SURE-İ MAİDE.. 2

YEDİNCİ CÜZ.. 54


SURE-İ MAİDE

 

Bu Sûre-i Şerife;    Medine'de nazil olan sûre'lerdendir.    Yüz yirmi veyahut yüz yirmi üç âyeti havidir.

[Ey müminler! Beyninizde cereyan eden ukuudun ahkâmım ve hukukunu eda edin.]

Yani; ey müminler! Sizin umur-u dünya ve umur-u âhireti-nizi muhafaza ve halinizi ıslaah için taraf-ı ilâhiden vaz'olunan kavanînin iktizası üzere beyninizde cereyan eden ukud ve muahe-datın ahkâmını muhafaza ve icabatını ikaame etmeniz vaciptir. Binaenaleyh; ukudun muktezasım terkederseniz günahkâr olur­sunuz.

Fahr-i Razi ve Nisaburi'nin beyanları veçhile iman; Al­lah'ın zatını, sıfatını ve ef alini bilmek ve tasdik etmek olup cemi-i tekâlifini cami' olan emre imtisal ve nehyinden içtinapla Allahü Tealâ'ya inkıyadını izhar etmek ahkâm-ı ilâhiye cümlesinden ol­duğu cihetle şu akd-i imana riayet; Allah'a ve resulüne imanın muktezasım eda etmek icab eylediğinden Cenab-ı Hak ehl-i ima­na ukuudu ifa etmelerini emretmiştir. Çünkü; imanı kabul eden bir kimse iman-ı iltizamiyle imanın muktezayatmdan olan tekâ-lif-i ilâhiyenin cümlesini kabul ve iltizam etmiş olduğu gibi uhûd ve ukuuda müteallik olan şeylerin cümlesini dahi iltizam etmiş olduğundan Cenab-ı Hak müminlere ukuudun ahkâmını ifa etme­lerini emretmiştir.

Akid ; birşeyi diğer birşeye sağlam bağlamak ve raptet­mek manâsına olup ukuudat-ı şer'iyede de icabı kabule raptoldu-ğundan akid denmiştir. Bu âyette ukud ; tekâlif-i ilâ-hiyenin kâffesine şâmil olduğu gibi insanların kendi aralarında akdettileri bey'ü şirâya, nikâhu talâka, nezir ve yemine, emanât ve hibeye, karz ve şirkete, akd-i münasarat yani yekdiğerine kar­şı muaveneti taahhüd etmeye ve muamelat-ı saireye ve devletler arasında mukaaveleye. velhasıl uhûdatın cümlesine şâmil oldu­ğundan ukuudu ifa ile emir; herbirinin muktezasmı ifa etmekle emir olduğu cihetle insanın iltizam ettiği akdin levazımatım eda etmesi vaciptir. Binaenaleyh; imanı iltizam eden kimsenin imanın muktezayatmdan olan namaz, oruç, hac, zekât gibi furû-u a'mali edâ etmesi vacip olduğundan terketmesiyle günahkâr ve azaba, müstehak olduğu gibi nikâhı iltizam eden kimsenin de nikâhın muktezası olan hatunun mehrini, nafakasını ve kisvesini edâ et­mesi vaciptir. Binaenaleyh; nikâhla iltizam etmiş olduğu levazı-matı terkederse hatuna karşı zalim, Allah'a karşı âsim olduğu ci­hetle Allah'ın intikaamına müstehak olur.

Ukûdatıifa ile emir; fevrî, yani derhal muktezasmı yerine getirmek olduğundan İmam-ı Azam indinde bir mecliste vaki olan akid derhal nafiz olur, hıyar-ı meclis yoktur. Binaena­leyh; tarafeynden birisi o meclis dağılmaksızın akdi feshetmek is­tese feshine kaadir olamaz.

İşte beyan olunan tafsîlât-ı ânife veçhile Cenab-ı Hak şu bir cümleyle kullarının bütün vazifelerine işaretle gerek zat-ı ülûhi-yetine karşı ubudiyette, gerek insanlar arasında cereyan edecek muamelâtta ve gerek insanın kendi nefsinde iltizam ettiği ukuu-dat ve uhûdda terk ve tekâsülün caiz olmadığını ve tamamıyla yerine getirmek lâzım olduğunu beyanla hıyanetin asla caiz olma­dığına işaret etmiş ve kulları arasında muamelenin intizamını te­min buyurmuştur.

Hulâsa; Allah'a ve resulüne iman eden müminlerin bilcümle, ahkâm-ı şer'iyeyi lüzumunda ve zamanında ve mekânında ifa edip yerine getirmeleri ve kendi aralarında iltizam ettikleri ukuudatm levazım ve muktezayatmı tamamıyla eda eylemeleri vacip oldu­ğu ve hillü hürmete ve nâs'la muamelâta müteallik ahkâmda hıyanet caiz,».olmadığı ve edası mümkün olan ahkâmı edadan imtina eden kimselerin günahkâr olacakları bu âyetten müstefad olan fe-vaid cümlesindendir. [1]

 

Vacip Tealâ tekâlif-i ilâhiyesinin cümlesine itaat olunup ve herbirini lâyıkı veçhüzere edâ olunmasını emredip icmalen insan­ların ukud ve uhûda ve muamelâta dair pazarlıklarını ve vermiş oldukları sözlerini yerine getirmek vacip olduğunu kaide-i külli­ye makaamında beyandan sonra tekâlifti ilâhiyeden bazılarını taf-silen bejr&netmek üzere buyuruyor.  

[Ey müminler! Size hayvanatla intifa helâl kılındı. Ancak Kur'ân'da, haram olduğu sizin üzerinize tilâvet olunanlar ve bir de siz hac için ihramda olduğunuz halde avı helâl kılmanız müs­tesnadır.] Yani; bunlar size helâl kılınmadı.

[Zira; Allahü Tealâ istediği ahkâmıyla hükmeder.] Binaen­aleyh; hayvanattan bazısını size helâl ve bazısını haram kılar. Hiç kimsenin itiraza salâhiyeti yoktur.

Yani; eti yenilen, hayvanatın etini yemek ve sütünü içmek ve derisini giymek ve yününü kırkıp elbise yapmak suretleriyle in­tifa etmek size helâl kılındı. Ancak hac için ihramda olduğunuz halde av helâl olmadığı gibi Kur'ân'da haram olduğunu beyane-den âyetlerde sizin üzerinize tilâvet olunanlar dahi helâl olmadı, Zira; Allahü Tealâ zamana ve mekâna göre sizin ahvalinize mu­vafık haram,ve helâlden dilediği ahkâmıyla hükmeder, hiç kim­se karışamaz. Çünkü; her neyle hükmetse kendi mülkünde hük-molduğundan «Şu helâl oldu da bu neden haram oldu» demeye hiç kimsenin hakkı yoktur. Çünkü; insanlara menfaat olan şeylerle mazarrat olan şeyleri Allahü Tealâ bildiğinden menfaat olan­ları helâl ve mazarrat olanları haram kılmıştır. Binaenaleyh insan için vazife; Allahü Tealâ'nın helâl kıldığını helâl itikaad edip on­dan suret-i meşruada intifa eylemek ve haram kıldığı şeyi haram itikaad edip ondan ihtiraz etmektir ki, haram olan şeyde insan için dünyevî ve uhrevî mazarrat muhakkaktır. Ve ahkâm-ı ilâhi-yeyi vaz'dan maksat; kulların menfaat ve mazarratlarını beyan olduğu cihetle kulların itaat etmeleri vaciptir. Binaenaleyh; sa-rahat-ı nassla haram olduğu beyan olunan birşeyi helâl veyahut helâl olduğu beyan olunan birşeyi haram itikaad etmek nususa karşı bir itiraz ve Allah'ın hükm-ü katisine muhalefet olduğu ci­hetle küfürdür.

Fahr-i Razi, Taberi, Kazi ve Hâzin'in beyanları veçhile bu âyette en'amla murad; deve, koyun, keçi, sığır ve hayvanat-ı vahşiyeden bunlara müşabih olan geyik ve sairedir:

Hillü hürmet insanların- ef aline isnad olunup zata isnad olun­madığından bu âyette lâfzının mukadder kelimesine isnad plunması zaruridir. Binaenaleyh; âyetin manâsı: (Kur'ân'da hürmeti sizin üzerinize tilâvet olunan ve ihramda av­lanmış avdan maada en'amdan behimeyle intifa sizin için helâl kılındı] demektir. Zira; helâl olan aynı koyun, deve ve emsali değildir. Belki helâl olan onlarla insanın intifaıdır. Binaenaleyh; «Behime sizin için helâl kılındı» demek «Behimeden intifa helâl kılındı» demektir.

Bu âyette Vacip Tealâ en'amdan behimeyle intifam helâl kı­lındığım beyandan sonra iki cihetle istisna ilâve etmiştir. Birincisi ; kavl-i şerifidir ki, bundan mu­rad; bundan sonraki âyetlerde hürmeti beyan ve tilâvet olunan meyte ve hınzır eti gibi şeylerdir. Ve bu istisnaya ihtiyaç, behi­meyle intifam helâl olduğu beyan olununca eceliyle Ölen veya yüksek yerden düşmek ve süsüşmekle helak olan hayvanatın eti de helâl olacağı fehmolunduğundan bunların haram olduğunu be­yanla Cenab-ı Hak bu fehmi izale etmiştir.

İkincisi; nazm-ı celilidir. Zira; behime iki olup biri ehli diğeri vahşidir. Vahşi olanların avlanması mubah olduğundan behimenin helâl kılındığı beyan olu­nunca vahşi olanların da helâl olduğu beyan olunmuştur. Lâkin hal-i ihramda insan için av avlamak caiz olmadığından, hal-i ih­ramda hayvanat-ı vahşiyeyle intifa müstesna kılınmıştır ki, muh-rem olan kimsenin av avlaması ve av etiyle intifa etmesi haram olduğu beyan olunmuştur. Çünkü; insan ihramda bütün alâik-i dünyeviyeden kat-ı alâka ederek meyyite müşabih bir halde oldu­ğu cihetle hayvanat-ı vahşiyeyi itlaftan men'olunmuştu.

İnsandan başka hayvanatta akıl ve temyiz olmadığından be­nime denirse de mütearef olan yırtıcı ve zarar edici hayvanattan maada hayvanlardır.

Hulâsa; koyun ve deve gibi hayvanat-ı ehliye ve bunların em-saliyle geyik ve saire gibi hayvanat-ı vahşiyeden intifaı mümkün olanlardan her suretle insanların intifaı helâl olduğu ve hürmetine dair Kur'ân'da tilâvet olunur âyetler olanların haram olduğu gibi ihramda av avlamak ve avlanan hayvandan intifa eylemek de ha­ram olduğu ve hillü hürmette Allahü Tealâ'nın dilediği ahkâmıyla hükmettiği bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [2]

 

Vacip Tealâ muhrim olan kimselere avın haram olduğunu ve bu suretle avlanan hayvanattan intifa eylemek de haram olduğu­nu beyan ettiği gibi tekâlif-i ilâhiyeye muhalefet edenleri muha­lefetten nehyetmek üzere buyuruyor.

[Ey müminler! Hac zamanında Allah'ın size haram kıldığı şeyleri kendinize helâl kılmayın ve şehr-i haramda Allah'ın haram kıldığı kıtali ve sair haram olan ef ali kendinize helâl saymayın ve huccac tarafından kurban olmak üzere Beyt-i Şerif cihetine gönderilen hediye ve Bey tul 1 ah'a hediye olduğuna alâmet için boynu­na veya hörgücüne eski takılan kurbanlara taarruzu nefsinize mu­bah kılmayın ve Beyt-i Şerifi kasdeden ve Kabe'ye hac için te­veccüh eden müminlere taarruzu helâl addetmeyin. Zira; onlar Rablerinden rızasını ve lutfu ihsanını isterler.] Şu halde rıza-yı ilâhiyi taleb için yola çıkmış olan kimselerin taarruzdan masun olmaları lâzımdır. Binaenaleyh; bu misilli hak yolunu arayanlara taarruz edenler gazab-ı ilâhiden kurtulamazlar.

Tefsir-i Taberi'de beyan olunduğuna nazaran  ile murad; 'dır. Yani; «Allah'ın haram kıldığı şeyleri siz helâl kılmayın» yahut »Harem-i Şerifin hürmetini kaldırmayı kendinize helâl kılmayın» demektir ki, «Harem-i Şerife lâyık olan hürmeti yerine getirin, hürmetsizlik etmeyin» demektir.

Fahr-i Razi'nin beyanına nazaran ile murad; hal~i ihramda ve ihramın gayrında vaki bilumum tekâlif-i ilâhiye ve menasik-i hacdır. Buna nazaran manâ-yı nazım: [Allahü Tea-âl'nın sizin üzerinize vacip kıldığı tekâlifi ve maslahatınız için vaz'ettiği hududu helâl addederek hudud-u ilâhiyenin haricine çık­mayın ve hal-i ihramda haram olan şeyleri helâl addederek işle­meyin ve menasik-i haccı tağyir edip yerine başka menasik koy­mayın] demektir. (İbn-i Abbas) Hazretlerinden Fahr-i Razi'nin rivayetine nazaran âyetin sebeb-i nüzulü de bu manâyı teyid eder; Çünkü; müşrikler zaman-ı cahiliyede Beyt-i Şerife hacceder ve hediye gönderir ve menasik-i hacca tazım eder ve kurban keser­lerdi. Ufuk-u diyanetten İslâmiyet tulü' edince ehl-i İslâm'ın bazı menasik-i haccı âdet-i cahiliye diyerek tağyir etmek istemeleri üzerine bu âyetin nazil olduğu mervidir. Bu rivayete nazaran şeair \e murad; menasik-i hacdır. Çünkü; Ebussuud Efendi şeâ-iri «Efal-i haccm herbirerleri ayrı ayrı birer alâmettir. Meselâ; haccm vakti ve Mina'da şeytan'a taş atılan mahal, tavaf, Safa ile Merve arasında sa'yetmek ve kurban kesmek.ki, bunların herbiri birer alâmettir ve bunların cümlesine riayet lâzımdır» şeklinde tefsir, etmiştir ve bu tefsirde menasik-i hac olmasına mebnidir.

Âyetin sebeb-i nüzulünde ikinci rivayet de bu manâyı teyid etmektedir. Çünkü; Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğuna nazaran Yemame'de sakin (Bekri) kabilesinden (Şuieyh) isminde bir kim­se Medine'nin dışında atını bırakır, Huzur-u Risalete gelir ve Re-sulullah'a «Sen nâs'ı nereye davet edersin?" der. Resulullah «Ke-lime-i tevhide davet ederim» deyince (Şureyh) «Benim yanımda birtakım ümera vardır, onlarla istişare edeyim. Memul ki, onlarla beraber İslâm olur gelirim» der ve çıkar gider. Resulullah «Kâfir yüzüyle girdi ve zâlim kafasıyla çıktı» buyurur. (Şureyh) Medine etrafında başıboş hayvanattan bazısını alır götürür. Medine'den arkasına düşerlerse de yetişemezler. Ertesi sene (Şureyh) hacca gelir ve hediy gönderir. Ehl-i İslâm sene-i salifede yapmış olduğu cinayete mukaabil (Şureyh)'e hücum etmek isterlerse de Resuluİ-lah «Hacca geldi, hediy gönderdi» diyerek müsaade etmez ve re'y-i Risaletpenahi üzere bu âyetin nazil olduğu mervidir. Şu halde menasik-i haccm tağyiri hiçbir veçhile caiz olmadığını Cenab-ı Hak bu âyetle beyan buyurmuştur.

Şehr-i Haram'la murad; Zilka'de, Zilhicce, Muhar­rem ve Recep aylarıdır. Çünkü; kavm-i Arap bü aylarda kıtali haram addederek tazîm ederlerdi. Şu halde manâ-yı nazım: [Al­lah'ın kıtali haram kıldığı şehr-i haramda siz kıtali helâl kılma­yın | demektir.

Hediy; huccac tarafından Kâ'be-i Muazzama'ya hediye ve kurban olmak üzere Harem-i Şerif haricinden Mekke'ye gönde­rilen deve ve sığır gibi eti yenen hayvanattır.             

KaIâid ; kılâdenin cem'idir. Kılâde ; kurban olmak üzere Mekke'ye gönderilen hayvanın hediy olduğuna alâmet olmak üzere boynuna takılan bir bez parçasıdır. Lâkin bu makamda kaIâid le murad; boynuna kılâde takılan kurbanlardır. Bu kur­banlar her nekadar hediy'de dahil iseler de kılâdeli olan hedyin, kılâdesiz olandan efdal ve eşraf olduğuna işaret için hediy zikro-lunduktan sonra kalâid ayrıca zikrolunmuştur. Buna nazaran manâ-yı nazım: [Huccac tarafından kurban olmak üzere Mekke'­ye-gönderilen hedye ve bilhassa kılâdeli olan hediylere taarruzu helâl kılmayın] demektir. Zira;. Allah'ın rızasını arayan insanların buyuruyor.

[Sizin üzerinize ölmüş hayvan leşi, akmış kan, hınzır eti, kesi­lirken Allah'ın gayrının ismi zikrolunan hayvan eti, boğulmak ve döğülmekle öldürülen hayvanın eti, yüksek yerden düşmek ve şü-süşmekle helak olan ve yırtıcı hayvanın bir miktarını yemekle öl­dürdüğü hayvanların leşlerini yemek haram kılındı. İllâ şu zikro­lunan hayvanlardan telef olmaksızın bıçak ulaştırıp kestiğiniz sizin için helâldir ve kiliselerde putların rızası itin putlar üzerine kesi­len kurban etleri ve sizin ok atmakla kısmet taleb etmeniz de ha­ram kılındı.]

[İşte şu sayılan hayvanatın etini yemek, ok atarak kısmet ara­mak ve sizin için bunları irtikâb etmek fısk-ı azîm yani günahtır.]

Meyte ; kesilmeksizin kençli eceliyle ölen hayvandır ,ki, onun leşini yemek insan için haram kılınmıştır. Çünkü; Tefsir-i Hazin'de beyan olunduğu veçhile eceliyle telef olan hayvanın kanı etlerinin araşma hapsolup damarlar arasında kalınca eti ifsad edip beden-i insana muzır birçok mikroplar hasıl olmakla, o eti yemek vücud-u insanı ifsad ettiğinden bu zarardan kullarını muhafaza için Cenab-ı Hak ölmüş hayvan İaşesinden yemeyi haram kılmıştır ki, insanlar maddeten mutazarrır olmasınlar. Amma hal-i zarurette Ölümden kurtulmak için meyteyi yemek iki zararın ehvenini ihti-, yar etmektir. Zira; açlık nihayete vardığı bir zamanda İaşeden ye-mese helak olacağmcfan helake nispetle meyteden eklin zararı eh­vendir. Binaenaleyh;  «İki zarar cem olsa ehveni ihtiyar olunur» kaidesine tevfikan hal-i zarurette meyte ekline taraf-ı şeri'den mü­saade olunmuştur.                             .   ,

Kezalik gerek kan ve gerek hınzır etinde muzır mikroplar zi­yade olup vücud-u insana mazarrat ve maraz tevlid ettiğinden on­ların eklini Cenab-ı Hak şiddetle nehyetmiştir. Kesilirken Allah'­tan gayrının ismi zikrolunan hayvanın etini Allahü Tealâ haram kıldı. Zira: Allah'ın ismi zikrolunmak lâzımken Allah'ın gayrı put­ların veyahut Şeytan'ın ismi zikrolununca Allahü Tealâ kullarına kahrolmak üzere haram kılmıştır.

Münhanika; boğulmakla ölmüş hayvandır, Mevkuz e ; döğülmekle öldürülen hayvandır. Mütereddiye; yüksek mahalden düşmekle ölen hayvandır. Natiha ; süsüş-mekle "den hayvandır, - Bunların cümlesi eceliyle ölmüş hayvan gibi vücud-u insana muzır olduğundan cümlesi haram kılınmış ve eklinden insanlar men'olunmuştur.

Yırtıcı hayvanın bazı azasını yemekle helak ettiği hayvandan bakiye kalanı zaman-ı cahiliyede yerlerdi. Cenab-ı Hak bu âyette bu misilli bekaayanın hürmetini de beyanla ehl-i imanı eklinden men'etmiştir. Şu âyette haram olduğu beyan olunan hayvanlardan hayat emmaresi olup kesilenlerin helâl olduğu istisnasıyla beyan buyurmuştur.

Nusub : putlar olmak ihtimali varsa da Fahr-i Razi'nin be­yanı veçhile putların yanına kurban kesmek İçin nasbolunup üze­rinde müşriklerin kurban keserek, kurbanın kanıyla boyayıp put­lara tazîmen kurbanların etlerini üzerine koydukları taşlardır. Ashab-ı Kiram Resulullah'a «Ehl-ı cahiliye Kâ'be'ye kanıyla ta-zîm ederler. Biz de onlar gibi tazîm edelim mi?» dediklerinde Re-sulullah'm sükûtu üzerine bu âyetin nazil olduğu mervidir. Bina­enaleyh; putlara karşı kurban kesmek ve tazimle o taşlar üzerine kurbanların etini koymak ve o yolda kesilen kurbanların etini ye­mek haram kılınmıştır.                                               .

EzIâm ; hayrı ve şerri bilmek için atılan oklardır E Z'-lamla istiksam; ok atmakla kısmet taleb etmek ve okta zuhur edecek hale göre hükmetmektir. Kaza ve kaderi bırakıp da bu misilli şeylerle bir işin hayır veya şer olduğuna hükmetmeyi ve ashabını Mekke'ye ziyaret ve umre etmekten men'ettiler ve (Hudeybiye)'de musâlaha akdederek ashabıyla beraber Resulullah Medine'ye avdet etmişlerdi. Bu vak'a ehl-i İslâmin kalplerine pek fena tesir ettiğinden bittabi Mekke ahalisine daha ziyade buğz ve adavet tevlid etmişti. İşte bu âyette Cenab-ı. Hak müslümanlara «Sizi (Hudeybiye) senesi Mescid-i Haram'ı ziyaretten men'etme-lerine binaen ehl-i Mekke'ye buğz ve adavetiniz intikaam almaya sevketmesin ki, onların hukukuna tecavüz etmeyesiniz. Çünkü; on­ların sizi, Beyt'i ziyaretten men'etmeleri batıl olduğundan, sizin de onlar gibi o batılı işlemeniz lâzım gelmez» buyurmuştur.

Bu âyette «Buğz ve adavetiniz sizi gayrılara zulmetmeye sevk etmesin» demek; mutlaka zulümden nehyetmektir. Zira; birşeyin sebebinden nehyetmek o şeyin kendisinden nehyetmektir. Binaen­aleyh; bu âyette buğz ve adavetten nehiy asıl zulümden nehiydir. Amma, o zulme sebep gerek buğz ve adavet olsun ve gerek baş­ka bir sebep olsun ve gerekse hiçbir sebep olmayarak zulüm ol­sun. Şu halde her ne suretle olursa olsun zulüm haramdır ve menhidir. [3]

 

Vacip Tealâ bir kavme buğz ve adavetin o kavme zulme se­bep olması caiz olmadığını beyandan sonra insanların iyilik üzere içtima etmeleri ve iyi işlerde yardımlaşmaları lâzım olup, kötü iş­lere muavenetin caiz olmadığını beyanetmek üzere buyuruyor.

[Siz iyilik ve takva olan şeylere muavenet edin, küfür ve zu­lüm gibi fena şeylere muavenet etmeyin.]

[Siz fena işlere muavenet etmekte Allah'tan korkun.    Zira; Allah'ın azabı şiddetlidir.]

Yani; insanlar için vazife, birbirine muavenet etmek ve yar­dımlaşmaktır. Fakat bu yardım her yerde değildir. Binaenaleyh; Cenab-ı Hak «Ey müminler! Siz iyilik ve enva-ı ibadet ve hayrat ve hasenat ve muharremattan içtinaptan ibaret olan takva üzere birbirinize muavenet edin. Ve lâkin küfür ve sair günahlar ve nâs'a zulüm ve tuğyanla haklarına tecavüz üzere muavenet etmeyin ve masiyete muavenet etmekte Allah'tan korkun. Zira; Allah'ın ma-siyete muavenet edenlere azabı şiddetlidir. Binaenaleyh günah ve zulüm üzere muavenetten nefsinizi vikaaye edin ki, azaptan halâs olasınız» buyurmuştur. Ayetin'âhirinde ittikaa ile emir; masiyette muavenet edenleri tehdid içindir.

İşte Vacip Tealâ bu âyetle ehl-i imanı ahlâk-ı hamîdeye ve muavenet-i içtimaiyeye teşvik ve ahlâk-ı zemime ve masiyet üzere içtimadalş, tenfir etmekle cemiyet-i beşeriyeye lâzım olan asayişin intizamöu temin ve muavenet-i içtimaiyenin esasını tesis etmiştir. Çünkü; «İyilik üzere muavenet edin» demek «Birbirinizin ihtiya­cını defa çalışın ve eytam ve eramile muavenet edin ve yollarınızı yapıp, rahat yaşamanıza ve Allah'a ubudiyette, ve hayrat ve hase­natta, su olmayan yerde su yolları yapıp ebna-yı cinsinizin istira­hatlarını terhin etmeye, top, tüfek gibi esliha-i mühimme bulun­durmakla düşmanınıza galebe etmek üzere birbirinize muavenet edin, yardımlasın, hırsızlık, uğursuzluk ve gayra zulmetmek gibi cinayetlerde birbirinize muavenet etmeyin ki, âlemin rahatını sel-betmeyesiniz» demektir.

Hulâsa; ihramdan çıkan kimsenin av avlaması mubah olduğu ve bir kavme buğz ve adavetten dolayı ve o kavme zulmetmek caiz olmadığı ve iyilik olan birr ve ihsandan ve muharremattan içtinap­tan ibaret olan takva üzere muavenetin lâzım olduğu, günah ve zu­lüm üzere içtimain caiz olmadığı ve insanlar için masiyete muave­nette Allah'tan korkmak vacip ve asiler üzerine Allah'ın azabı şid­detli olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [4]

 

Vacip Tealâ hayvanatla intifam helâl olduğunu beyan sırasın­da bazı haram cteılara kavl-i şerif iyle işaret ettiği şeyleri tafsil etmek üzere taarruzdan masun olmaları lâzım olduğu gibi rıza-yı Bari için gön derilen kurbanların dahi taarruzdan masun olmaları lâzımdır.

hac veya umre için Beyt-i Şerif'i kasdeden kim­selerdir: Şu halde: manâ-yı nazıra: fBeyt-i Şerifi ziyaret etmek kasdeden kimselere taarruzu helâl kılmayın) demektir. Ziyaret kasdedenlerin taarruzdan masun olmalarının sebebini beyanda Va­cip Tealâ onların Allah'ın fazlını,ve rızasını taleb ettiklerini beyan buyurmuştur. FazIla murad; Mubah olan Ticaretle kesbolunan rızikiır, Rıdvanla murad; sevaptır. Şu halde meşru surette ticaretle kulların dünyada maişetlerinin temini için Allah'ın faz­lını aramaları ve âhiretlerini ıslah için rıza-i ilâhi murad etmeleri taarruzdan masun olmalarına sebeptir. Yani "Bu misilli kimseleri Mekke'den men'etmeyin. Zira onların maksatları; maksad-ı ha-sendir. Binaenaleyh-; taarruzdan salim olmaları lâzım" demektir.

Bu âyette şehr-i haramda kıtalin haram olması kıtal âyetiyle mensuhtur. Çünkü; kıtal âyeti, icabında düşmanla her ayda mu­harebeyi meşru kılınca şehr-i haramda dahî kıtal meşru olmuştur.

Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile huccac-ı muslinimin taleb ettikleri fazıl ve ndvamn büyüklüğüne işaret için her ikisi de ta­zime delâlet eden tenvinle varid olmuş ve fazlu ihsanı ve Rabla-rından taleb ettiklerini beyanla şanlarına tazîm ve matluplarının husulüne işaret olunmuştur.

Hulâsa; efal-i haccm ve şeaîr-i îslâmiyenin hürmetini muha­faza edip hurumatı helâl addetmemek lâzım olduğu ve tekâlif-i ilâhiyeyi yerinde edâ edip, hududunu tecavüz etmek ve huccac ta­rafından alâmetli ve alâmetsiz Mekke'ye gönderilen kurbanlara taarruz ve huccaca eza eylemek caiz olmadığı bu âyetten müstefad

olan fevaid cümlesindendir. [5]

-------------------------------------------------------------------------------------

Vacip Tealâ ihram içinde av avlamak haram olduğunu be-yanettiği gibi ihramdan çıkan kimsenin av avlaması caiz olduğu­nu dahi beyanetmek üzere :

buyuruyor.

Sûre: Maicie-                                  FÎ TEFSÎR-ÎL KUR'ÂN                                             H39

[Sîz ihramdan çıktığınızda av avlayın.] Zira; avı size haram kılan ihram zail olunca av avlamanızda zarar yoktur. ,

Tefsir-i Hâzin ve Taberi'de beyan olunduğu veçhile bu ma­kamda ( ijj^Uols ) emri ibahe içindir. Çünkü; birşey haram kı­lınıp işlenmesi memnu olduktan sonra bir emirle o şeyin işlenme­sine izin, o şeyin mubah olduğuna delâlet etmesi kavaid-i usul iktizasındandır. Yani; hürmetten sonra varid olan emirler ibahe için denir. İşte bu âyette av avlamakla emir ibahe içindir. Çünkü; evvelce ihram içinde av haram kılınmışken bu âyette Cenab-ı Hak «İbramdan çıkınca av avlayın» buyuruyor ki, ay avlamayı haram kıldıktan sonra emirdir. Şu halde bu emir; ibahe ifade eder. Yani «İhramdan çıktığınızda siz av avlayabilirsiniz. Zira; avlamanıza mani olan ihram zail olunca memnu olan av size mubah oldu» de­mektir. Yoksa «İhramdan çıkınca herhalde av avlamanız vaciptir. Av avlamazsanız günahkâr olursunuz» manâsına değildir.

Vacip Tealâ ihramdan   çıkan kimse için ihram içinde haram' olan av avlamak mubah olduğunu beyanettiği gibj bir kavme ada­vetten dolayı tecavüzün caiz olmadığını dahi beyanetmek üzere :

buyuruyor.

[Ve sizi Mescid-i Haramca' ziyaretten men'ettikleri için bir kavme sizin adavetiniz onlara tecavüze, zulüm ve taaddiye çekip götürmesin ve onların sizi, Beytullah'ı ziyaretten men'etmelerine mukaabil siz de onları men'etmeye cüret etmeyin.]

Yani; evvelden vaki olmuş bir hâdiseden dolayı bir kavme buğuz ve adavetiniz sizi o kavme zulmetmeye sevk etmesin ve on­lar sizi Mescid'e ziyaretten men'etmekle sizin de onları men'et-meniz doğru değildir.                           ^

Medarik'te beyan olunduğu veçhile Mekke ahalisi Resulullah

1144                                                  HULÂSAT-ÜL BEYAN                              _               Cüz: Ö

Cenab-ı Hak haram kılmıştır. Çünkü; Tefsir-i Hâzin'de beyan olun­duğu veçhile zaman-ı cahiliyede Kâ'be'de (Hübel) denilen putun yanında üç veya yedi ok bulundururlar ve hususi memur tayin ederler, o memur da müracâat edenlere oku atmakla işini haber verirdi. O memura da yüz dirhem gümüş vermek şarttı. Okların adedi üç olduğuna nazaran birinde ( jjj^\ ) yazılı ki, «Rabbim bana emretti», diğerinde ( jjj'Ui ) yazılı ki, yani «Rabbim beni nehyetti» ve üçüncüde de  (    Jii-    )  kelimesi yazılıydı ki,

«Gaflet etti» demektir. Zaman-ı cahiliyede nikâh, müsaferet, tica­ret ve gazve gibi mühim işlerden birine başlayacakları zaman ok­ları bir zarf içine korlar ve içinden birini alırlar, eğer ( J^l ) yazılı çıkarsa o işi işler ve eğer (   J^    ) çıkarsa, o işi şer adde­der terkederler ve eğer (   Jit    ) yazılı ok çıkarsa emir veya ne-

hiyden biri çıkıncaya kadar tekrar ederlerdi. İşte Cenab-ı Hak zaman-ı cahiliyedeki Arapların me'luf oldukları bu âdet-i kabi-hayı haram kılmıştır ki, bununla amel etmek ve ondan para al­mak cümlesi haramdır; Şu halde zamanımızda mevcut olan bakı­cılık, cincilik, bakla atmak ve kum üzerine çizgi çizmek gibi fal­cılık ve bunların emsali şeylerle iştigal etmek ve ondan para al­mak, hayır ve şerre hükmetmek haramdır, hürmetine bu âyet de­lildir. Zira; gaibe hükmetmek cihetiyle haram olduğu gibi doğru olduğunu itikaad etmek bile küfür olmuştur. Amma âyât-ı bey-yinat ve ahadis-i nebeviyatla tefe'ül caizdir. Çünkü; bunlarla te-fe'ülde istinad, Allahü Tealâ'ya olduğundan Allah'ın kendi kelâ­mı ve resulünün hadîsiyle kullarını irşad etmesi baîd değildir.

 ) Şu tadad olunan muharrematı ekletmek ha­yırdan gaâyet uzak olup, serden- pek yüksek mertebesi olduğuna işaret için bu'd-u meratibe mevzu olan ( j5j ) lâfzı varid oldu­ğu Şbussuu&Efendi'nincümle-i beyanatındandır.

Vâc^p Tealâ hayvanattan helâl olan ve olmayanları ve helâl olmayanlarla intifam haram olduğunu beyanettiği gibi kâfirlerin din-i İslâmdan meyus olduklarını dahi beyanetmek üzere :

Sûre:Maide                                   Fi TEFSÎR-İL KUR'ÂN

buyuruyor.

[Bugün kâfirler sizin dininizden meyus oldular. Binaenaleyh; kâfirlerden korkmayın. Ancak benden korkun.]

-Yani; kâfirler evvelce din-i İslâmın fürceyab olarak âleme in­tişar edeceğine ümitleri olmadığından ehl-i İslâm, dinlerinden dö­ner, İslâmiyet münkariz olur zu'munda bulunurlarken din-i İslâm âleme dağılmaya ve kökleşmeye başlayınca kâfirlerin din-i İslâ-min inkirazından meyus olduklarını beyan ederek Vacip Tealâ «Bugün müşrikler sizin dininizden dönüp onların dinine dahil ol­manızdan meyus oldular» buyurmuştur. Zira; din-i İslâmın günbe­gün teâlî ve terakkisini ve etrafa intişar edip kökleşmesini ve hak-kaa niyetle hükmün zuhurunu görmeleri ve dinin münkariz- olma­yacağını anlamaları üzerine meyus oldular. Binaenaleyh; «Dininiz üzerine kâfirlerin galebesinden korkmayın. Çünkü; dininiz cümle edyan üzerine gaalip olduğundan korkuya mahal yoktur. Şu halde ancak benden korkun. Zira; sizin her işinizi tedbir eden ve kâfir­ler üzerine sizi gaalip kılan Ben Azîmüşşan olduğum için korku­nuzu bana hasretmeniz lâzım» demektir.

Beyzavi'nin beyanı veçhile âyette y e v m le murad; zaman-ı hâzırdır. Yevm-i muayyen değildir. O günde haccet-ülveda'da are-fe günü ki, Cumadır. Çünkü âyetin o gün ikindi namazından son­ra nazil olduğu mervidir.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile din-i İslâmın inkı­razını ve müminlerin irtidad etmelerini kâfirler ümid ederlerdi. Din-i İslâm kuvvet bularak her yere dağılıp ehl-i İslâm çoğalınca müminlerin irtidadlarmdan ümitleri munkatı olduğunu Cenab-ı Hak bu âyetle beyan buyurmuştur. İşte âlemde her zaman din-i İslâmın aleyhine uğraşanlar ve inkırazına çalışanlar bulunmuş ve elyevm bulunmaktadır. Lâkin böyle bâtıl üzere uğraşanlar her za­man meyus olmuş ve emekleri dünyevî ve uhrevî hüsranla neti­celenmiştir.

115Ü          '                                          HULÂSAT-ÜL BEYAN                                                Cüz: ti

buyuruyor. ■'

[Ey Resul-ü Ekrem! Müminler sana hangi şeyin kendilerine helâl olduğunu sual ederler.]

[Sen onlara cevapta tab'-ı salimin sevdiği, tayyibat size helâl kılındı demekle müşkülâtlarını hallet ve cevaba şunu da ilâve et ve de ki, hayvanat-ı vahşiyeyi avlamakla bazı menafii kesbeden av hayvanlarını Allah'ın size talim ettiği ilim ve hünerinizden onları talim eder olduğunuz halde onların avladığı avın eti ve derisiyle intifa etmek size helâl kılındı.]

[Av hayvanlarının avladığı şey size helâl kılınınca av hay­vanlarının sizin üzerinize tutup zaptettikleri hayvanlardan eti ye­nenleri siz yiyin. Zira; size onu yemek mubahtır ve av avlanmak için beslediğiniz hayvanı ava saldığınızda onun üzerine Allah'ın ismini zikredin ki, tuttuğu av size helâl olsun.]

 

[Av hayvanı üzerine Allah'ın ismini zikretmemekte ve hara­mı irtikâb etmekte Allah'tan korkun. Zira; Allah'ın azabı gaayet

sür'atlidir.] Binaenaelyh; kullarının kusurunu derhal hesab eder ve cezasını verir. Şu halde Allah'ın azabından ve gazabından korkma­lısınız.                                        .

Tefsir-i Taberi ve Hâzin'de beyan olunduğu veçhile t a y -y i b a t la murad; mezbuhat ve sair nimetlerden AllahüTealâ'nın ekline ve intifama izin verip helâl olan ve tab-% selimin leziz ad-

Sûre : Mairie                                   Fİ TEFSİR-ÎL KUR"ÂN                .                             1151

dedip nejreî etmediği şeylerdir. Çünkü; zaman-ı cahiliyede Arap­lar birtakım tavyib ve leziz olan şeyleri kendilerim1 haranı kıldık­larından Cenab-ı Hak bu âyetle bilumum tayyibalı helâl kıldığını beyanla Arapların itikatlarını reddetmiş ve tayyibatın ekline mü­saadeyle cümlesini helâl kılmıştır.

C e v a r i h ; carihanın cemidir. C a, r i h a ; kesbedici hayvandır. Birtakım ef'ali kisbe âlet olduğundan insanın azaları­na da âlet-i cariha denir ki. âlet-i kâsibe demektiı. Şu halde in­sanların av aldırma}; için besledikleri köpek cinsinden tazı, zağar ve kuş nevrinden şahin ve doğan gibi hayvanlara c.evarih denil­miştir ki, cümlesi insan için nev'ine göre av kisbine hazır ve bina­enaleyh; cariha denilmeye şayandırlar. Bu misilli talim ve terbiye olunmuş ve av avlaması öğretilmiş olan hayvanatın avladığı avla­rın helâl ve hayvanatla av avlamanın cevazı hayvanın talim ve terbiyesine mütevakkıf olduğunu Cenab-ı Hak bu âyetle beyan buyurmuştur. Çünkü; Vacip Tealâ bu âyette tâlim olunan hayvan­ların avladıkları şeyin helâl olduğunu beyan buyurmuştur ki, ta­lim görmeyen hayvanların avladığına itibar yok demektir.

Av hayvanatının malûm olması avın salındığında ön ve arka­sından gitmek ve tuttuğu avı yememek ve sahibini beklemek ve sahibi çağırdığında icabet edip kaçmamak gibi hallerin üç defa vaki olmasıyla hasıl olur. Binaenaleyh; İmam-ı Azam indinde iki kere tecrübeyle muallem addolunur ve İmam-ı Ebu Yusuf'a göre üç kere tecrübeyle muallem addolunur ve fetva da Ebu Yusuf'un kavlinedir. Zira; tecrübede muteber olan üçtür. İmam-ı Şafii in­dinde adede itibar yoktur. Yalnız Sahibinin muallern olduğuna ka­naati hasıl olmak şarttır. Ancak kanaat; gerek bir tecrübeyle ve gerek iki veya üç tecrübeyle hasıl olsun. Şu halde Şafiîce muteber olan sahibinin kanaatidir, tecrübede adet değildir.    ,

Mükellibîn; talim, terbiye ve te'dip manâsına olduğu halde av için beslenen hayvanın talimine kemâl-i dikkat ve itina lâzım olduğuna işaret için Vacip Tealâ «Allah'ın size talim ettiği ilim ve hünerinizden onlara talim edersiniz» buyurmakla ikinci merrede talimi istimrara delâlet eden muzari sıygasıyla tekrar zikretmiştir. Mükellip kelimesi te,f il babından teksire delâlet edip teksir ise lâeka! üç de ta ile sabit olacağından İmam-ı Ebu Yusuf

1148                                               HULASAT-UL BEYAN                                          Cüz: 6

madiği ve Allahü Tealâ'nın din babında ümmet-i Muhammed üze­rine nimetini ikmal buyurduğu ve din-i İslâm indallah marzî olup ahkâm-ı İslâmiyenin gayrı, cümle ahkâmın rıza-yı ilâhiye muha­lif ve ahkâm-ı İslâmiyeye muvafık amelden Cenab-ı Hakkın razı olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.

*

Vacip Tealâ muharrematı beyandan sonra kâfirlerin meyusi-yetini ve, din-i Islâmı ikmalini cümle-i muterize olarak bşyanla be­raber bu âyetten evvel beyan olunan muharremata merbut olarak hal-i zarurette teleften nefsim muhafaza edecek kadar muharre-mattan yemek eâiz olduğunu beyanetmek üzere :

buyuruyor.

[Halet-i m ah masada beyan olunan muharremattan yemeye mecbur olan kimse günaha meyletmeyerek yerse zararı yoktur. Zira; Allahü Tealâ zaruret zamanında vaki olan kusuru mağfiret eder ve zaruret zamanı size ruhsat vermekle merhamet buyurur.]

Yani; haram olduğu beyan olunan hayvanatın etini yemek her nekadar haramsa da hal-i zarurette bazan haram olan şeyi ye­mek helâl olur; Binenaleyh; bir kimse açlığın şiddetinden haram olan şeyi yemeye mecbur olursa, günaha meyletmeyerek nefsini teleften muhafaza için zaruret miktarı yerse zararı yoktur. Zira; Allahü Tealâ hâl-i zarurette vaki olan kusuru mağfiret eder ve o kusurdan dolayı muahaze etmemekle merhamet buyurur.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile Vacip Tealâ evvelâ muharrematı beyandan sonra o muharrematı beyanla habîs olan şeyleri yemekten kullarını meri'etmesi marzî olan din-i ilâhinin ikmalinde, dahil olduğuna işaret için arada dinini ikmal ettiğini beyan buyurmuştur. Badehu haram olan şeyleri ekle ruhsatını be­yanda marzî olan dinde dahil olduğundan hal-i zarurette kulların haram olan şeyden yemeleri de din-i İslâmın ahkâm-ı marziyesin-den olduğuna işaret vardır.

Sûre:Maide                                   Fİ TEFSÎR-ÎL KUR'AN                                             1149

I z t ı r a r ; bir zarara isabet etmek ki, muharrematı ye­meksizin o zarardan kurtulmak mümkün olamaz. M a h m a s a ; bir açlıktır ki, gıdadan karnı tamamen boş olmaktır. Helâl olarak gıda bulamaz ve haramdan yemek de helak olacağı tahakkuk eder­se ölmeyecek kadar o haramdan yemesine ruhsat-ı ilâhiye vardır. Binaenaleyh; o haramdan ölmeyecek kadar yemek vaciptir. Eğer yemez de ölürse günahkâr olur.                  .

Mütecanif; meyletmek ve birşeyi kasdetmektir. I s m le murad; ihtiyacı olmayarak haram yemek ve intifa kasdet­mektir. Şu halde manfayı âyet: [Şu haram olduğu beyan olunan eşyanın hürmeti din-i İslâmın ahkâmından ve nimet-i tâmmesin-den olunca eğer bir kimse şiddetle açlığından dolayı ölmüş hay­van leşinden ve onun emsalinden yemeye ıztırar hâsıl olursa hal-i. zarurette günah kasdetmeyerek zaruretini defedip telef-i nefis­ten kurtulacak kadar yemesinde zarar yoktur. Zira; Allahü Tealâ zaruretle işlenilen günahları mağfiret eder ve zaruret zamanı ha­ram olan şeyleri ekle müsaade etmekle merhamet buyurur] de­mektir..                 ■ _ .

Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile bu âyet; muharrematı beyaneden âyete merbuttur ve bu iki âyetin arasındaki âyetler be­yan olunan muharremattan içtinabı icabeden şeyleri beyan hak­kında cümle-i muterizedir. Çünkü; bilâ zarure muharrematı eklet­mek fıskolduğu gibi onların haram olması ahkâm-ı dinden ve ni­met-i tâmmeden olduğunu beyan için arada dinin tekemmülünü ve nimetin itmamını beyan; bu ahkâm, nimetin itmamı cümlesin­den olduğunu beyandır.

Hulâsa; telef-i nefse sebep olacak kadar açlığa müptelâ olan kimsenin teleften kendini vikaaye için leş ve cifeden ekletmesi mubah ve telefini izale edecek miktardan ziyadesini ekletmesi ha­ram olduğu ve hal-i zarurette zarurete binaen vaki olan kusurları Allahü Tealâ'nın affedeceği bu âyetten müstefad olan fevâid cüm-lesindendir.                .

**

Vacip Tealâ hillü hürmetten bazılarını beyandan- sonra tay-yibatm helâl olduğunu beyanetmek üzere :                 *   '.

1146                                               HULÂSAT-ÜL BEYAN                                          Cüz: 6

Hulâsa; din-i İslâmm tamamiyle zuhur ve galebesinden sonra kâfirlere müdahene ve nıudârânm caiz olmadığı ve bihakkın din uğrunda çalıştıkça kâfirlerin dine galebe etmeleri endişesi kalma­dığı ve din aleyhinde uğraşanların gaalip gibi görünürken mağ­lûp ve meyus oldukları ve insanların korkuları ancak Vacip Tea-lâ'dan olması lâzım geldiği bu âyetten müstefad olan fevaid cüm-lesindendir.

Vacip Tealâ kâfirlerin meyus olduklarını beyandan sonra me­yus olmalarının hikmeti din-i İslâmm tekemmülü olf*"â: (11 be-yanetmek üzere :

buyuruyor.                ,            "            ' |

[Bugün siziıi dininizi sizin için ikmal ettim ve nimetimi si­zin üzerinize itmam ettim ve din yönünden İslâm dinine sizin için razı oldum.]

Yani; size yardım etmek ve dininizi cemi-i edyan üzere gaalip kılmak suretiyle, kavaid-i itikaadiyeyi, usul-ü şeriatı ve kaanun-u içtihadı beyan ve tasrih etmekle sizin için dininizi ikmal ettim. Zi­ra; bütün müşkülâtınızı halletmek için âyetler .inzal olunduğu gibi mesail istihraç etmek için tariklar da gösterildi. Binaenaleyh; di­ninizde bir noksan kalmamıştır. Bilâd-ı şirki size fethettirmek ve tevfik ve hidayet vermek suretiyle zahirî ve batım nimetimi sizin üzerinize itmam ettim ve edyan-ı saire içinden din-i İsjâma sizin için razı oldum. Binaenaleyh din-i İslâm dairesinde vaki olan amellerinize razı olurum. Ve ancak o dinin haricinde olan a'mâle razı olmam.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile dini ikmal; tekâlif-i ilâhiyeye müteallik mesailin cümlesine dair müşkülâtın hallolun­ması ve ilâ yevm-il kıyam havadise kâfi kavaidin ımz'edilmesi ve düşmanlara galebe vermesi ve düşmanlar tarafından korkuyu iza­le etmesiyle hasıl olmuştur. Çünkü; bi'set-i nebeviyenin iptidasın-

Sûre: Maide      I                             Fi TEFSÎR-İL KUR'ÂN                                             1147

dan bilitibar her zamanda mevcut olan ahkâm o zamana nispetle kâmildi. Fakat kıyamete kadar kâmil, olması bütün Kur'ân'ın na­zil olup ahkâm-ı şeriat tekemmül edince hasıl olmuş ve noksan kalmamıştır.

Bu âyetin, hicret-i nebeviyenin onuncu senesi haucet-ül vedada arefe günü Arafat'ta Resul-ü Ekrem (S.A.) Efendimize devesinin üzerinde bulunduğu halde nazil olduğu ve vahyin ağırlığından de­venin döşü yere döşendiği ve bu âyetin nüzulünden sonra Resulul-lah'ın seksen iki gün kadar muammer olduğu ve bu âyetten sonra ahkâm-ı şeriatta ziyade veya noksan suretiyle tebeddül ve tağay-yür vuku bulmadığı ve âyetin nüzulü Resulullah'ın vefat edeceği haberini mutazammın olduğu Fahr-i Razi'nin cümle-i beyanat m-dandır.

Bu âyet nazil olunca «Dinimiz tekemmül etti» diyerek Ashab-ı Resulullah memnun olup yalnız Ebubekir (R.A.)'m ağladığı ve sair Ashab-ı Kiram müşarünileyhten ağladığının sebebini sual edince «Bu âyet Resulullah'ın vefatı yakın olduğuna delâlet et­tiğini, zira; her kemâlin bir zevale maruz olduğunu" beyanla ce­vap verdiği mervidir. J3U cevap, Sıddîk-ı Azam'in âyette sairleri­nin vakıf olamadığı esrara vakıf olduğuna ve ilminin kemâline de­lâlet eder.

Din-i İslâmı ikmal ettiğini beyandan sonra Vacip Tealâ'mn nimetini itmam ettiğini beyan etmesi; din-i İslama temessük eden ümmet hakkında pek büyük nimet olduğunu bildirmektir   

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğuna nazaran pir Yahûdinin Hz. Ömer'e «Siz Kur'ân'da dininizin ikmaline ve nimetinizin it­mamına dair bir âyet okursunuz, eğer o âyet bize nazil olsaydı biz onun nazil olduğu günü bayram ittihaz ederdik» deyince Ömer (R.A.) «Beri o âyetin nazil olduğu zamanı ve mekânı bilmem» de­mekle, bu âyetin nazil olduğu günün bayram olduğuna işaretle Yahûdiye tariz etmiştir. Çünkü; bu âyet mevsim-i hacda Arafat'ta Cuma gününe tesadüf eden arefe gününde nazil olmuştur- Binaen­aleyh; âyetin nazil olduğu gün üç cihetle bayramdır. Zira; mev­sim-i hac müminler için bayram olduğu gibi Cuma ve arefe gün­leri dahî bayramdır.

Hulâsa; din-i'Muhammedi'nin tekemmül edip asla noksan kal-

---------------------------------------------------

kavli bu âyetle sabittir. Av hayvanının avladığı hayvana vurduğu yara insanın boğazlaması mesabesinde olduğundan Cenab-ı Hak av hayvanlarının tutup zaptettiklerini yemekle emretmiştir. Eğer onun yarası kesmek makaammda olmasaydı mutlakaa av hayva­nının tuttuğunu yemekle emretmezdi. Hayvanın yaralamasının kesmek yerine geçmesi avladığı hayvan ölmüş olduğu surettedir. Eğer diri olarak ele geçerse bittabi boğazlanır, hatta diri olduğu surette tutan kelbin muallem olması bile şart değildir. Vacip Ter-lâ ahkâmına dikkat etmeyenleri tehdid etmek üzere âyetin =>Hrin-de ittikaa ile emretmiş ve hesabının süratli olduğunu beyan bu­yurmuştur.

Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile iftikaa lâ?ım oMurunun sebebini beyanda zamir mevkiinde lâfza-i celâli getnmek ahkâmı beyanda mahabeti tezyid, hafî ve celî cümle a'mal üzere hesab edip ceza vereceğine işaret içindir.

Hulâsa; tab-ı selimin seveceği ve kerih addetmeyeceği lezai-zin helâl kılındığı ve talim olunan hayvanların avladığı avlarla intifam helâl ve av için bazı hayvanı beslemek, talim ve terbiye etmek meşru olduğu ve av avlamak için salıverilen hayvanın üze­rine Allah'ın ismim" zikretmek lâzım ve ahkâm-ı ilâhiyeye muha­lefetten ittikaa vacip olduğu ve Allahü Tealâ'nın kullarının âmel­lerini derhal hesab edip cezasını vereceği bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.

 

Vacip Tealâ tayyibatm helâl olduğunu beyanettiği gibi tayyi-batm ve ehl-i kitabın taamının, afife ve tahire olan hatunların ve lezzât-ı sairenin helâl olduğunu dahi beyanetrnek üzere buyuruyor.   

[Bugün sizin için bilumum tayyibat helâl kılındı.]

[Dahi şol kimselerin taamı size helâldir ki, onlara kitap ve­rildi ve sizin taamınız da onlara helâldir.]

[Dahi mümine olan kadınlardan hürre, afife ve zinadan tabi­re hatunların ve sizden evvel kendilerine kitap verilen ehl-i kitap­tan afife ve zinadan tahire olan kadınların mehirlerini verdiğiniz­de açıkta ve gizli zina etmez ve zina için dost tutmaz olduğunuz halde onların nikâhları ve nikâhlarıyla intifaları size helâl kılındı.]

[Eğer bir kimse şeriat-ı İslâmiyeyi inkâr ederek iman edil­mesi lâzım olan şeylere küfrederse muhakkak amelinin sevabı ba-ı' tıl olur. Halbuki o kimse âhirette zarar edenlerdendir.]

[Yani; bugün umur-u âhiretten olan dininiz ikmal olunduğu gibi umür-u dünyadan olan nimetleriniz dahi ikmal olundu. Zira; bilumum nefsinizin ve tabiatınızın seveceği ve istikrah etmeyeceği tayyibat size helâl kılındı ve kendilerine kitap verilen Yehûd ve Nasara'nm mezbuh ve gayrı mezbuh taamları size ve sizin bil­cümle taamlarınız onlara helâldir. Binaenaleyh; yemekte ve sair suretle intifada bir mani olmayıp tarafeynden birinin öbürünün taamından intifa etmesi caizdir. Zira; muamelâtta ve ihtilâtta her­halde yemek ve içmek zarurî olduğu cihetle ey ehl-i iman! Sizin ehl-i kitabın taamından yemenizde ve kendi taamınızdan da onla­ra yedirmenizde zarar yoktur. Zira; ruhsat-ı şer'iye vardır ve siz­den Allahü Tealâ'ya ve resulüne iman eden mümine kadınlar ve sizden evvel kendilerine kitap verilen ehl-i kitabın kadınlarından nefsini zinadan hıfzetmiş afife kadınlar size helâl kılındı. Binaen­aleyh; onları nikâhlamakla menafimizde istimal edebilirsiniz. Fa­kat onların mehirlerini tamamen vermek şarttır ve zahirde zinayı irtikâb etmemek ve batında dost ittihaz ederek gizli zina irtikâp eylememek imanımı in mukteziyatından olduğu cihetle bu cihetle­re dikkat edip fahiş fiilleri irtikâb etmemek lâzımdır ve eğer bir kimse şu beyan olunan ahkâma küfrederse muhakkak ameli mah­volur ve o küfreden âhirette pek açık zarar edenlerdendir.

Nisaburi'de beyan olunduğu veçhile tayyibat la. murad; Kasabat ve Kura ahalisinden ashab-ı Yesar'ın leziz addetti/eleri şeylerdir ki, haşerat-ı arz, sinek, arı ve onların emsali böcekler tayyibattan hariçtir ve ayn-ı necis olan şeyler tayyibattan hariç olduğu gibi tahir olup da sonradan necis olanlar da hariçtir.

EhI-i kitap la murad; Yehûd ve Nasara'dır. TaamIarla murad; zebiha ve gayrı zebiha mutlakaa taamdır. Binaen­aleyh; bunların taamlarını yemek ve kadınlarını nikahlamak bi­zim için caiz ve bizim taamlarımız da onlara helâldir. Lâkin ehl-i imanın hatunlarının onlara nikâhı caiz olmadığını Cenab-ı Hak bu âyette beyan buyurmuştur. Zira; biz onların kitaplarına ve resul­lerine iman ettiğimiz için onların kadınlarını nikâhla alabiliriz ve. lâkin onlar bizim resulümüze iman etmediklerinden bizim kadın­larımızı alamazlar. Ayette mehirleri kendilerine vermek şart kılın­dığından muhseneoIın hatunlar la murad; hürre olan hatunlardır. Zira; cariye olsa mehri kendine verilmez, belki cariyenin mevlâsına yani sahibine verilir. Muhsena yani hürre ve afife olan hatunun helâl olduğunu beyanetmek, cariyenin ve zaniye olan hatunun nikâhları caiz olmadığım beyanı müstelzim olmaz. Zira; muhsene olmak evlâ ve efdal olmasının şartıdır, yok­sa muhsenenin gayrı caiz olmaz manâsına değildir. Çünkü; afife hatunda- zevcin kalbi müsterih olup vesveseden hali olduğu için beyinlerinde ülfet ve muhabbet devam eder ve hüsn-ü imtizaç ve muaşeret hasıl olmakla nikâhtan maksat olan tenasül ve aile teş­kilâtı muntazam olur. Ehl-i kitabın hatunlarını bizim için nikah­lamak caizse de efdal olan mümine nikâh .etmektir. Çünkü; kâfire dostluğu ve candan muhabbeti Allahü Tealâ nehyetmiştir. Beyin­lerinde hasıl olan evlâdı kadının kendi dini veçh üzere terbiye ederek dinine ithal etmesi gibi birtakım zararlar da melhuzdur, Binaenaleyh; bu gibi muhtemel zararlardan insan nefsini vikaaye etmek lâzımdır.

Mecusi ve Müşrik gibi bir dine ve kitaba mensup olmayanların kestikleri yenmediği gibi kadınlarını nikahlamak da caiz de^ ğildir. Zira; âyette Vacip Tealâ müminlere ehl-i kitabın kadınları­nın helâl olduğunu beyanla iktifa etmiştir. Halbuki makam; beyan maakamı olduğundan onları beyandan sükût etmek nikâhın cevazı beyan olunan müminle ehl-i kitaba münhasır olduğunu beyanet-

Hatunun mehri eşedd-i vücupla vacip olduğuna işaret için Cenab-ı Hak nikâhlarının ve intifalarının helâl olduğunu mehir-lerini vermeye talik etmiştir. Gerek alenî ve gerek hafî zinanın iki kısmı da haram olduğunu bu âyette Vacip Tealâ beyan buyur­duğu gibi kadınla intifa etmenin mubah olması; tezevvüç ve ta­hassun tankıyla olacağını dahi beyanetmiştir. Yoksa zina ile in­tifa caiz değildir.

Vacip Tealâ âyetin ahirinde tekâlif-i ilâhiyeye küfreden kim­senin ameli mahvolup dünyada ve âhirette zarardide olacağını be­yanla bundan evvel beyan olunan ahkâma dikkatla iman lâzım ol­duğunu tavsiye buyurmuştur.

Ehl-i kitabın kadınları dünyada Islâmla münakâha şerefine nail olurlarsa âhirette Cennet'te beraber bulunamayacaklarına âyet delâlet eder. Çünkü; küfredenlerin âhirette haşirinden ola­cakları beyan olunduğundan kitabî olan kadın her nekadar müs-lüman nikâhı altındaysa da imanı olmadığından elbette âhirette zarar gören, ve ebeden Cehennem'de kalan zümredendir. Binaen­aleyh; dünyada zevci olan müminle Cennette birleşemez.

Ayette amelin haptolması; amelin zayi olup batıl olmasından ve fayda görülmemesinden ibarettir. Şu halde mümin olan bir kimse birçok amelden sonra kafi ahkâm-ı şer'iyeden birini inkâr gibi küfrü mucip bir işte veya sözde bulunsa amelî zayi olacağına bu âyet delâlet eder ve kütüb-ü fıkhiyede beyanolunan elfaz-ı küf­rün hükm-ü şer'isi de bu âyetten istinbat olunmuştur.

Hulâsa; tayyibatm helâl kılındığı ve ehl-i imanın taamı ehl-i kitaba ve ehl-i kitabın taamı müminlere helâl olduğu ve mümin­lerin ve ehl-i kitabın muhsene ve afife olarf hatunların mehirle-rini vermek şartıyla'müminlere helâl olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[6]

 

Vacip Tealâ sûrenin evvelinde ukuudat-ı şeriyeyi ifa etmekle emrettikten sonra ukudattân mat'umat ve menkûhata müteallik bazı ahkâmı dahi beyan buyurduğu gibi âhirete müteallik tekâ-lif-i ilâhiyeden namazın mukaddimesi olan taharetle emretmek üzere buyuruyor.

[Ey müminler! Namaz kılmak murad edip ayağa kalktığınız­da yüzlerinizi ve ellerinizi dirseklerinizle beraber ve ayaklarınızı topuklarınızla beraber yıkayın ve başınıza mesnedin.]

Tefsir-i Hâzin ve Taberi'de beyan olunduğu veçhile âyetin za­hiri, namaz kılmak murad eden her kimse velev abdesti bulun­muş olsa dahi abdest almak vacip olduğuna delâlet ederse de ab-destin vücubu taharetsiz olanlara mahsus olduğu icma-ı ümmetle sabittir. Çünkü; Beyzavi'nin rivayetine nazaran Mekke'nin fetih günü Resulullah'ın bir abdestle beş vakit namaz kıldığı mervidir.

Şu halde âyet demektir.

Yani; abdestsiz olduğunuz halde namaza kıyam ederseniz si­zin için âyette beyan olunduğu veçhile abdest almanız vacip de­mektir. Binaenaleyh; abdesti olmayan kimse için namaz caiz ola­maz. Zira; abdest namazın şartmdandır. Şu halde şart olan taha­ret bulunmayınca, meşrut olan namaz da bulunamaz. Amma her ne suretle olursa olsun abdestten aciz olursa abdestin halefi olan teyemmümle namaz kılacağı bu âyette beyan olunacaktır. Çün­kü; namaz insanın cemi-i azasıyla Rabbisine teveccüh ettiği bir ibadet-i muazzama olduğu cihetle Huzur-u Bâri'ye münacatta ne-zafet-i kâmile üzere bulunmak vaciptir. Fakat nezafet-i kâmile bulunamadığında onun halefine intikaal olunmak lâzımdır.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile bazı ulema tarafından «Taha­retle emir, müstakil bir teklif değildir, belki namaza tebaiyetle bir tekliftir. Binaenaleyh; namaz olmasa abdestle teklif olmazdı» de-mişlerse de esah olan taharet, din-i İslâmda maksudun bizzattır.

Zira; Resulullah vani ((Din> nezafet üzere bi­na kılındı» buyurmuştur ve bu âyetin âhirinde nazm-ı celiliyle bu Hadîs-i Şerîf taharetle teklifin müstakil oldu­ğunu teyid eder. Hatta abdestin bazı günaha kefaret olduğuna dair varid olan ehadis-i celile dahi taharetin müstakil bir teklif oldu­ğuna delâlet eder.

Hanefiye indinde abdestin sıhhati için niyet şart değildir. Zi­ra; Cenab-ı Hak bu âyette abdest azalarının yıkanmasını ve başa mesholunmasmi vacip kıldı. Eğer niyet lâzım olsaydı onu da be­yan ederdi. Halbuki âyette abdestin vücubları beyan olunduğu sı­rada niyetten bahis yoktur. Binaenaleyh; abdestte niyet vacip de­ğildir. Şu halde bir kimse hiç abdest hatırına gelmeksizin başka bir sebeple abdest azalarını yıkayıp sonra namaz kılmak lâzım gel­se onunla namaz kılabilir. Şu kadar ki, niyet olmadığından o ab­destin sevabı olmaz. Zira sevapta niyet şarttır ve abdestte niyet sünnettir. Lâkin Şafiî indinde abdeste niyet şarttır. Binaenaleyh; niyet olmaksızın abdest sahih olmaz. Zira; memurun bihtir. Her memurun bihte niyet lâzımdır.

İşte taharetin iyi birşey olduğunda cümle ümmetin ittifakı vardır. Şu kadar ki, tahareti ibadet niyetiyle işleyenler ecre nail olur, mücerret temizliktir diye işleyenler âhirette ecirden mah­rum olur. Arada fark niyet etmektir. Binaenaleyh; ehl-i iman her amelini niyetle işlerlerse ecir alırlar ve niyet olmazsa ameli sahih olur, fakat sevap olmaz.[7]

 

Vacip Tealâ abdestin farz olduğunu beyandan sonra guslün farz olduğunu da beyanetmek üzere buyuruyor.

