KURAN ÖYKÜLERİ 5

Giriş. 5

I- HÂRÛT ve MÂRÛT ÖYKÜSÜ.. 6

Kuranda Harut ve Marut Öyküsü. 6

Öykü Île İlgili İsrailiyyat Haberler: 6

Sorgulayıcı/Muhakkik Alimler Bu İsrailiyyat Haberleri Reddeder: 7

O Halde Nedir Hârût ve Mârufun Öyküsü?. 8

Yahudiler, Hak Yerine Batılı Seçiyolar: 8

Şeytanlar, Büyü ve Hz.Süleyman: 9

İbn Abbas Rivayetinin Değerlendirilmesi: 9

Kimdir Bu Şeytanlar?. 9

Süleyman'ın Hükümdarlığı Hakkında Şeytanların Konuşması: 10

Büyü Yapmak Küfürdür ve Büyücü Kâfirdir: 10

"Mâ" Kelimesi, Olumsuzluk Harfi Midir, İlgi Zamiri Midir?. 11

Melekler Nasıl Büyü Öğretir?. 12

Âyetlerde "Mâ" Kelimesinin Geçmesi: 12

Büyü Çeşitleri: 12

Büyü Etkiler Mi, Yoksa Gözbağcılık Mıdır?. 13

Hz.Peygamber'in Büyülenmesi Konusu: 14

Biz İmtihan Ediyoruz: 16

Karı Koca Birbirinin Eşidir: 16

Büyücü, Eşleri Birbirinden Ayırır: 17

Büyü, Ancak Allah'ın İzni İle Zarar Verir: 18

Zararlı Bilgi: 19

Keşke Bilselerdi!". 19

II- BİR KASABAYA UĞRAYAN ADAMIN ÖYKÜSÜ.. 20

Kur'anda Bir Kasabaya Uğrayan  Adamın Öyküsü: 20

Öykünün Ayrıntıları İsrailiyattır: 20

Bu Ayrıntılar İçin İsabetli Bir Eleştiri Yapmakta Ve Şöyle Der: 21

Seyyid Kutub'un Görüşü: 21

Öykü Hangi Bağlamda Anlatılmıştır?. 21

Öldükten Sonra Bunu Allah Nasıl Diriltir?. 22

Kasabaya Uğrayan Adamın Öyküsündeki Âyetler/Mucizeler: 23

Adamın Ölümü, Özel Bir Ölümdür: 23

Kur'an’da Ölümden Sonra Dirilişin Delilleri: 24

Hangi Kemiklere Bakacaktır?. 25

Araştırmadan Sonra Öğrenmek: 26

Seyyid Kutup, Materyalist Düşünceyi Tartışıyor: 26

III- ÂDEMİN İKİ OĞLUNUN ÖYKÜSÜ.. 27

Kuranda Âdem'in İki Oğlunun Öyküsü: 27

Adem'in Oğlunu Şeytanın Baştan Çıkarması: 28

İsrailiyat Haberler Öyküyü Nasıl Anlatıyor?. 28

Bu Haberlerin Tümü Uydunu Adır ve Kabul Edilemez: 29

Hâbil ve Kabil, Adem'in İki Oğludur. 30

Öyküyü Gerçek/Doğru Olarak Anlatması: 31

Adaklardan Birinin Kabul Edilmesi: 31

"Seni Mutlaka Öldüreceğim" Diyen Kişinin Beslediği Kin: 31

Kardeşi Tehditlere Nasıl Karşılık Verdi?. 32

Allah, Ancak Kendisinden Sakınanlardan Kabul Eder: 32

Mümin, Mümin Kardeşini Öldürmeyi Düşünmez: 33

Mümin Kardeş, Kardeşini Niçin Öldürmedi?. 33

İki Günahı Yüklenmek Ne Demektir?. 34

Âyetin Psikolojik Yorumu: 34

Ve Öldürdü: 35

Kardeşi Öldürmek Tümden Zarardır: 35

Zavallı Katile Karga Yol Gösteriyor: 36

Katil, Yaptığına Pişman Oldu, Ama Tevbe Etmedi: 37

İnsanların Tümünü Öldürmek ve Yaşatmak: 37

Niçin İsrailoğullanna Yazdık?. 38

Öyküden Çıkarılacak Dersler: 38

IV- ALLAH'IN ÂYETLERİNDEN SIYRILAN ADAMIN ÖYKÜSÜ.. 39

Kuranda Allah'ın Âyetlerinden Sıyrılan Adamın Öyküsü. 39

Öykünün Ayrımlılarını Veren Bilgiler İsrailiyattır. 39

Bütün Bunlar Yalandır: 40

Bu Ayrıntılar İçin Seyid Kutup Ne Diyor?. 40

Adamın Öyküsünde Belirsizlikler: 41

Öyküdeki Üstün Edebi Tasvir: 41

Seyyid Kutup ve Öykünün Gerçeklik Boyutu: 43

İman ve İnsanın Derisi: 44

Hakkı Bırakmanın ve Hevese Uymanın Sonucu: 44

Alçalmanın ve Yücelmenin Yolu: 45

Köpek Niçin Dilini Sarkıtıp Solumaya Devam Eder?. 45

Eşek ve Köpeğe Benzetmenin Sebebi: 45

İlim, Ne Zaman Sahibim Al Çalmaktan Korur?. 46

Sonuç: 47

V- LOKMAN ÖYKÜSÜ.. 47

Kur'anda Lokman Öyküsü. 47

Öykü İle İlgili İsrailiyat Bilgiler: 48

Lokman'ın Olduğu Söylenen Bazı Hikmetler: 49

Lokman Öyküsünde Belirsizlikler: 50

Lokman, İnancı Öğretiyor: 50

Hikmet ve Hekim Lokman: 50

Kur'an'da Hikmet: 51

Hikmet ve Şükür: 52

Babanın Oğluna Öğüt Vermesi: 52

Lokman'ın Oğluna Öğütleri: 53

Öyküden Alınacak Dersler: 55

VI- SEBE'LİLER ÖYKÜSÜ.. 58

Kuranda Sebe'liler Öyküsü: 58

Nemi Suresinde Sebe' Kraliçesi ve Hz.Süleyman: 58

Hz.Süleyman ve Sebe' Liler Kraliçesi Öyküsünün Özeti: 58

Sebe' Suresinde Sebeliler Öyküsü: 59

Öykü İle İlgili Haberler: 59

Sebe' Suresinde Öykü Hangi Bağlamda Anlatılmaktadır?. 60

Sebe'liler Ülkesi Hakkında Sahih Bîr Hadis: 61

Sebe', Bir Âyet/Delildir: 61

Allah'ın Sebe'lilere Verdiği Nimetler: 61

Kafirlerin Dünya Cenneti Yok Olacaktır: 61

Yiyin Ve Şükredin: 62

Yüz Çevirdiler, Biz De Üzerlerine Sel Gönderdik: 63

Sebe'liler İçin Su Önce Nimet, Sonra Felaket Oldu: 63

Acı Bedel: 64

Azgınlık ve Küfürleri Sebebiyle Cezalandırıldılar: 64

Azılı Kafirden Başkasına Ceza Verir Miyiz?. 65

Sebe'liler Ders Almazlar: 65

Sebe'liler Efsane Oldular: 66

Sebe'liler Olayı İbretlerle Doludur: 67

Ancak Çok Sabreden ve Şükredenler, Ders Alırlar: 67

İblis, Sebe'lileri Saptırmayı Başarmıştır: 68

Öyküden Çıkarılacak Dersler: 69

VII- KASABALILAR ÖYKÜSÜ.. 73

Kuranda Kasabalılar Öyküsü. 73

Öykü İle İlgili İsrailîyat Haberler: 73

Öyküde Belirsizlikler: 74

Yasin Suresi İle Öykü Arasındaki Uyum: 75

Öykü İki Sahneden Oluşur: 75

Elçilerle Kasabalıların Müc Adelesi: 75

1- Üç Elçiyi Allah Mı Gönderdi?. 76

2- Elçi Göndermeye Idevam Etmek: 76

3- Peygamberlerin İnsan Oluşu ve Açık Tebliğ: 77

4- Peygamberleri ve Davetçileri Uğursuz Görmek: 78

Taşlama ve İşkence Etme Silahı: 79

Mümin Adam Elçileri Destekliyor: 79

Seyyid Kutup Adamın Psikolojisini Analiz Ediyor: 80

Fahreddin Razi'nin Edebi Tespitleri: 80

Bu Adam İle Hz.Musa'mn Arkadaşı: 81

" Adam" Nitelemesi, Övmek ve Yüceltmek İçindir: 82

" Adam'ın Belirtilmemesinin Başka Bir Nüansı: 82

Rabbinize İnandım, Beni Dinleyin: 82

İman Ettikten Sonra Adamın Başına Neler Geldi?. 83

Ona "Cennete Gir, Denildi": 83

Keşke Halkım Bilseydi! 84

Kasabalıların Yokedilmesi: 84

Yazıklar Olsun İnsanlara! 86

VIII- ASHABI UHDÛD ÖYKÜSÜ.. 86

Kuranda Ashabı Uhdûd Öyküsü. 86

Âyetlere Kısa Bir Bakış: 86

Surede Yemin: 87

Tagutların Bazı Nitelikleri: 87

Surede Şahitler: 88

Kafirlere Göre Müminlerin Suçu: 88

Kafirlerin Müminlere Kızmaları: 88

Kızmanın Anlamı ve Sonuçlan: 89

Sonra Tevbe De Etmediler: 90

Dünyada Yakma İle Cehennemde Yakma Bir Midir?. 90

En Büyük Kurtuluş, Müminlerindir: 91

Hadiste Ashabı Uhdûd Öyküsü: 92

Hendeklerde Yakma Bir Değil, Çok Kez Olmuştur: 93

Müslim Hadisinden Alınacak Dersler: 93

Yol Budur: 100

İşte Seyyid Kutub'un Sözleri: 101

SON SÖZ.. 105

KAYNAKLAR.. 105


KURAN ÖYKÜLERİ

 

Giriş

 

Allah'a hamd eder, doğru yolu göstermesini ve yardım etmesini dileriz. Kötü düşünce ve amellerden ona sığınırız. Allah'ın doğru yola eriştirdiği kişiyi hiçbir kimse saptıramaz ve saptırdığı kişiyi de hiçbir kimse doğru yola getiremez. Allah'tan   başka   tanrının   bulunm   adığına,   ortağının olmadığına   ve   Muhammed'in   Onun   kulu   ve   rasulü olduğuna tanıklık ederiz.

Bu,   Kur'anda   Öncekilerin   Öyküleri'nin   üçüncü bölümüdür.  Bundan önce birinci bölümde Israiloğullan öykülerinden önemlilerini işlemiş, ikinci bölümde de Kehf süresindeki Öyküleri anlatmıştık.

Birinci bölümün başında Kur'anm öykülerini ele almanın en sağlam, en doğru ve en güvenilir yönteminden sözetmiş, bu yöntemin özellik ve niteliklerini belirtmiş, buna Kur'an, sahih hadisler, ashabın görüşleri ve Sorgulayıcı alimlerin söylediklerinden deliller getirmiştik. Kur'an üzerinde çalışan, anlam ve bilgilerini ortaya çıkarıp tefsir etmek isteyen ve bu konuda yazan kişilere bu yönteme bağlı kalmaları için bir çağrı yapmıştık. Kur'an'da öncekilerin öykülerini incelerken bu yönteme elimizden geldiği kadar bağlı kalmaya çalıştık. Bu yöntemi başarı ile uyguladığımızı umarız. Orada söylediklerimizin burası için de geçerli olduğunu belirtir, isteyenlerin oraya bakmalarını tavsiye ederiz. '

Ancak    birinci    ve    ikinci    bölümün    girişinde belirttiklerimizden  öncekilerin  öykülerini  işlerken  özen gösterdiğimiz ve gerçekleştirmek istediğimiz bazı hususları buradada vurgulamak istiyoruz.

1- Öyküleri işlerken Kur'an çerçevesinde kalmak, sahih hadisler dışında bu çerçevenin dışına çıkmamak ve kesin olan bu iki kaynağın dışına çıkmamaya özen göstermek.

2- IsraiIiyyat ve mitolojik haberlere iltifat etmemek ve ayrıntıları     doldurmak     için     uydurulan     haberleri kullanmamak. Kim olursa olsun, sözü Kur'ana ve sahih hadise dayanmayan hiçbir kimsenin söz ve yorumunu kabul etmemek.

3- Öykülerin reel boyutlarına bakmak ve yaş adığımız çağdaş hayatımıza uygulayarak onunla uyuşan, ona ışık tutan kimi boyut, sahne ve örneklerine işaret etmek. Yaşamakta olduğumuz hayatın boyutlarına bu öykülerden alınacak ders ve ibretlerin ışığında bakmak.

4- Bu Öykülerin çok sayıda dersler, ibretler, gerçekler, prensipler, anlayışlar ve bakışlar içerdiğine inanıyoruz. içerdiği bu şeyler de çeşitli olup iman, davet, bilgi, eğitim, siyasal, ekonomik, askeri, cih ad, uygarlık, insanlık ve benzeri alanları kapsamaktadır.

5- Bu öykülerden çıkarılan iman, davet, cih  ad ve ilahi sosyal yasaları vurgulamaya çalışmak. Çünkü günümüzde eğitimci, davetçi ve reformcuların en çok muhtaç oldukları şeyler bunlardır.

Bu bölümde işleyeceğimiz öyküler şunlardır:

a- Hârût ve Mârût öyküsü. (Bakara suresinde).

b- Bir kasabaya uğrayan     adamın  öyküsü.  (Bakara suresinde).

c- Âdem'in iki oğlunun öyküsü. (Maide suresinde).

d- Allah'ın âyetlerinden sıyrılan   adamın öyküsü. (Araf suresinde).

e- Lokman öyküsü. (Lokman suresinde).

f- Sebe'liier öyküsü. (Nahl ve Sebe' surelerinde).

ğ- Kasabahiar öyküsü. (Yunus suresinde).

h- Ashabı Uhdud öyküsü. (Buruc suresinde).

Bu öykülerin içerdiği bütün ders ve ibretleri yakalayabildiğim iddiasında olmadığımı bir daha vurgulamak isterim- Çünkü içerdikleri dersler ve ibretler saymakla bitmez. Zaten biz insanların bilgisi az mı azdır! Denizde beraber yolcuiuk yaparken Hızır'ın Hz.Musa'ya söylediği gibi, insan olarak bizim bilgimiz olsa olsa, denizden bir damla kadardır. Bilindiği gibi deniz yolculuğu sırasında bir serçe gelmiş, geminin kenarına konmuş ve Hz.Musa İle Hızırın gözü önünde gagasıyla denizin suyundan bir damla almıştı.Bunun üzerine Hızır: Bu serçe denizin suyundan ne kadar aldı? deyince, Hz.Musa, bir damla, demişti. O zaman Hızır ona "Allah'ın bilgisi yanında senin ve benim bilgimiz, bu serçenin denizden aldığı kadardır"demişti. "Çok şey bildiğini İddia eden kişiye söyle:

Bir şey öğrenmişsin, ama çok şeyler bilmiyorsun" diyen kişi ne güzel söylemiştir.

Bilgi ve gücümün sınırlı olması sebebiyle bu Öykülerden alınacak çok ibret ve dersleri tespit edemediğimi biliyorum. Onun için Kur'an üzerinde düşünen ve araştıran, onun bilgi ve anlamlarını ortaya çıkarmaya çalışan, tefsir ederek anlamlarını yayan kişileri tespit edemediğim ders ve anlamlan tespit etmeye ve yakalayam adığımı yakalamaya çağırıyorum.

Söyleyip yazdıklarımın tamamen  doğru  ve isabetli olduğunu da iddia etmiyorum.  Çünkü peygamberlerin dışında yanlış yapmaktan korunmuş insan yoktur. Zayıflık, acizlik ve yanlış yapmak insan olarak yapımızın, işlerimizin ve    bilgilerimizin    kaçmılmazlarındandır.    Olabilecek yanlışlarımın bilerek ve kasten olmaması, elimden geldiği kadar   doğruyu   yakalamaya   çalışmış   olmam   teselli kaynağımdır.

Bu üçüncü bölümle Kur'anda öncekilerin öyküleri ile ilgili çalışmamızı Allah'ın izniyle tamamlıyoruz. Böylece ''Kur'an Hazineleri" serisinden yedi ayrı çalışmayı, yine Allah'ın izniyle yayınlamış bulunuyoruz. Bundan dolayı Yüce Allah'a sonsuz şükürler ediyoruz. Çalışmalarımızı rızası için kabul buyurmasını ve kiyamet günün hayır amellerimizin kefesine koymasını umuyoruz. Allah'ın selat ve selamı, Rasulü Hz.Muhammed'e, ashabına ve yakınlarına olsun.

SAllah Abdulfettah Hatidi

26 Şevval 1408-10 Haziran 198S[1]

 

I- HÂRÛT ve MÂRÛT ÖYKÜSÜ

 

Kuranda Harut ve Marut Öyküsü

 

"Ellerinde olanı doğrulayan bir peygamber Allah katından onlara gelince, kitap verilenlerden bir takımı, bilmiyorlarmış gibi, Allah'ın kitabını arkalarına attılar. Şeytanların Süleyman'ın hükümdarlığı hakkında söylediklerine uydular. Oysa Süleyman kafir değildi, ama insanlara sihri öğreten işeytanlar kafir olmuşlardı.

Babil'de, melek denilen Hârût ve Mâruf a bir şey indirilmemişti. Bu ikisi "Biz sadece imtihan ediyoruz, inkar etme" demedikçe kimseye bir şey öğretmezlerdi. Bu ikisinden koca ile karısının arasını ayıracak şeyler öğreniyorlardı. Oysa Allah'ın izni olmadıkça onlar kimseye zarar veremezlerdi.Kendilerine zarar verecek, faydalı olmayacak şeyler öğreniyorlardı. And olsun ki onu satın alanın ahiretten bir nasibi olmadığını biliyorlardı. Kendilerini karşılığında sattıkları şeyin ne kötü olduğunu keşke bilselerdi!  Onlar inanıp Allah'a karşı gelmekten

sakinsalardı, Allah katından olan sevap daha hayırlı olurdu. Keşke bilselerdi!"[2]

 

Öykü Île İlgili İsrailiyyat Haberler:

 

Haber nakledenler Hârût ve Mârût öyküsü ile ilgili bir sürü israiliyyat haberler anlatmışlardır. Tefsirciler de bu rivayetleri    görmüş,    hoşlarına    gitmiş,    tefsirlerine doldurmuşlar ve Allah'ın kelamını onlarla tefsir etmişlerdir.

Bu batıl rivayetler özetle şöyledir:

Melekler, yer yüzünde insanın halife olmasına ve Allah'ın insanı meleklerden üstün tutmasına itiraz etmişler. Ancak Allah onlara mümin insanın üstün olduğunu, çünkü günah işleme arzu ve isteğine sahip olduğunu, ancak nefsi ile müc adele ettiğini ve Allah'a itaat etmesi için onu cezalandırdığını belirtmiştir, bize de şehvet verseydin, biz günah işlemezdik, demişler. Sınanmaları için aralarından Hârût ve Mârût adında iki melek seçmişler. Allah onlara şehvet vermiş, yer yüzüne indirmiş, haram ve günahları işlemelerini yasaklamıştır. İkisi babil şehrine inmişler ve Allah dilediği kadar  Orada kendisine  ibadet etmişler.

Babil'de en güzel kadınlardan bir kadın görmüşler, ikisi ona aşık olup elde etmek istemişler, ama kadın kabul etmemiş, kendilerine teslim olm adan önce ya puta tapmalarını veya çocuğu Öldürmelerini yahut içki içmelerini şart koşmuştur.

İkisi,puta tapmanın küfür, çocuğu öldürmenin büyük günah, ama içki içmenin küçük bir günah olduğunu söylemişler, içki içince sarhoş olup puta tapmışlar ve çocuğu öldürmüşler, sora da kadınla yatıp zina etmişler.

O da kendilerini göğe yükselten ism--i âzami onlardan almış ve göğe uçmuştur. Allah onu Havada değiştirerek gökte ışık saçan ve güneş sistemine bağlı olan Zühre yıldızı yapmış.

Hârût ve Mârût ise, işledikleri günahlardan sonra Allah onlara kızmış, dünya ve ahiret azabından birini seçmelerini söylemiş, onlar da geçici olduğuna bakarak ve ahiretfe kurtuluş ümidiyle dünya azabını tercih etmişler.

Bunun üzerine Babil semalarında yerle gök arasında ayaklarından başaşağı asılmışlar ve o tarihten kıyamet saatine kadar Orada asılı duruyorlarmış. Gökte asılı durmalarına ve işkence görmelerine rağmen, hâla insanlara büyü yapmayı öğretirlermiş. Büyü yapmayıö ğrenmek isteyen herkes Babil'de onlara gider ve onlardan öğrenirmiş!"[3]

 

Sorgulayıcı/Muhakkik Alimler Bu İsrailiyyat Haberleri Reddeder:

 

Hârût ve Mârufla ilgili anlatılan bu masal, israitiyyat olup bu konuda Rasulullahtan sahih senedie bir şeyin gelmediğini belirtelim. Sorgulayıcı alimler bu masalı red etmiş, anlam ve sened yönünden yalan olduğunu belirmişlerdir. Bu rivayetleri verdikten sonra Ibn kesir şöyle der:

"Hârût ve Mârût öyküsü ile ilgili olarak Tabiinden Mucahid, Suddi, Hasan Basri, Kat ade, Ebu'l-Âliye, Zuhri, Rabi Ibn Enes, Mukatil îbn Hayyan ve başkalarından rivayetler yapılmış, eski ve yeni tefsirciierden bir kesim bu rivayetleri nakletmiştir.

Halbuki hepsi de lsrailiyattır. Çünkü içlerinde sahih senedie hevesinden konuşmayan Rasulullaha ulaşan hiçbir hadis yoktur. Kur'an, öyküyü uzatıp kısaltm adan anlatmıştır. Biz Kur'anda geçenlere Allah'ın istediği şekilde inanıyoruz. Endoğrusunu Allah bilir."[4]

el-Bidaye ve'n-Nihaye kitabında da Ibn Kesir, Hârût ve Mârût öyküsü ile ilgili israiliyatta haberleri verdikten sonra şöyle demiştir:

"Zühre yıldızının kadın olduğu ve ona Hârût ve Mârufun aşık olduğu, kendisine ismi azamı öğretmeleri şartıyla isteklerini kabul edeceği, ismi azamı ona öğrettikleri, onu söylediği, böylece yıldız olarak göğe yükseldiği gibi Hârût ve Mârût öyküsü ile ilgili anlatılan şeylerin Israiloğullarının uydurması olduğunu düşünüyorum. Zaten onları Ka'bulahbar anlatmış, eski alimlerden bir kesim de anlatmak ve israiloğullarından rivayet etmek için nakletmiştir."[5]

Bu öykü ile ilgili rivayetleri verdikten sonra şöyle  der: "İyi    niyetle   baktığımızda   bunların   Israiloğullarının haberlerinden    olduğunu    görüyoruz.    Ibn    Ömer'in Ka'bulahbar'dan daha önceki rivayeti gibi. Bunlar kabul edilemez mitolojilerindendir."[6]

Ahmed Muhammed Şakir bu israiliyat rivayetlerinden üç yerde söz etmektedir.

a- lmam   Taberi'nin   aktardığı   birçok   rivayetleri değerlendirirken şöyle    der:  "Hârût ve Mârût öyküsünü anlatan ve kadın iken yıldıza dönüştürüldüğünü söyleyen bu haberleri  hadis bilginleri red etmişlerdir."[7] Sonra az önce verdiğimiz Ibn Kesir'in söylediklerini belirtmiştir.

b- Ibni Kesir'in Tefsirini kısalttığı ve "Umdetu't-Tefsir ani'l-Hafız Ibn Kesir" adını verdiği muhtasar tefsirde, Ibn Kesir'in öykü ile ilgili rivayetlerini değerlendirirken bu haberlerden söz etmektedir. Ibn Kesir'in Ibn Ebi Hatim'den verdiği bir rivayetin senedini değerlendirirken Ahmed Muhammed Şakir şöyle der:

'lbn Kesir'İn belirttiği ve bizim vermediğimiz sened doğrudur. îbn Abbas'ın sözü olarak mevkuf bir haberdir. Biz de onunla ilgili bir şey söyleiyoruz.İbn Kesir bu anlamda haberleri uzun uzun nakletmiştir. Allah ona da, bize de rahmet etsin ve bizleri bağışlasın"[8]

Umdetu't-Tefsir   kitabında   bu   gerçekdışı   israiliyat haberleri vermesinin  sebebini de  şöyle belirtmektedir: "Önsözde    şart   koştuğum   şekilde,    Umdetu't-Tefsir kitabından sözkonusu    hadisi çıkarmayı düşünüyordum. Fakat anlam olarak onu halkın ve yazarların kullandığını gördüm. Onun için açıklama ihtiyacını hissettim ve yararlı olanı yaptım. Sonra, Ibn Kesir'in -Allah rahmet etsin-uzun uzun   naklettiği,   ama   aynı   zamanda   çarpıklıklarını belirtmeyi ihma! etmediği rivayetlerin tümünü red ettim. "[9]

c-lmam Ahmed Ibn Hanbel'in Musned'ini tahkik edip şerhederken bu konuya değinmiştir. Ahmed İn Hanbel, îbn Ömer'den merfu bir hadis nakletmiştir. Kimileri bu sebepten onu sahih saymıştır. Ahmed Şakir, sened bakımından 6178 numaralı bu hadisin anlamı, garip ve münker oluşunu açıkl adıktan sonra senedi üzerinde uzunca durmuş, senedindeki ve diğer senedlerdeki ravileri alimlerin nasıl eleştirdiğini açıklamıştır.Bu hadisin zayıf ve münker, hatta israiliyattan oluğunu belirten Ibn Kesir ve Muhammed Reşid Riza'nın da aralarında bulunduğu meşhur alimlerin söylediklerini vermiştir. Sonunda hadisle igili sözlerini şöyle tamamlamıştır:

"Bütün bunlar Ibn Kesir'in tercihini haklı çıkarmaktadır. Bu hadis, Ka'bulahbar'm israiliyat hikayelerindendir,   Rasulullaha   kadar   ulaşmamaktadır, merfu olduğunu söyleyenler öyle sanmış ve yanılmıştır, Ka'bulahbar'dan rivayet edenler merfu olarak rivayet edenlerden daha güvenilir ve sağlam kişilerdir. Bu da hafız olan değerli bir imamın çok güzel açıklamasıdır"[10]

Üstad ve imam Seyyid kutup ise, Hârût ve Mârût öyküsü için şöyle der:

"Hârût ve Mârût kimlerdir? Ne zaman Babil'de olmuşlardır? Bu ikisinin öyküsünün yahudiler tarafından bilindiği anlaşılmaktadır. Çünkü Kur'amn bu anlatımına itiraz etmemişler ve yaianlamamişîardır. Kendisinin muhatabı olanlar tarafından bilinen bazı olaylara Kur'anda kısa değinmeler bulunmaktadır. Bu kısa değinmeler amacı belirtmek için yeterli olmuş ve daha fazla ayrıntıları vermeye ihtiyaç olmamıştır. Çünkü amaç, ayrıntılı anlatmak değildir. Fi Zilal kitabında ben de iki melek öyküsü ile ilgili mitolojilerin peşine takılmak istemiyorum. Çünkü sağlamlığına ve doğruluğuna güvenilecek bir tek rivayet yoktur."[11]

 

O Halde Nedir Hârût ve Mârufun Öyküsü?

 

Sahih hadislerde Hârût ve Mârufun öyküsü ve Babil'de ne iş yaptıklarına ilişkin hiçbir açıklama göremiyoruz. Öykülerini öğrenmek istiyorsak, Kur'anın o konuda yaptığı açıklama ile yetinmemiz gerekir.

Kur'an, Yüce Allah'ın meleklerinden Hârût ve Mârût adlarında  iki  melek seçtiğine  ve  onları  Babil şehrine indirdiğine  işaret etmektedir.  Babil,  İrak'ta eski Babi! uygarlığının     başkentidir.     Meşhur     Hammurabi (Nabukadnezar/Buhtunnasır) onun krallarındandır.

İki meleğin Babil şehrine niçin ve ne zaman indirildiğini bilmiyoruz. Anlaşıldığı kadarıyla Babil'e indirilmelerinin büyü ile bir ilişkisi bulunmaktadır. Babil'de büyü yaygınlaşmıştır. Belki de Filistin'de büyü, devletlerini yıkıp yağmalayan Nabukadnezar tarafından esir alınan yahudiler tarafından Orada yayılmıştır. Büyünün yahudilerle direkt iliştili olduğu ve dünya milletleri arasında en çok onların büyü ile uğraşıp yaydıkları bilinmektedir.

Öyle görülüyor ki bu yahudiler veya başkaları halkı büyü ile korkutup ürkütmüşler, büyünün etrafına büyük bir hale örmüşler, büyünün insanlara yarar ve zarar verebileceğine, hatta her şey yapabileceğine inandırmışlar, böylece başkalarını egemenlikleri altına alıp korkutmuş ve ürkütmüşlerdir.

Babil'de Hârût ve Mârût'un görevi, büyü ve büyücülerle ve insanların kalbine yerleşen büyünün korkusundan onları kurtarmakla ilgili olmuştur. Babil'de insanlara büyüyü öğretmişler, büyünün gerçeğini onlara göstermişler, dayandığı temel ve prensipleri onlara açıklamışlar, böylece büyünün etrafına örülen korkunç haleyi dağıtmışlardır.

Onlara sanki şunu demişlerdir: Büyüyü insan öğrenebilir. Büyü, bilmece veya gizli kapaklı bir şey değildir.Öğrenme ve öğretme ile elde edilen her bilgi gibi bir bilgidir. Büyücü, Allah'ın izni olmadıkça hiçbir kimseye ne yarar, ne zarar vereilir.

İnsanlara büyü öğretirken, öğrenip sanat ve meslek edinmeleri için değil, kendilerine iç yüzünü }östermök ve ondan sakındırmak için öğretirlerdi. Onun için kime öğretmişlerse,"Biz ancak sınamak için yapıyoruz, sakın kafir olma" demişlerdir. Yani büyü yapma ve onu meslek edinme, diyerek sakındırmışlardır.

Babil'de Hârût ve Mârût meleklerin görevi bitmiş, değerli iki melek olarak oraya indikleri gibi yine değerli iki melek olarak göğe yükselmişlerdir. Ama Babil halkı değerli iki meleğin nasihatini dinlememişler, aksine öğrendikleri büyüyü zarar ve kötülük için kullanmışlar, başkalarını büyülemişler ve karı ile kocayı birbirinden ayırmışlardır.

Yüce Allah bu kötü uyguiam adan dolayı onları kınayarak şöyle buyurmuştur: "Kendilerine zarar verecek ve yarar sağlamayacak şeyler öğreniyorlardı.And olsun ki onu satın alanın ahiretten bir nasibi olmadığını biliyorlardı.Keindilerini karşılığında sattıkları şeyin ne kötü olduğunu keşke bilselerdi"[12]

 

Yahudiler, Hak Yerine Batılı Seçiyolar:

 

Hârût    ve    Mârût    öyküsü,    yahudiler,    onların uygulamaları, davranışları, İslama ve müslümanlara karşı hile  ve   oyunları  bağlamında  geçmektedir,   âyetler  bu yahudiler için ne diyordu? "Ellerinde olanı doğrulayan bir peygamber   Allah    katından    onlara    gelince,    kitap verilenlerden   bir  takımı,   bilmiyorlarmış  gibi,   Allah'ın kitabını   arkalarına   atılar.   Şeytanların,   Süleyman'ın hükümdarlığı hakkında söylediklerine uydular."

Yahudiler sapıktırlar. Hakkı ve onu getireni yalanlıyorlar.Onların bu yalanlama ve küfürleri, köklü ve değişmeyen tavırlarıdır.Her zaman verdikleri hazır bir karardır. Ne zaman hak kendilerine gelse, onu inkar eder ve ne zaman peygamber onlara hakkı getirse, onu yalanlarlar. Bunu, önceden takınılan tavrı ve alınan kararı belirten "Lemmâ" kelimesinin anlamından öğreniyoruz.

Şüphesiz Hz.Muhammed, yahudilerin elindeki kitabı doğrulamaktadır.     Kur'an,     Tevratta     söylenenleri doğrulamaktadır.  Nasıl olmasın  ki!  Kur'an  da Allah'ın kitabı,  Tevrat da Allah'ın kitabıdır.

Yahudiler, Hz.Muhammed'in Allah'ın peygamberi olduğunu kesin olarak biliyorlardı. Ama ne yaptılar? Ona inanıp uydular mı?

Hayır! sanki hiç bilmiyormuş gibi, Allah'ın kitabını gözardı ettiler. Allah'ın kitabım bıraktılar ve sanki arkalarına attıiar.

Arkalarına    attıkları    ve    Yüce    Allah'ın    "Kitap verilenlerden   bir  takımı,   bilmiyorlarmış  gibi,   Allah'ın kitabını arkalarına attılar"  dediği kitap,  Kur'anı Kerim değil, yahudilerin inandıklarını iddia ettikleri Tevrat'tır. Tevrat'ın   verdiği   müjde   olan    Muhammed'i   kabul etmemekle   onu   arkalarına   atmış   oldular.   Böylece Muhammed'i  haber veren Tevrat'ın  âyetlerini gözardı ettiler. Gözardı etmek, o âyetleri inkaretmek demektir. O âyetleri inkar etmeleri de  Tevrat'ın tümünü inkar etmeleri demektir.  Arkalarına  atma,  terketme,   ihmal  etme  ve işlevsiz bırakma işte budur.

Bu   kin   dolu   davranışlarıyla   yahudilerin   hakkı bıraktıklarını, onu yalanlayıp inkar ettiklerini görüyoruz. Ondan sonra ne oldu? Allah'ın kitabını arkalarına attıktan ve inkar ettikten sonra yahudiler ne yaptılar?

Şüphesiz batıla uydular. "Süleyman'ın hükümdarlığı hakkında şeytanların söylediklerine uydular" Elbette yahudilerin bu yaptıkları, zarar eden bir ticaret ve boşa gien bir çab adır.Hakkı bırakmış ve batıla uymuşlar, peygamberiinkar etmiş ve şeytanlara inanmışlar, onların haber, yalan ve sözlerini doğrulamışlar.

Şüphesiz üçüncüsü olmayan iki yol vardır; Hak yol ve batıl yol. Kim hak yolda değilse, ister istemez batıl yold adır. Kim hidâyet yolunu bırakırsa, ister istemez sapıklık yoluna uymakt adır. "Hakkın dışında sapıklıktan başka ne vardır?"

Bu, Kur'anın kesin bir gerçeğidir.Gördüğümüz ve insanların yaş adığı gerçek olaylar bunu doğrulamakt adır. Hak yoldan uzaklaşan ve ayrılan, böylece sapıklık yoluna giren nice insanlar gördük![13]

 

Şeytanlar, Büyü ve Hz.Süleyman:

 

âyet, şeytanların iftira ve yalanlarına işaret etmektedir. 'Bunlar   Hz.Süleyman'in   büyü   yaptığını   iftira   ettiler. "Şeytanların,    Süleyman'ın    hükümdarlığı    hakkında söylediklerine uydular" âyet, şeytanları yalanlamış ve Hz. Süleyman'ı   büyü   yapmaktan   tenzih   etmiştir.   "Oysa Süleyman kafir olmadı, ama insanlara büyüyü öğreten şeytanlar kafir olmuşlardı'1.

Rivayet düşkünleri, şeytanların yalanları ile ilgili bir sürü haberler nakletmişler ve Hz.Süleyman'la İlişkileri konusunda bir dizi uydurmalarda bulunmuşlardır. İbn Ebi Hatim, İbn Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Hz.Süleyman'm katibi Asif ismi azam'ı biliyordu. Her şeyi Süleyman4ın emri ile yazar ve tahtının altına gömerdi. Süleyman ölünce, onları şeytaiar çıkardılar ve her iki satır arasında büyü ve küfür şeyler yazdılar. Sonra Süleyman'ın bunlarla amel ettiğini söylediler. Bunun neticesinde cahil insanlar Süleyman'ı tekfir ettiler ve sövdüler. Alimleri buna karşı çıktılar, ama cahiller ona sövmeye devam ettiler. Sonunda âyet inmiş ve bu şeylerden uzak olduğunu belirtmiştir.[14]

 

İbn Abbas Rivayetinin Değerlendirilmesi:

 

imam Ibn Kesir, İbn Abbas'tan yapılan bu rivayeti almıştır.[15] Bu rivayete baktığımızda, rasulullaha ulaştığını görmüyoruz. Çünkü Ib Abbas bunu Rasulullahtan rivayet etmemektedir. Onun için îbn Abbas'ın sözü olan bir rivayettir.

İbn Abbas daha önce geçmiş olaylardan söz etmektedir. Bu olaylar geçmişin bilinmezleri haline gelmiştir.Bilindiği gibi geçmişin bilinmezleri hakkında ancak Kur'an ve sahih hadislerin verdikleri bilgileri kabul ediyoruz. Allah'ın kitabına ve Rasulullahın sahih hadislerine dayandığını belirtmedikçe, bu konuda hiçbir kimsenin söylediklerini kabul etmiyoruz.

İbn Abbas'ın sözkonusu sözleri de bu iki kaynağa dayanm adığı için onu da kabul edemiyoruz. Onun için bu rivayetin doğru olmadığını söylüyoruz. Ahmed Şakir "Umdetu't-Tefsir" kitabında bu rivayeti değerlendirerek şöyle der: "îbn Kesir'in naklettiği ve bizim vermediğimiz senedi sahihtir. İbn Abbas'ın sözlerinden mevkuf bir haberdir.Biz de hakkında iyi veya kötü birşey söylemiyoruz.İbn Kesir bu anlamdaki rivayetleri çok nakletmiştir...."[16]

 

Kimdir Bu Şeytanlar?

 

Şeytanlarla büyü arasında sıkı bir ilişki vardır.Çünkü insanları etkilemek, yönlendirmek ve baştan çıkarmak için büyü şeytanların araçlarından biridir.

buradaşeytanlar genel bir sözcük olup onlardan iki sınıfı da içermektedir.

Birincicisi,    'şeytanlar'   kelimesinin   gene!   olarak kullanıldığında akla gelen sınıftır. Bunlar şeytan cinlerdir. Onları   biz   göremiyoruz,   ama   onlar   bize   vesvese vermekte,batıl,   küfür   ve   günahları   süsleyip   baştan çıkarmaya çalışmakt adırlar.

İkincisi ise, şeytanlaşmış insanlardır. Bunlar, şeytan cinlerin yardımcısı  olan  kafirlerdir.  Bu sınıfın  en  açık

temsilcileri yahudilerdir. Bunlar, insanların en büyük büyücüleri, kafirleri, şeytanları ve insanları yoldan saptıranlarıdır.

Acaba çokça büyü yapan ve bunu Süleyman'a maleden şeytanlar kimlerdir? Bu büyüyü en çok kullananlar kimlerdir?

Şüphesiz bunlar yahudilerdir. Süleyman'ın hükümdarlığı hakkında büyülerini konuşurlar. Çünkü onlara peygamber ve hükümdar olmuştur. Aynı zamanda insanların ve cinlerin yönetici olmuştur. Üstelik isanlan korkutup kendilerine boyun eğdirmek için bu tür yalanları kendileri rivayet etmekte ve yararlan için kendileri kullanmakt adırlar.[17]

 

Süleyman'ın Hükümdarlığı Hakkında Şeytanların Konuşması:

 

Tefsirciler,   "tetlû"   kelimesinin   anlamında   ihtilaf etmişlerdir.Taberi,  tefsirinde  bu  kelimenin  en  önemli anlamlarını belirtmiştir.  Kimilerine göre bir şeyi haber vermek,     rivayet     etmek,     konuşmak,     bildirmek anlamındadır. "Kişinin Kur'an okuması" gibi.

Kimilerine göre ise, uyduğu; rivayet ettiği ve yaptığı şeyler anlamındadır.

Taberi, açıklarken her iki anlamı bir araya getirmiş ve bu kelimenin iki anlamı da belirttiğini söylemiştir. Araplaı:: konuşmasında "Falan şunu okuyor" sözü iki anlamı içerir; bir anlamı, tabi olmaktır. Birinin peşinden gittiğim zaman "şu kişiye tabi oldum, izinden gittim" denir.

Diğer anlamı da, bir şeyi okumak ve çalışmaktır. Şu kişi Kur'anı tilavet ediyor, denildiğinde, onu okuması ve çalışmasının anlaşılması gibi.

Şeştanlar bu işi okuyarak, rivayet ederek ve işleyerek okumuş olabilirler. İşleyerek onun peşinden gitmiş ve rivayet ederek çalışmış da olabilirler. Yahudiler bu konuda yöntemlerine uymuş, yapmış ve rivayet etmiştir."[18]

Şeytanlar, Süleyman'ın hükümdarlığı hakkında yalan şeyleri rivayet ediyor, anlatıyor ve konuşuyor. Yahudiler de şeytanların anlattığı şeylere uyuyor, yapıyor, başkalarına naklediyor ve kendileri de aktarıyorlar.

"Süleyman'ın hükümdarlığı hakkında" sözüne gelince; Taberi'ye göre buradaki cer harfi olan "ala", yine cer harfi olan "fi" anlamındadır. Şöyle der: "Süleyman mülkünde. Araplar 'ala' ile 'fi 'harflerini birbirinin yerine getirirler. Mesela Kur'anda "Sizi hurma dallarında asacağım"[19] âyetinde fi harfi, ala harfi anlamındadır. Yine falan kişi zamanında şunu yaptım, derken, 'ala' ve 'fi' harflerini aynı anlamda kuilnırlar."[20]

ala harfi fi anlamında olunca,  âyetin anlamı şöyle olmaktadır:    Şeytanlar,    Süleyman'ın    Israiloğullarına hükümdarlığı zamanında yalan söylüyor, anlatıyor ve haber veriyordu.    Yani    bu   işleri    Süleyman'ın    hayatında yapıyorlardı.

İbn Kesir'e göre ise, "tetlû" kelimesinin anlamı, yalan söylemektir, "ala" cer harfinin anlamı da fi anlamında değil, kendi anlamıdır. Böylece "şeytanların okuduğu şeyler", Süleyman'ın hükümdarlığı hakkında onların rivayet edip anlattığı ve haber verdiği şeyler olmaktadır. Fiilin cer harfi ala ile etken yapılmasının sebebi de, yalan söyleme anlamını   kazandırmak   içindir.   Taberi,   ala   harfinin buradafi   harfi   alamında   olduğunu,   yani   Süleyman'ın hükümdarlığında yaptıklarını belirtirken, ancak fiile yalan söyleme    anlamının    kazandırılması    daha    güzeldir, demektidir."[21]

 

Büyü Yapmak Küfürdür ve Büyücü Kâfirdir:

 

âyet, büyü ve büyücülere savaş açmıştır. Hârût ve Mârût da büyü ve büyücülerle savaşmıştır. Âyete iyice baktığımız zaman büyü yapmayı küfür ve büyücüleri kafir saydığını görüyoruz. Böyle olduğunun ellileri de şunlardır:

l- "SüIeyman kafir olmadı"sözleriyle Hz.Süleyman'ın büyü yapmadığını ve büyü ile iş görmediğini belirtmesi.

âyet, Hz.Süfeyamn'ın büyü ile ilişkisinin bulunm adığını söylerken, kafir olmadığını da söylemektedir.Bu da büyü ile küfür arasındaki ayrılmaz bilrikteiiği gösterir.

2- lnsanlara büyü Öğreten şeytanların kafir olduğunu söylemesi."Ama şeytanlar kafir oldular, isanlara büyü öğretiyorlar". Şeytanlar insanlara büyü öğrettikleri için kafir olmuşlardır. Yani büyü yapmak,başkalarına uygulamak ve öğretmekle kafir olmuşlardır.

"insanlara büyü öğretiyorlar" cümlesi, dil yönünden hâl/durum cümlesi olup şeytanların insanlara büyü öğretirken küfre gittiklerini belirtmektedir.

3- Hârût ve Mârût, "Biz sadece imtihan ediyoruz, sakın kafir olma, demedikçe kimseye bir şey öğretmezlerdi" sözleriyle isanları büyü yapmaktan ve uygulamaktan sakındırmaları, bilindiği gibi Kur'anın kelimeleri seçmedir. Çünkü bu seçim anlatılmak istenen anlamı anlatacaktır.

Hârût ve Mârût, biz imtihan ve fitneyiz,sınama ve denemeyiz, sakın büyü ile uğraşıp kafir olma, dediler. Öğrettikleri kişilere büyü yapma, demeyip kafir olma, dediler. Bu da ancak büyü ile küfür arasındaki ayrılmaz

birliktelik ve sıkı ilişki sebebiyledir.

Bu da Kur'an anlatımının inceliklerindendir.

Süleyman'ın büyü ile ilişiksinin olmadığını belirtirken, küfürle de ilişkisinin olmadığını belirtmektedir, iki melek de insanları büyü işlerinden sakındırırken küfürden de sakındırmakt adırlar.

4- Hz.Muhammed, büyü yapmayı küfür görmektedir. Kâhin ve gelecekten haber veren kişilerin söylediklerini doğrulayanların kafir olduklarını söylemektedir. îbn Hacer Askalani, şöyle der:

"Sünen sahiplerinin rivayet ettiği ve Hakim'in sahih ve merfu abul ettiği şu rivayet, kahinleri kötülemektedir: Kim kahine veya gelecekten haber veren kimseye gelir ve söylediklerini doğrularsa, Muhammed'e indirileni inkar etmiş olur" Bezzar'ın iyi senedle naklettiği Câbir ve İmran Ibn Hüseyin hadisi de bunu desteklemektedir. Ebu Ya'la da Îbn Mesud'un hadisi olarak iyi bir senedle rivayet etmiş ancak merfu olduğunu belirtmemiştir. Böyle bir şey salt görüşle zaten söylenemez"[22]

 

"Mâ" Kelimesi, Olumsuzluk Harfi Midir, İlgi Zamiri Midir?

 

Tefsirciler, "Babil'de Hârût ve Mârûta indirilen..." âyetindeki "mâ" kelimesinin ne tür kelime olduğu konusunda. ihtilaf etmişlerdir. Bu kelimenin başındaki vav harfinin atıf (bağlaç) olduğunu ve bu cümlenin kendisinden

önceki bir cümleye bağlandığını ittifakla söylemelerine rağmen, hangi cümleye bağlı olduğunda sözbirliği etmemişlerdir. Sözbirliği etmemelerinin sebebi de, mâ kelimesinin türünde ittifak etmemeleridir. Bu kelime olumsuzluk harfi midir, yoksa ilgi zamiri midir? konusunda anlaşamamışlardır.

Taberi'nin tercihini ele aldıktan sonra, İbn Kesir'in açıklamalarını da belirteceğiz. Böylelikle bize göre uygun olan görüşü tercih edeceğiz.

Birinci görüş: buradaki mâ, olumsuzluk bildiren harftir. Bu görüşün İbn Abbas'a ait olduğu söylenir.

Taberi   bu   görüşü   şöyle   açıklamaktadır:   "âyetin "Süleyman'ın hükümdarlığında şeytanların söylediği büyüye uydular. Süleyman kafir olmadı ve Allah iki meleğe büyü indirmedi. Ancak şeytanlar kafir oldular, insanlara büyü öğretiyorlar. Babil'de Hârût ve Mârût vardır.

Bu durumda, anlam olarak önce bulunan "Babil'de Hârût ve Mârût" sözü, sonraya kalmış olmaktadır."[23]

Bu görüşe göre, iki melekten maksat, Cebrail ve Mikail'dir. Hârût ve Mârût isimleri de şeytan iki adamın adı olup bunlar Babil'de insanlara büyü öğretirler."[24]

Böylece, sözkonusu cümle, "Süleyman kafir olmadı" cümlesine bağlı kabul edilir, yani Kur'an, Hz.Süleyman'ın kafir olduğunu red ettiği gibi, Babil'de iki meleğe büyünün indirilmesini de red etmektedir. Şeytanlar yalan söylemiş, büyü ve küfrü Süiemyana nisbet ederek yalan söyledikleri gibi, Babil'de iki meleğe büyünün indirildiğini iddia ederken de yalan söylemişlerdir.

ikinci görüş: Mâ, kelimesi ilgi zamiridir.Taberi, bu görüşün îbn Mesud, Kat ade, Zuhri, Suddî ve başkaların görüşü olduğunu seylemektedir. Bu görüşü açıklarken Taberi şöyle der:

"Bu görüşe  göre  âyetin  anlamı şudur:  Yahudiler, Süleymanın     hükümdarlığı     hakkında     şeytanların söylediklerine uydukları gibi, Babil'de iki melek olan Hârût ve Mârufa indirilen şeye de uydular."[25] Taberi bu görüşü tercih etmiştir.

Ancak İmam İbn Kesir, Üstadı Taberi'nin görüşünü irdeleyerek yaptığı tercihi kabul etmemiş ve şöyle demiştir:

"İbn Cerir, sonra bu görüşü red etrrîeye başlamış ve mâ kelimesinin ilgi zamiri olduğunu söylemiştir. Bunu uzunca anlatmıştır. Hârût ve Mârufun iki melek olduğunu, Allah'ın onları yer yüzüne indirdiğini, peygamberler tarafından yasaklanan bir şey olduğunu açıkl adıktan sonra kullarını denemek ve sınamak için onlara sihri öğretmelerine izin verdiğini iddia ettiği gibi, Allah'ın emrine uydukları için bu konuda Hârût ve Mârufun itaat ettiklerini de iddia etmiştir. Halbuki bu açıklaması gerçekten tuhaftır."[26]

Ahmed Şakir ise, ibn Kesir'in söylediklerini şöyle değerlendirir: "İbn Kesir'in ğı gibi ben Taberi'nin söylediğini yadırgamıyorum. Taberi'nin söylediklerine iyice bakılırsa, görüşünün doğru olduğunu gösteren açık ve güçlü bir delil içerdiği görülür. Hatta bu değerli tefsirden başka tefsirlerde bulunmayan kelimeler üzerinde iyiden iyiye düşündüğü, anlamlan da incelik ve dikkatle kavradığı görülür."[27]

 

Melekler Nasıl Büyü Öğretir?

 

Taberi, Yüce Allah, Babil'e iki melek indirdi mi? Onlara büyü indirmesi caiz midir? Melekler insanlara nasıl büyü öğretir? diye sormakta ve cevaplarını vermeğe çalışarak şöyle der:

"Yüce Allah bütün iyilik ve kötülükleri indirmiştir. Hepsini kullarına açıklamıştır. Peygamberlerine bildirerek onu kullarına bildirmelerini, neyin helal, neyin de haram olduğunu öğretmelerini emretmiştir. Zina, hırsızlık ve bildikleri diğer haramlar gibi haramları bildirmiş ve bunları işlemelerini yasaklamıştır. Büyü de bildirdiği ve işlemelerini ya sakladığı o haramlardan biridir.

İçkinin nasıl yapıldığını bilmek nasıl günah değilse, büyü hakkında bilginin kendisi de günah değildir. Put yontma, saz ve başka eğlence aletlerini yapma bilgisi de böyledir. Günah olan, bunlarla amel ederek kişilere zarar vermektir.

Yüce Allah'ın iki meleğe büyü indirmesinde ve onların da bunu insanlara öğretmesinde bir günah yoktur. Çünkü öğrettikleri kişilere hem Allah'ın emrini yerine getirerek öğretmiş, hem de onlara kendilerinin bir imtihan için bunu yaptıklarını söylemiş, büyü yapmaktan, onunla amel etmekten ve kafir olmaktan sakındırmışlardır. İnsanlardan büyüyü öğrenen ve onunla amel edenler günah işlemişlerdir. Çünkü Yüce Allah onu belirtmişse, kendilerine öğrenme ve uygulamalarını da yasaklamıştır. İnsanlara büyüyü haram etmeyip serbest bıraksaydı, onu öğrenmek yasak olmadığı gibi, iki meleğin onlara öğretmesinde de sakınca olmazdı. Çünkü büyüyü bilmeleri ve insanlara Öğretmeleri Allah'ın emri ile olmuştur."[28]

Insai arın iki meleğe muhalefet etmeleri, yasağını dinlememeleri, büyü yapmaları ve bunu karı ile kocayı bibirinden ayırmaları için kullanmaları iki meleğin suçu değildir. Durum, Taberi'nin söylediği gibidir. Şöyle diyor:

"Allah'ın yerine onun veli kullarından kimi insanlara tapılmıştır. Onlara tapmak, onların suçu değildir. Çünkü onlar böyle şeyleri tapanlara emretmemişlerdir. Aksine bunlar kendilerine tapılmasını yasaklamış, ama kimi insanlar gelip onlara tapınışlardır.

iki melek de böyledir. "Biz sadece imtihan ediyoruz, sakın kafir olma" deyip uyarı ve yasaklarını yaptıktan sonra onlardan kimi insanların bunu yapması ve uygulaması iki meleğin suçu olmadığı gibi, onlara zarar da vermez. Çünkü bunlar görevlerini yapmışlar, emri yerine getirdikleri gibi, yasaklamayı da yapmışlardır."[29]

 

Âyetlerde "Mâ" Kelimesinin Geçmesi:

 

Bu kelime, öyküyü anlatan âyetlerde bazan olumsuzluk belirten harf, bazan da ilgi zamiri (mevsul isim) olarak dokuz kez geçmektedir. Şöyleki:

l- "Şeytanların söylediklerine uydular" cümiesinde ilgi zamiridir.

2- "Süieyman kafir olmadı" cümlesinde olumsuzluk harfi olup Süleyman'ın kafir olmadığını belirtmektedir.

3- "İki meleğe indiri!en"cümiesinde bize göre ilgi zamiridir. Yani iki meleğe indirilen büyüye uydular.

4- "kafir olma, demedikçe hiçbir kimseye Öğretmezler" ümlesinde olumsuzluk harfi olup sakındırm adıkça kimseye öğretmediklerini belirtir.

5- "Kan ile kocayı birbirinden ayıran şey" cüı .leşinde ilgi zamiri olup karı ile kocayı birbirinden ayn,.n şeyi öğrendiklerini belirtir.

6- "Aliah'ın izni olm adan onunla kimseye zarar veremezler" cümlesinde olumsuzluk belirten harftir.

7- "Kendilerine zarar veren şeyi öğrenirler" cümlesinde ilgi zamiridir.

8- "Ahirette hiçbir nasibi yoktur" cümlesinde olumsuzluk belirten harftir.

9- "Karşılığında kendilerini sattıkları şey ne kötüdür!" cümiesinde ilgi zamiridir.

âyetlerde mâ kelimesinin gelişine  dikkat edersek,ilgi zamiri-olumsuzluk   harfi-ilgi   zamiri-   olumsuzluk   harfi, şeklinde bir sıraya göre kullanıldığını  görürüz. Kur'anm anlatımında bu sıralama açıkça görülür.[30]

 

Büyü Çeşitleri:

 

Büyü çeşitlidir. Kimi gerçek, kimi sanal/hayalidir. Büyü çeşitleri hakkında Rağıb Isfahani şöyle der: "Büyü, kelimesi değişik anlamlarda kullanılır:

Birincisi, gerçeği olmayıp gözbağcılık anlamında kullanılmakt adır. Gözbağcının yaptığı gibi. El çabukluğu ile yaptığı işten dikkatleri başka tarafa çeker ve insanların gözünü büyüler. Jurnalcılar da böyledir. Kulağa hoş ve süslü gelen kelimeler söyler ve dinleyiciyi kandırır. Yüce Allah'ın 'İnsanların gözlerini büyülediler, ürküttüler ve büyük bir büyü yaptılar"[31] ve "Büyülerinden dolayı o yaptıkları kendisine hareket eder gibi göründü"[32] âyetlerinde bu anlamdadır.

ikincisi, şu veya bu şekilde şeytanla işbirliği yaparak yardım ve desteğini almak anlamında kullanılmakt adır. Yüce Allah'ın "Şeytanların kimin üzerine indiğini size bildireyim mi? Onlar, çok günahkar ve aşırı müfterilerin hepsine İner"[33] ve "Fakat şeytanlar kafir oldular, insanlara büyü öğretirler" sözlerinde bu anlamd adır.

Üçüncüsü,   bazan   bir   şeyin   güzelliği   anlamında kullanılmıştır.    Mesela,    "Anlatımın    öylesi    var    ki, büyüleyicidir" denilmiştir. Bazan da bir şeyin incelik ve dikkatli yapılışı anlamında kullanılmıştır. Mesela bilginler 'Tabiat büyüleyicidir"  demişlerdir.  Besin  için de büyü demişlerdir.      Çünkü      etkisi      çok      gizli      olup görünmemektedir."[34]

Fahreddin Razi ise, büyünün türlü çeşitlerini belirterek şöyle der:

1- Eski zamanda yaşamış Keldaniler ve Kesdaniler'in büyüsü. Bunlar gezegenlere tapmış ve bu evreni bunların yönettiğine inanmışlardır.

2- Başkalarını etkileyip büyüleyen vehim ve güçlü nefis sahiplerinin büyüsü.

3- Cinler ve yerdeki ruhlardan yardım aimak.

4- hayaller ve nazar değmesi.

5- Geometrik ölçülerde yapılmış ilginç araçlar ve dev aynasında görünme yollarından biri ile yapılan büyü. Firavn sihirbazlarının büyüsü bu türden olmuştur.

6- Özel ilaçlar yardımı ile yapılan büyü. Yemeğe sersemleştirici ve aklı giderici ilaçların katılması, sarhoş edici tütsülerin yapılması gibi. Mesela eşek beyni bir insana yedirilecek olursa, o kişinin zekası azalır ve aptallaşır.

7- Aklın çelinmesi ile yapılan büyü. Büyücü ism-i azamı bildiğini ve emrinde cinlerin çalışıp çok zaman kendisine itaat ettikİerini iddia eder, bu da büyücünün söylediklerinin doğru olduğuna inanıp aklına takıhrsa, içinde bir tür korku ve ürkeklik meydana gelir, korku meydana geldiğinde de duyarlı yetenekler zayıflar, o zaman da büyücü yapmak istediklerini yapma imkanını bulur.[35] Deneyimi olup bilgi sahiplerinin durumlarını bilenler, işlerin yaptırılmasında ve sırların gizlenmesinde aklı çelmenin ne büyük etkisi olduğunu bilirler.

8- Gizli ve farkedilmeyecek bir şekilde jurnalcilik yapmak.[36]

 

Büyü Etkiler Mi, Yoksa Gözbağcılık Mıdır?

 

büyünün çeşitlen olduğunu gördük. Bazısı gerçek, bazısının da aldatma, ürkütme ve kuruntulara dayanan hayali gözbağcılık olduğunu öğrendik.

Müslümanlar büyü konusunda ihtilaf etmişlerdir. Acaba büyü, büyülenen insan üzerinde etkisi olan bir gerçek midir, yoksa etkisi ve gerçeği olmayan bir sanal/hayal midir?

İmam Taberi, büyünün gerçeğinin olmadına, sadece gözbağcılık (hayal) ve aldatmaya dayandığına inanır. Bu konuda şöyle der:

"Büyücünün yaptığı, gözbağcılıktır, olağandışılıktır ve sergilediği marifetlerdir. Büyülenen kişi, içinde bulunduğu gerçek durumdan başka bir durumda olduğunu sanır. Tıpkı kişinin uzaktan serabı görüp su olduğunu sanması gibi. Denizde hızlı seyreden kişinin gördüğü ağaçların ve dağların da kendisi ile beraber hızlı seyrettiklerini sanması gibi. Büyülenmiş kişinin durumu da bu şekildedir. Büyücünün büyülemesinden sonra kişi gördüğü ve yaptığı şeylerin olduğundan başka şekilde olduğunu sanır ve hayal eder."[37]

Razi ise, büyünün gerçek olup etkisinin bulunduğuna ve büyücünün Allah'ın izni ile zarar verebildiğine inanarak şöyle der:

"Ehli Sünnet, büyücünün Havada uçabileceğini, insanı eşek ve eşeği insan yapabileceğini caiz görürler[38] . Ancak, büyücü özel duaları ve belirli kelimeleri okuduğu zaman bu işlerin yaratıcısının Allah olduğunu, bu etkiyi yıldızların veya feleğin meydana getirmesinin söz konusu olmadığını söylerler. Bu tür büyünün olabileceğine Kur'andan ve rivayetlerden delil getirirler.

Kur'an'dan delilleri "Allah'ın izni olm    adan hiçbir kimseye onunla zarar vermezler" âyetidir, âyetteki istisna, etkinin    olabileceğini    belirtir.    Rivayetler    ise,    Hz. Peygamberden mütevatir ve tek kişinin verdiği âh    ad haber derecelerinde çoktur."[39]

hadisçiler de büyünün  gerçekliğinin  olduğunu ve büyücünün    Allah'ın    izniyle    büyü    yaptığı    kişileri etkileyebildiğini söylerler. İbn Hacer Askalani, Fethu'1-Bari kitabında şöyle der:

"Büyü konusunda ihtilaf edilmiştir. Gerçekliği olmayan hayalden ibaret oduğu söylenmiştir. Bu, Şafiilerden Ebu Cafer Esterab adi, Hanefilerden Ebu Bekr Razi ve Zahirilerden İbn Hazm ile başka bir grubun görüşüdür.

Nevevi şeyle der: Doğrusu, büyünün gerçekliğinin olmasıdır. Cumhur'un görüşü budur. Alimlerin geneli de böyle düşünür. Kur'an ve sahih sünnet de buna delalet eder.

Fakat, büyü ile görüntü değişikliği olurmu, olmazmı? konusunda ihtilaf edilmiştir. Büyünün gözbağcılık (hayal ettirme)   olduğunu   söyleyenler,   görüntü   değişikliğinin olmadığını söylerler.

Büyünün gerçekliğininin olduğunu söyleyenler ise, ihtilaf etmişlerdir. Bir nevi hastalığa yol açarak psikolojiyi değiştirecek şekilde etkisi mi vardır, yoksa cansızı canlı ve canlıyı cansız yapacak şekilde değiştirme etkisi mi yapar?

Cumhur alimlere göre, sadece psikolojiyi etkileyecek şekilde etkisi vardır. Küçük bir grup ise, ikinci görüşü savunur.

Mazri şöyle der: Cumhur alimler, büyüyü kabul eder ve gerçekliğinin  olduğunu  söylerler.   Bazıları  gerçekliğinin olmadığını söylemekte ve yaptığı söylenen etkilerinin asılsız hayaller olduğunu belirtir.  Halbuki  büyünün  olduğunu kanıtlayan haberler olduğu için bu inkarları geçersizdir. Kaldı ki  büyücünün düzenlediği bazı sözleri söylerken veya cisimleri şekillendirirken yahut belirli bir ölçü ile birtakım kuvvetleri karıştırırken olağandışı şeyler meydana getirmesi akla aykırı değildir."[40]

 

Hz.Peygamber'in Büyülenmesi Konusu:

 

Büyünün gerçekliği ve etkisinin olduğu, büyücünün Allah'ın izni ile rakibini etkileyip zarar verebildiği yönündeki Ehli Sünnetin görüşü daha doğrudur. Racih olan budur. Çünkü Kur'an ve Sünnetten delillere dayanmakt adır. Kur'an'dan delili, Hârût ve Mârût öyküsünde geçen âyetlerdir. Az sonra buna değineceğiz.

hadisten delili ise, yahudinin Hz.Peygamberi büyülemesidir. Buhari'nin Sahih'inde birkaç yerde belirttiği olay şudur: "Hz.Aişe anlatıyor; Zurayk oğullarından Lebid İbn A'sam adında bir adam Rasulullahı büyü yaptı. Öyle ki, Rasulullah, yapmadığı bir şeyi yapmış sandı. Bir gün veya bir gece benim yanımda iken uzun uzun dua etti ve şöyle dedi: Ey Aişe! gördün mü? Allah beni iyileştirecek şeyi bildirdi. Yanıma iki adam geldi, biri baş ucumda, diğeri ayak ucumda oturdu ve birbiriyle şöyle konuştular:

“Bu adamın hastalığı nedir?

“Büyülenmiştir. -Kim büyülemiştir? -Lebid ibn A'sam. -Ne ile büyülemiştir?

“Tarak, saç ve erkek hurmanın kuru kapçıkları ile. -Büyü nerededir? -Zervan kuyusund adır.

“Rasulullah, arkadaşlarından birkaç kişi ile beraber kuyuya geldi. Dönünce şöyle dedi: Ey Aişe! Suyu kına suyu gibidir, hurmaları da şeytanların başlan gibidir. Dedim ki: Ey Allah'ın rasulü! Onu çıkarıp bozm adın mı? Şöyle dedi:

Allah beni onun hastalığından kurtardı, onun yüzünden halkın arasında bir kötülüğün çıkmasını istemedim. Kuyunun kapatılmasını emretti ve kuyu toprakla kapatıldı."[41]

Buharı, yine Tıp bölümünde, "büyü çıkarılır mı"? kısmında başka ilaveleri olan şu rivayetle de rivayet etmiştir:

"Hz.Aişe anlatıyor: Gördün mü? Fetva sorduğum konuda Allah bana fetva verdi. Bana iki adam geldi.Biri baş ucumda, diğeri ayak ucumda oturdu. Baş ucumda oturan  adam diğerine sordu:

“Bu adama ne olmuştur?

“Büyülenmiştir.

“Kim büyülemiştir?

“Lebid    İbn    A'sam.     Zurayk    oğullarından    bir ada m, Yahudilerin işbirlikçisi olan bir münafık.

“Ne üe büyülemiştir? -Bir tarak ve saç ile. -Nerede yapmıştır?

“Zervan  kuyusunda basamak taşının altında,  erkek hurma kapçığı içinde.

Rasulullah kuyuya geldi ve büyüyü çıkardı. Bana gösterilen kuyu budur, suyu kına suyu gibidir, hurmaları da şeytanların başları gibidir, dedi ve çıkarıldığını söyledi. Bunu çıkarıp bozm adın mı? dedim. Madem ki Allah beni onun hastalığından kurtardı, ben de halktan kimseye zarar gelmesini istemiyorum, dedi."[42]

îbn Hacer, her iki hadisle ilgili uzun açıklamalar yapmıştır. Onlardan sadece bazı kelimeler için yaptığı açıklamaları alacağız.

Hz.Aişe'nin "kadınlarla yatm adığı halde yatmış sanırdı" sözü, sanma ve hayal etme anlamındadır. Kadı Iyaz, bu ifadeye dayanarak büyünün kişinin akıl ve düşüncesini değil, beden ve organlarını etkilediğini söylemiştir.[43]

Rasulullahın büyülenmesi, korunmuş ve şeytanların etkilemesinden muhafaza edilmiş olmasına aykırı değildir. Peygamberin şeytanların şerrinden korunması, onların kendisine zarar vermeye çalışmalarını engellemez. Büyüden etkilenmesi de, tebliğ görevine bir eksiklik getirmez, sadece konuşm adaki bir zayıflık, bazı işleri yapmaktan acizlik veya bir şeyi aralıklarla hayal etme gibi diğer hastalıklar gibi bir hastalıktır. Allah şeytanların hilelerini boşa çıkarır. "[44]

Vakıdi, bu büyülemenin Rasulullahın Hudeybiye'den döndüğü hicretin yedinci yılı Muharrem ayında meydana geldiğini   belirtir.    Yahudilerin   ele   başları,    Zurayk oğullarından büyücü ve münafık bir yahudi olan Velid Ibn A'sam'a gelmişler ve üç dinar vereceklerini söyleyerek

Rasulullaha etkileyici bir büyü yapmalarını istemişlerdir.[45] Velid'in kız kardeşi onlara "Peygamber ise, zaten Allah ona bildirecek, değilse, aklı gidecek kadar büyü onu etkileyecektir" demiştir.[46]

Büyücü Lebid tarağı, saçı huma lifinin içine sarmış ve kuyu taşının altına bırakmıştır.[47]

Beyhaki, Delalilu'n-Nubuvve kitabında bundan fazla olarak şunu riâyet etmektedir: Rasulullah Zervan kuyusuna bir adam göndermiş, adam kuyuya inerek taşın altından bir hurma lifi çıkarmış, içinde Rasulullahın tarağı ve bir tutam saçının yanında iğneler batırılmış mumdan bir heykeli ve onbir düğüm atılmış bir iplik olduğunu görmüştür.

Cebrail, Nâs ve Felak surelerini getirmiş ve iki surenin âyetlerinden birer birer okuyarak düğümleri çözmesini söylemiş, o da okuyarak çözmüştür. Sonra çıkardığı her iğne için önce bir sızı, sonra bir rahatlama duymuştur.

Ey Allah'ın rasulü, bu yahudiyi öldürseydin ya! demişler. O da "Allah beni iyileştirdi, onun göreceği Allah'ın azabı daha çetindir" demiştir."[48]

Kimi    müslümanlar    Rasulullahın    büyülenmesini yadırgayabilir ve bunu Rasulullahın şeytanlardan korunmuş olmasına aykırı görebilir.[49] Halbuki bu y adırgamaya gerek yoktur. Çünkü olay bütün hadis kitaplarında sabit olmuştur. Buhari ile Müslim'in ittifak ettikleri bir konudur, hadis, tefsir ve siyer kitaplarının hepsinde bulunmaktadır.

Büyülenme olayı ile Peygamberin korunmuşluğunun uzlaştırılması konusuna gelince, bu konuda Müslim'in şerhinde Nevevi'nin belirttiği Mazri'in şu sözlerini vermekle yetineceğiz:

"Kimi bidatçılar başka bir sebeple bu hadisi inkar etmiştir. Peygamberlik makamını lekelediğini, o makamı şüpheli duruma düşürdüğünü ve bunu caiz görmenin şeriata güveni sarsacağını iddia etmiştir.

Bu bidatçıların iddiları geçersizdir. Çünkü bunun doğru ve   sahih   olduğu   kesin   delillere   dayanmakt   adır. Peygamberin korunmuşluğu tebliğle ilgilidir. Mucize bunun şahididir. Delilin aksini gösterdiği şeyi caiz görmek yanlıştır.

Rasulullahın diğer inanlar gibi olduğu ve karşılaştığı birtakım dünya işlerinde gerçekliği olmayan bazı şeyleri yapıyor sanması uzak bir şey değildir.

Eşleriyle birleşmediği halde onlarla birleştiğini sanmıştır, diye itiraz edilebilir. Şüphesiz insan böyle bir şeyi rüy ada sanabildiği gibi uyanık iken de sanabilir. Halbuki bir gerçekliği yoktur.

Bir şeyi yapmadığı halde yapmış sanmıştır, denilebilir. Halbuki sandığı şeylerin doğruluğuna kendisi inanm adığı için sandığı şeyler de doğru değildir.

K adı Iyaz şöyle der: Bu hadisin rivayetleri büyünün aklını, kalbini ve inançlarını değil, vücudunu ve dış organlarını etkilediğini belirtmiştir.

Böylece      hadisteki   "Eşleriyle   birleşmediği   halde birleştiğini sanmıştır" veya "hayal etmiştir" sözünün anlamı şu  olmaktadır: Önceki alışkanlığı ve davranışlarından buna gücünün olduğunu görür. Onlara yanaşınca, büyü etkisini gösterir ve büyülenen kişide görüldüğü gibi,buna imkan bulm adan girişimi yarım kalır.

Rivayetlerde geçen"bir şeyi yapmadığı halde yapmış sanma" yi ve benzerini belirten bütün şeyler, aklına bir zarar gelmesi anlamında değil, gözünün önünde canlanması anlamındadır. Bunda peygamberliği bulandıracak veya sapıklık ehline eleştiri kapısını açacak hiç birşey yoktur"[50]

 

Biz İmtihan Ediyoruz:

 

Babil halkına büyü göreten iki melek insanlara ne diyordu? "Biz ancak imtihan ediyoruz, sakın kafir olma" diyordu.

Yüce Allah ikisini Babil halkını imtihan için indirmiştir. Onların görevi, halkı sınamaktı. Onlara büyü öğretmeleri de onları imtihan etmek içindi.

Fitne sözcüğü, sınamak, imtihan etmek ve denemek anlamındadır. Nitekim Hz.Musa, yüce Allah'a şöyle seslenmişti: "Rabbim! İsteseydin daha önce onları ve beni helak ederdin. Bizden beyinsizlerin yaptıkları sebebiyle bizi helak mi ediyorsun? Bu ancak senin sınamandır. Onunla dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola erdirirsin"[51]

Yani senin bu yaptığın, bizi imtihan etmektir. Bu imtihan ve sınamanın sonucu farklı olmaktadır. Kimi insanlar bu imtihanda başarısız olup sapıtır, kimi de imtihanı kazanır, hidâyeti bulur ve imanı artar.

