefad olan fevaid cümlesindendir. [74]

 

Vacip Tealâ ehl-i kitabın Resulullah'ın evsafını beyaneden âyetleri tahrif ettiklerini beyandan sonra ehl-i kitabın indinde Re­sulullah'ın nübüvvetine, delâleti maruf olan delilleri beyanetmek üzere buyuruyor.

[Zikret habibim! Şol zamanı ki, o zamanda Allah-ü Tealâ enbiyanın sağlam ve muhkem ahidlerini aldı ve buyurdu ki «Size kitap, hikmet ve birçok ahkâm verdim. Bundan sonra size ve ümmetinize sizinle beraber bulunan kitabı ve ahkâmı tasdik eder resul geldiğinde elbette siz o resule iman ve dinine yardım eder­siniz» ve bu ahdi takrir ve tahkim etmek üzere "Ey cemaat-i en­biya! Şu minval üzere kendi ahdinizi ikrar ve ümmetlerinizden bu ikrar üzere ahdimi aldınız mı?» dedi.] Bu suale cevap olarak enbiya-yı kiram :

[«Ya Rabbi! Ahdimizi ikrarettik» dediler. Bunun üzerine Ce-nab-ı Hak da «Ahdü misakınıza şahid olun, gaflet etmeyin. Ben de sizinle beraber sehadet edenlerdenim» dedi.]

[Şu minval üzere ahd-ü misak vaki olunca bir kimse sizin da­vetinizden imtina' eder ve emrinizden yüz çevirirse, işte o kimse­ler tarîk-ı ilâhiden çıkmış ve hudud-u ilâhiyeyi tecavüz etmiş fa-sıklardır.]

Yani; ey ehl-i kitap! Zikredin şol zamanı ki, o zamanda Al-îahü Tealâ enbiyadan Allah'ın emrine itaat ve nehyinden içtinab edeceklerine misak aldı ve «Her nezaman ki ben size kitab ve kuv-ve-i akliye ve ameliyeyi cami' hikmet verdim. Siz de, verdiğim ah­kâmın mucibince amel edeceğinize ahid verin» dedi ve bu minval üzere kendi zatlarına ait ahdi aldıktan sonra «Sizinle beraber olan kitabı ve ahkâmı tasdik eder resul-ü muazzam olan âhir zaman ne­bisi geldiğinde zat-ı ülûhiyetime yemin ederim ki siz elbette o re­sule iman ve dini olan din-i İslama yardım edersiniz ve ümmetle­rinize dahî böylece vesâyada bulunur ve ahidlerini alırsınız» de­mekle misaklarını aldı ve bununla da iktifa etmedi ve buyurdu ki «O resule iman edip dinine yardım edeceğinizi ikrar ettiniz ve bu minval üzere ümmetlerinizden ahdimi aldınız mı?». Enbiya-yı kiram işbu hitab-ı ilâhiye cevaben «Ya Rabbi! Bu minval üzere ahdimizi ikrar ettik» dediler. Bunun üzerine Vacip Tealâ «Siz nef­sinizin ve ümmetinizin ikrarına şahit olun, ben de sizinle beraber bu ikrarınıza şahidim» dedi. işte bilcümle enbiya, Muhammed (S.A.) geldiğinde hal-i hayatta olsalar iman edip dinine yardım ve ümmetlerine tavsiye edeceklerine dair ikrar verdikten sonra bir kimse Hz. Muhammed (A.S.)'a imandan i'raz ederse işte onlar fa-sıklardır. Ey ehl-i kitap!" Enbiyadan iman ve yardım edeceklerine ahdalınan bir resule imandan nükûl ettiğinizden dolayı siz fasık-larsınız. Zira; kendi kitaplarınızda iman vacip olduğu beyanolun-duğu halde imandan istinkâf etmek kendi kitabınıza küfretmek­tir. Şu halde nasıl oluyor ki âhir zaman nebisine imandan yüz çe­viriyorsunuz.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile misale; yemin­le te'kit ve takviye olunan bir akd ve mukavele yani pazarhksa da enbiyanın mi s a Jc ı yla murad; Allah'ın taatına, emrü neh~ yine itina ve tebliğ-i ahkâma dikkat edeceklerine dair Vacip Tealâ'ya verdikleri ikrar ve nefislerini raptettikleri sözleridir. Yahut enbiyanın ümmetlerinden enbiyaya itaat edeceklerine dair yemin­le ahidlerini almaktır.

Tefsir-i Taberi'de beyan olunduğu veçhile Hz. Adem'den bi­zim nebimize gelinceye kadar Cenab-ı Hak bir nebi göndermedi, illâ o nebiyi kendinden sonra gelecek enbiyanın kâffesini tasdik ve eğer zamanına ulaşırsa iman etmek ve dinine yardım eylemek ve eğer zamanını idrak edemezse iman ve yardım etmelerini üm­metlerine tavsiye etmelerine dair yeminleriyle ahd-ü misak alın­mak şartıyla gönderdi. Şu halde hiçbir nebi ba's olunmadı, ancak o nebi cümle enbiya ve şeriatlerini tasdik eder ve kendinden son­ra gelecek enbiyaya iman etmelerini ümmetlerine tavsiye eder. Binaenaleyh; cümle enbiyadan; âhir zaman nebisinin zamanını idrak ederse iman ve yardım edeceğine ahid alındığı gibi şeriatle-rinde de ümmetlerine emrolunmuş ve vesâyâda bulunulmuştur. İşte bizim şeriatimiz dahî bize cümle enbiyaya imanı tavsiye etti­ğinden biz enbiyadan hiçbirini diğerinden tefrik etmeksizin lehül-hamd cümlesine iman ettik.

Enbiyadan mîsak almak ümmetlerinden misak almayı müstel-zim olduğundan âyette enbiyadan misak alındığı zikrolundu ki, ümmetlerinden dahî alındığına delâlet eder. Zira; metbû' olan en­biya zikrolununca tâbi' olan ümmetleri zikre hacet görülmemiştir. Şu halde Hz. Musa Yehûddan ve Hz. İsa Nasârâdan Muhammed (S.A.)'e iman edip dinine yardım edeceklerine dair ahdaldıkları gibi Tevrat'la İncil dahî bu suretle emrettiği halde ümmetleri ver­dikleri ikrardan rücû' ve imandan nükûl etmişlerdir. Binaenaleyh, onlar için i'tizâra mecal yoktur. Zira; nakz-ı and eylemişlerdir.

Enbiya-yı izamın yekdiğerini tasdikleri, hakka nebî olmaların­da ve usul-ü itikaddadır. Zira; usul-ü itikad; zatullaha ve sıfâtul-laha ve enbiyanın nübüvvetlerine ve ahval-i âhirete müteallik ol­duğundan cümle enbiya ve şeriatleri bu hususta müttefiklerdir, Binaenaleyh; furûatta ihtilâfları usul-ü itikadda ittifaklarına mü-nafi değildir.

Isrı ; ahdi takabbül manasınadır. Yâni «Ümmetlerinizden minval-i sabık üzere ahdimi aldınız mı ve onlar da kabul ettiler mi?» demektir. [75]

 

Vacip Tealâ her nebinin, şeriatinde kendisinden sonra gelecek bilcümle enbiyanın şeriatlerine iman etmelerine ve zamanını id­rak ederse dinine yardım edeceğine ve ümmetlerine vesâyâda bu­lunacaklarına dair ahd-ü mîsak alındığını beyanettiği gibi din-i Muhammediyi kerih görüp iman etmeyenleri din-i ilâhinin gayrı bir din aradıklarından dolayı tevbih etmek üzere buyuruyor.

[Din-i islâmdan i'raz ederler de Allah'ın dininin gayrı bir din mi ararlar? Halbuki Allahü Tealâ'nm dinine semada melekler ve arz üzerinde iııs-ü cin cümlesi birrıza veya kerhen inkıyad ettiler, rızalı veya rızasız inkıyad eden mevcudatın cümlesi Cenab-ı Hakkın huzur-u manevisine irca' olunurlar.] Binaenaleyh; birrıza iman veya kerhen kabul eden cümlesi istihkakına göre cezasını görür.

Fahr-i Razi ve Hâzin'in beyanlarına nazaran Yehûdla Nasâ-râdan herbir fırka kendi dinlerinin din-i   İbrahim olduğunu iddia ederek beyinlerinde vaki' olan münazaa üzerine huzur-u Risalete arz-ı keyfiyet edilince Resulullah'm, iki fırkanın dini de din-i İb­rahim olmadığını beyan buyurmaları üzerine iki fırka gazab ede­rek «Biz de senin dinine ve hükmüne razı değiliz» demeleri üze­rine bu âyetin nazil olduğu mervidir.

Din-i Muhammedi cemi~i edyandan sonra gelerek cümlesini nâ-sih olduğu cihetle din-i islâmm zuhurundan sonra islâmın gayrı bir din aramanın din-i ilâhinin gayrı bir din aramak olduğu beyan-olunmuştur. Çünkü; din-i islâmın zuhuruyla edyan-ı sairenin hük­mü kalmadığından islâmm gayrı herhangi bir dine tevessül etse veyahut arasa Allah'ın dininin gayrıya tevessül etmiştir. Meselâ bir hükümet bir zamana mahsus koymuş olduğu kanunu iptal edip ikinci bir kanun vaz'edince evvelki kanuna asla itibar olmadığı gibi evvelki kanuna da hükümetin kanunu denmez.

Tavan ; kolaylıkla iman ve inkıyad etmek, kerhen; meşakkatle iman ve inkıyad etmektir. Semavatta olan meleklerin iman ve inkıyadları birrıza olmuştur. Amma yeryüzünde olan ins-ü cinnin bir kısmı tav'an iman etmiştir. Çünkü; vahdaniyete ve Resulullah'm nübüvvetinin sıdkına delâlet eden delilleri nazar-ı tetkikten geçirince hakka istidlal ederek kendi ihtiyarıyla iman eder ve imanının semeratını görür. Diğer bir kısmı da delâile na­zar etmeyerek inad ile imandan nükûleder. Binaenaleyh; ehl-i ima­nın kılıcıyla kerhen iman eder. Bu kısım; imanında sebat eder, kal­binde iman kararlaşır ve imanın lezzetini duyarsa imanından fay­da görür ve eğer korkuyla imanederse o kimsenin kalbinde iman rusuh bulmaz, korku zail olup aslına avdet etmek üzere fırsat arar­sa onun imanı hakikî iman olmadığından faydasını göremez. Çün­kü iman; yalnız lisanındadır, kalbinde değildir.

Yahut (İmam-ı Katâde)Jden naklen Taberfde beyan olundu­ğuna nazaran kerhen iman la murad; sekerat-ı mevtinde azab muayene ettiği zaman iman edenlerin imanlarıdır. Çünkü; sekerat-ı mevtinde azab-ı âhireti müşahede edince her kâfir iman eder ve lâkin o vakitte iman birrıza iman değildir, belki azabın şiddetini müşahedesi sebebiyle kerhen iman olduğundan makbul olmaz. Binaenaleyh; menfaatini da görmez.

Bu âyetin âhirinde ancak huzur-u ilâhiye rücu' edeceklerini beyanetmek; nâsı tahzîr etmektir ki, millet-i islâmiyenin gayrı bir millet ve din-i islâmm gayrı bir dinle huzur-u ilâhiye varmak iste­yenleri korkutmak için varid olmuştur. [76]

 

Vacip Tealâ enbiyanın cümlesi kendinden evvel geçen ve son­ra gelecek nebileri ve şeriatlerinin hak olduğunu tasdik ettiklerini beyan ettiği gibi bizim nebimizin de cümle-enbiya-yı kiramı tas­dik ettiğini beyanetmek üzere :

buyuruyor.

[Habibim! Enbiya beynini tefrik edip bazılarına iman etme­yenlere hitaben sen de ki «Biz Allahü Tealâ'ya ve kullarını ıslah için bizim üzerimize inzal olunan Kur'ân'ın ahkâmına ve bizden evvel geçen ibrahim ve oğlu İsmail, Ishak ve îshak'ın oğlu Yakup (A.S.)'ın üzerlerine inzal olunan şeriatlerinin ahkâmına ve Ya-kuVun evlâdı ve ahfadı olan eshat üzerine inzal olunan ahkâma ve Musa ve Isa (A.S.)'a ve sair enbiyaya Rableri tarafından veri­len şerayi' ve ahkâma imanettik. Enbiyadan hiçbirini diğerlerin­den tefrik etmeyiz. Zamanlarında cümlesinin şeriatlerini hak bili­riz ve öylece iman ettik. Nasıl iman etmeyelim? Biz Allahü Tea-lâ'ya muti' ve münkadız. Binaenaleyh; tarafından gönderilen bilû­mum enbiyaya ve şeriatlerine ve getirdikleri ahkâmın hak oldu­ğuna iman etmek vaciptir» demekle şu usul-ü itikadı ümmetine ta'lim ve minval üzere itikad lâzım olduğunu âleme ilânet.]

Tefsir-i Hâzih'de beyan olunduğuna nazaran şu ahkâmı tebli­ğe memur ancak Resulullah olup başka kimse olmadığına işaret için emri müfred siygasıyla gelmiş ve şu âyette beyan olunduğu veçh üzere iman bilcümle    mü'minlere lâzım olduğuna işaret için lâfzı cemi' siygasıyla varid olmuştur.

Fahr-i Razi, Kazi ve Hâzin'in beyanları veçhile Allahü Tea-lâ'ya iman; nübüvvete imanın esası olduğundan Allah'a iman tak­dim olunduğu gibi Kur'ân, tagayyür ve tebeddülden mahfuz olup kütüb-ü sabıka tahrif ve tağyir olunduğu cihetle geçmişlerin ah­valini şüpheden ârî olarak bilmek Kur'ân'a muhtaç olduğundan Kur'ân'a iman; sair kitaplara iman üzerine takdim olunmuş ve ehl-i kitabın enbiyadan bazısına iman edip diğerlerini inkâr etme­leri bâtıl olduğunu beyan için enbiyanın cemisine imanın vacip olduğu tasrih edilmiştir.

Enbiya beynini tefrik, etmeyiz demek; asıl imanda tefrik etmez, cümlesine iman ederiz demektir. Yoksa meratib ve fezailde tefrik etmeyiz demek değildir. Zira; enbiya-yı izamın meratip ve fezailde birbirinden farkları olduğu

âyetiyle sabittir. Binaenaleyh; bu cihetle fark­ları vardır. [77]

 

Vacip Tealâ islâmın gayrı din arayanları tevbih ettiği gibi din-i islâmın zuhurundan sonra islâmın gayrı dinin makbul olma­dığını beyanetmek üzere buyuruyor.

[Eğer bir kimse islâmın gayrı bir din ararsa o aradığı din o kimselerden kabul olunmaz. Halbuki islâmın gayrı din arayan kim­se âhirette zarar edenlerdendir.]

Yani; din-i islâmın zuhurundan sonra edyan-ı saire mensuh olduğu cihetle indallah makbul olan din; ancak din-i islâmdır. Bi­naenaleyh; eğer bir kimse din-i islâmın gayrı bir din arar ve o dine sülük ederse o kimseden o din kabul olunmaz. Zira din-i islâm; cümle edyandan sonra olup herbirinin    hulâsasını ve faydalarını Cami' olduğu cihetle başka dine ihtiyaç kalmadığından islâmın gay­rı herhangi din olursa olsun makbul değildir. Şu halde islâmın gayrı dine sülük eden kimse âhirette faydasını göremiyeceği cihet­le bütün emekleri zayi' ve amelleri bâtıl ve din zannıyla ihtiyar ettiği şey kendi hakkında vebaldir. Binaenaleyh; zarardan başka birşey değildir.

Fahr-i Razi ve Hâzin'in beyanları veçhile âhirette za­rar; sevaptan mahrum ve azaba müstehak olmak ve dünyada fevtettiği â'mâl-i saliha üzerine mütehassir ve müteessif olarak üelebed azab içinde kalmaktır.

Bu âyet; imanla islâmm bir olmasına delâlet eder. Çünkü; iman islâmm gayrı olsa, bu âyete nazaran imanın kabul olunma­ması lâzım gelir. Buysa bâtıldır. Şu halde imanla islâm birdir. Amma imanın İslama mugayir olduğuna delâlet eden âyette mu-gayeret, lügat mânâsınca mugayeret olup bu âyetten müstefad olan vahdet, mânâ-yi şer'ice vahdet olduğundan âyetler beyninde tenakuz yoktur.

Tefsir-i Taberî'de beyan olunduğuna nazaran bu âyet nazil olunca yahûdilerin «Biz de müslimiz» diye iddiaları üzerine Ce-nab-ı Hakkın haccı farz kılıp «İslâmın erkânından birisi de hacdır. Müslim olanlar haccetsinler» buyurunca ehl-i imanın haccedip ya­hûdilerin hacdan imtina etmeleriyle dâvalarının reddolunduğu (İkrime) Hazretlerinden mervidir. [78]

 

Vacip Tealâ din-i islâmın gayrı bir dinin makbul olmadığını beyanla din-i islâmın şanına tazim ve kadrini îlâ ettikten sonra din-i islâmı terkedenlerin ceza-yı sezalarını tertiple gayrı dinin mak­bul olmadığını te'kid etmek üzere buyuruyor.

[İman ve resulün hak olduğuna şehadet edip kendilerine hak­ka delâlet eden heyyineler geldikten sonra küfreden kavmi Allahü Tealâ nasıl hidayette kılar? Elbette hidayette kılmaz. Zira; Allahü Tealâ zâlim olan kavme hidayet ve tevfik etmez.]

[İşte şu imandan sonra küfredenlerin cezaları ve onlar üzer­lerine Allah'ın ve meleklerin ve nâsm cemüsinin lanetleri vardır. Onlar ebeden Cehennemide kaldıkları halde bir lâhza bile onlar­dan azap tahfif olunmadığı gibi azabın tehirine dahi mühlet ve­rilmez, illâ şol kimseler ki onlar küfrettikten sonra günahlarına tevbe ve hallerini ıslâh ettiler. Onların tevbeleri kabul olunur. Zi­ra Allahü Tealâ tevbelerini kabul ile günahlarını mağfiret eder ve sevap vermekle merhamet buyurur.]

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile hidayet; Allahü Tea-lâ'nın kendi zatını bilmek için kullarında halk ettiği marifettir. Çünkü; abid iradesini sarfla vahdaniyete delilleri tetkik edince Allahü Tealâ vahdaniyete marifet halkeder. İşte o marifetin vücut bulması, Allah'ın hidayetidir. Binaenaleyh; kâfirler iradelerini küfre sarfettikleri için Allahü Tealâ onları imana hidayette kıl­maz. Şu halde âyetin mânâsı: [İmandan sonra iradelerini küfre sarfeden kimseleri Allahü Tealâ nasıl imana isal etmekle hidayet­te kılar ve onlar için imana nasıl marifet halkeder? Elbette halk etmez. Çünkü hidayetin şartı; iradelerini imana sarfetmektir. On­lar şu şarta riayat etmedikçe meşrut olan hidayet halk olunmaz] demektir.

İman etmek; resulün hakka nebi olduğuna şehadet ettikten ve nübüvvetinin doğru olduğuna deliller geldikten sonra olacağı cihetle şehadet ve beyyinenin geldiği, iman üzerine atfo-lunmuştur ki sebep olan şehadet ve beyyine, müsebbip olan iman üzerine matuftur. Buna nazaran mana-yı nâzım: [Resulün nübüvvet dâvasının sıdkına deliller gelip hakkaa resul olduğuna şehadet-leri sebebiyle iman ettikten sonra küfreden kavmi, Allahü Tealâ nasıl hidayette kılar? Elbette hidayette kılmaz] demektir.

Beyzâvî'nin ve Ebussuûd Efendi'nin beyanları veçhile kelimesiyle sual; imandan sonra irtidad edenlerin tekrar iman etmelerini pek uzak addetmek içindir. Çünkü; deliller zahir olup, sıdk-ı nübüvvete kanaat hasıl olmakla imandan sonra bunları ar­kaya atarak tekrar küfrü ihtiyar eden kimse için imanı kabul ve tarîk-ı savaba vusul ihtimali varsa da pek uzaktır. Zira; dalâlete münhemik olduğundan hidayete vusulü müşküldür.

Mürted'in küfrü her nevi küfürden esna' olduğuna âyet de­lâlet eder. Çünkü kalple tasdik ve lisanla ikrar ve şehadet edip ta-1 rîk-i hakka açık deliller geldikten sonra küfrü lekrar irtikâp et­mek; elbette cinayetin şenaatta ziyade olanlarındandır. Binaena­leyh; âlim olan bir kimsenin hatası her zaman cahilin hatasından fenadır. Ayetin evvelinde hidayeti nefyetmek; mürtedlere mah­sus olup âhirinde nefyetmek; bilumum kâfirlere mahsus olduğun­dan âyette tekrar yoktur.

Bu âyette mürted olan kimselere Allah'ın ve meleklerin ve kâffe-i nâsın laneti olduğu beyan olunmuştur. Çünkü; mürted olan kimse Allah'ın rahmetinden mahrum olduğu gibi enva-ı azapla muazzep olmak suretiyle lânet-i ilâhiyeye müstehak olur, melekler ve insanlar da lûtf-u ilâhiden matrud olmasına dua etmek sure­tiyle lanet ederler.

Cemi-i nâs içinde kâfirler ve mürtedler de vardır. Çünkü; kâ­firler âhirette birbirlerine lanet edecekleri gibi bu dünyada kâ­firler dahî kâfirlere lanet ederler, lâkin her kâfir kendini haklı gö­rüp kâfir zannetmediği için kendi nefsine lanet eder de haberi ol­maz.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile tsUfı-ı hâl; kalbini ihlâs ve zahirini ibadetle tezyin ve Hakka ta'zim ve halkla güzel muamele ederety haklarına tecavüz etmeyip herkesin hakkını ken­di hakkı gibi muhafaza etmektir. Günahtan tathir için yalnız tev-be kâfi olmayıp ıslah-ı hâl etmek de lâzım olduğuna işaret için tev-beyle beraber ıslâh-ı nefsederlerse mağfiret olunacakları beyano-lunmuş ve bu minval üzere tevbe ederlerse dünyada günahlarının setriyle mağfiret ve âhirette azaptan affile merhamet olunacakları beyanedilmiştir.

Ayette iman ve şehadet ettikten sonra küfrederlerse hidayet­ten mahrum olacakları beyan olunmuştur. Çünkü şehadet; lisanla ikrar, iman; kalble tasdik olduğundan şehadetle iman beyninde mugayeret vardır.

Fahr-i Razi ve Hâzin'in beyanlarına nazaran bu âyet; mürted olarak Medine'den çıkıp kâfir olarak Mekke'ye giren on iki kimse hakkında nazil olmuştur. Bunlardan (Haris b. SüveydüF Ensari) tevbe ederek Medine'ye avdet etmiştir. (Haris) Mekkeye gidince irtidadma nedamet eder ve tevbesinin kabul olunup olunmayaca­ğını Resulullah'tan sual etmelerini biraderlerine yazar. Biraderleri de bu âyetin nazil olduğunu haber verirler. Binaenaleyh; Medine'­ye gelerek huzur-u Risalette tevbe edip Resulullah'ın da tevbesini kabul ettiği mervidir.

Hulâsa; Resulullah'ın risaletinin hak olduğunu kalbiyle tas­dik ve lisanıyla ikrar ettikten sonra kâfir olan kimseyi Allah'ın hi­dayette kılmayacağı, zira; bu gibi kimseler zâlim olup Allahü Tea-lâ'nın zâlimleri hidayette kılmadığı ve bunlar Allah'ın, meleklerin ve kâffe-i nâsm lanetlerine müstehak olup o suretle cezalandıkları ve bunlardan azabın tahfif olunmadığı gibi az bir mühlet bile ve­rilmeyeceği, ancak bunlardan tevbe edip ıslah-ı nefsedenlerin mağ­firet olunacakları bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [79]

 

Vacip Tealâ mürted olan kimselerin cezalarını beyandan son­da küfr üzere devam edenlerin tevbelerinin kabul olunmayacağını beyanetmek üzere buyuruyor.

[Şol kimseler ki imanlarından  sonra  küfrettiler,   sonra kü­fürde inat ve devamlarıyla küfrü tezyid ettiler. Onların tevbeleri elbette kabul olunmaz. İşte şu imandan sonra küfredenler ancak dalâlete musir olanlardır.]

Yani; imandan sonra irtidad etmekle küfredip sonra o küfre devanılanyla küfürlerini tezyid eden kimselerin vefatları zamanın­da /tevbeleri kabul olunmaz. Zira; bunlar dalâlete münhasırlardır.

Fahr-i Razi, Kazi ve Hâzin'in beyanları veçhile imanlarından sonra küfredenlerle murad; Yehûd ve Nasârâdır. Zira; Yehûd Hz. Musa'ya ve Tevrat'a iman ettikten sonra Hz. İsa'ya ve bizim pey­gamberimize ve Nasârâ Hz. İsa'ya ve İncil'e imandan sonra Fahr-i Kâinat'a ve Kur'ân'a küfrettiler. Gerek Yehûd ve gerek Nasârâ Tevrat'ta ve İncil'de Hz. Muhammed'in evsafını gördükleri gibi peygamberleri de iman etmelerini tenbih ve tavsiye etmeleri üze­rine an-il gayb iman edip zuhuruna intizar etmektelerken matla-ı nübüvvetten Resulullah tulü1 edince hasedlerinden nâşi imandan döndüler ve küfrettiler ve küfürlerini inatlarıyla ve din-i Muham-mediye ta'nederek nakz-ı ahdetmekle tezyid etmişlerdir.

Tefsir-i Taberî'de beyan olunduğu veçhile tevbeleri sekerat-ı mevtte azab muayene ettikten sonra olacağı için kabul olunma­yacaktır. Yahut tevbenin kabul olunmaması tevbeye muvaffak ola­mayacaklarından kinayedir. Yahut küfürleri halinde işledikleri sair günahlarından tevbeleri kabul olunmaz demektir. Zira; küfür bakî oldukça azaptan kurtulmak imkânı yoktur.

Yahut bu âyette imandan sonra küfredenlerle murad; bundan evvelki âyette beyan olunan mürtedlerdir. Zira; onlar küfrettik­leri gibi küfürde ısrarlarıyla küfürlerini tezyid etmişlerdir. Bun­ların tevbeleri münafikane bir tevbe olduğu için tevbelerinin ka­bul olunmayacağı beyan olunmuştur. Çünkü; Beyzavî'nin beyanı veçhile mürted olup Mekke'ye gidenler «Biz Muhammed (S.A.) hakkında zuhur edecek havadise intizar ederiz, istersek Medine'­ye avdet eder imanı izharla küfrümüzü saklarız» dedikleri mervi-dir. Şu halde bundan evvelki âyette tevbenin kabul olunacağını beyan; bu âyete münafi değildir. Zira; bu âyette tevbeleri­nin kabul olunmayacağı yla murad; kabul olunacak zamanda tevbeye muvaffak olamayacaklarından kinayedir. Yoksa şeraitine riayet olunan tevbe kabul olunmıyacak mânâsına değildir.   Mürtecilerin dalâlette kemâllerine işaret için    kasra delâlet eden zamir, fiil ile varid olmuştur.

Hulâsa; imandan sonra irtidad edip küfürlerinde ısrar eden­lerin sekerat-ı mevtte tevbelerinin kabul olunmayacağı ve bunla­rın halleri ancak dalâletten ibaret olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [80]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin üç kısmından birincisinin ki, tevbe-i sahihle tevbe edenlerin ve ikincisinin ki, tevbe-i fasidle tevt?e edip tevbeleri makbul olmayanların hallerini beyandan sonra, üçüncü kısım ki tevbe etmeyip küfür üzerinde vefat edenlerin hallerini beyanetmek üzere buyuruyor.

[Şol kimseler ki onlar muhakkak küfrettiler ve kâfir olduk­ları halde öldüler. Onların birinden yeryüzü dolusu altın kabul olunmaz velevse o altını feda ederek fukaraya sadaka vermekle Allahü Tealâ'ya takarrup kasdetse. Elbette kabul olunmaz. İşte bu misilli küfrüzere vefat edenler için acıtıcı azap olduğu gibi o azaptan onları kurtaracak yardımcıları da yoktur.]

Yeryüzü dolusu altını olsa ve onu fukaraya ve enva-ı hayrata sarfla takarrup dilese kabul olunmadığının sebebi; küfrüzere ve­fat etmek olduğuna işaret için sebebiyete delâlet eâen lâf­zı varid olmuştur. Çünkü fa lâfzı küfrüzere vefatın adem-i kabule sebeb olduğuna delâlet eder. da bulunan şart bir mukadder üzerine matuftur. Buna nazaran, Beyzâvi'nin beyanı veçhile mânâ-yı nazım: [Küfrüzere vefat eden kimse eğer yeryü­zü dolusu altını olsa dünyada o altım hayrata ve fukaraya sarfla Cenab-ı Hakka takarrup kasdetse kabul olunmaz. Binaenaleyh; âhirette onun zerre kadar menfaatim görmez] demektir. Şu halde küfürle beraber kâfirlerin amelleri de minküll-ilvücûh merdûd olup asla faydasını görmeyeceklerine bu âyet delâlet eder. Çünkü; esas itikad bozuk olunca onun üzerine her ne işlese faydasızdır. Yahut Tefsir-i Taberi'de beyan olunduğu veçhile manâ-yı nazım: [ Küfr üzere vefat eden kimse bilfarz vettakdir âhirette dünya dolusu altına malik olsa ve azaptan kurtulmak için hepsini feda etse ve fidye-i necat olarak verse, zerre kadar azaptan kurtulamaz. Ve azaptan kurtaracak hısım ve akraba, evlât ve ahbap gibi yardım­cıları da olmaz] demektir. Yani; «Malı bulunsa da azaptan kurtul­mak için azaba bedel verecek olsa alacak bulunmaz ve fayda et­mez» demektir. Kâfirin âhirette malı olmadığı halde yeryüzü do­lusu altını verse kabul olunmaz demek; azaptan hiçbir veçhile kur­tulamayacağından kinayedir. Ve faraziyat kabilindendir. Yoksa hakikatta altını olacak da verecek mânâsına değildir.

Hulâsa: kâfir olup küfr üzere vefat edenlerden birisi yeryüzü dolusu altını olsa ve onu sadaka etse, imanı olmadığı için kabul olunmayacağı ve âhirette azaptan kurtulmak için fidye-i necat olarak verse azaptan kurtulamayacağı ve onlar için azab-ı elim olduğu ve azaptan kurtaracak yardımcıları olmadığı bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [81]

 

Vacip Tealâ imanı olmayan kimselerin sadakaları dünya do­lusu olsa kabul olunmayacağını beyanettiği gibi imanı olanların intifa edecekleri sadakayı beyanetmek üzere buyuruyor.

[Mahabbet ettiğiniz emvalinizden bazısmı hayra sarfedinceye kadar siz büyük sevaba nail olmazsınız ve her ne şeyi ki, siz onu infak edersiniz onun ecrine nail olursunuz. Zira; Allahü Tealâ infak ettiğiniz şeyi bilir ve miktarına ve niyetinize göre sevap verir.]

Yani; hayrı mahzolan birrin hakikatine ve onun semeresi !olan sevaba ve Allah'ın rızasına nail olmak malınızın en ziyade sevgili ve muhabbetli olanından bir miktarını vücûh-u birre sarf ve fuka­raya sadaka etmeye muhtaçtır. Binaenaleyh; muhabbet ettiğiniz malınızdan bir miktarını infak edinceye kadar güzel sevaba nail olamazsınız ve her ne ki infak edersiniz onun ecrinden de mah­rum olmazsınız. Zira Allahü Tealâ onu bilir. Binaenaleyh; ecrini zayi' etmez. Şu halde iyisini infak etmeli ki, iyi ecre nail olmalı. Evet! İhlâs üzere az veya çok, iyi veya kötü her ne infak edilirse sevap vardır, ancak o sevap, infak olunan mala göredir.

Birr; bol hayırdır. Şu halde kulların birci; ibadet edip ma­lım fukaraya ve vücuh-u birre infak etmesi ve nâsla güzel mua­mele yapmasıdır. Allah'ın kullarına birri; amellerine sevap ver­mesi ve Cennet'e ithal etmesi ve işlerinden razı olmasıdır.

Beyzavi'nin beyanı veçhile bu âyette muhabbetli olan şeyle murad; herkesin kendi indinde makbul olan şeydir ki mala ve ma­lın gaynya şamildir. Hattâ mansib sahibi mansıbını nâsa muave­nete ve bedenini ibadete ve canını fisebilillâh mücahedeye sarf et­meye dahi şâmildir. Zira; insanın canından daha kıymetli birşey olmadığı cihetle, onu rıza-yı ilâhi uğrunda fedaya hazır olmaktan daha ziyade kıymetli birşey tasavvur olunamaz. Onun için müca-hidlerin en büyük sevaba nail olacaklarına dair birçok ayat-ı bey-yinat ve ahâdîs-i nebeviyat vardır.

Bu âyette infak; vacip olan zekâta ve müstehab olan sadakata şamil olduğu gibi malının küllisini sadakanın caiz olmadığına dahi işaret vardır. Çünkü; Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile bu âyette'da bulunan lâfzı ba'za delâlet ettiğinden

«Muhabbet ettiğiniz şeyin bazısını infak edinceye kadar bol ecre nail olamazsınız» demektir, yoksa «Küllisini infak edinceye kadar» demek değildir. Çünkü; küllisini infakta gayrı iğna edeceğim diye­rek kendisini ihtiyaç içinde bırakmak vardır. Bu ise doğru birşey değildir.

Bu âyette birr; köle ve cariye azâd etmeye dahi şamildir. Çün­kü; Tefsir-i Taberi'de beyan olunduğu veçhile (Sa'd b. Ebi Vak-kas) Hazretleri Medayin'i fethettiğinde Hz. Ömer'in (Ebu Musel Eş'ari)'ye bir cariye satın alıvermesini yazıp (Ebu Musa) cariyeyi alıp getirince Hz. Ömer'in cariyeyi azad edip bu âyeti okuduğu mervidir.

Hulâsa; inşan malından muhabbet ettiği şeyden infak etme­dikçe, iyi ecre ve büyük sevaba nail olamayacağı ve her ne infak olunursa, infak olunan şeye göre ecir alacağı ve Allahü Tealâ'nm infak olunan şeyi bildiği bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [82]

 

Vacip Tealâ resulünün risaletine delâlet eden delilleri ve ehl-i kitabı ilzam eden âyetleri beyanettiği gibi ehl-i kitabın şüphelerini izale edecek cevabı beyanetmek üzere buyuruyor.

[Her taam Beni İsrail'e halâl oldu, illâ Tevrat nazil olmaz­dan evvel Beni İsrail'in kendi nefsine haram kıldığı şeyler müs­tesnadır. Eğer sözünüz doğruysa ey ehl-i kitap! Tevrat'ı okuyun.]

[Şu delâilin zuhurundan sonra bir kimse Allah'a yalan olarak iftira ederse, işte o iftira eden kimseler ancak zalimlerdir.]

[Habibim! Sen onlara de ki «Aliahü Tealâ haberinde sadık oldu. Binaenaleyh; bilumum fenalıklardan tahir olan millet-i İb­rahim'e ittiba' edin». Halbuki İbrahim (A.S.) müşriklerden olma­dı.] Binaenaleyh; ittiba' etmeniz lâzımdır.

Bu âyet; Yehûd milletinin Resûlullah'm nübüvvetini inkârla­rım reddetmiştir. Çünkü; onlar ahkâmda neshi inkârla Resûlul-lah'ın risaletini inkâr ederler ve derlerdi ki «Ahkâmda nesholmaz. Bize haram olan şeyler bizden evvelki şeriatlerde dahi haramdı. Binaenaleyh; evvelden halâl olup sonra haram olan birşey yok "ki nesholsun, böyle olmadı» demekle Tevrat'ın ahkâmının nesholun-mayacağmı iddia etmeleri ve «Şeriat-i İbrahim'de deve eti ve sütü haram olduğu halde ya Muhammed (A.S.)! Sen halâl olduğunu id­dia ediyorsun» demeleri üzerine bu âyetin nazil olduğu mervidir.

Şu halde «Nesih caiz. değildir» unvanında iddiaları kendi şeriatle-rinde neshin vukuunu beyanla reddolunduğa gibi haram olan şey­ler «Evvelden beri haramdır» dedikleri sözlerinde ısrar edince, Re-sûlullah «Getirin Tevrat'ı, eğer sözünüz doğruysa okuyun âyetle­rini a buyurdu. Yahudiler Tevrat'ı getiremediler ve yalan söyledik­leri ve Allahü Tealâ'ya iftira ettikleri herkesçe tebeyyün etti. Bi­naenaleyh; rüsva-yı âlem oldular. Ayette kendilerinin yalancı za­limlerden olduklarını beyanla evsaf-ı kabiha sahipleri oldukları tasrih olunmuştur. Şu halde âyet; Resulullah'ın risaletinin sıdkına delâlet eder. Çünkü; Resulullah okuyup yazmadığı halde bu mesa­ilin Tevrat'ta olduğunu bilmesi ve Yehûd'a getirip okumalarını tek­lif etmesi ve neshin Yehûd şeriatinde de mevcut olduğunu beyan etmesi ancak vahyile olabileceğinden nübüvvetine delâlet eden mu'cizat cümlesindendir.

Bu âyette   taam;   yenilecek şeylerin cümlesine şamildir.

Çünkü; Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile lâfzı cemi-i et'imeye şamil olduğundan Beni İsrail'e her taam halâl idi. An­cak Yakup (A.S.)'m şiddetle hastalandığı bir zamanda hastalığın­dan şifa bulursa pek sevdiği deve eti ve sütünü nefsine haram kıl­dı. Yani; yemeyeceğini nezretti ve onun şeriatında haram oldu. Hattâ içyağmı da yemeyeceğini nezretmişti. Binaenaleyh; hayva­nın arkasında ve etinde olan yağ halâl, içinden çıkan yağlar haram olmuştu.

Hill-ü hürmet Allahü Tealâ'nm emrü nehyiyle sabit olduğu halde, halâl olan bazı şeyi insanın nefsine haram kılmasıyla da ha­ram olduğu vardır. Meselâ halâl olan haremine talâk vermek ve cariyesini azâd etmek suretiyle haram kılar. Yakup (A.S.)'m bazı halâl olan şeyi nefsine haram kılması içtihad suretiyle olmuştur. Çünkü; enbiya-yı ızani için içtihad caizdir. Binaenaleyh; Hz. Ya­kup da bazı şeyin haram olmasını içtihad edip, içtihadının hilâfına vahy-i ilâhi gelmemekle içtihadında isabeti takarrür etmek sure­tiyle onun şeriatinde o şeyler haram olmuştur. Yahut Yakup (A.S.) m bazı şeyi haram, kılması nezretmeR11 suretiyle vaki olması muh­temeldir. Zira; şeriat-i Muhammediyede nezir caiz olduğu gibi şe-riat-i Yakubiyede dahi caiz olduğundan, Yakup (A.S.) da bazı et'imeyi nezirle mefsine haram kılmak tarikiyle vaki olmuş ve ona ittiba'la ümmetine de haram kılınmıştır.

Tevrat'ın nüzulünden evvel Hz. Yakub'un haram kıldığından maada taamın küllisi halâl ve Tevrat'ın nüzulünden sonra bazı şey­lerin evvelkilere ilâve olarak haram olduğuna âyette işaret vardır. Çünkü; Fahr-i Razi'nin beyanına nazaran Beni İsrail'in ekseriyeti bir cürüni irtikâp ettiklerinde, onların günahlarına ceza olmak üzere Vacip Tealâ bir nevi nimeti onlara haram kılardı.

Tefsir-i Taberi'de beyan olunduğuna nazaran Yakup (A,S.) (Irk-unnisa) hastalığına müptelâ olup geceleri rahatsız olunca eğer şifa bulursa ırk yani et içinde damar yemeyeceğine nezrüe nefsine haram kıldığı mervidir. Binaenaleyh; Yahudiler etin arasından damarları seçmeksizin yemezler. Herhangi surette olursa olsun ev­velden halâl olan şeyi haram kılmak nesihtir ve Cenab-ı Hakkın bu haberi sadıktır. Binaenaleyh; Yahudilerin «Nesih caiz değil» dedikleri iddiaları merduddur.

Hulâsa; Tevrat inzal olunmazdan evvel Yakup (A.S.)'m nef­sine haram kıldığından maada her taamın Beni İsrail'e halâl ve an­cak Hz. Yakub'un haram kıldığı şeyler onun şeriatinde haram ol­duğu ve Yahudilerin bunu inkâr etmeleri üzerine Resulullah'm «Sözünüz doğruysa getirin Tevrat'ı, okuyun âyetlerini» deyip Ya-' hudilerin getiremedikleri ve Tevrat'ın nüzulünden sonra iftira alâllah edenlerin zalim ve Allahü Tealâ'nm haberi sadık ve Yahu­dilerin yalancı oldukları ve millet-i İbrahim'e ittiba'ları vacip ol­duğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [83]

 

Vacip Tealâ Resulünün risaletine Yehûd'un ta'nı, neshi inkâr etmeleri olup bu ise kendi şeriatlerinde dahi caiz olduğunu beyan­la, ta'nlarmı reddettiği gibi Yehûd'un ikinci ta'nları «Beyt-i Mu­kaddes cemi-i enbiyanın kıblesi ve cümle emkineden efdal olduğu cihetle herhalde cümle enamın kıblesi Beyt-i Mukaddes'tir. Bina-.enaleyh; Kabe'ye teveccüh caiz değildir» diyerek kıblenin Kabe'ye tahavvülüne itirazlarını dahi reddetmek ve tahvilin sebebini be­yanla, onların şüphelerini izale ve Yehûd ve Nasârâ'nın mületii olduklarını iddia ettikleri halde Hz. İbrahim'in kıbleşine ta'nları doğru olmadığı gibi Kabe'ye haccetmek, İbrahim (A.S.)'nı sünneti olduğu halde onların hacdan imtina' etmeleri üze­rine iddialarının yalan olduğunu ispat etmek üzere buyuruyor.

[Nâsın ibadeti için yeryüzünde evvel temeli atılan ve konu­lan beyt şol beyttir ki, o beyt, hayr-ı kesiri mutazammm ve âlem­lere hidayet olup Mekke şehrinde vaz'olunan beyttir. Zira; o beytte vahdaniyete delâlet eden açık ve zahir âyetler ve Makanı-ı ibrahim vardır.]

[Eğer bir kimse o beyte girerse katl-ü garat gibi şeylerden emin olur.]

Yani; Yehûd'un zu'm-u bâtılları gibi Beyt-i Mukaddes Kabe'­den efdal değildir. Bilâkis Kabe Beyt-i Mukaddes'ten efdaldir. Zira yeryüzünde nâsın ibadetleri için evvel vaz' olunan beyt; Mekke şehrindedir. Ziyaret edenlere ve Mekke'de sakin olanlara hayır ve bereketi çok ve insanları vahdaniyet-i ilâhiyeye irşad ettiği için âlemlere hidayettir. Çünkü; o beytte vahdaniyete delâlet eder açık alâmetler vardır. Cümle-i alâmetlerinden birisi de İbrahim (A.S.)'-m o beyti bina ederken ayağını bastığı makamı olduğu gibi o beyte dahil olan kimsenin dünya afetlerinin birçoklarından emin olması ve ihlâs üzere inkıyad ederek beyti ziyaret edenlerin âhiret aza­bından kurtulmasıdır.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile yeryüzünde nâs beyninde mü­savi müşterek olarak her kabile ve her millet için, o beyte girmek caiz ve herkes ibadete me'zun olup umumun ibadethanesi olmak üzere ilk önce bina olunan beyt Kabe olduğu için evvel vaz' olu­nan beyt, denmiştir. Yoksa dünya üzerinde evvel halk olunan beyt Kabe demek değildir. Zira; Kabe'den evvel birçok evler, köşkler, saraylar ve meskenler bina edildiği gibi birçok ibadethaneler de inşa olunmuştur. Lâkin o bina edilen maabid her kavmin kendine mahsus olduğundan umuma ait değildir. Şu halde umuma ait ola­rak evvel bina olunan ma'bed; Kabe'dir. Hatta Resulullah'tan, nâ-sa ibadet için evvel vaz' olunan beytten sual olunduğunda «İbra­him (A.S.) tarafından evvel Kabe bina olunup kırk sene sonra Beyt-i Mukaddes'in bina olunduğunu» beyan buyurduğu mervidir.

Kabe'nin evvel bina olunmasında ihtilâf varsa da rivayetle­rin esahhı Hz. Âdem'in bina etmesidir. Çünkü; Hz. Âdem Cen-net'ten yeryüzüne inince namazda kıble ittihaz ve hacla umrede ziyaret etmek üzere Kabe'yi bina etmesini Cenab-ı Hak emredip işbu emir üzerine bina ettiği mervidir. Zira; Hz. Âdem, Şit, İdris ve Nuh (A.S.) şeriatlerinde namaz ve namazda secde vardı. Eğer onlar zamanında Kabe'den başka umuma ait bir kıble olsaydı Kabe evvel bina edilmiş olmazdı. Halbuki bu âyette Cenab-ı Hak evvel bina edildiğini beyanetmiştir. Şu halde Hz. Âdem zamanında bina olunduğu doğru olmak lâzım gelir. Binaenaleyh; Hz. Nuh'un tufa­nına kadar mevcut olup tufanda harap olduğundan eseri kalmayıp Allah'ın emri üzerine Cibril'in delaletiyle ikinci merrede Hz. İb­rahim'in oğlu Hz. İsmail ile beraber bina ettiği mervidir.

Beyt-i Şerifin indallah kadri âli ve sair buyût üzere şerefi zi­yade olduğundan Allahü Tealâ dünya yüzünde umum kullarına ibadethane olarak evvel onu halketmiştir ve (eski mabed)'in (yeni mabed)'den efdal olduğuna bu âyet delâlet eder. Zira; Kabe'nin Beyt-i Mukaddes'ten efdal olmasını Vacip Tealâ Kabe'nin Beyt-i Mukaddes'ten daha evvel bina olunmasıyla ispat etmiştir. Hattâ âlemde Kabe'nin binasından daha ziyade şerefli bir bina yoktur. Çünkü; Kabe'nin binasını emreden; Allahü Tealâ, hendesesini tayin eden; Cibrİl-i Emin, binasını tesis eden; Halilürrahman ile şakirdi ve oğlu Hz. İsmail'dir. İşte şu fezail-i dünyada hiçbir binada içti­ma' etmemiştir. Binaenaleyh Beyt-i Şerif; cümle büyütün efdalidir.

Kâbe-i Muazzama ekinden, ottan hâli bir vadide olduğu halde Allah'ın vermiş olduğu bereket ve hayr-ı kesir sebebiyle her nimet bol olup umur-u dünyaca maişet hususunda asla müzayaka görül­mediğinden Cenab-ı Hak o beytin mübarek olduğunu beyan buyurmuştur. Âyette Bekkeyle murad; Mekke'dir. Hac ve tavaf için nâs içtima' ettiğinden Bekke denmiştir. Zira; Bekke; mahall-i içtima ve izdihamdır. Yahut Mekke'ye suikasd eden her cebbarın boynu vurulup başı ezildiği için Bekke denmiştir. Zira Bekke; ezmek ve defetmek manasınadır. Mekke vadisinin suyu olmadığı­na, günahların kefarete sebep olduğuna ve küre-i arzın her tarafın­dan nâsm toplanmasına vesile olduğuna işaret için Mekke denmiş­tir. Mekke; Kabe'nin ve Bekke; beldenin ismi olduğu dahi mervi-dir.

Beyt-i Şerif, halikın vücuduna delil ve âlemi imana davetle Cennet'e vusullerine sebep olduğuna işaret için beytin âleme hida­yet olduğu beyan olunmuştur. Beyt-i Şerifte vahdaniyete ve Re-sulullah'm risaletine delâlet eder alâmetler vardır. Meselâ İslâmi-yetin zuhuru bin üç yüz küsur sene olduğu halde her sene (Mina) denilen mahalde yüz binlerce huccacın Şeytan'ı taşlamak üzere yetmişer tane çakıl taşı attıkları ve o mahalde sel götürecek bir dere ve yel kaldıracak bir tepe olmadığı halde o taşlardan asla eser görülmeyip kaybolması ve kuşların, küme küme uçarken Kabe üzerine gelince ikiye bölünüp Kabe'nin üzerinden küme ha­linde geçmemesi ve evvelden beri o mahalle giren kimsenin taar­ruzdan emin olup hattâ zaman-ı cahiliyede bile bu kanunu hiç kim­senin bozamaması ve Makam-ı İbrahim'in kaybolmaması vahda-niyet-i ilâhiyeye ve kudret-i sübhaniyeye delâlet eden alâmetler cümlesindendir.

Makam-ı İbrahim le murad; Beyti bina ederken du­var yukarı kalkıp boyu ulaşmayacak bir hale geldiğinde iskele kurmak üzere konulan taşa Hz. İbrahim ayağını bastığında taşın çamur gibi yumuşayıp ayaklarının topuğuna kadar taşa batmasıyla tahassul eden eseri havi taştır ki, bugün o eseri el'an muhafaza et­mektedir. İşte bu; âdetin hilafı fevkattaba bir mu'cizedir. Çünkü; âdette taş sert olup ayak tazyikiyle üzerinde bir tesir icra edemez­ken hilâf-ı adet taşın yumuşaması elbette mu'cizedir.

Harem-i Şerife giren emin olur demek; Harem'de olan kim­seye taarruz vuku bulmaz demektir. Binaenaleyh; Harem haricin­de kıtal edip de Harem'e iltica eden kimse İmam-ı A'zam'a göre Harem dahilinde kısas olunmaz. Şu kadar ki o kimseye söz şöylememek ve onu müsafir etmemek ve malı varsa almamak suretiyle Harem'den çıkmaya mecbur etmek ve bu veçhile Harem'den çı­karmak ve çıktıktan sonra kısas etmek meşrudur. Amma Harem dahilinde kıtal ederse yine Harem dahilinde kısas olunur. İmam-ı Şafii indinde Harem içinde kıtal eden kimse Harem içinde kısas olunduğu gibi, Harem dışında kıtal edip de Harem'e iltica eden kimse dahi Harem içinde kısas olunur. Zira; kısasın te'hiri caiz değildir. Çünkü; kısasta hakkullah ve hakk-ı abd içtima ettiğin­den hakk-ı abdin tehiri caiz olamaz.