[Eğer siz cünüp olursanız kcmâl-i ehemmiyetle temizlenin.]

Yani; eğer namaz kılmak murad ettiğinizde size cenabet isa­bet etmiş bulunursa gusletmek suretiyle tatahhur etmeniz lâzım­dır.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile cenabetin iki sebebi vardır: Birincisi; şehvetle meninin inmesidir, ikincisi; er­kekle kadının alet-i tenasülleri birbirine değmek ve erkeğin aleti­nin velev haşefe mevzii olsun kadının âletine girmesidir. Bu su­rette meni nazil olmasa dahi gusltemek vaciptir. Gusulde taha­retle emir; mutlak olup azadan bir uzvu yıkamakla mukayyed ol­madığından bedenin cemiisini yıkamak vacip olduğuna âyet delâ­let eder. Gusülde taharet, ancak yıkanmakla olabileceği âyât-ı sa­ire ve ehadis-i celilelerle sabittir. İmam-ı Azam'a göre yıkarken vücudu ovalamak vacip değildir. Zira; mutlakaa taharet lâzımdır. Bu da vücudu ovalamaksızm hasıl olur. Mazmaza, istinşak gusül­de vaciptir. Zira; Cenab-ı Hak taharette mübalâğayla emretti. Ta­harette mübalâğa ise yıkanması mümkün olan azanın hepsini yı­kamakla hasıl olacağından bedenin her cüzünü yıkamak vaciptir. Binaenaleyh; ağzı ve burnunu yıkamak da mümkün olduğundan gusülde onları da yıkamak vacip olmuştur. Hatta zahir-i beden­den azıcık bir cüz' yıkanmasa gusül sahih olmaz. Zira; Resulullah «Gusülde vücudunuzun her kıllarını ıslayın ve derisini paklayın. Zira; vücudunuzdan her kılın altında cenabet var» buyurmuştur. Gusülde tertip vacip değildir. Çünkü; âyette Cenab-ı Hak taha-ret-i mutlakayla emretmiştir. Taharet-i mutlaka; mücerret gus­letmekle hasıl olduğundan tertip şart değildir.

Vacip Tealâ'nın gusül emri, kulları hakkında bir lûtf-u ilâhi­dir. Zira; cenabetle vücuda arız olan zaaf, fütur ve bedene tali olan keselânı taharetle kaza ve ikmal etmek üzere Vacip Tealâ kul­larına cenabetten gusletmekle izalesini emretmiş, ve maddeten vü­cuda gelmesi muhtemel olan zarardan vikaayesini tavsiye' buyur­muştur. Zira; su* ile bedeni yıkamaktaki fayda ve bilhassa yorgun vücudu soğuk suyun dinlendirdiği malûm bir hakikattir. Şu halde j bedenin her cüzünden infisal eden meninin her zerresinin ayrıldı-j ğı mahalde bırakmış olduğu noksan ve kuvvetine vermiş olduğu zaaf ve fütur, mafsalların yekdiğerine karşı salâbetini kaybettir­diğinden şu salâbeti iade etmek üzere Cenab-ı Hak guslü farz kılmıştır ki, bu vesileyle vücut kıvamını muhafaza etsin. Gerçi vü­cuttan çıkan meniden daha ziyade kaza-yı hacette bevl ve mevadı gaaita gibi birçok şeyler bedenden her zaman infisal etmekteyse de onlar vücudun eczasına karışmış cevher kabilinden olmadığı cihetle onların infisaü vücuda noksan iras etmediği gibitbilâkis vücudun istirabatini temin ettiğinden telâfi-i mâfât için suyla yı­kanmak icabetmez. Çünkü; vücutta zayi olmuş birşey yok ki suyla tedarike hacet messetsin. Amma meninin infisalinde yorgunluk muhakkak olduğundan onun izalesi vacip olmuştur. Bu suretle zayiatı iade bizim için maddeten fayda olduğu gibi emr-i ilâhiye de imtisal olduğu cihetle ibadet olduğundan manen ecir ve sevap dahi vardır. Şu halde ehl-i imanın cenabetten kurtulmak için gu-sül emrine imtisalde hem dünya hem de âhirette menfaat vardır.[8]

 

Vacip Tealâ taharet-i suğra olan abdesti ve tahâret-i kübra olan guslü beyanettiği gibi abdest veya gusül için su bulunmaya­cak olursa teyemmüm vacip olduğunu dahi beyanetmek üzere buyuruyor.

[Eğer siz hasta olur, suyu istimal edemezseniz veyahut mü-saferette bulunur suyu bulamazsanız veya sizden biriniz kaza-yı hacetten gelir yahut haremlerinizle muamele-i zevciyede bulunur da abdest alacak veya gusledecek kadar su bulamazsanız gaayet tahir ve necasetten temiz toprakla teyemmüm edin ve o topraktan yüzlerinizi ve ellerinizi mesnedin ki, suyu bulup istimal edinceye kadar kesb-i taharet etmiş olasınız.]

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile hastalık üç nevidir: Birin­cisi; sudan telef olmak veya zarar görmek korkusudur. Bu kısım hastalıkta teyemmüm lâzımdır. İkincisi;   suyu istimalde hastalığın ziyadelenmesinden korkar. Bu kısımda dahi te­yemmüm eder. Üçüncüsü; hastalıkta zarardan ve telef-i nefisten korkmaz. Bu kısımda teyemmüm caiz değildir. Teyem­mümü mubah kılan; gerek kısa bir sefer olsun ki, köyler ve kasa­banın haricinde bulunmak gibi ve gerek uzun bir sefer olsun ki, müddet-i sefer kadar ve ondan uzun mesafede olmak gibi her iki surette teyemmümün cevazma âyet delâlet eder. Çünkü; âyette mutlakaa seferde teyemmümün cevazı beyan olunduğundan uzun ve kısa seferin her ikisine de şâmildir. Zira; eğer seferler beynin­de fark olsaydı Cenab-i Hak beyanederdi. Halbuki âyette sefer, mutlak zikrolunmuş ve aralarında fark olduğu beyan olunmamış­tır. Gusül ve abdest, necaset olmayıp tahir olduğu zannolunan her sudan caizdir. Binaenaleyh; Mecusi ve Müşriklerin hanelerinde ve kaplarında bulunan sudan' taharet caizdir. Çünkü eşyada asıl olan; taharettir. Kezalik seccadelerinde namaz kılınır, taharet ve adem-i taharetinden sual lâzım değildir.

Teyemmümün manâ-yı aslisi; kasd olduğundan teyemmümde niyetin vacip olduğuna âyet delâlet eder. Binaenaleyh; niyet et­meksizin teyemmüm sahih olmaz.

Hulasa; hastalık ve müsaferet gibi bir arızadan dolayı suyu bulamaz veyahut bulur da istimalinden âciz olursa, temiz toprağa teyemmümün lâzım ve teyemmümde yüzüyle ellerini meshetmek vacip olduğu bu âyettelTmüstefad olan fevaid cümlesindendir.[9]

 

Vacip Tealâ hastalık ve müsaferet gibi arızalar sebebiyle su­yu bulamaz veyahut bulur da istimalinden âciz olursa, suyun ha­lefi olan toprakla teyemmümün cevazına ruhsat-ı şer'iyenin sebep ve hikmetini beyanetmek üzere buyuruyor.

[ Allah ü Tealâ sizin üzerinize güçlük halk etmek murad et­mez. Ve lâkin sizin şükretmeniz için sizi tathir etmek ve sizin üze­rinize nimetini itmam etmek murad eder.]

Yani; size taharetle emretmekte Allahü Tealâ sizin üzerinize güçlük emretmedi. £ira; Suyu bulamadığınız yerde suya bedel top­rakla teyemmüme ruhsat verdi. Eğer size güçlük muradetmiş ol­saydı behemehal her yerde suyla tathirinizi emrederdi ve suyu bulmak için birçok müşkülât çekerdiniz ve lâkin AUahü Tealâ za­hirde vücudunuzda olan kirden ve bâtında günahlarınızdan sizi tathir etmek ve sizin şükretmeniz için üzerinize nimetini itmam etmek murad eder. Binaenaleyh; size abdest ve gusle müteallik maddeten ve manen istifade edeceğiniz ahkâmını beyan buyurdu ki, siz o nimetlerin şükrünü edâ edesiniz.

Bu âyet-i celile Vacip Tealâ'nm irade sıfatıyla muttasıf oldu­ğuna delâlet eder ve irade-i ilâhiye; sıfat-ı kadîme ve zat-ı ülûhi-yet üzerine zaid sıfât-ı subutiyedendir. Bu âyette Allahü Tealâ'nm .kullarına yani güçlük.murad etmediğini beyanetmesi za­rarın medfu' olmasına delâlet eder. Binaenaleyh; mazarratta asıl olan meşru olmamak olduğundan herşeyde zararın defi vaciptir.

Resulullah'm kavl-i şerifi de zararın defi vacip olduğuna delâlet eder. Yani; İslâmda bir taraftan diğe­rine ve iki taraftan birbirine zarar yoktur. Şu halde Fahr-i Kâinat Efendimiz ne bir taraftan âhare ve ne de iki taraftan birbirine za­rarın meşru olmadığını beyan buyurmuştur.

Taharetin meşru olmasındaki hikmet, hades sebkeden kimse­ye hükmen arız olan necaset-i hükmiyeyi ve zahirde olan kirleri izale edip münacatmda maddeten ve manen tahir bulunmaktır. Çünkü; abdest alan ve gusleden kimsenin Allahü Tealâ'nm. taha­retle emrine inkıyadla ubudiyetini izhar edip Rabbinin azamet ve rububiyetini ikrarla kalbinde olan temerrüdü ve inadını terkle ahlâk-ı seyyieden tatahhur ettiği gibi taharet, günahlarının kefa­ret olmasına dahî sebep olacağına dair varid olan ehadis-i celile abdest ve guslün zahirde taharet olduğu gibi bâtında dahî taha­ret olduğuna delâlet eder. İnsanın, memur olduğu bir ibadeti ka­bul edip derhal Rabbinin emrine imtisal ederek işlerse Rabbi o zayıf kulunun günahını neden affetmesin? Çünkü; seve seve insan ubudiyetinin muktezasmı işleyince lutf-u ihsan sahibi olan Al-lahü Tealâ da elbette rububiyetinin muktezası olan kerametini ku­lundan esirgemez

Hulâsa; Allahü Tealâ'mn kullarına vaki olan tekâlif ve ahkâ­mında güçlük murad etmediği, abdest ve gusülle emri, zahir ve bâtın kullarını tathir etmek için olduğu ve ahkâm-ı ilâhiyenin cümlesi kullar hakkında nimet olduğundan bu nimetlerin şükrünü edâ kullar üzerine vacip olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[10]

 

Vacip Tealâ bazı tekâlif-i ilâhiyesini beyanettiği gibi tekâlifin kabulünü icabeden esbabı beyanetmek üzere buyuruyor,

[Ey müminler! Sizin üzerinize varid olan Allah'ın nimetle­rini ve sizinle muahede ettiği ahidlerini zikredin, o ahidler şol za­manda vaki oldu ki, o zamanda siz, «ya Rabbi! Emrini işittik ve itaat ettik» dediniz. Allahü Tealâ'ya ittikaa edin ve ahdini nakzet­mekten nefsinizi vikaaye edin. Zira; Allahü Tealâ kalplerinizde olan esrarınızı bilir.]

Yani Allah'ın size sayılmaz ve tükenmez birçok nimetleri var­dır. Bu nimetleri sizin daima hatırınızda tutup unutmamanız ve zikredip durmanız lâzım olduğu gibi Vacip Tealâ'mn sizinle hitabında veyahut resulüne biat ettiğinizde vaki olan

muahedesini de unutmamanız lâzımdır.

Zira; o muahedeyi siz, «Duyduk ve kabul ettik» diyerek ikrar ettiniz. Binaenaleyh; unutmamanız vaciptir. Unutursanız Allah'ın gazabından korkun. Zira, sizin o ahdi unutup nakzetmeniz ve ni­metleri zikretmemeniz gazab-ı ilâhiyi muciptir. Şu halde gazaptan kurtulmak için ahdi nakzetmemek ve nimetleri unutmamak va­ciptir. Zira Allahü Tealâ hayır ve şer kalbinizde olan esrarı bilir.

Beyzavi ve Medarik'te beyan olunduğu veçhile bu âyette misakla murad; Hudeybiye'de ehl-i imanın Resulullah'a emrini işitmek ve itaat etmek üzere vaki olan ve Sûre-i Fetih'te tafsila­tıyla beyan olunan biat-ı rıdvandır. Her müminin kolay ve müş­kül zamanlarında resullerinin sözünü işitip emrine itaat edecek­lerini ikrar ve itiraf etmeleri Resulullah'la ahdolduğu gibi Allahü Tealâ ile de ahdolduğundan Allahü Tealâ o muahedeyi kendi nef­sine muzaf kıldı ve unutmamalarını tavsiye etti. Yahut mua­hede yle murad; hitabında vaki olan ikrar ve muahededir.

Nimet-i ilâhiye pek çok olduğu halde bu âyetteki maksat ni­meti saymak olmayıp cins-i nimeti hatırlamakla şükrünü edâ et­mek olduğundan Cenab-ı Hak ninieti müfred sıygasıyla irad bu­yurduğu gibi nimeti nisyan etmekten ve resulüyle ümmeti ve ken­disiyle kulları arasında vaki olan ahdi nakzetmekten tehdid için âyetin ahirinde ittikaa.ile emir ve kalplerde olan esrarı ^bildiğini beyanla vuku bulan muahedatı muhafazaya davet etmiştir. Çünkü kalpte olan esrarı bildiğini beyanetmek; «Uhud ve meyasîkı nak­zetmeyin ve nakzetmediğiniz gibi nakzetmeyi kalbinizle bile kas-detmeyin. Zira; eğer nakz-ı ahdetmek kalbinize gelir ve siz de kas-dederseniz Allahü Tealâ onu bilir ve muktezasına göre ceza verim demektir.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile bu âyette ahid le murad; ezelde kitabıyla vaki' olan ahd olduğuna nazaran gerçi insanlar o ahdi tahattur edemezlerse de Allahü Tealâ kitabında o ahdin vukuunu suret-i katiyede haber verdiğinden, o ahdi muha­fazayla emretmek caizdir.

Hulâsa; Allah'ın nimetlerini bilip şükrünü edâ etmek ve Al­lah'la ve resulü ile vâki olan muahedeyi muhafaza edip hukukunu ifa eylemek vacip ve ahdi nakz ve nimeti inkârdan nefsini vikaa-ye eylemek lâzım olduğu ve Allah'ın azabından korkmak ve Al­lah'ın esrar-ı kalbiyeyi bildiğini bilmek ehem ve elzem bulunduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[11]

 

Vacip Tealâ tekâlif-i nahiyesinden bazılarını beyanettiği gibi tekâlife inkıyadın da lüzumunu beyanetmek üzere buyuruyor.

[Ey müminler! Siz Allahü Tealâ'mn emrine itaat edin ve iba­detine kaaim olun ve adaletle şehadet edin ve bir kavme buğzu-nuz sizi adalet etmemenize sevk etmesin.]

[Herşeyde ve herkes hakkında adalet edin. Zira; Adalet tak­vaya pek yakındır.]

[Allah'tan korkun. Zira; Allahü Tealâ sizin amelinizi bilir.]

Yani; me'kûlâttan helâl ve haram olanlara ve beden için mü­him vazife olan taharet-i suğra ve taharet-i kübraya müteallik olan ahkâmını size bildirince ey müminler! Sizin Allah'ın rızası için bütün tekâlifi yerine getirmeniz ve herbirini edâ etmek için kaaim olmanız ve lâzım olan yerde adaletle şehadet etmeniz va­ciptir ve bir kavme buğz esbabından dolayı buğz ve adavetiniz on­lar hakkında sizi adaletsizliğe çekmesin ve buğzunuz adaleti ter­kinize sebep olmasın. Binaenaleyh akrabanıza, ecanibe, dostunu­za, düşmanınıza ve nefsinize adalet edin. Zira adalet; takvaya en yakın olan ibadâttandır. Binaenaleyh; düşmanınıza adavetiniz se­bebiyle burnunu, kulağını kesmek veyahut kadınlarını ve çocuk­larını öldürmek gibi helâl olmayan şeyleri irtikâbla adaletten çık­mayın ve bu gibi şeyleri irtikâb etmek ve adaletten çıkmakta Al­lah'tan korkun. Zira; Allahü Tealâ amelinizi bilir ve muktezasma göre ceza verir.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile bu âyet tekâlîf-i ilâhiyenin ru­hunu camidir. Zira; tekâlifin esası iki şeydir: Birincisi; Allah'ın emrine itaatla tazım ve rububiyetini itirafla vazife-i ubu­diyette devamdır ki, buna kavl-i şerifiyle işaret buyurmuştur.   İkincisi;   Allah'ın mahlûklarına şefkat ve Merhamet ve ebna-yı cinsine mürüvvet etmektir ki, bu kısma da emr-i celileyle işaret etmiştir. Binaenaleyh; bir kavme buğzla o kavim hakkında adaleti terketmek caiz olmadığını, her kavim ve her şahıs hakkında adlü insaf dairesinde muamele etmek vacip olduğunu beyan buyurmuş ve adaletin masiyetlere nisbetle ittikaaya pek yakın olduğunu sarahaten zikretmiştir. Çünkü ma-siyetler; takvadan gaayet uzaktır.

Âyette mutlakaa adaletle emir; Allah'ın düşmanı olari kâfir­lere de şâmildir. Zira, adalet; cümle hakkında müsavattır. Bina­enaleyh; mümin ve kâfirin cümlesinin müstefid olması lâzımdır. İşte bu esasa binaen âyetin âhirinde adaletten çıkanları tehdid için ittikaa ile emrettiği gibi herkesin amelini bildiğini dahi beyan et­miştir ki,, herkes adalete dikkat etsin, hiçbir sebep ve bahaneyle adaletten ayrılmasın. Hatta bir kavme veya bir şahsa buğz ve ada­veti olsa bile düşman olan o kavim veya şahıs hakkında adalet" ve insafı terketmek caiz olmadığını beyanla adaletin behemehal lü­zumunu tekid etmiştir. Çünkü adalet; cemiyet-i beşeriyenin huku­kunu muhafaza ve istirahatlarmı temin ve âharin hukukuna teca­vüzden men'ettiği için bütün âlemin mihverinde cereyanına ve herkesin arzusu veçhile intizamın devamına yegâne hadim adalet olduğundan Cenab-ı Hak insanlar için kendi şahıslarında, akraba ve ahibbasmda ve sair eşhas ve akvamda adaleti tatbik vacip ol­duğu gibi düşmanlarından^ bile adaleti esirgemek caiz olmadığını beyan buyurmuştur.[12]

 

Vacip Tealâ adaletin lüzumunu ve takvaya yakın olduğunu ve ittikaanm vücubunu ve kullarının cümle a'malinden habîr olduğu­nu beyanettiği gibi şu âTîkâma riayet eden ehl-i imana vaadini beyanetmek üzere buyuruyor;

[Allahii Tealâ şol kimselere sevabını vaadetti ki, onlar iman ettiler ve amel-i salih işlediler. Zira; onlar için günahlarına mağ­firet ve amellerine ecr-i azîm vardır.]

Yani; imana ve amel-i salihe muvaffak olan mümin-i salihe Allah'ın vaadi, günahını setretmek ve ameline büyük ecir ver­mektir. Çünkü mağfireti ve ecri azîmi beyan; vaad-i ilâhiyi beyar dan neşet eden bir suale cevaptır. Zira; âmil olan* müminler** \1-lahü Tealâ'mn vaadini beyan edince vaad-i ilâhinin neden ibaret olduğunu beyan hakkında varid olan bir suale cevap ola1"' \ vaad-i ilâhi onların günâhlarını mağfiret ve amellerine A±ıuKâfat olarak büyük ecir olduğu beyan olunmuştur. Vaad-i ilâhide hulf olma­yacağına işaret için cemi-i sıfât-ı kemaliyeyi cami' olduğunu müş'ir olan lâfza-i celâl varid olmuştur. Çünkü; ( İıl ) ism-i şerifi ce­mi-i makdurata kaadir ve cemi-i malûmata âlim ve herkesten ganî ve her ihtiyaçtan beri olduğuna delâlet ettiğinden vaad-i ilâhîde asla hulf olmayacağına dahî delâlet eder. Çünkü vaadde hulf; ya cehil veya vaadini vefaya kaadir olamayıp âciz veyahut vaadini vefaya mâni bahîl olmaktan veyahut kendinin ihtiyacına binaen vermek istemediği cihetle olacağından işte bunların "cümlesinden münezzeh olduğunu müş'ir olan lâfza-i celâl ile vaadini beyan bu­yurmuştur ki, vaadin kafi olup asla hulf olmadığını beyandır. Çün­kü; vaadine mâni .olacak cehil, aciz, buhul ve ihtiyaç gibi sebepler­den hiçbir sebep yoktur. Binaenaleyh; bu âyet; insanın sebeb-i neca­tını camidir. Çünkü; insan için sebeb-i necat ikidir: Birinci-s i ; korktuğu azaptan kurtulması ve azaba sebep olacak günah­larının örtülmesidir. İkincisi; ümit ettiği sevaba nail ol­masıdır. Bu âyetteyse Vacip Tealâ korktuklarından kurtulacakla­rına mağfiretle ve umduklarına nail olacaklarına ecr-i azîmi be­yanla' işaret buyurmuştur ve bu işarette ehl-i imana beşaret var­dır. Mağfiret ve ecr-i azîmi Cenab-ı Hak imana ve amel-i saliha talik ettiğinden imanı ve amel-i şalini olmayan kimseler için mağ­firet olmayacağı gibi ecr-i azîme dahî nail olmayacaklarına işaret etmiştir. Binaenaleyh günahın affına ve sevaba vusule sebep; iman ve amel-i salihtir. Şu halde insan için a'mâ-li salihaya sa'yetmek lâzımdır.  [13]

 

Vacip Tealâ müminlere vaadini beyanettiği gibi kâfirlere vaa­dini dahi beyanetmek üzere buyuruyor.

[Şol kimseler ki, onlar Allah'a ve resulüne küfrettiler ve bi­zim vahdaniyetimize delâlet eden âyetlerimizi tekzib ettiler. Şu küfrü irtikâp ve âyetleri tekzib eden kâfirler Cehennem'in ashabı ve yaranlarıdır.] Binaenaleyh; onlar küfür üzere vefat ettiklerin­de Cehennem'den ^asla ayrılmazlar. Zira; ebeden Cehennem'de kalmayı mucip olan küfrü irtikâb ettiklerinden onlar için Cehen­nem'den kurtulmak yoktur.

Beyzavi'nin beyanı veçhile Vacip Tealâ müminlere vaadini beyandan sonra kâfirlerin ehl-i nâr olduklarını beyanetmek; mü­minlerin kalplerini tatyibetmekle hakka davetin usulüne riayet olunmuştur. Çünkü; hakka davette emre imtisal edenlerin akıbet-i haseneleriyle, emre imtisal etmeyenlerin akıbet-i seyyielerini be-yanetmekte hüsn-ü tesir ziyade olduğundan Cenab-ı Hak Kur'ân'-da daima firka-i naciyenin halini beyandan sonra fırka-i halike ve dâllenin hâlini veyahut fırka-i dâllenin halini beyandan sonra fır­ka-i naciyenin halini beyan buyuruyor ki, emr-i davette noksan olmasın.

Fahr-i Razi ve Hâzin'in beyanları veçhile bu "âyet Cehennem'­de ebedî kalmak 'kâfirlere mahsus   olduğuna delâlet eder.   Zira; cümle-i celilesi hasra delâlet ettiğinden an­cak Cehennem'de muhalled kalmak kâfirlere mahsus olduğuna delâlet eder. Çünkü; müştak olan cümlelerine. Ce-hennem'in ashabı olmak hükmünün talik olunması o cümlelerin me'hazi olan küfür ve tekzibin hükm-ü mezkûra illet ve sebep ol­malarını müş'irdir. Binaenaleyh; Cehennem'de muhalled kalmanın sebebi, küfür ve âyetleri tekzib olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[14]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin ehl-i Cehennem olduğunu beyanettiği gibi müminlere ihsan ettiği nimetlerden bazılarını beyanla zâtını zikretmelerini emretmek üzere buyuruyor.

[Ey müminler! Sizin üzerinize Allah'ın vermiş olduğu nimet­leri zikredin. O nimetler şol zamanda vâki' oldu ki, o zamanda düş­manınızdan bir kavim ellerim size uzatmak istedi. Allahü Tealâ sizden onların ellerini men'etmekle serlerini defetti. Binaenaleyh; Allah'ın'emir ve nehyinde muhalefet etmekte Allah'tan korkun ve muhalefetten nefsinizi vikaaye edin.]

[Müminler ancak Allah'a mütevekkil olsunlar.] Ve her umur­larını esbabına tevessülle beraber Allah'a tefviz etsinler. Çünkü; kullar için Allah'tan gayrı işini ısmarlayacak bir kimse yoktur. Bi­naenaleyh; işin husulünü Allah'tan beklemek ve Allah'a itimad et­mek vaciptir.

Fahr-i Razi, Kazi ve Hâzin'in beyanlarına nazaran bu âyette ehl-i imana el uzatmak isteyenler le murad; müşriklerdir. Çünkü; (Asfan) veyahut (Batn-i Nahil) denilen mevkide Resulullah ashabıyla beraber öğle namazım cemaatla edâ ettiklerini gören müşrikler namazda baskın vermediklerine neda­met ederek ikindi namazında baskın vermeye karar verdiklerini Cenab-ı Hak resulüne haber verdi ve salât-ı havfe müteallik âye­tini inzal etmekle hem cemaatla namazın edasını hem de düşman­dan muhafaza edeceğini beyan ettiğini bu âyette nimet sırasında zi­kirle o vak'aya işarejt etmiştir.

Yahut âyetin sebeb-i nüzulü; Yehûdun Resulullah'a suikasd etmeleridir. Çünkü; Medarik'te beyan olunduğuna nazaran Resu-lullah (Ebubekir), (Ömer) ve damadı (Osman) ve (Ali) (R.A.) Ha-zaratıyla beraber (Beni Nadıyr) kabilesinden (Kâ'b b. Eşref)'e müsafir oldular ve Yahudiler «Ya Muhammed (S.A.)! Sen otur, biz sana taam hazırlayalım» deyip dışarı çıkarak damdan Resulul-lah üzerine cesim bir taş atarak katletmeye karar verdiler ve taşı hazırlamaktalarken Cenab-ı Hak vahyile resulüne Yahudilerin su­ikastlarını haber verdi. Resulullah derhal Medine'ye avdet buyur­du. İşte bu vak'ada Yahudilerin şerrinden resulünü maiyetiyle beraber muhafaza ettiğini ve Yahudilerin tasavvurlarını akım bı­raktığını beyan için bu âyeti inzal buyurmuştur.

Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile bu âyet; din-i İslâm gibi bir nimetle şerefyab olanların o nimeti unutmayıp zikretmelerini Vacip. Tealâ emrettikten sonra düşmanlarının şerrinden kurtulmak gibi bir nimeti kendilerine müyesser ettiğini hatırlarından çıkar­mayıp tezekkür etmelerini dahî emretmiştir. Kâfirlerin şerrinin defi evvelki rivayete nazaran Resulullah'ın yedinci gazasında vâ­ki' olduğu mervidir.

Hulâsa; gerek dünyaca nail olduğu nimetler olsun ve gerek düşman şerrinden muhafaza olsun Allah'ın verdiği bilumum ni­metlere şükretmek ve ubudiyetin vazifesini edâ eylemek lâzım ol­duğu ve ehl-i imana elini uzatmak isteyen bir kavmin ellerini ehl-i imandan Cenab-ı Hakkın men'ettiği ve emir ve nehyinde Allah'a muhalefetten korkmak vacip olduğu ve müminlerin ancak Cenab-ı Halika mütevekkil olmaları lâzım geldiği bu âyetten müstefadolan fevaid cümlesindendir.[15]

 

Vacip Tealâ kullarına verdiği nimetlere şükretmek lâzım ol­duğunu beyanettiği gibi ehl-i imanın imanlarında devam etmele­rini tavsiye makaamında Beni İsrail'in imandan nükûl ettiklerini beyanla zemmetmek üzere buyuruyor.

[Zat-ı Ulûhiyetime yemin ederim ki, Allahü Tealâ muhakkak Beni İsrailden ahdü mîsak aldı Ve Biz Azîmüşşan onlardan on iki kefil ve şahit gönderdik] ve onları kefil aldık ki, ahidlerinden dön­mesinler ve Benî İsrail on iki kabile olduğundan her kabile ver­diği ahdüzerine kendilerinin eşrafından birer şahit aldık ki, onlar ahdlerini inkâr ederlerse şahitler onlarm ahid verdiklerine şehadet etsinler.

[Ve Allahü Tealâ onlardan ahdaldığuıda dedi ki «Ben sizinle beraberim. Binaenaleyh; size kuvvet ve kudret vermekle düşman­larınıza gaalip kılarım ve izzetim hakkı için eğer siz emrolunduğu-nuz namazı ikaame eder ve malınızın zekâtını verir ve benim sual­lerime iman ederek onlara tazîm ve emirlerine itaatla yardım eder ve fisebilillâh malınızı infakla Allah'a karz-ı hasen verirseniz el­bette ben sizin günahlarınızı kefaret eder ve altından nehirler ce­reyan eden cennetlere sizi ithal ederim.] [16]

 

Vacip Tealâ bu âyette ahdü mîsak aldığını ve onların nakz-ı ahdedip ahidlerinin muktezasını edâ etmediklerini beyanetmekle ehl-i imana siz de onlar gibi nakz-ı* ahdedenlerden olmayın demek üzere buyuruyor.                                                                   

[Eğer sizden bir kimse bu kadar vaazu nasihattan sonra küf­reder ve verdiği ahidden dönerse muhakkak o kimse doğru yoldan çıktı ve dalâlet yolunu tuttu.]

Vacip Tealâ ahdü misak. almak ehl-i İslama mahsus bir hâl olmayıp geçmiş ümmetlerden de ahdaldığını beyanla ehl-i imanı verdikleri ahdin muktezasmı ifaya terğib ve hilafından tehdid et­miştir.

Tefsir-i Taberi'de beyan olunduğu üzere nakiple murad; kefil, şahit, kavmin ileri gelen eşraf ve a'yânı ve söz kesenidir. Benî İsrail on iki sıbıt, yani kabile olduğundan her kabileden birer nakip intihabını ve bunlardan herbiri kendi kabilelerinden aske­rin reisi ve başbuğu tayin olunmalarını Cenab-ı Hak Hz. Musa'ya emretti. Çünkü; Nimetullah Efendi'nin ve Beyzavi'nin beyanları veçhile Fir'avn garkolup hükümeti münkariz olunca Benî İsrail Mısır arazisinin bir kısmında karar ettikten sonra * Vacip Tealâ (Ken'an) kabilesinin cebabiresine mesken olan (Eriha) şehrine ve Şam cihetine seferle onlarla mukaatele ve arazi-i mübarekeden cebabireyi tardetmelerini emretti. Musa (A.S.) emr-i ilâhi üzeri^ ne onlardan ahd ve ahidlerini ifa edeceklerine de her kabilenin re­isini kefil aldı ve cebabire üzerine sefere başladıklarında Hz. Mu­sa nakipleri casus olarak düşmanın ahvalini teftiş için gönderdi: Düşmanın kuvvet ve şevketini Benî İsrail'e haber vermemelerini kendilerine sıkı sıkı tenbih ettiği halde onlar esna-yı teftişte düş­manda gördükleri kuvvet ve şevketi Hz. Musa'nın tenbihi hilâfına Benî İsrail'e haber vermekle kavmin azimetine fütur verdiler. Bi­naenaleyh; Benî İsrail'in çokları nakz-ı ahdettiler. Nakipler için­den yalnız (Yehuza) neslinden (Kâlip) ve Hz. Yunus neslinden (Yuşa') gördükleri hali Benî İsrail'e haber vermemekle emr-i Mu­sa'ya riayet ve tenbihine dikkat etmişlerdi. Halbuki Vacip Tealâ Benî İsrail'e ahdü mîsak zamanında «Nusretim sizinle beraberdir» demekle cebabireye gaalip olacaklarını vaadetmişti. Lâkin bu vaad-i ilâhiden gaflet ederek nakz-ı ahidle hamakatlarını izhar et­tiler. İşte bu gibi ahidlerini ifadan nükûl ettikleri için Cenab-ı Hak onları sefalete duçar etmiştir. Zira; nakz-ı ahdetmek her zaman zilleti muciptir.

İşte ruesa-yı askeriyeye lâzım olan, düşmanın kuvvetine göre tedarikâtta bulunmakla beraber kendi askerine daima düşmanın zaafından bahsetmekle askerin metanetini ve kuvve-i maneviyesini yükseltmek lâzım olduğu gibi düşmanm kuvvetinden bahsetme­mek dahî lâzımdır. Zira; düşmanın kuvvetinden bahsetmek aske­rin kuvve-i maneviyesini kırar ve zaafa duçar eder.

Vacip Tealâ Benî İsrail'le muahedede namazı edâ eylemek ve zekâtı vermek ve rusul-ü kirama iman ve tazîm ve fisebüülâh in-fak etmek ve askerin erzakını, cihazını tedarike sa'yile karz-ı ha-sene dikkat eden kimselerin azaplarını kaldıracağını ve günahla­rını kefaret edeceğini beyanla Cennet'e ithal edeceğini vaad bu-yurçKi ki, ehl-i iman bu gibi zaferleri kazanmak ve âhirette selâ­mete nail olmak için sa'yetsinler ve rusul-ü kiramdan bazılarını tekzib etmesinler. Yahudiler rusul-ü kiramdan bazılarını tekzib et­tiklerinden Cenab-ı Hak cümlesine imanı tavsiye etmiştir.

Zekâtla murad; vacip olan sadaka ve karzla murad; nafile olduğundan zekâttan sonra karz-ı haseni zikir tekrar deni­lemez. Çünkü; zekât başka, karz-ı hasen başkadır.

cümle-i şerif esindeki  ile murad; Allahü Tealâ'ntn bize ittiba ile emrettiği şeriat-i İslâ-miyedir. Yani; delâilin zuhurundan sonra küfreden kimse; şeriat-i İslâmiyeden çıkmış demektir. Gerçi delâilin zuhurundan evvel küf­redenler de dalâlette kalıp özürleri kabul olunmazsa da mazeret tevehhümü vardır. Ancak delâilin zuhurundan sonra küfredenle­rin dalâletlerinde mazeret olmadığı gibi mazeret tevehhümü de yoktur. Binaenaleyh; delâilin zuhurundan sonra küfredenlerin da­lâletleri zikrolunmuştur.

İşte bu gibi ümem-i salifenin hallerini Kur'ân'da zikretmek; ümmet-i Muhammed'e derstir. Zira; Kur'ân'da hikâye olunan şey­ler bizim için ayn-ı şeriattır.

Hulâsa; Allahü Tealâ'nm Benî İsrail'den ahdü mîsak aldığı ve onların ahidden dönmemeleri için on iki kabileden on iki kefil al­dığı ve onlar salâtı eda eder ve zekâtı verir ve resullere imanla beraber tazîm eder ve karz-ı hasen verirlerse seyyiatlarmı kefaret edeceğini ve Cennet'e ithal eyleyeceğini vaad ettiği ve şu âyette beyan olunan şeylere dikkat ettikleri surette nusret-i ilâhiyenin onlarla beraber olacağı bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [17]

 

Vacip Tealâ Benî İsrail'in nakz-ı ahdettiklerini beyanetmek üzere buyuruyor.

[Musa (A.S.) vasıtasıyla Benî İsrail'den biz kati surette ahdü mîsak alınca onların vermiş oldukları ahdi nakzetmeleri sebebiyle biz onlara lanet etmekle dergâh-ı ülûhiyetimizden tardettik ve kalplerini katı kıldık ki, onlara hiçbir nasihat tesir etmez ve söz dinlemez bir hâle geldiler. Zira; onlar kelime-i ilâhiyeyi mevzile­rinden tağyir ederler ve maksud olan manânın gayrı kendi arzu­larına muvafık manâlarda istimal ederler ve kendilerine zikrolu-nup vaaz olundukları Tevrat'ın âyetlerinden nasiplerini unutmuş­lardı.]

[Habibim! Sen onlardan hıyanet üzere muttali olursun, illâ onlardan az bir kimseler hıyanet etmezler. Çünkü; o az kimseler sana iman ettiler. Binaenaleyh; onlar insaf üzere hareket ederek Tevrat'ta senin hakkındaki âyetleri nâs'a ilân ve yerinde istimal  [18]

 

Vacip Tealâ Benî İsrail'in nakz-ı ahdettikleri gibi Nasara'mn da nakz-ı ahdettiklerini beyanetmek üzere    buyuruyor.

[Biz Nasara'yKg diyerek Nasraniyet iddia edenlerden din-i İs­lama yardım edeceklerine dair biz ahdü mîsak aldık. Bu ahid üze­rine onlar vaaz olundukları ahkâmdan nasiplerini unuttular ve kendilerine nazil olan İncil'in ahkâmını terkettiler. Binaenaleyh; oların nakz-ı ahdetmelerine ceza olarak onların aralarına yevm-i kıyamete kadar devam eder bir bıığz ve adavet koyduk ve birbir­lerine buğz ve adaveti Biz Azîmüşşan lâzım kıldık ve âdeta kalp­lerine yapışmış gibi buğz ve adavet bunların arasından çıkmaz bir haldedir. Binaenaleyh; onlar fırka fırka oldular. Hattâ iki fırkanın bir araya gelmeleri imkânı kalmamıştır.]

[Ve onların din-i İslama ihanet etmeleri gibi işledikleri fena fiillerini Allalıü Tealâ yakında onlara haber verir.]

Yani; Yehûd'un meslekleri verdikleri ikrardan dönmek oldu­ğu gibi, Nasara'mn meslekleri dahi verdikleri ikrardan dönmek ve nakz-ı ahdetmektir. Zira; Nasara'dan din-i ilâhiye nusret ettikle­rini ve kendilerinin Nasara olduğunu iddia edenlerden ahdü mîsak; aldık ve İncil'in ahkâmıyla amel edeceklerine ikrar, verdikleri hal­de kitaplarının ahkâmını Yahudiler gibi onlar da terkettiler: Biz de onların arasına buğz ve adavet koyduk ki ilâ yevm-il kıyam o adavet aralarında devam eder. Onlar her nekadar din-i İslama nusret iddia ederlerse de yakında Allahü Tealâ onların fena işle­rini kendilerine haber verir. .

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile Nasara ismi mem-duhtur. Fakat kendileri «Biz Nasara'yız» diyerek iddia ettiklerini beyan taraf-ı ilâhiden onlara verilmiş bir isim olmadığını beyan­dır. Yani onlar her nekadar Nasraniyet iddia ediyorlarsa da filha­kika Nasraniyet sıfatıyla muttasıf değillerdir.

Zira İncil'de Resulullah'a dair olan ahkâmı kabul ettikleri halde o ahkâmı terkle ikrarlarını unuttular ve onların nasipleri Resulullah'a iman etmekken o nasiplerini unutmuş gibi arkaya atıverdiler ve buna ceza olarak kendi beyinlerinde adavet ve buğza müptelâ olmuşlardır ki, kıyamete kadar birbirleriyle uğraşacak­larını beyandır. Ve bu âyetin sırrı da her vakit ayandır. Zira Na-sara iddiasında bulunan fırkalar daima yekdiğerini tekfir ettikle­rinden itikaaSiyatta birleşemedikleri gibi hatta siyasette dahî bir-leşemezler. Binaenaleyh; daima yekdiğeri aleyhine diğerini teşvi-katta bulunmak ve icabında silâha sarılmaktan hali kalmadıkları meydanda bir hakikattir.

Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile Nasara'nm daima işle­mekte oldukları ef al-i kabîhayı haber vereceğini Vacip Tealâ'mn beyan buyurması azab-ı şedidle azab edeceğine işaretle Nasara'yı tehdid etmektir. Çirkin amelleri; nakz-ı ahd etmek ve İncil'den nasiplerini unutmaktır. (   ^-3   ) kelimesi haber vereceğini te-

kid ve lâfza-i celâl azabın şiddetini beyan ve mahabeti tezyid için* dir ki, muhatapların kalplerine korku vermektjr. Nasara'nm çir­kin fiilleri işlemekte rusuh bulduklarına işaret için ( bedelinde (  jy^  ) varid olmuştur.

Hulâsa; Nasraniyet iddia edenlerden Hz. İsa'ya ve İncil'e imanları sebebiyle Hz. Muhammed'e iman edeceklerine dair ahdü mîsak alındığı ve İncil'den nasiplerini unuttukları sebebiyle ilâ yevm-il kıyam aralarına buğz ve adavet girdiği ve kıyamette Al-lahü Tealâ'mn onlara amellerini haber vereceği bu âyetten müs-tefad olan İevaid cümlesindendir. [19]

 

Vacip Tealâ Yehûd ve Nasara'dan herbirerlerinin nakz-ı ahd ettiklerini beyandan sonra cümlesini imana davet etmek üzere buyuruyor.

[Ey ehl-i kitap! Size bizim resulümüz geldi ve sizin kendi ki­tabınızdan sakladığınız birçok ahkâmı resulümüz size beyaneder, haber verir ve çok kusurlarınızı affeder ve muhakkak Allah'tan nura benzeyen   Kur'ân ve ahkâmı açık beyaneden   kitap geldi.]

Şu halde sizin için resulümüze ve getirdiği kitabına iman etmeniz lâzımken niçin iman etmezsiniz?

Bu âyette ehl-i kitap la murad; Yehûd ve Nasara'dır. Resul ile murad; bizim peygamberimizdir. Kitap ism-i cins olduğundan Tevrat'a ve İncil'e şâmildir. Sakladıkları meseIeyvle murad; ahir zaman peygamberinin evsafına mü­teallik âyetler ve recim âyetidir. Çünkü; onlar saklamak istediler, fakat Resulullah bunları Tevrat'tan bulmuştur. Resulullah okuyup yazmadığı halde onların sakladıkları âyetleri haber vermesi gaip­ten haber olduğu cihetle mu'cizat-ı Resulullah cümlesindendir. Sakladıkları mesailin cümlesini bilip, bazısını haber verip bazısını haber vermediğine işaret için âyette Resulullah'm çok kusurlarını affettiği beyan olunmuştur.;. Çünkü; sakladıkları şeyin izharında bir fayda olmadığı cihetle umur-u dine taallûku olmayan şeylerde Resulullah onları mahcup etmemek için izhar etmezdi. Binaena­leyh; o babda vâki' olan kusurlarını affettiği beyan olunmuştur,

Nurla murad; Kur'ân ve Kur'ân'ın ahkâmı olan din-i İslâm-dır. Kitapla murad; herhalde Kur'ân'dır. Çünkü; nurla insa­nın gözü kuvvet bulup eşya-yı zahiriyeyi gördüğü gibi Kur'ânla hak ve hakikat ve ahkâmı din görüldüğünden Kur'ân'a nur ıtlakı sezadır. Kezalik Resulullah'a dahi nur denir. Çünkü; Resulullah insanların mazarrat ve menfaatlarmı beyan edip şeriatında göster­diği cihetle güneşin ziyası âlemi ihata edip o zıya vasıtasıyla bütün

dünyayı insanın gördüğü gibi insanlar da bilmedikleri hakikatları Resulullah vasıtasıyla bildiklerinden Resulullah nur-u âlem unva­nına seza ve lâyık olmuştur. Kezâlik din-i İslama dahî nur denir. Çünkü; din-i İslâm zaman-ı cahiliyede olan küfür ve cehalet zul­metlerini kaldırıp âleme ilim ve irfanı ve nur-u hidayeti dağıttığı için nur denmeye lâyıktır. 

Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile bu âyette ehl-i kitabı tek­dir ve tevbih vardır. Çünkü; Cenab-ı Hakkın lâfzmda resulü, Zatma muzaf kılarak «Bizim resulümüz» demesi Resulul-lah'm şanına tazım olduğu gibi kullarını da ittibaa davettir. Ehl-i kitap ise kitaplarının muktezası olan bu gibi hakaayıkı bilmek ve onunla ameletmek icabederlçen bilâkis kitaplarının ahkâmını tağ­yire cüret edip Allah'ın resulüne iman etmemeleri elbette tekdire istihkaklarını icab eder. Resulullah'ın beyanı, defaten olmayıp za­man zaman teceddüd ederek devam üzere cereyan ettiğine işaret için teceddüde delâlet eden muzari' sıygasıyla varid olmuştur. [20]

 

Vacip Tealâ kitabın ve resulünün geldiğini beyandan sonra kitabın bazı evsafını beyanetmek üzere buyuruyor.

[Allahü Tealâ o kitapla rızasına ve tarîk-ı selâmet olan din-i İslama ittiba eden kimseyi tarîk-ı selâmet olan tarîk-ı tevhide isal eder ve razı olduğu ahkâma ittiba eden kimseleri kendi izniyle kü­für karanlıklarından nur-u iman aydınlıklarına çıkarır ve onları doğru yola hidayette kılar.]

Rıdvanla murad; din-i îslâmdır. Çünkü; Allahü Tealâ din-i İslâmı tebliğ için resul gönderip din-i İslama razı olduğunu beyanettiğinden bu makamda tadvanla murad; din-i İslâmdır. ile murad; tarîk-ı ilâhi olan tarîk-ı tevhiddir. Çünkü   Selâm;   esma-i hüsnadandır. Şu halde demek; «Allah'ın tarîki» demektir. Allah'ın tarîki da tarîk-i tev­hiddir. Yahut tarik-i selâmet olan; tarîk-ı Cennettir. Çünkü; ta­rîk-ı Cennet, azaptan selâmet olduğu için tarîk-ı selâmet denme­ye lâyıktır. Z ulûm at la murad; küfür ve cehalettir. Nurla murad; nur-u İslâm ve imandır. Surat-ı müstakim le murad; din-i haktır. Buna nazaran manâ-yı âyet: [Allahü Tealâ'-nm rızasına muvafık olan din-i İslama ve tarîk-ı hak olan tarîk-ı tevhide ittiba eden kimseyi Allah.ü Tealâ doğru yola hidayette kı­lar ve o kimseleri kendi tevfiki ve iradesiyle zulümat-ı küfürden nur-u imana çıkarır ve tarik-ı hakka hidayette kılar] demektir. Vacip Tealâ razı olduğu dine ittiba eden kimselere bu âyette üç şey vaadetmiştirc- Birincisi; tarîk-ı selâmete îsal etmektir. İkincisi; zulümat-ı küfürden nur-u imana çıkarmaktır. Üçüncüsü; tarîk-ı müstakim olan din-i hakka hidayette kıl­maktır. Şu sayılan vaad-i ilâhinin her cümlesi insan için sebeb-i necattır ve bunlara nail olmak da ancak Cenab-ı Hakkın, ittibaıyla emrettiği şeriata yapışmakla olacağında, şüphe yoktur. Binaen­aleyh; aklı olan bir kimse için herhalde Rabbinin rızasını aramak ve rızasına muvafık ameller işlemek ve bu vesileyle vaad-i ilâhi olan tarîk-ı selâmeti bulmaya çalışmak lâzımdır. [21]

 

Vacip Tealâ ehl-i kitabın umumuna din-i İslama dahil olma­larını tavsiye edip tebaiyet edenlere vaadini beyandan sonra bazı  asara'nm fâsid itikadlarını beyanetmek üzere buyuruyor.

[Zat-ı ülûhiyetime yemin ederim, muhakkak kâfir oldu şol kimseler ki, onlar Allahü Tealâ, ancak Hz. Meryem'in oğlu Mesih'tir dediler.]

[Habibimî Sen onlara cevapta ilzam suretiyle de ki, eğer Al-lahü Tealâ Mesih (A.S.)'ı ve validesini ye yeryüzünde olan sair insanların cemisini ihlâk etmek murad ederse Allah'ın murad et­tiği şeyden Allahü Tealâ'yı men'etmeye kim malik olabilir? Elbet­te hiç kimse mâlik olamaz. Şu halde Allah'ın ihlâkinden kurtula­mayan Mesih'in ülûhiyetini nasıl itikaad edersiniz?]

[Zira; semavat ve arzın ve onların arasında olan mevcudatın mülkü Allah'ındır ve Allah'ın gayrı bir malik yoktur.]

[Allahü Tealâ dilediğini halk eder. Zira; Allahü Tealâ her-şeye kaadirdir.]

Yani; mabudun bilhak Allahü Tealâ'dır ve tarîk-ı müstakim de tarîk-ı tevhiddir. Binaenaleyh; zat-ı ulûhiyetime kasem ederim muhakkak kâfir oldu şol kimseler ki, onlar Nasara'dan Yakubiye ve Melekâniye fırkaları «Allahü Tealâ ancak Meryem'in oğlu Me­sih'tir» dediler. Zira onlar; «Ülûhiyet, beden-i İsa'ya hulul etti ve ülûhiyet, İsa (A.S.)'da temessül eyledi» dediler ve bunu itikaad edince Allahü Tealâ onların küfürleriyle hükmetti. Ey Resul-ü Ekrem! Sen onları iskât için cevapta de ki: «Eğer Allahü Tealâ si­zin ülûhiyetini itikaad ettiğiniz Mesih'i ve validesini ve yeryüzün­de olan mevcudatı ihlâk etmek murad ederse Allahü Tealâ'yı bu iradesinden men'e kim kaadir olabilir? Eğer sizin dediğiniz gibi Mesih ilâh olsa Allah'ın iradesini defe kaadir olurdu. Halbuki kaadir olamıyor, şu halde ilâh değildir. Semavat ve arzın ve onların arasında olan mahlûkaatın mülkü Allah'ındır. Semavat ve ar­zın ehli Allah'ın kullarıdır. Hz. İsa ve validesi de Allah'ın kul­ları zümresindendir. Kulun ilâh olma ihtimali var mıdır ki siz Hz. İsa'nın ilâh olduğunu itikaad edersiniz? Allahü Tealâ dilediğini dilediği veçh üzere halkeder, hiç kimse itiraz edemez. Zira; mülkün­de istediği gibi tasarruf eder. Binaenaleyh; Hz. Âdem'i babasız ve anasız halkettiği gibi Hz. İsa'yı da babasız halketmiştir. Eğer baba­sız halkolunmak ülûhiyeti icab etseydi Hz. Âdem'in de ilâh olması lâzım gelirdi. Halbuki Hz. Âdem'in ilâh olduğunu itikaad etmi­yorsunuz da Hz. İsa'nın ülûhiyetini neden itikaad ediyorsunuz? Allahü Tealâ herşeye kaadirdir. Halbuki sizin ülûhiyetini itikaad ettiğiniz Mesih herşeye kaadir midir? Elbette kaadir değildir. Şu halde nasıl oluyor ki, herşeye kaadir olamayan zata ilâh diyorsu­nuz?

Fahr-i Razi ve Kazi'nin beyanlarına nazaran Nasara doğru­dan doğruya İsa (A.Ş.)'a Allah'tır demezlerse de itikadlarma na­zaran bu sözün lüzumu anlaşılır. Binaenaleyh; Vacip Tealâ söz­lerinin lâzımını beyan buyurmuştur. Çünkü; onlar «Ülûhiyet, be-den-i İsa'ya hulûletti ve uknum kelimesi ki zatullahtır, İsa ile bir­leşti» derler İşte bu sözlerine nazaran İsa (A.S.) Allah'tır demek lâzım geldiğinden Cenab-ı Hak, sözlerine binaen lâzım gelen iti-kaad-ı fasidlerini beyanetmiştir. Bu itikadlarının butlanını İsa'yı ve cümle mahlûkaatı Allahü Tealâ ihlâk etmek murad etse buna mani olacak başka kimse olamadığı gibi Hz. İsa'nın da mâni ola­mayacağını beyanla ispat etmiştir. Şu halde ülûhiyetle İsa (A.S.) arasında münasebet olmadığı sabit olmuştur. Çünkü; semavat, arz ve bütün mevcudat Allah'ın mahlûku olunca İsa (A.S.) ve vali­desi dahi mahlûktur. Mahlûkla halik arasında münasebet ve mü­şabehet olamayacağı tabiidir. Çünkü; İsa (A.S.)'m cisim ve hadis olmakta ve terkip ve tağayyür kabul etmekte mahlûkaat-ı saire-den farkı yoktur. Şu halde mahlûkaat-ı saire Allah olmayınca Hz. İsa da Allah olamaz ve babasız halk olunmasından dolayı ülûhiye-, tin hulul veya ittihad etmesi de lâzım gelmez. Zira, ülûhiyet; hu­lulden ve ittihaddan münezzehtir.

Vacip Tealâ bu âyette   Nasara'nın   itikaadını dört surette reddetmiştir:   Birincisi;   Allahü Tealâ mahlûkaatı ve bilhassa İsa (A.S.)'ı ihlâk murad etse Hz. İsa'nın ihlâki, nefsinden defe kaadir olamamasıdır. Nefsinden ihlâki defe kaa-dir olamayan elbette ilâh olamaz. İkincisi; Allahü Tealâ'-nın semavat ve arza malik olmasıdır. Çünkü; ilâh olan, semavat ve arza mâlik olmak lâzım gelince semavat ve arzdan hiçbir şeye mâlik olamayan Hz. İsa'nın ilâh olamayacağı aşikârdır. Üçün­cüsü; ilâh olan zatın istediğini halk etmesidir. Hz. İsa ise hiç­bir şeyi halka kaadir olamadığından ilâh olamaz. Dördün­cüsü; ilâh olan zatın herşeye kaadir olmasıdır. Hz. İsa ise, Allah'ın izni olmadıkça hiçbir şeye kaadir olamadığından ilâh ola­maz.

 Hulâsa; İsa (A.S.)'uı mahluk olup sair mümkünat gibi fâni olduğu ve fâni olması kaabil olan kimsenin ülûhiyetle münasebeti olmadığı ve Allahü Tealâ'nın semavat ve arz gibi cesim mahlû-kaatı ve bir maddeye müstenid olarak insanların ve yerle gök ara­sında bulunan sair mahlûkaatı halk ettiği gibi bir maddeye müs­tenid olmaksızın dahi eşyayı halka kaadir olduğu ve Hz. Âdem'i topraktan halkedip cinsinin gayrıdan birşeyi de halka kaadir ol­duğu ve mücanisi olan erkeğin bazı eczasından Havva'yı ve yal­nız kadından Hz. İsa'yı ve erkek ve dişi mecmuundan sair nâs'ı halkettiği gibi acîb ve garîb surette istediğini halka kaadir olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [22]

 

Vacip Tealâ yalnız Nasara'nın bazı itikadlarının butlanını is­pattan sonra Yehûd ve Nasara'nın bazı bâtıl itikatlarını dahî be­yan ve iptal etmek üzere buyuruyor.

[Yehûd ve Nasara, «Biz Allah'ın oğulları ve ahbaplarıyız» de­diler.]

[Habibim! Sen onlara cevapta de ki: Sizin günahlarınız sebe­biyle Allahü Tealâ size niçin azab ediyor?] Eğer sizin dediğiniz gibi Allah'ın oğlu ve ahbabı olsanız size azab etmezdi. Çünkü; hiç­bir kimse oğluna ve ahbabına azab etmez ki Alİahü Tealâ azab et­sin. Halbuki Allahü Tealâ size dünyada katil ve esaretle, zil ve meskenetle, memleketinizden tardetmekle ve düşmanlarınızın ayakları altında ezilmekle azab ettiği gibi âhirette Cehennem'ine koymak ve enva-ı azapla azab etmek suretiyle de sizi ta'zîb ede­ceğini kitabında beyanetmiştir. Şu halde siz «Allah'ın oğlu ve ah­babıyız» diyerek yalan söylememelisiniz ve bu gibi iftiraya cesa­reti nereden aldınız?

[Belki siz Allah'ın halk ettiği kimselerden beşersiniz.] Beşe­rin Allah'ın oğlu olmak ihtimali var mıdır ki, Allah'ın oğlu oldu­ğunuzu iddia edersiniz?

[Allahü Tealâ dilediği kulunu mağfiret eder ve günahlarını örter, azab etmez ve dilediği kulunu günahı icabı ta'zîb eder, hiç kimse karışamaz.] Siz de Allah'ın kullarısınız. İsterse mağfiret eder. İsterse azab eder. Eğer sizin dâvanız doğru olsa azab olun­mazdınız. Halbuki bu itikad üzere oldukça azab edeceğine şüphe yoktur. Zira; bu itikaadınız mağfiretinize de mânidir.

[Ve semavat ve arzın ve onların arasında olan mevcudatın mülkü Allah'ındır ve ancak herkesin mercii olan huzurudur.]

Tefsir-i Taberi ve Hâzin'de beyanolunduğuna nazaran Yehûd'-dan bazı kimseler Huzur-u Risalete geldikleri zaman Resulullah onları kelime-i hakka davet edip icabet etmedikleri surette Al­lah'ın azab edeceğini beyanedirice «Biz Allah'ın oğulları ve ahbap­larıyız» demeleri üzerine bu âyetin nazil olduğu mervidir. Yehûd ve Nasara'nın Allah'ın oğulları olduklarını iddiaları; Üzeyr ve İsa (A.S.)'ın Allah'ın oğulları olduklarım iddia eylemelerinden ileri gelmektedir. Zira bu nebiler; Yehûd ve Nasara'nın kendi cinsle­rinden oldukları cihetle bunlar kendi itikatlarmca Allah'ın oğul­ları olunca kendilerinin de Allah'ın oğulları cinsinden olduklarını iddia etmektir. Veyahut nazmı âyette lâfzı mukadder­dir. Yani; demek; «Al­lah'ın resullerinin oğullarıyız» demektir ki, «Bir babanın oğluna şefkati ve inayeti nasılsa, Allah'ın da bize inayeti öylecedir» de­mek istemişlerdir. Gerçi bu ihtimaller varid-i hatır olabilirse de sebeb-i nüzulde beyan olunduğu veçhile Yahudiler aynı iddiada bulundukları gibi Nasara'dan bazıları da bu iddiada bulundular ve tekebbür ve taazzumda o kadar ileri gittiler ki, «Biz Allah'ın oğulları ve ahbaplarıyız. Binaenaleyh; biz azap görmeyiz» dediler. Cenab-ı Hak da, bu iddialarım beş veçhile reddetmiştir. Birin­cisi; günahları sebebiyle azab olunmalarıdır. Çünkü; kendi iddiaları (hâşâ) doğru olsa azab olunmamaları lâzım gelirdi. Hal­buki günahlarıyla muazzeb olacakları beyan olunmuştur. İkin­cisi; Allah'ın halkettiği kimselerden beşer olmalarıdır. Çün­kü; kendi iddiaları gibi Allah'ın oğlu olsalar beşer olmazlardı. Hal­buki beşer olduklarından kendilerinin de şüpheleri yoktur. Zira; bedihi bir hakikattir. Üçüncüsü; Allahü Tealâ'ntn dilediği kulunu mağfiret ve dilediğine azab edip bunların da o kullardan olmalarıdır. Eğer Allah'ın oğlu olsalar kulları arasında olmama­ları lâzım gelirdi. Halbuki kulları arasında sair kullar gibi mağfi­ret ve azaba muntazır oldukları meydandadır. Dördüncüsü; semavat ve arz arasında olan tnahlûkaatın Allah'ın mülkü olup bunların da o memlükler içinde bulunmalarıdır. Halbuki, kendi iddiaları gibi Allah'ın oğulları olsalardı memlûk olmazlardı.   Beşincisi ; herkesin muhakemesi görülmek ve ameline göre ceza almak üzere varacak mahalleri huzur-u mânevi4 ilâhi olduğu gibi bunların da varacak mahalleri orasıdır. Eğer kendi iddiaları gibi Allah'ın oğlu olsalardı sairlerinden mümtaz olmaları lâzım ge­lirdi. Halbuki mümtaz değillerdir.

Ebussuud Efendi'ndn beyanı veçhile Cenab-ı Hak Yehûd ve Nasara'nın dâvalarını şu suretle iptalini resulüne emretmiştir. Çünkü; Vacip Tealâ'ya mevcudatın intisabı ancak memlûkiyet ve ubudiyet cihetinden olup başka cihetten olamaz ve bu ciheti ispat için Vacip Tealâ semavat ve arzın ve onların arasında olan mev­cudatın kendi mahlûku ve memlûkü olduğunu beyanetmiştir ki, Yehûd ve Nasara'nın da memlûk kabilinden oldukları sabit ol-muşur. [23]                   

 

Vacip Tealâ, Yehûd ve Nasara'nın batıl itikadlarını beyan ve birçok delillerle iptal ettiği gibi resulünün kendilerine geldiğini zikirle itizara mecalleri kalmadığını dahi beyanetmek üzere buyuruyor.

[Ey ehl-i kitap! Kendi dininize iftira etmeyin. Zira; sizin ki­tabınızda geleceği beyan olunan resulümüz resullerden fetret ve vahyin kesildiği zamanda size geldi. Size dünyada ve âhirette men­faatinizi ve ahkâm-i dininizi ve sebeb-i necatınızı beyaneder. Re­sulümüzün size gelmesi, sizin, sevapla tebşir eder ve azapla kor­kutur hiçbir kimse bize gelmedi demeniz kerih olduğu içindir. İş­te bu misilli itizara mecal kalmaması için biz size resul gönderdik. Binaenaleyh; Cennet'le sizi tebşir eder ve Cehennemle korkutur resul size muhakkak geldi ve Allahü Tealâ herşeye ve bilhassa fetret zamanı resul göndermeye ve size itizar kapısı bırakmamaya ve emri hilâfında hareket edenlere amellerinin muktezası ceza vermeye kaadir ve kudret-i tâmme sahibidir.]

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğuna nazaran' ashaptan (Muaz b. Cebei) ve sair zevat, Yahudilerin meclisine gidip «Allah'tan korkun. Resulullah ba's olunmazdan evvel siz bize evsafını haber verip hakkaa nebi olduğunu ikrar etmediniz mi? Şimdi niçin in­kâr ediyorsunuz? dediklerinde Yahudiler «Biz size bu hususa dair birşey söylemedik ve Hz. Musa'dan sonra resul yoktur» demeleri üzerine bu âyetin nazil olduğu mervidir: Şu halde bu âyette resuI ile murad; âhir zaman nebisidir. Ve ahkâm-ı şeriatı ümme­tine beyan için gelmiştir. Ancak kabul edenler etti ve kabul etme­yenler küfür üzere gitti.

Fetret; iki resul arasında evvelki resulün nhletiyle vah­yin munkati3 olmasıdır. Çünkü; bir resul âhirete rıhlet edip diğer resul gelerek ümmeti hakka davet edinceye kadar evvelki şeriat­la amel edenler azalıp, amel kısahp erbabına yorgunluk geldiği için o zamana zaman-ı fetret denmiştir. Meselâ bizim nebimizle Hz. Isa arasında altı yüz küsur senelik bir zaman vardır. Bu zamandS asla vahiy gelmemiştir, işte o zamana zaman-ı fetret denmiştir.

Fahr-i Razi'nin beyanına nazaran bizim nebimizle Hz. İsa arasında üçü Benî İsrail'den birisi Arap'tan dört nebi geldiğine dair bazı rivayet varsa da zayıftır ve kafi bir malûmat yoktur.

Zaman-ı fetrette şeriat-ı sabıkaya tağyir ve tahrif karışıp hakkı batıldan ve yalanı doğrudan ayırmak müşkül olduğundan halkın ameli güç olduğu cihetle birtakım itizar kapıları açılmıştı. Meselâ; o zamanın insanları arasında «Allah'a ibadet vaciptir, lâ­kin ibadetin keyfiyeti' nasıl olacağını bilmiyoruz» demek âdet ol­muştu. İşte bu gibi itizarlara meydan verilmemek ve nâs'm ahva­lini ıslah etmek ve ilâ yevm-ilkıyam menfaat ve mazarratlarını ve ibadetin keyfiyetini nâs'a öğretmek için Fahr~i Âlem matla-ı nü-büvetten tulu' etmiştir.