Hârüt ve Mârût, Babil halkı için bir fitne olmuştur. Onlara büyü öğretmesi de bir fitne idi. İki melek, Babil

halkını büyü ile uğraşmaktan sakındırmaya çalışmıştır. Büyünün içyüzünü ve mahiyetini kendilerine göstermek için onlara öğretmişler. Öğrenen kişilerin büyünün cazibesi ve etkisi karşısında, onunla başkalarına zarar verme konusunda dayanamayıp büyü yapmayı meslek edin irse, onların imtihanı kaybetmeleri anlamına gelir.

iki melek bir imtihandı. İnsanları büyüden, kafir olmaktan ve imtihanı kaybetmekten sakındırdılar. Fakat insanlar imtihanı başaram adılar, kaybettiler ve büyü ile uğraşıp kafir oldular. Seyyid Kutup şöyle der:

"İnsanlık tarihinde milletler durumlarına ve hayatının her aşamasında anlayışlarına uygun sınavlardan geçmişlerdir. Sınamanın iki melek yahut onlar gibi iyi iki insan ile olması, zifiri karanlıklar içinde aydınlatıcı ilahi meşalenin ışığını izleyerek emekleyen ve yürüyen insanlığın geçtiği türlü şekiller ve olağandışı sınamaların yanında görülmemiş tuhaf bîr şey değildir. "[52]

Bu hayatta Allah insanları denemekte, sınamakta ve imtihan etmektedir. Ama insanlardan sınanıp imtihan olduğunu kaç kişi farkediyor? imtihan ve denenme şekilleri karşısında kaç kişi iyi davranıyor? Bu imtihanda kaç kişi kazanıp başarılı oluyor? Yüce Allah buyuruyor:"Hanginiz daha güzel iş yapacağını denemek için ölümü ve hayatı yaratan odur" [53] "Kiminizi kiminiz için bir imtihan yaptık. Sabrediyor   musunuz?   Şüphesiz    Rabbin    her   şeyi görendir”[54]

 

Karı Koca Birbirinin Eşidir:

 

Kur'anı Kerim, büyünün bazı şekillerini belirtmekte ve karı ile kocayı birbirinden ayırma etkisinin bulunduğunu söylemektedir. Babil halkı, Hârût ve Mârufun tavsiyesini tutm adılar, büyü ile uğraşıp insanları büyüiediler, eziyet ve zarar vermekte, karı ile kocayı birbirinden ayırm ada kullandılar. Yüce Allah "O ikisinden kan ile kocayı birbirinden ayıran şeyi öğreniyorlar"  buyurmaktadır.

Eş, sözcüğü hem kadın, hem koca için kullanıldığı gibi, beraber olan her ikili için de kullanılır. Rağıb Isfahani şöyle der: "İkili olan her şeye eş (çift) denir. Eşleşen hayvanlar çifttir. Ayakkabı gibi ikili olan her şeye çift denir. Benzeri veya zıddı olan şeyler. çifttir. Bunun tekine de eş denir."Erkek ve dişi iki eşi ondan var etti"[55] "Ey Âdem! sen ve eşin cennette kalınız"[56] âyetlerindeki gibi.

Yüce     Allah,      "Her     şeyden     çift     yarattık"[57] buyurmaktadır. Bu da gösteriyor ki bütün şeyler araz ve cevher, madde ve şekilden oluşmakt adır.Bileşik olan her şey yaratılmış demektir. Mutlaka onu yaratan vardır. Bu da sadece Yüce Allah'ın tek olduğunu gösterir.

"Çift yarattık" sözü, evrendeki her şeyin zıddı, benzeri, bileşiği olması açısından çift olduğunu gösterir.  Hatta mutlaka bileşiktir.

Çift sözü, bir şeyin zıddı ve benzeri olmasa bile, mutlaka araz ve cevher bileşiminden oluşmakt adır. Bu ikisi de çifttir."[58]

Koca,   karının   eşidir.   Yüce   Allah   "Kocalarıyla evlenmelerine engel olmayın"[59] buyurmaktadır.

kadın da erkeğin eşidir. Yüce Allah "Pegamber, müminler için kendi canlarından daha evi adır,eşleri de onların anneleridir"[60] buyurmaktadır. Kan ve koca birbirinin eşidir.

Hem karı, hem koca için zevç kelimesinin kullanılmasında güzel bir nükte vardır. Şüphesiz koca tek başına eksiktir, tam olmaz, kadın da tek başına eksiktir, tam olmaz. Bağımsız bir yapı olmaları için ikisinin birlikte ve beraber olması gerekir.

Erkeğin bir takım yönleri vardır ki onları ancak kadın bütünler. Onlar tamamlanmazsa erkek eksik kalır, kadının da birtakım yönleri vardır ki onları ancak erkek bütünler. Bunlar olm adan kadın eşik kalır. Erkek kadının eksiğini tamamlar, onun için kadının eşidir, kadın da erkeğin eksiğini tamamlar, onun için erkeğin eşidir.Böylece her biri diğerinin eşidir.[61]

 

Büyücü, Eşleri Birbirinden Ayırır:

 

Kur'an, büyücünün eşleri birbirinden ayırma gücü olduğunu söylemektedir. Babil halkı için "O ikisinden kan İle kocayı birbirinden ayıran şeyleri öğreniyorlar"  der.

Bu da bazı büyü şekillerinin bir gerçekliği ve başkaları üzerinde etkisinin olduğunu gösterir. Büyücüler, büyü ile karı ile kocayı birbirinden ayırırlar.

"Ayırırlar" sözünün öznesi dikkati çekmektedir. Özne zamir olup büyücülerin yerini tutmakt adır. Özne, fiili yapandır. Yani büyücüler karı ile kocayı birbirinden ayırabiliyorlar.

Kan ile kocayı birbirinden ayırmak, sevgi ve dostluğun yerine çatışma ve ayrılık tohumlarını ekmek, şeytanın ve askerlerinin temel görevidir. Şeytan insanları saptırmak ve aralarını ayırmak için askerlerini görevlendirir. Gözde askerler de, karı ile kocayı birbirinden ayırabilirler. Bununla büyük şeytanın yanında en büyük takdir ve iltifatı kazanır. Rasulullah bunu belirtmektedir.

Müslim, Câbir İbn Abdullahın şöyle dediğini rivayet eder: "İblis, tahtını suyun üstüne kurar. Sonra müfrezelerini gönderir. Ona en yakın olanlar, en zararlı olanlardır, Biri gelir ve şöyle şöyle yaptım, der. Şeytan ona "bir şey yapmamışsın" der. Sonra bir başkası gelir ve "kan kocayı birbirinden ayırıncaya kadar vazgeçmedim" der. Şeytan onu yanına alır ve "Aferin sana" der."[62]

"Kişi ile eşini birbirinden ayırıyorlar" cümlesinin büyünün insanları etkileyebildiği, büyücünün büyü ile karı ile kocayı birbirinden ayırabildiğini gösterdiğini söyledik. Ne var ki İmam Taberi, büyünün gerçekliğinin olmadığını ve hayal ile gözbağcılıktan ibaret olduğunu söylemektedir. âyette geçen eşleri birbirinden ayırmanın da hayal ettirme anlamında olduğunu söyleyerek şöyle der:

"Eşleri birbirinden ayırması, büyü ile birini diğerine, güzellik yönünden, olduğundan farklı hayal ettirmesidir. Böylece birini diğerinin gözünde çirkin göstererek eşinden yüz çevirmesine yol açmakta, erkeğin eşine karşı ayrılık duygusu beslemesini sağlamakt adır.  Böylece büyücü, eşlerin birbirinden ayrılmasına yol açacak sebebi meydana getirmiş   olmaktadır. Araplar, sebep olan bir şeyi sebep olan kişi yerine kullanırlar. Büycünün büyüsü ile eşleri birbirinden ayırması da bu şekildedir."

Taberi,  eşleri  birbirinden  ayırması  konusunda  Kat ade'nin  şu  görüşünü de aktarmakt adır:   "Birbirinden ayrılması, her birinin diğerinden koparılması ve birbirinden nefret ettirilmesidir."[63]

Ayırmanın büyücülere nisbet* edilmesi, hakiki değil, mecazidir. Böylece büyü, gerçeği olmayan hayal ettirme ve canlandırın adan ibaret olur. sadece psikolojik etkilemeye dayanır. Bu etki altında kalan veya kalmayan, büyü yapılan kişidir. Büyü yapılan kişi bundan etkilenmeyip sağlamlığını korursa, büyücü onu etkilemekten aciz kalır, büyü de ona zarar vermez. Ama bu telkinden etkilenir ve bu hayal ettirmeye boyun eğerse, kendisi tercih etmiş ve boyun eğmiş olarak eşine buğzeder ve ondan nefret duyar, Böylece birbirlerinden ayırma meydana gelmiş olur.

Büyünün etkisi ve eşleri birbirinden ayırması konusunda Taberi'nin görüşü budur. Bu açıklama ve yorumlam ada biz de kendisine katılıyoruz. Ancak bu açıklamayı sadece belirli büyü çeşitleri için geçerli görüyoruz. Büyünün bütün çeşit ve şekillerini kapsayacak şekilde görmüyoruz. Taberi'nin genelleme yapmasına da katılmıyoruz. Çünkü bazı büyü şekillerinin, soyut hayal ettirme ve canlandırma değil, gerçekliği ve etkisi vardır.

Bu konuda Seyyid Kutup şöyle der:"Büyünün herhangi bir şekli, ya duyular ve düşünceler üzerinde yahut eşya ve cisimler üzerinde etkileme ve telkin gücüne sahip olabilir.

Kur'anda Firavn büyücülerinin yaptığı büyü, gerçekliği °lmayan salt bir hayal ettirmeden ibarettir."Onların büyüsü i'e kendisine koşan bir yılan gibi geldi". Böyle bir etkinin eşleri ve arkadaşları birbirinden ayırmaya sebep olmasının bir sakıncası yoktur. Tepkiler, etkilenmelerden doğar. Gerçi bütün araçlar, sonuçlar, sebepler ve sebep olunan şeylerin tümü ancak Allah'ın izni ile meydana gelir."[64]

Büyü, Allah'ın izni ile, eşleri birbirinden ayırmanın sebebi olur. Büyücü de Allah'ın izni ile eşleri birbirinden ayırabilir. Durum böyle olduktan sonra, büyünün gerçekliğinin ve etkisinin olup olmaması önemli değildir. Çünkü ayırma işi olmakta ve kabul edilmektedir. Yani Taberi ve Seyyid Kutub'un dediği gibi, psikolojik etkileme yolu ile eşlerin birbirinden ayrılması olagelmektedir.[65]

 

Büyü, Ancak Allah'ın İzni İle Zarar Verir:

 

Kur'an, büyünün eşleri birbirinden ayırma gücü olduğunu belirttikten sonra, bu ayırmayı Allah'ın iznine bağlamıştır. "Eşleri birbirinden ayıran şeyi o ikisinden öğreniyorlar. Allah'ın izni olm adan onunla hiçbir kimseye zavar veremezler"

Allah'ın izni, bilgisi dahilinde bu işin olması ve büyülenen kişiyi büyünün etkilemesine imkan vermesidir.[66]

Kur'an bu gerçeği, Hârût ve Mârût Öyküsünde, büyünün insanları etkilemesi ve büyücünün başkalarına zarar vermesinden söz ederken ortaya koymaktadır. Kur'an, bunu inancın netleşmesi, her şeyin, her sebebin,her gücün,her olayın Allah'ın izni olm adan zarar veremiyeceğini belirtmesi için kararlaştırmakt adır.

Allah'a inanmak, genel olarak kıyamet saatine kadar olmuş ve olacak her şeyi onun bilmesi ve olaylar olm adan önce onlardan hebardar olması demektir. Ona inanmak, bu evrende her şeyin onun izni, isteği ve kararı ile meydana gelmesi, bütün insanlar da istese, onun kararı ve izni olm adan hiçbir şeyin meydana gelmemesidir. Bütün insanlar karşı da çıksa, Allah'ın dileyip takdir ettiğinin mutlaka gerçekleşmesidir.

Şüphesiz kişiler, kuvvetler ve sebepler ancak Allah'ın gücü ile çalışır, ancak onun izni ile etkiler, yarar veya zarar verir. Etki yapmamasını isterse, onu durdurur ve işlevsiz yapar. Bunlar sadece sebeplerdir. Halbuki her şey, isteyen ve takdir eden Allah'ın elindedir.

Büyü zarar verir. Evet, büyü eşİeri birbirinden ayırır. Ama bunu ancak Allah'ın izni, istemesi, bilgisi ve onayı ile yapabilir. Büyünün zarar vermesini Allah istemezse, zarar veremez, eşleri birbirinden ayırmasını dilemezse, eşleri ayıramaz. "Allah'ın izni olm adan onunla hiçbir kimseye zarar veremezler".

Seyyid Kutup bu konuda şöyle der: "Sebepler Allah'ın izni ile yapacağını yapar, etkiler bırakır ve sonuçlarlar doğurur. Bu, müminin bilincinde mutlaka açıklık kazanması gereken genel bir kuraldır.

Bunun en güzel örneği şudur: Elini ateşe yaklaştırırsan, yanar. Ancak bu yanma sadece Allah'ın izni ile olur. Çünkü ateşe yakma ve eiine yanma Özelliğini veren Allahtır. Allah, Hz.İbrahim için yaptığı gibi, dilediği özel bir sebeple bu özelliği kaldırabilir.

Karı ile kocayı birbirinden ayıran büyü de bu şekildedir. O da bu etkiyi Allah'ın izni ile yapmaktadır. Dilediği Özel bir sebeple bu özelliğini Allah kaldırabilir.

Bunun dışında olanlar bildiğimiz etkenler ve etkilerdir. Her   etkileyiciye   etkileme   özelliği   Allah   tarafından verilmiştir. Bu izinle çalışır. Allah, dilediğinde bu etkiyi ona verdiği gibi, dilediğinde de durdurabilir."[67]

Müminin bu iman gerçeğini kabul etmesi, Allah'ın istediği şekilde kendisine inanmasını sağlar. Böylece açık ve gizli şirkin bütün şekillerinden kendini uzaklaştırır. Mümin, sebepleri, kuvvetleri ve kişileri Allah'a ortak veya ondan bağımsız etki eden tanrılar yapmaz.

Bu iman gerçeğini kabul etmesi, hayatına izzet, cesaret, atılganlık gibi canlı pozitif anlamları kazandırır. Çünkü Allah'tan başkasından korkmaz, onun dışında kimseden bir şey beklemez, ondan başkasına boyun eğmez ve başka bir varlığın önünde zelil olmaz.

Bu da mümine mutluluk ve afiyet, umut ve güven, hoşnutluk   ve   kesinlik   gibi   anlamlan   kazandırır.Bu anlamlara her insan muhtaçtır ve bunlardan yoksun olan insan, her şeyini yitirir.[68]

 

Zararlı Bilgi:

 

Babil halkı ne öğrenmişlerdi? Bu insanlar büyü Öğrendiler. Büyü yaptılar? Büyüyü zarar verme ve eşleri birbirinden ayırm  ada kullandılar.

Halbuki bilgilerini hem kendilerine,  hem insanlara yarar  sağlayacak  işlerde  kullanabilirlerdi.   Fakat  bunu yapmadılar, onun yerine insanlara zarar verecek işlerde kullandılar.

Kur'an   bu   tuhaf   davranışı   belirterek   şöyle   der: "Kendilerine   zarar  veren   ve   fayda  sağlamayan   şeyi

öğreniyorlar.   Onu  satın   alanın  ahirette  hiçbir  payının olmadığını elbette bilmişlerdir. Kendilerini vererek satın aldıkları şey ne kötüdür! Keşke bilselerdi!"

Gözü açık insan, bunların yaptıklarına hayret eder, onlara   ve   başlarına   gelenlere   üzülür.   Çünkü   bunlar kendilerine  zarar  veren,   ama  yarar  sağlamayan  şeyi öğrenmişler.      Öğrendiklerini      yararlı      şeylerde kullanabilirlerdi.    Ama    onu    zarar    verecek    şeye dönüştürdüler. Böylece onlara zarar ve kötülük getirdi.

Bilginin bazısı yarar, bazısı da zarar verir. Bilgiyi öğrenmek zor ve çetindir.Emekler, masraflar ve vakitler ister. Bunları, öğrenmek için harcayan herkes bilir.

insan, öğrenmekten zevk ve rahatlık duyar. Öğrenmek için hare adığı herşey kendisine hoş gelir. Çünkü sonuca ve meyveye bakar. Bu da Öğrenmek için devam etmeye teşvik eder.

Fakat öğrenen insan, her şeyi harcamasına rağmen, ögrendikleriyle bedbaht olup kazandığı ve elde ettiği ürüne baktığında kendisine yarar yerine zarar verdiğini görünce, ne kadar yıkılır ve zarar eder! İnsan, zarar eden bu kişiye acı ve hüzün gözü ile bakmaz mı? Bu insanın cahil kalmış olması, onun için daha yararlı olacağına inanmaz mı? Curcan'h şair bunu ne güzel dile getirmiş:

Sokakta karşılaştığım kişilere hizmet ekmek için değil, kendime hizmet için canımı telef ettim.

Bedbahtlık fidanı olarak dikeyim de zillet olarak mı devşireyim? Böyle ise, cahil kalmak daha iyidir!

Günümüzde dünyalık bilgileri öğrenenlere bakıyoruz. Bunlardan nice kişiler kendilerine yarar sağlayacak bilgileri ödenirken,   nice   kişiler   de   zarar   verecek   bilgileri Öğrenmektedir. Bugün nice bilgiler sahiplerine yarar değil, zarar   vermektedir!   Onlarla   iyilik   ve   yarar   yerine, kendilerine  ve   başkalarına  nice  zararlar  ve   eziyetler vermektedirler!

Batı dünyasından bize gelen bilgilerin çoğu, yararlı değil, zararlı bilgilerdir. Değilse, çılgın müzikler, müstehcen resimler, edepsiz heykeller, ahlaksız gazete ve yayınların acaba ne yararı vardır? Keşke bilselerdi:

Hârût ve Mârût öyküsünde "Keşke bilselerdi!" ibaresi iki   kez   geçmektedir.Birincisi,   Babil   halkının   büyü öğrenmeleri   ve   zarar   verme   işlerinde   kullanmaları bağlamında geçmektedir:"Onu satın alan kişinin ahirette hiçbir   payının   bulunm   adığını   elbette   bilmişlerdir. Kendilerini vererek satın aldıkları şey ne kötüdür! [69]

 

Keşke Bilselerdi!"

 

Cümle, onların bilmediklerini söylemektedir. Bilselerdi, kendilerine   zarar   veren   ve   yarar   sağlamayan   şeyi öğrenmezlerdi.Bilselerdi   ahireti  bırakmaz  ve   ahirette alacaklarını gözden çıkarmazlardı. Bilselerdi, kendilerini batıl,kötülük, eziyet ve şeytana satmazlardı.

Yararlı bilgiye sahip bir insan böyle davranır mı? Bilgi sahibi bir insan dünyayı ahirete tercih eder mi? Kötülük, batıl ve şeytana yönelmek için ahiretin nimetlerini tepen akıllı bir insan olur mu?

En büyük diplomalara sahip olsa ve yıllarını bilgi ile geçirse de, bütün bunları yapan bir insanın hiçbir bilgisinin olmadığına inanıyoruz. ikincisi de, bilginin götürmesi gereken yararlı yol ve sağlayacağı yararlar bağlamında geçmektedir. "Onlar inanıp Allah'ın dediklerini tutsalardı, elbette onun vereceği sevap daha iyidir. Keşke bilselerdi!"

Bilselerdi, iman ve takvayı seçerlerdi. Bilselerdi, Allah'ın vereceği sevabı tercih eder ve iyiliği Onun yanında ararlardı. Bunu yapmadıklarına göre, bilmiyorlar. Bilgi bunların elinden tutup oraya götürmediğine göre, yok demektir.

Hârût ve Mârût öyküsünden ve büyüye uymalarından söz etmeden önce, Yahudilerin kötü davranışı ve hakka kötü bakışları konusunda Kur'anın söylediklerini unutmayalım. "Yanlarındakini doğrulayan bir peygamber Allah tarafından kendilerine gelince, kitap verilenleden bir grup Allah'ın kitabını, hiç bilmiyorlarmış gibi, arkalarına attılar."

Yahudiler Orada bilmiyenler gibi davranmışlar, buradada bilmîyenlerin yolundan gidiyorlar. Bilselerdi, böyle yapmazlardı.

Geçerli ve değerli bilgi sahibine yarar sağlayan ve zarar vermeyen bilgidir. Yararlı bilgi, başkalarına yarar sağlayan bilgidir. Böyle değilse, yok hükmündedir. Sahipleri de, bildklerini sansalar bile, bilmiyenler olurlar. Çünkü bilginin sonucu ve meyvesi önemlidir.[70]

 

II- BİR KASABAYA UĞRAYAN ADAMIN ÖYKÜSÜ

 

Kur'anda Bir Kasabaya Uğrayan  Adamın Öyküsü:

 

"Yahut altı üstüne gelmiş bir kasabaya uğrayan kimseyi görmedin mi? "Allah burayı ölümden sonra acaba nasıl diriltecek?1' dedi. Bnun üzerine Allah onu yüz yıl ölü bıraktı, sonra diriltti. "Ne kadar kaldın?" dedi. "Bir gün veya bir günden az kaldım" dedi. "Hayır, yüzyıl kaldın, yiyeceğine, içeceğine bak bozulmamış, eşeğine bak, hem seni insanlar için  bir  ibret  yapacağız,   kemiklere  bak,   onları  nasıl birleştiriyoruz, sonra onlara et giydiriyoruz" dedi. Bu ona apaçık belli olunca,  "Artık Allah'ın here şeye k    adir olduğunu biliyorum" dedi."[71]

 

Öykünün Ayrıntıları İsrailiyattır:

 

Bir kasabaya uğrayan  adam Öyküsünün ayrıntıları için tefsirciler ve rivâyetçiler bir sürü ayrıntılar nakletmiş ve bu ayrıntılarla Allah'ın kelamını açıklamaya çalışmışlardır.

Halbuki bu ayrıntıları Rasulullah belirtmiş değildir. Onun için bunlar uydurma, düzmece ve asılsız haberler özelliği taşımaktadır.

Bu israiliyat rivayetlerde şöyle anlatılır: Kasabaya uğrayan adam Uzeyr'dir. Bu kasaba da Kudüs'tür. Babil kralı Buhtunnasır/Nabukadnezar orayı işgal etmiş ve Yahudileri Babil'e sürmüştü. Uzeyr, yıkılmış olan bu kasabaya/Kudüs'e uğramıştır. Okuyucuları bu tür haberlere inanmaktan sakındırmak amacıyla onlardan sadece bir tanesini veriyoruz. Suyuti, ed-Durru'1-Mensur kitabında İbn Abbas, Ka'bulahbar, Hasan Basri ve Vehb Ibn Munebbih'in şöyle dediklerini anlatır:

"Uzeyr, İyi bir adamdı. Bir gün bildiği bir köye gitti. Oradan ayrılınca Kudüs'ün yıkıntılarından birine uğr adı.Kuşluk vakti sıcaklık arttı, indiği eşeği ile beraber yıkıntıya girdi. Eşeğinden indi. Yanında bir sepet incir, bir sepet de üzüm vardı. O yıkıntının gölgesinde durdu. Yanındaki bir tabağı çıkardı, içine üzüm sıktı, sonra kuru ekmeğini çıkardı tabağın içine doğr adı. Sonra ayaklarını duvara dayanarak sırt üstü uzandı.

Evlerin   damlarına   baktı,   yıkılmış   içlerini   gördü. Sahipleri yok olmuş, çürümüş kelikler gördü ve "Ölmüş olan bunları   Allah    nasıl   diriltir?"    dedi.Allah'ın   bunları dirilteceğinden şüphelenmedi, ama öylesine söyledi.

Uyudu ve üzerinden yüz yıl geçti. Bu ar ada Israiloğultarında olaylar ve gelişmeler olmuştu. Allah, Uzeyr'e bir melek göndermiş, ölüleri nasıl dirilttiğini kavraması için kalbini ve görmesi için gözlerini diriltmiş, sonra gözünün Önünde vücudunu şekillendirmiş, kemiklerine et, deri ve kıl giydirmiş, sora ruh üflemiş. Bütün bunları seyretmiştir.

Uzeyr oturmuş. Melek ona "Ne kadar kaldın?"demiş.

Kuşluk vakti günün başında uyumuş ve günün sonunda güneş batm adan uyanmış olduğu için "bir gün" demiş.

Melek, ona "Hayır, yüz yi! kaldın. Yiyecek ve içeceğine bak" demiş. Yiyecekle kuru ekmeği, içecekle de tabağa sıktığı üzüm suyunu kastetmiş. Bakmış bir de ne görsün, olduğu gibi hiç değişmemiş. Bu da "değişmemiştir" sözüdür. Üzüm ve incir de tazeliğini yitirmemiştir.

İçinden sanki bunu onaylamamıştı. Onun için melek kendisine "Sana söylediğime inamm adın mı? Eşeğine bak"    demiş.    Eşeğe   bakmış,   kemiklerinin   çürüyüp döküldüğünü görmüş. Melek eşeğin kemiklerine seslenmiş, kemikler cevap vermiş ve her taraftan toplanıp gelmiş, melek Uzeyr'in gözlerinin önünde kemikleri bir araya getirmiş, et ve sinir giydirmiş, sonra deri ve kıl giydirmiş, sonra ruh üflemis, eşek kulaklarını dikerek ve anırarak kalkmış. Bu da "Eşeğine bak, seni insanlar için bir ibret yapacağız, kemiklere bak, onları nasıl birleştirir, sonra et giydiririz"   sözüdür.   Yani   eşeğinin   kemiklerine   bak, eklemleri nasıl üstüste oturuyor ve eşek iskeleti oluyor, sonra ona nasıl et giydiriyoruz. Bunu görünce, Allah'ın ölüleri diriltmeye ve başka her şeye k    adir olduğunu biliyorum, demiş.

Eşeğine binmiş ve kendi semtine gelmiş, ama halk onu tanımamış, o da hem halkı, hem de kendi evini tanımamış, tahminle gitmiş ve evine gelmiş, evinde yatalak ve kör yaşh bir kadın görmüş, yüzyirmi yaşında olmuş, meğer onların cariyesi imiş, Uzeyr evden ayrıldığında cariye yirmi yaşında olup kendisini biliyormuş.

Uzeyr ona: Bu Uzeyr'in evi midir, demiş. Evet, demiş ve ağlamış. Şu kadar zamandır kimsenin Uzeyr'den söz ettiğini duym adım, insanlar onu unutmuşlar, demiş.

Uzeyr benim, demiş, kadın, sübhanAllah! Uzeyr'i yüz yıl önce yitirdik ve kendisinden hiçbir haber alam adık, demiş. Ben Uzeyr'im, Allah beni yüz yıl öldürdü, sonra diriltti, demiş.

Uzeyr,   duası  makbul  olan  bir     adamdı.Hasta  ve

'musibete uğrayanlar için dua ederdi. Allah'a dua et de

gözlerimi açsın, seni göreyim, Uzeyir isen, seni tanırım, demiş

“Allah'a dua etmiş ve elini kadının gözlerine sürmüş,

kadın gözlerini açmış, onun elinden tutmuş ve Allah'ın izni ile kalk, demiş, Allah ayaklarını canlandırmış ve kadın ayak bağından kurtulmuş gibi, sağlam olarak ayağa kalkmış. Ona bakmış ve "Uzeyr olduğuna tanıklık ederim" demiş.

Sohbet yerlerinde  oturan  israiloğulları  mahallesine gitmiş, Uzeyr'in yüz onsekiz yaşında oğlu ve torunları da Orada otururlarmiş. Onlara "işte sizin Uzeyr geldi" demiş. Ama onu yalanlamışlar.

Ben, sizin cariyeniz falanım, Uzeyr benim için Rabbine dua etti, gözlerim açıldı, ayaklarımdan bağ çözüldü, Allah'ın kendisini yüz yıl Öldürüp sonra dirilttiğini iddia etti, demiş.

İnsanlar ayağa kalkmışlar, ona gitmişler. Oğlu ona bakmış ve babamın omuzları arasında bir beni vardı, demiş, omuzlarını açmış, birde ne görsün Uzeyr kendisi!

O zaman İsrailoğulları şöyle demişler: Aramızda Uzeyr dışında Tevrat'ı ezbere bilen yoktu. Buhtunnasır Tevrat'ı yaktı ve yok etti, adamların ezberindekiler dışında Tevrat'tan bir şey kalmadı, onu bize yazdır, demişler.

Uzeyr'in babası Serûha, Buhtunnasr'in işgali sırasında Tevrat'ı  Uzeyr'den başka  kimsenin  bilmediği bir yere gömmüştü. Onları oraya götürmüş, kazmış ve   Tevrat'ı çıkarmış. Yapraklar küflenmiş ve kitap çürümüştü.

Bir ağacın gölgesine oturmuş,Israiloğulları da onun etrafında beklemiş, gökten iki şimşek inerek onun karnına girmiş, o da Tevrat'ı kendilerine yenilemiş.

Gökten iki şimşek geldiği, Tevrat'ı yenilediği ve Israiloğullarının işlerini yürüttüğü için yahudiler kendisine "Uzeyr, Allah'ın oğludur" demişlerdir.

Tevrat'ı, Hızkil manastırında ov    ada yenilemişti. Öldüğü köy de Saber Ab ad adı ile anılır."[72] Bu ayrıntılar için Taberi şöyle der: Kasabaya uğrayan  adam öyküsünün ayrıntıları konusundaa Taberi'nin yerinde bir görüşü vardır.[73] 

 

Bu Ayrıntılar İçin İsabetli Bir Eleştiri Yapmakta Ve Şöyle Der:

 

"Bu konuda söylenecek en doğru şey şudur: Yüce Allah, peygamberinin, altı üstüne gelmiş bir kasabayı görünce "Allah bunu nasıl diriltir?" diyen kişiden hayret etmesini istemiştir. Allah'ın o kasabayı yoktan var ettiğini ve buna gücünün yettiğini bildiği halde, yine de ikna olmayıp "öldükten sonra Allah bunu nasıl diriltir?" demiştir.

Bu sözü kimin söylediğini kesin olarak bilmiyoruz. Bu Uzeyr de olabilir, Urmiya da olabilir, adını bilmemiz de gerekmez. Çünkü amaç, insanlara bunu söyleyen kişinin adını öğretmek değildir. Amaç, çürümüş olan bedenleri yeniden diriltme ve öldükten sonra tekrar yaratma gücüne Allah'ın sahip olduğunu göstermektir .Kureyş'ten ve başka Araplardan olsun, Rasulullahın hicret ettiği yerde bulunan yahudilerden olsun, yalanlayan kişilere Allah'ın öldürüp dirilttiğini    anlatmak   ve    Peygamberliği    hakkındaki şüphelerini giderip özürlerini ort   adan kaldıracak şeyleri Peygamberi Muhammed'e bildirmektir.

Yüce Allah'ın Kur'anda Peygamberine vahyettiği bu haberler, Muhammed'in ve kavminin bilmediği haberlerdir. Bunları ancak kitap sahibi olanlar (kitap ehli) biliyordu. Muhammed de onlardan olmayıp hem kendisi, hem halkı ümmi idi.[74]

Böylece Kitap Ehli biliyorlardı ki Muhammed bunu ancak Allah'ın bildirmesiyle bilebilir. Bunlardan amaç, onları söyleyen kişinin adını bildirmek olsaydı, özrü kaldıracak ve şüpheyi giderecek şekilde onu açıkça belirtirdi. Fakat amaç, bunu iddia etmeyi kınamak olduğu için Yüce Allah bunu kullarına açıklamıştır."[75]

 

Seyyid Kutub'un Görüşü:

 

Bu israiliyat haberler konusunda Seyyid Kutub'un sağlam ve güzel bir görüşü bulunmaktadır. Şöyle der:

"Kasabaya uğrayan kimdir? Altı üstüne gelmiş bu kasaba neresidir? Kur'an bununla ilgili bir açıklama yapmamıştır. Allah isteseydi, açıklardı, âyetten amaç, bunun açıklanmasına bağlı olsaydı, elbette Yüce Allah bunu açıklardı. Onun için biz Fi Zilal'de izlediğimiz metoda bağlı kalarak bu gölgelerin üzerinde duralım.

Manzara zihinde açık ve etkileyici bir şekilde canlanmakt adır.Ölüm, çürüme ve yok oluş manzarası! "Altı üstüne gelmiş" sözleriyle manzara canlanmakt adır.Her şeyi ile yere çökmüş! Kasabaya uğrayan   adamın duygularıyla canlanmakt adır.  "Ölmüş olan bu kasabayı Ailah nasıl diriltir?" sözleri bu duygulan canlandırır."[76]

 

Öykü Hangi Bağlamda Anlatılmıştır?

 

Bir kasabaya uğrayan adamın öyküsü, hayat ve ölüm bağlamında anlatılmaktadır. Ondan önce, tanrı olduğunu iddia edip Hz.İbrahim'le tartışan ve Hz.İbrahim'in delille susturduğu kralın öyküsü vardır. Onu, Hz.İbrahim'in ölümü ve dirilişi kanıtlamak için canlı bir örnek olarak kuşlaria geçen Öyküsü izlemektedir. Hayat ve ölüm atmosferinde yaşamamız ve bağlamın genel atmosferini görmemiz için bunları anlatan üç âyeti verelim.

"Allah, kendisine hükümdarlık verdi diye İbrahim'le rabbi hakkında tartışanı görmedin mi? İbrahim: "Rabbim dirilten ve öldürendir "demişti. Ben de diriltir ve öldürürüm, dedi. İbrahim, şüphesiz Allah güneşi doğudan getiriyor, sen de batıdan getirsene, dedi. Kafir apıştı kaldı. Allah zulmedenleri doğru yola eriştirmez.

Yahut altı üstüne gelmiş bir kasabaya uğrayan kimseyi görmedin mi?AHah burayı ölümünden sonra acaba nasıl diriltecek? dedi. Bunun üzerine Allah onu yüz yıl ölü bıraktı. Sonra diriltti. Ne kadar kaldın? dedi. Bir gün veya bir günden az kaldım, dedi. Hayır, yüzyıl kaldın. Yiyeceğine, içeceğine bak, bozulmamış, eşeğine bak. Seni insanlar için bir ibret yapacağız, kemiklere bak, onları nasıl birleştirip sonra onlara et giydiriyoruz, dedi. Bu ona apaçık belli olunca, "Artık Allah'ın her şeye kadir olduğunu biliyorum" dedi.

lbrahirn:"Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster" dediğinde, inanmıyor musun? dedi.Evet, inanıyorum, ama kalbim iyice kansın demişti. Öyleyse dört çeşit kuş al, onları kendine alıştır, sonra onları parçalayıp her dağın üzerine bir parça koy,sonra onları çağır, koşarak sana gelirler. O halde Allah'ın güçlü ve hakim olduğunu bil, demişti."[77]

Seyyid Kutup, her üç âyetin konusu için şöyle der: "Üçü de genel olarak bir konuyu anlatmaktadır. O da hayat, ölüm ve diriliş gerçeğidir.

Böylece her üç âyet, bu cüzün başından itibaren önceki âyetlerin kararlaştırdığı kurallara eklenen ve direkt kürsü âyetinin belirttiği Yüce Allah'ın sıfatlarıyla bağlantılı olan islam anlayışının bir yönünü oluşturmakt adır. Hepsi de müslümanın aklında ve vicdanında bu varlığın gerçekleri hakkında  doğru  bir  anlayış  oluşturmak  için  Kur'anın gösterdiği uzun çabaların    bir    yönünü     ortaya koymaktadır. "[78]

 

Öldükten Sonra Bunu Allah Nasıl Diriltir?

 

Altı üstüne gelmiş o kasabayı adam görünce, hemen sordu: "Öldükten sonra bunu Allah, nasıl diriltir?"

Acaba bu soruyu, Allah'ın ölüleri ve öldükten sonra bu kasabayı diriltmesinden şüphelendiği için mi sormuştur? Acaba bu  sorunun  sebebi,  Allah'ın  rabbani gücünden

şüphelenmesi midir?

Kimi tefsirciler, bunun için sorunun sorulduğunu söylemiş ve bunun Allah'ın gücü hakkında şüpheden kaynaklandığını belirtmiştir.Bilindiği gibi, Yüce Allah'ın sonsuz gücü hakkında şüphelenmek, küfürdür ve bundan şüphe eden kişi kafir olur.

Bu soruyu Uzeyr'in sorduğu ve onun da peygamber olduğunu söyledikleri halde, soran kişi Allah'ın gücünden nasıl şüphelenir ve de nasıl kafir olur?

Halbuki müfessirlerin büyük çoğunluğu soruyu soran kişinin, Allah'a onun sonsuz gücüne ve ölüleri dirilttiğine inanan bir kişi olduğunu söylemektedir. Seyyid Kutup şöyle der:

"Manzara zihinde açık ve etkileyici bir şekilde canlanmakt adır.Ölüm, çürüme ve yok oluş manzarası! Manzara "altı üstüne gelmiş" sözleriyle canlanmakt adır. Her şeyi ile yere çökmüş! Kasabaya uğrayan adamın duygularıyla canlanmakt adır. "Ölmüş olan bu kasabayı Allah nasıl diriltir?" sözleri bu duyguları canlandırır.

Bunu soran kişi, Allah'ın var olduğunu bilmektedir. Ama zihnindeki çürüme, altı üstüne gelme manzarası ve bunun duygularında meydana getirdiği büyük etki ile öldükten sonra bunu Allah'ın nasıl dirilteceği konusunda hayretler içinde bırakmıştır. Bu da etkilemenin zihinde bırakabileceği en büyük etkidir. Kur'anda anlatım bu şekilde gölge ve etkilerini bırakır ve manzarayı şu anda gözlerin önünde canlı duruyormuş gibi canlandırır."[79]

Allah bunu ölümden sonra nasıl diriltir? Ölülere nasıl hayat gelir? O halde, adamın sorması, Allah'ın ölüleri diriltme gücünden şüphelendiği için değildir, sadece önünde gördüğü manzara karşısında duyduğu hayretin bir ifadesidir. Ölü bir kasaba, her şeyi alt üst olmuş! Allah bunu nasıl diriltir?

adam, ölümden sonra Allah bunu nasıl diriltir? diye soruyor. Yoksa, ölümden sonra Allah bunu diriltir mi? demiyor.

Acaba anlamındaki "hel" ve nasıl anlamındaki "enna" sözcükleri soru için kullanılır. Ancak "hel" sözcüğü ile, kişinin bir işi yapma güç ve kudretinden şüphe edildiği zaman sorulur. Örneğin, şu kadar kaldırabilir misin? sorması gibi. Fakat "Nasıl bu kadar kaldırırsın? denildiğinde, bu işin nasıl yapıldığı sorulur.

Adam, öldükten sonra kasabayı Allah'ın nasıl dirilteceğini öğrenmek istiyor. Bunu görmek veya müşah ade etmek istiyor. Bu sorma, tıpkı şu âyette Hz.lbrahim'in sormasına benzer." ibrahim: Rabbim, ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster, dediğinde, "İnanmıyor musun?" deyince de, evet, inanıyorum , ama kalbim iyice kansın, demişti..." işte bu, o kişinin sorması gibidir. Zaten ikisinin bağlamı aynıdır.[80]

 

Kasabaya Uğrayan Adamın Öyküsündeki Âyetler/Mucizeler:

 

Kasabaya uğrayan adamın öyküsünü anlatırken Kur'an hayat, ölüm, diriliş, iyilik ve kötülük konularında birtakım rabbani âyetler/mucizeler sunmakt adır. Hepsi de Yüce Allah'ın evrenin kural ve yasalarına bağlı olmayan mutlak gücünü gösterir. Çünkü bu kural ve yasaları yaratan ve evrene egemen kılan Allah'ın kendisidir. Böyle olduğu için bunlar Allah'a egemen olmadığı gibi, onun irade ve dilemesine de sınır koyamaz. Bu mucizeleri şöyle sıralayabiliriz:

1- Yüce Allah'ın bu adamı yüz yıl öldürdükten sonra diriltmesi."Allah onu yüz yıl ölü bıraktı, sonra diriltti".

Bu öldürme ve diriltme, "Allah bunu öldükten sonra nasıl diriltir? sorusuna cevap olmuştur. Yüce Allah ona gözleriyle gördüğü ve bizzat yaş adığı canlı bir öldürme ve diriltme  örneğini göstermiş ve sorusunun  cevabını bu şekilde vermiştir. Kendisini dirilten Allah, ölmüş bulunan kasabanın tümünü de diriltmeye gücü yeter.

"Yüce Allah kendisine öldürme ve diriltmenin nasıl yapıldığını anlatmamıştır. Çünkü duygu ve düşünceler kimi zaman Öyle derin ve öyle büyük oluyor ki onları delil getirme ve anlatma ile, hatta vicdana seslenen mantıkla tatmin etmek mümkün olmamakt adır. Aynı şekilde her gün insanın gördüğü ve yaş adığı mevcut durumla da tatmin olmamakt adır.Bunun cevabı ve tatmini, anlatımla değil, ancak kişinin bizzat yaş adığı, duygulan yatıştıran ve kalbi dolduran kişisel deneyimle olur."[81]

2- Eşeğinin ölmesi ve kemiklerinin etten, kandan ve deriden soyutlanmış bir iskelet olarak kalması. Bunu Yüce Allah'ın "Eşeğine bak,seni insanlara bir ibret yapmak içindir" sözünden anlıyoruz.

Yüce Allah o eşeği mucize olarak diriltmiş ve   adam gözleriyle bu mucizeyi görmüştür. "Kemiklere bak, onları nasıl birleştiriyor, sonra onlara nasıl et giydiriyoruz"  adam, eşeğin iskeletini görmüş, sonra mucize olarak kemikler üzerinde etlerin yavaş yavaş nasıl oluştuğunu ve kapl adığını,  sonra  etleri tamamlanınca  eşeğin  nasıl  eski vücuduna kavuştuğunu görmüştür. Sonra Allah eşeğe ruh vermiş ve vücuduna yayılan ruhla eşek yeniden hayat kazanmıştır.

3- Yüz yıl boyunca yiyecek ve içecekleri bozulmamıştır. "Yiyeceğine ve içeceğine bak, t adı bozulmamıştır". Yiyece ve içecekler tazeliğini ve yararını yararını korumuş, insanlann kullanımına elverişli olarak kalmış, bozulmamış ve küflenmemiştir. Mucize, yüce Allah'ın bu iradesinde görülmektedir.

İnsanların anlayış ve beklentilerine göre, soran adamın hayatının uzun olması beklenirdi. Halbuki Yüce Allah aynı adamı ve eşeğini öldürmüştür.

Yine yiyecek ve içeceğin çabuk bozulması, kokuşması ve çürümesi beklenirdi. Halbuki Allah, bozulmasına ve kokuşmasına izin vermeden yüz yıl korumuştur.

Bu mucizeleri bizzat yaş adığını gören mümin adamın imanı ve kesin kabulü, doğrulaması ve kanaati artmıştır. Nitekim Kur'anda bu öyküyü okuyup her defasında inceliklerini büyük bir istek, etkilenme ve infial içinde izlerken bizlerin de imanı, doğrulaması ve kesin teslimiyeti artmıştır.[82]

 

Adamın Ölümü, Özel Bir Ölümdür:

 

Kimileri bu adamın öldürülmesi ve sonra diriltilmesinin, öldükten sonra insanlara ruhlarının ancak kiyametten sonra geleceğini belirten âyetlere aykırı olduğunu düşünebilir. Mesela   şu   âyetler,   insanın   ancak   kiyametten   sonra dirileceğini belirtmektedir:

"Onlardan birine ölüm gelince, Rabbim, beni geri getir, belki bıraktığım şeylerde iyi ameller işlerim, der. Hayır! bu söylediği sadece kendi sözüdür"[83]

"Çekişip dururlarken kendilerini yakalayacak bir tek çığlığı beklerler. O zaman artık ne vasiyet edebilirler, ne de ailelerine dönebilirler."[84]

buradabir çelişki görmüyoruz. Bu ve benzeri âyetler, insanın   öldükten   sonra  dünya  hayatına  dönmediğini kararlaştırır. Çünkü bu dünya hayatını geride bırakmıştır, ruhu ona kabrinde döner, dünya hayatında amellerine göre kabrinde ya nimet veya azap içinde kiyamet gününe kadar kalır. Kiyamet günü Allah onu diğerleriyle beraber diriltir. Bütün  bunlar,   gerçek  ölümle  ölen,     Dünyada  ömrü tamamen   sona   eren   ve   önceden   Allah'ın   kendisine belirlediği süresi dolan insanlar içindir.

Ama Allah bir kişi veya topluluk için özel bir şekilde Ölümü takdir etmiş ve o ölümden sonra ömrünün geri kalan kısmını yaşamayı dilemişse, elbette bu ölüm, Allah'ın kendisine takdir ettiği ve bir daha hayata dönmenin mümkün olmadığı son ve gerçek Ölüm değildir. Onun için şehitler Yüce Allah'tan yolunda savaşmak ve tekrar öldürülüp şehit olmak için dirilmelerini istediklerinde, Allah isteklerini kabul etmemiştir. Çünkü Allah,dünyaya bir daha dönmemelerini kararlaştırmıştır.

Müslim, Abdullah İbn Mesud'tan naklederek Rasulullahın şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Şehitlerin ruhları yeşil kuşların kursaklarınd adır. Arşa asılı duran kandilleri vardır. Cennette dilediği gibi uçar, sonra o kandillere gelir konarlar. Allah onlara bir defa baktı ve "Bir isteğiniz var mı?"dedi. "Ne isteyelim ki?! cennette istediğimiz gibi dolaşıyoruz. Aynı şeyi üç defa sordu. Sormaya devam edileceğini görünce, "Ey rabbimiz, senin yolunda bir daha öldürülmek için ruhlarımızı cesetlerimize geri getirmeni istiyoruz, dediler. Bir ihtiyaçlarının olmadığını görünce, bırakıldılar"[85]

Yüce Allah'ın yüz yıl ölü bıraktığı, sonra dirilttiği bu adamın ölümü, gerçek ve son ölüm değil, özel bir ölümdür. Kendi şahsı, eşeği ve yiyeceği üzerinde kendisine canlı bir örnek  göstermek  ve   başkalarına   ibret   yapmak   için düzenlenen bir ölümdür. "Seni insanlara bir ibret yapmak için".

Yüce Allah onu diriltikten sonra geri kalan hayatını yaşamış ve Allah'ın kendisine biçtiği ömrü tamamlamış, sonra herkesin öldüğü gibi gerçek ölümle ölmüştür.

Kaldıki bu şekilde ölen ve geri kalan ömrünü tamamlamak için diriltilen ilk kişi de bu adam değildir. Kur'anı Kerim bu türden ölümle ölen üç gruptan söz etmektedir.

Birincisi: Hz.Musa zamanında Israiloğullarından bir topluluk, ondan Allahı kendilerine açıkça göstermesini isteyince, Allah onları öldürmüş, sonra diriltmiştir.Şöyle buyuruyor: "Ey Musa! Allahı açıkça görmedikçe sana inanmayacağız, demiştiniz de gözleriniz göre göre sizi yıldırım çarpmıştı. Ölümden sonra şükredersiniz diye sizi tekrar diriltmiştik?"[86]

İkincisi: Sayıları binlerce olup yurtlarından çıkanları da Allah   öldürmüş,   sonra   diriltmiştir."Binlerce   kişinin yurtlarından ölüm korkusuyla çıktıklarını görmedin mi? Allah onlara "Ölün" dedi, sonra onları diriltti."[87]

Üçüncüsü: Ashabı kehf. Allah onları üçyüz dokuz yıl ölü bıraktıktan sonra diriltmiştir. "Mağaralarında üçyüz dokuz yıl kaldılar"[88]

 

Kur'an’da Ölümden Sonra Dirilişin Delilleri:

 

Kafirlerin en çok yadırgayıp kabul etmedikleri konuların başında kiyamet koptuktan sonra dirilme ve hesap verme gelmektedir. Çürüyüp toprak olduktan sonra vücutlarına tekrar ruhlarının nasıl geleceğini bir türlü  kabullenemezler. Kur'an onların şüphelerini belirtmiş ve birçok âyette cevaplandırmıştır. Mesela şöyle buyuruyor:

"İnkar edenier, insanlara:"siz parça parça dağılıp yok olduktan sonra yeniden dirileceğinizi söyleyen bir adamı size gösterelim mi? Allah'a karşı yalan mı uyduruyor, yoksa kendisinde delilik mi vardır?" .dediler. Hayır, ahirete inanmayanlar azapta ve derin bir sapıklık içmedirler."[89]

Kur'an, ölümden sonra dirilişin olduğunu çok sayıda delille kanıtlamaktadır. Hepsi de kesin ve tartışmasız delillerdir. Hayatın ve eşyanın gerçeklerinden çıkarılmıştır, insanlar onları görmekte, yaşamakta ve hakkında hiçbir şüphe taşımamaktadırlar. Bunların bazıları şunlardır:

1- Bu kadar büyük gökleri ve bu kadar geniş yer yüzünü yaratması. Gökleri yaratmaya güç yetiren Allah, bu küçük insanı da yaratmaya güç yetirir. Şöyle buyuruyor: "Gökleri ve yeri yaratan ve onları yaratmaktan yorulmayan Allah'ın ölüleri diriltmeye k adir olduğunu görmezler mi? Evet, Onun gücü her şeye yeter"[90]

2- Üzerine su inmeden önceki toprağın durumu. Su değmeden önce kuru ve verimsiz olan toprak, üzerine su geldikten sonra dirilir ve bitkileri bitirir, ölü olan toprağı dirilten Allah, ölüleri de kabirlerinden diriltmeye kadirdir, "âyetlerinden biri de, gördüğün kupkuru yer yüzüdür. Üzer ine su indirdiğimiz zaman harekete geçer ve kabarır. Ona can veren Allah, şüphesiz ölüleri de diriltir. Şüphesiz O, her şeye k adirdir."[91]

3- însanın kendisi! Allah onu yoktan var etmiş, bir damla su aşamasından anne rahminde geçirdiği aşamalar ve yeryüzünde yaş adığı hayatın aşamalarına kadar geçirdiği evreler dirilişe bir delildir. Onu yaratan ve hayatının tüm aşamalarında koruyan Allah, şüphesiz kıyamet günü diriltmeye de kadirdir. Şöyle buyuruyor:

"Ey   insanlar! Öldükten   sonra   tekrar   dirilmekten şüpheniz varsa, bilin ki ne olduğunuzu size açıklayalım: Biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra pıhtılaşmış kandan, sonra   da    yapısı   belli   belirsiz   bir   çiğnem   etten yaratrnışızdır.Dilediğimizi belli bir süreye kadar rahimlerde tutarız, sonra sizi çocuk olarak çıkartırız, böylece yetişip erginlik çağma varırsınız. Kiminiz öldürülür, kiminiz de ömrünün en kötü zamanına kadar ulaştırılır ki bilirken artık birşey bilmez olur.

Yer yüzünü görürsün ki kupkurudur.Fakat biz ona su indirdiğimiz zaman harekete geçer kabarır ve her güzel bitkiden çift çift yetiştirir. Bunlar ancak Allah'ın gerçek olduğunu, ölüleri dirilttiğini, gücünün her şeye yettiğini, şüphe götürmeyen kıyamet saatinin geleceğini, Allah'ın kabirlerde olanı dirilteceğini gösterir. "[92]

4- Yüce Allah'ın zıt ve çelişkili şeyleri yaratabilmesi. Allah, gece ve gündüzü, aydınlık ve karanlığı, ateşi ve suyu, yaş ve kuruyu, ölümü ve hayatı yaratmaya kadir olduğu gibi Ölümden sonra insanı da canlandırıp diriltmeye kadirdir. Şöyle buyuruyor.

"insan, kendisini bir damla sudan yarattığımızı görmez mi ki hemen apaçık bir düşman kesilir ve kendi yaratılışını Unuturarak "Çürümüş kemikleri kim diriltecek?" deyip bize örnek getirmeye kalkar. De ki,onları ilk defa yaratan diriltecektir. O her türlü yaratmayı bilendir.Yaş ağaçtan size ateş çıkarandır. Ondan ateş yakarsınız. Gökleri ve yeri yaratan, kendilerinin benzerini yaratmaya k adir olmaz mı? Çünkü o, yaratan ve bilendir. Bir şeyin olmasını istediği zaman, ona sadece "ol" der, o da hemen oluverir."[93]

5- Herkes biliyor ki bir şeyi ikinci kez var etmek, ilk kez var etmekten daha kolaydır. Kur'an, herkesin kabul ettiği bu gerçeği, dirilişin olacağını kanıtlamak için kullanmak! adır. Allah, insanı ilk kez yaratmış ve yoktan var etmiştir. İkinci kez var etmeye ve yeniden diriltmeye de k adirdir. Çünkü tekrar varetmek, ilk defa var etmekten daha kolay dır. İnsan için durum böyledir.

Halbuki Allah için zorluk diye bir şey sözkonusu değildir. Onun açısından her şey basittir. Çünkü o dilediğini yapar, yerde ve gölerde güç yetiremediği hiçbir şey yoktur, bir şeyin olmasını istediği zaman, ona sadece ol der ve o da derhal oluverir."İlk defa yaratan ve ölümden sonra tekrar dirilten O'dur.Bu, onun için daha kolaydır. Göklerde ve yerde olanlar, yer ve gökler bunun en güzel öneğidir. O güçlüdür, hakimdir."[94]

6- Kur'an, günlük canlı bir olayı delil getirir. Bu olayı hepimiz her gün yaşıyoruz.  O da uyuma ve  uyanma olayıdır. Herkes gece gündüz çalışır, geceleyin uykusu gelir ve uyur.Uyurken ölü gibi olur, ruhu vücudundan çıkar. Uyandığında   Allah   ona   ruhunu   tekrar   getirir   ve utkusundan diriltir. Evet uyku, Ölümdür, uyanmak da diriliştir. Allah, her birimiz için bu olayı günlük olarak gerçekleştirdiğine göre, kıyamet günü ölüleri diriltmeye de kadirdir. Şöyle buyuruyor:

"Geceleyin sizi Öldüren, gündüzün yaptıklarınızı bilen, belirlenmiş hayat süreniz doluncaya kadar gündüzleri sizi tekrar kaldıran Odur. Sonra dönüşünüz on adır. İşlediklerinizi size bildirecektir."[95]

"Allah, öleceklerin ölümleri anında, ölmeyeceklerin de uykuları anında ruhlarını alır. Ölmelerine karar verdiği kimselerinkini tutar, diğerlerini bir süreye kadar salıverir. Şüphesiz bunda düşünen kimseler için dersler vardır."[96]

7- Kur'an,   dirilişi   kanıtlayan   rabbani   mucizeler göstermektedir. Mesela; "Binlerce kişinin ölüm korkusuyla memleketlerinden çıktıklarını görmedin mi? Allah onlara "Ölün" dedi.Sonra onları diriltti."[97]

Hz.lbrahim olayını da şöyle anlatır:"Öyleyse dört çeşit kuş al, onları kendine alıştır, sonra onları parçalayıp her dağın üzerine bir parça koy, sonra onları çağır, koşarak

sana gelirler.O halde Allah'ın güçlü ve hakim olduğunu ki."[98]

Bir kasabaya uğrayan mümin adamın olayı. "Allah bunu ölümünden sonra nasıl diriltir? dedi. Allah onu yüz yıl ölü bıraktı, sonra diriltti"[99]

Ashabı kehf olayı da böyledir. Allah onları üçyüz dokuz yıl öldürdü, sonra diriltti. "Sonra, iki taraftan hangisinin ne kadar kaldıklarını daha iyi hesapl adığını gömek için onları dirilttik"[100]

 

Hangi Kemiklere Bakacaktır?

 

Yüce Allah o adama emrederek "Kemiklere bak, onları   nasıl   birleştiriyoruz,    sonra   et   giydiriyoruz" buyurmuştur.

Tefsirciler, adamın hangi kemiklere bakacağı konusunda ihtilaf etmişlerdir. Acaba bakacağı kemikler kendi kemikleri mi, yoksa eşeğinin kemikleri mi?

Kimileri kendi kemiklerine bakacağını söylemektedir. Yüce Allah'ın onu aşamalı olarak dirilttiği, ruhun önce kalbine, sonra gözlerine geldiğini söylerler. Kemik iskeletinden ibaret ve etten soyut iken gözleriyle kendi kemiklerine bakmış, sonra yine yavaş yavaş kemiklerine et giydirildiğini görmüştür.

Bu görüş doğru değildir. Çünkü adamın başından birtakım işlerin geçtiğini var saymaktadır. Halbuki bunlar israiliyattan kaynakanmış olup sahih hiçbir hadise dayanmamaktadır.

Araştırmacı   tefsirciler   ise,   eşeğinin   kemiklerine baktığını söylerler. Ölüleri diriltme gücüne sahip olduğunu gösteren Allah'ın mucizelerini görmesi için ona etrafındaki şeylere  ve  onlardan  biri  olarak  eşeğinin  kemiklerine bakmasını söylemiştir.

Seyyid Kutup şöyle der:" Hangi kemikler? Kendi kemikleri mi? Kimi tefsircilerin söylediği gibi, durum böyle olup kemiklerinin eti soyulmuş olsaydı, dirildiğinde ve bilinci yerine geldiğinde ilk önce onlara bakar ve "Bir gün yahut günün bir kısmı kaldım" cevabanı vermezdi.

Onun için eşeğinin kemiklerine baktığını söyleyen görüşü tercih ediyoruz. Zaten mucize olan da, bu kemiklerin birbirine eklenmesi, et giydirilmesi ve vücudu çürümemiş, yiyeceği bozulmamış ve içeceği kokuşmamış olan bu adamın gözünün önünde onlara can verilmesidir. Hepsi aynı ortamda ve aynı hava ve çevre şartlan altında bulunan bu şeyierin sonuçlarının farklı olması, hiçbir şey karşısında aciz olmayan ve kayıtsız şartsız tasarruf eden ilahi gücü gösteren başka bir mucizedir, adam bunlara bakarak Yüce Allah'ın ölüyü nasıl dirilttiğini anlayacaktır"[101]

Biraz da "Kemiklere bak, onları nasıl birleştirip sonra et giydiriyoruz" âyetinde geçen"nasıl" anlamındaki "Keyfe" kelimesi üzerinde duralım, adam bu işin nasıl yapılacağı, kemiklerin nasıl kaldırılacağı, nasıl dizileceği ve tam bir iskelet olması için nasıl uyumlu bir şekilde birbirine ekleneceği, sonra nasıl et giydirileceğini görmeye çağrılmakt adır.

Bu dikkatli bakma ve nasılhğı kavrama çağrısı, bizi kuşatan olayların ve gerçeklerin nasılhğını bilmenin, onları derinden gözlemleyip bilimsel ve maddi yönden analiz etmenin önemini öğretmektedir. Herhalde maddi olayların nasılhğını kavramaya çağıran Kur'anın çok sayıdaki bu yönlendirmeleri, müslüman bilginlerin pozitif bilimlerin nasılhğını anlamaya yönelmelerinde, ayrıntılarına varıncaya kadar kavramaya çalışmalarında, bilimlerin uygulamalı yönlerini teorik soyut yöne tercih etmelerinde, bilimler için deneysel pozitif araştırma metodunu kurmalarında ve bu alanda büyük adımlar atmalarında en büyük etken olmuştur. Şüphesiz bunlar,müslümanların bilimsel deneyci metodunu alan ve onu bilimsel çağdaş batı kalkınmasının temeli yapan batı dünyası üzerinde doğmak üzere müslümanlarda bilimsel ilerleme güneşinin batmasından önce gerçekleşmiştir.

Kur'an, bizi bilimin uygulamalı deneysel yönüne teşvik etmekte, uzayda ve evrenin başka yerlerinde olan olayların nasillığını  kavramaya  çağırmakt  adır.Şöyle buyuruyor: "Onlar, üstlerindeki göğü nasıl yapmışız, nasıl süslemişiz bir bakmazlar  mı?  Onda hiçbir çatlak da yoktur"[102]  "Bu insanlar,    devenin   nasıl   yaratıldığına,   göğün   nasıl yükseltildiğine,   dağların  nasıl  dikildiğine,  yerin  nasıl yayıldığına bakmazlar mı?"[103]

 

Araştırmadan Sonra Öğrenmek:

 

Adam, gözleriyle Allah'ın mucizelerini gördükten ve yüzyıl ölü bıraktıktan sonra Allah'ın kendisini dirilttiğini anlayıp gerçeği kavrayınca, "Allah'ın her şeye gücünün yettiğini biliyorum" demiştir. Bize vermek istediği şeyleri kavramak için bu cümlenin üzerinde buraz duralım.

adam, Yüce Allah'ın mutlak gücüne inanmakta ve ondan şüphe etmemektedir. "Allah bunu ölümünden sonra nasıl  diriltir"   derken,   zaten  Allah'ın  gücünden  şüphe etmemiş,   sadece  uygulamalı   olarak  bu  dirilişin  nasıl yapıldığını   görmek  istemiştir.   Deney  kendi  üzerinde gerçekleşmiş ve bu işin nasıl olduğunu görmüştür.

Ancak bu deneyimi yaş adıktan ve gözleriyle olayı gördükten   sonra   imanı   artmış   ve   Önceki   durumu değişmiştir. Bu canlı örnek, kendisinde kesin ve şüphe taşımayan bilgi meydana getirmiştir.Bu etkiyi kendisi "Bu ona apaçık belli olunca, artık Allah'ın her şeye k    adir olduğuna inanmış bulunuyorum, dedi" sözleriyle belirtmiştir. Bu deneyden kesin bilgiye sahip olmuştur. Bunlar imanı güçlendiren ve artıran şeylerdir. Herhalde bu olay, bizi,   soyut   gerçekleri   yerleştirmede,   onları   oturtup kabullenmede somut ve deneysel pratik delilin ne kadar etkin olduğunu görmeye teşvik etmektedir, insanlar bunu görüyorlar.Örneğin,  doktor  Iaborutuvara  ve  uygulama yerine gidip bizzat kendisi deney  yapmadıkça ve bilgilerini uygulayıp kendi gözleriyle bunları görmedikçe tıp bilgileri spyut zihinsel olarak kalır. Aynı şey mühendis, sürücü, öğretmen ve başkaları için de geçerlidir.

Bu adamın öyküsünden sonra gelen ve Hz.İbrahim'in kuşlarla olan Öyküsünü anlatan olayda da bilimsel deneyin önemine ve bunun bilme, inanma ve kesin bilgi sahibi olm adaki etkisine işaret vardır. "Öyleyse, dört çeşit kuş al, onları kendine alıştır, sonra onları parçalayıp her dağın üzerine birer parça koy, sonra onları çağır, koşarak sana gelirler.O halde Allah'ın güçlü ve hakim olduğunu bil."

Mümin adam, mucizeleri gördükten sonra "Allah'ın her şeye kadir olduğunu biliyorum" demiştir. Hz.İbrahim'e de yaş adığı deneyimden sonra "O halde, Allah'ın güçlü ve hakim olduğunu bil"meyi emretmektedir.

Kur'anın verdiği bu örnekler sanki soyut zihinsel teorileri doğrulayıp yerleştiren bilimsel deney ve örneklere yönelmeye, onları dinin gerçeklerini ve meselelerini ortaya koyarken kullanmaya bizleri çağırmakt adır.[104]

 

Seyyid Kutup, Materyalist Düşünceyi Tartışıyor:

 

Seyyid Kutup, kasabaya uğrayan adamın öyküsünü ve bu öykünün belirttiği Yüce Allah'ın öldürme ve diriltme gücünü gösteren rabbani mucizeleri, materyalist düşünceleri eleştirmek için yerinde bir fırsat bilmiştir. Allah'ın varlığını inkar eden, onun ölümden sonra diriltme gücünü   kabul   etmeyen   materyalistlerin   düşüncelerini eleştirerek şöyle der:

"Mucize olay nasıl meydana gelmiştir? Elbette mucize her olayın meydana geldiği gibi! Allah'ın istediği ve onun tarafından meydana getirildiği şekilde pek çoğumuzun nasıl meydana geldiğini unuttuğumuz birinci hayat mucizesi meydana geldiği gibi!

İşte Biyoloji bilginlerinin en büyüğü Darwin! Teorisinde derece derece geriye giderek ilk hücreyi bulmak için aşama sşama derinleşmektedir.Sonra Orada durmakt adır.

Bu ilk hücrede hayatın kaynağını bilmemektedir. Ne varki insan düşüncesinin kabul etmesi gereken gerçeği kabul etmemekte ve bozulmamış doğal mantığın ısrarla istediği şeyi bir türlü itirafa yanaşmamakt adır. O da, bu ilk hücreye hayatı veren bir şeyin kaçınılmazlığı gerçeğidir.

Bu    gerçeği    kabul    etmek    istemeyişi,    bilimsel sebeplerden değil, kilise ile olan tarihi müc   adelesinden dolayıdır.   Hayat   olaylarını  bir  yaratıcının   varlığı   ile açıklamak, salt mekanik olan bir yapının içine tabiatüstü bir faktörü sokmak demek olur"der.

Hangi mekanik yapı? Şüphesiz mekanıkiik, gözlerin ve basiretlerin önünde duran bu sırrın kaynağını araştırmayı zorunlu kılan bu olayda en uzak olan şeydir.

Darwin'in kendisi, ilk hücrenin arkasındaki gerçeği itiraf etmeye insan anlayışını ister istemez mecbur eden bozulmamış mantığın baskısı karşısında ürkmekte ve her şeyi ilk sebebe bağlamaktadır. Ama bu ilk sebebin ne olduğunu söylememektedir. Acaba hayatı iîk defa vareden ve çok tartışma götüren teorisine göre bu ilk hücreye yolunda ilerleme gücünü veren ilk sebep nedir? Darwin kendisi, hücrenin başka herhangi bir yolda değil, bu yolda adım adım ilerlediğini var saymaktadır. Fakat ilk sebebin ne olduğunu itiraf etmemesi, kaçak güreşmek, hile yapmak ve gerçeği gizlemekten başka bir şey değildir.

Bir daha kasaba mucizesine dönelim. Acaba aynı yerde ve aynı şartlar altında bulunan şeylerden biri neden bozulup çürüyor, diğeri neden bozulup çürümüyor? Hayatı ilk defa yaratma veya aynı şekilde geri getirme mucizesi de aynı şartlar altında buiunan eşy adaki bu farklı sonucu açıklamamakt adır.

Bu olayı açıklayan tek şey, Yüce Allah'ın sınırsız iradesidir. Muhalefet etmenin veya dışında kalmanın mümkün olmadığını sandığımız bağlayıcı ve kaçınılmaz genel yasanın üstünde oluştur.

Mutlak irade konusunda bu bile, yanılgı olarak bize yeter.Bu yanılgının kaynağı şudur: Biz akli veya bilimsel kabullerimizi Yüce Allah'a kabul ettirmeye çalışıyoruz. Bu da birçok yanlışı barındıran bir yanlıştır. Şöyleki:

a- Bizler kim oluyoruz ki sınırlı olan kavrayışımızla belirlediğimiz sınırlı araçlarla yapılan deneylerden ve bu deneyleri yorumlamamızdan kaynaklanan sınırlı bir yasa ile Yüce Allah'ın mutlak gücünü yargılamaya kalkışıyoruz?

b- Bu yasanın, evrenin kavr adığımız yasalarından biri olduğunu varsayalım. Acaba bunun genel, nihai ve mutlak bir yasa olduğunu, bunun ötesinde bir yasanın buiunm adığını kim söyledi bize?

c- Bunun mutlak ve nihai bir yasa olduğunu varsayalım. Hemen belirtelim ki mutlak   irade o yasayı yapar, ama

onunla  bağımlı  ve  sınırlı  değildir.  Aksine  her zaman mutlak/sınırsız  iradedir."[105]

 

III- ÂDEMİN İKİ OĞLUNUN ÖYKÜSÜ

 

Kuranda Âdem'in İki Oğlunun Öyküsü:

 

"Onlara, Âdem'in iki oğlunun öyküsünü gerçek/doğru olarak anlat: İkisi birer kurban sunrmuşlar, birininki kabul edilmiş, diğerininki kabul edilmemişti. Kabul edilmeyen, "and olsun seni öldüreceğim" deyince, kardeşi, "Allah ancak sakınanların kurbanını kabul eder" demişti. "Beni öldürmek için elini bana uzatırsan, ben seni öldürmek için sana elimi uzatmam, çünkü ben âlemlerin rabbi olan Allah'tan korkarım. Ben hem benim, hem de kendi günahını yüklenip cehennemliklerden olmanı isterim, zulmedenlerin cezası budur".

Bunun üzerine, kardeşini öldürmeyi uygun gördü ve onu öldürerek zarara uğrayanlardan oldu. Allah, kardeşinin ölüsünü nasıl gömeceğini göstermek üzere ona yeri eşeleyen bir karga gönderdi. "Bana yazıklar olsun! Kardeşimin ölüsünü örtmek için bu karga kadar bile olam adım " dedi ve ettiğine yananlardan oldu.

Bunun için israil oğullarına şöyle yazdık: Kim bir kimseyi bir kimseye veya yeryüzünde bozgunculuğa karşılık olm adan öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur, kim de onu diriltirse, {ölümden kurtarırsa) bütün insanları diriltmiş gibi olur. And olsun ki, onlara belgelerle peygamberlerimiz geldi, sonra buna rağmen onların çoğu yeryüzünde taşkınlık ettiler"[106]

 

Adem'in Oğlunu Şeytanın Baştan Çıkarması:

 

Şeytan,   Âdem'e secde etmeyi red ettikten sonra onun çocuklarını saptırmaya Allah'ın huzurunda söz vermiş ve şöyle demişti: "beni azdırdığın için,and olsun ki senin doğru yolun üzerinde olanlara karşı duracağım, sonra önlerinden, arkalarından,    sağlarından    ve    sollarından    onlara sokulacağım.   Çoğunu   sana   şükreder   bulrnıyacaksın, dedi"[107]

Yüce Allah, Âdem'i ve şeytanı yer yüzüne indirdi. Şeytanın ona ve soyundan gelenlere düşmanhğmı bildirdi ve bu düşmanlık konusunda uyararak şöyle dedi: "Ey Âdem oğulları! Şeytan ayıp yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak ananızı babanızı cennetten çıkardığı gibi sizi de şaşırtmasın. Sizin onları görmediğiniz yerlerden o ve taraftarları sizi görürler. Biz şeytanları inanmayanlara dost kılarız."[108]

Yüce Allah, şeytanı düşman bilmemizi, onun dürtü ve kışkırtmalarından sakınmamızı emrederek şöyle dedi: "Şüphesiz şeytan sizin düşmanınızdır. Onu düşman olarak bilin, taraftarlarını ancak cehennemlikler olması için çağırır"[109]

Âdem peygamberdi. Allahı tanıtması ve şeytandan sakındırması için Allah onu çocuklarına peygamber göndermişti. Ebu Zer Ğıfari ile Hz.Peygamber arasında geçen şu konuşma, Âdem'in peygamber olduğunun delilidir.

“Ey Allah'ın rasulü! kaç peygamber gelmiştir?

“Yüzyirmi dört bin.

“Ey Allah'ın rasulü! bunların kaçı rasuldür?

“Üçyüz onüç kişi, büyük bir topluluk.

“Ey Allah'ın rasulü! bunların ilki kimdi?

“Âdem.

“Ey Allah'ın rasulü! miydi? Âdem gönderilmiş bir peygamber

“Evet, Aliah onu eliyle yaratmış ve ruh üf lemistir."[110]

Şeytan, Âdem ve çocuklarma karşı şeytanca görevini yapmış, onlara telkinlerde bulunmuş, kötü ve yasak şeyleri kendilerine süslü göstermiştir. Çocuklarından birine musallat olmuş, onu baştan çıkarmayı başarmış, safına çekmiş ve kardeşini öldürme cinayetini işleterek kötülük yaptırmıştır.[111]

 

İsrailiyat Haberler Öyküyü Nasıl Anlatıyor?

 

Kimi tefsirçi,tarihçi ve rivâyetçiler Âdem'in iki oğlunun öyküsü ile ilgili rivayet ve haberler anlatmış, israiliyat ve mitolojiden aldıkları bilgilerle bazı olayların ayrıntılarını vermişlerdir, buradadikkaîleri çekme amacı dışında rivayet edilip anlatılmamasını tavsiye ederek onlardan sakındırmak için israiliyat olan bu haberlerden önemli olanlarını vereceğiz. Şöyle anlatırlar:

Allah, Adem'i ve eşini yer yüzüne indirince, çocukları oluyordu. Her doğumda Havva kız ve erkek ikiz doğuruyordu.Yirmisi erkek ve yirmisi kız olmak üzere kırk çocukları doğmuştu.

Allah, Adem'e evlilikte aralarını ayırmasını emretmişti. O da bu karında doğan erkek çocuğu, başka karında doğan kız çocuğu ile ve başka karında doğan kız çocuğu şu karında doğan erkek çocuğu ile evlendiriyordu.

Yer yüzüne indikten yüz sene sonra bir karında bir erkek ve bir kız çocuğu doğdu. Erkek olanına Kabil, kız olanına da lklîma adını verdi, iki yıl sonra da bir kız ve bir erkek çocuğu doğdu. Erkek olanına Hâbil, kız olanına da Lebûda   adını verdi.

Adem, Kabil'in Lebuda ile ve Hâbil'in lklîma ile evlenmesini emretti.Fakat Kabil, Lebuda'dan daha güzel olduğu için kız kardeşi olan tklima ile evleneceğini söyledi. Anlaşmazlığı çözmek için Adem, Hâbil ve Kabil'e "İkiniz birer adak sunun, hanginizin adağı kabul edilirse, o îklima ile evlensin" dedi.