Harem'e dahil olan kimse dünyada taarruzdan emin olduğu gibi, âhirette azaptan dahi emin olunur. Çünkü; hacciçin hareme dahil olup kemal-i ihlâsla hasbeten lillâh erkân-ı haccı eda ederse ve bundan da maksadı yalnız rıza-yı Bari olursa azab-ı Cehennem'-den emin olacağına dair birçok ahâdîs-i celile vardır. Zira; hacla emreden Allahü Tealâ'nın huccac için birçok vaadleri vardır. An­cak bu emniyet; haccı eda ettikten sonra azab-ı Cehennem'! icabe-der günah işlemezse demektir, yoksa hem hacceder hem de birçok günah işlerse elbette günahının cezasını çekeceğinde şüphe yoktur.

Hulâsa; dünya yüzünde evvel bina olunan ve ibadet için umu­ma hazırlanan beyt, Mekke'de bulunan Beyt-i Şerif olup ve o beyt nâsın ibadetlerine sebep olmakla hidayet olduğu ve hayrı çok mü­barek bir mahal olup o makamda vahdaniyete delâlet eder alâmet­ler bulunduğu ve İbrahim (A.S.)'m makamı orada mevcut ve o ma­halle girenin taarruzdan emin olduğu, bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [84]

 

Vacip Tealâ   Beyt-i Şerifin fezâilini    beyanettiği gibi beyti haccın lüzumunu beyânetmek üzere buyuruyor.                           

[Beyt-i Şerifi ziyaret için gidip gelecek kadar azığa ve binite muktedir olan nâs üzerine   Allahü Tealâ'nın   rızası için hac farz oldu. Eğer bir kimse kudreti olduğu halde haccetmez küf r an-t nimet ederse zararı kendine ait olur. Zira; AH ahu Tealâ cümle âlemden gani olup hiçbir kimsenin haccına ve sair ibadetine ihti­yacı yoktur.]

Yani; nâs üzerine Beyt-i Şerife haccetmek farz oldu. O nâs ki, bulunduğu beldesinden Kabe'ye nıalen ve bedenen gidip gel­meye muktedir olan kimsedir. Zira tekâlif-i ilâhiye; kudrete bağ­lıdır. Binaenaleyh kudreti olmayan kimseye teklif; kudretinin fev­kinde olduğundan caiz değildir ve eğer bir kimse kudretli olduğu halde haccı ankasdin terkle küfran-ı nimet ederse zarar görecek olan küfran-ı nimet edip şükretmeyen kimsedir. Zira; Allahü Tea­lâ cümle âlemden ganidir. Şu halde haccı terketmesinden Cenab-ı Hakka bir zarar olmaz. Çünkü onun haccına ihtiyacı yoktur.

Cümle emr-î ilâhi; izzet-i ilâhiye ve azamet-i sübhaniye için olup cerr-i menfaat ve def-i mazarrat için olmadığına işaret olmak üzere âyetin bidayesinde Allah isnı-i şerifi varid olmuştur. Hac; erkân-ı islâmiyeden birisi olup Beyt-i Şerifi haccetmek nâs üze­rine farzdır. Fakat haccedecek kimsenin jnal ve beden cihetiyle kudreti şarttır. Kudret-i maliye; evinden çıkıp beyti ziyaret ederek tekrar avdet edinceye kadar yiyecek taama ve gi­yecek kisveye ve binecek binite ve yükünü yükletecek mekkâreye ve ailesinin nafakasına muktedir olmaktır. Kudret-i be­deniye; vücudu sağlam, inip binmeye kadir olmaktır. Bina­enaleyh fakir olan bir kimseye haccetmek farzolmadığı gibi alil-ül-vücûd olan kimseye dahi farzolmaz.

İmam-ı Şafii indinde kudret-i maliye muteber olup kudret-i bedeniye muteber olmadığından zengin olan kimsenin kudret-i bedeniyesi olmadığında kendi tarafından haccetmek üzere bir be­del göndermek vacip olur. İmam-ı Malik indinde yalnız kudret-i bedeniye muteber olduğundan yayan yürümek ve kazanmak su­retiyle gidip gelmeye muktedir olan fakire hac farzdır. Imam-ı A'zam indinde bu âyetteki istitâat; kudret-i maliye ve bedeniyeyle tefsir olunduğundan kudret-i bedeniye ve maliye haccın farzol-masında şarttır. Binaenaleyh; fakire hac farzolmadığı gibi malı çok olup ancak bedenen iktidarı olmayan hasta, kör, topal ve çolak gibi âciz olanlara dahi haccetmek vacip olmaz. Zira; bir cihetten kudret diğer cihetten acizle beraber muteber olmaz. Çünkü er-kân-ı haccı eda hem mala, hem de bedene muhtaç olduğundan birinin vücudu diğerinin ademiyle beraber haccı edada kâfi olma­dığından îmam-ı A'zam istitâatı, kudret-i maliye ve bedeniyenin her ikisiyle tefsir etmiştir, hakikî istitâat de budur.

Taberi'de beyan olunduğuna nazaran bu âyette ( y^ ) sihhat-i beden ve zad-ı rahile yani azık ve binitle tefsir olunduğu ashaptan Hz. Ali ve İbn-i Abbas ve Muaviye (R.A.)'den mervidir. İşte bu rivayet de Imam-ı A'zam'ın kavli sahih olduğunu teyid eder.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile, haccı eda etmek kemal-i ubu­diyet ve emr-i ilâhiye tamamiyle itaat etmektir. Zira; mahalli mu­ayyen olan Kabe'yi ziyaret ve erkân-ı haccı eda etmek için mesa-fe-i baideye sefer ve malını sarfetmek ancak ubudiyetini ma'budu-na karşı lâyıkıyla yerine getirmekle rızasını aramaktır.

Fahr-i Razi, Kazi ve Medarik'in ve Ebussuud Efendi'nin be­yanları veçhile haccın ehemmiyetine işaret için bu âyette hacca ait olan emri Vacip Tealâ enva-ı te'kid ve şiddetle irad buyurmuş­tur. Zira hususiyete delâlet eden lâm ve azamete delâlet eden lâfza-i celâl ile, Allah ismi ve nâs üzerine borç olmasına delâlet eden ( Je ) lâfzı gelmiştir ki bunların cümlesi haccm, nâsın boyunlarında Allah'ın rızasını tahsil için vacip bir borç olup ter-keden kimsenin cezaya müstehak olduğuna delâlet eder. Bidaye-ten nâsı zikirle haccı umuma tamim ve sonra iktidarla takyid ede­rek haccm vücubunu kudreti olanlara tahsis etmek haccı iki kere beyanetmektir ki evvelâ; mutlak saniyen; mukayyed, evvelen; icmal, saniyen; tafsil ve izah etmek emr-i hacca şiddetle ihtimam ve dikkat lâzım olduğuna delâlet ettiği gibi 'haelâ emrin cümle-i ismiye suretinde gelmesi de şiddetle ihtimama delâlet eder.

Haccı terketmekten küfürle tâbir etmek; terkeden kimsenin şiddetli azaba müstehak olup terketmek ef'al-i küfürden olduğuna delâlet ettiği gibi bilcümle âlemlerden gani olduğunu beyan et­mek; haccı terk edenlerin gazab-ı ilâhiye müstehak olduklarına işarettir. Hattâ Resulullah «Bir kimseye hac farz olduktan sonra haccı terkederek vefat ederse, isterse Yahudi ve isterse Nasrani ölümünden olsun» buyurmuştur. İşte bu hadîs-i şerifte erkân-ı islâmiyeden olan haccı iktidariyle beraber an kasdin terketmek büyük günah olduğuna ve azaba istihkak icabettiğine delâlet eder.

Bu âyette küfürle nıurad; haccın farziyetini inkârla küfretmektir. Yahut küfürle murad; hacca iktidarla beraber küf-ran-ı nimet edip haca terkle Allah'ın verdiği nimetin şükrünü eda etmemektir. Şu halde küfürle murad; hakiki küfür değildir. Hangi mânâ murad olunursa olunsun haccı terketmek; gazab-ı ilâhiyi mucip büyük günahtır.

Tefsir-i Taberi'de ve Hâzin'de beyan olunduğuna nazaran âye­tin sebeb-i nüzulü; Yahudilerin «Biz de müslimiz» demeleri üzeri­ne âyetin evveli yani nazil olunca Resulullah, nâsı cem'etti ve haccın farz olup edası lâzım olduğunu beyanetmesi üzerine müminler iman ve farziyetini iti-kad ettiler.    Yahudilerin imandan ve kabulden istinkff etmeleri üzerine âyetin âhiri yani nazil ol­duğu mervidir.

Hulâsa; Mekke'ye giderek beyti ziyaret edip gelmeye mal ve beden cihetinden muktedir olan kimse üzerine haccın vacip ve üzerine hac vacip olan kimse mazeret-i meşruası olmaksızın, haccı terkle küfran-ı nimet ederse, azaba müstehak olduğu ve Allahü Tealâ'nın cümle âlemden gani ve hiçbir kimsenin haccına ihtiyacı olmadığı bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [85]

 

Vacip Tealâ Resulünün risaletine itiraz eden ehl-i kitabın şüp­helerine cevap verdiği gibi küfürlerinin sebebini sual tarikiyle in­safa davet etmek üzere buyuruyor.

[Habibim!  Senin nübüvvetine itiraz edenlere sen de ki «Ey ehl-i kitap! Allah'ın vahdaniyetine ve Resulünün risaletine delâlet eden âyetlerine niçin küfredersiniz? Halbuki Allahii Tealâ si­zin amelinize şahit ve her ne işlerseniz bilir." Binaenaleyh; ame­linize göre ceza verir.]

[Ve sen onlara de ki «Ey ehl-i kitap! Din-i ilâhide eğrilik ve noksan aramak suretiyle iman edip o dinle tedeyyün eden kimseyi tarîk-i ilâhiden niçin men'edersiniz? Halbuki din-i islâmın hak ol­duğuna siz şahitlersiniz. Zira; elinizde bulunan kitabı mütalaa et­mekle Resulümüzün risaletini ve dininin doğru bir din olduğunu bilirsiniz ve Allah-ü Tealâ sizin bilcümle amellerinizden gafil de­ğildir. Çünkü; hakkı tağyir ve Resulün risaletini inkâr etmek ve evsafını saklamak gibi amellerinizi bilir ve muktezasına göre ceza verir.»]

Tefsir-i Taberfde beyan olunduğuna nazaran bu âyetler Ya­hudilerden (Mirşaş b. Kays) ve diğer bir şahıs hakkında nazil ol­muştur. Çünkü; (Mirşaş) din-i İslama şiddetle adavet eder bir şeyh-i faniydi. Birgün Ansardan (Evs) ve (Hazreç) kabilelerinden birçok kimselerin uhuvvet-i islâmiye üzerine kemal-i samimiyetle mahabbetlerini görünce Yahudileri topladı ve «Bunlarda bu ülfet devam ettikçe Yahudilerin bu havalide yaşamaları imkânsızdır. Bunun çaresi; bunların aralarına nifak koymak ve zaman-ı cahi-liyede beyinlerinde cereyan eden fitneleri ve muharebeleri uyan­dırmaktır» dedi. Çünkü; zaman-ı cahiliyette bu iki kabile arasında kanlı muharebeler olur ve Yahudiler de onların muharebelerin­den bilistifade rahat yaşarlardı. İşte (Mirşaş)'m adavet ve hasedi galeyan ederek, Yahudilere bu desiseyi öğrettikten sonra bir de­likanlıya «Sen git bunların arasına otur, geçmişte beyinlerinde vuku bulan kanlı muharebelere dair beyitler okumakla bunların eski dertlerini hatırlarına getir ve bu vesileyle aralarında fitne uyandır» demesi üzerine o delikanlı gider aldığı dersi ifa eder ve filhakika bu iki kabile arasında da arbede başlar, hattâ iki taraf silâha sarılır. Resûlullah'jn haberi olunca bu fitneyi bastırıp tara­feyni teskin etmesi üzerine bu âyetler nazil olmuştur.

Bu gibi fitneleri ehl-i iman arasında uyandırmak ehl-i kitabın elinde pek büyük bir silâh olduğu cümlenin malûmudur ve tari­himiz de buna şahittir. Binaenaleyh; ehl-i iman için lâzım olan daima basiret üzere bulunmak ve bu gibi iğfalâta aldanmamak ve hin-i vukuunda önünü almanın çarelerini düşünmektir ki, bu da başlıca ser-i kârda bulunanların vazifeleridir. Gerçi iman etmeyen­lerin cümlesi hükümde müsavilerse de ehl-i kitabın «Tevrat'a ve İncil'e iman ettik» dedikleri sözleri bâtıl bulunduğuna ve onların küfürleri bilerek küfür olduğu cihetle sairlerinin küfürlerinden esna' olduğuna işaret için hitap, ehl-i kitaba varid olmuştur. Çün­kü; Tevrat ve İncil; Kur'ân'a ve bizim nebimize imanı emrettiği halde onların, bu emrin hilâfına hareket etmeleri kendi kitaplarına imanlarının olmadığına delâlet eder.

Ehl-i kitabın evsaf-ı Resulullah'ı tahrifleri gizliyse de kendi­lerine gizlemek menfaat vermeyeceğine ve elbette cezalarını gö­receklerine işaret için Allahü Tealâ'nm amellerine muttali olduğu beyanolunmuştur ki, herkes amelinin gizli kaldığını itikat etme­sin ve her ne yaparsa cezasını düşünsün demektir.

Ehl-i kitabın küfrü irtikâpta kabule şayan özürleri olmadığı­na ve küfürlerinin bilerek küfür olduğu cihetle tekrar, betekrar tevbihe şayan olduğuna ve Allah'ın âyetlerine küfürle beraber din-i ilâhiden müminleri men'e çalıştıkları cihetle herbiri azabı görecekleri gibi gerek âyetlere küfür ve gerekse müminleri men'e çalışmaktan herbiri gazab-ı ilâhiyi celbetmekte kâfi olduğuna işa­ret için hitap tekrar varid olmuştur.

Ayette sebilullah ile murad; din-i İslâmdır. Çünkü; kâfirler ve bilhassa Yahudiler neshin ma'kul ve kıblenin Beyt-i Mukaddes'ten Kabe'ye tahvilinde bir fayda olmadığından bahisle din-i İslâmın hâşâ doğru ve makul bir din olmadığını beyan ede­rek ehl-i imanın zihinlerine bir şüphe koymak suretiyle teşviş-i ezhandan hâli kalmadıkları gibi sebeb-i nüzulde beyan olunduğu veçhile fitne ilkasına dahi çalıştıklarından Cenab-ı Hak bu âyet­lerle onları tevbih etmiştir. [86]

 

Vacip Tealâ ehl-i imam kâfirlerin idlâl ve iğfal etmeye çalış­tıklarım beyanettiği gibi bu misilli iğfale çalışan ehl-i kitaba iltifat etmekten müminleri nehyetmek üzere buyuruyor.

[Ey müminler! Eğer siz ehl-i kitaptan bir fırkaya itaat eder sözlerine aldanır san iz, imanınızdan sonra onlar sizi kâfir olduğu­nuz halde döndürürler. Binaenaleyh; siz mürted olursunuz.]

Yani; ey müminler! İmanınızın muktezası kâfirlerin dostluğu­na aldanmamak ve iğfalâtma kapılmamaktır. Binaenaleyh; ehl-i kitaptan bazı kimselere siz itaat eder ve söylediklerini doğru zan­nederseniz onlar sizi imanınızdan sonra zaman-ı cahiliyette bulun­duğunuz hal-i küfre reddederler ve siz de kâfir olarak eski dinini­ze dönersiniz. Halbuki küfür; sizin beyninizde eski adavetleri ve fitneleri ve muharebeleri uyandırmakla dünyada helaki ve âhiret-te azab-ı Cehennem'i mucip olur.

İşte bu âyet; bundan evvelki âyette beyan olunduğu veçhile (Mirşaş)'m ilka ettiği fitne üzerine (Hazreç) kabilesinden (Cebbar b. Sahr) ve (Evs) kabilesinden (Evs b. Kayzi) haklarında nazil ol­muştur. Çünkü; Yehûd'un zaman-ı cahiliyet vukuatını hatırlatması üzerine bu iki zatın herkesten evvel tefahure ve yekdiğerine k|»rşı sövmeye başlayıp, arbede çıkarmaya teşebbüs etmeleri ve 'Ye­hûd'un sözüne, herkesten ziyade aldandıkları Fahr-i Razi ve Tabe-ri'nin ve Ebussuûd ve Nimetullah Efendilerin cümle-i beyanatm-dandır. İşte bu âyet-i celile: ehl-i imanı düşmanların şerrinden mu­hafaza için bir düstur-u a'zamdır. Zira; her zaman müslümanlar düşmanların sözlerine aldanmış ve doğru telâkki etmişse zarar görmüşler ve birçok felâkete maruz kalmışlar ve kazandıklarını kaybetmişlerdir. Bunun sebebiyse; düşmanı dost zannıyla sözünü dinlemek ve kabul etmektir. Binaenaleyh ehl-i imanın her ne su­retle olursa olsun düşmanını dost sıfatıyla dinlemesi herhalde zarardan hâli kalmamıştır. Çünkü; düşmanla ihtilât ve ülfet etmek daima ahlâkı ifsad ettiğinde şüphe olmadığı gibi, ahlâkın fesadı da gazab-ı ilâhiyi calib olduğunda şüphe yoktur. Düşmanın dini­mizi ifsada çalıştığında tereddüde mahal var mıdır? İslâmiyete, ahlâkta olan bu kadar sukut nereden geldi? Tedricen düşman ta­rafından İslâmlar arasına sokulan telbisattan değil mi, bunu kim inkâr edebilir? An'anatımızı unutturmaya çalışanlar o dersleri ne­reden aldılar ve kimlerin telkinatıla aramıza girdiler? İşte bu gibi fena hallerle bu âyetin sırrı her zaman zuhur etmekte olduğu gö­rülmektedir. Çünkü; her ne zaman dost zannıyla aldandıksa, o za­man dinimize ve dünyamıza zarar geldi. Cenab-ı Hak müminleri zarardan vikaye için bu âyette düşmanı dost ittihaz etmemek lâ­zım olduğunu tavsiye etmiştir, fakat amel edenleri görelim! [87]

 

Vacip Tealâ ehl-i imanı, idlâl ve iğfale çalışan ehl-i kitaba iltifat etmekten nehyettiği gibi delâil-i ilâhiye yapışan kimselerin doğru yola irşad olunduğunu beyanetmek üzere buyuruyor.

[Sizin üzerinize Allah'ın âyetleri tilâvet olunduğu ve içinizde Resulü bulunduğu halde siz nasıl küfredersiniz? Eğer bir kimse Allah'ın delillerine , yapışır ve resullerine iman ederse o kimse, matlubuna ulaşmış ve doğru yola irşad olunmuştur. ]

Yani; ey müminler! Nasıl küfredersiniz? Halbuki sizin üze­rinize vahdaniyete delâlet eden âyetler okunduğu gibi içinizde sizi doğru yola irşad eder resulü dahi mevcuttur. Bu kadar deliller meydandayken ve Resulullah sizi doğru yola irşad edip dururken küfretmek size yakışır mı? Bir düşmanın sözüne aklanıp eski harp fitnelerini uyandırmak sizin için felâketi mucip olmaz mı?   Eğer bir kimse Allah'a itimat ve delilleriyle amel ederse, o kimse tarîk-ı müstakime irşad olunmuş ve tarîk-ı tevhidi ittihaz etmiş olur.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile lâfzı ta­accüp içindir. Fakat taaccüp; sebebini bilmeyen kimse hakkında olduğu cihetle Allahü Tealâ hakkında taaccüp muhal olduğundan bu makamda küfürden men' dahi tağliz içindir. Yani «Bu kadar âyetler meydanda ve Resulullah hal-i hayattayken düşman sözüne aldanarak küfretmek gayet uzak ve taaccüp olunacak bir emr-i garip» demektir.

İşte ehl-i iman için her zaman sened ittihaz olunacak iki şey vardır: Birincisi; Allah'ın âyetleri "ki Kur'ân'dır. İkincisi; Resulul-lah'tır. Resulullah irtihal buyurdu. Fakat âyetler kıyamete kadar baki olduğundan her zaman ehl-i imana melce' olduğunu Cenab-ı Hak bu âyette beyan buyurmuştur. Binaenaleyh; müslümanlarm, daima havadisi Allah'ın âyetlerine tatbikle hareket etmeleri lâ­zımdır. Zira; sebeb-i necat budur ve aksini iltizamda felâketten ha­lâs olmadığı da meydandadır ve Cenab-ı Hak bu âyette Allah'ın âyetlerine yapışan ve dinine itimad eden kimsenin doğru yola hi­dayette olduğunu beyanla herhalde şeriate yapışmanın lüzumunu tavsiye etmiştir.

Hulâsa; düşmana itaat edip sözüne itimad etmek herzaman dinî ve dünyevî fitneden hâli olmayacağı ve Allahü Tealâ'ya iti­mad ve âyetleriyle amel eden kimsenin daima doğru yola vâsıl ola­cağı bu âyetlerden müstefad olan fevaid cümlesindendir. [88]

 

Vacip Tealâ ehl-i imana düşmanlarının tezviratma aldanma-malarını tavsiye ettiği gibi müminlere enva-ı ibadatm hulâsası olan ittika ile emretmek üzere buyuruyor.

[Ey müminler; Lâyık olduğu veçh üzere ittika ile Allah'a it-tıka edin ve ölmeyin, ancak mümin olduğunuz halde ölün.]

Yani; ey müminler! Üzerinize farz ve vacip olan ibadatı lâyı­kıyla eda ve haram olan şeylerin cümlesinden içtinab etmek sure­tiyle Allah'a ittika edin ve ölüm size geldiğinde ölmeyin, ancak İs­lâm olduğunuz halde ölün ki hal-i mevtinizde müslümanlıktan baş­ka bir hal üzere bulunmayın.

Fahr-i Razi, Medarik ve Hâzin'in beyanları veçhile hakka ittika; itaat edip isyan etmemek, nimete şükredip küfrey-lememek, Allah'ı zikredip unutmamak, lâimin levminden korkma­mak, daima velev nefsine ve evlâdına olsun adaleti tatbik etmek ve lisanım hıfzedip kötü söylememektir.

Bunların cümlesi sehiv ve nisyanm gayride ve abdin kudreti nispetinde olduğu cihetle âyetin hükmü bakidir, mensuh değildir. Bu âyette ittika ile emir; âyet-i sabıkada düşmana iltifattan nehyi tekid içindir. Çünkü; icapsız imanı olmayan kimseye iltifat etmek ittikaya münafidir. Zira ittika; muharremattan ihtiraz olduğundan düşmana iltifat ise haram olduğu cihetle elbette ittikaya münase­beti yoktur. İttika def-i mazarrat kabilinden olup kitabullaha i'ti-sam ise, celb-i menfaat kabilinden olduğu cihetle Vacip Tealâ itti­ka ile emri i'tisamla emir üzerine takdim buyurmuştur. Zira def-i mazarrat; celb-i menfaat üzerine mukaddemdir.

Bu âyet-i celilenin sebeb-i nüzulü de; bundan evvelki âyetler­de beyan olunan (Hazreç) ile (Evs) kabilelerinin silâha sarılmaları olduğu mervidir. Buna nazaran mânâyı nazım: [Ey müminler! Allah'tan lâyık olduğu veçh üzere korkun, yekdiğerinize karşı si­lâh çekmeyi terkedin. Zira; müminin mümine karşı silâh kullan-, ması haramdır. Nefsinizi bu gibi muharremattan sakının ve düş­manınızın sözüne aldanıp zaman-ı cahiliyedeki halinize avdet et­meyin ve ancak Allah'a muti' ve müslim olduğunuz halde âhirete gidin] demektir.

Hulâsa; ehl-i imana lâyık olan hakkıyla ittika etmek olduğu ve saadete ermek için müslim olarak vefat etmek lâzım geldiği bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [89]

 

Vacip Tealâ ittika ile emrettiği gibi kitabına yapışmakla dahi emretmek üzere buyuruyor.

[Allah'ın dinine ve ahkâmım beyan eden Kur'ân'a toplu ola­rak yapışın ve dağılmayın.]

Yani; ey insanlar! Allah'ın ahkâmını beyan eden umur-u dün­ya ve âhiretinizi size bildiren Kur'ân'a hepiniz temessük edin ve size her doğru yolu gösteren Kur'ân'ı terkedip herkes kendi hava ve hevesine tebaiyet ederek fırkalar ihdas ile dağılmayın.

Tefsir-i Taberi ve Hâzin'de beyan olunduğu veçhile bu âyette Allah'ın habIiyle murad; din-i mübin ve dinin esası olan Kur'-ân'dır. HabIin asıl mânâsı; insanı isteğine ulaştıran sebep­tir. Gerek din-i mübin ve gerek Kur'ân her ikisi de kendilerine bihakkın yapışan kimseyi matluba îsal ettiğinden, mecaz tarikiyle

din ve Kur'ân'dan habl ile tâbir olunmuştur. Binaenaleyh; demek, müçtemi' olduğunuz halde Allah'ın şeriatine yapışın demektir. Yahut hablile murad; cemaattir. Zira; Vacip Tealâ, ehl-i İslâmm daima toplu bulunup bir noktadan hareket etmesi lâzım geldiği ve vahdet noktasından ayrılmak izmihlali mucip olduğu cihetle içtima' ile emrederek tefrikadan nehyetmiş-tir. Çünkü; üsul-ü itikadiyede millet-i İslâmiyenin ihtilâfları efkâ­rın dağılmasını ve cemaatin zaafını mucip olduğundan tefrika, badi-i helak ve mazarrat olacağı cihetle cemaatten ayrılmamayı ve müçtemian şeriate yapışmayı tavsiye etmiştir. Buna nazaran mânâ-yı nazım: [Ey müminler! Hepiniz cemaate yapışın, dağıl­mayın] demektir.    .

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğuna nazaran (Ebu Hüreyre) Hz.'den rivayet olunan bir hadîste Resulullah, «Allahü Tealâ sizin için üç şeye razı olur: Birincisi; ibadetiniz, ikincisi; müçtemian din-i mübine yapışmanız, üçüncüsü; umurunuza mütevelli olan ümeraya nasihatte bulunmanızdır. Ve üç şeyinizle size gazap eder.

Birincisi; Kıyl-ü haliniz, ikincisi; malınızı israf ve izâanız, üçün­cüsü; aklınızın ereceği ve ermeyeceği şeyleri çok sormanızdır» bu­yurduğu mervidir.

[Ey müminler! Allah'ın sizin üzerinize şol zamanda nimetini zikredin ki, o zamanda siz birbirinizle düşmandınız, Allahü Tealâ nur-u imanla kalblerinizi telif etti. Binaenaleyh; Allah'a nimeti sebebiyle akşam birbirinizle düşmanken sabah vakti kardeş oldu­nuz. Şu halde bu nimetleri zikredip adet-i cahiliyeye avdet etme­meniz ve tefrikaya düşmemeniz lâzımdır.]

[Ve siz Cehennem'den bir çukurun kenarına düşmek üzerin­deyken nur-u İslâm sebebiyle Allahü Tealâ sizi Cehennem'den kurtardı.] Binaenaleyh; nimetin şükrünü eda ile zikretmeniz lâ­zımdır. Zira; dünyada buğz-u adavet kalkıp yerine ülfet ve mu­habbet konmakla nimet-i ilâhiyeye nail olduğunuz gibi küfrünüz sebebiyle Cehennem'e düşmek üzerine iken nur-u İslâmla Cehen­nem'den kurtulmak nimet-i âhiret olduğundan İslâmiyet, hem dünya hem de âhiret nimetlerine sebep olmuştur.

[İşte şu beyanatı gibi hakka ve adalete ve insanların saadet­lerine delâlet eden âyetlerini sizin ihtidanız için Allah- Tealâ size beyaneder. Şu halde sizin ihtida etmeniz lâzımdır.]

Vacip Tealâ ehl-i İslâm arasından buğz-u adavetin kalkıp ül­fet ve ünsiyet vaz'olunması nimet olduğundan bu nimeti zikredip kadrini bilmeleriyle emretmiştir. Çünkü; (Evs) ve (Hazreç) kabi­leleri bir ana ve bir baba evlâdından   oldukları halde çoğaldıkça ikiye ayrıldılar ve zaman geçtikçe buğz-u adavet de çoğaldı. Ara­larında kanlı muharebeler açıldı, fuzulî nice canlar yandı ve ta­rafeyn birbirine vahşiyane tahribat yaptılar ve bu hal yüz yirmi sene devam etti. İşte tarafeynin her türlü rahat ve emniyetleri münselip olup dünyada yaşamaktan ölmek daha hayırlıdır dedik­leri bir zamanda Cenab-ı Hak nur-u İslâmla beyinlerinde olan fit­ne ateşini söndürdü. Bir gün evvel birbirinin canını almaya kas-detmiş düşmanlarken bir gün sonra kardeş olup beyinlerinde olan buğz-u adavet muhabbete tebeddül etti. Binaenaleyh; cümlesi yek-vücud olarak bir hane halkı gibi ülfet ve ünsiyete başladılar. Ke-lime-i tevhid bayrağı altında toplanıp herkes canından, malından emin olup istirahat üzere yaşamaya başlayınca bu hal Yahudilerin arzularına tevafuk etmediğinden, yukarıda beyanolunduğu veçhile aralarında fitne uyandırmak ve zaman-ı cahiliyedeki olan halleri iade etmek istediklerinden Cenab-ı Hak bu âyetleri inzal ile itti­faklarını tefrikaya tebdil etmemelerini tavsiye etmiş ve bu ittiha­dın haklarında nimet olup, zaman-ı cahiliyedeki adavet yüzünden gördükleri mazarratları hatırlatmış ve İslâmiyetin dünyaca hakla­rında nimetolduğu gibi âhiretçe de nimet olduğunu ve bu sayede Cehennem ateşinden kurtulduklarını beyanetmiştir ki, bu ülfeti halkeden Allahü Tealâ olup, insanlar beyninde ülfet ve hüsn-ü muamele Allah'ın bir nimeti ve lûtf-ü ihsanı olduğundan, bu ni­meti idameye insanların çalışmaları lâzım ve cüz'i bir bahaneyle ülfeti adavete tebdil etmek ayn-ı felâket olduğuna işaret etmiştir.

Tefsir-i Taberi ve Hâzin'de beyan olunduğu veçhile'deki sefa taraf ve canip manasınadır. Yani: «Ce-hennem'den bir çukurun kenarında düşmek üzere idiniz» demek­tir. Çünkü; İslâm olmazdan evvel küfr üzere bulunduklarından Cehennem'le onların arasında küfrüzere vefat etmek vardı. Eğer küfr üzere vefat etseler ilelebed Cehennem'e düşüp kalacakken Allahü Tealâ İslâmiyeti kabulleri sebebiyle, onları Cehennem'den kurtarmıştır.

Hulâsa; müminler için müçtemi' olarak şeriate yapışıp dağıl­mak caiz olmadığı ve müminler üzerine nimeti zikredip şükrünü eda vacip olduğu ve evvel düşmanken İslâmiyet sebebiyle kardeş oldukları ve küfürleri sebebiyle Cehennem'den bir çukurun kena-rmdayken nur-u imanla onları Cenab-ı Hakkın Cehennem'e düş­mekten kurtardığı ve şu ahkâmı beyanettiği gibi insanların doğru yolu bulmaları için âyetlerini beyan ettiği bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [90]

 

Vacip Tealâ bundan evvelki âyetlerde kâfirleri, irtikâp ettik­leri küfürleriyle ve imana dahil olacakları imandan men etmele­riyle zem ve müminlere lâyık olduğu veçhile ittika ile emir ve din-i İslâm üzere içtima edip sağlam yapışmak vacip olduğunu ve tefrika caiz olmadığını beyan ve tavsiye ettiği gibi kâfirlerin nâsı imandan men'e sa'ye-tmeleri mukabilinde ehl-i imandan bir fırka­nın halkı imana davetle ve iman edenlerin itikadlarını muhafaza hususunda emr-i bilma'ruf ve nehy-i anilmünkerle meşgul olması millet-i İslâmiye için mühim bir vazife-i diniye olduğunu beyan-etmek üzere buyuruyor.

[Ey ümmet! Sizden bir cemaat olsun ki, o cemaat nâsı hayra davet ve marufatla emir ve münkirattan nehyetsin. İşte şu hayra davet edip şer'an müstahsen olan marufatla emir ve şer'in inkâr ettiği münkerattan nehyetmek sıfatıyla muttasıf olanlar; ancak felah bulup azaptan kurtulanlardır.]

Yani; millet-i İslâmiye arasında halka her hususta öğüt vere­cek ve nazar-ı şer'ide caiz olanla olmayanı bildirecek bir cemaat olmak lâzımdır. İşte öğüt verenler ve onların öğütlerini dinleyen­ler; ancak dünyada ve âhirette felâhyab olanlardır.

Medarik'te beyan olunduğu veçhile ma'ruf ; aklın ve şer'in güzel olmasıyla hükmedip kitaba ve sünnete muvafık olan her şeydir.    Münker ;   aklın ve şer'in çirkin addettiği ve kitaba ve sünnete muhalif olan herşeydir.    Hayra davet; bilumum tekâlife şâmildir.

Beyzavi'nin beyanı veçhile hayra davet edip emr-i bilmaruf ve nehy-i anil münkerle meşgul olan kimsenin, ahkâm-ı şer'iyeye vukufu ve umur-u ammeye ilmi ve nâsın haline ittilâı ve yumu­şaklıkla veya şiddetle söylenecek zamanı ve mekânı bilmesi lâ­zımdır. Zira; emr-i bilmaruftan maksad; ancak bunlara vukûfuyla beraber nâs arasında mezaya-yı âliye sahibi olmak temin eder. İşte şu beyan olunan sıfatların her ferd-i müminde bulunması mümkün olamadığından bu sıfatları cami' olan ümmet içinden bazı kimse­ler olduğuna işaret için ba'za delâlet eden lafzıyla varid olmuştur. Binaenaleyh emr-i bil maruf; farz-ı kifaye oldu­ğundan ba'zılarmm bu vazifeyi ifa etmesiyle diğerlerinden farz sakıt olur. Şu halde bu vazifeyle iştigal edenler bulundukça, meş­gul olmayanlar üzerine günah yoktur. Cemi-i ümmet üzerine farz olup bazılarının edasıyla diğerlerinden sakıt olacağına işaret için hitap; ümmetin cemisine olduğu halde fiü-i nasihat bazılarından taleb olunmuştur. Bu farz-ı kifaye olan umumu irşad ve hakla ba­tıl beynini tefrik etmek mânâsına emr-i bil maruf; mezaya-yı âli­ye sahibi olanlara mahsus olmak ve ancak dinî ve dünyevî salâha delâlet etmek ve eğer delâlet edemezse, kalbiyle buğzetmek ve mümkün olduğu kadar bir zulmün ref 'ine. çalışmak ve sözünü din­leyenlere aklının erdiği kadar hayırla nasihat etmek mânâsmca emr-i bilma'ruf; ümmetin cemisi üzerine vaciptir. Zira; mümkün olduğu kadar kudreti nispetinde herkesin hayra sa'yi lâzımdır. Bi­naenaleyh; bu kabil nasihati zaman ve zemin icabeder de bir kim­se vazife edinmezse elbette mes'uldür.

Hayra davette emr-i bilma'ruf ve nehy-i anilmünker dahilse de şeref ve meziyetlerine işaret için hayra daveti zikirden sonra emr-i bilma'ruf ve nehy-i anilmünker ayrı ayrı zikrolunmuşlardır. Bu nasihat ve hayra davet sıfatının felaha sebep olduğuna işaret için, şu evsafı haiz olanların felâh-ı kâmile nail olacakları saraha­ten beyan edilmiştir.

Beyzavi'nin beyanı veçhile emr-i bilma'ruf emrolunan şeyin hükmüne tabidir. Eğer emrolunan şey vâcipse emr-i bilma'ruf da vacip olur, eğer mendupsa mendup olur. Amma nehy-i anil mün-kerin küllisi vaciptir. Zira; şer'in inkâr ettiği şeyin cemisi haram­dır. Haramdan nehyetmekse elbette vaciptir.

Fahr-i Razi ve Kazi'nin beyanları veçhile fasık olan kimse emr-i bilma'rufa muvaffak olamaz. Zira; emr-i bilma'ruf edenlerin felâhyab olacakları bu âyetle sabittir. Halbuki fasık için felâhyab olamaz diyenler varsa da esah olan insanın fışkı âhari münkerat-tan nehyetmesine mani olmaz. Hattâ bir insan kendinin irtikâp et­tiği günahı terketmesi kendine vacip olduğu gibi, o günahtan âha­ri men'etmesi dahi vaciptir. Binaenaleyh; bir kimse kendi günah­kâr olmaktan, âhari men'etmemesi lâzım gelmez. Çünkü vacibin birini terketmek; vâcib-i âharin terkini icabetmez.

Vâçip Tealâ bu âyette ümmet içinde emr-i bilma'rufla meşgul olanların mertebeleri gayet yüksek olduğuna işaret etmiştir. Çün­kü; Ebussuûd Efendi'nin beyanı veçhile emr-i bilma'rufla meşgul olanların mertebe-i âliye sahibi olup sunuf-u saireden mümtaz ol­duklarına işaret için yüksek ve uzak -mertebeye delâlet eden ( diüîjl ) lafzıyla işaret olunmuştur.

Emr-i bilma'rufun mertebesi; üçtür: Birincisi; emr-i bilma'ruf ve nehy-i anil münker elle olur. Bu kısım; umur-u müminine mütevelli olanların vazifeleridir. İkincisi; lisanla olur. Bu kısım; ulemanın vazifeleridir. Üçüncüsü; kalble olur. Bu kısım; acizlerin sânıdır. Zira; kalble buğzetmekten başka birşeye iktidarları yoktur.

Hulâsa; ümmetten bir cemaatin nâsı devam etmek üzere hay­ra davet edip emr-i bilma'rufla meşgul olması ve böyle bir sınıf bulundurması ümmet üzerine vacip olduğu ve bilkülliye terke-derlerse umumun günahkâr olacağı ve hayra davetle meşgul olan sınıfın mertebeleri âli olduğu ve nâsı hayra davet ettiklerinden dolayı felâhyab olacakları bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [91]

 

Vacip Tealâ emr-i bilma'rufun vacip olduğunu beyanettiği gi­bi emr-i bilma'rufun tesirinin şartı ehl-i hakkın hak üzerine itti­fak etmeleri olup tefrika caiz olmadığını beyanetmek üzere buyuruyor.

[Ey müminler! Siz şol kimseler gibi olmayın ki, onlar birbir­lerine buğz-u adavetleri sebebiyle fırka fırka ayrıldılar ve dinin hak olduğuna dair kendilerine açık deliller geldikten sonra hava ve heveslerine göre tevillerle emr-i dinde ihtilâf ettiler. Binaena­leyh; ârâ ve efkârları dağıldı, birbirlerine irtibatları kalmadı. İşte cemaati dağıtıp fırka fırka olanlar ve emr-i dinde ihtilâf edenler için yüzlerin beyazlandığı ve siyahlandığı günde pek büyük azap vardır.]

Fahr-i Razinin beyanına nazaran bu âyet; âyet-i sabıkanın mütemmimi makamındadır. Çünkü; emr-i bilma'rufla kaim olan kimsenin emrettiği tekâlifi infazı ehl-i hakkın umur-u dinde içti-malarıyla hasıl olacağına binaen Cenab-ı Hak tefrikadan nehyet-miştir. Tefrikadan nehyetmek; tefrikanın esbabı olan buğz-u ada­vet ve hased ve enbiyanın bazısını tasdik ve bazısını inkâr etmek ve birtakım fasid tevillerle Allah'ın âyetlerini herkes kendi hava ve hevesine ve arzu-yu nefsanisine uydurmak gibi şeylerin cümle­sinden nehyetmektir. Çünkü alelekser ihtilâfa sebep olan; bun­lardır.

Nusûs-u ceüleyi kendi şehevat-ı nefsaniyesine uydurmak su­retiyle işlediği cinayetleri suret-i meşruada göstermek isteyenler her zaman görülmektedir. Yehûd ve Nasârâ'nın ve milel-i sairenin aralarında fırkalar zuhur ederek Tevrat ve İncil'in âyetlerini ken­di arzu-yu şehevaniyetlerine göre te'vil ve tahrif ettiler. Ve bu suretle umur-u dinde fırkalar hasıl oldu. Millet-i İslâmiye arasında dahi gerçi elfaz-ı Kur'âniyede tahrif mümkün değilse de arzu-yu nefsanisine muvafık olmayan ahkâmı teville tağyir etmek isteyen­ler kendilerine göre birtakım âmâl-ı hasiseye mağbûn olan kimse­leri bulup te'vil ettirmekle ahkâm-ı Kur'âniyeyi oyuncak zanne­denler görülmekte ve her zaman bu fikirde olan birçok kimselere tesadüf edilmektedir. Meselâ; tesettür-ü nisvan, taaddüd-ü zevcat ve faizin haram olması sarahat-ı Kur'ân'la sabit olup işbu ahkâm-ı katiye-i Kur'aniyeye ta'nedenler ve Avrupa'da bu gibi şeyler ol­madığından bunları ortadan kaldırmakla bizim de onlara muvafık hareket etmemizin lüzumundan bahsedenler vardır. Bu gibi kim­selerin İslâm isminde olduklarına teessüf etmemek elden gelmez. Zira; hiçbir zaman Kurân'm bir âyetini mânâ-yı aslisinden çıkar­mak ve şehevat-ı nefsaniye-i beşeriyeye uydurmak için sa'yetmek hiçbir veçhile caiz olamaz. Çünkü bir millet için kabul ettiği şeri­atın ahkâmıyla amel etmek vaciptir. Yoksa «Diğer milletlerde bunlar yok. Bizde neden vardır?» diyerek onlarda olmayan ahkâmı kaldırmak istenilince ortada diyanet ve milliyet kalmaz. Bu âyette nehiy; usûl-ü itikadda tefrikadan nehiydir, yoksa furû-u â'mâlde ihtilâftan nehiy değildir. Zira; Resulullah buyurmakla mesâil-i feriyede ihtilâfa ruhsat vermiştir.

Yevm-i kıyamette müminlerin yüzleri beyaz ve kâfirlerin yüz­leri siyah olacağından bazı yüzlerin beyaz ve bazılarının siyah ol­duğu günlerde delâil-i katiyeyi nazar-ı itibare almayarak usûl-ü itikadda ihtilâf ve nusûs-u celileyi kendi arzularına göre te'vil edenlerin azab-ı azîme duçar olacakları beyanolunmuştur.

Hulâsa; kendilerine hakka delâlet eden deliller geldikten son­ra fasid tevillerle ihtilâf edip fırkalara ayrılan ümmetler gibi fır­kalara ayrılmak ümmet-i Muhammediye için caiz olmadığı ve ih­tilâf edip delilleri mânâ-yı aslisinden çıkarmakla fırkalara ayrılan­ların yevm-i kıyamette büyük azaba duçar olacakları bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [92]

 

Vacip Tealâ bazı kimselerin yüzleri beyaz ve bazılarının siyah olacağını- icmalen beyandan sonra yüzleri beyaz ve siyah olanların kimler olduğunu beyanetmek üzere buyuruyor.

[Amma şol kimseler ki, onların yüzleri karardı. Taraf-ı ilâ­hiden onlara «İmanınızdan sonra küfür mü ettiniz? Küfrünüz se­bebiyle tadın Cehennem azabını» denilir ve amma, şol kimseler ki, onların yüzleri beyaz oldu. Onlar rahmet-i ilâhiye ve lûtf-u sübhaniye içinde ebedi kalıcı oldukları halde müstağrak olurlar.] Zira; rahmet-i ilâhiye gayet vâsi olduğundan müstahak olanları ihata eder.

İmanlarından sonra, küfredenlerle murad; mürtedler ve ehl-i kitaptır. Zira; ehl-i kitab Resulullah'm bi'setin-den evvel kitaplarında gördükleri veçhile âhir zaman nebisine iman ettikleri halde Resulullah b a'solunduktan sonra hasedlerinden nâşi küfrettiklerinden imandan sonra küfretmiş oldukları cihetle yevm-i kıyamette Vacip Tealâ tarafından tevbih olunacakları beyan olun­muştur.

Azâb-ı Cehennem'i tatmalarıyla emir; ihanet içindir. Çünkü tatmak, leziz olan şeyde istimal olunduğu halde burada azap­ta istimal; ihanetten başka birşey değildir. Azaplarına sebep kü­fürleri olduğunu sarahaten beyanla küfürden tenfir olunmuşlardır.

Bu âyet mükellefin; biri mümin diğeri kâfir olmak üzere iki kısımdan ibaret olup bu iki kısımdan başka üçüncü bir kısım ol­madığına delâlet eder. Ehl-i sünnet mezhebi de budur. Binaena­leyh; müminle kâfir arasında üçüncü kısım olmadığı gibi imanla küfür arasında dahî başka bir hâl yoktur. Gerçi fısk varsa da fısk ya küfre müeddî olur. Binaenaleyh; sahibi kâfir olur. Yahut küf­re müeddî olmaz. Sahibi fasık ise mü'min-i fasık olur. Çünkü; eğer üçüncü bir kısım olsa idi yevm-i kıyamette insanların mertebele­rini beyaneden şu âyette o kısmın mertebesi dahî beyanolunurdu. Halbuki beyan olunmadı, şu halde üçüncü bir kısım yoktur.

Kazi'nin ve Ebussuûd Efendi'nin beyanları veçhile bu âyette rahmet-i ilâhiye yle murad; Cennet ve nimet-i ebedîdir. Bir insan ömrünü ibadetle geçirirse Cennet'e ibadeti sebep olama-yıp Cennet'e rahmet-i ilâhiyeyle gireceğine işaret için Cennet'ten rahmetle tâbir olunmuştur. Şu kadar ki ibadet Cennet'te derece­lere sebeptir. Binaenaleyh; Cennet'e giren kimse ameli kadar de­receye nail olur. Ayetin hükmü; bilumum kâfirlere şâmildir. Gerçi âyetin evvelinde imandan sonra küfredenler tevbih olunmuşsa da âhirinde «Mutlaka küfrünüz sebebiyle azabı tadın» denmiştir. Şu halde küfür sıfatı her kimde bulunursa âyetin hükmünde dahildir. [93]

 

Vacip Tealâ mü'min ve kâfirin ahvalinden geçmiş olan tafsi­lâta icmalen işaret etmek üzere buyuruyor.

[Şu beyan olunan ahkâm; Allah'ın âyetleridir. Habibim! Biz o âyetleri hakka mukârin olarak senin üzerine tilâvet ederiz ve Allahü Tealâ âlemin hiçbir zerresine zulüm murad etmez. Zira; semavat ve arzda bulunan mevcudatın cümlesi Allah'ın mülkü ve mahlûkudur.] Binaenaleyh; bu mevcudatta Allah'ın tasarrufu mülk-ü müstakilimde tasarruf olduğundan herbir cüz'ünün tasar­rufunda asla zulüm olmaz. [Ve cümle umur; ancak Allah'a râcî olur; Allah'ın gayrı bir merci yoktur.]

Yani; habibim; Şu okunan ahkâmı ve ahkâma delâlet eden âyetleri biz senin üzerine hakka mukarin olarak tilâvet ederiz. Zi­ra; onların mânâları sahih ve vakıa mutabıktır. Ve Allahü Tealâ cemi-i eşyaya mâlik olup kudret-i kahire sahibi olduğu cihetle her ne işlese yerinde işler, zulüm olmaz. Binaenaleyh; yevm-i kıya­mette yüzleri siyah olanların siyahlığı kendi istihkakları olduğu cihetle zulüm değildir. Çünkü; Allahü Tealâ günahsız bir kimseye azabetmez. Zira; kusuru olmayana azap zulümdür, Allahü Tealâ ise zulümden münezzehtir.

Hulâsa; usul-ü dinde tefrikanın caiz olmamasına ve müttefi-kan Kur'ân'a yapışmak lâzım olduğuna ve ümmetten bir cemaatin emr-i bilma'rufla meşgul olması vacip bulunduğuna dâir tilâvet olunan âyetlerin hakka mukarin ve vâkı'a mutabık olarak tilâvet olunduğu ve âlemden hiçbir kimseye Allah'ın zulmetmediği, yerde ve göklerde olan bilcümle mahlûkat Allah'ın mülkü olup on­larda tasarruf, mülk-ü mahsusunda ve mahall-i lâyıkında tasarruf olduğu cihetle zulmolmadığı ve cümle işlerin mercii Allahü Tealâ olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [94]

 

Vacip Tealâ ümmetten bir cemaatin emr-i bilma'ruila meşgul olduğunu beyandan sonra bu ümmetin .emr-i bilma'rufla, meşgul olduğundan ümmetlerin hayırlısı olduğunu beyanetmek üzere buyuruyor.

[Ey ümmet-i Muhammedi Siz nasa ihraç olunan ümmetlerin hayırlısısımz. Zira; siz emr-i bilma'ruf ve nehy-i anilmünker eder ve Allah'a iman edersiniz.]

[Eğer ehl-i kitap iman etmiş olsalardı, onlar için iman, scbeb-i necatları olacağı cihetle hayır olurdu. Onlardan bazıları mü'min ve ekserileri fâsıklardır.]

Yani; ey ümmet-i Muhammedi Siz her zaman nâsı ıslah için izhar olunan ümmetlerin hayırlısı oldunuz. Zira; siz nâsa iman ve tevhidle emir ve itâat-i ilâhiyeye davet ve nâsı küfürden ve bilu­mum haram olan şeylerden nehyedersiniz ve siz Allahü Tealâ'nm vücuduna,, vahdaniyetine ve cemi-i sıfatı kemâliye sahibi olduğu­na iman edersiniz ve Yehûd ve Nasârâ Muhammed (S.A.)'e ve ki­tabına iman ve hakkaa nebî olduğunu tasdik etmiş olsalardı onlar için Yehûd ve Nasârâ olmaktan daha hayırlı olurdu ve ehl-i kitab-dan (Abdullah b. Selâm) ve onun yârenleri gibi Yahudilerden ve Habeş Meliki Necaşi ve onun eshabı gibi Nasârâ'dan mü'min olan­lar vardır. Lâkin ehl-i kitabın ekserisi fâsıklardır. Yani küfrü irtikâp ettikleri gibi adaletleri dahi yoktur. Zira; kendi dinlerinin ahkâmından hariçlerdir. Çünkü; Tevrat ve İncil âhir zaman nebi­sine imanı emrettiği halde iman etmedikleri cihetle kendi dinle­rinin ahkâmından çıktılar, binaenaleyh; fâsıklardır. Fâsık olduk­larını beyanla adem-i imanları temerrüd ve inatlarından ileri gel­diğine işaret olunmuştur.