Beyzavi'nin beyanına nazaran Musa (A.S.)'la İsa (A.S.) ara­sında bin yedi yüz sene geçtiği ve o müddet zarfında bin nebinin ba'solunduğu mervidir. Asâr-ı vahyin sönüp halkın irşada son de­recede muhtaç olduğu bir zamanda resulümüzün gelmesi ümit hakkında pek büyük nimet olduğundan Cenab-i Hak resul gönder­diğini nimet sırasında beyan buyurmuştur. Çünkü; Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile    dünyada cehalet    tekessür edip âsâr-ı vahiy kalmadığı ve her yerde enva-ı mezalimin meydan aldığı ve putperestlik şayi olup mecusi ateşleri eflâke ser çektiği ve halkın ne yapacağını şaşırıp hayrette kaldığı bir zamanda bir mürşid-i kâmilin zuhur etmesi elbette büyük bir nimettir. Zira ihtiyacı defeden nimet; ihtiyacın şiddetiyle takdir olunduğundan bizim ne­bimizin zuhuru, zamanına nispetle pek büyük ve gaayet kıymet­tar bir nimettir. [24]

 

Vacip Tealâ rusul-ü kiramdan fetret zamanı ahkâmını beyan için resulünü göndermesiyle itizara mecal kalmadığını beyanetti-ği gibi ehl-i kitaba Musa (A.S.)'hi bazı nesayihini beyanetmek üzere buyuruyor.

[Habibim! Zikret şol zamanı kî, o zamanda Musa (A.S.) ken­di kavmine dedi ki: Ey benim kavmim! Sizin üzerinize nazil olan Allah'ın nimetlerini zikredin ve şükrünü eda edin. Zira; Allahü Tealâ içinizden ve kendi dininizden nebiler halk etti ve onlar size doğru yolu gösterdiler ve Allahü Tealâ sizi etraf-ı âlemde tasarruf ve hükmeder padişahlar kıldı ve kendi zamanınız âleminden hiç kimseye vermediği nimetleri size verdi.] Şu halde bu nimetlerin şükrünü edâ etmek ve kadrini bilmek sizin üzerinize vaciptir.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile Vacip Tealâ bu âyette Benî İs­rail'e verdiği nimetlerin üçünü Hz. Musa'nın zikirle kavmini in­tibaha davet ettiğini beyanetmiştir. Birincisi; Benî İsra­il'den nebi halketmesidîr. Çünkü; Vacip Tealâ Benî İsrail kadar hiçbir millette çok nebi halketmemiştir. İkincisi; Benî İs­rail'in mülûk olmasıdır. Çünkü; Benî İsrail evvelce Mısır'da kıp-tîler elinde esir ve köle makaamında istihdam olunurlarken Allahü Tealâ onları Hz. Musa vasıtasıyla halâs etti.   Binaenaleyh; kendi nefislerine kendileri malik olup hürriyetleri ellerine geçtiği gibi aralarında birçok melikler halk olundu ve hükümleri etrafa nafiz oldu ve etraf-ı âlemde birçok yerlere mutasarrıf oldular ve içle­rinde nebiler bulunup tarîk-ı hakka irşad ettiklerinden ve melik­leri bulunup etrafa sözleri nafiz olduğundan o zamanda dünyada mevcut milletlerin *ve hükümetlerin birinci sırasma geçmişlerdi. Benî İsrail'e verilen nimetlerin üçüncüsü de âlemde kim­seye verilmeyen nimetlerin onlara .verilmesidir. Çünkü; denizin onlar hakkında yol olması ve o yolu takib eden düşmanın gark olması ve düşmanlarının mallarına varis olmaları ve Sahra-yı Tih'te men ve selvan'ın onlara emeksiz rızık olması, dünyada ve o zamanda Benî İsrail'in gayrı hiçbir millete verilmeyen nimetler­dendir. Hz. Musa bu nimetlere nail olduklarını beyanla nimetin şükrünü ifaya davet eylemiş ve bu nesayihi beyanla Cenab-ı Hak resulünü tesliye ve ümmetine de ibret olmak üzere Kur'ân'da zik­retmiştir.

Hulâsa; Hz. Musa'nın kavmine nimet-i ilâhiyeyi zikredip ha­tırdan çıkarmamalarım emretmek suretiyle şükrünü eda etmek lâzım olduğunu beyanederek kavmine nasihatta bulunmasını Ce­nab-ı Hakkın Kur'ân'da bize zikretmesi her kavim üzere varid olan Allah'ın nimetlerini zikretmekle şükrünü edâ vacip olduğuna işa­ret olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid çümlesindendir. [25]

 

Vacip Tealâ Musa (A.S.)'ın kavmine vâki' olan nasihatların-dan diğer kısmını beyanetmek üzerebuyuruyor.

[Ey benim kavmim! Sizin mesken ittihaz etmeniz için Allahü Tealâ'nın yazdığı ve takdir ettiği arz-ı mukaddese girin ve orada ikaamet eden Cebabireden korkarak arkanıza dönmeyin ki, büyük zararla dünyadan âhirete gitmeyesiniz.]

Yani; Musa (A.S.) kavmine nasihat tarikıyla dedi ki: «Ey kavmim! Şaibe-i fitneden tahire olan ve enbiyanın makam bulu­nan arz-ı mukaddese muharebeyle girin ve arz-ı mukaddese hâ­kim olan Cebabire'den korkmayın. Zira; Allahü Tealâ Afz-ı Mu-kaddes'te karar etmenizi sizin için yazdı. Binaenaleyh; sizin oraya girmenize irade-i ilâhiye taalluk etti. Şu halde siz oraya herhalde gireceksiniz. Cebabire'den çekinmeyin. Hemen Cebabire elinden istirdada koşun ki, enbiyanın makam olan mahall-i mübarekten o mahalle lâyık olmayan kavmi çıkarmanız vaciptir. Cebabire'den korkarak arkanıza dönmeyin. Eğer dönerseniz hâib ve hâsir ve rezil olarak dönersiniz» demekle kavmini harbe teşvik ve kavmi için Arz-ı Mukaddes'e girmek mukadder olduğunu beyanla teşci' etmiştir.

Fahr-i Razi, Kazi ve Hâzin'in beyanları veçhile Bent İsrail Mısır'dan çıkarken Arz-ı Mukaddes'te onları iskân edeceğini vaad etmişti. Bundan evvel beyan olunduğu veçhile Musa (A.S.) on iki kabileye on iki reis intihab etti. Onlar casus olarak gittiler. Av­detlerinde düşmanın kuvvetinden bahisle Benî İsrail'e fütur ver­diler. Binaenaleyh; düşmandan korktular. Hattâ «Ne olaydı Mı­sır'da öleydik. Zira; Mısır'da ölmek bizim için başka yerde yaşa­maktan daha iyidir» dediler ve Mısır'a avdet etmeyi düşündüler. İşte o zaman Musa (A.S.) onlara nasihata lüzum gördü. Âyette beyan olunan nasihati verdi ve dönerlerse zarar-ı mahız görüp saadetten mahrum olacaklarını kendilerine söyledi.

Arz-ı Mukaddes le murad; Taberi'de beyan olunduğu veçhile Arz-ı Şam, Filistin, Kudüs. Ürdün, Eriha ve Tur'un etra­fıdır. Benî İsrail'e Arz-ı Mukaddesti Cenab-ı Hakkın yazması yla murad; onlara hibe edip, onlar is­yan edinceye kadar nimetini mubah kılmasıdır. Binaenaleyh; on­lar isyan edip temerrüd edince Arz-ı Mukaddes'ten ve nimetinden mahrum etmiştir. Çünkü; Arz-ı Mukaddes'te onların kararının yazılması ibadet ve itaat şartıylaydı; Sonra onlar itaattan çıkınca karar edemediler.

Hulâsa; Vacip Tealâ Benî İsrail'e yardım edeceğini ve Ceba­bire her ne kadar kuvvetli olsa dahî korkmak lâzım gelmediğini, zira; Benî İsrail'in Arz-ı Mukaddes'e girmeleri ve Cebabire'yi tardetmeleri mukadder ve binaenaleyh; her suretle Benî İsrail'in muharebeye gitmeleri lâzım olduğunu ve Hz. Musa vasıtasıyla bunların cümlesi tebliğ olunduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [26]

 

Vacip Tealâ Musa (A.S.)'m nasihati üzerine    Benî İsrail'in cevaplarım beyanetmek üzere buyuruyor.

[Musa (A.S.)'m nasihatına cevap olarak kavmi dediler ki: «Ya Musa! Arz-ı Mukaddes'te Cebabire'den bir kavim vardır ve o kavmin şevketleri bizden ziyadedir. Onlar Arz-ı Mukaddesken çı­kıncaya kadar biz Arz-ı Mukaddes'e elbette giremeyiz. Eğer.onlar Arz-ı Mukaddes'ten çıkarlarsa biz de gireriz» demekle muharebe­ye gitmeyeceklerini beyan ve Musa (A.S.)'a ve Allah'ın emrine muhalefetle temerrüdlerini izhar ettiler.]

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile cebbar; nâs'a emrini İnfaz ve icbara muktedir ve herkesten yüksek, mukaabilin-de mukaavemet mümkün olmayan kimsedir. Kudüs'te bulunan ahalinin kuvvet, şiddet ve cesametleri ziyade ve mehabetleri diğer akvamdan fazla ve görenlere korku verir ve ahaliye zulümleri zi­yade olduğundan onlara Kavm-i Cebabire denmiştir *ve bunların, Kavm-i Ad bakiyesi Amalika Kavmi olduğu mervidir.

Hz. Musa tarafından bunların ahvalini teftiş için gönderilen on iki nakip Hz. Musa'ya verdikleri raporlarında Cebabire'nin şid­detinden bahsetmelerine binaen Hz. Musa esrarı izhar etmemele­rini tavsiye etmişken, ikisi müstesna olarak diğerleri esrarı ifşa ettiler. Binaenaleyh; Benî İsrail ordusu içine korku girdi ve ordu­nun hâli müşevveş olup maneviyatına zaaf geldi ve salâbeti, rabı­tası çözüldü ve ahval değişti. [27]

 

Vacip Tealâ bu on ikiden Hz. Musa'nın emri üzere hareket eden iki zatın sözlerini nakil ve hikâye etmek üzere:

buyuruyor.

[Allahü Tealâ'dan korkup ittikaa eden iki recül ki, onlar üze­rine Allahü Tealâ in'am etmişti. O iki kişi Benî İsrail'e hitab ede­rek dediler ki: Siz Cebabire üzerine kale kapısına girin; yani on­ların kalelerinin kapışma yaklaşın ki, onları tazyik edin ve muz-tar kılın ve onları muztar kılmak suretiyle kale kapışma girdiği­nizde muhakkak gaalipsmiz, korkmayın. Zira; Allahü Tealâ size yardım edeceğini vaadetti ve ancak eğer müminseniz Allah'a mü­tevekkil olun] demekle kabilelerine nasihatta bulundular ve nasi-hatları esnasında muharebenin ne yolda kazanılacağını, kale kapı­sına cesaret edip varmakla ve nusretin kendilerine nasıl celb olu­nacağını da Allah'a itimad ve tevekkülle olacağını beyan etmekle harbin plânını tarif ve nâs'ı harbe teşvik ettiler ve harbi kazana­caklarına ümit verdiler. .

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile bu iki recül (Yuşa b. Nun) ile (Kâleb b. Yufta)'dır. Bunlara Allah'ın .in'amı yla mu-rad; Allahü Tealâ'nın bunlara hidayet vererek umur-u hayra mu­vaffak kılıp inayet-i üâhiyeye itimadlarını halketmesidir. Çünkü; Allah'a itimad ederek tevekkül-ü tâm ile umur-u hayra mübaşe­rete muvaffak olmak lûtf-u ilâhidir. B ab ile murad; memleke­tin kale kapısıdır. Yani; «Her ne zaman kale kapısından girdiniz mi siz gaalip olursunuz, onlar mağlûp olurlar» demektir.

Bu iki kişinin Hz. Musa'ya imanları kavi ve itimadları tam olduğundan Hz. Musa'nın vahyile haber verdiği nusretin vücut bulacağını kendi kabilelerine suret-i katiyede haber verdiler. Na-sihatlarmda Allahü Tealâ'ya tevekkül-ü tamla beraber esbabına tevessül olununca maksada vâsıl olunacağını beyan için «İmanınız varsa mütevekkil olun» demekle sözlerine hitam verdiler.

Hulâsa; umur-u harbde askerin reisi ve zabiti tarafından, şev­ket ve kuvvet verecek ve şevk ve şecaatlarmı tezyid edecek hut­beler söylemek ve asla düşmanın kuvvetinden bahsetmeyip belki düşmanın zayıf noktalarından bahsetmekle askerin kalplerini tak­viye ve metanet-i kalplerini ve salâbet-i diniyelerini muhafaza ve hatt-ı hareketlerini tayin etmek ve müminler için ancak Allahü Tealâ'ya mütevekkil olmak ve itimad eylemek lâzım olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [28]

 

Vacip Tealâ in'am ettiği iki kimsenin sözlerini hikâye ettiği gibi Benî İsrail'in sözlerini dahî hikâye etmek üzere buyuruyor.

[Benî İsrail dediler ki, Cebabire Arz-ı Mukaddes'te bulunduk­ça elbette biz Arz-ı Mukaddesle dahil olmayız.]

[Binaenaleyh; sen ve Rabbin Tealâ beraber gidin onlarla mu-kaatele edin, biz de burada oturalım] demekle açıktan ilân-ı isyan ve emr-i ilâhiye muhalefet ettiler.

Yani; Benî İsrail'e Hz. Musa harp emrini verip düşman üze­rine yürümek lâzım geldiğinde onlar isyan ettiler, «Ya Musa! Biz Arz-ı Mukaddes'e, Cebabire orada ikaamet eder bulundukça ebe­den girmeyiz. Şu halde sen ve senin Rabbin beraber gidin Ceba-

Mreyie muharebe edin ve oiûarı Arz-ı Mukaddesken çıkarın; biz burada oturalım» demekle Cebabire üzerine gitmeyeceklerini söy­lediler.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile bu sözü söyleyenle­rin itikatları mücessemenin itikaadıdır. Zira; bunlar Cenab-ı Hak için gitmek ve gelmek gibi cismin avarızından olan şeyleri tecviz ettiklerinden «sen ve Kabbin gidin ve imikaatele edin»  demişlerdir. Yahut «Sen ve Rabbin gidin» demek; «Sen git, Rabbin de sana yardım etsin» demektir. Şu halde «Sen Rabbin Tealâ'nın iane­siyle beraber git» demek istediler. Yahut Rabb ile murad-ları; şeyyid ve büyük manâsına olan Hz. Musa'nın biraderi Harun (A.S.)'dır ki, «Sen ve büyük biraderin Harun, beraber gidin mu­harebe edin, biz bu makamda kalalım» demek istemişlerdir. Hangi manâ murad olunursa olunsun Yehûd'un enbiya'yı izamla müna­zaaları muhakkaktır.

Eğer mücessemeden olup Vacip Tealâ hakkında bir mekân­dan diğer mekâna nakil murad ettilerse ve sözleriyle kâfir ve eğer mücessemeden değil de temerrüd üzere söyledilerse fâşık olmuş­lardır.

Nimetullah Efendi'nin beyanına nazaran. Yehûd'un maksatla­rı; kalplerinde olan nifakı ve Allahü Tealâ'ya ve Hz. Musa'ya adem-i itimadlarmı izharla istihza etmekti ve bu vesileyle evvelce vermiş oldukları ahdi nakzetmek ve muharebe sözünden vazgeç­mek ve Mısır'a gidip herşeyden vareste ve tenha kalıp istirahat etmek ve tenbel tenbel oturmaktır. Halbuki Fir'avn'ın esaretinden yeni kurtulmuş olan bir kavim Fir'avn'ı ve istibdadını unutmama­ları lâzımken pek çabuk unuttular ve Musa (A.S.)'a birçok gönül endişesi yaptılar ve Mısır'a gittiklerinde Allahü Tealâ'nın bir Fir'avn daha halk ederek kendilerini terbiyeye kaadir olduğunu düşünemediler. Maahaza safa ve cefayı pek çajmk unutmak bil­cümle insanlarda âdettir. [29]

 

Vacip Tealâ onların şu temerrüd ve isyanlarına karşı Musa (A.S.)'ın son tedbirini beyane^mek üzere buyuruyor.

[Benî İsrail açıktan emr-i ilâhiye muhalefet edince Musa (A.S.): "Ey benim.Rabbim! Emrine imtisalde benim nefsim ve bi­raderim Harun'dan başkasına mâlik değilim. Zira; başkalarına itimad edemem, ancak itimadım nefsime ve biraderim Harun'adır. Şu halde bizimle fasık olan kavim beynini tefrik et, demekle Rab-bine tazarruda bulundu.]

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile Hz. Harun yaşça Musa (A.S.) dan büyükse de umur-u dinde ve mühimmat-ı sâire-de Hz. Musa'ya muti' olduğuna işaret için, nefsime ve biraderime mâlikim demiştir. Gerçi bu hususta Musa (A.S.)'a itaat eden yal­nız Harun değil, Yuşa ve Kâleb ve onlara ittiba edenler varsa da biraderine itimadı herkesten ziyade olduğundan yalnız biraderine mâlik olduğunu beyanetmiştir. Yahut birader le muradı;-dinde kardeş olanlardır. Buna nazaran kendine tâbi' olanların cümlesi birader lâfzında dahildir. Kavm-i fâsıkla kendi beyinleri­nin tefrikini duâ «Bizim ve onların istihkaakımızı ver ya Rabbi!» demektir. Musa (A.S.)'m bu duası Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile kavminden şikâyeti mutazammmdır ve fasıklarla hemhal olmak ve sohbet etmek caiz olmadığına dahi işaret vardır. Kavm-i fası fc la murad; taattan çıkmalarıdır. Ve kavmine fasıklarla. tâbir etmesi onların itaatsızlıklan; küfürlerini icab et­mediğine işarettir ve onlardan .ayrılmasına duası; söz dinlemez bir hale geldiklerine delâlet eder. Çünkü; nasihat kabul etmek imkânı olsaydı Hz. Musa son tedbir olan tefrikle duâ etmezdi. [30]

 

Vacip Tealâ Hz. Musa'nın duasını kabul edip Benî İsrail'i tec­ziye ettiğini beyanetmek üzere  buyuruyor.

[Musa (A.S.)'ın duası üzerine Allahü Tealâ Arz-ı Mukaddes'i onlar üzerine kırk sene haramdır dedi ve kırk sene müddetle onların Arz-ı Mukaddesle giremeyeceklerini ve arazisine mâlik ola­mayacaklarım beyan etti.]  Binaenaleyh; Şam arazisinden Mısır'a döndüklerinde onlar Arz-ı Tih'te azıcık bir mesafede hayrette ve şaşkın bir halde kırk sene kalmışlardır. Çünkü; Mısır'a gidecekler, gidemezler; Şam'a gidecekler, gidemezler. Şu halde onlara Arz-ı Mukaddes haram olup Arz-ı Tih'te mahpus kalınca onlar fasıklar-dır. [Ya Musa! Kavm-i fâsik üzerine sen mahzun olma.] Zira; on­lar kendi günahları sebebiyle necattan mahrum olmuşlardır. Bi­naenaleyh; kendi kusurunun cezasını çekenlere esef olmaz demekle Vacip Tealâ Hz. Musa'yı tesliye etmiştir,

Tefsir-i Hâzin ve Medarik'te beyan olunduğu veçhile bu âyet­te hürmet; men' manasınadır. Yani; «Benî İsrail'i Arz-ı Mukaddes'e girmekten Cenab-ı Hak men'etti. Binaenaleyh; kırk sene Arz-ı Tih'te mahpus kaldılar» demektir ve bu kırk sene zar­fında girmek istemişlerse de giremediler ve günahlarına ceza ola­rak kırk sene dünyada muazzeb oldular ve kırk seneden sonra Al-lahü Tealâ Arz-ı Mukaddes'i onlara fethettirdi ve onlar da Arz-ı Mukaddes'e dahil oldular. Fakat Tefsir-i Taberi'de beyan olundu­ğu veçhile «Arz-ı Mukaddes'te Cebabire var, biz gidemeyiz» di­yenler tamamen helak olup ancak onların evlâtları girmiştir.

Beyzavi, Fahr-i Razi ve Medarikte beyan olunduğuna nazaran onlar Arz-ı Tih'te altı fersah mesafede kırk sene kaldılar. Çünkü; sabahtan akşama kadar sür'atle seyrü sefer ederler, akşam üzeri görürler ki, sabahtan gittikleri mahalle gelmişler. Gündüz şemsin hararetinden onları Hz. Musa'nın duâsıyla bulut gölgeler ve su ihtiyaçlarmı ise diğer âyette beyan olunduğu veçhile yanlarında gezdirip suya muhtaç oldukları zaman yere koydukları taştan akan suyla temûTederlerdi.

Bir rivayete nazaran Benî İsrail Arz-ı Tih'te hapsolununca Hz. Musa ve biraderi ve onlara ittiba' edenlerle beraber Arz-ı Mu­kaddes'e gittiler. (Eriha) şehrini fethettiler. Zira; Musa (A.S.) kendi ile kavmi beyninin tefrik olunmasına duâ etti. Allahü Tealâ duasını kabul eyledi ve bu cihetle beyinleri tefrik olundu. Arz-ı Tih, Benî İsrail hakkında mahall-i azab olduğundan enbiya-yı ki­ram o azab içinde bulunmadılar.

Diğer bir rivayette Musa ve Harun (A.S.) Benî İsrail'le be­raber Arz-ı Tih'te bulundular, lâkin İbrahim (A.S.) hakkında nâr-ı Nemrud gülistan olduğu gibi Arz-ı Tih de onlar hakkında tenezzüh mahalli oldu. Binaenaleyh; onlar enva-ı lezaiz içinde va­kit geçirdiler. Zira; nimetten mahrumiyete sebep olacak isyanları ve emr-i ilâhiye muhalefetleri yoktu. Amma Benî İsrail, emr-i ilâ­hiye muhalefet ettiklerinden isyanları sebebiyle muazzeb oldu­lar. Bu da istib'ad olunur bir hâl değildir. Zira; bir şahıs hakkın­da azab olan birşeyin, diğer şahıs hakkında ayn-ı nimet olduğu bu âlemde her zaman görülen şeylerdendir.

Arz-ı Tih'te Harun (A.S.)'ın vefatmdan bir sene sonra Musa (A.S.)'ın vefatı mervidir. Musa (A.S.)'ın vefatı takarrub edince hemşirezadesi Yuşa'nın Benî İsrail'e nebi ba'solunduğunu ve ken­dinin vasisi Yuşa olduğunu haber verdi ve Yuşa'ya Arz-ı Mukad-des'i fethetmesini vasiyet eyledi ve cezalarının müddeti olan kırk sene bitince Yuşa (A.S.) Benî İsrail ile Arz-ı Mukaddesi fethetti. Bütün Şam arazisi Benî İsrail eline geçti. Arz-ı Tih'te hayret için­de mahpus kalan Benî İsrail'den muharebeye yarar altı yüz bin bahadır olduğu mervidir. Bu kadar az bir mesafe içinde kalabalık bir nüfusun kırk sene hapsolunup kalması harikulade ve gazab-ı ilâhi olduğu için baîd addolunamaz. Bu misilli ahval kış günlerinde kar tipisine tutulan bir kaafilenin sabahleyin hareketle gittiği yeri bilmeksizin akşama kadar yürüdüğü halde akşam üzeri sabahtan gittiği yere gelmesi gibidir. İşte Arz-ı Tih'te Benî İsrail'in hâli bu minval üzere cereyan etmiştir. Çünkü; onlar Hz. Musa'ya «Sen Rabbinle beraber gidin, Cebabireyle muharebe edin, biz burada oturalım» demekle Arz-ı Tih'te ikaameti  ihtiyar  ettiklerinden kabilinden Cenab-ı Hak onları şu sözleri­nin cezası olarak kırk sene hapsetmiştir.

Kırk seneyi tahsisin hikmeti; «Biz muharebeye gidemeyiz» diyen korkak neslin arkası kırk senede kesilebilip harbe yarayan­ların kırk senede meydana gelecek olmasıdır.

Yahut Nimetullah Efendi'nin beyanı veçhile iman kırk sene­de tekemmül edeceği cihetle o kadar sene tahsis olunmuştur. Çün­kü; onlar emr-i ilâhiye muhalefetle iman etmezden evvelki halle­rine avdet ettiklerinden imanın tekemmülü ve metanet-i kalbiye ve şecaat-ı tabiiye kırk senede tekemmül edeceğinden bu müddet zarfında Arz-ı Tih'te hapsolunmuşlardır. Zira; bu kırk sene zarfında cebanet tab'-ı hassasından olan medeniyetten, şecaat ve salâbete cevlângâh olan bedeviyete intikaal ettiler ve «Biz muha­rebeye gidemeyiz» diyenler helak oldular ve tıynet-i bedeviyetle meydana gelen nesl-i cedit yetişti. Bedeviyette derkâr olan şecaat-larıyla Arz-ı Mukaddesi fethettiler^ Kudüs'e girdiler ve Allah'ın takdiri de yerini buldu.

Hz. Musa kavminin iztirabını görünce tekrar halâslarına duâ etmek murad ettiğinde, Cenab-ı Hak «Ya Musa! Sen kavnı-i fâsık üzere mahzun olma» buyurmakla Hz. Musa'nın tekrar duasına mü­saade etmediğine ve bu cezaya istihkaklarına sebep; fasıkları .ya­ni tâat-i ilâhiyeden çıkmaları olduğuna ve fâsık olan kavmin fış­kından dolayı müptelâ oldukları cezaya zarurî olarak ansana rik-kat-ı kalp arız olursa da ihtiyarî olarak esef etmek caiz olmadığına işaret etmiştir. Zira; Cenab-ı Hak Musa (A.S.)'ı kavm-i fâsık üze­re eseften nehyetmiştir. Hz. Musa'yı nehiy; bize de nehiydir. Şu halde Hz. Musa'yı nehyettiğini bize beyanetmek bizi dahî nehyet-mektir ki, fâsık olan bir kimsenin fışkından dolayı gördüğü ceza­ya müstehak olduğundan sair kimselerin ona acımak suretiyle esef etmeleri lâzım gelmez. Çünkü; cezayı Allahü Tealâ tertib ettiği için aynı adalettir. Adalet ise esefe sebep değil, belki meserrete sebeptir. Binaenaleyh; mazlumların onun zulmünden kurtuldu­ğundan dolayı mesrur olmaları lâzımdır. [31]

 

Vacip Tealâ Benî İsrail'in Hz. Musa ile olan münazaalarını beyanettiği gibi evlâd-ı Adem'in hased neticesi yekdiğerine karşı vâki' olan mukaatelelerini dahî beyanetmek üzere buyuruyor.

[Habibim! Müminler üzerine Hz. Adem'in iki oğlunun haber­lerini hakka mukaarin olarak tilâvet et ve zikret şol zamanı ki, o zamanda onlar kurban yaptılar. Birinin kurbanı kabul olundu, diğerinin kurbanı kabul olunmadı.]

[Kurbanı kabul olunmayan, kurbanı kabul olunan kardeşine, elbette ben seni katlederim dedi.]

[Kurbanı kabul olunan biraderinin katlederim sözüne cevap olarak; Allahü Tealâ ibadeti ancak müttekilerden kabul eder. Bi­naenaleyh; benim kurbanımın kabul olunması ancak ittikam sebe­biyledir, dedi.] Ve bu sözüyle biraderini ittikaya ve insafa davet etti.

Yani; «Ben ittikaa ettim. Kurbanım kabul olundu. Sen de itti-kaa et ki, senin de kurbanın kabul olsunsun» demek istedi.

[Eğer sen beni katletmek için elini bana uzatırsan ben seni katletmek için elimi sana uzatmam. Zira; âlemlerin rabbi olan Allahü Tealâ'dan ben muhakkak korkarım, dedi.] Ve biraderine Allah'tan korkmasını tavsiye etti.

Yani; «Ben Allah'tan korktuğum için sana elimi uzatmadığım gibi sen de Allah'tan kork da elini fenalık suretiyle bana uzatma» demek istedi.

Taberi, Kazi, Fahr-i Razı, Hâzin ve Medarik'te beyan olundu­ğu veçhile bu âyette H z. Âdem'in oğulları yla mu-rad; sulben oğlu Kaabil ve Haabil'dir. Çünkü; Hz. Âdem'in her ba­tında ikiz olarak biri oğlan diğeri kız iki çocuğu doğardı. Bu sene doğan kız, geçen sene doğan oğlana ve o senede doğan kız bu se­nede doğan oğlana nikâh olunmak suretiyle neslin çoğalmasına ihtimam olunmaktayken Kaabü'le doğan hemşiresi güzel olduğu cihetle Haabü'e vermek istemedi. Pederleri Âdem (A.S.) tarafından lâzım olan nasihat icra edilmişse de Raabil'e asla tesir etme­yince emr-i ilâhi üzere her ikisinin de kurbanla Cenab-ı Hakka ta-karrub etmelerini ve hangisinin kurbanı kabul olunursa o kızı onun alacağını beyanetmesi üzerine Haabil koyun güdüp Âdem (A.S.)'m koyun işlerine nezaret ettiğinden koyunun en alâsını se­çerek birini kurban kesti ve Kaabil de ziraat sahibi olup, pederinin ziraat umuruna nezaret ettiğinden ekinin en kötüsünü kurban mev-kine getirdi. Semâdan nazil olan ateş Haabil'in kurbanını yaktı, Kaabü'in kurbanını yakmadı ki, o zamanın şeriatına göre kabul olunmadığına alâmetti. Bunun üzerine Kaabil, Haabil'e hased etti ve beyinlerinde münazaa ilerledi. Kaabil, Haabil'i âyette beyan olunduğu veçhile kıtal ile tehdid etti. Haabil, kaza-yı ilâhiye razı olduğunu ve biraderinin kendine tecavüzü takdirinde mukaabele etmeyeceğini, zira; Allah'tan korktuğunu ve Allah'tan korkmanın bu gibi cinayetleri irtikâba mâni olduğunu beyanetti.

Kurbanın kabulünde ittikaa şart olduğundan mütteki olan Haabil'in kurbanı kabul olundu. Kaabil'in ittikaa ve ihlâsı olma­dığından kurbanı kabul olunmadığı gibi şekaavetini tezyid etti. Akıbet biraderini katle kadar cesaret eyledi, dünya ve âhiret saa­detinden mahrum oldu. Çünkü; kurbanın kabul ve adem-i kabu­lünde Haabil'in dahlü tesiri olmadığından Haabil'e tecavüzü hak­sız ve Cenab-ı Hakkın takdirine karşı şiddetli bir itiraz idi. Kaatili nefsinden defetmek vacipken Haabil'in kardeşine «Sen katliçin bana elini uzatırsan ben sana elimi uzatmam» demesi nasihat su­retiyle olduğu gibi katil kasdıyla uzatmam. Zira; Allah'tan kor­karım, ama nefsimden defetmek suretiyle uzatırım» demek ihti­maline binaen Haabil vacibi terketmiş olmaz. Yahut Hz. Âdem şe­riatında defi' suretiyle dahi el uzatmak vacip olmamak ihtimali olduğu İmam-ı Mücahid'den naklen Fahr-i Razi'nin cümle-i beya-natındandır.

Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile Haabil'in «Ben seni kati için el uzatmam, Allah'tan korkarım» demesiyle Kaabil'i irşada ve Allah'ın âlemlerin rabbi olduğunu beyanla ihafeyi tezyid ve te'-kide çalışmışsa da Allah'ı idlâl ettiğini kimse hidayette kılamaz fahvasınca fayda etmemiştir. [32]

 

Vacip Tealâ Haabil'in diğer kelâmım beyanetmek üzere buyuruyor.

[Haabil, Kaabil'e ey biraderim! Senin beni katlin sebebiyle benim günahım ve senin kendi günahınla huzur-u Bari'ye rücu' etmeni murad ederim. Yoksa sana mukaabele etmekle kaatil ol­mak istemem. Eğer, sen beni katlederek dünyadan âhirete döner­sen ashab-ı nârdan olursun. İşte şu Cehennem ashabından olmak zâlimlerin cezasıdır.] Zira; sen beni bigayrıhakkın katledersen zâ­limlerden olacağın şüphesizdir ve zalimlerin cezası da Cehennem'-dir, demekle kardeşine nasihat etti.

Yani; «Sen katil fikrinden dönmez, behemehal fiile çıkarırsan ben sana mukaabele etmem. Zira; benim maksadım beni katlinden hasıl olan günah ve kendi günahınla huzur-u Bari'ye rücu' edip ashab-ı Cehennem'den olmaktır. Çünkü; zâlimsin, zâlimlerin ce­zası da Cehennem'dir» demekle kardeşinin rikkatini celbe çalıştı ve tasavvur ettiği katlin cezası Cehennem olduğunu beyanla teh-did etmek istedi, fakat fayda etmedi. Yahut «Sen beni katle baş­larsan benim için seni katletmek mubah olduğundan seni katle­dersem benim günahım ve eğer sen benden çevik davranarak be­ni katledersen senin günahın, hulâsa her iki surette günah sana ait olduğundan huzuru Bari'ye her surette günahkâr olarak rücu' edecek sensin. Zira; «Bir günaha mübaşeretle diğerinin günahına sebep olan ziyade zâlimdir» demek istedi ve şu suretlerin cümlesinde Haabil Kaabil'in muazzeb olmasını iste­miştir.    Çünkü; mazlum olan kimse için zâlimin azabını istemek, caizdir. 

Yahut «Sen beni katledersen zalim olduğundan yevm-i kıya­mette benim hakkımı ödeyecek birşey bulamayınca benim günahımdan zulmün miktarı sana yüklenilmesini isterim» demektir.' Çünkü; yevm'i kıyamette zâlimin zulmü miktarı, zalimin seva­bından mazluma verileceği ve eğer zalimin sevabı bulunmazsa mazlumun günahından zulmü miktarı, zâlime yükleneceği mervi-dir. Buna nazaran Haabil biraderinin günahkâr olmasını nasıl is­ter? Âharin günahına rıza günah değil mi şeklinde varid olan sual mündefidir. Çünkü; biraderinin günahkâr olmasını istemedi, belki biraderinin tasavvur ettiği günahı fiile çıkarırsa zalim olacağın­dan zalim cezasıyla mücazat olunmasını istedi. [33]

 

Vacip.Tealâ Haabil'in biraderine nasihatim ve rikkat vere­cek sözlerini dinlemeyip biraderini tasavvuru veçhile katlettiğini beyanetmek üzere buyuruyor.

[KaabiFiıı nefsi, biraderinin katlini kendine tezyin ve teshil etti ve emr-i katli kolaylaştıracak derecede nefsi, katli güzel gös­terdi ve katline razı olarak hasedi nefsini tahrik etti. Binaenaleyh; Kaabil, Haabil'i katletti.    Sabah vakti haşirin zümesinden oldu.]

Dünya ve âhiret zarar ederek bütün'saadetten mahrum kaldı.

Beyzavi'nin beyanına nazaran Kaabil, Haabil'i katlettiği za­man yirmi yaşında olup (Basra)'da veyahut (Cebel-i Hira) yoku­şunda katlettiği mervidir. Katlin keyfiyeti, şeytan'm talimiyle uy­ku halinde başına taş vurmak suretiyle olduğu mervidir. Katle­dince yüzü beyazken siyaha inkılâb etti ve Hz. Âdem vakayı bu suretle hissedip Haabil'i Kaabil'den sordu ve Kaabil "Ben Haabü'-in kefili ve çobanı değilim» diyerek soğuk bir cevab verdi. Pederi «Haabil'i sen katlettin ki, yüzün siyah oldu» deyince Kaabil, pede­rinin nezdinden firar ve Yemen'in Aden denilen mahallinde karar etti. Şeytan Kaabil'i «Biraderinin kurbanının kabulü ve ateşin yakması   Haabil'in ateşe ibadet ettiğindendir» demekle idlâl etti.

Binaenaleyh; Kaabil şeytan'ın sözüne aklanarak Aden'de bir ateş-gede yapıp ateşe ibadete başladığı ve dünyada en evvel ateşe iba­det eden Kaabil olduğu gibi ateşe ilk evvel ibadet olunan beldenin de Aden beldesi olduğu mervidir. [34]

 

Vacip Tealâ HaabiTi katlettikten sonra Haabü'in cesedine ne muamele edileceğini bilemeyip karganın cenaze defnetmesini Kaa-bil'e işaret ettiğini beyanetmek üzere buyuruyor.

[Allahü Tealâ Kaabil'e biraderinin cesedini nasıl setredece-ğini göstermek için bir karga gönderdi ki, o karga ağzıyla ve ayak­larıyla yeri deşer ve çukur yapar.] buyuruyor.

[Kaabil karganın bu muamelesini görünce dedi ki: «Ey be­nim helakim gel bana. Zira; senin gelmek zamanın geldi. Sen ha­zır ol. Çünkü; ben şu karganın misli muamele bilmekten âciz ol­dum. Binaenaleyh; kardeşimin cesedini örtmeye kaadir olamaz­dım.» Yani; karga gibi olamadım ki, kardeşimin cenazesini örte­bileyim demekle nedametini izhar etti ve sabah vakti yaptığı işe nedamet edenlerden oldu.]

Fahr-i Razi ve Nimetullah Efendi'nin beyanlarına nazaran Kaabil, Haabil'i katledince cesedini ne yapacağını şaşırdı. Çünkü; o zamana kadar evlâd-ı Âdem'den henüz vefat eden olmamıştı. Binaenaleyh; cenaze defnine dair bir muamele geçmediğinden ce­nazeyi ne yapacağını bilemedi. İşte o zaman Cenab-ı Hak Kaabil'i cenaze defnine irşat için bir karga   gönderdiğini bu âyetle beyan buyurmuştur. Çünkü; iki karga birbiriyle kavga edip biri diğerini öldürür.    Öldüren karga bir çukur kazarak ölen kargayı gömer. Kaabil bunu seyrü temaşa edince cenazenin toprağa defnolunaca-Tmı anlar ve o yolda muamele yapar. Badehu kemal-i hasret ve nedametini izhar ederek «Şu karga kadar olamadım. Kardeşimin ,isedini yere gömmesini bilemedim. Benim helakim bana gelsin» gibi birtakım nedametamiz kelimeler söylediğini Cenab-ı Hak be­yan buyurmuştur. Çünkü; Kaabil, kendinin bir karga kadar ilmi olmadığını görünce kardeşinin katline cesareti de cehaletinden ne­şet ettiğini bildiği cihetle esefi tezayüt etmiştir. Binaenaleyh; bil­cümle cinâyâta ve bilhassa   katle cür'et edenler akıbet nedamet ederler, fakat nedamet; vaki olan cinayeti ödeyemez. Çünkü giden geri gelmez ve ölen kimse dirilmez.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile ( jk& ) .kelimesi insanın büyük bir belâya maruz kaldığında istimal ettiği bir lâfız olduğun­dan Kaabil'in irtikâb ettiği cinayet ve icra eylediği katil üzerine azab-ı ilâhiye müstehak olduğunu ikrar ettiğine delâlet ederse de hasıl olan bu nedameti, cesedi defnin usulünü bilemeyip bir kar­ganın irşadına muhtaç ve peder ve validesi ve diğer kardeşleri nezdinde müttehem olduğuna ve âlemde henüz emsali sebketme-dik bir vukuat işlediğine olup kendinin cesaret ettiği fiilin günah olduğundan dolayı tevbe kabilinden olmadığı cihetle necatına se­bep olamamıştır. Binaenaleyh; ilâyevmilkıyam elsine-i nâsta mez-mum olduğu gibi âhirette de ebedî muazzeptir.

Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile katil- hâdisesinden sonra Hz. Âdem'in yüz sene daha muammer olduğu halde bir defa olsun gülmediği ve daima böyle çirkin bir vakanın evlâdı arasında vu­kuuna izhar-ı eseften hali kalmadığı mervidir. [35]

 

Vacip Tealâ kıtalde olan birçok mefsedete binaen Benî İsra­il'e kısası farz kıldığını beyanetmek üzere buyuruyor.

[İşte şu feci kıtalin benî Âdem beyninde vukuna binaen Benî İsrail üzerine yazdık ve hükmettik; dedik ki: Halü şan eğer bir kimse, telef olmuş bir nefis bedelinde kısas olmayarak bigayrı hakkın bir nefsi veyahut yeryüzünde fesad etmedik bir nefsi kat­lederse keenne o kaatil nâs'ın cemisini katletmiş gibidir.]

[Eğer bir kimse bir nefsi mehlekeden kurtarmak suretiyle ihya eder, teleften kurtarırsa o kimse keenne cemi-i nâs'ı ihya et­miş gibidir.] Zira; insanın her ferdi insanın cemi-i kemâlâtını cânıi' olduğundan bir şahsı bigayrı hakkın itlaf etmek cemi' insanı itlaf etmek ve bir şahsı helakten kurtarmak cemi' insanı kurtar­mak kadar büyüktür.

Yani; kıtalin fesadı büyük olduğu için Benî İsrail üzerine yaz­dık ve Tevrat'a dercettik, dedi ki,. bir kimse bigayrı hakkın bir nefsi katlederse nâs'm cemisini katletmiş gibidir ve eğer bir şahsı katilden kurtarır ve onun katlinden elini çekerse keenhe cemi-i nâs'm katlinden elini çekmiş gibi olur.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile cemi-i edyanda kısas vacip ol­duğu halde Benî İsrail üzerine yazdığım beyanla tahsisin sebebi; Benî İsrail'e kıtalin fesadı bu kadar büyük ve çok olduğu beyan olunduğu ve hatta bir kimseyi katil cemi-i nâs'ı katil gibi denil­mekle teşdid edildiği halde Benî İsrail âhâd-ı nâs şöyle dursun enbiya-yı izamı bile katle cüret ettiler. Binaenaleyh; onları zemde mübalağa olsun için onlar üzerine kısasla hükmedildiği ve hüküm­de mübalağa olunduğu beyan olunmuştur, yoksa kısasın meşruiyeti Benî İsrail'e mahsus demek değildir. Zira; cemi-i edyanda insanın fuzulî ziya'dan muhafazasına itina olunmuş ve demi heder kılın­mamış ve kısas meşru olmuştur. Fakat Benî İsrail her milletten ziyade kıtale harîs olduklarından bu âyette Benî İsrail üzerine ya­zıldığı beyan olunmuştur. Hatta yukarıda beyan olunduğu veçhile Resulullah'ı bile taşla öldürmek kasdedenler Benî İsrail bakiyesi Yahudiler değil miydi?

Kısasın vacip olduğunun hikmeti; bu âyette Kaabil'in Haabil'i katli sebebiyle hasıl olan nedamet ve hüsranı ve katle nedameti neticesi söylemiş olduğu kelimât-ı mütehassire ve daha kıtal üze­re terettüb eden fesadât olduğu beyan olunmuşsa da bu hususa dair tafsilât âyetinde beyan olun­muştur.

İnsanın katlini mubah kılan şeyler şunlardır: Bigayn hakkın bir kimseyi katletmek, imandan sonra irtidad eylemek, yol kes­mek, halife üzerine huruç ve isyan etmek, harbî kâfir olmak ve yer yüzünü ifsad etmektir. Bu âyette şu beyan olunan esbaptan bir sebeple katli mubah olmadık bir şahsı katlederse kısas olunacağını beyan sadedinde bir şahıs bedelinde kısas veya âlemi ifsad ettiğin­den dolayı katli mubah olmadık bir kimseyi katlederse kışâs lâ­zım geleceği beyan olunmuştur. Amma bir kimseyi bigayrı hakkın Öldürülmüşse kısas suretiyle katli mubah olduğu gibi âlemi ifsad eder bir kimse olursa âlemi fesadından kurtarmak ve intizam-ı âlemi temin etmek için katlolunur, yoksa insanın kanı gaayet kıy­metlidir, heder olmaz. Hatta bu âyette o kadar ihtimam olunmuş­tur ki, bir şahsı katil cemi-i nâsı katil ve bir şahsı ihya cemi-i nâsı ihya mesabesinde olduğu beyan olunmuştur. Şu halde cemi-i nâsı katletmek herkes nazarında ne kadar muazzam ve mühim bir iş ise şahs-ı vahidi katlin de o kadar büyük ve o kadar mühim olması vacip demektir. Çünkü; bir kaatilin, maktulü katlinin sebebi mak­sadına mâni veyahut bir menfaatinin . fevtine sebep olduğundan­dır. Şu halde âlemde her şahıstan o menfaatma haylûlet vuku bulsa hepsini katletmeye azmetmiş olduğundan o bir şahsı katle cüret eden cemi-i eşhası katle cüret eder demektir. Çünkü; nıen-faatına dokunan bir şahıs nasılsa, o menfaata dokunan birçok kim­seler onun nazarında aynı haldedir. «Bir kimseyi ihya ederse cemi-i nâs'ı ihya etmiş gibi olur» demek «Bir şahsı yangından, suya gark olmaktan, açlıktan, soğuktan, şiddet-i hararetten ve sair mühlik olan şeylerden kurtarırsa cemi-i nâs'ı kurtarmış gibi olur» demek­tir. Çünkü; ihyanın manâ-yı hakikisi beşer için mümkün olmadı­ğından helakten kurtarmasına ihya denilmiştir. Beyzavi'nin beyanı veçhile âyetten maksat; insanı katletmek indallah pek büyük ci­nayet olup kaatilin cezası ağır ve herkesi taarruzdan emin kılmak ve katlolunmaktan muhafaza etmek kulûb-ü nâs'ta pek ehemmi­yetli olduğunu beyanla beşeriyeti himayeye herkesi teşvik etmek­tir.

Hulâsa; bigayrı hakkın bir kimseyi katletmek cemi-i nâs'ı kat­letmiş gibi mezmum olduğu ve bir kimseyi tehlikeden kurtarmak ve hayatına hizmet etmek cemi-i nâs'm hayatına sebep olmuş gibi memduh olup büyük sevaba nail olacağı, şu halde herkesin ebnâ-yı cinsinin hayatına hizmet etmesi ve bir kimsenin bigayrı hakkın katlinden hazer eylemesi vacip olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [36]

 

Vacip Tealâ Benî İsrail üzerine emr-i kıtali teşdid ve ehemmi­yetini beyanettiği gibi onların kıtale cüretden vazgeçmediklerini beyanetmek üzere buyuruyor.

[Zat-ı ülûhiyetime yemin ederim ki, Benî İsrail'e dâvalarının sıdkına delâlet eder mucizelerle bizim resullerimiz muhakkak gel­di. Resullerimiz geldikten sonra B@nî İsrail'den pek çokları yer yü­zünde kıtal ve nifakla insanların kanını dökmekte israf etmişlerdir.]

Tefşir-i Tabeıpi'de beyan olunduğu veçhile rusul-ü kiramın getirdikleri beyyinelerle murad; nübüvvet dâvalarını is­pat için getirdikleri mu'cizeleri, cinayet ve katlin hürmetine dair serdeyledikleri delilleri ve ahkâm-ı şeriatı beyan için vazettikleri kaideleridir. Benî İsrail'e resuller geldikten sonra israfla-r ı yla murad; gerek kıtalde ve gerek ahkâm-ı sairede haddini te­cavüz etmeleridir. Binaenaleyh; rusul-ü kiramın şeriatlarına ehem­miyet vermeksizin cinayete devam ve katli ihtiyar etmekle nefis­lerini israf ve yeryüzünü ifsad ettiklerini beyanla Yehûd'u zem­metmek suretiyle Cenab-ı Hak resulünü tesliye buyurmuştur. Çünkü! her resulün ümmetinin cinayetten feragat etmediğini be-yanetmek; ümmetler arasında evvelden beri câri olan âdetleri be­yan olduğu cihetle Resulullah'in ümmetinde de bu gibi şeyler câri olduğunda esef lâzım olmadığını beyanı müstelzimdir. Binaena­leyh şu beyan; Resulullah'ı tesliyedir. Zira;  yani «Belâ umumî olursa nefsüzerine tayyib olur ki, nefis o kadar muztarib olmaz» demektir. [37]

 

Vacip Tealâ yeryüzünü ifsad eden kimsenin katlolunması caiz olduğunu beyanettikten sonra insanın kanını mubah kılan fesadın ne gibi fesad olduğunu beyanetmek üzere buyuruyor.

[Şol kimseler ki, onlar Allah'ın emrine muhalefet ve resu­lünü tekziple Allah'a ve resulüne muharebe ve yeryüzünde fesada sa'yederler. Onların cezaları ancak katil veyahut salbolmak ve­yahut muhalif cihetten elleri, ayakları kesilmek veyahut kendi beldelerinden diyar-ı ahar e nef yolunmaktır.]

[Şu Allahü Tealâ ve resulüyle muharebe edenlerin cezaları katil, salb ve nefyolunmaktır. İllâ şol kimseler ki, onlar bu cina­yetleri işledikten sonra siz onlar üzerine kaadir olup, onları tut-maksızın tevbe ederlerse, onların günahları mağfiret olunur. Bi­naenaleyh iyi bilin ki, Allahü Tealâ onlardan vâki' olan günahları tevbeleriyle mağfiret eder ve tevbelerinin kabulüyle merhamet buyurur.]

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile Allahü Tealâ ile muharebe mümkün olmadığından bu âyette muharebe yle murad; Al­lah'ın evliyasıyla muharebe etmeleridir. Yahut Allah'ın ve resu­lünün emrine muhalefettir. Buna nazaran manâ-yı nazım: [Al­lah'ın evliyasıyla muharebe edenlerin ve Allah'ın ve resulünün emrine muhalefet eyleyenlerin ve yeryüzünü ifsada sa'yedenlerin cezaları katlolunup salb olunmak veyahut elleri ayakları muhalif cihetten kesilmek veyahut nefyolunmak]  demektir.

Tefsir-i Taberi ve Hâzin'de beyan olunduğuna nazaran bu âye­tin sebeb-i nüzulünde birkaç rivayet varsa da (Said b. Cübeyr) ve (Enes b. Malik)'ten Buhari ve Müslim'in ittifaklarıyla rivaye­te nazaran (Ureniyyin) hakkında nazil olmuştur. Çünkü; (Ure-niyye) kabilesinden birkaç kimse Medine'ye geldiler ve Huzur-u Risalette iman ettiler, sonra verem hastalığına tutuldular. Resulul-lah onlara sadaka develerinin üzerine binip yurtlarına gitmek ve orada saf hava almak ve develerinin südünü ve sidiğini içmek su­retiyle tedavilerini emretti. Onlar bu emir üzerine gittiler. Bir müddet eğlenip kesb-i afiyet edince irtidad ederek çobanları öldü­rüp, develeri alıp kaçtılar. Resulullah arkalarından adam gönderip tutturdu, sağ elleriyle sol ayaklarını kestirdi. İşte bu âyet onlar hakkında nazil olmuştur. Bu rivayete nazaran «Âyetin hükmü nıürtedlere mahsustur» diyenler varsa da esah olan Fahr-i Razi'­nin beyanına nazaran «Ehl-i İslânıın fasıkları ve yol kesen eşkıya ve suver-i saireyle yeryüzünü ifsad eden ve ehl-i imanı rahatsız eden bilcümle müfsidlere» şamildir. Çünkü; itibar lâfzın umumu­na olup sebeb-i nüzule değildir.

Ceza cihetine gelince: İmam-ül müminin İmam-ı Azam indin­de muhayyerdir. Bu gibi müfsidleri isterse katil veya salbeder, is­terse ellerini ve ayaklarını muhalif suretle keser, isterse nefyile iktifa eder. Şu halde imam, maslahatı hangi surette görürse onunla amel eder. Bazıları da «İmam muhayyer değildir. Binaenaleyh; yol kesen kimseler yolunu kestikleri kimseyi katleder malını almaz­larsa, imam kısas suretiyle onları katleder ve eğer hem katletmiş hem de malını almışlarsa imam onları katletmekle beraber teşhir İçin salbeder ve eğer yolunu kestikleri kimsenin malını almışlar da katletmemişlerse imam sağ ellerini ve sol ayaklarını kesmekle iktifa eder ve eğer yalnız yolcuları korkutmakla iktifa ederlerse imam nefyetmekle iktifa eder» dediler.

Beyzavi'nin beyanı veçhile bu âyette istisna Allah'ın hakkına mahsustur. Yani; kutta-ı tarik hükümet tarafından tutulmaksızın tevbeyle nefsini ıslah ederse onları katletmek vacip olmaz. Zira; tevbeleri katlin vücubunu iskaat eder. Şu kadar ki tevbenin hu-kuuk-u abde tesiri olmadığından maktulün evliyası tarafından kı­sasını dâva ederlerse onların talepleri üzerine kısas olunur ve mal almışlarsa sahiplerine iade edilir. Zira tevbe; gayrın hukuu-kunu iskaat edemez. Tevbenin hakkullahı iskatta tesiri, hükümet tarafından tutulmazdan evveldir. Amma tutulduktan sonra tevbe ederse faydası âhirettedir. Dünya hukukunu iskaat edemez. Bina­enaleyh; tevbe etmeksizin tutulup sonra tevbe etmiş olsa-imara tevbesine bakmaz, katleder. Çünkü; tutulduktan sonra hal-i yeis­teki iman gibi mecburî olup ihlâs olmadığından hadd-i şer'inin ic­rasını iskaat edemez.

Vacip Tealâ bu âyette siyaset-i memleket usulünü tamamıyla tanzim etmiştir. Zira; bir milletin dahilî intizamı, ahalinin birbi­rinden emîn olup yekdiğerini mazarrattan himaye ederek yollar­da ve beldelerde yolcuların salimen gidip gelmelerine ve bilâd-ı is-lâmın yekdiğerine ihtiyacını tatmin ve defedecek münakalâtı ta­arruzdan temin etmeye muhtaç olduğundan Cenab-ı Hak bu âyetle dahil-i beldede asayişin lüzum ye muhafazasını ve muhafazanın çaresini tamamiyle beyanetmiştif; Çünkü; eşkıya güruhunun ve dahil-i kasabada ahaliyi rahatsız eden ve şunun bunun malını sir­kat eden evbaş takımının lâyıkıyla terbiyeleri, sairlerine ibret olarak memleketin sükûnetine ve ahalinin rahatına ve emniyetine se­bep olacağından Cenab-ı Hak bu gibi erbab-ı fesadın katlolunmak, salbedilmek, elleri, ayakları kesilmek ve nefyolunmak gibi en ağır ceza ile mücazat etmek vacip olduğunu beyan etmiştir ki, bu sa­yede âlemde ve bilhassa bir hükümet dahilinde tam manâsıyla in­tizamı ve ahalinin rahatı temin edilmiş olsjın. Çünkü; cinayete göre ceza ne kadar ağır olur ve cürümle ceza beyninde nispet-i âdile ne kadar gözetilirse, cinayet o kadar az olur. Binaenaleyh; lâyıkıyla ceza tertib olunmak hem zalime hem mazluma riayet­tir. Çünkü; cezanın ağır olacağını bilen bir cani cinayete cesaret edemez ve bu sayede cani, cinayetten ve mazlum olacak kimse de zulümden kurtulur. Dahilî intizam, hükümeti ahaliye ve ahaliyi hükümete raptedip yekdiğerine karşı emniyete sebep olduğundan milletin ve hükümetin kuvvetini haricî düşmanlara karşı tezyid edip sözünü dinletmeye vesile olduğu cihetle, dahilde intizamı ve harice karşı da hükümetin haysiyetini ve şevketini muhafaza eder. Şu halde bu âyet-i celile; âsâyiş-i memleketi, intizam-ı beldeyi ve rahat-ı reayayı temin eylemiş, dahilî ve haricî intizamı muhafazayı ve ahalinin yekdiğeriyle ihtilâtını ve tüccarın seyrü sefer ve mü­nakalâtını ve ticaretin tevsiini ve servetin tezyidini ve def-i ihti­yacın teshilini nazar-ı itibare almış ve bunların cümlesinin ruhu­nun ise, dahilî intizam olduğuna işaret etmiştir. Bundan sonra taib-i müstağfir olan canilerin tevbelerinin kabul ve günahlarının mağfiret olunacağını beyanla mukteza-yı beşeriyet yoldan çıkan­ların yola girmelerine ve hüsn-ü hâl kisbine ve ıslah-ı nefsetme-lerine davet etmiştir. Çünkü; birçok âsi ve tâğilerin tevbe ve is­tiğfarla ıslah-ı hâl edenlerin ebna-yı cinsine pek çok hizmetleri gö­rülmektedir. Binaenaleyh; ıslah-ı nefisle tevbe edenlerin tevbele­rinin kabulünde birçok hikmet ve maslahat yardır.

Maatteessüf birçok zamandan beri bu âyetin hükmüyle amel azaldığından cinayât çoğalmış ve. hapishaneler erbab-ı cinayetle dolmuştur. [38]

 

Vacip Tealâ Yehûd'un inatlarını ve rusul-ü kirama taarruzla­rını ve tâğî ve bâğî olan eşkiya güruhunun cezalarını beyanettiği gibi ehl-i imana lâzım olan, kendi amellerini nazar-ı dikkate almak olduğunu dahî beyanetmek üzere: buyuruyor.

[Ey müminler! Allah'ın haram kıldığı şeylerden nefsinizi sa­kınmakla Allahü Tealâ'mn azabından korkun ve rıza-yı ilâhiye sizi yaklaştıracak vesile arayın ki, niam-ı ilâhiyesinden müsteiid olasınız, dünya ve âhirette felah bulmanız için mücahede edin.]

Yani; müminlerin korktuklarından kurtulmak ve umduklarına nail olmak için üç şeye ihtimam etmeleri lâzımdır ki, onlar da: Allah'a ittikaa, rızasına yol aramak ve fisebüillâh mücahede et­mektir.

Tefsir ~i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile Vacip Tealâ bu âyet­te tekâlif-i ilâhiyenin hulâsasına işaret etmiştir. Çünkü; tekâlifin hulâsası ikidir : Birincisi; tamamiyle menhiyatı terket-mektir ki, ittikaa ile emir; menhiyatı terkle emirdir. îkincisi; ibadetle^ Cenab-ı Hakka kurbiyettir ki, vesile talebiyle emir; rızasına muvafık ibadetle emirdir. Fisebüillâh mücahede; menhi­yatı terke ve memuratı işlemeye şâmildir. Zira; mücahede, zahir­de düşman olan kâfirlerle mücahedeye şamil olduğu gibi bâtında düşman olan nefs-i emmâreyle şeytan'la ve sû-u akranla mücahe­deye şâmildir. Şu halde demek; muhar-

remattan içtinap ve bilûmum memuratı eda etmek suretiyle nefs-i emmârenizle ve şeytan'la   mücahede edin ve Allah yoluna i'lâ-yı kelimatullah için kâfirlerle muharebeye sa'y ve ikdamla mücahede edin ki, bilûmum korktuklarınızdan kurtulun ve umduğunuza nail olun demektir. Menhiyatı terketmek memuratı işlemekten mukad­dem olduğuna işaret için   menhiyatı terkle   emirden ibaret olan  j ittikaa ile emri memuratı işlemeye işaret olan vesile talebiyle emir "| üzerine takdim olunmuştur.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile bu âyetle Vacip Tealâ âbid için matlûb olan mertebeye işaret etmiştir. Çünkü; ibadet eden kimse için iki mertebe vardır: Birincisi; Allah'a ibadette hiçbir garaza mebni olmayıp yalnız Allah'ın rızasını talep maksadıyla vazife-i ubudiyetini yerine getirmektir. Bu mertebe; insan için en âlî mertebedir. Bu kısma emriyle işaret etmiştir.

cincisi; ibadetten maksadı azaptan kurtulmak ve niam-ı ilâhiyeye nail olmaktır. İşte bu, garazla ibadet edenlere

kavliyle işaret etmiştir.

Hulâsa; bu âyette üç cümleden ittikaa ile emir; günahları ter­kin lüzumuna, vesile aramakla emir; bütün rıza-yı ilâhiye muva­fık olan memuratı işlemeye, ve cihatla emir; masiyeti terkte ve memuratı işlemekte görülecek meşakkatlara karşı nefisle mücahe-deye ve nefsin hilâfına harekete işaret olduğu ve zahirî ve batınî düşmanlarla mücahede insanın felahına sebep olacağı bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [39]

 

Vacip Tealâ müminlere enva-ı ibadetle emirden sonra kâfir­lerin hallerini beyanetmek üzere buyuruyor.

[Şol kimseler ki, onlar kâfir oldular. Onlar için yeryüzünde olan mevcudatın cemisi ve o mevcudatla beraber bir misli daha onların mülkü olsa ve tasarrufu onlara ait bulunsa da yevmi kıya­metin azabından kurtulmak için o mâlik oldukları malların kâffe-sini feda etmiş olsalar onlardan fedaları kabul olunmaz ve azapla­rının bir zerresi bile tahfif olunmaz. Zira; onlar için elem verici azap vardır.] Onlar bütün dünya kendilerinin olsa azaptan kur­tulmak için feda etmek isterler. Lâkin dünya ve dünyanın bir mis­li daha olsa da beraber feda etseler yine azaptan kurtulamazlar ve onlar için devamlı azap vardır. Çünkü; azap teceddüd eder ve azap renkten renge girip ve enva-ı muhtelife ile muhtelif oldu­ğundan âdet hükmüne girmez. Binaenaleyh; her zaman muazzep olurlar.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile bu âyet kâfirlerin azaptan kur­tulamayacaklarını temsildir. Çünkü; «Bütün dünyaya ve bir mis­line daha malik olsalar ve o mallarını yevm-i kıyametin azabından kurtulmak mukaabili feda edecek olsalar bu fedaları onlardan ka­bul olunmaz» demek; «Herhangi esbaba tevessül etseler onlar azaptan kurtulamazlar» demektir.

Hulâsa; kâfirler için verilmesi mümkün olan herşeye malik olsa da azaptan kurtulmak için verecek olsalar kabul olunmaya­cağı ve azaptan kurtulamayacakları bu âyetten müstefad olan fe-vaid cümlesindendir. [40]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin bütün dünyaya ve bir misline mâlik olsalar da o mallarını feda etseler yevm-i kıyametin azabından kurtulamayacaklarını beyanettiği gibi Cehennem'den çıkmak is­tedikleri halde çıkamayacaklarını dahi beyanetmek üzere buyuruyor.

[Kâfirler Cehennem'den çıkmak isteseler, lâkin onlar Cehen­nem'den çıkar olmadılar. Habluki onlar için devamlı azap vardır.]

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile Cehennem'in alevi onları bir taraftan bir tarafa attığında onlar Cehennem'den çık­mak isterlerse de çıkamazlar. Zira; ateş onları Cehennem'in yüzü­ne çıkardığı gibi Cehennem'in dibine de indirir. Şu halde gerek kalpleri ve gerek kalıplarıyla çıkmak isterlerse de onlar asla çıka­mazlar. Zira; azapları ebedîdir, hiçbir vecih ve sebeple kurtuluş yoktur. Bu âyet; ehl-i imanın Cehennem'den çıkacaklarına delâ­let eder. Çünkü; Cehennem'den çıkmamak kâfirlere mahsus olunca müminlerin çıkacaklarına delâlet vardır. Azab-ı mukîmle murad; devamlı, arkası kesilmez ve onlardan başka­sına intikaal etmez, ebeden o azap onlarda bakî kalır demektir.

Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile bu âyet, âyet-i sabıkadaki üç emri te'kid ve müminleri rıza-yı ilâhiye muvafık a'mal tahsili­ne terğib için sevkolunmuştur. Çünkü; «Kâfirlerin yevm-i kıya­mette bütün dünyaya mâlik olup onu azapları mukaabilinde feda edecek olsalar kabul olunmayacağını» beyanetmek; «Vakit fevtet-meksizin azaptan kurtulmak ve niam-ı ilâhiyeye nail olmak için ittikaaya ve rızaya muvafık amele ve fisebilillâh mücahedeye dik­kat edin» demektir. [41]

 

Vacip Tealâ kendisine ve resulüne muhalefetle yeryüzünü if­sada sa'yedip insanları rahatsız edenlerin cezalarını tertip ve o mi­silli ahvale cüret etmemelerini müminlere tavsiye ve kâfirlerin ebeden Cehennem'de kalacaklarını beyanla müminleri mucib-i azap olan şeylerden tehdid ettiği gibi sirkat edenlerin cezalarını dahi beyanetmek üzere  buyuruyor.

[ Taraf-ı ilâhiden azab olarak kesbettikleri sirkata ceza için sarık olan erkek ve sârıka olan kadının ellerini kesin ve kemâl-i istilâ ve istiklâl üzere mülkünde mutasarrıf olan Allahü Tealâ cümleye gaalip ve cümleden kavî bir büyüktür ki, enva-ı intikaa-mını almaya kaadirdir ve her cürüm sahibinin cezasını tertibi hik­mete muvafık bir hakimdir.]