Kabil, ekinleri olan bir çiftçi idi. Hâbil ise, sürüsü olan bir çobandı. Hâbil, sürüsünden en güzel ve semiz olan bir koç ayırdı. Kabil ise, bir demet başak ayırdı. Ama içlerinden büyük gördüğü bir başağın kabuklarını soyarak yedi. Ateş indi ve Hâbil'in adağını yedi. Kabil'in adağını ise bıraktı. Hâbil'in koçu ismail için kurban olarak gönderilinceye kadar cennette yaş adı.

Kabil, adağını Allah'ın kabul etmediğini görünce kızdı, kardeşini kıskandı ve kin besledi. Kendisine "Seni mutlaka öldüreceğim" dedi. Kardeşi ona niçin? deyince, çünkü Allah adağını  kabul ettiği halde benim adağımı kabul etmedi, böylece benim güzel kız kardeşimle sen evleneceksin, ben ise senin çirkin kız kardeşinle evleneceğim, öyle mi! dedi.

Kardeşi Hâbil ona şöyle dedi: Allah, sadece takva sahibi olan kişilerden kabul eder.Beni öldürmek üzere elini bana uzatırsan, ben seni öldürmek için elimi sana uzatmam. Ben Alemlerin rabbı Allah'tan korkarım. Hâbil, Kabil'den daha güçlü ve kuvvetli olmasına rağmen Allah korkusu kardeşine zarar vermekten kendisini alıkoydu.

Kabil, Hâbil'i öldürmek üzere geldi. Hâbil ondan sakianıp dağların başına kaçtı. Bir gün uyurken Kabil geldi ve öldürmek için büyük bir taş kaldırdı. Nasıl öldüreceğini bilemedi. Şeytan ona göründü, önüne bir kuş koydu, kuşun başını taşın üzerine koyarak başka bir taşla ezdi. Kabil de kardeşine aynı şekilde yaptı ve başını taşla ezerek öldürdü.

Hâbil öldürüldüğünde yirmi yaşında idi. Şam'da Kasyun dağının başında öldürülmüştü. Hâbil öldürülünce yer yüzü ve üzerindeki her şey yedi gün sallandı, ağaçlar diken çıkardı, yiyecekler değişti, meyveler ekşidi, su acı oldu ve toprak çoraklaştı[112] .

Adem, Mekke'de bulunuyordu. Olanları . Durumu öğrenmek için Hindistan'a gittiğinde, Kabil'in Hâbil'i öldürdüğünü öğrendi.

Kabil, kardeşinin cesedini ne yapacağını bilemedi. Allah ona, ey Kabil, kardeşin Hâbil nerede? diye seslendi. Bilmiyorum,   onun   bekçisi   değilim,   dedi.   Allah   ona

''Kardeşinin kanı bana yerden sesleniyor, kardeşini niçin öldürdün?" dedi. "ben öldürmüşsem, kanı nerededir?"dedi. Toprak Hâbil'in kanını çekmişti. O günden sonra Allah toprağın bir daha kan içmesini haram etti.

Kabii, kardeşinin cesedini ne yapacağını bilemedi. Bir yıl boyunca sırtında taşıdı. Ceset kokuştu. Kuşlar ve yıtıcılar yemek için nerede atacağını bekliyordu.

Allah ona iki karga gönderdi. Kargalar çarpıştı ve biri diğerini öldürdü. Öldüren karga gaga ve ayaklarıyla yerde bir çukur eşeledi ve öldürülen karganın cesedini içine koyarak gömdü. Kabil seyrediyordu. O da kalkıp kardeşi için bir çukur açtı ve cesedini içine gömdü.

Adem,  oğlu Hâbil'in öldürüldüğünü öğrenince  ona Arapça şiir halinde şu ağıtı yazdı:

Yer yüzü ve üzerindekiler değişti-Artık yeryüzü çirkin ve üzgündür.

Tadı ve rengi olan her şey değişti-Aydın yüzün aydınlığı kalmadı.

Kabil, Hâbile ölümü tattırdı-Ne büyük acı! İyi o!an gitti. Havva da ona şöyle mukabelede bulundu:

Şikâyet etmeyi bırak, ikisi de - para ile önlenemeyen bir ölümle helak oldu.

Kişi kabre gömüldükten sonra- ağlayanlara ağlamak bir

yarar vermez.

Sen kendine ağla ve hevesi bırak-kesilenden sonra ebedi kalacak değilsin.

İkisinin acısına sevinen İblis onlara şöyle cevap verdi: memleketten ve insanlarından kaç-cennetlerde geniş yer sana dar geldi.

Eşinle beraber cennette bolluk içinde idin-kalbin de dünyanın eziyetinden rahattı.

Komplo ve hilelerim devam edecek-sen de büyük bir ücreti kaçırdın.

Adem, Hâbil'in öldürülmesinden sonra yüz yıl matem tutarak gülmedi.Melek kendisine gelerek Allah'ın selamını söyledi ve bir çocuk müjdeledi.   Âdem güldü.

Kabil'e ise, gitmesi söylendi. O da korku içinde kovulmuş olarak çekip gitti. Kız kardeşi İklima'yı alarak Yemen'e gitti. Şeytan ona geldi ve "kardeşinin adağını ateş yedi, çünkü kardeşin ateşe tapıyor ve hizmet ediyordu" dedi. Kabil bir ateş evi yaptı ve ateşe taptı.

Kabil'in kör bir oğlu ve bir torunu vardı. Oğlan babasına "Bu baban Kabildir" dedi. O da elindeki şeyi kendisine vurdu ve öldürdü. Onun da sonucu böyle oldu.

Allah, Kabilin el ve ayaklarını bağl adı.Döndüğü yöne dönmesi ve sıcaklığını çekmesi için güneşe döndürdü. Kiyamet gününe kadar üzerinde yazın ateşten ve kışın buzdan bir tabaka oldu."[113]

 

Bu Haberlerin Tümü Uydunu Adır ve Kabul Edilemez:

 

Hiçbir kimse bu israiliyat haberleri beğendiğimiz, doğru bulduğumuz ve inandığımız için, onlarla Allah'ın kitabını tefsir etmeye razı olduğumuz için verdiğimizi sanmasın,   sadece   kendisinden   sakındırmak,   onlara

dikkatleri çekmek ve terkedilmesi gerektiğini belirtmek için naklettik. Onları "Kötülüğü, kötülük işlemek için değil,ondan sakınmak için öğrendim" dedikleri gibi, bunları sadece kendisinden korunmak için belirttik. Tıpkı insanların dikkatlerini çekerek uydurma hadisleri rivayet eden ve insanların kendisine aldanmasını önlemeye çalışan hadis ravileri gibi, bu israiliyat haberleri verdik. '

Bu rivayetleri okuyan veya dinleyen hiçbir kimsenin onlara aldanmasını istemiyoruz. Aynı şekilde, öncekilerin öykülerinde Kur'an ve sahih sünnetin izlediği metoda uyarak, kendisinden sakındırmak ve kötülüklerine karşı insanları uyarmak amacı dışında bu rivayetleri kitaplarında veya yazılarında hiçbir kimsenin kullanmasını da caiz görmüyoruz. Bu israiliyat haberleri red eden Reşid Rıza'nın sözlerine katılıyoruz:

"Bu öykü ile ilgili tuhaf bilgiler vermişlerdir. Bu tür bilgiler, ancak Allah'ın bildirmesiyie bilinebilir. Halbuki Allah bunları bildirmediği gibi, hiçbir peygamberden de rivayet edilmiş değildirler. Adem'in Hâbil'e Arapça bir şiirle ağıt yaktığı rivayeti de bunlardandır.

Doğru olmayan ve yararı bulunmayan bu rivayetleri kabul etmiyoruz. Yüce Allah'ın bu konuda doğru ve gerçek olarak anlattıkları, onun dışında kalan ve insanların anlattıkları bu tür şeylerin uydurma oluğunu söyler"[114]

Bu israiliyat haberleri red eden Üstad Seyyid Kutub'un görüşüne de katılıyoruz:

"Kur'an, öykünün yerini, zamanını, kahramanlarının adını vermemektedir. Kimi rivayetlerde Kabil ve Hâbil anlatılması, öyküde ikisinin Adem'in çocukları olması, aralarında geçen olayın ayrıntılarının ve iki kız kardeşleri yüzünden çatıştıklarının belirtilmesine rağmen, biz öyküyü,

Kur'anda anlatıldığı kadarıyla bırakmayı tercih ediyoruz. Çünkü  bu  konudaki  bütün   rivayetler,   kitap  ehlinden alındığı    şüphesini    taşımakt    adır.    Öykü    Tevratta anlatılmakta, rivayetlerde anlatıldığı gibi yeri, zamanı ve kahramanlarının adları orada belirtilmektedir."[115]

 

Hâbil ve Kabil, Adem'in İki Oğludur.

 

Kimi tefsirciler, Hâbil ve Kabil'in Adem'in kenen çocukları değil, onun soyundan gelen başkaların çocukları ve Israiloğullarından olduğunu söylemektedir. Delil olarak da Yüce Allah'ın öykünün sonunda buyurduğu "Bu sebepten îsrailoğullarma yazdık"sözünü gösterirler ve Hâbil ile Kabil, Ademin kendi çocukları olsaydı, birinin diğerini öldürmesi Îsrailoğullarma kısasın yazılmasına sebep olmazdı, derler.

Kimi bilginler de Adem'in iki oğlunun öyküsünü, yer yüzünde meydana gelmemiş, kurgulama ve senaryo bir olay olarak görmekte, insanlarda iyilik ve kötülük huyunu belirtmek için Kur'anın iyi ve kötü iki insan tipi canlandırdığını söylemektedirler.

Faat alimlerin geneli öykünün yaşanmış bir gerçek olduğunu ve insanlar dünyasında gerçekten meyana geldiğini kabul etmektedir. Hâbi! ve Kabil'in Âdem'in bizzat kendi çocukları olduğu, onun zamanında yaş adıkları ve öykülerinin onun zamanında meydana geldiğini söylerler.

Şüphesiz Kur'an öykülerinde aslolan, gerçeklik boyutunun olması, öykülerde anlatılan kişilerin gerçek kişiler olması ve olayların da tarihin herhangi bir  rn.eyana gelmiş gerçek olaylar olmasıdır.

Şüphe yokki Âdem'in iki oğlu, Israiloğullanndan değildir. Çünkü Âdem ile Israiloğullan arasında uzun zaman vardır. îsrailogullarmdan olsalardı, öldüren kişi, öldürdüğü kardeşini nasıl gömeceğini bilir ve karganın kendisine yo! göstermesine ihtiyaç duymazdı. Çünkü israiloğullarından ölünün gömüleceğini bilmeyen hiçbir kimse yoktur. Öldüren kişinin ölüyü gömmede kargayı örnek alması ve ondan öğrenmesi, olayın yer yüzünde İnsanlığın çocukluk zamanında meydana geldiğini gösterir. Aynı zamanda, yer yüzünde kasten insan öldürmenin de ilk örneği olduğu anlaşılmaktadır. En iyi Allah bilir.

Kabil ve Hâbil'in    Âdem'in iki oğlu olduğunu Kur'anın "Onlara   Âdemin   iki   oğlunun   haberini  anlaf'buyruğu göstermektedir. "Oğlu" keiimesi, kişinin kendi çocuğu için kullanıldığı gibi,mecaz olarak soyundan gelenler için de kullanılır. Kur'anı anlam  ada temel kural, kelimeyi gerçek sözlük anlamında anlamaktır. Gerçek anlamda anlamaya açık bir engel olmadikça, gerçek anlamı bırakıp mecaza gitmek   doğru   değildir,    buradada   gerçek   anlamda anlamaya engel hiçbir şey yoktur.

Kabil ve Hâbil'in Âdem'in kendi çocukları olduğunu sahih hadis de belirtmektedir. Buhari ve Müslim, Abdullah İbn Mesud'dan Rasulullahm şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Ne zaman haksız yere bir kişi öldürülürse, Âdem'in öldüren oğluna da o günah kadar günah yazılır,. Çünkü İlk öldürmeyi kendisi yapmıştır"[116]

hadis, " Âdem'in ilk oğlu" sözcüğü ile çocuğun bizzat Âdem'in çocuğu olduğunu belirtmektedir. Çünkü bu ilk, tarih ve zaman bakımından ilktir.

Aynı şekilde hadis, o zamandan kıyamet saatine kadar haksız oiarak ölürülen kişilerin günahının bir benzerini ilk defa öldüren kişiye yüklemektedir.

İnsanlık tarihinde haksız yere öldürülen nice insanların olduğunu düşünün! Kiyamet saatine kadar da insanlardan nice kişilerin haksız yere öldürüleceğini düşünün! Böylece Âdem'in öldüren iîk oğlunun yükleneceği günahın büyüklüğünü düşünün! hadis, haksız yere öldüren kişinin kazanacağı günahın bir benzerini de Âdem'in öldüren ilk oğluna yüklemektedir. Çünkü öldürme geleneğini ilk başlatan odur[117].

Bu ilk olma, tarih ve zaman bakımından ilktir.llk defa öldüren ve öldürme çığırını ilk defa açan kişi odur.Bununla kan dökme kapısını açmış ve cinayetine haksız zalimlerin ortak olmasının yoîunu açmıştır.

Bu konuda Hz.Peygamber şöyle buyurmaktadır: "îslamda kim güzel bir çığır açarsa, onun sevabını ve o çığırdan gidenlerin sevabı kadar sevap ahr. Onların sevaplarından hiçbir şey de eksilmez. Kim de islamda kötü bir çığır açarsa, onun günahını ve o çığırdan gidenlerin günahı kadar günahı yüklenir.  Onların günahından da

hiçbir şey eksilmez."[118]

 

Öyküyü Gerçek/Doğru Olarak Anlatması:

 

Yüce Allah'ın "Âdem'in iki oğlunun haberini onlara gerçek oiarak anlaf'buyruğu üzerinde biraz duralım. " Gerçek olarak" ne demektir?

Şüphesiz doğruluk, isabet ve sahih oimak demektir. Öykülerinin sahih haberler, doğru rivayetler ve Rasulullahın buyurduğu kesin olan hadisler dışında başka yerlerden alınmaması demektir.

Kur'anın Öykülerini ve onlardan biri olarak Adem'in iki oğlunun öyküsünü ele alırken müslüman bu prensibe bağlı kalırsa, söz ve bilgilerinde bu netliği geçekleştirmiş ve insanlara bu öyküleri gerçek olarak anlatmış olur. Onun için Adem'in iki oğlu öyküsü konusunda israiliyat haberlere başvuran ve öykünün olayları için ayrıntılar anlatan herkese diyoruz ki, öyküyü anlatırken Kur'anın "Onlara Adem'in iki oğlunun öyküsünü gerçek/doğru olarak anlat "açık ilkesini çiğniyorsunuz. Onun için Öykü ile ilgili söylediklerinin çoğunun Kur'anın şart koştuğu gerçeklik ve doğruluk niteliğinden yoksun olmuştur. Dolayısıyla bilimsellik ve ilkesellik niteliğinden de yoksun kalmıştır. Halbuki bu nitelikler düşünce, bilim ve bilgiler için kaçınılmaz şeylerdir.[119]

 

Adaklardan Birinin Kabul Edilmesi:

 

İki   kardeş,   ne   olduğunu   b.lmediğimiz   bir   konuda anlaşamamışlardır.     Babalan    Adem'in    hakemliğine başvurmuşlardır.  O da her birinin Allah'a bir       adak sunmasını istemiş, haklı olanın    adağının kabul edileceğini, diğerinin   de   haklı   olmadığı   için   tavrını   değiştirmesi gerektiğini belirtmiştir.

adak da özel bir şeydir. Şu veya bu olduğunu söyleme imkanına sahip değiliz. Yiyecek, içecek, eşya,tahıl,hayvn veya başka bir şey olabilir.

İkisi birer adak sunmuş, birinden kabul edilmiş, diğerinden ise kabul edilmemiştir. Yüce Allah'ın adağı nasıl kabul ettiğini bilmiyoruz. Hatta Kur'an bizi, adağın nasıl kabul edildiğini araştırmamaya çağırır. Çünkü bunu araştırmanın yararı ve sonucu olmaz. Zaten ne olduğunu araştırma imkan ve bilgilerine de sahip değiliz. Onun için araştırmak, zaman ve emek kaybından başka bir şey getirmez.

Seyyid Kutup bu konuda şöyle der: '"Kabul edildi, anlamındaki kip edilgen olarak kullanılmıştır. Edilgen olarak gelmesi de, kabul edilip edilmemesi ve bunun şeklinin bilinmeyen bir gayb olduğunu göstermek içindir.

Bu kip bize iki şey öğretmektedir:

a- Bu kabul etmenin nasılîığmı araştırmamak ve Terat'tan alındığına inandığımız rivayetlere kimi tefsir kitaplarının daldığı gibi dalmamak.

b- Adağı kabul edilen kişiye kin gütmeyi ve öldürmeyi tasarlamayı haklı kılacak bir suçunun olmadığını belirtmek. Çünkü bu işte kendisinin bir rolü olmamıştır. Adağın kabul edilmesi işini, ikisinin de irade ve kavrayışlarının üstünde olan ve bilinmeyen bir şekilde bilinmeyen bir güç üstlenmiştir."[120]

 

"Seni Mutlaka Öldüreceğim" Diyen Kişinin Beslediği Kin:

 

Kin besleyen kardeşin içine kötülük işlemek yerleşmiş,şeytan ona musallat olup kalbini hakkı kabul etmeye veya doğruya dönmeye kapatmıştır.

Bu kardeş, haklı olmadığını, kardeşinin haklı olduğunu biliyordu. Çünkü onun adağını kabul eden Allahtır. Asİolan, tavır ve tutumunu değiştirmesidir.

Fakat nerde! Şeytan onu esir almış, sakin düşünme duyarlılığını tümden köreltmiş, tavrını gözden geçirme ve haksız tutumundan dönmesinin bütün kapılarını kapatmıştır. Ona sadece bir şey bırakmıştır. O da yanlış üzerinde ısrar etmek, haksız görüşü ve kötü niyeti desteklemektir.

Şeytan, kin besleyen o kardeşten keşke bu kadarla da yetinseydi! Fakat şeytan, dostlarının batıl ve yanlışın her hangi bir aşamasında durmalarını kabul eder mi? Onları batılın her aşamasından daha kötüsüne sürükler. Bir batıldan başka batıla  adım atmalarını sağlar.

Şeytan, kin besleyen bu kardeşi daha tehlikeli bir aşamaya sürüklemiştir. Kardeşini öldürme ve bunu kesin olarak gerçekleştirme aşamasına getirmiştir.

Bir kardeşin, kardeşini öldürmeyi sadece düşünmesi bile büyük bir cinayettir. Ya bu düşünceyi azim ve kararlılığa dönüştürürse! Ya bu azim ve kararlılıktan kesinlik aşamasına geçirirse! Ya da bundan uygulama ve gerçekleştirme aşamasına geçerse acaba ne olur?

Kin besleyen kardeşin söylediği "Seni mutlaka öldüreceğim "sözü, birtakım işaretler içermektedir:

a- Şeştanın kendisine musallat olduğunu ve esir aldığını gösterir.

b- Kibir   ve   in   adını,    kardeşinin   hakkını   kabul etmemesini gösterir.

c- Kalbini dolduran büyük kini gösterir.

d- Kardeşine karşı bütün iyilik ve insanlık duygularını yitirdiğini gösterir.[121]

 

Kardeşi Tehditlere Nasıl Karşılık Verdi?

 

Kardeşinin tehditlerine mümin kardeş şu şekilde cevap vermiştir: "Allah ancak sakınanların adağını kabul eder. Beni öldürmek için elini bana uzatırsan, seni öldürmek için ben elimi sana uzatmam. Çünkü ben, Alemlerin rabbı olan Allah'tan korkarım. Ben, hem benim hem de kendi günahını yüklenip cehennemliklerden olmanı isterim. [122]

Zulmedenlerin Cezası Budur" Dedi"

Her ikisinin söylediklerine bakarak kardeşler arasında bir karşılaştırma yapıp ikisinin karakterini öğrenmeğe çalışırsak, ikisinin birbirinden farklı iki örnek insan olduğunu görürüz.Bu konuda Seyyid Kutup şöyle der:

"Bu öykü, bize kötülük ve haksızlık, hatta haklı hiçbir gerekçesi bulunmayan apaçık saldırganlık karakterinin bir Örneğini verdiği gibi, iyilik ve hoşgörünün, efendilik ve ağırbaşlılığın bir örneğini de vermektedir.ikisini karşı karşıya getirmekte, ikisi de karakterine uygun olarak davranmakt adır."[123]

İki kardeşin tavrının değişik olmasının sebebi, her birinin taşıdığı anlayış ve düşüncedir. Çünkü insanın söz ve eylemleri, anlayış ve düşüncesine bağlıdır.

Kin besleyen ve haksızlık yapan kişi, şeytanın dediğini tutmuştur. Onun için söyleyeceğini söylemiş ve yaptığını yapmıştır. Ama hoşgörülü ve babacan karakterli kişi Allah'a inanmış ve onun dediğini kabul etmiştir. Onun için o da söyleyeceğini söylemiştir.

İkisinin aynı anne ve bab adan kardeş olduklarını unutmamalıyız.İkisi aynı anne ve babanın kucağında büyümüş, aynı sütü emmiş ve aynı evde yaşamıştır. Bu birlik ve dış işlerdeki bu beraberliğe rağmen, ikisinin anlayışı, düşüncesi, tavrı, davranışı, söz ve eylemleri değişik olmuştur.

Her halde bunda Allah'ın insana verdiği bireysel sorumluluk ve davranışını, tutumunu ve yolunu seçme gücüne bir işaret bulunmaktadır. İnsan, izleyeceği yolu ve yapacağı işi seçme özgürlüğüne sahiptir. Allah da ona yaptığı seçimin sorumluluğunu yüklemekte ve bu davranışa göre sonucunu belirlemektedir.[124]

 

Allah, Ancak Kendisinden Sakınanlardan Kabul Eder:

 

Mümin olan kardeş, bize Kur'anın kesin ve sabit bir inanç temelini, söz ve eylemlerin değerlendirilmesinde, bunların Ölçülmesinde ve Allah'ın yanında makbul olmasında genel geçer bir ölçüyü vermektedir. Bu da "Allah, ancak kendisinden sakınanlardan kabul eder1' ölçüsüdür.

Bu şekilde sınırlandırarak ve vurgulayarak "Allah, ancak kendisinden sakınanlardan kabul eder buyurmaktadır. Allah, muttaki olmayanlardan kabul etmez. Allah'ın yanında amellerin kabul edilmesinin şartı takv adır. Bu amellerin kabul görmesi ve kendisinden yarar umulması için temel, imandır.

Acaba Allah'ın yanında amellerin kabul görmesi için iman ve takva neden temeldir? Çünkü istenen, amellerin kendisi değildir. Anlamından soyut ve canlılığından kopuk olduğunda bu amellerin hiçbir yararı olmaz. Meyve nasıl ancak ağaçta yetişiyorsa, amel de ancak imandan kaynaklandığı ve takvanın ürünü olduğu zaman doğru, gerçek ve Allah'ın yanında makbul olur.

Şüphesiz Allah, amelleri soyut olarak istemez. Bu amellerin kişiler üzerinde etki etmesini ve ürün vermesini ister. Amellerle kişilerin kalp ve duygularını etkilemeyi ve eğitmeyi istemektedir. Önemli olan, mümin insanın takva sahibi olması, hayatını ve tüm varlığını takvanın doldurmasıdır. Yüce Allah, kurban ve adakların kesilmesinden amacı şöyle açıklamaktadır:

"İşte kurbanlık deve ve sığırları Allah'ın size olan nişanelerinden yaptık. Onlarda sizin için iyilik vardır. Bağlayarak keserken üzerlerine Allah'ın adını anın. Yan üstü düşüp ölünce onlardan yiyin, isteyene de, istemeyene de yedirin. Şükretmeniz için onları böylece sizin buyruğunuza verdik.

Bu    hayvanların    etleri    ve    kanlan    Allah'a umaşmayacaktır. Allah'a ulaşacak olan, ancak sizin dinin hükümlerine olan bağlılığınız/ takvanızdır.Size doğru yolu gösterdiğinden, Allahı yüceltmeniz için onları böylece sizin buyruğunuza vermiştir. İyilik yapanları müjdele."[125]

Müslim,     Ebu    Hureye'den    Rasulullahm    şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Şüphesiz Allah sizin yüzlerinize ve mallarınıza değil, kalplerinize ve amellerinize bakar."[126]

Ameİler imanın ürünü ve takvanın meyvesi olmazsa, Allah'ın yanında kabul görmez. Takvalı olmayanlar çin "işledikleri  her amelî alır,  onu toz duman  ederiz"[127] buyurur.

iyi müminler, "Allah, ancak dinin gereklerini yerine getirenlerden kabul eder" sözü üzerinde derin derin düşünür, ona göre ibadet ve itaatleri yerine getirirken, Yüce Allah'ın yine de onları kabu! etmemesinden ve kendilerinin de takva sahibi olmamaktan korkarlardı.

Bu konuda birtakım şeyler de söylemişlerdir. Ashab'tan Ebu'r-Derda şöyle demiştir: "Yüce Allah'ın bir namazımı kabul ettiğine kesin inanmam, benim için dünya ve içindekilerin hepsinden daha sevimlidir. Çünkü Allah " Ancak takva sahibi olan kişilerden kabul eder'" buyurmaktadır.

Hz.Ali de şöyle demiştir: "Takva ile yapılan amel az değildir. Çünkü kabul edilen amel nasıl az olabilir ki!"

Raşid halife Ömer İbn Abdulaziz de valilerinden birine tavsiyede bulunarak şöyle demiştir:" sadece takvayı kabul eden ve ancak onun için rahmet ve sevap veren Allah'tan korkmanı tavsiye ederim. Ne yazık ki bunu çok kişi söylemekte, ama az kişi onunla amel etmektedir".

Amir Ibn Abdikays da şöyle demiştirV'Allarnn kitabında bir âyetin belirttiği kişilerden olmak, benim için dünyanın tümünden daha sevimlidir. Allah'ın beni takva sahibi kişilerden etmesini isterim. Çünkü O "Allah, ancak takva sahibi kişilerden kabul eder" demiştir"

Abdullah İbn Ömer'in yanına bir dilenci gelmiş ve şöyle demiştir: "Bana bir dinar ver. Abdullah ona verdi. Adam gidince, Abdullahın oğlu, "Baba, Allah kabul etsin" dedi. Abdullah şöyle dedi: Allah'ın benim bir tek secdemi veya bir tek dirhemimi kabul ettiğini bilsem, ölümden daha çok sevdiğim olmaz, Allah'ın kimden kabul ettiğini biliyor musun? Allah, ancak takva sahibi kişilerden kabul eder".

Mutarrif İbn Abdullah dua ederken "Allahım! Benden bir gün orucu kabul et. Allahım bana bir iyilik yaz, dedikten sonra, "Allah, ancak takva sahibi kişilerden kabul eder" derdi".

Amir İbn Abdullah, ölüm döşeğide iken ağlamıştır. Niçin ağlıyorsun? denildiğinde, Allah'ın kitabından bir âyet için, demiştir. Hangisidir? denildiğinde, "Allah, ancak takva sahibi kişilerden kabul eder" âyetidir, demiştir."[128]

 

Mümin, Mümin Kardeşini Öldürmeyi Düşünmez:

 

Mümin kardeş, zalim kardeşine amellerin kabul edilmesinin temelini açıkl adıktan sonra öldürme tehdidine yumuşak, sakin ve zarif bir cevap verdi. "Beni öldürmek için elini bana uzatırsan, ben seni öldürmek için elimi sana uzatmam" dedi. Bu cevap şunları içermektedir:

a- Kardeşinin tehdit ve korkutmalarına karşı sakin ve yumuşak cevap vermek.

b- Kendisini öldürmeyi düşünmediğini ve aklından böyle bir şeyi geçirmediğine dair kardeşine söz vermek.

c- Mümin   kardeşin   sakin   ve   hoşnut   karakterini göstermek.

Mümin kardeş, öldürülme tehdidine yine öldürme veya daha kötü bir tehditle karşılık vermediği gibi, kötülüğe kötülükle   de   karşılık   vermemiştir.    Cahiliyye   devri şairlerinden Amr İbn Külsum'nun dediği gibi, hasmının cehaletini aşan başka bir cahillikle davranmamıştır.

"Sakın kimse bize karşı cahillik yapmasın! Değilse, cahillerin cahilliğinden daha büyük cahillik yaparız" demek gibi.

Şüphesiz mümin kardeşin tavrını ancak büyük insanlar sergileyebilir. Kötülüğe benzeri ile karşılık vermek, kolay ve basittir. Buna herkes güt yetirebilir. Ama kötülük ve yanlış olanın üstüne çıkmak ve cahil kişinin cahilliğinin üstünde olmak, anlaşmazlık ve çekişme yapan çocuklar gibi davranmamak ve kötülüğe iyilikle karşılık vermek, ancak büyük bir kişilik, şefkatli ve sabırlı bir gönül sahibi, kuşatıcı bir iman,üstün bir mutluluk ve büyük bir ahlak sahibi olan büyük insanların işidir. Yüce Allah ne güzel buyuruyor: "iyilik ve kötülük bir değildir. Sen kötülüğü en güzel şekilde sav. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kişinin çok yakın bir dost olduğunu görürsün. Bunu ancak sabredenler yapabilir, bunu ancak o büyük pay sahibi olanlar gerçekleştirebilir."[129]

 

Mümin Kardeş, Kardeşini Niçin Öldürmedi?

 

Mümin kardeş, öldürmek için elini kardeşine uzatm adı.Kin besleyen kardeşinin bu tavrını yanlış anlamaması ve kendisini öldürmemesinin acizlik, korkaklık ve beceriksizliği sebebiyle olduğunu sanmaması için tavrını ve sebebini kendisi belirterek "Ben Alemlerin Rabbı olan Allah'tan korkarım" diyerek açıki adı.

Öldürmemesinin sebebi, Alemlerin Rabbı olan Allah korkusudur. Allah korkusu müminde iman, takva ve Allahı gözönünde bulundurmayı sağlar. Bu imanlı duruş, kişiyi yasakları işlemekten, günah ve haramları yapmaktan alıkoyar.

Şüphesiz Allah korkusu, birey ve toplumların hayatında güven ve emniyetin supabıdır. Onları haksızlık, saldırganlık ve zulümden koruyan en büyük bekçidir. Eğitimcilerin, düşünürlerin ve yöneticilerin fertleri Allah korkusu, Allah'ın gözetimi, mükafatını arzu etme, hoşnutluğunu kazanmaya özen gösterme prensipleriyle yetiştirmeye çalışmaları gerekir. Çünkü insanlar ancak böyle olunca hakka sarılır ve batıldan uzak urur.

İyi insanların haramdan uzak durmaları ve hayatta her türlü yasak ve kötü şeyleri işlemeye yanaşmamalarının tek sebebi budur. Ancak ne var ki kötü ve bozuk kişiler bunu böyle açıklamaya yanaşmaz, iyi insanların zulüm ve ahlaksızlıktan uzak durmalarını beceriksizlik ve acizlikleri ile açıklamaya çalışırlar. Bu kötü kişiler, iyi insanların eline sözkonusu imkan ve fırsatlar geçtiği taktirde haram ve kötü şeyleri işleyeceklerini iddia ederler. Halbuki bu geçersiz ve haksız bir iddi adır. O mümin adamın " Ben, Âlemlerin Rabı olan Allah'tan korkarım "sözü bunu yalanlamakt adır.[130]

 

İki Günahı Yüklenmek Ne Demektir?

 

Mümin kardeş, kendisini kardeşinin öldürmesini önlemek için başka bir sebep daha gösterdi ve şöyle dedi: "Ben, hem benim hem de kendi günahını yüklenip cehennemliklerden olmanı isterim. Zulmedenlerin cezası budur". Bundan anlaşılıyor ki katil, hem kendi günahını, hem de öldürdüğü kişinin günahını yüklenmektedir.

Öldüren kişinin günah işlediği açıktır. Çünkü öldürme cinayetini işlemiştir. Bunun için günahı yüklenmesi normal ve makuldür. İşlediği işin sonucuna katlanmaktır.

Ama öldüren kişinin öldürdüğü kişinin günahını da yüklenmesinin anlamı nedir? Acaba öldürdüğü için katilin öldürdüğü kişinin günahını yüklenmesi midir? Öldürülen işi kendisi katil olsaydı, günahı o yüklenecekti. İki kişi arasında bir çarpışma olduğu zaman, ikisi de aynı oranda öldürme günahını yüklenir. Onun için iki müslüman kılıçlarıyla çarpışır ve biri diğerini öldürürse, ikisi de cehennemlik olur. Öldüren kişi, öldürme cinayetini işlediği için cehennemlik olur. Öldürülen kişi de, hasmını öldürmeğe kararlı olduğu için cehennemlik olur. Onu öldürmekten alıkoyan da, irade ve gücünün üstünde olan bir şeydir.

Kur'anı Kerimin belirttiği bu anlamı Hz.Peygamber de kararlaştırmıştır. Müslim, Ahnef Ibn Kays'ten Rasulullahın şöyle buyurduğunu rivayet eder: " Bu adam (Hz.Ali)a gitmek üzere çıktım. Ebu Bekre ile karşılaştım. Ey Ebu Ahnef, nereye gidiyorsun? dedi. Rasulullahın amcasının oğluna yardım etmek istiyorum, dedim. Ey Ahnef, dön. Rasulullahın şöyle dediğini işittim: İki müslüman karşı karşıya geüp kılıçlarıyla çarpışırsa, öldüren de, öldürülen de ateştedir. Ey Allah'ın Rasulü, öldüreni anladık, öldürülen niçin ateştedir? dedim veya denildi. O da kardeşini öldürmek istiyordu, dedi"[131]

Mümin olan kardeş, zalim olan kardeşini öldürmeyi düşünmediğine göre, katil olma ihtimali de ortadan kalkmış ve bu ihtimal katil olanın üzerinde kalmış olur. Böylece öldüren kişi, hem katil hem maktul hükmünde olur ve ikisinin günahını yüklenir. "Ben, hem benim hem de kendi günahını   yüklenip   cehennemliklerden   olmanı   isterim. Zulmedenlerin cezası budur".[132]

 

Âyetin Psikolojik Yorumu:

 

Mümin olan kardeş, kin besleyen kardeşinin kaibini yumuşatmaya,içinde kardeşlik ve hoşgörü duygularını harekete geçirmeye ve kendisine acımasını sağlamaya, şeytanın kışkırtmasından kurtarıp Öldürme dürtülerini yok etmeye çalıştı.

Fakat kin besleyen adam bütün bu samimi girişimlere olumlu cevap vereceği yerde, öldürme kararını daha çok gerçekleştirmeye çalıştı. Bu karanlık düşünceler ve koyu kinle hareket etmeye devam ederek sonunda kardeşini öldürme cinayetini işledi.

Kur'anı Kerim, öldürmeden Önceki bu anı ilginç ve olağanüstü bir ifade ile, "Tavvaa" kelimesi ile dile getirmektedir, "kardeşini öldürmeyi, nefsi kendisine hoş gösterdi" Yani, teşvik etti, süsledi,kolay ve rahat bir iş olarak gösterdi.

Analizci psikoloji bilimi ışığında bu cümleye bakmak ve onun değişik psikolojik açıklamalarını ortaya koymak istiyoruz.

Kin besleyen kardeş, kendi içinde çetin ve acı bir psikolojik savaş yaşıyordu. Değişik ve çapraşık güdüler, düşünceler, dürtü ve vesveseler içinde bocalıyor ve farklı seslere kulak veriyordu. Şöyle ki:

Kardeşin merhamet dileyen seseni dinliyordu. Bu ses ruhunda, bilincinde ve bütün yapısında iyilik anlamlarını canlandırıyor ve öldürmekten vazgeçirmeye çağırıyordu. Ne de olsa kardeşidir. Barışçı, sakin, hoşgörülü ve zararsız olup Allah'tan korktuğu için kardeşini öldürmek istemediğini söylüyordu. Kendisini niçin öldürsün? Suçu nedir? adağını Allah kabul ettiği için mi? Bunda ne vardır? Allah takva sahiplerinden kabul etmiyor muydu? Üstelik bu, kardeşinin övülmeye değer bir erdemi olup öldürülmeyi hak ettiren bir cinayet de değildir!

Her halde bir an bu güzel duygular içinde yaş adı. Aklından bu ve benzeri sorular geçti. Neredeyse hakkın tarafına yanaşacak, öldürmekten vazgeçecek, aklın ve mantığın sesine kulak verecekti.

Fakat şeytan bırakır mı? Onu bu güzel ve iyi anlamlar dünyasında terkeder mi? Adem'in soyundan ilk kurban yapmak için şeytan ondan vazgeçer mi?

Azgın ve kötülüksever nefsi öldüryemeye teşvik ediyor, sürekli  üzerinde  ısrar ediyor,   öldürmeye  hazırlıyordu. Alıştıra alıştıra, öldürmeyi kendisine basit ve hoş gösterip kışkırtıyordu. Hakkın, aklın ve mantığın sesini susturmayı üstleniyordu.  Ona  kin  ve  nefretin  sesinden  başkasını duyurmuyordu,     öldürme    fotoğrafından    başkasını göstermiyordu ve  saldırganlık anlamlarından  başkasını çağrıştırmıyordu.

Zavallı ve bedbaht adam, bir süre bu amansız ve taşkın duyguların amansız meydan savaşında yaş adı.Büyük bir şaşkınlık içinde kaldı.Kimin dediğini kabul edecek? Hangi sesleri dinleyecek? Hangi yoldan gidecekti?

Sonunda şeytan galip geldi. Kin ve düşmanlık bastırdı. Azgın ve kötülüksever nefsi zaferi kazandı ve alıştıra alıştıra, boyun eğdirerek kardeşini öldürmeyi kendisine hoş gösterip basitleştirdi.

Bu âyetin psikolojik açıklamasını yaparken Muhammed Reşid Rıza şöyle der: " Kardeşini öldürmeyi nefsi alıştıra alıştıra kendisine hoş gösterdi" âyetini içimde duyduğum şekilde belagat yönünden açıklayan kimse görmedim. Halbuki bu âyet, kalbi saran ve her taraftan baskı yapan bir belagata sahiptir.

Şimdi yazıyorum ama, âyetin içimde bıraktığı etki ve reaksiyon yüzünden kalbim yazmaktan beni alıkoyuyor. Bu kelimeler, atı ve deveyi alıştırıp uysallaştırmak gibi, öldürmeye götüren kıskançlığa fıtratı alıştırıp boyun eğdirmek için bu işin tekrar tekrar yapıldığını ve aşamalardan geçildiğini gösteriyor. Bu kelimeler, onları anlayan kişilere, kıskançlığın kardeşini öldürmeyi süslü gösterdiği Adem'in iki oğlundan birini canlandırıyor. Bu kişi bir adım ileri, bir adım geri atıyor. Kardeşinin hikmetli sözlerini birer birer düşünüyor, her birinin kendisini cinayeti işlemekten alıkoyduğunu görüyor ve fıtratta bulunan akıl, akrabalık ve dehşet gibi engelleyici etkenleri destekliğini hissediyor. Ama kötülüğü emreden nefsinin kıskançlığı, kötülükten dolayı kınayan nefsinin bütün engellemelerine saldırıyor. İki taraf arasında çatışma ve çarpışmaya sürüyor. Sonunda kıskançlık, önüne çıkan bütün engelleri aşıyor ve kendisini esir alıyor. Fıtrat ve öğüt engellerinin kıskançlık etkenine boyun eğmesi, Yüce Allah'ın belirtmek istediği alıştırma ve hoş gösterme olayıdır. Bütün bunlar gerçeklşince, kardeşini öldürüyor."[133]

 

Ve Öldürdü:

 

Kin besleyen adam, kerdişini öldürmeyi kendisine kabul ettiren nefsine boyun eğdi, cinayetini işledi, kardeşinin kanını döktü ve öldürdü.

Evet, öldürdü. Bu şekilde, bir keüme ile sahne bitti ve perde kapandı. Kur'an, cinayeti bir kelime ile belirterek uzun anlatmamıştır. Onun yerine, öldürmenin sonuçlarına geçmiş ve "Zarar edenlerden oldu" demiştir.

Kur'anın,    cinayeti   tek    "Öldürdü"    kelimesi    ile

belirtmesinde birtakım hikmetler vardır:

1- Kardeşin   kerdişini   öldürme   sahnesini   Kur'anın geçmek istemesi. Çünkü bu olay, ayrıntılı olarak anlatmaya ve üzerinde uzun uzun durmaya layık değildir. Ve cinayet işlendi. Bunu anlatmak için bir tek kelime yeterlidir.

2- Kur'an, bu ürpertici ve ürkütücü sahnenin ayrıntılarını anlatarak okuyucu ve dinlecinin zihninde asılı durmasını, böylece okuyucu veya diniecinin bu olayı kabullenme veya benimseme duygusuna sahip olmasını istemiyor. Onun için öldürme sahnesini atlayarak ondan doğan sonuçiara ve zararlara dikkati çekiyor ve kişilerin zihninde kalabilecek olayı beğenme ve örnek alma izlerini silmek istiyor.

3- Sanki Kur'an, öldürme ile ilgili olarak kendisinin söyledikleriyle yetinmemizi istiyor. Sözkonusu cinayetin ayrıntılarını anlatm adığına göre bizim de bu konuya dalmamız doğru değildir. Kur'anın anlatımı sınırları içinde kalmamız ve öldürme işleminin ayrıntılarını anlatan her tülü anlatımı bir yana bırakmamız gerekir. Çünkü bu ayrıntılar kimi tefsircilerin israiliyattan aldığı bilgilerdir. Halbuki Allah'ın kelamını mitoloji, yalan ve uydurma olan şeylerle açıklamak caiz değildir. Nitekim israiliyat haberlerin genel özelliği budur.[134]

 

Kardeşi Öldürmek Tümden Zarardır:

 

Kardeş kardeşini öldürdü. Fakat eline ne geçti? Acaba amacını ve hedeflerini gerçekleştirdi mi? Lanetli şeytan ve kötü nefsinin kendisine vadettiğini elde etti mi?

Şüphesiz kardeşinin kanını dökmekten hiçbir yararı olmadı ve eline hivbir şey geçmedi. Aksine her yönden kaybetti etti ve "Zarar edenlerden oldu"

'Zarar' kelimesinin içerdiği bütün alamlar, canlandırdığı bütün şekiller ve ortaya çıkardığı bütün sonuçlarıyla her yönden    zarar   etti.    Zararlarından    bazılarını   şöyle sıralayabiliriz:

1- Kanmı döküp öldürmekle kardeşini kaybetmiştir.

2- lşlediği cinayetten dolayı kendisine kızıp öfkelenen anne babasını ve yakınlarını kaybetmiştir.

3- Kendisİni kardeşine bağlayn kardeşlik anlam ve bağlarını kaybetmiştir.

4- Rahmet,sevgi ve hoşgörü gibi insanlığın tüm güzel anlamlarını yitirmiştir.

5- Kendini, huzur ve rahatını, güven ve mutluluğunu yitirmiştir.

6- Güzel, pozitif ve yararlı hayatını kötü, haksız ve zararlı    bir    hayata    dönüştürmekle    kendi    hayatını

kaybetmiştir.

7- Allah'ın cennet ve rahmetinden çıkarıp azap ve ateşine çevirmekle ahiret hayatını kaybetmiştir.

8- Tarihini kabetmiştir. Çünkü artık tarihi zulüm, azgınlık ve haksızlığın tarihi olmuştur. Kötülük ve bozgunculuğun örneği, zalim ve kötü her katilin öncüsü

olmuştur.

"Zarar  edenlerden  oldu"  sözünün  anlattığı zararın bütün anlam ve şekilleriyle zarar etmiştir. Bütün bu zararların sebebi, şeytanın kışkırtmalarına kulak vermesi ve dediğini kabul etmesidir.

Kim Allah'a itiatsizlik ederse, bu zarara uğrar. Çünkü her günah ve isyanın doğal bir sonucudur bu. Şeytanın adımlarını izleyen her sapığın kaçınılmaz sonucudur bu. Küfür, isyan ve ahlaksızlığın meyvesidir bu.

Kin besleyen bu zalim, kardeşin zararlarını bir yana bırakıp şimdi de zaman ve mekan sınırlarını aşarak her zaman ve mekanı içine alan daha genel ve daha büyük zarara bakalım. Şüphesiz kardeş kanı döken herkes zarard adır. Haksız yere kim bir insanı öldürürse, zarard adır. Yüce Allah ne güzel buyuruyor: "Bunun için Israiloğullarına şöyle yazdık: Kim bir kimseyi bir kimseye veya yer yüzünde bozgunculuğa karşılık olm adan öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu diriltirse {ölümden kurtarırsa)bütün insanları diriltmiş gibi olur."

İslam ümmeti birbiriyle vuruştuğu zaman bu zararı görmektedir. Sevgi, şefkat, kardeşlik ve hoşgörünün yerini düşmanlık, kin ve haksızlık aldığı zaman bütün ümmet zarar etmektedir. Tarih bunu kesin olarak bize bildirmektedir. Ümmet kardeşlik, sevgi ve dayanışma üzerine birleştiği, bir tek kişinin kalbi üzerinde buluştuğu zaman, kazanıyor, başarıyor ve üstün geliyordu. Ama ne zaman anlaşmazlığa düştü, birbiriyle vuruştu ve birbirinin kanını döktü, o zaman da her şeyini kaybetti.

İslam  ümmetinin   zarar  ettiğinin  en   açık  örneği, çağımızda   çektiği   sıkıntılar   ve   içine   düştüğü   acıklı durumdur.    Ümmet   bölünüp   parçalanmış,    bireyleri anlaşmazlığa düşüp birbiriyle savaşmış, birlik, kardeşlik ve güçlerinden   soyutlanmışlardır.   Bunun   sonucu   olarak müslümanlar    kaybetmişlerdir.     Ama    her    alanda kaybetmişlerdir.   Canlarını  ve  insanlarını  kaybetmişler, ahlak   ve   bağlarını   kaybetmişler,   mal  ve   servetlerini kaybetmişler, varlık ve kimliklerini kaybetmişler, etki ve konumlarını kaybetmişlerdir.[135]

 

Zavallı Katile Karga Yol Gösteriyor:

 

Katil, kardeşini öldürdü, ama kardeşinin cenazesini ne yapacağını bilemedi. Bu güçlü ve inatçı adam, cenaze karşısında aciz ve zavallı kaldı. Allah ona acizlik ve güçsüzlüğünü göstermek istedi ve kendisine yol gösteren bir karga gönderdi. "Allah kardeşinin ölüsünü nasıl gömeceğini göstermek üzere, ona yeri eşeleyen bir karga gönderdi. "Bana yazıklar olsun i Kardeşimin ölüsünü örtmek için bu karga kadar olam adım" dedi ve ettiğine yananlardan oldu."

Karga bir tane miydi, yoksa iki tanae mişdi? Kargalar birbirini öldürdü mü? Öldürülen karganın ölüsünü gömmek için öldüren karga yerde bir çukur açtı mı?

Bu soruların cevabını bilmiyoruz. Çünkü Kur'an ve sahih hadislerde bunların cevabını bulamıyoruz, âyeti ashap nasıl anîammışsa, biz de onunla yetiniyoruz.

Önemli olan, katilin ne yapacağını bilemediğidir. Kardeşinin ölüsünü nasıl gömeceğini Öğretmek için karga gelmiş, toprağı uzun süre eşeledikçe eşelemiş ve sonunda kendisi gibi kazmaya çağırıyor gibi katilin dikkatlerini kendisine çekmiştir. Zavallı katil, karganın işaretini anlamış, topra§ı kazmış ve ölüyü gömmüştür.

Katil olan bu insana karganın gömme işini öğretmesi üzerinde biraz düşünürsek şu işaretleri içerdiğini görürüz:

a- Bu olay, meydana gelen ilk öldürme olayıdır. Çünkü katil, ölünün cesedinden nasıl kurtulacağını bilememiştir. Bu da, daha önce söylediğimiz gibi, katilin Adem'in öz çocuğu olduğunu gösterir.

b- Kuvvetli, zeki, kavrayışlı ve ne yapacağını iyi bilen, meydan okuyup haksızlık, zulüm ve barbarlık işleyen, ama önüne çıkan bir problem karşısında eli ayağı dolaşan, çok bilmiş bu insana yol göstermek için aklı, bilgisi ve zekası olmayan bir karganın rehberliğine bile muhtaç olan bu zavallı kinci insanın aczini ve zavallılığını kanıtlamaktadır.

c- Zavallılığmdan   dolayı   bu   insana   gülmekte[136], cahillik,   aptallık  ve  basitliğinden  doİayı   onunla   alay etmektedir.  Çünkü karga gelinceye kadar kedisine yol gösterip öğretecek birini bekleyip durmuştur.

iddia, bilgiçlik, bağırıp çağırma ve küçük dağlan ben yarattım, dercesine dünyaya meydan okuyan, ama en açık gerçekleri görmekten ve en basit işleri yapmaktan aciz kalan insanlara yuh olsun! çok bilgiçlik taslayan, ama çok şeyde zır cahil olan bu insan nice temel işlerden bile habersizdir![137]

 

Katil, Yaptığına Pişman Oldu, Ama Tevbe Etmedi:

 

Katil, kardeşinin ölüsünü gömdükten sonra, Yüce Allah'ın buyurduğu gibi " büyük bir pişmanlık duydu." Fakat pişmanlığı pozitif değil, negatif bir pişmanlıktı. Kin besleyen aciz birinin pişmanlığıydı,tevbe eden günahkarın pişmanlığı değildi. Büyük bir yarar elde etmeyi umarken, çok büyük bir zarar ettiğini anlayan birinin pişmanlığıydı.

Biri sorabilir; Kur'an belirttiği gibi, Madem ki katü işlediği cinayetten dolayı pişman oldu, neden Allah onu bağışlam adı? Haibuki biliyoruz ki günah işleyip pişman olan ve rabbine tevbe eden herkesin tevbesini Allah kabul eder.

Bu sorunun cevabı şudur: Katil eğer tevbe etmek üzere pişmanlık duysaydı, elbette Allah tevbesini kabul ederdi. Fakat katil böyle pişman olmadı. O tevbe etmedi, yaptığından dolayı bağışlanma istemedi, yanlış ve günah işlediğini bile hissetmedi. Böyle yapsaydı, Allah onu bağışlardı. Çünkü O, bütün günahları bağışlar. Samimi olarak tevbe eden herkesin tevbesini Allah kabul eder.

Katilin pişmanlığı, ölüyü ne yapacağını bilememesinden dolayı olmuştur. Karga gelip ölüyü ne yapacağını öğretince, insanlığından utanmış, zeka ve kuvvetine hakaret gelmiş gibi, büyük bir pişmanlık duymuştur.

Pişman olmasının başka bir sebebi de olabilir. Şüphesiz öldürmekten amacını tam gerçekleştiremedi.  Kardeşini, kendini   ve   hedeflerini   yitirdi.   Pişmanlığı,   amacına ulaşamaması ve umutlarının boşa gitmesine olmuştur.

Katil, iki pişmanlığı birden duymuştur; hem zarar ettiğine pişman olmuş, hem de ettiğine yanmıştır. Böylece"zarar edenlerden" ve "pişman olanlardan" olmuştur.[138]

 

İnsanların Tümünü Öldürmek ve Yaşatmak:

 

Kur'an,    Adem'in iki oğlunun öyküsü ve kin besleyen «atilin durumunu anlattıktan sonra şu sonuca varmakt adır: Bunun için Israiloğullarına şöyle yazdık: Kim bir kimseyi bi   kimseye veya yeryüzünde bozgunculuğa karşılık olm  öldürürse,bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu diriltirse (ölümden kurtarırsa) bütün insanları diriltmiş gibi olur."

Bu, kesinlik belirten şart kipi ile söylenmiş Kur'anın doğru ve kesin bir geçeğidir. Evet, kim bir kimseyi bir kimseye veya yer yüzünde bozgunculuğa karşılık olm adan öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de diriltirse, bütün insanları diriltmiş gibi olur.

Haksız yere bir insanı öldüren herkes, bütün isanları öldürmüş gibi olur. Ama neden ve nasıl böyle olur?

1- Bir insanı Öldürmek, bütün isanları öldürmektir. Çünkü insanın ilk defa insanı öldürmesi ve Âdem'in iki oğlundan birinin yaptığı gibi, uzun zaman tereddüt, korku, endişe ve çekingenlik arasında bocalaması, sonra da haksızlık ve batılın sesinin galip gelmesi sonucu öldürmeye kalkışması ve kendisiyle öldürme arasındaki psikolojik engeii aşması çok zor bir olaydır.

Bu katil, ikinci kez birini öldürmek isterse, iş bu sefer onun için daha kolay olur, vicdanının tepkisi azalır, tedirginlik ort adan kalkar, üçüncü, dördüncü, beşinci ve sonraki öldürmelerde artık korku, endişe, kararsızlık, ürkme, çekingenlik ve tereddüt kalmaz. Bu şekilde öldürmeyi meslek edinen bu katilin nazarında öldürme olayı, tuhaflığı bulunmayan ve sakınma gereği duyulmayan normal ve doğal bir iş haline gelir.Böylece o katil, bütün insanları öldürmüş gibi olur.[139]

2- "Bütün insanları öldürmüş gibi olur'1  cümlesinin çağrıştırdığı bir anlam daha vardır. Şöyle ki;Bir tek insana saldırmak ve haksız yere kanını dönmek, bütün insanlara saldırı ve insanlığın canının alınması demektir. Sanki her insanda bulunan canı almak gibidir.

insanda insanlık özelliği değerli bir şeydir. İnsanın insanlığı da dokunulmazlık ve koruma altınd adır. Bütün insanların onu koruma, savunma ve saygı göstermesi bir görevdir. Kin besleyen ve haksızlık yapan herkesin elini tutmaları, haksızlık ve saldırısına engel olmaları ve başkasının canını almasına karşı çıkmaları gerekir. Çünkü birini haksız yere öldürmesi, bütün insanların insanlığını öldürmüş gibi olur.

"kim diriltirse, bütün insanları diriltmiş gibi olur" sözü de iki anlamı çağrıştırmakt adır:

1- İnsanın kardeşi olan bir insanı koruması ve diriltmesi, içinde insanlık anlamlarının kökleştiğini, erdemli insanlık ahlakına sahip olduğunu ve davranışlarına bu ahlakın yön verdiğini gösterir.

2- Insanların canlarına saygı gösteren ve koruyan bir insan, bu seçkin insani davranışta başkalaına güzel örnek olur. Başkalarının canlarını yaşatmaya yönlendirmede bu insan çok büyük etki eder.

Şu gerçeği belirtmeden geçemiyeceğiz; İnsanda bu insani anlam,islamda olduğu kadar başka hiçbir yerde yoktur, insanın insanlığına İslam kadar değer veren ve saygı gösteren başka bir şey yoktur.Islama bağlı olan müslümanlar kadar da insanın insanlığını koruyan kimse yoktur. Tarih, bu gerçeğin şahididir. Şair bunu ne güzel dile getirmiştir:

"Egemen olduk,   adalet bizim karakterimizdi-ama siz hakim olunca, vadide kanlar aktı.

Esirleri öldürmeyi helal gördünüz-halbuki biz her zaman esirleri bağışlayıp iyilik ettik.

Aramızda fark olarak bu kadarı yeter-çünkü her küp içindekini sızdırır."

Müslüman olmayanların yarımda en kolay şey, çağımızda gödüğümüz gibi, insanı öldürmek, canı almak ve haksız yere kanı dökmektir.[140]

 

Niçin İsrailoğullanna Yazdık?

 

Öykünün   sonundaki   âyette   geen   şu   cümle   de dikkatimizi   çekmektedir:"Bu   sebepten   israiloğullarına yazdık" Acaba   Âdem'in iki oğlunun öyküsü ile Israilğulları arasında ne ilişki vardır? Niçin bu kadar milletin arasından özellikle israiloğullarına yazılmıştır?

Öyle görülüyor ki israiloğullan ile Adem'in katil olan oğlu arasındaki ilişki, öldürme ilişkisidir .İkisini birbirine bağlayan bağ, öldürme arzusu bağıdır.

Öyküde anılan Âdem'in iki oğlunun israiloğullarından olduğunu söyleyen ve Âdem'e nisbet edilmelerini, bütün insanların atası olması sebebiyle, genel bir nisbet kabul eden tefsirciler ne yazık ki bu anlamı kavramamış görünüyorlar. Bu şekilde söylemelerinin sebebi de "Bunun için israiloğullarına yazdık" cümlesidir.

Daha önce böyle söyleyenlerin görüşlerini tartıştık ve Kur'anm açık    ifadesinden anlaşıldığına göre iki oğtun Âdem'in   öz   çocukları   olduğunu   belirttik.   Şüphesiz buradaİsrailoğullarının anılması birtakım gerçeklere işaret etmektedir:

1- Allah'm gönderdiği risaletlerin birliği,  aynı temel inanç ve hükümler içermesi, haksız yere insanı öldürmek,

Âdem'in, çocuklarına tebliğ ettiği rabbani şariatında haram olduğu gibi,İsrailoğullan şeriatında da, islam şeriatında da haramdır.

2- Öldürme   düşüncesi,   israil   odğullarımn   ruhunda yerleşmiş, hayatında kök salmış, tarihlerinde yerleşmiş, davranış ve amellerine boyasını vurmuştur. Bu sebepten halklar arasında öldürmeye en çok heves eden ve öldüren insanlar olmuşlardır.

insanlık tarihi, bu söylediklerimizin doğruluğunu kanıtlamaktadır. Çünkü çoğu bireysel ve kitlesel öldürmelerin arkasında yahudilerin olduğunu görüyoruz.

3- Âdem'in katil oğlu İle Israiloğuİları arasında ortak özelliklerden biri de, insanlık anlamlarına düşmanlıkları, iman değerlerine kin beslemeleri, yanlış ve batıl üzerinde ısrar etmeleri, başkalarını kıskanmaları, işledikleri bir suç veya günah olmaksızın İnsanlara haksızlık yapmaları, dünya malına düşkünlükleri ve şeytanın peşinden gitmeleridir[141]

 

Öyküden Çıkarılacak Dersler:

 

1- Âdem'in İki oğlu, insanlardan farklı iki örneği temsil etmektedir.Biri barışçı, sakin, kimseye ilişmeyen mümin insan örneği. Diğeri de kin besleyen zalim kötü insan örneği. Tarihin her döneminde insanlık bu iki örneğe tanık olmuştur.

2- Katil adam kendini şeytana teslim etmiştir.işlediği cinayet de şeytanı dinlemesinin ve adımlarını izlemesinin doğal sonuudur.

3- İki adam, Adem'in öz çocuklarıdır.

4- Katil adamın Adem'in öz çocuğu olması önemli bir şeye işaret etmektedir. Âdem peygamber olmasına rağmen, oğullarından biri batıl ve küfür yolunu seçmiştir. Âdem ve Nuh'un oğullan gibi, peygamberlerin de bozuk ve kafir çocukları olabildiği gibi, iyi insanların da bozuk çocukları olabilir. Bu da, çocuklarına karşı öğretme, eğitme ve uyarma görevlerini yerine getirmeleri şartıyla iyi insanlara bir eksiklik getirmez.

5- Kur'anm emrettiği gibi öyküyü gerçek ve doğru olarak okumak, Kur'an ve sahih hadiste geçtiği kadarıyla yetinmeyi, israiliyat ve uydurma başka haber ve bilgilere iltifat etmemeyi gerektirir.

6- Tartışmah olan İşleri Allah'a havale etmek ve onun hükmüne razı olmak gerekir. Bu, mümin olduğunu söyleyen kişinin doğru söylediğinin delilidir. Bununla anlaşmazlık çözülür ve doğru hüküm bulunur.

7- Yüce Allah ancak takva sahiplerinden kabul eder. Allah'ın kendisini ve amelini kabul etmesini isteyen herkes, takva sahibi niteliğini taşıması gerekir.

8- Kardeş haklı ise, müminin ona hakkını teslim etmesi ve bunun hiçbir şekilde kardeşi ile olan ilişkilerini bozmasına ve olumsuz etkilemesine izin vermemesi gerekir.

9- Yanlışhkla öldürme dışında, mümin kişinin başka bir mümini Öldürmesi kesinlikle haramdır ve kısas olarak öldürülmeyi gerektirir.

10- Mümin kişiyi mümin kardeşinin kanını dökmekten alıkoyan şey, Âlemlerin rabbı olan Allah korkusudur. Yoksa zayıflık, acizlik, korkaklık ve beceriksizlik değildir.

11- Haksız yere öldüren kişi, iki günah kazanır. Öldürdüğü için kendi günahı, bir de haksız yere öldürdüğü kişinin günahı.

12- Katil veya cani, ilk defa öldüreceği zaman içinde çok acı bir psikolojik savaş yaşar. Çünkü içinde hak ve iyilik anlamları ile şeytanın dürtü ve teşvikleri arasında savaş olmaktadır.

13- âyetlerin daha geniş bir perspektiften anlaşılması ve bu anlamlara yeni boyutların kazandırılması için modern bilimlerden ve gelişmelerden yararlanmak gerekir. Tıpkı "Kardeşini öldürmeyi nefsi kendisine alıştıra alıştıra hoş gösterdi" /'Yazıklar olsun bana! bu karga kadar bile olam adım, dedi","Pişman olanlardan oldu", "kim bir kimseyi bir kimseye veya yer yüzünde bozgunculuğa karşılık olm adan öldürürse,bütün insanları öldürmüş gibi olur" âyetleri için yapmaya çalıştığımız açıklamalar gibi.

14- Suçlu suçunu işlediğinde her şeyini yitirir.

15- Azgınlaşan, meydan okuyan ve zorbalaşan insan, bazan çok basit olan işler ve problemler karşısında aciz kalır ve hiçbir şey yapamaz.

16- Pişmanhk iki türlüdür. Biri tevbe ve bağışlanmaya götüren pişmanlık. Bu da tevbe eden kişinin pişmanlığıdır. Biri de buna götürmeyen pişmanlık. Bu da aciz* başarısız ve zarar eden kişinin pişmanlığıdır.

17- Haksız yere bir insanı öldürmeyi caiz gören bir kişi, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Çünkü öldürmekten kaçınmak, cinayeti işlemeden önce olur. Ama işledikten sonra bu kaçınma kaybolur ve öldürme artık sanki bir hobi, bir sanat ve mesleğe dönüşür.

18- Katil ve saldırganlara insanların engel olması ve şeytanca hobilerini gerçekleştirmekten alıkoyması gerekir.

19- Dünya milletleri arasında haksız yere en çok öldüren, kan döken ve zulmedenler yahudilerdir.

20- kim güzel bir çığır açarsa, kıyamet gününe kadar hem kendi sevabını alır, hem de o çığırdan gidenlerin sevabı kadar sevap alır. Çünkü iyi işlerde başkalarına örnek ve önder olur. Kim de kötü bir çığır açarsa, kiyamet gününe kadar hem kendi günahını yüklenir, hem de o çığırdan gidenlerin günahı kadar yüklenir. Çünkü kötü işlerde başkalarına Örnek ve önder olur.

Onun için Adem'in kin besleyen katil ilk oğlu, kiyamet gününe kadar haksız yere öldürenlerin günahı kadar günah yüklenir. Çünkü ilk defa öldürme çığırını o açmıştır.[142]

 

IV- ALLAH'IN ÂYETLERİNDEN SIYRILAN ADAMIN ÖYKÜSÜ

 

Kuranda Allah'ın Âyetlerinden Sıyrılan Adamın Öyküsü

 

"Onlara, kendisine verdiğimiz âyetlerden sıyrılarak azgınlardan olan ve şeytanın önüne kattığı adamın öyküsünü anlat.Düeseydik onu âyetlerimizle üstün kılardık .Fakat o, yere çakılıp kaldı ve hevesine uydu.

Durumu,üstüne varsan da, kendi haline bıraksan da, dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir.İşte âyetlerimizi yalan sayan kimselerin hali budur. Sen onlara bu öyküyü anlat, beiki üzerinde düşünürler, âyetlerimizi yalan sayan, kendine zulmeden millet ne kötü bir Örnektir. Allah'ın doğru yola ilettiği kimse, doğru yolda olur. Saptırdığı kimseler ise, işte olar mahvolanlardır."[143]

 

Öykünün Ayrımlılarını Veren Bilgiler İsrailiyattır.

 

Rivayet tefsirleri, Allah'ın kendisine âyetlerini verdiği, ama kendisi onlardan sıyrılıp şeytana uyan adamın öyküsü için bir sürü ayrıntılar anlatırlar. Bu ayrıntılarda adamın adını,    işini,    Allah'ın    kendisine    verdiği    âyetleri, israiloğullarına karşı savaşmasını ve bu savaşın ayrıntılarını verirler.   Anlatılan   bu   şeylere   inanmaktan   insanları sakındırmak için onlardan bir örnek verelim.

Taberi, tefsirinde, Salim Ibn Nadr'ın şöyle anlattığını rivayet eder: "Hz.Musa, Şam bölgesinin kenan toprağına geldiğinde Bel'am, Belka'da bulunan Balia köyünde bulunuyordu. Hz.Musa, İsrailoğullarıyla o yere geldiğinde, Balia halkı Bel'am'a gelerek şöyle dediler: Imran oğlu Musa israiloğulİarıyla beraber gelmiş, bizi yerimizden çıkarıyor, bizi öldürüyor ve toprağımızı israiloğullarına veriyor. Biz senin halkınız, başka bir yerimiz de yoktur, sen duası makbul olan bir adamsın, çık, onların aleyhine Allah'a dua et.

Bel'am şöyle dedi: Yazıklar olsun size! Allah'ın peygamberinin yanında elekler ve müminler vardır. Gidip onların aleyhine nasıl dua ederim? Kaldı ki ben Allah'tan bilgileriolan bir  adamım.

Bizim yerimiz yoktur, dediler ve kendisine yalvarıp yakarmaya devam ettiler, sonunda gönlünü yaparak saptırdılar.

Dişi eşeğine bindi ve israiloğuliarı askerlerini görebileceği Husban dağına doğru yöneldi. Dişi eşeği bir süre gittiten sonra, yere çöktü, üzerinden indi ve vurdu, canını yakınca eşek kalktı, kendisi de ona bindi. Çok gitmeden bîr daha çöktü, o bir daha vurdu. Bunun üzerine Allah eşeği konuşturdu, Bel'am'ın aleyhine delil olmaküzere kendisiyle konuştu ve şöyle dedi:

Yazık sana Bel'am! nereye gidiyorsun? Önümde beni geri   çeviren   melekleri   görmüyor   musun?   Allah'ın peygamberine ve müminlere gidip onlara beddua etmek için mi gidiyorsun?

Fakat Bel'am eşeği dövmeye devam etti. Allah eşeğin yolunu açtı. O da yol ad evam ederek Musa'nın askerlerini ve Israiloğullarını görebileceği Husban dağının tepesine kadar geldi.

Beİ'am, onlara beddua etmeye aşl adı. Onların aleyhine ne söylediyse, dilinden kendi halkı adına çıkıyordu. Halkı ona "Belma, ne yaptığını biliyor musun? Onların lehine, bizim aleyhimize dua ediyorsun" dediler. Bu benim elimde değildir. Bu, Allah'ın yaptırdığı bir şeydir, dedi.

Bel'am'ın dili uz adı ve göğsüne sarktı.Şimdi dünyayı da, ahireti de kaybettim, artık hile ve komplodan başka elimden birşey gelmez, sizlerin yararı için hile ve komplolar kuracağım, dedi.

kadınları süsleyin, onlara malları verin ve satmaları İçin askerlerin arasına gönderin ve hiçbir kadın beraber olmak isteyen askere hayır dememesini emredin, onlardan bir kişi zina ederse, hepsinin hakkından gelirim, dedi. Onlar da söylediklerini yaptılar.

Kadınlar  askerlerin   arasına  girince,   Kenanilerden Kesba   Binti   Sur   (halkın   lideri)      adında   bir   kadın Israiloğullannın   ileri  gelenlerinden  Zemra   Ibn  Şalom (Şem'un oğullarının lideri)  adında bir adamın yanına girdi. Zemra ayağa kalktı ve güzelliğine vurularak elinden tuttu, Musa'nın yanma götürdü ve şöyle dedi "Herhalde buna haramdır, demiyeceksin". Musa, evet, o sana haramdır, sakın yaklaşma, dedi.    adam, Allah'a yemin ederim, bu konuda senin sözünü dinlemeyeeğiz, dedi. Sonra çadırına götürdü ve cinsel ilişki kurdu.

Allah, israiloğullannda salgı hastalık çıkardı. Musa'nın işlerine Fanhas İbn Ayzar bakıyordu.Allah ona kuvvet ve heybet vermişti. Zemra İbn Şalom yapacağını yaptığında bu adam hazır değildi.

Geldi ve salgınhastalığın Israiloğullarını biçtiğini gördü.Demir mızrağını aldı ve adamın çadırına girdi.kadın erkek kucak kucağa yatıyordu, işlerini bitirdi ve çıkarıp göğe kaldırdı. Mızrağı eliyle tuttu, sakalına dayadı ve dirseğini böğrüne koyarak "Aliahım! sana isyan edenlere böyle yaparız" dedi.

Salgın hastalık bitti. O saatte israiloğularından salgın hastalıktan ölenleri saydılar, yetmiş bin kişi olduklarını gördüler. Bel'am İbn Baura hakkında Yüce Allah Muhammed'e "kendisine verdiğimiz âyetlerden sıyrılarak azgınlardan olan kişinin olayını anlat" âyetlerini indirdi."[144]

 

Bütün Bunlar Yalandır:

 

Bu ayrıntılar Hz.Peygamberden nakledilmiş değildir. Yani Hz.Peygamber bunları söylememiştir. Bu adamın öyküsü, öncekilerin öykülerinden olduğu ve bu öykülerin Allah'tan başka kimsenin bilmediği ğayb âleminden olduğu için hiçbir kimsenin bunların ayrıntılarına dalması ve insanlardan bu konuda bilgiler alması caiz değildir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, bu öykülerle ilgili olarak Kur'anın ve sahih hadislerin söyledikleriyle yetinmek zorundayız.

Bütün bu sebeplerden sözkonusu adamla ile ilgili anlatılan bu haberlerin tümünü redediyoruz. Onları mitoloji ve israliyat biigiier sayıyoruz. Allah'ın kelamı da bu israiliyat ve mitolojilerle tefsir edilemez.

Kur'anda öncekilerin öyküleri konusunda izlediğimiz metoda uygun olarak israiliyat olan bu haberleri, kendisinden sakındırmak, uydurma olduğunu beliıtmek, red ve terkedilmesini sağlamak amacı dışında rivayet edilmememsi gerektiğini söylemek için belirttik.Kabul ederek, güvenerek ve insanlar arasında yaymak amacıyla bizden kimsenin nakletmesi caiz değildir.[145]

 

Bu Ayrıntılar İçin Seyid Kutup Ne Diyor?

 

İsrailiyat   olan   bu   ayrıntıların   kabul   edilmemesi geektiğini söyleyen Seyyİd Kutup şöyle der:

"Bu olay, okunan bir haber midir, yoksa çokça meydana geldiği için rivayet edilen haber şeklinde verilen bir örnek midir?

Bazı rivayetler, israil oğul lan girmeden Önce Filistin'de yaşamış olan iyi bir adamın haberi olduğunu söyler. Sapma öyküsünü de öyle ayrıntılı olarak anlatırlar ki, tefsir kitaplarına sokulan çok israiliyatı tanıyan bir kişinin bu haberlerin de onlardan biri olmadığından emin olamıyor. En azından, anlattıkları ayrıntıların hepsini kabullenemiyor.

Üstelik bu ayrıntılarda öyle çelişkiler, öyle zıtlıklar varki daha çok sakınmayı gerektiriyor, adamın Israilogullanndan Belam ibn Baura olduğu, Filistin'in zorbahalkından olduğu, Araplardan Umeyye ibn Ebi's-Salt olduğu, Rasululiahın peygamberliği zamanında yaşamış olan fasık Ebu Amir olduğu, Hz.Musa'nın çağdaşı olduğu, ondan sonra, İsrailoğullanmn Filistin'e girmeyi red etmesinin adından kırk yıl Sina çölünde yaşayan Israiloğuüanyla zorbalara karşı savaşan Yuşa ibn Nun zamanında yaş adığı anlatılır.

Aynı şekilde, kendisine verildiği söylenen âyetlerin kendisiyle dua edildiğinde duanın kabul edildiği kabul edilen "Allah'ın azam ismi" olduğu, kendisinin peygamber olduğu ve bu âyetlerin indirilmiş bir kitap olduğu söylenir. Ondan sonra bu haberin ayrıntıları alabiliğine farklı olmuştur.