Bu ümmetin sair ümmetlerden hayırlı olmasının sebebi; emr-i bilma'ruf ve nehy-i anilmünker olduğundan emr-i bilma'ruf iman üzerine takdim olunmuştur. Zira; her ne kadar iman, mertebede cemi-i ibâdâttan mukaddemse de iman; ümmetlerin cemiisinde müşterek bir ameldir. Gerçi emr-i bilma'ruf ümem-i sâlifede var idiyse de bu ümmette olan ilâ-yı kelimetullah için mücahedeyle emr-i bilma'ruf ümem-i sâlifede yoktur. Şu halde bu ümmetin ha­yırlı olmasının sebebi; öyle bir emr-i bilma'ruftur ki o emr-i bil­ma'ruf ümem-i sâlifede olmayan bir emr-i bilma'ruftur. İşte o da, din-i ilâhiyi neşir ve i'lâ etmek için insanlar arasında en kıymetli olan hayatını fedaya hazır olmakla din-i İslâmı halka kabul ettir­mek hususunda canını esirgememektir. Bu mânâca emr-i bilma'ruf geçmiş ümmetlerde olmamıştır! Evet! Ümem-i sâlifede dahi mu­harebeler vuku bulurdu. Fakat bu muharebeler neşr-i din ve ilâ-yı kelimetullah için olmamıştır. Çünkü; edyan-ı sabıkada umumiyet olmayıp şeriatler nebinin ba's olunduğu milletlere mahsus oldu­ğundan telkin-i din ve tebliğ-i ahkâm için mücahedeye ihtiyaç yok­tu. Binaenaleyh; milletler arasında cereyan eden muharebelerin sebepleri dinin gayrı şeylerdi. Amma bu ümmette mücahedenin esas meşruiyeti, i'lâ-yı kelimetullah için olduğundan mücahede ef-dal-i ibadet olduğu gibi, ümmetin hayırlı olmasına dahî sebebolmuş-tur. Çünkü; gayrın menfaatine olan imanı, gayra telkin etmek için nefsini silâh karşısına arzetmenin büyük fedakârlık olduğunda şüphe yoktur.

Bu âyette ümmet-i Muhammed'in emr-i bilma'rufla beraber yalnız Allahü Tealâ'ya iman ettikleri zikrolunmuştur. Çünkü Bey-zavi'nin beyanı veçhile Allahü Tealâ'ya iman; iman edilmesi lâzım olan meleklere ve enbiyaya ve ahval-i âhirete imanı müstelzim ol­duğundan diğerleri zikrolunmamıştır. Zira Allah'a iman mü'menün bih, yani iman edilmesi lâzım olan herşeye imanla beraber muteberdir. Binaenaleyh; bazılarına iman edip bazılarına imanı terk etmek, asla iman etmemiş gibi olduğundan Allah'a iman etmele­rini beyan; cümlesine iman ettiklerini beyandır.

Bu âyette ümmetle murad; davet-i nebeviyeye icabet eden ümmetlerdir. Yoksa davete icabet etmeyen ümmeti davet murad değildir. Zira; davete icabet etmeyenler hayırla tavsif olu­namaz. Âyette hitap: ashab-ı Resulullah'a ise de, ümmetin cemii-sine şâmildir. Gerçi ümmetin her ferdi ashap mertebesinde, gerek i'lâ-yı kelimetullah suretiyle gerek emr-i bilma'rufun sair suretle-riyle olamazlarsa da, yukarıda beyanolunduğu veçhile emr-i bil-ma'ruf farz-ı kifâye olduğundan bazılarının emr-i bilma'rufla meş­gul olmasıyla diğerlerinden farz sakıt olduğu cihetle cümlesinin hayırdan nasibi vardır. Binaenaleyh; hitapta umumu dahildir.

Âyette efal-i nakışçıdan olup zaman-ı maziye delâ­let ettiğinden ümmet-i Muhammed'in ezelde ilm-i ilâhide ve Levh-i Mahfuz'da hayırlı bir ümmet oldukları sabit olduğuna delâlet eder. Hattâ ümem-i sâlife indinde dahî bu ümmetin hayırlı oldu­ğu sabit olmuştur. Çünkü; enbiya-yı sabıka bu ümmetin hayırlı olduğunu ümmetlerine haller vermişlerdir. Binaenaleyh, bu üm­metin icma'ı; hüccet-i şer'iye olmuştur ki edille-i şer'iyeden birisi de icmâ-ı ümmettir.

Din-i Muhammediye iman edenlerin herbirinde bu hayır hasıl olacağına işaret için «Eğer ehl-i kitap iman etselerdi, onlar için de bu hayrın hasıl olacağını» beyanetmek; iman edenlerin cümlesin­de hayrın hasıl olduğunu beyanetmektir. Bu âyetin sebeb-i nüzulü; Yehûddan bazılarının eshab-ı Resulullah'a «Bizim dinimiz sizin dininizden ve biz de sizden efdaliz» demeleri olduğu mervidir.

Hulâsa; nâsı ıslah için ihraç olunan ümmetlerin hayırlısı üm­met-i Muhammed olduğu ve ümmet-i Muhammed'in hayırlı olma­sına sebep; emr-i bilma'ruf ve nehy-i anilmünkerle meşgul olup mü'min olmaları bulunduğu ve ehli kitap imanetmiş olsalar da hak­larında hayır olacağı ve ehl-i kitaptan bazılarının mümin ve ek­serisinin fâsık olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [95]

 

Vacip Tealâ Yahudilerin kendilerinden (Abdullah b. Selâm) Hazretleri gibi imanedenleri tehdid etmeleri üzerine mü'minleri tesliye buyurduğunu beyanetmek üzere buyuruyor.

[Ey müminler! Yahudiler elbette size zarar edemezler, illâ bir nevi eza yapabilirler ve eğer onlar sizinle mukatele ederlerse onlar size arkalarım döner, firar ederler ve firardan sonra hiçbir kimse tarafından yardım olunmazlar.]

Yani; ehl-i kitabın kâfirleri size büyük bir zarar edemezler, ancak onlardan size isabet edecek şey azıcık bir ezadır ki, o da Hz. İsa ve Muhammed (A.S.)'a lisanlarıyla ta'netmek ve kelime-i kü­für söylemek ve Tevrat ve İncil'in âyetlerini tahrifle din-i İslâm hakkında mü'minlerin kalplerine şüphe koymak ve zuafa-yı mü'-minîni tehdid etmek gibi bazı eza, gam ve keder verecek şeyler söylemekle hafif bir eza edebilirler. Ve onlar sizinle mukatele ederler ve muharebeye başlarlarsa arkalarını döner firar ederler. Zira; cesaretleri olmadığından firardan başka ellerinden birşey gelmez ye bu firardan sonra asla yardım görmezler. Çünkü; onlar için bir kuvvet olmaz ki, bir kimse tarafından yardım olunsunlar.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile bu âyet; üç suretle gaipten -ha­ber vermiştir: Birincisi; ehl-i imanın Yahudilerin şerrinden emin olmalarıdır, İkincisi; onlar mukatele ederlerse makhur ve perişan olarak firar edecekleridir. Üçüncüsü; münhezim olduktan ve firar ettikten sonra Yehûd için bir devlet teşkekül ederek kuvvet, hâsıl olmayacağını haber vermiştir. Bu haberlerin cümlesi ayniyle zu­hur etmiş asla hilafı vaki olmamıştır. Çünkü; Yehûd milleti za-man-ı saadette vuku bulan her muharebede münhezim olmuşlar ve riyaset talebinde bulunmuşlar s a da muvaffak olamayarak her de­fasında rüsvay olmuşlardır. înhizamdan daha büyüğü; mansur ol­mamaları olduğu için   ednadan a'lâya ve terakkiye   delâlet eden kelimesi gelmiştir. Onlar için bazı muharebede inhizam zararsa da ilelebed mansur olmamak daha büyük zarardır.

Bu âyet, Yehûda mahsus ahkâmı beyanettiğinden Nasârâ dev­letleriyle bu âyete itiraz varid olmaz. Ve sebeb-i nüzul de hükmün Yehûd'a mahsus olduğuna delâlet eder. Çünkü; Yehûd'un reisleri (Abdullah b. Selâm) ve etba'ı gibi mü'min olanları tevbih ve din-i İslama ta'nla eza etmek kasdettiklerinde âyetin nazil olduğu mer-vidir. Binaenaleyh hüküm; Yehûd'a mahsustur. Zira; Yehûd hak­kında carî olacak ahvali beyanetmiş ve Öyle de olmuştur. [96]

 

Vacip Tealâ Yehûd'un   mensur olmayacaklarını beyanettiği gibi zelil ve hakir olacaklarını da beyan etmek üzere buyuruyor.

[Yehûd üzerine zül ve hakaret kondu. Binaenaleyh; her nere­de bulunsalar zelîl ve hakir görülürler. Ancak Allah'a imanla habl-i metin olan din-i İslama yapışırlar veyahut nasla muahede akdeder, cizye verirlerse bu iki surette üzerlerinden zillet kalkar ve İslama temessük etmemekle Resulullah'ı tasdikten dönerlerse Allah'ın gazabıyla dönerler.]

[Ve onlar üzerine meskenet kondu ve zillet kendilerine ya­pıştı.] Binaenaleyh; züll-ü meskenet onlardan ayrılmaz, hatta kuv­vet bulacakları asla ümid olunmaz.

[İşte şu Yehûd üzerine züllü meskenetin nazil olmasmm sebebi Allah'ın âyetlerine onların küfredip bigayr-i hakkın birçok nebiler katletmeleridir. Şu katlin ve küfrün sebebi; onların bütün bütün isyan edip itaat-i ilâhiyeden çıkmalarıdır. Halbuki onlar hudud-u ilâhiyeyi tecavüzle zulmettiler,] Binaenaleyh; züllü haka­retten kurtulamazlar.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile Y^hûd üzerine z iill ü meskenetin darb olunması yla murad; üzerlerine yapışmış ve sıvanmış gibi zilletin onlardan ayrılmama­sıdır. Her taraflarım ihata edip boş yerleri kalmadığına işaret için kelimesi varid olmuştur. Çünkü darb ; içinde olan şeyi kubbesiyle ihata eden çadıra veya odaya denir. Yehûdun züll ü meskenetleriyle murad; onların katil ve esir olunmaları ve mallarının emval-i ganimet olması ve arazilerinin âhare temlik olunması ve kendilerinin her nerede görülse ve ne kadar zengin olsa hakir ve perişan bir halde görülmeleridir. Binaenaleyh; Ye~ hûd milleti üzerine şu azapların cümlesi vakî olmuştur.

HabIle murad; Allah'tan ve müzminlerden ahdalmak ve zimmet altına girmektir. Zira; Allah'ın resulüne ve kitabına iman­la ahid altına girer ve habl-i metin olan din-i İslama yapışırlarsa mü'minlerle beraber mümin olur ve katil ve esaret gibi zilletten kurtulurlar. Binaenaleyh; habl-i metine sarılmayan Yehûd milleti dünyanın neresinde ve küre-i arzın hangi köşesinde olursa olsun hakîr görülürler ve hiçbir diyarda bir hükümete ve bir padişaha mâlik değillerdir. Binaenaleyh; sözü dinlenir muteber bir reisleri yoktur. Şu halde âyetin mânâsı aynıyla vaki ve hariçte görüler asarla müeyyeddir.

Yehûd üzerine ânz olan musibet üçtür ki onlar da zillet, mes kenet, gazabullahtır. Bunların cümlesine sebep; onların küfürle ri ve enbiyayı katilleridir. Lâkin züll ü meskenete sebeb; enbi yayı bigayrı hakkın katille küfrün mecmuudur, yalnız küfür de ğildir. Zira; yalnız küfür olsa bilumum kâfirlerin zelil ve hükii metten mahrum olmaları lâzım gelirdi. Halbuki Öyle değildir. Ş halde yalnız küfür, zillete sebep olmaz. Belki yalnız enbiyayı ki til, zillete sebep olabilirse de küfrün inzimamıyla zillet daha ziy; de olur.

hükümet-i islâmiyenin teşekkülünden sonra olan Yahudiler enbi­yayı katletmemişlerse de âba ve ecdadını haklı itikad edip katil­lerini tasvib ettiklerinden aynı cezaya müstehak olmuşlardır. Çün­kü küfre rıza; ayn-ı küfür olduğu gibi masiyete rıza da ayn-ı ma-siyet olduğundan geçmişlerinin ef'aline rızaları onların cezaları­na istihkaklarını icabetmiştir. Babaların cinayeti, evlâda nispet olunmak âdettir ve alelekser babanın seyyiatı evlâda sirayet ve intikal eder.

Küfürle beraber isyanın ve haddini tecavüz ederek bigayrı hakkın enbiyayı katlin züll ü meskenete sebeb olduğundan züll ü meskenetlerine sebebin bir kere katille beraber küfür ve bir kere de isyan olduğu zikrolunmuştur. Çünkü; Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile insan günaha devam ettikçe masiyetin zulmeti tezayüd eder ve nur-u iman azalır, hatta bir hale gelir ki nur-u iman külli­yen mahvolur ve onun yerine zulmet-i küfür gelir. Binaenaleyh; günahın devamı küfre ve küfrün de gazabullaha sebebolduğunu Cenab-ı Hak bu âyetle beyanetmiştir.

Meselâ âdabı terkeden sünneti terke ve sünneti terkeden farzı terke cesaret eder ve farzı terkeden ahkâm-ı şeriati istihkara ve şeriatı istihkara cesaret eden küfre cesaret etmiş olur. Yahut, ev­vel geçenlerin küfrü ve enbiyayı katilleri zilletlerine sebebolduğu gibi, sonra gelenlerin isyanları da zilletlerine sebebolduğundan âyette tekrar yoktur. Çünkü küfür ve katil; eslâfa, isyan; ahlâfa ait olduğundan âyette tekrar şaibesi mündefi olmuştur. Zira en­biyayı katleden âbâ ve ecdadı ve Resulullahla Kur'ân'a isyan eden-se onların evlâd ve ahfadıdır. Şu halde herbirinin züllü meskenete duçar olmasına sebep; kendi fiilleridir. Taberî'de beyan olunduğu veçhile bunların zül ve meskeneti ceza-yı dünyeviyeleridir. Zira; âhirette küfürlerinin cezasını ayrıca göreceklerinde şüphe yoktur.

Hulâsa; dünyanın her neresinde bulunursa bulunsunlar Ya­hudilerin üzerini züllü meskenet ihata edip hiçbir kuvvet ve şev­kete mâlik olmadıkları ve ancak Allah'ın kitabına ve resulüne imanla habl-i metin olan dinine yapışmak veyahut nastan ahdalıp zimmet altına girmek sebebiyle meskenetten kurtulacakları ve eğer imandan dönerlerse Allah'ın gazabıyla dönecekleri ve bunun da sebebi Allah'ın hakka delâlet eden âyetlerini inkârla küfredip enbiyayı katletmeleri olduğu gibi isyan edip haddini tecavüz et­meleri dahî zilletlerine sebebolduğu bu âyetten müstefad olan fe-vaid cümlesindendir. [97]

 

Vacip Tealâ Yehûd üzerine züllü meskenet nazil olduğunu beyanettiği gibi ehl-i kitabın cümlesi salâh ve fesadda müsavi ol­mayıp aralarında fark olduğunu dahî beyanetmek üzere buyuruyor.

[Ehl-i kitabın cümlesi bir mertebede müsavi olmadı. Zira; ehl-i kitaptan bazıları cemaat-i âdile ve ümmet-i müstakimedir. Çünkü; onlar gecenin saatlerinde secde eder ve teheccüd namazı kılar oldukları halde Allah'ın âyetlerini okurlar.]

[Ehl-i kitaptan adaletle kaim olanların evsaf-ı âliyeleri; onlar Allah'a ve yevm-i âhirete iman ederler ve emr-i bilma'ruf ve nehy-i anilmünkerle meşgul olurlar ve enva-ı hayrata müsaraat ederler ve şu sıfatlarla muttasıf olanlar salihîn zümresindendirler.]

[Onların hayrolarak işledikleri şeyler asla zayi' olmadığı gibi sevabı dahî noksan olmaz. Halbuki AHahü Taelâ müttekileri bilir ve amellerinin muktezasına göre sevap verir.]

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile âyette icaz ve mukadder vardır. Zira takdir-i kelâm 'dir. Yani! «Ehl-i kitaptan bazıları adalet üzere

kaim ve ibadetle meşgul olurlar ve bazıları da ümmet-i mezmume olup adalet üzere kâim olmazlar.» demektir ki, bundan evvel ehl-i kitabın bazılarının mü'min ve ekserisinin fasık olduklarını Vacip Tealâ bu âyetle ispat etmiştir.

Vacip Tealâ ehl-i kitabın iman edenlerini sekiz sıfatla sena buyurmuştur: Birincisi; ümmet-i kaime olmala­rıdır. Çünkü bu âyette ümmet-i kâime demek; geceyle teheccüd namazında kaim ve din-i İslama yapışmakta sabit ve mü­davim ve her işinde adalet üzere hareket eder demektir. Şu halde ümmet-i kâime sıfatı onlar hakkında evsaf-ı memduhadandır. İkin­cisi; gecenin saatlerinde tilâvet-i Kur'ân'la meşgul olmalarıdır. Zi­ra; tilâvet-i Kur'ân'da her kelimesine ve belki her harfine sevap verileceği ehadis-i nebevîyeyle sabit olduğundan Kur'ân okumak ayn-ı ibadet olduğu cihetle onlar hakkında sıfat-ı memduhadandır.

Tilâvetlerinin devamlı olduğuna işaret için devam ve istimrara delâlet eden muzari' lâfzı üzere gelmiştir. Üçüncüsü; en mühim ibadet olan secdeyle meşgul olmalarıdır. Yani; onlar adalet üzere kıyam ve tilâvet-i Kur'ân'la meşgul olmakla beraber huşu' ve huzu' üzere yüzlerini türab-ı mezellete sürmekle dahi ubudiyetlerini izhar ederler demektir. Dördüncüsü; Allahü Tealâ'-ya ve yevm-i âhirete iman etmeleridir. Allahü Tealâ'ya iman, me­leklere, kitaplara ve enbiyaya imanı müstelzim olduğundan Allahü Tealâ'ya imanı zikirle diğerlerini zikirden iktifa olunmuştur. Be­şincisi; emr-i bilma'ruf, altıncısı; nehy~i anilmünkerdir. Çünkü in­san için her şeyden evvel vazife; iman ve amel ve tehzib-i ahlâk cihetinden nefsinin nevakısını ikmal etmektir. Badehu ebna-yı cin­sinden sairlerinin nevakısını ikmaldir. Aharın nevakısını ikmal yukarıda beyanolunduğu veçhile hayrolan şeylere irşad ve şer olan şeylerden men'etmekle olacağından Cenab-ı Hak bu âyette kemâl sıfatlarını beyanettiği gibi ikmal sıfatlarım dahi beyanetmiştir. Yedincisi; hayrata müsaraat etmeleridir. Yani ölüm sebebiyle ye-tişememiş olmak korkusuna binaen hayratı acele işler ve sakîl ad­detmezler demektir. Sürat; umur-u dinde lâyık olan şeye ikdamdan ibaret olduğu cihetle lâyık olmayan şeyi işlemeye ikdam mânâsına olan acele gibi mezmum değildir. Sekizincisi; sulaha zümresinden olmalarıdır. Gerçi bunlar ehl-i kitaptan iman eden­leri meth için varîd olmuşsa da bu sıfatlar her kimde bulunursa memduh olacağında şüphe yoktur. Binaenaleyh herkesin, bu sıfat­ların kendisinde bulunmasına çalışması lâzımdır. Zira Cenab-ı Hakkın kitabında bunları zikirle bir sınıfı sena etmesi; herkesi bu gibi sıfatlara terğib içindir.

Vacip Tealâ bu âyette ehl-i kitaptan iman edenlerin, mera-tib-i insaniyenin en âlâsını iktisabettiklerini beyanetmiştir. Zira; onların iktisabettikleri kuvve-i nazariye olan itikadiyat ki, Allah'a ve âhirete imandır ve kuvve-i ameliye ki, adaletle kıyam, tilâvet-i Kur'ân, secde ve gayrın nevakısını ikmal hususunda emr-i bilma'-ruftur. İşte bu âyet; bunların cümlesini cami' olduğundan kema-lât-ı insaniyenin en yükseğidir.

Tefsir-i Taberî'de beyanolunduğu veçhile gecede tiIâvetle murad; akşamla yatsı arasında ve gece teheccüt nama­zında ve yatsı namazında tilâvete şâmil olduğu gibi esahhı akval yatsı namazında tilâvettir. Zira; ehl-i kitabın kâfir olanlarında yatsı namazı olmadığından onlardan iman edenleri Cenab-ı Hak yatsı namazında tilâvet-i Kur'ân'la sena buyurmuştur. Şu halde yatsı namazını, devam üzere edâ eden kimse bu âyetle sena olu­nanlar cümlesinde dahildir.

Cenâb-ı Hak bu âyetle hayrolarak işledikleri ef'âlin cümlesi­nin sevabından mahrum olmayacaklarını beyanla dini İslama ta'neden Yahudileri reddetmiştir. Çünkü; (Abdullah b. Selâm) ve etba'ı iman edince Yahudilerin süfeha güruhu «Siz dininizi terkle hâib ve hâsir oldunuz. Binaenaleyh; siz Yehûdun şerrarısmız. Eğer şerrar olmasanız dininizi terketmezdiniz» demeleri üzerine bu âye­tin nüzulüyle Yahudilerin sözlerinin reddolunduğu mervidir, Şu halde iman edenlerin şerrardan olduklarını iddia edenlere karşı onların en hayırlı adamlar oldukları beyan olunmuştur.

Hulâsa; ehl-i kitabın cümlesi mertebede müsavi olmadığı, zi­ra; onlardan bazıları Allah'a ve yevm-i âhirete iman ettikleri ve gecenin saatlerinde tilâvetle ve secdeyle vakit geçirdikleri ve emr-i bilma'ruf ye nehy-i anilmünker gibi mezaya-yı âliyeyle meşgul oldukları ve enva-ı hayrata müsaraat edip suleha zümresinden bu­lundukları ve işledikleri amelleri zayi' olmayıp ecre nail olacak­ları ve Allahü Tealâ'nın müttekilerin hallerini bilip ittikalanna göre sevap vereceği bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesin-dendir.[98]

 

Vacip Tealâ mü'min olanları sena ettiği gibi kâfirlerin em­vali ve evlâdı kendilerine menfaat vermeyeceğini dahî beyanet-mek üzere buyuruyor.                         

[Şol kimseler ki onlar kâfir oldular. Onlardan, malları ve ço­cukları Allahü Tealâ'nın gazabından hiçbir şeyi def'edemez. İşte küfrü irtikâpla beraber malına ve evlâdına güvenen kâfirler Ce-hennem'in yaranları ve Cehennemide ebedî kalıcılardır.] Binaen­aleyh; onların Cehennem'den kurtulmaları veyahut azaplarının ha­fif lenmesi olamaz. Şu halde onlarda iman olmadığı cihetle dünya­da işledikleri hayırları kabul olunmadığından menfaat vermez. Çünkü; amelin kabul olunup fayda etmesi imana mevkuf oldu­ğundan imanı olmayandan hiçbir amel kabul olunmaz.

Cemadat içinde insana en ziyade nâfi olan emvalden ve hay­vanattan, en ziyade yakın ve nâfi olan evlâddan menfaat göreme­yince bunların gayrı hiçbir şeyden menfaat görmeyecekleri evle-viyetle sabittir. Ebeden Cehennem'de kalmak kâfirlere mahsus olduğuna işaret için edat-ı hasır olan zamir-i faslı ile varid olmuş­tur. Binaenaleyh; fâsık olan mü'min, fışkı miktarı CehennenVe gi­rerse de ebeden Cehennem'de kalmayacağına bu âyet delâlet eder.

Yahudilerin rüesâ ve zenginleri riyasetleriyle ve mallarıyla iftihar etmeleri üzerine âyetin onlar hakkında nazil olduğuna dair bir rivayet varsa da Fahr-i Râzî ve Hazin'in beyanlarına nazara âyet bilumum kâfirler hakkında nazil olmuştur. Çünkü lâfz-ı âyet; mutlaka kâfirlere delâlet ettiğinden kâfirlerden bazılarına tahsis­te bir mânâ yoktur. [99]

 

Vacip Tealâ kâfirin malı menfaat vermeyeceğini beyan edince hayrata sarfettiği malı menfaat verir zannını izale etmek üzere buyuruyor.

[Hayat-i dünyada kâfirlerin fukaraya ve sair hayrata infak ettikleri sadakalarının sıfatı ve misali bir rüzgârın sıfatına ve mi­saline benzer ki o rüzgârda nebatatı yakıcı gayet sıcak sam vardır ve o rüzgâr, günah işlemekle nefislerine zulmeden kavmin ekinle­rine isabet ederek o ekini ihlâk etti. Halbuki bu rüzgârın, hasıla­tını ihlâk etmesiyle Allahü Tealâ onlara zulmetmedi ve lâkin on­lar ancak nefislerine zulmederler.]

Yâni; kâfirin küfrü hâsılatı yakıcı samlı rüzgâra benzer. Bi­naenaleyh küfür; onun sadakasının ve sair hayratının sevabını ip­tal eder. Keenne gayet samlı veyahut şiddetli soğuk rüzgârın ot­lan ve meyvaları yaktığı gibi, kâfirin küfrü de amelini iptal eder. Binaenaleyh; kâfirin ameli âfet isabet eden ekin gibi bilkülliye zayi'dir. Çünkü; bu âyette sırr ; eşyayı ihlâk eden rüzgârdır ki, gayet sıcak rüzgâra şâmil olduğu gibi gayet soğuk rüzgâra dahî şâmildir. Şu halde âyet-i celile; küfür ve nifakın mazarratını tem­sil etmiştir. İnfak; â'mâl-i hayriyenin cemisine şâmildir. Binaenaleyh; kâfirin köprü yaptırmak, fukaraya ihsan etmek, ey­tam ve eramile iane vermek gibi amellerinden âhirette menfaat ümidederken âhirete gelip küfrünün amelini iptal ettiğini görün­ce — ekini ekip hasılatı beklerken, bir rüzgâr esip hasılatı yakınca menfaat şöyle dursun birçok mazarrat tevlid ettiğinden hüzün ve esefle hayret üzere bakakaldığı gibi — hüzn-ü ebedî içinde kalır.

Ekinle zayi' olan tohumuna ve sair masrafına ve neticede eli boşa çıktığına birçok acıdığı gibi kâfir de ömrünü ve sarf ettiği malını ve dünyada sa'yini ve neticede menfaat zannettiği şeyin ayn-ı ma­zarrat olarak zuhur ettiğini görünce ebedi tahassürler, hayretler ve azaplar içinde kalır. Ekinleri yakan, rüzgârı halk eden Allahü Tealâ ise de isyanları sebebiyle halk olunduğundan Allahü Tealâ tarafından onlara zulüm değildir. Zira; kendilerinin istihkakları veçhile halk olunduğundan ancak nefislerine zulmetmişlerdir.

Tefsir-i Taberî'de beyan olunduğu veçhile sadakanın kabulü; Allah'ın vahdaniyetine iman ve resulünü tasdik ve sünnetini eda­ya ve emrine ittibaa mütevakkıftır. Müşriklerin ise Allah'a şirk, emrine muhalefet, resulünü tekzip ve sünnetini tatil edip verdik­leri nafakayı ihlâs üzere vermediklerinden kabul olunmadığı be­yan olunmuştur.    [100]                                                            

 

 

Vacip Tealâ mü'minlerin ve kâfirlerin ahvalini beyandan son­ra kâfirlerle ihtilâttan mü'minleri nehyetmek üzere buyuruyor.

[Ey mü'minler! Kendinizin gayrı kâfirlerden sırdaş tutmayın. Zira; ;kâfirler sizden zarar ve fesad verecek şeyi menetmezler.]

[Onlar size meşakkat verecek şeylere muhabbet eder ve sizin zararınızdan memnun olurlar.]

[Onların sizin meşakkatinize    muhabbetlerinden nâşi ağızla­rından buğz ve adavetleri zuhur etti.]

 [Halbuki onların kalplerinde    gizledikleri fesad ağızlarından çıkandan daha büyüktür.]

[Eğer aklınızla düşünürseniz biz sizin dünyanıza ve âhireti-nize müteallik âyetleri muhakkak beyan ve izah ettik.]

Yani; mü'minlere lâyık olan müşrikleri dost ittihaz etmemek­tir. Binaenaleyh; ey mü'minler! Kendi emsaliniz mü'minlerin gay­rı kâfirleri dost ittihaz etmeyin ki onlara esrarınızı tevdi edip giz­li hallerinizi keşfettirmeyesiniz. Zira; onlar sizin hakkınızda zara­rı men'etmez ve fesadı esirgemezler, belki onlar sizin meşakkat ve zahmet çekmenizi arzu ve helakinize muhabbet ederler. Hatta zararınızı son derece arzu ettiklerinden size olan buğzu adavetleri bilâ ihtiyar ağızlarından muhakkak olarak çıkıverir. Onların size kalplerinde gizledikleri buğzu adavet daha büyüktür. Eğer aklınız var da düşünürseniz biz sizin menfaat ve mazarratınızı beyan eder, dünyanıza ve âhiretinize müteallik âyetleri beyanettik.

Bitâne ; insanın kendine sırdaş ittihaz ettiği aziz ve mu-temed dostudur. Vacip Tealâ mü'minleri bırakıp da kâfirleri dost ittihaz etmekten nehyinin üç sebebini beyanetti: Birincisi; kâfir­lerin, mü'minlere zarardan başka birşey düşünmeyip ve fesadı mü'-minlerden esirgememeleridir. Çünkü habâI ; insanı acıtacak fitne, fesad ve zarardır. Hiç bir kâfir ehl-i imanın zarardan vika­yesini arzu etmez ve zarara uğramasını ister ve zararına çalışmak­ta kusur eylemez. İkincisi; kâfirlerin, mü'minlerin meşakkatlerine muhabbet etmeleridir. Çünkü, anet ; insana arız olan şiddetli meşakkattir. Kâfirlerin müminlere şiddetli meşakkat murad edip işbu meşakkate muhabbet ettiklerini Cenab-ı Hak bu âyetle be­yan buyurmuştur. Üçüncüsü; onların mü'minlere adavetleri ağız­larından zuhur edip kalplerinde gizledikleri düşmanlıklarının da­ha büyük olmasıdır. İşte şu esbaba binaen Cenab-ı Hak mü'minleri, esrar verecek kadar kâfirleri dost ittihaz etmekten nehyetmiş-tir. Zira; insan dostunu ve düşmanını farketmezse felâketten kur­tulamaz. Şu halde mü'minlerin felâketten kurtulması için düşman­larını bilip tanımaları icabeder.

Fahr-i Razi ve Hâzin'in beyanlarına nazaran, Medine'de mü'-minlerle Yahudiler arasında rıza* sebebiyle karabet ve mücaveret sebebiyle komşuluk dolayısıyla yekdiğerine karşı sadakatli bulun­duklarından zaman-ı cahiliyede umurlarını Yahudilerle müşavere ettikleri gibi islâmm zuhurundan sonra dahî bu hal devam ettiğin­den ehl-i islâm Yahudilerden esrarını esirgemez bir haldeydiler. Halbuki Yahudilerin onlara zarar kasd ve meşakkatlerine muhab­bet etmeleri ve adavetlerini bazı kere ağızlarından kaçırmaları da vuku' bulduğundan bu gibi halleri beyan ve Yehûda esrar ver­mekten Cenab-ı Hak ehl-i imanı men'etmek için bu âyetin nazil olduğu mervidir. Şu halde âyet her ne kadar Yehûd hakkında na­zil olmuşsa da bilumum kâfirler hafükmda da hükmü caridir. Zira nehiy; mutlak olduğu gibi lâfz-ı âyet de cümlesine şâmildir ve iti­bar da lâfzın umumuna olup sebebin hususuna değildir.

Bazı kâfirin mü'minlerden bazılarıyla olan dostluğuna bina­en zarardan vikaye etmesiyle âyete itiraz varid olmaz. Zira âyetin hükmü; cins-i kâfir hakkında olduğundan bazı efrada itibar yok­tur. Çünkü; nâdirdir. Nâdire de hüküm taalluk etmez. Zira hü­küm; cinste aranır, ferdlerde aranmaz. [101]

 

Vacip Tealâ kâfirleri    dost ittihaz etmekten    nehyin sebeb-i aharını beyanetmek üzere buyuruyor.

[Ey mü'minler! Size tenbih olsun ki, şu görüşüp konuştuğunuz kâfirlere siz muhabbet edersiniz, halbuki onlar size muhabbet et­mezler ve siz Allah'ın kitaplarının küllisine iman edersiniz, onlar sizin kitabınıza iman etmezler.]

[Ve onlar size tesadüf ettiklerinde «Biz iman ettik» derler ve sizden ayrılıp tenha kaldıklarında sîzin üzerinize gayz u gazapla­rından parmaklarının uçlarını ısırırlar.] Beyninizde olan ülfet ve muhabbete, sözlerinizin bir olmasına, işinizin yolunda cereyan edip düşmanlarınıza galebenize, dininiz yolunda fedâ-yı cana ha­zır olmanıza hayret ve taaccüp ederek parmaklarını ısırmaya mec­bur olarak gazaplarını izhar ederler.

[Habibim! Sen onlara «Ey münafıklar! Gazabınızla Ölün»' de­mekle iktifa et. Zira Allahü Tealâ kalplerde olan esrarı bilir. ]

Yani Resulullah'ın onlara «Siz gazabınızla ölün» demesi on­ları tekdir ve aleyhlerine duadır ki «Helak oluncaya kadar gazabı­nız artsın, o gazabınız sebebiyle helak olun» demektir. Zira onla­rın gazaplarının tezayüdü; islâmın kuvvet ve şevketinin tezayüdü nisbetinde olacağından bu kelime islâmm kuvvetlenmesine dahî duadır. Çünkü; «İslâmm günden güne terakkisini gördükçe hase­diniz neticesi buğzıı adavetiniz o nispette artar. Şu halde böyle elem içinde yaşamaktansa sizin için ölmek daha iyidir. Binaena­leyh; gazabınızla ölün ve Allah'ın gazabından da emin değilsiniz. Zira; Allahü Tealâ kalplerinizde gizli olan nifakınızı ve adaveti­nizi bilir ve icabına göre ceza verir» demektir.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile kâfirlere muhabbet eden mü'-minleri bu âyette tekdir vardır. Zira; kâfirin mesleki mensuh ve batıl olduğu halde salâbetini muhafaza edip ehl-i küfrün esrarını ifşa etmediği halde bir mü'minin yumuşak bulunup ehl-i islâmm esrarını onlara söyleyince elbette tekdire müstehak olduğundan Cenab-ı Hak o misilli salâbetsiz müslümanları bu âyetle, tdkdir etmiştir.

Taberî'de beyan olunduğu veçhile mü'minin kâfire buğzu kâ­firin m'ümine buğzundan daha eşed olması lâzımdır. Zira; mü'min onların kitaplarına ve nebilerine iman ettiğinden kâfirin buğzunu celbedecek bir sebep yoktur. Amma kâfir, mü'minin kitabına ve peygamberine iman etmeyip tekzip ettiğinden mü'minin buğzunu celbettiği cihetle mü'minin buğzu daha evlâdır.

Hulâsa; mü'minlerin kâfirlere muhabbet edip; halbuki kâfir­lerin onlara muhabbet etmedikleri ve mü'minlerin kitapların hep­sine iman ettikleri halde onların mü'minlerin kitaplarına iman et­medikleri ve kâfirlerden münafık güruhu ehl-i imana tesadüf et­tiklerinde iman ettiklerini beyanedip tenhaya gittiklerinde ehl-i imana buğzu adavetin şiddetinden parmaklarını ısırdıkları ve o misilli münafıkların helaklerine duanın caiz olduğu, binaenaleyh;

Resulullah'm yani; [Gazabınız ölümünüze se­bep olsun da gazabınızla ölün] buyurduğu ve Allahü Tealâ'nm herkesin kalbinde olan esrarı bildiği bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [102]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin bazı sıfat-ı zemîmelerini beyandan son­ra bazı âhari beyanetmek üzere buyuruyor.

[Eğer size bir iyilik dokunursa o iyilik onları kötü kılar ve eğer size bir musibet isabet ederse onlar o musibete ferah ederler.

[Ve eğer siz onların ezalarına sabreder ve muharremattan it-tika ederseniz onların hilelerinden hiçbir şey, size zarar etmez. Zi­ra; Allah'ın ilmi onların amellerini ihata ettiğinden sizi onların şerrinden muhafaza eder.]

Yani; ey mü'minler! Kâfirlerin size adavetleri bir dereceye kadar varmıştır ki, eğer size dünya menfaatinden bir şey isabet eder ve düşmanınıza galebe edip enıval-i ganimet alırsanız onları, size isabet eden bu gibi iyilikler kötü kılar. Çünkü; şiddet-i ada­vetleri neticesi size isabet eden iyilik onlara keder ve meşakkat verir. Zira; razı olmadıklarından adem-i rızalarının eseri yüzlerin­de görülür. Eğer size; düşmana mağlup olmak veya beyninize ni­fak düşmek gibi bir belâ isabet ederse onlar o belâya sevinirler. Zira düşmanlığın eseri; düşmanın musibetine mesrur olmaktır ve eğer siz onların ezalarına ve ibadet-i ilâhiyeden -gördüğünüz me­şakkate sabreder, Allah'tan korkar ve bilumum muharremattan içtinapla işinizin küllisini Allah'a tefviz ederseniz onların hileleri size zarar etmez ve hiçbir menfaatinizi noksan edemez. Zira; Al­lah'ın ilmi onların her amelini ihata eder. Binaenaleyh; siz ina-yet-i nahiyedesiniz.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile bu âyette kasene yle mu-rad; sıhhat-* beden, ucuzluk sebebiyle maişetin bolluğu, emval-i ganimetin husulü, düşmana galebe, akraba ve ahbab arasında ül­fet ve muhabbetin devamı gibi menfaat-ı dünyadır. İşte bu gibi menafim müslümanlar hakkında hasıl olduğuna kâfirlerin keder edip sevmediklerini Cenab-ı Hak bu âyette beyan buyurmuştur. Seyyie yle murad; hasenenin zıddı olan fakr ve ihtiyaç, düş­mana mağlup olmak, akraba ve ahbap arasında ülfet karşılığı nef­ret ve ittihad karşılığı tefrika hasıl olmak nehbü gârâta maruz kalmak gibi şeylerdir ki bu gibi belâya isabet ederse bunlara mes­rur oldukları beyanolunmuştur.

İnsanın gerek ibadette, gerek sair hususatta göreceği meşak­kate sabır ve haram olan şeylerden ittikası Allah'ın hıfzına ve inayetine sebep olacağına ve düşmanların hileleri zarar vereme­yeceğine bu âyet sarahatle delâlet eder. Onların ameli­ni Allah'ın ihatası yla murad; ilminin {hatasıdır. Zira; ihata-i zai'ye ecsama mahsus olup Allahü Tealâ cisimden münez­zeh olduğu cihetle ihata-i ilmiye ile te'vil etmek aklen ve şer'an vaciptir. Çünkü; zat-ı ilâhiyenin ihatası murad olunamaz.

Hulâsa; kâfirlerin âdetleri mü'minlere isabet eden iyilikten meyus olup kötülükten mesrur olmaları olduğu ve ibadette ve din hususunda tesadüf ettiği meşakkatlere sabırla menhiyattan nefsi­ni vikaye edenleri    düşmanlarının şerrinden    Allah'ın muhafaza edip zararlarından ve hilelerinden mahfuz olacakları ve Allahü Tealâ'nm kullarının amellerini ilmiyle ihata edip muktezasma gö­re ecir vereceği bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [103]

 

Vacip Tealâ sabırla ittika eden kimseleri düşmanlarının şer­rinden muhafaza edeceğini beyanettiği gibi ehH imana bilfiil nus-ret ettiğini dahi beyanetmek üzere buyuruyor.

[Zikret habibim! Şol zamanı ki, o zamanda kuşluk vakti mü­minlere muharebe için makamlarını tayin eder olduğun halde sen ehlinin yanından çıktın. Halbuki Allahü Tealâ tarafeynin sözlerini işitir ve niyetlerini bilir. J

[Şol zamanda Allahü Tealâ tarafeynin hallerini bilir ki, siz­den iki taife korkmak kasdettiler. Halbuki Allahü Tealâ; o iki tai­fenin velisi ve yardınıcısıdir. Ancak Allahü Tealâ üzerine mü'min-ler tefviz-i umur etsinler ve mütevekkil olsunlar.]

Tefsir-i Taberî'de ve Hâzin'de beyan olunduğuna nazaran âyet-i celile (Uhud) vak'asmm bidayesini tasvir etmiş ve bundan evvelki âyette beyan olunan düşmanların hilelerinin zarar verme­yeceğini ispat için varid olmuştur.

Beyzâvî, Fahr-i Razi ve Medarik'in beyanları veçhile bu âyet­te Resulullah'ın ehli yle murad; Hz. Ayşe (R.AJdır. Zira; Uhud günü Resulullah, Hz. Ayşe'nin evinden çıkmış ve yaya olarak (Uhud)'a kadar gidip harp mevkilerini tayin ve askerî ta'-biye etmiştir. Tebevvü ' ; mü'minlerin muharebe mevkile­rini hazırlamaktır. Taifetân ile murad; Hazreç'ten Benû Seleme ve Evs'ten Benû Hdrise'dir.

Uhud vak'ası şöyle cereyan etmiştir: Şevvalin on ikinci Çarsamba günü Kureyş müşrikleri muharebe için (Uhud) Dağının ci­varına geldiklerinde Resulullah eshabıyla istişaresinde reis-i mü-nafıkîn olan (Übey b. Selül)'ü de dahil kıldı. Ehl-i istişareden bir kısmı Medine'den çıkmayarak müdafaa halinde kalınmasını ve diğer bir kısmı da kâfirlere karşı çıkılmasını re'y verdiler (İbn-i Selül) de Medine'de kalmak cihetini tercih edenlerdendi. Fakat Medine'den çıkılmasına re'y verenlerin ısrarları üzerine Resulul­lah, Hz. Ayşe'nin hücresine girdi ve silâhını kuşanıp çıkınca kâfir­lere karşı çıkılmasını re'y verenler nedamet edip işi Resulullah'ın reyine terketmişlerse de Resulullah «Silâhını kuşanan bir nebi harb etmeyince oturmaz» buyurdu ve askerini hazırladı. Cuma günü namazdan sonra islâm ordusuyla (Cebel-i Uhud)'a çıktı ve askerini tâ'biye edip düşmana karşı hareketi ta'yin etti. Fakat İbn-i Selül «Biz kendimizi ve evlâdımızı öldürtecek divane mi­yiz?» dedi ve maiyetinde olan üç yüz kişi ile saff-ı harpten donu­verdi. Onların geriye dönmesi üzerine âyette beyan olunan iki taife —Benû Seleme ile Benû Harise kabileleridir asakir-i is-lânıiyenin iki tarafını teşkil ettikleri halde ric'at etmek niyet et­mişlerdi. Fakat Allahü Tealâ âyette beyanettiği veçhile onların kalplerine metanet, vücutlarına kuvvet vermekle nusret edip av-detetmek fikrini terkle mevki-i harpte sebat ederek maiyet-i ne-beviyeden ayrılmadılar.

Hulâsa; Uhud gazasının tedarikine Resulullah'ın bir kuşluk vakti mübaşeret ve harbe elverişli mahalli arayıp askerini o vec-hile ta'biye ettiği ve asakir-i islâmiyeden iki fırkaya korku gel­mekle ric'at etmek niyet etmişlerse de Allahü Tealâ'nm onlara muavenet edip sebat ettikleri ve her mü'minin Allah'a tefviz-^ umur etmeleri lâzım olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [104]

 

Vacip Tealâ (Uhud) Gazasına işaret ettiği gibi (Bedir) Gaza­sına dahî işaret etmek üzere buyuruyor.

[Zat-i ülûhiyetime yemin ederim ki muhakkak (Bedir)'de Al-lahü Tealâ size yardım etti. Halbuki Bedir'de siz zelil ve fakır idi­niz. Binaenaleyh; Bedir vak'asında nail olduğunuz nimete şükret­meniz için Allah'a ittikamz vaciptir.]

Yani; siz fakîr ve mühimmat-ı harbiyeniz gayet az olmakla zelîl ve düşmanınıza nispetle az olduğunuz halde Bedir'de size Al-lahü Tealâ muhakkak yardım etti ve o günde azlığınızla beraber nail olduğunuz nimetin şükrünü edâ etmek için Allaha ittika edin ve o günde muhalefet etmeyip mansur olduğunuz gibi bugünde dahi muhalefet etmek ve münhezim olmaktan nefsinizi vikaye edin.

Fahr-i Razi ve Beyzavi'nin beyanı veçhile Bedir; Mek-keyle Medine arasında bir kuyunun ismidir ki kuyuyu kazan kim­senin ismi (Bedir) olduğundan sahibinin adıyla anılmıştır.

Bedir vak'asında asakir-i islâmiye fakir olmakla beraber adet­leri az ve alât-ı harbiyeleri noksan olduğuna işaret için Cenab-ı

Hak buyurmuştur ki ezilie ; zelilin cemidir. Zelil; adetlerinin ve silahlarının azlığı sebebiyle düşmanla­rına mukavemete iktidarlarının olmamasından kinayedir. Çünkü; ehl-i iman üç yüz on üç kişi ve düşmanları ise bini mütecaviz olup asakir-i islâmiyenin maiyetindeki bir ata mukabil müşriklerde yüz at vardı. Ve tarafeynin silâhı da bu nispette olduğu halde Allahü Tealâ mü'minleri onlar üzerine musallat kıldı. Kâfirler makhur ve münhezim ve mü'minlerse mansur ve muzaffer oldu. Şu. halde mümkün olduğu kadar esbab-ı âdiyeye tevessül etmekle beraber insanların her saatte Cenab-ı Hak'tan istimdad etmeleri lâzımdır. Çünkü; nusreti halkedecek Allahü Tealâ'dır. Nusretin sırf esbab-ı maddiyeyle vücut bulmayıp herhalde inayet-i ilâhiyenin inzima­mı lâzım olduğuna Bedir vak'ası şahittir.

Tefsir-i Taberî'de beyan olunduğuna nazaran Bedir vakası Resulullah'ın ilk bulunduğu muharebedir. Fiilen Resulullah'm ip­tida bulunduğu muharebe budur ve ashabına «Sizin adediniz Ta-lût'un askerinin adedine muvafıktır» buyurduğu mervidir. [105]

 

Vacip Tealâ Bedir Gazasında vaki' olan vukuattan bazılarını beyanetmek üzere buyuruyor.

[Zikret habibim! Şol zamanı ki, o zamanda mü'minlere arız olan korkuyu kaldırmak için sen onlara «Semâdan nazil olan üç bin melekle Rabbinizin size imdad etmesi kâfi değil mi?» demekle onların kalplerim metanete sevkediyordun.

Yani; zikret habibim- Rabbin Tealâ'nın şol zamanda nusretini ki o zamanda senin eshabın düşmanlarının çokluğuna, kendileri­nin azlığına bakarak za'fiyet âsârı göstermelerine mebni sen on­ların kalplerini takviye etmek üzere va'd-i ilâhiyi onlara beyan zımnında diyordun ki «Size Rabbinizin üç bin melekle imdad et­mesi kâfi olmaz mı? Rabbiniz semadan inzal olunmuş üç bin me-lâikeyle imdad edecek». İşte eshabına böyle demekle mü'minlerin kalplerini teşci' ediyordun.

Bu âyette beyan olunan meleklerle imdad; Bedir Gazasında olmuştur. Çünkü; Bedir Gazasında Vacip Tealâ evvelâ bin melâikeyle imdad edip, sonra iki bin de göndermekle âyette beyan olunduğu veçhile üç bin olmuştur. Bundan sonra iki bin dahî göndermekle imdada gelen melâikenin beş bin olduğu sara-hat-ı Kur'ân'la sabittir. Fakat bazı âyette bin, diğerinde üç bin, bundan sonraki âyette beş bin olduğunun tevcihi; beyanolunduğu veçhile imdadın evvelâ bin melâikeyle olup sonra iki bin daha im­dad etmekle mecmuu üç bin oldu. Sonra iki bin daha ilâve edilince adedin mecmuu beş bine baliğ olmuştur. Binaenaleyh; âyetler beyninde münafât yoktur.

Bedir'de mü'minler alât ve esbabın yokluğuna ve adedin az­lığına ve düşmanın kuvvet ve çokluğuna bakarak nusretten meyus

olduklarına işaret için nefy-i müekkede delâlet eden keli­mesi meleklerle imdadın kâfi olmadığını inkâr için hemze-i istif­ham ile varid olmuştur. Çünkü meleklerle imdadın kifayet etmemeşini inkâr, kifayet edeceğini ispat etmektedir. Zira demek; size kifayet etmez mi ve meleklerle imdadın kifayet etme­mesi nasıl olur? Elbette kifayet eder demektir.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile asakir-i islâmiyeye meleklerin nasıl yardım ettiğinde ihtilâf varsa da esah olan rivayet; melekler mü'minlerle beraber muharebeye girmişler, müslümanlara kuv-vet-i kalp vermişler ve müslümanlarm adedini çok göstermekle kâfirleri korkutmuşlardır. Gerçi melâikeden az bir cemaat birçok küffar ordusunun altını üstüne getirmekle derhal ihlâk ederlerse de muharebe meydanında alelade harbetmekle imana davet etmek âdet-i ilâhiyedir ve bu ümmete bir lütuf ve resulüne inayettir. Çünkü; Bedir'de bulunan müşriklerden birçokları sonralarda şe~ ref-i imanla müşerref olarak ashab-ı izamın büyükleri sırasına geç­tiler ve din-i İslama çok büyük hizmetler ettiler. Eğer ümem-i sâ-lifeden bazılarının ihlâki misilli meleklere Cenab-ı Hak emretse de defaten müşriklerin hepsi helak olsaydı bu gibi faydalar fevto-lacağı gibi Resulullah'm halkı imana daveti, icbar suretiyle olur, ihtiyar suretiyle olmazdı. Halbuki imanda muteber olan ihtiyarî olup icbarı değildir. Binaenaleyh; melekler de asker suretinde gel­diler, ehl-i islâma yardım ettiler ve islâmm karaltısını çoğaltmakla kâfirlerin inhizam ve perişanlığına sebep oldular. [106]

 

Vacip Tçalâ meleklerin   imdadı kâfi olduğunu    ispat etmek üzerebuyuruyor.