Âyetti celile el kesmeyi icab eden sirkatin miktarına ve kesi­lecek elin sağ veya sol olmasına ve elden ne miktar kesileceğine de­lâlet etmediği cihetle mücmeldir. Ancak fiil-i Resulullah'la bu ic­mal tafsil olunmuştur. Çünkü; evvelâ sağ el mukaddem olduğu cihetle sağ elin bilekten kesilmesi sünnetle sabittir. Lâkin fukaha indinde sârıkın eli kesilmesinin iki şartı vardır. Birincisi; sirkat, mal-i mahfuzu çalmaktır. İkincisi; el kesilmesini icab eden mal-i mesruk İmam-ı Azam indinde on dirhemden az ol­mamaktır. İlk sirkatında sağ eli bilekten ikinci sirkatında sol aya­ğı topuktan kesilir, üçüncü veya dördüncü sirkatında İmamdı Azam'a göre kesilmek yoktur. İmam-ı Şafiî'ye göre üçüncüde sol eli, dördüncüde sağ ayağı kesilir. İmam-ı Azam indinde eli kesi­lirse, çaldığı malı ödemez. Binaenaleyh; eli kesilirse malı ödemez, malı öderse eli kesilmez.

Bu âyet-i celile müminler için bir sahib-i hükmün lâzım ol­duğuna delâlet eder. Zira; sarık üzerine hadd-i şer'i icrası vacip olduğuna delâlet edince hadd-i şer'inin icrası âhâd-ı ümmet için münazaa ve fitneye sebep olacağı cihetle âhâd tarafından hadd-i şer'inin icrası mümkün olamaz. Binaenaleyh; haddi icra. edecek, cümlenin inkıyad edeceği ve emrinin herkese nafiz olacağı ve em­rini infaza kaadir bir zatın vücudunun lüzumuna delâlet eder ki, işte o da reis-i hükümettir. O halde bu âyet şu teklifi ve hadd-i şer'iyi ikaame edecek ve müminler üzerinden vücubu kaldıracak bir zatın vücudunun lâzım olduğuna delâlet eder. Binaenaleyh; müminler için bir imam nasbetmek vaciptir.

Âyet-i celilenin (Tu'me b. Übeyrak) hakkında nazil olduğu mervidir. Eli kesilecek sârıkın âkil ve baliğ olması şarttır. Bina­enaleyh; mecnunla sabi sirkat ederlerse kat-ı yed lâzım gelmez.

Vacip Tealâ kısas âyetiyle insanların vücutlarını taarruzdan muhafaza ettiği gibi sirkat âyetiyle de mallarını aharin tecavüzün­den muhafaza etmiştir. Çünkü; sârıkın sirkati şer'an sabit olunca elini kesmek âlemin malını taarruzdan himaye etmektir. Zira; bir kimse fiil-i sirkati irtikâb ettiği zaman eli kesileceğini bilince el­bette sirkata cesaret edemez ve cesaret eden pek az olur. Binaen­aleyh; herkes sirkat endişesinden bir derece kurtulur.

Şu halde bir vilâyette senede bir defa fiil-i sirkati irtikâb eden kimsenin eli kesilecek olursa o vilâyet ahalisinden sirkat kasde-denleri ıslah eyleyeceği ve insafa getireceği cihetle ahalinin mal­ları birçok külfete ve zahmete hacet kalmaksızın hadd-i şer'inin telkin eylemiş olduğu mehabet sayesinde taht-ı emniyete alınmış olur. Zira; bir kimsenin eli kesilmek diğerlerine ibret-i müessire­dir. Zamanımızda hırsıza acımak suretiyle onun elininin kesilmesi merhamete münafî görülerek «Bir kusurdan dolayı o şahsı rüsva etmek ömrünün âhirine kadar herkese karşı onu mahcup eylemek muvafık-ı insaniyet değildir» gibi şer'a muhalif sözleri söyleyen­leri gördük. Bunu söyleyenler de akıllı ve münevver görünenler­dir. Halbuki zalimlere acımak ve iyilik etmek mazlumlara ihanet ve hakaarettir. Şurası acîptir ki, sârıka acıyanlar, onun .âlemi ra­hatsız ettiğini ve mal sahibinin hukuukunu paymal eylediğini ve herkesi endişede bıraktığını ve emniyet-i âmmeyi selbedip yeryü­zünü ifsad ettiğini ve malın ise nefs-i insan kadar mahfuz ve ta­arruzdan salim olması lâzım olduğunu ve âmmenin rahatının sel-bolunduğunu düşünmezler. Halbuki, bir haydudun hukuukunu aramak ve ona acımak kadar gülünç birşey tasavvur olunur mu?

Fiil-i-sirkat, kadınlardan ziyade erkeklerden sadır olduğu için bu âyette sirkat eden erkek, kadın üzerine takdim olunmuş ve sirkat alelekser elle olduğundan evvelâ ellerinin, kesileceği zikro-lunmuştur.

Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile sirkatin fezahatma ihti­mam, kadınlardan da vaki olduğundan kadınların hükmü de sara­haten zikrolunmuştur. Halbuki Kur'ân'da âdet-i ilâhiye alelekser erkeklerin ahkâmını beyanla iktifa etmektir. Çünkü; kadınlar ek­seri ahkâmda ricale tâbi olduklarından ayrıca kadınları zikre ha­cet görülmediği halde bu âyette ayrıca hatunların zikrolunması sjrkatın ehemmiyetine mebnidir. Çünkü; emvalin nüfus-u beşer kadar itibarı olup muhafazası lâzımdır. Zira; hayat-ı beşer malla kaaimdir. Binaenaleyh; her insan için hayatını idame edecek ka­dar mal kazanmaya sa'yeylemek ve elinde bulunan malını muha­faza etmek vaciptir. [42]

 

Vacip Tealâ sirkat edenlerin cezalarını beyandan sonra sirkattan tevbe edenlerin tevbelerinin kabulünü beyanetmek üzere buyuruyor.

[Bir kimse sirkati a nefsine ve mal sahibine zulmettikten son­ra tevbe eder ve nefsinde ifsad ettiğini ıslah ederse Allahü Tealâ onun tevbesini kabul eder. Zira; Allahü Tealâ kullarının kusuru­nu setredici ve tevbelerini kabulle merhamet buyurucudur.]

Yani;- mahfuz bir mahalden lâakal on dirhem gümüş kıyme­tinde bir kimsenin malını çalan hırsızın cezası elini kesmek oldu­ğunu bilince bir şahıs sirkattan tevbeyle nefsini ıslah ederse onun tevbesi kabul olunur. Zira; Allahü Tealâ tevbe edenlerin tevbele­rini kabul eder.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile şu tevbe kat-ı yedi iskaat eder mi etmez mi muhtelefün fihtir. Bazıları «Allah'a karşı kusuruna tevbe etmesinin kullara karşı yapılacak ibret-i müessire olan hadd-i şer'inin icrasını iskaat edemez» ve bazıları da «İskaat eder» dediler. Esah olan iskaat edemez. IsIahla murad; nef­sini terbiyeyle beraber bir daha sirkat etmemeye hulûs-u niyetle azmetmektir.

Feth-ül Beyan'da zikrolunduğuna nazaran sirkat eden bir ha­tunun elini Resulullah kestiğinde hatun «Ya Resulallah! Benim için tevbe var mıdır?» deyince bu âyetin nazil olduğu mervidir. Şu halde âyet, tevbenin hadd-i şer'iyi iskaat etmeyeceğine delâlet eder. Çünkü; Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile sirkatta el ke­silmek malı sirkat olunan kimsenin hakkıdır. Tevbe ise Vacip Tealâ'ya karşı vaki' olan kusurunun affını istemektir. Binaena­leyh; tevbe ile hadd-i şer'inin mercileri başka başka olduğundan tevbe hadd-i şer'iyi iskaat edemez. [43]

 

Vacip Tealâ sirkatin cezasını ve tevbe ederse tevbesinin ka­bulünü beyandan    sonra tevbenin kabulüne    sebebi beyanetmek Üzere buyuruyor.

[Habibim! Samavat ve arzın mülkü Allahü Tealâ'mn oldu­ğunu bilmedin mi? Şu mevcudatın cümlesi Allah'ın olduğunu bil­din. Yer ve gökler Allah'ın olunca dilediği kimseyi kusuru miktarı muazzep kılar ve dilediğinin kusurunu mağfiret eder. Zira; Allahü Tealâ herşeye ve bilhassa istediği kuluna azap ve istediğini affet­meye kaadirdir.] Binaenaleyh; Allah'ın kudretine ve iradesine karşı mukaabele edecek bir kimse yoktur.

Yani; Allahü Tealâ, sirkat eden kimse tevbe ederse tevbesini kabul eder. Zira; cümle mahlûkaat onun mülkü ve mahlûkudur. Şu halde istediğinin tevbesini kabul eder ve mağfiretle kusurunu affeder ve istediği kulunun kusuruna ceza olarak azab eder. Zira; kul, onun kulu ve mülk, onun mülküdür. Hiç kimsenin itiraza ik­tidarı yoktur. Çünkü; herşeye kudreti vâsidir. Şu halde Fahr-i Ra-zi'nin beyanı veçhile âsiye azap ve tevbe edene mağfiret etmek AUahü Tealâ üzerine vacip değildir. Binaenaleyh; firak-ı dâlleden mutezilenin «Tevbeyi kabul ve muti olan kimseye merhamet ve günah işleyen kimseye azap etmek Allahü Tealâ Çizerine vaciptir» sözleri bu âyetle batıl ve merduttur. Çünkü; âyette Allahü Tealâ mülk kendinin olduğu cihetle gerek asiye azabı ve gerek tâibe mağfireti kendi irade ve meşiyetine talik etmiştir. Zira; herşey kendinin olunca adaleti icabı istediğine azab ve lütfü icabı istedi­ğini mağfiret eder ve herkes kendi mülkünde keyfe ma yeşâ' ta­sarruf eder, kimse karışamaz.

Feth-ül Beyân ve.Hâzin'de beyan olunduğu veçhile. âyette is­tifham, inkâr için olup ve nefyi inkârda nefiy oldu­ğundan nefyi nefyetmek ispat olduğu cihetle demek «Sen bilmedin mi? Elbette bildin» demektir.

Hitap; zahirde    Resulullah'a ise de hakikatte    ferden ferda cümle insanlaradır. Yani «Her ferd-i insan, yerin ve göklerin mülkü Allah'ın olduğunu ve Allah'ın istediğine azap ve istediğini mağfirete kaadir olduğunu sen bilmedin mi? Elbette bildin» de­mektir. [44]

 

Vacip Tealâ sirkatin ahkâmını ve istediğine azaba kaadir ol­duğunu beyanettiği gibi küfre ısrar edenler üzerine mahzun olma­sın için resulünü tesliye etmek üzere buyuruyor.

[Ey Resul-ü Muazzam! Kalpleri iman etmeyip yalnız lisan-larıyla iman ettik diyenlerden küfre şiddetle sür'at edenler sana hüzün vermesinler.]

[Dahî şol kimseler sana hüzün vermesinler ki, onlar Yahûdi-lerdendir. Onlar kendi hahamlarının yalan sözlerini kemâl-i arzu ile işitir ve sana gelmeyen ahar kavmin sözünü de kemâl-i şevk ve şetaretle dinlerler. Bunların cümlesinin ahvali sana hüzün ver­mesin.]

Yani; Ey Resul-ü Mükerrem! Seni mahzun etmesin şol kim­seler ki, onlar küfre müsaraat ederler. Fırsat düştükçe küfrü ilti­zam edenler şol kimselerdendir ki, onlar lisanlarjyla «Biz iman ettik» derler, halbuki kalpleri iman etmedi. Zira; münafıklardır ve Yahudilerden dahî küfre sür'at edenler sana hüzün vermesin ve onların ahvaline ehemmiyet verme. Çünkü onlar; gerek âlimlerin­den, gerek reislerinden yalan dinledikleri gibi kibir ve gururla­rından nâşi   Huzur-u Risaletine gelmeyen kavim için dahî senin sözünü işitirler. Çünkü; onlar sana gelmeyen kavm-i ahar tara­fından casuslardır. Binaenaleyh; senin sözünü kemâl-i şiddetle dinlerler ki, bazan ziyade veya noksan ile kavm-i âhare hikâye edecekler ve aralarında senin ve ashabın hakkında bazı hileler dü­şüneceklerdir.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğuna nazaran Huzur-u Risa-lete gelmeyen kavmi âharle murad; Hayber Yahûdile-ridir. Çünkü; Yahudiler Tevrat'ta recim âyetinin hükmünü fuka­raya icra ederler ve ağniya ile eşraftan zina edenlere icra etmez­lerdi. Hayber'de iki Yahudi zina ettiler. Onların üzerlerinden ni­kâh sebketÇiği için recim lâzım gelirse de icra etmek istemedik­lerinden bir cemaatla Medine'de sakin Yahudilere gönderdiler ve meseleyi Resulullah'tan sual ederek recmin gayrı bir hüküm ve­rirse razı olup recimle hükmederse razı olmamalarını tavsiye et­tiler. Hayberliler Medine'de (Beni Kurayza)'ya müsafir oldular ve meseleyi anlattılar. (Beni Kurayza) Eesulullah'm recimle hük­medeceğini söylediler ve Hayber Yahûdileriyle beraber Huzur-u Risalete geldiler ve meseleyi Cenab-ı, Fahr-i Kâinat Efendimize arzettiler. Resulullah (S.A.) onlardan Tevrat'ın ahkâmmı sordu, onlar da recmi inkâr ettiler. Resulullah Yehûd ulemasından biri­nin gelmesini emretti. Ulema-i Yehûd'dan (İbn-i Sürya) geldi. Resulullah ona yemin verdi. O da doğruyu söyledi. Hz. Peygam­ber Mescid-i Şerifin kapısı önünde zânileri recmettirdi. Fakat Hayber'den gelen Yahudiler avdetlerinde Resulullah'a iftira edip birtakım yalan söyleyeceklerine azmetmişlerdi. Cenab-ı Hak Cib-ril-i Eminle onların hallerini beyan ve resul unvanıyla zikrede­rek onlara karşı resulüne tazim ve bu vesileyle Yahudileri tah­kir etmiştir. Çünkü; iftira edecekleri yüzlerine vurulmuştur. İşte şu sebeb-i nüzule nazaran Huzur-u Risalet'e gel-mey enler le murad; Hayber'den gelmeyen Yahûdilerdir.

Bu âyette iki manâya muhte­meldir. Birincisi; kabul manasınadır ki, buna nazaran manâ-yı nazım: [Kavmin büyüklerinin ve ulemasının yalanlarını kemâl-i arzu ile kabul ederler ve kabulleri kavm-i âhare hikâye etmek içindir. Zira; hahamları Tevrat'a yanlış manâ verirler ve recim âyetini tağyir ve evsaf-ı Resulullah'a müteallik âyetleri te-vilât-ı fasideyle tevil ederler. Onu kabul eden avam tabakası bun­ları dinledikleri gibi kabul eder ve dinlemeyenlere götürüp hikâ­ye ederler.» İkincisi; işitmektir. Buna nazaran manâ-yı nazım; [Habibim! Senin kelâmını senin hakkında yalan söylemek ve iftira etmek ve huzuruna gelmeyen kavm-i âhare ziyade ve noksan ilâve ederek hikâye etmek için işitirler ve kemâl-i arzu ile dinlerler. Fakat maksatları senin hakkında yalan söylemektir.]

Âyetin bundan sonra gelecek fıkraları lâfzının işitmek manâsına geldiğini ve Huzur-u Risalete gelmeyen­lerle murad; Hayber Yahudileri olmasını ve Huzur-u Risalete ge­lenlerin casuslukla geldiklerini teyid etmektedir

Hulâsa; Feth-ül Beyan ve Taberi'de zikrolunduğu veçhile Ya­hudilerin iki sıfatları beyan olunmuştur.    Birincisi;   ha- i hamlardan yalan işitmek ve avam tabakasına götürüp haber vermele ve onlara yalanı doğru gibi kabul ettirmektir.   İkincisi; Huzur-u Risalete gelerek hak sözleri işitmek ve hahamlarına götü­rüp haber vermek ve hahamlar o doğru sözleri tahrif ve tağyir et­mek ve yanlış tevilâtla ahaliyi iğfal etmektir. [45]

 

Vacip Tealâ Yahudilerin yalan dinlediklerini beyandan son­ra dinledikleri yalanların esasları hahamlarının kütübü semavi-yeyi tahrifleri olduğunu beyanetmek üzere buyuruyor.

[O Yahudiler Allah'ın kelimelerini AHah'm vazettiği mevzi­lerinden tağyir ederler. Binaenaleyh; Tevrat'ta recme ve senin evsafına müteallik âyetlerin lâfızlarını değiştirirler ve evvelce ko­nulmuş olan mahallini   tebdil ederek mahallinin   gayrıda istimal ederler ve recme müteallik meseleyi senden istifta etmek üzere gönderdikleri kimselere tenbih ederler, derler ki: «Eğer recim hakkındaki sualinize zânîye değnek vurulmak ve yüzünü karala­makla cevap verilirse o cevabı siz alm ve onunla amel edin ve eğer arzunuza muvafık cevap verilmezse recimle verilen cevabı kabul­den ihtiraz edin ve cevapla amel etmeyin» demekle gönderdikleri kimselere vesâyâda bulundular.]

[Ve eğer bir kimsenin Allahü Tealâ fitnesini murad ederse o kimse için Allah'ın azabını defetmekte elbette habibim! Sen hiç­bir şeye malik olamazsın.] Zira; Allahü Tealâ dalâletini murad ettiği kimseyi elbette idlâl eder, sen onun dalâlini def etmeye muktedir olamazsın. Çünkü; sen muhabbet ettiğin kimseyi hida­yette kılamazsın.

[işte şu ahkâm-ı ilâhiyeye razı olmayan kâfirler şol kimseler ki, onların kalplerini küfür ve nifaktan Allahü Tealâ tathir etmek murad etmedi.] Zira; kendileri iradelerini taharete sarfetmezler ki, Allahü Tealâ onların kalplerinde taharet halketsin.

[Çünkü; onlar için dünyada rüsvalık ve âhirette büyük azap vardır.]

Tefsir-i Hâzin ve Taberi'de beyan olunduğu veçhile Allahü Tealâ Tevrat'ta farzını farz, helâlini helâl ve haramını haram kı­lıp herbirine müteallik âyeti yerine koyarak Yehûd'aamel etme­lerini emrettiği halde Yahudilerin vaz'-ı ilâhiye razı olmayarak tahrif ve tağyir ettiklerini Cenab-ı Hak bu âyetle beyan buyur­muştur. Meselâ Tevrat'ta hadd-i zina recim iken eşraf hakkında recmi değneğe ve yüzünü karalayıp eşeğe ters bindirmeye tebdil ettiler ve Resulullah'a suale gelenlere arzularına muvafık cevap zuhur ederse kabul etmek, arzularının hilafı zuhur ederse kabul etmemek cihetlerini tenbih ettiler ve yine kendi âlimleri (İbn-i Surya)'nm doğru cevap vermesiyle rezil ve rüsvâ oldular.

Âyette fitne yle murad; âhirette azap, dünyada rüsva­lıktır. Buna nazaran manâ-yı nazım: [Allahü Tealâ bir kimsenin kendi sûu ihtiyarı neticesi azabını, rüsvalığını, küfür ve dalâleti­ni murad ederse o kimseyi Allah'ın gazabından kurtarmak için habibim! Elbette sen hiçbir şeye malik olamaz ve azaptan kurta­ramazsın] demektir. Çünkü; Allah'ın muradı kafidir. Binaena­leyh; murad-ı ilâhiye hiç kimse mani olamaz, elbette vücut bulur.

Münafıklar hakkında dünyada hizy ile murad; esrarla­rının ve nifaklarının meydana çıkıp Resulullah'ın muttali olma­sıyla alem indinde rüsvâ olmalarıdır. Yahudiler hakkında hizy ile murad; katil, esaret, cizye, haraç vermek, Arz-ı Hicaz'dan nefyolmak ve âhirette azab-ı azîm ve ebedî Cehennem'de kalma­larıdır. Binaenaleyh; âyetin sırrı dünyada ayniyle zuhur ettiği gi­bi âhirette dahî azab-ı azîme duçar olacaklarında şüphe yoktur. Zira; Allahü Tealâ azab olunacaklarını suret-i katiyede beyan bu­yurmuştur.

Hulâsa; Yehûd'un halleri kitab-ı ilâhiyi tahrif olup arzuları­na muvafık olan hükmü kabul etmek ve muvafık olmayanı kabul etmemek olduğu ve Hayber'den Resulullah'a istifta için gönder­dikleri kimselere de bu minval üzere tenbihat icra ettikleri ve Al­lah'ın dalâletini murad ettiği kimseyi Allah'ın azabından kurtar­maya hiç kimsenin kaadir olamadığı ve bu sıfatta olanların kalp­lerini Allahü Tealâ'nm tathir murad etmediği ve onlar için dün­yada rüsvalık ve âhirette azab-ı azîm olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [46]

 

Vacip Tealâ Yahudilerin ef'al-i zemimelerini beyanettiği gibi hakimlerinin sıfatlarını beyanetmek ve onlar hakkında Resulul-lah'ı hükümde muhayyer kılmak üzere buyuruyor.

[Yehûd kavmi; reislerinden yalan dinler ve kabul ederler ve o yalanın doğru olduğunu itikaad ederler ve onunla zuafa-yı nâs'ı kandırmak isterler ve Tevrat'ı tahrifle rüşvet alır, şiddetle haram yerler. Ey Resul-ü Ekrem! Eğer Yehûd kavmi mühimmât-ı umur­da sana müracaat eder ve muhakeme için sana gelirlerse sen on­ların beyninde hükmet veyahut hükümden i'râz et, onları muha­keme etmekle etmemekte muhayyersin ve eğer sen onların hük­münden i'raz edersen onlar sana hiçbir suretle zarar edemezler.] Zira; Allahü Tealâ nâs'ın şerrinden seni hıfzettiği cihetle onların adavetinden sana zarar gelmez.

[Ve eğer sen hükmedersen onların beyninde Allah'ın emri ve Kur'ân'ın beyanı veçh üzere adaletle hükmet. Zira; Allahü Tealâ adaletle hükmedenleri sever ve onlardan razı olur.]

Medarik'te beyan olunduğu veçhile Ye-hûd'u zemde mübalağa ve te'kid için tekrar olunmuştur ve bun­dan sonra gelecek hükme mukaddimedir. Suht ; haram olup burada Yehûd hakimlerinin ahkâm-ı Tevrat'ı tağyir ile aldıkları rüşvettir. Ve bilkülliye bereketi zail olduğu için suht denilmiştir. Suht ; rüşvet, şarap ve kumardan alınan ve zımnında ayıp ve âr olan paralardır. Binaenaleyh; hurmetiyle beraber irtikâb eden­lerin arlanmasını icab eden haramdır. Yehûd hakimleri rüşvetle gelen haksızların dâvalarını dinleyip verdikleri rüşveti alıp ye­dikleri ve haklı olanların sözlerini dinlemediklerinden Vacip Te­alâ bu âyette onları yalan dinlemekle ve haram yemekle zemmet­miş ve âleme rüsvâ kılmıştır. Her ne kadar Cenab-ı Hak bu âyet-i kerimeyi Yahudileri zem hakkında inzal etmişse de bilûmum rüşvetle hükmeden hakimler bu zemde dahillerdir.

Resulullah'ın muhayyer olduğu hüküm; bundan evvel­ki âyette beyan olunan recim meselesi veyahut Beni Kurayza ile Beni Nadiyr beyninde vaki olan bir kıtal meselesidir. Fakat iti­bar lâfzın umumunadır, sebeb-i nüzulün hususuna değildir. Bina­enaleyh; Resulullah'ın muhayyer olması umum kâfirler hakkın­dadır.

Bu âyetin hükmü mensuh veya muhkem olmasında ihtilâf vardır. İmam Şafiî indinde âyetin hükmü bakîdir. Binaenaleyh; İslâm hâkimleri muhakeme için müracaat eden kâfirleri muhake­me etmek ve etmemek beyninde muhayyerdir. Amma İmam-ı Azam indinde âyetin hükmü mensuhtur. Binaenaleyh; gerek ehl-i zimmetten ve gerek ehl-i zimmet olmayan kâfirlerden muhakeme için müracaat edenlerin muhakemelerine bakmak ve ahkâm-ı şer'-iye dairesinde hükmetmek hâkim üzerine vaciptir. Beyzavi'nin beyanı veçhile esah olan da budur. Çünkü; Resulullah bilûmum nâs'a meb'us olup ahkâm-ı şeriata razı olarak bab-ı şeriatta mu­hakeme isteyenler kimler olursa olsun reddolunmaz ve bilhassa müracaat edenlerin ikisi de zimmî veyahut birisi zimmî olursa hiç reddolunmaz. Zira; bize zimmetle biz onun hukukunu muhafazayı ve onlardan zulmü kaldırmayı- taahhüd ettiğimizden dâvalarına bakmamak zimmetin zımnında vaki olan taahhüde münaiidir. Bi­naenaleyh; onların muhakemelerine bakmak hâkim üzerine va­ciptir.

Hulâsa; Yehûd hâkimlerinin yalanı dinleyip, doğru sözü din­lemedikleri ve yalan dâvayı dinleyerek aldıkları rüşveti kemâl-i hırsla yedikleri ve Yahudilerin Resulullah'a müracaatlarında mu­hakemelerine bakıp bakmamakta muhayyer olduğu ve Resulullah hükümden i'râz ederse Yahudilerin Resulullah'a bir zarar iras ede­meyecekleri ve eğer hükmederse adaletle etmesi vacip olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [47]

 

Vacip Tealâ Yahudilerin Resulullah'ı hakem tayin ettiklerini ve arzularına muvafık hükmederse kabul edip, arzularına muvafık olmazsa kabul etmeyeceklerini mukaavele ettiklerini beyan ettiği gibi Resulullah'a iman etmedikleri halde hakem tayin etme­leri taaccübe şayan bir hâl olduğunu dahi beyanetmek üzere buyuruyor.

[Ey Resul-ü Ekrem! Yahudiler indinde Allah'ın hükmünü cami' Tevrat mevcutken seni nasıl hakem tayin ederler? Tevrat ellerinde bulunduğu ve hâdisenin hükmü de orada mevcut olduğu halde seni hakem tayin etmeleri, insanların taaccüb edeceği ve ukalânın hayrette kalacağı garip birşeydir ki, kendi nebilerinin kitabını bırakıp da sana ve kitabına iman etmedikleri halde hük­müne müracaat etmeleri taaccübe şayandır ve seni hakem tayin ettikten sonra senin hükmünden i'raz eder, kabul etmezler. Çün­kü; arzularına muvafık hükmetmedin. Halbuki onlar iman eder olmadılar.]

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile bu âyette kelimesi istifham ve taaccüb içindir. Vacip Tealâ'dan taaccüp muhal oldu­ğundan resulünü Yahudilerin hallerinden taaccübe sevkediyor. Şu halde taaccüp; Resulullah'a ve ümmetine aittir. Çünkü; Yahudiler hak olduğunu itikaad ettikleri kitabın ahkâmını terke-dip de birtakım batıl ruhsat aramaları hakikatte taaccübe şayan olduğu gibi Resulullah'm risaletini tasdik ve kitabının hak oldu­ğunu itikaad etmedikleri halde Resulullah'm hükmüne müracaat etmeleri de elbette taaccüb olunacak birşeydir. Resulullah'a mü­racaat ettikleri halde şehevat-ı nefsaniyelerine muvafık hüküm zuhur etmeyince o hükümden dönmeleri ikinci derecede taaccübe şayan ve hamakatlarının nihayet derecede olduğuna delâlet eder.

Müracaat ettikleri recim veya katil maddelerinin hükmü Tev­rat'ta mevcut olduğundan müracaata ihtiyaç olmadığına işaret için Tevrat'ta hükmün mevcut olduğu beyan olunmuştur.

Yehûd'un bu hakem tayininden maksatları hakkı aramak ol­mayıp ancak kendi haklarında ehven birşey aradıklarına işaret için arzularına muvafık s olmadığında hükümden i'raz ettiklerini beyanla beraber Rasulullah'a iman etmedikleri sarahaten zikro-lunmuştendi'nin beyanı veçhile kâfirlerin evsaf-ı mezmu- tutmak ve ef'al-i kabihalarınm adem-i imanlarına ilmek ve bu evsafla kâfirlerin müminlerden teve inatlarına işaret olmak ve hamakat ve te- akıldan   hariç ve uzak bir mertebede olduğunu üzere bu'd-ü meratibe mevzu olan (   .dÜjl    ) lâfzı vana ojmuştur.

Hulâsa; hükm-ü ilâhiyi cami' olan Tevrat kendilerinde oldu­ğu halde Resulullah'ı hakem tayin etmeleri ve hakem tayin ettik­ten sonra hükmüne razı olmamaları taaccübe şayan bir hâl oldu­ğu ve Resulullah'ı hakem tayin etseler de iman etmedikleri bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [48]

 

Vacip Tealâ Yahudilerin Tevrat'ın ahkâmından i'râz ettikle­rini beyan ettiği gibi recim hakkındaki Tevrat'ın hükmüne rıza vacip olduğunu dahî beyanetmek üzere buyuruyor.

[Biz Azimüşşan Tevrat'ı inzal ettik ki, o Tevrat'ta hakka îsal eder hükmü havi hidayet ve şüphe olunan meseleyi izah eder nur vardır, o hidayet ve nur olan Tevrat'la Allah'a ve şeriatına inkı-yad eden nebiler hükmederler. Şol kimseler için hükmederler ki, onlar Yahudi oldular ve Rabbi Tcalâ'ya mensub olan mümin-i muhlisler ve fakih olan ulema zümresi kitabullahtan hıfzettikleri ahkâmla hükmederler ve onlar hıfzettikleri ahkâma şehadet ve murakabe eder oldular. Hal böyle olunca ey hâkimler! Nâs'tan korkmayın; ancak benden korkun ve benim âyetlerimle azıcık bir para irtikâb ederek batılı satın almayın.]

[Allahü Tealâ'nın inzal ettiği ahkâmla hükmetmeyen kimse­ler ancak kâfirlerdir.]

Bu âyette Tevrat'ın beyanolunan .hidayeti yle murad; ahkâm-ı şeriatı ve tekâlif-i ilâhiyeyi beyaneden âyetleridir. Ve bu ahkâma temessük edenlerin matluba vasıl olacaklarına işaret için hidayet denilmiştir. Vurla murad; Tevrat'ta usul-ü itikaadiye-yi beyaneden mesailâir. Enbiyanın islâm olmaları yla murad; Tevrat'ın hükmüne razı olup ahkâm-ı ilâhiyeyi nâs'a izhar ve tekâlife inkıyad etmeleridir. İslâm oldukları beyan olunan enbiya'yi kiram la murad; Üz. Musa'dan sonra gelen ve Tevrat'ın ahkâmını muhafaza edip halka tebliğle meşgul olan ze~ vat-ı şerifedir. Çünkü; Tevrat'ın ahkâmı, Hz. İsa'nın bi'seti ve İn­cil'in nüzulüne kadar bakî olduğundan Musa (A.S.)'la İsa (A.S.) aralarında meb'us olan nebiler Tevrat'ın ahkâmıyla amel ve ona inkıyadla memur oldukları gibi bihakkın da inkıyad. ettiklerinden Cenab-ı Hak bu âyette inkıyad ve teslimiyet manâsına İslâm ol­duklarını beyan buyurmuştur ki, o enbiya, Hz. İsa zamanına ge­linceye kadar Yehûd kavminin dünyevî ve uhrevî beyinlerinde vâki' olan münazaalarını hallü fasletmişlerdir.

Rabbaniyyûn; halis mümin, fakîh ve müçtehid olan­lardır. Zira; onlar da Tevrat'la hükmetmişlerdir. Ahbar ; müçtehidînin içtihatlarıyla amel ve hükmeden avam-ı ulemadır. Şu halde enbiya ve müçtehitlerle beraber müçtehitlerin mezhep-leriyle amel eden ulemanın kâffesi Tevrat'la hükmettikleri halde zaman-ı saadette bulunan Yahudilerin Resulullah'a iman etmedik­leri gibi ellerinde bulunan ve şu kadar zevatın ahkâmıyla hükmettikleri Tevrat'ın ahkâmına razı olmadıklarını beyanla zemmolun-muş ve rüsvâ kılınmışlardır. Çünkü; ehl-i Tevrat olduklarını id­dia ettikleri halde Tevrat'ın açık hükmüne razı olmamak kadar gülünç birşey olamaz. Meselâ «Ben Müslümanım» deyip de Müs­lümanlıktan hiç haberi olmamak ne kadar gülünç ve çirkin bir-şeyse Yehûd'un da kendi kitaplarına itimat etmemeleri aynı hal­dir.

Kitabullahı hıfzetmekle murad; ahkâmını muhafaza etmek ve hududatmı zayi' etmemektir.. Gerek enbiya, rabbaniy-yun ve gerek ahbarın cümlesi Tevrat'ın ahkâmının hak olduğuna şahit olduklarını ve Yahudilerin gittikleri tarîkların ve tuttukları mesleklerin batıl olduğunu beyanla bir kat daha terzil olunmuş­lardır. Çünkü; şu ta'dâd olunan zümre'i âliye Tevrat'ın ahkâmıy-la hükmedip zıya'dan muhafaza ve hak olduğuna şehadet edince bunların o ahkâmı terkedivermeleri elbette mezmum olduğu gibi o ahkâmı tağyir etmek de batıldır. Böyle batıl mesleğe sülûket-mek iki sebebe mebni olur: Birincisi; korkudur. İkin­cisi; birşeye tama'edip ümid etmektir. Korku, ümjt üzere mu­kaddem olduğundan Vacip Tealâ evvelâ ulema ve hâkimlere hita­ben «Nâs'tan korkmayın ve korkunuza binaen kitabınızın ahkâ­mına muhalif hüküm vermeyin ve benden korkun. Zira; ahkâmı tağyir ederseniz benim gazabım daha şiddetlidir. Binaenaleyh; eş­raf ve a'yândan ve sair zalemeden korkunuza binaen ahkâmı, tağ­yir etmeyin ki, gazabıma müstehak olmayasımz» ve saniyen «Bir­şey ümid ederek tamaa düşüp azıcık bir para için ahkâmı tağyire cesaret etmeyin ve rüşvet almak için yanlış hüküm vermeyin» diye emrederek alınan mal ne kadar çok olsa zayi' edilen, hükmü şer'iye nispetle gaayet az olduğuna işaret için Vacip Tealâ «Ayet­lerim mukaabilinde az bir para satın almayın» buyurmuştur.

Yalnız havfa ve yâlnız tamaa binaen hükmü tağyir memnu olduğu gibi mecmuuna binaen dahi tağyir memnudur. Çünkü; eş­raftan havfetmek ve avamdan rüşvet almak ikisi de bir hâkimde içtima etmesi mümkün olduğundan her iki cihetten ayrı ayrı ne-hiy olduğu gibi mecmuundan da nehiy vakidir.

Ayetin «Ahirinde hükm-ü ilâhiye razı olmayanların kâfir ol- duklarını» beyan; «Zâniler hakkında sarih hükmü tağyir eden Yahûdilerin kâfir olduklarını» beyanetmektir. Zira; sarih ve açık nâs'sı ve ahkâmını inkâr, cemi-i enbiyanın şeriatlarında da küfür­dür. Binaenaleyh; Allah'ın inzal ettiği ahkâmıyla hükmetmeyip tağyir edenlerin iman ismine lâyık ve müstehak olmadıklarını be­yanla ahkâmı tağyirin cezası pek ağır olduğuna işaret olunmuş­tur. Bu âyetin zahirine nazaran fasıkın kâfir olması lâzım gelir. Zira; «Fâsık irtikâb ettiği fıskta ahkâm-ı ilâhiyenin hilâfına ihti­yar etmiştir» demekle havariç taifesi fasıkın küfrüne bu âyetle is­tidlal etmişlerse de Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile onlara şöylece cevap verilmiştir: «Gerçi fâsık fışkıyla Allah'ın ahkâmının hila­fını irtikâb etmişse de bu, lisanında ve zahirde olup kalbiyle o ah­kâmın hakkaaniyetini tasdik ve işlediği fışkın günah olduğunu iti-kaad ettiğinden kâfir olmaz. Çünkü, küfür; hak olan ahkâmı kalbiyle inkâr ve lisanıyla reddetmektir. Fâsık kalbiyle tasdik et­tiği için mümindir, fakat imanla beraber ahkâm-ı şeriatın hilâ-fıyla hükmetmek sair günahları işlemek kabilindendir. Şu halde âyet-i celilenin hükmü «Bilkülliye inkâr ve'hükm-ü ilâhî olduğu­nu redle beraber hilâfıyla hükmederse kâfir olur» demektir.

Bu âyette birçok tevcihat varsa da esah olan tevcih budur. Eğer âyetten maksat bu olmasa Kur'ân'm hilâfında birşey irtikâb edenlerin kâfir olmaları lâzım gelirdi. Halbuki; hak olduğuna imanla beraber hilafını irtikâp küfür değildir ve olamaz. Çünkü; bilûmum günahlar Kur'ân'ın hilafıdır. Günahtan hâlî bir fert ta­savvur olunamaz. Eğer her günahı irtikâb eden kâfir olsa âlemde mümin bulunmamak lâzım gelir, bu ise bâtıldır. Binaenaleyh; Ebussuud Efendilin tefsiriyle Feth-ül Beyan'da Allah'ın inzal ettiği ahkâmla hükmetmemek istihfaf veya istihlâl veya inkâr ta-riklarıyla hilâfında hükmün küfür olacağı ve hak olduğunu tasdik ve ikrarla beraber hilâfında hükmün küfür olmadığı beyan olun­muştur. [49]

 

Vacip Tealâ Tevrat'ta zaninin hükmü recim olup Yehûd'un tağyir ettiklerini beyanettiği gibi Tevrat'ta kısas mevcutken onu dahî tağyir ettiklerini beyanetmek üzere buyuruyor.

[Biz Azimüşşan Tevrat'ta Yahudiler üzerine yazdık ve dedik ki: «Kaatil, maktul bedelinde kati olu nur ve bir kimsenin gözünü kör eden kimsenin gözü onun bedelinde kör edilir ve bir kimse­nin burnunu kesen kimsenin burnu, kestiği burun bedelide kesi­lir ve bir kimsenin kulağını kesen kimsenin kulağı, kestiği kulak bedelinde kesilir ve bir kimsenin dişini çıkaran kimsenin dişi, çı­kardığı diş bedelinde çıkarılır ve bedenin sair cihetinde yaralar da kısas olunur.]

[Tarafeynden müsavat üzere kısas vacip olduğu halde bir kimse kısası afla cinayet eden kimseye bedenini tasadduk ederse tasadduk, o kimsenin günahlarına kefaret olur.]

[Ve eğer bir kimse kısas hakkında Allah'ın inzal ettiği ahkâ-mıyla hükmetmezse işte onlar taat-ı ilâhiyeden çıkmış ve ahkâm-i ilâhiyeyi mevziinden çıkarmış birtakım zalimlerdir.]

Yani; Tevrat'ta Allahü Tealâ zânilere recmi vacip kıldığı hal­de Yahudiler recmi fukara güruhuna icra edip zenginlere göz yummakla Tevrat'ın ahkâmını tağyir ettikleri gibi Tevrat'ta kı­sasa müteallik hükmü dahi tağyir etmişlerdir. Halbuki Tevrat'ta biz bir şahıs mukaabilinde şahıs ve göz mukaabilinde göz ve bu­run mukaabilinde burun ve kulak mukaabilinde kulak ve diş mu­kaabilinde dişin ve sair bedende yaralar mukaabilinde yaranın kı­sas olunacağını yazdık ve herkesin müsavat-ı tâmme üzerine hukuukunu istifa etmesini vacip kıldık. Binaenaleyh; zengin ve fa­kir şerif ve hasis cümlesi hakkında kısasın icrasını emrettik ve bu vesileyle insanların nefislerini ve azalarını gayrın tecavüzünden masun kıldık. Amma bir kimsenin kısas hakkı olduğu halde o hak­kını istifadan feragat ve kendine cinayet eden kimsenin kusurunu af ve kısas hakkını tasadduk ederse bu sadaka onun hakkında ke­farettir ve hakkında tasarrufta mezundur. Zira; herkesin tasarru­fu serbesttir. Şu ahkâm böylece sarih beyan olununca eğer bir kimse Allah'ın inzal ettiği ahkâmla hükmetmezse o kimse zâ­limdir.

Tefsir-i Taberi ve Hâzin'de beyan olunduğu veçhile âyetin sebeb-i nüzulü; Beni Kurayza'nm dâvalarıdır. Çünkü; zaman-ı ca-hiliyede Medine'de bulunan Yahudilerden (Beni Nadiyr) kabilesi gaalip ve (Benî Kurayza) mağlûp olduğundan kısasta ve diyette müsavata riayet etmezlerdi. Binaenaleyh; (Benî Nadiyr)'den mak­tulün diyet-i kâmil ve (Kurayza)'dan maktulün diyeti nısıf ve sair azada (Benî Nadiyr)'den bir göze (Kurayza)'dan iki göz ve (Benî Nadiyr)'den bir kulağa (Kurayza)'dan iki kulak kısas olun­makla (Benî Nadiyr) kendilerini âlî addederlerdi. İşte Benî Nadiyr kendi kavminden biri bedelinde (Kurayza)'dan iki almakla ah-kâm-ı Tevrat'ı ihlâl etmişlerdi. Vakta ki, Resulullah Medine'yi teş­rif buyurup şeriatı neşrederek müsavat esasını kurunca (Benî Ku­rayza)'nın (Benî Nadiyr)'den şikâyetleri üzerine bu âyetin nazil olduğu mervidir. Yani; Tevrat'ta müsavat esası cari olduğu^ cihet­le (Benî Nadiyr)'m yapmış oldukları muamele kendi şeriatlarının hilafı olduğu beyan olunmuştur.

Bizim nebimizden evvel geçen enbiyanın .şeriatlarından Al-lahü Tealâ'nm Kur'ân'da bize hikâye ettiği ahkâm aynıyla bize şeriat olduğundan bu âyette beyan olunan kısas usulü Tevrat'tan hikâye olunmuşsa da bize de ayn-ı şeriattır. Binaenaleyh; şeriar-ı Muhammediyede kıtalde kısas olduğu gibi azanın itlafında ve vü­cuda başkasının yapmış olduğu yarada da kısas vardır. Eğer kısas mümkün olur ve tehlikeye bâdî olmazsa... Amma tehlike ihtimali olursa o yara mukaabilinde   yaralayan kimse yaralanan kimseye yaranın bedelini verir, bu hususta tafsilât kütüb-ü fıkhiyemizde mezkûrdu*1! Binaenaleyh; Cenab-ı Hak müsavat mümkün olan azaları beyandan sonra yaralarda kısas olduğunu beyan buyur­muştur. Fakat bu, müsavat mümkün olan yerlerdedir. Meselâ ke­mik kırılmak ve içeride âlet sakatlanmak ve et kesilmek gibi mü­savat müteazzir olan yaralarda hüküm, bedele intikaal eder. Çün­kü; asıl müteazzir olunca bedele intikaal kavaid-i usuliyemiz ikti­zasındandır.

Amma bir kimse kısas hakkını affederse günahına kefaret ola­cağını beyanla Cenab-ı Hak kullarını af cihetine terğib etmiştir. Binaenaleyh; Resulullah'a, kısas icab eder bir cinayetten şikâyet olunduğunda Resulullah'ın af cihetine terğib ettiği (Enes) Haz­retlerinden mervidir. Şu halde şer'an sabit olan bir cinayet hak­kında hükmünü icra etmeksizin hakim-üşşeri' tarafından bir kere af teklifi meşrudur. Şu tafsilât ( AİSjliT )'de bulunan zamir ci­nayet icra olunup hak sahibi olan kimseye râci' olursa... Amma zamir caniye râci' olursa «Hak sahibinin affıyla caninin cinayeti­ne kefaret olur» demektir ki, âhirette muahaze olunmayacağına delâlet eder. Çünkij; hak sahibi hakkım affedince mutalebe kal­maz denilmiş ise de Feth-ül Beyan'da zikrolunduğu veçhile eğer cinayet katil olursa kaatile üç hak teveccüh eder : Birincisi; haram olan şeyi irtikâbına binaen hakkullahtır. İkincisi; maktulün,   üçüncüsü;   veresenin kaklarıdır.

Kaatil fiilinden nedametle tevbe ve istiğfarla varislere nefsi­ni teslim ve varisler de affederlerse hakkullah, tevbeyle, verese­nin hakkı da afla sakıt olur. Lâkin maktulün hakkı kıyamete ka­lırsa da Cenab-ı Hakkın kıyamette beyinlerini telif etmek ihtima­line binaen dünyada varislerin affı caninin tevbesiyle beraber ke­faret olacağı beyan olunmuştur. Amma cinayet kıtalden başka ol­duğunda hak sahibi berhayat olup hakkını affeder ve hakkullah da tevbeyle sakıt olunca âhirette muahaze kalmaz. İşte âyette ikinci manâ bu tevcihe nazaran sahih olur. Fakat hak sahibinin affıyla kendi günahlarına kefaret olmak esahtır. Çünkü; ( 4 ) zamirinin hak sahibine râci' olması zahirdir. Zira; caninin ismi sarahaten sebketmediği için o zamiri caniye irca' etmek hilâf-ı asıldır.

Birinci âyette Allah'ın inzal ettiği ahkâmla hükmetmeyen-lerin haliklarına karşı kusurlarına binaen kâfir oldukları ve bu âyette Allah'ın ahkâmıyla hükmetmeyenlerin nefislerine zulmet­tikleri için zâlim oldukları beyan olunmuştur.

Hulâsa; bütün azada ve nefiste kısasın farzolduğu Vacip Tea-lâ'nın Tevrat'ta Benî İsrail üzerine yazdığı ve hak sahibi hakkını affederse günahlarına kefaret olacağı ve Allah'ın ahkârmyla hük­metmeyenlerin zâlim oldukları bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [50]

 

Vacip Tealâ Musa (A.S.)'ın ve ondan sonra gelen enbiyanın Tevrat'la hükmettiklerini ve Tevrat'ın recim ve kısas gibi bazı ahkâmını Benî İsrail'in tağyir ettiklerini beyanettiği gibi Hz. İsa'­nın bi'setini de beyanetmek üzere buyuruyor.

[Tevrat'la hükmeden enbiyanın zamanları münkariz olunca Biz Azimüşşan onların arkalarına Meryem'in oğlu İsa (A.S.)'i kendinden evvel geçen Tevrat'ın ahkâmını tasdik eder olduğu halde tâbi kıldık.] Ve enbiyanın irtihallerinden sonra İsa'yı icad ettik ve onların eserlerine tâbi kıldık.

[Biz Isa (A.S.)'a İncil'i verdik ki, o İncil'de saadet-i dareyne îsal eder hidayet ve hakaayik izah eder nura benzeyen ahkâm var­dır ve İsa (A.S.) Tevrat'ın ahkâmını tasdik ettiği gibi İncil de kendinden evvel geçen Tevrat'ın ahkâmını tasdik eder ve mütte-kilere mev'ize ve matluplarına îsal eder hidayet olduğu halde Biz İncil'i İsa (A.S.)'a verdik.]

[Allah'ın İncil'de inzal ettiği ahkâmla ehl-i İncil hükmetsin­ler. Eğer bir kimse A İlahın inzal ettiği ahkâmla hükmetmezse işte onlar ancak tâat-ı ilâh i yeden çıkmış f asıklardır.]

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile Hz. İsa'nın Tevrat'ı tasdiki; Tevrat'ın taraf-ı ilâhiden nazil ve hak olup zamanında onunla amel vacip ve nesih arız. olmayan ahkâmını tasdik olduğu cihetle Hz. İsa'nın şeriat-ı müstakille sahibi olmasına mâni değildir. Âyet­te evvelki tasdik; İsa (A.S.) tarafından olup ikinci tasdik; İncil tarafından olduğu cihetle tekrar1 yoktur. Bu âyette Vacip Tealâ İncil'i beş sıfatla tavsif etmiştir. Birincisi; hidayet olma­sıdır. Çünkü; İncil'de akaaid-i hokkaya delâlet eder âyetler oldu­ğu cihetle İncil insanlar için o zamanda ayn-ı hidayetti. İkin­cisi; nur olmasıdır. Çünkü; İncil, insanların sebeb-i saadet­leri olan ahkâm-ı şeriatı beyan ettiği cihetle nur ismine seza ve lâyık olduğundan nur denmiştir. Üçüncüsü; Tevrat'ı mu-saddık olmasıdır. Çünkü; İncil kendinden evvel nazil olan Tev­rat'ın kütüb-ü semaviyeden bir kitap olup zamanında amel vacip olduğunu .tasdik ettiğinden İncil'e musaddık unvanı verilmiştir. Dördüncüsü; İncil'in dhet-i uhradan hidayet olmasıdır. Çünkü İncil; ahkâm-ı şeriatı beyan ettiği cihetle hidayet olduğu gibi Hz. Muhammed'in bi'setini tebşir ve evsafını beyan ettiği ci­hetle dahî nâs'ı doğru yola, sevk ettiğinden ikinci merrede tekrar hidayet unvanıyla tavsif olunmuştur. Beşincisi; İncil'in müttekilere mev'ize olmasıdır. Çünkü İncil; nesayih ve mevaiz üzerine müştemil olduğundan İncil'in mev'ize olduğu beyan olun­muştur.

Ehl-i İncil'e «İncil'in mazmunuyla hükmedin» demek; «Mu-hammed (A.S.)'m nübüvvetine müteallik âyetlerle ve nesih târî olmayan ahkâmıyla hükmedin, ahkâmını tağyir etmeyin» demek­tir. Şu halde ehl-i İnciI'le murad; zaman-ı saadette bulunan Nasara'dır. Ve onları Resulullah'ın nübüvvetine müteallik olan âyetlerinde haktan ayrılmamalarıyla emir, tavsiye ve insafa davet etmektir.

Bu âyet; zaman-ı sabıkı hikâye ettiğine nazaran âyette kelimesi mukadderdir. Şu halde manâ-yı âyet şöyledir: | Biz en-biya-yı sabıkanın asarına İsa (A.S.)'ı, Tevrat'ı, tasdik eder oldu­ğu halde tâbi kıldık ve mahza hidayet olan ve mesaili izah ve be­yanda yegâne sebep olmakta nura benzeyen ve Tevrat'ı tasdik eden ve nübüvvet-i Muhammediyeyi tebşir ettiği cihetle halkın ihtisasına sebep ve müttekilere mev'ize olan İncil'i İsa (A.S.)'a ver­dik ve dedik ki: Ehl-i İncil, İncil'de Allah'ın inzal ettiği ahkâmla hükmetsinler. Allah'ın inzal ettiği ahkâmla hükmetmeyenler an­cak f asıklardır.]

Bu sûrede Allah'ın inzal ettiği ahkâmla hükmetmeyenlere üç veçhile hüküm lâhik oldu. Birincisi; kâfir, ikincisi; zâlim, üçüncüsü; fasık olmalarıdır. Bazıları «Evvelki âyet hükm-ü ilâhiyi inkâr ederek hilâfına hükmedenler, ikinci âyet Yahudiler, üçüncü âyet Nasara hakkındadır» demişlerse de esah olan umumidir. Çünkü; itibar  lâfzın umumunadır.

Medarik'te beyan olunduğu veçhile âyetin üçünün de inkâra mahmul olması caizdir. Zira; ankasdin inkâr ve Allah'ın inzal et­tiği ahkâmın hilâfıyla hükmeden kimse kâfir, zalim ve fasık olur. Çünkü; bir şahısta şu evsafın üçü de cem'olmasmda bir mâni yok­tur ki, bir şahıs, kâfir olduğu gibi zâlim ve fasık da olabilir. Bi­naenaleyh; manâ-yı nazım : [Allah'ın hükmünü terkeden kimse Allah'ın nimetine kâfir, hükmünde zalim ve fiilinde fasık» demek olur.

Hulâsa; Hz. İsa'nın Musa (A.S.) ve ondan sonra gelen enbi­yanın eserlerine tâbi olarak icad olunduğu ve kendinden evvel nazil olan Tevrat'ın ahkâmını tasdik ettiği ve nur-u hidayet olan ve Tevrat'ı tasdik eden ve müttekilere mev'ize olan İncil'in Hz. İsa'ya verildiği ve ehl-i İncil'in, İncil'in ahkâmıyla hükmetmeleri vacip olduğu ve Allah'ın inzal ettiği ahkâ,mıyla hükmetmeyenle­rin ancak fasık oldukları bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [51]

 

Vacip Tealâ İsa (A.S.)a İncil'i verdiği gibi bizim nebimize de Kur'ân'ı inzal ettiğini beyanetmek üzere buyuruyor.

[Habibim! Hakka mukaarin ve kendinden evvel nazil olan ki­tabı tasdik eder ve tahrif ve tağyirden muhafaza ve murakabe edi­ci olduğu halde Biz Azimüşşan sana Kur'ân'ı inzal ettik. Şu halde ehl-i kitap sana muhakeme için müracaat ederlerse sen onlar ara­sında Allah'ın inzal ettiği ahkâmıyla hükmet ve haktan sana ge­len Kur'ân'm haricine çıkma ve onların arzularma ittiba etme.]

[Sizden herbiriniz için biz şeriat ve açık yol kıldık.]

Yani; biz Musa'ya Tevrat'ı ve İsa'ya İncil'i verdiğimiz gibi Habibim! Sana da hakka mukaarin olan Kur'ân'ı inzal ettik ki, o Kur'ân, kendinden evvel nazil olan kitapların taraf-ı ilâhiden hak olarak nazil olduklarını tasdik ve kendinden evvel nazil olan ki­tapların kütüb-ü semaviye olduğuna şehadet ve onların hak ol­duğunu halka beyan eder. Hâl böyle olunca Habibim! Sen ehl-i kitabın beyinlerinde Allah'ın inzal ettiği ahkâmıyla hükmet ve hak olarak sana gelen ahkâmdan meyledip onların arzularına it­tiba etme. Sizden herbiriniz için müddet-i muayyenede şeriat ve açık tarikatlar halkettik ve herkesin o müddet zarfında o tarika sülük etmesini vacip kıldık. Binaenaleyh; Benî İsrail için Tevrat'­ın şeriatını İncil nazil oluncaya kadar tarîkat-ı vazıha kıldık. İn­cil'in inzaliyle o tarikat hitam buldu ve onun makaamına İncil'in şeriatı kaaim oldu ve nâs için Kur'ân'm nüzulüne kadar o tarikata sülûkü biz vacip kıldık. Kur'ân'm şeriatı kaaim oldu. Kıyamete kadar Kur'ân'm tarikatına sülûkü nâs üzerine vacip kıldık.  Şu halde gerek Yahudi ve gerek Nasara ve gerek İslâm herbirerleri için ayrı ayrı zamanlarında şeriatları vardır.

Fahr-i Razinin beyanı veçhile bu âyette hitap ; Resulullah'a-dır. İnzal olunan kitapla murad; Kur'ân'dır, Kur'ân'ın aza­metine işaret için kitap lâfzı tazime delâlet eden elif lam ile varid olmuştur. Kur'ân'ın tasdik ettiği kitaplar la murad; Kur1-ân'dan evvel nazil olan kütüb-ü semaviyedir.

Kütüb-ü semaviyeden, sonra gelen kitap, evvel gelenin hu­kukunu muhafaza ve taraf-ı ilâhiden hak olarak geldiğine şehadet etmek âdet olduğundan Kur'ân dahî kendinden evvel nazil olan kitapların hak olduğuna şehadet ederek haklarını muhafaza etmiş­tir. Binaenaleyh; onlardan nesholunmayan ahkâmın bakî olduğu­na Kur'ân şehadet edince amel vacip ve Kur'ân'da zikrolduğu için onlar da şeriat-ı Muhammediye ahkâmı cümlesinden olur. Me­selâ; Tevrat'ın recim ve kısas hükümlerini Kur'ân aynıyla ibkaa ettiği için amel vaciptir, lâkin bu amel, şeriat-ı Musa'dan olmak üzere değil, belki şeriat-ı Muhammediye ahkâmından olmak üze­re vaciptir.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile Kur'ân nesihten ve tağayyürden mahfuz olduğu için diğer kitaplara rakip olduğu ve muhafaza ettiği beyan olunmuştur. Çünkü; Kur'ân bunların hak olduğuna şehadet edince bunların kütüb-ü ilâhiyeden olduklarına itikad bakî kalır. Çünkü; Kur'ân'ın hükmüne nesih yoktur. Bina­enaleyh; Kur'ân'ın şehadeti halelden ve taarruzdan salimdir. Şu halde bu şehadetle sabit olan dâva ebeden sabit kalır.

Ehl-i kitabın hava ve heveslerine ittibadan zahirde nehiy; Resulullah'a ise de hakikatte ümmetinedir. Zira; Resulullah'ın on­ların havalarına ittibaı nefsinde mümkünse'de ilm-i ilâhiye naza­ran muhaldir. Binaenaleyh; Resulullah'ı nehiy; ümmetini nehyet-mektir.        

Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile Sir'ave şeriat; hayat-ı beşere hadim olan suya giden yol manâsına olup su; ha-yat-ı faniyeye hadim olduğu gibi din de hayat-ı ebediyeye hadim olduğundan dine şeriat denmiştir. Şeriat-ı sabıka ahkâmından Kur'ân'ın hikâye edip nesholunmayanlarla bizim amelimiz, kendi şeriatımız olmak itibarıyladır, yoksa şeriat-ı sabıka ahkâmından olmak itibarıyla değildir. Minhac ;   din için açık yoldur. [52]

 

Vacip Tealâ her ümmete bir şeriat ihsan ettiğini beyanettiği gibi bütün milletleri bir ümmet kılmayı murad etseydi cümle in­sanların bir ümmet: olacağını beyanetmek üzere :                  :

[Eğer Allahü Tealâ dilese sizi bir ümmet kılardı ve lâkin Al-lahü Tealâ size verdiği şeriatlarda sizi imtihan için muhtelif kıl­dı. Hâl böyle olunca hayrata sür'at edin.]

[Ancak cemiitıizin varacağınız yeriniz huzur-u ilâhidir. Bina­enaleyh; Allahü Tealâ ihtilâf ettiğiniz meseleleri size orada haber verir.]

Yani; eğer Allahü Tealâ sizin cemaat-ı vahide olmanızı ve din-i vâhid üzere ittifakınızı murad etmiş olsaydı sizi bir din üze­re ittifak etmiş ve bir şeriat üzerine toplanmış millet-i vahide kılardı. Lâkin Allahü Tealâ sizin herbirinize ihsan ettiği dinde sizi imtihan etmek ve o dinin ahkâmıyla müptelâ kılmak için sizin ümmet-i vahide olmanızı murad etmedi. Belki adedinizi çoğalttı, milel-i muhtelife kıldı. Şu halde Cenab-ı Hak imtihan için muh­telif kılınca sizler ibadat ve tâât ve hayrat ve hasenata müsabaka edin. Ve her milletin kendi şeriatı dairesinde ibadete sür'at et­mesi lâzımdır. Zira; sizin merdiniz ancak huzur-u Bâridir. Bina­enaleyh; Allahü Tealâ sizin ihtilâf ettiğiniz mesaili ve onda hak olan ve olmayanı size haber verir. Şu halde — muteber olduğu za­manda— kendi dininizin muktazasından olan hayrata sa'yedin ki, fırsattan müsefid ve ibadatta gayrılara takaddüm şerefiyle müşer­ref olasınız.

Vacip Tealâ, insanları ümmet-i vahide kılmadığının hikmeti herkesi kendi dininde imtihan etmek olduğunu ve herkesin ame­lini kendine haber vereceğini beyanetmiştir ki, ihtilâf bu dünya­dadır. Huzur-u ilâhide sekler zail olur, hakikat meydana çıkar, muhikla muptil bilinir ve herkesin cezası tertib olunup taraf-ı ilâ­hiden haber verilince hiçbir şeyde kimsenin tereddüdü kalmaz.

Allahü Tealâ kullarını imtihan için ümmet-i vahide kılmayıp ayrı ayrı şeriatlara tâbi kılınca ümmetler için herkesin kendi di­ninin ahkâmından olan itikaad-ı hakka ve a'mâl-i salihaya müsa-raat ve saadet-i dareyni ihraz için gayret etmek vacip olduğu Ebussuud Efendi'nin cüinle-i beyanatmdandır. [53]

 

Vacip Tealâ resulüne inzal buyurduğu kitabın bazı ahkâmını beyandan sonra bazı âhari beyanetmek üzere  buyuruyor.

[İnzal ettiğimiz kitapta Habibim! Sana emrettik ve dedik ki: ehl-i kitap ve sair nâs beyninde Allah'ın inzal ettiği Kur'ân'Ia hükmet ve onların arzularına ittiba etme. Allah'ın sana inzal et­tiği ahkâmın bazısından seni çevirip başka tarafa meyletmekle seni fitneye düşürmek isterler. Onların bu gibi teşebbüslerinden ihti­raz et.] İşte böyle demekle sana tenbih ettik.

[Eğer onlar senin hükmünden döner, kabul etmezlerse habibim! Sen bil ki, Allahü Tealâ onların bazı günahlarını onlara isa­bet ettirmek murad eder. Halbuki nâs'tan çokları tâat-ı ilâhiyc-den çıkmış fâşıklardır.]

Yani; habibim! Biz Kur'ân'ı sana hakka mukaarin olarak in­zal ettiğimiz gibi ehl-i kitap ve cümle milletler arasında senin, Allah'ın inzal ettiği ahkâmla hükmedip ehl-i kitabın arzularına ittiba etmemenle dahî inzal ettik ve dedik ki, Allah'ın ahkâmıyla hükmet ve -onların istediklerine bakma ve onların, sana inzal olu­nan bazı ahkâmda hile yaparak seni fitneye düşürmesinden hazer et. Binaenaleyh; senin adaletle hükmünden onlar iraz ederlerse iyi bil ki Allahü Tealâ, onları bazı günahlarıyla muaheze edip, günahlarının cezasını, onlara isabet ettirmek ister. Ve şunu da bil ki, nâs'ın çokları fâsıktır. Binaenaleyh; sözlerine iltifat etme.

Beyzavi ve Hâzin'in beyanları veçhile âyetin sebeb-i nüzulü; Yehûd ulemasının Resulullah'a hilafı vâki teklifleridir. Çünkü Me­dine'de ve civarında bulunan Yehûd hahamları bilistişare «Gelin Muhammed (S.A.)'a gidelim. Biz Yehûd'un uleması ve eşrafıyız. Biz iman edersek Yahudiler iman eder. Fakat şu şartla ki, bazı muhakemede bizim lehimize diğer Yahudilerin aleyhine hükmet-melisin diyelim. Memul ki bu hile ve fesatla onu dininden döndü­rür, sözümüze uydurur ve istediğimizi yaptırırız» dediler ve Hu-zur-u Risalete gelerek kararlarını söylediler. Resulullah'm onları reddetmesi üzerine âyetin nazil olduğu mervidir.

Vacip Tealâ kitabı inzal ettiğini beyandan sonra kitabın bazı ahkâmını bu âyetle beyan buyurmuştur. Fitneyle murad; Resulullahh iğfal etmek üzere Yahudiler tarafından söylenen süs­lü sözlerdir. Hükm-ü Resulullah'tan iraz edenleri bazı günahla­rıyla muahaze edeceğini beyanla erbab-ı masiyeti ve bilhassa ah-kâm-ı şeriyeyi bozmak ve bozdurmak isteyenleri Vacip Tealâ teh-did etmiştir. Günahlarının bazısının cezası helaklerine kâfi oldu­ğuna işaret için bazı günahlarıyla mücazat edeceğini beyan' bu­yurmuştur ki, diğer günahlarıyla mücazat yok manâsına değildir.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile evvelki âyet Yahu­dilerin arzuları recmi celde tahvil edip recim lâzım gelen yer­de celdle iktifa etmek olduğundan Cenab-ı Hak zâninin cezasını tertip hakkında Allah'ın inzal ettiği Kur'ân'la hükmedip onların arzularına tâbi olunmamasını tavsiye buyurmuştur. İkinci âyette sebeb-i nüzulde beyan olunduğu veçhile mutlakaa ahkâmda veya­hut katil meselesinde kendi arzularına göre hükmolunmasmı iste­meleri üzerine onların arzularına ittiba olunmamasını tavsiye bu­yurmuştur. Binaenaleyh; âyetlerde tekrar yoktur. Çünkü; evvelki hüküm recme ve ikinci hüküm kıtale ve saireye müteallik oldu­ğundan havanın mercileri başka olduğu cihetle nehiylerin merci­leri de başkadır. Binaenaleyh; tekrar yoktur.