Onun için, Fizilali'l-Kur'anda izlediğimiz metoda uygun olarak, bu şeylerin hiçbirine dalmak istemiyoruz. Çükü bunların hiçbiri Kur'anda yer almaz, sahih    hadislerde onlardan   hiçbir   şey   geçmez.   Bunun   dışında   kalan haberlerid e almıyoruz."[146]

 

Adamın Öyküsünde Belirsizlikler:

 

Allah'ın kendisine verdiği âyetlerden sıyrılan adamın öyküsünde Kur'anın ve sahih hadislerin açıklam adığı belirsizlikler olup onları belirtmek mümkün değildir. Açıklamaya çalışırı adan üzerinde durulması gereken bu belirsizliklerden bazıları şunlardır:

1- Allah'ın âyetlerinden sıyrılan, bilgiyi bırakıp şeytanın peşinden giden adamın adı. Öncekiler adamın adı konusunda ihtilaf etmişlerdir. Kimileri adamın Belam İbn Baura, kimileri Umeyye Ibn İbi's-Salt, kimileri fasık Ebu Amir, kimileri de başka kişiler olduğunu söylemişlerdir. adını bilme konusundaki bu ihtilafın üzerinde durmanın hiçbir yararı olduğunu düşünmüyoruz, adının bilinmesinde bir yarar veya çıkar olsaydı Kur'an ve sahih hadisler onu açıklardı.

adı üzerindeki ihtilafa değinen Taberi'nin şu sözleri çok yerindedir:"Yüce Allah, peygamberine, âyetler ve hüccetler verdiği bir   adamın haberini halkına okumasını emretmiştir. Allah'ın kendisine âyetler verdiği  adam Belam da olabilir, Umeyye de olabilir."[147]

2- adamın yaş adığı zaman,   adam, israiloğullarından olabileceği gibi, zorbalar veya Hz.Musa zamanındaki Kenaniler veya Hz.Musa'dan sonra Yuşa Ibn Nun zamanında yahut Rasulullah Mekke veya Medinede olduğu zaman yaşamış olabilir, adamın yaş adığı zamanı veya hangi milletten olduğunu kesin olarak belirlemek mümkün değildir.

3- Allah'ın kendisine verdiği âyetler. Acaba, kendisi ile dua edildiği zaman Allah'ın duayı kabul ettiği yahut kendisiyle istendiği zaman Allah'ın verdiği ismi azam mıdır? Yoksa Allah tarafından kendisine indirilen bir kitap mıdır? Yahut akli manevi âyetler midir?

4- Aflah'm    âyetlerinden    sıyrılmasının    ayrıntıları, sıyrılmanın şekli ve yeri.

5- Şeytanın ona veya onun şeytana uymasının şekli.

6- Köpek gibi sürekli dilini çıkarıp solumasının şekli ve sebebi.[148]

 

 

Öyküdeki Üstün Edebi Tasvir:

 

Allah'ın âyetlerinden sıyrılan adamın öyküsü üstün edebi tasvir üslubuyla anlatılmıştır. Bu üslup, Kur'anın anlatımında tercih edilen ve konularının dörtte üçünün anlatımında kullanılan ve hasımları aciz bırakan edebi tasvir üslubudur. Kur'anda edebi tasvir nazariyesinin mimarı Üstad Seyyid Kutup, öyküdeki üstün edebi tasvir konusunda şöyle der:

"Arap dilindeki tasavvurlar ve tasvirler potansiyeli için yeni mi yeni olan ilginç sahnelerden bir sahnedir bu. Bir insan düşünün. Allah kendisine âyetlerini veriyor, lütfundan bağışlıyor, ilminden giydiriyor, yükselmek, hidâyeti bulmak ve Allah'ın gösterdiği yolda yükselmek için tam bir fırsat veriyor, sonra bütün bunlardan elbiselerini çıkarır atar gibi sıyrılıp çıkıyor.Sanki elbisesi ve derisi olan âyetlerden sıyrılıp çıkıyor. Şiddet, meşakkat ve büyük çaba ile onlardan sıyrılıyor. Vücuduna yapışmış olan derisinden sıyrılır gibi sıyrılıyor. İnsanın yapısı,derinin vücuda yapışık olduğu gibi, Allah'a imanla yapışık değil midir?

adam Allah'ın âyetlerinden sıyrılıyor,koruyucu örtüden ve saklayan zırhtan soyunup çıkıyor. Hevesine uymak için hidâyetten ayrılıyor. Karanlık çamura yapışmak için aydınlık ufuktan aşağı iniyor ve şeytanın boyhedefi oluyor, ondan kendisini hiçbir şey korumuyor, hiçbir şey esirgemiyor, böylece şeytan onun peşine düşüyor, onunla oturup kalkıyor ve avucunun içine alıyor.

Bir de bakıyoruz kendimizi çok ürkütücü ve uğursuz bir manzara   karşısında   görüyoruz.    Bu   yaratığın   yere yapıştığını, çamura bulandığını, köpek suretine girdiğini, kovulsa  da,   kovulmasa  da  dilini  çıkarıp  soluduğunu görüyoruz. Hareketli olan bütün bu sahneler ardarda ve sıra   ile  geliyor,   hayal  onları  şaşkınlık,   hayranlık  ve duygulanma ile izliyor. Son sahne olan sürekli dili çıkarıp soluma  sahnesine  geldiğinde,  bütün  manzara  için  şu ürpertici ve anlamlı kararı işitiyor: "İşte âyetlerimizi yalan sayan kimselerin Örneği budur. Sen onlara bu öyküyü anlat, belki üzerinde düşünürler, âyetlerimizi yalan sayan millet için    ne    kötü    bir    örnektir.    Onlar    kendilerine zulmediyorlardı."[149]

Seyyid Kutub'un verdiği gibi, âyetin aciz bırakan genel anlatımından, tasvir eden canlı sahnenin bazı resimlerine işaret etmeye geçelim.

l- "Onlardan sıyrıldı" sözlerinin akla gelen soyut zihinsel anlamı, Allah'ın âyetlerini bırakması ve üzerinde bulunduğu haktan ayrılmasıdır.

, Fakat âyet, soyut olan bu anlamı etkileyici bir surette sunmakt adır.Sanki kendisine verilmiş âyetler onun vücuduna yapışmış ve derisi haline gelmiştir.Allah'ın âyetlerinden ayrılmak istediğinde sanki derisinden sıynlmakt adır. Derisinden sıyrılmak için zor ve çatin girişimlede bulunan bu zavallının manzarasını gözünüzün önüne getirin! O yavaş yavaş ve parça parça olan sıyrılmayı tasavvur edin! Başının, ellerinin, göğsünün ve ayaklarının derisinden sıyrılmasını hayalinizde canlandırınız!

İnsanın derisinden sıyrılması mümkün müdür? Başka bir deyişle, insanın derisini sıyırması mümkün müdür? Bilindiği gibi insanın derisi çok ince ve hassastır. Sıyrılacak olsa bile, sıyırma işleminin çok acı, çetin, zor, dayanılmaz ve çekilmez bir şey olacağı kesindir.

Bir de insanın kendi derisini kendisinin sıyırmasını düşünün! Deri sahibinin kendi derisini çekip soymasını düşünün! Ne soyacak? Kendi derisini! Kim soyacak? Kendisi! Bu korkunç manzarayı ve ilginç sahneyi sadece"Ondan sıyrıldı"sözcükleri canlandırmakt adır.

2- Şeytan onun peşine düştü, cümlesi. Bu kez de o zavallı yaratığı üzücü ve aşağılayıcı yeni bir surette görüyoruz. Derisinden sıyrılmış ve çıkıp yola düşmüş olarak görüyoruz. Derişiz yürüyor! Normal bir şekilde yürüse bari! O zaman iş biraz daha kolaylaşır. Fakat öyle değil. Peşine şeytan takılmış olarak yürüyor, onu yürümeye, hatta koşmaya zorluyor. Ne zaman yorulsa ve duraklamak isterse, şeytan arkasından bir kamçı yapıştırıyor. Nereye? Derisinden sıyrılmış çıplak etinin üzerine! Kamçının deriyi nasıl yaktığını bilmeyen yoktur. Bir de bu kamçının sıyrılmış etin üzerindeki acısını düşünün!

Bu manzar ada yeni olan şey şudur: Kur'an, insanların şeytanın   adımlarını   izlediğini   ve   yolundan   gittiğini canlandıran başka tablolar sergilediği halde, bu tabloda adam şeytanın arkasından gitmiyor, şeytan onun arkasında adımlarını izliyor.

3- "Fakat o, yere çakılıp kaldı". Yani yere yapıştı. Yerdeki toprak, çamur ve pisliklere bulandı. Halbuki Allah'ın âyetleriyîe yükselebilir, izzet ve yücelik, doğruluk ve bağlılık, temizlik ve paklık âleminde kanatlanabilirdi. Fakat aşağı düşmeyi, yere çakılmayı, toprağa yapışmayı ve aşağılık olmayı seçti.

"İsteseydik, onlarla kendisini yükseltirdik" sözlerindeki asimetrik olan göğe yükselme ile yere çakılma sahnelerini düşünün! Yükselmeyi ve kanatlanmayı red eden kişi, elbette aşağıya düşecek ve toprağa çakılacaktır. Ya yükselmek veya aşağı düşmek, ya kanatlanmak veya aşağı inmek!

4- "Hevesine uydu". Bu adamın önündeki bir şeye uyduğunu görüyoruz. Bu şey, kendi hevesidir. Heves manevi bir şeydir. Ama bu canlı, hareketli ve tasvir edilmiş sahnede somut bir varlık olmuştur. Hatta hareket eden, yürüyen canlı bir kişiye dönüşmüştür. Derisinden soyulmuş bu   adam da onun peşine düşmüş gidiyor. Heves nereye gitse, o da arkasında gidiyor. Bu arada adamın arkasından gelen ve hızlı yürümesi için zorlayan şeytanın soyulmuş derisini kamçının yakmasını unutmayalım!

Derisinden sıyrılmış olan   adamın ark   ada kovalayan şeytan olmak üzere önündeki hevesine uyup gittiğini bu canlı    ve    hareketli    sahnede    seyrediyoruz.    Kaçıp kurtulmaması  için  iönünden  ve  ardından  kuşatıldığını görüyoruz. Önünde heves, arkasında şeytan!

5- "Üstüne varsan da, varmasan da, dilini sarkıtıp soluyan köpeğe benzer". Bu tablo, adamı horlamanın, manzarasını bozmanın ve yaptığını kötülemenin daniskasıdır. Bu tabloda köpek gibidir. Köpek onun gibidir. Yeni konumunda köpeğe benziyor. Fakat ne yönden köpeğe benziyor? İkisinin arasındaki ortakbenzerlik nedir?

Şüphesiz dilini sarkıtıp sürekli solumasında. Köpek daima solumakt adır.Üstüne varsan da, varmasan da solumaya devam etmektedir. Hevesine uyduğu için solumaktadır. Yere çakılıp kaldığı için solumakt adır. Şeytan sürekli yürümeye zorladığı için solumaktadır ve en kötüsü, derisinden sıyrıldığı için solumakt adır.[150]

 

Seyyid Kutup ve Öykünün Gerçeklik Boyutu:

 

Kur'anın öyküleri gerçek öykülerdir. Olaylarının gerçek âlemde ve zamanın herhengi bir diliminde meydana gelmiş anlamında gerçek öykülerdir. Kur'an öykülerinin gerçeklik boyutu vardır. Yani insanların yaş adığı her olguya ve realiteye uygun bulunmaktadır.Kahramanlannın nitelikleri, belirtileri ve özellikleri de, insanların yaş adığı herhangi bir Çevrede kişilere ve bireylere uygun düşmektedir, öncekilerden söz eden âyetler, sanki kişinin aramızda Sördüğü ve bildiği insanlardan sözetmektedir. âyetlerin bu inşaları tasvir ettiğini görmektedir.

Kur'anda öykülerin ve verdiği örneklerin genel niteliğidir budur. Konumuza gelince, Allah'ın âyetlerinden ayrılan/sıyrılan insan için âyetlerin verdiği örnek ve yaptığı benzetme, belirttiği nitelik ve özellikler, açıkl adığı hareket ve davanışlar gerçeklik boyutuna sahiptir. Çünkü aramızda yaşayan ve çevremizde bulunan insanlara uygun olduğunu görüyoruz. İlmi bırakan, dinden soyutlanan, başkalarını mutlu etmek ve Allah'ın dinini yaymak için kullanmak yerine, zalim ve tağutlara hizmet için din bilgilerini kullanan her kişiye uygun düştüğünü görüyoruz. Bu öykünün gerçeklik boyutunu en güzel açıklayanlardan biri şüphesiz merhum Seyyid Kutup'tur. Zalim ve azgınlara hizmet için din bilgilerini kullanan din adamı unvanlı kişileri çok yakından tanımıştır. Üstad bu konuda şöyle der:

"Kendilerine apaçık olduktan sonra Allah'ın âyetlerini yalanlayan, onları bildikleri halde onlara uygun hareket ekmeyen kişilerin durumunu açıklamaktadır. İnsanların hayatında bu haber ne kadar çok terartanmakt adır! Allah'ın dinini bildikleri halde hidâyet bulmayan, aksine bu ilmi Allah'ın kelamını değiştirmek için araç yapan kişiler ne kadar çoktur! Bu ilmi kendi heveslerine ve akıllarınca kendilerine dünya malından verme yetkisine sahip olan zorbalara yaranmak için kullanan niceleri bulunmaktadır!

Nice din alimleri gördük. Allah'ın dininin gerçeğini biliyor, sonra ondan ayrılıp ilmini bile bile yapılan tahrifler ve yeryüzünün geçici sultanlarına fetvalar için kullanıyor. İlmi  ile  yer  yüzünde  Allah'ın   otoritesine  ve  kutsal değerlerine saldıran zalim yöneticilere payandalık yapıyor.

Bulardan   öylelerini   gördük  ki   "Yasama  Allah'ın haklarındandır, kim kendisi bu yetkiyi kullanmaya kalkışırsa, ilahlık iddiasında bulunur, kim ilahlık iddiasında bulunursa kafir olur, kim de bu kişinin yaptığını kabul eder ve uyarsa o da onlar gibi olur"derler. Dinin apaçık bu gerçeğini bilmesine rağmen, yasama hakkına sahip olduklarını iddia eden, bununla ilahlık iddiasında bulunan ve haklarında kendisinin küfür hükmünü verdiği tağutların propagandasını yapmakta, onlar için dua etmekte, onlara müslümanlar demekte ve yaptıklarının katıksız islam olduğunu söylemektedir.

Yine bunlardan öylelerini gördük ki bir yıl faizin haram olduğunu yazar, etesi yıl helal olduğunu yazar, insanlar arasında ahlaksızlık ve kötülüğün yayılmasını kutlar ve bu bataklığa dindarlık kılıfı giydirir.

Acaba bunların haberleri, Allah'ın kendisine âyetlerini verdiği halde onlardan sıyrılan ve şeytanın önüne kattığı, böylece azgınlardan olan kişinin haberinden ne farkı vardır? Acaba bütün bunlar, Yüce Allah'ın adamla ilgili anlattığı değiştirme ve çarpıtma haberinden başka nedir? "isteseydik, onlarla kendisini yükseltirdik. Ama yere çakılıp kaldı ve hevesine uydu. O, üstüne varsan da, varmasan da, dilini sarkıtıp soluyan köpeğe benzer". Allah dileseydi, ona verdiği âyetler bilgisiyle kendisini yükseltirdi. Fakat Allah dilemedi. Çünkü bu âyetleri bilen kişi, yere çakılıp kalmış, âyetlere değil, hevesine uymuştur.

Bu,   Allah'ın   âyetlerini   bildiği   halde   o   bilgiden yararlanmayan, inancını bildiği âyetlere göre düzeltmeyen, şeytanın zelil ve aşağılık bir uydusu olmak ve hayvan derecesine inip alçalmak için Allah'ın verdiği nimetten sıyrılan herkesin örneğidir.

Sonra, bu bitmeyen dili sarkıtıp soluma da nedir? Kuranın canlandıran tablosundan anladığımız ve zihnimizde canlandırdığımız kadarıyla, bu dünya hayatının malı peşinde dilini sarkıtarak koşmaktır. Allah kendilerine âyetlerini verdiği halde,onları bırakıp dünyalık elde etmek için dili sarkıtıp solumaktır. Bitmek nedir bilmeyen soluma! Sahibinin bırakm adığı, öğüt versen de, vermesen de, sürdürdüğü soluma!

Dünya hayatında her zaman,her yerde ve her ortamda bu örnekleri hep görüyoruz. Hatta çok anlar geçiyor ki,insan neredeyse böyle olmayan bir alim göremiyor. Allah'ın koruduğu, Allah'ın âyetlerinden sıyrılmayan, yere çakılıp kalmayan, hevese uymayan, şeytana rezil olmayan ve iktidar sahiplerinin ellerinde bulunan dünyalık şeyler peşinde dilini sarkıtıp solumayan çok küçük bir azınlık dışında,böyle olmayan kaç tane alim görebiliyorsunuz?

Evet, bu her zaman ve zeminde örnekleri kesilmeyen bir örnektir.Yoksa, tarihin bir döneminde belli bir nesilde meydana gelmiş ve bitmiş bir örnek değilir.

Yüce Allah, kendilerine âyetlerini gönderdiği halkına bu    örneği    okumasını    peygamberine    emretmiştir. Kendilerine verilen âyetlerden sıynlmamalan için onlara bu haberi okumasanı söylemiştir. Daha sonra gelip, Allah'ın âyetlerinden birşeyler bilen kişilerin bu çirkin duruma düşmekten   sakınmaları   için   onlara   da   okunmasını istemiştir. Bu çirkin duruma düşmekten, dili sarkıtıp sürekli solumaktan ve düşmanın düşmana     yapmadığı haksızlığı kendilerine yapmaktan sakınmaları için bu haberin bütün insanlara okunmasını söylemiştir. Allah'ın âyetlerini bildiği halde onlardan sıyrılanlar, içine düştükleri bu aşağılık ve çirkin  manzara  ile  kimseye  değil,  sadece  kendilerine zulmediyorlar.

Günümüzde Allah'ın âyetlerini bildiği halde onlardan sıyrılan öylelerini gördük -ve görüyoruz-ki sanki kendi kendine zulmetmek için çabalıyor yahut cehennemin dibinde bir yer kapmak için can atıyor ve aynı family adan olan kişilerin o yeri kendisinden kapmaması için müc adele veriyor. Her sabah cehennemdeki bu yerini pekiştirecek ve sağlamlaştıracak şeyleri aralıksız yapmaya devam ediyor. Dünyada hayatı bitinceye kadar bu dünyalık şeyleri elde etmek için dilini sarkıtıp solumayı aralıksız sürdürüyor.

Allahım! Bizi koru, ayaklarımızı kaydırma, bol sabır ver ve müslümanlar olarak ölmeği nasip et! "[151]

Seyyid  Kutub'un  sözlerini  tamaml  adığı  bu  sıcak duasından sonra hemen belirtelim ki Allah onun duasını kabul etti,  gördüğü her türlü baskı,  eziyet ve aldatma girişimlerine rağmen, rabbine kavuşuncaya kadar Allah'ın dinine ve davetine bağlı kaldı. Yeri cennet olsun![152]

 

İman ve İnsanın Derisi:

 

Allah'ın âyetlerinin, insanın derisine ve onlardan sıyrılan adamın, kendi derisinden soyunan kişiye benzetilmesinin anlamı üzerinde biraz durmak istiyoruz. Bu benzetmenin ve bu resmin gerçeklik boyutuna işaret etmek için bunun üzerinde biraz durmamız gerekir.

Şüphesiz insanın derisi vücuduna yapışık, ondan ayrılmaz ve bedenini örter, onu tehlike ve zararlardan korur. Aynı zamanda insan, derisi ile güzellik ve yakışıklık kazanır.

İnsan için iman da ,böyIedir.Allah'ın âyetleri de insanı bu şekilde Örtmektedir. İlke olarak Allah'ın âyetlerinin ve o âyetlerin içerdiği iman, doğruluk ve bağlılık gibi değerlerin, derinin vücuda yapıştığı gibi yapışması, derisinin onunla beraber bulunduğu gibi beraber bulunmasıdır.Kişinin derisinden bir an bile ayrı kalması düşünülemediği gibi, insanın gece ve gündüz bir an bile İmandan ayrı kalması düşünülemez.

İmanı, bayramlarda ve dinsel törenlerde giyilen bir bayram elbisesi gibi görenler, imanın gerçeğini anlamazlar ve ona gereği gibi bağlı olmazlar.İman belirli bir vakit için üniforma, herhangi bir saat için kıyafet veya günün şu yahut    bu    saatinde    insanın    yaş    adığı    bir    saat değildir.Şüphesiz   iman,   her   zaman   ve   her   yerde müminlerle beraber bulunan bir nitelik, bir haldir.

Deri vücudu örttüğü,ona güzellik ve özellik verdiği gibi, iman da aynı şekilde sahibini süslemekte, güzellik ve özellik vermektedir .Yüce Allah ne güzel buyuruyor :" Fakat Allah imanı size sevdirdis kalplerinizde süsledi, küfür, fasıklık ve itaatsizliği çirkin gösterdi"[153]

insan, imanla güze! ve hoştur.tmansız olduğunda da çirkin,kötü ve nahoştur.İman olmadığı zaman çirkinlikleri, bozuklukları, rezaletleri, sapıklıkları, aşağılıkları ve bozgunculukları ortaya çıkmaktadır. Bu niteliklere ne kadar çok sahip olur! Bütün bu bozuklukları ancak iman örter. İman, mümin için Allah'ın verdiği bir süstür.[154]

 

Hakkı Bırakmanın ve Hevese Uymanın Sonucu:

 

Öykü, haktan ayrılmanın ve hevese uymanın insan üzerindeki etkilerine işaret etmektedir. Şöyle ki:

1- Şeytan onu önüne katmıştır.

2- Azgınlardan olmuştur.

3- Isteseydik onlarla kendisini yükseltirdik,ama yere çakılıp kalmıştır.

4- Hevesine uymuştur. 5-Köpeğe benzemiştir.

6- Üstüne varsan da, varmasan da dilini sarkıtıp solumuştur.

Haktan ayrılmak ve Allah'ın âyetlerinden sıyrılmanın çok büyük altı sonucu. Her biri büyük bir tehlike ve sonsuz bir kayıp sayılırken, hepsinin bîr adamda toplandığını düşünün! Elbette o adamı mahveder, şeytanlanın erlerinden bir er yaparak kayıp ve yok yapar.

Bunlardan şunu anlıyoruz: Hayatta iki yol vardır. Hidâyet ve sapıklık yollan.Allah'ın ve şeytanın yollan. Birinci yolda yürümeyenler, ister istemez, kesin olarak ikinci yolda yürümektedirler.

Aynı şekilde, ancak ve ancak hidâyet yoluna sarılmak, imanın gerçeklerini kavrayıp yaşamak ve sadece Allah'ın sağlam ipine sarılmak, Allah'ın izni ile insanı şeytandan koruyan, müminden şeytanı ve erlerini uzaklaştıran kurtuluş gemisidir.

Ama hak yoldan ayrılan, mutlaka şeytanın avı, şeytan yandaşlarının tutsağı ve tahriklerinin kurbanı olur. Şeytana teslim olacak olursa, ister istemez dilini sarkıtarak ve koşarak önünde yürümeğe mahkum olur. Azgın ve sapık kişilerden olur, hevesine uymuş olur-tek başına hevese uymak zaten öldürücü bir afettir- yere çakılıp kalır, yer yüzünün süprüntü ve şehvetlerini seçer. İşte o zaman köpek gibi olur. Sürekli dilini sarkıtıp soluma hayatını yaşar, yer yüzüne çakılıp kalmanın ve geçici dünya malı peşinde koşmanın yol açtığı dili sarkıtıp soluma hayatına mahkum olur.[155]

 

Alçalmanın ve Yücelmenin Yolu:

 

Öykünün "İsteseydik onlarla kendisini yükseltirdik. Fakat o yere çakılıp kaldı ve hevesine uydu" âyetleri bize alçalma ve yücelmenin yolunu göstermektedir.

Herkes kabul eder ki bu hayatta aklı olan herkes yüksek ve üstün bir yerde, anlı şanlı bir mevkide ve halk arasında güzel bir şöhrete sahip olmak İster. Ama bu hedefe gitmek için insanların yolları değişiktir.Bazısı hedefe götüreceğini sanarak bunun için yanlış ve ters yolları izler. Fakat bunun aksi dışında bir sonuç elde edemez.

Onurlu ve izzet sahibi olmanın yolu, Allah'ın âyetlerine,dinine, şeriatına içten,kararlılıkla ve azimle sarılmakt adır, "Kendisini onlarla yükseltirdik" sözündedir.

Şüphesiz Allah insanı en güzel biçimde yaratmıştır. Diğer yaratıkların birçoğundan üstün yapmıştır. Onun onurlu, izzet ve değer sahibi olmasını ister. Onun için buna götüren yolu kendisine göstermiş, âyetlerini ona indirmiş, peygamberlerini göndermiş ve hükümlerini belirlemiştir. Allah'ın âyetlerini kabul eden, ona razı olup bağlanan herkes, izzet, üstünlük ve yüceliği elde etmiş olur.

Bunun karşıt yolu ise, alçalmanın,zarar ve ziyanın yoludur. Alçalmanın yolu, Allah'ın âyetlerine karşı çıkma, şeriatını dışlama, şeytanın vesvese ve tahriklerine boyun eğme yoludur. Aşağılığın yolu,yere çakılıp kalma,hevese uyma yoludur. "Fakat o, yere çakılıp kaldı ve hevesine uydu".

Yere çakılıp kalmak demek,ona aldanmak, ahirete tercih etmek, hatta ahireti hesaptan çıkarıp dünya hayatına yönelmek,    onun    baştan    çıkarak   süs,    şehvet   ve izzetlerinden daha çok elde etmek.aşağılık ve değersiz

sylerinden kana kana içmek demektir. Kim böyle yaparsa, ıevesine uymuş, şehvetlerine boyun eğmiş, yer yüzünden başka birşey tanımayan, şehvetinin esiri ve her şeyi mubah gören bir hayvan olur.

Yere çakılıp kalmakla aşağılanır,alçahr, düşer ve dibe vurmak için alçalmaya devam eder. Havada yükselip kanatlandıkça kuş, avlanmaktan kurtulur. Ama ne zaman yere yaklaşır ve tuzaktaki yiyeceğe aldanırsa,o zaman tuzag  adüşer ve avlanır.însan da bu şekildedir.[156]

 

Köpek Niçin Dilini Sarkıtıp Solumaya Devam Eder?

 

Öykü, köpeğin sürekli dilini sarkıtıp soluduğunu belirtmektedir. "O,üstüne varsan da, varmasan da dilini sarkıtıp sürekli solumaya devame der" Köpekte bu durum görülmektedir. Kaçarak koşarken, koşarak saldırırken, yürürken ve otururken daima dilini sarkıtıp soîumakt adır. Acaba neden bu şekilde her zaman dilini sarkıtıp soîumakt adır?

Bu, Kur'an'da pozitif bilimle ilgili bir nüktedir. Kur'anı Kerim    değişik    alanlarda    kimi    bilimsel    nüanslar içermektedir. Mucize olan âyetleri bilimsel birçok işaretler taşımakt adır. İnsanlar bilimlerde ilerledikçe, bu işaretler daha da açıklık ve netlik kazanmakt adır.

Köpeğin dilini sarkıtıp sürekli solumasının sebebi, Yüce Allah'ın diğer yaratıklarda olduğu gibi köpeğin vücudunda hava gözenekleri yaratmamasıdır. Bilindiği gibi hava gözenekleri vücut için gereklidir. Çünkü vücudun içinden zehirli, kirli ve tehlikeli şeyleri terle beraber Oradan dışarı atar.  Gözenekler yolu  ile  bu  zehirler ter  ile  beraber çıkmayıp vücutta kalırsa, rahatsız eder ve yıpratır. Onun için hava gözenekleri ve o gözeneklerden terin çıkması, sayılamıyacak kadar nimetleri arasından insan için büyük bir nimettir.

Köpeğin vücudunda gözenekler olmadığına göre, vücudundaki zararlı ve zehirli şeyleri nasıl dışarı atacaktır? Elbette dilini sarkıtıp sürekli soluyarak ağzı ve dili yolu iîe çıkarır. Allah onu bu şekilde yaratmış ve bunun yolunu da kendisine böyle göstermiştir. Yüce Allah ne güzel buyuruyor: "Rabbimiz, her şeye ayn bir güzeİlik veren, sonra doğru yola eriştirendir"[157] "O,her şeyi Ölçü ile yapıp doğru yolu gösterendir"[158]

Bu bilimsel tespit, bize son derece mükemmel rabbani hikmetin şekillerinden birini göstermektedir. Yüce Allah'ın yaptığı her şey bilgi ile ve yerli yerindedir. Her şeyi bilmekte ve her şeyden haberdar bulunmaktadır. Her yaratığı, amacına göre bir hekmetle yaratmış, naşı! yaşayacağını ilham etmiş ve sonsuz bir bilgi ile hayatını sürdürmesinin yollarını öğretmiştir.[159]

 

Eşek ve Köpeğe Benzetmenin Sebebi:

 

Kur'anı Kerim birtakım insanları eşeğe ve köpeğe benzetmekte, iki taraf arasındaki berzerliği anlatmaktadır.

Allah'ın kendisine âyetlerini verdiği, ama onlardan sıyrılıp yere çakılı kalan, hevesine uyan ve şeytanın önüne kattığı adamı köpeğe benzetmektedir. Kısaca bilgisiyle amel etmeyen alimi köpeğe benzetmektedir.

Köpekle bu alim arasındaki benzerlik ise, dili sürekli sarkıtıp solumaya devam etmektir. Dünya malı peşinde sürekli koşarak, zalim ve azgınların yardakçılığını yaparak, din ve bilgisi hesabına onları memnun etmeye çalışarak ve ilmini onların hizmetinde kullanarak daima dilini sarkıtıp soluyan köpek gibi .olmaktadır.

Kur4an bilgisi ile amel etmeyen din bilginlerini de eşeğe benzeterek şöyle der: "Kendilerine Tevrat yüklendiği halde onu yüklenmeyenler, sırtına kitap yüklenmiş eşek gibidirler. Allah'ın âyetlerini yalan sayanlar için ne kötü bir [160]

âyette sözkonusu edilenler, yahudi din bilginleri olmakla beraber onlar gibi davrananlar da aynı benzetme kapsamınd adır. Bunlar Tevrat okumuş, anlamış, yüklenmiş ve onu bildiklerini iddia etmişler. Ama yaş adıkylan hayatta ona bağlı kalmamışlar ve teorik olarak söylediklerini hayatlarında pratik yaşantıya dönüştürmemişler. Böylece Tevrat kendilerine yüklendiği halde, onu yüklenmemişler ve hayatlarında uygulamamalardır.

Kur'an, onları kitap ciltleri yüklenip onların içinde ne olduğundan haberi olmayan eşeğe benzetmiştir. Eşek için kitap veya odun taşıma arasında bir fark yoktur. Taşıdığı bütün şeylerden zaten ağırlık ve yorgunluktan başka eline bir şey geçmez.

Acaba Yahudilerin Tevratı yüklenmeleri ile eşeğin odunu yüklenmesi arasında ne fark vadır? Yahudiler Tevratı kafalarında, akıl ve düşüncelerinde yüklenmişler, böylelikle kendilerini aüm sanmışlar, ama okuduklaır, ezberledikleri ve öğrendiklerinden yararlandılar mı? Acaba yaşantıları öğrendikleri, ezberledikleri ve okuduklarına göre mi olmuştur? Hayır! Bu konuda tıpkı eşek gibidirler. Acaba bu konuda eşekten ne farkları vardır? Kitap bilgisine sahip olup onunla amel etmeyen ve gereğini yapmayanların yahudi din bilginlerinden ne farkı vardır?

Yüce Allah'ın eşeğe ve köpeğe benzettiği insan, Allah'ın yüceltmek için kendisine âyetlerini verdiği, ama onlarla yücelmeyi ve ilahi ikramı kazanmayı red edip yere çakılı kalmayı ve hevesine uymayı tercih eden alimdir.

Kur'anın yaptığı bu iki benzetme ve verdiği bu iki Örnek,ilim sahibi herkesin kendisine ders çıkarmaya, ilmi ile Allah'tan korkmaya ve ilmini alçalmak, aşağılanmak ve yerin çamurunda debelenmek için değil, yücelmek, ikrama ermek ve başkalarına yararlı olmak için kullanmaya çağrıdır.

Alim/bilgin etiketi taşıyan, yüksek diplomalara ve unvanlara sahip olan, buna rağmen zalim tabutların yanında yer alıp onlara yardım edip hizmet eden, onların safında makamlar ve mevkiler işgal eden nice kişilere Kur'anın bu iki benzetmesi ne kadar uygundur! Söz dinlemeden, sınır tanım adan ve sahibinden izin alm adan gördüğü yeşil ekine dalan eşek ile karşısına çıkan dünyalık süslere ve geçici yaldızlara sahip olmak için hevesine uyan insan  birbirine benzer ne kadar da benziyor!

Bunlardan zillet,aşağılık, yok olacak geçici dünya malı için köpek gibi dilini sarkıtıp sürekli soluyan niceleri vardır! Onlardan bilgisizlik, aptallık, yorgunluk ve meşakkatinde eşek gibi olup bilgisinden yararlanmayan niceleri vardır!

Alim olduğunu iddia edip eşek ve köpeğe benzeyen böyle kişilere yazıklar olsun! Bilgisi ile zelil, zavallı, bedbaht, zarar eden, kıyamet günü perişan olan ve azap gören kişilere yazıklar olsun! Sahibini bu acıklı ve korkunç sonuca götüren ilmin Allah belasını versin![161]

 

İlim, Ne Zaman Sahibim Al Çalmaktan Korur?

 

ilim, sahibini ne zaman alçalmaktan korur? bu önemli sorunun cevabını da Üstad Seyyid Kutup'tan dinleyelim.

"Tek başına ilim korum adiğı için Kur'an, müslüman kişileri ve islami hayatı oluşturmak üzere ilmi salt ilim için değil, onu vicdan dünyasında ve hayat sahnesinde anlamını gerçekleştirecek dinamik, canlı, sıcak ve sürükleyici bir inanca dönüştürür.

Kur'an, inancı, incelenecek soyut bir teori şeklinde vermez.Çünkü bu, vicdan dünyasında olsun,hayat alanında olsun hiçbir ürün vermeyen soyut bir bilgidir.Soğuk bir bilgidir. Hevese uymaktan korumaz, şehvetlerin baskısını azaltmaz, şeytanı kovmaz. Aksine şeytana yolu hazırlar ve kolaylaştırır.

Kur'an, inancı, inelenecek soğuk bir teori olarak sunm adığı gibi, bu dini de İslam nizamı, İslam hukuku, islam ekonomisi, pozitif bilimler, psikoloji bilimleri veya başka bilim incelemelerinin herhangi biri şeklinde de sunmaz.

Kur'an, dini, motive.eden, canlandıran, uyandıran, yücelten, üstün olan ve coşan bir inanç olarak sunar. Bu inanç, akıl ve kalpte yerleşir yerleşmez uygulama anlamını gerçekleştirmek için sahibini harekete sevkeder, ölü kalbi diriltir, dirilen kalp çarpar, hareket eder ve umut besler.insanın yapısındaki algılama ve kbulienme cihazlarını çalıştırır, böylece fıtrat ilkbaşta vermiş olduğu söze döner, amaç ve idealleri yüceltir, artık çamurun ağırlığı onu ezrnez ve asla yere çakılı kalmaz.

Kur'an, bu dini, düşünüp taşınma ve değerlendirme metodu olarak sunar. Düşünüp taşınma1 ve değerlendirme yönünden başka bütün sistemlerden ayrılır. Çünkü bu din, insanların yöntemlerindeki eksikliklerden, yanlışlardan ve heveslerin oyunu, bedenlerin ağırlığı ve şeytanın aldatması ile ortaya çıkan sapmalardan kurtarmak için gelmiştir.

Kur'an, bu dini, hareket metodu olarak sunar. Kendisinin atacağı   adımlar ve belirleyeceği Ölçülere göre

insanlığa zirveye çıkan yolda adım adım rehberlik yapmak için hareket metodu olarak verir. Ortaya konan hareket esnasında insanlara hayatlarının nizamını, hukuklarının temellerini, ekonomik, sosyal ve politik kurallarının belirlediği gibi, evren ve insanla ilgili bilimleri ve yaş adıkîarı pratik hayatın gereklerini de belirleyerek ortaya koyar. Bunları belirlerken, içlerinde inancın sıcaklığını, şeriatın ciddiyet ve gerçekçiliğini, yaşanan hayıtın ihtiyaç ve yönlendirmelerini taşırlar.

Müslüman   kişileri  ve   islami  hayatı  oluşturm  ada Kur'anın metodu budur. Salt incelemek için yapılan teorik incelemeler   ise,    kişiyi   yerin   çekiminden,   hevesin sürüklemesinden, şeytanın aldatmasından kurtarmayan ve inşaların hayatı için bir yarar sağlamayan şeylerdir."[162]

 

Sonuç:

 

Allah'ın kendisine verdiği âyetlerden sıyrılan, böylece mahvolan, zarar eden ve her şeyini yitiren  adamın öyküsü ile ilgili sözlerimizi, değerli, onurlu ve boyun eğmeyen bir limin sözleriyle bitirmek istiyoruz. Bu alim, Ebu'l-Hasan Ali )n Abdulaziz el-Curcani'dir. Bu alim çok güzel ve değerli )ir kaside yazmış, kasidesinde onurlu ve değerli bir alimin îiteliklerini ve yararlı ilmin sahibi üzerindeki etkilerini >e!irtmiştir.   Bu  kasidenin tamamını     Sorgulayıcı alim îerhum Abdulfettah Ebu Gudde "Safahatun min Sabrı'I-Ilema   ala   Şedaidi'1-îlmi   ve't-TahsiPadh   kitabında /ermektedir. Bu kasidede Curcani şöyle der:

"Bana diyorlar ki,  iltifat etmiyorsun-Halbuki zillet derecesine düşmeyen bir adam görmüşler.

Dalkavuklan insanların horl adığını görüyorum-Onurlu işamayı şeref görenler ise, ikram görürier.

Her bir çıkar belirdiğinde elde etmek için ilmi basamak yaparsam-O zaman ilmin hakkını vermemiş olurum.

Namusumu şu ana kadar aşağılıktan korumaya çalışıyorum-Korumayı da kendim için ganimet biliyorum.

işte sana bir. pınar! dediklerinde, görüyorum, derim-Şüphesiz özgür kişinin canı susuzluğa dayanır.

Gölge düşürmeyen şeylerden de kendimi uzak tutarım-Çünkü düşmanın niçin?, neden? demesinden korkarım.

Böylece kötü kişinin ayıplamasından kurtulur-Aym zamanda iyi kişinin gözünde değer kazanırım.

Bir şeyi elde edemediğim zaman-Arkasından sabaha kadar sızlanıp durmam.

Bir şey kendiliğinden gelirse, kabul ederim- Ama elde edemediğim için de "Niçin olmadı? Olması gerekmez miydi?"demem.

Onurum ve namusumla elde edemiyeceksem-Birçok fırsatlara bir adım bile atmam.

Bana yüz vermeyenin yüzüne gülerek alçalmam-Kötü bilinen kişiyi de yaranarak övmem.

Herkesin saygı gösterdiği devlet başkanı da olsa-Serveti ile yücelmek isteyip nice yükselemeyenîer vardır.

Özgür kişiye nice nimetler musibet olmuştur-Nice kazançları da özgür kişi kayıp sayar.

Başkalarına hizmet etmek için olduğu kadar-Kendime de hizmet edilmesi için ilim yolunda hiçbir fedakarlıktan kaçınm adım.

Fidan iken sıkıntısını çektiğim ağaçtan zillet mi devşireyim?-Böyle ise, cahil kalmak çok daha iyidir.

Diyorsan ki ilim ağacının boynu büküktür-Unutmayalım ki biz korumaz ve sahip çıkmazsak boynu bükülür ve

karartıcı olur.

İlim sahipleri ilmi korusalardı, o da onları korurdu-Kalplerde onu yüceltirlerse, o da onlan yüceltir.

Ama ne yazık ki ilmi horl adılar ve isteklerle yüzünü İekelediler-Onun için kendisi de onlara sırt çevirdi.

Gördüğüm her şimşekten ürkecek değilim-Yer yüzünde herkesten de nimet bekleyecek değilim.

Şayet fakirlik beni  mecbur  edecek olursa-Sabaha kadar şunu suçlamam, berikinden yardım istemem.

Falan kişi bana iyilik etti ve destekledi, dediğimde Utanmayacağım  kişiyi  buluncaya  kadar  böyle  devam edeceğim."[163]

 

V- LOKMAN ÖYKÜSÜ

 

Kur'anda Lokman Öyküsü

 

"And olsun ki Lokman'a Allah'a şükretme hikmetini verdik. Şükreden kimse ancak kendisi için şükretmiş olur. Nankörlük eden ise, bilsin ki, Allah'ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. O, övülmeye layık olandır. Lokman oğluna öğüt vererek "Oğulcuğum! Allah'a eş koşma, şüphesiz eş koşmak büyük bir zulümdür" demişti.

Biz insana, ana ve babasına karşı iyi davramasım tavsiye   ettik.   Annesi,   onu  güçsüzlükten   güçsüzlüğe uğrayarak kamında taşıdı. Çocuğun sütten kesilmesi iki yıl içinde olur. Bana ve anne babana şükret diye, tavsiyede bulunduk. Dönüş ban adır.

Ey insan oğlu! Annen baban, seni bana ortak koşmaya zorlarlarsa, onlara itaat etme. Dünya işlerinde onlarla güzel geçin. Bana yönelen kimsenin yoluna uy. Sonunda dönüşünüz ban adır. O zaman, yaptıklarınızı size bildiririm.

Lokman, "Oğulcuğum! işlediğin şey, bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa, bir kayanın içinde veya göklerde yahut yerin derinliklerinde de bulunsa, Allah onu getirip meydana koyar. Şüphesiz Allah latiftir, haberdardır.

Oğulcuğum! Namazı kıl, uygun olanı söyle ve kötü olanı önle, başına gelene sabret, şüphesiz bunlar, azmedilmeye değer işlerdir.İnsanları küçümseyip yüz çevirme, yer yüzünde böbürlenerek yürüme, Allah kendini beğenip Öğünen hiçbir kimseyi sevmez. Yürüyüşünde doğal ol, sesini kıs, seslerin en çirkini şüphesiz eşeklerin sesidir, 'dedi"[164]

 

Öykü İle İlgili İsrailiyat Bilgiler:

 

Her zaman yaptıkları gibi öncekilerden çok kişi Lokman öyküsü ile ilgüi mitoloji ve israiliyat haberlere dalmışlar, onlardan görüşler ve ayrıntılar aktarmışlar ve bilgiler vermişlerdir. Lokman'a birtakım sözler, olaylar, işler ve nitelikler nisbet etmişlerdir.

Biz kabul etmek ve kullanmak için değil, insanları sadece sakındırmak için o söylenenlerin bir özetini vereceğiz. Suyuti, ed-Durru'1-Mensur kitabında şunları anlatır:

"Lokman, Habeşistanlı bir köle imiş, marangozmuş, kısa boylu, basık burunlu, kalın dudaklı, düz tabanlı imiş, Allah kendisine hikmet vermiş, ama peygamber yapmamış, Habeşistan ve Sudan'ın seçkinlerindenmiş, bu seçkinler üç kişi olup Lokman,Necaşi, Bilali Habeşi imişler.

Denildiğine   göre   Allah,   Lokman'a   hikmet   ve peygamberlikten   birini   seçmesini   söylemiş,   o   da peygamberlik yerine hikmeti seçmiş,  uyurken Cebrail kendisine gelmiş ve üstüne hikmeti saçmış, o günden sonra bütün sözleri artık hikmet olmuş. Rabbin tercih serbestisi verdiği halde, hikmeti peygamberliğe nasıl tercih ettin? diye sorulunca, şöyle demiş: Beni     ululazim peygamberlerinden yapsaydı,  onu yerine getirmeyi ve başarmayı umardım, ama beni tercihte serbest bırakınca, peygamberlik konusunda zayıf kalmaktan korktum, onun için hikmet bana daha sevimli geldi.

Yine denildiğine göre, Azer'in soyundanmış, bin yıl yaşamış, Hz. Dâvûd'dan sonra insanlara fetva verirmiş, Dâvûd peygamber olunca, Lokman fetva vermeyi bırakmış, Madem ki fetva verecek biri geldi, artık fetva vermeyi bıraktım, demiş.

Yine denildiğine göre.israiloğullannda yargıçlık yapmış ve Hz. Dâvûd'dan önce halife diye anılmış ve şöyle denilmiş: Ey Lokman! Allah'ın, seni insanları hak ile yöneten bir halife yapmasını ister misin?

"Rabbim bana emrederse, kabul ederim, böyle bir şey yaparsa,    bana    yardım    edeceğini,    öğreteceğini, koruyacağını biliyorum, ama rabbim beni serbest bırakırsa, olmak istemem ve başıma bela almam" demiş.

Bunun üzerine melekler: Niçin ey lokman? demişler. O da şöyle cevap vermiş: Çünkü devlet başkanının yeri çok zor ve bulanıktır, her yandan kendisini zulüm kuşatır, ya destek görür veya yalnız kalır. İsabet ederse, gemisini kurtaran kaptan olur, yanlış yaparsa, cennetin yolunu kaybeder, Dünyada zelil olarak kalması, gözden düşen bir meşhur olmasından daha iyidir. Kim ahiret yerine dünyayı tercih ederse, dünyayı da elde edemez, ahireti de kazanamaz.

Melekler, güzel mantığı karşısında hayret etmişler, ondan sonra bir uyumuş, uykusunda hikmete batırılmış, uyanınca serapa hikmet konuşmuş.  Ondan sonra Hz. Davud'a hilafet verilince, kabul etmiş ve Lokman'ın koştuğu gibi şart koşmamış, günaha batmış, ama Allah kendisini bağışlamış. Lokman bilgi ve hikmetiyfe onu desteklemiş, bunun üzerine Hz. Dâvûd: Ne mutlu sana lokman! Sana hikmet verildi ve bel adan kurtuldun, Davud'a hilafet verildi, başına fitne ve günah aldı, demiş.

. Yine denildiğine göre, efendisinin yanında en değersiz bir köle imiş, ondan rivayet edilen ilk hikmet şu olmuş: Efendisiyle beraber bulunduğu bir sır ada, efendisi tuvaletini yapmak için tuvalete girmiş ve uzun süre kalmış, bunun üzerine Lokman ona şöyle seslenmiş: Tuvalette fazla oturmak ciğeri yorar, basura sebep olur, ateş başa yükselir, az otur ve çık. Sonra efendisi çıkmış ve tuvaletin kapısına bu sözleri yazıp asmış.

Bir gün efendisi sarhoş olmuş ve yanındakilerle gölün bütün suyunu içmek üzere bahse girmiş, sarhoşluğu gidince, ne yaptığını anlamış, Lokman'ı çağırmış ve "Seni bunun için barındırıyordum, o adamları topla"demişs onlar: toplayınca, kendisi ile hangi şey üzerine bahse girdiniz? demiş, bu gölün suyunu içmesi üzerine bahse girdik, demişler. Bunun üzerine,"Gölde "suyun içinde yabancı cisimler var, suyu içmesi için o cisimleri ayırın" demiş, o cisimleri nasıl ayırabiliriz? demeleri üzerine, o da "Yabancı cisimlerle beraber suyu nasıl içebilir?" demiş ve efendisini kurtarmış.

Yine denildiğine göre, Lokman'a verilenler, ailesi, malı, çocuk, soyu veya özelliği sebebiyle değil, suskun, çok düşünen, derin görüşlü olduğu için verilmiştir. Gündüz hiç uyumamış, öksürdüğünü, yere tükürdüğünü, büyük veya küçük abdest bozduğunu kimse görmemiş, yıkanmamış, gevezelik etmemiş, gülmemiş, tekrar etmesi istenen bir kelime olmazsa söylediğini tekrar etmemiştir. Evlenmiş, çocukları olmuş, ölmüşler ama onlara az da olsa ağlamamış. Düşünüp taşınmak, ibret ve ders almak için devlet başkanının ve bilginlerin yanma gidip gelirmiş.

Yine denildiğine göre, başkalarıyla beraber oturan Lokman'in yanından bir adam geçmiş ve ona "Falanadamın kölesi değil misin?"demiş, evet deyince, "Falan dağın . yanında hayvan otlatan kişi değil misin?"demiş, evet deyince, "Bu duruma nasıl geldin?" demiş, o da Allah'tan korkarak, yalan söylemiyerek, emaneti gözeterek ve beni ilgilendirmeyen şeyleri ağzıma almayarak, demiştir."[165]

Şüphesiz bu söylenenler bizi ilgilendirmez. Bunların Lokman'a ait olduğunu da söylemiyoruz. Çünkü Rasuîllahın sahih hadislerinde böyle bir şey belirtilmemiştir.

Ona' ait olmadığını da söylemiyoruz. Meydana gelebileceği için onun başından böyle şeylerin geçmediğini de söylemiyoruz. En sağlam yol, kabul veya red etmemektir. Özelillke bilgi olarak bir yararı olmadığı ve yararlı bir işe dayanak oluşturmayacağını, âyetleri anlamanın onlara bağlı bulunm adığını belirterek kabul veya red etmemek en güvenli yoldur.

Kur'an ve sahih hadislerin bir şey söylemediği konularda susmayı tercih ediyoruz. Öncekilerin öyküleriyle ilgili bu iki kaynaktan farklı şeyler söyleyenlerden sakındırıyoruz ve o tür şeyleri sakındırma amacı dışında belirtmeyi caiz görmüyoruz.[166]

 

Lokman'ın Olduğu Söylenen Bazı Hikmetler:

 

Önceki   alimler   çok   güzel   sözler   ve   hikmetler naklederek bunların Lokman'a ait olduğunu söylemişlerdir.

Bu söz ve hikmetlerin önemli olanlarını vereceğiz. Ancak verirken onların Lokmana ait olduğunu ne kabul ederiz, ne de redderiz. sadece hoş sözler ve güzel hikmetler olduğu için veriyoruz. Kimin söylediğine ve sahibinin kim olduğuna bakmaksızın onları vereceğiz, sadece anlattığı ve öğrettiğinden yararlanmak için nakledeceğiz. Zaten hikmet müminin yitik malıdır, nerede bulursa, herkesten önce almaya layıktır. Nitekim söyleyene değil, söylenen şeyin büyüklüğüne bak, demişlerdir. Lokman'ın olduğu söylenen hikmetli sözlerden bazıları şunlardır:

1- Bir şey Allah'a emanet edilirse, Allah onu korur.

2- Oğulcuğum! Allah'tan ne kadar ümitvar isen, cezasından da o kadar emin olma. Allah'tan korktuğun kadar rahmetinden de ümet kesme. Oğlu sordu: Kalbim bir tane iken, bunu nasıl yapabilirim? Cevap verdi: Müminin iki kalbi vardır. Biri ile Rabbinden korkar, diğeri i!e de Rabbine ümit besler.

3- Oğulcuğum! Allahım beni bağışla, sözünü çok söyle. Allah'ın öyle bir anı var ki onda kimseyi geri çevirmez.

4- Lokman, zırh yapan Hz. Davud'un yanına girmiş, Davud'un ne yaptığını anlamamış, merak içinde sormak istemiş, ama hikmeti ona sormasına engel olmuş. Dâvûd zırhı bitirince, giymiş ve "Ne güzel savaş zırhı!" demiş. Bunun üzerine lokman "Susmak, hikmetten iyidir, susanlar da ne kadar azdır, sana sormak istiyordum, ama sustum, sonunda cevabımı aldım" demiş.

5- Lokman'ın yanında çalıştığı söylenen kişi bir gün ona Şöyle demiş: "Bana bir koyun kes ve yenilecek en güzel iki Şeybi getir". Lokman ona kalbini ve dilini getirmiş. Başka bir gün "bana bir koyun kes ve en kötü iki şeyini at" demiş, o da kalbini ve dilini atmış. Adam, Lokman'nın bu davranışına şaşmış ve niçin böyle yaptığını sorunca, şöyle demiş:" iyi olduğu zaman kalp ve dilden daha hoş bir şey olmaz, kötü olduğunda da onlardan daha kötü bir şey olmaz".

6- "0ğulcuğum! Taş, demir ve en ağır yükleri taşıdım, ama kötü komşu kadar ağır birşey görmedim. Oğulcuğum! Acının her türlüsünü tattım, ama fakirlikten daha acı bir şey görmedim".

7- "0ğulcuğum! İşler ancak kesin inançla başarılın Kimin inancı zayıf ise, işi de zayıf olur".

8- "0ğulcuğum! Allah'tan korkma ticaretini yaparsan, sermaye olm adan her taraftan kâr edersin".

9- "Kim yalan söylerse, utanma duygusu Ölür. Kimin ahlakı kötü olursa, kederi de çok olur. Kayaları yerinden taşımak, anlamayan kişiye laf anlatmaktan daha kolaydır".

10- "Oğu!cuğum! sen yatakta uyurken seherlerde Öten şu horozdan daha aciz olma"

11- "Oğu!cuğum! İnsanların en kötüsü, kötülük işlerken insanların kendisini görmesine aldırmayandır".

12- "Oğulcuğum! Yemeğini sadece takva sahiplen yesinler ve işlerini alimlere danış".

13- "Kim kendi kendisinin vaizi olursa, Allah kendisini korur.Kim insanların haklarını gözetirse, Allah kendisine daha çok izzet verir. Allah'a itaat ederek zelil olmak, günah işleyerek aziz olmaktan daha iyidir".

14- "0ğulcuğum!   Hikmet,   zelil   kişileri   kralların tahtlarına oturtmuştur".

15- "Oğulcuğum! Allah'ın salih kullarıyla beraber ol.

Onlarla beraber olursan, iyilik kazanırsın. Olabilir ki bunun sonunda onlara rahmet yağar ve sen de faydalanırsın. Oğulcuğum! kötülerle beraber oturup kalkma. Onlarla beraber oturup kalkmaktan sana hiçbir yarar gelmez. Olabilir ki sonunda onların üzerine ceza yağar ve sana da isabet eder".

16- Lokman yola gitmişti. Yoldan dönünce bir çocukla karşılaştı ve ona "babam ne yaptı?" diye sordu. Öldü, dedi. Lokman, "Allah'a şükür, başıma- buyruk oldum" dedi ve "Annem ne yaptı?" diye sordu. O da öldü, dedi. Lokman "Kederim gitti" dedi ve sordu: "Karım ne yaptı?". O da öldü, deyince, "Allah'a şükür, yatağımı yenilerim" dedi. Sonra "Kız kardeşim ne yaptı?" dedi. O da öldü, dedi. Lokman" Ayıbımı Örttüm" dedi. Sonra "kardeşim ne yaptı?"dedi. O da öldü, deyince, Lokman "Eyvah! belim kırıldı" dedi.

17- "QğuIcuğum! Alimlerle beraber otur ve onların dizinin dibinden ayrılma. Çükü Allah, ölü toprağı sağanak yağmurla dirilttiği gibi, ölü kapleri de bilgi nuru ile diriltir."

18- Üç kişi ancak üç yerde tanınabilir: Yumuşak huylu öfke anında, cesur savaşta ve kendisine muhtaç olduğun zaman kardeşin"

19- "0ğulcuğum! Borçtan sakın. Çünkü borç gündüz zillet, gece kederdir".

20- Oğulcuğum! Günah işlemeyecek kadar Allah'tan

ümitvar ol  ve ümitsizliğe düşmeyecek kadar Allah'tan kork"[167]

Bu yirmi sözü nakletmele yetiniyoruz. Bunların Lokman'a ait olup olmadığı konusunda evet veya hayır demiyoruz, sadece güzel anlamlar ve hoş öğütler içerdi:' için verdik.[168]

 

Lokman Öyküsünde Belirsizlikler:

 

Lokman öyküsünde birtakım belirsizlikler vardır. Onları belirtmek mümkün olmadığı gibi belirtmenin hiçbir yaran da yoktur. Onun için onları olduğu gibi belirsiz olarak bırakıyoruz. Öyküde belirtilmeyen şeyler şunlardır:

a- Lokmanın soyu, kabile ve milleti. Lokmanın habeşli, Arap veya Israiloğullarından olduğunu bilmiyoruz. Baba ve dedesinin adını da bilmediğimiz gibi vücut yapısı, rengi ve niteliklerini de bilmiyoruz.

b- Lokman ne zaman yaşamış, hangi hükümdar zamanında yaşamış, hangi şehirde yaşamış ve ne iş yapmıştır, bilmiyoruz.

c- Öğüt verdiği oğlu kimdir? Öğütlerini tuttu mu,tutm adı mı?

d- Sonu ne olmuş ve Ölümü nasıl olmuştur?

e- Peygamber midir, değil midir? Önce yaşamış bir kişinin peygamberliği ancak delille sabit olur. Delil de âyet veya sahih hadis olur. Bu ikisinden de delil yoktur. Peygamber olmadığını da söyleyemiyoruz. Çünkü peygamber de olabilir. Onun için en İyisi karar vermemektir.

Bu ayrıntılara ve konulara girmenin bir yararı yoktur. Yüce  Allah  onları  bilmenin  bir  yarar  sağlayacağını düşünseydi, açıklardı.

Kur'an âyetlerinin açıkl adığı dışında Lokman'ın öyküsü hakkında bir bilgimiz yoktur. Onun için bize düşen görev, akıllarımızı, zamanımızı ve emeklerimizi bize yarar getirmeyecek şeylerle meşgul etmek yerine, bu âyetler üzerinde iyice düşünmek, onlardan hayatımızda, İbadet ve davranışlarımızda   bize   yarayacak   öğütler   ve   desler çıkarmaktır.[169]

 

Lokman, İnancı Öğretiyor:

 

Kur'anı Kerim, imanın ilkelerini, inancın niteliklerini, tevhit ve ahiret konusunu, ahlak ve erdemlik prensiplerini öğretmek üzere Lokman'ı seçmiştir. Bu anlamları oğluna verdiği öğütlerle bizlere anlatmaktadır. Sanki oğluna değil, bu âyetler indiği tarihten kiyamet saatine kadar oğluna verdiği öğütlerle bütün müminlere öğüt vermektedir. İman ve tevhit konusu üzerinde yoğunlaştığını görünce, anlıyoruz ki bütün peygamberler ve ıslahatçıların öğrettikleri inanç aynıdır.

Bize rivayet ettiği şeyleri nakletmek için Yüce Allah'ın Lokmanı seçmesi, rivayet ve öykünün önemini göstermektedir. Çünkü inanç konularını ortaya koymanın yollarından biri budur. Kişinin zihninde yer etmesi ve konusunun oturması bakımından da bu yol büyük etki sahibidir.[170]

 

Hikmet ve Hekim Lokman:

 

Lokman, hikmetle meşhur olmuş ve "Lokman Hekim" lakabıyla anılmıştır. Bu sebepten olsa gerek, halk arasında daha çok kabul gömesi için birçok hikmetli sözler ona nisbet edilmiş veya onun adına uydurulmuştur. Kur'anı Kerim, Lokman'a Yüce Allah'ın hikmet verdiğini belirtmektedir." Ve Lokmana hikmeti verdik" buyurmaktadır.

Rağıb     Isfahani,     Müfredat     kitabında     şöyîe açıklamaktadır: "Hükmetmenin aslı, yarar sağlamak için

yasaklamaktır. Hay vana mani olmak, bir hikmetle engel olmak demektir. Şair, "Ey Hanife oğulları! Beyinsizlerinize hakim olunuz" denmiştir. Hikmet, bilgi ve akılla hakka isabet etmektir.

Allah'ın hikmeti, eşyayı bilmesi ve son derece mükemmel var etmesidir, insanın hikmeti ise,varlıkları bilmesi ve iyi işler yapmasıdır. "Lokmana hikmet verdik" âyetinde sözü edilen nitelik budur. Bu sözler, ona verilen bilgilerin tümüne dikkati çekmektedir. Yüce Allah hakimdir, sözü ile, başkası hakimdir, sözü aynı kökten gelir”[171]

O halde hikmet, bilgi,doğruluk, yasaklama ve yapma anlamlarını içerir. Şöyle ki:

1- Akh kullanarak, ilim tahsil ederek, düşünüp taşınarak ve kafayı çalıştırarak bilmek.

2- lsabet etmek ve doğru yapmak, hikmetin meyvelerinden biridir. Çünkü hikmet, sahibini doğru söylemeye, doğru konuşmaya, doğru iş yapmaya, doğru düşünmeye ve doğru öğrenmeye götürür.

3- Hikrnetin önemli bir meyvesi daha vardır. O da önlemektir.Yani sahibini kötü olan her türlü söz, iş,davranış, yaşayış, düşünme ve planlam adan ahkoyar. Çünkü ona egemen olur', kararını güzelleştirip iyi olana yöneltir ve kötülükten uzaklaştırır.

4- Hikmetin, sahibini kötülüklerden alıkoyma gibi negatif bir anlamı varsa, elbette ona pozitif bir karşılık vermektedir. O da sahibini iyi işler yapmaya, eli, dili, davranışı ve hayatı ile insanlara iyilik sağlamaya yönlendirmesidir. ;'Lokrnana hikmeti verdik" sözü, bütün bu anlamlara işaret etmektedir. [172]

 

Kur'an'da Hikmet:

 

Kur'anı Kerimde hikmet sözü, yirmi kez geçmektedir. Bu sözcüğün geçtiği âyetlere baktığımızda şu nüansları yakalayabiliyoruz:

1- Hikmeti ancak Allah verir, insanlara hikmeti veren sadece odur.

"Allah'ın size olan nimetini, öğüt vermek üzere size indirdiği kitap ve hikmeti anın, Allah'tan sakının, Allah'ın her şeyi bildiğini bilin"[173] "Ve Dâvûd, Câlût'u öldürdü. Allah ona hükümdarlığı ve hikmeti verdi.Kime hikmet verilirse, ona çok iyilik verilmiş demektir"[174]. "Allah'ın lütfü boldur. O her şeyi bilir. Hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse, şüphesiz ona çokça hayır verilmiştir. Bundan ancak akıl sahipleri ibret alır"[175]

"Ona kitabı, hikmeti, Tevratı ve İncili öğretir"[176] "Allah sana kitabı ve hikmeti indirdi ve bilmediğini sana öğretti"[177] "İbrahim ailesine kitap ve hikmet verdik, onlara büyük hükümranlık verdik"[178] "And olsun ki Lokmana şükretme hikmetini verdik."[179]

Hikmeti Allah verdiğine ve Allah her şeyi bildiğine göre, hikmeti ancak ona layık olan, hakkını veren ve ondan yararlanan kişilere verir. Onu ancak iyi ve Allah'a itaat edenlere verir.

2- Hekimlerin   filozoflar ve felsefenin   de   hikmet olduğunu ve kişinin mümin olmasa bile hekim olabileceğini iddia edenlere bunlar bir cevaptır.

Şüphesiz Kur'an, hiçbir kafiri veya zalimi hikmet sahibi olmakla nitelememiştir. Çünkü böyle bir niteleme, bir onurlandırma ve değer verme nitelemesidir. Bu da ancak müminler için sözkonusudur. Kur'an, ancak peygamberleri ve salih müminleri hikmet sahibi olmakla nitelemiştir. Onun için filozofları da, başkalarını da bu niteleminin dışında tumak gerekir. Çünkü hikmet sahibi olmak, ancak Allah'tan bir lütuf ve ihsandır. Bu da ancak mümin olan iyi kimseler için geçerlidir.

3- Hikmet, Allah tarafından gelen şeylere verilen bir isimdir. Çünkü Allah'ın bütün buyrukları hikmettir. Allah'ın gönderdiği kitaplar da hikmetin yeri, yuvası ve kabıdır.

"Sana kitabı, hikmeti,   Tevratı ve İncili öğrettim"[180] "Sana kitabı ve hikmeti indirdi ve bilmediğini Öğretti", "Bu, rabbinin sana hikmetten vahyettikleridir"[181] "Size hikmeti getirdim ve hakkında ayrılığa düştüğünüz şeylerin bazısını açıklamak   için   geldim,   dedi"[182]. "Onun   iktidarını güçlendirdik. Ona hikmet ve kesin hüküm verme yetkisi verdik"[183]  "Evlerinizde   okunan   âyetleri   ve   hikmeti hatırlayın"[184].

4- Allah'm sözü hikmet ve peygamberlere verdiği de hikmet olduğuna göre, Allah, kitabı ve hikmeti mensuplarına öğretmelerini peygamberlere görev olarak vermiştir.   Bu   da   hikmetin   tahsil   ve   öğrenme   ile

gerçekleşebileceğini,  ancak Allah'ın kelamım ve dinini Öğrenmenin hikmeti sağlayacağını gösterir.

Bütün peygamberler mensuplarına hikmeti öğrettikleri gibi, Kur'an, Hz.Muhammed'in de müminlere hikmeti Öğrettiğini belirtmiştir. Çünkü Allah'ın âyetlerini müminlere okuma, onlara kitabı ve hikmeti öğretme ve onları arındırmayı onun görevlerinden saymıştır.

"Rabbimiz! içlerinden onlara senin âyetlerini okuyan, kitabı ve hikmeti öğreten, onlan her kötülükten arıtan bir peygamber   gönder"[185] "Nitekim biz size, âyetlerimizi okuyacak,  sizi her kötülükten arıtacak,  size kitabı ve hikmeti Öğretecek ve bilmediklerinizi bildirecek aranızdan bir  peygamber  gönderdik"[186]   "And   olsun   ki  Allah inananlara, âyetlerini okuyan, onlan arıtan, onlara kitap ve hikmeti     öğreten    kendilerinden     bir    peygamber göndermekle   iyilikte   bulunmuştur"[187]  "Kitap    ehli olmayanların  arasından  kendilerine  âyetlerini  okuyan, onları   arıtan,   onlara   kitabı   ve   hikmeti   öğreten   bir peygamber gönderen odur"[188]

5- Peygamberler, mensuplarına hikmeti Öğrettikten sonra, onların izleyicileri de bu hikmet azığıyla donatılmış olarak ve onu davetin başarılı bir üslubu ve aracı yaparak Allah'a çağrı görevlerini yerine getirirler. Yüce Allah her mülümanı Allah'a çağrı yapmakla görevlendirmiş ve bunun iki yolunu kendisine göstermiştir. "Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel göğütle çağır, onlarla en güzel şekilde tartışma "[189]

Mümin kişi böyle yaparsa, Allah'ın kendisine bağışl adığı, peygamberin kendisine öğrettiği veya kendisinin peygamberden öğrendiği hikmetten yarar lanmış, insanları etkilemeyi de başarmış olur. Çünkü hikmet, amacı gerçekleştirmenin en önemli, en doğru, en yararlı ve en güçlü yoldur.[190]

 

Hikmet ve Şükür:

 

Ayet, hikmeti ve şükrü birbirine bağlamış, hatta hikmeti şükür ile açıklamıştır."'Lokman'a hikmeti, yani Allah'a şükretmeyi verdik.Kim şükrederse, kendisi için şükretmiş olur. Kim de küfrederse, şüphesiz Allah zengindir ve öğülmeye layıktır"

Hikmet,    Allah'a   şükretmektir.    Çünkü    "Allah'a şükretmek" diye açıklanmıştır, âyette geçen "en" harfi, tefsir etme/açıklama harfidir. Yukarıda hikmetin anlamını öğrendik. Şimdi de şükrün anlamına bakalım.

Rağıb İsfahanı şöyle der: "Şükür, nimeti hatırlamak ve ortaya koymaktır. Keşefe anlamındaki kesere sözcüğünden çevrildiği söylenir.

Şükrün zıddı, küfürdür. O da nimeti unutmak ve örtmektir. Çok şükreden hayvan, demek, sahibinin kendisine yedirdiğini semizleyerek karşılayan hayvan demektir. Kökünün 'dolu göz'den geldiği de söylenir. Buna göre şükür, kendisine nimet veren kişiyi anmakla dolmaktır.

Şükür üç çeşittir; kalbin şükrü. Bu, nimeti düşünmektir. Dilin şükrü. Bu da nimeti vereni övmektir.Diğer organların şükrü.   Bu  da  layık  olduğu  kadar  nimete  karşılıkta bulunmaktır.

Yüce Allah'ın şükreden olması ise, kullarına nimet vermesi ve yaptıkları  ibadetin karşılığını vermesidir. "[191]

Hikmetin sahibi sadece Allah olduğu gibi, gerçek şükür de ancak Allah'a yapılır. Onun için âyette "Allah'a şükretmek" denilmiş ve Allah'a şükredileceği belirtilmiştir.

Hikmetin şükürle açıklanması, onun hikmetin doğal bir ürünü olması demektir. Zaten hikmet sahibi herkes, sadece Allah'a   şükretmektedir.   Allah'a   inanm  adığı   ve   ona şükretmediği   halde,   birçokların   sandığı   gibi,   kendini hikmet sahibi kabul edenleri görüyorsak, bilelim ki bunlar ne hikmet sahibidir, ne de hikmetleri vardır.Çünkü şükrü olmayan hikmetin ne bir yaran, ne de bir meyvesi olur. Filozofların   ve   kafir   düşünürlerin   hikmet   yoksunu olduklarını, sadece müslüman düşünürlerin hikmet sahibi diye nitelenebileceğini gösteren bir diğer delil de budur. Çünkü mümin düşünürler Allah'a şükrederler.

buradakastedilen şükrün, kalp, dil ve bütün organların şükrünü içine alan genel şükür olduğunu, her üç kaynaktan meydana gelen şükürle Allah'a yönelmek, Allahı övmek ve insanlara sevimli göstermek için onları kullanmak olduğunu unutmamalıyız.

İmam Kummi en-Neysaburi "Allah'a şükretmek" sözcüklerini açıklarken şöyle der: "Alimler bunun tekvini bir emir olduğunu söylerler. Yani, biz insanı şükreder yaptık, demek olur. Çünkü teklif olan emir, alimi de, cahili de kapsar. Gerçek mabuda şükretmek, her ibadetin başı ve her türlü hikmetin zirvesidir. Şükrün Allah'a değil, kula yaran olur. Çünkü Allah, şükredenlerin şükrüne muhtaç değildir. O, övülmeye layıktır"[192]

"Allah'a şükretmek" tamlaması, tahsis içindir. Çünkü gerçekte şükür sadece Allah'a yapılır. "Şükreden kişi, sadece kendisine şükreder" ifadesindeki tamlama ve sınırlandırma ise, yararı açısındandır.Yani bu şükürden yararlanacak kişi, sadece sahibidir.[193]

 

Babanın Oğluna Öğüt Vermesi:

 

Lokman, çocuklarına nasıl davranacakları ve nasıl öğüt verecekleri konusunda babalara canlı bir örnek vermiştir. "Öğüt verirken, Lokman oğluna şöyle dedi" ifadesi bu gerçeği ortaya koymaktadır.

Öğüt vermek, iyiliğe yöneltmek ve kötülükten sakındırmak İçin yapılan uyandır. Lokman oğluna öğüt verirken, oğlunun adını, yaşını,inancını, muvahhit mümin veya müşrik olduğunu ve babasının öğütlerini kabul edip etmediğini bilmiyoruz. Lokman, baba olarak oğluna karşı görevlerini yapıyordu.

İslam,   çocuklarına  öğüt  verme,   yönlendirme  ve yetiştirme görevini anne babalara vermiştir. "Ey inananlar! Kendinizi ve aile fertlerinizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan bir ateşten koruyunuz."150 demiştir.

Çocuk hayırlı ve yararlı bir evîat ise, babasının öğütlerini kabul eder. Kabul ettiğinde de kendisi yarar görür ve babasını mutlu eder. Kabul etmediğinde ise, kendisi zarar eder, ama babasını da üzmüş olur.

Şüphesiz iyi ve salih çocuk, babası için göz aydınlığıdır. Zaten iyi babalar, Yüce Allah'tan kendilerine iyi çocuklar vermişini   isterler.   "Rabbimiz!   Bize   eşlerimizden   ve çocuklarımızdan gözümüzün aydınlığı  olacak insanlar ver.."[194] derler.

Anne babasına itaatsiz ve inatçı çocuk,  onlara bir işkence olup hayatlarını zehir eder. Bununla beraber baba oğluna   öğüt   vermek,   yol   gösterip   yönlendirmekle yükümlüdür. Bundan bikmamah, usanmamah, aksine fırsat buldukça   buna   devam   etmelidir.   Oğlunun   kendisini dinlemediğini ve  öğütlerini kabul etmediğini gerekçe göstermemelidir. Çünkü Yüce Allah, oğlunun kabul edip etmemesinden sorumlu tutm adığı gibi mükafatını da onun kabul   etmesine   bağlamamıştır,   sadece   öğüt   verip yönlendirmeğe çalıştığı için Allah ona ecrini ve mükafatını verecektir. Öğüt vermeyecek olursa,   asıl o zaman kendini sorumlu olmaya ve kiyamet gününde tehlikeye atmış olur.[195]

 

Lokman'ın Oğluna Öğütleri:

 

Lokmanın oğluna verdiği öğütlerin genel olduğu, iman, ahlak,  ibadet ve davet konularını içerdiği görülür. Şöyle ki:

1- AHah'a inanmasını ve tevhit inancına sahip olmasını emretmiş, şirk ve küfürden sakındırmış, şirkin ne büyük tehlike olduğunu kendisine açıklamıştır. "Oğulcuğum! Allah'a ortak koşma. Çünkü ona ortak koşmak büyük bir zulümdür"

2- Anne babasını tavsiye etmiş ve özellikle annesini belirtmiştir. Onlara iyilik ve güzellikle davranması, itaat etmesi ve iyilikte bulunmasını istemiştir. Anne baba kafir bile olsa, onlara itaat ve iyilikle muamele konusunda bizlere genel kuralı belirtmiş ve ölçüyü göstermiştir. Kendilerinin kafir olup çocuğu da kafir olmaya çağırmaları durumunda, onların bu çağrısını çocuk kabul etmeyecek ve söylediklerini tutmayacak, ama bunun yanında dünya hayatında onlara iyilik ve güzellikle muamele edecektir, "insana anne babasını tavsiye ettik. Annesi onu güçlük

üstüne güçlükle karnında taşıdı. Çocuğun sütten kesilmesi iki yıl içinde olur.Bana ve anne babana şükret diye tavsiyede bulunduk. Dönüş ban adır"

"Annen baban, bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme, ama dünya işlerinde onlarla güzel geçin. Bana yönelen kimsenin yoluna uy. Sonunda dönüşünüz ban adır. O zaman yaptıklarınızı size bildiririm"

Anne baba için yapılan bu tavsiyenin sosyal ve ahlaki olduğu görülmektedir.