[Eğer Allah'tan imdad isterseniz bu kadar imdad size kifayet eder ve lâkin onların mukatelelerinden göreceğiniz meşakkate sabreder ve firar etmek ve münhezim olmaktan korkarsanız ve onlar size şu saatte fevrî yani kemal-i süratle gelirlerse dahî Rabbi-niz size alâmetlenmiş beş bin melekle imdad eder.]

Yani; bu kadar imdad size kâfi olur, fakat harpten göreceği­niz zahmete sabretmek ve hal-i harbe muhalif hareketten kork­mak ve nefsinizi vikaye etmek şarttır. Eğer siz şu şartlara riayet ederseniz onlar da süratle size gelirlerse Rabbiniz meleklerle im­dadını beş bine iblâğ eder ve o meleklerde beşerden temyiz ede­cek alâmetler vardır.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile (İbn-i Abbas) Hazretlerinin ri­vayetine nazaran meleklerin alâmeti; sarıkları san ve kır olan at­larının alınlarında ve kuyruklarında beyaz bir şey bağlı olduğu halde gelmişler ve alâmetleri böyle görünmüştür ve bu âyette be­yan olunduğu veçhile melekler alâmet-i mümtâzeyle gelince Re-sulullah'm eshabına «Melekler alâmet-i farikayla geldiler. Siz de alâmetlenin» dediği ve Hz. Ali ile Hz. (Hamza)'mn ve (Zübeyr)'in alâmet-i farikayla alâmet ihtiyar ettikleri mervidir.

Vacip Tealâ herhalde imdad edeceğini bildiği için düşmanları sür'atle hücum edecek olsalar bile imdad edeceğini beyanetmiştir ki, eshab, imdadın geleceğinde tereddüt etmesinler. Çünkü; Ebus-suûd Efendi'nin beyanı veçhile düşmanın sür'atle geldiğinde alel-ekser imdad mümkün olamadığından Cenab-ı Hak düşmanın sür'­atle geleceği farz olunsa bile imdad edeceğini beyanla ehl-i imanın kalplerini takviye ve tereddütlerini izale etmiş ve va'd-i ilâhi üze­re mü'minlerin galebeleri temin olunmuştur. [107]

 

Vacip Tealâ meleklerle imdadını beyanettiği gibi esbab-ı mad­diye nusreti temin etmeyip, nusreti temin edecek esbab-ı maddi-yeyle beraber ancak inayet-i ilâhiye olduğunu beyanetmek üzere buyuruyor.

[Allahü Tealâ meleklerle imdadı kılmadı, ancak size müjde kıldı ve sizin kalbiniz karariaşsın ve rahat olsun için size imdad ve o imdadla sizi tebşir etti. Halbuki nusret olmaz, ancak cümle âleme galip olup ef'aîi hikmetten hâli olmayan Allahü Tealâ tara­fından olur.] Yoksa Allahü Tealâ nusret vermeyince askerin çok­luğu ve mühimmat-ı harbiyenin mükemmel olması tesir etmez. Şu kadar ki mühimmat-ı harbiye kuvvet-i kalp olup esbab-ı zahiriye kabilinden olduğu için onu ihmal etmemekle beraber nusreti Al­lah'tan beklemek ve elde bulunan esbabın çokluğuna ve kuvvetine itimad etmemek lâzımdır.

[Allahü Teaîâ kâfirlerden bir fırkayı ihlâk etmek veyahut in-hizam ile onları makhur edip hâib ve hâsir olarak nedametle geri döndürmek için size nusret vermiştir.]

Yani; Allah'ın imdadı olmadı, illâ size beşaret oldu ve düş­mandan kalbinize gelen korkuyu kaldırmak ve imdad sebebiyle kalbinizi rahat ettirmek ve ıztırabınızı sükûnete tebdil etmek için size meleklerle imdad etti. Halbuki nusret; ancak taraf-ı ilâhiden olur ki, Allahü Tealâ istediği kullarına in'âma ve istediğinden in­tikama kadir ve herkesin halini bilir ve ef ali hikmet üzere müşte-mildir. Allah'ın size nusreti; müşriklerin kuvvetini teşkil eden er-kân-ı mühimmesinden bir kısmını katletmek ve diğer bir kısmını elinize esir düşürmek veyahut onları makhur olarak ezher cihet zarar edici oldukları halde geri döndürmektir ki, bu suretle size inayeti zuhur etmiştir. Binanealeyh; kâfirlerin âleme karşı itibar­ları zayi' olmuş ve mertebeleri düşmüş ve bilâkis ehl-i imanın kadri yükselmiştir.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile Vacip Tealâ'nın meleklerle im­dadım beyan etmekte mü'minlere iki fayda vardır: Birincisi; kalp­lerine ferah ithal etmek, ikincisi; Allahın nusret edeceğini bilerek kalplerine kuvvet ve şecaat gelmektir. Şu iki faydadan ikincisinin maksad-ı aslî olduğuna işaret için bir işten maksad-ı asliye delâlet eden lam ile vârid olmuştur. Çünkü; kuvvet-i kalbe malik olmayan askerden hiçbir şey beklenmez. Hatta kendine itimadı ve metanet-i kalbiyesi olmayan bir milletten dahî fayda beklenemez. Binaenaleyh; bir millet için kendinin varlığını bilmek ve şecaat-i kalbe mâlik olmak ve kuvve-i maneviyesini yüksek tut­mak o milletin mevcudiyetini idame eden esbaptan pek kuvvetli ve ehemmiyetlisi olduğundan iş başında bulunan zevatın daima milleti yükseltmeleri ve askerin kuwe-i maneviyesini takviye et­meye çalışmaları lâzımdır.

Allah'ın nusretinden dahî mü'minlere fayda iki olup birincisi; kâfirlerin bir taifesini helak edip kuvvetlerini kırmak, ikincisi; onları mağlûp, rezil ve rüsva etmekle din-i islâmın esasını kurmak ve Ceziret-ülArab'a karşı şevket-i islâmiyeyi i'lâ etmek olduğuna âyet delâlet eder.

Vacip Tealâ meleklerle ehl-i imana imdad etmişse de nusret meleklerden olmayıp ancak Allahü Tealâ'dan olduğunu beyanla herhalde muharebede askerin çokluğuna ve mühimmatın mükem­mel olduğuna güvenmeyerek inayet-i ilâhiyeye iltica etmek ve esbab-ı zâhiriyeye tevessülle beraber nusreti Allah'tan beklemek vacip olduğunu beyan ve bu hususta Allah'a rapt-ı kalbetmek lâ­zım olduğunu tavsiye etmiştir. Askerin ve mühimmatın çokluğu fayda etmeyip nusret ancak Allah'tan olduğuna âlemde binlerce vukuat şahittir ve bunu inkâra hiç kimsenin mecali yoktur. Zira vukuat; bu dâvayı bedahet haline getirmiştir.

Yukarıdan beri zikrolunan âyetlerde nusret ve imdad-ı ilâhi kulların ittikasma talik olunup ittika ise bilcümle vacibâtı edâ ve muharrematı terkle olacağından nusretin Allah'a ubudiyette de­vam edip vezaif-i şer'iyesini bihakkın edâ ve itimad-ı tamla itimad edenlere olacağı beyanolunmuştur. Binaenaleyh; ehl-i islâmm mağ­lûbiyeti daima terbiye-i ilâhiyeye istihkak kesbetmekle olmuştur. Yoksa bihakkın şeriata temessük eden bir milletin ordusu bihak­kın şeriata temessük ederse hiçbir zaman mağlûp olmaz ve buna da Hz. Ömer zamanında vuku' bulan muharebelerde görülen fütu-hat-ı azîme şahittir. Binaenaleyh; şeriate riâyet azaldıkça o nispet­te mağlûbiyet çoğalmıştır. Çünkü; dinine riayet etmeyen millette irtibat olmadığından düşmana karşı metaneti olamaz. [108]

 

Vacip Tealâ mü'minlere nusretini va'dettiği gibi kâfirlerin emri zâtına ait olup resulüne birşey ait olmadığını dahi beyanetmek üzere buyuruyor.

[Ey Resul-ü Mükerrem! Kâfirlerin işinden sana hiçbir şey ait olmadı, belki emrin küllisi Allahü Tealâ'ya ait olduğu gibi onların emri dahi Allahü Tealâ'ya aittir. Binaenaleyh; ya onlar tevbe eder­ler, Allahü Tealâ da tevbelerini kabul eder veyahut tevbe etmez­ler küfrüzere giderler. Allahü Tealâ onlara azabeder. Zira; onlar za­limlerdir.]

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğuna nazaran bu âyetin sebeb-i nüzulü; (Bi'r-i Maûne)'ye tâlim-i Kur'ân için gönderilen eshabı katledenler hakkında nazil olmuştur. Çünkü; hicretin dördüncü senesi Resulullah (Mekke) ile (Asfan) denilen mahal arasında (Be­nî Hüzeyl) beldesinde (Bi'r-Maûne) isminde bir kuyunun adıyla anılan memleket ahâlisine Kur'ân'ı ve ahkâm-ı diniyeyi öğretmek üzere ashaptan yetmiş kimseyi gönderip (Âmir b. Tufeyl)'in âvâ-nıyla beraber onları tamamen katletmesi üzerine Resulullah'm ka­tiller aleyhine dua etmek murad etmesini müteakip bu âyetin na­zil olduğu mervidir. Buna nazaran mânâ-yı âyet: [Habibim! Senin için kulların mesalihinden birşeye endişe yoktur. Ancak tarafı­mızdan vahyolunan âyetler vardır. Zira; katillerin ihlâkinden sana birşey ait değildir. Allahü Tealâ kullarının mesalihini bilir. İster­se ihlâk eder, isterse tevbeye muvaffak kılar veya küfr üzere ısrar ederlerse şiddetle onlara azab eder. Zira; zalim olduklarından aza­bın şiddetine müstehaklardır.] demektir.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile, âyetten maksad; izn-i ilâhi ol­madıkça^ sözden ve fiilden resulünü menetmektir. Kâfirler hakkın­da duadan men'in hikmeti; onlara tevbe tevfik edip İslama birçok hizmetleri vuku' bulacağı veyahut kendileri tevbe etmezlerse mü'-min olarak evlât meydana getireceklerini bildiğinden Cenab-ı Hak resulünü duadan men'etmiştir. Ve nefselemirde o havalide olan kabilelerden bilâhare din-i İslama birçok hizmetleri vuku' bulmuş­tur. [109]

 

Vacip Tealâ her emrin kendine ait olduğunu ispat etmek üze­re buyuruyor.

[Göklerde ve yerde olan mevcudatın cümlesi Allah'ın mah­lûku ve memlûkleridir. Binaenaleyh; her umurları Allah'a aittir. Şu halde Allahü Tealâ dilediği kulunu mağfiret ve dilediği kulunu ta'zibeder. Zira; Allahü Tealâ tevbe edenleri mağfiret eder ve tev-helerini kabul ile merhamet buyurur.]

Vacip Tealâ'nm bu âyette mağfiret edeceğini beyanı, azab edeceğini beyan üzere takdimle rahmetin gazap üzerine galip ve mukaddem olduğuna işaret buyurmuş ve mağfiret ve azabı, uka­lâya yani mükellef üzerine câri olduğundan aklı olanlarda istimali galip olan lâfzı üzerine varid olmuştur. [110]

 

Vacip Tealâ müminlere emr-i cihatta lâzım olan tedabîr-i ma-1 neviyeye tevessülü ve harpte eslah olan tarîki beyan ettiği gibi mü'minleri lâyık olmayan şeylerden nehiy ve hallerine muvafık olan şeylerle emretmek üzere :

buyuruyor.

[Ey müminler! Kat kat fazla ribâyı ekletmeyin ve âhirette azab-ı Cehennem'den kurtulmak ve Cennet'e girmekle felâhyâb olmak için Allah'tan korkun ve haram olan şeylerden nefsinizi sa­kının.]

[Ve kâfirler için hazırlanan Cehennem ateşinden ittika edin ve merhamet-i ilâhiyeye nail olmak için Allah'a ve resulüne itaat edin.]

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile ez'af-ı muzaafla murad; zaman-ı cahiliyede bir kimse borcunu vereme­diği zaman alacak sahibi bir misil daha zammıyla bir vakt-i' muay­yene kadar müsaade eder. O vakit geldiğinde veremezse tekrar zamla yine müsaade ve bu veçhile faiz, asıl malı birkaç misli te­cavüz eder. işte bu suretle aldıkları faize ez'âf-ı muzaafe denir ki bu da haram olduğundan Cenab-ı Hak ehl-i imanı bundan nehyet» mistir. Zira riba'; medyundan büâ ivaz alındığı için haram kılınmşıtır. (Uhud) vak'asmda müşriklerin infakettikleri emval-i kesîre riba' ile hasıl olduğundan ehl-i iman kâfirlerden intikam al­mak üzere riba' ile emvali teksire meyletmeleri üzerine Cenab-ı Hak riba'dan ehl-i imanı nehyetmiştir. Gerçi ittika muharrematm cümlesinden içtinaba şâmilse de bu âyette ittika; haram olan riba'-yı yemekten ittikaya masruftur. Ribâyı yerse haramı irtikâp etti­ği cihetle felah fevtolacağmdan felaha nail olmak için ribâdan it­tika ile emretmiştir. Ribâyı yemek Cehennem ateşine istihkakı icabettiğinden Cehennem ateşinden ittika ile dahî emretmiştir. Ce­hennem ateşi imanı olmayanlara lâyık olduğundan dolayı onlar için hazırlandığını beyanetmek, Cehennem ateşine nefsini lâyık gören âsî ve fâsık müslümanlarm duhûlüne mâni değildir. Zira; âsiler isyanı irtikâpla nefsini Cehennem'e münasip görmüşlerdir. Şu halde Cehennem ateşinin kâfirler için ihzar olunduğunu beyan, ehl-i imanın fâşıkları için Cehennem ateşi olmamak icabetmez. Ve âyet Cehennem'in el'an mahlûk olmasına dahî delâlet eder. Zira zaman-ı mazide hazırlandığını beyan;  elyevm mevcut olduğunu beyandır. [111]

 

Vacip Tealâ Allah'a ve resulüne itaatle emredip itaatin mer-hamet-i ilâhiyeye vesile olacağını beyandan sonra mağfiret-i ilâhi-yeye sür'at etmelerini emretmek üzere buyuruyor.

[Rabbinizin mağfiretine müsaraat edin ve eni yerle gökler ka­dar olan Cennet'e sür'at edin ki, o Cennet müttekiler için hazırlan­mıştır.]

Yani; ey müminler! İbadet ve amel-i salihinize itimad etme­yin, belki günahlarınızın setrini icabeden tevbeye iman ve ihlâs gibi esbaba ve ânıâl-i salihaya tevessül edin ki, vüs'atı semavat ve arz gibi olan Cennet'e müstehak olasınız. Zira o Cennet; memur olduğu ibadetleri yerine getiren ve menhî olan şeylerden sakınan müttekiler için hazırlanmıştır.

Kâzfnin beyanı veçhile mağfirete müsaraat m manası; mağfireti mucip olan esbaba müsaraattır. O esbap ise; gü­nahlardan tevbe, din-i ıslama duhul, feraizi ve her amelini ihlâs üzere eda, din-i islâmı Vlâ için cihad ve sair â'mâl-i salihadır. Çün­kü; bunların cümlesi ihlâs üzere yani Allahü Tealâ'mn rızası için işlenirse mağfirete sebeptir.

Mükellef olan kimse için nefsinden azabın define ve sevaba nail olmaya çalışmak vacip olduğuna bu âyet delâlet eder. Zira mağfirete müsaraat; azabın define ve Cennet'e müsaraat, sevabı­na nail olmaya müsaraat olup her ikisine müsaraatle emir, sa'yin vacip olduğuna delâlet eder. Binaenaleyh; ibâdâtı edada terk ve tekâsül eden günahkâr olur.

Cennet'in vüs'ati semavat ve arzın vüs'ati kadar olmakla murad; Cennet'in vüs'aüni beyanda temsildir. Çünkü; bizim indimiz­de semavatla arzdan daha geniş birşey olmadığından Cennet'in vüs'atini bize ta'rif etmek ancak bunlarla olabilir. Binaenaleyh; yeri ve göğü halk eden Cenab-ı Hak onlar vüs'atinde veyahut daha vâsi Cennet'i halk etmeye kadir olduğunda şüphe yoktur. Birşe-yin eni uzunundan kısa olduğundan temsil semavat ve arzın isim­leriyle oldu ki, uzunluğu daha ziyade olduğuna istidlal olunsun. Cennet'in vüs'atı semavat ve arzın vüs'atmda olması Cennet'in, semanın fevkinde olmasına münafi değildir. Zira; Cennet'in, sema-vatın fevkinde ve Arg-ür Rahman'm altında olduğuna dair ehadis-i celile vardır. Hatta Rum amiri (Hirakl) in Resulullah'a gönderdiği elçisi Resulullah'a «Sen bir Cennet'e davet ediyorsun ki, o Cen­net'in eni semavat ve arzın eni gibidir. Şu halde Cehennem nere­dedir?» dediğinde Resulullah «Sübhanallah! Gündüz geldiğinde gece nerededir?» buyurmuştur. Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile şu kelâm-ı nebevinin manası «Felek döndüğünden gündüz âlemin bir canibinde, gece de diğer canibinde hasıl olduğu gibi Cennet âlemin âli cihetinde olunca Cehennem de onun zıddı olan cânib-i süflisin­de olur.» demektir. Bundan evvelki âyet Cehennem'in el'an mah­lûk olduğuna delâlet ettiği gibi bu âyet de Cennet'in şimdi mah­lûk ve mevcut olduğuna delâlet eder. [112]

 

Vacip Tealâ Cennet'in   müttekiler için hazırlandığını beyan­dan sonra müttekilerin sıfatlarını beyanetmek üzere :

buyuruyor.

[O Cennet kendileri için hazırlanan müttekiler şol kimseler ki onlar hal-i mazarrat ve hal-i meserrette muhtaç olanlara infak ederler ve gazaplarını yutarlar ve nâsm kusurlarım affederler. Hal-huki Allahü Tealâ ihsan edenleri sever.]

Yani; müttekilerin evsaf-ı memdûhalan cümlesinden olarak onlar gerek ganî ve gerek fakır ihtiyaçları zamanlarında mümkün olan şeyi muhtaç olanlara infak ederler. Şiddet, vüs'at, ferah ve kederli zamanlarının hiçbirinde infakı ve halka ihsanı terketmez-ler ve bir kimse hakkında karınları dolu gazapları olsa onu yutar, hazmeder, nâsm kusurlarını affederler. Zira; nâstan, mukteza-yı beşeriyet vaki olan kusur üzere mücazata ikdam etmezler ve şu evsaf üzere bulunan müttekiler rıza-yı ilâhiye nail olurlar. Çünkü; Allahü Tealâ ihsan edenlere muhabbet eder ve erbab-ı ihsandan razı olur.

Tefsîr-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile sahavet; ru­hun yansı mesabesinde olan malı sarfetmek olduğu cihetle nefis üzerine ağır olduğundan Cenab-ı Hak müttekilerin evsaf-ı memdu-halarmdan sehâyı takdim buyurmuştur. Serra ; ganî ve bolluk ve ferah zamanı ve darra ; zararlı, kederli, fukara­lık ve müzayaka zamanı demektir. İşte müttekiler şu hallerin hiç­birinde lâyık olan mahalle malını sarf eder, esirgemez ve bu hal­lerin hiçbirisi sarfa halel getirmez demektir. Kâzm-i gayz ; gazabı yutmaktır. İnsan âhare hiddetlenip gazabettiğinde gazabını teskin edip nâsın kusurunu affetmesi mezayâ-yı insaniyenin âli mertebelerinden ve ittikanın şartlarmdandır.

Bu âyette ihsanın hangi nev'inden olursa olsun bilumum ihsan sahiplerine şâmildir. Yani; hangi nev'inden olursa olsun ihsan sıfatı kendisinde bulunan her ferdi Allahü Tealâ sever, demektir. Çünkü; ihsanın envai sayılmaz ve tükenmez. Meselâ ibadette ihsanı; Allah'ı görür gibi kemal-i huzû ve huşu üzere edâ etmektir. Allah'ın kullarına ihsanı; iki şeyle olur: Birincisi; men­faat îsal etmektir. Bu kısma, infakla işaret olunmuştur. İkincisi; mazarratı defetmektir. Bu kısma da gazabı yutmak ve nâsın ku­surunu affetmekle işaret olunmuştur ki, gerek menfaat îsali ve gerek mazarratı defi' suretiyle ihsanın envai pek çoktur. Zira men­faat îsali; yolunu şaşıran kimseye yol göstermek, âciz olanlara ha­yır öğüt vermek, hayrata mal sarfetmek, cami, köprü, çeşme yap­tırmak, nâsın intifaı için kuyu kazdırmak, cihada ve mücahitlere ve mühimmat-ı harbiyeye malını sarfetmek, cahilleri okutmak, züafaya ihsan etmek gibi şeylerin cümlesi infakta ve menfaat isalin-de dâhildir. İnsanlar yekdiğerine karşı birçok kötülükler yapmaya muktedir olduğu halde o kötülükleri terketmek def-i mazarrata dahildir. İşte celb-i menfaat ve def-i mazarrat ihsanda dahil ol­duğundan âyet ihsanın her nevine şâmil olduğu gibi ihsan da müt-tekilerin evsafmdandır. Şu kadar ki bir kimse bir çok iyiliği ve ameli sebebiyle müttekî olduğu halde ihsanın envamdan bazısını işlemezse mütteki mertebesinden sakıt olmaz. Zira; bazı eşhas da Allah'ın tevfikıyle her nev'i bulunabilirse de her şahısta ihsanın her nev'i bulunmak mümkün değildir. Binaenaleyh bazı nev'i bu­lunmayan kimsenin mütteki olmaması lâzım gelmez.

Şu âyette beyan olunan gerek infak gerek kâzm-i gayz ve gerek aff-ı aninnâs cümlesi ihsanda dâhil ve ihsan da muhab-bet-i ilâhiyeye vesile olacağı beyan olunduğundan bunlardan her-biri muhabbet-i ilâhiyeye sebep demektir. Allah'ın muhabbeti; Allah'ın nzasıdır. Ve abd için rıza-i ilâhiye nail olmaksa derecele­rin pek büyüğüdür. [113]

 

Vacip Tealâ müttekilerin evsafından bazılarını beyandan son­ra bazı âhari beyanetmek üzere buyuruyor.

[Ve müttekiler şol kimseler ki, onlar büyük günah işledikle­rinde veyahut bir küçük günah irtikâpla nefislerine zulmettikle­rinde Allah'ı hatırlarına getirip azabını zikrederek büyük ve kü­çük günahlarına istiğfar ettiler. Onların cezaları mağfirettir.]

[Halbuki günahları mağfiret etmez, ancak Allahü Tealâ mağ­firet eder ve günah işleyenler, işledikleri günaha ısrar edip tekrar betekrar işlemek, vehametten hâli olmadığını bildikleri halde gü­nah işlemeye devam etmediler.]

[İşte onların cezaları; Rablerinden mağfiret ve ebedi içinde kalıcı oldukları halde altından nehirler akar cennetlerdir. Ve amel edenlerin ecri olan Cennet ne güzel oldu.]

Yani; amel edenlerin ecirleri güzel cennetlerdir. Zira; insan için Cennetten daha ziyade iyi bir mahal olmadığından elbette Cennet güzel bir konaktır.

Vacip Tealâ Cennet'in müttekiler için hazırlandığını beyan­dan sonra müttekileri; iki kısma ayırdı: Birincisi; hal-i serren ve hal-i darranda muhtaç olanlara malını sadaka etmek ve gazabım yutmak ve nâstan kendine kusur edenleri af ve erbab-ı ihtiyaca ihsan etmek suretiyle ibadete devam eden kimselerdir. İkincisi; Rabbisine kusur edip badehu tevbe etmekle müttekiler zümresine dahil olanlardır. İşte bu âyette bunların cezaları mağfiret ve Cen­net olduğunu Cenab-ı Hak beyan buyurmuştur. Zira; sadakatle tevbe edenlerin günah işlememiş gibi olacaklarına dair olan eha-dis-i celile tâib ve müstağfirin müttekiler zümresine dahil olaca­ğına delâlet eder.

Tefsir-i Taberî ve Hâzin'de beyan olunduğuna nazaran fa­hişe; zina gibi kubh-u zahir olan büyük günahlardır. Nefse zulüm; küçük günahlardır. Bunları işleyen kimselerin AIIah' ı zikretmeleri yle murad; Allahın azabını ve günah üzere vaki olacak ikabını zikretmektir. Yahut Fahr-i Razi'nin be­yanı veçhile Allah'ı zikirle murad; günah işleyip de tev­be edecek kimsenin Allah'ı sena ve ta'zimle zikretmesidir. Zira, Allah'tan birşey isteyecek kimseye vacip olan; isteyeceği şeyi iste­mezden evvel Allah'ı sena etmektir. Binaenaleyh; günahına tevbe edecek kimseye tevbeden evvel Allah'ı sena etmesi vaciptir.

İstiğfar;   işlediği günaha nedamet etmek ve bir daha işlemeyeceğine azmetmektir. Yoksa mücerret lisanla istiğfar lâf­zını söylemek değildir.    Çünkü;    Vacip Tealâ bu âyette istiğfarı cümleleriyle takyid etmiştir. Yani «İstiğfar et­tiler ve işledikleri günah üzere ısrar etmediler» demektir. Zira; istiğfardan sonra tekrar işlerse aynı günahı işlemiş olduğundan ikinci işlediği günaha evvelki istiğfarın faydası olamaz. Abdin gü­nahına mağfiret istemesi; ancak Allah'tan olup Allah'ın gayrıdan mağfiret talebi caiz olmadığı beyan olunmuştur ki, dünyada ve âhirette azabedecek Allahü Tealâ olduğundan kusurunu affedecek dahî odur. Binaenaleyh; ondan gayrı mağfirete ehil yoktur. İnsa­nın amel-i salihinden faydası ikidir: Birincisi; azaptan kurtulmaktır ki, buna Rabb-i Tealâ'dan mağfiret istemekle işaret olunmuştur. İkincisi; sevaba ve derecata nail olmaktır. Bu kısma da Cennetler olacağını beyanla işaret olunmuştur ki, gerek mağfiretin ve gerek Cennât'a nail olmanın sebebi; istiğfar olduğu beyan edilmiştir. [114]

 

Vacip Tealâ müttekilerin    evsafını beyandan    sonra ittikaya sevkedecek esbabı beyanetmek üzere buyuruyor.

[Sizden evvel geçen ümmetlerde vâki olan havadisi mutazam-min âdât-ı ilâhiye geçti. Onların herbirinde sizin ibret alacağınız vukuat oldu. Binaenaleyh; yürüyün, yeryüzünde seyrü sefer edin, görün peygamberlerini tekzibeden ümmetlerin halleri ve akıbet­leri ne oldu ve ne gibi âfetlere mâruz kaldılar ve helak oldular.]

[Şu geçmiş milletlerin hallerini Kur'ân'da zikir ve akıbetlerini beyanetmek;   nâsa açsk bir yol göstermek ve doğru yola sevket-mektir ve müttekilere bir nıevizedir,]

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile âyetten maksad; âsi ve muti' ümmetlerin haklarında cereyan eden âdât-ı ilâhiyeye nazarla üm-met-i Muhammediyeyi ibrete davet etmektir. Çünkü; ümem-i sa-lifeden resullerine muhalefet edenler muhalefetleri sebebiyle he­lak oldular, dünyada eserleri kalmadı, ancak muhalefetleri dünya­da helake ve âhirette azaba ve ilâ yevm-ilkıyam arkalarından la­nete sebeboldu. Bunların sebebi de dünyaya hırsları olmuştur. Gerçi resullerine itaat eden mü'minlerin dahî dünyaları baki kal­maz, lâkin gazab-ı ilâhi ile helak olmadığı gibi âhirette ebedî aza­ba da müstehak olmaz ve dünyada asilere olan lanete bedel bun­ların senaları baki kalır ve zikr-i cemil ile yâd olundukça halkın güzel dualarına ve rahmetle zikrolunmaya nail olurlar.

Yeryüzünde seyirle emir den maksad; ibretin husulü­dür, yoksa bilfiil müsaferet etmekle emir değildir. Ayette be­yan olunan şeyle murad; Kur'ân'da zikrolunan emrü nehye, va'd ve vaîde ve usul~ü itikadiyata ve furu-u âmâle müte­allik ahkâmdır. Zira; Kur'ân'm ahkâmı, insanları tarîk-ı müstaki­me irşad ettiği için ayn-ı hidayet olduğu gibi müttekileri hayır yola sevkettiği için de ayn-ı va'z ve nasihattir. [115]

 

Vacip Tealâ geçmiş ümmetlerin hallerinden ibretin lüzumu­nu tavsiye ettiği gibi onlardan âsi olanların devletleri kuvvetli olsa dahi akıbet inkıraza mahkûm olduğunu beyanla Kureyş'in kuvvetlerinden ehl-i imana fütur gelmemesini tavsiye etmek üzere buyuruyor.

[Düşmanla mücahedenizden size isabet eden meşakkatten za­yıflamayın ve sîzden şehid olanlara mahzun düşmanlarınızdan âlisiniz.    Eğer size Allah'ın nusret vereceğine imanınız varsa azminize fütur getirmeyin.]

Geçmiş ümmetlerin hallerine nazar et­mekle emir; bu âyette beyan olunacak vesâyaya mukaddimedir. Çünkü; Fahr-i Razi'nin beyanına nazaran âyetin, (Uhud) Gazasın­da ehl-i imana arız olan meşakkate karşı tesliye ve teşci için nazil olduğu nıervidir. Zira; (Uhud) günü ensardan yetmiş ve muhaci­rinden beş kimse şehid olmuşlardı. Binaenaleyh; ehl-i İslama küf-farın galebesinden telâş ve korku arız olduğundan o korkuyu kal­dırmak için Cenab-ı Hak düşmanın kuvvetine bakarak «Size ve­him, gevşeklik gelmesin ve mahzun olmayın. Herhalde bizim nus-retimiz sizinle beraberdir. Eğer iman ve itikad ederseniz ve sebat ettiğiniz surette elbette siz âlisiniz» buyurmakla mü'minleri teşci' ve muharebeden hâsıl olan kederi izale etmiş ve ehî-i imanın müş­riklerden âlâ oldukları sarahaten beyan olunmuştur. Ancak bu; imanlarında devam ve sebat etmek şartıyladır. Çünkü; Beyzavi'-nin beyanı veçhile mü'minler imanlarının muktezası üzere sebat ve amelettikçe herhalde müşriklerden mertebeleri yüksek oldu­ğuna delâlet eder. Zira; onlar hak üzere hareket edip mücahede-leri Allah'ın dinini ilâ için olduğundan şehidleri Cennet'tedir. Amma müşrikler itikad-ı bâtıl üzere oldukları gibi muharebeleri de din-i ilâhiyi iptal için olduğundan maktulleri Cehennem'dedir. Şu kadar ki ehl-i İslâm'ın ulviyeti ve onlara Allah'ın nusreti iman­larında sebat ve din-i İslama yapışmalarına bağlanmıştır. Binaen­aleyh; Vacip Tealâ imanlarına binaen âli olacaklarını beyan bu­yurmuştur.

Hulâsa; din-i İslâmm âli ve ehl-i îslâmın galip olacaklarını ve akıbet devlet ve şevket, İslâm eline intikal edeceğini ve müminle­rin düşmanlarına galebe ve istilâ edeceklerini beyanla ashab-ı Re-sululîah'ı Cenab-ı Hak tesliye ve tebşir etmiş ve çok zaman geç­meksizin Devlet-i İslâmiye şevket bularak kâfirler zelîl ve rüsva ve akıbet Ceziret-ül Arab tamamen ehl-i imanla dolarak ehl-i kü­für cümleten mahv-ü münkariz olmuşlardır. [116]

 

Vacip Tealâ (Uhud) Gazasında vaki olan zahmetlere hüznet-memek lâzım olduğunun esbabını beyanetmek üzere

buyuruyor.

[Eğer sizi harbin yarası ve yaranın elemi messederse mahzun olmaym. Zira; sizden evvel size dokunan yaranın misli sizin düş­manınız olan kavme dokundu.] Şu halde onlar mahzun olmayıp fütur getirmeyince siz de mahzun olmayın.

[Halbuki harp günlerini.ve harbin neticesi olan galibiyet ve mağlubiyeti biz nâs arasında döndürürüz.]

Binaenaleyh; kâfir mü'min, muhik ve mubtıl cümlesi beynin­de muharebeden tevellüd edecek neticelere göre günleri nöbetle gezdiririz. Bazı zaman kâfirler zaferyâb, mü'minler mağlûp olur ve bazan da hâl bilâkis zuhur eder ki, herkes herşeyin kudret-i ilâhiye tahtında olduğunu bilsin. Zira; daima zafer bir tarafa ve­rilse galip olan taraf tuğyan eder, kudret-i ilâhiyeyi unutur ve bü­tün zaferi kendi iktidarına mal etmeye başlar, fakat bazan mağlûb olunca kendi elinde birşey olmayıp ancak Sâni' Tealâ'mn kudre­tiyle olduğunu bilir ve nefsinde aczini itirafla Allah'a iltica eder.

[Ve Allahü Tealâ mü'minleri münafıklardan ayırsın ve mağ­lubiyetiniz sebebiyle sizden birtakım şehidler ittihaz eylesin. On­lar mertebe-i şehadeti ihraz etsinler için biz günleri nöbete bağ­lar ve bazan müşrikleri galip kılarız. Halbuki Allahü Tealâ zâlim­leri sevmez.]

[Biz mü'minleri günahlardan tathir ve kâfirleri ihlâk etmek için günleri ve günlerde vuku' bulan muharebeleri nâs beyninde nöbetle gezdiririz ki menfaatiniz hâsıl olsun.]

Yani; eğer size bir musibet isabet ederse muhakkak o musi­betin misli sizden evvel hasmınıza isabet etmiştir. Binaenaleyh; mahzun olup azminize fütur ve gayretinize zaaf getirmeyin. Zira; biz Azimüşşan zamanları insanlar arasında nöbetle döndürürüz. Nöbetle günleri döndürdüğümüzün hikmeti; Allahü Tealâ mü'min­leri münafıklardan tefrik etsin içindir. Çünkü; bazan müzminler mağlûb olunca münafık olanlar mağlûbiyeti fırsat addederek mü'-minlerden ayrılırlar. Binaenaleyh; imanında sabit olan mü'minler kimler olduğu bilinir ve mü'minleri bazı günlerde mağlûp kılarız ki, onlardan şehidler ittihaz eylesin ve bazan kâfirleri mağlûp kı­larız ki onlar zelil olsun. Zira; Aîlahü Tealâ, zelil kâfirleri zulüm­lerinden ve irtikâp 'ettikleri cinayet küfürlerinden dolayı sevmez. Nâs arasında galibiyet ve mağlûbiyet nöbetle deveran eder ki, Al­lahü Tealâ mü'minleri muharebede ve bilhassa mağlûbiyet zama­nında gördükleri meşakkatlere mukabil günahlarından tathir ve kâfirleri ihlâk etsin.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile bu âyette karh ; silâh ya­rası ve san acıtıcı ve keder verici musibetlerdir. Ehl-i imana (Uhud) günü birçok musibet isabet etmişse de ondan evvel Bedir'-de onun misli müşriklere de isabet etmişti. (Uhud) Gazasında İs-lâmdan şehit çok olduğu için Cenab-ı Hak o musibetten dolayı bu âyetle nıüslimleri taziye ve tesliye buyurmuş ve günlerin nâs ara­sında nöbetle deveran ettiğini beyanla kalplerini takviye etmiştir. Belki insanlar arasında saatler bile nöbetle deveran eder. Zira; bir saat evvel galip olanın diğer saatte mağlûp olduğu görülür. İşte aynı hâl, (Uhud)'da da vaki' olmuştur. Çünkü; (Uhud)'da mu­harebenin biyadesinde İslâm ordusu, harbi kazanmış ve kâfirler mağlûb olmuştu. Ancak kâfirler mağlûp olunca İslâmdan bir fırka Resulullah'ın emrettiği yerde sebat etmeyerek düşmanın mağlûbiyetini görünce muharebe hitam buldu zannıyla talana heves ede­rek yerlerinden ayrılmaları üzerine kâfirler galebe etmişlerdir. Bi­naenaleyh; aynı günde bir saat evvel galip olan ordu bir saat sonra mağlûp olmuştur.

Bunun için dünyada menfaat, mazarrat, rahat ve meşakkatte bir kimse için beka olmadığı gibi nusret ve mağlûbiyette de beka olmadığını Cenab-ı Hak eyyamın nâs arasında nöbetle deveran et­tiğini beyanla (Uhud) vak'asmda, evvel galipken sonra mağlûp ol­malarına me'yus olmamalarını ehl-i imana tavsiye etmiştir. Şu halde bazan mü'minler galip olduğu gibi bazan da kâfirleri galip kılar ki, iman, icbarı olmasın. Çünkü; her zaman ehl-i iman galip olsa imanın hak olduğuna ilm-i zaruri hâsıl olduğundan iman, ic­barı olur. Halbuki imanda muteber olan; ihtiyarîdir, icbarı değil­dir.

Tefsir-i Taberî'de beyan olunduğu veçhile bu âyette manasınadır. Yani; «Allahü Tealâ eyyamı nâs beyninde münavebe kıldı ki, mü'minleri münafıklardan temyiz ve tefrik et­sin de, mü'minler, münafıklar birbirinden seçilsin ve mü'minler, münafıkları bilsinler» demektir. Nitekim (Uhud)'da reis-i münafi-kîn olan (Ibn-i Selül) ayrıldı ve maiyetiyle beraber muharebeye iştirak etmedi.

Şüheda; şehidin cemidir, Allahü Tealâ galibiyet ve mağ­lûbiyeti nâs beyninde münavebe kıldı ki, sizden bazı kimseleri şe-hid ittihaz eylesin ve onlar da mertebe-i şehadete nail olsunlar. Allahü Tealâ lisanlarıyla imanı ikrar edip kalplerinde küfre musir olan zâlim münafıkları sevmez.

Eyyamın, nâs beyninde münavebesinde diğer bir faydası da mü'minler mağlûp olursa gördükleri meşakkat, günahlarına kefa­ret olmakla Allahü Tealâ onları günahlarından tathir ekmektir. Kâfirler mağlûp olursa ekserisinin vücudunu izale etmekle âlemi şerlerinden emin kılmaktır.

Hulâsa; bazı kâfirlerin galebesiyle ehl-i imana zarar isabet ederse me'yus olmamak lâzım geldiği ve zaman; nâs beyninde münavebe suretiyle cereyan ettiğinden galibiyet ve mağlûbiyet tev'em olduğu ve binaenaleyh; her zaman galibiyetin bir tarafta karar etmediği ve mü'minler mağlûp olduğunda azimetlerine fütur getirmemek elzem olduğu ve eyyamın nas beyninde nöbetle dev­retmesinde faide; münafıkm mü'minden ayrılması ve münafık olduğunu mü'minlerin bilmesi ve ehl-i imandan bazılarının merte-be-i şehadeti ihraz etmesi ve mü'minlerin günahlarından tathir olunup kâfirlerin kahren helak olmaları olduğu ve Allahü Tealâ'-nın nefsine ve gayre zulmeden zâlimleri -sevmediği bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [117]

 

Vacip Tealâ nâs beyninde zamanın münavebeyle cereyanında hikmet ve faideden bazısını beyandan sonra bazı âhari ve şu mü­navebenin sebeb-i aslîsini beyanetmek üzere buyuruyor.

[Belki sizden mücahede edenleri ve mücahedede tesadüf ede­ceği zahmetlere sabredenleri Allahü Tealâ bilmeksizin siz Cennet'e dahil olacağınızı zannettiniz.]

Yani; sizden mücahede ve mücahedenizde tesadüf edeceğiniz meşakkate sabrınız vâki' olup Allahü Tealâ onu bilmedikçe Cen­net'e gireceğinizi zannetmeyin. Zira; bu zannınız fâsiddir. Çünkü; siz hem muharebe edeceksiniz, hem de sabrınız vaki olmakla Cen­net'e gireceksiniz, yoksa muharebe ve sabretmeksizin Cennet'e gi­reriz zannınız yanlıştır.

[Zat-ı ülûhiyetime yemin ederim ki siz mevte mülâki olmaz­dan evvel muhakkak mevti istediniz. Size mühlet verildiği halde siz ihvanınızın vefatını gördünüz. Halbuki onların vefatlarına siz bakıyordunuz ve istediğiniz mücahedeye nail olduğunuz halde ni­çin münhezim oldunuz?]

Fahr-i Razi'nin .beyanı veçhile harj-n istifhamla vaki' nehiydir. Mücahede eden olmayınca ve mücahedede sabreden bulunmayınca Allahü Tealâ mücahede ve sabredenleri bilmez. Zi­ra; yoktur. Allahü Tealâ varı var, yoku da yok bilir. Yoksa yoku var bilmez. Çünkü; yoku var bilmek cehli alâlallah olduğundan muhaldir. Binaenaleyh; mücahid olmaz ve mücahede olmadığın­dan, mücahedede sabreden de bulunmazsa bittabi Cenab-ı Hak mü­cahidi ve sâbiri bilmez. Zira; yoktur. Şu halde mücahede ve sabre­denler bulunup Allahü Tealâ onları bilmedikçe yani, «Siz müca­hede edip onda göreceğiniz meşakkate sabretmedikçe Cennet'e gi­receğiz zannetmeyin. Eğer böyle zannederseniz bu zannınız yanlış» demektir.

Allahü Tealâ düşmanla mücahedeyi farz kıldığından bu farzı eda etmedikçe Cennet'e girmek uzak olduğuna işaret için istifham-ı inkârı suretiyle bu misilli zandan nehyetmiştir ki, herhalde düş­mana mukavemet lâzım olduğunu ehlti imana tavsiyedir ve ciha­dın farziyeti kifaye olduğundan bazı kimselerden mücahedenin vu­kuu diğerlerinden farzı iskat eder.

Bu âyette ehI-i imanın mevti temenni etmeleri yle murad; mevtin esbabı olan mücahedeyi temen­ni etmeleridir. Çünkü; bu âyet (Bedir) Gazasında bulunamadıkla­rından müteessif olarak Resulullah'la gazada bulunmayı arzu edip mertebe-i şehadeti ihraz etmek emeline binaen (Uhud) Gazasına çıkmak için Resulullah'a ısrar edip sonra mevkilerinde sebat etme­yerek evvelâ galebeye, saniyen inhizama sebebolanlar haklarında nazil olup onları tekdir olduğu Beyzâvî ve Medarik'in cümle-i be-yanatmdandır. Mertebe-i şehadeti istemeleri düşmanın galebesini istemek olduğundan bu talepleri tekdiri mucip olmuştur. Gerçi şehadet isteyenlerin, hatırlarına düşmanın galebesi gelmemişse de talepleri bunu müstelzimdi. Zira; alelekser şehadet mağlûp tarafta çok olur. Binaenaleyh; insan gerek sözünde ve gerek işinde yalnız mânâ-yı zahirisine bakmayıp onun müstelzim olacağı şeyleri de düşünmesi lâzım olduğuna işaret olunmuştur. Meselâ; tabibe muh­taç olan bir hasta, kâfir olan bir doktordan ilâç alır. Onun maksadı hastalığından şifayâb olmaksa da Allanın düşmanı olan kâfire parasını vermekle düşmana menfaat îsal ettiği gibi sanatını da ter­viç etmiş olur. Şu halde bir mü'minin bunu düşünüp tabib-i müs-lim araması icabeder. Binaenaleyh; bu gibi şeylerde insanın kendi maksadının zımnında mazarrat olup olmadığını dahi düşünmesi lâzımdır.

Hulâsa; Allahü Tealâ mücahede edenleri ve mücahedede gö­recekleri meşakkate sabreyleyenleri bilmedikçe ve bunlardan hiç biri vuku bulmadıkça Çennet'e gireceğiz zannı fasid olduğu ve çünkü; nas beyninde zaman nöbetle cereyan ettiğinden bunların elbette vuku bulacağı ve eshab-ı Resulullah'ın mertebe-i şehadeti temenni ettikleri ve gözleri önünde şehid olanları gördükleri bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [118]

 

Vacip Tealâ (Uhud) Gazasında inhizama sebebolanları tekdir ettikten sonra münafıklardan «Muhammed (S.A.) resul olsaydı katlolunmazdı veyahut başı yaralanmazdı» demelerine karşı onla­rın bu sözlerini reddetmek üzere :

buyuruyor.

[Muhammed olmadı, illâ bir resul oldu ki, o resulden evvel birçok rusül-ü kiram geçti. Eğer Muhammed ölür ve katloluııursa siz onun dininden döner, ökçeleriniz üzerine inkılâp ve irtidad eder misiniz?] Peygamberdin vefatı veya katli sizin irtidadınızı icabeder mi? Ve ondan evvel geçen resullerin vefatları ümmetleri­nin irtidadım icabetti mi ki, sizin resulünüzün vefatı irtidadınızı icabetsin?

[Eğer sizden bir kimse Ökçesi üzerine döner gibi dininden dö­ner, irtidad ederse o kimse elbette AUahü Tealâ'ya hiçbir zarar edemez. Ancak irtidadmdan zarar kendine ait olur. Zira; AUahü Tealâ zarardan münezzehtir ve AUahü Tealâ elbette nimetine şük­reden] eri güzel ceza ile cezalandırır.]

Yani; Muhammed (S.A.) geçmiş ümmetlerin resulleri gibi bir resuldür. Onların vefatlarıyla ümmetleri dinlerinde sebat edip ir­tidad etmedikleri gibi resulünüzün irtihalinden sonra sizin de di­ninizde sebat edip irtidad etmemeniz lâzımdır. Şu halde geçmiş ümmetler ve onların resulleri size büyük delil ve ibrettir. Onlar dinlerinde sebat eder de siz niçin sebat etmezsiniz? Halbuki bir kimse resul olunca ölmemesi veyahut düşman tarafından yaralan­maması ve sair avarız-ı beşeriyeden münezzeh olması lâzım gel­mez.

Fahr-i Razi, Kazi, Hâzin'in ve Ebussuûd Efenöli'nin beyanları veçhile âyet-i celile (Uhud) Gazasında ashab-ı kirama arız olan bazı halatı tasvir eder. Çünkü; Resulullah ashaptan ok atacakları (Ce-bel-i Uhud)'un dibinde karar etmek, hatta muharebe aleyhe cere­yan etse dahî yerlerinden ayrılmamak üzere emir verdi ve askeri o yolda tertip etti. Tirendazlar emr-i Resulullah üzere hareket edip mevki-i mezkûru tuttular ve oradan hücuma yeltenen kâfirlerin alemdarlarını ve bazı ilerj gelenlerini Öldürdüler. Resulullah da Ebu Süfyan fırkasını maiyetiyle beraber bozup kâfirler inhizama uğrayınca (Cebel-i Uhud)'un esasında karara ve düşmanın orada melhuz hücumunu defe memur olanlar emval-i ganimet almak için yerlerini terketmeleri üzerine müşrikler kendilerini toplayıp çevirme hareketiyle asakir-i İslâmiyeyi bozdukları sırada müşrik­lerden birisi taşla Resulullah'ın yüzünü yaraladı ve dişini şehid etti. (Mus'ab) Hazretleri onu defe çalışmaktayken şehid oldu. Re-sulullah'ı yaralayan ve (Mus'ab)'ı şehid eden (Abdullah b. Ku-mey'e) Mus'ab'ı Resulullah zannıyla «Ben Muhammed (S.A.)'i katlettim» deyince yüksek sady ile Resulullah'ın katline dair Şey­tan tarafından bir feryad-ı figan zuhur etti. Bunu bilmeyen müs-lümarilar inandı ve ordu-yu Islama tamamen bozgunluk ve peri­şanlık arız oldu ve münafıklar da «Muhammed (S.A.) Resulullah olsaydı katlolunmazdı» diyerek zuafanm zihnim teşviş ettiler. Re-sulullah (S.A.) Efendimiz eshab-ı kiram beyninde bu suretle şü­yu' bulan keyfiyet-i katli reddetmek üzere <*Ya ibadallah! Bana gelin» demekle berhayat olduğunu ilân etti ve ashabından otuz kişi etrafına toplandı. Ve Hz. Enes'in ammisi (Enes b. Nadr)'m «Re-sulullah öldüyse Rabbisi baki ve dini kaimdir» dedi ve kılıcını sı­yırdı ve şehid oluncaya kadar mücahedeye devam etti. Badehu küffar" dağılıp muharebe bittikten sonra bu âyetin nazil olduğu mervidir. İşte bu vak'a muharebede askerin âmirine son derece itaati vacip olduğunu ve herkesin aldığı emir üzere hareket etme­si lâzım geldiğini ve emrin hilâfında hareketin fena netice tevlid edip inhizama sebep olacağını ve askerin tabiyesinde sebatı, harbi kazandıracağını beyanla İslâm ordusuna mühim bir derstir.

Hulâsa; bir resulün vefatı veya katliyle dininin terk olunma­yacağı ve Resulullah'ın evvel geçen ümmetlerin resulleri gibi bir resul olduğundan onların vefatlarıyla ümmetlerinin dinlerini ter-ketmedikleri gibi bu ümmetin de resulü vefat ederse dininin terko-lunmayacağı ve dininde irtidad eden kimsenin Allah'a hiçbir şey zarar edemeyeceği ve ancak kendinin zarar edeceği ve imanında sebat eden kimselerin haklarında va'd-i ilâhi olarak nimet-i imana şükredenlerin güzel cezaya nail olacakları bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [119]

 

Vacip Tealâ (Uhud) Gazasında vaki olan bazı halleri tasvir ettiği gibi ehl-i imanı mücahedeye terğib etmek üzere

buyuruyor.

[Hiçbir nefis için vefat etmek olmadı. İllâ Allah'ın izniyle ve­fat eder. Binaenaleyh; Allahü Tealâ izin vermedikçe hiçbir kimse­nin ruhu kabzolunmaz. Zira; Allahü Tealâ her nefsin ecelini mu­ayyen bir vakte yazdı.] O vakit gelmeden evvel hiçbir kimse ve­fat etmediği veya katlolunmadığı gibi vakti geldiği anda eceli de tehir olunmaz.

[Ve eğer bir kimse dünya menfaatini m ur a d eder ona göre çalışırsa biz ona dünya menfaatini veririz.]

[Ve eğer bir kimse âhiret sevabını isterse biz ona âhir et se­vabını veririz.]           