Feth-ül Beyan, Hâzin ve Kazi'nin beyanları veçhile bu âyet­te bazı zünûpla murad; Resulullah'ın hükmünden i'râz etmeleridir. İ'râz; büyük bir cinayet olup Yehûd'un katillerine, esaretlerine ve memleketlerinden tardolunmalarma kâfi olduğu­na işaret edilmiş ve Yehûd'un küfür üzere ısrar ve inat ve hakkı kabul etmemekte temerrüd edip insaftan büsbütün tecerrüd et­tiklerine işaret için âyetin âhirinde nâs'm çoklarının fâsık olduğu beyan olunmuştur.

Hulâsa; Allahü Tealâ'nm inzal ettiği ahkâmla hükmetmek ve kâfirlerin arzularına ittiba eylememek ve batılı hak suretinde tez­yin etmekle hakkın hilâfına sevkederek fitne ilkaa etmelerinden hazer etmek vacip olduğu ve Allah'ın inzal ettiği ahkâmdan i'râz edenlerin bazı günahlarıyla ihlâk olunacakları ve nâs'tan çokla­rının fâsık oldukları bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [54]

 

Vacip Tealâ resulüne inzal ettiği ahkâmıyla hükmetmesini emrettikten sonra Allah'ın ahkâmının gayrıyla hüküm, hükm-ü cahiliye olduğunu beyanetmek üzere buyuruyor.

[Habibîm! Onlar senin hükmünden i'râz ederler de zaman-ı cahiliye hükmünü mü isterler. Allah'ın vahdaniyetini bilen kavmi-çin hüküm cihetinden Allah'tan daha güzel kim olabilir?]

Yani; vahy-i ilâhimize müstenid olan senin hükmünü kabul etmezler de zaman-ı cahiliyenin, aklın ve mantığın hilafı olan hü­kümlerini mi isterler? Halbuki aklı ve iz'anı olan kavmiçin Al­lah'ın hükmünden daha güzel hükmü kim yapabilir? Elbette kim­se yapamaz. Binaenaleyh; Allah'ın inzal ettiği ahkâmla hüküm, elbette güzeldir. Şu halde onun hariciride hüküm isteyenlerde akıl yoktur.

Bu âyetle Vacip Tealâ Yahûdilerde akıl ve iz'an olmadığına tariz etmiş ve ehl-i kitap oldukları halde cahiliye hükmünü iste­meleriyle tezyif buyurmuştur.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile âyetin sebeb-i nüzulü; yuka­rıda beyan olunan Yahudilerden (Benî Nadiyr) kabilesinin (Ku-rayza) kabilesi üzerine kısasta, diyette ve sair hususatta iki misil fazilet dâvasında bulunarak (Benî Nadiyr)'den bire bedel (Ku-rayza)'dan iki olması üzerine icra-yı ahkâm ettiklerinden (Kuray-za)'nm şikâyetlerine binaen Resulullah'm müsavatlarıyla hükmü­ne razı olmamaları üzerine bu âyetin nazil olduğu mervidir.

Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile Yahudiler erbab-ı ilm ve iz'an ve kitap sahibi oldukları halde millet-i cahiliyenin hükmünü istemeleri taaccübe şayan olduğuna işaret için istifham-ı inkâriye ve taaccübe delâlet eden hemzeyle varid olduğu gibi inkâr ve ta­accübü te'kid için hükm-ü cahiliye, talep manâsına olan  üzerine takdim olunmuştur. Şu halde taaccübe şayan; iki halleri vardır; Birincisi; Resulullah'm hükmünden ivazları, diğeri de; kitabı oldukları halde cahiliye hükmünü isteme­leridir. [55]

 

Vacip Tealâ Yehûd'un bazı kötü ahlâklarını beyanettiği gibi dost ittihazına şayan olmadıklarım dahi beyanetmek üzere buyuruyor.

[Ey müminler! Yehûd ve Nasara'yı dost ittihaz etmeyin.]

[Zira; onların bazısı bazısının dostudur.]

[Ve eğer sizden bir kimse onları dost ittihaz ederse o kimse onların zümresinden ve Allah'ın sevmediği kullarından olur.]

[Zira; Allahü Tealâ zâlim olan kavmi doğru yola îsal etmez.]

Yani; ey müminler! Yehûd ve Nasara'ya yardım eylemeyin ve onlardan yardım beklercesine hakikî dost ittihaz ve onları ken­dinize kardeş addetmeyin. Zira; Yehûd'un bazısı bazısına ve Na-sara'mn da bazısı bazısına dosttur. Binaenaleyh; onlar size dost ol­mazlar ki, siz onlara dost olasınız. Şu halde size dost olmayanlara siz hakikî dost olup müminlerin esrarını onlara vermeyin. Eğer sizden bir kimse müminleri bırakır da onlarla hakikî dost olur ve müminlerin aleyhine onlara yardım ederse o kimse onların mil­letlerinden madûd olur. Çünkü; müslimim dese de kalbi onlarla beraber olduğundan onlardan madûddur. Zira; Allahü Tealâ zâ­limleri hidayette kılmaz. Çünkü; iradelerini dalâlete sarf ettik­lerinden hidayete müstehak değillerdir.

Vacip Tealâ, Yehûd ve Nasara'nın dost ittihazına şayan ol­madıklarından onlara itimad eylemek caiz olmadığını ve onlara yardım edip karşılığında yardım beklemek ve onlara samimiyetle muaşeret ve emniyet-i tâmme ile emniyet etmek müminlere lâyık olmadığını beyanla müminlere, düşmanlarına karşı gaayet uyanık bulunmalarını ve izhar ettikleri dostluğa aldanmamalannı tavsiye etmiştir.

«Yehûd ve Nasara'nın bazısı bazısının dostudur» demek, «Yehûd'un bazısı bazısının dostu ve Nasara'nm da bazısı bazısının dostu» demektir. Yoksa «Yehûd, Nasara'nın ve Nasara da Ye-hûd'un dostu» demek değildir. Çünkü; bu iki millet arasında şid­detli adavet olduğundan birbirine dost olamazlar. Ve bu adavet kıyamete kadar bakîdir.

Yehûd ve Nasara'mn dostluklarından gaayet uzak olmak ve onların dostluklarına emniyet etmemek lâzım olduğuna işaret için onlarla dost olan kimsenin onların milletinden ve onların misli olduğunu beyan buyurmuştur ki, ehl-i iman gayet basiret üzere bulunsunlar.

Yehûd'la Nasara İslâm aleyhine müttefik olup fırsat düştük­çe mazarrattan geri durmayacaklarına işaret için Vacip Tealâ ba­zısı bazısının dostu olup İslâmla dost olmadıklarını beyan buyur­muştur. Yehûd ve Nasara'yı dost ittihaz edenlerin gerek kendi nefislerine ve gerek ihvan-ı dinlerine zulmettiklerine işaret için Vacip Tealâ zâlim olanları hidayette kılmayacağını beyanetmiştir. Binaenaleyh; bir millet kendi ihtiyacını kendi milleti efradından yetiştirmesi ve umurunda onları istihdam etmesi elzemdir. Ve Hz. Ömer'in düsturu da buna şahittir. Çünkü; Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile (Ebu Musel Eş'arî) Hazretleri Basra valisiyken «Bir Nas-ranî kâtibim var» diye hikâye ettiğinde Hz. Ömer (Ebu Musel Eş'arî)'ye itab eder ve,der ki «Sen bu âyeti görmedin mi?» Bu itab üzerine Ebu Musa da «Dini kendine, kitabeti bana» diye ce­vap verince Hz. Ömer (R.A.V Efendimiz Allah'ın ihanet ettiğine ben ikram etmem» buyurur. Ebu Mûsâ Hazretleri «Nasrani kâtip olmadıkça Basra'nın işi tedvir olunmaz» demesi üzerine Hz. Ömer «Nasranî vefat ederse ne ya­pacaksın?» Yani; «Vefatından sonra ne yapacak isen şimdiden yap ki, sağlığında onun vücudundan müstağni olasın» demek is­temiştir.

İşte bu âyet-i celilenin mazmununa riayet olunmadığmdan-dır ki, Millet-i îslâmiye çok felâket görmüştür. Hatta Devlet-i Os-maniyede Divan Efendiliği yani Hariciye Nezareti vazifesi bir za­manlar İslâmm gayrı milletlere teslim olunduğundan onların za-man-ı nezaretlerinde birçok bilâd-ı İslâmiyenin elden çıktığı tarihlerde mezkûrdur. Balkan Harbi fecîa-i ahîresinde zimmî addet­tiğimiz Nasranilerden Millet-i İslâmiyenin ne kadar mutazarrır olduğu ve onlardan alınan askerin taburlarda ne kadar hainlik et­tikleri görülmüştür. Bu muharebelerde beş altı vilâyetin elden çıkmasına birçok sebepler varsa da o sebeplerden birisi de teb'a-' mızdan olan Nasranilerin hıyanetlikleri olduğu malûmdur. Şu hal­de Hükümet-i İslâmiyenin, kendi dininden her umurda istihdama elverişli sanatkâr yetiştirip gayra muhtaç olmamanın çaresini dü­şünmesi lâzım olduğu gibi mümkün olduğu kadar gayrı müslim-leri de mühim işlerden uzaklaştırmak lâzımdır. Binaenaleyh; eğer Millet-i İslâmiye bu âyetin muktezasına göre hareket etmiş olsa hiçbir zaman metanet-i İslâmiyeye halel gelmeyeceği şüphesizdir. Şu halde onları mühim işlerde istihdam etmek ve her iyiliği on­larda, görmek ve onların ehl-i İslâmdan daha cesur ve gayur ol­duklarından bahseylemek ve bilumum mahafilde bu gibi sözleri söylemek; onların şecaat, gayret ve heveslerini arttırarak ehl-i İslâmın hevesini kırmaktan ibaret olduğu cihetle ne kadar çirkin bir manzara ve yanlış bir hareket olduğu erbab-ı vicdanın malû­mudur ve bu gibi halat bir zamandan beri ehl-i îslâmın müptelâ olduğu bir hastalıktır ki, ırkına tamamen zaaf iras etmiş ve ye­rinden kalkamayacak bir hâle getirmiştir. Hemen Cenab-ı Hak milleti bu müzmin hastalıktan kurtarsın. (Âmin.)

Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile bu âyette hitap; umum müminleredir. Nehyolundukları dostluktan suret-i seriada vazgeçmelerini tenbih için Vâcib Tealâ evvelâ imanla tavsif et­miştir. Çünkü imanın nıuktezası; suret-i seriada menhiyattan içti-nab etmektir. Yehûd ve Nasara'yı dost ittihaz etmekten nehyin illeti; onların birbirlerine dost olmalarıdır. Çünkü; onlar daima müminlere bir gaaile çıkarmak ve kötülük etmekten başka birşey düşünmezler. Şu halde müminlerin onları ahbap ittihaz etmeleri lâyık değildir.

Hulâsa; müminlerin Yehûd ve Nasara'yı İslâm üzerine tercih eder derecede samimi dost ittihaz etmeleri caiz olmadığı ve onla­rın bazıları bazılarının dostu olup ehl-i İslama dost olmadıkları ve eğer müminlerden bir kimse onları dost ittihaz ederse zalim ve şiddetli cezaya müstehak olacağı ve Allahü Tealâ'nın bunları dost ittihaz eden zalimleri hidayette kılmayacağı bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [56]

 

Vacip Tealâ Yehûd'îa Nasara'yı dost ittihaz etmek münasip olmadığını beyanettiği gibi onların dostluğundan feragat etmeyen­lerin hallerini de beyanetmek üzere buyuruyor.

[Yehûd ve Nasara'yı dost ittihaz etmemek lâzımken, Habi-bim! Sen §ol kimseleri görürsün ki, onların kalplerinde küfür ve nifak marazı vardır. İşte onlar Yehûd ve Nasara'nm dostluklarına sür'at ederler ve derler ki: Bize devrin devairinden bir musibet isabet etmesinden, kuvvet ve şevketin onlara teveccüh eylemesin­den korkarız.] Binaenaleyh; onlara müdarat etmekten ve dostluk­tan vazgeçemeyiz.

[Memul ki, Allahü Tealâ'nın emri yakında resulüne fetih ve zaferle veyahut onların küfür ve nifaklarının meunetine kâfi ind-i ülûhiyetinden gelir ki, onlardan tevellüd edecek zararı defe­der. Binaenaleyh; onlar nefislerinde Resulullah'a ve Müslümanlara gizledikleri buğz ve adavet üzerine sabah vakti nadim olurlar.]

Feth-ül Beyan'da zikrolunduğu veçhile bu âyette hitap; Resulullah'a veyahut görmek şanından olan her şahsadır. Kalple­rinde maraz olan kimseler le murad; münafıklardır ki, onların kalplerinde Resulullah'm risaletine şek ve nifak has­talığı vardır. Daire yle murad; zamanın ve devrin döndüre­ceği iyilik ve kötülüktür. Bu makamda daire yle muradlan; Resulullah'ın işi tamam, olmayıp muharebede hezimet vuku bul­mak, devlet Yahudilere dönme/c, kahtu gala sebebiyle Yahûdilerin servetine muhtaç olmak velhasıl işin aksi zuhur edip memu­lun hilafı olmaktır.

Âyet-i celile (Abdullah b. Übey) ve onun a'vânı haklarında nazil olmuştur. Çünkü; Fahr-i Razi, Beyzavi, Hâzin ve Ebussuud Efendfnin beyanları veçhile (Ubade b. Sanıit) «Benim Yehûd'dan birçok dostlarım vardır. Allahü Tealâ onların dostluğundan neh-yetti. Ben de onlardan vazgeçtim, Allah'a ve resulüne müracaat ettim» deyince o mecliste bulunan (Abdullah b. Übey) ve onun a'vânı «Biz dünyanın dönmesinden korkarız, ileride ne olacağını bilmeyiz. Yehûd'un serveti vardır. Binaenaleyh; onların dostlu­ğundan vazgeçemeyiz ve onlarla dostluğa ve ihtilâta mecburuz. Zira; sizin devletiniz münkariz olup devlet ye kuvvet onların el­lerine geçmek ihtimali vardır» demeleri üzerine bu âyetin nazil olduğu mervidir. Halbuki kelimesi Cenab-ı Hak'tan sâ­dır olduğu için vaad-i kavı manâsına olduğu cihetle Cenab-ı Hak habibine yakında fütuhat ve nusret vereceğini veyahut taraf-ı ilâhisinden düşmanlarına bir emir gelip helak olacaklarını beyan buyurmuş ve münafıkların «Devlet Yehûd'un ellerine geçmek ih­timali vardır» dediklerine cevap vermiştir ki, akıbet vaad-i ilâhi zuhur edip Yehûd'dan bir kısmı, kılıçtan geçtiği gibi diğer bir kıs­mı da Medine ve civarından tardolunmakla enva-ı zül ve meske­nete duçar oldular.

Hulâsa; kalplerinde maraz-ı nifak olan kimselerin ehl-i küf­rün dostluğundan vazgeçmeyecekleri ve akıbet-i emirden havf ve endişe ettikleri ve Cenab-ı Hakkm resulüne fütuhat vaad ettiği ve akıbet vaad-i ilâhinin yerini bulup onların nadim oldukları bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [57]

 

Vacip Tealâ, münafıkların hallerini beyanettiği gibi mümin, Yahudi ve münafıkların muhaverelerini dahî beyanetmek üzere buyuruyor.

[Müminler münafıklara işaret eder, derler ki; Şu kimseler mi idî? Şol kimseler ki, onlar Allah'a yemin ettiler ve şiddetle yemin­lerinde «Bizler sizinle beraberiz ve i'lâ-yı kelime tu ilahla ve dinin intişarında size müzaheret ve muavenette bulunacağız» dediler ve ehl-i imana teminat verdiler. Halbuki onların kalpleri lisanlarına muvafık olmadığından amelleri batıl oldu. Binaenaleyh; kendileri zarar ettiler ve sabah vakti hasırın zümresinden oldular.] Çünkü; yeminlerinin hilâfına Yahudilerle dostluklarına devam ettiler.

Yani; müminlere Cenab-ı Hak nusret ve fütuhat verip müna­fıkların muhalefetleri meydana çıkınca müminlerin bazıları bazı­larına, münafıkları istihza tankıyla dediler ki: «Şu münafıklar mıdır? Şol kimseler ki, onlar şiddetle bize yardım edeceklerine yemin ettiler ve dediler ki: Biz de sizinle beraberiz.» Halbuki on­ların nifakları sebebiyle amelleri zayi oldu ve haşirinden oldular.

Cehd–i eymanla murad; yeminde şiddet ve gılzattır. Yemini erindeyse «Biz de sizinle beraberiz »demişlerdi. Bâtıl olan amelleri yle murad; bilumum amellerinin nifakları sebebiyle bâtıl olmasıdır. Hüsranları yla murad; dünyada lanete ve âhirette azab-ı ebedîye müstehak olmalarıdır.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile âyette istifham; taac­cüp manasınadır. Yani; «Münafıklar ehl-i imana yeminle ikrar vermiş ve îmanlarını izhar etmişken Yehûd'un dostluğundan vaz geçemeyiz demeleri taaccübü mucip ahvalden olduğu cihetle «Nasıl oluyor ki, müminiz, biz de beraberiz, diyerek şiddetle ye­min ettikleri halde bizim düşmanlarımıza dost olduklarını söylü­yorlar ve şunlar mıdır o yemin edenler?» demektir.

Ebussuud Efendi'nin beyanına nazaran bu muhavere mümin­lerle Yahudiler arasında olmuş ve müminler bazı Yahudilere hi­tap ve münafıklara işaret ederek «Şu münafıklar mı idi şiddetle yemin edenler?» dediler. Müminlerin Yahudilerle muhavereden maksatları münafıkları zemle beraber Yahudilere târîz etmektir. [58]

 

Vacip Tealâ münafıkların sözlerinden nükül ederek Yehûd'un dostluğundan vazgeçmeyeceklerini beyanettiği gibi dininden irti-dad edenlerin hallerini dahî beyanetmek üzere buyuruyor.

[Ey müminler! Eğer sizden bir kimse dininden dönerse onun dininden dönmesinden siz mahzun olmayın. Zira; Allahü Tealâ bir kavim halkeder ve getirir ki, o kavme Allahü Tealâ muhabbet eder ve o kavim de istidadı miktarı Allah'a muhabbet ederler ve o kavim müminler üzerine zelil ve mütevazi ve rikkat sahibi ve kâfirler üzerine şiddet ve savlet edici olur.]

[Allahü Tealâ'mn irtidad eden kavmin yerine getirdiği ka­vim, i'lâ-yı kelimetullah için Allah yoluna mücahede ederler ve levm edenlerin zemminden ve Ievmindeıı korkmazlar. İşte onlar için şu evsafı haiz olmak Allah'ın lûtfu ihsanıdır. Dilediği kuluna verir. Zira; Allahü Tealâ'mn ihsanı vâsi' ve ilmi tamdır.]

Yani; ey müminler! Siz dininden dönen kimsenin ef'aline mahzun olmayın. Zira; Allahü Tealâ o dinden dönenlerin bedeline bir kavm halkeder ki, Allahü Tealâ o kavme ve o kavim de Allahü Tealâ'ya muhabbet ederler. Binaenaleyh; tarafeyn birbirinden razı ve hoşnut olurlar. O kavmin evsaf-ı âliyesinden birisi de ken­di din kardeşlerine gaayet yumuşak ve mülayim ve husumetleri meydanda olan kâfirlere gaayet şiddetli bulunmak ve onlara şid­det göstermektir. Yalnız müminlere mütevazi ve kâfirlere şiddetli bulunmakla dahî iktifa etmezler, belki fisebilillâh mücahede eder ve rıza-yı Bari için her zaman canım fedaya hazır olur ve Allah'a ibadette zenımedenlerin zemminden korkmazlar. İşte şu beyan olunan sıfatların cümlesi Allah'ın ihsanıdır. Binaenaleyh; istediği kuluna verir. Zira; Allah'ın lutfu bol ve herkesin istihkaakmı bi­lir ve istihkaakma göre verir.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile Resulullah zamanında irti­dad eden fırka; üçtür: Birincisi; Yemen'de nübüvvet iddiasında bulunan. kâhin (Esvedi Ansı) ve onun etbaı-dır. Resulullah'm âhir ömründe Esved'in katlolunduğuna dair ha­ber geldi, bir gün sonra Resulullah irtihal etti. İkincisi; (Müseylemef ül Kezzab) ve onun etbaıdır. Hz. Hamza'nın kaatili olan Vahşi Hazretleri tarafından katlolunmuş ve «Zaman-ı cahi-liyetimde nâs'm hayırlısı olan Hamza'yı ve zaman-ı İslâmiyetim-de nâs'm şerlisi olan Müseylemeyi katlettim» demiştir. Üçün­cüsü; (Tuleyha) ve onun kavmidir. Kavmi münhezim olunca (Tuleyha) Şam'a firar etti ve sonra İslâm oldu. Bunlardan baş-.ka yedi kabile de Hz. Ebubekir'in hilâfeti zamanında irtidaçl etti. Ebubekir Hazretleri onları te'dib ve terbiye eyledi. Bir tane de Hz. Ömer zamanında irtidad ederek o zamanda Bizanslıların ka­rargâhı olan İstanbul'a firar etti ve orada irtidad üzere kaldı.

İrtidad edecekler bedelinde Allah'ın getireceği kavimle murad; her zamanda bulunan mürtedlerin karşısında din-i İslâm'a yardım eden ve şu âyette beyan olunan evsafı haiz ve emribilma'-rufla meşgul olan bir kitle-i İslâmiyedir ki, âyetin sırrı her zaman zuhur etmektedir. Çünkü; her ne zaman birtakım mürtedler zu­hur ederse karşısında bir kitle-i İslâmiye bulunmaktadır.

Hulâsa; dininden irtidad edenlere müminlerin ehemmiyet vermemeleri lâzım olduğu ve Allahü Tealâ'nın irtidad edenlerin bedelinde kendi sevdiği bir kavim getirip dinine yardım ettireceği ve o kavmin müminlere mütevazi ve kâfirlere aziz ve kavî ola­cakları ve o kavmin fisebilillâh a'dâ-yı dinle mücahede edip zem-medenlerin zemminden hayfetmedikleri ve şu beyan olunan ev­safın fazl-ı ilâhî olup dilediği kuluna verdiği ve Allahü Tealâ'nın ilmi vâsi' olup herkesin istidad ve istihkaakmı bildiği bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [59]

 

Vacip Tealâ kâfirleri dost ittihaz etmekten nehyettikten son­ra müminlerin velilerini beyanetmek üzere  buyuruyor.

[Ey müminler Sizin yardımcınız ve halis dostunuz ancak Al-lahü Tealâ ve Allah'ın resulü ve sol kimseler ki, onlar iman etti­ler ve yalnız imanla da iktifa etmediler. Zira; onlar şol zevattır ki, ikaame-i salât eder, zekâtlarını verirler. Halbuki onlar kemal-i tevazu ile Rablarına rükû' ederler.]

Yani; kâfirlere dostluk etmek müminlere lâyık olmaz. Zira; müminlerin velisi ve dostu ancak Allahü Tealâ ve resulü ve na­mazlarını kılan ve zekâtlarını veren müminlerdir. Zira; bir mü­min cemi-î müminlerin velisi olduğu gibi cümle müminler de onun velisidir.

Müminlerin namaz ve zekâtlarını zikir; münafıklardan tefrik içindir. Çünkü; münafıkların lisanlarında iman olsa da kalpleri küfürle dolu olduğundan namaza ve zekâta devamları olmaz. Amma halis müminlerin salata ve zekâta devamları olduğuna işa­ret "için istimrara delâlet eden muzari sıygasıyla varid olmuştur.

Bil'esale velayet, Allahü Tealâ'ya mahsus olup Resulullah'm ve müminlerin velayetleri bittebi' olduğuna işaret için veli lâfzı müfred olarak varid olmuştur.

Fahr-i Razi, Kazi ve Nimetullah Efendi'nin beyanları veçhile bu âyet Hz. Ali (K.V.) hakkında nazil olmuştur. Çünkü; Mescid-i Resulullah'ta namaz kılarken bir sail sadaka ister. Saile birşey vermekle memnun eden bulunmayınca Hz. Ali'nin rükûda oldu­ğu halde parmağındaki yüzüğü saile vermesi üzerine bu âyetin nazil olduğu mervidir. Şu rivayete nazaran namaz içinde azıcık amelin namazı ifsad etmeyeceğine ve nafile sadakaya zekât denil­mek sahih olduğuna delâlet eder.

Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile müminlerin dostu, ancak bü âyette üçtür: Bu üçten Allah'la Resulullah'm dostlukları ve dostluğa lâyık oldukları malûmdur. Amma müminlerden dost it­tihazına şayan olanlar yalnız imanla iktifa edenler değil belki namaz kılan, zekât veren ve Rabbine tezellül için rükû eden mümin­lerdir. [60]

 

Vacip Tealâ veli ittihazına şayan olanları beyandan sonra Al­lah'ı, resulünü ve müminleri veli ittihaz edenlerin düşmanlarına gaalip olacaklarını beyanetmek, üzere buyuruyor.

[Eğer bir kimse Allahü Tealâ'yı muîn ittihaz ederek her umurunu Allah'a tefviz, resulünü ve müminleri dost ittihaz ederse onun için düşmanı üzerine galebe vardır. Zira; Allah'ın diniyle tedeyyün eden cemaat ancak düşmanları üzerine gaaliplerdir.]

Yani; bir kimse Allah'a itimad ve ancak muhabbetini Rabbi-sine hasreder ve dinine yardım ve resulünü dost ittihaz ve onun sünnetini ihya eder ve müminleri dost edinerek umur ve hususla­rında'onlara muavenet eyler ve hüsn-ü muaşeretle vazife-i uhuv­veti yerine getirirse o kimseler her zaman düşmanlarına gaaliptir. Zira; o kimseler din-i ilâhinin ahkâmına riayetle hizb-i ilâhiden olmuşlardır. Hizb-i ilâhi de düşmanlarına her zaman gaaliplerdir, fakat dininin ahkâmına riayetle hizb-i ilâhiden olmak şarttır. Ya­ni; Allah'ı ve resulünü ve müminleri veli ittihaz edenler hizbul-lah olurlar, hizbullah olanlar da düşmanlarına gaalip olurlar. Al­lah'ı ve Rasulünü dost ittihaz edenler düşmanlarına gaalip olur­lar» demektir.

Allah'ı ve resulünü ve müminleri dost ittihaz edenlerin şere­fine işaret için bu mertebe-i âliyeye nail olan ehl-i imanın hizbul­lah oldukları sarahaten beyan olunmuştur. Çünkü hizb ; bir iş üzere toplanan cemaattır. Şu halde hizbin Allah'a izafeti teşrif içindir. Allah'ın dini üzere içtima ve emrine itaat ederek tarîk-ı ilâhide toplandıkları için cemaat-ı ilâhiye unvanını almışlar ve bu unvana bihakkın seza olmuşlardır.

Bu âyette Allah'ı, resulünü ve müminleri dost ittihaz etmeyenlere tariz vardır ki, onların hizb-i ilâhiden olmamaları lâzım gelir ve hizb-i ilâhinin, hizb-i ilâhi oldukça gaalip ve hizb-i ilâhi­den olmayanların daima mağlûp olacaklarını beyanla hizb-i ilâhi­den olmaya Vacip Tealâ kullarını terğib etmiştir. [61]

 

Vacip Tealâ kendi zatını ve resulünü ve müminleri veli itti­haz edenlerin gaalip olacaklarını beyanettiği gibi bilûmum kâ­firleri veli ittihaz etmekten ehl-i imanı nehyetmek üzere buyuruyor.

[Ey müminler! Şol kimseleri dost ittihaz etmeyin ki, onlar sizden evvel kendilerine kitap verilen ehl-i kitaptan oldukları hal­de sizin dininizi oyuncak ittihaz ederek mahall-i istihza addetti­ler ve istihfaf ederek ihanet suretiyle istihza ederler. Binaenaleyh; bu misilli ehl-i kitabı ve müşrik olan kâfirleri dost ittihaz etme­yin ve eğer müminseniz bunları dost ittihaz etmekte Allah'tan korkun.]

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile bu âyet müşriklerle ehl-i kitap beyninde fark olduğuna delâlet eder. . Zira; ehl-i kitabı zikirden sonra küffarı ayrıca zikretmek beyinlerinde fark olduğunda açık bir delildir. Çünkü; bu âyette küffarla murad; müşriklerdir. Müşriklerin küfrü ehl-i kitaptan esna' olduğu için ehl-i kitaptan sonra küffar ayrıca zikrolunmuştur.

Vacip Tealâ bundan evvelki âyette Yehûd ve Nasara'yı dost ittihaz etmekten nehyetmişti. Bu âyette ise ehl-i kitap olsun, ve ehl-i kitabın gayrı olsun, bilûmum kâfirleri dost ittihaz etmekten nehyetmiştir. Çünkü; ehl-i imana bilûmum kâfirlerin adaveti za­hirdir.

İmanı, itikadı olanların Allah'tan korkmak ve menhiyatı terketmekle nefislerini azaptan vikaaye etmeleri lâzım olduğunu be­yan için âyetin âhirinde «Eğer müminseniz Allah'a ittikaa edin» buyurmuştur.

Fahr-i Razi ve Kazi'nin beyanlarına nazaran âyet (Rufaa b. Zeyd) ve (Süveyd b. Haris) denilen kimseler haklarında nazil ol­muştur. Çünkü; onlar küfür üzere ısrar ettikleri halde Müslü­manlara karşı Müslüman göründükleri için Cenab-ı Hak din-i İs-lâmı oyuncak ittihaz eden sahtekâr münafıkları ve açık kâfirleri dost ittihaz etmekten nehyetmiştir. Bilûmum münafıklar ve sah­tekârlar bu âyetin mazmununda dahiller ve müminlerin dostlu­ğuna lâyık değillerdir. [62]

 

Vacip Tealâ ehl-i kitap ve gayrıdan din-i İslâmı oyuncak itti­haz edenleri dost ittihaz etmekten nehyettiği gibi dini İslâmm ne gibi ahkâmını oyuncak ittihaz ettiklerini dahi beyanetmek üzere buyuruyor.

[Siz namaz için halkı çağırıp ezan okuduğunuzda onlar salâtı istihza ve oyun ittihaz ederlerdi. Şu istihzalarının sebebi; onlar bir kavimdir ki, cahiller ve idrakten ârî akılları yoktur.] Yani; akılları varsa da akıldan matlûb olan intifaı yapamadıklarından akılları yok mesabesinde tenzil olunmuştur. Zira; vücudundan in­tifa olunmayan herşey yok hükmündedir.

Fahr-i Razi ve Kazi'nin beyanları veçhile bu âyet, ezanın Kur'ân'la meşru ve sabit olduğuna delâlet eder. Çünkü; namaz için nidanın namaza dâyet için nidadan başka bir manâsı yoktur ve ezanın âyetle sabit olması rüya ile sabit olmasına münafi de­ğildir. Çünkü; rüya ile sabit olduğunu beyaneden hadîsler ezanın keyfiyetini ve âyetse asıl ezanı ve nidayı beyanettiği cihetle be­yinlerinde münafat yoktur. Şu halde salata davette nidanın lü­zumu bu âyetle sabit olup nidanın keyfiyeti de hadîsle sabittir.

Binaenaleyh; din-i Muhammedide ezan okumak sünnettir ki, ta zaman-ı saadetten ilâ yevminâ hazâ ümmetin ittifak ettikleri bir ibadet-i mesnunedir.

Fahr-i Razi, Kazi ve Hâzin'in beyanları veçhile münafıklar ve sair kâfirler ezana hased edip Huzur-u Risalete gelerek «Ya Muhammed (S.A.) Sen birşey icad ettin ki, misli sebketmedi, nübüvvet dâvasında bulunuyorsun, Enbiya-yı sabıkada görülme­yen birşey icad ediyorsun, halbuki enbiya-yı sabıka, böyle birşey iyi olsaydı onlar da ihtiyar ederlerdi, halbuki ihtiyar etmediler. Şu halde sen bu bağırmayı nereden buldun ve bu çirkin âdeti ne­den icad ettin?» demeleri üzerine âye-tiyle bu âyetin nazil olduğu mervidir. Bir gün Medine'de müez­zin deyince bir Nasranî yalancı yansın

dediği ve gece hizmetçisi hanede ateşle iş' görürken ateş çıkara­rak Nasranî'nin evlâdü ıyalı ve hanesiyle yandığı mervidir. Çün­kü; ezan ve namaz Cenab-ı Hakka tazîm ve Rabbi Tealâ'mn em­rine imtisalle halikın azametine karşı ubudiyette olan zilleti izhar için meşru olduğundan bu gibi mühim ibadetleri istihza edenlerin aklı olmadığına ve akılları varsa da intifa etmediklerinden yok mesabesine tenzil olunduğuna işaret için bu istihzalarına sebep olarak akılları olmadığı beyan olunmuştur.

Hulâsa; ehl-i imanı namaza davet için ezanla nida olunduğun­da münafıklar ve kâfir mücahirler istihza ettikleri ve bunun sebe­biyse idrakten âciz bir kavm-i câhil oldukları bu âyetten müste-fad olan fevaid cümlesindendir. [63]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin namazı istihza ettiklerini beyandan sonra din-i İslâmda istihza olunacak birşey olmadığını dahî be-yanetmek üzere buyuruyor.

[Habibim! Sen ehl-i kitabı ilzam suretiyle de ki: Ey ehl-i ki­tap! Siz bizden intikam almaz ve bizim üzerimize birşey inkâr et­mez, ancak biz Allah'a ve bize inzal olunan Kur'ân'a ve Kur'ân'-dan evvel inzal olunan kütüb-ü ilâhiyeye iman ettik dediğimizden dolayı intikaama cüret eder ve dinimizi inkâra tasaddî edersiniz. Bu intikam ve inkârınızın sebebi; sizin ekseriniz fasıktır.] Çünkü; fâsıkın sânı daima ehl-i hakka buğzetmektir. Binaenaleyh; siz de fışkınız sebebiyle, buğzediyorsunuz. Yoksa bizim size karşı bir ku­surumuz yoktur, ancak kusurumuz Allah'a ve kitaplarına imanımızdır.

Yani;  «Siz bizden ayıplamaz ve kerih görmezsiniz, ancak imanımızı kerih görürsünüz. Zira; din-i İslâmda kerih görecek birşey yoktur. Çünkü; bütün ahkâmı akla ve hikmete muvafıktır.- Binaenaleyh; imanımız bize muhabbete sebep olacakken siz adavete sebep kılıyorsunuz, bu da sizin fasık olmanızdan neşet etmiştir.

Yehûd'un ve sair ehl-i küfrün hepsi fasık oldukları halde fışkı ekserisine nispetin sebebi; kendi dinlerinden fâsık olanları beyan­dır. Çünkü; ehl-i küfürde kendi dinleri icabı amel fevtetmiyenler olduğu gibi kendi dini muktezasıyla amel etmeyip fasık olanları olduğundan «Ekseriniz fasık» denmiştir. Çünkü; Yehûd'un alelek-ser söyledikleri ve işledikleri, riyaset ve mansıp sevdası, rüşvet almak ve hükümdarlara takarrub etmek için olduğundan ve bu sıfat-ı zemîme hepsinde bulunmayıp ekserisinde bulunduğundan çoğunun fasık olduğu beyan olunmuştur. Ehl-i kitab, imanın ne­den ibaret olduğunu bildiklerinden imana muhabbet etmeleri lâ­zımken aksini iltizam etmek taaccübe şayan olduğuna işaret için taaccüp manâsına istifhamla varid olmuş ve ehl-i kitabı insafa davet etmiştir.

Fahr-i Razi ve Beyzavi'nin beyanları veçhile bu âyet Yehûd hakkında nazil olmuştur. Çünkü; Yehûd'dan bir cemaat Huzur-u Risalete gelip enbiyadan kimlere iman ettiğini sual etmeleri üze­rine Resulullah «Kur'ân'a ve Kur'ân'dan evvel nazil olan kitap­lara ve bilûmum enbiyayı sabıkaya iman ederim» buyurunca İsa (A.S.)'ın ismini sarahaten işittiklerine binaen «Dünyada ve âhirette sizin dininizden şer ve nasibi az. bir din bilmeyiz» dediler. Çünkü; Yehûd'un İsa (A.S.)'a buğzları enbiyanın cümlesinden zi­yade olduğundan ona iman edenleri sevmezlerdi. İşte şu sözleri üzerine bu âyetin nazil olduğu mervidir.

Hulâsa; ehl-i kitabın ve münafıkların ehl-i imana buğzları imanlarından dolayı olduğu ve müminlerin imanlarını intikamla­rına vesile kıldıkları, halbuki iman muhabbete vesile olacakken adavete sebep addetmeleri taaccübe şayan bir hâl olduğu ve ek­seri ehl-i kitabın kendi dinlerinde dahî fasık oldukları bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [64]

 

Vacip Tealâ Yehûd'un din-i Muhammedîye şer dediklerine cevap olmak üzere buyuruyor.

[Ey Resul-ü Ekrem! Sen Yahudilere ilzam tarîkıyla de ki: Sizin bizim imanımızı.şer addettiğinizden daha ziyade şerrini ben size haber vereyim mi? O şer; indallah sizin amelinizin cezasıdır-ki, o şer Allah'ın lanet ettiği ve üzerlerine gazap ettiği kimselerin amelleri ve tahrif ederek ihtiyar ettikleri dinleri ve âdetleridir. Ve nasıl şer olmasın ki, Allahü Tealâ onlardan bazılarının surat­larını maymun ve bazılarını hınzır kıldı ve onlar şeytan'a ibadet ettiler. İşte şer olan Tâğut'a ibadet olan dindir, yoksa Allah'a ve kitaplarına iman etmek şer değildir. İşte şu evsafı cami' olan Ya­hudiler mekân yönünden ziyade serdir ve doğru yoldan ziyade çıkmışlardır.]

Yani; bizim dinimiz ve imanımızda şer yoktur. Lâkin sizin itikaadımz üzerine Allah'ın size cezası, laneti ve gazabı size daha ziyade serdir. Hatta şer olduğundandır ki, onlardan bazılarının suratı maymun ve bazılarının suratı hınzır olmuştur ve şer olan; şeytan'a ibadettir. İşte mekân cihetinden ziyade ve doğru yoldan çıkmış bunlardır, biz değiliz demekle cevap ver Habibim! Demek­tir. «Bundan daha ziyade şer olanı ben size haber vereyim mi?» deyinde «Bundan daha ziyade şer nedir?» şeklinde varit olan sua­le cevap olarak Allah'ın lanet ve gazab eylediği ve suratlarını maymun ve hınzır suretine tebdil ettiği kimselerin amelleri daha ziyade şer olduğu beyan olunmuştur. Binaenaleyh; Vacip Tealâ bu âyette Yehûd'un dört sıfat-ı zemîmesini beyan buyurmuştur: Birincisi; lanet, ikincisi; gazab olunmaları, üçün­cüsü; hınzır ve maymun suretine tebeddül etmeleri, dör­düncüsü; şeytan'a ibadet eylemeleridir ki, bunların cüm­lesinin şer olduğunda kimsenin şüphesi yoktur.

Maymun suretine tebeddül edenler; Ashab-ı Sebittir. Yani; Cumartesi günü işten nehyolundukları halde riayet etmeyip te­cavüz edenlerdir. Hınzır suretine tebeddül edenler; Hz. İsa'nın maidesini gördükleri halde iman etmeyenlerdir. Tâğut ; şer olan herşeye denirse de burada şeytan veya Samirî'nin yapmış olduğu dana suretidir. Çünkü; Allahü Tealâ'ya ibadetten halkı iğ­fal eden herşey tâğuttur. Binaenaleyh; papazlara da tâğti  denilebilir. Zira; onlar da halkı idlâl etmekten hâlî değillerdir. Bu evsafı haiz olanların mekânları Cehennem olduğuna işaret için şu evsafı hâiz olanların mekânlarından daha ziyade şer olmadığını beyan buyurmuştur. Şu halde şer olan mekânda bulunacak kim­selerin amelleri şer olacağında şüphe yoktur. Binaenaleyh; bun­ların doğru tarik olan din-i İslâmdan uzak olduklarına işaret için seva-i tarîktan dalâlette oldukları beyan olunmuştur.

Fahr-i Razi'nin beyanına nazaran bu âyetin nüzulünden sonra müminlerin Yahudileri ta'yib edip «Ey maymun ve hınzır kardeş­leri» dedikleri ve Yahudilerin de cevaba muktedir olamayıp bo­yunlarını eğdikleri mervidir.

Hulâsa; din-i Muhammedînin şer olmadığı, ancak şer olan Al­lah'ın lanet ve gazab ettiği kimselerin itikad ve amelleri olduğu ve şu ceza onlara taraf-ı ilâhiden amellerinin cezası olduğu ve mekân cihetinden Yehûd ve küfredenlerden daha ziyade bir kimse olmadığı ve bunların doğru yoldan gaayet uzak oldukları bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [65]

 

Vacip Tealâ Yahudilerin   evsaf-ı zemîmelerinden   bazı âhari beyanetmek üzere buyuruyor.

[Yahudiler size geldiklerinde biz iman ettik derler. Halbuki onlar küfürle girdiler ve küfürle çıktılar. Allahü Tealâ onların sakladıkları küfriyatı bilir.]

Yani; Yahudiler size geldiklerinde onlar size karşı imanlarını izhar eder ve biz iman ettik derler. Halbuki onlar sizin huzurunu­za dahil olduklarında kâfir olarak girdiler. Kâfir olarak girdikleri gibi kalplerine hiç iman girmeyerek muhakkak huzurunuzdan kâ­fir oldukları halde çıktılar. Halbuki Allahü Tealâ onların sizden sakladıkları nifaklarını iyi bilir.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile gerek girdiklerinde ve gerek çıktıklarında küfrün onlardan ayrılmadığına ve kalplerine yapış­mış bir halde olduğuna işaret için ittisal manâsına delâlet eden ile varid olmuştur. Yani; «Huzuru Risalete nasıl ki, küfürle girdilerse hiç tebeddül vuku' bulmaksızın aynı küfürle çıkıp gittiler» demektir. Kalplerinde müminlere gadr ve zulmet­mek ve hile ve desiseyle aldatmak saklı olduğundan onlardan bu fikrin çıkmadığına işaret için Vacip Tealâ kalplerinde sakladıkları şeyleri herkesten ziyade bildiğini beyanla tehdid etmiştir.

Tefsir-i Hâzin ve Taberi'de beyan olunduğuna nazaran bu âyet Yehûd'dan bir cemaat hakkında nazil olmuştur. Çünkü; on­lar Huzur-u Risalete gelip «Biz iman ettik» demişlerse de iman­dan bir eser olmadığı gibi Huzur-u Risalete girmeleriyle çıkma­ları beyninde fark olmadığını beyan için Yahudileri tekzib sadedinde bu âyetin nazil olduğu mervidir. Lâkin âyet; gerek Yehûd ve gerek Yehûd'un gayrı bilcümle münafıklara şâmildir. Şu hal­de her asırda mümin suretinde görünen münafıkların halleri dahî böyledir. Binaenaleyh; «Biz müminiz ve Müslümanız» dedikleri halde. Müslümanlıktan hiçbir şey kabul etmeyen münafıklar da aynı hükme tâbilerdir. [66]

 

Vacip Tealâ Yehûd'un evsaf-ı zemîmelerinden bazı âhari da­hî beyanetmek üzere buyuruyor.

[Habibim! Yehûd ve Nasara'dan sen çoklarını görürsün ki, onlar günaha ve ebna-yı cinsine zulme ve haram yemeye sür'at ederler. Zat-ı ülûhiyetime yemin ederim ki, onların amelleri ne kötü oldu.]

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile ism ; mutlakaa günahtır. Udvan ; gayra zulmetmek ve kitaptan yanlış me­seleler neşriyle halkı idlâl etmektir. Bâtıl işlere hayra sa'yeder gibi sa'yettiklerine işaret için şerre sa'ylerinden müsaraatla tâbir olunmuştur. Suht ile murad; rüesanın avam, güruhundan al­dıkları rüşvettir.                                 '

Günaha ve zulme bazılarının sa'yetmediklerine işaret için çoklarının sa'yleri beyan olunmuştur. İsmde yani mutlakaa gü­nahta zulmetmek ve haram yemek dahî dahil olduğu halde bun­ların azam-ı ceraimden olduğuna işaret için ayrıca zikrolunmuş-lardır. Çünkü; umumî zikirde dahil olan birşeyi hususî olarak tek­rar zikretmek onun şânma ihtimam içindir.

Bu âyette beyan olunan günaha sür'at ve zulmetmek ve ha­ram yemek cemi-i edyanda haram olduğu gibi bizim dinimizde dahî haram kılınmıştır. [67]

 

Vacip Tealâ Yehûd ve Nasara'dan birçoklarının günaha, eb-nâ-yı cinsine zulme ve haram yemeye müsaraat ettiklerini be-yanettiği gibi onları münkirattan nehyetmeyen rüesa ve ulemanın sanatlarının kötü olduğunu dahî beyanetmek üzere buyuruyor.

[Keşke Rabbi Tealâ'ya mensup olan halis kullar ve ulema on­ları günah ve sözlerinden ve haram yemekten menetmiş olsalardı, elbette haklarında iyi olurdu. Zat-i ülûhiyetime yemin ederim ki, işledikleri işleri ne acîp fena oldu.]

Yani; avam-ı nâs'ı günahtan nehyetmeyen rüesa ve ulemanın nehyetmemeleri ne fena oldu demektir. Herhalde ulemanın, ava­mı menhiyattan nehyetmeleri lâzımdır. 'Binaenaleyh; ehl-i kitabın uleması avamı men'etmedikleri için günahtan kurtulamazlar. Ke-zalik her milletin nasihat etmeyen uleması da bu zemde dahiller­dir. Çünkü; ulemanın vazifesi avam-ı .nâs'a günah olan şeyleri ve o günah üzere terettüb edecek azabı beyanla nasihat etmektir. Şu halde lâzım gelen nasihati terketmek elbette hatadır. Günahtan nehye muktedir oldukları halde nehyetmeyenler o günahı mm> tekib olanlarla beraber olduğuna âyet delâlet eder. Çünkü; Vacip Tealâ âyet-i sabıkada münkiratı işleyenlerin hakkında amelleri­nin kötü olduğunu beyanettiği gibi bu âyette de münkirattan neh-yetmeyenlerin sanatlarının kötü olduğu be^an olunmuş ve sanat, amelden daha kuvvetli, olduğu cihetle münkirattan nehy etmeyen­lerin günahları daha ziyade olduğuna işaret olunmuştur. Zira Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile amel; bir defa işlenen şeye ıtlak olunur, amma sanat; ta'lim ve taallümle alışılıp maharet-i hamileyle işlenilen şeye ıtlak olunduğundan sanat amel­den daha kuvvetlidir. Binaenaleyh; avam-ı nâs'ı muktedir olduğu halde maasîden nehyetmeyen ulemanın nasihati terklerinden do­layı zemlerinde mübalâğa olunmuştur. Çünkü; emribilmaruf hususunda müdahene haram olduğu gibi mümkün olan yerde nasi-hattan sükût etmek de caiz değildir. [68]

 

Vacip Tealâ Yehûd'un ahval-i zemîmelerinden bazı âhari be-yanetmek üzere buyuruyor.

Yehûd; «Allah'ın eli bağlıdır, kullarına rızkı kısa veriyor» de­diler. Halbuki Yehûd'un elleri amel-i salih işlemekten bağlandı. Ve onlar kendi sözleriyle lanet olundular.] Zira; Allahü Tealâ'ya (hâşâ) eli bağlı, rızkımızı âz veriyor demeleri iftiradır ve hakk-ı ülûhiyete lâyık olmayan şeyi söylediklerinden lanete müstehak olmuşlardır. [Belki Allahü Tealâ'nın yed-i kudret-i ilâhiyesi açık­tır. Nasıl isterse kullarını istediği veçhile infak eder, hiç kimse ka­rışamaz.] Ve her kuluna nasibi veçhile Allah'ın ihsanı boldur. Bİ-. naenaleyh; Yehûd'un sözleri şan-ı ülûhiyete lâyık olmadık bir if­tiradır. Zira; Allah'ın kudreti hiçbir şeyle mukayyed olmadığı halde Allahü Tealâ'ya aciz nispet etmişlerdir. Çünkü; «Eli bağlı» demek; (hâşâ) «Bahîl» demektir ki, eser-i acizdir. Binaenaleyh; bu Sözlerinden küfür lâzım gelmiştir.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğuna nazaran âyetin sebeb-i nüzulü; Yahudiler servet sahibi maldâr kimselerken Resulullah ba's olunup din-i İslama davet edince tekziple Allah'a ve resulüne isyan ettiklerinden Allahü Tealâ rızıklarmı az verdi. Binaenaleyh; kesretleri kıllete, bollukları darlığa ve rahatları meşakkata yüz tutunca hiddet ederek bu sözü söylemişler ve Cenab-ı Hak da bu âyette onların bu sözlerini hikâye buyurmuştur.

Yehûd'un aleyhine bir duadır.   Yani;    «Kudretleri kesilsin, elleri, bağlansın, hiçbir şeye kaadir olamasınlam demektir.

Şu halde bu âyet; Yehûd aleyhine bu minval üzere dua etme­mize taraf-ı ilâhiden ta'limdir. Binaenaleyh; (       ile Ebi Leheb'e ve ile münafıklara duayı talim bu­yurduğu gibi Cenab-ı Hak bu âyetle de Yehûd aleyhine duayı ta'-lim buyurmuştur. Binaenaleyh; din-i Muhammediye iman etme­yenler aleyhlerine bizim için dua etmek caiz olduğuna bu misil­li âyât-ı beyyinat delâlet etmektedir. Bu cümle; Yehûd aleyhine duayı talim olmakla beraber Yehûd'un, elleri hayrattan bağlı ol­duğunu dahî müş'irdir. YeduIIahla murad; Allah'ın kuv­vet ve kudretidir. Çünkü; âlet-i câriha manâsına yed, Vacip Tealâ hakkında muhaldir. Yed; nimet manâsına olunca «Allah'ın yed-i mebsut» demek, «Allah'ın nimeti bol» demektir. Yani; «Ni-met-i dünya, nimet-i âhiret, nimet-i zahire, nimet-i bâtına, nimet-i nefi' ve defi' ve nimet-i rahat gibi velhasıl nimetlerin cümlesine şâmil ve cümlesinin bol olup istediğine verir» demektir.

Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile Vacip Tealâ dünya ve âhiret işlerinin cümlesinin hikmeti icabı irade-i ilâhiyesine bağlı olduğunu beyan için dilediği kimseye infak ettiğini beyanetmiş-tir. Şu halde Yehûd üzerine arız olan kahtu gala ve maişet darlığı ve sair duçar oldukları felâket Cenab-ı Hakkın (hâşâ) imsakin­den değil, belki onların günahlarının şeameti sebebiyle hikmet-i ilâhiye, onların terbiyesini icabettiğinden Cenab-ı Hak onları ter­biye etmiştir.

Hulâsa; maişetlerinin daralmasından hiddet ederek Yahudi­lerin (hâşâ) AUahü Tealâ'ya buhul isnad ettikleri, Allahü Tealâ'-nm buhulden münezzeh olup nimetinin mebzul olduğu ve dilediği kulunu dilediği gibi infak ettiği ve bu sözleriyle Yahudilerin la­nete müstehak oldukları ve Yehûd ve sair ehl-i küfür aleyhine bizim için bedduanın caiz olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [69]

 

Vacip Tealâ   ehl-i küfrün evsaf-ı zemîmelerinden bazı âhari beyanetmek üzere buyuruyor.

[Zat-i Ulûhiyetime yemin ederim ki, Rabbin tarafından sana inzal olunan Kur'ân onlardan pek çoklarının küfür ve tuğyanla­rını elbette ziyade eder.]

[Biz Azimüşşan onların aralarına ilâ yevm-ilkiyam buğz ve adavet koyduk.]

[Her ne zaman onlar harb için ateş yakarlar ve fitne-i harbi alevlendirmek isterlerse Allahü Tealâ onların yaktıkları ateşi sön­dürür. Halbuki onların âdetleri her zaman arz üzerinde fesada sa'yetmektir.]

[Ve Allahü Tealâ müfsitleri sevmez.]

Yani; kâfirlerin birçok âdet-i kabihaları vardır. Bunlardan birisi de Habibim! Rabbin Tealâ tarafından sana inzal olunan Kur'ân'm onlardan çoklarının küfrünü elbette ziyade etmesidir. Çünkü; Kur'ân'da her âyet ve sûre nazil oldukça onların buğz ve adavetleri artar ve Allahü Tealâ'ya hiddetleri iktizası iftiraya ce­saretle tuğyanları da tezayüd eder. Onların hakkı kabul etmeyip küfür üzere ısrarlarına mukaabil biz ilâ yevm-ilkıyam beyinlerin­de adavet koyduk ki, onlar hiçbir zaman adavetleri icabı yekdiğe-rinden emin olamazlar. Binaenaleyh; küfürleri onları daima ıztı-rab içinde bırakır. Onlar her ne zaman ateş-i harbi yakmak ve alevlendirmek isterlerse Allahü Tealâ söndürür. Zira; hakka kar­şı ilân-ı harbeden daima sönmeye mahkûmdur. Onların âdetlerin­den birisi de fesada sa'yetmektir. Binaenaleyh; arz üzerinde fesa­da sa'yederler, din-i Muhammedinin mahvına ve zikr-i Muham-medinin ortadan kalkmasına çalışırlar ve ehl-i İslâm arasına fitne koymaya uğraşırlar. Halbuki Allahü Tealâ müfsidleri sevmez. Binaenaleyh; Yehûd kavmi her nerede görülse gazab-ı ilâhinin eseri olarak zelîl ve hakîr görülürler ve nâs!ın içinde zengin olsa­lar dahî halleri fakru mezellettir.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile bu âyette ehl-i kitaptan ke­sir olanlar la murad; Yehûd ulemasıdır. Çünkü; Resulul-lah'a Kur'ân nazil oldukça herkesten ziyade Yehûd ulemasının buğz ve adavetleri tezayüd ve din-i İslâm aleyhine itirazları te-şeddüd etmiş ve din-i İslâmın hakkaniyetine delil geldikçe onla­rın küfrü idameye sa'yları küfürlerinden ziyade olmuştur. Zira; din-i İslâmın hakkaniyetine delili gördükçe iman etmeleri lâzım­ken onların küfre ısrar edip idamesine çalışmaları küfürlerinin ziyade olmasını icab eder. Beyinlerine adavet konulan fırkalar la murad; Yehûd ve Nasara'nın fırkalarıdır. Binaen­aleyh; ilâ yevm-il kıyam Yehûd ve Nasara'yı ve Nasara Yehûd'u tekfir ederler. Kezalik Yahudilerin fırkaları arasında da adavet mevcuttur. Zira; onlardan bazıları cebriye, bazıları kaderiye ve bazıları müşebbehedir. Bunların arasında daima itikaadiyatta mü­nazaa eksik olmadığından bir araya toplanmalarına imkân yok­tur. Çünkü; herkes kendi mezhebini terviç ve diğerinin mezhebini tezyif ettiğinden kıyamete kadar beyinlerinde husumet devam eder. Nasara da aynı haldedir.

Yahudiler her ne zaman bir umur-u mühimmeye başlasalar hâib ve hâsir olurlar. Gerçi kendi sa'yları sebebiyle servet sahibi olurlarsa da, kuvvet sahibi olamazlar, belki zillet ve meskenet sa­hibi olurlar ve daima yeryüzünde fesada sa'yeder ve zayıf akıllı olanları iğfale çalışır ve İslâm aleyhine gizli hileler düşünürler. Tevrat'ın ahkâmına muhalefet ettiklerinden Cenab-ı Hak onlara (Buht-ün Nasr)'ı musallat kıldı ve ifşadlarının mukaabilinde hü­kümetleri münkariz oldu. Sonra kendilerini topladılar ve tekrar ifsadata başladılar. Bunun üzerine Cenab-ı Hak Rum meliklerin­den (Batris)'i musallat kıldı. Bundan sonra yine ifsadlarına mu-kaabil Allahü Tealâ Müslümanları musallat 'kılmıştır. Binaena­leyh; ilâ yevm-ilkıyam mezelletten kurtulamayacaklardır. Nasara fırkaları ve devletleri arasında dahî buğz ve adavet ilâ yevm-il-kıyam bakîdir ve onlardan herbiri âharin endişesinden kurtula­madıkları meydandadır.

Kur'ân'da bu ve bunun emsali âyetler Yehûd ve Nasara'nm bu gibi fırkalara inkısamını ve bir din erbabı arasında bu gibi buğz ve adavetin meşru olmayıp menfur olduğunu ve bu misilli menfur âdetlere müptelâ olduklarını beyanla onları zem ve ta'yib etmek ümmet-i Muhammed'e bir ders-i ibrettir ki, «Siz de onlar gibi olmayın» demektir. Zira; Kur'ân'ın nazil olduğu zaman üm-met-i Muhammed arasında henüz itikaadiyâtta fırkalar zuhur et­memiş olup ehl-i İslâm bir kitle-i vahide ve fırka-i nâciye halin­deydi. Binaenaleyh; ehl-i İslâm arasında sonradan zuhur eden fır­kalarla bu âyete sual ve itiraz varid olmaz. Çünkü; âyet Yehûd ve Nasara'nm fırkalara teferruk etmeleriyle zemmolunmalarından ehl-i İslâm arasında bu gibi fırkalar olmaz demek olmayacağını beyan lâzım gelmez ki, itiraz edilsin. Binaenaleyh; ehl-i İslâm ara­sında dahi diğer milletler gibi maatteessüf fırkalar zuhur etti ve aralarında itikaadiyât hususunda ilâ yevm-ilkıyam husumet de­vam edecektir. Halbuki bir millet arasında tefrika o milletin âsâ-bına zaaf iras ederek sözleri bir araya gelemediği için inkırazına sebep olduğunda şüphe yoktur. İşte Cenab-ı Hak bu esasa mebni Yehûd ve Nasara'nm fırkaları; aralarında tefrika, adavet ve husu­mete sebep olduğunu beyanla ehl-i İslama bu gibi tefrikalardan ihtiraz etmelerini tenbih etmiştir. Siyasi fırkalar da aynı haldedir. Binaenaleyh; fırkalar arasında ihtilâfat millet arasında sözü da­mıttığı için her neye başlansa neticesiz kaldığı meydandadır.

Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile kitabî olan bir milletin kitaplarına muhalefeti o milletin inkırazına bâdî olacağına âyet delâlet eder. Zira; Yehûd kitaplarına muhalefetleri sebebiyle mak-hur ve münhezim olmuşlardır.

Hulâsa; Kur'ân'ın nüzulü, iman etmeyen kâfirlerin küfürle­rini arttırdığı ve küfürlerine devam ettiklerinden dolayı ilâ yevm-ilkıyam beyinlerinde adavetin eksik olmayacağı ve her ne zaman kâfirler ehl-i İslâm aleyhine fitne-i harbi alevlendirmek ve İslâmı mahvetmek isterlerse Allahü Tealâ'mn o alevi söndüreceği ve on-Innn daima İslam aleyhine fesada çalıştıkları ve Allahü Tealâ'nın müfsitleri sevmediği bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesin-dendir. [70]

 

Vacip Tealâ ehl-i kitabı zemmettikten sonra imana davet et­mek üzere buyuruyor.

[Eğer ehl-i kitap iman etmiş ve sair günahlardan ihtirazla ne­fislerini azaptan vikaaye eylemiş olsalardı Biz Azîmüşşan onların günahlarını kefaret ve nimet sahibi olan cennetlere elbette ithal ederdik.]

Yani; ehl-i kitabın sebeb-i necatları iki şeydir ki, iman ve it-tikaadır. Binaenaleyh; iman ve.ittikaa etseler günahları kefaret olunmakla korktuklarından kurtulurlar ve Cennet'e girmekle um­duklarına nail olurlar.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile bu âyet; saadçt-i âhireti cami­dir. Çünkü saadet-i âh ir et ; iki şeyle hâsıl olur: Bi­rincisi; azabın defiyle olur ki, buna seyyiatı kefaret ede­ceğini beyanıyla işaret etmiştir. İkincisi; amelinin seva-btnat nail olmakla olur kî, buna da iman ve ittikaa edenleri cen­netlere ithal edeceğini beyanla işaret buyurmuştur.

İman, günahların kefaretine sebeb-i müstakil olduğu halde imanda makbul olan ibadet ve ittikaaya mukaarın olan iman oldu­ğundan Cenab-ı Hak bu âyette imana ittikaayı zammetmiştir ki, iman-ı kâmil, ittikaaya mukaarın olan iman olduğuna işaret olun­muştur.

Beyzavi'nİn beyanı veçhile âyette ehl-i kitabın günahları her sınıfın günahından daha büyük olduğuna işaret vardır. Çünkü; Resulullah'ın evsafını ye nübüvvetini kitapları beyanedip kendi­leri dfe bildikleri halde hased,   riyaset,   enıval-i dünya ve rüşvet gibi adî ve kıymetsiz şeylere tebaiyet sebebiyle küfrü terketme-yip devam etmeleri cinayetlerinin pek büyük olduğuna delâlet eder. Zira; bilerek günahın cezası, bilmeyerek günahın cezasın­dan elbette büyüktür. İmanı kabul edince küfür halinde işlemiş olduğu günahların kâffesine imanın kefaret olacağına âyet delâlet ettiği gibi ehl-i kitabın âhir zaman nebisine iman etmedikçe Cen­net'e dahil olamayacaklarına dahi delâlet eder. [71]

 

Vacip Tealâ ehl-i kitabın iman ettikleri takdirde saadet-i âhi-rete nail olacaklarını beyanettiği gibi saadet-i dünyaya da nail ola­caklarını beyanetmek üzere buyuruyor.

[Eğer ehl-i kitaptan Yehûd Tevrat'ın ve Nasara İncil'in ve Rablarından onlara inzal olunan kütüb-ü semaviyenin ahkâmına riayet ederek ikaame etmiş olsalardı, başlarının üzerinden ve ayaklarının altından yerlerdi.]

Yani; rızkları bol olup semâdan bereket yağar ve yerden tür­lü türlü nimetler biter ve her taraftan rızkları gelir, asla müzayaka görmezlerdi.

[Ehl-i kitaptan bazıları ümmct-i âdiledir ki, onlar amellerin­de ifrat ve tefrit etmezler. Binaenaleyh; kütüb-ü semaviyenin ve rusul-ü kiramın cümlesine iman eder ümmet-i mümine olurlar.]

[Ve ehl-i kitaptan çoklarının amelleri gaayet kötü oldu ve on­lardan sadır olan günahların şeameti onları ihata etti. Binaena­leyh; onların amelleri ne fena ameldir.]

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile bu âyette Tevrat'ın ve İncirin ahkâmını ikaameyle murad; bilûmum ahidlerini ifa ve hukuukuna riayet ve manâsıyla arriel ve Resulullah'a müteal­lik olan âyetlerini tasdik ve hîn-i bi'setinde imanla beraber yar­dım etmektir. Rablarından onlara inzal olunan kitapIarla murad; enbiya-yı kirama nazil olan kitaplar ve Kur'ân-ı Azîmüşşan'dır. Başkalarının üzerinden ve ayaklarının altından ekletmeleri yle murad; rızıklarının bol olmasıdır. Çünkü; Yahudiler Resulullah'm nübüvvetini inkâr ettiklerinden kahtu galaya, fakru fâkaya müptelâ oldular. Binaenaleyh; rahatları mih­nete ve izzetleri zillü meskenete tebeddül etti. Şu halde Cenab-ı Hak kitaplarının ahkâmını icra etselerdi dünyada saadete nail ola­caklarını beyanetmekle onları imana davet ve terğib etmiştir. Ya­ni eğer bilûmum kütüb-ü semaviyenin ahkâmına riayetle Kur'ân'a ve âhir zaman nebisine iman etmiş olsalardı semâdan ve-yerden rızk-ı ilâhi feyezan eder, ağaçların meyvası ve ekinlerin neması artar ve üst taraftan meyvaları elleriyle toplarlar ve alt taraftan ekinleri biçerler ve dünyanın her türlü nimetlerine müstağrak olurlardı. Lâkin iman etmediklerinden darlığa müptelâ olmuşlar­dır. Binaenaleyh; bu âyet-i celile kütüb-ü semaviyenin ahkâmını tamanıiyle icra edip şeriata lâyıkıyla yapışan kavmin saadet-i âhirete nail olacakları gibi saadet-i dünyaya dahî nail olacakları­na Allah'ın, emri veçh üzere hareket edenlerin rızıklarına vüs'at geleceğine delâlet eder.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile Vacip Tealâ ehl-i kitaptan iman eden (Abdullah b. Selâm) ve etbaı ve Habeş meliki (Necaşi) ve etbaı ve onların emsalini sena buyurmuştur. Çünkü; onların ümmet-i mukteside olduklarını beyan; onları senadır. muktesid; işinde ifrat ve tefritten mücanebet edip ef alinde adalet üzere hareket eden kimsedir ki, amelinden maksadını tayin ve kasdettiği hedefe doğru gidip cadde-i tevhid üzere hareket ede­rek iki tarafa temayül etmeksizin ıztırapsız matluba vasıl olduğu için muktesid denilmiştir. Vacip Tealâ ehl-i kitaptan iman eden­leri sena ettiği gibi etmeyenlerin amelleri kötü olduğunu beyanla zemmetmiştir.