Bir   çok   tefsirci,    anne   baba   için   yapılan   bu yönlendirmelerin Lokman'm öğütleri değil, Yüce Allah'ın öğretileri   olduğunu  söylemişlerdir.   Bunlar  Lokman'm öğütleri arasına yerleştirilmiştir, çünkü oraya daha uygun ve münasip gelmektedir.

Bu âyetlerin Sa'd îbn Ebi Vakkas ve annesi hakkında indiği belirtilir. Annesi Sa'd'ın islamdan dönmesi için ısrar etmiş, dönmediği taktirde cezalandıracağını söyleyerek tehdit etmiş,ama Sa'd İslama bağlılığını sürdürmüş ve annesinin tehditlerine aldırış etmemiştir.

3- Lokman, oğluna Alîahı t? ııtıyorve bazı niteliklerini öğretiyor. Ayrıca ahirette diriliş ve hesap inancını da ortaya koyuyor, Yüce Allah'ın herşeyi kuşatan ve ne kadar küçük olursa olsun, hiçbir şeyi dışarıda burakmayan sonsuz bilgi sahibi   olduğunu   çok   ilginç   bir   tablo   ile   ortaya koyuyor,"Oğulcuğum!   İşlediğin  şey.   bir  hardal  tanesi ağırlığınca da olsa , bir kayanın içinde veya göklerde yahut yerin derinliklerinde de bulunsa, Allah onu getirip meydana koyar. Şüphesiz Allah latiftir, haberdardır"

4- Hardal tanesinin ağırlığı nedir? Şüphesiz Havadaki bir toz zerresi kadar küçük bir şeydir. İşte kayanın içinde saklı kalmış görünmeyen veya büyük yıldızların içinde yüzdüğü ve Havada uçuşan bir zerre kadar göründüğü uçsuz bucaksız göklerde yahut toprağın altında kaybolmuş da olsa, bu hardal tanesini Yüe Allah bulur getirir. Bilgisi onu kuşatmakta ve gücü kapsamında  bulunmaktadır[196]

Karanlık gecede düz kayanın üstünde bulunan kara karıncayı Allah'ın gördüğünü söyleyen, ne kadar doğru söylemiştir! Rabbine şu sözlerle yalvaran kişi de bunu ne güzel dile getirmiştir!

"Koyu karanlık gecede sivri sineğin kan adını açmasını gören Allah!

incecik kemiklerin içinde onun beynini ve sinirlerini gören Allah!"

5- 0ğluna  inançla  ilgili  öğretilerini  verdikten  sonra ibadet etmesini tavsiye etmektedir. "Oğulcuğum! Namazı kıl". Bilindiği gibi,   ibadet inanmaktan sonra olur. Alîahı tanıyıp ona iman ettikten sonra  ibadet şekillerinin başında gelen namazı kılmasını istemektedir.

Lokman'm oğlundan namaz kılmasını istemesi, namazın önemini ve bizden öncekiler üzerinde de farz olduğunu gösterir. Çünkü namaz, Allah ile kul arasında bağdır.

6- Iyiliği emretmek ve kötülüğü yasaklamak suretiyle Allah'a davet etmesini emretmesi ve bunu tavsiye etmesi, bizlere vacip olduğu gibi önekilere de Allah'a davet etmenin, iyiliği emretmek ve kötülüğü yasaklamanın vacip olduğunu gösterir. Bunda bir anormallik de yoktur.Çünkü her din ancak davet yolu ile yayılır.İnsanlar da ancak öğüt verme ve yönlendirme ile o dine sarılırlar. îyi olan kişi de, sadece kendisinin iyi olmasının yeterli olmadığını bilir ve başkalarına da iyilik ve yararın ulaştırılması gerektiğine inanır.

Kur'anı Kerim, öncekilere de davetin farz olduğunu şöyle    belirtmektedir:    "Sizden    önceki    milletlerden kurtardıklarımızdan    pek    azı    dışında,    yeryüzünde bozgunculuğu önleyecek erdemli kişiler bulunmalı değil miydi?  Zalimler  ise,   içinde  yüzdükleri  refahın  peşine düştüler. Onlar suçlu günahkarlardı. Halkı ıslah edenler olduğu   halde   Rabbin   ülkeleri   haksızlıkla   yokedecek değildir”[197]

Namazın kılınmasından sonra iyiliği emretmenin ve kötülüğü yasaklamanın gelmesinin bir esprisi vardır.Kişi namazla Allah ile diyaİoğ kurar, ondan kuvvet, direnç ve cesaret alır. Davet etme ve öğüt verme görevini yerine getirmesine yardım edecek iman azığını namazla biriktirir, namazla kötülüğü onaylamaz ve onu yasaklamaya çalışır, namazla iyiliği sever ve onu emreder. Namaz, Rasulullahın kıldığı ve öğrettiği gibi kılındığı zarnan Allah'a davet etmenin en üstün yolu ve aracıdır. Ama kılan kişide davet ve öğüt verme meyvesini vermiyorsa, o zaman ölü bir namaz ve göstermelik soyut hareketten öteye geçmez.

7- "Başına gelenlere sabret" diyerek, başına gelecek şeylere sabretmesini Öğütlemiştir. İyiliği emretme ve kötülüğü yasaklamanın ardından sabrın belirtilmesi, Kur'anın kesin ve sabit bir gerçeğine işaret etmektedir. O da, Allah'a çağıran, insanlara öğüt veren, iyiliği emredip kötülüğü yasaklayan bir insan kaçınılmaz olarak eziyet ve

baskılara maruz kalacaktır, insanlar ona gülecekler, alay edecekler, yalanlayacaklar, baskı yapacaklar, eziyet ve işkence yapacaklar, dövecekler, sövecekler, suçlayacaklar, hatta öldüreceklerdir. Bütün bunlara karşı sabır azığını almamışsa, yolunda sebat edip devam edemez, görevini yerine getiremez ve başkalarına öğüt veremez. Onun yerine selameti, rahatı ve uzleti tercih edecek, bana dokunmayan yılan bin yaşasın, diyecektir.

Şüphe yok ki batılın savunucuları karşısında sabır, etkin bir siiahtır. Yüce Allah'ın bize verdiği rabbani bir iman azığıdır. Allah'ın bize emrettiği görevi yerine getirebilmek için kaçınılmaz bir araçtır.

Lokmanın oğluna iyiliği emretme ve kötülüğü yasaklamayı emretmesine baktığımızda, bunu namazı kılmayı ve sabretmeyi emretmesinin ortasında emrettiğini görürüz. Bu bilerek yapılmış bir sıralam adır. Çünkü namaz, iyiliği emretme ve kötülüten sakındirmayı gerektirir. Sabır da, bu görevi sürdürmenin şartıdır.

8- îyiliği emretmek, kötülüğü yasaklamak,sözünün insanlar tarafından kabul görmesi ve onlan etkilemesinin gereği olarak ona ahlaki öğütlerde bulunmuştur. "İnsanları küçümseyip yüz çevirme- Yer yüzünde böbürlenerek yürüme, Allah, kendini beğenip böbürlenen kimseyi hiç sevmez. Yürüyüşünde doğal ol. Sesini kıs. Seslerin en çirkini eşeklerin sesidir". Bu ahlaki öğütleri sıra ile eİe alalım:

a- 'lnsanları küçümseyip onlardan yüz çevirme". Yani insanlara karşı kibirlenme. Sen onları davet ediyorsun, senin çağrını kabul etmelerini istiyorsun. Onlar ise,ancak kendilerine yakın olan, alçak gönüllü davranan, çağrısını, din ve düşüncesini sevgi, rahmet ve alçak gönüllülük içinde sunan kişiden bunu kabul ederler.

Ama onlara karşı gurur ve kibir besleyen, kaba ve sert davranan, onlara aşağılama ve horlama ile bakan, onlardan yüz çevirip iltifat etmeyen kişiye onlar da iltifat etmezler, ona yüz vermezler ve söylediğini dinlemezler.

b- "Yer yüzünde böbürlenerek yürüme". Bu da insanlardan yüz çevirmenin ayrılmaz bir devamıdır. Çünkü her iki davranış kibir, gurur ve böbürlenmekten kaynaklanmakt adır.

Yer yüzünde böbürlenerek yürümek, insanlara adırış etmeden, gururlanarak ve kasılarak yürümektir. Bu da hem Allah'ın, hem insanların nefret ettiği bir harekettir.Gurur ve kibirle yürüme şeklinde kendini gösteren hasta bir ruhun dışa yansımasıdır.

c- "Yürüyüşünde doğal ol". Çirkin ve anormal yürümeyi kendisine ya sakladıktan sonra doğru ve normal yürümeyi de kendisine göstermiştir. Yürümede doğal olmak, normal, ortalama ve makbul bir şekilde yürümek demektir. Kasılıp böbürlenen ve küçük dağları ben yarattım, dercesine etrafına hava atan bir yürüme olmadığı gibi, ezilip bözülen ve yıkılacak gibi duran kişilerin yürümesi de değildir. Belki ikisinin arasında normal ve makul olan doğal yürümedir. Zaten işlerin en iyisi, orta olanıdır.

d- "Sesini kıs". Sesi kısarak konuşmak,edep, kendine güven, söylenen sözlerin doğruluğundan emin olmak demektir. Ancak edebi düşük, sözünün değerinden endişesi olan veya kendi kişiliğinin değerini bilmeyen insanlar konuşurken bağırıp çağırır veya kaba konuşurlar. Bağırıp çağırarak, öfkelenip hiddetlenerek bu eksikliğini gizlemeye çalışırlar.

Kur'anın üslubu, bundan nefret ettirerek, çirkin ve anormal göstererek böyle bir davranışı kınamakt adır. "Şüphesiz seslerin en çirkini, eşeklerin sesidir"derken, çirkinlik ve kötülükle beraber alay ve horlamayı da gerektiren bir manzara çizerek bu davranışı y adırgamakt adır. Duygusu körelrnemiş bir kişinin, Kur'anın bu parlak anlatımı ile çizilen gülünç manzarayı gözünün önüne getirince gülmemesi mümkün değildir.[198]

 

Öyküden Alınacak Dersler:

 

Şimdi de Lokman öyküsünü anlatan âyetlere bakalım ve ondan alacağımız öğütleri ve çıkaracağımız dersleri görelim.

l- "Lokman'a  hikmeti verdik"  sözü,  hikmeti ancak Allah'ın   vereceğini   gösterir.   Allah   onu   kullarından dilediğine verir. Allah kime hikmet verirse, ona büyük bir hayır verilmiş demektir. Hikmeti insan çalışma ve öğrenme ile de elde edebilir.

2- Hikrnet, uygun zamanda, uygun ölçüde ve uygun üslupla uygun kişiye uygun sözü söylemek olarak tanımlanabilir.

3- "AUah'a şükretme"sözü, hikmetin şükürle açıkîanmasıdır. Bu da Allah'a şükretmenin hikmetin bir ürünü olması ve Allah'a şükretmenin imanın gereklerinden bulunması demektir. Müminden başkası hekim (hikmet sahibi) değildir, Allah'a şükredenden başkası hekim olmaz ve hayatını Allah'ın istediği gibi yaşayandan başkasına hekim denilmez.

4- "Kim   şükrederse,   kendisi   için   şükretmiş   olur" sözünde şükretme, şimdiki (muzari) zaman kipi ile   ifade edilmiştir. Bilindiği gibi muzari kip, devam eden olayları belirtir. Bu da  canlı, dinamik ve aktif müminin gönlüne en sevimli olan fiildir. Bu fiil yenilenmeyi ve sürekliliği belirtir. Şükrün muzari kipi ile belirtilmesinin amacı,  herhalde müminin  Allah'a yapacağı  şükrün  sürekli  olması  ve yenilenmesi gereğidir. Yani her an, her saat, her gün ve her zaman rabbine şükretmesi demektir. Çünkü Allah'ın kul üzerindeki nimetleri yenilenmekte, gece gündüz bir an kesilmeden   sürmektedir.   Her   nimet   de   şükretmeyi gerektirir.    Şükretmekle    nimetler   devam    eder   ve artar."Hani Rabbin, şayet şükrederseniz, size nimetimi artırırım, demişti"[199]

5- Öykünün âyetleri şükrün iki alanını belirtmektedir. Birincisi, "Allah'a şüretmek" sözündeki Allah'a yapılan şükürdür. İkincisi de,ana babaya yapılan şükürdür. "Bana ve ana babana şükret". Bundan alaşılıyor ki insana iyilik ve yarar sağlayan kişilere teşekkür etmek caizdir. Ana babaya teşekür etmek ise, zaten âyetle vaciptir.

Ancak şükür gerçekte aAlîah'tan başkasına yapılmaz. İyilik yapanlara yapılan teşekkür de, aslında Allah'a yapılan şükürdür.Çünkü insana iyilik yapmayı onlara ilham eden Allah'ın kendisidir. Onlara şükrederek kişi dolaylı olarak Allah'a şükretmektedir.

Ana babaya yapılan şükür de aslında Allah'a yapılan şükürdür. Görünürde İkisine yapılmış olsa da, gerçekte, insanın dünyaya gelmesine onları sebep yapan ve kendisine karşı şefkat ve merhametle dolu kılan Allah'a yapılan şükürdür.

6- Şükürden söz açılmışken, bu kelimenin öyküde dört kez geçtiğini görüyoruz. İki kez emir kipi ile geçmiştir. "Allah'a şükret", "Bana ve ana babana şükret". Bunlar şükretme görevi ve kime şükredileceği bağlamında geçmektedir.

iki kez de şimdiki zaman (muzari fiil) kipinde geçmektedir."Kim şükrederse, kendisi için şükretmiş olur" Bu da şükretmeyi yerine getirme ve bu şükürden kimin yararlanacağını belirtme bağlamında olmaktadır. Çünkü bu şükürden ancak sahibi yararlanmakt adır.

7- Şükür âyetinin"Kim nankörlük yaparsa,  şüphesiz Allah'ın hiçbir ihtiyacı yoktur ve O övülmeye layıktır" sözleriyle bitirilmesi,âyetin konusu ile uyumlu bir bitirmedir. Çünkü   âyet,şükretmeyi   istemekte   ve   hikmet   sahibi müminin Allah'a şükretmesini emretmektedir.âyetin bu şekilde bitmesi, kimsenin bu şükürden Allah'a bir yarar gediğini  sanmaması  içindir.   Âyet,   Allah'ın   insanların şükrüne muhtaç olmadığını belirtmek için onun zengin olduğunu  belirtmektedir.   Şükretsinler  veya  nankörlük etsinler, bu şükür Allah'a hiçbir şey kazandırmaz.

âyette Hamid adı da geçmektedir. Bu da övülmeye layık olanın Allah olduğu, bütün insanlar inkar edip nankörlük yapsa ve hiçbir kimse onu övmese bile, onun övülmeye layık bulunduğunu anlatmak içindir.

âyet sanki bize şöyle der: kişi şükrederse, kendisi için şükretmiş olur. Çünkü Allah zengindir, hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Ama kim küfredip nankörlük yaparsa, kendi kuyusunu kazmış olur. Çünkü Allah övülmeye layık olup kimsenin küfür ve nankörlüğünden zarar görmez.

8- "Oğîuna    öğüt    vererek"    derken,    babaların çocuklarına öğüt vermeleri, verdikleri Öğütleri tutmasalar da bu görevlerini yerine getirmeye devam etmeleri gerektiğine işaret etmektedir.

9- Lokmanın oğluna yaptığı öğütlerden biri, "Allah'a ortak koşma, çünkü ona ortak koşmak büyük bir zulümdür" diyerek Allah'a ortak koşmasını yasaklamasıdır.Bu da öğüt ye nasihatlann islamın iman, davet, sistem, hüküm,ahlak ve erdem gibi bütün konularını içermesi gerektiğini gösterir. Lokmanın oğluna veriği bu Öğüt, iman ve inançla ilgili öğüttür.

10- âyet, Allah'a ortak koşmayı en büyük zulüm olarak görür. Rasulullah, Enam süresindeki "Güven, inanıp imanlarına zulüm karıştırmayanlar adır. Onlar doğru yold adırlar"[200] âyetinde geçen zulmü Allah'a ortak koşmak olarak açıklamıştır. Ashap, zulümden maks adın günah ve kötülük olduğunu sanmışlar ve günah işledikleri için kimsenin güvenlik içinde olamıyacağını sanmışlar.Bu da onları zor durumda bırakmış ve "hangimiz zulmetmiyor ki?" demişler. Bunun üzerine Rasulullah "Bu, sizin sandığınız gibi değildir. Bu Lokmanın söylediği gibidir. Oğulcuğum! Allah'a ortak koşma.Şüphesiz ortak koşmak büyük bir zulümdür" buyurmuştur [201]

11- Şu âyette olduğu gibi, Kı.ı'an çok kez şirk ve küfür için zulüm kelimesini kullanma* tdır. "Kafirler zalimlerin kendileridir."[202]

Küfür ve şirkin zulüm olması m sebebi şudur: Kafir ve müşrik zulmetmektedir. Çünkü zı iim haksızlık yapmak ve hakkı     çiğnemek,     batılı      iesteklemek,     haktan sapmak,gerçeği   gizlemektir.   Müşrik,   bundan   dolayı zalimdir.

Müşrik,   kendine  zulmetmektedir.   Çünkü  batıl  ve cehenneme  götüren  yoldan  gitmektedir.   Gerçeğe  de zulmetmektedir. Çünkü    gerçeği    görmemekte    veya gerçekten yan çizmektedir.  Müminlere zulmetmektedir. Çünkü hakkı destekleyerek ve batıla karşı savaşarak onlara cephe almaktadır.  Müşrik, kafirlere de zulmetmektedir. Çünkü küfürde onlara öncü ve batıl yollarında kendilerine destek olmaktadır. Her küfür zulümdür ve müşrik her kafir zalimdir.

Ancak her zulüm küfür ve şirk değildir.Çünkü Kur'an, günah ve haramı işlemeğe de zulüm der. Günah işlediği için müsîüman kendine zulmetmiş olabilir, ancak salt günahı işlemekle kafir olmaz.

12- "lnsana ana babasını tavsiye ettik"  cümlesinde güzel bir nüans   bulunmaktadır. Yüce Allah ihmalkarlık veya   kötülük   yapma   ihtimali   olan   kişiye   tavsiyede bulunmaktadır. Birbirine karşı ihmalkarlık yapabilecek olan babalar mı, çocuklar mı? Elbette çocuklardır. Onun için yüce Allah    çocuklara ana babalarını tavsiye ederken, çocukları ana babalara tavsiye etmemiştir.Çünkü babaların buna   ihtiyaçları   yoktur.   Zaten   doğuştan   onlar   için titremekte, yarar ve çıkarlarını gözetmektedirler.

Bu tavsiyeye çocukların ihtiyacı vardır. Çünkü çocuk, genellikle çıkarını sağlamak, geleceğini garantilemek, çocuklarına yarar ve gelecek sağlamak için çalışır ve genellikle geriye dönüp bakmaz. Bu Dünyadan göçen veya göçmek üzere bulunan ana babasına bakmaz. Bundan dolayı âyet, çocukları kendilerine hayatlarım adayan ve ellerinden geldiği kadar onlar için çalışan ana babaya iyilikle davranıp bakmalarını ve özen göstermelerini istemektedir.

13- "Güçsüz!ük   üstüne   güçsüzlükle   annesi   onu taşıdı"âyeti, kesin bir gerçeği ortaya koymak adır. O da gebelik süresince annenin zayıf, güçsüz ve bitkin olarak yaş adığı, gebeliğin başlamasından itibaren bir güçsüzlüğün başladığı,  bunun  çeşitli  rahatsızlıklar  şeklinde  kendini gösterdiği ve doğuma kadar, hatta daha sonrasına kadar sürdüğü    gerçeğidir.    Güçsüzlük    üstüne    güçsüzlük denilmesinin  sebebi,  herhalde  budur.  Çünkü  gebelik boyunca güçsüzlük ve sıkıntı sürmektedir.

âyet, güçsüzlüğü bir sekile sınırlandırmayip mutlak olarak belirtmektedir. Böylece güçsüzlük ve sıkıntının her türülüsünü içine almaktadır. Çünkü bu güçsüzlük ve sıkıntı vücutta, psikolojide, bilinçte, kuvvette, çalışma ve işlevde, huy ve darvnışta, ilişki ve tasarruflarda, duygularda ve başka şeylerde kendini göstermektedir.

Bütün çeşitlerine ve sıkıntılarına rağmen, yenilenen ve devam eden bu güçsüzlük anne tarafından sevilmekte, benimsenmekte ve göze ahnmakt adır. Gebe kalmadığı zaman, bu zevki tatmak için elinden geleni yapmakta ve gebe kalmağa çahşmakt adır. Onu, güçsüzlüğü sevme, güçsüzlüğe katlanma, göze alma ve ondan zevk alma yapısında yaratan Yüce Allah her türlü eşiklikten uzaktır!

14- "Çocuğun sütten kesilmesi iki yıl içinde olur" cümlesi, çocuk için gerekli ve zorunlu süt emzirme süresini belirtmektedir. Bu süre de iki yıldır.lki yıldan az olunca çocuk doğal besin olan anne sütünden normal ihtiyacını karşılamamış olur. Bu süre iki yılı aşarsa, çocuk artık sütten yarar gömez, aksine psikolojisi ve fiziki yapısı açısından zararlı olmaya başlar. Çünkü böylece hantal ve nazlı bir yapı kazanır. Yemek yemeden büyümüş olan vücut ihtiyaçlarını karşılamaya artık anne sütü yeterli gelmeyebilir.

Herhalde  günümüz  çocuklarının  hastalanmalarının sebebi,    doğal   beslenme   olan   anne   sütünden   az yararlanmalarıdır.Çünkü anne sütü, sağlık, psikolojik ve bedensel açıdan, maddi ve manevi yeteneklerinin gelişmesi bakımından çocuk için gereklidir. Anne çocuğuna verdiği sütle beraber sevgi, şefkat, kucaklama ve bağrına basmayı da emzirir. Acaba günümüzde anne sütünü emen kaç çocuk vardır?

15- Ayetler, çocuğun ana babası ile ilişkisi ve onlara iyi muamelesi konusunda dengeli, güvenli ve sağlam bir kural ortaya koymaktadır. "Bilmediğin bir şeyi bana ortak koşmaya zorlarlarsa, onlara itaat etme, bununla beraber dünya işlerinde onlarla güzel geçin"

Anne baba çocuğa yanlış yapmış veya güzel davranmış olsun, sevgi veya kabalıkla kendisine muamele yapmış olsun, ne olursa olsun, anne babaya iyi muamele etmek vaciptir ve zorunludur. Anne baba bir suç veya günah işlemiş olsa bile, hatta ikisi kafir ve müşrik olsalar bile, onlara iyi davranma sorumluluğu çocuk üzerinden düşmez. "Dünya işlerinde onlarla güzel geçin"

Ancak çocuğun ana babasına itaat etmesi, bilinçli ve kavrayışlı bir itaattir.Yani Allah'ın razı olacağı işlerde onlara itaat eder, ama Allahı kızdıracak işlerde onlara itaat etmez,Allah'a itaat olan işleri yapmasını istediklerinde onlara itaat eder, ama günah, küfür ve şirk işler yapmasını istediklerinde onlara itaat etmez.Çünkü Allah'a isyan olan işlerde yaratıklara itaat edilmez.

Ayet, güzel geçinme ile itaati birbirinden ayırmakt adır.Anne babaya güzel davranma ve iyilik etme, kafir de olsalar,her durumda gereklidir. Ancak bu itaat, Allah'a itaat şartına bağlıdır.Onların emirleri Allah'ın emirlerine aykırı olursa, onlara itaat edilmez.

Buna rağmen bu durumda bile onlara iyilikle muamele tmek gerekir. Yani, onların Allah'a isyan olan emirlerine muhalefet ettiğinde de kişi iyi bir şekilde muhalefet etmesi lazımdır. Muhalefet ederken azarlamamah, sövmememli, küfretmemeli, hakaret etmemelidir, sadece emirlerini yerine getirmez ve güzellikle muamele etmesine devam eder.

16- Âyetler, Yüce Allah'ın büyük küçük demeden herşeyi kuşatan bilgisini çok ilginç, kapsamlı, güzel ve sevimli bir tablo ile ortaya koymaktadır. "Oğulcuğum! İşlediğin şey, bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa, bir kayanın içinde veya göklerde yahut yerin derinliklerinde de bulunsa, Allah onu getirip meydana koyar. Şüphesiz Allah latiftir, haberdardır".

Şüphesiz Allah'ın bilgisi her şeyi kapsar. Onun bilgisi dışında kalan hiçbir şey yoktur. En ufak bir şey olan hardal tanesini de geniş yeryüzünde, uçsuz bucaksız göklerde ve toprağın altındaki kayanın içinde de olsa bilir ve getirmeye kadirdir.

Çizilen tabloda Önemli olan, dinleyicinin psikolojisini etkilemektir.   Bu  tabloyu  dinleyince  Allah'ın  kendisini bildiğini, kendisini gördüğünü hisseder, Allah'ın kenisine baktığı ve onun gözetimi altında olduğu gerçeğini yaşar. Bu da kendisini Allah'a karşı samimi olmaya, kulluğunu güzel bir şekilde yapmaya,  hakkında kusur veya ihmalkarlık yapmaktan   utanmaya,   hükümlerine   sarılmaya,   ona muhalfet   etmek   ve   kötülük   işlemekten   çekinmeye sevkeder.

17- Bu tabloyu canlandıran iki âyeti, Yüce Allah'ın iki ismi ile tamamlamıştır. "Şüphesiz Allah latiftir, habirdir" Bu da âyetin konusuna uygun bir tamamlam adır.

Şüphesiz Allah latiftir. Bilgisi herşeyi kapsar ve herşey için geçerlidir. Önüne hiçbirşey engel olamaz ve hiçbirşey karşısında duramaz. Çünkü bu, her şeyi bilen Yüce Allah'ın sonsuz bilgisidir. Yüce Allah habirdir de. Yani Allah her şeyi bilir ve herşeydan haberdardır.

18- Iman atmosferi içinde ve oğlan Allah'ın güç ve bilgisini canlandıran tablonun etkisi altında iken, baba oğluna ibadet etmesini eklif ediyor, namazı kılmasını, iyiliği emredip kötülüğü yasaklamasını emrediyor. Böylece teklifi anlamlı, canlı ve etkili oluyor. Çünkü Allah'a iman ve onun saygısıyla dolu olan kalp bu teklifleri kabul edecek ve yerine getirecektir.

19- Lokmanın oğluna verdiği emirler altı, yaptığı yasaklar ise üçtür.

Emirler: Namazı kılmak, iyiliği emretmek, kötülüğü yasaklamak, başına gelenlere sabretmek, yürüyüşte doğal olmak, sesi kısmak.

Yasaklar: Allah'a ortak koşmamak, kibirlenerek insanlardan yüz çevirmemek, yer yüzünde böbürlenerek yürümemek.

Bu işlerin tümü ibadet boyutu olan şeylerdir.Onun için bunlara ibadetler de denilebilir. Mümin insan, konusu ne olursa olsun, emirleri tutarak ve yasaklardan kaçınarak Allah'a ibadet etmektedir. Allah'ın emirlerini yerine getirmek ibadet olduğu gibi, yasaklarından kaçınmak da ibadettir.

Onun için "ibadet" kavramının alanını geniş tutmak ve sadece namaz, oruç, hac, zekat gibi belirli işlerle sınırlı tutmamak gerekir.  Çünkü     ibadet,  müslümanın  tüm hayatını kapsar ve onun hiçbir anı ibadetin dışında değildir. Kıldığı namaz, tuttuğu oruç, verdiği zekat,yaptığı hac ile ibadet yaptığı gibi, ahkamı yerine getirirken, muameleleri yaparken, ahlak ve faziletlere sarılırken, başkalarıyla güzel ilişkilerde bulunurken de ibadet etmekedir.

Mümin aklı, düşüncesi, kalbi, imanı, vücudu ve organları ile Allah'a ibadet etmektedir. Evinde, camide, işinde,vazifesinde, gece ve gündüzde, uyurken ve uyanık iken Allah'a ibadet etmektedir. Namazda, oruçta, ahlak ve davranışlarda, konuşma ve ilişkilerde, mal ve ekonomide, politika ve görevde, oyun, sanat ve hayalde ibadet etmektedir. Bütün bu alan ve işlerde Allahla beraber olduğu, onun denetim ve gözetimi altında bulunduğu ve yaptığı işlerle onun karşısına çıkıp mükafat veya ceza alacağını bilerek davrandığı taktirde, Allah'a ibadet içindedir.

20- Ibadet    olan    işlerden    sonra    âyet    "Bunlar, azmedilmesi gereken işlerdendir" sözleriyle bitmektedir. Azmetmek, bir işi bitirmek için kararlı olmak demektir. Yani    namazı    kılmak,    iyiliği    emretmek,    kötülüğü yasaklamak, eziyet ve hasızhklara karşı sabretmek, kalbin azmetmesi,   kararlı   ve   dirençli   olmasını   gerektiren işierdîr.Çünkü bunlar gerçekten zor ve çetin görevlerdir. Hekes bunlara katlanamaz. Onun için birçokları onları yerine getirmeyi bırakacaktır.  O  işleri ancak azim ve gayret sahibi, kararlılık ve direniş sahibi, iman ve takva sahibi insanlar yerine getirmeye devam edebilir. "Büyük nefislerin uğrunda vücutlar çok yorulur".

21- Yasaklardan sor a da âyet "Şüphesiz Allah kendini beğenip   öğünen   hiçbir   kimseyi   sevmez"   sözleriyle

bitmektedir.Öğünmek, böbürlenmek ve kibirlenmek, Allah'ın kendilerini de, sahiplerini de sevmediği kötü huylardır. Bu da Kur'anın, sözkonusu kötü huylardan uzak durmaya çağrısıdır.

Kur'an, güzel ahlakı teşvik eder ve müminleri "Şüphesiz Allah....sever" sözleriyle o güzel ahlaka sahip olmaya çağırır. Müslüman "sever" kelimesini duyar duymaz, sahip olmak için sonrasında belirtilen şeyleri bilmeye gayret eder. Çünkü bunun, Allah'ın sevmesinin yolu olduğunu bilir.

Kur'an, kötü ahlaktan "Şüphesiz Allah sevmez" sözleriyle sakındırır. Mümin, "sevmez" kelimesini duyar duymaz, sakınmak için ondan sonrasını öğrenmeye gayret eder. Çünkü bu kötü ahlak, kendisini Allah'ın sevgisinden yoksun bırakır. Şimdi güzel niteliklere sahip olmak ve onlara sarılmak için "Şüphesiz Allah sever" âyeti ile, kötü niteliklerden sakınmak ve kaçınmak için "Şüphesiz Allah sevmez "âyetini bir araya getirip ona göre yaşayalım mı?![203]

 

VI- SEBE'LİLER ÖYKÜSÜ

 

Kuranda Sebe'liler Öyküsü:

 

Nemi Suresinde Sebe' Kraliçesi ve Hz.Süleyman:

 

Sebe' suresinde geçen Sebe'Iiler öyküsüne geçmeden önce, Sebe' Kraliçesi[204] İle Hz.Süleyman arasında geçen olaylardan söz eden Nemi süresindeki âyetler üzerinde duracağız. Ondan sonra Sebe' suresinde geçen Sebe'Iiler öyküsünü ele alacağız. [205] Yüce Allah buyuruyor:

"Süleyman,   kuşları   denetleyerek   "Ibibik'i   niçin göremiyorum? Yoksa kayıplarda mı? Bana apaçık bir delil getirmelidir, yoksa onu ya şiddetli bir cezaya çarptırırım yahut keserim" dedi.

Çok geçmeden İbibik gelip Süleyman'a "Senin bilmediğin bir şeyi öğrendim. Sana Sebe'den bir haber getirdim. Oranın halkına hükmeden, her şeyden kendisine bolca verilen ve büyük bir tahta sahip olan bir kadın buldum. Onun ve milletinin Allahı bırakıp güneşe secde eliklerini gördüm. Göklerde ve yerde gizli olanları ortaya koyan, gizlediğiniz ve açıkl adığınız şeyleri bilen Allah'a secde etmemeleri için şeytan, yaptıklarını kendilerine güzel göstermiş, onları doğru yoldan alıkoymuştur. Bunun için doğru yolu bulamazlar. O çok büyük arşın sahibi olan Allah'tan başka tanrı yoktur" dedi.

Süleyman şöyie dedi:"Doğru mu söylüyorsun, yoksa yalancılardan mısın, bakacağız. Şu mektubumu götür, onlara at, sonra bir yana çekil, varacakları sonuca bak".

Sebe' kraliçesi: "Ey ileri gelenler! Bana, merhamet eden, merhametli olan Allah'ın adıyla başlayan ve sakın bana karşı başkaldırmayın ve teslim olarak bana gelin, diyen Süleyman'dan gönderilen önemli bir mektup bırakıldı. Ey İleri gelenler! Vereceğim karar hakkında bana fikrinizi söyleyin. Bir iş hakkında sizden ayrı kesin bir karar vermenV'dedi.

"Biz güçlü ve zorlu savaş   adamlarıyız, emir senindir, yeter ki sen emret" dediler.

Kraliçe:"Şüphesiz hükümdarlar bir şehre girdikleri zaman orasını bozarlar, onurlu kimselerini ezerler, işte böyle davranırlar. Ben onlara bir hediye göndereyim de elçilerin nasıl bir cevapla döneceklerine bakayım" dedi.

Süleyman'a geldiklerinde: "Bana mal ile yardım etmek mi isityorsunuz? Allah'ın bana verdiği, size verdiğinden daha iyidir. Ama belki de siz hediyenizle sevinirsiniz. Onlara dön! And olsun ki güç yetiremiyeceleri bir ordu ile gelir, onları Oradan alçalmış ve küçük düşmüş olarak çıkanrız"dedi.

Süleyman "Ey cemaat! Bana teslim olmalarından önce hanginiz o kraliçenin tahtını yanıma getirebilir"?" d d' Cinlerden bir ifrit, "Sen yerinden kalkm adan önce sana onu getiririm, buna karşı güvenilir bir güce sahibim" dedi Kitabtan bilgi sahibi olan biri "Gözünü açıp kapam adan ben onu sana getiririm" dedi .

Süleyman tahtı  yanına  yerleşivermiş  görünce "Bu şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim, diye

sınayan Rabbimin lütfundandır, şükreden ancak kendisi

için şükretmiş olur, fakat nankörlük eden bilsin ki Rabbim hiçbir şeye muhtaç değiîir, kerem sahibidir "dedi.

Sülemeyman, "Tahtına onun tanımayacağı bir şekil verin, bakalım tanıyabilecek mi, yoksa tanımayacak mı? "dedi.

Kraliçe geldiğinde " Senin tahtın böyle miydi?"denildi. O da "Sanki odur, daha önce bize bilgi verilmişti ve teslim olmuştuk" dedi.

Kraliçeyi o zamana kadar alıkoyan, Allah'tan başka taptığı şeylerdi. Çünkü kendisi inkarcı bir millettendi. Ona "Köşke gir" denildi. Onu görünce, derin bir su sandı, eteğini çekti. Süleyman: "Şüphsiz bu, kristalden yapılmış parlak bir salondur "dedi.

Krafiçe "Rabbim! Şüphesiz ben kendime yazık etmişim. Süleyman'la beraber alemlerin rabbi olan Allah'a teslim oldum"dedi."[206]

 

Hz.Süleyman ve Sebe' Liler Kraliçesi Öyküsünün Özeti:

 

Hz.Süleyman ile Sebe'liler kraliçesi arasında geçen olayları kısaca belirttikten sonra şunları söyleyebiliriz:

Kraliçeleri zamanında Sebe1 halkı zenginlik, bolluk, refah ve gelişmişlikte ileri bir seviyeye gelmişler, "Kendisine her şeyden verilmiş" genel ifadesinin belirttiği gibi kendilerine her şeyden verilmiş, kraliçeleri yönetimde halkına danışmış, ama halk ona uydu olup kararlarını uygulamakla yetinmiş, İbibik kuşunun kendisine bildirmesiyle onları öğrenen Hz.Süleyman kraliçeyi ve halkını İslama davet etmiş, kendisine zayıflığını, acizliğini ve bilgisizliğini gösterecek sürprizler hazırlamış, kraliçe Hz.Süleyma'ın gücüne ve ileri olduğuna kanaat getirmiş, bunu da doğru olan dini ile sağl adığma inanmış, böylece İman ederek alemlerin rabbı olan Allah'a teslim olmuştur.[207]

 

Sebe' Suresinde Sebeliler Öyküsü:

 

Kur'anı Kerim, Sebe' suresinde de Sebeliier öyküsünü şöyle anlatır:

"Sebe'lilerin yurtlarında Allah'ın gücüne bir âyet/delil vardır. Sağlı sollu iki bahçe vardı. Onlara: "Rabbinizin verdiği nzıktan yiyin ve ona şükredin. İşte hoş bir şehir ve bağışlayan bir rab" denmişti.

Fakat onlar yüz çevirdiler. Bunun için biz de üzerlerine baraj selini gönderdik. Onların bahçelerini buruk yemişli, acı ılgınlık ve içinde biraz da sedir ağacı bulunan iki bahçeye çevirdik. Bu şekilde inkarlarından ötürü onları cezalandırdık. Biz nankörden başkasını cezalandırır mıyız?!

Onlarla kutlu kıldığımız şehirler arasında, karşıdan karşıya görünen kasabalar var etmiş, aralarında mesafesi belirli yollar yapmıştık. "Oralarda geceleri ve gündüzleri güven  içinde  gezin"  demiştik.  Ama  onlar  "Rabbimiz!

Yolculuklarımızın mesafesini uzat" deyip kendilerine yazık ettiler. Biz de onları efsane yapıverdik, darmadağın ettik.

Şüphesiz bunlarda, çok sabreden ve çok şükreden kimseler için dersler vardır.

And olsun ki iblis, onlar hakkındaki görüşünü doğru çıkartmış, inananlardan bir topluluk dışında, hepsi ona uymuşlardı. Oysa Iblis'in onlar üzerinde bir nüfuzu yoktu. Ama biz ahirete inanan kimselerle ondan şüphe içinde olanları böylece ortaya çıkarırız. Rabbin her şeyi gözetip koruyandır."[208]

 

Öykü İle İlgili Haberler:

 

Tarihçiler ve haber nakledenler Sebe'liler, devlet kurmaları, onlara veriien nimetler, baraj sularının altında kalmaları ve ondan sonra başlarına gelen olaylarla ilgili ayrıntılı bilgiler verirler. Kabul ettiğimiz veya inandığımız için değil, sadece okuyucuları haberdar etmek ve kabul yahut red etmemeleri gerektiğini söylemek için bu ayrıntılı haberlerin bir kısmını vereceğiz. Bu haberleri kendimiz kabul veya red etmiyoruz. Çünkü kabul veya red etmemek, araştırmaya ve biiime en uygun ve en güvenilir yoldur. Zaten bu haberlerin hangisi doğru, hangisi yalan, hangisi iyi,hangisi kötü olduğunu ayırdetme imkanı verecek bilgilere de sahip değiliz.Bunu yapmanın bilimsel bir yararı da yoktur. Onları bilmediğimiz zaman bir kaybımız olmadığı gibi, kabul veya red etmemenin bize bir zararı da olmaz.

Tarihçiler ve haber nakledenler şöyle anlatırlar: Sebe', Yemen'de ilk hükümdardır, adı İbn Abdişems İbn Yeşcub Ibn Yarub İbn Kahtan'dır. Sebe' adı verilmesinin sebebi, Araplardan düşmanı esir alan ilk kral olmasıdır.

Kendisine Raiş de denilirdi. Çünkü savaşta düşmandan aldırı ganimet mallarını halkına veriyordu. Araplar bu mallara riş ve riyaş adını verirler.

Sebe' ülkesi bol nimetler içinde yüzüyordu, âyetlerin belirttiği gibi, Allah onlara her şey vermişti. Gelişmiş bir medeniyet kurdular, vadilerde akan suları kontrol altına akhlar ve Me'rib şehri yakınında iki dağ arasında büyük bir baraj yaptılar. Buna Me'rib barajı (şeddi) adı verildi, baraj sularıyla bağ ve bahçelerini, tarlalarını sul adılar. Büyük bag ve bahçeler yaptılar. Bahçelerinde her türden meyve ağaçları vardı ve türlü türlü meyveler devşirirlerdi.

Sebe'lilerin vadide bahçeleri vardı. Bahçelerde o kadar çok meyveler vardı ki kadın,  başının üstünde taşıdığı sepetiyle ağaçların arasından geçerken, kimse koparm adan kendi kendine düşen meyvelerle sepetler dolardı.

Ülkede sivrisinek, karasinek, pire, akrep ve yılan gibi haşerat yoktu. Çünkü hava çok güzel, iklim çok hoştu. Allah onlara bu kadar çok nimet vermiş, kendisine ibadet etmelerini ve başkasını ortak koşmalarını istemişti.

Kraliçe      Belkis     oların     hükümdarlarındandı Hz.Süleyman ile diyalogu olmuş ve sonunda müslüman olmuştu. Nemi suresi buna işaret etmektedir.

Ama Sebe' halkı, Belkis'm ölümünden sonra kafir oldular, Allah'a ortak koştular, şımardılar, bozuldular ve azdılar. Allah'ın değişmez yasasına müstehak oldular ve Allah onları cezalandırdı. Me'rib barajını yıktı, içindeki suyu üzerlerine saldı. Her şeyi yakıp yıkan büyük bir sel oldu.Kur'an ona "Arim Seli" adını verir. Bağ ve bahçeleri yerlebir etti, ağaç ve meyveleri bitirdi, böylece yaptıkları sebebiyle Allah onların tüm nimetlerini yok etti.

Tarihçiler ve haber nakledenler barajın nasıl yıkıldığı, baraj sularının her tarafı nasıl silip süpürdüğünü uzun uzun anlatırlar. Özetle, kahinler, barajı tarla farelerinin yıkacağını haber vermişler, onlar da barajın her yerine kediler yerleştirmişler, Ama Allah'ın emri gelince fareler baraja saldırmış ve bekleyen kendileri yenerek Öldürmüşler.

Bu durumu komutanlarından Amr Ibn Amir görmüş, helak vaktinin yaklaştığına inanmış, arazi ve mülklerini paraya çevirecek bir yol düşünmüş, yeğenini çağırıp kendisine şöyle demiş: Bu akşam halk odasında oturursam, gel ve "Niçin malımı vermiyorsun?" de. Ben de sana "Bende malın yoktur, baban da bir şey bırakm adı, yalan söylüyorsun, diyeceğim". Seni yalanlayınca, sen de beni yalanla ve sana söylediğimin aynısını bana söyle, böyle yaptığında sana söveceğim, sen de bana söversin, bana sövünce, seni tokatlayacağım, o zaman sen de kalk ve beni tokatla" dedi.

Yeğeni ona "Amca, ben sana böyle karşılık veremem" deyince, adam "Evet, böyle yap, çünkü bununla senin ve aile bireylerinin iyiliğini istiyorum" dedi. Yeğeni de peki, dedi.

Oturduğu halk odasına yeğeni gelmiş ve tartışma kurgulandığı gibi karşılıklı tokatlaşmaya kadar varmış, bunun üzerine adam "Ey Falan oğullan! Ben aranızda nasıl tokatlanınm? Falan kişinin beni tok atladığı bir memlekette kesinlikle kalamam, evimi, bağımı, tarlamı kim satın alır" diye bağırmış, halk ciddi olduğunu görünce, bütün mallarını satın almışlar.

Paralan alıp kendisi ve aile fertleri yola çıkmaya hazırlanırken, halkına seslenmiş ve " Ey halkım! Azap başınızda dolaşıyor, yakında yok olacaksınız, sizden yeni bir ev , güçlü bir deve ve yolculuk yapmak isteyenler Umman'a gitsin, içki, ekmek ve üzüm suyu isteyenler Busra'ya gitsin, hurmalıklar, gölgede oturanlar ve kadın isteyenler, hurmalıkları çok olan Yesrib'e gitsin," demiş.

Halkın bir bölümü söylediğine inanmış ve dağılmışlar. Ezd kabilesi Umman'a, Gassan kabilesi Busra'ya, Evs, Hazrec ve Ka'b İbn Amr kabileleri de Yesrib (Medine) ye gitmişler. Medine'ye gidenler, şehre varm adan önce Batnu Nahle denilen yere gelince, Ka'b Oğullan buranın eşsiz bir yer olduğunu görmüş ve Orada kalmışlar, o günden beri halktan ayrıldıkları için kendilerine Huzaalılar adı verilmiştir. Evs ve Hazrec kabileleri ise Medine'ye gelip yerleşmişler.

Fareler barajı yıkmayı başarmış ve baraj yıkılmış, sular her tarafı yıkıp geçmiş, ekin ve meyveleri yeriebir etmiş ve Sebe' halkı suyun altında kalmışlar. Küfür ve azgınlıkları sebebiyle o medeniyet yıkılmış ve yok olmuştur. "Bu sekide, küfrtemeleri sebebiyle onları cezalandırdık. Çok kafir olandan başkasını cezalandırır mıyız?".

Sebe' halkının başına gelenler hakkında cahiliye devri şairlerinden A'şa (Meymun îbn Kays) şöyle der:

"İbret alacak kişiye bu bir derstir-Me'rib'de olanları sel aldı.

Himyer   onlara   mermerden    set   yapmıştı-Suları geldiğinde boşa gitmedi.

Ekinleri ve bağları sul adı-paylaşıldığı zaman suları yeterli geldi.

Ama o kadar cimri kesildiler ki-Susamış çocuğun su içmesine bile izin vermediler."[209]

Sebe'liler, yapılan barajın yıkılması, halkın göç etmesi ile ilgili bu bilgileri benimseyip kabul ettiğimiz için buraya almış değiliz. Biz onları kabul veya red etmediğimiz gibi, okuyucuların da kabul veya redetmeyip hakkında hüküm vermemelerini tavsiye ederiz.[210]

 

Sebe' Suresinde Öykü Hangi Bağlamda Anlatılmaktadır?

 

Şimdi de Sebe suresinde Sebe'liler öyküsünün geçtiği bağlama bakalım. Surede öyküden önce adaletli ve Allah'a şükreden mümin iki hükümdar olmaları sebebiyle Hz. Dâvûd ve Hz.Süleyman'dan sözedilmektedir. Ondan sonra şımarıklığın, azgınlığın ve küfrün bir örneği olarak da Sebe'liler öyküsü anlatılmaktadır. Merhum Seyyid Kutup, Öykünün bağlamı ve Nemi suresinde geçen bölümle bağlantısı konusunda şöyle der:

"Hz. Dâvûd öyküsünde Allah'a iman, onun verdiklerine teşekkür ve nimetlerini güzel kullanma anlatılmaktadır. Bunun asimetriği olan sayfa ise, Sebe'liler sayfasıdır. Nemi suresinde Sebe' kraliçesi ile Hz.Süleyman arasında geçen olaylar  anlatılmıştır,  burada  Hz.Süleyman  öyküsünden sonra    tekrar    Sebe'liler    anlatılmaktadır.    Bu    da buradaanlatılan olayların Hz.Süleyman ile kraliçe arasında meydana   gelen   olaylardan   sonra   olduğu   izlenimi vermektedir.

Öykünün buradaSebe halkının nimetlerle şımarmaları, sonra bu nimeti yitirmeleri, daha sonra dağılıp her tarafa yayılmalarından söz etmesi, bu izlenimi güçlendirmektedir. Nemi suresinde Hz.Süleyman ile olan ilşiklerinin anlatıldığı kraliçeleri zamanında bu insanlar büyük bir mülke sahip olmuşlar ve geniş bir bolluk içinde yüzmüşlerdir. Nitekim bunu İbibik kuşu Hz.Süleyman'a şöyle anlatır:

"Onlara bir kadının hükmettiğini gördüm. Kendisine herşeyden verilmiştir. Büyük bir tahtı vardır.Onun ve halkının, Allah yerine güneşe secde ettiklerini gördüm". Bunu kraliçenin ve onunla beraber Sebe' halkının alemlerin rabbı olan Allah'a teslim olmaları izlemiştir, buradageçen öykünün olayları, kraliçenin müslüman olmasından sonra meydana gelmiş ve sahip oldukları nimet ve bolluk için Allah'a şükretmekten yüz çevirmeleri üzerine başlarına olayların geldiği anlatılmaktadır."[211]

 

Sebe'liler Ülkesi Hakkında Sahih Bîr Hadis:

 

îbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre, bir adam Rasulullaha Sebe' adının yer veya adam ismi olup olmadığını sordu. Rasulullah adamın adı oluğunu ve onun on oğlundan on tane boy meydana geldiğini söyledi. Bu boylardan altısı Yemen'de, dördü de Şam bölgesinde yerleşmiştir. Müzhİc, Kinde, Ezd, Eşariler, Enmar, Himyer boyları Yemen'e, Lahm Cüzam, Âmile ve Ğassan, Şam bölgesine yerleşmiştir. "[212]

Îbn Kesir, hadisin anlamı ile ilgili olarak şöyle der: "Ondan on arab doğmuştur,sözü, hepsinin onun çocukları olması anlamında değil,Yemen araplarından kabilelerin aslı olan on boyun meydana gelmesi demektir. Nitekim aralarında iki, üç ve daha fazla nesil olanlar vardır.

Onların  altısı  Yernen'de,  dördü  Şam  bölgesinde yerlemesi   sözü   de,   Allah'ın   üzerlerine   baraj   selini gönderdikten sonra bazılarının kendi yurdunda kalması, bazılarının    da    başka    yerlere    göç    etmiş    olması anlamındadır"[213]

 

Sebe', Bir Âyet/Delildir:

 

Yüce Allah "Sebe'liler için yurtlarında bir âyet vardır" buyurmaktadır. Arapç ada âyet, alamet, açık delil ve tam ibret anlamındadır, âyet olmaları ise şundandır: Yüce Allah kendilerine çok büyük nimetler vermiş, kendisine ibadet ve şükretmesini istemiştir. Fakat onlar bunu yapmadılar, şımardılar, azgıniaştılar ve küfrettiler. Bunun üzerine Allah onlara sosyal yasasını uyguladı, cezalandırıp başlarına azap indirdi ve sahip oldukları bütün nimetler yok oldu. Onun için Allah'a karşı isyan eden ve onun nimetlerini yanlış yerde kullanan herkes için canlı bir örnek oldular.

Kur'anı Kerim, özellikle Allah'ın kendilerine bolluk ve refah verdiği kimseler başta olmak üzere, insanları Sebe' halkının   yolundan   gitmekten,   onlar   gibi   olmaktan sakındırmakt adır ki  onların başına gelenler başlarına gelmesin.

Sebe' halkı bir âyettir. Ama bu âyetten kimler yararlanır? Kimler onlardan ibret alır? Elbette kalpleri diri olan ve gerçekleri görebilen akıl sahibi müminler yararlanacaktır.

Ama heves, mal ve şehvetin kulu olanlar ibret ve öğüt almazlar. Çünkü kalpleri var ama onlarla anlamazlar, gözleri var ama onlarla görmezler, kulakları var ama onlarla işitmezler, işte onlar hayvanlar gibidir, hatta havanlardan da daha çok yollarını yitirmişlerdir."l79. And olsun ki, cehennem için de bir çok cin ve insan yarattık; onların kalpleri vardır ama anlamazlar; gözleri vardır ama görmezler; kulakları vardır ama işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibi hatta daha sapıktırlar. İşte bunlar 3afillerdir"{Araf,179). Onun için bu tür kişilerin Allah'ın âyetlerine iltifat etmediklerini görürüz. Yerde ve göklerde her gün gördükleri nice âyetler vardır, ama onlardan yüz çevirirler.[214]

Allah'ın Sebe'lilere Verdiği Nimetler:

 

Kur'an, Yüce Allah'ın' Sebe' halkına hangi nimetler verdiğini ayrıntılı olarak belirtmemiştir, sadece" sağlı sollu iki bahçe" cümlesiyle özet olarak vermiştir.

Tek bir cümle, ama tasvir edici ve icaz dolu bir cümle! Bu cümle okuyucuya nimetlerin sanatsal bir tablosunu vermekte ve ne kadar çok olduğunu canlandırmakt adır. Bu durumu ile her türlü açıklama ve ayrıntıları belirtmenin yerini doldurmakt adır.

Allah'ın verdiği nimetler , bîri sağda, biri de solda olmak üzere gür iki bahçe, şeklinde ortaya çıkmaktadır. Bunlar bolluk, verim, refah, servet ve güzellik simgesidir, insan, sağında ve solunda bulunan gür bahçeler arasında Ömür sürmekten başka ne ister?

"Bahçe" kelimesinin seçilmesi, Yüce Allah'ın onlara verdiği büyük nimet ve bol meyveleri çağrıştırmakt adır. Bu da kendilerine ilham ettiği suyu tutma, güzel kullanma ve yararlanmanın sonucudur. Suyu kontrol edip kullandılar ve o iki bahçeyi meydana getirdiler.[215]

 

Kafirlerin Dünya Cenneti Yok Olacaktır:

 

Kur'an, kafirlerin Dünyada içinde bulundukları nimetler için, cennet, iki cennet veya cennetler kelimelerini kullanmakt adır. Çünkü bunlar içinde bulundukları nimetleri, özlenen cennet olarak görür ve cennetlerine denk yahut ondan üstün başka bir cennetin varlığına inanmak istemezler. Kur'an, kafirlerin bu cennetlerinin yok

olduğunu ve yer yüzünde  yerlebir edildiğini belirtmektedir. Şöyle ki:

1- İşte Sebe'lilere Allah sağlı sollu iki bahçe (cennet) vermiştir. Ama şımarıp azgınlaşınca ve küfredince, Allah o iki bahçeyi yok ederek yerine buruk yemişli, ılgınhk ve içinde biraz de sedir ağacı bulunan iki bahçe vermiştir.

2- kehf süresindeki iki bahçe sahibi adam. Allah ona iki bahçe verdiğini belirterek şöyle buyurmaktadır: "îki bahçe verip etrafını hurmalıklarla çevirmiş ve aralarında ekinler bitirmiştik. Her iki bahçe de ürünlerini vermiş ve hiçbir şeyi eksik bırakmamıştı (zulmetmemişti). ikisinin arasında bir de ırmak akıtmıştık."[216]

Ama ondan sonra isyan, şımarıklık, azgınlık ve küfür meydana gelmiştir. "Nitekim ürünleri yok edildi. Bahçenin altüst olmuş çardakları karşısında sarfettiği emeğe içi yanarak ellerini oğuşturup "Keşke rabbime kimseyi ortak koşmasaydım" demişti"[217]

3- Kalem suresinde anlatılan bahçe sahipleri. "Biz onları vaktiyle bahçe sahiplerini denediğimiz gibi denedik. Sahipleri daha sabah olm adan bahçeyi devşireceklerine, bir istisna payı bırakmaksızın, yemin etmişlerdi. Ama onlar daha uykuda iken rabbinin katından gönderilen bir salgın o bahçeyi sarıvermişti de bahçe simsiyah kesilmişti."[218]

4- Işte Firavn halkı. Allah, Firavn'ın dediklerini kabul eden ve Hz. Musa'yı öldürmek için kovalayan halkı Firavn'la beraber denizde boğmuştur. "Onları bahçeler, pınarlar, hazineler ve güzel yerden çıkardık. Böylece onları israiloğullarına miras bıraktık"[219]

5- lşte Hz.Hud. Halkını sahip oldukları bahçelerinin yok edilmesinden sakındırrnakt adır.  "Bildiğiniz şeyleri size veren   Allah'tan   korkunuz.   Size   davarlar,   çocuklar, bahçeler,     pınarlar     ve.    akar     suları     o     verdi. Şüphesiz,hakkınızda büyük günün azabından korkuyorum, dedi"[220]

Hud kavmi de kafir olunca, Allah yok etmiş, bahçe ve pnarlannı yerlebir etmiştir.

6- İşte Hz.Salih. Aynı sakındırmayı halkına yaparak şöyle   der: " buradabahçelerde, pınar başlarında, ekinler, salkımları sarkmış hurmalıklar arasında güven içinde mi bırakılırsınız?   Dağlarda   ustalıkla   evler   mi   oyarsınız? Allah'tan korkunuz ve bana itaat ediniz"[221]

Yüce Allah, küfreden ve Allah'ın verdiği nimetleri bozgunculuk ve kötülük için kullanan herkesi bu nimetleri yok etmek ve yakmakla tehdit ederek uyarmakt adır."Hangi biriniz, kendisi yaşlanmış ve çocukları da güçsüzken, altlarından ırmaklar akan, hurma, üzüm ve her çeşit meyveleri bulunan bahçesinin ateşli bir kasırganın kopmasıyla yanmasını ister? Düşünmeniz için Allah size âyetlerini böylece açıklar"[222] Kafirlerin Dünyada cennet dedikleri bütün bahçeleri yok olacaktır. Yüce Allah'ın değişmez yasası budur.[223]

 

Yiyin Ve Şükredin:

 

Yüce Allah, "Rabbinizin verdiğinden yeyin ve ona şükredin" buyurmaktadır. Bu emir, Allah'ın onlara nimet vermesinin sonucu ve iki bahçe meyvelerinden bir meyvedir. Çünkü bahçelerin yapılmasından ve ekinlerin

ekilmesinden amaç, yemektir. "Yeyin" ve şükredin" emir kiplerine baktığımız zaman şu anlamları tespit edebiliyoruz:

1- Yeme emri, vacip değil, serbestlik belirtir.

2- Yeme fiilinden sonra getirilen "min" harfi parça anlamını ifade eder. Yani rabbinizin size verdiği bu şeylerden yeyin. Bu ifade sanki az yemeyi ve tümünü değil de, bir kısmını yemeyi ifade etmektedir. Yemekten amaç, zaten vücudun ihtiyacını karşılamaktır.İnsan, tıka basa doldurmak için değil, yeterli olacak kadar yer.

3- Rızkın Allah'a nisbet edilmesi, iman ve terbiye eğitimi içindir. Bu nisbet tahsis içindir. Çünkü rızık sadece Allah'tandır. Sebep olma anlamı dışında, Allah'tan başkasına nisbet edilmesi caiz değildir. Rızıkın maddi bir sebeple elde edilmesini belirtmek anlamı dışında, Allah'tan başka bir varlık tarafından verildiğini söylemek caiz olmaz.

4- Bağlamda Rab kelimesinin seçilmesinin amacı vardır. Yetiştiren ve terbiye eden Allahtır. Kullarını ve bütün yaratıklarını nimetle yetiştirip besler. Kendisine kulluk yapıp şükretmeleri için nimetleri onlara verir.

5- Yeyin emrinden sonra şükredin emri getirilmiştir. Çünkü Allah'a şükretmek, rızkından yemenin bir meyvesi, bu yemenin bir sonucu, yiyerek yararlanmanın şartı ve o rızkın devam etmesinin sebebidir. Başka bir deyişle, Allah'a şükretmek bu yemenin bir bedelidir.Yüce Allah yiyen kişinin bu yemesinin ücretini ödemesini istemektedir. O da verdiği nimetlere karşı şükretmektir.

6- Rızkı ve nimetleri veren Allah'a şükretmek, mümindeki hayır,iyilik ve imanın delilidir. Aynı zamanda hoşgörü, gönül rahatlığı, mertlik, ihsan ve cömertliğin de delilidir. Verdiği rızık ve nimetlere karşılık insanın Şükretmememsi, onun cimri, pinti, nankör olduğunu, inkar ve sapıklığını gösterir.

7- Yeme fiilinden sonra şükretme fiilinin getirilmesinin bir anlamı da, nimeti veren Allah'a şükretmenin rızkın sürmesi, nimetin devam-etmesi ve ondan yemeye devam etmenin sebebidir. "Hani rabbin şöyle buyurmuştu: Şayet şükrederseniz, elbette daha fazlasını size vereceğim. Ama küfrederseniz, elbette azabım çok çetindir"[224]

Allah'a şükretmemek, nimetlerin yok olması, rızıklann kesilmesi, ve Sebe' halkının başına geldiği gibi, yemekten mahrum kalmanın sebebidir.

Bilindiği gibi, Allah'a şükretmek sadece dille olmaz. Belki vücudun tümü ile, yani dil, kalp, akıl, hayal ve bütün organlarla olur. O nimetlerin Allah yolunda ve kulların yararı için kullanılması da uygulamalı, yani yaşayarak gerçekleştirilen bir şükürdür.

8- "Ona şükredin" demek yerine, lam harfi getirilerek "Onun için şükredin "denilmesinin sebebi ise, lam harfinin dil açısından destek görevini görmesi içindir. Çünkü fiilin nesneyi etkilemesi için destek olmuştur Ondan sonra gelen zamir de, anlam bakımından nesne durumund adır.

Bu lam harfine "Ihlas" lam'ı d- mek de mümkündür. Yani şükür Allah'a mahsustur ve s\kreden kişi de şükrünü sadece Allah'a yapmalıdır.

Bu lam harfine, yardım isteme lamı demek de mümkündür. Çünkü şükredm kişi, Allah'ın kendisine verdiği rızık ve nimetler yarr mı ile şükretmektedir. O rızkı Allah'a kullukta kullanmak" * ve onun yardımı ile Allah'a itaat etmektedir. Kur'anda ükretme fiillerinin çoğu, bu üç çeşit lam harfi ile etken ya] .İmaktadır.[225]

 

Yüz Çevirdiler, Biz De Üzerlerine Sel Gönderdik:

 

Yüce Allah, Sebe'lilere verdiği rızıktan yemelerini emretiği gibi, kendisine şükretmelerini de emretti. Memleketlerinin hoş ve kendisinin de çok bağışlayacı olduğuna işaret ederek "İşte hoş bir memleket ve bağışlayıcı bir rab" demişti.

Şeriata göre hoş yiyecek, caiz olduğu şekilde, caiz oduğu kadar ve caiz olan yerden yenilendir. Böyle olursa, hoş olur ve er ya da geç rahatsızlık vermez. Değilse, şu anda hoş ise de, gelecekte hoş olmaz.[226]

Böyle iken Sebe'liler ne yaptılar ve Allah'ın nimetlerini nasıl kullandılar? Şüphesiz yüz çevirdiler. Yani Allah'a karşı nankörlük yapıp küfrettiler. Ona    ibadet ve şükretmeyi kabul    etmediler.Kendisine    itaat    etmeye    yanaşm adılar.Heves  ve   şehvetlerini   terih   ettiler,   şeytanların yolundan gittiler ve Allah'ın nimetlerini kendisine isyan ve itaatsizlikte kullandılar.

Bunun sonucu olarak kendilerine Allah'ın değişmez yasası uygulandı. Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük yapan ve onları Allah'ın ya sakladığı yerlerde kullanan hiçbir millet yoktur ki Allah'ın azabına uğramış olmasın, elindeki nimetler yok olup gitmiş olmasın.

Allah'ın azabı derhal başlarına indi ve üzerlerine her şeyi yıkıp yerlebir eden baraj seli geldi. Azabın hemen gelmesini ve ardından yok edilmelerini çabukluk ve ardışıklık belirten "fa" harfi seslendirmektedir.

"Yüz çevirdiler de üzerlerine baraj selini gönderdik" cümlesinde hiçbir zaman değişmeyen ve insanlığa egemen olan rabbani bir nükte vardır. Şöyle ki, Allah'ın şeriatından yüz çevirmenin ve dinini dışlamanın ardından mutlaka onun azabı ve intikamı gelir. Bu yüz çevirme ve dışlama, yok olma ve mahvolmaya giden yoldur.Yüce Allah'ın bu değişmez yasasını ortaya koyan âyetler çoktur. Onlardan sadece şu âyeti vermekle yetineceğiz:

"Allah size güven ve huzur içinde olan bir kasabayı örnek verir. Her taraftan oraya bolca rızık geliyordu. Ama Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük ettiler. Bu yüzden Allah onlara, yaptıklarına karşılık açlık ve korku belasını tattırdı."[227]

 

Sebe'liler İçin Su Önce Nimet, Sonra Felaket Oldu:

 

Yüce Allah, Sebe' ülkesini su ile yok etti."Üzerlerine baraj selini gönderdik". Bu su, kendilerini selden koruyan Me'rib barajının suyudur. Allah o barajı yıktı ve suyunu korkunç bir sel olarak üzerlerine gönderdi. Bahçelerini yerlebir ederek yok etti.

İbret gözü ile bakan mümin, Yüce Allah'ın onları yok etmesinden birtakım dersler ve ibretler çıkarır. Allah onları, su, baraj ve sel ile yok etti. Onlara önce su nimetini verdi, kalkınma, bolluk ve refahın sebebi yaptı, onu güzel kullanmalarını söyledi ve yararlanmalarının yolunu gösterdi, karşılığında da kendisine şükretmelerini istedi.

Ama onlar yüz çevirdiler. Yüz çevirince de nimetini onlar için felakete, iyiliklerini azaba çevirdi. Durum aslında hiç değişmemiştir, sadece onlar üzerinde suyun etkisi ve sonucu  değişmiştir.   Çünkü  Allah,   isyan   ve   küfürleri sebebiyle onu karşıt tarafa dönüştürmüştür.

Allah, suyu onlara önce nimet, sonra azap yaptı. Barajın arkasından üzerlerine silip süpüren bir seî gönderdi. Bu su ile bahçeleri mahvedildi ve ekinleri yerlebir oldu. Bu da Allah'ın âyetlerindendir. Su ile kendilerine bahçeler yapılıyor, sonra aynı su ile o bahçeler yerlebir ediliyor. Su ile zengin ve mutlu yaşıyorlar. Sonra aynı su ile zelil ve fakir oluyorlar.

Şüphesiz   bu,    Allah'ın   kendilerine   kulluk   edip şükretmeleri şartıyla nimet verdiği toplumlara bir ders olmalıdır. O nimetlere sahip olmaya devam edebilmeleri için Allah'a  kulluk yapıp şükretmeleri gerekir. Aksi halde o nimetler kendileri için birer felakete dönüşür.

Düşünce ve inanç bozukluğu sebebiyle sahip olduğu nimet kendisi için azap ve cezaya dönüşen nice kimseler vardır! Sahip olduğu şeylerle mutlu yaşaması beklenen nice milletler o nimetler yüzünden bedbaht olmuştur! Yüce Allah ne kadar doğru buyuruyor; "Onların ne malları, ne çocukları seni imrendirmesin. Allah bunlarla dünya hayatında onlara azap etmek ve canlarının inkarcı olarak çıkmasını ister"[228]

 

Acı Bedel:

 

Yüce Allah onların üzerine baraj selini gönderip bahçelerini yerlebir ettikten sonra, buna karşılık kendilerine verilen acı şeye işaret ederek şöyle der: "Onların bahçelerini buruk yemişli, ılgmlık ve içinde biraz da sedir ağacı bulunan iki bahçeye çevirdik"

İki bahçe gerçekte değil de, görünüş olarak iki bahçe olarak kalmıştır.Çünkü ağaç ve meyveleri gitmiş, Allah o ağaçların yerine dikenli, bodur, verimsiz acı çöl ağaçlarını bitirmiştir. Bu ağaçların kimisi diken dikendir, yemişi de tamamen acı ve tiksindiricidir.

Bu yeni ağaç türü sanki küfür ve isyanları nedeniyle Sebeplilere kızmış ve onlara acı, buruk, çirkin bir yiyecek vermiştir. Sanki ağaçlar kafirlere kızmakta, öfkelenmekte ve onlara yakışacak ürünler vermektedir.

Bu ağaçların bir türü de acı ılgındır. Bu bitki çölde biter, çabuk tutuşur ve taze yeşil de olsa ateşte hemen

yanar.

Onların bir türü de sedir ağaç adır. Bu ağacın meyve denmiyecek kadar ufak kimi meyveleri olur.

Önceki bahçe ve meyvelerine karşılık aldıkları bunlardır. Bundan önce içinde yüzdükleri bolluk ve refah nerede, şimdi içine düştükleri yoksulluk, azap ve fakirlik nerede! İbn Kesir bu konuda şöyle der:

"Olgun meyveler,güzel manzaralar, koyu gölgeler, akan ırmaklardan sonra o iki bahçenin aldığı durum budur. Onların yerini bodur, verimsiz, dikenli ve kötü yemişli ağaçlar almıştır."[229]

Seyyid Kutup da şöyle der: "Bunlar Allah'ın kendilerine verdiği nimetlerle Allah'a şükretmeyi, güzel işler yapmayı ve güzel davranmayı bıraktılar. Bunun üzerine içinde yaş adıkları bolluğun sebebi olan şeyleri ellerinden aldı ve önünde kayalar götüren baraj selini üzerlerine gönderdi, baraj yıkıldı, seller aktı ve her şeyi yerlebir etti. Ondan sonra artık sular toplanm adı, böylece her taraf kurudu ve yandı, o geniş ve gür bahçeler dikenli bodur çöl ağaçlarının bittiği çöllere dönüştü."[230]

 

Azgınlık ve Küfürleri Sebebiyle Cezalandırıldılar:

 

Kur'an, Me'rib barajının enkazı ve doğurduğu sonuçlar üzerinde durarak Sebe' halkının başına gelenlerin sebebini şöyle belirtmektedir: "Bu şekilde, küfretmelerinin cezasını onlara verdik". Onlara karşılıklarını verdik.

Rağıb Isfahani şöyle der: "Ceza kelimesi, karşılık ve yeterlilik anlamındadır. Bir şeyin iyilikse iyilik, kötülükse kötülük olarak tam karşılığını belirtir. Falan kişiye şöyle karşılık verdim, denir. Yüce Allah buyuruyor: "Kim iman eder ve salih amel işlerse, kendisine en güzel karşılık vardır"[231]

Kur'anda "câzâ" değil, "ceza" kipi geçmektedir. Çünkü mücâzât, mükâfat vermek demektir. O da iki taraftan her birinin bir işi karşılıklı yapmasıdır. Yani bir nimete benzeri ve dengi ile karşılık vermektir. Allah'ın nimeti bu türden değildir. Onun için mükafat kelimesi Allah hakkında kullanılmaz."[232]

buradakarşılıktan maksat, cezalandırm adır. Yani onları cezalandırdık. "Küfretmeleri sebebiyle" ifadesinde geçen "ba" harfi sebep bildirir, yani küfretmeleri ve azgınlıkları sebebiyle onları cezalandırdık. Dil açısından sebep bildiren ba harfinin sonrası, öncesinde belirtilen işin meydana gelmesinin sebebidir. Yahut sonrası, öncesinin meydana gelmesinin yolunu hazırlar. Yüce Allah ateşteki kafirler için şöyle buyurur:

"cehennem,    yalnız   azgınları    bekleyen   yerdir. Dönecekleri yer orasıdır.    Orada sonsuz kalacaklardır. Orada serinlik bulamayacaklardır, işlediklerine uygun olan kaynar su ve irin dışında bir içecek de tadamıyacakiardır. Çünkü onlar hesaba çekileceklerini ummazlardı, âyetlerimizi hep yalan sayar dururlardı. "[233]

Kur'an,   Sebe'   halkının  başına  gelenlerin  sebebini açıklamakta ve gerekçesini belirtmektedir. Allah'ın yaptıklarının adaletin kendisi oluğunu insanlara özenle anlatmaya çalışır. Böylece şeytan, Allah'ın yaptıklarının kendilerine haksızlık olduğunu içlerine fısıldamasın.

Onun için azgınlık ve küfürleri sebebiyle Allah'ın onları cezalandırdığını belirtmekte, karşılığın yapılan iş türünden olduğunu ve azgınlaşan kişinin başına felaketin geldiğini söylemektedir

"Azgınlıkları sebebiyle cezalandırdık" sözündeki sebep bildiren ba harfi, rabbani kesin bir yasaya işaret etmektedir. O da, ba harinden önce belirtilen iyilik veya kötülüğe karşılık Allah'ın ba harfinden önce belirtilen ceza veya mükafat verdiğini anlatmasıdır. Çünkü karşılık, yapılan iş türünden olur. Yapılan iş iyi ise, iyilikle, kötü ise, kötülükle karşılık görmesidir.[234]

 

Azılı Kafirden Başkasına Ceza Verir Miyiz?