[Nimet-i imana şükür ve mücahedeye devam edip ameliyle ancak âhiret sevabı isteyenlere biz güzel ceza veririz.]

Yani; muharebeye gitmekle bir kimsenin ölmesi lâzım gelmez. Zira; hiçbir nefis ölmez, illâ onun ölmesi, yazılmış olan vakt-i mu­ayyende Allah'ın emriyle ölür. Binaenaleyh; hiçbir kimse harpten kaçmakla ölümden kurtulmuş olmaz. Şu halde harbe gitse de git­mese de eceli için tayin olunan vakitten, eceli takdim veya tehir olunmaz. Eğer bir kimse cihadından ve sair amelinden dünyada ecir murad eder, niyeti dünyaya münhasır olursa ancak mükâfa­tını alır, âhirette sevap görmez ve eğer cihadından ve bilcümle amelinden âhiret sevabı isterse âhiret sevabını alır. Zira; amelde niyet muteber olduğundan niyetine göre nasibedar olur. Nimete şükredenleri Cenab-ı Hak güzel ceza ile cezalandırır.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile münafıkların (Uhud) Gazasın­da işaa ettikleri yalanlar üzerine Cenab-ı Hak bu âyetle mü'min-lerin kalplerini takviye ve her nefsin Allah'ın emriyle vefat ede­ceğini beyan eylemiş ve resulünü nasın şerrinden muhafaza etti­ğini ve edeceğini bilfiil (Uhud) vak'asmda ispat etmiştir. Zira; o ma'rekede esbab-ı helakten hiçbir şey kalmayıp hepsi hasıl ol­muştu. Çünkü; Resulullah'ın ashabı dağıldı, ordu bozuldu, kendi­leri yalnız kaldı, katletmek için kâfirler hücumetti, dişi şehid oldu ve başı yarıldı. Öyle olduğu halde Cenab-ı Hak resulünü düşman­larının şerrinden muhafaza etti. Binaenaleyh; bir kimse ne kadar helake maruz kalsa ve hakkında bilumum esbab-ı helak hazırlansa Allah'ın emri olmadıkça onu hiçbir kimse Öldüremez.

Bu âyette Allah'ın izni yle murad; Allah'ın emri ve o nefsin vefatına taalluk eden iradesi ve ilminin taallûkudur. Bi­naenaleyh bu âyet; maktulün eceliyle vefat ettiğine ve ecelin tağ­yir olunmadığına delâlet eder. Kitab-ı müeccel le mu­rad; her şahsın ecelinin yazıldığı ve tayin olunduğu kitap ve za­mandır.

İnsanın amelinde itibar ve semeresini almakta medar olan şey, insanın iradesi ve niyeti olduğuna ve niyetine göre ecir ala­cağına bu âyet delâlet eder. Binaenaleyh; herkes amelinde hayır niyet etmesi lâzımdır ki, değerli bir ecre nail olsun. Çünkü; (Uhud) Gazasına hazır olanlar iki fırkaydı; Onlardan birinin muradı; era-val-i ganimet almak ve şecaatti, görünüp nâsın kendini bahadırlıkla sena etmesi gibi menfat-ı dünya idi. Onlar talana dağılmakla inhi-zama sebep olduklarından Cenab-ı Hak onlara ta'riz olmak üzere «Amelinden muradı dünya olan, dünyaya nail olur» buyurmuştur. Diğer fırkanın maksadı; âhiret sevabı olduğundan onlar maiyet-i Rasulullah'ta sebat ve bir derece düşmanlarına karşı müdafaa et­tiler. _ Onların da büyük sevaba nail olduklarını Cenab-ı Hak bu âyetle beyan buyurmuştur.

Gerek dünya ve gerek âhiret talebeden matlûbunun bir mik­tarına nail olacağına işaret için ba'za delâlet eden ( j* lâfzı vârid olmuştur. Yani «Sevab-ı dünya murad eden kimseye dünya­dan bir miktar ve sevab-ı âhiret murad edene âhiretten bir miktar veririz» demektir. [120]

 

Vacip Tealâ resulünün geçmiş ümmetlerin resulleri gibi bir resul olduğunu ve bir kimsenin resul olması vefatına mâni olma­dığını ve resulün vefatı dininden dönmeye sebep olmayacağını ve muharebeye haazır olmakla Ölmek lâzım gelmediğini ve izn-i ilâhi olmadıkça hiçbir kimsenin vefat etmeyeceğim beyanettiği gibi enbiyayı sabıkadan bazılarının ve ümmetlerinin tarîklerini dahî be­yanla ümmeti Muhammediyeyi harbe teşvik etmek üzere buyuruyor.

[Nebilerden pek çoklarıyla birçok âbid ve z âh idler mukatele ve düşmanlarıyla muharebe ettiler. Binaenaleyh; Allahü Tealâ'-nın yoluna mukateledc kendilerine isabet eden mesaipten fütur ge­tirmediler ve zaaf da göstermediler ve düşmanlarına boyun eğip meskenet de kabul etmediler. Halbuki; Allahü Tealâ sabredenleri sever ve muhabbet eder.] Şu halde onlar sabrettiler ve muhabbet-i ilâhiyeye mazhar oldular. Ey ümmet-i Muhammedi Sizin de onlar gibi olmanız lâzımdır.

Yani; geçmiş ümmetler düşmanlarıyla mukateleden çekinme­dikleri gibi siz de çekinmeyin. Zira; çok nebilerle beraber ümmet­lerinden birçok cemâat, ulema ve fukaha düşmanlarıyla mukatele ettiler ve tarîk-ı hakkı i'lâda kendilerine isabet eden belâyâdan ve birçoklarının katlolunmasmdan korkmadılar ve tesadüf ettikleri müşkülâttan yorulmadılar, muharebede za'fiyet göstermediler ve düşmanlarına boyun eğip yalvarmadılar, belki cesur arslanlar gibi düşmanlarına hücumla sabır ve sebat ettiler. Zira; Allahü Tealâ sabredenleri sever.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile âyetten maksad; enbiya-yı sai-renin ve ümmetlerinin fîsebilillâh harpten usanmayıp harbe de­vam ettiklerini ve yorulmayıp düşmanlarına baş eğmediklerini be­yanla ümmet-i Muhammediyeyi Resulullah'la beraber mücahedeye teşvik etmektir. Binaenaleyh; (Uhud) Gazasında Resulullah'ın katlolunduğuna dair şayi' olan yalan üzerine harbi terkedip düş­mandan korkan ve hattâ reis-i münafıkîn olan (Abdullah b. Selûl) ile düşmana dehalet edip, eman talebi için onu şefaatçi yapmak is­teyen zayıf kalpli müslümanlara bu âyetle Cenab-ı Hak tariz etmistir.vehin ;   insanın her tarafını ihata eden korku

ve kalbe arız olan zaaftır. zaaf;   cismin kuvvet ve kudretini ihlâl eden zayıflık ve imanlarının gevşeyip kalbe ânz

olan şek ve şüphedir. istikânet;   zaafının eser~i aczini hariçte göstermek ve düşmana boyun eğmektir.

Vacip Tealâ bu âyette enbiya-yı sabıkanın birçoklarının üm­metlerinde beş sıfat zikretmiştir: Birincisi; düşmanla muharebeden çekinmemek. İkincisi; düşmandan korkup asla fütur getirmemek. Üçüncüsü; düşmana karşı asla zayıf görünmemek. Dördüncüsü; düşmandan korkup boyun eğmemek. Beşincisi; düşmana karşı sa­bır ve sebat edip metanetini kaybetmemektir. İşte bu âyette Ce-nab-ı Hak bunları beyanla ümmet-i Muham.medin dahî düşmana karşı bu sıfatları takınması ve eser-i zaaf göstermemesi lâzım ol­duğunu beyan ve harbe terğib buyurmuş ve düşmana karşı sabre­denlere yardım edeceğine işaret etmiştir. Çünkü Beyzavi'nin be­yanı veçhile Cenab-ı Hakk'm sabredenlere muhabbetini beyanet-mek; düşmanlarına karşı nusret edip kadirlerini âli kılacağını va'-detmektir. Zira; Allah'ın kuluna muhabbeti dünyada i'zazü ikram ve âhirette sevaba muvaffak kılmakla Cennet'e ithal etmektir.

Rabb-i Tealâ'ya mensup olan ulema, fukaha ve âbid mânâsınaysa da, Taberî'de beyan olunduğuna nazaran cemâ-ât-ı kesîre, binlerce çok kimseler mânâsında dahî müstameldir. Bu­rada hangi mânâ murad olunursa olunsun birçok kimselerin nebi-leriyle beraber düşmana karşı vardıklarını beyandır. [121]

 

Vacip Tealâ geçmiş ümmetlerden din-i ilâhi uğrunda düşma­na karşı sebat eden mücahitlerin fiilen muhassenatmı beyanettiği gibi kavlen muhassenatmı dahî beyanetmek üzere buyuruyor.

[Mücahidlere meşakkat isabet ettiğinde onların sözleri olma­dı, illâ »Ey bizim Rabbimiz! Günahlarımızı ve bazı işimizde had­dini tecavüz eden israfımızı mağfiret et ve düşmanlarımıza karşı vardığımızda ayaklarımızı sabit kıl, kaydırma ki, kalplerimizde korku kalmasın ve kavm-i kâfir üzerine bize nusret ver» demeleri oldu.]

Yani; onların sözleri şu duaları oldu ki, onlar maddî kuvvet­leriyle beraber a'dânın şerrini defe çalıştıkları gibi mânevi olarak da Cenab-ı Haktan istimdad etmekten dahî geri durmadılar. Şu halde ümmet-i Muhammed'in fiilen onlara uymaları ve mücahe-deye devamları lâzım olduğu gibi kavlen dahi iktida edip onların duaları gibi veya sair dualarla Cenab-ı, Hak'tan istimdad etmeleri lâzım olduğuna âyet delâlet eder. Çünkü Kur'ân'da zikretmek; bu ümmetin ittibaı içindir. Binaenaleyh; ümmet-i Muhammedin de maddî ve mânevi esbaba tevessül etmeleri vaciptir.

Bu âyette Cenab-ı Hakkın nusretine istihkakın şartlarını be­yan vardır. Çünkü; ümem-i sâlifenin Allah'tan nusret taleb eden­leri şu tertibe riayet etmişlerdir: Birincisi; günahlarının mağfire­tini istemek, ikincisi; ciddiyetle kebairden tevbe edip israftan te­vakki etmeyi Cenab-ı Hak'tan istirham etmek, üçüncüsü; muhare­bede tesadüf edeceği meşakkatten zaaf göstermeyip ayaklarının sabit olmasını Cenab~ı Hak'tan istemek, dördüncüsü; kâfirler üze­rine nusret vermesini Rabbisinden istirham eylemektir. Şu halde nusretin şartları; günahtan teberri, sabır ve sebat edip eser-i zaaf göstermemektir. Zira Cenab-ı Hakkın ümem-i sâlifenin işbu ter­tibe riayetlerini beyanetmesi; bu tertibe riayetin lüzumunu beyan ve ümmet-i Muhammed'e talim etmektir ki, bu tertibe riayet olu­nan duanın kabul olunacağına işaret etmiştir. [122]

 

Vacip Tealâ ümem-i salife mücahitlerinin muhassenat-ı fiiliye ve kavliyelerini beyanettiği gibi hasenelerinin mükâfatını dahi be-yanetmek üzere buyuruyor.

[O mücahitler maddi ve manevi sa'yedince, AHahü Tealâ on­lara nusret, emval-i ganimet ve düşmanları üzerine galebe ve fü-tuhat-ı kesîre gibi dünya sevabı ve menfaatlerim ve Cennet gibi âhiret sevabının güzelini verdi. Zira; AHahü Tealâ ihsan edenleri sever ve muhabbet eder.]

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile sevab-ı dünya ile murad; mamur olmak ve düşmanı kahretmek ve hüsn-ü sena ve nur-u imanla kalpleri münşerih olmak ve şüphelen bilkülliye zail olup masiyetleri kefaret olunarak günahlarından tâhir olmaktır. Sevab-ı âhir etle murad; Cennet ve Cennet'te olan nimet­ler ve ferah ve sürür ve enva-ı tazimat ile mütena'im olmak ve ce-mal-i ilâhiyi müşahede etmektir. Gerçi bunlar henüz verilmemişse de, Cenab-ı Hak âhirette vereceğini vaadettiğinden bilfiil vermiş gibi addolunduğu cihetle «Allahü Tealâ verdi» denilmiştir.

Nimet-i âhiretin küllisi güzel olup celâleti kader sahibi oldu­ğuna işaret için sevab-ı âhireti hüsün ile tavsif buyurmuştur. Ni­met-i dünya az olduğu gibi birtakım mazarratla karışık olduğun­dan hüsünle tavsif etmemiştir. Mücahitlerin maddi esbapla ve düş­manlarıyla fisebilillâh muharebeleri ve dinleri uğrunda canlarını fedaya hazır olmaları ve manevi istiğfarla günahlara tevbe ve dua ile Cenab-ı Hakka ilticaları ihsan olduğuna işaret için mücahidin­den ile ta'bir olunmuştur. Çünkü; işleri ve sözleri ih-lâsa mukarin ibadet olduğu cihetle ihsan kabilinden olduğunu be­yan için denmiştir, yoksa denilse olabi­lirdi. Ancak ihsan sıfatıyla muttasıf oldukları anlaşılmazdı. [123]

 

Vacip Tealâ ümem-i salife mücahitlerinin muhassenatını be-yanettiği gibi kâfirlerin sözlerine itaat etmemelerini mü'minlere tavsive etmek üzere buyuruyor.

[Ey mü'minler! Eğer kâfirlere itaat eder, sözlerini dinlerse­niz, onlar sizi iziniz üzerine eski din-i batıla döndürürler. Siz de zarar ve ziyan edici olduğunuz halde dönersiniz. Şu halde onların sözlerine bakmayın ki zarar görmeyesiniz.]

[Belki sizin mevlânız ve yardımcınız Allahü Tealâ'dır. Hal­buki Allahü Tealâ yardım edicilerin hayırlısıdır.J Binaenaleyh; bütün işlerinizde ve bilhassa muztar olduğunuz zamanlarda Allahü Tealâ'dan yardım talebedin. Zira; düşmanınızın şerrini sizden def­edecek odur. Ondan gayrı bir mevlâ yoktur ve her zaman yardıma kaadir olduğundan her ne vakit kemal-i ihlâsla muaveneti talebe-derseniz, muavenet eder ve dostlarını düşmanları üzerine galip ki-1 lar.

Âyetin sebeb-i nüzulü; (Uhud) vakasında hadis olan hezimet­tir. Binaenaleyh; Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile kâfirler le murad; müşriklerin reisleri (Ebu Süfyan) ve a'vânıdır. Zira; o gün­de Kureyş içinde sözü dinlenen ve emri nafiz olan o idi. Cenab-ı Hak Ebu Süfyan ve etbaına itaatten mü'minleri men'etmiştir. Ya­hut bu âyette kâfirler le murad; münafıklardır. Zira; sair vakitte âdetleri olduğu veçhile mü'minlerin kalplerine şüphe ko­yan ve Resûlullah'm katlolunduğuna dair olan yalanı halk arasına dağıtan ve mü'minlere «Eğer Muhammed (S.A.) rasul olsa bu mi­silli vakalar olmazdı, belki Muhammed (S.A.)'in sair nâstan farkı yoktur. Çünkü; bazı vakalar lehine ve bazısı aleyhine zuhur edi­yor, şu halde resul değildir. Binaenaleyh; eski dininize dönmek si­zin için hayırlıdır» demekle zuafa-yı mümininin kalplerini teşviş etmişlerdi.

İşte Cenab-ı Hak ehl-i imana «Kâfirlerin sözünü dinler ve emirlerine itaat ederseniz sizi eski dininize döndürürler. Dünyada ve âhirette zarar görürsünüz» buyurmuştur. Ayetin nüzulüne bu vaka sebep olmuşsa da, esah olan âyette; kâfirlerle murad; bilumum kâfirlerdir. Zira itibar; lâfzın umumuna olup sebebin hususuna değildir. Binaenaleyh kâfir lâfzı; münafık, müşrik ve mülhid bilu­mum kâfirlere şâmil olduğu cihetle Cenab-ı Hak ehl-i imanın kâ­firlerin sözlerine itimat etmemesi ve aldanmaması lâzım olduğunu ve eğer sözlerine inanırlarsa, mü'minlerin zarar göreceklerini be­yan buyurmuştur.

Itaatle murad; onlarla müşaverede ve sair hususatta emir­lerine itaattir. İtaatten men'in illeti; ikidir: Birincisi; itaat edilirse dinden döndürmeleridir, İkincisi; dininden dönenlerin bilkülliye zarar görmeleridir. Yani; «İtaat ederseniz dininizden döndürürler, bütün bütün zarar edersiniz. Şu halde nefsinizi zarardan vikaye için itaat etmeyin» demektir.

Ayette hüsran; dünyaya ve âhirete şâmildir. Dünyada hüsran; kâfirlere itaat ve tezellül ve düşmana arz-ı ihtiyaç etmek gibi şeylerdir. Zira; aklı olan insan için düşmana arz-ı ihtiyaç et­mekten daha müşkül birşey olmaz. Çünkü; düşmana boyun eğmek enva-ı zilleti camidir. Âhirette hüsran; Cehennem'e girmek ve Cennetten mahrum olmaktır.

Kâfirlere itaat; kâfirlerden yardım istemek ve muavenet bek­lemek için olacağından Cenab-ı Hak «Sizin yardımcınız ve mevlâ-nız olan Allahü Tealâ'dır ve Allahü Tealâ bilumum yardımcıların hayırlısıdır» buyurdu. Zira; Allahü Tealâ herkesin halini ve ihti­yacını ve istediği şeyin haline münasip olduğunu ve olmadığını bil­diği gibi, her zaman istediğini vermeye ve yardım etmeye kudret-i kâmile sahibidir. Binaenaleyh; herkes isteyeceğini ondan istemeli ve yardımı ondan beklemelidir. Zira; Allahü Tealâ cümle yardım­cıların hayırlısı ve kullarının mevlâsıdır. Binaenaleyh; ezher cihet nusrete ve ihsana kaadir olan Allahü Tealâ'yı bırakıp da birtakım âciz kimselerden yardım istemek hamakatten başka birşey değildir.

Hulâsa; mü'minler için düşman olan kâfirlerin sözüne itimat ve emrine itaat caiz olmadığı ve eğer itaat eden olursa, dininden döndürmeye sa'y edecekleri ve eğer dinlerinden döndür ürlerse, di­ninden dönenler dünyada ve âhirette zarar görecekleri ve mü'-minlerin yardımcıları ancak Allahü Tealâ olduğu bu âyetten müs-tefad olan fevaid cümlesindendir. [124]

 

Vacip Tealâ müşrik ve münafık bilcümle kâfirlerin sözlerine itimad etmemek lâzım olduğunu beyanettiği gibi onlardan kork­mamak dahi lâzım geldiğini ve onların küfürleri sebebiyle kalple­rine korku konulduğunu beyanetnıek üzere buyuruyor.

[Kâfirlerin şirklerine bir delil nazil olmadığı halde, Allah'a şirkleri sebebiyle onların kalplerine elbette Biz Azimüşşan korku koruz ve kâfirlerin makamları Cehennem ateşidir ve zalimlerin makamları ne kadar çirkin oldu.] Çirkin olan makam; Cehennem ateşidir.

Yani; ey mü'minler! Siz ihlâs üzere bize teveccüh edin ve an­cak bizden yardım isteyin, kâfirlerin sözlerine aldanmayın ve ken­dilerine ehemmiyet vermeyin ve onlardan korkmayın. Zira; biz onların kalplerine şirkleri sebebiyle korku bırakırız. Binaenaleyh; zayıf olduğunuz halde sizden korkarlar, üzerinize gelemezler. Çün­kü; batıl olan şirki irtikâp edin diyerek onlara bir delil nazil olma­dığı halde kendi elleriyle taştan ve ağaçtan yaptıkları putları Al­lah'a şerik itikad etmelerinin şeameti sebebiyle onların kalbi korku ve ıztıraptan hâli olmadığı cihetle sizin üzerinize korktuğunuz de­recede gelemezler. Binaenaleyh; onlardan korkup sözlerine itimad etmeyin Şu halde onlar dünyada şevket-i İslâmiyeden havf üzere vakit geçirdikleri gibi âhirette onların makamları zâlimler için hazırlanan Cehennem ateşidir ve zalimlerin makamları olan Cehen­nem ne kadar fena oldu?

Fahr-i Razi, Hâzin ve Kazi'nin beyanları veçhile kâfirlerin kalplerine korku bırakılması (Uhud) vakasına mahsus olmak ihti­mali varsa da, esah olan lâfzın umumuna nazaran her yerde ve her zamana şâmil olmaktır. Gerçi bundan evvelki âyetler (Uhud) vakası hakkında olduğu gibi bu âyet dahi (Uhud) vakası hakkında nazil olmak ye ashabı teşci için Kureyş kâfirlerinin kalplerine korku ilka olunduğunu beyanetmek muhtemelse de, âyetlerde se-beb-i nüzulün hususuna bakılmayıp ancak lâfzın umumu nazar-ı itibara alınmak kaidedir. Binaenaleyh bir vakanın hükmünü be­yan hakkında nazil olan âyetin hükmü; o vakaya münhasır olmaz. Kıyamete kadar o vakanın emsali havadisin cümlesinin ahkâmına şâmil olur. (Uhud) vakasında kâfirler galip oldukları halde hiçbir sebep olmaksızın kendilerine korku arız olduğundan galipken mağ­lûp gibi firar ettiler. Halbuki harbe devam etseler ehl-i İslâmı da­ha ziyade perişan edebilirlerdi.

(Uhud)'da arız olan korku üzerine firar edip bir müddet git­tikten sonra (Ebu Süfyan) ve aVânı nedamet ederek geri dönüp ehl-i imanı tamamen kılıçtan geçirmeyi azmetmişlerse de, Allahü Tealâ'nın onlara inzal ettiği korku sebebiyle cesaret edememişler­dir. İşte eh-li İslâmın azlığı ve bozulmasıyla beraber Allahü Tea-lâ'nın lûtfu olarak korkuyu kâfirlerin kalplerine yerleştirmekle bu âyetteki vaadini birinci defa olarak (Uhud) vakasında incaz bu­yurmuştur. Binaenaleyh; şu halde Vacip Tealâ'nm ehl-i İslama lutfunun ve ehl-i küfre gazabının eseri olduğu cihetle din-i İslâm'­ın yardımcısı gayet az olup bütün dünya küfürle dolu ve edyan-ı saire erbabıyla memlû bulunduğu halde din-i İslâm'ı edyan-ı saire üzere âli ve edyan-ı saire erbabını makhur ve küre-i arzın bir kısm-ı mühimmini ehl-i İslâmla doldurmuştur. İşte bu; ancak ina-yet-i ilâhiyedir, başka bir sebeple hâsıl olmak imkânı yoktur. Zi­ra; ehl-i İslâm diyanete riayetle beraber ciddiyetle çalışmaları üze­rine Cenab-ı Hakkın mahâbet-i îslâmiyeyi düşmanların gözlerinde büyütmek suretiyle ve kalplerine korku koymasıyla hâsıl olduğu meydanda bir hakikattir.

Gerçi bilumum ehl-i küfrün müslümanlardan korktukları görülmezse de, imanı olmayan her şahıs, kâfir olduğu haysiyette küf­rü sebebiyle elbette İslâmla karşı karşıya geldiğinde kalbinde her­halde bir korku olacağını Cenab-ı Hak bu âyetle beyan buyurmuş­tur. Bu âyetin eseri de her zaman görülmektedir. Yalnız müslü-manlarm diyanete riayetleri şarttır. Diyanete riayet etmeksizin «Ben müslümanım» diyerek Allah'tan lütuf beklemek doğru ola­mayacağı aşikârdır. Çünkü; Allahü Tealâ mü'minlere ve mü'min-ler içinden müttekilere vaad buyuruyor. Binaenaleyh; yalnız ismi­nin müslüman ismi olması kâfi olamaz. İsmi müslüman olduğu gibi özü de müslüman olmak lâzımdır ve korku herkesin bulun­duğu hal ve mevkie göre olur. Meselâ; asker olanların korkuları harp meydanında olduğu gibi erbab-ı ilmin korkusu da mübahese meydanında olacağı şüphesiz olup şimdiye kadar ehl-i İslâm ule-masıyla Nasârâ uleması aralarında diyanete müteallik mübahase-lerde daima ulema-yı İslâmiye galip olmuştur ve Resûlullah'ın «Bir aylık mesafede düşmanın kalbine arız olan korku sebebiyle ben mensur oldum» hadîs-i şerifi de bu manâyı teyid etmektedir.

hasmı ilzam ve defedecek kuvvetli delildir. Şir­kin hak olduğuna dair bir delil nazil olmadığı halde şirketmek ce­halet ve hamakatten başka birşey olmadığı cihetle bu âyette müş­riklerin hamakatlerini ispat vardır. Zira; Hak olduğuna delil olma­dığı gibi Hak olduğunu ispat etmekte mümkün olmayan birşeyi irtikâp edip ibadet addetmek hamakatten başka birşey değildir. Binaenaleyh; müşriklerin dünyada halleri korku, endişe ve ıztırap ve âhirette halleri Cehennem'de yanmaktır. Nisaburi ve Taberi'de beyanolunduğu veçhile bu âyet, Cenab-ı Hakkın ehl-i İslama nus-ret edeceğine vaadidir. Zira düşmanın kalbine korku koymak; es-bab-ı istilânın büyüğüdür. Yani «(Uhud) vakasında her nekadar evvel galipken, sonra mağlûp olmuşsanız da biz düşmanınızın kal­bine korku ilka etmekle size nusret vereceğiz. Binaenaleyh; me­rak etmeyin» demektir. [125]

 

Vacip Tealâ düşmanların kalplerine korku koyacağını beyan­dan sonra bu vaadini incaz ettiğini beyanetmek üzere buyuruyor.

[Zat-ı ülûhiyetime yemin ederim ki, Allahü Tealâ size nus-ret ve düşmanın kalbine korku ilka edeceğine dair olan vaadini sadık kıldı, şol zamanda ki, o zamanda siz Allah'ın izniyle onları katlediyor ve katlinizle hislerini iptal ediyordunuz. Hatta siz kork­tunuz ve timval-i ganimet emrinde münazaa ettiniz ve size, mu­habbet ettiğiniz emval-i ganimet gösterildikten sonra emr-i Re-sûlullah'a muhalefetle isyan ettiniz.]

[Zira sizden bazınız ancak dünyayı murad eder ve bazınız yalnız âhireti murad eder.] Binaenaleyh; dünyayı murad edenler emval-i ganimet almak için kendilerine tayin olunan mahalli terk­le Resûlullah'a âsi oldular ve âhireti murad edenler Resûlullah'm emrine itaatle olduğu merkezde karar ettiler.

[Siz Allah'ın ve resulünün emrine muhalefet ettikten sonra Allahü Tealâ sizi onlardan ve mallarından uzak kıldı. Zira; onlar­dan firar ediyordunuz ve onların yakın semtlerine varamıyordu-nuz. Çünkü; vaki olan kusurunuzdan dolayı Allahü Tealâ sizi be-lâ-yı hezimetle müptelâ kılmak muradetti ve müptelâ kıldı. Ve he­zimet olunca, imanında sebat edenlerle etmeyenlere ve mü'minler-le münafıklara iptilâ, imtihan muamelesi oldu. Ve Zat-ı ülûhiyetime yemin ederim ki, bu iptilâ üzerine Allahü Tealâ muhakkak sizin kusurunuzu affetti.    Zira! Allahü Teaîâ mü'minler üzerine fazlu ihsan sahibidir.] Binaenaleyh; kullarının kusurlarını affeder. Çün­kü kusuru affetmek; Allah'ın ihsanı cümlesindendir.

Vacip Tealâ bu âyette dokuz hüküm beyan buyurmuş ve bun­ların cümlesi (Uhud)'da vaki olmuştur.

Birinci hüküm; vadini sadık kılmak ve incaz etmektir. Çün­kü; (Uhud)'da Vacip Tealâ ittika ile beraber sabretmek şartıyla nusretini Resulüne vaadetnıişti. Resulullah (Cebel-i Uhud)'u arka­sına ve Medine'yi karşısına aldı ve cebelin esasını merkez tayin etti ve muharebe leh ve aleyhte nasıl cereyan ederse tirendazların merkezi bırakmamalarını emreyledi. Orada sebat ettikleri müddet galip oldular. Hatta Rasûlullah rüyasında, bir koç kesmiş ve bunu; düşmandan bir bahadırın katlolunacağıyla tabir etmişti. Müşrikle­rin alemdarı şüc'an-ı Araptan, (Talha b. Osman)'m katli ve kâfir­lerin mağlûp olmasıyla Allah'ın vaadettiği nusret hasıl olmakla vaadini ve Resulünün rü'yasmı tasdik etti. Çünkü; bidayet-i harp­te nusretin şartı olan takva var ki, emre muhalefet yok ve sabır da var ki silâh atanlar merkezde sebat ediyorlardı.

İkinci hüküm; ehl-i imanın kâfirlerin hislerini izale etmele­ridir. (Uhud)'da bu da vaki olmuştur. Zira; bidayet-i harpte Al­lah'ın emri ve izniyle mü'minler kâfirleri öldürmekle hislerini ve ruhlarını izale etmişlerdi.

Üçüncü hüküm; isyanlarıdır. Çünkü; kâfirlerin mağlûp olma­ları üzerine emval-i ganimeti görünce tirendâzân Resulullah'ın se­bat emrine muhalefetle isyan ederek emvâl-i ganimet toplamak üzere merkezi terk ettiler. Galebenin şartı olan takva ve sabır zayi' olunca haklarında zuhur eden nusreti kaybettiler ve galipken mağlûp oldular.

Dördüncü hüküm; niza'dır. Çünkü; merkezden emval-i gani­met için hareketi; bir kısmı tecviz edip «Bizim sebat etmemiz ga­lip oluncaya kadardı, şimdi galip olduk. Merkezi terketmekte za­rar yoktur» dedi. Diğer kısım da «Emr-i Resulullah harp bitinceye kadardır. Binaenaleyh; merkezde sebat lâzımdır» dedi. Velhasıl bu suretle beyinlerinde niza da vuku bulduğunu Cenab-ı Hak be­yan buyurmuştur.

Beşinci hüküm; ehl-i İslâmın korkmalarıdır. Zira emr-i Re-sulullaha muhalefet neticesi galibiyet mağlûbiyete tebeddül edip zuhur eden muzafferiyet kaybolunca korktular. Hatta severek al­maya koştukları emval-i ganimeti almaya elleri değmedi ve ne ya­pacaklarını şaşırdılar. İşte emre muhalefet fena halde bozgunluğa sebebiyet verdi. Binaenaleyh; askerlikte âmirin emrine muhalefe­tin caiz olmadığı bu âyetle sabittir.

Altıncı hüküm; bazıların dünya murad edip bazıların da âhi-ret murad etmeleridir. Zira; (Uhud)'da merkezi terkedenler dünya murad edenlerdi ki, emval-i ganimet almak için terkettiler ve mer­kezi terketmeyenler âhiret sevabı murad edenlerdir ki, Kazi'nin beyanına nazaran alemdarlarıyla beraber on kişiden aşağı olduğu mervidir.

Yedinci hüküm; ehl-i İslâm'ın kâfirlerden uzak olmasıdır. Çün­kü; merkezden hareket edince kâfirlerin galip olmaları üzerine asakir-i İslâmiye firara yüz tutup kâfirlerden uzaklaşmışlardı. Zi­ra; Ailahü Tealâ nusretini kesiverince firara mecbur oldular. Çün­kü; Allahü Tealâ ehl-i İslama imtihan muamelesi yapmak için mu­halefetten hâsıl olan kusurlarına binaen bir müddet kâfirlere mü­saadeyle ehl-i imanı firara mecbur ederek onlardan uzaklaştırdı ki, muhalefetin acısını tatsınlar ve bir daha emr-i Rasûle ihtimam ve dikkat etsinler.

Sekizinci hüküm; Allahü Tealâ'nın, muhalefet edenlerin ku­surlarını affetmesidir. Zira; affetmemiş olsaydı kâfirlerin kalple­rine korku ilka etmekle kâfirleri kaçırmazdı. Halbuki kâfirlerde bir müddet galebe devam ettikten sonra hiçbir sebep olmaksızın mağlûp gibi firar etmişlerdir. İşte şu firarları; Allah'ın mü'min-lerin kusurlarını affının eseridir.

Dokuzuncu hüküm; Allahın fazlu ihsan sahibi olmasıdır. Bu âyet-i celile; büyük günahı irtikâp eden kimsenin mü'min oldu­ğuna delâlet eder. Zira; esna-yı muharebede emr-i Resulullaha muhalefet günah-ı kebireden olduğu halde onların günahlarını af­fetmek ve onlara nusret vermek Allahm fazlu ihsanı olup mü'min-lere fazlu ihsan sahibi olduğunu beyanla mürtekib-i kebire olan kimselere mü'min tabiri, kebireyi irtikâp eden insanı imandan çı­karmadığına delâlet eder.

Hulâsa; bidayet-i harpte kâfirleri katledip mağlûp kılmakla Allahü Tealâ'nın vaadini tasdik ettiği ve nusret; ittikaya ve mevkilerinde sabra mütevakkıf olduğu cihetle emre muhalefet ederek isyanla ittikayı ve makamlarım terk ve sabrı fevtedince, nusretin kesildiği ve bozgunluğa sebep; emval-i ganimet almak için yerle­rini terk etmeleri olduğu ve Allahü Tealâ fazlu ihsanı eseri ola­rak onları kâfirlerden uzak kıldığı ve kusurlarını affettiği bu âyet­ten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [126]

 

Vacip Tealâ (Uhud) vakasında ashabın bazısından vaki olan kusuru affettiğini, beyandan sonra affa istihkaklarının sebebini be-yanetmek üzere buyuruyor.

[Allahü Tealâ sizin kusurunuzu şol zamanda affetti ki, o za­manda siz düşman m iz dan korkarak (Uhud) Dağının tepesine doğ­ru düşmandan uzak mahalle firar ediyordunuz ve Resulullahtan ayrılıp firar ettiğinizde etrafınıza bakma/ ve hiç kimseyi görmez ve bir tarafa meyletmez hemen firar ederdiniz. Halbuki arka­nızdan Rasûlünüz sizi çağırıyordu ve siz de davetine icabet ede­miyor dunuz. Binaenaleyh; Cenab-ı Hak sizin emre muhalefetiniz sebebiyle gam üzere gam ve keder üzere keder mücazat ediyordu. Hatta bazınızın katli, bazınızın esareti ve bazınızın yarasıyla be­raber Rasûlünüzün katlolunduğuna dair şayi olan yalan ve saire gibi gumûm ve humûm her tarafınızı ihata etmişti. Zira; fevtetti-ğiniz zafere ve emval-i ganimete mahzun, firar ve hezimet gibi şeylere mükedder olmamanız için Cenab-ı Hak sizi bu gibi belâya ile müptelâ kıldı ki, bunlar üzerinizden kalkınca mesrur olup geç­mişe mahzun olmayasmız. Halbuki Allahü Tealâ sizin cemii a'mâ-linizi bilir ve ona göre mükâfat eder.]

Beyzavi'nin beyanı veçhile âyet-i sabıkada-olan iptilâya mütealik olursa mânâ-yı nazım: (Siz olduğunuz ma­halden firar edip hiç kimseye bakmadığınız ve arzın uzak mahal­line gittiğiniz zaman Allahü Tealâ sizi müptelâ kıldı] demektir. Ashaptan merkezde bulunanların ekserisi firar edince Resulul-lah'ın «İbadallah! Bana gelin, ben Allah'ın Rasûlüyüm, muharebe edin firar etmeyin» dediği mervidif ve arkalarından Resulullah'm çağırdığına dair âyette sarahat vardır.

bu makamda isabe ; gam'ın cezasıdır. Ya­ni; «Allahü Tealâ sizi gamla cezalandırdı» demektir. Fakat gam'ın bir olmadığını beyan için buyurmuştur ki, katil ve esa­ret gamları olduğu gibi hezimet ve Resulullah'm katlolunduğuna dair haberler de vardı ve Ebu Süfyan'm (Cebel-i Uhud)'un yuka­rısından bağırdığı vakit müslümanların, müşriklerin hücum edip hepimizi katledecek diye gamları dahi vardı. Çünkü; merkezde olanlar Resulullah'm emrine muhalefetle mahzun ettiklerine ceza olarak Vacip Tealâ onları enva-ı gamla mağmum etmiş ve keder­leri son dereceye varmıştı.

(Uhud) vakarının kederi birçok zaman devam etmiştir. Çün­kü; kendilerinden vaki olan hata neticesi birçok akraba ve ahbap­ları katlolundu ve Resulullah'm mübarek yüzü yaralandı ve dişi şehit oldu ve muhalefetlerinden dolayı azap korkusuyla velhasıl bitmez tükenmez birçok kedere müptelâ oldular.

daki lam affa taalluk ederse m,ând-y% nazım : [Ai-lahü Tealâ sizin kusurunuzu affetti ki, geçmiş ve isabet etmiş olan şeye mahzun olmayasınız. Zira Allah'ın affı; hüznü giderir] de­mektir. lâfzına taalluk ederse mânâ-yı nazım : [Ra-sulullah'ı muhalefetinizle mahzun ettiğiniz için Allahü Tealâ sizi bir gamla mağmum ve mücazat etti ki, o gam sebebiyle siz geç­miş yaraya ve kati ü esaret gibi şeylere mahzun olmayasınız.] Çünkü; hezimet gibi bir gamla müptelâ olunca emval-i ganimet gibi şeylere mahzun olmayı unuttular.

Gam üzerine gamın gelmesi fevtolan umur-u dünyaya ve isa­bet eden mesaibe gamı unutturmak için olduğuna bu âyet delâlet eder. Zira; insanlar bir şey üzerine keder ederken, diğer belâ ge­lince evvelki belâyı unutmak âdettir.

Hulâsa; yevm-i Uhud'da asakir-i İslâmiye bozulunca ashaptan birçok kimseler (Uhud) Dağının tepesine doğru firar edip hiçbir kimseye bakmadıkları ve arkalarından Resulullah'ın çağırdığı ve onları Allah'ın bir kederden sonra diğer bir kederle mücazat et­tiği ve bu mücazatın sebebi; geçmiş olan şeyleri unutup onlara mahzun olmamak olduğu ve Allahü Tealâ'mn, insanların emre mu­halefet edenleri ve düşmandan firar gibi amellerini bildiği bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [127]

 

Vacip Tealâ mü'minlere nusret vadedip nusretin de mü'min-lerin kalplerinde korkunun zail olmasına muhtaç olduğundan, mü'minlerde olan korkuyu kaldırdığını beyanetmek üzere buyuruyor.

[Tevbe edip kusurunuza nedametten sonra evvelce günahınız sebebiyle gamın akabinde hafif bir uykuyla Allahü Tealâ sizin üze­rinize bir emniyet inzal etti ki uyku, sizden bir taifeyi ihata etti ve o uyku sebebiyle rahat ettiler ve diğer taifenin kendi nefisleri onları bir humum içine bıraktı ki, o taife zaman-ı cahiliye zannı gibi Allah'a hakkın gayrı bir zanla zannederler.]

[Derler ki, «Bizim için vaad-i ilâhiden birşey var mıdır, yok­sa meydan düşmanımızın mıdır?» Zahirde hakikati hali sual eder. Habibim! Sen onlara de ki, «Emrin küllisi Allah'ındır.»] Binaena­leyh; nusret ve zafer ve düşmana galebe onun yedindedir.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile (Uhud) vakasında nâs iki jırka olup birincisi; mümin-i kâmil olanlardır. Onların, Allah'ın vaadı-na ve Rasulullah'm haberine itikatları tam olduğundan elbette din-i İslâmın ilâsını isterler ve Allahm nusret vereceğini ümid ederler. Bu fırkaya, (Uhud) Gazasında hâsıl olan inhizâmdan son­ra tevbe edince Cenab-ı Hak hafif bir uyku vermekle korkularını emniyete ve meşakkatlerini rahata ve ıztıraplarını sükûnete teb­dil ettiğini bu âyetle beyanetmiştir. Uyku; emniyete sebeptir. Zi­ra; korku olan yerde uyku olamaz. Binaenaleyh; uyku gelince em­niyet hasıl ve uykudan sonra cebanet şecaata münkalip olur. İşte o zamanda uyku Allah'ın lûtfu ve Rasulullah'm mu'cizesidir. Zira; esna-yı harpte uyku âdetin hilafı olduğu gibi uykunun yalnız mü­minlere arız olup münafıklara arız olmaması dahi mu'cize olduğu-'na delâlet eder. Uyku insanlar için her zaman nimettir. Çünkü; daima uyanık bulunmak zaaf ve fütur verdiği gibi uyku da kuvvet ve neşatı iade eder.

(Uhud) Gazasında ikinci taife; risâlette şek ve Allah'ın va'din-de tereddüd eden münafıklardır. Zira; onlar «Allahü Tealâ Mu-hammed (S.A.)'e nusret etmez ve zafer vermez» gibi sû-i zanne­derlerdi. Binaenaleyh; âdânın hücumu arasında imanında ihlâs olan müminlerden herbiri bir yerde hafif az bir uykuyla istirahat edip elem ve kederden hâli oldukları zaman, münafıklar sû-i akiy-deleri neticesi enva-ı gumum içinde son derece muztariplerdi ve bu da ehl-i imanın akıbetleri emniyet ve münafıkların akıbetleri havfü ıztırap olduğuna taraf-ı ilâhiden bir beşaretti.

Münafıkların cahiliye zannıyla zanlarından murad; Allah'ı tekzip etmeleri ve Muhammed (S.A.) resul olsa, onun üze­rine müşrikler musallat olmazdı ve müşriklerin kuvveti ve eshab-ı Resulullah'ın zaafı ve müşriklerin haklı ve Muhammed (S.A.j'in hâşâ hak yedinde değil gibi birtakım evhamla uğraşmalarıdır,

(Uhud) Gazasına çıkılmadan evvel Rasulullah'm Ashabıyla beraber müşaveresinde reis-i münafıkin (Abdullah b. Übey) de bu­lunduğu ve Medine'den çıkılmayıp Medine'den müdafaa olunmasını re'yedenler tarafında olduğu ve halbuki ekseriyetin reyi, (Uhud)'a gidip orada muharebe etmek ciheti olmakla ekseriyetin re'yiyle (Uhud)'a gidilip esna-yı muharebede Hazreç'ten birçok kimseler şehid olarak inhizam vuku' bulduğunu reis-i münafıkine söyledik­lerinde demiştir. Yani; «Bize ne taalluk eder,

Muhammed (S.A.) bizim sözümüzü dinlemedi, birtakım çocukların sözüne uydu. Bizim sözümüzle bir zarar olmadı ki, bize bunu ha­ber veresiniz. Gidin Muhammed (S.A.)'e söyleyin» demek istedi.

Yahut Hazreç kabilesinden katlolunanları haber verdiklerin­de «Muhammed (S.A.)'in va'dettiği nusret ve zaferden bize birşey var mıdır? Eğer vaadi doğru olsaydı bu bozgunluk olmazdı» de­mektir ki «Muhammed (S.A.)'in iddiası doğru olsa, bu mağlûbiye­te duçar olmazdı. Halbuki fena halde mağlûp oldu. O halde iddi­asında kâziptir» demekle müminlerin kalplerine şüphe koymak istemişlerdir. Cenab-ı Hak da emrin küllisi kendine mahsus oldu­ğunu beyanla onları reddetmiştir. Çünkü; her şey Allah'ın kudreti tahtında olunca hikmeti icabı bazan dostlarını ve bazan da düş­manlarını galip kılar ve hiç kimse karışamaz. Binaenaleyh; düş­manların galip olması haklı olmalarını icabetmez. Kezalik bazan dostlarını fakir, düşmanlarını zengin kılar ve bazan da bunun ak­sini işler ve kimsenin birşey demeye hakkı yoktur. Bunların cüm­lesi herşeyin kaza-yı ilâhi tahtında olduğuna delâlet eder.

Hulâsa (Uhud) vak'asmda bozgunluktan sonra İslâm taifesine lütuf olarak Cenab-ı Hakkın hafif bir uyku ihsanıyla istirahatle-rini temin ve münafık taifesini uykudan ve istirahatten mahrum ettiği ve onların Cenab-ı Hakka sû-i zanlarının cezasını çektikleri ve onlara, katlolunanlar haber verildiğinde «Bize ne taalluk eder. Biz mi sebep olduk? Bizim sözümüze bakılsaydı böyle olmazdı» dedikleri ve bu sözlerine «Emrin küllisi Allah'ın» olmasıyla Ra-sulullah'm cevap verdiği bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [128]

 

Vacip Tealâ münafıkların sıfat-ı zemimesinden bazı âhari be-yanetmek üzere buyuruyor.

[Münafıklar sana izhar etmedikleri şeyleri kendi nefislerinde saklarlar.]

[Onlar kendi gibi münafıkların yanlarına geldiklerinde «Eğer bizim reyimizle olsaydı, Muhammed (S.A.)'in sözüyle buraya ge­lip bu makamda katlolunmazdık» derler.]

[Habibim! Sen onlara cevapta de ki, «Eğer siz kendi evleri­nizde olmuş olsaydınız, kendi üzerine katlolunması takdir olu­nan kimseler katlolunacakları mahalle çıkarlar ve mukadder olan vakt-i muayyende orada katlolunurlardı.»] Çünkü; o mahalde ve o vakitte katlolunacağma irade-i ilâhiye taalluk eden kimsenin eceli takaddüm ve teahhur kabul etmez. Elbette katlolunur.

[Allahü Tealâ sizi mağlûp etti ki, kalbinizde olan şeylerle müptelâ kılsın ve kalbinizde olan şek ve şüphe gibi fenalıktan sizi tathir ve kalbinizde olan ihlâs veya nifakı izhar etsin, mümin olan münafıktan ayrılsın. Zira; Allahü Tealâ kalplerde olan şeyleri bilir.]

Yani; habibim! Münafıklar sana izhar etmedikleri küfür ve nifakı ve senin risaletinde seklerini kendi kalplerinde gizlerler ve kendileri gibi münafıkların yanma geldiklerinde «Bizim reyimize bakılsa, sözümüz dinlense biz buraya gelip katlolunmazdık. Aklı­mız olsaydı Muhammed (S.A.)'in sözüyle buraya kadar gelerek Kureyş'le mukatele edip reislerimizi öldürtmezdik» demekle Re-sulullah'tan gizledikleri nifaklarını izhar ederler. Habib-i zişamm! Sen onlara de ki, Siz, dediğiniz gibi kendi evlerinizde olsaydınız katlolunması 'mukadder olanlar bir sebep ve bahaneyle o mahalle çıkar ve katiolundukları mahalde yine katlolunurlardı. Zira; ha-zer kaderi def edemediği gibi, tedbir de takdire mukavemet ede­mez. Binaenaleyh; katli mukadder olan herhalde katlolunur» de­mekle onların kaderi inkârlarım reddet. Çünkü; onların o mahal­de ve o zamanda katlolunacaklarına ilm-i ilâhi taalluk edince, eğer evlerinde bulunmak katillerine mani' olsa ilm-i ilâhinin cehle te­beddül etmesi lâzım gelir, bu ise muhaldir ve kalplerinizde gizle­diğiniz nifakla sizi imtihan etmek için Cenab-ı Hak sizi evleriniz­den çıkardı. Gerçi münafıkın gizlediği nifakı Allahü Tealâ bilirse de, kulları bilmediğinden (Uhud)'da vaki olan inhizam üzerine on­lar dayanamayıp nifaklarım izhar edince, herkes onların münafık olduklarını Dildiler. Eğer onlar evlerinden çıkmasalardı nifaklarını biraz müddet daha gizlerler,, mümin olanlarla münafıklar tefrik olunmazdı. Çünkü belâya; insanlar için miyardır. Binaenaleyh; insanın iyisi ve kötüsü iptilâ zamanında bilinir. Zira; kazaya razı olanlarla olmayanlar birbirinden iptilâ zamanında ayrılırlar. Kal­binizde olan fenalıkların meydana çıkmasıyla tevbe ve istiğfar edip günahlarınızdan tathir olunmanız için Allahü Tealâ sizi bu inhizamla müptelâ kıldı. Çünkü; Allahü Tealâ insanların kalple­rinde olan ihlâs ve nifakı bilir ve ona göre mücazat eder.

Vacip Tealâ münafıkların «Bizim reyimizle olsaydı biz bura­ya gelip katlolunmazdık» sözlerine üç suretle cevap vermiştir: Bi­rincisi; evinde bulunmak o makamda katli mukadder olan kimse­nin katline mani olamayacağıdır. İkincisi; bu inhizam sebebiyle onların iyisini kötüsünden seçmektir. Çünkü; iptilâ sebebiyle mü­nafıklar müminlerden seçiliverdiler. Üçüncüsü; bu iptilâ sebebiyle taib ve müstağfer olup günahlarından tathir etmektir.

Fahr-i Razi'nin beyanına nazaran (Uhud) günü asakir-i İslâ-miyeden bir kısmı mecruh ve şehid olmuş, diğer bir kısmı bozgun ve perişan kaçmış, üçüncü bir kısım da maiyet-i Rasulullah'ta se­bat etmiştir ki, onlar da ondört kişiden ibaret olup yedisi Muhaci­rinden ve yedisi Ansardandır. İşte bunlar maiyet-i Resulullah'ta sabit kalmışlardır. Radıyallahü Tealâ anhüm. [129]

 

Vacip Tealâ müminleri münafıklardan tefrik için (Uhud) vaka-sıyla müptelâ kıldığını beyanettiği gibi müminlerin inhizamına sebeb-i âhari beyanetmek üzere buyuruyor.

[Şoi kimseler ki onlar, iki cemaat muharebe etmek üzere bir­birine kavuştuklarında sizden i'raz ettiler ve bazı kesbettikleri günahları sebebiyle onların ayaklarını ancak Şeytan kaydırdı.]

[Muhakkak Allahü Tealâ onların kusurlarını affetti. Zira; Allahü Tealâ kullarının kusurunu setir ve kusurları icabı cezaları­nı ta'cil etmemekle hilmeder.]