Hulâsa; ehl-i kitabın kütüb-ü semaviyenin ahkâmım icra et­seler gaayet bol rızka nail olacakları ve her cihetten üzerlerine rızkın feyezan edeceği ve onların bazısı adalet üzere hareket eder bir cemaat olup ekserisinin ameli kötü olduğu bu âyetten müste-fad olan fevaid cümlesindendir. [72]

 

Vacip Tealâ ehl-i kitaptan muktesid olanların az ve f asık olan­ların çok olduğunu beyanettiği gibi resulüne tebliği emredip teb­liğ esnasında nâs'tan korkmamasını dahî tavsiye etmek üzere  buyuruyor.

[Ey Resul-ü Ekrem! Rabbîn Tealâ tarafından sana inzal olu­nan ahkâmı nâs'a tebliğ et ve emr-i tebliğde hiç kimseden endişe etme ve eğer şen emrolunduğun ahkâmdan velev azıcığını olsun tebliğ etmezsen Rabbın Tealâ'nın risaletini tebliğ etmemiş olur­sun.]

[Halbuki Allahü Tealâ nâs'ın şerrinden seni hıfzeder.] Bina-naleyh; nâs'tan sana bir zarar gelmez;

[Zira; Allahü Tealâ kâfir olan kavmi hidayette kılmaz.]  Bi­naenaleyh; sana zarar etmek üzere olan bütün teşebbüsleri akîm Yani; ey Resul-ü Ekrem! Rabbın Tealâ tarafından sana inzal olunan ahkâmı sen tamamiyle nâs'a tebliğ et ve herbir hükmü on­lara îsalden çekinme ve yüksek sesle din-i hakka davet et, hiçbir şeyi saklama ve eğer sen emrolunduğun ahkâmı tebliğ etmezsen vazife-i risaleti edâ etmemiş olursun. Zira; tebliğle memur oldu­ğun ahkâmdan bir cüz'ünü tebliğ etmezsen keenne cemisini edâ etmemiş gibi olursun. Çünkü; ahkâm-ı şer'iyenin cümlesi imanda şey-i vahid menzilesindedir. Binaenaleyh; cümlesine iman lâzım olduğu gibi cümlesini tebliğ de lâzımdır. Halbuki Allahü Tealâ nâs'm şerrinden seni hıfzeder ve nâs seni katledemezler. Zira; Allahü Tealâ kâfir olan kavmi matlubuna îsal etmez. Çünkü; kü­fürleri matlub olan vuslata mânidir.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile bu âyet; adalete riayet eden­lerin azlığına ve fasıkların çokluğuna bakılmayıp emri tebliğe de­vam olunmasına delâlet ettiğinden' fasıkların çokluğuna ehemmi­yet vermemek lâzım olduğu, gibi onların fenalığını ve kabayih-i ef'allerini beyan hakkında inzal olunan âyât-ı beyyinâtı tebliğde onların serlerini nazar-ı itibara almamak lâzını olduğunu resulüne beyanla Vacip Tealâ resulünün -şecaatim tezyid etmiş ve fasıkların kuvve-i maneviyelerini kırmıştır. Vds'la murad; bu makamda kâfirlerdir. Çünkü; Resulullah'a şer kasdedenler mümin olmaz, elbette kâfir olur. Binaenaleyh; Cenab-ı Hak resulünü kâfirlerin şerrinden muhafaza buyurmuştur. Gerçi (Uhud) gazasında Re-sulullah'm veçh-i şerifi yaralanmış ve mübarek dişleri. çıkmışsa da vücud-u nebevileri helakten mahfuz kalmıştır. Şu halde bu âyette maksud olan muhafaza; helakten muhafazadır. Bazı azaya isabet eden ve terfi-i derecâta sebep olan ufacık, arızalarla bu âye­te sual varid olamaz. Zira; âyetin manâsı helakten muhafazadır, yoksa bilûmum avarızdan muhafaza manâsına değildir.

«Allahja Tealâ kavm-i kâfiri hidayette kılmaz» demek; «Kâ­firlerin Resulullah aleyhine murad ettikleri şerre kudret vermez» demektir. Bu âyet nazil oluncaya kadar geceleri Sa'd ve Huzeyfe (R.A.) Resulullah'ı beklerlerdi. Bu âyet nazil olunca Resulullah'm «Ey nâsî Dağılin, beni beklemeyin. Zira; benim Rabbim nâs'm şer­rinden beni muhafaza etmiştir» buyurduğu mervidir.

Fahr-i Razi ve Hâzin'in beyanları veçhile bu âyet, Yahûdilerin ayıbını beyan hakkında nazil olmuştur. Çünkü; Resulullah on­ları İslama davet ettiğinde onlar, alâ tarik-ıl istihza (t Biz İslâm ol­duk, lâkin Nasara'nm İsa (A.S.)'ı rahmet ittihaz ettikleri gibi biz de seni rahmet ittihaz etmek isteriz» demeleri üzerine bu âyetin nazil olduğu mervidir.

Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile emr-i risalete herhalde itaat lâzım olduğuna işaret için Cenab-ı Hak habibine risalet un­vanıyla hitap buyurmuştur. İnzal olunan ahkâmın cemiisini teb­liğle emir; hiçbir şeyin terki caiz olmadığına işarettir. Çünkü; teb­liği lâzım olan ahkâmın bazısını terketmek, namazın bazı erkânını terketmek gibidir. [73]

 

Vacip Tealâ vahyolunan ahkâm, nâs'm arzusuna muvafık ol­sun veya olmasın herhalde cümlesini tebliğ etmesini resulüne em­rettiği gibi ehl-i kitabın tarîklarmın makbul olmadığını kendileri­ne tebliğ etmesini dahi resulüne emretmek üzere buyuruyor.

[Habibim! Sen ehl-i kitaba de ki: Ey ehl-i kitap! Siz Tevrat'ın ve İncil}in ve Rabbınızdan inzal olunan kitabın ahkâmını ikaame edip âhir zaman nebisine iman edinceye kadar muteber bir mes­lek üzere olmadınız.] Zira bulunduğunuz din; Kur'ân'la mensuh olduğu cihetle mezhebiniz bâtıldır. Binaenaleyh; mezhebiniz mak­bul değildir.

[Zat-ı ülûhiyetime yemin ederim ki, Rabbın Tealâ tarafından sana inzal olunan Kur'ân, ehl-i kitaptan çoklarının küfür ve tuğ­yanlarını elbette ziyade eder.]

[Kur'ân, onların küfürlerini tezyid edince sen kavm-i kâfir üzere mahzun ve meyus olma.] Zira; onların iman etmemelerin­den tevellüd eden zarar kendilerine ait olup sana değildir. Binaen­aleyh; onların küfürlerine senin meyus olman lâzım gelmez.

Beyzavi'nin beyanı veçhile Tevrat ve İncirin ahkâmmı ikaameyle murad; Resulullah'a müteallik olan ahkâmını ikaamedir. Zira; Kur'ân'm nüzulünden sonra ahkâm-ı sairenin hükmü kalma­dığından ahkâm-ı saireyi ikaameyle emrin manâsı yoktur. Çünkü; kütüb-ü semaviyenin kâffesi Resulullah'ın ahir zamanda ba's olu­nacağını beyanettikleri gibi o nebinin zamanını idrak eden bilû­mum nâs'm ona iman etmeleri vacip olduğunu dahî haber verdik­lerinden Resulullah'ın bi'setinden sonra Tevrat'ın ve İncil'in ikaa-me olunacak ahkâmı ancak Resulullah'a müteallik olan ahkâmdır,

«Kavm-i kâfir üzere meyus olma» demek; «Onların küfür ve tuğyanlarının ziyadelenmesine ve küfürleri sebebiyle üzerlerine nazil olacak lanet ve memleketlerinden tard ve teb'id gibi dünya­da müptelâ olacakları belâya mahzun olma. Zira; kendi istihkak­ları ve kesbiyetleri» demektir. Binaenaleyh; âyette ehl-i kitabı tahkir vardır. Zira; «Siz muteber bir din üzere olmadınız» demek; onların sülük ettikleri dinin din-i Muhammedi'nin zuhurundan sonra indallah, asla hükmü ve kadri olmadığını ve onların doğru bir tarîk erbabından olmadıklarını âleme ilân olduğu cihetle tah-kîr olunmuşlardır. Çünkü sülük ettikleri mesleği tezyif; kendile­rini tezyif etmektir.

Hulâsa; ehl-i kitabın, Tevrat ve İncil'in ve Rablarından inzal olunan Kur'ân'ın ahkâmını ikaame etmedikçe bir tarîk-i sevap üzerinde olmadıkları ve Kur'ân'm inzali onların çoklarının küfür ve tuğyanlarını tezyid ettiği ve kavm-i kâfir üzerine gelecek belâ­ya mahzun olmak lâzım gelmediği bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[74]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin ahkâmını beyanettiği gibi ehl-i ima­nın ahvalini dahî beyanetmek üzere buyuruyor.

[Şol kimseler ki, onlar iman ettiler ve şol kimseler ki, onlar Yahudi ve Nasara ve yıldızla matluplarına istidlal eden Sâbie tai­fesinden oldular. Onlardan Allah'a ve yevm-i âhirete iman edip amel-i salih işleyenler üzerine korku yok ve mahzun da olmazlar.]

Çünkü; onların imanları geçmiş günahlarına kefaret olmuştur.

Yani; müminler ve Yahudiler ve Nasara ve yıldıza ibadet eden müşriklerden Allah'ın vücuduna ve vahdaniyetine ve yevm-i âhirete ve âhirette olacak ahvale iman edip amel-i salih işleyen­lerin üzerlerine ileride korku olmadığı gibi dünyada fevtettiklen. lezaiz üzerine hüzün de yoktur. Çünkü; âhirette daha a'lâsına nail olacaklarından geçmişe esef etmezler.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile Vacip Tealâ ehl-i kitabın Kur'ân'a iman etmedikçe bir din-i sahih üzere olmadıkla­rını beyan eylemesi üzerine bu hükmün ehl-i kitaba mahsus olma­yıp her millet hakkında cari olduğunu ve Kur'ân'a iman etmedikçe hiçbir milletin doğru bir din üzere "bulunamayacaklarını bu âyetle beyan buyurmuştur. Çünkü; herkes için fazilet ancak Allahü Te-alâya ve yevm-i âhirete iman ve amel-i salih işlemekle olur. Zira; insanın kemali; iki şeyle hasıl olur: Birincisi; kuvve-i nazariyeden, ibaret olan usul-ü itikaadiyeye kemâliyle vukuf ve Cenab-ı Hakkı lâyık olduğu evsafıyla bilmek ve iman edip âhireti ikrar etmektir. İkincisi; kuvve~i ameliyedir ki, mabuda tazimden ibaret olan İbadete devam edip âhiret için tedarikâtta bulunmak ve Allah'ın kullarına menfaat isal etmek ve bilhassa ebnâ-yı cinsine merhamet eylemektir. Binaenaleyh; insanın kemâ­li bu ikiye bağlı olduğundan Vacip Tealâ bu âyette iman eden ve amel-i salih işleyenler için akıbet korkusu ve geçmişe esefleri ol­mayacağını beyan buyurmuştur.

Havf ; ileriye ve hüzün; geçmişe ait olduğuna na­zaran manâ-yı nazım: [Allah'a ve âhirete iman edip amel-i salih işleyenlerin geçmişe esefleri ve geleceğe korkulan yok] demektir. Çünkü; amel-i salih işlemek; günahları terk ve memurâta devamla olacağından elbette âmillerin âhirette korkuları olmaz.

İmanın şereflisi Allahü Tealâ'ya ve yevm-i âhirete iman ol­duğuna işaret için Vacip Tealâ mutlakaa imanı zikirden sonra Al­lahü Tealâ'ya ve yevm-i âhirete imanı tekrar zikretmiştir.

Feth-ül Beyan'da zikrolunduğu veçhile ü"e murad; zahirde lisanlarıyla mümin ve kalpleriyle münafık olan­lar olursa âyetten murad; «Münafıklar, Yahudiler, Nasara ve yıl­dıza tapan'Sabia, Allah'a ve yevm-i âhirete ihlâs üzere iman eder­lerse onlar için korku yok» demektir.

Hulâsa; zahirde mümin olup hakikatte imanları olmayan mü­nafıklar Yahudi ve Nasara ve Sabia'dan' ve bilcümle kâfirlerden küfriyât-ı sabıkalarına nedametle tevbe ve istiğfar edip Allah'a ve yevm-i âhirete iman eden kimselerin imanlarını günahlarına kefaret olduğu cihetle onlar için âhirette korku ve hüzün olmaya­cağı bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[75]

 

Vacip Tealâ âhir zaman nebisine iman etmedikçe hiçbir mil­letin mezheb-i sahih üzere olamayacaklarını ve imanı halisle iman edenlerin havf ve endişeleri olmayacağını beyanettiği gibi ehl-i kitaptan Yahudilerin inat ve temerrüdleri her milletten ziyade olduğunu dahî beyanetmek üzere buyuruyor.

[Zat-i ülûhiyetime yemin ederim ki. Benî İsrail'den biz muhakkak ahdü misak aldık ve onları irşad için resuller gönderdik. Her ne zaman onlara nefislerinin arzu etmediği ahkâmla resul ge­lirse onlardan bir fırka gelen resulün ve o resulün getirdiği ahkâ­mı tekzip ve resulün risalet dâvasını reddettiler ve onlardan diğer bir fırka yalnız tekziple de iktifa etmeyerek enbiya-yı kiramı kat­lettiler.] Çünkü; gaayet mütekebbir ve anûd olduklarından zulüm ve tuğyandan çekinmeyerek enbiyayı katle bile cüret etmişlerdir.

Beyzavi'nin beyanı veçhile enbiyayı tekzip ve katletmek de-faâtla Benî İsrail'in vâki' olmuş âdet-i kabihalarından olduğuna işaret için muzari sıygasıyla varid olmuştur.

Nimetullah Efendi'nin beyanı veçhile Benî İsrail'den alınan ahd ; Allahü Tealâ'ya şirketmemek ve enbiyanın cümlesine iman edip husumet eylememek ve Tevrat'ın ahkâmına tamamıyla riayet etmektir. Onların havaları yani arzulan hilâfına olan §eyle murad; tekâlif-i ilâhiye veçh üzere amel etmek ve ibade­tin meşakkatini çekmektir. Katlettikleri enbiya ile murad; Zekeriya ve Yahya (A.S.) ve daha ismini bilmediğimiz bazı zevattır. Gerçi Hz. İsa'nın katline teşebbüs etmişlerse de muvaf­fak olamamışlardır. Hatta bizim nebimizin katline de teşebbüs ey­ledikleri halde muvaffak olamadıkları yukarıda beyan olunmuştur.[76]

 

 

Vacip Tealâ Benî İsrail'in ahdi nakz ettiklerini beyanetnıek üzere buyuruyor,

[Benî İsrail kemâl-i hamakatlarına binaen zannettiler ki, en­biyayı kiramı tekzipten kendilerine fitne ve belâ isabet etmez. Bi­naenaleyh; dinin alâmetlerini gözleri görmedi ye tevhidin delille­rini kulakları işitmedi.    Sonra günahlarına tevbe ettiler. Allahü Tealâ tevbelerini kabul etti. Bundan sonra tekrar delâil-i kafiye­den i'râz ettiler. Binaenaleyh; onlardan çoklarının kulakları hakkı duymaz ve gözleri görmez oldu. Halbuki Allahü Tealâ onların amellerini görür ve cezalarını verir.]

Fahr-i Razi ve Kazi'nin beyanları veçhile Benî İsrail enbiya­yı katil ve tekzipten kendilerine bir belâ isabet etmeyeceğini zan-netmişlerse de katil ve tekzib sebebiyle onlara kaht, veba, tâûn, katil ve esaret ve aralarında buğz ve adavet gibi enva-ı belâyaya müptelâ olmuşlardır. Binaenaleyh; ikballeri idbara dönmüş ve üzerlerine nuhuset ve mezellet nazil olmuştur. Dünyaca bu belâ­lara müptelâ oldukları gibi âhiretçe azab-ı ilâhiye müstehak ol­dukları da diğer âyetlerle beyanolunmuştur.

Benî İsrail'in bu zanlarımn sebebi; onlar Tevrat'ın ahkâmının nesholunmasmı ve yeni bir şeriat gelmesini inkâr ederlerdi. Çün­kü ulema-yı Yehûd avam-ı nâs'ı o yola iğfal etmişlerdi. Enbiya-yı kiramın bazılarına imandan sonra bazı âharin zuhuruyla ona küf­rettiler, badehu tevbe ve sonra Hz. İsa'ya tekrar küfrettiler. Gözlerinin kör, kulaklarının sağır olma­sıyla murad; cahilleri ve küfürleri sebebiyle hakka delâlet eden delilleri nazar-i itibara almamalarıdır. Binaenaleyh; bu âyette amyle murad; kalp körlüğü olup göz körlüğü değildir. Yani; ba­siretleri kapanmıştır. Kezalik summla murad; kalplerine hak olan şeyin nüfuz edememesinden kinayedir. Bunların cümlesinin sebebi; cehillerinin şiddeti ve küfürlerinin kuvvetidir.

Hulâsa; Yahudilerin küfürlerinin kendi haklarında fitne ol­mayacağını zannetmeleri ve bu zanları sebebiyle gözleri hakkı görmediği ve kulakları hakkı duymadığı ve tevbelerini Allah'ın kabul edip badehu tekrar masiyete ric'at ettikleri bu âyetten müs-tefad olan fevaid cümlesindendir. [77]

 

Vacip Tealâ Benî İsrail'in hatalarını beyanettiği gibi Nasara'-nm hatalarını da beyanetmek üzere buyuruyor.

[Zat-1 Ülûhiyetime yemin ederim, şol kimseler muhakkak kâ­fir oldular ki, onlar Allahü Tealâ ancak Meryem oğlu Mesih'tir dediler.]

[Ve Mesih onlardan bu sözü işitince ey Benî İsrail! Benim ve sizin Rabbımz olan Allahü Tealâ'ya ibadet edin, dedi.]

[Zira; halü şân sizin dediğiniz gibi değildir. Çünkü; kendi zatına sirkeden bîr kimse' üzerine muhakkak Allahü Tealâ Cen-net'i haram kıldı ve sirkeden kimsenin makaami Cehennem ate­şidir.]

[Halbuki şirkle nefsine zulmeden zalimler için hiçbir yardım­cı yoktur.]

Yani; Yahudiler ahd-ı ilâhiyi nakızla kâfir oldukları gibi zat-ı ülûhiyetime yemin ederim, şol kimseler de kâfir oldular ki, onlar «Ancak ilâh Hz. Meryem'in oğlu Mesih'tir» dediler. Çünkü; onlar Nasara'dan Yakuubiye ve Melkâniye fırkaları «Hz. Meryem'in oğlu İsa'ya hulul ederek beden-i İsa'da temessül etti. Binaenaleyh; «Allah budur» demekle Cenab-ı Hakka şirkettiler ve bunların iti-kadlarını tashih ve tarîk-i hakka irşad etmek üzere Mesih (A.S.) «Ey Benî İsrail! Benim ve sizin Rabbimiz olan Allahü Tealâ'ya ibadet edin. Benim ülûhiyetimi itikaad etmeyin. Zira; üîûhiyetle benim münasebetim yoktur. Çünkü; ben de sizin gibi beşerim. Bi-nanealeyh; Allahü Tealâ sizin nasıl Rabbımz ise benim de Rabbım-dır. Ben de onun kuluyum. Şu halde bu yanlış itikaddan vazgeçin, şirketmeyin. Zira; Allah'a sirkeden kimse üzerine Allahü Tealâ muhakkak Cennet'i haram kıldı ve müşrik olan kimsenin makaamı Cehennem ateşidir.» demekle onlara itikad-ı hakkı tarif etti. Halbuki gerek şirkle ve gerek esbab-ı saireyle nefsin ve gayra zulmeden zalimlere asla yardımcı yoktur.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile şu sözü söyleyen Nasara'dan Yakuubiye fırkasıdır. Çünkü; onlar hulul ve ittihada kaail olduk­larından «Hz. Meryem İsa (A.S.)'ı ilâh olarak doğurdu» dediler ve ülûhiyetin (hâşâ) İsa (A.S.)'da ittihat ettiğini itikaad ettiler. Cenab-ı Hak hulul ve ittihad gibi nekaaisten münezzeh olduğu ci­hetle bu sözü söyleyen ve bu itikaadı taşıyan kimselerin muhak­kak kâfir olduklarını beyan buyurmuş ve Hz. İsa'nın onlara ce­vap olarak «Kendi Allah'ın kulu olduğunun ikrar ve «Enva-ı ke-remiyle Cenab-ı Hakkın terbiye ettiğini" beyanla kavmini irşada çalıştığını dahi Vacip Tealâ beyanetmiştîr ki, Nasara'nm itikadla-rının batıl olduğunu meydana koymakla beraber bu gibi itikaadın zulüm olduğuna dahi işaret etmiştir. Çünkü; âyetin âhirinde «Za­limler için yardımcı» olmadığını beyanetmek; «Bu itikadda bulu­nanların zalim olduklarım ve onlar için yardımcı» olmadığını be-yanetmektir. İsa (A.S.) hadis ve mahlûk olmakta kendisinin sair efrad-ı beşerden farklı olmadığını beyanla Nasara'nın hamakat­larına işaret etmiştir.

Bu âyette Vacip Tealâ şirkedenlerin cezalarını; üç veçhile tertib etmiştir: Birincisi; Cennet* in haram olması, ikin­cisi; şirkedenlerin makamlarının Cehennem ateşi olması, üçüncüsü;    o gibi zalimlerin yardımcıları olmamasıdır.

Beyzavi'nin beyanı veçhile şefaat edecek yardımcıya malik olamamalarının sebebi; müşriklerin şirkleri sebebiyle zulümleri olduğundan zalim olduklarını tescil ve âleme ilânla zemmetmek için zamir mevziinde ism-i zahir varid olmuştur. Çünkü; (jdlUJJUj jLaJİ^* ) yerinde ( ^Lal^r'^ ) denilebilirdi. Ve lâkin zâ­lim oldukları beyan olunmazdı.

Hulâsa; Hz. İsa'ya ilâhtır diyen kimselerin muhakkak kâfir oldukları ve İsa (A.S.)'ın kavmine «Benim ve sizin Rabbımız olan Allahü Tealâ'ya ibadet edin» diyerek vesâyâda bulunduğu ve bu vesâyâsmda kendisiyle onlar beyninde ubudiyet mertebesinde bir farkları olmadığına işaretle kavmini irşada çalıştığı ve sirkeden kimseye Cennet'in haram olup onun bedelinde müşriklerin ma­kamları Cehennem ateşi olduğu ve bu misilli bâtıl itikaadı irtikâp edenler zalim olup zalimlerin azaptan kurtaracak yardımcıları ol­madığı bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [78]

 

Vacip Tealâ Nasara'dan bir fırkanın ahvalini beyandan sonra diğer fırkanın ahvalini beyanetmek üzere buyuruyor.      

[Zat-ı ülûhiyetime yemin ederim, şol kimseler muhakkak kâ­fir oldular ki, onlar AH ahu Tealâ üçün üçüncüsü dür dediler.]

[Halbuki mabudun bilhak olmadı, ancak bir ilâh oldu.]

[Ve eğer onlar dedikleri sözlerinden vazgeçmezler, ısrar eder­lerse, onlardan kâfir olanları elbette azab-ı elîm messeder.]

Yani; Kasara'dan bazıları Hz. İsa'ya (hâşâ) «Allah'tır* dedik­leri ve onlar bu sözleriyle kâfir oldukları gibi onlardan bazıları da «Allahü Tealâ üçün üçüncüsüdür» dediler ve bu sözleriyle onlar da kâfir oldular. Halbuki vücutta ve sıfatta bihakkın mabud olma­dı, illâ Allahü Tealâ oldu ve vahdaniyetle muttasıf ancak odur. Onun gayrı mabudun bilhak yoktur. Ve eğer «Allahü Tealâ üçün üçüncüsüdür»    diyenler bu sözlerinden   dönmez ve bu itikaddan vazgeçmezlerse onlardan kâfir olanlara elbette azab-ı elîm doku­nur ve azaptan kurtulamazlar.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile Nasara'dan bu sözü söyleyenler Merküsiye ve Nasturiye fırkalarıdır.

Fahr-i Razi ve Hâzin'in beyanları veçhile bu sözden maksat­ları İki veçhile tevcih olunur: Birincisi; Allah üçtür. Zira; Allahü Tealâ ile Hz. İsa ve validesi üçü de ilâhtır. Allahü Tealâ onlardan üçüncüsüdür', demekle şirk etmektir. İkincisi; Allahü Tealâ cevher-i vahiddir. O cevherin de üç esası vardır. E b ki, zattır. İ b n ki, kelimedir. R uh - ul Kudüs ki, hayattır. Kelime cesed-i İsa ile karıştı. Şu halde (eb ilâh, İbn ilâh, ruh ilâh) bunun üçü şey-i vahiddir demekle şirk etmişlerdir. Hal­buki, bu mezheb bedahet-i akılla bâtıldır. Zira; hadis olan İsa (A.S.) ve validesi ilâh olamadıkları gibi üç şeyin bir şey olması dahî olamaz. Binaenaleyh; bunların cümlesi bâtıl ve iftira alâlah-tır. Bu itikadlarmı Vacip Tealâ vücutta ve zât ve sıfatta ancak ilâhın bir olduğunu beyanla iptal etmiş ve bu sözlerinden dönmez­lerse onlara elbette azab-ı elîm isabet edeceğini beyanla Nasara'yı aklın ve mantıkin iktizasına davet etmiştir. [79]

 

Vacip Tealâ Nasara'dan bazı fırkaların batıl itikadlarmı be­yan ettiği gibi vahdaniyet zahir olduğu halde tâib ve müstağfir olarak tevhidi kabul etmediklerinden dolayı tekdire müstehak ol­duklarını beyanetmek üzere buyuruyor.

[Nasara şu açık küfür ve-dalâlet üzere ısrar ederler de, isyan­larının affı hususunda Allah'a rücu'la tevbe etmez ve mağfiret istemezler mi? Halbuki Allahü Tealâ istiğfar edenleri mağfiret eder ve tevbe edenlere merhamet buyurur.]

Yani; her kulun Rabbine karşı kusuruna nedametle tevbe etmesi lâzım olduğu gibi bilhassa Nasara gibi şu açık küfrü irtikâb edenlerin daha ziyade nedamet ve istiğfar etmeleri lâzımdır. Şu halde onlar irtikâb ettikleri şirke nedamet-i tâmmeyle nedamet ve tevbe etmezler mi? Ve şerik ve nazîrden münezzeh olan Vacip Tealâ'nm şanına lâyık olmadık iftiralarda bulunurlar da istiğfar etmezler mi? Halbuki kusurunu itiraf ederek tevbe eden kimselere Allahü Tealâ merhamet eder ve istiğfar edenlerin günahlarını afla mağfiret buyurur. Binaenaleyh; affettiği kullarını günahlarıyla muahaze etmez, belki lutfu insanıyla muamele eder.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile bu âyet, istifham suretinde emir ve tevbe etmediklerinden dolayı Nasarâ'yı tevbih-tir. Buna nazaran manâ-yı nazım: [Halü sânı küfür olanlar tevbe ve istiğfar etsinler ve müsalaha etmesinler] demektir. Tevbeleri-nîn kabul olunacağına işaret için Vacip Tealâ gafur ve rahim ol­duğunu tasrih etmiştir. Tevbe icab eden günahları işleyen kimse­lerden tevbe etmeyenlerin halleri taaccübe şayan olduğuna işaret için taaccüb ve inkâra delâlet eden hemze-i istifham varid olmuş­tur. [80]

 

Vacip Tealâ Nasara'dan bazı fırkaların  itikaad-ı batıllarını beyandan sonra itikadlârınm butlanını ispat etmek üzere buyuruyor.

[Meryem'in oğlu Mesih ilâh olmadı, ancak taraf-i ilâhiden gönderilmiş resuldür. Zira; kendinden evvel birçok resuller geçti, Mesih (A.S.) da onlar gibi resuldür. Ve validesi sözünde sadık in-dallah makbul bir kuldur. Isa (A.S.) ve validesi her ikisi de sair insanlar gibi yemek yerler.]

[Habibim! Sen nazar et, gör ki, biz vahdaniyetimize delâlet eden âyetleri nasıl beyanederiz, sonra nazar et gör ki, nasıl iftira ediyorlar?]

Yani; İsa (A.S.) sair resuller gibi Allah'ın bir resulüdür. Bi­naenaleyh; sair rusul-ü kiramı Allahü Tealâ birtakım mu'cizâtla âhad-i nâs'tan mümtaz ve kendi tarafından müeyyed kıldığı gibi Isa (A.S.)'ı da mümtaz ve müeyyed kılmıştır. Şu halde sair enbi­ya (A.S.)'a mümtaz olduklarından dolayı ilâh demlemediği gibi İsa (A.S.)'a dahî ilâh demlemez. Çünkü; hepsi bir cins ve neviden oldukları cihetle biri hakkında caiz olmayan şey diğeri hakkında dahî caiz olamaz.

İsa (A.S.)'dan evvel nübüvvet dâvalarını ispat ederek birçok resuller geçti ve İsa (A.S.)'m validesi sözünde sadıka sair kadın­lar gibi bir kadındır. Her ikisi yani oğlu ve validesi sair insanlar gibi yemek yer, su içer ve sair ihtiyacât-ı beşeriyeye muhtaçlar­dır. Ey Nasara! Eğer sizin dediğiniz gibi (hâşâ) ilâh olsalardı bu gibi şeylere muhtaç olmazlardı. Çünkü; ülûhiyet yiyip içmekten übüvvet ve bünüvvetten ve sair ihtiyaç emmaresi olan şeylerden münezzehtir. Ey Resul-ü Ekrem! Sen nazar et bak ki, İsa (A.S.)'la validesinin ülûhiyete liyakatları olmadığına ve bizim vahdaniye­timize delâlet eden delilleri biz onlara nasıl beyanederiz ve sonra tekrar bak ve nazarını ve taaccübünü tezyid et tekrar bak ki, Na­sara Hz. İsa'ya ilâh demekle nasıl iftira ve ülûhiyete lâyık olma­dık şeyleri isnada nasıl cüret ve tarîk-ı haktan bâtıla nasıl sarf-ı aklederler. Halbuki Hz. İsa'nın yedinde vefat etmiş kimse diril-mişse Hz. Musa'nın yedinde de kurumuş asâ dirildi ve yılan oldu. Kezalik Hz. İsa babasız doğmuşsa Hz. Âdem de hem babasız hem de anasız halkolundu. Binaenaleyh; Hz. İsa'nın hâli beşeriyette emsali sebketmemiş birşey olmadığından ülûhiyetini itikaad ede­cek kadar hayret ve tereddüd edecek bir hali yoktur. Şu halde Na-sara'yı şüpheye düşürecek birşey olmadığından kabule şayan bir Özürleri de yoktur.                          

Hz. Meryem'in günahlardan kemaliyle içtinab ettiğine ve me-rasim-i ubudiyeti edâ etmekte sa'yü gayretine işaret için sıddîka unvanıyla tavsif olunmuştur.

Vacip Tealâ bu âyette nasaranm mezheplerini üç veçhile ip­tal etmiştir. Birincisi; Hz. isa'nın validesi olmasıdır. Çün­kü; validesi olan zat hadis olur ve hadis olan elbette ilâh olamaz. İkincisi; sair efrad-ı beşer gibi taama ve o taamı hazma muhtaç olmasıdır. Taama İhtiyaç ülûhiyete münafidir. Üçün­cüsü; sair resuller gibi taraf-ı ilâhiden resul olarak gönderil­mesidir. Çünkü; taraf-ı ilâhiden kullarını irşad için resul olarak gönderilen elbette ilâh olamaz. Binaenaleyh; İsa (A.S.)'la valide­sinin taama muhtaç ve sair beşeriyetin muttasıf oldukları hallerle muttasıf olduklarını beyanla Nasara'nm hamakatlarına işaret olun­muştur. Nasara'nm bu gibi akide sahiplerinin mezhepleri ukalâ nazarında hayret ve taaccübü mucip olduğundan Nasara'nın mez­heplerini işitenleri taaccübe sevketmek için iki defa cümleleriyle nazar-ı dikkati celb ve taaccübe

şayan bir akide olduğuna işaret etmiştir.

Hulâsa; Hz. İsa'nın kendinden evvel geçen resuller gibi bir resul olup ülûhiyet sıfatıyla muttasıf olmadığı ve validesinin aki­desi ve ibadeti tam, sıddîka bir kadın olduğu ve onların sair efrad-ı beşer gibi taam edip ve taama muhtaç oldukları, ve Cenab-ı Hakkın bu hususa dair delilleri beyanettiği ve Nasara'nın taaccüp ve hay­reti mucip ifk ve iftirada bulundukları bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [81]

 

Vacip Tealâ Nasara'nın mezheplerinin bâtıl olduğuna dair de-lil-i âhari beyanetmek üzere buyuruyor.

[Habibim! Sen Nasara'ya karşı de ki, sizin için menfaat ve mazarrata malik olmayan Allah'ın gayrı putlara ve saireye ibadet eder misiniz?    Ve ibadet edenlere    menfaat celbine ve mazarrat define kaadir olamayan putlara ibadet etmek hamakat değil mi­dir? Halbuki, Allahü Tealâ sizin sözünüzü işitir ye işinizi bilir.]

Binaenaleyh; mülkünde müstakil ve melekûtunda hiç kimsenin iştiraki yoktur ve herkesin ibadetine lâyık ve müstehak odur.

Beyzavi'nin beyanı veçhile Nasara'dan bazıları Hz. İsa'nın ülûhiyetini itikaad ederek ibadet ettiklerinden. da bulunan lâfzı bilûmum mabudât-ı bâtılaya şamil olduğu gibi Hz. İsa'ya da şâmildir. Çünkü; Hz. İsa mabud olmadığı gibi bizzat menfaat veya mazarrat îkaaına dahî kaadir değildir. Ve an­cak herşeyin halikı Allahü Teaiâ'dır. Binaenaleyh Nasara'nın bu cihetle dahi mezhepleri batıldır. Yani; «İsa (A.S.) mabud değil­dir. Zira; nefi' ve dârra malik olamaz. Ve nef'ü dârra malik ola­mayan mabud olamaz. Binaenaleyh; İsa (A.S.) da mabud olamaz» demektir. Şu halde İsa (A.S.) Vacip Tealâ'nın insanıyla bazı hari­kuladeye mucize olarak malikse de binefsihi bir kimsenin menfaat ve mazarratına malik olmadığına işaret için Hz. İsa'nın zatından lafzıyla tâbir olunmuştur.                                               

Mazarratı defetmek menfaati celbetmekten evlâ olduğuna işa­ret için âyette mazarrat menfaat üzerine takdim olunmuştur. Fe­na itikad sahiplerini tehdid için Cenab-ı Hak âyetin âhirinde her­kesin sözünü işitip itikaadım bildiğini beyanrtmiştir.

Hulâsa; mabudun nef'ü dârra kaadir olmak şanından olduğu ve nef'ü dârra malik olmayan şeye ibadetin batıl olup ibadet eden­lerin tevbihe müstehak oldukları ve Allah'ın herkesin sözünü işi­tip kime ibadet ettiğini bildiği bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [82]

 

Vacip Tealâ Yehûd ve Nasara'nın akidelerini beyanettiği gibi her iki fırkaya hakkın gayrı ahkâmı irtikâb etmemelerini tavsiye etmek üzere buyuruyor.

[Habibim! Sen ehl-i kitaba de ki: Ey ehl-i kitap! Hakkın gay­rı bâtılı irtikâpla dillinizde hak olan ahkâmın gayrıya tecavüz et­meyin ve bu hususta dalâlette kalmış ve tarîk-ı haktan çıkmış ve nâs'tan çoklarını idlâl etmiş ve doğru yoldan çıkarak akidesini şaşırmış olan kimselerin ve şu sıfatla muttasıf olan kavmin arzu­larına ittiba etmeyin ki, siz de dalâlette olmayasıniz.]

Tefsir-i Medarik'te beyan olunduğu veçhile guIüv ; bir-şeyde ifrat ve tefrit edip haddini tecavüz etmektir. Meselâ Hz. İsa hakkında Nasara'nm gulüvvü; kadrinin fevkina takdiriyle ülûhiye-tini itikaad ederek ifrat etmeleridir. Yehûd'un gulüvvü; kadrini tenzil edip şân-ı nebevilerine nakîse verecek şeyler isnadıyla hakk-ı nebevilerinde tefrit etmeleridir. Binaenaleyh; her iki millet İsa (A.S.) hakkında haddini tecavüz etmişlerdir. Çünkü; birisi me-dihte ifrat, diğeri zemde tefrit etmiştir.

Yahut Nasara'nm dinlerinde gulüvleri; Hz. isa'ya Allah'ın oğludur veya ma'bûddur demeleri, Yahudilerin dinlerinde gulüv­leri; Üzeyr (A.S.)'a Allah'ın oğludur demeleridir. Binaenaleyh; her iki fırka da nebileri hakkında haddini tecavüz ederek haklarında lâyık olmadık şeyleri isnadla itikaad-ı bâtılı irtikâb etmişlerdir. Amma dini nâs arasında kararlaştırıp yerleştirmek için fazlaca gayretle gulüv; hak olduğundan Cenab-ı Hak, hakkın gayrı olan bir gulüvden nehyetmiştir.

Çünkü; hakkın gayrı olan gulüv, dine şüphe idhal etmek ve delâili saklamak ve dinin harici olan şeyleri dinden addeylemek ve birtakım ebatılm tervicine sa'yetmek ve masum zevat-ı kirama iftirada bulunmak suretiyle olduğundan Cenab-ı Hak bunların cümlesinden nehyetmiştir. Âyet her ne kadar ehl-i kitaba hitap olarak varid olmuşsa da bilûmum insanları emr-i dinde haddini tecavüzden nehyetmektir. Çünkü; itikaadiyâtta ifrat ve tefrit su-retleriyle haddini tecavüz haramdır.

Vacip Tealâ bu âyette dâll olan kavmin arzularına ittibadan nehyetmiştir. Çünkü hava; delilsiz şehevât-ı nefsaniyeye it­tiba etmektir. Binaenaleyh; delil-i şer'iye müstenid olmaksızın in­sanların arzularına muvafık ihdas ettikleri mezheplerin cümlesi bâtıldır. İşte şu esasa binaen Kur'ân'm hangi âyetinde hava lâfzı zikrolunursa makaam-ı zemde tekdir ve tevbihi müş'irdir.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile havalarına ittibadan nehyolu-nan kavmi; Vacip Tealâ üç sıfatla zemmetmiştir: Birincisi; dâll olmaları, ikincisi; kendilerinin dalâletleriyim iktifa etmeyip gaynları da idlâl ederek yoldan çıkarmaları, üçün­cüsü; dalâlet üzerine ısrar edip dalâletlerini terk etmemeleri­dir ki, kendi tarîklarmı sevap görüp ihtida cihetine asla meylet­mezler demektir. Bu hâl, rahmet-i ilâhiyeden uzak ve azaba yakın bir tarîk olduğundan ittibadan nehye illet olarak Vacip Tealâ da­lâletlerini beyan etmiştir. İki dalâletten birincisi dinden ikincisi Cennet'in tarîkmdan çıkmak olduğundan dalâletlerini zikirde tek­rar yoktur.

Hulâsa; emr-i dinde hak olmayan birşeyi dinden addetmek suretiyle haddini tecavüz etmek ve tarîk-ı haktan çıkmış bir kav­min arzusuna ittiba eylemek caiz olmadığı ve o kavme ittiba et­mek tarîk-ı haktan çıkmak olduğu bu âyetten müstefad olan feva-id cümlesindendir. [83]

 

Vacip Tealâ dinde gulüv etmekten nehyettiği gibi Benî İsra­il'den Hz. Dâvûd zamanında lanet olunanları dahî beyanetmek üzere buyuruyor.

[Benî İsrail'den kâfir olanlar Hz. Dâvûd ve Meryem'in oğlu İsa (A.S.)'ın lisanları üzerine lanet oldular ve bu lanetin sebebi onların isyan edip haddini tecavüz etmeleridir.]

[Zira; onlar şer'a muhalif olarak işledikleri günahlardan vaz­geçmediler. Zat-i ülûhiyetime yemin ederim ki, onların günaha ısrar edip enva-ı azabı calib olan münkir âtı işlemeleri ne kadar çirkin oldu ve çirkin olan şeyse onların günahlarıdır.]

Yani; Benî İsrail'den küfrü irtikâb edenler, Hz. Davud'un ve İsa (A.S.) ki, Meryem (R.A.)'ın oğludur, onların lisanları üzerine dergâh-ı ülûhiyetten tardolundular. İşte şu lanetin sebebi; onların mütemadiyen isyan edip dinlerinde haddini tecavüzle dinden ol­mayan şeyleri diyanetten addederek birtakım batıl şeyleri irti­kâpla işlemiş oldukları günahlardan vazgeçmeyip devam üzere iş­lemeleridir. Ve ne kadar fena oldu onların işlemiş oldukları kaba-hatları. Zira; dünyada lanetlerine ve âhirette azaplarına sebep ol­muştur.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile ashab-ı lanet; iki­dir: Birincisi; ashab-ı şehittir ki, (İyle) karyesi ahali-sidir. Hz. Dâvûd zamanında onların bazı günahına binaen Vacip Tealâ Cumartesi ;günü balık avlamaktan nehyetti. Dâvûd (A.S.) onlara tebliğ ve nasihat etmişse de söz dinlemediler. Allahü Tealâ onların suratlarım maymun suratına tebdil etti. Bunların ahvaline dair tafsilât (Sûre-i A'raf)'ta geleceğinden bu makamda bu ka­darla iktifa olunmuştur.

Ashab-ı lanetten ikincisi; ashab-ı mâidedir ki, İsa (A.S.) zamanında mucize suretiyle semadan nazil olan mâideden yediler, sonra iman etmediler. Binaenaleyh"; Cenab-ı Hak onların suratlarını hınzır suratına tahvil etmiştir. Lisan-ı Dâvûd ve İsa (A.S.)'larla murad; onların kitapları ve şeriatlarıdır. Yehûd kavmi enbiya neslinden olmakla iftihar etmelerine bedel Cenab-ı Hak enbiya lisanıyla lanet olunduklarını beyan etmiştir ki, enbiya-yı ızâm neslinden olmakta fayda olmadığını bilsinler ve babalarının şerefinden kendilerine bir menfaat olmadığını anlasın­lar.

Onları bazıları bazılarına münkerâtla emir ve günahlarından vazgeçirmemeyi birbirlerine tavsiye ettiklerine işa­ret için iki kimse arasında iştirake delâlet eden tefâul babından varid olmuştur. Yani; «onlar günahlarını terketmemeyi birbirine tavsiye eder ve günahtan vazgeçmezler» demektir.

Hulâsa; Benî İsrail'den kâfir olanların gerek Hz. Dâvûd ve gerek Hz. İsa'nın kitaplarında lanet olundukları ve bu lanetin se­bebi onların isyanları ve dinlerinde haddini tecavüzleri olduğu ve tecavüzâttan vazgeçmedikleri ve masiyette devam etmek ve teca-vüzatta bulunmak gibi ef allerinin gaayet çirkin olduğu bu âyet­ten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [84]

 

Vacip Tealâ geçmiş olan Yahudileri zemmettikten sonra za-man-ı saadette bulunanların müşrikleri dost ittihaz etmeleriyle zemmetmek üzere buyuruyor.

[Habibim! Sen Yehûd'dan çoklarını görürsün ki, onlar müş­rikleri dost ittihaz ederler. Zat-i ülûhiyetime yemin ederim ki, on­ların kendileri için nefislerinin yevm-i kıyamette tesadüf etmek üzere takdim ettikleri amelleri pek çirkin oldu ve çirkin olan şey; Allah'ın onlar üzerine gazab etmesidir. Halbuki onlar azab-ı ilâ­hide ebedî kalırlar.]

Bu âyette kâfirler le murad; müşrikler ve müşrikleri dost ittihaz eden Yahûdilerdir. Çünkü; Yahudiler Resulullah'a adavet için müşrikleri dost tutar ve Resulullah ve Müslümanlar aleyhine teşrik-i mesaî ederlerdi. Cenab-ı Hak onların amellerinin neticesi gazab-ı ilâhî olup neticesi gazab olan amellerinin gaayet fena olduğunu beyan buyurmuştur. Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile Medine Yahudileri Resulullah'la muharebeye ittifak etmek üzere Mekke'ye elçiler gönderdikleri ve müşriklerle akd-i ittifak ettikleri ve (Hendek) gazasında müşriklerle beraber ehl-i İslam aleyhine muharebeye çıktıkları tarihen malûm bir hakikattir.

Hulâsa; ehl-i kitaptan çoklarının müşriklerden dost ittihaz et­tikleri ve âhirette nefisleri için takdim eyledikleri amellerinin ne­ticesi gazab-ı ilâhî olduğu ve kâfirleri dost ittihaz etmek gazab-ı İlâhiyi mucip bulunduğu ve onların azab-ı ilâhide muhalled olacaüan ayetten müsteiad olan îevaid cümlesindendir. [85]

 

Vacip Tealâ Yahudilerin müşrikleri dost ittihaz etmelerinin sebebi onların adem-i imanları olduğunu beyanetmek üzere buyuruyor.

[Eğer Yahudiler Allahü Tealâ'ya, resullerine ve resullerine inzal olunan Tevrat'a iman etmiş olsalardı, müşrikleri dost ittihaz etmezlerdi. Ve lâkin onlardan çokları taattan çıkmış fasıklardır.]

Binaenaleyh; müşrikleri dost ittihaz etmişlerdir. Zira fasıkm şanı; fasıkı dost ittihaz etmektir.

Tevrat-ı Şerifte müşrikleri dost ittihaz etmekten şiddetle nehyolduğu halde Yahudilerin müşrikleri dost ittihaz etmeleri Tevrat'ın ahkâmına riayetleri olmadığına ve Resulullah'a muhale­fetten maksatları din-i Musa'yı takrir olmayıp ancak avam-ı nâs'a karşı riyasetlerini muhafaza olduğuna delâlet eder. Binaenaleyh; onların rüesasmm mansıplarını muhafaza, için ma'kul ve gayrı ma'-kul her tarîka teşebbüs ettiklerine ve türlü fenalığı irtikâb etmek­ten çekinmediklerine ve tarîk-ı müstakimden bükülliye çıktıkları­na işaret için Cenab-ı Hak onları fısk lafzıyla tavsif buyurmuştur.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile âyette ikinci bir tevcih daha vardır. Yani «Eğer Yahudilerin dost ittihaz ettikleri müşrikler Al­lah'a ve resulüne iman etmiş olsalardı Yahudiler diğer Müslüman­lar gibi onları da dost ittihaz etmezlerdi» demektir ki, bu tevcihte Yahudileri zem, daha ziyadedir. Çünkü; bu tevcihe nazaran «Müş­riklere muhabbetleri şirklerine binaen» demektir. Şu halde, müş­rikleri şirklerinden dolayı dost ittihaz etmek akim ve mantığın harici olduğundan, hamakat ve cehaletleri daha ziyade meydana konmuştur.

Hulâsa; ehl-i kitabın müşrikleri dost ittihaz. etmeleri onların Allah'a ve resulüne iman etmediklerinden olduğu ve imanları olsa dost ittihaz etmeyecekleri ve ehl-i kitabın çoklarının fâsık olduk­ları bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [86]

 

Vacip Tealâ Yahudilerin ahval-i seyyielerini beyandan sonra ehl-i imana buğz ve adavetleri her milletin adavetinden ziyade ol­duğunu beyanetmek üzere buyuruyor. 

[Zat-ı ülûhiyetime yemin ederim ki, «Habibim! Adavet cihe­tinden nâs'm müminlere şiddetlisini elbette sen Yahudileri ve müşrikleri bulursun.]

[Ve müminlere muhabbet cihetinden daha ziyade yakın olan­larını sen elbette şol kimseleri bulursun ki, onlar biz Nasara'yız dediler.]

[Ve Nasara'nın size muhabbetlerinin sebebi onlardan bazıları şeriatın neticesi olan ihn-i Iedünnîyi talip kıssîslerdir- Ve bazıları da tekkelerde âbidlerdir ve onların müminlere muhabbetlerinin sebeplerinden birisi de kibretmemeleridir.J

Yani; Habibim; ehl-i imana adavet cihetinden nâs'm en ziyade şiddetlisini sen Yahudilerle müşrikleri bulursun ve Yahudiler ada­vette putperest müşriklerle beraberlerdir ve nâs'm müminlere muhabbet cihetinden en yakınını sen elbette Nasara'yı bulursun ve bu muhabbetin sebebi de onların bazıları ulema zümresinden kıssîstir ve bazıları da dervişan zümresinden manastırlarda ibadet eder ruhban olmalarıdır. Zira; Nasara kibretmezler. Binaenaleyh; onların ilimleri ve ibadetleri ve ebna-yı cinsine kibretmemeleri ehl-i hakka muhabbetlerine sebep olmuştur.

Fahr-i Kazi'nin beyanı, veçhile ehl-i imana adavette ziyade olan Yahudiler ve müşrikler bulunduğunu ve Yahudilerin adaveti müşriklerden daha ziyade olduğunu Vacip Tealâ bu âyetle beyan buyurmuştur. Çünkü; adaveti beyanda Yahudileri müşrikler üze­rine takdim etmek adavetlerinin ziyade olduğunu beyan etmektir.

Yehûd'la Nasara beyinlerinde fark; Yehûd'un mezheplerinde, kendi dinlerine muhalif olan kimseye herhangi sebeple olursa ol­sun bir zarar etmeye çalışmak vaciptir. Binaenaleyh; muktedir olursa öldürmek, eğer öldürmeye muktedir olamazsa malını gas-betmek ve çalmak suretleriyle izrar etmek, hile ve desiseyle al­datmak ve her türlü fırsattan istifadeye sa'yetmektir. Amma Na-sara'nın mezheplerinde ahar kimseye eza etmek haram olduğun­dan gayrın ızrarını kasd etmezler. Binaenaleyh; Yehûd'un temer-rüd ve inadı ve kibrü gururu INTasara'dan daha ziyade olduğu bu âyetle sabit olmuştur. Zira; Nasara'nm âlimleri ve âbidleri bulun­duğu cihetle Nasara'nın insafı Yahudilerden daha ziyade olduğu­na dahi bu âyet delâlet etmiştir. Çünkü; Yehûd'un dünyaya meyi ve rağbeti ve mal ve mansıp gibi şeylere tama'ları her milletten ziyade olduğu cihetle dinlerini dünyaya değişmek ve haram olan şeylere cesaret ve dünya için her nevi1 fenalığı irtikâb etmek on­larda âdet ve mubah gibidir. İşte müminlere adavetleri de o nis­pette çok olduğu beyan olunmuştur. Amma Nasara'nm dünyadan î'raz edip âhirete ikbal eden âlimleri ve rahipleri çok olduğundan onların hasedleri az, hırs ve emelleri o kadar yoktur. Binaenaleyh; gayra ezadan ve husumetten içtinab ederler ve suhuletle hakka itaat eder, temerrüd göstermezler. İşte Nasara'nm bu gibi hüsn-ü halleri müminlere Yahudilerden daha yakın olmalarına sebep ol­muştur.

Kıssîs ; âlim ve ruhban; âbid manasınadır. Bina­enaleyh; Nasara'nın umur-u dinlerini temşiyet eden papazlarına Kıssîs ve manastırlarda ibadet eden âbidlerine ve dünya umu­runa karışmayanlarına ruhban denmiştir. Bu âyette ruh­ban, Yahudileri zemme mukaabil zikrolunduğundan ruhbaniyeti zem ve bid'at olduğunu beyaneden âyetler bu âyete münafi değil­dir. Zira; bu âyette Yehûd'un hallerine mukaabil metholunması nefsinde ruhbaniyetin mezmunı olmasına mâni' değildir. Çünkü; Yehûd'un temerrüdüne nispetle Nasara'nm ruhbaniyeti elbette iyidir.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile bu âyet Habeş Me­liki (Necaşî) ve onun emsali Müslüman olan Nasara haklarında nazil olmuştur. Çünkü; bidayet-i İslâmda Mekke'de her kabileden Müslüman olanları müşrikler tazyik ederek enva-ı işkenceyi reva görüp halbuki o zaman İslâmın zaafına binaen henüz Resulullah muharebeyle emrolunmadığmdan ehl-i İslâmdan arzu edenlerin Habeş'e hicretlerine müsaade-i risaletpenâhî taalluk etmekle As-hab-ı Kiramın ulularından Hz. Osman başta olduğu halde on erkek dört kadın Habeş'e hicret etmişlerdi. Bu hicret; Resulullah'ın bi'-setinin beşinci senesi Receb'inde vukua gelmişti. Bundan sonra hicret edenler çoğaldı. Hattâ sıbyan ve kadından başka seksen er­keğe baliğ oldu. Mekkeliler Habeş'e hicret edenlerin bu suretle çoğalmasından hoşlanmadıkları için Habeş Melikine bir cemaatı elçi olarak gönderdiler. Habeş Meliki elçilerle muhacirini topladı. Resulullah'ın ahvalinden sual eyledi ve Hz. Ca'fer'e Kur'ân okut­tu. Huzurunda bulunan Nasara uleması ve âbidlerinin gözlerinden yaş geldi. İşte şu vukuat üzerine resulünü tesliye ve Necaşi ve em­sali Nasara'nm ehl-i İslama muhabbetlerini ve onlar da ulema ve âbidler bulunduğunu beyan için bu âyetin nazil olduğu mer-vidir.   Habeş  Meliki  muhacirine  fevkalâde  iltifat   gösterip,   elçilere yüz vermeyince, elçiler meyus olarak nadimen avdet eyle­diler. Çünkü; Mekkelilerin maksatları giden muhacirleri geri ge­tirmek ve bir daha muhacir kabul etmemek üzere Habeş'le mu-kaavele akdetmekti. Bu emele nail olamayınca bittabi meyus ol­dular. [87]

 

YEDİNCİ CÜZ

 

Vacip Tealâ Nasara içinde âlimler ve âbidler olduğunu ve İslama yakın olduklarını beyan ettiği gibi onların Kur'ân'ı işittik­lerinde vâki' olan teessürlerini dahî beyarietmek üzere buyuruyor:

[Nasara, Resulullah'a inzal olunan Kur'ân'ı işittiklerinde hak olarak bildikleri şeyden neş'et ederek gözlerinden yaşlar akar gö­rürsün. Halbuki onlar «Ey bizim Rabbımız! Biz iman ettik. Bina­enaleyh; sen bizi hakka şehadet eden müminler zümresinden kıl» demekle imanlar mı izhar ve Cenab-ı Hakka tazarru ettiler.]

Fahr-i Râzi'nin beyanı veçhile bu âyette resul ile mu-rad; âhir zaman peygamberidir. İnzal olunan şeyle murad; Kur3 ân'dır. İşitmekle gözlerinden yaşları ak a n î * r la murad; Nasara'mn âlimleri ve âbidleridir, Âyet-i kerime, Hz. Ca'fer tarafından Sûre-i Meryem'den Necaşi huzurunda okunan Kur'ân'dan teessürleri neticesi gözlerinden akan yaşları tasvir etmiştir. Çünkü; Ca'fer Hazretleri Sûre-i Meryem'i okuyup bitirinceye kadar Necaşi ve ashabının gözyaşı döktükleri mervidir. Hatta ağlamakta ileri gîdip şiddetle gözlerin­den yaşların aktığına işaret için feyezan; nefsi gözlere isnad olun­muştun Ağlamalarına Kur'ân'm hak olduğunu bilmeleri sebeb ol­duğunu Cenab-ı Hak beyan buyurmuştur. Çünkü; Kur'ân'm hak olduğunu bilmeseler teessür etmezlerdi. İşittikleri Kur'ân'a iman etmekle beraber hak olduğuna şehadet için kendilerinin hakka şe-hadet eden ve makbul-üşşehade olan kullardan olmalarını Cenab-ı Hak'tan istirham ettiler.

Şahitler le murad; ümmet-i Muhammedi'dir. Zira; ümmet-i Muhammedin ümmet-i adil olduğundan yevm-i kıyamette sair üm­metler aleyhlerine şehadet edecekleri beyan olunmuştu.

Bazı rivayette Necaşi huzurunda Hz. Cafer'in «Sûre-i Meryem» ve «Sûre-i Tâhâ»'nm bazı âyetlerini okuduğunda Neca-şi'nin vüzera ve vükelâsından ve sair saray halkından yetmiş kişi kadar mevcut olduğu ve hepsine rikkat-ı kalp geldiği mervidir. Binaenaleyh; Cenab-ı Hak Necaşi ve etbaını rikkat-ı kalp ve havf u haşyetle ve hakkı bildiklerini ye kabul ettiklerini beyanla sena etmiştir. [88]

 

Vacip Tealâ Nasara'nm evsaf-ı memduhalarından bazı aharı dahî beyanetmek üzere buyuruyor:

[Ve Nasara'nin alim olup ilminden istifade edenleri derler ki: »Bize ne gibi şey arız oldu ki, biz Allah'a ve hakka delâlet eden delillerden bize gelen şeylere iman etmeyelim? Elbette iman ederiz. Zira; bizim için imandan bir mani yoktur ve bizi Rabbımızm kavm-i sâlihle Cennet'e ithal etmesini ümid ederiz. ]

Yani; Nasara'dan âlim ve âbidler Kur'ân'ı işitince gözlerin­den yaşlar akıtarak «Ya Rabbi! Bizi şahitlerle yaz» dedikleri gibi ikinci sözleri de «Bize ne oluyor ve ne gibi mâni var ki, biz Al­lah'a ve bize haktan gelen ahkâma iman etmeyelim; maahaza amel-i saliha muvaffak olan kavimle beraber Rabbınıızın bizi Cennetine ithal edeceğini ümid ederiz. İşte bu ümide binaen iman etmemiz vaciptir» dediler ve bunun üzerine Necagi ve onun emsali Nasara iman ettiler.

Beyzavi'nin beyanı veçhile 'daki lâfzı istif-ham-ı inkârıdır. Yani; iman etmeye sebep ve dâî varken iman et­memeyi inkâr içindir. Çünkü; kavm-i sâlihle Cennet'e girmeyi ümid etmek imana sebebi kavidir. Böyle, sebeb-i kavî varken iman etmemek emr-i münker ve müsteb'ad demektir. Binaenaleyh; birşeyin sebeb-i kavisi oldukça hilafını irtikâb etmek elbette emri münkerdir. [89]

 

Vacip Tealâ Nasara'dan iman edenlere sevap verdiğim beyan etmek üzere buyuruyor:

[Nasara'dan iman edenler Cennet'e girmelerini istirham edin­ce Allahü Tealâ onların söyledikleri sözleri sebebiyle altından ır­maklar akar cennetlerine ithal etmekle onlara sevap verdi ve Cen-net'te ebedî kalıcı oldukları halde Cennet'e gireceklerdir. Şu Cen­net'e girmek fazl-ı azîm ve fevz-i kebir ve ihsan üzere ibadet eden­lerin cezasıdır.]

[Şol kimseler ki, onlar kâfir oldular ve âyetlerimizi tekzib ettiler. İşte onlar Cehennem'in yaranları ve mülâzımlarıdır.]

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile bu âyet, mücerret kelime-i tev­hidi okumakla sevaba müstehak olduklarına delâlet ederse de bun­dan evvelki âyette beyan olunan, evsaf-ı memduhaları kalplerinde olan ihlâslarma delâlet ettiği cihetle bu âyet, kelime-i tevhidi ik­rara ve evvelki âyet de kalbe ihlâsa ve tasdika delâlet ettiğinden imanda; ikrar-ı lisanı ve ta$dik-i kalbi lâzım olduğuna delâ­let ettiği gibi sevabın husulü dahî imanın tekemmülüyle olacağına delâlet eder. İ m a n % n tekemmülü ise kalple Usanın nokta-i tevhidde ittifak etmeleriyle hâsıldır.

Vacip Tealâ Cennet'in nimetleri erbab-ı ihsanın cezası oldu­ğunu beyanla, fâsıkın Cennetle girip Cehennem'de muhalled kal­mayacağına işaret etmiştir. Çünkü ibadette ihsan; tasdik-i kalbî ve ikrar-ı lisanîdir. Tasdik-i kalbî ve ikrar-ı lisanî fâsıklarda da mevcut olduğundan onlar da erbab-ı ihsandandır. Binaenaleyh; Cennet'e gireceklerdir. Gerçi fâsıklar aff-ı ilâhi taalluk etmedikçe günahları kadar Cehennem'de yanacaklarsa da akıbet imanlarının mükâfatını görmek için Cennet'e gireceklerdir. Fakat sevap; iman üzere terettüb ettiğinden imanı olmayanlar sevaptan ve Cennet'ten mahrumlardır.     ,

Beyzavi'nin beyanı veçhile bu dört âdetin Necaşi ve ashabı haklarında nazil olduğu ve çünkü; bundan evvel beyan olunduğu veçhile Hz. Ca'fer'in okuduğu Kur'ân'a ağlaşıp iman ettik­lerini Cenab-ı Hak resulüne beyan ve onların hallerini tasvir için bu dört âyeti inzal buyurduğu mervidir.

Hulâsa; Nasara'dan bir cemaatın ihlâs üzere iman ve imanla­rının kabulünü Rablarmdan istirham ve Cennet'e duhullerini ümid ettikleri ve Cennet'e girmek talebiyle söyledikleri sözleri sebebiyle müsâb ve diğer cemaatın küfür üzere ısrar edip ashab-ı cahîmden oldukları bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [90]

 

Vacip Tealâ Yehûd ve Nasara'nın bazı hallerini beyan ettiği gibi ehl-i imana vesâyâ suretiyle ahkâm-ı ilâhiyeden bazılarını da­hî beyanetmek üzere buyuruyor :

[Ey müminler! Allah'ın size helâl kıldığı güzel nimetleri nef­sinize haram kılmayın ve ahkâm-ı ilâhiyeyi tecavüz etmeyin. Zira; ahkâmnu tecavüz edenleri Allahü Tealâ sevmez ve onlardan razı, olmaz.]

Yani; ey müminler! Ahkâm-ı ilâhiyeye tecavüz ederek kendi kendinize helâli haram kılmayın. Zira helâli haram kılmak sure­tiyle ahkâmına tecavüz edenlere Allahü Tealâ muhabbet etmez.