 

Kur'an, Sebe'lilerin başından geçenlerden sonra "Biz, azılı kafirden başkasına ceza verir miyiz?" dîye sormakt adır. Soru, cezanın ancak azılı kafir kişilere verildiğini kararlaştırmak içindir. Şüphesiz ceza, azılı kafirlerin başına gelir, itaat ederek şükreden kişiler ise, cez adan uzak kalırlar.

Rağıb Isfahani küfr, kufran ve kafur (azılı kafir) kelimeleri arasındaki fark konusunda şöyle der: "Sözlük anlamıyla küfür, bir şeyi örtbas etmektir. Nimetin küfrü de, şükrünü yerine getirmemek suretiyle onu örtbas etmektir. Küfrün en büyüğü tevhidin, şeriatın veya peygamberliğin inkar edilmesidir.

Kufran, daha çok nimete karşı yapılan nankörlük için kullanılır. Dinin inkarı anlamında daha çok küfür kelimesi kullanılır. Kufûr ise, her ikisi için kullanılır."

Küfretme kökünden türeyen kelimeler için durum böyle iken, Kur'anda bu kökten geçen kelimelerin değişik alamlarda olduğunu Isfahani belirterek şöyle der: "Kafir, genel olarak inkar eden anlamındadır. Allah'ın varlığını, birliğini, şeriatı, peygamberliği veya hepsini inkar edenleri kapsar. Kafur ise, nimete karşı nankörlükte aşırı gidenler için kullanılır. "Bu şekilde onlara küfretmelerinin karşılığını verdik. Azılı kafirden başkasına ceza verirmiyiz?" âyetinde bu anlamd adır.

buradainsan, azılı kafirlikle nitelendiği halde bununla yetinmeyip başına neden elif lam eki getirilmiştir? denilirse, cevap olarak deriz ki, bu insanın nimetlere karşı nankörlük yaptığına ve şükrünü az yerine getirdiğine dikkat çekmek içindir."Kahrolası insan! Ne kadar nankördür!"[235] âyetinde de bu anlamd adır. Onun için başka yerde" Kullarımdan çok şükreden azdır" denilmiştir. Kaffâr sözü, kafur sözünden daha abartmalıdır"[236]

Sebe' suresinde Kur'anın karşıt iki kelime olan kafur (çok nankör) ve şakûr (çok şükreden) kelimelerini kullandığını görüyoruz. Hz. Davud'u nitelerken şakûr (çok şükreden) sözcüğünü kullanır. Bu kip şâkir (şükreden) sözcüğünden daha abartmalıdır.

Kafur (çok nankör) kelimesini de Sebe' bahçelerinin yok edilmesini anlattıktan sonra kullanır.Bununla Sebe'lileri nitelemektedir.    Bu    da    kafir    kelimesinden    daha abartmalıdır.

Sebe' öyküsünü anlattıktan sonra başlarına gelenlerden ders alacakların kimler olduğunu açıkl adığını da görüyoruz. "Şüphesiz bunda çok sabreden, çok şükredenler için âyetler vardır". Bu âyetin açıklamasına az sonra değineceğiz.[237]

 

Sebe'liler Ders Almazlar:

 

Yüce Allah Sebe' halkı üzerine seli gönderdi. Ders ve öğüt almaları, Allah'a dönmeleri için cezalandırıp bağ ve baçelerini yerlebir etti.Fakat gözleri gerçeği görmez olup kalpleri mühürlendiği için öğüt ve ders atmadılar. Barajın yıkılmasından sonra başlarına gelenler konusunda Yüce Allah şöyle buyurur: "Onlarla, kutlu kıldığımız şehirler arasında karşıdan karşıya görünen kasabalar var etmiş, oraları gezilecek belirli konak yerleri yapmıştık .Oralarda geceleri ve gündüzleri güven içinde gezin, demiştik. Ama onlar: Rabbimiz! Yolculuklarımızın mesafesini uzat, deyip kendilerine yazık ettiler. Biz de onları efsane yapıverdik ve darmadağın ettik"

Seyyid Kutup, bu âyetleri açıklarken ve barajın yıkılmasından sonra onların başına gelenleri anlatırken şöyle der: "O zamana kadar hâla köy ve kasalarında yaşarlardı. Allah onların rızıklarını daralttı, bolluk ve refah yerine zorluk ve sıkıntı verdi. Ancak onları dağıtıp darmadağın etmemişti.

Kendileriyle Arap yarım adasında mübarek kılınan Mekke ve Kudüs arasında ulaşım devam ediyordu. Sebe'

bölgesinin kuzey tarafı olan Yemen ile mübarek kılınan kasabalar arasındaki bölge hala bayındır olarak duruyordu, iki yer arasında yol da açık ve işlekti. "Onlarla kutlu kıldığımız şehirler arasında karşıdan karşıya görünen kasabalar var etmiş, oralarda belirli konak yerleri yapmıştık. Oralarda gecelen ve gündüzleri güven içinde gezin, demiştik".

Anlatıldığına göre yol, sabah bir kasab adan çıkar ve akşam olm adan diğerine varırdı. Yolculuk güvenli ve konak yerleri belirli idi. Meskun yerler birbirine yakın olduğu ve konaklama yerleri bulunduğu için yolculuk da rahattı.

Ama Sebe'  halkı şımarıp azdı.ilk uyarı  ile    adam olmadılar ve kaybettiklerini geri vermesi için Allah'a dönüp yakarm adılar. Onun yerine ahmak ve cahiller gibi dua ettiler:"Rabbimiz!   yolculuklarımızın   mesafesini   uzat, dediler"

Yolculuk zevkini tatmin etmeyen kısa mesafelerle ve yakın konaklar arasında yapılan yolculukları değil, bir yıl boyunca ancak birkaç kez yapılabilen uzun yolculuklar istediler.Bu da adamların şımarması ve kendilerine yazık etmenin bir ifadesi olmuştur."Ve kendilerine yazık ettiler". Duaları kabul edildi edilmesine ama, şımarıkların duasının kabul edilmesi gibi kabul edildi."Onları efsane yaptık ve darmadağın ettik"

Darm adağın oldular ve Arap yarım adasının değişik yerlerine dağıldılar. Hayat süren belirgin bir millet iken, insanların birbirlerine anlattığı bir efsane oldular. "Şüphesiz bunda çok sabreden, çok şükredenler için dersler vardır"

Sabrın yanında şükür de getirilmiştir. Sabır, sıkıntı zamanlarında, şükür bolluk anlarında olur. Sebe' halkının öyküsünde her iki taraf için de ibretler ve dersler vardır.

âyetin bir anlamı budur.

âyetin başka anlamı da şöyle olabilir:"Onlarla mübarek kıldığımız kasabalar arasında güçlü ve galip gelen kasabalar var ettik". Sebe'liler fakirleştiler. Zor bir çöl hayatı yaşadılar. Su ve mera bulmak için aramak, uzun yolculuklar yapmak zorunda kaldılar. Sınanmaya katlanam adılar.Onun için"Rabimiz! Yolculuklarımızın mesafesini uzat" dediler.

Yani çok yorulduk, yolculuklarımız aralıklı ve seyrek olsun, dediler. Ama bu dualarının kabul edilmesi için onunla beraber kendileri Allah'a dönüp yakarm adılar. Nimetlerle şımarmış ve sıkıntıya katlanmamışlardı. Onun için Yüce Allah onlara yapacağını yaptı ve darmadağın etti. Görülen insanlar iken, efsane kalıntı oldular, anlatılan efsane ve öykü haline geldiler. Bütün bunların ardından Kur'anm "Şüphesiz çok sabreden, çok şükredenler için bunda desler vardır" demesi, nimete karşı az şükretmeleri ve sıkıntıya az göğüs germelerine uygun düşmektedir. âyetin böyle de anlaşılabileceğini düşündüm. Doğrusunu Allah bilir. "[238]

Seyyid Kutub'un önce belirttiği birinci anlam her ne kadar daha makul, yerinde ve tefsircilerin çoğunluğunun görüşü ise de, ikinci anlam da uzak değildir.[239]

 

Sebe'liler Efsane Oldular:

 

Yüce Allah, Sebe' halkına verilmiş nimetleri yok.etti. Zulüm, azgınlık ve küfürleri sebebiyle başlarına cezayı indirdi.Böylece    darmadağın    oldular    ve    efsaneye dönüştüler. "Rabbimiz yolculuklarımızın mesafesini uzat dediler. Kendilerine yazık ettiler.Biz de onları efsaneye çevirdik ve darmadağın ettik". Yani ondan sonra başkalarına verilen örnek oldular.

İki durum arasındaki fark açıktır.Toprağı işledikleri, nimetlerinden yararlandıkları, böylece mutlu hayat sürdükleri, dillere destan oldukları, içinde yüzdükleri bolluk ve refahın, mal ve bolluğun, nimet ve zenginliğin dilden dile dolaştığı ve yaş adıkları hayatın örnek gösterildiği birinci durum ile, içine düştükleri fakirlik, yoksulluk, sıkıntı, ihtiyaç, zayıflık ve perişanlık durumu arasındaki fark çok açıktır.

Sonra gelenler bu iki durum arasında karşılaştırma yapmışlar ve ikisi arasındaki farkları görmeye çahşmışlar.Böylece Sebe'liler gözle görülen ve elle tutulan realite bir halk iken, yok olup tükenen öncekilerin örnek verdiği, sohbet meclislerinde anlattığı ve şiirlerde dile getirdiği mitolojik bir halk oldular.

Araplar onlarla ilgili yaygın atasözleri uydurdular. Örneğin, "Sebe'liler gibi dağıldılar" dediler. Bu ata sözünü, Sebe' halkının içine düştüğü durumu anlatmak için uydurdular. Zengin iken fakir düşen, izzet sahibi iken zelil olan, hakim iken mahkum olan, birlik ve beraberlik içinde iken dağılıp parçalanan her kabile ve millet için bu ata sözünü kullandılar.

Ama bu durum sadece Sebe' halkı İçin midir, yoksa her millet ve toplum için geçerli olan rabbani sosyal bir yasa mıdır?

Şüphesiz nerede olursa olsunlar, bu her millet ve toplum için geçerli bir yas adır. Allah'ın nimetine karşı nankörlük yapan,  hayatlarını zulüm, baskı, bozgunculuk ve küfür içinde yaşayan hiçbir millet ve toplum yoktur kiAllah oların nimetlerini gidermiş,başlarına azap ve zilleti getirmiş, onlar da etkin ve yetkin konumdan terkedilmişlik ve urnutulmuşluk konumuna geçmiş, sopbet meclislerinde anlatılan ve ravilerin dillerinde dolaşan mitoloji ve efsaneye dönüşmüş olmasın.

Kur'anın ortaya oyduğu gerçek budur. "Sonra peygamberlerimizi peşpeşe gönderdik. Her ümmete peygamberi geldikçe onu yalancı saydılar. Onları birbiri ardından yok edip hepsini birer efsane yaptık. İnanmayan bir millet defolsun!"[240]

Bütün insanlık tarihi, Kur'anın anlattığı bu gerçeğin tanığıdır. Allah'ın milletlere nimetler verdiğini, ama onlara karşı nankörlük edince nasıl helak olup efsane haline geldiklerini anlatır.

Hani Sebe'liler? Hani Semûd kavmi? Hani Firavn, Hâmân ve Kârûn? Finikeliler, Babilliler, Asurlular, Persler ve Hititliler nerede? Hani yunanlılar ve Romalılar? Hani Moğollar ve Haçlılar? Nerede Almanya imparatorluğu, Büyük Bıritinya ve başkaları nerede? Allah hepsini tarih yapmış, hepsini darmadağın etmiştir. Kahrolsun inanmayan millet![241]

 

Sebe'liler Olayı İbretlerle Doludur:

 

Kur'anı Kerim, Sebeliler olayında ibüyük bretler ve dersler olduğunu kararlaştırır. Zaten onlardan bahsederken sözlerinin başında "Sebeliler için yurtlarında bir ders vardır" demişti. Sebe'liler öyküsünün sonunda da "Bunda dersler vardır" der. Başta tekil olarak "ders" kelimesini kullanırken, sonda çoğul olarak "dersler" kelimesini kullanmakt adır. Herhalde bunun îki sebebi vardır:

a- Sözünü ettiği konu ile uyumlu olması. Allah'ın nimetleri içinde yaş adıklannda sebelliler mutlu ve müreffeh insanlardı. Bir tek adam gibi birlik ve berabirlik içinde idiler. Onun için onları tekil kelime ile belirtmek uygun olmuştur. "Sebe'liler için yurtlarında ders vardır" demiştir. Nitekim yurt kelimesi de tekildir. Tekil olunca, ders de tekil olmuştur.

Ama barajın yıkılıp darmadağın edildikten sonra tek millet çok milletlere, tek kabile çok kabilelere ve tek yurt çok yurtlara bölünmüştür. Bu bölünme ve dağılm adan dolayı çoğul kipinin kullanılması uygun olmuştur. Toplu halde olan halkı anlatan ders anlamındaki âyet, bölünmüş olan toplumun her bölümüne, her yurduna ve her kabilesine bir tane düşmesi için âyetin çoğul kipi getirilmiştir. En iyi Allah bilir.

b- Dersler, dersi içine alır. Sebe'lilerde çok âyetler, yani dersler vardır, Allah'ın insanlara imkan verip yer yüzüne yerleştirmesi, onlara bolluk ve refah vermesi, insanların bu nimetlere karşı nankörlük yapıp Allah'ın razı olmadığı yerlerde ve şekillerde kullanması, insanların gaflete düşmesi ve başlarından geçenlerden ders ve öğüt almaması, insanların başına gelen şeylerin işledikleri sebebiyle gelmiş oiması, Allah'ın değişmez sosyal yasalarının her zaman ve her yerdeki insanlar ve toplumlar için geçerli olması,sonuçlara muk addimelerin yol açması, Allah'ın zalimlerden intikam alması ve kafirleri cezalandırması, azgın ve müstekbirleri yakalayıp ezmesi,ümmetin sahip olduğu bolluk, refah, nimet ve zenginliklerin Allah'ın vergisi °lması,îçine düştükleri açlık, yoksulluk ve perişanlığın kendi elleriyle işledikleri sebebiyle olması, milletlerin, devletlerin ve nesillerin yetişip ortaya çıkma sebeplerinin tarihsel açıdan analiz edilmesi, bunların dağılıp yıkılmaları ve diğer olayların hepsinde dersler ve ibretler vardır.

Onun için Sebe'lilerde âyetler, yani dersler ve ibretler vardır. İnsanların karşısında durup anlamlar, öğütler ve ibretler çıkardıkları âyetler![242]

 

 

Ancak Çok Sabreden ve Şükredenler, Ders Alırlar:

 

Sebe'liler öyküsünde dersler vardır. Ama herkes bu dersleri kavrar, iyi anlar ve alır mı? Bu öykünün anlattığı öğütleri, anlamları ve ibretleri çıkarır mı?

âyetlerin herkese seslendiği ve herkesin önünde açık sayfalar olarak durduğu, üzerinde durmak için herkese çağrı yaptığı doğrudur.

Ama kafirler, zalimler, gafiller, aklanmışlar ve yüz çevirenler onlardan anlamazlar. Yüce Allah buyuruyor: "Göklerde ve yerde nice âyetler vardır ki yanından geçerler, ama ondan yüz çevirirler"[243]

Kur'an, ancak çok sabreden ve şükreden kişilerin âyetlerden yararlandığını ve ancak böyle kişilerin âyetler üzerinde durup onları anladığını kararlaştırır. "Şüphesiz bunda  çok sabreden ve şükredenler için âyetler vardır".

Çok sabreden anlamında Kur'anın kullandığı sabbâr kelimesi, sabreden anlamındaki kelimenin abartmalısıdır. Bu sözcük, sadece sabretmekle kalmayıp çok, sürekli ve elinden geldiği kadar sabreden ve ona devam eden kişiyi anlatır.

Çok şükreden anlamındaki şakûr kelimesi de, şâkir kelimesinin abartmalısıdır. O da sadece şükretmekle kalmayıp şükrü devam eden ve çok şükreden kişiyi ifade eder. Acaba niçin âyetlerden ancak çok sabreden ve şükredenler yararlanır? âyetleri anlamak ve onlardan yararlanmak için neden çok sabretmek ve şükretmek gerekir?

Çünkü sabretmek, sıkıntı ve imtihan demektir. Çok sabreden kişi, Allah'ın kendisini hayatta sın adığını, verdiği bütün nimetlerle ve yaptığı bütün iyiliklerle kendisini imtihan ettiğini bilir.Bunu anlaması da nimet ve iyilikleri Allah'a itaat yolunda kullanması, onun hoşnutluk ve sevgisini kazanmak için kullanması demektir.

Hayatta Allah'ın verdiği nimetleri kullanırken, bütün anlamlarıyla mutlaka sabretmek gerekir. Nimetler içinde sabır, zenginlikte sabır, kuvvet ve egemenlikte sabır, bolluk ve refahta sabır, mal ve servette sabır, uyarı ve sınavda sabır, sıkıntı ve bel ada sabır, savaş ve musibette sabır, ceza ve verilen derslerde sabır. Kim bütün bu konularda sabrederse, işte o çok sabretmiş, sınavı ve denemeyi kazanmış olur. Allah'ın nimetlerine şükretmiş ve yerli yerinde kullanmış olur.

Sabretmek, kişiyi şükretmeye götürür. Çok sabreden herkes, çok şüreder demektir. Kişi Allah'a şükrederse, Allah ona nimetlerini artırır ve çoğaltır." Hani rabbin, şükrederseniz, size nimetlerimi artırım, demişti"[244]

Kur'an, çok sabreden ve çok şükreden kelimelerini hep birlikte getirir. Ne zaman çok sabredeni getirse, mutlaka yanında  çok  şükreden  kelimesini  de  getirir.   Böylece sahibinin birbirinden ayrılmaz iki niteliği olduğunu belirtir. Kişide biri bulunduğu zaman, diğeri de onunla beraber bulunur.

Çok sabreden anlamındaki "sabbar" kelimesi, Kur'anda dört yerde geçmektedir.Her dört yerde de çok şükreden anlamındaki şakûr kelimesi ile beraber kullanılmıştır.Şöyle ki:

a- Yüce Allah, Hz.Musa'ya halkına Allah'ın günlerini hatırlatmasını istemiş ve şöyle buyurmuştur: "Allah'ın günlerini onlara hatırlat.Şüphesiz bunda çok sabreden ve çok şükderenler için âyetler vardır" [245]

b- Yüce Allah bize birtakım âyetlerini tanıtarak şöyle buyurmaktadır: "Size âyetlerinden bazılarını göstermek için gemilerin denizde yürüdüklerini gömüyor musun? Şüphesiz bunda çok sabreden ve çok şükedenler için âyetler vardır".[246]

c- Ikisi Sebe' olayında geçmektedir. "Onları efsane yaptık ve darmadağın ettik. Şüphesiz bunda çok sabreden ve çok şükredenler için âyetler vardır"[247]

d-Şura suresinde gemilerin denizlerde Allah'ın bir Lûtfu olarak yürüdüklerini kararlaştırırken geçmektedir. "Denizde yüce dağar gibi gemilerin yürümesi onun varlığının âyetlerindendir. O dilerse rüzgarı durdurur, yelkenle giden gemiler o zaman denizin yüzünde durakaîırlar. Bunlarda çok sabreden ve çok şükredenler için âyetler vardır"[248]

Çok sabreden ve çok şükreden kişi, bu hayatta aklını kullanan zeki kişidir. Çünkü hayatı güzel yaşar, onu iyi anlar ve Allah'ın kendisine verdiği şeyleri sabrederek ve şükrederek kullanır. Bütün duyguları sabretmesi ve şükretmesi için kendisine destek olur. kişiliğinin her zerresi ve her yanı çok sabredip çok şükretmesi için yardım eder.

Şüphesiz hayatta çok sabreden ve çok şükredenler azdır.Çünkü insanların çoğu gafil ve aklanmıştır. Onun için Sebe suresinde Yüce Allah "Ey Dâvûd ailesi! Şükrederek çalışınız.Kullarımdan çok şükredenler azdır"[249] buyurmaktadır. Tekrar edelim; Ancak çok sabreden, şükreder ve ancak çok şükreden, sabreder. Çok sabreden ve çok şükredenler de azdır.[250]

 

 

İblis, Sebe'lileri Saptırmayı Başarmıştır:

 

Kur'anı Kerim, Sebe' öküsünü anlattıktan sonra bir de şu değerlendirmeyi yapmaktadır. "And olsun ki İblis, onlar hakkındaki görüşünü doğru çıkartmış, inananlardan bir topluluk dışında, hepsi ona uymuşl adı. Oysa iblisin onlar üzerinde bir nüfuzu yoktu. Ama biz ahirete inanan kimselerle ondan şüphe içinde olanları, bu şekilde otaya çıkarırız. Rabbin her şeyi gözetip koruyandır"[251]

iblisin onlar hakkındaki görüşünü doğru çıkartmasının anlamı, onlarda amaç ve gayesini gerçekleştirmesi, onları saptırma, baştan çıkarma ve doğru yoldan uzaklaştırın ada başarılı olması demektir.

îblis'in hayatını adadığı ve kendine hedef edindiği şey, yüzsüzlük yaparak yüce Allahla konuşurken açıkl adığı hedeftir. "Beni azdırdığın için, and olsun ki senin ddoğru yolun üzerinde onlara karşı duracağım, sonra önlerinden, ardlarmdan,   sağ   ve   sollarından   onlara   sokulacağım. Çoğunu sana şükreder bulamıyacaksın, dedi"[252]

Yüce Allah ona şu karşılığı vermiştir: "Allah, haydi git! Onlardan sana kim uyarsa, bil ki cehennem hepinizin cezası olur, hem de tam bir ceza, dedi. Gücünün yettiğini yerinden oynat, onlara karşı yaya veya atlılarınla haykırarak yürü, mallarına ve çocuklarına ortak ol, onlara sözler ver-ama şeytan sadece onları aldatmak için söz verir-Şüphesiz benim mümin kullarım üzerinde senin hiçbir hakimiyetin olmaz. Rabbin vekil olarak yeter"[253]

Yüce   Allah   bizi   şeytandan   sakmdırmakta,   bize düşmanlığını    söyleyerek    onu    düşman    bilmemizi istemektedir.   Böylece   bizi   saptırmasını,   düşüncesini hakkımızda  gerçekleştirmesini  ve  amacına  ulaşmasını önlemek     istemektedir.     "Şüphesiz     şeytan     sizin düşmanınızdır. Onu düşman biliniz. Taraftarlarını ancak cehennemlikler olmaları için çağırır"[254]

Şeytana teslim olanlar, dizginlerini ona kaptıranlar, onun kuruntu ve dürtülerini gerçekleştirenler ne kadar zarar ediyorlar! Bunlar dünya ve ahirette helak olurlar, zarar ederler ve azap görürler.

İşte Sebe' halkı! İşte şeytana boyun eğmelerinin sonuçları! Şeytana boyun eğen bütün milletlerin eline, Sebe' halkının eline geçen sonuçlar geçmektedir. Şeytana dizginlerini kaptıran her kişi, mutlaka Sebe' halkından bireylerin başına gelenler gibi sonuçlarla karşılaşır.

Aslında şeytana boyun eğenler, basit, geri kafalı ve değersiz  kişilerdir.   Böyle   olmasalardı  şeytan  amacını gerçekleştiremez, onun oyuncağı olmasalardı düşüncelerini kanıtlayamazdı.

Ne   yazıki   tarihin   hemen   her   devrinde   şeytanın hedefleîni    gerçekliştirmesini,    düşüncelerini    doğru çıkartmasını kabul eden pek çok insan olduğunu, onunla aynı safta yürümeyi ve     adımlarını izlemeyi kabul eden nice   kişiler   bulunduğunu   görüyouz. "Onların   çoğunu şükredenler olarak görmeyeceksin" demişti.

Fakat bunları şeytana uymak için zorlayan mı var? Onun adımlarını izlemeye mecbur mudurlar? Veya şeytanın onlar üzereinde bir egemenliği mi vardır? Hayır! "Şeytanın onlar üzerinde hiçbir otoritesi yoktur"

Onun   için   insanlar,   şeytana   uymaktan   kendileri sorumludur. Onun  isteğini kabul etmekten kendileri hesap vereceklerdir.   Çünkü  kendi  arzularıyla  ona  uymuşlar, isteyerek onun dediklerini kabul etmişler, ona    kalp ve gönüllerini açmışlardır.

Geri kafalı ve basit yandaşlarını yalan va ad ve sözlerle kandıran şeytan, ihtiyaç duyduklarında da onlara sahip çıkmaz, Allah'ın değişmez yasasına yalnız başlarına muhatap olarak terkeder, tek başlarına Allah'ın azap ve cezasını çekerler. Kendisi alay ederek kurnazlıkla onlardan uzaklaşır.

Dünyada onlara şeyle der:" bugün insanlardan sizi yenecek hiçbir kimse yoktur. Ben sizinle beraberim. Ama iki taraf karşı karşıya gelince, gerisin geri döner ve benim sizinle   bir   ilgim   yoktur,   ben   sizin   gömediklerinizi görüyorum, ben Allah'tan korkarım, der"[255]

Ahirette cehennemin ortasında onlar arasında durup seslenir, kınar, alay eder, horlar, küçümser ve ilişkisini keserek şöyle der:" Allah size gerçek sözü verdi. Ben de size söz verdim, ama tutm adım. Benim sizin üzerinizde bir hakimiyetim yoktu, sadece sizi çağırdım, siz de kabul ettiniz. Beni kınamayın, kendinizi kınayın. Ne ben size yardım edebilirim, ne siz bana yardım edebilirsiniz. Zaten ben ortak koştuğunuz şeyi önceden de kabul etmemiştim"[256]

Gerçekten İblis iblistir ve şeytan şeytandır! Sebe' halk: şeytanın dediğini tuttular, o da haklarında görüşünü doğru çıkarttı. Böylece Sebe'iiler Allah'ın azabına uğr adılar, onun değişmez sosyal yasasına muhatap oldular. Zulmeden, fasıklık yapan ve küfreden her milletin başına gelenler onların da basma geİdi. Allah onİarı darmadağın etti, onları efsane yaptı. Onlardan önce ad, Semûd gibi kafir milletler uzak oldu, onlar da defolup gittiler!

Şeytanın sözünü kabul eden herkesi bekleyen sonuç budur. Sebe1 suresinde geçen Sebeliler öyküsü de insanlara dersler, ibretler, öğütler ve anlamlar sunmaya devam edecektir. Ancak bunları çok sabreden ve çok şükredenlerden başkası anlamaz, kavramaz ve Öğüt almaz. "Şüphesiz bunda çok sabreden ve çok şükredenler için âyetler vardır".[257]

 

Öyküden Çıkarılacak Dersler:

 

1- Hz.Süleyman, insanlar, cinler ve kuşlara hükmederek yönetmiştir. Onlar da onun yönetimine boyun eğmiştir. Nitekim kuş onun ordusunda hizmet etmiştir.

2- İbibik kuşunu soruşturmasında gördüğümüz gibi, kuşlardan da olsa Hz.Süleyman, ordusundaki askerlere özen göstermiştir.

3- Anarşi ve başıboşluk olmaması için devlet başkanının askerlerini disiplin altında tutması gerekir. Nitekim izinsiz ordudan ayrıldığı için Hz.Süleyman ibibik kuşunu cezalandırmakla tehdit etmiştir.

4- Disiplinsiz ve uyumsuz olan askeri, yöneticinin cezalandırması. Nitekim Hz,Süleyman "Mutlaka onu cezalandıracağım veya keseceğim" demiştir.

5- Yöneîicinin halka adaletle davranması ve kusur yapana kendini savunma hakkının tanınması ve ifadesinin alınması. Hz.Süleyman ı;bana açık bir delil getirme? Serekir" demiştir.

6- Müslümanın cesareti, izzeti ve atılganlığı. Haklı olduğu sürece niçin zayıflık, gevşeklik veya korkaklık göstersin? İbibik kuşu Süleyman'a gelmiş, karşısında izzet ve sebatla konuşmuş ve "Senin bilmediğini ben bildim ve Sebe'den sana kesin bir haber getirdim" demiştir.

7- Islam toplumunda yaşayan herkes, bu toplumun çıkarlarını korumakla yükümlü ve görevlidir. Bunun için çalışmak zorund adir. İbibik, Hz.Süleyma'ın ordusunda topluma hizmet etmek ve haberler getirip yarar sağlamak için Sebe' ülkesine gitmiştir.

8- Yönetici, bütün işleri bilmeyebilir ve hepsine bizzat kendisi bakamayabilir, hatta bilmesi ve bakması da mümkün değildir. Onun için başkalarından dinler, onlardan dinlediklerini kabul eder ve haberdar olmadığı bilgileri onlardan alır. İbibik kuşunun Süleyman'a "bilmediğini ben bildim" dediği gibi.

9- MüsIümanın yöneticiye verdiği bilgiler ve getirdiği haberlerin doğru ve kesin olması gerekir.ibibik " Sana Sebe'den kesin bir haber getirdim" demiştir.

10- Ibibik, Sebe1 ülkesini başarıyla keşfetmiş, gücünü başarılı bir şekilde tespit etmiş ve bu ülkenin yapısı hakkında başarılı bir rapor veriştir. Sebe' ülkesinin yapısını şöyle özetlemiştir: Onları bir kadının yönettiğini, o kadına her şeyin verildiğini ve büyük bir tatmin olduğunu gördüm.

11- Sebe' ülkesini bir kraliçe yönetiyordu. Birçokları adının Belkıs olduğunu belirtiyorsa da, bu haber sahih bir hadise dayanmamaktadır. Onun için kabul veya red etmeyip hakkında bir şey demiyoruz ve ona Kur'anın açıklam adığı diğer şeylere baktığımız gibi bakıyoruz.

12- Sebe' kraliçesinin gücünü "Ona her şeyden verilmiştir" diyerek çok özet bir şekilde anlatmıştır. Herhalde verilmiş olan bu şeyler bolluk, servet, kuvvet ve her türlü imkanı kapsamıştır. Allah ona yönetim, sosyal ve

ekonomi alanında her şeyi vermiştir. Rizık,, ağaçlar,sebze, meyve, su, yağmur, mal, çocuk, bolluk, güvenlik, huzur, barış, kuvvet, egemenlik ve büyük bir tahta kadar Allah ona lazım olan her şeyi vermiştir.

13- Sebe' kraliçesi ve halkının dinini ibibik kuşunun özellikle öğrenmesi. Onların Allah yerine, güneşe secde ettiklerini görmüştür. Bu da güneşe taptıkları sonucuna götürür.

14- Ibibik kuşunun iman ve tevhid konusunda titizlik göstermesi. Onun için Sebe' halkının güneşe secde etmelerini yadırgamış, yerde ve göklerde taneyi ortaya çıkaran, bütün insanların ne yaptıklarını bilen, alemlerin ve büyük arşın sahibi olan Allah'a secde etmemelerine hayret etmiştir.

İbibik kuşu, bir iman davetçisiydi, şirk ve küfrün amansız düşmanıydı, iman duygusu ve dinsel bir gayretin sahibi idi.Şüphe yok ki müslümanlar İbibik kuşundan aha çok bu bilinçli gayrete, bu duygu ve imanlı tavra sahip olmaları gerekir. Çünkü Allah, kur'anda onlara bunu emretmekte ve kıyamete kadar bununla yükümlü tutmakt ad ir.

15- Her yaratık işe kendisini ilgilendiren açıdan bakmakta, onu kendisine görünen yönden değerlendirmektedir. Mesela İbibik kuşu, kendi ilgi ve ihtiyaçları açısından yüce Allahı tanımakt adır. Ona göre Allah, yerde ve göklerde saklı taneyi açığa çıkarandır. Kendisine taneyi Allah'ın çıkardığı ve verdiğini bilmekte, gagasının ise ancak bunun bir aracı ve görünürde bir sesebi olduğuna inanmakt adır.

16- Yüce    Allah'ın    büyük    arşın    sahibi    olarak nitelenmesinden amaç, herhalde insanların sahip olduğu şeylerle aldanıp gururlanmaması ve bu nevi şeylere sahip olduklarında   alçak   gönüllü   davranması   gerektiğinin vurgularımasıdır. Sebe' kraliçesinin büyük bir tahtı varsa, güçlü ve zengin olan Yüce Allah da büyük arşın sahibidir. Zaten  Allah'ın  arşının  büyüklüğü  karşısında  kraliçenin tahtının büyüklüğü nedir kil? Zaten Sebe' kraliçesinin tahtı nerde, Yüce Allah'ın arşı nerde!

17- Yöneticinin kendisine söylenenlerin doğruluğundan emin olması ve her seyleneni hemen kabul etmemesi. Çünkü bunları söyleyen kişi doğru olmayabilir. Doğru söylese bile, söylediklerini kesin araştırmış olmayabilir. Hz.Süleyman, îbibik'in söylediklerini dinledikten sonra "Doğru mu,yalan mı sclediğine bakacağız "demiştir.

18- lbibik, Sebe' kraliçesine özel elçi olarak gönderildi. Hz.Süleyman'in mektubunu kendisi ona götürdü. İbibik inandığı çağrısı için çalışıyor ve dinini yaymaya gayret ediyordu. Bu İşlerle yükümlü olmayan kuş bunun için çalışıp gayret ediyorsa, Allah'ın bu işle yükümlü kıldığı ve kıyamete kadar bunu kendisine emrettiği müslüman acaba nasıl çalışmalıdır?

19- Hz.Süleyman, İbibik kuşuna,vardığında dikkatli davranması ve durumunun deşifre olmamasına özen göstermesini emretti. "Bu kitabımı götür, oniara at. sonra bir kenarda dur ve ne cevap vereeklerine bak". Kuş mektubu onlara atıyor, onlardan biraz uzaklaşıyor, yakından durumu izliyor, ne yapacaklarını ve ne karar vereceklerini gprüyor.

20- Sebe' kraliçesi mektubu değerli bir mektup oiarak niteliyor ve ilBana değerli bir mektup atılmıştır"diyor. Herhalde bunun sebebi, kraliçenin Hz.Süleymanı duymuş ve öğrenmiş olması, güç ve saltanatını yakından bilmesidir. Bu niteleme aynı zamanda kraliçenin ne kadar zeki ve bilinci, kralların mektuplarını ne kadar güzellikle karşıl adığmı gösterir.

21- Kraîiçe, Hz.Süleyman'nın mektubunu hazır olanlara okudu: "Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla. Bana başkaldırmayın ve müslümanlar olarak gelin"bu mektup, en kısa ve en beliğ mektup sayılır. Sanki özet bir telgraftır. Her sözcüğü büyük bir itina ile seçilmiştir.

22- Mektubun özet olması ve gereksez kelimelerle doldurulmamasına rağmen, Hz. Süleyman kelimelerin yarısını oluşturan besmeleyi kaldırmamıştır. Bu da besmelenin ve yazışmaların onunla başlamasının önemini vurgulamakt adır.

23- Hz.Süleyman onlara kesin bir talimat verdi: Bana müslümanlar olarak geliniz. Bu da Hz.Süleyman'in fetih ve savaşlarının hedefini gösterir. Onun hedefi,insanların Allah'a teslim olmaları, yani İslama girmeleridir. Çünkü Hz.Süleyman, cih adıyla Allah'ın dinine davet eden bir davetçidir.

Herhalde bu, Hz.Süleymanın imajını bozan ve kişisel yönetim yahut saltanat hırsını tatmin emek için ülkeleri işğa! etme, genişleme ve sömürmeye çalıştığı iddialarına açık bir cevaptır.

24- Sebe' ülkesinde yönetim, deyim yerinde ise, demokrasidir. Kraliçe, kararlan tek başına almıyor, onun yerine ülkenin ileri gelenleriyle yönetim işini paylaşıyor ve yönetime onlan ortak ediyordu." Ey ileri gelenler! Bana ne yapacağımı söyleyiniz. Sizler katılm adıkça bir konuda karar verecek değilim,dedi".

Yönetim şekillerinin totaliter ve otokratik olduğu bu kadar eski bir zamanda Sebe' ülkesinin yönetiminde herhalde bu çok ileri bir uygulam adır. O devirlerde yönetici dilediğine karar verir, halkın yapacağı ise, ona boyun eğmek ve ugulamaktı. Onun için Sebe' ülkesinin yönetimi o gün için çağının (bugün de kendini çağdaş ve demokratik olarak niteleyen pek çok ülkenin) çok ilerisinde bulunuyordu.

25- Ne ilgiçtir ki Sebe' ülkesinde yönetimin kurmayları kendilerini ortaya koymaya ve kişisel görüşlerini söylemeye önem vermemiş, kraliçeye uydu olmaya ve emirlerini yerine getirmeye razı olmuşlardır. Kraliçe onlara danışıyor ve onlarla ortak karar almak istiyor, onlar ise, "Biz güçlü ve zorlu savaş adamlarıyız, istediğin gibi yap, yeterki sen karar ver" diyerek cevap veriyorlar.

Bu durum, kendi iradesiyle ezilmeyi seçen ve ezilmişlik üzerinde ısrar eden ezilmiş halkların doğasıdır. Kuvvet, izzet ve kalkınma için yapılan bütün çağrıları red eder, onun yerine uydu olmayı, ezilmeyi ve zilleti tercih ederler.

26- Sebe' kraliçesi bütün krallar için genel bir hüküm vermiştir. "Şüphesiz krallar bir ülkeye girdikleri zaman orasını bozarlar, onurlu kimselerini aşağılık yaparlar. Böyle de yaparlar" demiştir.

Şüphesiz bu sözlerle en başta Hz. Süleyman'ı kastetmekte, onu övmeyip yermektedir. Halbuki genelleme yapması doğru olmadığı gibi, sözleri Hz.Süleyman için geçerli de değildir.

Kimileri, Sebe' kraliçesinin bu sözlerini genel kabul eder ve bu âyeti kralların bozuk ve bozguncu olduklarına delil gösterirler. Halbuki âyeti bu şekilde delil göstermek yerinde ve kabul edilebilir değildir.

İddia doğru ve karar sahih olabilir. Realite olarak da durum böyledir. Allah'ın dinine gereği gibi bağlı olmayan bütün krallar, bozgunculuk yapmaya, bozmaya, başkalarını köleleştirmeye,    aşağılamaya   ve   kendilerine   boyun eğdirmeye çalışırlar.

Ancak bu âyet onun delili değildir. Çünkü âyet, sebe' kraliçesinin sözlerini anlatır. Bu sözleri söylediği zaman kraliçe henüz kafirdi O sözlerle Hz.Süleyman'ı kastediyor, onu bozuk ve bozguncu olarak niteliyordu, adaletli bir peygamber olan Hz.Süleyman için kafir bir kraliçenin sözlerini nasıl ölçü kabul edebiliriz?

Kur'anı Kerim, kafilerin sözlerini bazan nakledip aktarabilir, bazan onu red eder, bazan da hakkında bir hüküm vermez.Her iki durumda da o sözler, Kur'an nakledip hikaye etti, diye herhangi bir konu için delil gösterilemez. Kur'anın naklettiği veya hikaye ettiği sözler ölçü alınamaz ve kur'an kendisi benimseyip onaylam adıkça delil olarak gösterilemez.

Onun için Sebe' kraliçesinin sözleri, kralların bozuk ve bozguncu olduklarının delili değildir. Genellikle doğru olan bu tespit için başka doğru deliller aramalıyız.

27- Sebe' kraliçesi Hz.Süleymanla savaşmayı değil, görüşme ve barış yapmayı tercih etti. Herhalde bunun sebebi, kadın olarak yapısı gereği savaş, çarpışma, şiddet ve kan dökmeye taraftar olmamasıdır, kadın toplumu yönetir ve düşmanın saldırısıyla karşılaşırsa,  genellikle yüzyüze çarpışma ve sıcak savaşı arzu etmez, böylece halkın düşman karşısında yenilmesine sebep olur.[258]

28- Sebe' kraliçesi, Hz.Süleyamarı'ı sınamayı düşündü. Gerçekten islam çağrısı mı yapmaktadır yoksa bu çağrının ticaretini mi yapmaktadır? Bunu ortaya çıkarmak istedi. Kendilerine saldırmaması, küfür ve şirki ile başbaşa bırakması için ona rüşvet olarak mal gönderdi.

29- Kraliçe, Hz.Süleymana gönderilen malı hediye olarak niteledi."Ben onlara bir hediye göndereyim de elçilerin nasıl bir cevapla döneceklerine bakayım,dedi" Fakat gerçekte gönderdikleri hediye midir?

Şüphesiz      kendilerine      dokunmaması      için Hz.Süleyman'a gönderdiği, bal gibi rüşvettir. Ama rüşvete hediye adını vermiştir. Elbette Hz.Süleyman onun rüşvetini geri    çevirdi    ve    elçilere    "Belki    sîz    hediyenizle seviniyorsunuz" dedi.

Bu hediye rüşvet kabul edilmiştir. Çünkü hükümdar bir peygamber olan Hz.Süleyman'a gönderilmiştir. Bilindiği gibi, görevliye ve yöneticiye verilen hediyeler, rüşvet sayılır. Kur'anda hediye kelimesi sadece rüşvet anlamında kullanılmıştır. Zaten Hz.Süleyman ile kraliçe olayında bu iki yerden başka geçmemektedir.

30- Hz. Süleyman 'in mala iltifat etmemesi, görüşme ve

anlaşma yolunu kapatması, elçiler ve heyetler göndererek zaman yitirmemesi, düşmana karşı günümüz müsİüman yöneticilere iyi bir örnektir.

Elçiler hediyeleriyle beraber Hz.Süleyman'a gelince, onlara"bana mal ile yardım etmek mi istiyorsunuz? Allah'ın bana veriği size verdiğinden daha iyidir. Ama belki de siz hediyenizle seviniyorsunuz. Onlara dön. And olsun ki güç yetiremiyecekleri bir ordu ile gelir, alçalmış ve küçük düşmüş olarak onları  Oradan çıkarınz, dedi."

31- Oykünün burasında başka bir nüansı görüyoruz. Görüşmeler ve ateşkeslerle meşgul etmek için kaliçe hediyelerle Hz.Süleyman'a elçiler gönderdiği gibi, düşmanlar, görüşmelerle halkın zamanını öldürmeye, önemli konulardan uzaklaştırıp kaçıncı sır adaki önemsiz işlerle meşgul etmeye çok özen gösterirler. Ümmetin başındaki yöneticilerin düşmanın bu sinsi oyunlarını kavraması, emellerini kursağında bırakması ve ana hedeflerinden saptıracak şeylere aidanmaması gerekir.

32- Hz.Süleymanın kesin ve kararlı tutumu, düşman taraf üzerinde hemen etkisini gösterdi. Sebe1 kraliçesi onun otoritesine boyun eğdi. Süleyman bunu anladı ve yenilgiye uğramış bir güçsüz olduğunu kendisine başka kanıtlarla da göstermek istedi.

Toplum bir sıkıntı veya dar boğazdan geçtiği, varlığını ve hayatını tehdit eden büyük bir tehlike île karşı karşıya geldiği zaman kesin tavrını göstermeye mecbudur. İktidarı ve otoriteyi ellerinde bulunduran yönetici ve yetkililerin de kesin azim ve kararlılıkla düşmana karşı koyması, tehlikeye karşı ciddi.doğru ve fedakarlıkla tavır almaları zorunludur.

33- Hz.Süleyman, kraliçenin zayıflığını ve karşısında yenilgisini kendisine göstermek için övündüğü tahtını getirtmek istedi.

34- Hz. Süleyman yakınları ve özel adamlarının önünde bir yarışma düzenledi ve "Onlar bana müslüman olarak gelmeden önce onun tahtını kim getirebilir?" dedi. Güç ve kudretleri yarıştı ve Hz. Süleyman kendini iki teklif karşısında buldu:

Birincisi: Cinlerden bir ifrit teklif sundu ve "Sen yerinden kalkmadan tahtı sana getiririm ve buna gücüm yeter" dedi.

İkincisi: Kitap bilgisine sahip olan biri "Gözünü açıp kapam adan önce onu sana getiririm" dedi.[259]

35- Bu konuda ayrıntılı bilgilerin olmadığını görüyoruz. Çünkü   Kur'an   ve  sahih     hadis  bu   konuda  bir  şey söylememiştir.   Onun   için   o   (müphem)   bilinmezleri araştırmak, ayrıntılarına dalmak ve israiliyat bilgilerle onları açıklamaya çalışmak doğru değildir.

Cinlerden ifritin   adını bilmiyoruz ve Hz.Süleyma'ın yerinden kalkm    adan önce tahtı nasıl getireceğini de bilmiyoruz.

Kitaptan bilgisi olan kişinin adını, Hz.Süleyman'nın yanında ne iş yaptığını, hangi bilgiye sahip olduğunu ve tahtı Hz.Süleyman'a gözünü açıp kapam adan önce nasıl getireceğini bilmiyoruz. Aslında bunları bilmek de gerekmez. Çünkü bir bilgi veya yarar sağlamaz.

36- Tahtın Hz.Süleyman'a getirilmesi, kitap bilgisine sahip olanın bir kerameti ve Hz.Süleymamn bir mucizesi sayılır. Aynı zamanda her şeye güç yetiren ilahi gücün bir ifadesi, hakkın zaferi ve Sebe' kraliçesinin temsil ettiği batılın bir yenilgisidir.

37- Hz.Süleyman, tahtı yanıbaşmda görünce ne dedi? Bu Allah'ın bana bir Lûtfudur. Şükredeceğimi veya nankörlük yapacağımı sınamak için bunu bana verdi. Kim şükrederse kendisi için şükretmiş, kim de küfrederse kendisi için küfretmiş olur. Şüphesiz Allah zengin ve kerimdir" dedi.

Hz.Süleyman kuvvetle böbürlenmedi, kibirlenip şımarm adı ve çılgınlar gibi kendinden geçmedi. Azgınlaşıp bozulm adı. Aksine Allah'ın gücü karşısında alçak gönüllü oldu, Allahı andı ve lütfundan dolayı şükretti.

Hz.Süleymamn bu tavrı da,  kuvvet ve zafer elde

etmeleri durumunda takınacakları tavır konusunda devlet başkanlarına ve tüm yöneticilere  örnektir.

38- Hz.Süleyman, Sebe' kraliçesine sürprizler yapmak istedi. Bu sürprizlerden amaç onun zayıflığını, bilgisizliğini ve yanlışını kendisine göstermektir. O sürprizler şunlardır:

a- Hz.Süleyman'nın yanına gelmek üzere yola çıkmış

kraliçenin tahtını  getirmek ve içeri girdiğinde tahtı önüne koymak.

b- Basit bazı özelliklerini değiştirmek suretiyle tahtı belirsizIeştirmek."Onun tahtını kendisine belirsizleştirin, bakalım tanıyacak mı, yoksa tanımıyanlardan mı olacaktır, dedi."

c- Üzerinden geçip girmesi için ona kristalden bir geçit yaptırdı. Herhalde kristal geçidin altında su vardı. Suyun içinden geçecekmiş gibi göstermek için böyle bir şey yapmıştı.

d- Sebe' kraliçesi ''Bu sizin tahtınız mı?" sorusu karşısında zeki davrandı. Tahtı görünce onun olup olmadığına karar veremedi. Çünkü tahtının tıpkısı idi ama tahtı olduğuna da manam adı. Çünkü ayrıldığında tahtı Oradaydı. Acaba onu kim getirmiş ve önüne bırakmıştı? Kararsız kaldı. Zeki ve akıllı oluşu onu bu çıkmazdan kurtardı ve "sanki odur" dedi. Bu cevap evet veya hayır olmadığı için iki tarafa da açıktır.

40- köşke gir, denilince, onu derin bir su sandı ve suya girmek için eteğini biraz çekti. Bu davranışını görenler biraz gülüştüler ve camdan yapılmış mücella bir salondur, dediler.

Israiliyat ve garip şeylerin heveslileri kraliçenin eteğini çekmesi konusunda tuhaf şeyler anlatırlar. Belkıs adını verdikleri Sebe' kraliçesinin annesi cinlerdenmiş, onun için cin ayaklanna benzer iki ayağı varmış ve koyun ayaklarına benzermiş, Hz.Süleyman bundan emin olmak istemiş, onun için kristal salonu kendisine hazırlamış, iki ayağını görünce normal ve güzel iki insan ayağı olduğunu anlamıştır. Kur'anın bu tür batıl ve israiliyat olan bilgilerle tefsir edilmesi caiz değildir.

41- Sebe' kraliçesi yanlışını anladı, Hz.Süleymanm gücü karşısında gücünün bir hiç olduğunu ve ona karşı koyamıyacağını öğrendi. Kendisinin Allah'a ortak koştuğu için batılda olduğunu, ama Süleymanın hak üzere ve dininin de hak olduğunu anladı. Allah onun kalbine iman verdi. Bunun üzerine "Allahırn! Ben kendime haksızlık etmişim, Süleyaman ile beraber alemlerin rabbi olan Allah'a teslim oldum"deyip müslüman oldu.

42- Ondan sonra Hz.Süleyman ile Sebe' kraliçesi arasında neler olup bittiğinden kur'an söz etmez. Onun için bu konuda bazı soruların kesin cevabı ahnamamakt adır. Mesela, Hz.Süleyma onunla evlendi mi? Hz.Süleyrnanın ülkesinde mi kaldı, yoksa ülkesine mi döndü? Halkı da kendisiyle beraber müslüman olup Hz. Süleymanın dinine girdi mi? Hz.Süleyman Yemen'i egemenliği altına aldı mı? Hz.Sülaymanın ve Sebe' kraliçesinin ölümünden sonra israiloğulları ile Sebe1 halkı arasında ilişkiler nasıl oldu?

Bu soruların kesin cevabı yoktur. Çünkü kesin ve doğru kaynaklar bu konularda bilgi vermemektedir. Onun için biz de o kaynakların durduğu yerde durmamız ve cevap almak için israiliyat. batıl ve yalan kaynaklara gitmememiz gerekir.

Nemi suresinde Sebe' kraliçesi ile Hz.Süleyman öyküsü bilinçli bir iman ve davetle sonuçlanmıştır. Çünkü öykünün son sahnesi, kraliçenin Hz.Süleyman'nın dini olan Allah'ın dinine girmesi, şirki ve küfrü bırakması ve Hz.Süleyman'la beraber alemlerin rabbı olan Allah'a teslim olması olmuştur.

Bu sonuç, öyküyü sunmaktan hedefin ne olduğunu da gösterir. O da davetçilerin Hz.Süleymanı örnek almaya çağrılması, daveti kendilerine hedef yapmalarıdır. Bu hedef de davet edilen insanların İslama yönelmeleri ve yaşayarak ona sarılmalarıdır.[260]

 

VII- KASABALILAR ÖYKÜSÜ

 

Kuranda Kasabalılar Öyküsü

 

"İnsanlara, kendilerine elçiler gönderilen kasaba halkını anlat. Onlara iki elçi göndermiştik. Onu yatanl adıldan için üçüncü biri ile desteklemiştik. Onlar, "biz size gönderildik, demişlerdi". Kasabalılar, "siz de ancak bizim gibi birer insansınız. Rahman da bir şey indirmemiştir, siz ancak yalan söylüyorsunuz" demişlerdi. Elçiler, şüphesiz rabbimiz bizim size gönderildiğimizi bilir. Bize düşen ancak apaçık tebliğdir, demişlerdi.

Kasabalılar, şüphesiz sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğr adık. Vazgeçmezseniz andolsun ki sizi taşlayacağız ve bizden size can yakıcı bir azap dokunacaktır, demişlerdi.

Elçiler, uğursuzluğunuz kendinizdendir. Bu uğursuzluk size öğüt verildiği için mi? Hayır! Siz aşırı giden bir milletsiniz, demişlerdi.

Bir adam şehrin öbür ucundan koşarak gelmiş ve şöyle demişti: "Ey milletim! Gönderilen elçilere uyun. Sizden bir ücret istemeyenlere uyun. Oniar doğru yold adırlar. Beni yaratana ne diye kulluk etmiyeyim? Siz de ona döneceksiniz. Onu bırakıp tanrılar edinir miyim? Eğer rahman olan Allah bana bir zarar vermek isterse, o tanrıların şefaati bana fayda vermez, onlar beni kurtaramazlar. Şüphesiz o taktirde apaçık bir sapıklık içinde olurum. Ben rabbinize İnandım, beni dinleyin".

Ona "Cennete gir" denilince, "Keşke milletim rabbimin beni bağışl adığını ve beni ikram görenlerden kıldığını bilseydi! "dedi.

Ondan sonra milleti üzerine gökten bir ordu indirmedik. Zaten indirecek de değildik, sadece tek bir çığlık oidu, o kadar, hemen yerlerinde donakaldılar"[261]

 

Öykü İle İlgili İsrailîyat Haberler:

 

Israiliyat haberler, Kasabalılar öyküsünün etrafına uzun ve çelişkili rivayet ağları örmüştür. Mitoloji ve haber heveslileri bunlara mal bulmuş mağribi gibi sarılmış, kimi tarihçi ve tefsirciler onları kitaplarında anlatmışlardır. Bu. rivayet ve israiliyat haberleri sadece kendisinden sakındırmak için özet olarak vereceğiz.Anlatıian haberler özetie şöyledir:

Bu kasaba Antakya'dır. Roma şehirlerinden biri idi. Orayı Antigos adında zalim ve putlara tapan bir kral yönetiyordu.

Hz.tsa,   Antakya   halkını   imana   çağırmak   istedi, havarilerinden iki kişi gönderdi, ama halk onları yalan! adı, bunun üzerine üçüncü bir kişi daha gönderdi.

Gönderilen üç kişinin adlan üzerinde anlaşma olmamıştır. Öncekilerin çoğunluğuna göre bunlar Şem'un, Yuhanna ve Pavlus'tur.

Hz.İsa iki havariyi Antakya'ya göndermiş, bunlar yolda birkaç keçi otlatan Habib Neccar adında yaşlı bir adam görmüşler,Allah'a inanmaya çağırmışlar ve Hz.isa'nın hastalan iyileştiren mucizesini anlatmışlar, adamın deli bir oğlu varmış, ona eî sürmüşler, deli oğlu iyileşmiş ve iki elçiye iman etmiştir.

Şehirde bunların haberleri yayılmış, birçok hastayı iyileştirmişler, putlara tapan kafir kral bunları duymuş, kızmış ve ikisini hapse atmıştır.

Hz.îsa iki elçisinin başına gelenleri öğrenince şehre Şem'un adındaki üçüncü bir kişiyi göndermiştir.Şem'un, değişik yollarla krala ulaşıncaya kadar kendini, din ve inancını gizlemiş, kralla oturup kalkmış, gözüne girmiş ve

yakınlarından olmuştur.

Şem'un bir gün krala; Seni Allah'a çağıran iki adamı hapse attığını duydum, onların durumunu ve neci olduklarını keşke sorsaydın, demiş. Kral, kızdığım için onları soram adım, deyince, adam, getirsen iyi olur, demiştir.

İki adam gelince, Şemun onlara, dininiz hakkında deliliniz  nedir?  demiş,   onlar  da  hasta  ve  cüzzamlıyı

iyileştiriyoruz, demişler.Onlara doğuştan gözleri olmayan bir çocuk getirmişler, ikisi Allah'a dua etmiş ve çocuğun iki gözü açılmış ve görmeye başlamıştır.

Kral gördüğüne şaşmış ve buradabir hafta önce ölmüş bir çocuk var, babası gelinceye kadar gömmedik, rabbiniz onu diriltebilir mi? demiş, onlar da evet demişler.

îkisi açık, Şemun da gizli olarak Allah'a dua etmişler, Allah ölüyü diriltmiş, dirilen ölü kalkıp halka seslenmiş: Ben yedi   gündür   ölüyüm,   müşrik   olduğum   ortaya   çıktı,

cehennemin yedi vadisine atıldım, sizi içinde bulunduğunuz durumdan sakındırıyorum, ne olur Allah'a iman ediniz.

Sonra göğün kapıları açıldı, güzel yüzlü bir gencin bu üç kişiye, Şemun ve iki arkadaşına, şefaat ettiğini gördüm, Allah beni diriltti, Allah'tan başka tanrı olmadığına, isa'nın Allah'ın ruhu ve kelimesi olduğuna ve bunların Allah'ın elçileri olduklarına tanıklık ederim" demiş.

"Şemun dediğin bu adamdır ve onlarla beraberdir. Bu nasıl olur?" dediler. O da, evet Şemun onlardan biridir ve en üstünleridir, dedi. Bunun üzerine Şemun elçi olarak kendisini isa'nın gönderdiğini söyledi ve onları Allah'a inanmaya çağırdı. Kral büyük bir toplulukla beraber inanmış, diğerleri ise, kafir olarak kalmışlar.

Kralın inanm açlığı, aksine küfür ve in adının daha da arttığı, onlara baskı ve işkence yaptığı ve öldürmek istediği de söylenir.

İki elçinin uğrayıp oğlunu iyileştirdiği Habib Neccar adındaki adam şehrin Öbür ucundan koşarak gelmiş, kral ve halkla konuşmuş, onları Allah'a ve peygamberlerine inanmaya çağırmış ve herkesin önünde müslüman olduğunu açıklamıştır.

Kral   kendisine   kızmış,   askerlerine   öldürmelerini emretmiş, onlar da üzerine atılıp barsakları dışarı çıkıncaya kadar ayaklarıyla çiğnemişler ve öldürmüşler.

Başka bir habere göre onu taşa tutmuşlar, onlar kendisini taşlarken,  o "Ailahım!  Halkımı bağışla,  onlar

bilmiyorlar" diye seslenmiş.

Onu ve üç elçiyi öldürmüşler. Habib Neccar'ı öldürmek istediklerinde Allah'ın onu göğe yükselttiği ve cennete koyduğu da söylenir.

Kasaba halkına da Cebrail gelmiş ve bir çığlık atarak hepsini yok etmiştir"[262]

Öykü ile ilgili bu haber ve israîliyattan hiçbiri sahih hadislerde yer almaz.Onun için bunlar zan, tahmin ve kurgudan başka bir şey değildir. Halbuki öncekilerin öyküleri hakkında zan ve tahminle konuşulmaz. Bu konuda konuşabilmek için mutlaka âyet veya sahih hadis olması gerekir.

Onun için biz bu israiliyat hakkında susuyor, kabul etmediğimiz gibi, tümden red de etmiyoruz. Bu israiliyat haberlerin, sakındırma amacı dışında, rivayet edilmesini de caiz görmüyoruz.[263]

 

Öyküde Belirsizlikler:

 

Öyküde kapalı ve belirsiz birçok yerler vardır. Ancak Kur'an veya sahih hadiste bunlar belirtilmediğinden kendimiz de onları belirlemek için uğraşmayacağız ve başkasının da bunları başka yerlerden belirlemesine razı olmayacağız. Öyküde belirsiz kalmış şeyleri şöyle sıralayabiliriz:

1- Elçilerin gönderildiği kasabanın ve kralın adı.

2- Kasabaya gönderilen üç elçinin  adları.

3- Şehrin öbür ucundan koşarak gelen  adamın adı.

4- Gelen elçiler Yüce Allah'ın elçileri mi, yoksa Hz.İsa'nın tabileri mi?

5- Kasabaya    nasıl    varmışlar    ve    yolda    nelerle karşılaşmışlar?

6- Onlarla kasaba halkı arasında geçen olayların ayrıntıları nedir?

7- Kasab ada başlarına neler geldi? İşkence gördüler mi? Kasaba halkından onlara inanan oldu mu, olmadı mı?

8- Kasab ada sonlan ne oldu? Öldürüldüler mi, yoksa öldüler mi? Yoksa başka yere mi gittiler?

9- Şehrin öbür ucundan koşarak gelen adam nasıl geldi ve ne iş yapardı?

10- Kasaba halkına karşı üç elçiyi desteklerken halktan kimse ona katıldı mı?

11- Koşarak gelen bu adamın sonu ne oldu? Öldürdüler mi? Öldürdülerse, nasıl öldürdüler? Allah ruhunu göğe yükseltti mi?

12- Mümin adam açıklamalarını yaptıktan sonra kasab ada neler oldu ve halkının son durumu ne oldu?

Öykünün bilinmeyenleri konusunda Seyyid Kutup şöyle der:

"Kur'an, kasaba halkının kimler olduğunu ve bunun hangi kasaba olduğunu belirtmemiştir.Bu konuda rivayetler çok çeşitlidir.Bu rivayetlerin ardına düşmenin hiçbir yararı yoktur. Kur'anın adını vermemesi, adını ve yerini belirlemenin öykünün anlamı ve delaletine bir katkıda bulunmayacağını da gösterir. Onun için Kur'an,adını ve yerini belirtmeden ondan alınacak ibret ve derslere yönelmiştir.

Kasabalardan bir kasab adır. Allah, Musa ve kardeşi Harun'u Firavn'a ve kavmine gönderdiği gibi, oraya da iki elçi. göndermiştir. Kasabalılar ikisini yalanlamışlar. Bunun üzerine ikisinin ve kendisinin Allah'ın elçileri olduğunu vurgulamak üzere Allah üçüncü bir elçiyi göndermiştir. Üçü de davalarını anlatmış ve çağrılarını yapmış, biz size gönderildik, demişlerdir"[264]

 

Yasin Suresi İle Öykü Arasındaki Uyum:

 

Üstad Seyyid Kutup, öykünün anlatıldığı Yasin suresi ile öykü arasındaki uyum ve ahenge işaret ederek surenin konusunun genel olarak mekki surelerin konusu olan inanç ve bu inancın önemli konuları olan ilahlık, kulluk, peygamberiik ve ahiret olduğunu belirtmiştir. Yasin suresinin şu üç şeyi hedeflediğini belirtmiştir:

a- lnancın temellerini kurmak, vahyin yapısını ve risaletin doğruluğunu göstermek. Kasabalılar öyküsü de vahyi ve peygamberliği yalanlamanın kötü sonucunu bildirmek için anlatılmaktadır. Bu öykü de Kur'anın diğer öyküleri gibi, temel konuları desteklemek için bu surede anlatılmaktadır.

b- Öldükten sonra diriliş inancını vurgulamak. c-llahlık ve tevhid konusunu vurgulamak."[265]

Kutup, surenin üç ana bölüme ayrıldığını belirterek şöyle der:

1- buradabizi ilgilendiren ve üzerinde durduğumuz 1-29. âyetler arası bölümdür.

Birinci bölüm, Hz.Peygamerin peygamberliği ve kendisinin dosdoğru yolda olduğuna dair Ya Sin harfleri ve hakim olan kur'an üzerine yeminle başlar. Onu da bu gerçeği yalanlayan gafillerin hidâyete yol bulamayacakları ve sonsuza dek ona ulaşamayacakları, uyarmanın Kur'an'a uyan ve görmediği halde Rahman'ın dediğini kabul eden, kalbini hidâyetin delillerini ve imanın alametlerini almaya hazırlayanlara yarar sağl adığı konusundaki Allah'ın kararını belirtmesi izler.

Sonra   Yüce   Allah,   insanlara   kasabalıları   örnek vermesini, yalanlamanın ve yafan sayanların kötü sonucunu onlara  anlatmasını  söyler.   Mümin  adamın  kalbindeki imanın tabiatını, inanma ve doğrulamanın güzel sonucunu da ortaya koyar."[266]

Seyyid    Kutup,    öykünün    âyetlerini    açıklamaya geçmeden önce şu açıklamayı yapmaktadır:  "Vahiy ve peygamberlik, Ölümden sonra diriliş ve hesap konularını anlatarak sunduktan sonra bu kez, kalbi etkileyecek şekilde doğrulama ve yalanlama tavırlarını ve ikisinin sonuçlarını gözle    görülen   bir   örnekle    öykü    şeklinde    ortaya koymaktadır"[267]

 

Öykü İki Sahneden Oluşur:

 

Birinci sahne: Üç elçi ile kasabalıların karşı karşıya geldiklerini anlatır. Elçiler onlara gelmişler, kendilerini tanıtarak Allah'ın elçileri olduklarını söylemişler, ama kasabalılar onları yalanlamış, elçiliklerini red etmiş, etrafında şüpheler yaymış, uğursuzluk getirdiklerini söylemişler, elçiler de bütün bunlara cevap vermişlerdir. Bu sahne 13-19 âyetlerini kapsamaktadır.

ikinci sahne: Şehrin öbür ucundan mümin    adamın koşarak gelmesi, elçileri desteklemesi, onlara inanması, halkına öğüt vermesi, elçilere inanmaya, çağrılarını kabul etmeye  ve  söylediklerini  tutmaya  çağırmasını  kapsar. Peygamberler   ve   peygamberlik   konusundaki   halkın şüphelerini çürütmüş, inancı ve imanı en güzel üslupla ortaya   koymuş,   yalanlama   ve   inkâr   etmenin   kötü sonucundan sakındırmış ve huzurlarında mümin olduğunu açıklamıştır.

Öyle anlaşılıyor ki kasabalılar onu yalanlamakla yetinmemişler, öldürmeye ve kanını dökmeye yönelmişler, böylece adam şehit olmuş ve Allah kendisini cennetle müjdelemiştir. Kendisi de, güzel sonucunu ve büyük sevabını keşke halkım bilseydi, demiştir. Bu sahne 20-27 âyetlerini kapsamaktadır.

iki sahneyi anlattıktan sonra, Kur'an iki âyetle öykünün ardından değerlendirme yapmaktadır. Bu iki âyette yalanlama ve küfretmeleri sesebiyle kasabalıların başına gelen azap ve yok oluşlarını belirtmektedir. Çığlık onları yakalamış ve yerlerinde donakalmalardır. Bu sahne de 28-29 âyetlerini kapsamaktadır.[268]

 

Elçilerle Kasabalıların Müc Adelesi:

 

Öyküde birinci sahnenin elçilerle kasabalılar arasındaki mücadeleyi anlattığını belirttik. Üç elçi kendilerini kasabalılara tanıtmış, elçiliklerini ve görevlerini anlatmışlar, ama onlar yalanlamış ve söylediklerini inkar etmişlerdir. Bu karşılaşmanın üzerinde kısaca duracağız, ondan birtakım anlamlar ve dersler çıkarmaya çalışacağız.[269]

 

1- Üç Elçiyi Allah Mı Gönderdi?

 

Kur'an, kasaba halkına iki elçinin gönderildiğini, sonra da üçüncü bir elçi ile takviye edildiklerini belirtir. Üçünü elçiler,   diye   anar   ve   "elçiler"   anlamındaki   kelime buradadört kez geçer.

a- Kendilerine elçiler gelmiş kasabalılar örneğini onlara anlat.

b- Biz size gönderilmiş elçileriz, dediler.

c- Bizim size gönderilmiş elçiler olduğumuzu rabbimiz biliyor, dediler.

d- Ey halkım! Elçilere uyun, dedi.

Birçok tefsirci bu üç kişinin Allah'ın elçileri veya peygamberin elçileri olup olmadığını sormuştur? Tefsirci ve haber nakledenlerin çoğuna göre bunlar Allah'ın direkt elçileri değil, peygamberin gönderdiği elçilerdir. Bu peygamber de Hz.İsa'dır. Mesela bunlardan imam Razi şöyle der:

"Kasabaya elçiler geldiler.Yani elçileri ona gönderdiğimiz zaman ona geldiler. Yani gelişleri kendiliklerinden değildir, biz onları oraya gönderdik.

Bunda bir nüans vardır. Şöyle ki: Öyküde elçiler Hz.Isa tarafından gönderilmiştir. Onları Antakya'ya göndermiştir. Yüce Allah'lsa'nın göndermesi, bizim göndermemizdir, Allah'ın izni ile Rasulullahın gönderdiği elçi Allah'ın gönderdiği elçidir. Ey Muhammed, onlar peygamberin elçileri iken, sen Allah'ın elçisisin, diye düşünme, onları yalanlamaları, seni yalanlamaları gibidir, demiştir"[270]

Tefsircilerden bir grup ise, bunların direkt Allah'ın elçileri olduğunu söylemektedir.Yüce Allah'ın kasabaya önce iki, sonra onları desteklemek için bir elçi göndermesinde y adırganacak veya tuhaf olacak bir şey yoktur. Bu konuda Seyyid Kutup şöyle der:

"Yüce Allah bu kasabaya iki elçi göndermiştir.Tıpkı Musa ve Harun'u Firavn'a ve halkına gönderdiği gibi. Kasaba halkı iki elçiyi yalanlamış, Allah da onları desteklemek için hem kendisinin, hem ikisinin Allah'ın elçileri oluğunu vurgulayan üçüncü bir elçiyi göndermiştir."[271]

Her halde tercih edilen görüş budur. Çünkü Kur'an âyetinin açık anlamına uğun olan budur. Ku'an, bunları Allah'ın   göderdiğini   söylemektedir:   "Onlara   iki   kişi göderdik.Ama onları   yalanladılar, biz de üçüncü biri ile destekledik"     diyerek     bunların     kasaba     halkına gönderildiklerini söylemektedir.

Asıl olan, Kur'an âyetinin açık anlamına bağlı kalmak ve onun söylediğini söylemek, zaruret olmadıkça zahir anlamı bırakıp mecaz veya istiareye gitmekten kaçınmaktır. Çünkü zahir anlamı almanın mümkün olmadığı zaman ancak bir lafız mecaz veya istiare olarak anlaşılabilir. Bu da tefsirin genel kurallarındandır. buradada istiare veya mecaza gitmeyi zorunlu kılan birşey yoktur. Onun için bunlar Allah'ın kendi gönderdiği elçileridir, diyoruz. Doğrusunu Allah bilir.[272]

 

2- Elçi Göndermeye Idevam Etmek:

 

Yüce Allah iki elçiden sonra üçüncü elçiyi de gönderdiğini belirtmektedir: "Onlara iki kişi gönderdik, onları yalanladılar. Biz de destek olarak üçüncü birini gönderdik" âyette "destekleme" anlamındaki kelime iki şekilde okunmaktadır. Birinici okuyuşa göre şeddesiz "azezna" şeklinde okunur. Bu durumda yendik, anlamına gelir. Böylece gönderilen ve iki elçiyi doğrulayan üçüncü elçi ile hak galip geldi ve üstün oldu, anlamı ortaya çıkmaktadır.

Ama Kur'andaki gibi şeddeli olarak "azzezna" şeklinde okunursa, anlamı, önce gönderilen iki elçinin delillerini, gönderdiğimiz   üçüncü   elçi   ile   destekledik,   oniarın delillerine  bunun  delillerini de  ekledik ve  durumlarını pekiştirdik, olmaktadır.

Her iki okum    ada anlam birbirine yakındır. Ancak Kur'andaki şekliyle okuyuşta edebi bir nüans olarak meful (nesne)nin   belirtilmemiş   olması   dikkati   çekmektedir. Zemahşeri tefsirinde bunun sebebini şöyle açıklamaktadır:

"Bundan amaç, destekleyen kişiyi ve bunun sağlayacağı şeyi belirtmektir. Çünkü bununla hak üstün olmuş ve batıl zelil düşmüştür. Söz, belirli bir şeyi amaçlıyorsa, o şey belirtilir ve başka şeyler bir tarafa bırakılır. Mesela, Bugün yönetici doğru karar verdi, denir. Bu cümlede yöneticinin doğru karar vermesi belirtilmek

istendiği için kimin lehine ve kimin aleyhine karar verildiği belirtilmemiştir. "[273]

İki elçinin gönderilmesi ve üçüncü bir elçi ile desteklenmelerinin sebebine baktığımızda şunları görürüz:

a- Bir elçi başka bir elçi ile güç kazanır.iki elçi de üçüncü elçi ile güç kazanırlar. Nitekim Hz.Musa, kardeşi Hz.Harun için Yüce Allah'a şöyle seslenmiştir: "Kardeşim Harun'u da. Onun dili benden daha açıktır. Onu bana destek olarak gönder ki beni doğrulasm. Onların beni yalanla malarından korkuyorum"[274]

Yüce Allah onun bu isteğini kabul ederek şöyle buyurmuştur: "Seni kardeşinle destekleyeceğiz, ikinize bir güç vereceğiz ki onlar ikinize el uzatamıyacaklardır. âyetlerimizle ikiniz ve size uyanlar üstün geleceklerdir"[275]

b- Üçüncü elçinin gönderilmesi, kasabalıların iki elçiyi yalanlamalarına bir cevaptır. O da peygamber gönderme ve tebliğ etmede ısrar edildiğini gösterir.

Bu da davet konusunda önemli bir ölçüdür. Allah'a çağıranlar insanların karşısına çıkar ve davet ederler.Davet edilenler onların çağrısını beîki de kabul etmezler, hatta engel olurlar. Davetçilerin çağrı üzerinde ısrar etmeleri, tebliğ etmeye ve öğüt vermeye devam etmeleri gerekir. Onlardan insanların yüz çevirmesi veya tepki göstermesi, kendilerini daveti bırakmaya ve görevi terketmeye götürmemesi lazımdır.[276]

 

3- Peygamberlerin İnsan Oluşu ve Açık Tebliğ:

 

Üç elçi kendilerini kasaba halkına tanıttılar ve "Biz size gönderildik" dediler. Fakat kasabalılar elçilerin insan olmalarına itiraz ettiler ve bundan bir sonuca vardılar.İnsan olmalarına bakarak yalan söylediklerini iddia ettiler ve şöyle dediler: "Siz ancak bizim gibi İnsansınız, rahman da bir şey indirmiş değildir, siz ancak yalan söylüyorsunuz".