Yani; iki cemiyet harbetmek için birbirine karşı geldikleri günde küfür ve nifak olmaksızın mücerred korkularına binaen sizden bazı kimseler harpten kaçarak saff-ı İslâmdan döndüler. Zira; onların bazı kesbettikleri günahlarına binaen Şeytan ayak­larını kaydırmış ve saff-ı harpte sebatlarına mani olmuştur. Onlar hatalarını bilip kusurlarına nedamet ve tevbe edince, muhakkak Allahü Tealâ onların günahlarını affetti. Zira; Allahü Tealâ kul­larının kusurunu mağfiret edici ve azaplarını tacil etmeyip hilim-le muamele buyurucudur.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile bu âyette hitap; mümin­leredir. Şeytan'm ayaklarını kaydırması; Resulullah'm tayin etti­ği mahalden emval-i ganimete tama'ları sebebiyle o mevkiden ha­reket ettirmek suretiyle olmuş ve bozgunluğa sebebin de bu oldu­ğu yukarıdan beri bilmünasebe birkaç kere zikredilmiştir. Bazı kesbettikleri günahları yla murad; emr-i Resulul-lah'a muhalefet edip yerlerini terketmeleridir. Çünkü; bu vesi­leyle Şeytan hezimete fırsat bulmuş ve vesvese ilkasma nail ol­muştur. Lâkin kesbettikleri günahları suiniyetle olmadığı cihetle küfre müeddi olmadığından tevbe edince Allahm affına mazhar olmuşlardır. Zira müminlerin tayin olunan mahalli terketmeleri; kâfirlerin inhizammı görmelerinden ve sebatla emrin düşmanın inhizamına kadar devam edeceğini zannetmelerinden neş'et etmiş­tir. Yoksa Resulullah'a muhalefetleri hâşâ inaden ve kasden mu­halefet değil ki muhalefetleri küfrolsun.

Şeytan'ın ayaklarını kaydırmasının günahları sebebiyle oldu­ğunu beyanetmek; müminleri ibrete davet etmektir. ' Zira; bütün hatayanm vuku bulması insanın kendi kesbettiği günah olduğunu beyanla Şeytan'ın şerrinden masun kalmaklığm hatayadan tavak-kiye mevkuf olduğunu bildirmektir.

Hulâsa; (Uhud) günü düşman askeriyle İslâm askeri harbet-mek üzere birbirine mülâki olduklarında İslâmdan bazı kimsele­rin merkezi terkle saff-ı harptan çıktıkları ve bazı kusurları sebe­biyle Şeytan'ın onların ayaklarını kaydırdığı fakat onlar hatala­rını bilip tevbe edince Allah'ın affettiği bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [130]

 

Vacip Tealâ münafıkların, «Harbe gidilmemiş olsaydı şehid olanlar katlolunmazdı» diyerek zuafa-yı mümininin itikatlarını ihlâl etmek istediklerini beyanettiği gibi münafıkların sözleri gibi söylemek müminler için caiz olmadığını dahi beyanetmek üzere buyuruyor.

[Ey müminler! Şol kimyelar gibi olmayın ki, onlar kâfir oldu­lar ve kendi ihvanları ticaret için arz üzerine müsaferetle diğer beldelere gidip vefat ettiklerinde veyahut muharebeye gidip katlo-îunthıklanriîla onlar derler ki, «Eğer bizim yanımızda olsalar ve gurbete gitmeselerdi ölmezler ve katloltınmazlardı.»] Vefatlarına veya katillerine gurbette bulunduklarını sebep addederler ve katli ve vefatı   Allah'tan bilmezler.   Şu halde siz onlar gibi olmayın. Çünkü herşey; Allah'ın halkı ve takdiriyledir.-

[Şol sözleri ilâ ahir-il'ömür   kalplerinde   nedamet ve hasret olsun için, Allahü Tealâ oniaruı kalplerine getirdi ve söylediler.]

Bu zanlarını ve fena itikatlarını onlara azap ve hüzün ve esef kıl­mak için Allahü Tealâ kendilerine söyletti. Binaenaleyh su-i aki­delerinin cezasıyla mücazat olunurlar.

[Halbuki insanı dirilten ve öldüren Allahü Tealâ'dir ve Al­lahü Tealâ sizin amelinizi görür ve bilir.]

Gerçi bu âyette kâfirler le murad; münafıklardır ve bu sözü söyleyen onlardır, diyenler varsa da esah olan münafık ve gayr-ı münafık bilumum kâfirlere şâmildir. Çünkü; lâfzın umum üzere istimali bazı sınıfa tahsistan evlâdır. Ekser kâfirle­rin mevti gurbete ve katli gazaya nispet etmek âdetleriyse de, bil­hassa münafıklar Ashab-ı Resulullah'ı muharebeden tenfir ve Re-sulullah'tan ayırmak için bu sözü çok sarfederlerdi. Aîlahü Tealâ, herşeyi haktan bilmek lâzım olup gurbet ve muharebe gibi şeyle­rin ölüme sebep olmadığını beyanla münafıkları red ve bu gibi sözleri söylemekten ehl-i imanı nehyetmiştir. Çünkü; bundan ev­velki âyetlerde beyan olunduğu veçhile insan için vefat veya kat­lin takdir olunduğu zamandan teahhur ve tayin olunan mahalden tebeddül mümkün olmadığını beyanla itikad-ı hakkı tafsil etmiştir.

Bu âyette müsaferet ve gaza ikisi de zikrolunmuştur. Zira müsaferet; uzak mahalle gitmek olup gaza ise uzakta ve yakında vuku bulduğundan ayrı ayrı zikrolunmuşlardır.

Bu sözleri söylemekle münafıkların kalpleri kapanarak basi­retleri bağlanıp dalâletleri arttığı cihetle onlar için ebedî hasret ve esef olduğunu Cenab-ı Hak beyan buyurmuştur. Çünkü; bun­lar müminlerin kalplerini ve itikatlarım ihlâl için ortaya attıkları sözlerin ehl-i imanda tesirini görmeyince ve emeklerinin zayi' ol­duğunu ve çalışmalarının boşa gittiğini gördükçe elbette hasret­leri gün be gün artmıştır. Zira; insanlarda iyi ve kötü sa'yinin se­meresini görmekle mesrur ve görmemekle mahzun olmak âdettir. Bunların da Ashaba tesir etmek için söyledikleri sözlerin tesirini göremeyince elbette mükedder olduklarında şüphe yoktur. Çün­kü; onlar Ashabını Rasulullah'tan ne kadar uzaklaştırmak istedi­lerse, Ashab-ı Kiram da o nispette yaklaşmışlardır.

Yahut deki lam nehyine merbuttur.

Buna nazaran mana-yı nazım * [Siz kâfirler ve münafıklar gibi ol­mayın ki sizin, onlar gibi olmadığınızı Allahü Tealâ onların kalp­lerinde hasret kılsın ve sizin onlara muhalefetiniz kalplerine dert olsun] demektir. Filhakika ifsad için çalışan kimselerin fesadları-na meydan vermemek kadar onlara azap olmaz. Çünkü; ifsad için yaptığı yalanların boşa gitmesi ve ifsaddan beklediği ümitlerinin akîm kalması ve bütün emeklerinin heder olması, onlar için azap­tan başka birşey değildir.

Münafıkların «İhvanımız gurbete veya harbe gitmese, ölmez ve katolunmazdı» dediklerine ihya ve imâte Allahü Tealâ'ya mahsus olduğunu ve başka şeyin tesiri olmadığını beyanla Cenab-ı Hak cevap vermiştir ki, bir kimse evinde oturmakla Ölmemek ve gurbete gitmekle ölmek lâzım gelmediğini beyanetmiştir. Binaena­leyh; bu gibi sözlerin her zaman hata olduğuna bu âyet delâlet eder. Allahü Tealâ münafıkların sözleri gibi söylemekten nehyi-ni teşdid ve onların tanklarını terketmek ehem olduğuna işaret için, âyetin âhirinde kullarının amellerini gördüğünü beyanetmiş-'' tir. Ve mahâbetin ziyade ve korkunun fazla olduğuna delâlet için lâfza-i celâlin geldiği Ebussuud Efendi'nin cümle-i beyanatından-dır.

Hulâsa; müminler için filân kimse harbe gitmeseydi, ölmezdi ve gurbete çıkmasaydı, hasta olmazdı gibi sözlerin caiz olmadığı bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [131]

 

Vacip Tealâ münafıkların sözlerini iptal ettikten sonra mu­harebe kaçılacak birşey olmayıp, belki rağbet etmek muvafık-olduğunu beyanetmek üzere buyuruyor.

[Zat-ı ülûhiyetime yemin ederim ki, eğer siz fiscbüülâh katlo-lunur veyahut ecelinizle- vefat ederseniz, Allah'tan nail olacağınız mağfiret-i azîme ve /ahmet-i ilâhiye onların cem'edecekleri dünya menfaatinin cümlesinden hayırlıdır ve hangi veçhile Öl seniz veya katlolunsamz ancak huzur-u ilâhiye cem olunacaksınız.]

Fahr-i Razi'nin beyanına nazaran bu âyet; münafıkların ez-han-ı İslâmiyeyi teşviş için ortaya attıkları şüpheden ikinciye ce­vaptır. Ve cevabın hulâsası: «Ölüm vaki'dir, kurtuluş yoktur. Şu halde elbette vaki olacak olunca Allahü Tealâ'nın rızasını tahsil yolunda ölmek lezzet-i dünyadan daha hayırlı değil mi?» demek­tir. Bu manâ eimme-i kıraetten (Hafs) Hazretlerinin kıraetine nazarandır. Yani; «Münafıkların cem'ettiği emval-i dün­yadan mağfiret-i ilâhiye hayırlıdır» demek olur. Diğer eimmenin (ta) ile kıraetlerine nazaran manâ-yı nazım: [Ey mü­minler! Fisebilillâh katlolunup mağfiret-i ilâhiyeye vasıl olmanız sizin dünyada yaşayıp da, cem'edeceğiniz emvalden hayırlı] de­mektir. Zira; rahmet-i ilâhiye ve .mağfiret-i sübhaniye devamlı ve elemü kederden safi olduğu cihetle elbette emval-i dünyadan ha­yırlıdır. Çünkü; emval-i dünyanın devamı olmadığı gibi, elemü kederden de hâli olamaz.

Her ne suretle olursa olsun insanların huzur-u ilâhiye cem'o-lunacaklarını beyanla Cenab-ı Hak, kullarını rahmetine sebep ola­cak amele teşvik ve lutfundan mahrumiyete sebep olacak günah­lardan tenfir ettiği gibi arsa-ı mahşere zâlim ve mazlum, katil ve maktul, âbid ve âsi, zengin ve fakir cümle insanların toplanacagına işaret için cemi' olarak varid olmuştur.    Çünkü; haşrolunmadık hiçbir kimse kalmayacaktır.

Tefsir-i Hazin'de beyan olunduğu veçhile bu âyette ubudiyet makamının üç mertebesine işaret olunmuştur. Çünkü; insanın ibadeti; Allah'ın azabından korkusuna mebni olur. Bu ci­hetine ile işaret olunmuştur. Allah'ın Cennetine te­ma' edip umduğuna nail olmak için ibadet eder. Bu cihete lafzıyla işaret olunmuştur. Ancak rıza-yı ilâhiye nail olmak için ibadet eder ve ibadetinden başka maksadı olmaz. Bu misilli kim­selerin ihlâsı diğerlerinden ziyade olduğu için, Cenab-ı Hakkın te-celliyatına mazhar olurlar. Bu cihete de cümlesiy­le işaret edilmiştir.

Hulâsa; cihada gidip fisebililİâh ölmek, dünyada yaşayıp da cem'edeceği maldan hayırlı olduğu ve herkesin ancak huzur-u ma-nevi-i ilâhiyeye cem'olunacağı bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [132]

 

Vacip Tealâ (Uhud) vakasından sonra huzur-u Risalete avdet edenlere mülâyemetle bulunması rahmet-i ilâhiye eseri olduğunu ve gılzatlı bulunmak muvafık olmadığını ve affetmek lâzım gel­diğini beyanetmek üzere buyuruyor.

[Allahü Tealâ'mn sana nazil olan rahmeti sebebiyle sen onlara yumuşaklıkla söz söyledin, şiddetle muamele etmedin. Eğer sen kötü ahlâklı, kalbi katı, onlara fena söyler ve şiddetle muamele eder bir kimse olsaydın, onlar senin etrafından dağılır­lardı.] Binaenaleyh; yanında kimse kalmazdı.

[Eğer onlar bilmeyerek sana kusur ederlerse, affet ve yalnız kendi affmla iktifa etme. Onların günahlarına Rabbinden mağfiret iste ve bazı işlerde onlarla istişare etmekle hatırlarım tatyibet.]

[Bir iş yapmak kasdettiğinde Allah'a tef,viz-i umur et. Zira; AUahü Tealâ zatma tefviz-i umur eden kullarını sever ve onlara muhabbet eder. Çünkü; kullarının cümle umuruna mütekeffil O'dur.]

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile lâfzında bulu­nan taaccüp manâsını müfid   istifham olmak   muhtemeldir.

Buna nazaran manâ-yı nazım: [Allah'ın sana ne acaip rahmeti ve fazl u ihsanı var ki, sen Ashabının (Uhud) Gazasında yaptıkları bü­yük hatalarına karşı yumuşaklıkla muamele ediyorsun] demektir. Resulullah'ın mülayim bulunmasıyla murad; Ashabına güzel muamele yapmasıyla hüsn-ü ahlâkıdır. Resûlullah evvelâ cümle âlemi kelime-i tevhide davet etmekle ve saniyen Kur'ân'm âyetleri nazil oldukça, ahkâmını halka tebliğe kabul et­tirmeye çalışmakla âlemi irşad etti ve bunların cümlesine, yumu­şak muamelenin methali olduğunu Cenab-ı Hak bu âyetle beyan buyurmuştur. Çünkü; Resulullah'ın liynetle muamelesi hikmet-i bi'sete de muvafıktır. Ahkâm-ı ilâhiyeyi halka kabul ettirmek hal­kın teveccühüyle olacağından, elbette hüsn-ü ahlâk lâzımdır. Zi­ra; gılzat ve şiddet; ahkâmın kabulüne manidir. Ancak liynet hu-kuk-u ilâhiyeden bir hakkın kaybına sebep olursa caiz olmaz. Me­selâ bir hadd-i şer'iyi icrada liynet olamaz. Çünkü; bu hal icraya manidir. Binaenaleyh; Vacip Tealâ bazı âyetlerde Rasulüne şiddetle emretmiş ve zâni ile zâniyeye hadd-i şer'i icrasında *»\<yıj üîj U^ 'îfai-lr Yj     buyurmuştur.    Yani;  [Din-i ilâhinin

ahkâmını zâni ile zâniyeye icrada sizi şefkat tutmasın ki, merha metiniz icraya mani olmasın] demektir.

Vacip Tealâ (Uhud) Gazasında kusur edenlerin kusurlarını kendi affettiği gibi Rasulüne de afla emretmiştir.    Binaenaleyh; Rasûlullah'ın kendi hukukuna taalluk eden ciheti affetmesi vacip olduğu gibi, hukukullaha taalluk eden cihete dahi istiğfar etme­siyle emrolunmuştur. Resûlullah'm dünyada istiğfarı günahkâr olanlara şefaat olduğundan, âhirette şefaat edeceği evleviyetle sa­bittir. Binaenaleyh; âhirette şefaati inkâr edenler bu âyetle mer-dutturlar.

Vacip Tealâ'mn, Rasulüne ümmetiyle istişare etmesindeki em­rin hikmeti: Ümmet-i Muhammed'in şanını ilâ ve ümmetle rasul-leri arasındaki muhabbet ve irtibatın kemalini ilân etmekle mü­nafıkların ümitlerini kesmektir. Rasûlullah benî beşerin en yük­sek- tabakasında olup ondan, daha akıllı bir kimse olmadığı halde umur-u dünyada onun hatırına gelmeyen bir şeyin ümmetinin ha­tırına gelmek ihtimaline binaen istişareyle emretmiştir. Binaena­leyh; Rasûlullah Ashabına «Siz umur-u dünyanızı daha iyi bilir­siniz» demiş ve «İstişare eden kimseler işin iyisine ulaşırlar» bu­yurmakla ümmetini istişareye teşvik etmiştir. Binaenaleyh; Ra­sûlullah, ümmetini istişareye alıştırmış ve ümmeti arasında istişa­re sünnet olarak kalmıştır.

İstişarede tatyib-i kulûb ve ruhların inşirahı olduğu gibi me­selenin kolaylıkla husulüne de sebep olduğundan Cenab-ı Hak is­tişareyle emretmiştir. Zira; müteaddid insanlar bir meseleyi mü­zakere ederlerse yekdiğerine muavenet etmek ve cesaret vermekle mesele suret-i seriada hallolunduğu her zaman görülen mesâilden-dir. Namazda cemaatin meşru1 ve cemaatle namazın efdal olma­sındaki hikmet de suhuletle hâsıl olup, terkine meydan bırakılma-masıdır.

İstişarenin meşruiyeti; sarahaten vahyolmayan ve içtihada muhtaç olan mesâildedir. Amma sarahat-ı Kur'ân ve hadîs olan mesâilde reyin ve içtihadın methali olmadığından istişareye ihti­yaç yoktur. Bu âyet, Resûlullah için içtihadın cevazına delâlet eder. Zira istişare; bir nevi içtihad demektir.

Meşveretin neticesi olarak bir meseleyi işlemeyi kasdedince, meşverete itimad etmeyip Allah'ın ianesine itimad lâzım olduğu­nu beyan için Cenab-ı Hak zat-ı ülûhiyetine tefviz-ı umur etmekle emretmiştir. Tevekkül, bazı kimselerin zannettiği gibi, insanın nefsini mühmel kılması ve umur-u dünyanın esbabını tatil etmesi değildir, belki tevekkül; esbaba sarılmakla beraber işin bitmesini Allah'a havale etmektir. Cenab-ı Hak kullarını tevekküle tergib için mütevekkil olanlara muhabbet ettiğini beyan etti ki, insan­lar herşeyde müessir-i hakikî Allahü Tealâ olduğunu bilsin ve Rab-bisine tamamen rapt-ı kalb etsin.

ahlâkı kötü olan ve galiz-ül kalp; kalbi katı ve hiçbir şeyden müteessir olmayan kimsedir. Şu halde ah­lâkı kötü olanlar insanları acıttığı gibi kalbi katı olanlarda da asla merhamet olmaz. Vacip Tealâ bu âyette Resulünü liynetle mua­mele edip kötü ahlâk sahibi olmadığını beyanla sena buyurması, ümmetini hüsn-ü ahlâka ve ihvan-ı dinine mülâyemetle muamele­ye davet etmektir. Çünkü; bir ümmet için resulünün mesleğine ittiba vaciptir.

Hulâsa; Allah'ın Rasûlüne feyezan eden rahmeti sebebiyle Resulünün Ashabına yumuşaklıkla muamele ettiği, eğer ahlâkı kötü, kalbi katı olmuş olsaydı, Ashabının etrafından dağılacakları ve halbuki hüsn-ü ahlâkı sayesinde Ashabını etrafında topladığı ve kusurlarını affedip onlar için istiğfar vacip olduğu ve umur-u dün­yada sarahat-ı vahiy olmayan mesailde Ashabıyla istişare lâzım ve Resûlullah'ın âdeti veçhile ümmetine de istişarenin sünnet oldu­ğu ve istişare neticesi verilen karar üzere tutulacak işte Allah'a itimad edip tefviz-i umuretmek lâzım geldiği ve mütevekkil olan kimselere Allah'ın muhabbet ettiği bu âyetten müstefad olan fe-vaid cümlesindendir. [133]

 

Vacip Tealâ tevekkülün vacip olduğunu beyanettiği gibi te­vekkülün sebebini ve Allah'a ilticanın vacip olduğunu dahi beyan-etmek üzere buyuruyor.

[Eğer Allahü Tealâ yevm-i Bedir'de yardım ettiği gibi size yardım ederse, dünyada size galip olan bir kimse olmaz. Binaena­leyh; siz herkese galip olursunuz. Zira; iane-i ilâhiyeye karşı size galip olmak hiç kimsenin kudreti tahtında değildir ve eğer (Uhud) vakasında nusret etmediği gibi yardım etmez de, sizi rüsva kılarsa bundan sonra size yardım edecek kimdir ve kimler yardım edebi-, lir? Elbette kimse yardım edemez. Zira; Allah'ın gazab ederek mağlûp ettiği kimseyi gazab-ı ilâhîden kurtarabilmek kimin had-didir ve ancak Allahü Tealâ'ya müminler itimad eylesinler ve mü­tevekkil olsunlar ki, Allah'ın yardımına istihkak kesbe t sinler.] Çünkü; emrin küllisi Allah'a raci olunca her işinde esbabına yapış­makla beraber abdin Allah'a itimad ederek işin bitmesini ona ha­vale etmesi lâzımdır.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile âyetten maksad; ibadete ter-gib ve masiyetten tenfirdir. Çünkü Allah'ın nusretine sebep; Al­lah'a itaatle rızasını tahsil etmektir ve bu da ibadetle olup masi-yetle olmadığından nusret-i ilâhiyeye nail olmak için kulların emr-i ilâhiye muti' olmaları lâzım olduğuna âyet delâlet eder. Zi­ra; masiyetten nefsini sakınan kimseye Allahü Tealâ nusret eder ve Allah'ın nusret ettiği kimse mağlûp olmaz. Binaenaleyh; nefsi­ni günahtan sakınan kimse mağlûp olmaz. Şu halde bunun aksi olarak, ma'siyete cesaret eden nusrete nail olamaz ve nusrete nail olmayan da, saadet-i dareynden mahrum olur.

İnsan için tevekkül ve itimad ancak Vacip Tealâ'ya olup Al­lah'ın gayrıya itimad caiz olmadığına işaret için enva-ı kemalâtı cami' olduğuna delâlet eden lâfza-i celâl ile beraber lâf­zı takdim olunmuştur. Çünkü takdim; hasra delâlet ettiğinden «Ancak ve ancak müminler Allah'a mütevekkil olsunlar, Allah'ın gayrıya itimat etmesinler» demektir. [134]

 

Vacip Tealâ cihada tergipten sonra cihadın bazı ahkâmını be-yanetmek üzere buyuruyor.

[Enbiyadan hiçbir nebi için hıyanet etmek caiz olmadı ve eğer bir kimse hıyanet ederse yevm-i kıyamette hıyanetiyle bera­ber gelir.]

[Hıyanet ettikten sonra her nefse kesbettiği amelin cezası ta­mamen verilir, halbuki onlar zıılmolunmazlar.] Binaenaleyh; mu­ti' olanların sevabında noksan ve âsi olanların azabında ziyade ol­maz. Şu halde herkesin cezası; ameline göredir.

Yani; enbiyadan hiçbir nebi ve bilhassa hatem-ül'enbiya için hiçbir şeyde bir kimseye hıyanet etmek sahih olmadı. Zira mertebe-i nübüvvet; cemi-i meratibin âlâsı ve bilcümle menâsıbm bâ­lâsı olduğundan nübüvvetle hiyanet bir yerde cem' olamaz. Bina­enaleyh; hiçbir nebi bir kimseye hiyanetle ittiham olunamaz, Çün­kü hıyanet; denaet-i tab'm mahsulü olup dünyada ar ve âhirette nardır.

Hiyanet; gizlice gayrın hukukuna tecavüz etmekten ibaret olup enbiyadan hiçbir nebi için bir kimseye hıyanet etmek caiz olmadığını beyandan sonra, bilumum insanlar için hıyanet caiz olmadığını ve eğer bir kinişe hıyanet ederse, hıyanet ettiği şeyle yevm-i kıyamette rüsva olacağını beyanla insanları hıyanet­ten menetmiştir. Binaenaleyh; Resûlullah'ın «Emval-i ganimetten bir iplik ve iğne olursa da taksim olunmadıkça almayın. Zira hi­yanet; dünyada rüsvalık ve âhirette azaptır» buyurduğu mervi-dir. Şu halde sair hususatta hiyanet etmek caiz olmadığı gibi em­val-i ganimette dahi caiz değildir. Amma askerin atı, yiyeceğe muhtaç ve "kendi zarureti olursa, atının ve kendinin ihtiyacını defedecek miktarı alması caiz ve ihtiyacından ziyade almak ha­ramdır. Zira cevaz; ihtiyaç üzere müptenidir.

Âyetin sebeb-i nüzulünde çeşitli rivayetler varsa da, esah olan Fahr-i Razi'nin beyanına nazaran bazı gazada emval-i ganimetin taksimi bazı mevanie mebni gecikmesi üzerine Ashaptan bazı kim­seler gecikmeden dolayı söz etmeye başlayınca Rasulullah «Cebel-i Uhud kadar altınınız olsa sizden bir dirhemini men'etmem, yoksa beni hıyanetlik edecek mi zannettiniz?» demesi üzerine bu âyetin nazil olduğu mervidir. Yahut Medarik'te beyan olunduğuna naza­ran yevm-i Bedir'de emval-i ganimetten bir kırmızı cüppe kaybol­masına mebni bazı münafıklar tarafından «Rasulullah almıştır» denilmesi üzerine âyetin nazil olduğu mervidir.

Hıyanet eden kimsenin hıyanet ettiği şey; yevm-i kıyamette çirkin bir suretle tasvir olunup rüsva-yı âlem olmak için boynun­da takılı olarak geleceğine dair olan rivayeti bu âyet tefsir et­miştir.

Hulâsa; enbiyadan hiçbir nebi için hıyanet etmek caiz olma­dığı ve eğer bir kimse hiyanet ederse hiyanet ettiği şeyin boynun­da takılı olarak geleceği ve her nefis kendi kisbinin cezasını ala­cağı ve ceza almakta hiçbir kimseye zulmolm'ayacağı, bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [135]

 

Vacip Tealâ her nefsin amelinin cezasını tamamıyla alacağını ve asla zulmolunmayacağım beyanettiği gibi muti' ile âsinin mü­savi olmadığını tafsil etmek üzere buyuruyor.

[Hıyaneti terkedip de Allah'ın rızasına ittiba eden kimse en-va-ı hıyaneti irtikâp ederek, Allah'ın gazabını icabeden günahla dönen kimseye müsavi olur mu? Elbette olamaz. Zira; Allah'ın gazabını icabeden masiyeti irtikâp eyleyen kimsenin makamı Ce-hennem'dir. Ne çirkin oldu varılacak makam yönünden Cehen­nem?]

[Rıza-yı ilâhiye ittiba edip rızanın esbabı olan ibadatı işleyen kimseler indallah derecat-ı âliye sahipleridir ve Allahü Tealâ on­ların amellerini görür ve muktezasına göre ceza verir.]

Yani; hıyaneti ve sair günahları terketmekle ve aJmâl-i sali-ha işlemekle Allah'ın rızasını arayan kimseyle enva-i maâsiyi ir­tikâp ederek, Allahın en şiddetli gazabıyla dönen kimse derecede müsavi olur mu? Elbette olamaz. Zira; hainle salihin müsavi ol­ması adalete münafidir. Binaenaleyh; dereceleri müsavi değildir ve gazabullaha müstehak olan kimsenin yatacak mahalli Cehen-nem'dir. Ne fena varılacak yerdir Cehennem. Şu halde rızayı ara­yanla aramayan kimsenin dereceleri başka başkadır ve herbiri ay­rı derece sahibidir. Çünkü; rızayı arayanın derecesi sevab-ı azîm ve Cennet'tir ve rızayı aramayanın derecesi azab-ı elîm ve Cehen-nem'dir. Zira; Allahü Tealâ herkesin amelini görür.

Rızaya ittiba etmek; esbabı olan her ameli işlemek­tir. Gazabına müstehak olmak; rızanın hilafı ve meşru olmayan menahinin küllisini işlemektir.

yani insanların zekâvet ve gabavette ve feyz-i ilâ­hiye müstaid olup olmamakta ve nufus-ü hayra ve şerire sahibi olmakta, ayrı ayrı derece sahipleri oldukları gibi rızayı aramak ve muharremattan ittika etmek ve rızayı aramayıp bilcümle maa-siyi irtikâptan çekinmemek suretleriyle dahi derece sahipleridir. Zira; herkesin makamları ayrı ayrıdır. Hatta ibadet edenlerin de­receleri de mütefavitdir. Çünkü; ibadetin her nevinin dereceleri başka olduğu gibi cinayetin her nevinin de derekeleri ayrıdır. Her­kesin derecesini vermek; amelini bilmekle olup amelini bilmekse, ilm-i kâmile muhtaç olduğundan Cenab-ı Hak herkesin amelini bil­diğini beyanetmekle hiç kimsenin istihkakını vermekte asla nok­san olmadığını beyanetmiştir.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğuna nazaran yevm-i Uhud'da ehl-i iman Resûlullah'a ittiba ederek, cihad için (Uhud)'a gidip münafıkların cihaddan dönünce, bu âyetin nazil olduğu mervidir. Şu halde âyette rıdvanla murad; cîhad-ı fisebilülâhtır. AIIah'ın gazabıyla dönmekle murad; cihadı terket-mektir. Buna nazaran manâ-yı nazım: [Fisebilillah cihad için Ra-sûlüne ittiba edip de rızayı arayanlarla cihada gitmemek için Ra-sûle ittibadan dönen kimseler derecede müsavi olurlar mı? Ola­mazlar. Zira; birinin sa'yinin neticesi sevap, diğerinin sa'yinin ne­ticesi azaptır] demektir.

Hulâsa; bazı münafıkların emval-i ganimeti taksimde Rasulul-lah'ı hâşâ hıyanete nispet ettikleri ve hiçbir nebi için hıyanet et­mek caiz olmadığı ve Resûlullah'a hıyanet isnad etmek isteyen­lerin kendileri bu isnatta hiyanet ettikleri ve hiyanetten ittika edenlerle etmeyenlerin ve rızayı arayanlarla aramayanların mü­savi olmadıkları, zira; ezhercihet emanet sahibi olan zât-ı şerife bu gibi isnad, insafın ve aklın harici olduğu ve muti' ile âsinin hiçbir zaman müsavi olmadıkları ve insanların herbiri ayrı bir de­rece sahibi olduğu ve herkesin amelini Vacip Tealâ bildiğinden herkesin istihkakına göre derecelerini verdiği bu âyetlerden müs-tefad olan fevaid cümlesindendir. [136]

 

Vacip Tealâ Rasûlüne ittiba' edenlerle ittiba' etmeyip gazabı­na müstehak olanların müsavi olmayacağını beyanettiği gibi Ra-sûlünün ittiba' olunmaya şayan olduğunu beyan zımnında buyuruyor.

[Zat-ı ülâhiyetime yemin ederim ki, muhakkak Allahü Tealâ müminler üzerine ihsan etti. Zira; Allahü Tealâ o müminlerin ken­di cinslerinden rasul gönderdi ki, o rasul onlar üzerine Allah'ın âyetlerini okur ve onları hayra şevketmekle günahlarından tathir eder ve Kur'ânı onlara Öğretir ki, o Kur'ân onların kalplerini tat­hir eden hikmet üzerine müştemil olduğundan, Kur'ân'la beraber onlara hikmetle talim eder. Halbuki rasul ba'solunmazdan evvel onlar açık bir dalâlet içindelerdi.]

Yani; zatıma yemin ederim ki, muhakkak Allahü Tealâ, Ra-sulüne iman eden müminler üzerine büyük ihsan etti. Zira; onla­rın kendi cinslerinden kolaylıkla sözünü anlayabilecekleri bir Ra-sul-ü muazzam gönderdi ki, o Rasulün cemii ahvaline onlar vakıf­tırlar ve hasebü nesebini bilirler ve nâs indinde bidayet-i neş'etinden beri emanetle ma'ruf olan zat-ı şerifi irşad için gönderme­siyle Allahü Tealâ onlara büyük ihsan etti. Çünkü; o Rasûl onlar üzerine Allah'ın vahyettiği âyetlerini tilâvetle tarîk-ı hakka irşad eder ve vahdaniyetine delâlet eden âyetleri onlara işittirir ve bu vahyolunan âyetleri okumasıyla Şeytan'ın iğfalâti ve nefsin ar­zusuyla işledikleri günahlardan onları tathir ettiği gibi, onlara ev-velîn ve ahirinin ahvalini ve ilimlerini cami' olan kitabı ve o ki­tabın müştemil olduğu hikmeti talim eder. Halbuki o Resulün bi'-setinden evvel onlar birşey bilmez cahiller ve haktan gafiller ve açık bir dalâlet içindeydiler.

İşte bu âyette Vacip Tealâ Rasûlünün birçok evsaf-ı cemile­sini beyan buyurdu ki, beşeriyete bu kadar hizmet eden ve cehalet ve dalâlet karanlığından nur-u imanın aydınlığına irşad edip ilm ü irfan neşelerini uyandıran zat-ı şerife her insanın iman ve inkı-yad etmesi lâzımken, bilâkis ta'nedenlerin saadet-i beşeriyeden mahrum olduklarını beyan buyurmuştur. Çünkü; şu evsafla mev-suf olan Rasûle ittiba etmeyip hilâfında hareket edenlerin saadet­ten mahrum olacaklarında şüphe yoktur.

Fahr-i Razi ve Kazi'nin beyanları veçhile Rasûlullah bilumum âleme meb'us ve cümle mükellefini tarîk-i hakka irşada memur ol­duğu cihetle herkes hakkında rahmetse de, ancak intifa etmek müminlere mahsus olup iman etmeyenler intifa edemediklerin­den Vacip Tealâ Resul göndermekle müminlere ihsan ettiğini be-yanetmiştir.   .

Vacip Tealâ bu âyette resul göndermek kulları için ayn-ı ih­san olduğunu beyanetti. Çünkü beşerin aklı; Allahü Tealâ'nm rı­zasına muvafık olan ibadeti ve o ibadetin keyfiyetini idrakten âciz olduğundan, Vacip Tealâ'nm kullarına bir resul gönderip o resul vasıtasıyla rızasına muvafık olan amelleri ve o amellerin nasıl eda olunacağını beyanettirmek ve o rasulün şüphelerini izale ederekr dünyaya ve âhirete müteallik ahkâmı talim ve âhâd-ı nâsm anla­yamayacağı esrarı ümmetine keşif ve izah etmesi, Allah'ın kulla­rına lütuf ve ihsanı olduğunda şek yoktur. Binaenaleyh; Allahü Tealâ'nm rasul göndermesi kulları hakkında ihsan olduğunu sara­haten beyanetmiştir.

Resulullah'ın kendi cinslerinden ve kendi beldelerinden olması ümmeti hakkında ayn-ı lûtuftur. Zira; ümmetin, Rasûlün ev­velden beri sadakat ve emanetini ve ahval-i sairesini ve hasebü nesebini bilmeleri nübüvvetini tasdik ve iman etmekte kolaylık olduğundan müşkülât çekmeksizin daire-i itaate girmek ve mevlâ-sınm rızasına yol bulmak elbette büyük bir nimettir. Gönderilen resulün bir kitaptan okumadığı ve bir üstazın tilmizi olmadığı halde âlemde kimsenin bilemediği hikemiyatı ve geçmişte vuku bulan havadis-i kâinatı ve ümmetlerin hikâyelerini ve nebileriyle cereyan eden mübahaselerini aynıyla bilmesi sözünün vahy-i ilâhi olmasına delâlet ettiği gibi, getirdiği kitabın tevhidi takrir, ma­budu nekaisten tenzih, bütün muamelâtta adaleti tesis ve enva-ı ibadatı tafsîlen beyan eylemesi ve bilcümle ahkâmın kemalât-ı in-saniyeyi cami' olması, o zatın taraf-ı ilâhiden meb'us ve rasul ol­duğuna delâlet ettiği gibi, risaletini tasdîkde teshilât olduğundan elbette kullar hakkında ayn-ı nimettir. Rasulün bi'setinden evvel kavm-i Arabm dinleri putperestlik olduğu cihetle kendileri sefil ve dinleri menfur olup, ahlâklarıysa kapmak, çalmak, vurmak, yık­mak, döğmek, öldürmek gibi âlem nazarında en çirkin ve kendileri bütün akvam arasında cahil ve düşkün oldukları halde Allahü Tealâ'mn rasul gönderip dinlerini cemii edyanın âlâsı ve ahlâkla­rını tasfiye ederek zühdü takvanın bâlâsı kılmakla âlem nazarın­da hatırı sayılır bir ümmet kılması ve ümmetlerin derecelerinin en yüksek tabakasına çıkarması, ümmet-i Muhammed için nimet­lerin pek büyüğüdür.

Rasulullah'ın tilâvet ettiği âyetler le murad; Kur'ân'ın âyetleri, kitapla murad; Kur'ân ve hikmetle murad; şeriatın mehasin-i esrarı ve ilel ve esbabıdır. Ya­hut Kazi'nin beyanı veçhile kitapla murad; Kur'ân ve hik­met \e murad; sünnet-i Rasulullah'tır. «Rasulullah'ın bi'setinden evvel dalâlet içinde bulunduklarını» beyanetmek «Bir rasulün ba'solunmasına şiddetle muhtaç oldukları zamanda ba'solunduğu-nu beyanetmektir» ki, ihtiyaç üzere gelip o ihtiyacı defetmek el­bette büyüklüktür.

Vacip Tealâ bu âyette Rasûlünü beş sıfatla tavsif etmiştir ki, o sıfatlardan herbiri birçok menakıbı camidir. Birincisi; o Rasûlün kendi cinslerinden olmasıdır Çünkü; kendi cinslerinden olunca ta'neciecek birşey bulamadıklarından, bütün ta'nları âleme gü­lünç olmaktan başka bir tesiri olmamıştır. Zira; her ne söyleseler vakiin hilafı ve bedahete karşı mükâbere ve inattan ibaretti. İkin­cisi; Allah'ın âyetlerini ümmeti üzerine tilâvet etmesidir. Çünkü; her bir âyet o zamanda vaki olan bir hâdise hakkında fetva olup o fetva da o hâdisenin müşkülâtını halletmekte, akla muvafık yegâ­ne çare olduğu cihetle o Rasûlün risaletine ve o âyetin vahy-i ilâhi olduğuna delâlet ettiğinden o Rasûlün ulüvv-ü kadrine burhan-ı kâfidir. Üçüncüsü; ümmetini günahlardan tathir etmektir. Zira; Rasûlün tilâvet ettiği âyetler ümmetini tarîk-i hakka davet edip doğru yolu gösterdiğinden, o âyetlere iman edip mucibiyle amel edenler elbette günahlarından tatahhur ederler. Binaenaleyh; Re-sûlullah da birçok kimseleri bu vesileyle tarîk-i hidayete irşada muvaffak olmakla kadr-i nebevileri âlem nazarında gün begün yükselmiştir. Dördüncüsü; ümmetine Kur'ân gibi bir kitabı ta­lim etmesidir. Çünkü Kur'ân; enva-ı ahkâmı ve ümem-i salifenin ibretamiz vukuatını ve durub-u emsali ve hikemiyat ve mevaizi cami' olduğundan onu getiren nebinin ne kadar büyük ulüvv-ü mer­tebeye malik olduğuna delâlette kâfidir. Beşincisi; ümmetine hik­met talim etmesidir. Zira; Kur'ân'ın esrarını keşif ve izah etmek ve sarahatinden fehmolunmayan mesaili delâilinden ve işaratın-dan alarak mahzâ hidayet olan sünnetini ümmetine beyanederek, ümmetinin amellerini teshil eylemek o nebinin ümmetine merha­metinin ne kadar vâsi' olduğuna açıktan delâlet eder bir delil-i kavidir. [137]

 

Vacip Tealâ ehl-i imandan sâdır olan fâsid zanlardan bazıla­rını red ve iptal ettiği gibi bazı âhari dahi iptal etmek üzere buyuruyor.

[Siz kâfirlere,  size isabet eden musibetin iki mislini isabet ettirdiğimizde mi fezau feryad edersiniz ve dersiniz ki, «Şu hâdise ve bozgunluk bize nereden geldi?»] Halbuki biz müminiz. Allah'ın Rasûlü bizim içimizdedir ve Allahü Tealâ bize nusret vadetti de­mekle bozgunluğunuza hayret ve taaccüb edersiniz. Kâfirlerden size isabet eden musibetin iki misli sizden evvel yevm-i Bedir'de sizin tarafınızdan onlara isabet etmişti. Binaenaleyh; bu hâdise taaccübe şayan bir hâdise değildir. Çünkü; mümin olmak dünyaca bütün mesaipten selâmeti icabetmez.

[Habibim! Şu hâdiseden me'yus olanlara sen de ki, «Bu hâdise ve hezimet sizin kendi nefsinizdendir.»] Zira; siz Rasûlullah'ın tayin ettiği mekânda sebat etmediğiniz gibi, Resûlullah'a vermiş olduğunuz ahdi de vefa etmediniz. Binaenaleyh; şu hezimete düş­tünüz. O halde bu hezimetin sebebini başka yerde aramakta ve bu kadar telâş etmekte bir mâna yoktur. [Zira; Allahü Tealâ herşeye kadirdir] ki, bazan sizi ve bazan da düşmanınızı mağlûp eder.

Fahr-i Razi ve Hazin'in beyanlarına nazaran ehl -i ima­na isabet eden musibetle murad; (Uhud) vakasında isabeteden hezimettir. Müminlerin kâfirlere isa­bet ettirdikleri iki misil le murad; yevm-i Be-dİr'de kâfirlerin mağlûp, maktul ve esir olmalarıdır. Çünkü; (Uhud)'da İslâm'dan yetmiş kişi şehit olduğu halde Bedir'de kâ­firlerden yetmiş maktul ve yetmiş de esir olmuştu. Binaenaleyh; kâfirlerin Bedir'deki zayiatı Uhud'daki İslâmın zayiatının iki mis­lidir. Yahut; kâfirler yevm-i Uhud'da bir kere galip olmuşlar ise de, ehl-i İslâm bir kere Bedir'de ve bir kere. de Uhud'da harbin bidayesinde galip oldukları cihetle kâfirler bir kere, İslâmlar da iki kere galip olmuşlardır.

Ashabın «Bize bu hal nereden geldi, biz ehl-i tevhidiz, has-mımızsa ehl-i şirktir, Resûlullah bizimle beraberdir ve Allahü Tealâ bize nusretini va'detmişken bu hezimetin sebebi nedir?» di­yerek hayret ve taaccüplerine kendi kusurlarının neticesi olduğu cevabı verilmekle intibaha davet olunmuşlardır. Çünkü Uhud vakasında Ashabın hatası; iki defa vaki olmuştur. Birincisi; Resûlullah Medine'den çıkmamak ve müşrikler gelirse Medine'den müdafaa etmek hususunda rey etmişken, ashabın ekserisi Medi­ne'den çıkmak hususunda rey vermeleri ve ısrar etmeleridir. İkin­cisi; defaat ile beyan olunduğu veçhile esna-yı harpte emval-i ga­nimete tamaan merkez fırkasının emr-i Rasûlullah hilâfına mer­kezi terketmeleridir. İşte bu iki hatalarının hezimete sebep oldu­ğunu Cenab-ı Hak bu âyette beyanetmiştir. Çünkü; Allah'ın nus-ret edeceğini vaadi onların emr-i Rasûle muhalefet etmemeleri şartıyla meşrut olduğundan muhalefet edilince nusreti zayi' etti­ler. Zira Resûlullah'm emrine muhalefet; ma'siyet olduğu cihetle o ma'siyeti irtikâpları hezimetlerini intaç etmiştir ki, abid üzeri­ne nazil olan musibet her zaman o abdin kendi kusurunun cezası olduğuna delâlet eder. [138]

 

Vacip Tealâ Uhud'da isabet eden musibet, Ashabın emr-i Re­sule muhalefetlerinden neşet ettiğini beyanettiği gibi izn-i ilâhi ile isabet ettiğini dahi beyanetmek üzere buyuruyor.

[Ey müminler! İyi bilin ki, yevm-i Uhud'da İslâm cemiyetiyle kâfir cemiyeti muharebe etmek üzere içtima edip birbirine kavuş­tuklarında size isabet eden musibet Allah'ın izniyledir. Allahii Te­alâ tayin olunan mahalde sebat eden müminlerle dünya malına tama9 ederek, makamlarım terkeden müminlerin ve münafıkları sairlerinden tefrik eylesin ve herkesin halleri birbirine malûm ol­sun için o musibet Allah'ın izniyle isabet etmiştir.]

[Ve Rasûlullah veyahut Ashabı tarafından onlara «Gelin fisebilillâh mukatele edin!» veyahut «Sevâd-ı İsîâmı çok göster­mekle evlâd ü ayal ve emvalinizden düşmanı defedin denildi­ğinde.]

[Onlar «Biz sizin başladığınız şeyin hakikî kıtal olduğunu bil-sek, size iitiba' ederiz ve lâkin bunun hakiki kıtal olduğunu bilmi­yoruz. Binaenaleyh; bu kıtal değil, nefsi tehlikeye atmaktır.» de­diler.]

[Şu sözü söyleyenler o günde küfre imandan daha yakınlar­dır.]

[Zira; onlar kalplerinde olmayan imanı lisanlanyla söylerler. Halbuki Allahü Tealâ onların kalplerinde sakladıkları nifaklarını onlardan daha iyi bilir.]

Ayette zikrolunan iki cemiyet le murad; islâm ve müşrik askerleridir. Onların birbirine kavuştuk­ları günle murad; Uhud günüdür. Münafık; imanı izhar et­mek ve küfrü saklamakia kendi için iki yol tuttuğundan müna­fık denmiştir. Münafıkların nifakları her zaman bir gûnâ teced-düd edip müminlerin imanında sebat olduğuna işaret için mümin, sebata delâlet eden lafzıyla ve münafık da teceddüde delâlet eden yani fiil lafzıyla varid olmuştur.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğuna nazaran münafıklara «Ge­lin mukatele edin» diyen ensardan (Cabir b. Abdullah)'tır. Çünkü; Rasûlullah bin kişilik bir orduyla Medine'den çıkıp Uhud ciheti­ne hareket edince reis-i münafıkin (Abdullah b. Übey b. Selül) «Nereye gidiyoruz? "Nefsimizi niçin öldürelim?» dedi. Üç yüz kişi maiyetiyle asakir-i İslâmiye içinden çıkıp avdet edince (Cabir) ar­kalarına düştü ve onlara «Eğer imanınız varsa gelin, fisebilillâh mukatele edin, düşman karşısında Rasûlullah'ı yalnız bırakmayın ve eğer imanınız yoksa İslâmı çok göstermekle düşmanı defedin, evinizi ve malınızı düşmandan muhafaza edin. Zira; çok görün­mek düşmana korku verir)) dedi. Yahut bu sözü söyleyen Rasûlul-lah'tır. Çünkü; münafıklar dönünce Rasûlullah onlara «Gelin! Erbab-ı dinden olun. Fisebilillâh düşmanla muharebe edin veya­hut ehl-i dünyadan olun. Evlât ve emvalinizi müdafaa edin» bu­yurmuştur. Umur-u dini her mühimmat üzerine takdim lâzım ol­duğuna işaret için âyette fisebilillâh mukatele, dünya için müda­faa üzerine takdim olunmuştur. Zira; din için muharebede dünya dahi hâsıl olduğundan din için muharebe min küll-il yücuh efdal-dir.

Münafıklar, Rasûlullah'm bu sözüne «Biz sizin başladığınız işi kıtal bilmiyoruz, eğer kıtal bilseydik ittiba ederiz» dediler. Hal­buki düşman ehl-i İslâmı mahvetmek ve din-i İslâmı ortadan kal­dırmak maksadıyla Medine'nin kapışma kadar geldi ve sabrü se­bat ettikleri surette Allahü Tealâ müslümanlara nusretini va'det-tiğinden dünyada (Uhud) Gazasından daha ziyade meşru' bir gaza olabilir miydi? İşte gazanın meşruiyetine ve esbabın vücuduna bi­naen bu gaza; meşru' bir ga2a olduğu cihetle münafıkların bu söz­leri batıldır. Münafıklar da gazanın lüzumunu bilirlerdi, lâkin ehli-imana fütur vermek ve kuvve-i maneviyelerini kırmak için bu sözü sarf etmişlerdir.

İşte bunun gibi her zaman ehl-i İslâmm kuvve-i maneviyesini kıracak münafıkane sözler sarf eden birtakım-kimseler bulunmak­tan dünya hâli kalmamıştır. Halbuki asakir-i İslâmiye bozgun bir halde olsa bile kuvve-i maneviyeyi takviyeye çalışmak vezaifi-diniyedendir. Zira; sermayesiz bir emektir. Binaenaleyh; insanlar daima asakir-i îslâmm kuvve-i maneviyesini yükseltecek sözleri sarfetmelidir. Çünkü; aksini sarfetmekte fayda olmadığı gibi za­rar da muhakkaktır.

Münafıkların asakir-i İslâmiye içinden seçilip dönüvermeleri, küfürlerini meydana koymak olduğundan Cenab-ı Hak o günde on­ların, küfre imandan daha yakın olduklarını beyanetmiştir. Çünkü; evvelce imanı izhar edip küfrü sakladıklarından herkes onları mümin zannediyorlardı. Halbuki ric'atleriyle ehl-i küfre muave­net ettiklerinden küfre daha yakın olmuşlar ve kalplerindeki ni­fakı açığa atmışlardır. [139]

 

Vacip Tealâ asakir-i İslâmiyeden ayrılan münafıkların bazı sözlerini evvelâ beyan edip badehu reddetmek üzere buyuruyor.

[Şol kimseler ki, onlar imanı izhar ettiler ve küfrü kalplerin­de gizlediler ve harbe gitmediler, oturdular. Onlar şehit olan kar­deşleri için «Eğer bizimle beraber otursalar harbe gitmeselerdi katlolunmazlardı» dediler, Habibim! Sen onlara cevapta de ki «Eğer sözünüz doğruysa nefsinizden Ölümü defedin.»]

Yani; münafıklar harpten firarla iktifa etmediler, birtakım itikad-ı batıllarını izhar ettiler ve harpte şehid olan kardeşleri ve­ya katlolunan münafıklar hakkında «Eğer bizim emrimize ita­at edip sözümüzü dinleseler, harbe gitmeseler ve bizim gibi otur-salardı, meydan-ı muharebede katlolunmazlardı. Ve lâkin söz din­lemediler, gittiler ve müşrikler elinde katlolundular» demekle ih­vanlarının katlini harbe gitmelerine isnad ettiler. Ey Resûl-ü Mu­azzam! Sen onların bu sözlerine cevap olarak «Sözünüz doğruysa nefsinizden Ölümü defedin» demekle onları insafa davet et. Ve «Kaçmak kadere mani olamaz. Eğer mani olabilirse haydi baka­lım siz ölmeyin de ecelden kurtulun» de ki onlar ilzam olunsun­lar da bu gibi batıl itikatlardan vazgeçsinler. Münafıkların bu söz­den maksatları; Uhud'dan sonra gazaya gidecekleri tenfir etmek­tir. Âyette beyan* olunan sözü söyleyenler münafıklardır.