Vacip Tealâ bundan evvel Nasara'nın dünyadan i'raz eden ruhbanlarının Yahudilerin ahvaline nazaran halleri daha iyi oldu­ğunu beyanla sena etmekle huzuzât-ı nefsaniyeyi kırmak lâzım olduğuna zımnen işaret edince bütün bütün dünyadan i'raz ederek zühd ve takvada ifratın caiz olmadığını beyan etmek ve nefsi mi-zac-ı itidâlîsinden çıkarmak ve yemekten, içmekten kesilmek bün-ye-i insaniyeyi tahribe badi olduğundan helâli nefsine haram, kıl­makla perhiz etmekten Cenab-ı Hak kullarını nehyetmemiştir. Zi­ra; Cenab-ı Hak insanlarda ve bilcümle hayvanatta emzice halket-ti ve sanayi-i garibe ve bedâyi-i acîbe icad buyurdu ki, ilim, kud­ret, irade ve sair evsaf-ı ilâhiyeye istidlal etsin ve ihsan etmiş ol­duğu nimetlerinden helâl olarak yeyip içmelf suretiyle hayatını idame ederek bünyesini helakten muhafaza ile Rabbine şükretsin. Çünkü hilkat-ı ilâhiyeden maksad-ı aslî; mizacını muhafazayla ibadete devam ve ubudiyetin vazifesini edâ etmektir. Binaenaleyh; bilkülliye riyazatla enva-ı lezâizden nefsini mahrum etmek, mizaç* itidalden çıkarmak ve maksadı fevtetmek olup bu ise caiz olmadı­ğından Vacip Tealâ Allah'ın helâl kıldığını haranı kılmaktan neh-yetmîştir. Buna binaen şiddetle ruhbaniyet; kalbe ve dimağa zaaf iras ettiğinden fikri muhtel ve aklı müşevveş kılmakla saadet-i insaniyenin en büyüğü olan marifet-i ilâhiye ve tâât-ı sünhabiyeyi haleldar eder, bu ise, maksadı hilkata münafidir. Halbuki ruhbaniyet, dünyanın harabiyetine sebep olduğundan ve insanları sa'y ü amelden muattal kıldığından şeriat-ı islâmiyede ruhbaniyet yok­tur. Zira şeriat-ı islâmiye; şeriatın beyanı dairesinde vazife-i ubu^ diyeti eda ile beraber sa'y ü amel üzere müesses bir şeriat oldu­ğundan ruhbaniyeti külliyen menetmiştir. Zira; ibadeti eda et­mekle beraber umur-u dünyaya çalışmak hem dünya hem de âhi-ret saadetine sa'y olduğundan insanın en büyük saadetidir.

«Allah'ın helâl kıldığını haram" kılmayın» demek, «Riyazatla, nezir ve yeminle helâl olan şeyin hürmetini iltizam. etmeyin ve kalbinizle itikad ve lisanınızla ikrar dahî eylemeyin)) demektir. Yahut «Mal-i mağsubu memlûke ve necis olanı tâhire karıştırıp helâl olan malınızı haram kılmayın ve helâli beyan olunan şu su­retlerden birisiyle haram kılıp hudud-u ilâhiyeyi tecavüz etme­yin» demektir.

Fahr-i Razi, Kazi ve Hâzin'in beyanlarına nazaran bu âyetin sebeb-i nüzulü; Ashab-ı Resulullah'tan birçok kimselerin dünyadan bükülliye i'raz etmek niyetinde bulunmalarıdır. Çünkü; Resulullah birgün ashabına kıyametin şiddetinden bahsedince ashaptan bir­çok kimseler (Osman b. Maz'un)Jun evinde toplanarak daimî oruç tutmak ve döşek üzerinde yatmamak ve nisvana yakın olmamak ve sair huzuzât-ı dünyeviyeden nefislerini menetmek üzere ittifak ederler. Bu azimleri sem-i Resulullah'a vasıl olunca Resulullah «Ben onlara böyle emretmedim. Zira; nefsin insan üzerinde hakkı vardır. Binaenaleyh; oruç tutun, yiyin, için, yatın, uyuyun, kalkın, namaz kılın. Ben de yerim, yatarım, uyurum, kalkarım, namaz kılarım, nisvana yakın olurum. Benim sünnetimden i'raz edenler benden değildir» buyuranca bu âyetin nazil olduğu mervidir.

Hulâsa; Allah'ın insanlar için halkettiği nimetleri riyazat ve ruhbaniyetle veyahut yeminle ve nezirle insanların nefislerine haram kılmaları ve nimet-i dünyadan nefsini mahrum etmekle he­lâli haram gibi itikaad ederek haddini tecavüz etmeleri caiz olma­dığı ve haddini tecavüz edenleri Allah'ın sevmediği bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [91]

 

Vacip Tealâ helâli haram kılmaktan nehyettiği gibi helâli ye­mekle emretmek üzere buyuruyor:

[Allahü Tealâ'nın sizi merzuk ettiği nimetlerinden helâl ve tıyb olarak yiyin ve şol Allahü Tealâ'dan korkun ki, o Allahü Te-alâ'ya siz iman ettiniz.]

Yani; Allah'ın rızıklarını nefsinize haram kılmayın. Belki, he­lâl ve tıyb olanları yiyin ve kendisine iman ettiğiniz Allahü Tea­lâ'dan korkun ve nefsinizi Allah'ın azabından vikaaye edin. Bina­enaleyh; helâli haram kılmakla nefsinizi azaba müstehak kılmayın.

Emirde asıl olan vücup ifade etmekse de bu âyette emir ibâha içindir. Helâl olan miktarı her türlü intifa caizse de intifadan en ziyade mühim olan yemek olduğundan Cenab-ı Hak «Helâlden ekledin» demiştir. Binaenaleyh; yemekle emir; başka cihetle inti-faa mânı değildir. Helâli, tıyb'le kaydetmek eklinde şer'an mah­zur olmayıp helâl olduğu gibi tab'an istikrah olunacak birşey de olmayıp tıyb olarak, yani tabiatınız seve seve yiyin demektir. Bi­naenaleyh; helâl olan şeyin kendi helâl olunca onun ekli dahi he­lâldir.

Vacip Tealâ bu âyette israfı terke irşad ve rızkın bazısını ta-sadduka terğib için rızkın bazısını ekle delâlet eden laf­zıyla irad buyurmuştur. Çünkü; Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile ba'z manâsına delâlet ettiğinden âyet; rız­kın bazısını ekle delildir.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile, insanların bütün sa'ylerinin hulâsası yemek olduğundan ittikaa ile emir, helâlden ekil ile emri te'kid içindir. Çünkü; herşeyde ittikaa lazımsa da ekil-de daha ziyade lâzımdır. Zira; her türlü sa'yin hulâsası ekil oldu­ğundan ekilde muharrematı irtikâb etmek ihtimali ziyade olduğu cihetle Cenab-ı Hak helâldan ekletmekle emrini ittikaa emriyle te'yid etmiştir.

İmanın muktezası ittikaa olduğuna işaret için "İman ettiğiniz Allah'a ittikaa edin» buyurmuştur. «Helâl ve tıyb ekledin» de­mek; «Necaset olan şeyler gibi tab-ı beşerin sevmeyeceği ve top­rak gibi vücuda mazarrat verecek şeyleri ekletmeyin» demektir. . Hulâsa; helâl olan rızktan eklin helâl ve Allahü Tealâ'ya itti-kaanın vacip ve rızık hususunda muharremattan. ihtiraz etmek lâzım olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [92]

 

Vacip Tealâ helâl olan şeyleri yeminle ve nezirle haram kıl maktan nehyettikten sonra yeminin ahkâmını beyanetmek üzere buyuruyor:   

[Allahü Tealâ yeminlerinizde lağıvla sizi muahaze etmez. Ve lâkin sizin akdettiğiniz yeminlerinizle muahaze eder ve yeminini­zin kefareti; kendi ehlinize ve evlâdınıza ifam ettiğiniz taamın evsatmdan on fakire taam yedirmek veya on fakire elbise vermek veyahut bir köle azad etmektir.]

Yani; yemininizden hükm-ü şer'i taalluk etmeyen lağıvla sizi muahaze edip mesuliyet altına almaz. Lâkin ankasdin akdedip hi­lafını irtikâb ettiğiniz yeminlerinizle muahaze eder ve mesuliyet altına alır. Binaenaleyh; akdedip de hilafını irtikâpla hânis oldu­ğunuz yemininizin kefareti orta halli evlât ve ehlinize yedirdiği­niz taamdan on kişinin karnını doyurmak veya on fakire elbise giydirmek veyahut bir köle âzâd etmektir.

Yemin-i lağıv; zan üzere yemin edip zannın hilafı zuhur etmektir. Yemin-i lağva dair tafsilât Sûre-i Bakara'da geç­tiği için burada tafsilâttan sarfınazar olunmuştur. Yemin-i akid ; bir işi işleyeceğine veyahut işlemeyeceğine yemin et­mektir. Eğer yemininde sebat ederse dünyada ve âhirette birşey lâzım gelmez ve eğer yemininin hilafını irtikâb etmekle hânis olur­sa kefaret lâzım gelir. Kefaret de üç suretle olur ki, metn-i âyette tafsîlen beyan olunmuştur. Çünkü; akdettiği yemini bozmak in­san için bir hata olduğundan o hatayı tamir için kefaret vacip olur ve kefaretle hatası setrolünur. Şu kadar ki, kefarette; yemininde hânis olan kimse muhayyerdir. İsterse on fakire yemek yedirir. İsterse elbise giydirir. İsterse köle âzâd eder ve eğer bunlardan aciz olursa üç gün oruç tutar.

Bunlardan hangisini eda ederse üzerine vacip olan şeyi edâ ettiğinden mesuliyetten kurtulur. Taam hususunda a'lâ ve edna olduğu gibi gaayet az ve gaayet çok yiyenler bulunduğundan Ce-nab-i Hak kullarına kolaylık olsun için her hususta orta hali vacip kılmıştır. Kefaret verecek kimse fukaranın ihtiyacını def etmeye­cek surette pek âdî bir miktarla baştan savmak cihetini ihtiyar et­mek veyahut fakir olan kimse en a'lâsmı istemek ihtimallerine binaen her iki tarafın hukukunu muhafaza için Cenab-ı Hak kefa­ret verecek kimsenin evlâd ü ıyaline yedirdiği taamın evsatını va­cip kılmıştır ki, borçlu ve alacaklı hukukuna razı olsun ve müş­külât çekmesinler. Taamı aynen vermek caiz olduğu gibi bir be­delini vermek de caizdir. Veya on fakiri bir günde it'am etmesi caiz olduğu gibi, bir fakiri on günde it'am etmesi de caizdir. Kisve ile murad; her tarafım ihata edecek bir libastır. Birkaç kat olmak lâzım değildir. İbadullah üzerine tekâlifte teshilât mat-lub olduğundan kefaret için verilecek şeylerden ehven olan taam takdim olunmuştur.

Hulâsa; kasid olmayarak veyahut zan üzere vâki' olan yemi­nin hilafı zuhur ettiğinden lâğvolduğu cihetle muahaze olunmaya­cağı ve kefaret lâzım gelmeyeceği ve akdolunan yeminin hilafını işlediğinden kefaret lâzım geleceği bu âyetten müstefad olan fe-vaid cümlesindendir. [93]

 

Vacip Tealâ yemininde hânis olan kimse için üç şey ile kefaretin cevazını beyandan sonra bu üçten birini edadan âciz olan­ların kefaretini beyanetmek. Üzere buyuruyor:

[Eğer kefaret lâzım gelen kimse şu beyan olunan taam, kisve ve köle âzâd etmekten birini bulamaz, yani muktedir olamazsa onun kefareti üç gün oruç tutmaktır.] Ve o üç gün ise birbiri aka­binde olup arada fasıla olmamak lâzımdır.

[İşte şu beyan olunan dört suret, yemin edip hânis olduğu­nuzda yeminlerinizin kefaretidir ve yeminlerinizi hıfzedin. Hânis olmamak cihetine ikdam edin.]

[İşte şu tafsilât üzere ahkâmını beyan ettiği gibi Allahü Tealâ âyetlerini sizin şükretmeniz için beyan eder.]

Yani; eğer yemininde hânis olan kimse it'am-ı taam ve kisve ve köle âzâd etmekle yemininin kefaretini edaya muktedir ola­mazsa onun kefareti arası fasılasız üç gün oruç tutmaktır. İşte şu âyette beyan olunan dört suret; hânis olduğunuz yemininizin ke­faretidir. Yemininizi hânis olmaktan muhafaza edin ki, kefarete muhtaç olmayasmız. Vacip Tealâ şu âyetlerde ahkâmını beyan ettiği gibi ahkâmına delâlet eden âyetlerini sizin şükretmeniz için beyan eder.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile kefaret; hânis ol­duktan sonra vacip olur. Binaenaleyh; hânis olmazdan evvel ke­faret verse sonra hânîs olsa hanefiye indinde caiz olmaz, tekrar kefaret vermesi vaciptir. Çünkü yeminini bozmaksızın verdiği ke­faret; kefaret değildir.

Yeminleri hıfzile emir; yemini az yapmak ve yemin ederse hânis olmamak yani yemini bozmaktan muhafaza eylemek ve hâ-nis olduktan sonra da kefaretle muhafaza etmektir. Şafiî indinde kefareti mümine vermek lazımsa da hanefiye indinde fakir zim-mîye dahî vermek caizdir. Vacip Tealâ bu misilli havadis-i beşerin ahkâmını beyan etmesi kullarını maslahatlarına irşad olup hakla­rında menfaat olan şeyleri tayin etmek ibadın işlerini teshil oldu­ğu cihetle ni'net-i uzmâ olduğundan bu ni'metin şükrünü eda et­meleri için âyetlerini beyan ettiğini zikretmiştir.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile bu âyetin sebeb-i nüzulü; bun­dan evvelki âyetlerde zikrolunduğu veçhüzere Ashab-ı ^Resulul-lah'tan birçok kimselerin dünya lezzetlerinden alâkayı kesmek üzere yemin edince Vacip Tealâ helâlinden merzuk oldukları rı-zıktan yemelerini emretmesi üzerine yemin edenler «Ya Resulal-lah! Bizim yeminlerimiz ne olacak?» demelerine binaen yeminle­rin ahkâmını beyan için bu âyetin nazil olduğu mervidir.

Eğer bir emr-i hayrı terk etmek üzere yemin olmazsa yemi­ninde sebat etmek lâzımdır. Amina bir emr-i hayrı terk etmek üzere yemin ederse o emr-i hayrı işlemekle yeminini bozup kefa­retini vermesi vaciptir. Meselâ «Namaz kılmayacağım veya pede­rime söylemeyeceğim» diyerek yemin eden kimsenin yeminini bo­zup kefaretini verip namazını kılması veya pederine söylemesi vaciptir. [94]

 

Vacip Tealâ tayyibâtm helâl ve tayyibâttan yemek mubah ol­duğunu beyan edince zaman-ı cahiliyede tayyibâttan ma'dud olan şarap ve kumarın helâl olan tayyibâttan hariç olduğunu beyanet-mok üzere buyuruyor:

[Ey müminler!   Şarap,   kumar ve insanları idlâl etmek için nasbolunan putlar ve üzerinde hayır veya şer yazılı bir iş tutacak­larında kur'a çekip hangisi çıkarsa onunla amel etmek üzere itti­haz olunan ağaç ve taş parçaları ancak şeytaıvın amelinden neca­settir. Binaenaleyh; hu misilli şeytan'm amelinden felâhyâb olma­nız için içtinab edin kî, rıza-yı ilâhiye nail olasınız, j

Bu âyette hamirle murad;, sekir veren şeylerdir. Bina­enaleyh;.her neden ittihaz olunursa olunsun haramdır. Ve meysmirle murad; kumardır. Herhangi şeyle oynansa ve hangi nev'in-den olsa haramdır. Ensabla murad; ibadet etmek için vaz'et-tikleri putlardır. EzIâmla murad; bir iş tutacak olduklarında hayır ve şer olduğunu bilmek için üzerine hayır ve şer yazarak bir kese içinde hıfzedip icabında kur'a çektikleri taş ve ağaç par­çalarıdır. Bu âyette beyan olunan dört şeyin şeytan'm amelinden olup inşaları idlâl için istimal ettiğini ve necaset olduğunu beyanla Vacip Tealâ ehl-i imanı bu gibi a'mâl-i hahiseyi irtikâpla şeytan'm tuzağına tutulmaktan kullarını nehyetmiş ve bu a'mâlden kulla­rını iki cihetle tenfir etmiştir Birincisi; Şeytan'm ame­linden bulunması, ikincisi; necaset olmasıdır. Zira; bu­nun ikisi de nefreti muciptir. Çünkü; şeytan habis olduğundan ameli de habis olduğu cihetle şeytan'a nispet olunan herşeyin ha­bis olacağında şüphe yoktur. Binaenaleyh; bu gibi habis olan şey­lerden içtinab etmek vacip olduğunu ve bunlardan içtinab etmek insanın necatına ve felahına sebep olacağım beyanla behemehal içtinap lâzım olduğunu te'kid için Yyı meselenin kuvvetine

delâlet eden cümle-i ismiye ile irad buyurmuştur ki, bunlarla va­kit zayi etmenin akıl ve hikmete muhalif olduğunu beyan etmiştir. Hulâsa; şarap içmek ve kumar oynamak gibi şer'in takbih ettiği şeylerden insanların içtinab etmeleri vacip olup bunlardan içtinab eylemenin sebeb-i necat ve felah olduğu bu âyetten müs-tefad olan fevaid cümlesindendir. [95]

 

Vacip Tealâ şu dört şeyden müminler için kaçınmak vacip olduğunu beyan ettiği gibi bunların mucip olduğu mefâsidi dahi beyanetmek üzere buyuruyor.                                   

[Şeytan, gerek şarapta ve gerek kumarda sizin beyninize ada­vet ve buğz koymak ve zikrullahtan ve namazdan menetmek ister ve şeytan'ın muradı bu olunca siz bu gibi fena şeylerden vazgeçer-misiniz, yoksa bunları irtikâpla helak olur gider misiniz?]

Yani; şarap, kumar ve putlar şeytan'ın ameli olunca bunlar sebebiyle şeytan sizin beyninize adavet koymak murad eder ki, bu adavet sizi evvelâ münazaaya sonra mukaateleye kadar götü­rür ve birbirinizi bigayrihakkm izrara sebep olur ve bunlarla da iktifa etmeyerek içkiyle ve kumarla sizi Allah'ın zikrinden ve dinin direği olan namazdan menetmek ister. Şeytan'ın hâli böyle olduğu size beyan olununca, bundan müteessir olarak bunlardan vazgeçer misiniz? Vazgeçin. Zira; bunları terketmek üzerinize va­ciptir.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile içki içen kimsenin maksadı ahbap ve yaranıyla ülfet edip onların muhabbetleriyle telezzüz et­mekken-, 4>ilâkis çok kere bu maksat, hilâfına inkılâb eder. Zira; şarap aklı izale ve şehveti ve gazabı tezyid ettiği cihetle pek sev­gili ahbap arasında münazaa ve mukaateleye sebep olduğundan şeytan da maksadına nail olur. Kumarda dahi hâl böyledir. Çün­kü; aldanan kimse aldatırım ümidine binaen devam ettikçe mağ­lûp olur. Hatta hiçbir malı kalmayıncaya kadar devam eder; akı­bet fakir düşer, miskin olur ve bu cihetle adavet tezayüd eder. Binaenaleyh; şeytan, şarap ve kumar vasıtasıyla insanlar arasın­da adavet ve fitne ateşlerini alevlendirir ve fitne ateşleri gittikçe artar ve binnetice hanümanlar harap ve nizam-ı âlem muhtel olur.

Bu işte bu misilli ahval-i redie, umur-u dünyayı ihlâl ettiği gibi umur-u âhireti dahî ihlâl ettiğini beyan için Vacip Tealâ şey-tan'm bunlar vasıtasıyla zikrullahtan ve namazdan menettiğini beyan etmiştir. Çünkü; içki içen kimsenin aklı, içkiden hasıl olah sürür ve lezzet-i cismaniye ve şehevat-ı nefsaniyeyle meşgul ol­duğundan ibadetten bükülliye gaflet eder, zikrullahı ve namazı tamamiyle unutur. Binaenaleyh; âyetin âhirinde umur-u dünya ve umur-u âhireti ihlâl eden şarap ve kumardan vazgeçmelerini Cenab-ı Hak emretmiştir. Çünkü;  zahirde sual ve istifham ise de, hakikatta bunlardan vazgeçmeyi emirdir. Yani «Siz bunlardan vazgeçmez misiniz? Geçmemeniz emr-i mün-kerdir. Binaenaleyh; vazgeçin» demektir.

Şarap ve kumar ibadâtın cümlesinden gaflete sebep olduğu halde salâttan menetmek bütün ibadetten men'e sebeb olacağma binaen salâttan men'i tahsis buyurmuştur. Binaenaleyh; ibadât içinden salâtın imad-ı din olmasına kıyam, kıraat, rükû', sücud, teşbih ve tehlil gibi enva-ı ibadâtı cami' olduğundan salâttan me­netmek bu ibadâtm cümlesinden menetmek olduğuna işaret etmiş­tir. Şarabın ve kumarın mefsedetlerini beyandan sonra bunlar hak­kında varid olan emr ü nehyin şiddetleri nihayete baliğ olduğuna ve müptelâ olanların i'tizara mecalleri kalmadığına ve i'tizar et­seler dahî intizarlarının kabul olunmayacağına işaret için Cenab-ı Hak âyetin âhirinde   buyurmuştur. Çünkü; muhaverâtımızda dahî kelâmın âhirinde bu mealde söylenen süz te'kid içindir. Meselâ bir kimseye tutacağı bir işten vazgeçirmek için birçok nasihat edip o işin mazarratını beyandan sonra «Sözüm tesir etti mi vazgeçtin mi, hakikati anladın mı? Yoksa halâ eski inadında ısrar eder misin?» denilir.

Hulâsa; şarap ve kumar sebebiyle şeytan'm insanlar arasına buğz ve adavet koyduğu ve bunlardan herbiri vasıtasıyla şeytan insanları zikrullah ve namaz gibi ibadât-! mühimmeden menettiği ve b* misilli şeylerden vazgeçip şeytan'a fırsat vermemek lâzım olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [96]

 

Vacip Tealâ şarap ve kumar gibi bünye-i beşeri tahribe ve idame-i hayatına, hadim olan mal gibi kıymettar olan şeyi izaaya sebep olan fena şeylerden nehyettiği gibi kendi emrine ve resulü­nün emrine itaatin lüzumunu beyanetmek üzere buyuruyor. .

[Ey müminler! Allah'a ve resulüne itaat edin ve Allah'ın ha­ram kıldığı şeylerden hazer edin.]

[İtaat vacip olunca eğer îraz ederseniz iyi bilin ki, bizim re­sulümüz üzerine vacip olan şey ancak açıktan tebligat icra etmek-     ı tir. Resulümüz vazife-i tebliği edâ edince her vebal size aittir.]

Yani; şeytan'm sözüne aldanmayın, ancak; her umurunuzu tedbir eden Allah'a ve sizi saadetinize irşad eden resulüne itaat edin, onların emirlerini tutun ve şarap, kumar gibi haram kıldığı şeylerden hazer edin; onların semtine uğramayın. Binaenaleyh; Cenab-ı Hakka ve resulüne itaatin vücubuna dair deliller geldik­ten sonra eğer siz delâilden îraz eder ve itaattan çıkarsanız iyi bi­lin ki bütün günah size aittir. Çünkü bizim resulümüzün üzerine vacip olan; ancak tebliğdir, yoksa size kabul ettirmek değildir. Allah'a ve resulüne itaatla murad; evamir ve nevahinin kâffesin­de itaattir. Hazerle murad; bilûmum menhiyattan ve bilhassa âyet-i sabıkada beyan olunan içki ve kumardan kaçınmaktır. Bi­naenaleyh; âyette menhiyatı irtikâb edenleri tehdid vardır. Yani «Siz şu beyan olunan tekâliften yüz dondürürseniz sizin üzerini­ze delil kaaim oldu ve resulümüz tebliğ borcundan kurtuldu. Zira resul; üzerine borç olan tebliği edâ etti. Binaenaleyh; her vebal \ size teveccüh etti, hiç kimseye bir diyeceğiniz kalmadı» demektir. [97]

 

Vacip Tealâ şarabın haram ve şarap hakkında Allah'ın ve re­sulünün emrine itaat vacip olduğunu beyan ettiği gibi, şarap ha­ram olmazdan evvel istimal edenlere zarar olmadığını beyanetmek üzerebuyuruyor.

[Şol kimseler üzerine şarap haram olmazdan evvel şaraptan tattıklarında günah yoktur ki» onlar iman ettiler ve amel-i salih işlediler. Onlar şarabın hürmetine delil varid olduktan sonra şa­raptan ittikaa ettiklerinde evvelce içtikleri şaraptan dolayı onlar üzerine günah yoktur ve şaraptan nefislerini vikaaye ettikleri gibi hürmetine iman ettiler ve amel-i salih işlediler, sonra ittikaada sebat ettiler ve iman ettiklerinden sonra ruhsat-ı şer'iyeyle dahi amelden ittikaa ettiler ve azimetle amele sa'yettiler ve ittikaala-rında sebatla a'mâl-i cemile taharrisinde ihsan ettiler. Halbuki, Allahü Tealâ ihsan edenlere muhabbet eder.]

Yani; iman edenler ve amel-i salih işleyenler üzerine şarabın hürmetine delil varid olmazdan evvel içtikleri şaraptan günah yoktur. Eğer hürmetine delil geldikten sonra ittikaa eder ve hür­metine imanla beraber amel-i salih işlerlerse.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile manâ­sına olduğundan «Haram olmazdan evvel içtikleri şarapta günah yok» demektir. Gerçi bu âyette ittikaa emri, tekerrür etmişse de hakikatta tekerrür yoktur. Zira; herbiri ayrı ayrı manâya delâlet eder. Çünkü birinci ittikaa; şarap ve şarabın emsali muharremattan içtinab etmektir. İkinci ittikaa; gü­nahtan kaçınmakta devam ve sebat etmek manasınadır. Üçün­cü ittikaa; Allah'ın kullarına zulümden ittikaadır. Bina­enaleyh; âyette tekrar yoktur. Yani; «Günahtan sakının ve günah­tan sakınmakta sebat edin ve zulümden korkun» demektir. Yahut birinci ittikaa; bu âyet nazil olmazdan evvel bilûmum günahlardan ittikaadır. İkinci ittikaa; bu âyet nazil olduktan sonra şarap, kumar ve onların emsalinden ittikaadır. Üçün c)ü .ittikaa;   bu âyetin nüzulünden sonra hadîs olan muharremattan ittikaadır. Yahut küfürden ittikaa, sonra kebair-den ittikaa, daha sonra da sağairden ittikaadır. Herhangi manâya hamlolunsa iman ve takvaya terğipte mübalağa vardır. Çünkü takva; insanın kendi nefsinde tatbiki lâzım olduğu gibi nasla ken­di arasında ve kendiyle Allah'ın ahkâmı arasında tatbiki lâzım ol­duğundan ehemmiyet-i fevkalâdesi vardır.

Vacip Tealâ günah işlememekte ihsanın şart olduğunu beyan­dan sonra ihsanın tesiri yalnız günahı işlememekte değil belki mu-habbet-i ilâhiyeyi celbe dahi vesile olduğunu beyan etmiştir. Bi­naenaleyh, ihsanın derecesi; insanın ihraz edeceği derecelerin ef-dalidir. Zira; meratibin en yükseği olan ihsan; marzî-i ilâhiyeyi caliptir.

Tefsir-i Taberi ve Hâzin'in beyanları veçhile bu âyetin sebeb-i nüzulü; şarabın hürmetine delil nazil olunca, ashaptan bazıları «Ya ResulalZah! Şarap içip vefat eden ihvanımızın hali nasıl olur?» deyince, şarabın hürmetine delil varid olmazdan evvel içtiklerinin zararı olmadığını beyan hakkında bu âyetin nazil olduğu mervidir.

Beyzavi, bu âyette tekerrür eden ittikaaları şöyle tevcih edi­yor : İnsanın azab-ı ilâhiden kurtulmak için haram olan ve haram­da vaki olmamak için şüpheli olan şeylerden ve nefsini hisset. ve denâetten vikaaye için bazı mübahattan ittikaa ve ihtiraz etmesi lâzımdır.

Tefsir-i Taberi'de manâ-yı âyet şöyledir:

[ Şol kimseler üzerine günah yoktur ki, onlar iman ettiler ve amel-i sal ili işlediler ve şarap haram olmazdan evvel şarap içtiler ve şa­rabın hürmetine dair âyet gelmeksizin vefat ettiler. Binaenaleyh; onların içtikleri şaraptan dolayı günah yoktur. Çünkü hürmetine delil yoktu.]

[Onlardan hal-i hayatta bulunanlar; haram olan şeylerde Allahü Tealâ'ya ittikaa ettiler ve haramı irtikâpta Allah'tan korktular, Allah'ın ve resulünün emrettikleri şeylerde onları tasdikle iman ve itaat ettiler, Rablerinin teklif ettiği a'mali kisbe sa'yettiler ve rızasını tahsile çalıştılar. Onlar üzerine hürmetine delil gelmezden evvel içtikleri şarapta günah yoktur.] [Şara­bın hurmetiyle tekliften sonra, onlar şarap içmekten korktular, hürmetine iman ettiler ve Allah'tan korktular ve ittikaa ve iman­da sebat ettiler, iman ve ittikaalarım tebdil ve tağyir etmediler. Onlar üzerine de evvel içtikleri şarap için günah yoktur. ] [Bundan sonra onlar Allah'tan korktular.

Onların korkulan onları nafile ibadetleriyle ihsana şevketti. Bi­naenaleyh; rızay-ı ilâhiyi tahsil için feraizi edadan sonra nevafili edâ ile Rablerine takarruba çalıştılar.]  [AIlahü Tealâ nevafili edâ ile takarruba çalışanları sever ve muhab bet eder.] [98]

 

Vacip Tealâ şarabın ve kumarın haram olduğunu beyan etti­ği gibi bazı avın haram olduğunu dahi beyanetmek üzere buyuruyor,

[Ey müminler! Avdan ellerinizin ve süngülerinizin isabet et­tiği şeyle Allahü Tealâ sizi elbette imtihan eder ki, anilgıyab aza­bından korkan kimseyi bilsin ve ihram halinde ihramın hukukunu muhafaza edip avdan içtinab edenlerle içtinab etmeyip ihramın hukukunu pâyimal edenleri tefrik etsin.]

[Eğer bir kimse avın ahkâmı beyan olunduktan sonra şu ah­kâmı tecavüz ederek ihramda av avlarsa o kimse için azab-ı elim vardır.]

Yani; ey müminler! Zat-ı ülûhiyetime yemin ederim ki, Allahü Teaiâ avdan sizin elinizin ve silâhınızın isabet ettiği şeyle elbette size imtihan muamelesi yapar ki, muti' olanlarla âsî olan­lar beyni tefrik olunsun ve anilgıyab intikaam-ı ilâhiden korkan­lar bilinsin. Eğer bir kimse şu ahkâmı beyandan sonra ahkâmı te­cavüz ederse o kimse için âhirette acıtıcı azap vardır.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğuna nazaran (Hudeybiye) se­nesinde hayvanât-ı vahşiye Ashab-ı Resulullah'ın huruçları ve râ-hileleri arasında gezer, hatta elleriyle tutmak ve firar edenleri süngüleri ve kargılarıyla avlamak mümkün olduğundan Ashab-ı Kiram avlamaya meyletmeleri üzerine Cenab-ı Hakkın bu âyetle onları nehyettiği mervidir. Bu gibi şeyler Cenab-ı Hakkın kulla­rını imtihanı ve iptilâsıdır. İhram içinde av haram olup; mutlak olarak av haram değildir.

Tefsir-i Taberi'de beyan olunduğu veçhile ellerinin tenavülü yani ahzettiğiyle murad; avın yavruları ve zayıf olanlarıdır. Rimah yani süngüleri ve kargılarının isabet edip nail olduğu ile murad; avın firar eden ve kaçanlarıdır. Vacip Tealâ Benî İsrail'i denizde balık avlamaktan nehyüe müptelâ kıldığı gi­bi ümmet-i Muhammed'i de ihramdayken karada av avlamaktan nehyüe müptelâ kılmıştır. «Görmediği halde anilgıyab Allah'tan korkan kimler olduğunu bilmek için müptelâ kıldı» demek; «Al­lah'ın dostları ve âsî olanları bilinsin için müptelâ kıldı» demek­tir. Çünkü; Allah'ın ilmi ezelî olduğundan imtihana ihtiyacı yok­tur. Binaenaleyh; kullarını müptelâ kılar ki, iyilerini kötülerine bildirmek için imtihan eder. Şu halde kullarını imtihan; kulların kendi hallerini kendilerine bildirmek içindir.

Şu ahkâmı beyandan sonra bu ahkâmı tecavüz eden kimse için azapla murad; azab-ı dünyevî olursa (İbn-i Abbas) Haz­retlerine nazaran değnekle darbetmektir. Ve azab-ı âhiret ise azab-ı cehennemdir.

Hulâsa; ihram içinde ehl-i imanı imtihan için av avlamayı haram kıldığı ve bu hürmetin sebebi anilgıyab Allah'ın azabından korkanları kullarına bildirmek olduğu ve bu ahkâmı beyandan sonra hudud-u ilâhiyeyi tecavüz eden kimse için azab-ı elîm oldu­ğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [99]

 

Vacip Tealâ av avlamaktan nehyile müptelâ kıldığına işaret­ten sonra sarahat suretiyle ihram içinde av avlamaktan nehyetmek üzere buyuruyor.                                                      

[Ey müminler! İhramda olduğunuz halde av öldürmeyin. Eğer sizden bir kimse ihram içinde kasdî olarak avı katlederse, katlettiği hayvanın misli hayvanat-ı ehliyeden birini ceza olarak kurban etmek vacip olur ve katlettiği hayvan-ı vahşi ile ceza ve­receği hayvan-ı ehli beyninde mümaselete sizden adalet sahibi iki kimse hükmederler ve onların nümaseletle hükmettikleri hayva­nı Kabe'ye hediye olarak gönderir, kurban eder ve Kabe'de bulu­nan fukara onunla ihtiyaçlarını temin ederler veyahut katlettiği hayvanın bedelini miskinlere taam olarak verir. Cezası kefaret olur veyahut günahın cezasını tatmak için kefaretin misli oruç tutar.]

Fahr-i Razfnin beyanı veçhile bu âyette s a y d la murad; ikiden halı olamaz. Av eti ya yenmeyen hayvandan olur veyahut eti yenen hayvandan olur. Eğer eti yenmeyenden olursa İmam-ı A'zam indinde öldürdüğü hayvanın kıymetini fukaraya verir. Fa­kat, ne kadar büyük olsa bir koyun kıymetini tecavüz etmez. Eti yenen hayvandan olursa mislini kurban eder. Av haram olan ih­ramın; hac veya umre için olması müsavidir. Binaenaleyh; muh-rim olan kimsenin kendi avlaması caiz olmadığı gibi başkasına de­lâlet edip göstermesi dahi caiz olmaz. Kezalik silâhla avlamakla kelb ve kuş gibi şeylerle avlamak beyninde fark yoktur. İhram içinde harem dahilinin avı haram olduğu gibi, harem haricinin avı dahi haramdır ve avladığı avın mislini Kabe'ye hediye olarak gön­dermek bizzat Kabe'ye vasıl olmak manâsına değildir, belki harem dahiline girmek matluptur. Zira; bu makamda Kabe 'yle murad; harem dahilidir. Aynen katletmiş olduğu hayvana muadil bir hayvan kurban etmek caiz olduğu gibi o hayvanın kıymetini her fakire bir fitre bedeli vermek suretiyle fukaraya tasadduk et­mek dahi caizdir. Yahut her fitre bedelinde bir oruç tutar.

Avladığı hayvanın cezasını vermek ve kefaretini edâ etmek tabiat-ı insana ağır olduğu için ağır ve sakil manâsına olan ve­bal ile tâbir olunmuştur. Zira; kefarette sıklet bedihidir. Çün­kü; gerek kurban ve gerek fukaraya ifam suretiyle olsun insan için kıymetli olan malı tenkis ettiği cihetle tabiat-ı beşer üzerine ağır olduğu gibi oruç da bedene zaaf iras ettiği cihetle o dahi ta­biat üzere ağırdır. Binaenaleyh; her suretle kefarette tabiat-ı be­şer üzerine bir sıklet vardır. Hal-i ihramda nehy-i ilâhiye muha­lefet ederek av avlayan kimsenin ihramın hürmetini ihlâl ettiğin­den Vacip Tealâ o kimseyi tedib için bu âyette beyan olunan üç suretten biriyle kefareti vacip kılmıştır. [100]

 

Vacip Tealâ ihram içinde av avlayan kimsenin cezasını be­yandan sonra zaman-ı cahiliyede vaki olan kusurun affolunduğu­nu ve tekrar cahiliye adetine avdet, edenlerden intikaam alacağını beyanetmek üzere buyuruyor.

[İhram içinde av avlamaktan nehiy varid olmazdan evvel vu-kubulan günahı Allahü Tealâ affetti ve amel defterinizden sildi ve avdan nehyolunup hürmetine tenbih geldikten sonra tekrar avdet ederse Allahü Tealâ ondan intikaamım alır. Zira; Allahü Tealâ intikam sahibidir ve intikam almaya kuvvet ve kudreti kâfi bir uludur ve cümleye gaaliptir.] Bu manâ; şeriat-ı Muhammediye-nin zuhurundan evvel zaman-ı cahiliyede vaki olan hatanın affı­na hamlolunduğuna nazarandır. Amma bir kere cinayete kefaret verdikten sonra avdet edenlerin cezası kefaretle sakıt olmaz di­yenlere nazaran manâ-yı âyet şöyledir: [İhram içinde bir kere av avlayanların hataları kefaretle sakıt olduktan sonra tekrar o cina­yete avdet ederlerse ikinci cinayetin cezası kefaretle sakıt olmaz; belki, Allahü Tealâ ondan intikaamım alır. Zira; Allahü Tealâ in­tikam sahibi bir kaviy-yi gsaliptir.] Binaenaleyh; cinayet sahip­lerini cezasız bırakmaz. [101]

 

Vacip Tealâ karada olan hayvanatın ihram içinde avlanması haram olduğunu beyandan sonra, deniz hayvanatını avlamak he­lâl olduğunu beyanetmek üzere buyuruyor.

[Ey ihramda olan müminler! Size ve ticaret için gelip giden yolculara denizin avı ve taamı menfaat olarak helâl kılındı. Bina­enaleyh; onunla intifa edersiniz ve sız ihramda devam ettikçe ka­ranın avı sizin üzerinize haram kılındı ve ancak amelinizin ceza­sını görmek üzere canib-i manevîsine cem' olunacağınız Allahü Tealâ'nın azabından nefsinizi vikaaye -edin ve Allah'tan korkun.] Haram olan avı avlamaktan ve Allahü Tealâ'dan ruhsatsız mah-lûkaatma tecavüzden nefsinizi muhafaza edin ki, azab-ı ilâhiye müstahak olmayın ve bilhassa hac için ihrama girdiğinizde teca­vüz ve taarruzdan kendinizi sakının. Çünkü; ihramda mevt-i iradî ile nefsinizi vefat etmiş farz ederek kusurunuzun affını istirham etmek ve sûrî bir kefen içinde herşeyden kat'-ı alâka eylemek su­retiyle bir meyyit-i müteharrik olarak dergâh-ı ülûhiyetten enva-ı atıfet beklediğiniz bir sırada hayvanata taarruz etmek ihramdan maksadın hilâfına hareket etmek olduğundan taarruz eden kimse cezasız kalamaz.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile deryada av ; üç nevidir:   Birincisi,;   balıktır ki, cemi-i envai helâldir,

İkincisi; kurbağa ve haşerât-ı sairedir ki, cemi-i envai ha­ramdır. Üçüncüsü; bunlardan maada denizde bulunan hayvanât-ı sairedir. İmam-ı A'zam indinde bunlar da haram olup ekseri fukaha indinde helâldir. Ve denizle murad; tatlı ve acı mutlaka s^dur. Binaenaleyh; göller ve nehirler ve büyük denizle­rin cümlesi ahkâmda müsavi ve hepsi deniz hükmündedir. Deniz­de av yalnız yemek için olmayıp kemiğinden ve dişinden veyahut inci gibi şeyleri çıkararak intifa için avlamak helâl olduğunu Va­cip Tealâ bu âyetle beyan buyurmuştur. Sayd-ı bahir le murad; daima suda yasayan hayvandır. Binaenaleyh; bazan suda ve bazan karada yaşayan hayvanat da sayd-ı bahirden ma'duddur.

Hulâsa; ihram içinde olan kimseler için deniz avının helâl kı­lındığı ve ihramda oldukça karada avlamak huzur-u manevisine haşrolunacağımz Allahü Tealâ'dan korkmak vacip olduğu bu âyet­ten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [102]

 

Vacip Tealâ ihramda olan kimse için av avlamak haram oldu­ğunu beyan ettiği gibi, harem dahilinde tuyur, vuhuş taarruzdan masun ve insanlar korkulacak afattan emin olup saadet-i darey-nin husulüne Harem-i Şerif sebep olduğunu ve nazar-ı ilâhinin Harem dahiline her yerden ziyade bulunduğunu dahi beyanetmek üzere buyuruyor.

[Allahü Tealâ Kabe'yi* Beyt-i Haram kıldı ki, o mevki-i mü­barek nâs'm ibadet için kıyam mahalli olsun ve şehr-i haram olan Zilhicce ayını ve hac edecek kimsenin kurban için Mekke'ye gön­derdiği hediye ve alâmctli olan kurbanları nâs'm menasik-i hacci edalarının kıvamı kıldı.] Zira; bunlar ef'al-i haccı edânm mahalli, zamanı ve sair âdabıdır.

[İşte şu Harem-i Şerifi cümle enama merci, nâs'ın ibadetine, ziyaretine, tavafına mahal ve şehr-i haramı ef'al-i haccın zamanı ve alam e ti i, alâmetsiz kurbanları haccın âdabından kılmak Allahü Tealâ'nm semavât ve arzda olan mevcudatı bildiğini ve Allahü Tealâ'mn herşeye âlim olduğunu ey insanlar! Sizin bilmeniz için­dir. Çünkü; Cenab-ı Hak Harem-i Şerife hürmet ve ta'zim etmeyi nâs'a emrettiği gibi nâs'ın kalbinde ta'zimi icab eder sebepler halketti ve ilminin vüsatına ve kudretinin kemâline delâlet eder alâmetler dahî halk etti ki, o- alâmetler sebebiyle herkes Allahü Tealâ'nm herşeye âlim olduğunu bilirler.]

Yani; Mekke Vâdîsi ottan, sudan ve ziraattan hâlî ve her ni­metten ârî bir mahal olduğu halde AllamV^ealâ'nın Kabe'yi bü­tün dünya halkının kalplerinde bir meyi halk edip etraf-ı âlem­den yüzbinlerce kimseye ziyaret mahalli kılmasiyla Beyt-i Haram ve nâs'm ibadetlerine kıyam mahalli ve şehr-i haramı hacem za­manı ve alâmetli, alâmetsiz kurbanları haccın âdabından kılmıştır ki, sizler Allahü, Tealâ'nm yerde ve gökte bulunan mevcudatın cümlesini ve herşeyi bildiğini bilesiniz.

Harem-i Şerifi bütün ehl-i İslama ziyaretgâh kılmakla Mekke ahalisini her yerden ziyade nimet sahibi ve dünyaca etraftan her türlü nimetleri göndermekle mebzul ve ahaliyi refah ve saadetle yaşatması kudret-i kaahire ve irade-i bahire sahibi olduğuna pek büyük delildir. Harem-i Şerifte erkân-ı islâmiyeden olan haccın edasını şart kılmakla ibadat-ı azîmeyi edaya mahal kılmak ve o ibadâtı hataların mahvına ve derecâtm ref ine sebep kılmakla Va­cip Tealâ o mahalle şeref vermiş ve o mahalde meskûn olan aha­liyi o şerefle müşerref kılmıştır. Çünkü; Mekke'de menafi-i âhi-retin ve cemi' afattan emniyetin husulü ve mazarratın defi ve din-i mübînin kıvamı her yerden ziyade hasıl olduğundan enva-ı ta'zim ve şerefe mazhar olmuştur.

Mekke-i Mükerreme; nâs'ın ibadetini edanın bazısından kı­yam olmuştur. Zira; umur-u dinde kıyama vesile olarak bu âyette zikrolunan dört şeydir :

Birincisi; Kâbe-i Muazzamadır ki, erkân-ı haccm edâ-sma sebep olduğu için nâs'ın ibadeti edasına mahall-i kıyam ol­muştur.

İkincisi; şehr-i haramdır. Zira; Arablar ceng ü cidal, nehb ü gaarât gibi âdât-ı kabihalarmı şehr-i haramda terkettikleri için şehri haram ibadet için kıyamın zamanı olmuştur. Çünkü; şehr4 haram gelince Araplar ceng ü cidali terkeder ve herkes ma­lından ve canından emin olur, ticaret için seyr ü sefer yolları açı­lır ve birbirlerinden korku ve endişe zail olur ve bir senelik mai­şetlerini kazanırlar. Eğer şehr-i haram olmasa maişet için müşkü­lât çekerlerdi. Şu halde şehr-i haram dünyada emniyet ve kesbi maişetlerine sebep olduğu gibi, âhirette sevab-ı azîme nail olma­ya dahi sebep olduğundan, şehr-i haram nâs'm ibadet için kıya­mına sebep kılınmıştır.

Üçüncüsü; nâs'a kıyam olan hediydir. Çünkü he diy ; bir kimse tprafından Mekke fukarasına hediye olarak gönderilen kurbandır. Gönderen kimsenin çok sevaba nail olmasına ve Mekke fukarasının maişetine sebep olmakla hediy; nâs'm ibadetlerinden bir kısmını ikaameye sebep olduğundan nâs'a kıyam olduğu beyan olunmuştur.                                                              .

Dördüncüsü; kalâiddir. Çünkü kaIâid ; bu sûremi şerifenin bidayetinde tafsil olunduğu üzere alâmetle sevk olunan kurbandır. Zira; asıl hediy nâs'a kıyam olduğu gibi kılâdeli olan hediynin sevabı çok olduğundan kalâid nâs'm umur-u din­lerini eplâya ve kıyama ayrıca vesile olmuştur.

Arap kavminin ceng ü cidal, nehb ü gaarât üzere hırsları şid­detli olduğunu ve bu halin senenin on iki ayında devamı ise on­ların büsbütün helaklerine bâdî olacağını Cenab-ı Hak bildiğinden Beyt-i Şerife ve şehr-i harama ta'zim hususunu kalplerine ilham­la şehr-i haramda emniyet hasıl olarak maişetlerini te'min ettik­lerinden şehr-i haramın bir mevki-i muallâsı bulunduğunu ve bu tedbir-i latifinin ilm-i kâmile müstenid olduğunu beyan etmiştir. Semavât ve arzda mevcud olan mahlûkaatı bildiğini, beyandan sonra ilm-i ilâhinin mevcudatın bazısına şâmil olup, bazı âhare şâmil olmamak vehmini def için umum üzere herşeyi bildiğini beyan et­miştir.

Hulâsa nâs'ın dininin bazısını ikaameye Kabe'yi ve şehr-i ha­ramı ve hedyi ve kılâdeli olan kurbanları vesile kıldığı ve bu su­retle de insanların —Allahü Tealâ'nm, yerde ve gökte olan mev­cudatı ve herbirinin istidad ve istihkaklarını bildiğini ve herşeye ilminin lâhik olduğunu — bilmeleri lâzım olduğu bu âyetten müs-tefad olan fevaid cümlesindendir. [103]

 

Vacip Tealâ Kabe ve Harem-i Şerif ve şehr-i haram ve huccac tarafından gönderilen kurbanlar vesilesiyle kullarına vaki olan in'amını beyan ettiği gibi azabının şiddetini dahi beyanetmek üzere buyuruyor.

[Ey mükellef olan insanlar! İyi bilin ki, Allah'ın âsî kullarına azabı şiddetlidir ve ibadatta tekâsül edip Kabe'ye ve şehr-i hara­ma hürmetsizlik edenlere intikaamı dehşetlidir. Binaenaleyh; Va­cip Tealâ'nm size mühlet vermesine mağrur olmayın, belki daima satvet-i kahrından hazer edin ki, gazabından kur tulasiniz ve şunu da bilin ki, Allahü Tealâ istiğfar edenleri mağfiret eder ve der­gâhına rücu edenlere merhamet buyurur.] Şu halde sizin korkuyla ümid arasında yaşamanız icab eder. Zira; azabı şiddetli olduğun­dan korkmak ve mağfireti bol olduğundan ümid etmek lâzımdır. Binaenaleyh; Fahr-i Razi'nin beyanına nazaran Resulullah'm «Mü­minin havfı ve ricası tartılmış olsa ikisi müsavi olması lâzımdır» buyurduğu mervidir.

Vacip Tealâ'nm lutfu fahri üzerine gaalip olduğuna işaret için âyette mağfiret ve rahmet sahibi olduğunu beyanla hitam vermiş­tir. Çünkü; bu âyetten evvel birçok âyetlerde rahmetinden bahsetmişken arada azabının şiddetinden ba'dehu rahmetinden bah­setmesi «İki rahmet arasında bir azab var» demektir. Binaenaleyh; âyet âsîlere nazaran tehdidi ve itaat edenlere nazaran terğibi mu-tazammmdır.

Hulâsa; kullarda mevcut olan iki hâl ki, isyan ve itaattir. Bu iki hâl mukaabilinde Allah'ın iki sıfatı, beyan olunmuştur ki, birincisi; azabının şiddeti, ikincisi; mağfiret ve rahmetinin vüs'atıâvr. Binaenaleyh; âsî olanlara azabı ve muti* olanlara rahmeti hazır olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümles indendir. [104]

 

Vacip Tealâ resulünün tekâlifi tebliğ ettikten sonra mes'uli-yetten kurtulduğunu ve mesuliyet ancak ümmet üzerinde kaldığı­nı beyanetmek üzere buyuruyor.

[Resul üzerine vacip olmadı, ancak ümmetine ahkâmını teb­liğ etmek vacip oldu ve Allahü Tealâ sizin izhar ettiğiniz iman ve itaatinizi ve gizlediğiniz küfür ve dalâletinizi bilir. Binaenaleyh; hiçbir ameliniz Cenab-ı Hakka gizli değildir.]

Yani; resul üzerine vacip olan ümmetine ahkâm-ı ilâhiyi teb­liğdir. Resul, tebliğ vazifesini eda ettikten sonra uhdesine terettüb eden vazifesini bitirdiğinden mesuliyetten kurtulur. Şu halde mesuliyet tamamen ümmet üzerinde kalır. Allahü Tealâ gizli ve aşikâr herşeyinizi bilir. Binaenaleyh; davete icabet edip etmedi­ğinizi, itaat ve isyanınızı bilir ve cümlenin muktezasını verir. [105]

 

Vacip Tealâ kullarını tâata terğib ve masiyetten tenfir etmek üzere buyuruyor.

[Habibim! Sen nasihat tarikıyla de ki, muti' ile âsî ve kâfirle mümin müsavi olmaz; velevse habisin çokluğu sana taaccüp ver­sin.]

[Habis ile tâyyib müsavi olamayınca, ey akıl sahipleri! Fe-lâhyâb olmanız için Allah'ın azabından korkun ve nefsinizi haba­setten vikaaye edin.] Zira; iyi ve kötü mertebede müsavi olama­yınca akıl sahibinin iyiliğe çalışması lâzımdır ki, mertebesi âlî olsun.

Beyzavi'nin beyanı veçhile gerek eşhas, gerek a'mal, gerek ecsam ve gerek emval hususunda iyi ile kötü müsavi olmadığına bıı âyet kaaide-i külliyedir. Eşhasta habaset; küfür, cehil ve masiyetledir. A'malde habaset; zulüm, ftsk u fücur olmakladır. Ecsamda habaset; zatında necaset olmak yahut hariçten necasetle mülevves olmakladır. Emval­de habaset; haram olmak ve zulümle ve yalanla kesbolun-makladır. Ruhta habaset; cehl-i alûllah iledir. Tayyib ise cümlesinde bunların aksiyledir.. Şu halde âlem-i cismaniyette habis ile tayyib müsavi olmadığı gibi âlem-i ruhaniyette dahi mü­savi olamaz. Zira; marifet-i ilâhiye ve tâat-ı sübhaniyeyle müzey­yen olan ruh-u tayyib küfür ve masiyetle mülevves olan ruh-u ha­bise müsavi olmaz. Binaenaleyh; habis, tayyibe hiçbir zaman ve hiçbir şeyde müsavi olamaz. Velevse o habisin çokluğu insanlara hayret versin ve taaccübe sevk eylesin ve cismaniyatta lezzeti çok olsun. Çünkü; Feth-ül Beyan'da zikrolunduğu veçhile habasetle beraber kesret; yok hükmündedir. Zira; habaset o şeyin faydasını iptal ve bereketini izale eder. Şu halde zahirde çok gibi görülse de hakikatta yok menzilindedir. Binaenaleyh; zulümle toplanan servetler ve haramdan kesbolunmuş emval, nâs'ın gözüne çok görü­lüp az zaman içinde de mahv ü münkariz olduğu her zaman ve herkesin gördüğü malûm bir hakikattir. İşte bu esasa binaen Ce-nab-ı Hak habisin tayyibe müsavi olmadığını beyandan .sonra akıl sahiplerine habisi irtikâptan ittikaa etmelerini tavsiye etmiş ve habisten ittikaa velev az olsa bile tayyibi ihtiyar etmelerini be­yanla tayyibi ihtiyarın fevz ü felaha sebep olacağına tenbih bu­yurmuştur.

Hz. Cabir'den rivayeten Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğuna nazaran bir kimse Huzur-u Risalefe gelerek «Ya Eesulallah! Benim ticaretim şarap satmaktır; malım ondandır. Bü malın bana men­faati olur mu?» deyince Resulullah «Allahü Tealâ tayyibdir, tay­yibi kabul eder» buyurması üzerine bu âyetin nazil olduğu mer-vidir.

Hulâsa; herhangi nevi'den olsa nasibin tayyibe müsavi olama­yacağı ve habis her ne kadar çok olsa Jtnun çokluğuna itibar olma­dığı ve felâhyab olmak isteyenlerim habasetten ittikaaları vacip olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [106]

 

Vacip Tealâ resulü üzerine vacip olan şeyin ancak tebliğ oldu­ğunu beyan ettiği gibi, tebliğ ettiği ahkâmı kabul edip itaat vacip olduğunu ve tebliğ etmediği şeyi sual etmek caiz olmadığını dahî beyanetmek üzere buyuruyor.

[Ey müminler! Eğer hakikati zuhur ederse sizi mahzun ede­cek şeylerden sual etmeyin. Eğer Kur'ân'th nazil olduğu ve vahyin geldiği zamanda o eşyadan sual ederseniz sizin için hakikat zahir olur ve lâkin siz memnun olmazsınız.]

[Bu misilli sualden nehiy varid olmazdan evvel vaki olan su­ali ve ondan neşet ederek kesbettiğiniz seyyiatınızı Allahü Tealâ affetti.]

[Halbuki Allahü Tealâ kullarının seyyiatmı mağfiret edici ve hataları üzerine azabı ta'cil etmeyerek inlimle muamele buyuru­cudur.]

Yani; insanların Huzur-u Risalette ahkâm beyan olunup ve kullarının ihtiyacına göre ahkâm nazil olup dururken, hakkında henüz ahkâmı beyan olunmayan şeyi sual etmek doğru birşey de­ğildir. Çünkü; vahiy zamanında lüzumu olan birşey beyan oluna­cağından, beyan olunmadığı bir zamanda suale, bir cevabın ağır bir surette zuhur edip pek suûbetli olan birşeye sebep olmak ih­timaline binaen Cenab-ı Hak bu misilli suali nehyetmiştir. Amma vahiy münkatı' olup şeriat tekemmül ettikten ve Resulullah'm irtihalinden sonra insanların bilmedikleri şeyleri erbabından sual etmeleri caizdir.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile «Mecliste zikrolunmayan şey­den sual etmek» bazı gizli esrarın zuhurunu ve o ahvalin zuhuru ise hüznü icab edeceğine binaen Cenab-ı Hak teklif olunmayan şeyden suali nehyetmiş ve kezalik bazı sual üzerine tekâlif-i şâk-ka meydana gelip halkm meşakkatini mucip olacağından insanlar için mükellef olmadıkları şeyi zikretmek muvafık olmadığını Ce­nab-ı Hak beyan buyurmuştur. Binaenaleyh; âkil olan kimse için teklif olunmayan şeyden sükût etmek lâzımdır.

Hatta Resulullah'm «Müslimlerin diğer müslimler üzerine ci­nayetleri büyük olan şol kimselerdir ki, onlar helâl olan birşeyin haram olmasına sebep olurlar» buyurduğu mervidir. Bu Hadîs-i Şerîf; teklif olunmayan şeyi sual etmek iyi birşey olmadığına delâ­let eder.

Ayetin evvelinde nehyolunan sual; kitapta ve sünnette zikri geçmeyen şeyden sualdir. Âyetin âhirinde sual; Kur'ân nazil olup da işiten bir kimse manâsını anlayamadığında sual ederse, anla­yacağı derecede vahyin geleceği veyahut suret-i uhrâ ile hüküm beyan olunup zuhur edeceği zikrolunmuştur. Şu tevcihe nazaran âyetin evveliyle âhiri beyninde münafât yoktur. Yahut âyetin tevcihi şöyledir: «Eğer vahiy zamanında bazı eşyadan sual eder­seniz, sual ettiğiniz şey sizin için zuhur eder ve lâkin zuhur eden şey kötülük verir ve sizin sevmeyeceğiniz şey zuhur eder ki, sua­linizden nedamet edersiniz.»

Ashabının bazı sualinden Resulüllah. gazab edip sevmediği ci­hetle hatalarının affolunduğunu Cenab-ı Hak beyan buyurmuştur. Yani «Sizin için lüzumu olmayan şeyi sual ettiniz ve peygambe­rinizi gazaplandırdmız. Bundan sonra bu misilli suale cüret etme­yin') diyerek evvelki sualden vaki olan hatanın affolunduğunu be­yan etti. Zira; evvelki sual nehiy gelmezden evvel olduğu cihetle günah değilse de Resulullah'm gazabına sebep olduğundan affo­lunduğu beyan olunmuştur.

Fahr-i Razi, Kazi ve Hâzin'in beyanlarına nazaran âyetin se-beb--î nüzulü; bazı ashabın Resulullah?tan lüzumsuz şeyi sual et­meleri olmuştur. Çünkü; Resulüllah minberde hutbe okurken as­habı tarafından birçok sual irad edilince Resulüllah gazab ederek «Bugün sorun ne soracaksanız, hepsine cevap vereceğim» dedi. Bu söz üzerine öteden beri nesebine ta'nettikleri (Abdullah b. Huza-fe) ayağa kalktı ve «Benim babam kimdir ya Resulallah?» dedi, Resulüllah «Huzafe'dir» buyurdu. Pederi vefat etmiş diğer bir kimse kalktı «Benim babam nerededir?» dedi. Resulüllah «Cehen­nem ateşindedir» dedi. Diğer birisi «Haccın her sene farz olup ol­madığından» sual etti. Resulullah sükût buyurdu. Birkaç kere tekrar edince Resulüllah «Ben size her sene hac farz oldu demiş olsaydım her sene farz olurdu, lâkin siz her sene edasına mukte­dir olamaz, terk eder âsî olursanız, helakinize sebep olurdu. Ben sizi terk ettiğim ahkâmla iktifa edin ve beni terkedin. Sizden ev­vel geçen milletler çok sual etmekle helak oldular, binaenaleyh; ben size emrettiğim şeyi muktedir olduğunuz kadar yerine getirin ve nehyettiğim şeyden içtinab edin» deyince Hz. Ömer ayağa kal­karak «Rab gönünden AllaUü Tealâ'ya ve din yönünden din-i İslama ve nebi yönünden Muhammed (A.S.)'e razı olduk» demesi üzerine bu âyetin nazil olduğu mervidir. İşte şu sebebi nüzule nazaran insanların lüzumu olmadık şeyden sual etmesi memnu­dur. Bilhassa cevap fena olması muhtemel olan şeyden hiç sual etmemek lâzımdır. Meselâ babasının nerede olduğunu sualde ce­vabın Cennet'te olmasıyla zuhuru muhtemel olduğu gibi Cehen-nem'de olmasıyla cevap da muhtemel iken sual etmemesi daha ev­lâ idi. Çünkü «Cehennem'dedir» cevabını alınca bittabi müteellim oldu. Sormasaydı pederinin ahvali meçhul olduğu için kalbi müs­terih idi ve sair hususatta dahi hâl böyle olduğundan, insanın ra­hatı şeriata teslimiyettedir. Zira; teslimiyeti terkte kalbi ıztırap-tan halî olmadığı gibi ne yaptığını dahi bilmez. [107]

 

Vâçip Tealâ resulün, mevcud vahyin nüzulü zamanında .in-1 sanların hikmetini bilmedikleri şeylerden sual etmeleri ağır bir teklife sebep olmak ihtimaline binaen iyi birşey olmadığım ve ümem-i salifeden sual edenlerin zarar gördüklerini beyânla ispat etmek üzere buyuruyor.

[Sîzden evvel geçen kavim bazı şeyden muhakkak sual etti­ler, sonra sual ettikleri şeylere kâfir oldular, iman etmediler.]

Fahr-i Razi ve Hâzin'in beyanları veçhile Salih (A.S.)'m kav­mi taştan deve çıkmasını istediler ve deve çıkarsa iman edecekle­rine söz yerdiler. İstedikleri veçhile mucize olarak fevkattabia taştan deve çıktı. İman etmedikleri gibi deveyi itlaf ettiler ve ken­dileri de ihlâk olundular. Kezalik Hz. Mûsâ'nm kavmi «Ya Mûsâ! Allah'ı bize alenen göster» dediler ve bu sözleri kendilerine azap oldu., Şûre-i Bakara'da beyan olunduğu veçhile Benî İsrail pey­gamberlerine, «bize bir melik tayin et, bizi basma toplasın, biz mukaatele edeceğiz» dediler. O nebi, Talût'un padişah tayin olunduğunu beyan edince sözlerinden döndüler. Mukaatele etmemek istediler. Hz. İsa'nın kavmi semadan mâide gelirse iman edecekle­rini beyan ettiler, mâide nazil olunca iman etmediler. Binaena­leyh; istediklerine iman etmediklerinden bunların cümlesinin ken­di sualleri kendilerine azab oldu. İşte Vacip Tealâ lüzumsuz şey­lerden suali nehyettikten sonra, lüzumsuz şeyden sual etmek geç­miş ümmetlerin âdetleri olduğunu ve ümmet-i Muhammed'in de lüzumsuz şeyden sual etmekte eski milletlere benzediklerini ve ümem-i salifenin sual sebebiyle helak olduklarını beyanla bu üm­met de sualde ısrar ederlerse helak olacaklarına işaretle tehdid ve nehyini te'kid etmiştir. Binaenaleyh; vazifesi olmayan şeyden in­sanın hazer etmesi lâzımdır. Zira; sualinin cevabı sevmediği bir-şey zuhur etmesi muhtemel olduğundan kendi sualinin kendine zararı olması gaalip olduğu cihetle lüzum olmadık şeyden bahset­mek tehlikeden salim değildir. [108]

 

Vacip Tealâ insanları teklif olunmadıkları ahkâmdan sual et mekten menettiği gibi teklif olunmadıkları ahkâmı iltizam etmek ten dahi menetmek üzere buyuruyor.

[Allahü Tealâ beşinci boduğu erkek olan deveyi bahire kıl­madı ve bahîreye riayeti de meşru kılmadı ve nezirle şaibeyi de meşru kılmadı,, intifamdan sizi menetmedi ve ikiz kuzu kuzulayıp biri erkek diğeri dişi olan iki kuzuyu ki, vasîleyi kurban kesmeyi size meşru kılmadı ve on baduk bodlayan deveyi ki, hamdır. Onu intifamdan âzâd etmeyi size meşru kılmadı. Ve lâkin kâfirler Al­lahü Tealâ üzerine yalanı iftira ve bu misilli iftiraları Allah'a is-nad ederler ve kâfirlerin ekserisinin akılları yoktur, Allah'ın kad­rini takdir edemezler, şuur ve idrakten hâli birtakım cahillerdir.]

Nimetullah Efendi ve Kazi'nin beyanları veçhile bahire; şol deveye denir ki, beş boduk bodlamış beşinci erkek olursa o devenin kulağını yararlar. Hali mahalle sürerler, binmezler ve yük yükletmezler ve asla sütünü sağmazlar ve ona bahire derler ve bu misilli müzahrefâtı ibadet addederlerdi. Binaenaleyh Allahü Tealâ bahîrenin ibadet olmadığını bu âyetle reddetmiştir.

Şaibe; zaman-ı cahiliyede; hastalığımdan şifa bulursam veyahut şu işim şöyle hasıl olursa devem şaibedir diyerek nezir ve o deveyi bükülliye intifadan âzâd ederler ve o nezrettiği deve­ye şaibe dedikleri gibi intifadan âzâd etmeyi dahi ibadet ad­dederlerdi. Cenab-ı Hak İslâmiyette şaibe caiz olmadığını bu âyet­te beyan buyurmuştur.