Bu itirazı hemen her millet gönderilen peygambere karşı yapmış ve insan olmasını ona inanmaya engel görmüştür. Peygamberin bir melek olmasını istemişler ve peygamberler melek olsaydı inanacaklarını söylemişlerdir.

Seyyid Kutup, bu düşünce ve itirazın yanlışlığını ve tutarsızlığını belirterek şöyle der: "Peygamberlerin insan oluşlarına itiraz etmek, çok anlamsız ve tutarsız bir düşüncedir.Bu itirazı yapanların peygamberlerin görevini bilmedikleri anlaşılmaktadır.

Bu insanlar her zaman peygamberin kişilik ve hayatında mitoloji ve kuruntuların arkasında gizlenen bir esrarengizliğin bulunması beklentisi içinde olmuşlardır Göğün seçip yere gönderdiği bir peygmber değil midir? Böyle bir kişi nasıl mitoloji ve kuruntularla kuşatılmış olmaz? Gizlisi kapaklısı olmayan ve hakkında bilmecemsi şeyler bulunmayan açık bir insan nasıl peygamber olabilir? Evlerde, çarşılarda ve her yerde benzerleri bulunan ve herkes gibi olan bir kişiden peygamber olur mu? demişlerdir.

işte basit düşünme ve anlayış budur. Çünkü sırlar ve bilmeceler peygamberliğin gereği olan şeyler değildir. Bu çocuksu düşünce ve anlayışlar hele hiç değildir. Ortada korkunç bir sır vardır. Bu da insanlardan biri olan bir kişiye, göğün mesajlarını yüklenme yetenek ve kapasitesinin verilmesi ve bu yüce vahyi alma kabiliyetini Allah'ın ona vermesidir. Bu da, itiraz edenlerin teklif ettikleri gibi melek olmasından çok daha şaşırtıcı bir olaydır.

Peygamberlik, insanların hayatlarında yaş adıkları ilahi bir sistemdir. Peygamberin hayatı da, bu ilahi sisteme uygun olarak peygamberin yaş adığı pratik örnektir. Halkını kendisine uymaya çağıran ve kendisini Örnek almalarını söyleyen bir örnek. Bunun kendilerinin de hayatta taklit edebilecekleri bir örnek olması kaçınılmazdır.

Bu bakımdan peygamberin hayatı bütün ümmetin gördüğü bir hayattır.Allah'ın kesin kitabı Kur'anı Kerim ince ayrıntıları ve olaylarına varıncaya kadar bu hayatın belirgin özelliklerini belirtmiştir. Çünkü bu, yıllar ve asırlar boyunca ümmetin gözleriyle göreceği ve örnek alacağı bir örnektir."[277]

Bu şüphe ve peygamberlere yapılan bu itiraz karşısında elçiler kasabalılara görevlerini anlattılar ve "'Rabbimiz biliyor ki biz size gönderildik, bizim görevimiz apaçık bildirmektir" dediler.

Evet, bunlar gönderilmişlerdir. Çünkü onları Yüce Allah göndermiştir. Onların göderildiklerini kendisi biliyor. Yüce Allah'ın onları böyle bilmesi, desteklemesi ve buna tanıklık etmesi kendileri için yeterlidir. Artık insanların kendilerini yalanmaları yahut söylediklerine itiraz etmeleri kendilerine hiçbir şekilde zarar vermez. İnsanlar arasında görevleri, sadece açık tebliğdir. Görevlerinin yalnız tebliğ etmek olduğunu kesin ve açık bir şekilde bildirmişlerdir.

Peygamberlerin görevi, insanları inanmaya zorlamak ve mecbur etmek değildir.insanların kalbine imanı atmak veya yerleştirmek de değildir. Onların göevi, sadece açık ve net olarak bildirmektir.

Risaletlerini insanlara bildirirler, delillerini gösterirler ve onları kendi başiarına bırakırlar. Artık tercih yapmak insanlara kalmıştır. Özgürce, kendi irade ve çabalarıyla tercih yapmak durumund adırlar. Ya peygamberlere inanma ve uyma yolunu seçerler, böylece kurtulur ve kazanırlar, ya da inkar etme ve yalanlama yolunu seçer ve helak olup azap görürler. Her iki durumda da seçimi kendileri yaparlar, sorumluluk onlara düşer ve sonucuna katlanırlar.

Peygamberlerin görevi, insanlara açıkça tebliğ etmek olunca, peygamberlerin izleyicileri olan davetçi ve ıslahatçıların görevi de açıkça tebliğ etmek olur. Bu görev de açıkça tebliğ yapıldığı zaman yerine gelir ve   Orada biter.[278]

 

4- Peygamberleri ve Davetçileri Uğursuz Görmek:

 

Kasabalılar, üç elçiye kendilerine uğursuzluk getirdiklerini söylediler ve "Doğrusu, sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğr adık" dediler. Yani sizin bize uğursuzluk getirmenizden korkuyoruz., aramızda kalırsanız başımıza kötülük ve eziyetin gelmesinden endişe ediyoruz, siz bize bir yarar ve iyilik de getirmiyorsunuz, dediler.[279]

Elçiler bu suçlamaya açık ve kendine güvenen bir iman mantığı   ile    karşılık   verdiler   ve    "Uğursuzluğunuz kendinizdendir. Bu uğursuzluk size öğüt verildiği için mi? Hayır, siz aşırı giden bir milletsiniz"dediler.

Uğursuzluk sizdedir,sizler uğursuzsunuz, gelmesinden korktuğunuz kötülük de bizim yüzümüzden değil, sizin yüzünüzdendir, sizin anlayışınız ve davranışınız yüzündendir, dediler, insanın başına geien iyilik ve kötülüğün sebebi dışarıda değil, kendi içindedir.O da yaptığı iyilik veya kötülüktür, doğru veya yanlış seçimidir.

insanın başkasını uğursuz görmesi veya uğursuzluk getirdiğini düşünmesi, suçu başkasının üstüne atmak ve sorumluluktan kaçmaktır. Onun için cahiliyye toplumlarında veya tevhit inancından uzaklaşmış toplumlarda kişilerden, yüzlerden, yerlerden, zamanlardan, kelimelerden veya hareketlerden uğursuzluk çıkarıldığını görüyoruz.

Bu sebepten islam, başkasını uğursuz saymayı ve kötülük sebebi görmeyi yasaklamıştır. Çükü insanın başına gelen iyilik ve kötülük kendi yaptığı sebebiyledir. Yaptıkları sebebiyle başına gelen herşey de Allah'tandır ve onun değişmez sosyal yasasına uygundur. Başına bu şeylerin gelmesinde uğursuz gördüğü kişilerin bir rolü olmadığı gibi, o kişilerin kendisinden uzak durmaları da başına gelenleri savacak değildir.

Üç elçinin kasabalılara "Uğursuzluğunuz sizdendir" demelerinde, azapla tehdit etme anlamı da vardır, sanki onlara"Sizi bekleyen azap, helak ve yok olmanın sebebi biz değiliz, onun sebebi sizin küfrünüz ve tutumunuzdur, sizi bekleyen kötülük ve tehlikeyi savmak istiyorsanız, kendinizi değiştirmelisiniz ve küfrü bırakmalısınız" dediler.

Şunu da belirtelim ki peygamberleri uğusuz görmek, sadece kasabalıların yaptığı bir şey değildir. Bu genel bir tavır ve bilinen bir tutumdur.Çünkü gelen peygamberi uğursuz görmeyen ve çağrısından uğursuzluk beklemeyen hiçbir millet yoktur.

İşte Semûd kavmi, Hz.Salih'ten uğursuzluk beklemişler. "Bize,   senin   ve   seninle   beraber   olanların  yüzünden uğursuzluk geldi" demişler, kendisi de bu anlayışlarına cevap   vererek   "Uğursuzluğunuz   Allah   katındandır, doğrusu, imtihana çekilen bir milletsiniz, dedi"[280]

Firavn halkı Hz.Musa ve beraberindekilerin uğursuzluk getirdiğini söyleyerek şöyle demişlerdir: "And olsun ki biz de Firavn ailesini, dersler alsınlar, diye yıllarca kuraklığa ve ürün kıtlığına uğrattık. Onlara bir iyilik geldiği zaman "Bu bizden ötürüdür" derler. Bir kötülüğe uğr adıklarında ise, onu Musa ve onunla beraber olanların uğursuzluğuna verirlerdi. Bilin ki kendilerinin uğradığı uğursuzluk Allah katındandır.Fakat çoğu bunu bilmezler"[281]

Kafirler Hz. Muhammed'e de uğursuzluk suçlamasıyla karşı çıkmışlardır: "Onlara bir iyilik gelirse, bu Allah'tandır, derler. Bir kötülük gelirse, bu senin tarafmdandır, derler. Deki, hepsi Allah'tandır. Bu millete ne oluyor ki neredeyse hiçbir sözü anlamıyorlar?"[282]

Uğursuz sayılan sadece peygamberler midir? Hayır. Uğursuz görme, kafirlerin ve düşmanların her zaman ve her yerde davetçi ve ıslahatçılara yönelttikleri bir suçlam adır. imam Zemahşeri, hakkı ve hakkın temsilcilerini uğursuz gören kafir ve düşmanların psikolojik durumlarını analiz etmeye çalışarak şöyle der: "Sebep, onların dininden kafirlerin nefret etmeleri ve kendilerinin onlardan hoşlanmamalarıdır. Hoşlarına giden, arzu ettikleri ve kalplerinin istediği her şeyi uğurlu görmek, hoşlarına gitmeyen, sevmedikleri ve nefret ettikleri her şeyi de uğursuz saymak cahillerin alışkanlığıdır. Bir iyilik veya bir kötülükle karşılaşırlarsa, bunun bereketi ile, şunun uğursuzluğu ile, derler"[283]

Allah'a çağıran inanları uğursuz göstermeye çalışanlara uğursuzluklarını yüzlerine vurmaları, uğursuzluklarının kendilerinden olduğunu, başlarına gelecek felaket ve yok oluşun sebebinin davetçiler veya davet değil, kendilerinin sapıklığı, günah ve isyanları olduğunu açıklamaları gerekir. Uç elçinin milletlerine karşılık verdiği gibi "Uğursuzluğunuz kendinizdendir, bu uğursuzluk size öğüt verildiği için mi? hayır, siz aşırı giden bir milletsiniz" demeleri lazımdır.

Aşırı    gidenler    küfürde,    şirkte,    bozgunculukta, günahlarda, uğursuz göstermede, tehdit ve işkencelerde aşırı gitmiş olabilirler. Önemli olan, bu insanların haddi aşmaları ve ölçüyü kaçırmalarıdır.[284]

 

Taşlama ve İşkence Etme Silahı:

 

Kasabalılar, üç elçiye etkili ve geçerli sandıkları bir silahı   yönelttiler.    "Vazgeçmezseniz,   and   olsun   sizi taşlayacağız ve size can yakıcı bir azap vereceğiz" dediler.

Bu   silahla   kasabanın   kafirleri   içyüzlerini   ortaya koymuşlar,   dişlerini  göstermişler,   barbarlık,   zulüm  ve azgınlıklarını sergilemişler, elçilere karşı çirkin, barbar ve katı üslubu kullanmışlar, yol gösteren davetçilere tehdit, baskı ve işkence yapacaklarını söylemişlerdir.

Bunlar, yol gösteren davetçilerin varlığına katlanamazlar ve yüzlerini gömek istemezler. Onlarla beraber yaşamalarını kabul etmezler. Mantığa mantıkla, delile delil ile, düşünceye düşünce ile karşı koymaya ne güçlen var, ne de buna razı olurlar.Çünkü elçilerin düşüncesine, deliline ve mantığına karşı koyacak ne delilleri, ne mantıkları, ne de düşünceleri vardır. Onun için ilkel silah yoluna, tehdit, taşlama, işkence ve öidürme silahına sarılırlar.

Kasabalıların ilkel siîah yoluna başvurmaları, onlara özgü bir yol değildir. Belki her zaman ve her yerde kafirlerin elçilere karşı başvurdukları ve kullandıkları bir silahtır. Kafirler Nuh, Hud, Salih, ibrahim, Lût, Şuayb, Musa ve diğer peygamberlere karşı bu yola başvurmuş ve bu silahı kullanmışlardır.

Peygamberlerin yolunu izeyen ve onların gösterdiği gibi   yaşamaya   çalışan   davetçi   müslümanlara   zalim düşmanlar  ve   azgın   tağutlar   her   zaman   aynı   silahı kullanmışlardır.    Islamın    erlerine    karşı    bu    silahın kullanıldığına dair tarihimizde çok örnekler vardır. Hele birçokların uygarlık ve ilerlemenin zirvesi gördüğü çağdaş tarihimizde Allah'a davet edenlere karşı azgın zalimlerin ancak hayvanların başvurduğu "İşkence ile Öldürme" ilkel silahını hem de aşırı derecede kullandıklarının örnekleri, sayılamıyacak kadar çoktur. Öyleki bu zalim azgınlar ve kafir tağutlar Allah'a davet edenlere karşı bir insanın başka bir    insana    uygulamasını    kimsenin    aklına    biie getiremiyeceği yollara başvurmuş, onlara en barbar ve vahşi uygulamalar yapmışlardır. Bu silahla hakkın sesini kesmek   ve   Allah'a   davet   eden   insanları   yoketmek istemişlerdir. Ama sonuç ne olmuştur?

Bütün engelleme ve zorluklara, sahiplerinin çektiği her türlü eziyet ve verdiği kurbanlara rağmen davet güçlenmiş, ilerlemiş, yerleşmiş ve yayılmıştır. Çünkü Allah'a davet ancak fedakarlık, sıkıntılara göğüs germe ve zorluklardan geçmekle güçlenir.

Ama bunları yapan, insanlara en barbar uygulamaları reva gören o zalim barbarlar gittiler, yenilgi ve başarısızlık utancını yaşayarak gittiler, lanetler ve hakaretler taşıyarak gittiler ve türlü türlü cezalan çekmek üzere Allah'ın huzuruna gittiler.

Allah'a yapılan hiçbir davet yoktur ki tehditle ve silahla karşılaşmamış olsun. Allah'a davet eden hiçbir davetçi de yoktur ki taşlanma ve işkence silahı ile karşılanmamış olsun. Allah'ın dinine düşman olan hiçbir toplum da yoktur ki davetçilere, kasabalıların söyledikleri gibi "Vazgeçmezseniz, and olsun sizi taşlayacağız ve çok çetin bir cezaya çarptıracağız" demiş olmasınlar.

Arna o davetçiler, üç elçiyi örnek almış ve kasabalılara elçilerin     söyledikleri     gibi     karşılık     vermişlerdir: "Uğursuzluğunuz kendinizdendir. Bu uğursuzluk size öğüt verildiği için mi? hayır, siz aşırı giden bir milletsiniz"[285]

 

Mümin Adam Elçileri Destekliyor:

 

Kasabalılar öyküsünün ikinci sahnesi, mümin adamın elçilere destek vermek ve halkı onlara uymaya çağırmak için şehrin öbür ucundan koşarak gelmesidir. Seyyid Kutup iki sahne arasında bağlantı kurarak ve öykünün iki tarafı arasındaki bağı göstererek şöyle der:

"Peygamberlerin çağrısına kapalı kalplerin cevabı bu olmuştur. Birinci sahnede surenin sözünü ettiği kalpler için bu bir örnek ve onlara çizilen beşeri örnek için bu canlı bir resimdir. Ama elçilerin tebliğ ettiği vahye uyan ve görmediği halde Rahmandan korkan karşıt örneğin izlediği yol ise, başkadır ve verdiği cevap bundan farklı olmuştur."[286]

 

Seyyid Kutup Adamın Psikolojisini Analiz Ediyor:

 

Seyyid Kutup, elçilerin çağrısını kabul eden temiz, iyi ve mümin adamın üstün ruh yapısını irdeliyerek şöyle der: "Adamın yaptığı, hakkın doğru çağrısını sağlam fıtratın kabullenmesidir. Bu fıratta doğruluk, sadelik, canlılık, istikamet, anlayış ve apaçık hakkın güçlü nağmelerine katılım vardır.

Bu adam çağrıyı duydu, onun mantıklı olduğunu ve hakkın delillerini içerdiğini görünce kabul etti. Kalbi iman gerçeğini yakalayınca içinde bu gerçek harekete geçti ve açıklamaktan başka yolunun olmadığını gördü. Etrafını her türlü sapıklık ve ahlaksızlığın kuşattığını görürken, artık inancını   kalbinin   derinliklerinde   kilitleyip   duramazdı. Kalbinde kök salan ve bilincinde hareket eden hak ile halka koştu. Hakkı yanına alarak, yalanlayan, tehdit eden, inkar eden ve barbarlaşan halkına gitti.  Halkını hakka davet etme görevini yerine getirmek için şehrin öbür ucundan koşarak geldi. Onları haksızlık ve saldırganlıktan alıkoymak    ve    elçilere    uygulamaya    hazırlandıkları kötülükleri önlemek için koşarak geldi.

Anlaşıldığı kadarıyla   adam makam ve mevki sahibi güçlü   biri   değildi.    Halkı   arasında   taraftarları   ve savunucuları da yoktu.Bütün serveti, içinde taşıdığı diri inancıdır. Bu inanç onu sürüklüyor ve şehrin öbür ucundan koşturup getiriyordu."[287]

 

Fahreddin Razi'nin Edebi Tespitleri:

 

Razi'nin Kur'anın anlatımı ile ilgili güzel bazı tespitleri vardır, buradada mümin adamla ilgili Kur'anın söyledikleri üzerinde durmakta ve güzel bazı tespitler yapmaktadır. Bu tespitlerden önemli olanları özet olarak şöyledir:

1- Oykünün önce geçen âyetleri ile mümin adamın bağlantısında iki şey sözkonusudur.

a- Elçilerin    açık    tebliğ    görevi    ile    geldikleri belirtilmektedir.   Nitekim  koşup  gelen     adam   onlara inanmıştır. Buna göre "Şehrin öbür ucundan "sözünde açık bir belagat vardır. Bu olay, elçilerin tebliğlerinin şehrin öbür ucuna kadar gittiğini gösterir.

b- "adam"ın belirsiz olarak getirilmesinin iki nüansı vardır. Birincisi, bu adamın tam bir yiğit ve erkek bir adam olduğunu belirtmek içindir. İkincisi,elçilerin tebliğ ettikleri hakkın açığa çıkmasına katkıda bulunmak içindir.

Çünkü  tanım   adıkları   bir     adam   onlara   inanmıştır, aralarında bir pazarlık da sözkonusu değildir.

3- "Koşarak" sözü, öğüt verme ve tebliğ etmede müminlerin fedakar olmaları ve bu adamı örnek almaları için gözlerini açmakta ve rehberlik etmektedir.

4- "Ey milletim" sözünde güzel bir incelik vardır. Çünkü onlara   acıdığını,   esirgediğini   söylemektedir.Onlardan olduğunu söylemesi., onların ancak iyiliklerini istediğini kanıtlamaktadır.

5- "Elçilere uyunuz" sözü, elçilere uymalarını istemektedir. Mümin suresinde Firavn ailesinden inanmış adamın dediği gibi i:Bana uyunuz" demiyor. Çünkü adam onlarla beraber değil, şehrin öbür ucundan koşarak gelmiştir.Halkı, delilleri açıklayan ve yolu gösteren elçilere uymaya çağırmıştır.

6- "EIçilere uyunuz" sözünde, "Uyunuz" derken, öğüt vermiş,"Elçiler" sözünde de iman ettiğini göstermiştir. Öğüt vermede daha etkili olduğu için imandan önce öğüt sözcüğünü getirmiştir.

7- "Sizden bir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar" sözünde de güzel bir nükte vardır, buradatanıtma ve ikna etmeye çalışmanın en güzel üslubu kullanılmıştır. Oniarı ikna etmek için adam bir derece aşağı inmiştir. Sanki onlara şöyle der: Varsayın ki bunlar peygamber ve hidâyet rehberleri değildir. Ama adamlar doğru yolu öğrenmişler ve insanları hakka ulaştıran bu yolu biliyorlar. Üstelik sizden bir ücret veya mal da istemiyorlar. Bu da adamlara uymanızı ve dediklerini kabul etmenizi gerektirir.

8- "Beni yaratana ne diye kulluk etmeyeyim?"sözü, Allah'a ibadet edilmemesini y adırgayan bir sorudur. Yalnız Ona ibadet etmenin kapalı ve anlaşılmayan bir yönünün bulunmaması gerektiğini söylemektedir. Ona ibadet etmeyen kişinin niçin ibadet etmediğini kanıtlaması lazımdır. Ben ise, ona ibadet etmekten beni alıkoyan bir şey gömüyorum, der.

9- "Beni yaratana ne diye kulluk etmeyeyim?" sözünde başka bir incelik vardır. Burada adam halkla konuşmayı bırakmış ve kendisinden söz etmiştir. İşte hikmet buradadır. Çünkü kendi durumunu kendisi bilmektedir. Kendi durumunu bildiği için başkasından gerekçe ve delil istememektedir.

10- "Beni   yaratana   ne   diye   kulluk   etmeyeyim?"

sözü,niçin Allah'a inandığını iki şeye bağlamaktadır. Birincisi, Allah'a inanmaktan alıkoyacak bir engelin bulunmamasıdır. "Ne diye kulluk etmeyeyim?"

İkincisi de inanmasını gerektiren sebebin bulunmasıdır. O da"Beni yaratan" sözüdür. Yaratan Allah, sahiptir ve nimeti verendir. Böyle olunca, kulun ona kulluk etmesi ve şükretmesi gerekir.

11- "   Beni  yaratana  ne  diye  kulluk  etmeyeyim?" sözünde,   inanmayı  engelleyen  bir  şeyin   olmamasını, inanmasını gerektiren şeyden öne almıştır. "Sizi yaratan" dememiştir. Çünkü bağlamda en önemli olan budur.

12- "Sizi yaratan" değil, "Beni yaratan" demiştir. Çünkü onlardan değil, kendisinden söz etmektedir."Ne diye kulluk etmeyeyim?" sözü ile uyum içinde olması için "Beni yaratan" demiştir. Böylece hem kulluk yapan, hem yaratılan kendisi  olmaktadır.

13- "Ve ona döndürüleceksiniz" sözü ile, onlara dönüşteki bir inceliği hatırlatmakta, Allah'a dönmede kendisi ile onlar arasındaki farkı göstermeğe çalışmakt adır. Çünkü kendisinin Allah'a dönüşü, onların dönüşü gibi olmayacaktır. Kendisinin Allah'a dönüşü, ona inanan mümin kulun dönüşüdür. Onun dönüşü, ikram görmek ve nimete konmak için olacaktır. Ama onların dönüşü, sorguya çekilmek, aşağılanmak, azap görmek ve cezalandırılmak içindir. İki dönüş arasında ne büyük fark vardır!

15- "Onu bırakıp başka tanrılar edinir miyim?" sözü, sahip olduğu tevhidin büyüklüğüne işarettir. "Beni yaratana ne diye kulluk etmeyeyim?" sözü, Allah'ın varlığına işaret iken, "Onu brakıp başka tanrılar edinir miyim?" sözü, ona ortak koşmayı ve başkasına kulluk yapmayı red etmeye işarettir.

16- "Başka tanrılar" sözünde de güzel bir incelik vardır. "Başka" sözcüğü buradabile bile getirilmiştir. Allah'ın bir ve kulluk edilen tek varlık olunca, onun dışında kalan her şey, başkadır. Onun dışındaki bütün varlıklar, güçsüz yaratıklar olmakta ortaktır, Allah'a muhtaçtır, her şeylerinde ona bağımlıdırlar. Onun için hepsinin ona kulluk etmesi gerekir. Hepsi ondan başka olduklarına göre, bunlar arasından nasıl tanrılar olabilir?

17- "Şüphesiz   ben   rabbinize   inandım"   sözünün, düşünen ve taşınan bir kişinin sözü olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü konuşan kişi, sözlerini bir topluluğun dinlediğini biliyorsa, onları düşünerek söyler. Onlara karşı delil getirmek için sanki onlara bunu duyurmayı amaçlamakt adır. Sanki onlara "niçin durumunu bize söylemedin, bize bildirseydin sana uyardık" dememeniz için ne yaptığımı size bildirdim,  der.

19- "Beni dinleyin" sözünde dinlemekten amaç, sadece sesi dinlemek değil, çağrıyı kabul etmek, hakkın sesine kulak vermek ve iman etmektir."[288]

 

Bu Adam İle Hz.Musa'mn Arkadaşı:

 

iki mümin adam, imandan kaynaklanan takdire değer iki tavır takınmıştır. Biri Hz.Musa'mn Kasas suresinde adı geçen arkadaşı, diğeri de Yasin suresinde geçen elçilerin destekçisi bu adam. Kur'an bu ikisinden sözederken değişik  ifadeler kullanır.

Hz.Musa'mn arkadaşı için şöyle der:" Bir adam şehrin öbür ucundan koşarak geldi ve "Ey Musa! ileri gelenler seni öldürmek için aralarında komplo kuruyorlar, hemen uzaklaş, şüphesiz ben sana öğüt veriyorum"dedi"[289]

Elçileri destekleyen adam için ise, Kur'an şöyle der: ''Şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi, ey milletim, elçilere uyun, dedi"

Hz.Musa'mn arkadaşından söz ederken kur'an önce adamı belirtmiş, sonra şehrin öbür ucu olan geldiği yeri söylemiştir.    Halbuki   elçileri   destekleyen   adamdan sözederken  önce şehirden  geldiği yeri,  sonra    adamı

söylemiştir. Acaba bunun sebebi nedir?

Şüphesiz âyette kelimelerin dizilişi, bağlam ve amaca göredir. Kasas suresinde Hz.Musa öyküsünde amaç, Hz.Musa'yı uyarmak ve şehri terketmesini söylemek için gelen adamın tavrına işaret etmektir, yoksa geldiği yeri belirtmek değildir. Şehrin öbür ucundan veya başka bir yerinden gelmiş olması önemli değildir. Onun için önce adamı belirtmiştir. Doğrusunu Allah bilir.

Ama kasabalılar öyküsünde amaç, üç elçinin çağrısının şehrin en uzak yerine bile ulaştığına işaret etmek için Öncelikle adamın nereden geldiğini belirtmektir. Şehrin öbür ucundaki adam elçilerin çağrısını duymuş ve inanmış ise, kendileri elçilere yakın olmalarına rağmen neden onlara inanmıyorlar? Onun için koşarak gelen adamın nereden geldiğini önce belirtmiştir. Doğrusunu Allah bilir.

Bu öncelik ve sonralık konusunda Gımata'h îbnu'z-Zubeyr ''Milaku't-Tevi!" kitabında şöyle der: "Kasas süresindeki "Şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi" cümlesinde adamın geldiği yerin önce belirtilmesi, normal sıralamaya uygundur. Çünkü cümlede öznenin yeri, normalde fiilden sonradır.

Fakat Yasin suresinde öznenin geldiği yerden sonra gelmesi, güzel bir arılama işaret etmektedir.O da uzak yerde de otursa, önce iman eden kişinin üstünlüğüdür. Elçilere kalbi ile yakın olduğu sürece, ikamet yerinin uzak olması önemii değildir. Bunun aksine, evi elçilere yakın oîan kafire evinin yakınlığı hiçbir yarar sağlamaz. Çünkü küfrü kendisi ile elçiler arasındaki mesafeyi uzaklaştırmakt ad ir.

burada Mekke'li Kureyşliler ile Medine'deki Ensar'ın durumuna bir işaret vardır. Kureyş, yer olarak Mekke'de Rasulullaha yakın, ama kalpleriyle ondan uzaktılar. Böyle olunca, bu yakınlık onlara bir yarar sağlamamıştır. Ensar'ın uzak yerde bulunması da onların Rasulullaha yakın olmalarına ve İslama girmelerine engel olmamıştır.

Kureyşîilerin tavrı, kasabalıların tavrına benzer. Mümin adamın tavrı da Ensar'ın tavrına benzer.

Şehrin öbür ucundan mümin adamın gelmesi,ikamet /erinin uzak olmasından zarar görmeyen kişiye örnektir. Kasabalıların durumu da, uzun süre beraber olduğu halde bu beraberlikten yararlanmayan kişilere örnektir. Yasin suresinde özneden öce adamın ikamet etiği yerin belirtilmesi, amacı gerçekleştirmek içindir. Önce belirtme, bu işe önem verilmesindendir."[290]

 

" Adam" Nitelemesi, Övmek ve Yüceltmek İçindir:

 

Kur'anı Kerim, o erkeği " adam" diye anmıştır. Bu da onu takdir etmek ve övmek içindir. Bilindiği gibi erkeklik ile adamlık arasında fark vardır. Erkeklik, dişiliğin karşıtıdır. Eşler, kadın ve erkektir. Ancak her erkek, adam değildir, sadece böyle olduğu kabul edilir. Onun için her erkek adam değildir, ama her adam erkektir. Erkeklik, biyolojik bir niteliktir. Ama adamlık kuvvet, şiddet, katlanma, cesaret ve sebatı belirten bir niteliktir. Ruhsal nitelikleri, manevi özellikleri ve ahlaki erdemleri gösterir.

Herhalde bu sebepten adamlık nitelemesi övgü, takdir ve özel olarak belirtmek için getirilmiştir. "Bir adam şehrin öbür ucundan koşarak geldi ve Ey Musa! ... dedi". "Şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi ve ey milletim, elçilere uyun, dedi". "Firavn ailesinden imanını gizleyen inanmış bir adam dedi..."[291] "Müminlerden öyle adamlar var ki Allah'a verdikleri sözü yerine getirdiler"[292] "Orada sabah akşam onu teşbih eden adamlar vardır. Bunları ne ticaret ve ne de alışveriş Allahı anmaktan, namazı kılmaktan, zekatı vermekten ahkoyar"[293] "Orada tertemiz olmak isteyen adamlar vardır. Allah tertemiz olanları sever"[294] Şüphesiz, adamları ancak adamlar takdir eder ve ancak   adam olanlar onlarla beraber sebat eder.[295]

 

" Adam'ın Belirtilmemesinin Başka Bir Nüansı:

 

Yukarıda " adanV'ın belirsiz getirilmesinin iki  nüansını gördük. Birincisi, onu övmek ve takdir etmekti.îkincisi de itham altında kalmaktan uzak tutmak ve elçilerle arasında bir  danışıklı  döğüşün  olmadığını  göstermekti.   Kendisi adamlardan   bir   adamdır,   elçilerle   kendisinin   hiçbir tanışıklığı olmamıştır.

Bunların    yanında    "adam"    kelimesinin    belirsiz gelmesinin başka bir nüansı da vardır, buradaki belirsizlik açıklamak,   belirtmek   ve   sınırlandırmak   için   değil, belirsizleştirmek içindir.

Bu kişi, adamlardan biridir. Belirli, sınırlı ve muayyen olmayan bir adam. Kur'an onu özellikle belirsiz bırakmıştır. Adı, milleti, ailesi, işi ve yeri bizi ilgilendirmemektedir. Bütün bunlar Kur'anın belirsiz bıraktığı şeylerdir. Yüce Allah bunların belirtilmesinde bir yarar görseydi, elbette belirtirdi. Ama belirtmenin bir yararı olmadığını bildiği için belirsiz bırakmıştır. Bunu sağlamak için de 'adam' kelimesi belirtisiz gelmiştir.

Bu sebepten sözkonusu adamın kimliğini belirlemek ve açıklamak     için     çalışanların     tümü     bu     espriyi kavrayamamıştır.   Bazıları   bu   adamın   Yusuf   Neccar olduğunu, başkaları ise Şem'un olduğunu söylemiştir. Biz ise, Kur'anın onu belirsiz bırakmasının amacını kavrayarak kimliğini belirlemeye ve tanıtmaya çalışmadık.[296]

 

Rabbinize İnandım, Beni Dinleyin:

 

Şimdi de mükemmel bir iman dersi almak için mümin adamın "Ben rabbinize inandım, beni dinleyin" sözü üzerinde duralım.

adam,   elçileri  savunmuş,  halkını  onlara  uymaya çağırmış, içinde bulundukları küfrü bırakmalarını öğütlemiş,

elçilere inandığını ve onlara uyduğunu açıklayarak bunu uygulamalı ve canlı bir hakeretle kanıtlamış, halkından söylediklerini   dinlemesini   ve   yaptıklarını   anlamasını istemiştir.

Daha önce adamın"Beni dinleyin" sözünün aniden verilmiş bir karar değil, düşünüp taşınan bir adamın sözü olduğuna, benim dediğimi kabul edin ve girdiğim dine siz de girin, anlamına geldiğine ilişkin Razi'nin tespitlerini vermiştik. Ancak buradabizi ilgilendiren şey, adamın tavrının gerçeğini ve ona nasıl uyulacağını anlamaktır.

Şüphesiz adamın attığı imanlı adım, Allah'a giden yolda ve ona davette bariz bir işaret sayılır. Çünkü adam, teorik düşüncesini pratiğe dönüştürmüş ve uygulamıştır. Bu da imanının ne kadar diri, aktif ve dinamik olduğunu gösterir. Zira soyut bilgi olarak kalmasına razı olmamış, aksine bunu realite dünyasında uygulayarak hayata dönüştürmüştür.

Bu mümin adamın attığı adım, büyük bir iman tavrı sayılır. Hayatın tavır koymak olduğunu ve adamların uzun Ömürleriyle değil, tavırlarıyla ölçüldüğünü gösterir. Zor, sıkıntı ve sınama zamanında inanmış, sahipsiz olan elçilerle beraber olmuş, zorba ve barbar maddi güce meydan okumuş, imanını açığa vurmuş ve halkının da yaptığı gibi yapmasını istemiştir. Gözü ile tehlikeyi görmesine, kendisinin  de  işkence  ve  eziyetlere  maruz  kalacağını anlamasına ve bunun belki de ölümüne yol açağmı bilmesine rağmen, iman etmiş, imanını açıklamış ve bu tavrının sonucuna katlanmaya hazır olmuştur.

Bu girişimine belki bir aşırılık, kendini tehlikeye atmak ve bir intihar denilecektir. Ancak bunu, iman ve davet dünyasını mal ve ticaret dünyasının içerdiği kâr ve zararı ölçüp biçtikleri gibi ölçen, ancak maddi kazancı garantiledikleri zaman girişimde bulunan maddeci tacirlerin gözü ile bakanlar söyleyebilir.

Halbuki bu bakış, iman ve davet dünyasında geçersiz ve anlamsızdır. Bu adam inanmamış mıdır? Kanaat getirip tasdik etmemiş midir? Niçin imanını açıklamasın ve halkını kendisine uymaya çağırmasın? Peygamberlerin, kendilerine destek olacak ve saflarında yer alacak kişilere ihtiyacı yok mudur? Böyle iken, neden tavrını ortaya koymaktan korksun?

Bu tavrı ortaya koymaktan onu alıkoyacak nedir? Acaba alıkoyacak olan şey, göreceği eziyet, işkence, sıkıntı ve zorluklar mıdır? Ne zamandan beri engeller imandan caydırmakta ve müminleri davetten alıkoymaktadır?

Kaldı ki yeni yolunu seçmekle, onu açığa vurmakla ve başkalarını   kendisine   uymaya   çağırmakla   gerçekte kazanan kendisidir.

Bu adamın imanlı tavrı Allah'a giden yolda dalgalanan bîr bayrak olarak kalacak, hakkın tarafını tutma, onun safında yer alma ve ona bağlanın ada davetçiler ona uyacaktır. Her biri lisanı ha! ile diğerine "Ben rabbinize inandım, bana uyun" diyecektir.

Biz hakla beraber olmadıkça, ona uym adıkça, bunu açıkça ilan etmedikçe, başkalarına duyurmak için yüksek sesle açıklam adıkça ve insanlara karşı sorumluluğumuzu yerine getirmedikçe, hak açığa çıkmaz, insanlar onu tanımaz ve galip gelmez.

Biz onlara duyurmazsak, kim onlara duyuracak? Hakkın sesine tercüman olmazsak, kim hakkı ortaya koyacak? Bunu yapmazsak, tebliğ nasıl gerçekleşecek? Hakkı insanlara nasıl götüreceğiz ve onları nasıl sorumlu

yapacağız? Bunu yapmadığımız taktirde sorumluluktan nasıl kurtulacağız?

Şüphe yok ki hayat ancak hakkın zaferi ve batılın hezimeti ile tatlı ve güzel olur. Mümin adamlar da ancak imanlı tavırlarıyla tanınır, bilinir, yükselir ve yücelirler.

Biz de bu adamın tavrı gibi tavır takınaiım,biz de onun duyurusu gibi duyuralım, onu kendimize örnek yapalım ve insanlara ilan edelim: "Ben rabbinize inandım, beni dinleyin" diyelim.[297]

 

İman Ettikten Sonra Adamın Başına Neler Geldi?

 

Kur'anı  Kerim,  imanını  açığa  vurduktan  ve   "Ben rabbinize inandım, bana uyun'1 dedikten sonra   adamın başına   neler   geldiğini   belirtmemiştir.    Bunu   öykü bağlamında ve sanat planında sanatsal bir boşluk olarak bırakmıştır.  Başına gelenleri hayal ederek ve zihninde canlandırarak    okuyucun    kendisinin    bu    boşluğu doldurmasını istemiştir.

Şüphesiz yaşadığı ortama ve etrafındaki insanlara bakılırsa, başına gelenleri tahmin etmek zor değildir. Yoksa elçilerle savaşmaya hazırlanan ve "Vazgeçmezseniz, mutlaka   sizi   taşlayacağız   ve   şiddetli   bir   ceza   üe

cezalandıracağız"   diyen   kafirlerin   ortasında   imanını açıklayan ve  adam gibi duran bir insanın başına başka ne gelmesini bekleyebiliriz?

Elbette onlara meydan okuma cesaretini gösteren o adamı taşlayacaklar ve  çetin bir ceza ile cezalandıracaklar.

Evet, beklenen sonuç budur. Ancak ayrıntıları bilmediğimiz için biz bir şey söylemiyoruz. Kesin olarak meydana geldiğinden emin olmadığımız olayların ve ayrıntıların meydana geldiğini söylemiyoruz. Öncekilerin bu olaylardan ve ayrıntılardan birçok şeyler yazdıkları, şunu yaptı, bunu etti gibi çok şeyler anlattıkları doğrudur. Ne var ki söylenenlerin güvenilecek doğru bir kaynağı ve delili yoktur. Söylediklerinin tümü ya israiliyat, ya da uydurmadır. Biz ise, onlardan almayı caiz görmüyoruz. Yahut kendi hayallerinden uydurmuşlardır. Hayal edilen veya beklenen bu şeylerin mutlaka rialiteler dünyasında gerçekleştiğini söylemek mümkün değildir.

Onun için Kur'an âyetlerinin durduğu yerde durmamız ve o sınırı aşmamamız gerekir, adama halkı eziyet etmiş, işkence yapmış, baskı uygulamış, belki de öldürmüş ve şehit etmişlerdir. Çünkü Kur'anın " Cennete gir, denildi" sözleri buna işaret etmektedir. Ancak başından geçenlerin ayrıntıları konusunda bir şey söylememiz mümkün değildir.[298]

 

Ona "Cennete Gir, Denildi":

 

Tefsirciler   ;'Cennete   gir,   denildi"sözünün   anlamı üzerinde durmuşlar,bazıları  adama bu şekilde söylendiğini, meleklerin kendisini alıp cennete koyduğunu ve gerçekten Orada   yaşadığını söylemişlerdir.

Bazıları   ise,   gerçekte  cennete  girmediğini,   çünkü müminlerin cennete girmesinin ancak diriliş ve hesaptan sonra olacağını söylemiş, "Cennete gir,denildi" sözünün imanlı tavrından dolayı cennete girmeyi ve müjdeyi erken almayı hak ettiği anlamında mecaz olduğunu söylemişlerdir.[299] Biz de ikinci görüşü destekliyoruz. Doğrusunu Allah bilir.

Cennete gimeyi hak ettiği müjdesini almayı, imanlı tavırlarından ve hakkın tarafını tutmasından dolayı cennete girme hakkını kazandığını düşünüyoruz. Bu müjdeyi almayı hak etmiş olsun, öldükten sonra kendisine '"Cennete gir" denilmesi olsun, her iki durumda da adamın cennetlik olduğu anlaşılmaktadır. Bunun tartışmasını yapmak yerine adamın tavrına bakmak gerekir.

Acaba bu tavrından dolayı adam kazandı mı, kaybetti mi? Acaba inanmanın bedeli olarak ne ödedi? Şüphesiz, hayatını, ömrünü, dünyasını bedel olarak Ödedi. Zaten bunlar Allah tarafından kendisine bağışlanmamış mıydı?

Ama ne kazandı? Cenneti şüphesiz! Amacını, gayesini ve hedefini gerçekleştirdi. Sonsuz hayatı, tükenmez nimetleri ve yenilenen zevkleriyle cennette yaşamayı kazandı.

Buna kayıp veya zazar diyebilir miyiz? Bütün ölçüler, hesap ve değerlendirmelere göre adam en büyük kâri elde etmiş ve büyük bir başarı göstererek kazanmıştır. Cenneti kazanm adı mı? Kendisine "Cennete gir" denilmedi mi? Acaba insan bundan başka ne ister?

Bu şekilde haktan yana otan, Allah'ın dinine ve erlerine destek veren, Allah'ın dinine sarılan, onun düşmanlarına karşı koyan, Allah yolunda karşılaştığı zorlukları aşan ve Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için gerekli bedeli ödeyen herkes bununla cennete girer, cennetin sonsuz nimetlerini ve Orada sonsuz yaşamayı hak eder ve melekler "cennete gir" müjdesiyle kendisini müjdeler.[300]

 

Keşke Halkım Bilseydi!

 

Cennet  müjdesini  aldıktan   sonra  dininden  dolayı kendisine eziyet eden halkını düşündü ve "Keşke halkım, rabbimin beni bağışl adığını ve ikrama erenlerden kıldığını bilseydi" demiştir.

Tefsirciler, adamın bu dileği konusunda da farklı iki şey söylemişlerdir. Birinci görüşe göre, nasıl güzel bir sonuca ulaştığını bilmeleri için durumunu halkının bilmesini temenni etmiştir.

ikinci   görüşe   göre   ise,   kendisinin   inandığı   gibi inanmaları   ve   vardığı   güzel   sonuca   kendilerinin   de Varmalarını  temenni  emiştir.  Onun  için  Ibn  Abbas Yasıu-ıen  ve  öldükten  sonra  halkına  öğüt  vermiştir" demiştir.[301]

Zemahşeri ikinci görüşü tercih etmiş, ibni Abbas'ın rivayet edilen görüşünü desteklemiş ve şu espriyi yakalamıştır:" Bu âyette büyük bir uyarı vardır.Öfkeyi yenmenin, cahil insanlara acımanın, kötülerle ve yanlış yolda olanlarla beraber olanlara şefkat etmenin, onları kurtarmaya çalışmanın, bunun için fedakarlık yapmanın,

sövmek ve beddua etmek yerine, bu işleri yapmaya çalışmanın gerekliliğini gösterir. Kendisini öldüren, başına getirmedik iş bırakmayan, kafir olan putperest halkı için adamın nasıl iyilik dilediğini görmüyor musunuz?"[302] Umarız halkı, adamın akıbetini ve gü2el sonucunu anlamış ve müslüman olmuştur.

Halkı onu öldürmüş ve büyük zararlar vermişlerdir. Ancak bunu yaparken adama büyük yararlar sağladıklarını ve iyilikte bulunduklarını kavramamışlardır. Dünyaya üzülmeden hayatı terketmesini, hayatın geçici zevk ve güzelliklerinden yoksun olmasını, ama onun yerine hayatı sonsuz ve zevkleri sonsuz olan cennet hayatına kavuşmasını sağlamışlardır.

Kendileri İstemeden ve böyle bir şeyi düşünmeden ona büyük bir iyilik yapmışlardır. Onun için kendilerine hidâyet dilemiş, hayatta iken ve öldükten sonra da onlara öğüt vermiştir." Rabbimin beni nasıl bağışladığını ve ikrama erenlerden kıldığını bilselerdi" demiştir. Ne zaman onu bağışlamış? Ne zaman ona ikram etmiş? Şüphesiz Allah'ın dinine verdiği destekten, müslümanlara katıldıktan ve kafirlere karşı koymaktan sonra bağışlanmış ve ikrama ermiştir.

Acaba inancını teorik planda tutsaydı ve bunu eyleme dönüştürüp pratikte uygulamasaydı, yine bağışlanacak ve ikrama erecek miydi?

Bu şekilde Allah'a davet eden herkesin başına davetinden ve seçtiği yoldan dolayı gelenler gelir. Ancak yüce   Allah'ın   kendisine   hazırladığı   cennet,   nimet, bağışlama ve ikramı öğrendikten sonra kendisine eziyet eden halkının bu sonucunu bümelerini temenni eder, yanlış yapmalarına üzülür, onlara acıması tutar,hidâyet bulup iman etmelerini ve sonsuz iyiliğe kavuşmaları için Allah'ın dinine bağlanmalarını ister. Kafirlerin anlayışı nerde, müminlerin anlayışı nerde![303]

 

Kasabalıların Yokedilmesi:

 

Kasabalılar, iman çağrısını red etmiş, elçileri yalanlayıp işkence yapmış ve iman eden adama her türlü eziyeti vermişlerdir.Belki de elçileri ve onlarla beraber iman eden adamı Ölürmüşlerdir. Bu cinayetlerinden dolayı Allah'ın azabını, ceza ve intikamını hak etmişler ve derhal cezaya çarptırılmışlardır. Onları yok etmek için Yüce Allah üzerlerine gökten melekler İndirmemiş, onun yerine kendilerini çığlıkla cezalandırmıştır. "Ondan sonra halkının üzerine gökten bir ordu indirmedik, zaten indirecek de değildik.sadece tek bir çığlık, o kadar. Hemen yerlerinde donakaldılar."

Gökten onları bir çığlık almış, yanarı ateşin söndüğü gibi yerlerinde sönüvermisler, yer yüzünü hareket, faaliyet, azgınlık, bozguculuk ve küfürle doldururken, ansızın cansız ve hareketsiz cesetler oluvermişlerdir.

Yüce Allah başka kafirleri de çığlıkla cezalandırmıştır. Hz.Salih'i yalanlayan ve deveyi öldüren    Semûd halkım çığlıkla cezalandırmıştır. "Zulmedenleri çığlık yakalayıverdi, yurtlarında    daha    dün   yaşamamış    gibi   yerlerinde donakaldılar."[304]

Hz.Şuayb'ı  yalanlayan   Medyen  hakim  da   çığlıkla cezalandırmıştır. "Zulmedenleri çığlık yakalayıverdi, daha

önce Orada yaşamamiş gibi, yerlerinde donakaldılar. Semûd halkı defolduğu gibi, Medyen halkı da defolsun!"[305] Lût kavmi de çığlıkla cezalandırıldı. "Tanyeri ağarırken çığlık onları yakaîıverdi. Bulundukları yerin altını üstüne getirdik ve üzerlerine sert taşlar yağdırdık"[306]

ad, Semûd, Karun, Firavn ve Hâmân için de şöyie der: "Ad   ve   Semûd   milletlerini   de   yok   ettik.   Bunu oturdukları  yerler  göstermektedir.   Şeytan  kendilerine işlediklerini güzel gösterdi, onları doğru yoidan alıkoydu. Oysa kendileri bunu anlam adılar. Karun'u, Firavn'u ve Hâmân'ı da yok  ettik.  Andolsun  ki  Musa  kendilerine belgelerle   gelmişti   de   onlar   yeryüzünde   büyüklük taslamışlardı. Oysa azabımızdan kurtulamazlardı. Her birini günahı   sebebiyle   yakal   adık.   Kimine   taşlar   savuran rüzgarlar gönderdik. Kimini bir çığlık yok etti, kimini yerin dibine geçirdik,  kimini de suda boğduk.  Onlara Allah zulmetmiyordu,     fakat     onlar     kendilerine     yazık ediyorlardı."[307]

Hz.Muhammed'i desteklemek ve hem Kureyş kafirlerini, hem işbirlikçileri olan diğer kafirleri yok etmek için Bedir ve Hendek savaşlarında Yüce Allah gökten melek ordular gönderdiği halde, kasaba halkını yoketmek için meleklerden ordu göndermeyip çığlıkla yoketmesinin sebebi üzerinde durarak Zemahşeri şöyle  der:

"Yüce Allah her milleti değişik bir yolla yok etmiştir. Bu da elbette hikmetin gerektirdiği ve maslahatın istediği şekilde olmuştur. Yüce Allah'ın "kimine taşlar savuran rüzgarlar göderdik, kimini bir çığlıkla yok ettik, kimini yerin dibine geçirdik, kimini de suda boğduk" dediğini görmüyor musunuz?

O halde Bedir ve Hendek günlerinde niçin melek ordular indirdi? diye sorulabilir. Aslında yok etmek için bir tek melek yetiyordu. Lût kavmi, Cebrail meleğinin kan adındaki bir tüy ile, Semûd kavmi bir çığlıkla yok edildi.

Fakat Yüce Allah, her şeyde Muhammed'i büyük ve azim sahibi peygamberlerden üstün kılmıştır. Başkalarına vermediği ikram ve desteği ona vermiştir. Bunlardan biri de, ona gökten melek ordular indirmesidir. "Ondan sonra milleti üzerine gökten bir ordu indirmedik, zaten indirecek de değildik" sözü ile sanki "ordular indirmek büyük işlerdendir ve bunu senden başkası için yapacak değiliz" der, "[308]

Seyyid Kutup ise, çığlıkla yok edilmelerinin ve gökten üzerlerine melek ordular indirilmemesinin başka bir sebebi üzeinde durarak şöyle der: "Hor olduklarını göstermek ve değerlerini küçümsemek için onların nasıl yok edildiği uzun uzun anlatılmamıştır, sadece bir çığlık gelmiş ve nefesleri kesilmiştir. Bu şekilde aşağılık, zavallı ve bedbaht sahnelerinin perdesi kapanmıştır"[309]

Yüce Allah'ın emri başlarına gelince, karşı koyam adılar. içinde bulundukları küfür ve azgınlık da onlara yaram adığı gibi Allah'ın dışında kendilerine yardım edecek kimse de bulam adılar.

Bir tek çığlık ve anında nefeslerinin kesilip yerlerinde donakalmaları! Ne galip geliyorlar, ne de yardım görüyorlar. Bu dünyadan zelil ve rezil olarak ayrılıyorlar. Halbuki etrafa tehditler savuruyor, meydan okuyor ve elçilere "Şayet vazgeçmezseniz, and olsun sizi taşlayacağız ve size acıklı bir ceza vereceğiz" diyorlardı.

İnsan ne kadar güçsüzdür! Allah'ın cezası başına geldiğinde onu savmaktan ne kadar acizdir!

Fakat kafirler ne kadar ahmak, ne kadar cahil ve ne kadar basit varlıklardır! Kendilerini güçlü sanıyorlar. Birden Allah'ın azabı karşısında aciz, güçsüz, beş para etmez ve elinden hiçbir şey gelmez oluveriyorlar. Allah'ın dinine dil uzatırlar, onu küçümser ve hor görürler, Allah'ın erlerine eziyet ve işkence yapaılar, Müminlere dünyayı zindan ederler, buna rağmen Allah'ın cezasından kurtulacaklarını sanırlar. Bunlar zırcahiî değil mi? Bu anlayışta olmak ve bu uygulamaları yapmakla ne kadar aptal olduklarını göstermiyorlar mı? Onlar Allah'ın dinini bildirenlere dünyayı zindan edip Allah'a ve müminlere meydan okurken, Allah'ın onları cezasız ve müminleri sahipsiz bırakacağını sanarak çok ilkel düşünmüş olmuyorlar mı?

Allah'ın azabı ne zaman başlarına geldi? Çığlık onları ne zaman yakalayıverdi? Şüphesiz yok edilmeleri, yalanlamaları ve elçilere eziyet etmelerinden sonr adır. Böylece yaptıklarının ürününü almış, azgınlık, küfür ve cinayetlerinin meyvesini devşirmiş oldular. Kafir toplumları yok etmede Allah'ın değişmez yasasıdır budur. Allah, onları azgınlık yapmaları, mümin erlerine ve dostlarına işkence etmeleri ve küfürleri sebebiyle cezalandırır.[310]

 

Yazıklar Olsun İnsanlara!

 

Kasabalılar öyküsüne son vermeden önce ondan kalıcı bir ders ve büyük bir ibret çıkarmak için Kur'anın öyküden sonra söylediği ve onları çığlıkla cezalandırması üzerinde biraz durmak istiyoruz.

Yüce Allah buyuruyor: "Yazıklar olsun insanlara! Kendilerine ne zaman bir peygamber gelse, onu alaya almışlardır. Kendilerinden önce nice nesilleri yok ettiğimizi, onların bir daha kendilerine dönmediklerini görmezler mi? Mutlaka hepsi huzurumuza getirileceklerdir"[311]

Üstad Seyyid Kutup bu değerlendirme için şöyle der: "Hasret, üzücü bir durumdan dolayı psikolojik bir tepkidir. Böyle bir durum karşısında üzülmekten ve hasret duymaktan başka insanın elinden bir şey gelmez.

Yüce Allah insanlara hasret etmez, yani onlar için üzülmez.[312] sadece kullarının üzüntü ve hasret duyulacak bir durumda olduğunu belirtmektedir. Çünkü onların durumu, üzücü ve zavallı bir durum olup kendilerini kötü bir belaya ve fena bir kötülüğe götürmektedir.

Yazıklar olsun insanlara! kendilerine kurtuluş fırsatı veriliyor, ama ondan yüz çeviriyorlar. Halbuki helak olanların manzaraları önlerinde durmakt adır. Onlar üzerinde düşünmüyor ve yararlanmıyorlar. Aralıklarla kendilerine peygamberler göndererek Yüce Allah önlerine rahmet kapılarını açıyor, ama onlar rahmet kapılarını görmüyorlar ve Allah'a karşı edepsizlik ediyorlar."[313]

Zalim kafirler kendilerinden öncekilerin başına gelenlerden ibret almaz, tarihin olaylarından öğüt çıkarmaz, Allah'a çağıran ve kendilerinden maddi manevi hiçbir karşılık istemeyen samimi insanlara aptalca, ahmakça. ve zalimce davranırlar, onlara zulmederler, hapsederler, işkence yaparlar ve öldürürler. Böylece Allah'ın değişmez yasasına muhatap olurlar. Allah onları cezalandırır ve yok eder.

Kafirler,   beyinsizlikleri   ve   aptallıkları   yüzünden hayıflanmayı, acımayı ve üzüntüyü hak ediyorlar. Yazıklar olsun insanlara!

Kafirlerin hakkı ve hak sahiplerini yalanlamaları, süregelen bir olgudur. Allah'ın dostlarıyla alay etmeleri ve onlara karşı savaşmaları devam eden bir olaydır. Ancak Yüce Allah'ın mümin dostlarım desteklemesi ve kafirleri heiak edip yok etmesi de aynı şekilde süregelen bir olgu ve bir realitedir.  Keşke milletim bunu bilse!"[314]

 

VIII- ASHABI UHDÛD ÖYKÜSÜ

 

Kuranda Ashabı Uhdûd Öyküsü

 

"Burçları olan göğe and olsun. Söz verilen kiyamet gününe and olsun. Kiyamet günü şahitlik edene ve edilene and olsun! Hazırladıkları hendekleri, tutuşturulmuş ateşle doldurarak onun çevresinde oturup inanmış kimselere dinlerinden dönmeleri için yaptıkları işkenceleri seyredenlerin canı çıksın!

Bu inkarcıların inananlara kızmaları; onların sadece göklerin ve yerin  hükümranlığı kendisinin bulunan ve öğülmeye    layık    ve    güçlü    olan    Allah'a    inanmış olmalarındandır. Allah her şeye şahittir.

Ama inanmış erkek ve kadınlara işkence ederek onları dinlerinden   çevirmeye   uğraşanlar,   sonra   da   tevbe etmeyenler, onlara cehennem azabı vardır. Yakıcı azap onlar adır.

Şüphesiz inanıp yararlı işler işleyenler, onlara içlerinden ırmaklar akan cennetler vardır. Büyük kurtuluş budur.

Şüphesiz Rabbininin yakalaması  amansızdır.  Önce yaratıp sonra bunu tekrar eden odur. Yüce arşın sahibi, çok seven, bağışlayan odur. O, her dilediğini mutlaka yapandır.

Firavn ve Semûd ordularının haberi sana geldi mi? Şüphesiz inkar edenler, hep yalanlayagelmişlerdir. Oysa Allah onları ardlarından çevirmiştir.

Şüphesiz sana vahyedilen bu kitap, levhi mahfuzda bulunan şanlı bir Kur'andır."[315]

 

Âyetlere Kısa Bir Bakış:

 

Seyid Kutub'un belirttiği gibi, Burûc suresi önemli birtakım olaylar sergilemektedir. Bunların başında iman ve inanç tasavvuru gelmektedir. Sure, boyutları uzak olan güçlü ışıklar saçmakta ve gerçekler otaya koymaktadır. Hatta surenin her âyeti, belki de her kelimesi geniş gerçekler alemine bir pencere açmakt adır.[316]

Bu sure ashabı uhdûd öyküsünü anlatır. Bu öykü surenin ana konusudur. Ancak Kur'an bunu, öncekilerin öykülerini verdiği gibi vermektedir. Bilindiği gibi Kur'an, genellikle bile bile öykünün ayrıntılarını, kahramanlarının adlarını, yer ve zamanını belirtmez ve ayrıntılarından, sahnelerinden ve olaylarından ancak ibret ve ders almayı sağlayacak olanlarını anlatır.

Burûc suresi, ashabı uhdûd öyküsünü bu şekilde anlatır. Öyküyü anlatan âyetler üzerinde kısaca duracağız ve onlardan gerekli ders ve ibretleri çıkarcağız.[317]

 

Surede Yemin:

 

Sure, öyküyü anlatmak için yoğun bir atmosferle giriş yapmaktadır. Bu da yemin atmosferidir. Surede dört şeye yemin edilmektedir,

1- Burçlan olan göğe yemin edilmiştir. Sure   adını da buradan almıştır. Bilindiği gibi gök, büyük ve geniştir. Burçları da büyüktür. Burçlardan maksat büyük yıdızlar veya büyük yıldız kümeleri yahut gökte seyrederken yıldızların geçtiği konaklar olabilir. Maksat ne olursa olsun, bu anlatım büyüklük ve önem gölgesi yaymakt adır.[318]

2- Söz verilen güne yemin edilmiştir. Bu da geleceğine dair Allah'ın müminlere söz verdiği kıyamet günüdür.

3- Görene yemin edilmiştir. Görenden maksat, Yüce Allah'ın ümmet için şahitlik yapmasını isteyeceği Hz.Peygamber olabilir.Nitekim "Seni biz şahit, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik"[319] buyurmuştur. Yahut kiyamet günü Yüce Allah'ın şahit yapacağı herhangi bir şahit olabilir.

4- Görülen şeye yemin edilmiştir. Görüle şey, kiyamet günü olabilir. Çünkü bütün yaratıklar onu göreceklerdir. Nitekim  "O gün için bütün insanlar toplanacaktır.  O,

görülen gündür"[320] buyurulmaktadır.

Görülenden maksat, kişilerin amelleri olabilir. Kiyamet günü sahipleri onları görürler.

Bu büyük dört şey, ashabı uhdûd öyküsünden söz etmeye yeni bir giriş sayılır. Çünkü bunlar, öyküde anlatılan olayların sergileneceği Özel atmosferi hazırlamaktadır. Bu atmosfer hakkında Seyyid Kutup şöyle der:

"Burçları  olan   gök,   söz  verilen   gün,   görülen  ve görülmeyen şeylerin tümü ihtimam, topluluk, yığma ve büyüklükte az sonra ashabı uhdûd öyküsünün anlatılacağı atmosferi hazırlamak için işbirliği yapmaktadır. Bu olayın yerleştirileceği, gerçek değerinin ölçüleceği ve hesabının görüleceği geniş ve kapsamlı alanı da canlandırmaktadır. Bu alan, yeryüzü alanından daha geniş, dünya hayatı ve sınırlı ömrü boyutudan daha uzak bir alandır."[321]

 

Tagutların Bazı Nitelikleri:

 

Kahrolsun   hendekleri   hazırlayanlar!   Bunlar  zalim kafirlerdir. Yerde hendekler kazmış, içinde ateşler yakmış, sonra  müminleri içine doldurmuş ve onlar cayır cayır yanarken kendileri oturup seyretmişler.

âyet, onlara ölüm bedduası yapmaktadır. Yüce Allah'ın duası kesin olarak yerine gelir. Yüce Allah'ın onlara ölüm bedduasında bulunması, işledikleri cinayetin ne kadar iğrenç, barbar, çirkin ve acımasız olduğunu gösterir. Kahrolmaları için beddua edecek kadar Yüce Allahi bile kızdıran zalim ve kafir olduklarını da gösterir.

Alev alev yanan ateş. Surede ateş hendekler kelimesinden bedel olarak gelmiştir. Ha hendekler, ha hendekleri doldurarak çılgın alevlerle yanan ateş! Bu da hendeklerde yaktıkları ateşin büyüklüğünü ve dehşetini gösterir. Müminlere karşı besledikleri kin ve düşmanlığın büyüklüğünü gösterir. Bunlar ateşi yakmışlar, rahat etmek için muhaliflerinin üzerine yakıt dökmüşler ve yanmalarını istemişler.

Hendekler içinde yanan ateşin başında durmuşlar ve ateşte cayır cayır yanan müminlerin acıklı manzarasını seyrederek keyif çatmak için hendeklerin başına oturmuşlar. Eğleniyorlar, oh çekiyorlar, zevkten dört köşe oluyorlar ve yanan insanları mutluluk içinde seyrediyorlar. Ne garip değil mi? Allah'a inanıyorlar diye insanları ateşte yakmak, eğlenilecek ve seyredilecek bir olay mıdır? Bir eğlence  midir?  Böyle  yapanlar  için  acaba  ne  demek lazımdır? Bunlar insan mıdır? Acaba bunlarda insanlık, vicdan ve duygu    adına bir şey kalmış mıdır? Şüphesiz böyle davrananlar bütün bu şeyleri yitirmiş, duygularını kaybetmiş ve cansız ölü varlıklara dönmüşlerdir. Bunların cehennemde sonsuz yanmalarına mantık karşı çıkabilir mi? Fakat  müminlerin yanmasını  zevkle  seyreden  ve bundan büyük bir mutluluk duyan sadece onlar mıdır? Bu Dünyada onların yaptığını yapan ve onların yolundan giden nice  tağutlar  vardır!  Tarih,   özellikle  yakın  tarih,   bu tağutların korkunç ve barbar örneklerine istendiğinden fazlasına tanık olmuştur. Bunlar müminlere işkence yapılan odalarda ve alanlarda oturmuş, İşkenceleri zevkle seyretmiş ve atalarını aratmamışlardır.

Müminlere yapılanları görüyorlar. Mümilere yapılan işkenceleri ve ateşte yakılmalarını oturmuş seyrediyorlar. Bu demektir ki işkence yapan ve insanları ateşlerde yakan yardımcı cellatları bu cinayetleri onların bilgisi,İzni ve talimatı ile yapıyorlar. Çünkü bunlar yapılan işkenceleri büyük bir zevkle izliyorlar, büyük bir mutlulukla seyrediyorlar.[322]

 

Surede Şahitler:

 

Şahitlik ve türevleri Burûc suresinde dört kez geçmektedir. İki kez şahitlik yapan ve hakkında şahitlik yapılan ile ilgili olarak geçmektedir. Şahitlik yapan sözü, Hz.Peygamberi ve başkalarını içine alacak şekilde genel anlamda geçtiği gibi, hakkında şahitlik yapılan da, kıyamet gününü ve görülecek bütün amelleri kapsayacak şekilde genel olarak geçmektedir.

Üçüncüsü ise, işkenceleri seyreden ve ateşte müminlerin yanmalarına tanık olan hendek sahiplen anlamında geçmektedir. "Onlar, müminlere yaptıklarına şahit oluyorlar"

Dördüncüsünde de, yüce Allah'ın bu savaşı ve başkalarını görmesini belirtmektedir. "Yerin ve göklerin mülkü kendisinin olan Allah, şüphesiz her şeye şahittir".

Yüce Allah'ın şahit olması; tağutların yaptıklarına şahit olması, müminlerin imanlarında sebat etmelerine şahit olması, onların sevabına ve kafirlerin de azabına şahit oması demektir.[323]

 

Kafirlere Göre Müminlerin Suçu:

 

Acaba ateşle yakmayı hak edecek kadar müminler ne suç işlemişlerdir? Hangi cinayeti işlemişlerdir? Suçları nedir? Bunun cevabını Yüce Allah veriyor: "Kafirlerin müminlere kızmaları, onların sadece göklerin ve yerin hükümranlığı kendisinin bulunan ve övülmeye layık ve güçiü olan Allah'a inanmış olmalarıdır. Allah her şeye şahittir"[324] "Allah her şeye şahittir" sözü, sanki "Allah şahittir ki müminlerin bunun dışında hiçbir suçlan yoktur" anlamını vermektedir.

Evet, kafir milletlerinin gözünde tek suçları, bir olan Allah'a inanmalarıdır. Acaba sadece inanmak, müminin kötüleneceği bir suç mudur? Kısaca, mümin suçlu mudur? Gerçekte suçlu kimdir? Bu suç, diri diri ateşte yakılmayı haklı kılacak kadar büyük bir suç mudur? Şüphesiz suçlu, isyan eden, küfreden ve zulmeden kişilerdir.

O halde müminleri hendeklerde yakarak cezalandıran kafir ve zalim ashabı uhdudun gözünde değerler ve kavramlar nasıl altüst olmuştur? Bunlar iman ve küfre nasıl materyalist ve sapık cahiliyye gözlüğü ile bakmışlardır?

Bu öyküde kadın ve erkek müminlerin tek suçu, sadece Allah'a iman etmeleri, ona boyun eğmeleri ve kendisine teslim olmalarıdır. Kafirlerin gözünde bu o kadar büyük bir cinayettir ki onu işledikleri için yerde kendilerine hendeklerin açılması, içinde ateşlerin yakılması, ateşte vücutlarının yanıp canlarının çıkması için diri diri içine atılmasını hak etmişlerdir.

O günkü halkın (ve bugünkü benzer halkın) anlayışında, örfünde, kanun ve rejiminde bu kötü cinayete biçilen ceza ne kadar da adaletlidir (!).

Halkın kafirliği, sapıklığı, zulmü ve bozukluğu gerçekleri altüst etmesine, olayları tersine çevirmesine, hakkı batıl ve batılı hak görmesine, böylece insanları iman, ibadet, itaat ve istikametten dolayı cezalandırıp küfür, sapıklık, bozgunculuk ve zulümden dolayı ödüllendirmesine yol açmıştır.

Aslında bunlar her zaman böyle yaparlar. Yasalarını uyguladıkları eski, orta ve yakın tarihte bu çirkin ve barbarlık örnekleri ne kadar çoktur! Müminler nice felaketlere uğramış, acılar çekmiş, trajediler yaşamış ve kitlesel öldürmelere maruz kalmışlardır! İnandıktan için nice mallarını, canlarını, kanlarını, vücutlarını ve yakınlarını yitirmişlerdir!

âyette, müminlerin kendisine inandığı için o korkunç cezalarla cezalandırıldıkları Yüce Allah'ın bazı nitelikleri sayılmaktadır.

Allah azizdir, hamiddir, yerin ve göklerin hükümranlığı onundur, her şeye şahittir.[325]

 

Kafirlerin Müminlere Kızmaları:

 

Kafir milletlerin anlayışında müminlerin günah ve cinayetlerini (!) âyet belirtirken ve iki taraf arasındaki savaşın sebebini ortaya koyarken, müminlere karşı yürütülen savaşın mahiyetini bize anlatan bir kelime geçmektedir. "Onlara kızmalarının tek sebebi, Allah'a inanmalarıdır". Herşeyi ortaya koyan kelime, "Kızmak" kelimesidir.

Bu kelime savaşın doğasını ve atmosferini açıklamakta, bunun ne kadar barbar ve zalim bir savaş olduğunu canlandırmakt adır. Müminlere savaş açan kafirlerin duygu ve ruh hallerini analiz ederek gözler Önüne sermektedir.

Bu savaş intikam savaşıdır. Amacı ve genel karakteri, müminlerden   intikam  almaktır.   Kafirler  müminlerden intikam alıyorlar.

Genel karakteri, müminlerden intikam olan bir savaşın barbarlığını ve insanlıktan yoksunluğunu düşünün! Bunlar intikamla oturup kalkıyorlar, komplo ile,nefretle ve kinle yatıp kalkıyorlar ve bütün bu duygular onların hareket ve davranışlarına yön veriyor.

Ashabı uhdûd (ve benzer toplumların) öyküsünde kafirlerin savaşı kin,düşmanlık ve intikam savaşıdır. Onun için barbar ve acımasız olmuştur (ve  olmaktadır).

sadece bu savaş mı? Hayır. Her yerde ve her zaman müminlere karşı kafirlerin savaşları böyledir. Yüce Allah Uhdûd kafirleri için "Onlara kızmalarının sebebi, sadece Allah'a inanmalarıdır" der. Allah'a inanıp Hz.Musa'ya uyan sihirbazlar, Firavn'a ne demişlerdi? "Bize kızmanın tek sebebi, rabbimizin bize gelmiş olan âyetlerine inanmarnızdır"[326]

Yüce Allah Hz.Peygambere, dolayısıyla biziere, kitap ehlinin müslümanlara karşı yaptıkları savaş ve besledikleri düşmanlığın kızmak, kin ve intikam savaşı olduğunu kendilerine açıklamayı emrederek şöyle buyurmaktadır: "Deki, ey kitap ehli! Allah'a, bize indirilene inanmamızdan ve çoğunuzun fasık olmasından ötürü mü bize kızıyorsunuz?"[327]

Başka    bir    âyette    de    Kur'an,     münafıkların Hz.Peygambere ve beraberindeki müminlere karşı komplo ve  cinayetlerini  yine  nefret etme ve  kızma  sebebiyle işlediklerini belirterek şöyle der: "Söylemedik, diye Allah'a yemin ediyorlar. Aşamıyacakları bir şeye   giriştiler. Müminlere kızmalarının sebebi, Aliahın ve peygamberinin onları bol nimeti ile zenginleştirme sidir"[328]

"Kızmak, hoşlanmamak" anlamındaki "Nakama" fiili, Kur'anda     ancak     belirttiğimiz     bu     dört     yerde geçmektedir.Hepsinde   de   aynı   bağlamd   adır.   O   da müminlerle  kafirler  arasındaki düşmanlık ve  kafirlerin müminlere   karşı  yürüttükleri  çirkin   savaştır.   Böylece Kur'an,  kafilerin  müminlere  karşı yürüttükleri  savaşın intikam savaşı olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.[329]

 

Kızmanın Anlamı ve Sonuçlan:

 

Kafirler müminlere kızıyorlar ve intikam alıyorlar. Onun için müminlerle savaşıyorlar. Acaba bu kızma ve intikam ne anlama geliyor?

Şüphesiz Kur'an, müminlere zalim ve kafir düşmanlarını tanıtmakta, onlara bu düşmanın ruh halini analiz etmekte ve iç dünyasını canlandırmakt adır.

Müminlerin düşmanı kızan, kin güden, kıskanan, zalim ve azgın bir kişiliğe sahiptir. Onun için intikam kelimesinin içerdiği kin, kıskanma, zulüm, azgınlık,acımasızlık, hile, barbarlık ve canavarlıkla müminlere karşı savaşmakt adır. Müminlere bu aşağılık ve kötülüklerle davranan kafirlerin onlarla barış içinde olması, ses çıkarmaması, kendi halinde bırakması veya onlara karşı düşmanlığını dizginlemesi mümkün değildir.

Şair Mutenebbi ne güzel söylemiştir:" kıskananların kıskançlığı dışındaki hastalıkları tedavi et- Çünkü kıskançlık bir kalbe yerleşirse, artık o değişmez".

Kafirlerin müslümanlarla savaşmalarında bu kızmanın etkisi ve bu savaşın doğurduğu sonuçlar ise, çok açık ve nettir. Acaba kafirlerin her türîü kin, nefret, düşmanlık, karalama, intikam ve barbarlıkla hazırlık yaptığı bir savaştan nasıl bir sonuç çıkar? Acaba bu kin ve düşmanlıktan müslümanlar ne kadar zarar görür? Bu savaş ve kafirlerin müminlere karşı besledikleri kin konusunda Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Nasıl olabilir kiî Size üstün gelseler, hakkınızda ne bir yakınlık, ne bir anlaşma gözetirler. Kalpleriyle istemezlerken, sizi ağızlarıyla hoşnut etmeye uğraşırhr. Çokları fasıktırlar. Allah'ın âyetlerini az bir değere değişip onun yolundan alıkoydular. Onların işledikleri gerçekten ne kötüdür! Onlar hiçbir mümimin yakınlık veya ahdini gözetmezler, işte haksızlık yapanlar onlardır"[330]

Bunlar, hiçbir mümin için yakınlık ve ahid gözetmezler. Yani müminlerle savaşlarında hiçbir mümin için akrabalıî ve antlaşmaya bağlı kalmazlar.