Karda§Iar ıyla murad; harpte vefat edenlerdir. Eğer kar-daşlarıyla murad; İslâmdan şehit olanlar olursa münafıkların nesepte kardaşlarıdır. Zira; hepsi Arap ve ensardandırlar. Eğer kar-daşlarıyla murad; münafıklardan katlolunanlar olursa, hem ne­septe hem de dinde kardaşlarıdır. Bu münafıkların sözlerine veri­len cevabın hulâsası: «Sizin katlolunmadığınızın sebebi; katlini­zin mukadder olmadığındandır, yoksa sizin kaçıp kurtulmanızdan değildir. Eğer katliniz mukadder olsaydı sizin kaçmanız fayda ver­mezdi. Eğer firarınız mukadder olan şeye mani olursa sizin için mukadder olan ölümden kaçın, nefsinizi ölümden kurtarın» de­mektir. Binaenaleyh; Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile her şah­sın mukadder olan vakt-i muayyende hangi sebeple olursa olsun ölümü muhakkaktır. Şu halde hiyel ve desâisle eceli tehir müm­kün değildir, belki bazı zamanda mukatele ölümden kurtulmaya ve evde oturmak helake sebep olur. [140]

 

Vacip Tealâ kıtali ve kıtale itiraz edenleri beyandan sonra şe­hitlerin fezâilini beyanetmek üzere buyuruyor.

[Fisebilillâh ilâ-yı kelimetullah uğrunda feda-yı can ederek katlolunanları sen ölülerdir zannetme. Belki onlar Allah'ın fazlın­dan verdiği nimetlerle telezzüz eder ve ferahlanırlar ve Rabları indinde dirilerdir. Ve Allah'ın verdiği rızıklarla merzuklardir ve onlar kendilerine lâhik olmayan ve arkalarında kalan ihvanlarının hallerine mesrur olurlar ve derler ki «Onlar üzerine korku ve hü­zün yoktur.»]

Yani; habibim! Fisebilillâh düşman elinde katlolunanları sen ölmüşler zannetme. Belki Rableri indinde merzuk oldukları halde, berhayattırlar ve onlar;    Allah'ın fazlından verdiği nimetlere ferahlayıcı oldukları halde telezzüz ederler ve arkalarında kalan ih­vanlarının da kendileri gibi şehit olup Allah'ın nimetleriyle te.lez-züz etmeleri için beşaret isterler ve onlar üzerine âhirette korku ve dünyada fevtolan nimetlere hüzün yoktur. Zira; âhirette daha âlâsına nail oldular.

Bu âyet; mücahedenin bir emr-i mahbub olup erar-i mekruh olmadığına delâlet eder. Zira fisebilillâh katlolunanların ihya olu­nup Rableri indinde merzuk olduklarını beyan, mücahedenin bu gibi derecelere sebep olan bir emr-i memduh olduğuna delâlet eder. Binaenaleyh; kıtalin bir enır-i mekruh olduğunu iddia eden münafıkların iddiaları batıldır. Bu âyet şüheda-yı Bedir veyahut şüheda-yı Uhud hakkında nazil olmuşsa da, bilcümle şühedaya şâ­mildir. Zira lâfz-ı âyet; umumidir.

Bu âyet bünye-i insaniyenin harab olmasından ruhunun ha-rab olması lâzım gelmediğini, belki ruhun baki olduğunu ispat et­miştir. Çünkü şehit olduktan sonra merzuk olan ve nimetlerle telezzüz edip ferahlanan; ruhtur, ceset değildir. Kendilerinden sonra dünyada kalıp henüz kendilerine lâhik olmayan ihvanlarının halleriyle mesrur .olmalarının manâsı; onların da şehit olup ken­dilerinin nail oldukları nimetlere nail olacaklarını ümid ederek mesrur olmalarıdır. Çünkü; Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile şehit­lerin bazısı bazısına «İhvanımızdan birçok kimseleri saff-ı kıtalde terkettik. İnşaallah onlar da bizim gibi şehit olurlar ve bizim nail olduğumuz şu nimetlere onlar da nail olurlar» derler ki, onların

şehadetine müjde isterler. Zira; nin manâsı beşaret taleb ederler demektir.

Vacip Tealâ şehitler üzerine korku ve hüzün olmadığını be-yanetmiştir. Çünkü havf ; bir musibetin isabetinden endişe edip korkmaktır. Hüzün; mevcut olan nimetin fevtine esef­lenmektir. Şu halde şühedanın âhirette sevilmeyecek bir musibete tesadüf etmek korkusu olmadığı gibi, dünyada mevcut nimetlerin fevtinden de mahzun olmazlar. Zira; âhirette nail oldukları ni­metler' herhalde dünya nimetlerinin ezhercihet fevkindedir.

Hulâsa; fisebilillâh katlolunarak şehadet mertebesini ihraz edenleri ölü zannetmek doğru olmayıp, belki diri oldukları halde Rableri indinde enva-ı nimetlerle merzuk olduklarını itikad etmek lâzım olduğu ve onların arkalarında kalıp henüz kendilerine lâhik olmayanların da şehadet .haberlerini duymakla mesrur olmalarım istedikleri ve şehitler için korku ve hüzün gibi birşeyin olmadığı bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [141]

 

Vacip Tealâ şühedanın Rableri indinde merzuk ve arkadan gelecek ihvanlarının halleriyle mübeşşer olduklarını beyanettiği gibi nail oldukları nimetleriyle mübeşşer olduklarını dahi beyan-etmek üzere buyuruyor.

[Şehitler Allah'tan nazil olan nimetle beşaret taleb ederler ve Allahü Tealâ müminlerin ecrini zayi etmez.]

Yani; şehitler arkada kalan ihvanlarının mertebe-i şehadeti ihraz etmeleriyle mübeşşer olmalarını istedikleri gibi taraf-ı ilâ­hiden kendilerine nazil olacak nimet ve fazlu ihsanla dahi beşaret isterler. Halbuki Allahü Tealâ müminlerin ecrini zayi* etmez. Zi­ra; Allah'ın rızasını talep ve Rasûlüne itaat ve dinini ilâ hususun­da feda-yı can eden ve feda-yı cana her zaman hazır olan mümin­lerin ecirlerini elbette heder etmez.

Tefüir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile evvelki âyette şü­hedanın istibşarı ihvanları hakkında olup bu âyette istibşar; ken­di haklarında olduğundan tekrar yoktur. İnsanın kendi halinden evvel ihvanının haline mesrur olmak evlâ olduğuna işaret için ih­vanın haliyle istibşar takdim olunmuştur.

Müstahak oldukları nimetten ziyade sevaba nail olacaklarına işaret için nimetten sonra fazl zikrolunmuştur. Zira fazI ; zi­yade ihsan demektir. İmanı olmayanların emekleri zayi' olaca­ğına işaret için müminlerin ecirleri zayi olmayacağı sarahaten zikrolunmuştur ki, ameli zayi' olmayan şehidin mümin olması şarttır. Binaenaleyh; müşriklerin elinde katlolunan münafıkların ecirleri zayi'dir. Zira; imanları yoktur. Çünkü ecri muhafaza ede­cek; ancak imandır. [142]

 

Vacip Tealâ ecri zayi' olmayan müminlerin evsafım beyanet-mek üzere buyuruyor.

[Ecri zayi' olmayan müminler şol kimseler ki, onlar düşman­dan kendilerine yara ve sair musibet isabet ettikten sonra Allah'a ve Rasûlüne itaat ederek davetlerine icabet ettiler ve onlardan şol kimseler ki, onlar Resulullah'la beraber muharebeye çıkmakla ih­san edip fcda-yı cana müheyya oldular ve muhalefetten ittika et­tiler. Onlar için büyük ecir vardır.]

İsticabe; emre itaat, ihsan; cemii evamire imti­sal ve nevahiden içtinab etmektir. Bu âyette ihsan ve it­tika;   Resûlullah'a muhalefetten içtinab etmek manasınadır.

Bu âyetin sebeb-i nüzulü; Fahr-i Razi, Kazi ve Hâzin'in ve Nimetullah Efendi'nin beyanlarına nazaran Ebu Süfyan maiyetiy-le (Uhud)'dan dönüp (Ravha) denilen mahalle varınca, nedamet eder ve yanmdakilerine «Biz Muhafhmed (S.A.)'e galebe ettik, bir­çoklarını öldürdük. Dönelim hepsini kılıçtan geçirelim» der. Re-sûlullah, Ebu Süfyan'ın böyle dçdiğini işitince düşmana karşı bir kuvvet göstermek üzere Ashabına «Benimle beraber dünkü mu­harebede bulunanlar çıksın» buyurdu. İşbu emr-i Risalerpenahi üzerine yetmiş kişi çıktı. Onların içinde (Uhud)'da yaralananlar da vardı. Hatta bazılarının yürümeye takati olmayıp birbirine da­yanarak gidenlerin bulunduğu da mervidir. Bu minval üzere Ra-sAlullah, Ashabıyia beraber (Hamra-üTEsed) denilen mahalle var­dı. Orada henüz iman etmemiş olan (Ma'bed-i Huzaî)'ye tesadüf etti ve (Uhud) vakasında vuku bulan inhizamdan dolayı Rasûlul-lah'ı tesliye ve ta'ziye ederek kalkıp gitti. (Ravha)'da Ebu Süf-yan'a tesadüf etti ve Resûlullah'm Ashabıyla beraber Ebu Süf-yan'ı takib ettiğini müşriklere haber verince Ebu Süfyan ve aske­rîni korku ihata edip hemen Mekke'ye firar ettiler. İşte Resûlul-lahla beraber tekrar muharebeye çıkan müminleri sena makamın­da bu âyetin nazil olduğu mervidir.

Gerçi ehl-i iman bir hata neticesi olarak inhizama uğradığın­dan, bazıları yaralı ve bazılarının akrabası şehit olmuş ve herbiri bir gûnâ hüznü kederle matem içindeydilerse de, düşman zaylf görür ve avdet ederse felâket daha müthiş olacağından Resûlul-lah ehl-i İslâmı kuvvetli göstermek ve düşmanı korkutmak ciheti­ni iltizamla bu bozgunluk üzerine tekrar askerini çağırdı ve onlar da davetine icabet ettiler. Rasûlullah'ın takibe çıkmasını (Mabedi Huzai) haber vermesiyle Allahü Tealâ onlara bir korku verdi ki, hemen zaman fevtetmeksizin firar ettiler. İşte düşmanın ahvalin­den haberdar olmak ve düşmana karşı en zayıf bir halde olsa bile gayet kuvvetli görünmek kumandanın vazifesi olduğu gibi, aske­rin de başlıca vazifesi itaat etmek olduğuna bu âyet delâlet eder.

Cenab-ı Hak bu âyette Ashab-ı Rasûlullah'ı üç şeyle sena etti: Birincisi; itaattir. Zira; askerde itaat olmazsa düşmana müdafaa mümkün olamayacağı cihetle düşmanın istilâsı ve ırzu namusun ayaklar altında kalması ve mukaddesatın hakarete maruz olması muhakkak olduğundan felah ve zafer, ırzu namusu muhafaza, dini i'lâ, mukaddesata tazim ve hürmet cümlesi askerin itaatine bağlı olduğu cihetle Cenab-ı Hak birinci merrede askeri itaatle sena et­miştir. Gerçi âyette Allah'a ve Rasûlüne itaatle sena edilmiştir. Lâkin Allah'ın ve Rasûlullah'ın meslek ve sünnetine ittiba etmek, her zaman Allah'a ve Resulüne itaattir. Zira; Resûlullah irtihal ettiyse sünneti irtihal etmedi; ümmetiyle kaldı. İşte itaatin lüzu­muna binaen askerden ve bilhassa saff-ı harpten firar etmek gü~ nah-ı kebireden ma'duttur. Allahü Tealâ'nın Ashab-ı Rasûîullah'ı senasından ikincisi; ehl-i ihsan olmalarıdır. Çünkü; harbin yorgun­luğu baki ve üzerlerinde yara mevcutken emr-i Rasûle itaatle be­raberce tekrar düşmana karşı çıkmaktan daha büyük bir ihsan olamaz. Çünkü; canını vermeye hazırlanmıştır. İnsanın canından kıymetli birşeyi olmadığı cihetle canım feda etmek kadar ihsan olmadığından mükâfatının büyük ecir olacağı beyan olunmuştur. Üçüncüsü; ittikalanyla senadır. Ittika ; emr~i Rasulullaha muhalefetten sakınmaktır. [143]

 

Vacip Tealâ Ashab-ı Rasûlullah'm bazı sıfatlarını beyanla se­na ettiği gibi diğer sıfatlarım dahi beyanla sena etmek üzere buyuruyor.

[Müminler şoî kimseler ki, nâs onlara «Muhakkak nâs sizin için içtima ettiler, onlardan korkun» dediler ve onların bu sözleri müminleri imanlarını ziyade etti ve dediler ki «Bize Allahü Tealâ kâfidir ve ne güzel vekildir Allahü Tealâ.»]

Bu âyette n d s la murad; (Nuaym b. Mesud/dur. Her ne ka­dar (Nuaym) bir kişiyse de sözü dinlenen bir şahıstan cemi siga-sıyla tabir etmek, Arapların âdeti olduğundan (Nuaym)'e nâs den­miştir. Yahut Medine'de Nuaym:ın sözünü birçok kimseler dağıt­tığından hepsine nâs denmiştir.

[Nuaym'ın sözüne iltifat etmeyip her umurlarına Allah'ın kâfi olduğuna imanlarını takviye edip harbe çıkınca harp mevkiinden Allah'ın nimet ve insanıyla döndüler. Onlara asla kötülük dokun­madı ve onlar riza-yı ilâhiye ittiba ettiler. Nuaym'ın neşrettiği ya­lanlara kulak asmadılar, Allah'ın lutfuna güvendiler. Zira; Allahü Tealâ kullarına büyük ihsan sahibidir.]

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile bu âyette   nimet;   afiyet ve jazi, bolca ticarettir. Yahut nimet; dünya menfaati ve fazI ; âhiret sevabıdır. Çünkü; bu gazada Ashab-ı Resûlul-lah afiyetle beraber birçok ticaret de ettiler.

Fahr-i Razi ve Kazi'nin beyanlarına nazaran âyetin sebeb-i nüzulü şöyledir: Ebu Süfyan (Uhud) vakasından avdet edeceğinde Rasûlullah'a «Ya Muhammedi (S.-A.) İstersen harp için gelecek sene Bedir zamanı olsun» dedi. Rasûlullah da «İnşaallah» buyur­du. Binaenaleyh; gelecek sene mukavele ettikleri mevsim gelince Ebu Süfyan askeriyle Mekke'den çıktı. (Merr-uzzahran) denilen mevkie geldiğinde Allahü Tealâ kalbine korku verdi. (Ebu Süf­yan) tereddüde başladı ve Mekke'ye dönmek istediyse de, kavm-i Araba karşı arlanıyordu. O sırada (Nuaym Eşcaî) tesadüf etti. Ebu Süfyan fikrini anlattı ve «Bu sene kıtlıktır. Bize ucuzluk sene ol­malı. Develerimiz ot yemeli, biz sütünü içmeliyiz. Bunlar müm­kün olmadığından dönmek isteriz ve lâkin Muhammed (S.A.) harp mevkiine gelir boş bulursa cesareti artar» dedi. (Ebu Süfyan) bu­nun üzerine «Ey Nuaym! Eğer sen Medine'de bizim külliyetli asker ve mühimmatla geldiğimizi müslümanlara anlatır, korku verirsen sana on deve vereyim» dedi ve Naimi Medine'ye gönderdi ve ken­di de askeriyle beraber eli boş Mekke'ye döndü. Ehl-i Mekke bu­nu görünce dönen askerle alay ederek tahkir ettiler. Diğer taraf-dan (Nuaym) da Medine'ye geldi. Ebu Süfyan'm talimatı veçhile birçok yalanlar neşretti. Müşrikleri kuvvetinden ve ehl-i İslâm'ın zaafından ve harbe gidilirse bir tane müslüman kalmayıp, müşrik­lerin kılıcından geçeceğinden bahsetti. Bu söz ehl-i İslâm arasın­da fena tesir etti ve endişe getirdi. Rasûlullah bunu işitince «Ben yalnız giderim, vaadimden dönmem» buyurdu ve harbe hazırlan­dı ve Ashaptan yetmiş kişi muvafakat edip Medine'den çıktılar ve (Bedr-i Suğra) denilen mahalle geldiler, fakat düşmandan eser gör­mediler. Ancak (Bedr-i Suğra)'da Araplar arasında evvelden beri âdet olan sekiz gün süren panayıra tesadüf ettiler. Ashabın yan­larında bulunan hurma ve sair emval birçok menfaat temin etti. Üzüm ve sahtiyan gibi şeyler aldılar, salimen ve gânimen Medi­ne'ye avdet eylediler ve Ashaptan gitmeyenler çok nedamet etti­ler ve gidenlerse mesrur ve hândan oldular.

İşte şu vakayı tasvir etmek üzere bu âyetin nazil olduğu mervidir. Zira; Cenab-ı Hak Nuaym'm geldiğini ve Kureyş'in harp için toplandıklarını ve müminlere «Siz Kureyş'ten korkun» dediğini ve bu sözü müminlerin imanlarını ziyade ettiğini ve müminlerin Na-aym'ın sözüne iltifat etmeyip ( ^\ Iıa_s- ) dediklerini ve harbe gidip

Allah'tan nimete nail olup fazlu ihsanla döndüklerini ve düşman­dan hiçbir kötülük isabet etmediğini ve ehl-i imanın rıza-yı ilâ­hiye ittiba ettiklerini ve düşmanın sözüne aldanmadıklarmı aynen beyanetmiştir. Zira; Nuaym'm sözü biraz korku vermişse de, az za­man içinde geçip azimetlerine fütur veremedi. Binaenaleyh; Re-sûlullah'a itaatle niyetlerinden dönmediler. Allah'ın nusretine imanları Nuaym'm eracîfine galebe etti ve niyetleriyle mecur ol­dular. [144]

 

Vacip Tealâ (Nuaym b. Mesud)'un «Mekke ahalisi harp için iç­tima' etti»    demekle ehl-i imanı harpten    alakoymak şeytanetini Medine'de neşrettiğini ve ehl-i imanın kelime-i tayyibeleriyle mukabele edip kemal-i şecaatle Medine'den çıktık­larını ve salimen avdet ettiklerini beyanettiği gibi müşriklerin iç­timaını neşreden kimsenin şeytan olduğunu dahi beyanetmek üzere: buyuruyor.      

[Ey müminler! Şu size korku veren ancak Şeytan'dır. Sizi evliyasıyla korkutuyor. Şu halde sizi korkutan Şeytan olunca siz onlardan korkmayın, eğer müminseniz benden korkun.]

Tefsir-i Taberi'de beyan olunduğu veçhile bu âyette Şey­tanla murad; Ebu Süfyan tarafından gelerek müminleri korku­tup harpten men'etmeye çalışan (Nuaym b. Mesud)'dur ki, Şeytan'-\n yolunu tuttuğundan Şeytan denmiştir. Evliyası yla mu­rad; kâfirler ve münafıklardır. Buna nazaran âyetin manâsında iki ihtimal vardır: Birincisi;   evliyasının çokluğundan bahisle müminleri korkutmaktır. Bu ihtimale göre manâ-yı âyet: [Ey mü­minler; Şeytan, evliyası olan kâfirlerin çokluğundan bahisle sizi onlardan korkutmak için çalışır. Eğer müminseniz siz ancak ben­den korkun. Zira. müminin şanı; Allah'tan korkmak ve Allah'ın gayrından korkmamaktır] demek olur. İkincisi; Şeytan'ın kendi evliyası olan münafıkları korkutmasıdır. Bu ihtimale göre manâ-yı âyet: [Ey müminler! İnsan suretinde Şeytan olan (Nuaym) her ne kadar düşmanın çokluğundan ve kuvvetinden bahisle sizi korkut­mak isterse de sizi korkutamaz. Ancak dostları olan münafıkları korkutur. Zira; onun sözü münafıklara tesir eder. Binaenaleyh; münafıklar sizinle harbe gitmez, hanelerinde otururlar] demektir. Hulâsa; ehl-i imanın arasına düşmanın kuvvetinden bahisle müslümanları korkutmak için aracîf neşreden insan suretinde Şeytan olduğu ve bu gibi insan suretinde şeytanların her vakit bulunduğundan, müslümanlarm aldanmamaları lâzım olup Şey­tan'ın dostlarından korkmayarak Vacip Tealâ'dan korkmak icabet-tiği bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [145]

 

Vacip Tealâ ehl-i imanı harpten alıkoymak isteyen Şeytan olduğunu beyanettiği gibi küfre sürat eden kâfirlerin zararların­dan mahzun olmamak lâzım olduğunu dahi beyanetmek üzere buyuruyor.

[Ey Rasul-ü Ekrem! Küfre sa'y ve sürat eden kâfirlerin za­rarları seni mahzun etmesin. Zira; onlar küfrü irtikâpla Allahü Tealâ'ya hiçbir zarar edemezler. Çünkü; kâfirlerin zararı kendi­lerine aittir.]

[Allahü Tealâ onlar için âhirette bir nasip kılmamak murad eder. Halbuki onlar için âhirette büyük azap vardır.]

Yani; habibim! Küfre sürat ve irtikâp edenlerin zararından mahfuzsun. Binaenaleyh; onların size zarar kasdetmelerinden mahzun olma. Zira; onlar elbette Allahü Tealâ'ya hiçbir zarar ede­mezler ve her teşebbüsleri kendi mazarratlarıyla neticelenir ve Allahü Tealâ onlara âhirette nasip vermemek murad eder. Çün­kü; onlar için âhirette irtikâp ettikleri küfrün cezası olarak bü­yük azap vardır.

Vacip Tealâ bu âyetle Rasûlünü ve müminleri tesliye buyur­muştur. Çünkü din-i İslâmı ortadan kaldırmak maksadıyla asker cem'etmek fayda etmeyip, şeriati iptal eylemek isteyenlerin akı­bet kendileri mahvu müzmahil olacaklarını beyanetmek; ehl-i İs-lamı tesliyeden başka birşey değildir ve âyetin hükmü ilâ yevm-il-kıyam bakidir ve birçok defalar ehl-i salibin İslâm aleyhine içti­ma' ettikleri halde din-i İslama bir zarar edemeyip kendileri hâip ve hâsir oldukları görülmekle âyetin sırrı bu suretle zuhur etmek­tedir. İşte zamanımızda aleyhimizde ittifak eden Avrupa devlet­lerinin teşebbüsleri ve neticesi buna pek büyük bir şahittir.

Gerçi kâfirlerin küfrüne mahzun olmak ibadetse de, bedene zarar edecek kadar ileri götürmek caiz olmadığından Cenab-ı Hak Rasûlünü onların küfrüne hüzünde ifrattan nehyettiği gibi ehl-i imana ve şeriate zarar-ı külli yapamayacaklarını beyanla dahi mü­minleri hüzünden nehyetmiştir. Küfürleriyle Allah'a zarar ede­mezler demek; Allah'ın dinine zarar edemezler demektir. Küfürle­rinin temadi edip de hal-i küfür; üzere vefat edenlerin âhifette ni­metten nasipleri olmayacağı da beyan olunmuştur.

Fahr-i Razi ve Kazi'nin beyanları veçhile âyet; münafıklar ve irtidatla küfre müsaraat eden mürtedler haklarında nazil olmuş­tur. Zira; İslâm arasına eracîf neşreden başlıca her zaman bun­lardır ve bilhassa (Uhud) vakasından sonra dilleri uzamıştır. Me­selâ «Muhammed (S.A.) nebi olsa mağlûp olmazdı. Halbuki mağ­lûp oldu. Maksat saltanattır, bundan sonra nusret yoktur» demekle Ashabı, Rasûlullaha tebaiyetten tenfir ederlerdi. İşte münafıkların bu tezviratmdan mahzun olmamalarını Cenab-ı Hak bu âyetle Ra-sûlüne ve ümmetine tavsiye etmiştir. [146]

 

Vacip Tealâ münafıkların nifaklarına hüznetmekten men'et-tiği gibi Yahudilerin dahi zarar edemeyeceklerini ve binaenaleyh; onların yaptıkları şeytanetlerine de hüznetmemek lâzım olduğunu beyanetmek üzere buyuruyor.

[Şol kimseler ki, onlar imanı küfre değiştiler. Onlar Allah'ın dinine ve dininin sahibi olan Rasûlüne hiçbir şeyle elbette zarar edemezler. Halbuki onlar için âhirette acıtıcı azap vardır.] buyuruyor.

Bu âyette imanı küfre değişenler ve ima­nı verip küfrü aIanIarla murad; Yahûdilerdir. Çünkü; Yahudiler Tevrat'ta Resûlullah'ın evsafını görüp ba's olun­mazdan evvel hakkaa nebi olduğuna iman etmişlerdi. Vakta ki ufk-u risaletten Fahr-i Kâinat zuhur edince hasedleri galeyan edip imanlarını küfre tebdil ettiler. Binaenaleyh; a'zam-ı umur olan dini dünyaya ve hava ve heveslerine değiştikleri için a'zam-ı aza­ba müstehak olmuşlardır ve ne kadar hased etseler dine bir zarar edemeyeceklerini beyanla Rasûlünü ve ehl-i imanı tesliye etmiş ve Yahûd'un ef'alinden dahi mahzun olmamak lâzım olduğunu Cenab-ı Hak bu âyetle beyan buyurmuştur. [147]

 

Vacip Tealâ dünyada kâfirlere edilen müsaadenin haklarında hayır olmadığını ve âhirette azaplarının ziyade olmasına sebep ol­duğunu beyanetmek üzere buyuruyor.

[Habib-i Zişanım! Sen kâfirleri zannetme ki, bizim onlara müsaade etmekliğimiz unların nefislerine hayırlıdır ve müsaade onlar için menfaat ve faydadır. Belki bizim onlara dünyada müsaa­demiz onların günahları ziyade olsun içindir. Halbuki âhirette on­lara ihanet ve hakaret edici azap vardır.]

Yani; habibim! Sen dünyada kâfirlerin uzun ömürleri ve ser-vetü samanları kendi haklarında hayırlıdır zannetme. Zira; onlara bizim mühlet verip birçok müddet yaşamaları küfürleri tezayüd etmek ve malları sayesinde tuğyan edip günahları çok olmak için­dir. Onlar hakkında mühlet; hızlandır, nimet değildir.

Münafıklar; (Uhud) vakasında şehit olanları zikirle kendileri­nin muharebeye gitmediklerinden dolayı berhayat kaldıklarından bahisle ehl-i îslânıı Resûlullah'a ittibadan tenfir ederlerdi. Cenab-ı Hak onları red için hayatları haklarında hayrolmadığını ve dün­yada münafık ve kâfir olarak yaşamak mazarrat olduğunu beyan­la sözlerini itibardan iskat etmiştir. Yani; hayatta fayda varsa da, bunlar küfür üzere bulundukça azaptan başka birşey kazanma­dıklarını ve (Uhud)'da mümin olarak şehit olanların ölümleri bun­ların hayatlarından daha hayırlı olduğunu beyan buyurmuştur. Şu halde imanı olmayan kimsenin akıbeti azab-ı ebedi olacağı için ona verilen nimetler zahirde nimet gibi görülürse de, hakikatte nimet olmayıp ayn-ı azap olduğuna bu âyet delâlet eder. Zira; müddet-i hayatlarının ve sair müsaadâtm uzaması günahlarının ve zulüm ve tuğyanlarının tezyidi için olduğunu Cenab-ı Hak sarahaten beyan-etmiştir.

Hulâsa; kâfirlere verilen mühlet, müsaade ve sair nimetlerin onlar hakkında hayır olmadığı ve onlara verilen müsaadenin, an­cak günahlarının ziyadelenmesi için istidraç kabilinden olup âhi­rette onlar için ihanet edici azabın hazır olduğu, bu âyetten müs-tefad olan fevaid cümlesindendir. [148]

 

Vacip Tealâ bundan evvelki âyetlerde (Uhud) Gazasına ve (Bedr-i Suğra)'ya ve kâfirlerin din-i İslama bir zarar edemeyecek­lerine ve haklarında müsaadenin hayır olmadığına müteallik ahvalin cümlesini beyandan sonra, bu vukuatın cümlesi müminle münafık beyinlerini tefrik için mi'yar kabilinden olduğunu beyan-etmek üzere buyuruyor.

[Ey münafıklar! AHahü Tealâ müminleri, üzerinde bulundu­ğunuz hal-i ihtilâl üzere terkeder olmadı. Hatta habis olan müna­fık tayyib olan mü'minden ayrılır. Aralarında iştibah kalmaz, mü­minin mümin ve münafıkın münafık olduğu bilinir bir hale gelir.]

[Ve AHahü Tealâ sizi gaybüzere muttali kılar olmadı ve lâkin Allahü Tealâ rasûllerinden dilediği kulunu makam-ı risalete ihti­yar buyurur ve vahyiyle bazı mugayyebatı o rasulüne bildirir. Hal böyle olunca Allahü Tealâ'ya ve Rasûllerine iman edin. Eğer siz Al­lah'a ve Rasulüne iman eder ve muharremattan içtinapla marzî-i ilâhinin hilafından nefsinizi vikaye ederseniz sizin için büyük ecir vardır.]

Yani; Allahü Tealâ müminleri münafıklardan tefrik olunmaz bir halde terkeder olmadı. Hatta münafık, müminden ayrılır. Bi­naenaleyh; herkesin nifakı ve imanı bilinir ve Allahü Tealâ sizi gayb üzerine muttali' kılar olmadı. Lâkin istediği kulunu mansıb-ı risalete ihtiyar eder. Şu halde sizin için vazife; Allah'a ve Resu­lüne itaat ve iman etmektir. Binaenaleyh; Allah'a ve Resullerine iman edin ve eğer iman eder ve muharremattan ittika ederseniz sizin için büyük mükâfat vardır.

Bu âyette hitap; müminlere ve münafıklaradır. Çün­kü; münafıklar İslâm suretinde oldukları cihetle arada sırada müslümanları iğfal etmek istediklerinden ve zahirde müslüman göründüklerinden, tesirden de hâli kalmadıkları için Cenab-ı Hak müminle münafıkın bilinmez bir surette devamı muvafık olma­dığını ve beyinlerini tefrik edeceğini ve tefrikin de (Uhud) Ga­zasında olduğu gibi bazı belâya ve mesâiple olacağını beyan bu­yurmuştur. Çünkü musibet; insanlar için mi'yar olduğundan, iyi­nin kötüden ayrılması mesâiple olur. Zira; mesâibe sabredenle et­meyen belâya müptelâ olduğu zamanda belli olduğu cihetle (Uhud) vakası mümini münafıktan ayırmıştır. Çünkü; mümin-i hâlis bü­tün belâya göğüs gerer ve imanında sebat eder, galip olsun mağ­lûp olsun hâli değişmez. Amma münafık belâyâyı görünce izhar ettiği imandan döner, nifakını meydana kor ve bu cihetle birbi­rinden ayrılır. Müminle münafıkın beyinlerini tefrik etmek gaybı bilmek suretiyle olmayıp, alâmat-ı zahire ve belâya ile olacağını Cenab-ı Hak bu âyetle beyan buyurmuştur. Çünkü; avam-ı nâs gayba muttali olamaz, ancak rusül-ü kiramdan bazılarına bazı mu-gayyebatı Vacip Tealâ vahyile bildirir ve resulü de kullarına ha­ber verir ve şeriatiyle imtihan eder ki, kabul eden mümin ve ka­bul etmeyen de kâfir olur ve lisanı kabul edip kalbi kabul etme-yense münafık olur. (Uhud) vakasında münafıklar «Muhammed (A.S.) rasul değildir. Zira; rasul olsa mağlûp olmazdı» diyerek ta'nlarıyla nifaklarını meydana koydular. Cenab-ı Hak da ehl-i Islâmın mağlûbiyetinden birçok hikmet ve maslahat olduğunu ve cümle-i mesalihten birisi de münafıkın müminden ayrılması bu­lunduğunu beyan buyurdu. Gerçi münafıkları vahy ile Allah'ın Rasûlüne ve Rasûlünün Ashabına bildirmesiyle olabilirse de, her­kesin re'y el ayn nifaklarını müşahedesi gibi olamaz. Binaenaleyh; (Uhud) vakasıyla nifaklarını meydana koyunca hiç kimsenin şüp­hesi kalmadı. Ayetin sebeb-i nüzulü; münafıkların Rasûlullah'ı is­tihzalarıdır. Çünkü; Rasûlullah «Ümmetim bana arzolundu. Bina­enaleyh; ben iman edenleri ve etmeyenleri bilirim» buyurmuştur. Bu söz üzerine münafıklar istihza tarikiyle «Muhammed (S.A.) ümmetinden iman edeni ve etmeyeni bildiğini söylüyor. Halbuki biz yanında bulunduğumuz halde henüz bizi bilmiyor» demeleri üzerine bu âyetin nazil olduğu mervidir. [149]

 

Vacip Tealâ nefsini fedaya amade olmaktan ibaret olan mü-cahedeye tergib ettikten sonra emvali vermeye tergib ve buhulden men'etmek üzere buyuruyor.

[Allah'ın kendi fazlından verdiği emvalde buhleden kimseler buhullerini kendileri için hayır zannetmesinler; belki o buhul onlar için gerdir. Zira; lâyık olan mahallere sarfetmekten esirgediği malı başına belâ olacaktır.]

[Onların buhlettikleri malları yevm-i kıyamette tavka olarak boyunlarına takılır.]

[Halbuki göklerin ve yerin mirası Allah'ındır. Ve Allahü Te­alâ sizin amelinizi bilir.]

Yani; Allah'ın ihsan ettiği malında buhleden kimseler, o buh-lü kendileri için hayır zannetmesinler, belki o buhul onlar için ayn-ı serdir. Zira; o buhlettikleri malları yılan suretinde tasvir olunup tavka gibi boyunlarına takılacaktır. Binaenaleyh; boynun­daki tavka o insandan ayrılmadığı gibi buhlünün vebali de buhle­den kimseden ayrılmayacaktır. Halbuki semavat ve arzın mirası Allahü Tealâ'ya mahsustur. Çünkü; Allahü Tealâ baki, onun buh-lettiği mal fanidir ve o kimse vefat eder malı kalırsa, Allah'ın mül­küdür ve Allahü Tealâ sizin buhlünüzü bilir ve muktezasma göre cezasını verir.

Bu âyette Vacip Tealâ, kendisinin verdiği malı muhtaç olan­lara vermekten buhledenleri zemmetmiş ve buhul kendileri için azap olacağını beyanla insanları buhulden tenfir etmiştir. Çünkü; vermekten esirgediği malı zayi' olup azabı baki kaldığı için, bahîlin buhlü kendi hakkında ayn-ı şer olduğu beyan olunmuştur.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile ekser-i ulema indinde buhuI ; vacip olan şeyi men'etmektir. Zira; buhlüzere birçok azap olacağı beyan olunmuştur. Nafile olan sadâkati terkte azap yoktur. Binaenaleyh buhul; vacip olan şeyi terketmektir. Yoksa nafileyi terketmek değildir. Şu halde nefsine ve evlâd ü ıyaline ve muhtaç olan anasına ve babasına ve düşmanı defetmek için tecemmu' eden askere infak vacip olduğundan bunlardan herhangisini terket-se vacibi terketmiş olduğundan günahkâr olur.

Bahil olan kimsenin buhlettiği malının boğazına tavka olaca­ğı beyan olunmuştur. Takvanın keyfiyetini beyanda ihtilâf var­sa da, ekser-i ulemanın beyanlarına nazaran yılan suretinde tas­vir olunup boynuna takılacaktır. Çünkü; Rasûlullah'm «Zekâtını vermeyen kimsenin men'ettiği zekâtı Allahü Tealâ'nm büyük bir yılan kılacağını» beyan buyurması bu manâyı tefsir ve teyid et­mektedir.

Semavat ve arzın mirası Allahü Tealâ'nm olmasının manâsı; semavat ve arzın ehli helak olup, ancak Vacip Tealâ'nm baki kal­ması veraset makamında olduğu için onların mirası, Allah'ın de­nilmiştir. Çünkü; bir kimse vefat edince emlâki arkasına kalan kimseye irsen intikal ettiği gibi, kıyamette cümle âlem helak olun­ca Allahü Tealâ'dan başka malik kalmadığından keenne mutasar­rıf olup vefat edenlerden intikal etmiş ve Allahü Tealâ varis ol­muş gibi olduğu cihetle semavat ve arzın mirası Allah'ın denil­miştir ki, ondan başka mutasarrıf kalmayacağından kinayedir. [150]

 

Vacip Tealâ buhledenleri zemmedip icabında emvalin muhtaç olanlara verilmesi lâzım olduğunu beyanettiği gibi Yehûd'un em­vali sarfla emr-i Resûlullahı istihza ve nübüvvete ta'na vesile ad­dettiklerini beyanetmek üzere buyuruyor.

[Zat-ı ülûhiyetime yemin ederim ki, «Allahü Tealâ fakir, biz zenginiz» diyenlerin sözlerini muhakkak Cenab-ı Hak işitti. Biz azimüşşan elbette onların sözlerini ve bigayr-i hakkın enbiyayı katillerini defter-i a'mallerine yazarız ve deriz ki «Şiddetle yakıcı Cehennemin azabım tadın.»]

[İşte şu yakıcı azap; sizin kesb-i yedinizle dünyada takdim et­tiğiniz amelinizin cezasıdır. Halbuki Allahü Tealâ kullarına zulme-dici olmadı. Zira; Allahü Tealâ herkesin ameline göre ceza verdi­ğinden istihkakına göre intikam alır. Şu halde azabı istihkakın­dan ziyade olmaz ki zulmetmiş olsun.]

Yani; muhakkak Allahü Tealâ şol kimselerin sözlerini işitti ki, onlar «Allah Tealâ muhtaçtır, bizler ganiyiz» dediler. İşte bu sözlerini Allah'ın işittiği muhakkaktır. Biz onların bu sözlerini ve babalarının ve dedelerinin bigayr-ı hakkın enbiyayı katletmelerini ve bunların da onların katillerine rızalarını yazarız ve kemal-i ha­karetle hakaret olunmaları için «Tadın Cehennem azabını» de­mekle kendilerini Cehennem'e koyarız ve deriz ki «İşte şu azap; sizin kendi elinizle işleyip âhiret için gönderdiğiniz amelinizin ce­zasıdır. Allahü Tealâ size bu azabı tadın demekle ve Cehennem'e koymakla zulmetmedi. Zira; Allahü Tealâ kullarına zulmeder olmadı». Şu sözü söyleyenlerin bir cemaat olduğuna işaret için vârid olmuştur. Bu    sözlerinin    yazılmamek âdetleri olduğunu ve enbiyayı katle cesaret edenlerin bu gibi Kur'ân'da yazıp kıyamete kadar hamakatleri elsine-i nâsta söylen­mekle murad olmak dahi muhtemeldir.

Enbiyayı katleden bunların selefleri olduğu halde bunlara is-nad olunması; onların fiillerine bunların da razı oldukları içindir.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile bu sözlerine, selef­lerinin enbiyayı katillerini zammetmekte yani bu söz söylendiği günde olmamış ve geçmişte vuku bulmuş katil meselesini şu söz­leriyle beraber zikirde fayda; şu sözlerinin enbiyayı katletmekten aşağı bir cinayet olmadığını ve bu gibi cinayeti irtikâp bun­ların bugün işledikleri birşey olmayıp, evvelden beri irtikâp et­mek âdetleri olduğunu ve enbiyayı katle cesaret edenlerin bu gibi cinayetleri irtikâptan çekinmeyeceklerini beyan etmektir.

Vacip Tealâ'mn onlara tadın yakıcı azabı de­mesi; sekerat-ı mevtte ve haşr-olunduğunda ve defter-i a'mali okun­duğunda olmak muhtemeldir ve her nerede söylense kahr-ı ilâhiyi müş'ir bir emir olup şu hakaretâmiz hitaba istihkakları kendi ci­nayetleri ve kazandıkları amelleri olduğu sarahaten beyan olun­muştur. Bu sözü söyleyenlerin Yahudiler olduğuna; enbiyayı katli bu sözün yanında zikretmek delâlet ettiği gibi sebeb-i nüzul de delâlet eder. Çünkü; Fahr-i Razi, Kazi ve Taberi'de beyan olundu­ğuna nazaran Resûlullah (Beni Kaynuka') Yahudilerin! İslama da­vet etmek için (Ebu Bekir) Hazretlerini gönderdi. (Ebu Bekir) Hazretleri İslâm olmalarını, namaz kılmalarını ve zekât ve karz-ı hasen vermelerini ve muhtaç olanlara iane etmelerini hâvi olan emr-i Resûlullah'ı tebliğ edince Yahudilerden (Fahhas b. Azura) «Allahü Tealâ fakirdir, bizler ganiyiz. Zira; bizden karz istiyor» dedi. Hz. Ebu Bekir (R.A.) bir tokat vurup «Eğer beynimizde ahdolmasaydı seni Öldürürdüm» dedi, (Fahhas) geldi, Resulullah'a şikâyet ve söylediği sözü inkâr etti. (Ebu Bekir) Hazretleri söyle­diğini iddia edince davasmı ispata kâfi şahit makamında Hz. Ebu Bekir'i tasdik için bu âyetin nazil olduğu mervidir.

Yehûdun bu sözden maksatları Resulullah'm nübüvvetini tek­zibe fırsat addederek ta'na vesile kılmaktır. Çünkü; onlar dediler ki «Allahü Tealâ kullarından karz-ı hasen yani ödünç para istese ve kullarının karzma muhtaç olsa fakir ve kullarının zengin olması lâzım gelir. Bu ise muhaldir. Şu halde muhal olan şeyi Allah'a isnadından dolayı Muhammed (S.A.) nübüvvet davasında kâzip-tir» demekle ta'nederlerdi.

Hulâsa; Yahudilerin «Allahü Tealâ fakirdir, biz zenginiz» de­diklerini Allahü Tealâ'mn işittiği gibi gerek bu sözlerini ve gerek enbiyayı katillerini amel defterlerine yazacağı ve onlara "Tadın Cehennem azabını" diyeceği ve "Şu azap sizin kendi elinizle işle­yip âhirete takdim ettiğiniz amelinizin cezasıdır" diyeceği ve Al­lahü Tealâ'mn bu azabı tadın demesinden kullarına asla zulmetmediği ve zira azap; kulların kendi istihkakları olduğu bu âyet­ten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [151]

 

Vacip Tealâ Yahudilerin cinayetlerinden bazılarını beyandan sonra bazı âhari beyanetmek üzere buyuruyor.

[Şol kimseler ki, onlar «Allahü Tealâ, bize bir kurban getirip o kurbanı ateş yemedikçe hiçbir rasûle iman etmememizi emretti­ğinden biz iman etmeyiz» dediler. İşte o kimseler böyle demekle imandan imtina ettiler.]

[Habibim! Sen onlara de ki «Benden evvel birtakım mu'ci-zatla muhakkak birçok resuller geldi ve sizin dediğiniz veçhile kurban da getirdi. Sözünüz doğruysa onları niçin öldürdünüz?»]

Yani; Allahü Tealâ şol kimselerin sözlerini dahi işitti ki, on­lar «Bize bir kurban getirip mu'cize olmak üzere ateş yakarak ekletmedikçe hiçbir rasule iman etmemekliğimizi Allahü Tealâ va­siyet etti. Binaenaleyh; ya Muhammed (S.A.)! Sen bize bir kur­ban getirip o kurbanı ateş yakıp yemedikçe biz sana iman etme­yiz» dediler. Ey Rasul~ü Mükerrem! Onlara cevapta «Benden ev­vel sizin dediğiniz gibi kurbanla ve daha birçok mucizelerle rasul-ler geldi. Sözünüz doğruysa o resulleri niçin öldürdünüz, istedi­ğiniz kurbanı getirince Öldürmemeniz lâzımdı, neden öldürdünüz?» demekle onların sözlerinin yalan olduğunu yüzlerine vur, ilzam et.

Fahr-i Razi, Kazi, Hâzin ve Nimetullah Efendi'nin beyanları veçhile âyetin sebeb-i nüzulü; zaman-ı saadette bulunan Yahudilerin ileri gelenleri huzur-u Risalette dediler ki «Ya Muhammed! (S.A.) Sen nübüvvet dava ediyor ve bizi de İslama davet eyliyor-sun. Halbuki Allahü Tealâ Tevrat'ta bize emretti ve ahid altına aldı ve "siz, risalet davasında bulunan zâta bir kurban kesip ve kesmiş olduğu kurbanı semadan ateş gelip, mahvetmedikçe iman etmeyin, eğer ateş gelir yakarsa iman edin" buyurdu» demeleri üzerine bu âyetin nazil olduğu mervidir. Çünkü; enbiya-yı Beni İsrail'den birçoklarının mucizeleri bu minval üzere olduğu mer­vidir. İşte Resûlullahtan da aynı mucize talebinde bulunduklarını Cenab-ı Hak bu âyette beyan buyurmuştur. Yahudilerin bu mu'-cizeyi istemeleri iman etmek için olmayıp inad için olduğunu, se­lefleri tarafından bu mucizeyi taleb edip de getiren nebi'ye iman etmedikleri gibi katlettiklerini beyanla cevap verilmiştir.

Hulâsa; Yehûd rüesasmm Rasûlullah'a «Tevrat'ın emri; bize gelen rasul bir kurban kesip onun kurbanının kabulüne alâmet ol­mak üzere semadan ateş inerek kurbanı yakıp mahvetmedikçe bi­zim o rasule iman etmememizdir. Binaenaleyh; sen bize bir kur­ban kes, semadan ateş gelsin, o kurbanı ekletsin. Biz de iman ede­lim» dedikleri ve bu sözleri doğru olmayıp maksatları inat ve is-tikbar olduğu ve Rasûlullah'm buna cevap olarak «Benden evvel birçok mu'cizeler ve sizin dediğiniz gibi aynı mu'cize ve kurbanla rasuller geldi. Eğer sözünüz doğruysa neden katlettiniz? Sözünüz doğru olsaydı katletmez, iman ederdiniz» dediği bu âyetten müs-tefad olan fevaid cümlesindendir. [152]

 

Vacip Tealâ Yahudilerin    hüzün verecek sözlerini beyandan sonra Rasûlünü tesliye etmek üzere buyuruyor,

[Habibim. Eğer seni kâfirler tekzip ederlerse mahzun olma.

Zira; senden evvel açık mu'cize ve ahkâm-ı şer'iye üzere müştemiî sahifeler ve her nurla temessük edenleri tenvir eder kitapla gelen resulleri muhakkak tekzip ettiler.] Binaenaleyh; onların tekzip­leri sana münhasır değil ki, sen mahzun olasın. Zira onların mu'-cizeyle gelen rasulleri tekzip etmek daima âdetleridir.

Zübür ; zeburun cem'idir. Zebur; enbiya-yı sabı­kadan bazılarına nazil olan sahijelerdir: Kitapla murad; Tev­rat ve incil'dir. Beyyinatla murad; mu'cize olunca zübür ve kitabın mu'cize olmadığına bu âyet delâlet eder. Zira; zübür ve kitap lâfızlarının beyyinat üzerine atfolunmaları mu'cize manâsı­na olan beyyineye mugayir olduklarına delâlet eder. Çünkü; Kur'-ân'dan ma'da hiçbir nebinin kitabı mu'cize olmadığından, hem mucize olup hem de ahkâmı beyan eder kitap olmak, kitaplar için­de ancak Kur'ân'a ve rasuller içinde böyle bir kitap bizim rasu-lümüze mahsustur. Kitap zübürde dahilse de, kitabın şerefine bi­naen kitap, zübürden sonra tekrar zikredilmiş ve zübür üzerine atf olunmuştur.

[Her nefis ölümü tadıcıdır.]

[Ancak yevm-i kıyamette amellerinizin ecrini alırsınız.]

[Herkes ameline göre ceza alınca bir kimse ki, ateşten uzak­laştırıldı ve Cennet'e konuldu, o kimse muhakkak necat buldu.]

[Hayat-ı dünya olmadı, illâ dar-ı gurur olan dünyanın men­faatinden ibaret oldu.]

Yani; Habita-i Zişanım! Sen kâfirlerin tekziblerine mahzun olma. Zira; tasdik ve tekzip eden ve hayır ve şerre âlet olan her nefs-i mahluk ölümü tadacaktır. Çünkü; ölümden kurtulacak bir fert yoktur. Şu halde seni tekzip edenler mevt vasıtasıyla bizim huzurumuza gelecek olunca, biz onların lâyık oldukları cezayı ve­ririz. Binaenaleyh; habibim! Sen onların tekziplerine keder etme ve ancak sizin ecirleriniz yevm-i kıyamette verilir. Çünkü; dünya dar-ı ceza değildir. Binaenaleyh; hayır ve şer herkes amelinin ce­zasını âhirette alacak olduğundan tekzip edenlerin cezaları da kı­yamette olacaktır. Şu halde bir kimse imanı ve amel-i şalini saye­sinde Cehennem ateşinden uzaklaştırılır ve Cennet'e ithal olunur­sa, bütün korktuğundan kurtulur ve umduğuna nail olur. Zira; Cehennem'den kurtulmak ve Cennet'e girmek insanın en büyük emelidir. Hayat-ı dünya; mağrur olan kimsenin menfaatinden iba­rettir.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile ölümü tada­cak olan nefisle murad; insü cin ve melekten mutlak olan her nefistir. Zira; mutlak olan nefsi mahluk içinde ölümden müstesna bir fert yoktur. Ancak Cennet'teki huriler ve gılmanlar-la bu âyete itiraz varid olmaz. Bunlar her ne kadar nefis olsa da ölmeyeceklerdir. Zira; onlar mutlak değillerdir. Âyette her nef­sin öleceği beyan olunduğundan tezad teşkil ediyor denilemez. Çünkü; âyetin bu fıkrası mutlak nefs-i mahlukun küllisine şâmil­dir. Binaenaleyh; hurilerle varid olacak suale cevapta ziruh olup da mutlak ve mükellef olmak şanından olan her nefis vefat ede­cek demektir.