Vesile; zaman-ı cahiliyede bir koyun dişi kuzularsa ken­dilerine ve erkek kuzularsa putlara tahsis ederler ve bir batından erkek ve dişi iki kuzu gelirse erkeği önde ve dişiyi arkada kurban keserler ve buna vesile derler ve bu hali ibadet itikad ederlerdi. Cenab-ı Hak İslâmiyette bunu da reddetmiştir.

Ham; on boduk meydana getiren deveye ham der­lerdi. O deveden bükülliye intifaı terkederler ve deveyi başıboş salarlar ve hiçbir şeyden menetmezler. İstediği yerden otlar ve di­lediği sudan içer, yükten ve sair meşakkattan himaye ettikleri için ham derler ve intifaı terketnıeleri ibadet addederlerdi. Cenab-ı Hak zaman-ı cahiliyede ve bu gibi isimlerle develere tesmiye et­mediğini ve bu isimlerin cahiliye ismi olduğunu bu âyetle beyan buyurmuştur ki, İslâmiyette Cenab-ı Hakkın kullarına intifaı için halketmiş olduğu şeylerden insanların o intifadan nefsini mahrum etmesi caiz olmadığına bu âyet delâlet eder.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile bu âyette kâfirler le mu-rad; (Amr b. Hayy) ve onun etbaıdır. Çünkü; (Amr b. Hayy) Mekke'ye malik olduğu zamanda Hz. İsmail'in dinini tağyir edip, putları ma'bud ittihaz ederek Kabe'nin etrafına put nasbeylemiş ve-develere bahire, sâibe, ve ham ve koyunlara vesile isimlerini vermiş ve onları meşru addeylemiş ve Allahü Tealâ'ya bu gibi iftiraları icad etmiştir. Bu gibiler; helâli haramdan, meşrûu gayrı meşrûdan farketmediklerinden Cenab-ı Hak akılları olmadığını beyanla cahil olduklarına işaret etmiştir.

Hulâsa; vazifesi olmadık şeyden sual etmek caiz olmadığı gibi şeriatta beyan olunmayan şeyleri irtikâpla «Allah'ın emridir* di-yerek Allah'a iftira etmek ukalâ şanından olmadığı bu âyetter müstefad olan fevaid cümlesindendir. [109]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin ekserisinin aklı olmadığını ispat etmek üzere buyuruyor.

[Kâfirlere Allah'ın inzal ettiği ahkâmına ve sizi irşad için gön­derilen resulün hükmüne ve şeriatına gelin denildiğinde onlar "Bizim babalarımızı, üzerine sülük etmiş bulduğumuz dini terke t-meyiz, bize onların dini kâfidir» derler. Onlar, babalan cahil olsa ve doğru yola vasıl olmasalar dahi babalarının mesleğini terk et­mezler mi ve babaları cahil ve doğru yolu bilmedikleri halde dahi taklide devam ederler mi?]

Yani kâfirlere «Gelin Allah'ın inzal ettiği kitabına ve resulü­nün şeriatına! Onunla amel ve iman edin» diyerek nasihat olun­duğunda onlar cevapta «Bize babalarımızın dini kâfidir. Binaena­leyh babalarımızı ne ile amel eder bulduksa o bize yeter, biz onu terkedemeyiz» derler. Onların babaları birgey bilmez ve doğru-yola ihtida etmez olsa dahi babalarının mezhepleri kâfi olduğunu iddia ederler mi?

Bu âyet ehl-i taklidi zem ve mesleklerini takbihi mutazam-mmdır. Çünkü; usul-ü itikaadiyede taklit caiz değildir. Zira; me-sail-i itikaadiyenin delile müstenid olması lâzımdır. Amma furu-u a'malde sarih nâs olmayan mesailde avam-ı nâs'ın âlim ve müç-tehidi taklid etmeleri caizse, de Allah'ın kitabının ve resulünün şeriatının hilâfına taklit caiz değildir.

Kâfirlerin inatları taaccüp ve inkârı mucip olduğuna işaret için inkâra ve taaccübe delâlet eden hemzenin varid olduğu ve da­lâlette olan cehelenin mesleklerine sülük ederek gittikleri tarika iktida etmek velevse insanın babası olsa dahi sahih olmadığı Ebus-suud Efendi'nin cümle-i beyânâtmdandır.

Zamanımızda şeriatın ahkâmını bir tarafa bırakarak ecanibin bir takım menfur mesleklerini kabul etmek isteyenlerin halleri ne gariptir? Çünkü; insanın ruhunu ve cismini dinlendiren ve inti-zam-ı âleme hadim ve âmmenin hukukunu taht-ı te'mine alan ve insanlara hürriyet-i tâmme veren ahkâmı bırakıp da enva-ı ıztı-rap ve halecanı mucip olan ve âlemin intizamsızlığına meydan ve­ren birtakım külfetli şeyleri irtikâb etmekten daha garip birşey olur mu? Elbette olamaz. [110]

 

Vacip Tealâ kâfirleri, babalarını taklid etmeleriyle zemmet­tikten sonra müminlere ilm-i yakın ve ilm-i istidlali tahsilini tav­siye eylemek ve tekâlif-i ilâhiyeye inkıyad etmeyen kâfirlere mü-balât etmemelerini müminlere emretmek üzere buyuruyor.

[Ey müminler! Sizin üzerinize nefsinizi muhafaza etmeniz va­ciptir. Binaenaleyh; Cehennem azabından nefsinizi vikaaye edin. Zira; siz ihtida ettiğinizde yoldan çıkıp delâleti irtikâb edenler size zarar etmez ve edemez.]

[Ancak cümlenizin merciiniz Allahü Tealâ'nın huzur-u mane-vîsidir. Allah'ın huzuruna rücu edince, Allahü Tealâ sizin ameli­nizi size haber ve muktezasına göre cezasını verir.]

Yani; ey müminler; size herşeyden evvel nefsinizin ıslahı lâ­zımdır. Binaenaleyh; nefsinizi ıslah edin ve azab-ı Cehennem'den kurtulmanın çaresini düşünün. Çünkü; siz tarîk-ı savaba ihtida edip nefsinizi azaptan kurtarınca, doğru yoldan çıkıp dalâleti irti-kâb edenlerin dalâleti size zarar vermez. Cümlenizin mercii ancak huzur-u ilâhidir. Huzura varınca Allahü Tealâ sizin hidayetinizi ve hidayetiniz neticesi olan a'maiinizi ve dalâlette olanların dalâ­letlerini birer birer haber verir.         

Vacip Tealâ bu âyette herkes kendi amelinden mesul olup âharm masiyetinden mutazarrır olmayacağını ve âsînin isyanından ve kâfirin küfründen zarar ancak kendine ait olacağını beyan bu­yurmuş ve müminlerin ancak kendi nefislerini ıslaha çalışması ve âsîlerin ahvaline ehemmiyet vermemesi lâzım olduğunu tavsiye etmiştir.

Bu âyet-i celile, emribilmarufun terkine delâlet etmez. Zira; emribilma'ruf ve nehyianilmünkerin vücubu kitap ve sünnetle sa­bittir. Resulullah «Bir kimse münkerattan birşey gördüğünde o münkerâtı eliyle tağyir etsin, eğer eliyle tağyire kaadir olamazsa diliyle tağyir etsin ve eğer diliyle de tağyire kaadir olamazsa kal­biyle buğz etsin» buyurmuştur. Hatta Sıddîk-ı A'zam (R.A.) Efendimiz Hazretleri «Ey nâs! Siz bu âyeti okursunuz ve lâkin mevzii lâyıkına vaz' etmez ve maksadın neden ibaret olduğunu anlamazsınız. Ben Resulullah'tan işittim. Eğer bir kimse zâlimi görür de onu zulümden menetmezse Allahü Tealâ o zalimin zul­mü sebebiyle azabını umuma ta'mim eder» buyurmuştur. Sûre-i Âl-i îmran'da bu ümmetin hayır ümmet olduğunu Cenab-ı Hak emribilma'ruf nehyiânilmünkerle meşgul olmasıyla beyanetmiştir. Binaenaleyh; emribilmaruf ihmal olunacak mesailden değildir.

İşte bu esasa binaen Beyzavi bu âyetin emribilma'ruf ve heh-yianilmünkere şamil olduğunu beyan etmiştir. Buna nazaran ma-nâ-yı nazım: [Ey müminler! Nefsinize mülâzemet ve isyandan muhafaza edin ve nefsinizi ıslah edip emribilma'ruf ve nehyianil-münker edince nasihatinizi dinlemeyerek dalâleti irtikâb ve ısrar eden kimselerin dalâleti size zarar vermez] demektir. Şu halde âsîlerin isyanının zarar yermemesi emribilma'ruf ve nehyianil-rnünker etmek şartıyla meşruttur. Binaenaleyh; emribilmaruf olmadiği surette âsîlerin şerri muti' olanlara isabet edeceğine şüphe yoktur ve âlemde her zaman vukuat buna şahittir. Çünkü; âsîlerin isyanına ve zalimlerin zulmüne âmmenin sükûtu zımnen rızayı müstelzim olduğundan belâ cümlesine şamil olur. Zira; günahı iş­leyen kimseyle işlenıeyip men'ine çalışmayarak sükût eden kimse dünya azabında müsavi ve müşterektir.

(Abdullah b. Mübarek) Kur'ân'm emribilma'ruf hakkında en kuvvetli âyeti du olduğunu beyan etmiş ve demiştir ki, «Bu âyet­te enfüsle murad; cümle müminlerdir. Zira; bir dine mensup olan cümle nâs şahs-ı vahid menzilesindedir». Binaenaleyh; buna nazaran manâ-yı âyet: [Ey müminler! Siz kendi dininiz erbabına ve dindaşlarınıza mülâzemet edin ve onları vaaz u nasihatla ıslah edin ve emribilma'ruf ve nehyianilmünkerle ihvan-ı dininizi doğ­ru yola sevk edip ihtida edince ehl-i dalâlin dalâleti size zarar ver­mez] demektir. Bu manâya nazaran âyet; emribilma'rufu şiddetle âmirdir.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile (Abdullah b. Mes'ud) ve İbn-i Ömer (R.A.) Hazretleri bu âyetin tevilinin âhir zamanda zuhur edeceğini beyan etmişler ve âhir zamanda siz fırkalara ayrılıp ba­zınız bazınıza zarar edip birbirinizin acınızı tatmadıkça emribil­ma'ruf ve nehyianilnıünker edin. Yalnız kendi nefsinizi ıslaha hasr-ı himmet etmeyin. Amma âhir zamanda fırkalar zuhur edip, kalpler müteferrik olup, sözleriniz biraraya gelmediğinde ve her­kes birbirini tanımaz olduğunda bu âyetin sırrı zuhur eder, her­kes kendi nefsine sahip olup âhara emir ve nehiy edemezler» de­mişlerdir. Gerçi âyette hitap umuma ve her zamana şamil oldu­ğundan Fahr-i Razi âhir zamana tahsisini zayıf addediyorsa da şu tevcih zamanımıza pek muvafıktır. Çünkü; zamanımızda söz din­lemek ve dinletmek ve büyüklerin nasihatına kulak vermek ve birbirinden utanmak geçmiştir. Zira; herkes kendinden büyük kimseyi görmüyor ve tanımıyor. Binaenaleyh; emribilma'ruf men­faat yerine zarar verdiğinden köşe-i vahdette erbab-x isyana buğz-u fillâhtan başka çare kalmamıştır. Çünkü; emribilma'ruf ta nefsi­ne, malına ve ırzına zarar muhtemel olursa vacip olan buğz-u fil-lâhtır. Ancak kendi nefsine sahip olur. İşte o vakitte erbab-ı salaha âsîlerin isyanının zararı olmaz. Çünkü; sükût zarurîdir. Tef-sir-i Taberi'de bu tevcihi te'yid etmektedir.

Fahr-i Razi, Kazi ve Hâzin'in beyanları veçhile âyetin sebeb-i nüzulü; müminlerin kâfirler üzerine küfürlerinden dolayı mahzun olmaları ve bilhassa kendi aşiretleri/ "kabileleri ve akrabalarının küfürde ısrar etmelerine son derece keder etmeleri üzerine âyetin nazil olduğu mervidir.

Hulâsa; insanların kendi nefislerini ıslah edip azaptan vikaa-ye etmeleri vacip olduğu ve emribilma'ruf yaptıkça erbab-ı tâata ehl-i isyanın isyanlarının zararı olmayacağı ve herkesin mercii huzur-u ilâhi olduğu ve Allahü Tealâ'nın her şahsa amelini haber vereceği bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [111]

 

Vacip Tealâ nefsi muhafazayla emrettiği gibi malı muhafa­zayla da emretmek üzere buyuruyor.

[Ey müminler! Sîzin üzerinize vacip olan umurdan birisi de sizden birinize mevt hazır olduğunda emvalinize ve evlâdınıza mü­teallik vasiyet ettiğiniz zaman sizden ve akrabanızdan adalet sa­hibi iki kimsenin şehadetini muhafaza etmenizdir. Binaenaleyh; hin-i vasiyetinizde kendinizden iki kimse veyahut akrabanızın gayri ecanipten iki kimseyi vasiyetinize şahit tayin ve şehadete dikkat ve itina edin ki vasiyetiniz ve vasiyete şehadetiniz zayi ol­masın. Eğer siz arz üzerinde müsaferet eder de size ölüm emmare-leri isabet ederse sizin; velev akrabanızın gayrıdan olsun iki şahit tayin etmeniz üzerinize vaciptir.]

Yani; size kendi beldenizde ölüm hazır olup vasiyet ettiğiniz zamanda kendinizden adalet sahibi iki kimsenin vasiyetinize şeha-deti lâzımdır. Eğer ölüm emmaresi hal-i seferde isabet ederse şa­hitler kendi cinsinizin gayrı ecanipten de olabilir.

Vasiyet, hususunda verese ve sair nâs arasında mücadele ve münazaa vukuunda kat'-ı niza' için vasiyet zamanı iki şahidin lü­zumuna bu âyet delâlet eder. Zira; Cenab-ı Hak «Beyninizde şeha-deti muhafaza edin» buyurmuştur. Mevtin huzuru yla murad; ölüm emmarelerinin huzurudur. Çünkü; vasiyetin imkânı mevtten evvel olur, mevt emmaresi insanın kendi memleketinde olduğu gibi hal-i seferde dahi olmak ihtimaline binaen Cenab-ı Hak şahidi ikiye taksim buyurmuş ve «Hal-i hazarda olursa ken­dinizden iki şahit, hal-i seferde olursa kendinizin gayrı ecanipten olsun iki şahidi bulundurun» buyurmuştur. Ulema, vasiyet eden kimsenin kendinden olan şahitlerle gayrıdan olanların kimler ol­duğunda ihtilâf etmişlerse "de Fahr-i Razi'nin beyanına nazaran kendinden olan şahitte murad; müminler ve ec­nebiden olanlarla murad; müminlerin gayrıdır. Çünkü; âyette hitap müminlere olduğundan ağyarla murad; müminin gayrı olmak lâzımdır. Zira; müminlere sizden ve sizin gayrıdan deyince o gayrıyla murad; müminin gayrı olmak zaruridir. Şu hal­de müsaferette vasiyete şehadet edecek mümin bulunmazsa ehl-i zimmetin şehadeti kabul olunacağına işaret buyurulmuştur. Bina­enaleyh mümin; hal-i hazer ve hal-i seferde şahit olur. Amma kâ­firin şehadeti; hal-i seferde müminin bulunmadığı yerde olur.

Ekser-i f ukahanın beyanları veçhile kendinizden olanlar la murad; vasiyet edecek kimsenin akrabasıdır. Hal-i seferde gayrla murad; akrabasının gayrı müminlerdir. Şu hal­de akraba, vasiyet edecek kimsenin ve veresesinin hallerini iyi bildiklerinden gerek sefer ve gerek/ hazarda akrabanın şahit olma­sı evlâdır. Amma akraba bulunmayan yerde akrabanın gayrı müs-lümanlardan da olabilir. Binaenaleyh; şehadete kaabiliyetîi akra­ba varken akrabayı takdim etmek lâzım olduğuna işaret olunmuş­tur. Çünkü; insanın kendi memleketinde alelekser akrabası mev­cut olup akraba ise dahilî ve haricî meyyitin ahvaline muttali ol­duğu gibi verese tarafından vaki olacak itirazı akrabanın, başka­larından ziyade ıslâh edeceği cihetle akrabanın vasiyete şehadet-leri elbette evlâdır. [112]

 

Vacip Tealâ hal-i seferde ecnebi şahit tayin eden kimsenin veresesi şahitlerden şüphe ederlerse şahitlere yemin teklif etme­leri caiz olduğunu ve yeminin keyfiyetini ve suret-i edasını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Eğer siz şahitlerin hiyanetinden şüphe ederseniz cemaatla na­maz kılındıktan sonra mescidin önünde şahitleri durdurur, onlara yemin teklif edersiniz. Onlar yeminlerinde «Allahü Teala'ya ye­min ederiz. Biz şu şehadetimizle, velevse lehine şehadet ettiğimiz kimse akrabamız olsa dahi gaayet az bir para ile iştira teklif etme­dik ve menfaat-ı dünya mukaabilinde şehadetimizde yalan söyle­medik ve cmanetullah olan şehadeti saklamadık ve saklamayız. Eğer şehadetimizde bir habbe ye bir zerre miktarı şey irtikâb eder ve emanetullah olan şehadeti saklarsak bu surette elbette biz gü­nahkârlardan oluruz» demekle mescid önünde cemaat içinde ye­min ederler ve eğer yeminden nükûl ederlerse veresenin iddiası sabit olur.]

Bu âyette hapisle murad; şahitleri mescidin Önünde dur-' durmaktır. SaIâtla murad; ikindi namazı veyahut mutlaka cemaatla eda olunan namazdır. Namaz vakti huzur vakti olup, her millet bir derece yalandan ihtiraz ettikleri için Cenab-ı Hak şa­hitlere yemin teklifini namazdan sonraya tahsis buyurmuştur. Ak­rabaya insanın meyli ziyade olduğundan, akraba hatırı için yalan irtikâb etmek ihtimali gaalip olmasına binaen yeminin suretinde akraba zikrolunmugtur. «Allah'ın şehadeti» demek; «Allah'ın bize emanet ettiği şehadeti velev akrabamız hakkında olsa bile sakla­mayız, eğer saklarsak günah işlemişlerden oluruz n demektir.

Fahr-i Razi'nin beyanına nazaran bu âyetin sebeb-i nüzulü; (Temim Darî) ile biraderi (Adî)'dir. Çünkü; bu iki birader (Amr b. Âs)'ın âzâdlısı (Büdeyl) Hazretleriyle ticaret için Şam cihetine müsaferet ettiler. (Temim Darî) ile biraderi henüz şeref-i imanla müşerref olmamış, Nasraniyet üzereydiler. Şam'a geldiklerinde Büdeyl (R.A.) hastalandı. Malının kâffesini bir pusulaya yazdı. Hurcunun içine koydu, badehu vasiyet eyledi ve eşyasını veresesi­ne vermelerini emretti. (Temim Darî) ile biraderi şahit oldular. (Büdeyl) biemrillâh vefat etti. (Temim) ve biraderi vereseye ver­mek üzere (Büdeyl)'in eşyasını aldılar. Fakat eşyanın içinden gaa-yet ağır nakışlı üç yüz mıskal sıkletinde bir gümüş kâseyi sakla-, dılar. Medine'de kâseden başka eşyayı vereseye verdiler. Verese eşyayı teftiş edip, eşyanın adedini beyan eden pusula meydana çıkınca, şahitlerden pusula mucibince eşyanın içinde kâsenin mev­cut olmadığını sorarlar. Onlar da «Bize teslim ettiği eşyayı biz size verdik. Başka bildiğimiz yoktur» derler. Verese Resulullah'a şikâyet edince bu âyetin nazil olduğu mervidir. Bu âyet nazil olunca Resulullah ikindi namazmdan sonra Mescid-i Şerifte min­der yanında (Temim Darî) ile biraderini çağırır ve yemin teklif eder. Tefsir-i Taberi'de (İmam-ı Şuayb)Jdan naklen beyan olun­duğuna nazaran ashaptan (Ebu Mûsel Eş'arî) Kûfe'de vali iken bu âyetin ahkâmını Resulullah'tan sonra bir daha icra etmiştir. Çünkü; bir mümin hal-i seferde hastalanıp vasiyete mümin ola­rak şahit bulamayınca ehl-i kitaptan iki kimseyi şahit tayin eder ve orada vefat eyler. Şahitler Kûfe'de (Ebu Mûaâ)'nm huzuruna gelir, vasiyete şehadet ve malını teslim ederler. (Ebu Mûsâ) Haz­retleri «Bu emir, Resulullah'tan sonra vaki olmamıştır» deyip Kûfe'nin mescidinde namazdan sonra cemaat içinde yalan söyle­mediklerine ve şehadeti saklamadıklarına ve malı tebdil ve tağyir etmediklerine ve meyyitin malı bundan ibaret olup başka malı olmadığına yemin teklif ettiği ve yeminleriyle şehadetlerini kabul ettiği menkuldür.

Hulâsa; insan için vasiyet lâzım olup, vasiyet ettiği zaman akrabası varsa akrabasından, eğer akrabasından bulunmazsa eca-nipten iki şahit bulundurmak lâzım, hattâ hal-i seferde olursa zım-mîleri dahi şahit tayin etmek caiz olduğu ve eğer verese şahitler­den şüphe ederlerse, gehadette ve vasiyette yalan söylemediklerine ve mala hiyanet etmediklerine yemin teklif etmek haklan olup, yeminin namazdan sonra bir mescid önünde, cemaat içinde olması lâzım geldiği bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [113]

 

Vacip Tealâ; verese, şahitlerden şüphe ederlerse bir mescit önünde namazdan sonra cemaat içinde yemin teklif etmek hakları olduğunu ve yeminin keyfiyetini beyan ettikten sonra şahitlerin hiyanetleri zuhur ederse, yeminin vereseye avdet edeceğini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Eğer şahitlerin yeminlerinde yalan ve meyyitin emvalinde hiyanetleri sebebiyle günaha müstehak olduklarına muttali olu­nursa, müstehakkunaleyhim olan vereseden meyyite en yakın olan iki kimse o şahitler makaamma kaaim olurlar ve yemin ederler ve yeminlerinde «Allahü Tealâ'ya yemin ederiz ki, elbette bizim şe-hadetimiz o şahitlerin şehadetlerinden elyak ve kabule şayandır ve biz şu şehadetimizde şahitlerin hukuukuna tecavüz etmedik. Eğer tecavüz etmiş olsak tecavüz suretinde biz zalimlerden oluruz» demekle şahitlerin hıyanetlerini izhar ederler.]

Yani; eğer şahitlerin hiyanet ettikleri anlaşılırsa, verese tek­rar dava eder ve yeminle hiyanetlerini meydana korlar ve derler ki: «Meyyitin bu malı şahitlere satmadığına yemin ederiz. Bizim şehadetimiz, vasiyete şahitlerin şehadetlerinden evlâdır ve bu ye­min ve şehadetimizle biz evvelki şahitlerin haklarına tecavüz et­medik, eğer tecavüz etmişsek zalimler zümresinden oluruz.»

Âyette evleyan la murad; meyyitin en yakın veresesi-dir. Çünkü; vasiyete şahit olanlar ellerinde zuhur eden meyyitin malını meyyitten satın aldıklarını iddia edip satın aldıklarını isbattan izhar-ı açzederlerse, verese inkâr edince yemin vereseye lâzım geldiği cihetle veresenin yemine şahitlerden evlâ olduğu be­yan olunmuştur. Binaenaleyh; verese meyyitin b malı satmadığı­na ve şahitlerin satın almadıklarına yemin eder ve şahitlerin el­lerinden mallarını alırlar. Veresenin şehadetleri yle murad; evvelki şahitlerin hıyanet ettiklerine şehadetleridir. Çün­kü; verese «Bunlar hıyanet ettiler ve buna şehadet ederler ve bi­zim şehadetimiz onların şehadetinden evlâdır» derler ve onlar hi-yanet etmeyip satın aldıklarını iddia edince, bunlar satın almadık­larına yemin eder ve yeminleriyle şehadetlerinr takviye ederler.

Fahr-i Razi'nin beyanına nazaran âyetin sebeb-i nüzulü; bun­dan evvelki âyet nazil olup, Resulullah (Temim Darî) ve birade­rine mescitte yemin teklif edip onlar da yemin edince, hallerine bırakmışlardı. Bir müddet, sonra kâseyi Mekke'ye bin dirhem gü­müşe sattıkları anlaşılır. (Büdeyl)'in veresesi tekrar kâseyi ister­ler. (Temim Darî) ve biraderi «Biz bu kâseyi Büdeyl'den satın aldık» derler. Halbuki verese (Temim Darî)'den «Evvelce size birşey sattı mı?» diye sormuşlar, onlar da satmadığını beyan et­mişlerken, şimdi satın aldığını iddia edince verese; «Size birşey satmadı mı dediğimiz zaman siz, satmadı demiş ve yemininizde satın almadığınızı da dere etmiştiniz» demeleri üzerine (Temim) ve biraderi «Biz satın aldığımıza şahidimiz olmadığından ispat edemeyeceğimizi bildiğimizden sakladık)) derler ve bu mesele Huzur-u Risalete aksedip bu âyetin nazil olduğu ve ikindi nama­zından sonra mescidde verese (Temim Darî) ile biraderinin hiya-net ettiklerine ve Şasenin onlarda olduğuna» şehadet ederler. «Ve bizim' şehadetimiz onların şehadetinden evlâdır» derler ve kâseyi Temim'in, satın almadıklarına yemin ederler. Binaenaleyh; kâseyi Resulullah'm alıp vereseye teslim ettiği mervidir. (Temim Darî) Hazretleri iman ettikten-sonra «Allahü Tealâ.ve resulü sâdıktır. Ben kâseyi saklamıştım, Allah'a tevbe ederim» dediği mervidir. İşte lisanımızda «Er geç hak sahibini bulur» darbımeselinin pek doğru bîr söz olduğu bu vaka ve âyetle sabittir.

Ayette ile murad; meyyitin vere-sesidir. Çünkü; demek; yani

«Kendi üzerlerine hıyanet olunanlar» demektir. Vasiyete şahitler tarafından kendi üzerlerine cinayet olunan ve malları saklanan meyyitin veresesidir. Ve onlar şahitlerin hiyanetlerini dâva edin­ce hiyanetlerine şehadet ve satın almadıklarına yemin bunlara in-tikaal ettiğinden bunlar evvelki şahitler makaamma kaaim ve on­ların şehadetleri ve şehadetlerini yeminleriyle takviye ettikleri gibi bunlar da aynı muameleye tâbi olmuşlardır.

Hulâsa; şahitlerin hıyanetleri verese indinde zahir olup, vere­se hiyanetlerini dava ederlerse, şehadet ve yemin vereseye intikaal edeceği ve veresenin şehadetleri evvelki şahitlerin şehadetlerin-den elyak olduğuna yemin edecekleri ve yeminlerinde biz şehade-timizle şahitlerin hukukuna tecavüz etmedik. Eğer tecavüz eder­sek zalimlerden oluruz demeleri lâzım olduğu bu âyetten müste-fad olan fevaid cümlesindendir. [114]

 

Vacip Tealâ vasi veya şahitlerin hiyanetleri zuhur ederse şe­hadet ve yeminin vereseye intikaal edip tekrar davanın mesmu olması vasiler ve şahitlerin doğru şehadet etmelerine sebep oldu­ğunu beyanetmek üzere buyuruyor.

[Şu zikrolunan hüküm ve meşru kılman tarîk; hâdiseye oldu­ğu gibi şehadeti edaya veyahut olduğu veçhüzere şehadet etmez­lerse onların yeminlerinden sonra yeminin vereseye reddolunma-siyla kendilerinin yalanları zuhur edip rüsvây-ı âlem olmaların­dan korkmalarına en yakın bir tarîktir. Binaenaleyh; hu usul doğ­ru şehadet edip hıyanet etmemelerine sebeptir.]

[Emanete hıyanet etmekten nefsinizi vikaaye edin, ve yalan yere şehadet etmekten Allah'tan korkun ve bu gibi ahkâmda Al­lah'ın âyetlerim işitin ve mev'ize ve nasihatlarıyla amel edin.]

[Halbuki Allahü Tealâ fasık olan kavmi sevmez ve hidayette kılmaz.] Binaenaleyh; emanete hıyanet edip yalan şehadet etme­yin ki, fasık olmayasımz ve doğru yola vasıl olasınız.

Bu âyette ( dli ) lâfzı; müsaferette vasiyet edilmesine ve vasiyete şahitler bulundurmasına ve şahitlerin keyfiyet-i şehadet-lerine ve eğer verese şüphe ederlerse şahitlerin yemin etmelerine ve yemin ettikten sonra hiyanetleri zuhur 'ederse, yeminin verese­ye intikaal etmesinden ibaret olarak zikrolunan ahkâmın kâffesi­ne işarettir. Ahkâmın bu minval üzere cereyan etmesinde iki fay­da olup birincisi; şahitlerin doğru şekadet etmelerine se­bep olacağı, ikincisi; doğru şehadet etmediklerinde yemi­nin vereseye intikaal etmesiyle rüsvâ-yı âlem olmalarından kork­malarıdır. Binaenaleyh; bu âyetin ahkâmına muhalefet edenlerin fasık olacaklarını ve fasık olanları tarîk-i müstakime muvaffak kılmayacağını âyetin âhirinde beyanla Cenab-ı Hak ahkâmına ria­yet etmeyenleri tehdid etmiştir. Çünkü; ıskla murad; şeha-dette hıyanet etmek, ve vasiyette yalan söylemek ve eşyadan hir-şey saklamak gibi şeylerdir. Gerçi lâfzın umumuna nazaran ma-siyetin kâf fesine şamilse de makam itibariyle fasık,. ahkâm-ı sabıkaya riayet etmeyenlerle tefsir olunmuştur.

Bu âyet-i celile beş hüküm üzerine müştemildir: Birin­cisi; şehadeti olduğu gibi eda edip yalan karıştırmamak lâzım olduğu, ikincisi; şehadete yalan kanştırırlarsa yalanlan meydana çıkıp rüsvâ-yı âlem olmalarından korkmaları, üçün­cüsü; emanete hiyanet etmekten nefislerini vikaaye etmeleri vacip olduğu, dördüncüsü; Allah'ın emrini işitmek ve dinlemek elzem olduğu, beşincisi; yalan yere yemin ve şehadet eden kimselerin fastk oldukları ve fasıkları Allah'ın hida­yette kümayacağıdır. [115]

 

Vacip Tealâ bazı tekâlifi beyan ettiği gibi tekâlife itaata da­veti dahi beyanetmek üzere buyuruyor.

[Şol günde fasık olan kavmi Allahü Tealâ hidayette kılmaz ki, o günde Allahü Tealâ rusül-ü kiramı cem5 eder ve »Hangi ica-hetle ümmetleriniz tarafından icabet olundunuz? Yoksa ümmetle­riniz tarafından inkâr mı olundunuz? Veyahut davetinize icabet olundunuz mu?» demekle Allahü Tealâ Rasullerînden sual eder. Rusül-ü kiram bu suale cevapta bizim için ilm-i kamil yoktur. Zi­ra; gaaip olan şeyleri herkesten ziyade zat-ı ülûhiyetin bilir de­diler.] Ve cevaplarında ilmi, Allah'a tefviz ederler ki, nasıl icabet olunduklarını bildikleri halde Cenab-ı Hakka karşı acizlerini iz­harla tevazu ederler ve bu sualden maksat icabet etmeyen üm­metleri tekdir ve âleme karşı mahcup etmektir.

Enbiyanın nasıl icabet olunduklarını bildikleri halde «Bizim için ilim yok» demeleri «Ya Rabbi! Sen bizden daha iyi bildiğin halde bu sualden hikmetine ilmimiz yok» demek olup hakikat-i ilmi inkâr olmadığından enbiyanın bu cevapları hilafı vakidir de­nilemez. Enbiyanın ilimleri Vacip Tealâ'ya nispetle yok mesabe­sinde olduğundan «Bizim ilmimiz senin ilmine nispetle yoktur, iyisini sen bilirsin» demektir. Yahut ümmetlerinin halinden enbi­yaya hasıl olan zan olup ilm-i kat'î olmadığından «Bizim ilm-i kafimiz yoktur, ancak ilm-i kat'î ile sen bilirsin» demişlerdir.

Hulâsa; Vacip Tealâ'nm yevm-i kıyamette rusül-ü kiramı cem' edip ümmetlerinin icabetleri ne yolda olduğunu sual edeceği ve resullerin ümmetlerinin icabet edip etmediklerine dair ilmi, Cenab-ı Hakka tefviz etmekle tevazularmı izhar edecekleri bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [116]

 

Vacip Tealâ rusül-ü kirama ümmetlerinin icabetlerinden na­sıl icabet olunduklarım   sual edeceğini beyan ettiği   gibi rusül-ü kiram içinden İsa (A.S.)'ın ahval-i hususiyesinden ve ümmetiyle vaki olan ahval-i umumiyesinden haber vermek üzere buyuruyor.

[Zikret habibimî Şol zamanı ki, o zamanda Allahü Tealâ Mer­yem oğlu İsa (A.S.)'a «Ya İsa! Sana ve validen üzerine benim ni­metimi zikret ve unutma hatırında tut şol zamanda ki, o zaman­da biz seni Ruh-u Kudüs'le takviye ve emr-i nübüvvetini te'yid ettik. Halbuki sen beşikte çocukken ve hal-i kühûliyette nâs'a söz söylerdin ve söylediğin söz her iki halinde müsavi idî. Binaena­leyh; hal-i sahavetinle hal-i büluğundaki sözlerin arasında fark yoktur. Aklın ve fikrin ve söylediğin sözün ma'kul olması müsavi idi» dedi.]

 [Ve şol zamanda dahî biz seni takviye ve nübüvvetini te'yid ettik ki, o zamanda zahir-i şeriatını tedbir ve takviye etmek üzere biz sana kitabı ve esrar-z şeriattan ibaret olan hikmeti ve bütün ahkâmı cami' olan Tevrat'ı ve İncili talim ettik ki, beynennâs şe­riatın takarrür etsin.]

 [Ya İsa! Zikret nimetimi şol zamanda ki, sen çamurdan be­nim iznimle kuş sureti gibi bir suret yaptın ve tasvir ettin, badehu o surete sen nefesinle üfürdün ve sen üfürünce o suret benim iz­nimle bir kuş oldu. Bununla sen nübüvvet dâvanı ispat ettin.]

[Sen anadan gözsüz olarak doğan a'mâların gözlerini açtın ve körlüklerini giderdin ve benim iznimle tenleri ala olan kimselerin dertlerine şifaya sebep oldun.]

[Ve şol üzerine vaki olan nimetlerimi unutma zikret ki, o za­manda evvelce vefat etmiş olan ölüleri benim iznim ve muavene­timle diri olarak sen kabirlerinden çıkardın.]

[Ve şol zamanı zikret ki, o zamanda sen Benî İsrail'e nübüv­vet dâvanı ispata kâfi mucizelerle geldiğinde onların serlerini ben senden def ettim ve onların hücumuna karşı seni hıfzettim.]

[Senin mucizelerine karşı Benî İsrail'den kâfir olanlar şu mu­cizeler olmadı, illâ açık ve meydanda bir sihir oldu, dediler ve mucizene sihir demekle itiraz ettiler, iman etmediler.]

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile bundan evvelki âyette Vacip Tealâ rusül-ü kirama ümmetleri tarafından nasıl icabet olunduk­larını sual edeceğini beyan etmişti. Ve bu sualden maksad rusül-ü kirama karşı temerrüd eden ümmetleri tekdir olup ümmetler için­de tekdire ziyadece şayan olan Nasara olduğunu beyan için bu âyette Hz. İsa'nın mucizelerini ve o mucizeye karşı temerrüd eden­leri beyan etmiştir. Zira; sair ümmetler rusül-ü kiramın şanlarına taarruz etmişler, Nasara ise celâlet-i ilâhiye ve azamet-ik sübhani-yeye taarruz ettiklerinden Nasara'yı tevbih için Hz. İsa'nın muci­zelerini ta'dad buyurmuştur. Çünkü; şu sayılan nimetlerin cüm­lesi Hz. İsa'nın Allah'ın kulu ve resulü olduğunu ve ma'bud olma­dığını ispat etmiştir ki, ülûhiyetini itikaad edenleri reddetmiştir. Ruhu   Kudüs'le murad; Cibril-i Emin olduğuna nazaran

Cenab-i Hak, Hz. İsa'yı Cibril-i Eminle te'yid ettiğim beyan et­miştir.

Hz. İsa'nın mümtaz olduğu mucizelerden ekserisi bu âyette zikrolunmuştur. Hal-i sabevetindeki sözünün hal-i buluğunda olan sözünün aynı olması İsa (A.S.)'m hassasıdır ve duasıyla hastaların şifa bulması ve çamurdan tasvir ettiği kuş suretinin biiznillâh-i telâ kuş olup uçması ve kabirlerinden ölülerin diri olarak kalkıp tekrar yerlerine iade olunması, anadan doğma körlerin gözlerini açması Hz. İsa'nın mümtaz olduğu mucizelerdendir.

İsa (A.S.)'a verilen kitap la murad; hüsn-ü hat olmak ihti­mali varsa da esah olan kütüb-ü semaviyedir. Hikmet le mu­rad; usul-ü itikaadiye ve ameliyeye müteallik ilimdir. Kitabı zi­kirden sonra Tevrat'la İncil'i zikretmek şanlarına tazim içindir. Hz. İsa'nın mucize ve nimetleri pek büyük olduğundan Yahudile­rin hased ederek küfredip katline cüret ettikleri beyan olunmuştur ve kuş suretinin yarasa kuşu olduğu (Sûre-i Âl-i İmran) .da beyan olunmuştu [117].

Hulâsa; Hz. İsa'nın Ruh-u Kudüs'le te'yid olunduğu ve hai-i sabavet ve hal-i buluğunda nâs'a tekellüm ettiği, kitap, hikmet, tevrat ve İncil'in kendisine talim olunduğu ve çamurdan yapmış olduğu kuş suretinin biiznillâh kuş olduğu ve anadan' gözsüzleri gözlendirdiği ve ebraslarm biiznillâh illetlerini izale ettiği ve ölü­leri biiznillâh kabirlerinden diri olarak çıkardığı ve Benî İsrail'in şerrinden muhafaza ettiği ve Benî İsrail'den kâfir olanların işbu mucizelere sihir dedikleri bu âyetten müstefad olan fevaid cüm1esindendir. [118]

 

Vacip Tealâ İsa (A.S.)'m mucizelerini nimet olarak beyan et­tiği gibi Hz. İsa'ya iman eden ashabım ve onların menakıbmı be-yanetmek üzere buyuruyor.

[Ya İsa! Zikret nimetlerimi şol zamanda ki, o zamanda ben havariyyîne ilham ettim; dedim ki: «Bana ve benim resulüme iman edin. Zira; iman etmek üzerinize vaciptir» ve onlar: «Biz iman ettik ya Rabbi! Sen şahid ol. Biz sana ve resulüne muti' olan müslimleriz» demeleriyle imanlarını izhar ettiler.]

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile Havariyyûn; Hz, İsa'nın ashabı ve ona evvel iman edenlerdir. Bu makamda vahiy; Taberi'de beyan olunduğu veçhile ilham ve kalbe koy­mak manasınadır. Yahut Beyzavi'nin beyanı veçhile resul vasıta­sıyla iman etmelerini emretmektir. Havariyyûnun kimler olduğu ve sanatlarının neden ibaret bulunduğu Sûre-i Âl-i İmran'da mu-fassalan geçtiği için burada tekrarına lüzum görülmemiştir [119].

Feth-ül Beyan'da zikrolunduğu veçhile iman; a}mal-ı kalpten olup İslâm; inkıyad-ı zahirî manâsını müş'ir oldu­ğundan havariyyûn imanı takdim etmişlerdir. Zira; a'mal-i kalbe, dikkat ziyadedir. Çünkü; havariyyûn evvelâ Hz. İsa'nın nübüvve­tini kalpleriyle tasdik ve kalplerinde olan imanlarını zahirde itaat ve inkıyadlarıyla ilân ettiler ve itaatlarmın muhakkak olduğunu beyan için sözlerini edât-ı te'kidle irad eylediler. Binaenaleyh; diyanet-i İslâmiyede bir kimseye (Müslüman mısın?) denildiğinde kat'iyet ifade eder cümle ile (Müslümamm elhamdülillah) demek vaciptir. Şek ve tereddüd ifade eden cümleyle cevap vermek caiz değildir. [120]

 

Vacip Tealâ havariyyûnun imanlarını beyandan sonra onların. Hz. İsa'dan bazı tahkikatlarını beyanetmek üzere :

buyuruyor.

[Yâ İsa!   Zikret şol zamanı ki, o zamanda Havariyyûn «Ey Meryem oğlu Isa! Senin Rabbin bizim üzerimize semadan içi ni­met dolu bir maide, yani sofra inzal etmeye kaadir olur mu?» de­diler. İsa (A.S.) cevapta «Eğer hakîki iman ettinizse Allah'tan korkun ve bu gibi suâli irad etmeyin. Nasıl oluyor ki, siz Allah'ın kudretinde şekkeder ve maide inzaline kaadir olur mu diyerek su­âle cesaret edersiniz?» demekle böyle suâlin münasip olmadığını onlara anlattı.]

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile Havariyyûn iman etmişlerse de henüz imanları icmâlî olup, akaaidî yoluyla tetkik etmedikle­rinden bu suâli irad etmişlerdi. Bundan sonraki âyette beyan olu­nacağı veçhile bu talepleri kalpleri mutmain olsun içindi. Yoksa şekkettikleri için değildi. Binaenaleyh; suâlleri tetkik içindir, te­reddüt için değildir.

İnsanın takvası umur-u mühimmenin husulüne vesile oldu­ğundan istedikleri matlûplarının husulüne mukaddeme olmak üzere Havariyyûna ittikaayla emretmiştir.

Hulâsa; Havariyyûnun Hz. İsa'dan Rabbinin semâdan içi taamla dolu bir maide inzaline kaadir olup olmadığını suâl ettik­leri ve onların suâline Hz. İsa cevapta hakîkî mümin oldukları tak­dirde Allah'tan korkmak ve nefislerini bu gibi suâlden vikaaye et­mek vacip olduğu ve bu gibi suâlin hata olduğunu işaret tarikıyla kendilerine tefhim ettiği bu âyetten müstefad olan fevaid cümle-sindendir. [121]

 

Vacip Tealâ Hz. İsa'nın Havariyyûna ittikaa ile emrinden son­ra Havariyyûnun cevabını beyanetmek üzere buyuruyor.       

[İsa (A.S.)'m ittikaa ile emrine havariyyûn dediler ki: «Biz o mâideden yemek ve kalbimiz lâyıkıyla mutmain olmak ve senin bize doğru söylediğini bilmek ve mâide üzerine şah id olmak mu-rad ederiz ve mâide istemekten maksadımız lûtf-u ilâhiye nail ol­mak ve imanımız kuvvet bulmak içindir, yoksa bîr, garaz-ı fasidi­miz yoktur.] demekle mâide istemekten maksatlarını beyan ettiler.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile İsa (A.S.)'m mucizelerinden sonra mucize istemeleri muvafık olmadığını beyan zımnında Ha-yariyyûna ittikaa ile emredince Havariyyûnun mâide istemeleri, gördükleri mucizeye kanaatsizlik olmayıp belki kendilerinin müp­telâ oldukları açlığı izale etmek ve re'y-ül ayn mâidenin nüzulünü görmekle kalpleri mutmain olmak ve yakînleri kuvvet bulmak ve evvelce gördükleri mucize, mucizât-ı arziyeden olup bir de muci-zât-ı semaviyeyi müşahede etmek istedikleri ve mucizâtı müşahe­deyle o mecliste bulunmayanlara şehadet edeceklerini beyanla ga­razlarının garaz-ı sahih olup mâide istemekten niyetlerinde fesad olmadığını beyan etmişlerdir. [122]

 

Vacip Tealâ Havariyyûnun serd ettikleri şu makaaleierinden İsa (A.S.) maksadlarınm sahih olup fasid olmadığını bilince talep­lerinin is'âfmı Cenab-ı Hak'tan istirham etmek üzere irad eylediği duayı beyan zımnında buyuruyor.

[Havariyyûnun itizarlarına ve garazlarının sihhatma karşı Meryem oğlu İsa (A.S.) Cenab-ı Hakka niyaz tankıyla dedi ki: "Ey bizim R a birimiz! Bizim üzerimize semadan mâide indir ki, o mâide bizim evvelimize ve âhirimize bayram ve senin kudretine, benim nübüvvetime alâmet olsun ve bizi hayırlı rızıkla merzuk et. Halbuki rızkı verenlerin hay ir I ısısın» demekle mâidenin nüzu­lünü Rabbinden istirham etti.]

Mâide; üzerinde taam olan sofradır. «Mâide bizim için bayram olsun» demek; «Mâidenin nazil olduğu günü bayram itti­haz edelim» demektir. Bayram insanlara sürür verecek bir gün olduğundan i y d denilmiştir. Binaenaleyh; mâide nazil olduğu gün sürür bahşettiğinden İsa (A.S.) o günde bulunanlara ve ondan sonra geleceklere o günün bayram olmasını kelâmına ilâve ve dua­sına dercetmiştir. Mâide pazar günü nazil olduğundan Nasara'nm pazar günü bayram ittihaz ederek ta'zîm ettikleri Beyzavi'nin cümle-i beyanatmdandır. Gerçi pazar gününe ta'zîm, şeriat-ı Mu-hammediyede nesholunmuşsa da Nasara ta'zîmi terketmemiglerdir.

Havariyyûn, mâide istemekten maksatlarını beyan sırasında garaz-ı dünyevî olan ekli takdim etmişlerse de İsa (A.S.) garaz-ı uhrevîyi takdim buyurmuş ve âhiret umurunun takdime şayan ol­duğuna işaret etmiştir. Duanın keyfiyeti: Feth-ül Beyan'da zikro-lunduğuna nazaran Hz. İsa evvelâ gusleder ve yünden aba giyer ve başını eğer, ağlar ve iki rekât namaz kılar ve dua eder. Cenab-ı Hak duasını kabul eder ve mâide nazil olur. Binaenaleyh; insan mühim bir iş için dua etmek isterse kemal-i taharetle tetahhur et­mek ve namaz kılmak ve kemal-i tevazula dua etmek müstehab-dır ki, bu şeraite riayet, duanın kabulüne sebeptir.

İsa (A.S.) Vacip Tealâ'ya iki kere nida etmiştir. Çünkü; Ebus-suud Efendi'nin beyanı veçhile bir kere   cemi' sıfât-ı kemaliyeyi

cami olan ülûhiyet vasfıyla demiştir. İkincide envâ'-ı nimetle terbiyeyi mü§'ir olan rububiyet vasfıyla  diyerek nida etmiştir ki, kemalile tevazu ve tazarruunu izharla duasının kabulünü rica eylemiştir. Binaenaleyh; Rabbisi istirha­mını kabul buyurmuş ve mâide gibi mühim bir mucizeyle Hz. İsa'­yı taltif ve Havariyyûnu mesrur kılmıştır. [123]

 

Vacip Tealâ Hz. İsa'nın duasını kabul etmekle Havariyyûnun mes'ûlünü isaf ettiğini beyanetmek üzere buyuruyor.

[İsa (A.S.)'ın duası üzerine Allahü Tealâ «Ben muhakkak si­zin üzerinize mâideyi inzal ederim. Eğer mâ ide a in inzalinden son­ra sizden bir kimse küfrederse ben o küfreden kimseye bir azapla azab ederim ki, âlem efradından hiçbir ferde o azapla azab etmem» dedi.]

Yani; Ya İsa! Ben istediğiniz mâideyi istedikleri veçhile se­madan indiririm. Lâkin muide geldikten sonra küfreden olursa o kâfire Öyle bir azab ederim ki} âlemden hiçbir kimseye o azabın emsali sebketmemiştir.

Âyette, Vacip Tealâ mâideyi inzal edeceğini beyanla beraber mâidenin şükrünü edâ etmeyip küfredenlere azab edeceğini dahî beyan etmesi duanın kabulüne delâlet eder. Binaenaleyh; küfre­denler suratlarını hınzır suratına tebdil etmiştir.

Beyzavi ve Fahr-i Razi'nin beyanları veçhile mâidenin keyfi-yet-i nüzulü şöyledir: îki bulut arasında bir kırmızı sofra olup, sofrada bulunan taam ise kılçıksız ve pulsuz kendi yağıyla kızar­mış kebap olmuş balık ve balığın baş tarafında tuz ve kuyruk ta­rafında bir kâse içinde sirke ve etrafında envâ-ı sebze ve beş adet çörek ve onlardan birincinin üzerinde zeytin, ikincinin üzerinde bal, üçüncünün üzerinde yağ, dördüncünün üzerinde peynir, beşin­cinin üzerinde kurumuş et mevcut olduğu halde ahalinin önüne nâzü olduğu ve İsa (A.S.)'m dua edip «Ya Rabbi! Bize nimet kıl, nikmet kılman diyerek ismiyle sofrayı açtığı ve Havariyyûnun reisi «Ya Ruhallah! Bu taam dünyadan mı, âhiretten mi?» dediğinde Hz. İsa'nın «İkisinden de değil, Al­lah'ın kudretiyle icad ettiği taamdır, istediğinizi yiyin ve Allah'ın nimetine şükredin» dediği ve sofradan fukara, ağniya, hasta, sağ, kör ve topal hep yedikleri mervidir.

Binlerce halk sofradan yedikleri halde asla noksan târî olma­mıştır. Nâs'tan birçokları iman ettikleri gibi küfredenler de oldu­ğu ve küfredenler, iman edenlerin itikadlarmı ifsada çalıştıkları ve onların suretlerini Cenab-ı Hakkın hınzır suretine tahvil ettiği mervidir. Bu rivayete nazaran azapla murad; azdb-ı dünyevî olmak lâzımdır. Hınzır suretine tahavvül edenlerin de üç gün ya­şadıkları mervidir.

Feth-ül Beyan'da zikrolunduğuna nazaran mâidenin nüzûlünde hıyanet etmemek ve yarınki   gün için idhar   olunmamak şart iken idharla hıyanet edenlerin suretleri tebdil olunduğu mervidir.

Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile İsa (A.S.)'m duasını inzal kelimesiyle yaptığı halde Vacip Tealâ lûtfunun çokluğuna işaret için çokluğa delâlet eden tef il babından lafzıyla beyan ettiği gibi vaadinin kafi olduğuna işaret için de tahkika delâlet eden lafzıyla irad buyurmuştur. [124]

 

Vacip Tealâ Nasara'nm Hz. İsa'ya iftiraları üzerine İsa (A.S.)'a hitabını beyanetmek üzere :

buyuruyor.                                .

[Zikret lıabibim! Şol zamanı kî, o zamanda Allahü Tealâ İsa (A.S.)'a hitaben «Ey Meryem oğlu İsa! Sen nâs'a beni ve validemi Allah'ın gayrı ma'bud ittihaz edin» dedin mi? buyurdu.]

[Bu suale cevap olarak İsa (A.S.) «Ya Rabbi! ;6eni cemi' ne-kaaisten tenzih ederim. Benim için hak olmayan bİrşeyi söylemek ve iddia etmek sahih olmaz. Böyle bana lâyık olmayan şeyi söyle­mek nasıl sahih olur ve ben nasıl söyleyebilirim? n dedi.]

[Eğer ben böyle birşey sÖyledimse muhakkak söylediğimi sen bilirsin. Zira; ilmin herşeyi muhittir.] Binaenaleyh:

[Ya Rabbi! Sen benim nefsimde olanı bilirsin. Halbuki ben senin zatında olan şeyi bilmem.]

[Zira sen gaaibi bilirsin, biz gaaibi bilmeyiz.] Demekle Ce-nab-ı Hakkın sualine cevap verdi.

Vacip Tealâ'nm bu suali Nasara'yı ilzam ve itikadlarının ba­tıl olduğunu meydana koymak için olduğu cihetle Hz. İsa'nın böy­le bir şey söylemediğini bildiği halde Allâhü Tealâ neden sual etti denilemez. Zira; sual haşa bilmediği birşeyi öğrenmek için değil, belki Nasara'ya hakikati bildirmek içindir. Hz. İsa cevabında Ce-nab-ı Hakkı evvelâ beşere hulul etmek ve şeriki olmak gibi nekaa-isten tenzih ile beraber böyle bir sözü söylemeye hakkı olmadığı­nı beyanla hakikat-ı hâlin ilmini Allah'a tefviz etmiştir ki, huzur-u ilâhide kemâl-i edeb ve ta'zîmle teslimiyetini meydana köymüş ve kul için vazife-i ubudiyetin neden ibaret olduğunu göstermiştir.

Bu âyette nefis; zat manâsmadir. Vacip Tealâ, hakkın­da nefis lâfzını zikretmesi Hz. İsa'nın kendi hakkında zikrettiği lâfza mutabakat tarîkıyladır.

Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile lâfzı tefJil ba­bından teşbihin ismidir. Binaenaleyh; Vacip Tealâ'nm cemi' nekaa-isten ve bilhassa şerikten münezzeh olduğunu beyanda mübalâğa için teksire delâlet eden tef'il babından irad olunmuştur.

Nasara'nm iftira ettikleri sözü söylemekte hakkı olmadığım beyanda istimrara delâlet eden kelimesi ve nefyi te'kid-de mübalâğa için haberinde lafzıyla varit olmuş­tur ki, «Hiçbir veçhile hakkım yok» demektir ve bu misilli sözleri söylemeye hakkı olmadığını delü-i burhamyla irad etmiştir. «Çün­kü; ben söylemiş olsam, sen bilirdin, halbuki benim söylediğime ilmin taalluk etmedi. Senin ilmin taalluk etmemesi benim söyle­mediğime delildir. Çünkü; söylesem elbette bilirdin» demek olur. [125]

 

Vacip Tealâ İsa (A.S.)'m sözünün bakiyesini hikâye etmek üzere buyuruyor.

[İsa (A.S.) sözüne devam ederek »Ya Rabbi! Ben nâs'a söy­lemedim. Ancak senin bana emrettiğin sözü söyledim ve dedim ki; Benim ve sizin de Rabhimiz olan Allahü Tcalâ'ya ibadet edin. Zira; Allahü Tealâ cümlemizi her türlü nimetleriyle terbiye eden rabbimizdir. Binaenaleyh; ibadetinizi ona hasredin» ve «Ben nâs içinde bulunduğum müddet onlar üzerine hazır olur ve onların hallerini muhafaza eder ve onların hallerini bilir ve şehadet ede­rim.]

[Vakta ki, sen beni vefat ettirip irtihal ettirince, sen ancak onlar üzerine gözetici ve onların hallerini bilirsin.]

[Halbuki ya Rabbi! Sen herşey üzerine hazır ve mekândan münezzeh olduğun halde herşeyi bilirsin.] Binaenaleyh; cümlenin a'mali indinde hazırdır.

[Ya Rabbi! Eğer onların iftiraları ve günahları üzerine sen onlara azab edersen, mülkünde tasarruf edersin.] Zira; onlar se­nin kullarındır ve onlar hakkında tasarruf; mülk-ü hakikiyende tasarruftur. Binaenaleyh; kimsenin bir diyeceği yoktur.

[Ve eğer. sen onların kusurlarını afla onları mağfiret edersen, sen herkes üzerine gaalip bir ulusun ve ef'alin hikmeti mutazam-mın bir hakîm-i mutlak ve cümleye hükmü nafiz bir galibi kahir­sin demekle Cenab-ı Hakka tefviz-i umur etmiştir.]

Mağfiret; tevbe edenlere olacağına binaen küfrüzere vefat edenlere şümulü yoktur. Yani «Eğer onların kusurları üze­rine azab edersen senin kullarındır. Dilediğini işlersin ve eğer tevbe ederler de sen de mağfiret edersen, azabın hikmete muvafık olduğu gibi mağfiretin de hikmetine muvafıktır.» demektir.

Bu âyette teveffî ile murad; hakikaten vefat olmak ih­timali olduğu gibi semaya refolunmak ihtimali daha ziyade gaa-liptir. Zira; İsa (A.S.) semaya ref'olunmuş ve vefat etmemiştir. Semaya ref'olunmasma vefat denmiştir. Zira; bu dünyadan müd-det-i muvakkatada irtihal ve intikaal manâsına vefat denmek de caizdir ve bu muhaverenin dünyada ve âhirette olması muhtemel­dir. Çünkü; bir mâni yoktur. Cenab-ı Hak Nasara'yı ilzam için dünyada sual ettiği gibi arsa-i mahşerde dahi sual edebilir. [126]

 

Vacip Tealâ İsa (A.S.)'m sözlerini hikâye ettiği gibi sadıkları razı olduğunu ve yevm-i kıyamette sıdıklarından dolayı menfaat olacağını beyanetmek üzere buyuruyor.

[AUahü Tealâ «Şu yevm-i kıyamet o! bir gündür ki, a günde sadıklara sıdıkları menfaat verir ve sadıklar için ebeden içinde ka­lıcı oldukları halde altından nehirler cereyan eder cennetler var­dır» dedi.]

[Allahü Tealâ sadıklardan razı oldu ve sadıklar da Allah'tan razı oldular.]

[İşte Ccnnet'te ebeden kalmak ve Allah'ın onların a'malinden razı olması ve onların da Allah'ın lûtfundan razı olması onlar için büyük bir necat ve fevz ü felahtır.]

Feth-ül Beyan'da zikrolunduğu veçhile s a dikin ile mu-rad; enbiya ve müminlerdir. Onların sıdıklar ıyla murad; tevhidleri ve imanlarıdır. Şu halde manâ-yı âyet: [Yevm-i kıya­met ol bir gündür ki, ehl-i tevhidin tevhidleri kendilerine o gün­de menfaat verir, amma kâfirlerin küfrü ve müşriklerin şirki ve yalancıların yalanı menfaat vermediği gibi haklarında ayn-ı ma­zarrattır. Zira; ebeden Cehennem'de kalmalarına sebeptir.] demek­tir. Allah'ın sadıklardan rızası; onlann imanlarına ve amellerine rızadır. Onların Allahü Tealâ'dan rızaları; Allah'ın onlara vermiş olduğu nimetlerden razı ve katırlarına gelmeyen eltâf-ı sübhani-yeden memnun olmalarıdır.

Allahü Tealâ'nuı rızasını tahsilden daha büyük bir mertebe olmadığından    rıZay-ı ilâhinin husulüne    fevz-i azîm denmiştir.

«Doğru sözlü ehl-i imanın, Allah'ın rızasına nail ve Allah'ın ni­metlerinden de onların razı olacaklarını» beyan etmek; «Eniri ima­nın âhirette kemal-i emniyet ve rahata nail olacaklarını» beyan etmektir. Çünkü; tarafeynin birbirinden razı olmaları kulların is-tirahat-i tâmmelerini müstelzimdir.

Hulâsa; ehl-i imanın imanları ve doğru söyleyenlerin doğru sözlerinin yevm-i kıyamette kendilerine menfaat vereceği ve men­faat cümlesinden olarak ebeden onların Cennet'te kalacakları ve Allahü Tealâ'nın onların imanlarından ve onlar da Allah'ın lut-fundan razı olacakları ve Allah'ın rızasının onlar için pek büyük kurtulmak olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [127]

 

Vacip Tealâ ehl-i imana «fevz-i azîmi veren kimdir?» sualine cevap olmak üzere buyuruyor.         .                   .

[Semavât ve arzın ve onların derununda olan mevcudatın mülkü Allah indir ve Allahü Tealâ herşeye kaadirdir.] Binaena­leyh; dilediğini işler ve bilûmum mülkünde keyfe mâyeşâ' tasar­ruf eder ve istediğini icad ve istediğini i'dam eder, hiç kimsenin itiraza hakkı ve salâhiyeti yoktur.

Beyzavi'nin beyanı veçhile bu âyet Hz. İsa hakkında Nasara'-mn dâvalarının fesadına delâlet eder ve ukalânın gayrisini ukalâ üzerine tağlib için de gayrı ukalâda istimali gaalip olan lâfzı varid olmuştur. Çünkü; âyet-i celîle Nasara'nın dâvalarını red ve Hz. İsa'nm kulu ve memlükü olduğunu beyan için varid olup Nasara'nın itikaadı ise akim harici ve mantığın hi­lafı olduğundan onları gayrı ukalâ menziline tenzil etmiştir.

Sûrenin âhiri birtakım esrarı mutazammmdır. Zira herşey Allah'ın mülkü olmak; mahlûkaatm küllisi mümkün ve

Vacip TeaJâ'nm icadıyla mevcud olup Cenab-ı Hak cemi'i mümkünât ve kâ­inata malik, ervah ve ecsadm kâffesini mucid ve her cümlesinde emr ü nehyi icad ve i'damı nafiz, sevap vermek ve azab etmek su­retiyle tasarruf, Allah'a mahsus olduğuna delâlet eder. Binaena­leyh; dilediği gibi teklif ederek kullarını ibadetine davet eder ve herşeye malik olması ve şeriat-ı Musa'yı neshederek şeriat-ı İsa'yı onun makaamma ikaame ve badehu şeriat-ı İsa'yı neshederek şe­riat-ı Muhammediyeyi onun makaamma ikaame etmesi mülkünde tasarruf kabilindendir. Hz. İsa'yı babasız halka da kaadirdir. Bi­naenaleyh; Nasara'nm Hz. İsa hakkındaki iddiaları batıldır. Zira; Allah'ın kulunun ülûhiyetle münasebeti yoktur ve olamaz. [128]



[1] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1131-1133

[2] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1133-1135

[3] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1135-1140

[4] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1140-1141

[5] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1141-

[6] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1152-1155

[7] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1156-1157

[8] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1157-1159

[9] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1159-1160

[10] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1160-1162

[11] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1162-1163

[12] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1164-1165

[13] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1165-1167

[14] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1167-1168

[15] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1168-1169

[16] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1170

[17] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1170-1173

[18] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1173-1175

[19] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1176-1177

[20] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1177-1179

[21] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1179-1180

[22] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1180-1183

[23] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1183-1186

[24] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1186-1188

[25] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1188-1189

[26] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1189-1191

[27] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1191

[28] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1192-1193

[29] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1193-1194

[30] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1194-1195

[31] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1195-1198

[32] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1198-1200

[33] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1200-1202

[34] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1202-1203

[35] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1203-1204

[36] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1204-1207

[37] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1207-1208

[38] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1208-1211

[39] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1211-1213

[40] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1213-1214

[41] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1214-1215

[42] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1215-1217

[43] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1217-1218

[44] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1218-1220

[45] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1220-1222

[46] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1222-1224

[47] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1224-1226

[48] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1226-1228

[49] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1228-1231

[50] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1231-1235

[51] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1235-1237

[52] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1238-1240

[53] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1240-1241

[54] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1241-1243

[55] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1243-1244

[56] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1244-1248

[57] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1248-1249

[58] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1249-1250

[59] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1250-1252

[60] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1252-1254

[61] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1254-1255

[62] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1255-1256

[63] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1256-1257

[64] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1257-1259

[65] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1259-1261

[66] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1261-1262

[67] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1262

[68] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1263-1265

[69] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1264-1265

[70] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1265-1269

[71] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1269-1270

[72] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1270-1272

[73] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1272-1274

[74] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1274-1275

[75] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1276-1277

[76] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1277-1278

[77] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1278-1279

[78] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1279-1282

[79] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1282-1283

[80] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1283-1284

[81] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1284-1286

[82] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1286-1287

[83] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1287-1289

[84] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1289-1291

[85] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1291-1292

[86] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1292-1293

[87] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1293-1296

[88] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1305-1306

[89] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1306-1307

[90] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1307-1308

[91] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1308-1310

[92] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1311-1312

[93] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1312-1313

[94] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1313-1315

[95] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1315-1316

[96] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1316-1318

[97] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1318-1319

[98] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1319-1322

[99] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1322-1323

[100] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1324-1325

[101] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1325-1326

[102] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1326-1327

[103] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1327-1330

[104] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1330-1331

[105] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1331

[106] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1331-1333

[107] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1333-1336

[108] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1336-1337

[109] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1337-1339

[110] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1339-1340

[111] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1340-1343

[112] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1343-1344

[113] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1345-1347

[114] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1347-1349

[115] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1349-1350

[116] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1350-1351

[117] Cilt: II, Sahife : 604.

[118] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1351-1354

[119] Cilt: II, Sahîfe : 610.

[120] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1354-1355

[121] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1355-1356

[122] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1356-1357

[123] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1357-1358

[124] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1358-1360

[125] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1360-1362

[126] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1362-1363

[127] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1363-1365

[128] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1365-1366