Hayat-ı dünya, metâ'ul gururdur demek; dünyanın lezzeti ve şehveti ve ziyneti olmadı, ancak gururdan ve hud'adan ibaret­tir ki, meşru surette olduğu zaman birtakım sual ve sıkıntıyı mu­cip olduğu gibi suret-i gayr-ı meşruada olursa insanların mezar-ratına birtakım felâket ve mekârihten başka birşey intaç etmediği Taberi'nin cümle-i beyanatmdandır. Bu âyet; dört hükmü havidir: Birincisi; her nefsin ölüm acısını tadacağını beyanla Rasûlünü tes-liyedir. Çünkü; risaleti tekzip edenler, dünyada kalmayıp elbette ölecek ve tekziplerinin azabını görecekler demektir. İkincisi; yevm-i kıyamette iyi ve kötü herkes amelinin cezasını göreceğini beyanla tekzip edenler tekziplerinin cezasını tamamen görecekler­dir demektir. Üçüncüsü; Cehennem'den uzak kılınıp Cennet'e ithal olunanlar muhakkak herşeyden kurtulacaklarını beyanla tekzip­ten tenfir ve tasdike tergîp etmektir. Zira risaleti tasdik; Cennet'e duhûle ve nimetlere neylü vusule sebeptir. Dördüncüsü; hayat-ı dünyanın meta-ı gurur olduğunu beyanla tekzip edenlerin işleri ancak gururdan ibaret olduğunu beyandır. [153]

 

Vacip Tealâ Rasûlünü suret-i uhrâ ile tesliye etmek üzere buyuruyor.

[Zat-i ülûhiyetime yemin ederim kî, siz emvaliniz ve nefisle­riniz hakkında belâya ve musibetlerle imtihan olunursunuz. Ve sizden evvel kendilerine kitap verilenlerden ve müşriklerden azab-ı ruhani verecek birtakım ezalar elbette işitir ve muazzap kılınır­sınız.]

[Eğer ehl-i kitaptan ve müşriklerden işittiğiniz ezalara sabre­der ve muharremattan içtinapla ittika ederseniz, muhakkak hayra isabet edersiniz. Zira; şu sabır ve ittika erbab-i saffetin kasdettik-lerî umurdandır.]

Yani; zatıma yemin ederim ki, elbette siz malınızın telef ol­masıyla ve farzolan hukuk-u maliyeyi eda etmenizde ve nefsinizin mesâibe duçar veya hasta bulunması ve akraba ve ahbabınızın fevtolmasıyla siz imtihan olursunuz. Bakalım sabredip kazaya razı olacak mısınız, yoksa sabredemeyip cez'u fez'a mı başlayacak­sınız? Elbette siz şol kimselerden birçok eza işiteceksiniz ki, onlara kitap verildi. Binaenaleyh; kendileri ehl-i kitaptır ve şol selerden dahi eza işitirsiniz ki, onlar Allah'a sirkeden müşri dir. Eğer siz bunların ezalarına sabreder ve enva-ı muharrem; içtinab ederseniz, çok iyilik ihtiyar etmiş olursunuz.    Zira ve ittika;    tedbirin savabıdır ki, iyiliğin bunda olduğunda şi yoktur.    .

Fahr-i Razi ve Hâzin'in beyanları veçhile malda, canda ii hanı ve ehl-i kitaptan ve müşriklerden eza işitileceğim haber ı mek vukuundan evvel ehl-i imanı sabra ve ittikaya hazırlamak Zira bir vakanın vukuundan evvel haberdar olup geleceğini ) mek; o vakanın nefsinde tesirini tahfif ettiğinden vakanın vul unda faz'u feryatla sabırsızlık göstermemesine sebep olur. Bii enaleyh ehl-i imana lâyık olan; sabır ve ittika olduğundan Cena) Hak vukuatı evvelce haber veriyor ki, vukuunda kisve-i sabrı b rünmüş olsunlar ve Cenab-i Hakkın kullarının hallerini bilmek imtihana ihtiyacı olmadığından bu ve bunun emsali âyetlerde A lahü Tealâ'ya isnad olunan   imtihan;   muamele manâsın* dır. Yani «Malınıza ve canınıza musibet isabet etmekle ve düşmar dan eza verecek şeyler işitmenizle Allahü Tealâ size imtihan mua melesi yapar» demektir.

İnsanın bedeninde iptilâ ; fakir, ihtiyaç, katil para, hastalık, hezimet ve tekâlif-i şâkka ki, salât ve bedene taalluk eden ibadetlerin zahmetleridir. Zira; bunların cümlesinde insan­ları imtihan vardır. Yahudilerden işitilen eza; usul-ü itikatta hâşâ ((Allah fakirdir, biz zenginiz ve (Üzeyr) Al-lahtn oğludur» demeleri gibi Allah'a iftira ve Rasûlullah'ı tekzip edip hicvetmeleri ve müminlere sövmeleri gibi birtakım nâlâyık muameleleridir. Müşriklerden işitilen eza; Ra-sulullah'a muhalefet, ve buğzu adavet ve halkı imandan men' ve muharebe için asker cem'etmek ve Rasûlullah'a birtakım iftira-larda bulunmak gibi şeylerdir. İşte bunların cümlesine Cenab-ı Hak sabırla mukabele edilmesini Rasûlüne ve ümmetine emir ve tavsiye ediyor ki, sabrın ve ittikanm en iyi bir tedbir olduğunu beyan buyurmuştur. Çünkü; bunlara sabır, dünya ve âhiret ma­zarratlarım tahfif eder. Kötülüğe kötülükle mukabele tarafeynin yekdiğerine karşı hırslanıp buğzu adavetin artmasına ve kötülüğün ilerlemesine sebep olacağında şüphe yoktur. Binaenaleyh; Cenab-ı Hak ehl-i imana sabır tavsiye etmiştir ki, kötülük ilerleyip mazar­rat ziyadeleşmesin. Bu âyet; (Kâ'b b. Eşref) hakkında nazil olmuş­tur. Çünkü rüesa-yı Yahûddan (Kâ'b) Resulullah'ı zem ve din-i İslama ta'n ve müslümanlara sebbeder ve bazı şiirlerle müşrikleri müslümanlar aleyhine teşvik eyler bir kâfir-i gaddar idi. Bu âyeti inzal ile Cenab-ı Hak sabırla emretti ve akıbet (Kâ'b) ehl-i İslâm tarafından katlolunmakla canı Cehennem'e gitti.

Hulâsa; müslümanlarm mallarına ve canlarına musibet isabet etmekle imtihan muamelesi olunacakları ve ehl-i kitaptan ve müş­riklerden eza verecek şeyler işitecekleri ve bunlara sabırla muka­bele etmek lâzım geldiği ve sabır ve ittikanm azaim-i umurdan olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [154]

 

Vacip Tealâ kâfirler tarafından vuku bulan ezaya sabırla mu­kabele etmek lâzım olduğunu beyanettiği gibi, sabır lâzım olan ezadan bazısını dahi beyanetmek üzere buyuruyor.

[Zikret habibim! Şol zamanı ki, o zamanda Allahü Tealâ ken­dilerine kitap verilen ehl-i kitaptan «Kitaplarının ahkâmını tebdil etmeksizin elbette nâsâ beyan edeceksiniz ve kitabınızın ahkâmını nâstan saklamayacaksınız» diyerek ahdü misak aldı. İşte bu min­val üzere ahid verdikleri halde hu ahidlerini ve kitaplarını arkala­rına attılar ve ahkâmını terk ettiler ve birtakım te'vilâtla nâstan sakladılar ve halkı iğfal ettiler ve kitaplarının ahkâmını azıcık pa­raya değiştiler ve ahkâm yolunda semen-i kalîl satın aldılar.]

[Halleri böyle olunca ne çirkin oîthı onların satın aldıkları azıcık para.J Zira o para; onların dünyada ve âhir ette şekavet ve felâketlerine sebep olmuştur.

Yani; ey Rasul-ü Mükerrem! Kâfirlerden işittiğin ezalara mahzun olma. Zikret şol zamanı ki, o zamanda ehl-i kitaptan Al-lahü Tealâ ahdü misak aldı ve Tevrat'ta ve İncil'de onlara dedi ki «Siz kitaplarınızda olan âhir zaman nebisinin evsafını beyane-dip saklamayacaksınız.» Onlar da kitaplarında iman etmeleriyle ikrar verdiler ve nâsâ evsaf-ı nebeviyeyi beyan edip ketmetme-mek, kitaplarının ahkâmından ve onlara imanlarının icabından iken, kitaplarını arkalarına attılar ve evsaf-ı nebeviyeyi nâstan sakladılar ve onun mukabilinde rüesadan bir miktar para aldılar. Binaenaleyh; ahkâm-ı şer'iyeyi tahrif ederek bedelinde aldıkları para ne fena bir para oldu. Çünkü; Vacip Tealâ Tevrat'ta ve İn­cil'de Resûlullah'm evsafını şerh ve izah edip ehl-i kitaba da, nâsa olduğu gibi beyanetmelerini şiddetle emrettiği ve onların da kitap­larının ahkâmını tamamen kabul ettikleri halde Rasûlullah zuhur edince, hasetleri galeyan ederek kitaplarının hilâfına hareketle birtakım müfsitlerin arzularına göre te'ville aldıkları para elbette fenadır ve taaccübe şayandır. Zira; saadet-i âhireti, bekası olma­yan dünyaya değişmektir. Halbuki; ehl-i kitaba lâyık olan hemen kitaplarının ahkâmını ve bilhassa Resûlullah'm evsafını bihakkın beyanedip imanlarında sebatla halkı din-i İslama duhûle teşvik etmekti. Onlarsa aksi harekette bulundular ve binaenaleyh; kitap­larının onlar için temin ettiği saadetten mahrum oldular.

Allahü Tealâ'nm ehl-i kitaptan aldığı ahdü misakın keyfiyeti; enbiya-yı kiram ebvab-ı tekâlifin kâffesinin delillerini beyanla nâsa kabulünü teklif ettiler ve onlar da kabul etmeleriyle ahd altı­na girdiler. Bu tekâliften birisi de âhir zaman nebisine imandır. Vakta ki Cenab-ı Risaletmeab Efendimiz ufk-u nübüvvetten tulü' edince imam terkle nakz-ı ahdederek hakkı terkle batılı iltizam etmişlerdir.

Bu .âyet-i celile; üç hükmü havidir; Birincisi; Allahü Tealâ'-nın ehl-i kitaptan kitaplarının ahkâmını elbette nâsâ beyanedip saklamayacaklarına ahd almasıdır İkincisi; onların nakz-ı ahdederek kitaplarım arkalarına atmalarıdır. Üçüncüsü; ahkâm yolun­da azıcık bir para almakla çirkin bir mübadelede bulunmalarıdır. [155]

 

Vacip Tealâ ehl-i kitabın ezalarından nev-i âhari beyanetmek üzere buyuruyor.

[Habibim! Elbette zannetme şol kimseleri ki, onlar işledikleri günahlarla ferah ve işlemedikleri ibadetle sena olunmalarına mu­habbet ederler. Sen onları azaptan kurtulur zannetme. Halbuki onlar için azab-ı elim vardır.]

Yani; ey Resul-ü Mükerrem! Şol kimseler ki, onlar nâsı iğfal ve idlâl etmek gibi günahlarıyla ferah ve işlemedikleri ilim ve hüsn-ü ahlâk gibi şeylerle metholunmalarma muhabbet ederler. Binaenaleyh onları azaptan halâs olurlar zannetme. Zira; onlar için azab-ı elîm vardır.

Fahr-i Razi, Kazi ve Hâzin'in beyanlarına nazaran bu âyette müfred olarak okunursa hitap; Rasulullah'a ve bittabi' ümmetinedir ve eğer cemi' olarak okunursa hitap; Rasulullah'a ve bilumum müminleredir.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğuna nazaran bu âyet; Re-sulullah gazaya gittiğinde, gazaya gitmeyip ve gitmedikleriyle fe­rah edip Resûlullah geldikten sonra huzur-u Risalette itizar ede­rek gazaya gitmedikleri halde gitmiş gibi sena olunmalarına mu­habbet eden münafıklar hakkında nazil olduğu (Ebu Said-il Hud-rî) Hazretlerinden mervidir. Yahut Yahudiler haklarında nazil ol­muştur. Çünkü Yehûd, Rasûlullah ve din-i İslâm hakkında irtikâp ettikleri hiyel ve desais gibi denaete ferah ve kendilerinin diya­net, sadakat, emanet,   birrü takva ve erbab-ı vefadan olmalarıyla metholunmalarma muhabbet ederlerdi. Onlar Tevrat'ın bazan el-fazmı ve bazan ahkâmını tağyir etmeleriyle ve herkese karşı baş­kalarının bilemediği mesaili biliyormuş gibi kendilerine bir me­ziyet vererek, irtikâbettikleri cinayetleriyle ferah ettikleri gibi, halka karşı sahte vakar olarak âbid ve zâhid olmalarıyla sena olun­malarına da muhabbet ederlerdi. Binaenaleyh bu âyette zemmo-lunan kavim; Yehûd kavmidir. Fakat hakkal insaf düşününce, nâ-sm ekserisinin hâli böyledir ki, azıcık menfaati için her türlü hi-yel ve desaisi irtikâp eder ve onunla menfaatini temin ettiğine fe­rahlanır. Halbuki yaptığı işe ferah etmek şöyle dursun ağlamak lâzımken, bilâkis işgüzarlığından bahisle mesrur ve handan oldu­ğu gibi, bu kadar kabahatiyle beraber herkes indinde kendinin züh­dü takva erbabından olmasıyla sena olunmasını da sever. Maaha-za kendisinde takvadan eser yoktur. İşte Rasulullahm Tevratta olan bir hükm-ü şer'iyi Yahudilere tefhiminde onlar inkâr edip Tevrat'ın hükmünü sakladıklarına iftihar ederek ferah etmeleriy­le beraber sözlerinde sadık olduklarından Rasulullah'tan sena olunmalarını beklemeleri üzerine bu âyetin nazil olduğu mervidir. Sebeb-i nüzul her ne olursa olsun irtikâp ettiği fenalıkla sevinen ve işlemediği ef'al ile sena bekleyen kimsenin azaptan kurtulama­yacağını Cenab-ı Hak bu âyetle beyan buyurmuştur. Binaenaleyh; günah fena olduğu gibi, günahla ferahlanmak daha fenadır. İba­det etmemek fena olduğu gibi işlemediği ibadetle metholunmasmı arzu etmek elbette daha fenadır.

[Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Zira; Allahü Tealâ herşeye kadir ve kudreti vâsidir.]

Tefsir-i Taberi'de beyan olunduğu veçhile bu âyet, Allahü Tealâ fakirdir biz zenginiz diyen Yahudileri tekziptir. Çünkü; gök­lerin ve yerin ve onlarda bulunan mevcudatın mülkü kendinin olan zata fakir demek kadar büyük bir cinayet olamaz. [156]

 

Vacip Tealâ bazı ahkâmını beyan ve erbab-ı fesadın şüphe­lerini zikrettikten ve onlara cevap verdikten sonra, tevhide delâ­let eden âyetleri zikirle nâsın kalplerini canib-i hakka teveccühe davet ve'tevhidle iştigale ve celâlet ve azamet-i nahiyeyi tezek­kür ve tefekküre teşvik etmek üzere buyuruyor.

[Semavat ve arzın yaratılışında ve geceyle gündüzün ihtilâ­fında vahdaniyet-i ilâhiyeye delâlet eder akıl sahipleri için büyük alâmetler vardır.]

Zira; semavatm o kadar büyüklüğüyle beraber "direksiz dur­ması ve semanın burçlarının herbirinde ayrı ayrı birer hassaları ol­duğu gibi her burçta yaz, güz, kış ve bahar mevsimlerinin meydana gelmesi ve gecenin bazısını gündüze kalble gündüzün uzaması ve gündüzün bazısını geceye gaiple gecenin uzaması ve gecenin karan­lığı ve gündüzün aydınlığı ve ayla güneşte otlara, ekinlere ve mey-valara olan tesirler düşünülünce, herbirinde vahdaniyet-i ilâhiyeye ve kudret-i sübhaniyeye delâlet eden binlerce deliller vardır ve bun­ları akıl sahipleri düşündükçe bulur. Binaenaleyh; semavat ve ar­za bakan kimse hayvanattı sairenin bakışı gibi bakmayıp, akıl sa­hiplerine lâyık bir bakışla bakarak sanayi-i ilâhiyenin herbirin-den ibret almak lâzımdır. Şu halde akıl sahiplerinin bu mahlukat-tan haliklarına istidlal için nazarlarında ihtimam etmek lâzım ol­duğuna işaret zımnında akıl sahipleri âyette sarahaten zikrolun-muştur,                                           .

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğuna nazaran âyetin sebeb-i nü­zulü; ehl-i Mekke'nin Çenab-ı Hakkın vahdaniyetine alâmet iste­meleridir. Çünkü; onlar şirke musir olup Rasûlullah'ın şirkten men'e ikdamı ye tevhidi ikrar etmelerine gayreti üzerine onların Rasullulah'tan Cenab-ı Hakkın vahid-i hakikî olduğuna delil iste­meleri üzerine bu âyetin nazil olduğu (İbn-i Abbas) Hazretlerinden mervidir. Buna nazaran manâ-yt âyet: [Eyyühennaş! Cenab-ı Hakkın vücuduna ve vahdaniyetine delil ve alâmet istersiniz de neden, semavata ve arza, gece ve gündüze bakmazsınız? Nazar edin serhavat ve arza ki, maişet ve erzakınıza ne güzel muvafık yaratılmıştır ve nazar, edin gecenin ve gündüzün intizamına ki, gündüz erzakınızı tahsile ve gece istirahatinizi' temine nasıl mu­vafıktır? Çünkü; bunu düşünen akıl sahibi başka delile hacet gör­mez, Zira; vahdaniyeti ispata bunlar kâfidir] demektir. [157]

 

Vacip Tealâ ülûhiyetin delillerim beyandan sonra ubudiyetin evsafım beyanetmek üzere buyuruyor.

[Akıl sahipleri şol kimseler ki,    onlar Allahü Tealâ'yı ayak' üzerinde ye oturdukları ve yanlan üzerine yattıkları halde zikre­der ve semavat ve arzın hilkatinde olan sanayi-i garibeyi düşünür, Ondan ibret alırlar.]

[Ve derler ki «Ey bizim Rabbimiz!   Şu görülen semavat ve arzı batıl olarak halketmedin. Biz seni cemii nekaisten tenzili ede-

Sen de. bizi Cehennem âteşinden vikaye et.»] İşte akıl sahip­leri böyle demekle Rablerine tazarru' ederler.

[«Ey bizim Rabbimiz! Sen Cehennem'e ithal ettiğin kimseyi rezil ve rüsva edersin. Halbuki zalimler için Cehennem'den çıka­racak yardımcıları da yoktur.»] demekle evvelki tazarru'larma bu­nu da ilâve ederler.

Bundan evvelki âyet rububiyetin kemaline delâlet ettiği gibi bu âyet de ubudiyetin kemaline delâlet eder. Zira ubudiyetin ak­samı; üçtür: Birincisi; zikrA lisanîdir. Buna cüm-le-i celilesiyle işaret olunmuştur. İkincisi; âza~yı cevarihin ibade­tidir. Buna  kelimat-ı tayyibesiyle işaret olun­muştur. Üçüncüsü; kalple ibadettir.   Buna cümle-i cemilesiyle işaret olunmuştur. Çünkü insanın lisanı;- zikirle, azası; şükürle ve kalbi; fikirle meşgul olunca cemi' azasıyla* ubudiyetine devamla ubudiyette kemalim izhar etmiş olur. Bu âyet; daimi su­rette insan için Rabbisini zikretmek lâzım olduğuna delâlet eder. Zira; insanın "ayak üzeri durmak ve oturmak ve yatmaktan başka bir hâli tasavvur olunmadığından bu üç surette zikredenler sena olunmakla, herhalde zikretmek lâzım olduğuna işaret olunmuş ve zikrin kemaline de işaret edilmiştir. Zira zikrin kemali; kalple ve lisanla beraber olan zikirdir.

Bu âyette zikirle murad; namaz olmak muhtemeldir. Zi­ra; insan kadir olursa ayak üzerinde, kıyama kadir olmazsa otur­duğu yerde, oturmaya kadir olmazsa yattığı halde namaz kılmak lâzım olup, hiçbir veçhile namazı terk caiz olmadığına işaret olun­muştur.         

Vacip Tealâ'nm xat\ künYyüyle idrak mümkün, olmadığından mahluktan halika istidlal lâzım olduğuna işaret için semavat ve arzın hılkatmda akıl sahiplerinin tefekkür.. ettikleri beyan olun­muştur.   Çünkü; mahlukatm hudûsunu ve halikının kıdemini ve imkânını tefekkür eden kimse halikının ,Vâcib-ül-Vücud olduğu­nu ve mahlukatm ihtiyacını düşünen kimse halikının istiğnasını tefekkür eder ve bu vesileyle halikın azamet ve kudretine ve ce-mii sıfât-ı kemaliyeyle müttasıf olup nekaisten münezzeh olduğu­na istidlal eyler. Allahü Tealâ'nm hakikatini bilmek bu dünyada mümkün değildir.   Binaenaleyh; hariçte asar ve ef'aliyle-bilindi­ğinden asarının   büyüklüğü halıcının büyüklüğüne delâlet eder. Meselâ; insan bir ağacın ufacık bir yaprağına nazar ettiğinde gö­rür ki tam ortasından nihayetine kadar bir damar gider ve o da­mardan etrafa yüzlerce, damarlar ayrılır. Hata o kadar çoğalır ki, insari saymaktan âciz kalır ve bilir ki, o bir yaprağın halkında binlerce hikmet-i âliye ve esrar-ı acîbe ve umur-u   garibe vardır.

Onların herbirini idrakten ukul-ü beşer âciz olmakla haükmm ilm-i tam ve kudret-i kâmile sahibi olduğunu teslim etmek zaruretinde kalır ve semayatm cesametine ve arzın; denizleri, karalan,, ovalan, dağları, ma'denleri ve otları muhit olmasına ve hayvanatta olan sa-nayi-i acibeyi ve Hikem-i mesâlihi idrakten aciz bulunmasına mebni halikının azametine ve her mahlûkunda, yüzbinlerce esrar-ı garibe olduğuna hükmeder ve derhal halikını nekaisten tenzihle teşbihe ve nefsinin Cehennem'den vikayesine dair duaya koşar. Fakat bu istidlal, düşünce neticesi olduğundan, aklı olan ve kemâliyle .dü­şünebilen erbab-i ilmü irfan ve akl-ü iz'an sahipleri nail olabile­ceğine işaret için Cenab-ı Hak bu misilli istidlâlâtı akıl sahiplerine ve erbab-ı tefekküre havale etmiştir.                                    

Cenab-ı Hak bu âyette dua edecek kimsenin evvelâ Vacip Te-alâ/yı sena ve teşbih ve tehlil etmesi lâzım olduğuna işaretle kul­larına duanın keyfiyetini talim ve izah etmiştir.

hza} ; rezil ve rüsvn ve bir belâya müp­telâ kılmakla ihlâk etmektir. Binaenaleyh; Allahü Tealâ'nm ateşe ithal ile i h z a' etmesi yle murad; rahmetinden uzak kılması ve rezil ve rüsva etmesidir:

Bu âyet; azab-ı ruhaninin azab-i cismaniden şiddetli olduğuna delâlet eder. Zira; azab-ı cismaniden ibaret olan azab-ı Cehennem'-le tehditten sonra azab-ı ruhaniden ibaret olan ihza' ile dahi teh-did etmiştir. Çünkü ihza'; beyan olunduğu veçhile terzil ve tahkir etmektir. JEğer azab-ı ruhani daha şiddetli olmasaydı azab-ı cis-mani ile tehditten sonra azab-ı ruhani ile tehditte bir fayda ol­mazdı.                                         -

Bu âyette zalimi e-1 le murad; kâfirler olduğundan ehl-i kebaire şefaat olmayacağına delâlet etmez. Zira; nusrete nail ol­mayacaklar zalim kâfirler demektir,

Beyzavi'nin beyanı veçhile bu âyet usul-ü itikadiyenin şere­fine ve istidlalin vacip olup taklidin batıl olduğuna delâlet eder. Zira; semavat ve arzın hilkatlerinde ve geceyle gündüzün ihtilâ­fında, akıl sahipleri için alâmat olduğunu beyanla istidlalin vacip olduğuna işaret etmiştir. Mahlûkatın batıl olarak halk olunmadı­ğım beyan etmek; abes ojmayıp herbirin lahat olduğuna ve insanın mebde1 ve menşe'ine ve maaşına sebep olmak ve halikının vücuduna ve sıîât-ı kemaliyesine. delâlet etmek gibi birtakım    fevaid-i azimeyi    mutazammıfr olduğunu beyanetmektir. [158]

 

Vacip Tealâ akıl sahiplerinin lisanları ve kalpleriyle ibadet­lerini ve bazı dualarını beyandan sonra, dualarının diğer nevini beyanetmek üzere buyuruyor.

[Akıl sahipleri kem al-i tazarru' ile derler ki «Ey bizim Rab-bimiz! Bize resul gönderip ahkâmını tebliğe memur ettiğiniz za­man biz bir münadi işittik ki, o m ün adi imana çağırıp irşad eder ve der ki "Rabbinize iman ediıt." Bu nida üzerine biz de derhal davetine icabet ederek iman ettik.»]

[Ey bizim Rabbimizî Biz iman edince sen bizim günahlarımızı mağfiret ve seyyiâümizı setredip kefaret etmekle bizi günahları­mızdan tathir ve bizim ruhumuzu iyilerle kabzet demekle dergâh-ı ülûhiyete iltica ederler.]

Fahr-i Razi ve Hâzinin beyanları veçhile bu âyette îmana davet edenmünadi üe nıurad; Muhammed (S.A.j'dir. Âyette münadinin imana davet ettiğini beyanla münadinin şanı­na tazîm olunmuştur. Çünkü; imana davet eden zattan daha bü­yük bir davetçi olamaz. .

Şu dualarında akıl sahipleri; üç şey istemişlerdir: Birincisi; günahlarının mağfireti, ikincisi; seyyiatlannın setri, üçüncüsü; vefatlarının iyilerle beraber olmasıdır. Çünkü iyilerle haşrolmak iyiler zümresinden olup büyük derecata nail olacağına delil olduğundan iyilerle hasrolunmalarını Rablerinden istirham etmişler­dir ki insan için istenilmeye şayandır. Gufranye kefaret her ikisi de günahları setretmek manâsmaysa da duada ısrar ve mübalağa mendup olduğundan, bazan gufran ve bazan da kefaret lâfızlanyla duaya devam ettikleri beyan olunmuştur. Yahut mağfiret; geçmiş günahlara, kefaret de; gelecekte işlenilmesi muhtemel olan günahlara aittir. Yahut g uf r anla nıurad; tevbeyle zail olan günahlar ve kefaret le murad; taâtla zail olan günahlardır. Tevbesiz günahın mağfiret olunacağına bu âyet delâlet eder. Zira tevbesiz mağfiret istemele­rini beyan; şefaatin kabulünü beyandır.

Bu âyette zünûb ile murad; büyük günahlardır. Seyyiatla murad; küçük günahlardır. Binaenaleyh; âyette tekrar yoktur. Ebrarla murad; enbiya ve salihler ve sünnetle amel edenlerdir. Ve bunlarla vefat etmeleriyle duanın manâsı; onların amelleri gibi amele muvaffak olmak ve onların ölümleri gibi öl­mek ve onların dereceleri gibi dereceye nail olmak ve onların soh­betlerinde bulunmaktır. [159]

 

Vacip Teaİâ akıl Rahiplerinin dualarından nev-i âhari beyanet-mek üzerebuyuruyor.                                    

Akıl sahipleri evvelki dualarına ilâve ederek" derler ki: [«Ey bizim Eabbımiz! Kusül-ü kiramın lisanları, iteere vaadettiğin sevabı bize ihsan et ve yevm-i kıyamette günahsmsz sebebiyle bizi rüsva etme ve rüsva!jk icabeden günahlardan bizi muhafaza et kî, biz âlem nazarında mahcup olmayalım. Zira; sen va'dinde lıulfetmez-sin» demekîe dergâls-i ülûiîiyete iltica ederler.] Binaenaleyh; âyet­ten yani bu, duadan maksat; taâta muvaffak olup. masiyetten mu­hafaza olunmasını istemektir.

Beyzavfnin ve Ebussuud Efendi'nin beyanları veçhile şu âyetlerde beyan olunan dualar raa  binaen değildir, belki-vaad-i ilâhiye müstehak olamamak korku­suna binaendir. [160]

 

Vacip Tealâ akıl sahiplerinin dualarını beyandan sonra dua­larını kabul ettiğini beyanetmek üzere buyuruyor.                  

[Onların ilticaları üzerine Rableri dualarını kabul etti ve dedi ki «Ben sizden erkek ve dişi hiçbir kimsenin amelini zayi' etmem. Zira; sizin ba'ssınız ba'zmızdandır. Binaenaleyh; amelde farkınız yoktur. Şu halde her kim amel ederse amelinin ecrini alır, asla noksan olmaz.].

Yani; akıl sahipleri dua edince Rableri dualarını kabul ede­rek istediklerini verdi ve dedi ki «Erkek, kadın sizden hiçbir kim­senin amelini boşa gidermem ve dua eden kimsenin duası şeraiti­ne muvafık olduğu surette reddetmekle mahrum etmem. Zira; sizin dinde ve dine yardımda ve birbirinize muavenette bazınız bazınıza benzer. Binaenaleyh; beyninizde fark yoktur. Her cümle­nizin ibadetini kabul eder ve sevabını veririm. Çünkü; bab-ı ilâhi­de kadın ve erkek cümlesi müsavidir»..

Vacip Tealâ dua edenlerin dualarının, kabulünü ve sevaba nail olacaklarını beyanla iktifa buyurdu. Halbuki azaplarının su­kutuna da dua etmişlerdi. Zira dualarının kabulünü beyan; aza­bın sukutunu beyanı müstelzim olduğundan şıkk-i evvelle iktifa olunmuştur. Çünkü sevabın husulü; azabın sukutunu müş'ir oldu­ğundan azabın sukutu hususunda duanın kabulünü beyana hacet kalmamıştır. Binaenaleyh; amelin zayi olmayacağını beyanetmek; duanın iki cihetinin de kabulüne delâlet eder.

Umur-u diride fazilet, âmâl-i salihayla elup erkeklik ve kadın­lık gibi evsaf-ı. saireye itibar olmadığına işaret için bu âyette Va­cip Tealâ zükûr ve ünasın müsavi olduklarını beyanetmiştir. Bi­naenaleyh; ibadet üzere sevapta ve kabahat üzere azapta insanla­rın bazısı.bazısına benzediği beyan olunmuştur ki, erkekler, hakkında ibadetin şekli ve sevabı neyse kadınlar hakkında da ibade­tin, şekli ve sevabı aynıdır. [161]

 

Vacip îealâ hiçbir âmilin ameli zayi' olmayacağım beyandan sonra hicret edenlerin de hicretlerinin sevabı zail olmayacağını beyanetmek üzere buyuruyor.                               

[Amel edenlerin amelleri zayi olmayınca şol kimseler ki. on-lar'hicret ettiler ve kendi beldelerinden bigayjr-ı hakkın ihraç ve benim tarîkim olan dün-i İslâm yoluna düşman tarafından eza olundular ve düşmanlarıyla mukatele ettiler ve katlolundular. El­bette ben azimüşşan onların günahlarını setreder ve elbette înd-i ilâhimizden sevap olarak altından nehirler akan Cennetlere on­ları ithal ederim. Halbuki Rabb-i Tealâ indinde sevabın daha gü­zeli vardır.]

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile hicret edenler le mu-rad; bilfiil hizmet-i Resulullah'ta bulunmak üzere hicretle diyar-ı gurbeti İhtiyar edenlerdir. Kendi beldelerinden ç ı -kartla n Jarla murad; kâfirler tarafından birtakım, eza ile hic­rete mecbur olan ehl-i imandır. Bilihtıyar hicret edenler bil'icbar hicret edenlerden efdaî olduklarına işaret için âyette bilihtıyar hicret, edenler takdim olunmuşlardır. Her ne suretle olursa olsun hicret edenler ve din uğrunda düşmandan eza görenler ve muka­tele edip şehit olanlar için Cenab-ı Hak üç cihetle ihsan edeceğini beyanetmiştir; Birincisi; günahlarını setretmektir. İkincisi; günah­larım affettikten sonra nimet-i ebediyeyle mütena'im kılmaktır. Üçüncüsü; o nimetin taraf-% ilâhiden olduğunu beyanla nimetin büyüklüğünü, heyanetmektir. [162]

 

Vacip Tealâ zaman-ı saadette olan fukara-yı müslimini tes-liye ve kâfirlerin zahirde nimetlerine itibar olmadığını beyanet-mek üzerebuyuruyor.                              

[Ey Rasul-ü Mükerrem! Kâfirlerin menfaat ve ticaret husu­sunda beldelere seyrti seferle bir beldeden diğer beldeye intikal­leri seni aldatmasın. Zira onların ticaretleri menafi-i kalîle ve îez» zet-i seriadır. Binaenaleyh; gıpta olunacak birşey değildir. Şu ka­dar az bir lezzeti bitirdikten sonra onların mekânları Cehennem'» dir. Ve yatacakları mekânları olan Cehennem ne kötü oldu.]

Yani; kâfirlerin memleketler gezip ticaretle servet sahibi ol­maları sizi mağrur etmesin. Zira; onların menfaatleri az bir şey­dir. Çünkü; dünyada ne kadar yaşasalar akıbetleri yoktur ve bun­dan sonra makamları Cehennem'dir ve onların yatacakları beşik­leri olan Cehennem ne fena oldu.

Bu âyette zahirde hitap; Rasulullah'a ise de hakikatte ümme-tinedir. Çünkü; Rasulullah kâfirlerin elinde bulunan nimetlerine hiçbir zaman aldanmamıştır. BinaenaleyH; ümmetinin de' aldan-mamalarım Cenab-ı Hak tavsiye etmiştir.

Bu âyette kâfirlerin ticaretten kazandıkları servetlerini zem­metmek; asıl ticareti zemmetmek değildir. Zira; ticaret memduh-tur. Yalnız kâfirlerin imanı olmadığından ticaretin menfaati dün­yaya münhasır olup dünyada ömürse az bir müddet olduğundan azıcık bir lezzetle iktifa edip âhireti feda ettikleri cihetle nıezmum-lardır. Fakat imanla beraber ticaretle dünyada intifa olunduğu gibi iman ve amel-i salihle ankette dahi intifa edecekler hakkın­da ticaretin hayır olduğunda şüphe yoktur. Ashab-ı Rasulullah'ın kâfirlerin servetlerine gıpta etmeleri üzerine bu âyet-i celile na­zil olmuştur. Çünkü; Fahr-i Razi, Kazi ve Hâzin'in beyanları veç­hile müminlerden bazıları    «Allah'ın düşmanları refah ve bolluk içinde vakit geçiriyorlar, bizse darlık içindeyiz» demeleri üzerine bu âyetin nazil olduğu mervidir. Şu halde âyet «Kâfirlerin gıpta olunacak bir halleri yoktur. Zira; zahirleri mamursa da batınlar* harap» demektir, yoksa ticaretlerini zemmetmek değildir.

Yahut meta-1 k alîI ; seyrü seferlerinin müddeti az. demektir. Buna nazaran âyetin manâsı: [Ey müminler! Her ne kadar sizin etrafınız kâfirlerle dolu olduğu cihetle onlar ticaret için seyr-ü sefer ederler, servetü saman sahibi olurlar ve siz de korkunuzdan seyrü sefer edemeyip fakirseniz de kâfirlerin seyrü seferlerinin devamı sizi aldatmasın. Zira; onların ticaret için seyrü seferinin müddeti gayet azdır. Çünkü; ahval tebeddül edecek, em­niyet size gelecek ve korku onlara gidecek ve ticaret ve servet size dönecek ve binaenaleyh; bu'gördüğünüz hal böyle devam etmeye­cektir. O halde onların bugünkü halleri sizi mağrur etmesin ve mahzun olmayın] demektir. Bu manâca âyetin sırrı Hz. Ömer za-mahında zuhur etmiştir. [163]

 

Vacip Tealâ müşriklerin hallerine gıpta olunmamasını ehl-i imana tavsiye ettikten sonra müminlere vaki olacak ihsanı beyan-etmek üzere buyuruyor.

[Lâkin şol kimseler ki, onlar Rablerine ittika ettiler. Onlar için ebeden Cennet'te kalacakları halde altından nehirler akar Cennetler vardır. O Cennetler müttekiler için hazırlanmış, Cenab-ı Hakkın nimetleri ve ziyafetleridir ve Allahü Tealâ indinde olan nimetler iyi olan kimseler için hayırlıdır.]

Yani; kâfirlerin seyrü seferle ticaretleri varsa da lâkin Al­lah'ın emrini yerine getirmek ve nehyinden ictinab etmek sure­tiyle Rablerine ittika eden mümin-i niüttekiler için Cennetler vardır ki, o Cennetlerin altından nehirler cereyan eder. İnsanın seve­ceği nimetler ve akar ırmaklar mevcuttur ve ehl-i Cennet o ni­metler içinde ebeden kalacaklardır. Zira; dünya nimetleri gibi seri-üzzeval değildir. Bu nimetler mütteki kulları için ind-i ilâhi­de hazırlanmıştır ve Allahü Tealâ indinde olan nimetler dünyada inJam sahibi olan iyiler için hayırlıdır.              

Nüzul; misafire ziyafet için hazırlanan konak ve içinde olan nimetlerdir. Binaenaleyh; CenneiA A'lâ Vacip Tealâ'nın müt­teki olan kullarına ziyafethanesi olduğu için nüzul denmiştir.

Cennet'te derecata nail olmak ittikaya mevkuf olduğuna bu âyet delâlet .eder. İttika ise evamire imtisal ve nevahiden içtinap­tan ibaret olduğu cihetle ebeden Cennet'te nimetlere nail olmak ve Cenab-ı Hakkın ziyafethanesinde bulunmak; emrine imtisal ve nehyinden içtinab etmeye tavakkuf eder. t Zira; konak sahibi, em­rini tutan ve nehyinden kaçan bu konağa girecektir dedikten sonra emrini tutmadan ve nehyinden içtinab etmeden ben de gireceğim demenin beyhude bir dava olduğunu edna aklı olan idrak eder. [164]

 

Vacip Tealâ müşriklerin ve mümin-i müttekilerin hallerini be-yanettiği gibi ehl-i kitaptan iman edenlerin hallerini dahi beyanet-mek üzere buyuruyor.

[HuzuJ ve huşu' ve tazarru* ve niyaz eder oldukları halde ehl-i kitaptan, Allahü Teaîâ'ya ve size inzal olunan kitaba ve kendile­rine inzal olunan Tevrat'a ve İncil'e muhakkak iman eden kimse­ler vardır ki, o kimseler Allah'ın âyetlerini azıcık dünya menfaa­tine değişmezler ve Allah'ın âyetleri mukabilinde azıcık para almazlar. İşte onlar için Rableri indinde ecirleri vardır. Zira; Allahü Tealâ'nın hesabı serindir.] Binaenaleyh, her kulunun amelini bil­diğinden cezasını derhal tertib eder ve herkes ceza-yi sezasini.su-ret-i seriada bulur.                              

Bu âyette zikrolunan ehI'i kitapla murad; Tevrat ve incil'e iman eden Yahudiler ve .Nasara milletlerinden Kuran ve âhir zaman peygamberine iman edenlerdir. Çünkü-; Yehûddan (Abdullah b. Selâm) ve etbaıyla Nasârâdan Habeş Meliki (Necaşi) ve etbaı gibi zamah-ı saadette ehl-i kitaptan birçok iman edenler olduğu gibi, her zaman ehl-i kitaptan din-i İslâmi kabul edenler de.vardır. Binaenaleyh; bu sürede ehl-i kitabın kitaplarını tah-rifettikleri beyan olunduğundan bu âyet-i celile, ehl-i kitabın hep­si ahkâmı tahrif ve tebdil ve nakz-ı. ahdedenlerden olmayıp içle­rinde menakıb-ı celile sahipleri birçok kimseler olduğunu beyan için sevkolunduğu Ebussuud Efendi'nin cümle-i beyanatmdandir.

Hâzin ve Taberz'nin beyanlarına nazaran bu âyetin sebeb-i nüzulü;.Rasûlullah'm bazı Ashabıyla Habeş'te vefat eden (Necaşi) için Medine'de cenaze namazı kılması üzerine münafıkların ta'n-etmeleridir. Çünkü; Necaşi'nin günüyle ve saatiyle, vefatım Cib-ril-i Emin Resûlullah'a haber verip evsafım beyanedince Rasûlul-lah bazı Ashabıyla musallaya çıktı ve Necaşi'nin tabutu keşfolun-du ve Necaşi'nin cenaze namazını kıldı. Bunun üzerine Medine'de bulunan münafıklar «Muhammed (S.A.) hiç görmediği ve bilme­diği bir Nasraniye namaz kıldı» diyerek ta'na başlayınca Cenab-ı Hakkın onların ta'nıni reddiçin bu âyeti inzal buyurduğu mervidir. Bilâhare Habeş'ten gelenlerden tahkik olunduğu zaman aynı gün ve" saatte Necati'nin vefatı ve cenazesinin kaldırıldığı tahakkuk et­miştir. 

Vacip Tealâ bu âyette ehl-i kitaptan iman edenlerin rnenaki-bmdan beşini zikretmiştir: Birincisi; Allah'a iman, ikincisi; Kur'-ân'a iman, üçüncüsü; kendi kitaplarına iman, dördüncüsü; Allahü Tealâ'ya huzu' ve huşu' üzere ibadet,- beşincisi; bazı ehl-i hitabın irtikâp ettikleri tahrifi, irtikâp etmedikleri ve az bir para alarak âhireti dünyaya değişınemeleriâir.  

Vacip Teala kullarına vaadettiği ecrin suret-i seriada yasıl olacağını, beyan için hesabının seri' olduğunu

Zira hesabın sürati; cezanın süratini icabeder. Çünkü; AÜahü Tea-lâ. herkesin amelini ve amelinin iktiza ettiği cezayı bildiği için dü­şünmeye ihtiyacı olmadığından hesabın süratine mani olacak bir .şey yoktur.                           

Ehl-i kitaptan şu beyan olunan evsafı haiz olanların şeref ve fazilette pek yüksek mertebeye baliğ olduklarına işaret için bu'd-ü

meratibe ve rifat-ı şânâ delâlet eden, lâfz-ı şerifiyle işa­ret olunmuştur.

Ahkâm-ı dini hava ve hevesine uydurmak suretiyle mevziin­den çıkaranlar ve hile-i şer'iye unvanıyla birtakım ahkâm-ı şer'i-yeyi müşterimin ahvaline tatbik etmek suretiyle para alanlar ve fıkıh bilir diyerek'sahte şöhretyâb olup, dinini dünyaya satanların, ahkâm-ı şeT'iyeyi tahrif edenlerin zümresinden oldukları Nimetul-lah Efendi'nin cümle-i beyanatmdandır ki? lisanımızda «Bütün fakih din yapar yarım fakih din yıkar» sözü buradan alınmış ga­yet kıymettar ve birçok manâyı cami' bir cümledir. [165]

 

Vacip.Tealâ bu sûrede usul-ü itikadiyeye ve furû-u a'mâle müteallik âyetlerini beyandan sonra bilumum adab-ı şef-iyeyi ca­mi' ve geçmiş olan ahkâmı icmalen müş'ir olan şu âyet-i celileyle sûreye hitam vermek üzere buyuruyor.

[Ey müminler! Tekâlif-i ilâhiyeyi edadan hasıl olan meşakka­te ve düşmanınızla mücahede esnasında göreceğiniz zahmete sah-redin ve evlâdü lyaliniz ve ahbahü yaranınız ve akraba ye taallu-katınızla tarz-ı taayyüşte ve sohbet sırasmda tarafeynden vaki olan kusura karşı birbirinize sabır tavsiye edin ve her iki taraf yek­diğerine sabırla mukabele ve sabra mülâzemet edin ve düşman karşısında hududu beklemek için nefsinizi raptedin, düşmanınız sizin gafletinizden istifade etmesin ve siz felaha dahil ve korktuğunuzdan kurtulup umduğunuza nail olmak için evamir-i ilâhiyeye imtisal ve nevahiden içtinab etmek suretiyle Allahü Tealâ'ya it-tika edin ki, dünyada ve âhirette necat bulaşınız.]

Bu âyette Vacip Tealâ sabır ve musabereyle emir buyurmuş­tur; Zira; insanın' iki hali vardır: Birinci hali; nefsine mütealliktir. Bu hususta ûlûhiyet, nübüvvet ve ahval-i âhirete istidlalde hasıl olacak meşakkate ve furû-u a'mâlde vacibat ve mendubatı eda et­mekte hasıl olacak külfette ve menhiyattan ihtiraz etmekte nef­sin arzusuna sed çekmekte hasıl olacak zahmete ve fakru zarure­te, kahtu gala ve hastalık ve düşmandan korkmak gibi afât-ı dün-yeviyeye sabretmek elbette vaciptir. Zira sabır; bu gibi belâya-nın o kimsenin üzerinden kalkmasına vesiledir. Sabretmeyen se­lâmet bulamaz.               .  

İkinci hali; insamn kendiyle ve. sair ebna-yt cinsiyle beraber beyinlerinde müşterek olan ahvaldir.. Bu hususta, kendisi ve baş­kaları arasında vaki olan kusura' tarafeynden- musabere yani her iki taraf müştereken sabretmeleri lâzımdır ki, bu kısımda ehlü ayal ve evlâd ve komşular ve akraba ü taallukat arasında vaki olan münasebetsizliklere sabretmek dahi dahildir.

Bir kimseden intikamı terk ve zulmeden zalimden af ve emr-i buma'ruf ve nehy-i anilmünker ve mülhidlerin şüphelerini izale için çalışmak musaberede dahildir.

Muraj ata'fi sebilülah din uğruna düşmana karşı gö­ğüs germek ve lüzumu kadar vaktini bu cihete sarfetmektir. Zira dünyada saadet ve âhirette selâmet; iJlâ-yı din hususunda âdâ-yı dinle uğraşmaktır. Çünkü dini i'Iâ için uğraşmak; meslek-i nebi ve sünnet-i ashaptır.

«Bir namazdan sonra müminin diğer namazı gözetmesi)) mu-rabatada dahil olduğuna dair Kasulullah'm hadîs-i şerifi Beyzavi'-nin cümle-i rivayatindandır.

Nisaburi'nin beyanı veçhile bu âyette sabır;, nefsi ter­biyede riyazata sabrolmak ihtimali vardır. Çünkü; insan için nef­sini terbiye lâzımdır ve en büyük terbiye; riyazatla olduğu gibi riyazat da sabra muhtaçtır.

Musabere; iptilâ zamanında kalbi murakabe etmek­tir.   Murabata:   Allah'a vasıl kılacak esbaba ervahı banin.maktır. Bu manâ ile evvelki manâlar cem olabilir. Zira; düşman karşısında hudud beklemek ruhu Allah'a vasıl kılacak ibadete raptetmektir. Çünkü; Buharı ve Müslim'in ittifakları ve (Sehl b, Sa'd) Hazretlerinin rivayetiyle Resulullah'ın «Birgün düşman karşısında nöbet beklemek dünya ve dünya üzerinde bulunan mev­cudattan hayırlıdır» buyurduğu Tefsir-i Hâzin'm cümle-i beyana-tındandır. [166]



[1] Lanetin tafsili lanete müteallik olan âyette gelecektir

[2] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/535-537

[3] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/537-539

[4] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/539-540

[5] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/540-541

[6] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/541-542

[7] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/542-543

[8] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/543

[9] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/543-545

[10] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/545-547

[11] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/547-548

[12] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/549

[13] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/550-551

[14] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/551-553

[15] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/551-553

[16] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/553-555

[17] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/555-557

[18] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/557-559

[19] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/559

[20] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/559-561

[21] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/561-562

[22] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/562-563

[23] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/563-564

[24] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/564-566

[25] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/566-567

[26] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/567-568

[27] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/568-570

[28] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/570-571

[29] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/571-573

[30] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/573-574

[31] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/575-577

[32] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/577-578

[33] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/578-579

[34] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/579-581

[35] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/581-582

[36] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/562-564

[37] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/565

[38] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/585-587

[39] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/587-589

[40] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/589-590

[41] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/591-592

[42] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/592-593

[43] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/593-595

[44] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/595-598

[45] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/598-599

[46] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/599-601

[47] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/601-604

[48] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/604-607

[49] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/607-609

[50] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/609-610

[51] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/610-611

[52] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/611-612

[53] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/612-616

[54] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/616-617

[55] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/617-618

[56] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/618-619

[57] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/619-620

[58] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/620-622

[59] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/622-624

[60] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/624-627

[61] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/627-628

[62] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/628-630

[63] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/630-631

[64] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/631-633

[65] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/633

[66] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/633-635

[67] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/635-636

[68] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/636-639

[69] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/639-642

[70] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/642-643

[71] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/643-645

[72] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/645-648

[73] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/648-650

[74] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/650-651

[75] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/651-654

[76] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/654-656

[77] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/656-657

[78] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/657-658

[79] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/658-661

[80] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/661-663

[81] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/663-664

[82] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/665-666

[83] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/666-669

[84] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/669-673

[85] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/673-676

[86] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/676-678

[87] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/679-680

[88] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/680-681

[89] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/681-682

[90] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/683-686

[91] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/686-688

[92] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/688-690

[93] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/690-692

[94] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/692-693

[95] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/693-695

[96] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/696-697

[97] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/697-700

[98] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/700-703

[99] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/703-704

[100] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/704-705

[101] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/705-707

[102] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/707-709

[103] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/709-711

[104] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/711-712

[105] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/712-713

[106] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/714-715

[107] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/715-716

[108] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/716-718

[109] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/719-720

[110] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/720

[111] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/720-722

[112] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/722-723

[113] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/723-725

[114] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/725-727

[115] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/727-728

[116] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/728-729

[117] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/730-733

[118] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/733-735

[119] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/735-737

[120] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/737-739

[121] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/739-741

[122] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/741-742

[123] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/742-743

[124] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/743-746

[125] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/746-748

[126] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/748-752

[127] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/752-754

[128] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/754-756

[129] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/756-758

[130] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/759-760

[131] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/760-762

[132] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/763-764

[133] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/764-767

[134] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/767-768

[135] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/768-770

[136] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/770-772

[137] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/772-775

[138] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/775-777

[139] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/777-780

[140] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/780-781

[141] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/781-783

[142] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/783-784

[143] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/784-786

[144] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/786-788

[145] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/788-789

[146] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/789-790

[147] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/791

[148] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/791-792

[149] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/792-794

[150] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/795-796

[151] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/796-799

[152] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/799-800

[153] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/800-803

[154] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/803-805

[155] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/805-807

[156] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/807-808

[157] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/809-810

[158] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/810-813

[159] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/813-814

[160] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/814-815

[161] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/815-816

[162] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/816

[163] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/817-818

[164] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/818-819

[165] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/819-821

[166] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/821-823