Niçin? Çünkü kincidirler. Ağızlarıyla sizi memnun ederler, ama kalpleri bunu kabul etmez. Kalplerinde taşıdıkları her türlü kin, nefret ve düşmanlıkla müminlere karşı savaşırlar. Müminleri yok etmek için akrabalık, yakınlık ve antlaşma diye bir şey de gözetmezler. Sözlüklerinden adalet, rahmet, hürriyet, demokrasi, hukuk, şeref ve benzeri kavramları silerler.

Müminlerle sıvaşırken yasaları, prensipleri, sistemleri, nizamları ve adaletli uygulamaları durdururlar. Avukatları, yargıçları ve sivil mahkemeleri müminlerden uzaklaştırırlar. Sıkıyönetim (veya olağanüstü hal) ilan ederler, müminlerin sivil ve insani haklarını ellerinden alırlar, onlara olağanüstü askeri mahkemelerin yasalarını veya devrim konseylerinin çıkardığı ve müminlerin her türlü insani ve yasal haklarını ellerinden alan bildirilerini uygularlar.

Bu kinci, barbar ve olağanüstü ortamda zavallı mümini ara ki bulasın! Onun hak ve hürriyetlerini ara, memuriyetini, iş ve projelerini ara, mal ve gelirlerini ara, aile ve yakınlarını, eş ve çocuklarını ara, hatta müminin kendisini ve vücudunu ara, onur ve özgürlüğünü ara, din ve imanını ara,kalp ve namusunu ara, duygu ve organlarını ara, kan ve nabızlarını ara! Kalmışsa eğer, ruhunu ara, yaşıyorsa eğer, hayatını ara! Ara ki bunların birini bulasın! Yüce Allah ne kadar doğru buyuruyor: "Hiçbir mümin hakkında ne yakınlık, ne de ahid gözetirler".

Lımcı kafirlerin müminlere karşı yürüttükleri savaşın sonuçları,   Hz.Musa'ya   inanan   sihirbazlara   Firavn'un savurduğu şu tehditlerde görünmüyor mu? "And olsun ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ve hepinizi j acağım"[331] "   And   olsun   ellerinizi   ve   ayaklarınızı çaprazlama keseceğim, yine andolsun sizi hurma ağacı dallarında sallandıracağım. And olsun hangimizin azabının daha çetin ve daha devamlı olduğunu öğreneceksiniz"[332]

Kafirlerin müminlere karşı yaptıkları bu savaşın sonuçları ashabı uhdûd öyküsünde görünmüyor mu? "Hazırladıkları hendekleri tutuşturulmuş ateşle doldurarak onun çevresinde oturup, inanmış kimselere dinlerinden döndürmek için yaptıkları işkenceleri seyredenlerin canı çıksın!"

Bu savaşın sonuçlan, Hz.İsa'nın Allah'ın kulu ve rasulü olduğuna inanan hıristiyan din   adamlarına, özellikle şehit Erisiler'den olan şehit Aryus'un tabilerine karşı Hz.tsa'y* tanrılaştıran    Roma    güçlerinin    yürüttükleri    tarihte okuduğumuz korkunç savaşta görülmüyor mu?

Bu    savaşın    sonuçlan,     Endülüste    Engizisyon mahkemelerinde haçlıların müslümanlara karşı yürüttükleri barbarlıkta görülmüyor mu? Bu savaşın sonuçları, devrimci Mısır'da   çağdaş   firavnlar   zamanında   müslümanlara uygulanan vahşet ve barbarlıkta görülmüyor mu?[333]

 

Sonra Tevbe De Etmediler:

 

Kur'anm ashabı uhdûd Öyküsünden sonra yaptığı değerlendirmede boyutları büyük bir cümle kulanıîmakt adır. O da "Şüphesiz inanmış kadın ve erkeklere işkence yaparak dinlerinden çevirmeye uğraşan, sonra da tevbe

etmeyenlere cehennem azabı vardır, yakıcı azap da onlarındır" âyetlerinde geçen "Sonra da tevbe etmeyen" cümlesidir.

Bu cümle kin güden, kızan, müminleri ateşlerde yakarak öldüren zalimlerin önünde hayatta tevbe kapısının açık olduğunu belirtmektedir. Onlara tevbe kapısını açmakta, o kapıdan girmeye ve ondan yararlanmaya çağirmakt adır. Kapı kapanm adan önce bu onlar için son fırsattır.

Müminlere yaptıklarını yapanlara, iman edip müslüman oldukları ve tevbe ettikleri taktirde Allah ne yapacaktır? Bunlar rabierine tevbe eder, işledikleri cinayetlerden pişmanlık duyar,Allah'ın dinine tam sarılır ve ona kulluk yaparsa, Allah onlara nasıl davranacaktır?

Şüphesiz Allah onların tevbesini kabul eder, bütün kötülük ve cinayetlerini bağışlar, onları dostları ve erleri ile beraber kabul eder.

Müminler de onlara karşı tutumlarını, bakışlarını, İlişki ve davranışlarını değiştirirler. Kendilerine yaptıklarının tümünü unutur, bütün cinayetlerini bağışlar, kendilerine yaptıklarının karşılığını Allah'tan bekler, onlarla beraber sevgi, kardeşlik ve dostluk üzerine yeni bir hayata başlarlar.

Yüce Allah'ın rahmeti ne kadar büyük ve ne kadar geniştir!  Kendisine yönelen,  itaat eden,  tevbe ederek müslüman   olan   herkesi   kabul   etmekte,   günahlarını silmekte, dinine, erleri ve dostları olan müminlere karşı işlediği bütün cinayetleri ve günahları bağışlamakt adır.

Bütün beşeri ilke ve sistemlerin üstüne çıkaran bu yüce prensipleri, soylu gerçekleri, seçkin değerleri ortaya koyan bu din ne yücedir!

Allah'a kulluk ve onun erleri olma zevkini kendisiyle

paylaştıkları   sürece   kendisine   kötülük   eden   herkesi bağışlayan,    onların   bütün   cinayet   ve   kötülüklerini görmezlikten gelen, onları kendisinin kardeşi ve sevgilileri bilen mümin de ne büyüktür![334]

 

Dünyada Yakma İle Cehennemde Yakma Bir Midir?

 

Zalimler tevbe edip Allah'a dönerlerse, müminlerin kardeşleri olup Allah'ın yanında makbul kişiler olurlar. Ama bu fırsatı kaçırır, tevbe kapısından girmeyip kin ve küfürleri üzerinde ısrar ederlerse, onları korkunç büyük bir azap bekliyor. "Şüphesiz mümin kadın ve erkeklere işkence ederek onları dinlerinden çevirmeğe uğraşanlar, sonra da tevbe etmeyenler, onlara cehennem azabı vardır, yakıcı azap da onlarındır"

Bunlar müminleri hendeklerde alevlenen ateşlerde yaktılar. Yüce Allah'ın onları ateşle cezalandırması ve yakması yaptıklarına uygun düşer. Karşılık, yapılan iş türündendir, diyen genel kurala da uygundur. Müminleri dünya ateşi ile yaktıkları için, suçlarına uygun bir karşılık olarak, Allah'ın ahirette ehennem ateşiyle onları yakması uygun düşer.

Ama Dünyadaki yakma nerde, ahiretteki yakma nerde! Dünyada yakma ile ahirette yakma bir midir? Seyyid Kutup bu konuda şöyle der: " Cehennem azabı, ifadesinden anlaşılmasına rağmen, ayrıca yakmanın olacağı belirtilmektedir. Müminlerin hendeklerde yakılmasına karşılık olmak üzere her iki olay için aynı sözcük kullanılmaktadır.

Ama şiddeti yönünden olsun, süresi yönünden olsun, bu yakma nerede, cehennemde yakma nerede? Dünyada yakma, insanların yaktıkları bir ateşle oiur, ahiretteki yakma ise, Allah'ın yaktığı ateşle olur.

Dünyada yakma, kısa bir an sürer,[335] sonra biter. Ahiretteki yakma ise, sonsuz olarak' sürer. Ne zaman biteceğini Allah'tan başka hiçbir kimse bilmez.

Dünyada yakmanın yanında Allah'ın müminlerden razı olması ve yüce insani anlamın zaferi vardır. Ama ahirette yakmanın yanında Allah'ın yakılanlara gazap etmesi, tam bir aşağılık ve rezalet vardır."[336]

Kendisini cehenneme ve yakıcı azaba götürecek şeyleri dünya hayatında işleyen ve o korkuç kalıcı azaptan kurtulmağa çalışmayan insan, ne kadar bedbaht ve mahrumdur![337]

 

En Büyük Kurtuluş, Müminlerindir:

 

İmanlarında direnen, Allah'ın vereceklerini tercih eden ve onun yolunda ateşe ve yanmaya katlanan müminler acaba ne kazandılar? Kâr mı ettiler, zarar mı ettiler? Başarılı mı oldular, yoksa kayıp mı ettiler? Bunun cevabını Yüce Allah veriyor: Şüphesiz iman eden ve salih amel işleyenlere altlarından ırmaklar akan cennetler vardır, işte büyük kazanç budur."

Müminler   kazanmış   ve   başarıya   ulaşmışlardır. İçlerinden   ırmaklar  akan   cennetleri  kazanmış,   onları

hayatlarından ve canlarından eden ödedikleri bedel karşılığında Allah'ın kendilerine olan Lûtfu ve rahmeti ile cennetleri kazanmışlardır.

Kendisinden daha büyük bir kazanç olmayan bu büyük kazancı elde etmişlerdir. Yüce Allah buyuruyor: "Her insan ölümü tadacaktır. Kıyamet günü ücretleriniz mutlaka size ödenecektir. Ateşten uzaklaştırılıp cennete sokulan kimse artık kurtulmuştur. Dünya hayatı zaten, sadece aldatıcı bir geçinmeden ibarettir. And olsun ki mallarınız ve canlarınızla sınanacaksınız. Hiç şüphesiz, sizden önce kitap verilenlerden ve Allah'a ortak koşanlardan çok eziyetler işiteceksiniz.    Sabreder   ve   Allah'a   arşı   gelmekten sakınırsanız,     bilin     ki     bu,     azmedilecek     büyük işlerdendir"[338]

Dünya elbette son değildir. Sonuç oradadır. Önemli olan, kiyamet günkü sonuçtur. Öyküde müminlerin bu dünyayı terkettileri doğrudur. İnsanlar onlara ölmüş ve yok olmuş gözü ile bakmışlardır. Halbuki önemli olan, kiyamet günü ne olacaklarıdır. İçlerinden ırmaklar akan cennetlerde sürecekleri sefa önemlidir.

Bir daha soralım: Bu müminler kâr mı ettiler, zarar mı ettiler? Şüphesiz kazanmanın bütün şekilleri, anlamları, alanları ve anlayışlarıyla kâr ettiler. Kazanıp kazanm adıklarını anlamak için imam ve şehid Scyyid Kutub'un şu sözlerini geliniz beraber okuyalım:

"İmanlarında hezimete uğraması karşılığında müminler hayatlarını kurtarabilirlerdi. Fakat ahiretten önce bunlar Dünyada kendilerini ne kadar da yitirmiş olurlardı! Onlarla beraber bütün insanlık da ne kadar zarar ederdi! Onlar imansız hayatın değersizliği, hürriyetsiz yaşamanın aşağılığı ve bedenlere egemen olan tağutların ruhlara da egemen olmasından sonra yaşanacak hayatın çirkinliği yaşamanın anlamını öldürürken ne kadar kaybederlerdi! Onlar daha yeryüzünde İken kazandıkları bu anlam çok büyük ve çok değerlidir. Ateş vücutlarını yakarken bu anlamı kazandılar. Ateşin arındırdığı ve temizlediği bu yüce anlam galip gelmiştir. Ondan sonra artık rablerinin yanında alacakları vardır.içlerinden ırmaklar akan cennetler onlarındır, işte büyük kazanç ve kurtuluş budur"[339]

 

Hadiste Ashabı Uhdûd Öyküsü:

 

Hz.Peygamber, ashabı uhdûd öyküsü ile ilgili Kur'anın söylediklerini anlamaya katkılar sağlayacak bazı ayrıntıları belirtmiştir, hadis sahih olduğuna göre, onu almamız, söylediklerini Kur'anın söylediklerine eklememiz ve her iki kaynağa bakarak ortak bir anlam çıkarmamız gerekir.

Müslim, Suhayb İbn Sinan er-Rumi'den Hz.Peygamberin şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: Sizden  öncekiler arasında bir kral vardı,  onun da bir büyücüsü vardı. Büyücü yaşlanınca, krala şöyle dedi: Ben yaşlandım, kendisine büyü öğretmek için bana bir çocuk gönder. O da öğretmek için kendisine bir çocuk gönderdi. Çocuk yolda gelip giderken bir rahibe rasl adı.Yanına oturarak konuşmasını dinledi ve söylediklerini beğendi. Artık ne zaman büyücünün yanma giderse rahibe uğrar, yanında   otururdu.   Büyücüye   geldiğinde   de,   büyücü kendisini döverdi. Çocuk bunu rahibe şikâyet etti. Rahip şöyle dedi:

“Büyücüden  korktuğun  vakit,  beni  ailem  salmadı, ailenden korktuğun vakit de beni büyücü salmadı, deyiver.

Çocuk yolda giderken, büyük bir hayvana rasl adı. Bu hayvan insanların yolunu kapatmıştı. Kendi kendine "Büyücü mü üstün, yoksa rahip mi? bugün anlayacağım'' dedi. Bir taş alarak "Allahım! Eğer rahibin işi senin yanında büyücünün işinden daha makbul ise, bu hayvanı öldür de isanlar işlerine gitsinler, dedi ve taşı attı. Hayvanı öldürdü. insanlar da işlerine gittiler. Arkasından rahibe gelerek olayı anlattı.

Rahip ona: Ey oğul, bugün sen benden daha üstünsün. Senin durumun gördüğüm aşamaya ulaşmıştır. Sen kesinlikle imtihan olunacaksın. Şayet imtihan olunursan, benim nerede olduğumu kimseye söyleme. Çocuk körleri ve cüzzamlıları iyileştiriyor, diğer insanları tedavi ediyordu. Derken kralın yakınlarından kör olmuş birisi bunu işitti ve kendisine birçok hediyeler getirerek "Beni iyileştirirsen, şu şeylerin hepsi senin olsun"dedi.

Çocuk "Ben hiç kimseyi iyileştiremem. Şifayı ancak Allah verir. Sen Allah'a inanırsan, ben ona dua ederim, o seni iyileştirir" dedi. Adam Allah'a iman etti. Allah da onu iyileştirdi. Daha sonra kralın yanma gelerek eskiden oturduğu gibi oturdu.

Hükümdar ona: Senin gözünü kim geri getirdi? diye sordu.Adam, Rabbim, diye cevap verdi.

Kral: Senin benden başka rabbin mi var? dedi.

adam: Benim rabbim de, senin rabbin de Allahtır, dedi. Bunun üzerine kral adamı hapsettirdi ve işkenceye başladı. Sonunda   adam, çocuğun yerini söyiedi. Çocuğu da getirdiler. Kral ona "Ey oğulcuğum! Büyücülüğün, körleri ve cüzzamlıları iyileştirecek ve şöyle şöyle yapacağın seviyeye gelmiştir" dedi.

Çocuk "Ben hiçbir kimseyi iyileştiremem. İyileştiren ancak Allahtır" dedi. Bunun üzerine hükümdar onu da hapsetti ve işkenceye başladı. Sonunda çocuk rahibin yerini söyledi. Rahibi de getirdiler. Kendisine "Dininden dön!" dediler. O kabul etmedi. Derken kral bir testere istedi ve onu başının ortasından ikiye böldü, iki parçası yere düştü. Sonra kralın adamlarından olan adam getirildi ve kendisine:

"Dininden dön ''denildi. O da kabul etmedi. Hemen testereyi başının ortasına koyarak yardı ve iki parçası yere düştü. Sonra çocuk getirildi. Ona da: "Dininden dön" denildi.Fakat o da kabul etmedi. Bunun üzerine çocuğu yanındakilerden bazı kişilere vererek "Bunu filan dağa götürün. Dağın üzerine çıkarın, zirveye ulaştığınızda dininden dönerse, ne ala, dönmezse, aşağı atın, dedi. Çocuğu götürdüler ve dağa çıkardılar.

Çocuk "Allahım! Dilediğin şekilde benim adıma bunların hakkından gel!" dedi. Bunun üzerine dağ onları saü adı ve aşağı düştüler. Derken çocuk yürüyerek krala geldi. Kral ona "arkadaşların sana ne yaptılar?" dedi. Çocuk "Onlar hakkında Allah bana kafi geîdi" dedi. Kral onu yine yanındakilerden birkaç kişiye vererek "Bunu götürün, bir gemiye bindirerek denizin ortasına vann. Eğer dininden dönerse, ne ala, dönmezse, denize atın"dedi.

Çocuğu götürdüler. O yine "Allahım! Benim adıma dilediğin şekilde sen bunların hakkından gel!" diye dua etti.Hemen gemileri alabora oldu ve boğuldular. Çocuk yine yürüyerek krala geldi. Hükümdar ona "arkadaşların sana ne yaptılar?" diye sordu. Çocuk "benim adıma Allah onların hakkından geldi1' dedi ve şunu ekledi: "Sana emredeceğim şeyi yapmadıkça, sen beni öldüremezsin". Hükümdar, Nedir o? dedi. Çocuk şöyle dedi:

Halkı bir yere toplarsın ve beni bir ağaca asarsın. Sonra dağarcığımdan bir ok alırsın. Bu oku yayın ortasına yerleştirir ve " bu çocuğun rabbi olan Allah'ın adıyla" diyerek bana atarsın. Bunu yaparsan, beni öldürürsün, dedi.

Kral hemen halkı bir yere topl adı ve çocuğu bir ağaca astı. Sonra dağarcığından bir ok aldı ve oku yayın ortasına koydu.Sonra "Bu çocuğun rabbi adıyla" diyerek çocuğa attı. Ok çocuğun şakağına isabet etti. Çocuk elini şakağına, okun vurduğu yere koydu ve öldü. Bunun üzerine halk "Çocuğun rabbine iman ettik! Çocuğun rabbine iman ettik! Çocuğun rabbine iman ettik!" dediler. Hemen krala gidilerek "Ne buyurursun, vAllahi korktuğun başına geldi.Halk iman etti" denildi. Bunun üzerine kral yolların başlarına hendekler kazılmasını emretti ve kazıldı.Ateşler de yakıldı ve "Kim dininden dönmezse buraya atın" dedi yahut krala sen at, denildi. Bunu da yaptılar. Nihayet yanında bir çocuğu olan bir kadın geldi, kadın oraya düşmekten çekindi. Bunun üzerine çocuk ona "Anneciğim! Sabret! Çünkü sen hak üzeresin" dedi."[340]

 

Hendeklerde Yakma Bir Değil, Çok Kez Olmuştur:

 

Birçok bilgin ve tarihçi  hendeklerde  ateş yakarak müslümanları cezalandırma olayının bir değil, birçok kez meydana geldiğini belirterek bunun belirli bir millet, bir zaman veya bir yerle sınırlı olmadığı görüşündedir. Bu olay birçok kez meydana gelmiştir. Kafir milletler müminlere işkence  yapmış,   hendekler  kazdırarak  içinde  yaktılan ateşlere  onları atmışlardır.  Cubeyr İbn Nufeyr hendek kazarak     cezalandırmanın     üç     yerde     olduğunu söylemektedir.

Tubba' zamanında Yemen'de böyle bir olay olmuştur, ikinci olarak istanbul'da Kral Konstantin ve annesi Helena zamanında  meydana  gelmiştir.   Konstantin  ve  annesi hıristiyanlığa girdiklerini söyleyerek hıristiyanlan Hz.isa'nın tevhid dini olan Hıristiyanlıktan uzaklaştırmağa çalışmış, Hz.İsa'nın  Allah'ın  oğlu  olduğunu  söylemiş  ve  tevhid üzerinde  ısrar  eden  hıristiyanları  kazdırdığı  ve  ateşle doldurduğu hendeklerde yakmışlardır.

Üçüncüsü de Irak'ta Babil kralı Buhtunnasır zamanında olmuştur. Kendisi bir put yaptırmış ve insanların ona secde etmelerini emretiş, ama Danyal ve iki arkadaşı ona secde etmemişler. Bunun üzerine hendekler kazdırarak ateşler yakmış ve onları içine atmıştır. Ancak Allah ateşi oniar için esenlik ve serin yapmıştır.

Suddi de hendeklerin Şam,Irak ve Yemen'de olmak üzere üç tane olduğunu söylemiştir.[341]

Mukatil   ise   şöyle   der:   "Hendek   kazarak   ateşle cezalandırma üç yerde olmuştur. Biri Yemen'nin Necran

bölgesinde, biri Şam'da, diğeri de İran'da olmuştur. Samda Romalı Antoniyos, Babil'de Buhtunnasır, Arap toprağında da Yusuf 2u Nuvas uygulamıştır. İran ve Şam bölgesinde olanlar için Kur'anda Allah bir şey söylememiştir. Ama Necran'da olanı âyetlerde bildirmiştir."[342]

Alimlerin bu söyledikleri için "Bunlardan hangisinin meydana geldiğini Allah bilir" demenin dışında bir şey

söylememiz mümkün değildir.[343]

 

Müslim Hadisinden Alınacak Dersler:

 

Yukarıda Müslim'in Rasulullahtan naklettiği ashabı uhdûd'la ilgili hadisini verdik. Bu hadiste birçok işaretler ve ibretler görülmekte, ondan alınacak dersler ve anlamlar bulunmaktadır. Şu anda elimde Rifai Surur'un "Ashabı Uhdûd" adlı bir çalışması var. Yazar bu çalışmasında sözkonusu hadis üzerinde durmakta ve ondan birtakım işaretler ve dersler çıkarmakt adır. Biz de hadisten alınabilecek önemli dersleri ve anlamlan özetlemeye çalışacağız:

1- 'Sizden öncekilerin bir kralı vardı" sözü, öykünün başlangıcını ve tarih olarak zamanını belirten bir işarettir. Ancak Rasulullah kişilerin adlarını belirtmemeye özen göstermiştir. Bu olayın hangi millette, nerede ve ne zaman meydana geldiğini belirtmemiştir. Bu da öncekilerin öykülürini inceleyip anlatırken Rasuluilahın bu metoduna bağlı kalmamazı gerektirmektedir.

2- Öykünün olayları anlatılırken kişi,yer ve zaman adlarının belirtilmemesinde bir hikmet vardır. O da, bunların tarihin her dönemine hitap edebilmesi için öykünün zaman, yer ve kişi çerçevesinin ötesinde olması gereğidir. Geçmiş bir zamanda olmasına olmuş ama, bu şekliyle içerdiği anlam ve dersleriyle kiyamete kadar insanlara örnek olmaya devam etmektedir.

3- "Sizden öncekiler arasında" îfadesindeki "Sizden Önce" sözü ile geçmiş ve şimdiki zaman birbirine bağlanmıştır. Çünkü Rasululîah, şehit edilen ashabı uhdûd ile Mekke'de ezilen ashabı arasında bağlantı kurmuştur. Zira Mekke'de ashabın çağrısı, ashabı uhdudun kendisi için şehit edildikleri çağrının devamından başka bir şey değildir.

4- "Sizden Öncekiler arasında bir kral vardı" ifadesinde kralın belirtilmesi, her yerde ve her zaman islam çağrısının düşmanlarına bir işarettir. Bunların makam ve mevki sahibi müstekbir   egemenler   olduğu   anlatılmaktadır.   Ayrıca davetin tabiatına ve başlangıçtan itibaren bu davet ile kafir güçler    ve    zalim    egemenler    arasında    çatışmanın kaçınımazhğma da bir işaret taşımakt adır.

5- "Bir büyücüsü vardı" sözü, kral ile büyücü arasında ilişkinin, kısaca kafir ve zalim cahiliyye rejimleri ile deccal büyücüler arasında sıkı bir işbirliğinin olduğunu gösterir. Tağutlar, kendilerine boyun eğmelerini garantilemek İçin halkları   araşma   kuruntu   ve   hurafeleri,    korku   ve bilgisizlikleri yayacak büyücülere (çağımızda medya ve karanlıktaki  aydınlara)  dayanıyorlar.   Çünkü  halkların düşünmesi, bilinçlenmesi ve kültür sahibi olması, onların özgürleşmesine   yol   açacak   ve   zalim   rejimlerden kurtulmalarına yol açacaktır.  Onun  için büyücüler (ve medya ile karanlıktaki aydınlar) sürekli düşünceyi öldürme ve bilinci gömme işlemine devam etmektedir.

6- Yaştanan  büyücü,  büyü  sanatını  öğrenecek bir çocuğun görevlendirilmesini istedi. Bu da egemen yapının olduğu gibi sürmesi için kötü yandaşların egemenler için ne kadar çabaladığını gösterir.

Büyücünün bunu istemesi aynı zamanda mesleğinin devam etmesi ve kendisinden sonra sanatının sürmesine olan hırsını da gösterir. Madem kendisi yaşlanmış ve eceli yaklaşmıştır, o zaman bu mesleğini sürdürecek birilerine bırakmak İçin çalışması gerekir.

7- Büyücü bir çocuğun verilmesini istemiş ve"Kendisine büyü sanatını öğreteceğim bir çocuk bana ver" demişür.Bu da cahiliyye mensuplarının insanları bozmak, cahiliyye hayatlarını sürdürmek, gelecek nesilleri cahiliyye ve küfür anlayışı ile yetiştirmek için nasıl bir planlama ve hazırlık yaptıklarım gösterir.

Bir çocuk istemesi, sapık anlayışlarını sürdürmek, genç nesillerin fıtratında bulunan hakkı söndürmek ve onun yerini küfür, büyücülük ve sapıklıkla doldurmak için nasıl çocuk yaştaki genç beyinleri seçtiklerini gösterir.

8- "Kendİsine öğretecek bir çocuk gönderdi' sözü, çocuğun bir sıkıntı ve sınav içinde olduğunu, fıtratının sönmek ve bozulmak üzere bulunduğunu gösterir. Cahiliyye mensuplarının çocuklara karşı tutumu ve uygulamaları bu şekilde olmaktadır. Onun için Hz.Nuh bunlara şöyle beddua etmiştir: "Nuh dedi: Rabbim! Yer yüzünde hiçbir kafir bırakma. Şüphesiz sen onları bırakırsan, kullarını saptırırlar, çok ahlaksız ve çok inkarcıdan başkasını da doğurup yetiştirmezler"[344]

9- "Geçtiği yo! üzerinde bîr rahip vardı" cümlesi, Yüce Allah'ın çocuğa bir rahip musahhar ettiğini ve onunla görüşmesini sağladığını gösterir. Bu da Yüce Allah'ın tekdirinin geçerli olduğuna, tabutların hile ve komplolarının boşa gideceğine işaret eder.

Kral ve büyücü, çocuğu bozmayı ve kendisine büyü öğretmeyi   amaçlamış,   Allah  ise  onların  bu  arzusunu kursaklarında bırakmış, çocuğun Allah'a inanmasını ve ona davet ederek yolunda şehit olmasını dilemiştir. Allah'ın dediğinden başkası da olmaz.

10- O cahiliyye toplumunda ve kirli çevrede rahibin bulunması, sayıları az, baskı altında veya saklanmış olarak bulunsa bile, genellikle insanlar arasında iyi ve temiz müminlerin bulunabildiğine işaret eder.

11- Çocuk rahibin yanında oturmuş, söylediklerini dinlemiş ve benimsemiştir. Bu da çocuk için iyiliğin istendiğini,rahibin onu güzel bir üslupla davet ettiğini, çocuğun güzel bir yeteneğe sahip olduğunu, doğuştan yapısının henüz bozulrn adığını ve hem kralın hem büyücünün onu bozam adığını gösterir.

12- Çocuk zıt iki kaynaktan çelişkili bilgiler almaya başladı. Rahipten dini ve hakkı öğrenirken, büyücüden sapıklığı ve büyü yapmayı Öğrenmiştir.

Ancak kendisi bunları iyi kavramış ve aralarında seçim yapmıştır. Hak olduğu için rahibin söylediklerini beğenip bellemiş, büyücünün söyledikleini ise ne kabul etmiş, ne bellemiştir. Aksine büyücüden nefret ederek söylediklerini nefretle dinlemiş, sözleri bir kulağından girmiş öbür kulağından çıkmıştır.

13- Çocuk, büyücüye gittikçe rahibin yanına gitmeye ısrar etmiştir. Bu da büyücünün büyüsü karşısında sağlam durabilmesi için rahipten iman dersleri almaya özen gösterdiğine işarettir.

14- Büyücü, geç geldiği için çocuğu döverdi. Bu da cahiliyye mensuplarının çocuklara karşı kaba ve anlayışsız olduklarını, dayak gibi bedeni cezalara başvurduğunu gösterir. Büyücünün çocuğu dövmesi aynı zamanda Allah'ın yolunda yürüyen herkes gibi çocuğun da sıkıntı, imtihan ve sınavdan geçtiğini gösterir.

15- Çocuk çektiği sıkıntılardan rahibe şikâyet etmiştir. Çünkü    rahip    artık    onun    büyüğü,    eğiticisi    ve yönlendiricisidir. Davetçi kişi, eğiticisinden yönlendirme ve komutanından problemlerinin çözümünü ister.

Çocuğun şikâyet etmesi, yolundan sapmak için bahaneler ve özürler göstermek için değil, sadece yolundan alıkoyan ve engelleyen şeylerin giderilmesi içindir.

16- Rahip, çocuğun şikâyetlerini dinleyince, ona çözüm getirmiştir. Çünkü kendisi eğitici ve önderdir. Erlerin problemlerine de lider olanlar bu şekilde çözüm getirmelidir.

17- Rahip, büyücüye yalan söyleyebileceğini belirterek çocuğun problemini çözmüştür. Dayaktan kurtulmak için «Ailem beni alıkoydu" derken, aileden dayak yememek için de "büyücü beni alıkoydu" demesini öğretmiştir.

Yalan söylemesi, sıkıntıyı atlatmak ve bel adan kurtulmak içindir. Onun için rahip zaruret sebebiyle kendisine izin vermiştir. Bu izin", hiçbir zaman yalan söylemenin mubah olması için değildir. Çünkü yalan, haram olup kesinlikle yasaklanmıştır, sadece zaruretten dolayı buna izin verilmiştir.

Bilindiği gibi dinimizde üç yerde yalan söylemek mubah görülmüştür. Bunlar düşman iki müslümanın arasını bulmak, gönlünü yapmak için eşine güzel olduğunu söylemek ve müslümanlann sırlarını kafirlere vermemek için onlara yalan söylemektir.

Ancak rahibin çocuğa yalan söyleme izni vermesini bu üç durum kapsamında görmüyoruz. Çünkü onlar bizim şeriatımızın   mensubu   değil,   kendi   şeriatlarına   göre davranmışlardır.   Allah'ın   kendisine   yüklemediği   ve zamanlarında  inmemiş  olan  bir  şeriatla  onları  neden yükümlü tutalım!

18- Yüce Allah, insanların yolunu kapatan büyük bir hayvan göndermiş, çocuk da rahibin yaptıklarını seviyorsa bu hayvanı öldürmesi için Allah'a dua etmiş,bir taş atıp öldürmüş ve insanlar yoluna devam etmişlerdir.

"Bugün büyücü veya rahipten hangisinin daha üstün olduğunu öğreneceğim" demesi, aynı zamanda rahipten ve büyücüden çelişkili bilgiler almasından tedirgin olduğuna ve yorucu   bu   ikiliğin   son   bulmasını   istediğine   işaret etmektedir.

Aynı zamanda bu, rahibin yolundan etkilendiğini, onun yolunu seçtiğini, dinini akli ve kültürel soyut şeler değil, yaşanan gerçekler ve hayati değerler oluşturduğunu da gösterir.

Rahibi ve büyücüyü bilinçsiz ve düşüncesiz olarak dinlemiş olsaydı, rahatsızlık duymadan hem büyü, hem de din bilgilerini birlikte öğrenmeyi sürdürebilirdi. Çünkü dinlemesi sadece etkilenme olacak, ona göre büyü de, din de sözden öteye geçmeyecekti.

Fakat çocuk böyle yapmamıştır. Çünkü Öğrendiği din, bundan başkasını kendisinden istemektedir.

19- çocuğun "Rahibin yaptığı, büyücünün yaptığından sana daha sevimli ise" sözü, bazıların yanlış anladığı gibi, gözünde rahibin ve büyücünün aynı seviyede olduğu ve bunlardan birinde karar kılmak istediğini göstermez. Böyle dua etmesi, vicdanı, aklı ve düşüncesiyle rahibin düşünceleri üzerinde karar kıldığı gibi, dini konusunda da bizzat uygulama ile emin olmak içindir.

Rahibin söylediklerine inandığını ve kabul ettiğini gösteren şeylerden biri de "Allahım!" sözü ile dua etmesidir. Rahipten öğrendiği bu sözle yüce Allah'a seslenmiştir. Bu da Allah'a inandığını göstermektedir.

20- însanların yolunu kapatan büyük hayvan, sınanmak, sonra kesin kanaate varmak için bir araç ve hayırlı bir müjde olmuşutr. Bu hayvanın halkın yolunu kapatması, insanları Allah'ın dininden alıkoyan ve Allah yerine kendisine kul yapan azgın kralın uygulamasını temsil etmektedir.

Hayvanı taşla  öldürmesi  ise,  halkı    azgın  kraldan kendisinin    kurtaracağına,    onlara    Allah'ın    yolunu göstereceğine ve cennetine rehberlik edeceğine işarettir.

21- Halkı o büyük hayvandan kurtarmak İçin çocuğun seçilmesi, insanlara hizmet ederek, onlara iyilik yaparak, eziyet ve sıkıntıdan kurtararak davetine başlayacağına işarettir.Böylece yaptığı bu sosyal hizmet ve pratik uygulama ile kendini halka takdim etmiş ve tanıtmıştır. Bu da davet için bir hayat ve insanların onu kabul etmesi için bir hazırlıktır.

22- Çocuk, hayvanı öldürüp rahibe gidince ve olayı kendisine anlatınca, rahip onun bu yaptığına sevinmiş ve "Oğulcuğum! Bugün sen benden daha üstünsün" demiştir.

Rahibin sevgi ve yakınlık belirten "Ey oğulcuğum! sözü  ile seslenmesi,  çocuğun kendisinden daha üstün olduğunu bildirmesi, ikisinin arasın    adki sağlam ruhsal bağın ne kadar güçlü olduğunu ve rahibin bu durumdan ne kadar hoşnut bulunduğunu gösterir.

23- Rahibin çocuğa, kendisinden daha üstün olduğunu bildirmesi, Allah için ne kadar samimi olduğunu, dünya hayatına ne kadar az değer verdiğini ve kişisel zevklerden ne kadar soyutlandığını gösterir.

24- Rahibin iman alanında daha eski olmasına ve Allah yolunda uzun yıllar geçirmiş bulunmasına rağmen, öğrencisi olan çocuğun kendisinden daha üstün olduğunu belirtmesi, davette üstünlük ve makamın, müslümanın bu alanda yaş adığı yıllarla değil, iman, . takva, ihias ve kendini adamışlıkla olduğunu gösterir.

25- Rahip, çocuğa sınavdan geçeceğini bildirmiştir. Bununla çocuğa ve aynı zamanda bizlere, davetin yolunu, bu yolun işaret ve özelliklerini öğretmekte, sınavdan geçmenin davetlerde ilahi bir yasa olduğunu ve davetçilerin mutlaka şu veya bu ölçüde bu sınavdan geçtiklerinin kesin bir gerçek olduğunu belirtmektedir.

Açık davetin başında rahibin bunu çocuğa bildirmesi, karşılaşacağı şeylere karşı hazırlıklı olması, onlara alışması, onun sabır, takva ve direniş azığına sahip olması içindir.

Liderlerin   ve   eğitimcilerin   mensuplarına   davetin yolunu, bu yolun özellik ve niteliklerini öğretmesi, nasıl bir işe giriştiklerini ve kendilerini nelerin beklediğini bildirmesi gerekir. Böylece insanlar işin mahiyeti hakkında bilgilenmiş ve tehlikelere karşı koymak için hazırlık yapmış olurlar.

26- Rahip,çocuğun kendisini deşifre etmemesini istedi, burada davet örgütlenmesinde1 gizli örgüt prensibini uygulamıştır. Liderlik ve teşkilat bakımından davette gizli örgütlenme, her yerde ve her zaman kaçınılmaz bir şeydir.

Bu   gizlilik,   Kur'an   öykülerinden   de   anlaşıldığı gibi, ön çekilerin hayatında birçok yerde görülmektedir. Bu gizliliği  Hz.Musa'nın  Kasas süresindeki  Öyküsünde ve inancını    gizleyen    adamın    Hz.Musa'yı    Firavn    ve yandaşlarına karşı savunmasını anlatan Mümin süresindeki öyküsünde açıkça görüyoruz.[345]

Hz.Peygaberin    hayatında    ve    özellikle    Mekke döneminde   bu   gizlilik   açıkça   görülmekte,   ashabın yaşantılarında ve davranışlarında bile bile bu yolu izledikleri bilinmektedir.Bunun   en   açık   örneği,   Hz.Ebu  Zerr'in müslüman oluşu,  müslüman olduğu halde Hz.Abbas'm Mekkede casus olarak bırakılması ve Hz.peygamberin Medine'ye hicreti olayıdır.

27- Çocuk deşifre olup halk arasında tanındıktan sonra insanları davet etmeye başladı. Böylece gizli dönemden açık davet dönemine geçmiş oldu.

28- Çocuk kendini, davetini ve dinini insanlara tanıtmak için güzel ve etkili bir alan seçmiştir. O da halka hizmet etme, yarar sağlama ve zarardan koruma alanıdır.Doğuştan kör, cüzzamlı ve diğer hastaları iyileştirerek hizmet etmiştir.

Çocuk bu alanda başarılı ve yararlı olmuştur. Çünkü kendilerine hizmet ettiği insanlar onu sevecekler, onlara sunduğu dini sevecekler ve kendilerine şifa veren Allahı sevecekler. Davetçilerin çocuğun davet etme yolundan iyi bir ders çıkarmaları gerekir.

29- Herhangi bir tıp eğitim ve öğretimi görmediği halde doğuştan kör olanları, cüzzamhları ve diğer hastalan iyileştirmesi, Yüce Allah'ın ona verdiği bir keramet sayılır. Bu da Yüce Allah'ın mümin kullarını her zaman desteklediğinin bir örneğidir.

İyileştirmek ve hastalıklardan kurtarmak Allah'ın izni ve istemesiyle olan bir şeydir. Çocuğun bütün yaptığı, Allah'ın iradesinin gerçeklşmesi için maddi ve görünen bir sebep olmaktan öteye geçmez.

30- Kralın adamlarından kör olan birini iyileştirmek için gelmesi ve yanına oturması, halkla ilişkilerinde davetçiler için bir ders sayılır. Gözleri görmeyen adam çocuğa birçok hediyeler getirmiş ve beni iyiîeştirirsen bütün bunlar senin olacak, demiştir.Fakat çocuk sadece rabbini ve davetini düşünmüş ve adamın çok sayıdaki hediyesini kabul etmemiştir.

Davetçinin sadece Rabbini, dinini ve davetini düşünmesi gerekir. Davetçi insanlardan bir şey istememeli ve almamalıdır. Daveti için halktan ücret istememeli,onlardan mal almamalıdır. Kendileri ona bir şey vermeye kalkışırsa, onlarla bağlarının her türlü çıkar ve şüpheden uzak sürmesi için verecekleri şeyleri onlara geri vermelidir. Çünkü bu, insanların kendisini sevmesi ve davetini kabul etmesi için daha etkilidir. Halkın elindeki şeylere iltifat etmemek, oların iltifat etmeyen kişiyi daha çok sevmesine yol açar.

31- Gozleri görmeyen adamın maddi tekliflerine karşılık çocuk "ben iyileştirmiyorum, iyileştiren AUahtır" demiştir. Böylece çocuk, adama Allahı tanıtmış, ona imanı açık seçik bir şekilde sunmuştur. Bunu yaparken, davet ettiği kişiye önce en önemli temel olan iman temelinden başlamıştır.

32- Çocuk, adama "iyileşmek istiyorsan, Allah'a iman et, Allah'a inanırsan senin için ona dua ederim" demiştir. Böylece kendisinden inanmasını istemesi için adamın ihtiyacını fırsat bilmiştir. Allah'a olan yakınlığını, ihtiyacını, kalp ve fıtratının ona yönelmesini bu iş için kullanmıştır. Çünkü insanın Allah'a en yakın olduğu an, ihtiyaç ve zaruret içinde olduğu andır.

33- Adam, çocuğun isteğini kabul etmiş, Allah'a inanmış, çocuğun duası üzerine Allah onu iyileştirmiş ve gözleri açılmıştır.

Bu da, imanın insanların kalbinin derinliklerinde saklı olduğu ve fıtratlarının Allah'a yönelik bulunduğunu gösterir. Ancak insanların işledikleri küfür, isyan ve günahlar bu fıtratları örtbas etmekte ve kalplerini kaplamakt adır. Biri başarılı bir davetçi ve etkin güzel bir üslupla karşılaştığı zaman kalbi uyanır, fıtratının gözü açılır ve rabbine yönelir.

34- Rahibin çocuğa karşı tavrı ile çocuğun krala karşı tavrı arasında büyük bir fark vardır. Rahibin gizlilik üzerinde ne kadar ısrar ettiğini ve çocuğa sıkıntı, zorlama ve baskı durumunda kendisini deşifre etmemesini tavsiye ettiğini biliyoruz. Halbuki çocuğun adamla görüşmesinde bu gizliliği ve kendisine "beni deşifre etme" dediğini görmüyoruz.

O halde iki tavır arasındaki fark nedir? Ar adaki fark, davetin geldiği aşama farkıdır. Rahip, çocuğa bunu tavsiye ederken, davet henüz gizlilik aşamasında bulunuyordu. Onun için rahip, davetin açığa vurulmaması konusunda özen göstermiştir.

Ama çocuğun  adamı tedavi ederken davet, açık davet aşamasına gelmişti. Çünkü çocuk onu pratik uygulama ve açıkça  ilan  etme  aşamasına     çıkarmıştı.   Hasta  olan insanların   hastalıklarını   tedavi   ederken   tebliği   açık yapıyordu. Onun için insanlar arasında tanınmıştı. Artık adamın kendisini deşifre etmemesini söylemesinin anlamı kalmamıştı.

Gizlilik aşamasında ilişkiler rahip ile çocuk arasında bîre bir şeklinde idi. Ama ikinci aşamada ilişkiler, çocuk ile bütün insanlar arasında geneldi. Çünkü onlarla ilişkiler kuruyor ve tedavi ediyordu.

Birinci aşamada rahip, gizliliği tercih etmiş ve açıktan çağrı yapmamıştır. Ama çocuk açıkça hareket etmiş, bu da insanları  etkilemesine ve  gönüllerini  kazanmasına yol açmıştır.

Birinci aşamada hareket dar çerçevede ve sınırlı olmuştur. Çocuğun rahiple tanışması ve onunla görüşmesi bunu gösteriyordu. Halbuki ikinci aşamada hareket açık, genel ve kitlesel olmuştur.

iki aşama arasındaki bu farklardan dolayı rahibin çocuğa kendisini deşifre etmemesini tavsiye etmesi normaldir. Çocuk ise adamdan böyle bir şey istememiştir. Hatta sanki bundan aksini istemiş ve halka kendisini tanıtmasını söylemiştir.

35- adam aydınlatılmış, izzet, cesaret,onur ve en Önemlisi imanla donatılmış olarak kralın yanına gitti. Her zamanki gibi kralın yanma oturdu. Kral, adamın gözlerinin açıldığı sürprizi ile karşılaştı ve "Gözlerini kim açtı?" dedi. adam, rabbim,dedi. Kral "Benden başka rabbin mi var?" dedi. İnanmış ve gözleri açılmış olan adam "Benim de, seninde rabbin Allahtır" dedi.

Bu adam, kralın mesai arkadaşı, sohbet arkadaşı, yakın adamı ve karşısında el pençe duran bir kişi olmaktan çıkmış, Allah'a davet eden bir mümin olmuştur.

Davet etmek için en azgın ve en düşman bir adamı, rab olduğunu iddia eden ve Allah yerine insanları kendisine secde ettiren kral gibi bir tağutu seçmiştir. Tebliğ etmek ve inanmaya çağırmak için onu seçmiştir. Ona, ilk defa duyduğu ve iliklerine kadar kendisini sarsan "Senin ve benim rabbim olan Allah" süzünü söylemiştir.

Gözleri     açılmış     mümin     adamın     sergilediği

cesaret,açıklık,  pervasızlık,  izzet ve davet konusundaki ısrarını görüyoruz.

36- Ve gözleri açılmış mümin davetçinin başına, her davetçinin başına gelenler geliyor. Kral ona korkunç işkenceler yapıyor, ama kendisi dininde sebat ediyor.

Tavrı, tıpkı önce paralı asker olarak Firavn'a hizmet etmek için çırpınan büyücülerin durumuna benzemektedir. Önce Firav'nın kapıkulları olarak hizmet etmek için geldiler, ama alemlerin rabbine inanıp iman kalplerine girince, tebliğ eden davetçilere dönüştüler, Firavn'm işkence ve cezalarına karşı sabır, sebat ve inançla direndiler.

37- Kral, çocuğun durumunu anladıktan sonra ona"Ey oğulcuğum!" diyerek görünürde sevgi, dostluk ve yumuşaklık belirten, ama gerçekte tamamen hile, komplo ve aldatma olan bir ifade ile seslen mistir. Sanki kendisine yakınlık ve dostluk çağrıştıran, kendisine güzel ve parlak bir gelecek için söz vereceğini sezdiren ifadelerle seslenerek onu aldatmaya ve ezmeye çalışmıştır.

Rahibin çocuğa seslenirken kullandığı "Ey oğulcuğum!" sözü ile, kralın hile ve komplo kokan "Ey oğulcuğum!" sözü arasında fark çok büyüktür. Biri, bir babanın oğluna söylediği zarif ve şefkat dolu bir söz iken, diğeri düşmanın çirkin hile ve kurnazlığını gizleyen bir sözdür. Gerçekte her ikisinde kullanılan harfler ve kelimeler aynıdır. Ancak söyleyenlerin amacı ve söylerken sahip oldukları ruh hali farklıdır.

38- Kralın hile ve komplosu, çocuğa söylediği "Gözleri görmeyen ve cüzzamlı olan kişileri iyileştirecek ve şu şu işleri yapacak kadar büyük bir büyücü olmuşsun" sözlerinde kendini göstermektedir. Çünkü çocuğun başarılarına kendisi sahiplenmek istemekte ve yaptığı işleri kendi büyücüsünden öğrendiğini sandığı büyü ile açıklamaya çalışmaktadır. Bu da gerçekleri saptırmak ve insanlardan gizlemek için olayları çarpıtmak ve hakkı batıl ile açıklamaktan başka bir şey değildir.

39- Çocuk, krala başarı ile karşı koyar, aldatma eğimini basan ile geçer ve Allah'ın izniyle krala tepeden bakar. Karşısında iman, cesaret, sebat ve izzetle durarak "Ben kimseye şifa vermiyorum, sadece Allah şifa verir" diye haykırır. Azgın tağutların karşısına ancak mümin büyük davetçüer başarı ile çıkabilir.

40- Çocuk tehlikeli bir aşamadan daha geçer. Kral onu alır ve işkence yapar. Ama işkence yaptıkça, çocuk dininde direnir. Ancak hocasının sırrını saklamaya devam edemez ve açığa vurarak rahibi ele verir.

buradadavetçi çocuk suçlu veya günahkar değildir.sadece, korkunç işkencelere ve baskılara karşı örgüt sırlarının daha fazla saklanamaması ve açığa vurulması sözkonusudur.

Samimi ve gönülden bağlı davetçiier tarafından işkence yerlerinde, zindanlarda ve baskılar altında davet örgütünün nice sırları açığa vurulmuştur! Davetçiler istemeyerek, mecbur kaldıkları için onları açığa vurmuş, hatta çok zaman bilinçlerini yitirmiş oldukları bir durumda iken açıklamışlardır.

Zalimler öyle  korkunç  işkence ve zulüm şekillerini uyguluyorlar ki işkence altında davetçinin bilincini, aklını, idrakini ve  iradesini yitirmesine yol açmakta, o da bilinç ve iradesinin   dışında   uyuşturulmuş   veya   uyutulmuş   bir durumda konuşarak bilinç altındaki bilgileri açıklamakta ve cemaatın gizliliklerini söylemektedir. Herhalde bu durum, davet   teşkilatı   ile   ilgili   sırların   azaltılması,   cemaatin sırlarından   kendilerini   ilgilendirmeyenleri   bireylerin araştırıp sormaması, cemaat ve ona bağlı kişiler hakkında fazla bilgi ve haber toplamaması gibi konular üzerinde davetçilerin düşünmesine yol açar. İşkenceler altında bilinç ve irade dışı birtakım şeyler söyleseler bile, zalimler onların bilinç altlarında bilgiler veya haberler bulamayacaklardır.

Davet işlerini yönlendiren kişilerin de davetçinin taşıdığı bilgileri açığa vurduğu ve davetin birtakım sırlarını zalimlere verdiği durumu, şartlan ve zorlukları gözönünde bulundurması, suçlama veya mazur görüp bağışlam ada herkese aynı muamelede bulunmaması gerekir.Suçlama ve cezalandırma yahut bağışlayıp affetme kararını, mevcut durumu,davetçinin zalimler karşısında bulunduğu şartları, sahip olduğu bilgileri onlara nasıl ve hangi yolla verdiği, verilen bilgilerin önemi ve değeri gibi durumları gözönünde bulundurarak vermelidir.

41- Kral, hem mesai arkadaşı adamı, hem de çocuğu cezalandırdı. İkisinin dinlerinden dönmesini çok istiyordu. Çünkü dinlerinden dönmeleri daveti öldürecek, onların Öldürülmeleri ise davete hayat verecektir. Onun için dinden dönmelerini teklif etmiş, kabul etmeyince, ikisini de ort adan testere ile biçerek cezalandırmıştır.

Testere ile biçilerek öldürülmeleri, kralın dine ve davete karşı beslediği kin ve düşmanlığın boyutunu göstermektedir. Düşmanların davetçilere karşı yürüttükleri intikam ve nefret savaşını ve bu savaşta ne kadar insanlık dışı araç ve yollara başvurduklarını da göstermektedir.

Kralın bu şekilde öldürme yoluna gitmesi, kafirlerin ancak bu yolla hakka ve sahiplerine karşı koyduklarını, her türlü konuşma, tartışma, diyalog ve ikna yollarını red ettiklerini de gösterir.

adamın ve rahibin din üzerinde sebat etmesi, şehit olmayı dinden dönmeye terih etmesi, içlerinde imanın ne kadar sağlam olduğunu, Allah'ın rahmetini isteyerek ne kadar direniş ve sebat gösterdiklerini gösterir.

42- Kral,çocuğu davetin pratik lideri olarak görüyordu. Onun için dininden dönmesini ve öldürürlmemesini çok istiyordu. Çünkü dininden dönmesi, davetinin öldürülmesi demektir. Üstelik öldürülmesi halk arasında kargaşa ve huzursuzluklara da yol açabilirdi. Çünkü çocuk halk arasında biliniyor ve tanınıyor, yaptığı hizmetlerden dolayı da seviliyordu.

43- Kraiın çocuğu öldürmek istemediği, rahibi ve yakınlarından olan adamı gözünün önünde öldürmesinden de anlaşılmaktadır. Onları gözünün önünde öldürmesinden etkilenip geri   adım atmasına yol açacağını düşünüyordu.

Sonra dağın başından aşağıya atmaları veya denizde boğmaları için askerlerinden bir grupla göndermiştir. Halbuki diğer iki mümine yaptığı gibi başının ortasından testere ile ayırıp kendisi öldürebilirdi.

44- Kralın çocuğu bu şekilde öldürmek istememesinden başka bir hedefi olabilir. Herhalde dağa ve denize yollarken uzun yol zarfında bir daha düşünüp taşınma ve dininden geri adım atma fırsatını çocuğa tanımak istemiştir.

45- Çocuk rabbine inanmış,ona tevekkül etmiş, işlerini ona havale etmiş, kurtuluşu sadece ondan istemiştir. Bunu dağın başında ve denizin ortasında iken yaptığı "Allahım! Benim   yerime   sen   onların   hakkkından   gel"   duası göstermektedir.

O aşamada çocuğun kendini kurtarma gücü yoktu. Kurtulmak için maddi hiçbir imkana da sahip değildi. Onun için işi Rabbine bırakmış, kendisinin seçtiği herhangi bir şekil ve yolla onların hakkından gelmesini istemiştir.

46- Dağın sallanmasıyla onların düşüp ölmeleri ve teknenin alabora olup diğer grubun denizde boğulması, Yüce Allah'ın onun duasını kabul ettiği, kendisini zebanilerin elinden kurtardığı, onunla beraber olup koruduğunu ve desteklemek için her şeyi musahhar ettiğini gösterir. Diğer kerametlerinin yanında bu da Allah'ın dinine çağıran ihlaslı ve fedakar gence Allah'ın başka bir keramaeti sayılır.

47- Zebanilerin her iki olayda da helak olmasından sonra acaba çocuk ne yaptı? Acaba kaçma imkanı olduğu halde meydandan kaçtı mı? Acaba gözlerden uzaklaşıp bilinmeyen yerlerde saklandı mı? Hayatı tehlikede olmasına rağmen, acaba hayatını kurtarmaya can attı mı?

Krala dönmesinin ne anlama geldiğini ve    Orada kendisini neyin beklediğini bildiği halde, her iki olaydan sonra da yürüyerek kralın yanına geldiğini görüyoruz.

Acaba tehlike apaçık iken neden kralın yanına dönmüştür?

Çünkü   kendisi  bir   davetin   tebliğcisi   ve   davanın bayraktarıydı. Aynı zamanda kızışmış bir savaşın ve büyük bir müc   adelenin içinde bulunuyordu. Böyle bir durumda saklanması ve kurtuluşu seçmesi, savaşı kaybetmesi ve davetinin yenilmesi demekti.

Yararını davetin yararında ve yaşamasını onun yaşamasında görmüştür. Davetin yararı, tehlikeye atılmayı gerektiriyorsa, onu da yapmalıydı. Hatta ölmesi ve yok olması davetin yaran için şart ise, onu da göze almalıydı.

Onun dönüşü, aşırılık olarak nitelendirilemeyeceği gibi, hayatta kalması da hikmet ve feraset olarak nitelendirilemez. Çünkü dönüşü, cesaretin zirvesinde olduğunu göstermektedir. Zalimlere ve işbirlikçilerine karşı koyarken korkaklık,aşırılık ve cesaret kavramları arasında ayrım yapmamız gerekir.

Korkaklık, ihtiyaç halinde fedakarlığa hazır olmamak demektir.

Aşırılık,zaruret ve ihtiyaç olmadığı halde canını feda etmektir.

Cesaret, gerekli ve yararlı fedakarlık demektir.

49- Çocuğun    geri gelmesi sırasında kralın ona "Ak adaşların    ne    yaptılar?"    sormasında    bir    hikmet görünmektedir. Bu soruda cellatlarını çocuğa nisbet etmiş ve onlan çocuğun  arkadaşları olarak nitelemiştir. Halbuki onlar çocuğu öldürmek istiyor, işkence yapmak    üzere götürüyorlardı.    Acaba    bu   beraberlik    ne    anlama gelmektedir?

Çıkm  adan önce bunlar kralın  adamlarıydılar,   hadiste onlar için tı adamlarından bir gruba verdi" denilmektedir. Onun   emri   ile   çıkmış   ve   emrini   yerine   getirmekle görevlendirilmiş   olmaları,   kralın     adamları   olduğunu gösterir.

Ama çocuğun sebatı karşısında yenilgiye uğramış ve Allah'ın onları yoketmesinden sonra artık kralın adamları olmaktan çıkmışlardır. Hezimete uğramalarından sonra kral onları terketmiştir. Tağutlar, başarısız olan yardımcı ve uşak adamlarını bu şekilde terkederler. Galip gelen çocuğun önünde yenilgilerinin kendisine mal edilmemesi için kral onları kendisine nisbet etmemiştir[346] .

50- Kral, çocuğu öldüremeyeceğini, çocuk da kralın acizliğini anlamıştır. Böylece krala emirler vermeye, kral da onun emirlerini yerine getirmeye başlamıştır. Ona "Sana emrettiğim   şeyleri   yapmadıkça   beni   öldüremezsin" demiştir. Kral, ne istiyorsun? diye sormuştur.

Yüce Allah, her türlü eksiklikten uzaktır! Düşmanları nasıl da dize getiriyor ve tağutları nasıl zelil ve rezil ediyor! Az önce kral kendisi emrediyor ve yasaklıyor, gururlanıp meydana okuyordu. Kendisinin rab olduğunu iddia ediydrdu. Ama şimdi çocuğun eli ile zelil, onun önünde rezil olarak aciz, perişan, aşağılık ve küçük olarak duruyordu.

Bu çıkmazdan ve çocuktan herhangi bir yolla kurtulmak istemektedir. Çünkü çocuğun dini halk arasında yalılırsa, kendisi kaybedecektir. Onun için düşmanı olan çocuğu kendisinden de gelse, bu konuda her türlü nasihati kabul etmeye hazırdır.

Çocuk şimdi aşağılık ve rezil bir duruma düşmüş kralın karşısında emreden konumda bir dahidir. Şimdi kendisi emrediyor ve kral ondan emirler alıyor. Çocuk "Sana emredeceğim şeyi yapmadıkça" diyor. Kral da büyük bir heyecanla "Nedir o?" diye soruyor.

Herhalde kralın hayatta aldığı ilk emir budur. Onu yerine getirmeğe kendini mecbur görmektedir.

51- Kralın kendisini nasıl öldüreceğini ve kendisinden nasıl   kurtulacağını   belirten   çocuk,   bundan   sonraki aşamanın bunu gerektirdiğini bilmektedir. Çünkü hayatını davetine adamış ve onun için feda edecektir. Canı ve hayatı pahasına da olsa, kralın rablık iddiasına son vermek, halka    onun    zayıflığını    ve    acizliğini    göstermek isteyecektir.[347]

52- Çocugun   krala   "insanları   yüksek   bir   yerde toplarsın"    söylemesi,   olayları   görmeleri,   üzerinde düşünmeleri ve hakkı batıldan ayırmaları için kitleleri davet etmeye   ne  kadar  özen  gösterdiğini  gösterir.   Çünkü bununla  halka  açılacak,   halkın  habersiz  veya  seyirci kalmasını   Önleyecek,   kralın   barbarlık   ve   zulmünü gösterecek, onların da savaşa girmelerini ve hakkın safında yer alarak davaya sahiplenmelerini sağlayacaktır.

Zalimler hakka karşı savaştıkları zaman kitlelerin bunu bilmemesini ve tarafsız seyirci gibi kalmalarını isterler. Hakkın erlerini halkın gözünden uzak ve kimselerin haberi olm adan cezalandırıp yoketmeğe özen gösteriler. Çünkü insanların içinde fıtratın uyanıp tepki .göstermesinden, vicdanların reaksiyon göstermesinden, böylece hakkın safında yer almalarından korkarlar.

53- Çocuk,kralın kendisinden hangi yolla kurtulacağını söylemiş  ve  emrini  yerine  getirmesini  istemiştir.   Dar ağacında asmasını emretmiştir. Böylece toplanan insanlar çocuğun ne kadar ezildiğini görecekler, bu manzar   adan duygulanacaklar, her türlü maddi güç ve destekten yoksun zavallı   bir   çocuğun   darağacında   asılmasına   tepki gösterecekler,    burada çocukla insanlar arasında duygu birlikteliğinin olduğunu görüyoruz.

54- Çocuk,     başka    bir    yerden    değil,     kendi dağarcıkından  kralın bir ok almasını emretmiş,  böylee öldürme sebebine kral değil, çocuğun kendisinin sahip olduğunu halka göstermek istemiştir.

55- Öldürülme işleminde çocuk kralın her hareketini yönlendirmiş ve "Oku, yayın ortasına koyarsın" diyerek ayrıntılı bir şekilde hangi adımlan atacağını emretmiştir, buradakrahn ne kadar aciz olduğunu, kendi kendine davranm adığmı gösterip çocuğa tamamen boyun eğmesini ve karşısında ne kadar aciz olduğunu ortaya koymak istemiştir.

56- Çocuk, hem kendisinin hem kralın rabbİ olan Allahı halkın huzurunda kralın itiraf etmesini istemiş ve "Çocuğun rabbi adıyla" deyip kendisini öldürmesini emretmiştir.

Ölmeden   önce   halka   olayların   doğru   yorumunu yapmak istemiş, onlara Allahı tanıtmak, kralın aczini ve zayıflığını göstermek, böylece Allahı bırakıp onu tanrı edinmelerinin ddoğru   olmadığını anlatmak istemiştir.

57- Kral, çocuğu iki daha önce defa öldürmek istemiş, ama başaramamıştır. Allah kralın askerlerini yok etmiştir. Onu öldürmek için ne yaparsa yapsın, başaramıyacaktır. Çünkü Allah bunu istememektedir.

Ama   çocuğun ölmesini Allah istediği taktirde, ancak onun dediği olur. Çocuk insanları etkilemesi için bu yolu seçmiştir.   Öldürülmesinin,   acizliğini   gördükleri   kralın iradesiyle değil, Allah'ın istemesi ve   iradesiyle olduğunu öğreneceklerdir.

58- Kral, güçsüz ve mecbur olan birinin kabul etmesi gibi, çocuğun emirlerini kabul etmiştir. Çünkü kendini üç şey karşısında görmüştür:

Ya çocuğun dilediği gibi Allah'a çağırmasına ses çıkarmayacak. Bu durumda insanlar Allah'a iman edeceklerdir.

Ya da çocuğu öldürme girişimlerine devam edecek. Bu da acizliğini insanlara daha çok göstereektir.

Yahut kendisinden kurtulmak için çocuğun emrettiği şekilde onu öldürecektir.

Kral, istemeyerek ve başka altenatifi olmadığıiçin üçüncü yolu seçmiştir. Bunu seçerken insanların Allah'a iman edeceklerini zavallı miskin nereden anlayacaktır!

59- "Çocuğun öldürülmesi için "Çocuğun rabbi Allah'ın adıyla" sözlerini seçmesi, halka alemlerin rabbı Allahı tanıtmayı amaçlamakt adır. Onlara yaptığı iyilik ve hizmet sebebiyle insanlar kendisini sevmişler, onun için kendilerine hizmet etmeyi ilham eden ve şifa veren alemlerin rabbini onlara tanıtma görevini de yerine getirmek istemektedir.

Aynı şekilde kralın içine düştüğü acizliği ve güçsüzlüğü de onlara göstermek istemektedir. Rab olduğunu iddia eden, rahibe ve arkadaşına yaptığı gibi,rab olduğunu kabul etmeyenleri öldüren kral, sonunda alemlerin rabbı olan Allahı kabul etmek zoruna kalmış ve çocuğu Allah'ın adıyla öldürmeyi kabu emiştir.

60- Kral, çocuğun emrettiği şeyleri yaptı,çocuğa oku attı, ok çocuğun şakağına geldi, çocuk okun geldiği yere elini koydu ve öldü. Halk bu olayı seyretti ve kendilerine yaptığı birçok hizmetlerden dolayı sevdikleri çocuğun bu şekilde ölmesi karşısında duygulanıp etkilendiler. Çocuk, Allah'a davet ederek ve dini üzerinde sebat ederek bu Dünyadan ayrıldı, en büyük arzu ve hedefi oan şeh adet mertebesine erdi ve Allah'ın mükafatını kazandı.

Çocuk, hayatını Allah'ın davetine adadı ve onun yolunda feda etti. Yaşarken ve ölürken Allah'a davet etti.Hayatı Allah'a bir çağrı olduğu gibi, ölümü de ona çağrı oldu.

61- Çocuğun şehit edilmesi, halkın üzerinde beklenen etkiyi yaptı. Kendilerini seven, onlara yararlı hizmetler yapan, onlar için canını feda eden, kralın hem aciz, hem güçsüz olduğunu kendilerine kanıtlayan bir çocuk bütün bunları yaparken, kendileri neden alemlerin rabbine inanmasınlar, diye düşünmeye başladılar. İçlerindeki kralın korkusunu attılar ve çocuğun çağırdığı Allah'a iman ettiler.

İnsanlar ne zaman iman ettiler? Elbette  çocuğun şehid ediimesinen sonra! İnsanlar bunu gördüler, düşündüler ve

bir insanın uğrunda hayatı dahil herşeyini feda ettiği, dünyanın her şeyine tercih ettiği, hayatın her şeyinden daha hayırlı ve kalıcı bir yere gittiği için dünyanın her şeyinden soyutlanarak çıktığı bir davetin büyük ve yüce bir davet olduğunu düşündüler.

Şüphesiz insanlar davet sahiplerinden fedakarlık, dünya hayatı ve malını küçümseme ve her şeyden gerektiğinde soyutlanmayı beklerler. Davetçilerİn davet için mallarını, vakitlerini, emeklerini, emellerini, vücutlarını, kanlarını ve canlannı feda ettiklerini görünce etkilenirler, davetlerini benimserler. Bu benismeme, davetçilerin Allah yolunda şehit olup dünya hayatından ayrıldıktan sonra da olabilir.

62- lnsanlar "Çocuğun rabbine iman ettik" sloganını yükseltmeye ve tekrar ederek seslendirmeye başladılar. Kuruntu ve cehalet bağlarından kurtuldukları, zillet ve ezilmişlik zincirlerini kırdıkları, zayıflık, gevşeklik ve korkudan sonra kuvvete kavuştukları anda bu büyük imana sahip oldular. Çocuğun rabbine iman etmekle, Yüce Allah'a bağlanmakla, ona dönmekle ve onun yolunda harcamaya ve fedakarlığa hazır olmakla büyüklük kazandılar.

İmanlarının kendilerine çok şeyler yükleyeceğini biliyorlar. Bu çok şeyleri feda etmeye de hazırdırlar. Çocuğun şehit edildiğini gözleriyle gördüler ve onun başına gelenlerin kendi başlarına da geleceğini ve sonlarının aynı olacağını biliyorlar. Bununla beraber korkmadılar, ürkmediler, aksine imanlarını haykırdılar.

Az   Önce   zayıf,   korkak,   zelil   ve   köieleştirilmiş idiler .Şimdi dağlardan daha sabit ve tehlikelere meydana okuyan büyük bir güce kavuştular.  Gerçekten  iman, kahramanlıklar ve onurlu sayfalar meydana getirir.

63- Çocuk kralın önünde şehit oldu, işler kralın elinden çıktı, halkın üzerindeki otoritesini yitirdi. Ona "Korktuğun başına geldi, insanlar iman ettiler" diyenler oldu.

64- lnanan kitlelere karşı koymak için kral, her zalim ve tağutun başvurduğu işkence, baskı, terör estirmek, müminleri öldürmek ve kanlarını dökmek olan barbarlık yoluna başvurdu. Yol kavşaklarında hendekler kazdırdı, İçinde alevli ateşler yakıldı ve müminlerin ateşlerin başına getirilmelerini, din ve imanından dönenlerin yeniden izzet ve ikram göreceği, imanında sebat edip dönmeyenlerin ise ateşe atılacaklarını veya ateşe girmelerinin emredilceğini söyledi. Tağutlann öldürme ve işkence yapma yoluna başvurmaları, hakkın karşısında başarısız olduklarını ve düşünce bazında tartışmalarda yenilgilerini gösterir.

Bunlar niçin hakka karşı tartışma ve görüşme yoluna gitmezler? Niçin hakkın gerçeklerini çürüterek onu durdurmaya çalışmazlar? Çünkü hakkın karşısında delilleri, dayanakları ve işe yarayacak mantıkları yoktur. Onun için peşin olarak hakkın karşısında yenileceklerine kesin olarak İnanırlar.

Onun için önlerinde insanlık dışı yollara başvurmaktan başka   aternatifleri   olmaz.   Aralarında   hesaplaşmak, problemlerini çözmek ve anlaşmazlıklarını bitirmek için ormanda yırtıcı hayvanların  başvurduğu  ezme,  dayak, işkence, öldürme ve kan dökme yollarına başvururlar.

65- Acaba ateş dolu hendekler kitlelerin iman dalgasını durdurabildi mi? Acaba onları dinlerinden çevirebildi mi? Onların içine korku, terör ve dehşet salabildi mi? Acaba insanları din ve inançlarından çevirmede ne zamanan beri işkence   ve   terör   yöntemleri   başarılı   olmuştur?   Ne zamandan   beri   bu   yollar   hakkın   çağrısını   ortadan kaldırabiimiştir?

Şüphe yok ki hak çağrılan şiddet karşısında ancak güçlenir, sınanma ile gelişir ve kök salar, ancak meşakkatle kalplerde yerleşir. Mümin kitleler ateş hendeklerine kadar yürüyüşe devam ettiler. İnançlarında direndiler, Allah'ın yanında olanları tercih ederek dinleri için canlarını feda ettiler.

Alevli ateşlerde vücutları yandı, ruhları yüce göklerde kanatlandı, şehit olup cenneti kazandılar ve hayattan ayrıldıklarına üzülmeden bu Dünyadan gittiler.[348]

 

Yol Budur:

 

Ashabı uhdûd öyküsü ile ilgili sözlerimizi, Şehid Seyyid Kutub'un yazdığı ve eşsiz kitabı "Yoldaki İşaretler" kitabına aldığı  "Yol Budur" bölümü ile bitirmek istiyoruz. Bu bölümde, yol işaretleri olarak ashabı uhdûd öyküsünden çıkardığı sonuçlan göreceğiz. Üstad bu bölümü, Fizilali'l-Kur'an kitabında yeralmak üzere Burûc suresinin tefsiri olarak yazmış, ama Mısır'da sansür heyeti Fi Zilal tefsirinde bu bölümün yer almasını kabul etmemiştir.  Kutup, bu bölümü değiştirmeden Yoldaki İşaretler itabına almış ve yayınlamıştır.

"Yoldaki İşaretler" kitabının Seyyid Kutub'un yayınlanan son kitabı ve "Yol Budur" bölümünün de kitabın son bölümü olduğunu gozönünde bulundurursak, Seyyid Kutub'un hendeklerde şehit edilen müminlerin sonu gibi bir sona doğru gittiğini, ashabı uhdudun şehit ettiği müminler gibi şehitlik mertebesine ermek istediğini ve bu bölümle ölüm haberini bizlere böylece duyurmuş olduğunu da anlarız. Kutup bu bölümde,hayattan ayrılırken sanki davetçilere ne pahasına olursa olsun bu yolda sebat etmelerini öğütlemektedir.Yüce Allah'ın davetçilere çizdiği yolun bu olduğunu söylemektedir.[349]

 

 

İşte Seyyid Kutub'un Sözleri:

 

"Burûc suresinde geçen ashabı uhdûd öyküsü,  her yerde  ve  her  nesilde  Allah'a  davet  eden  müminlerin üzerinde tekrar tekrar düşünmeleri gereken bir öyküdür. Girişi, onu izleyen değerlendirmeler, kararlaştırmalar ve yönlendirmelerle   bir   bütün   olarak   onu   bu   üslupla anlatmakla   Kur'an,   Allah'a   davet   etme,   bu   davette insanların rolü ve yer yüzünden daha geniş, boyutları dünya hayatından daha büyük olan davet alanında beklenen ihtimalleri de anahatlanyla belirtmiş olmaktadır. Bu şekilde anlatmakla müminlere yolun işaretlerini belirlemiş ve Yüce Allah'ın ğaybında saklı bilgisine uygun olarak k    aderin çizeceği bu ihtimallerden herhangi birini göğüslemek üzere kendilerini hazırlamıştır.

Bu öykü, rabbine inanmış, iman gerçeğini ilan etmiş,bu yüzden de zalim ve zorba bir gruhun dinden çevirme sınavına maruz kalmış mümin bir topuluğun Öyküsüdür. Bu zalimler, insanın hakka, aziz ve hamid olan Allah'a, işkence altında çektiği acılardan zevk alan ve ateşte yanma manzarasıyle gönül eğlendiren tağutların elinde bir oyuncak olmaması gereken insanın Allah'ın yanındaki onur

 değerine    inanma    özgürlüğünü    ayaklar    altına olmaktadırlar.

Bu topluluk imanıyla dininden çevirme çabalarının üstüne çıkmış, onlarda iman, hayat düşkünlüğüne galip

gelmiş, böylece tağutların tehditlerine boyun eğmemiş, ölünceye kadar ateşte yanma pahasına dininden dönmemiştir.

Bu kalpler, hayata köle olmaktan kurtulmuş, bu kadar barbar bir yolla ölümü gözleriyle görmelerine rağmen yaşama sevgisi onları zelil etmemiş,böylece yer yüzünün bütün bağ ve çekim güçlerinin üstüne çıkmış, içlerinde imanın hayata galip gelmesiyle kendi kendilerine karşı muzaffer olmuştur.

Bu iyi, yüce ve değerli mümin kalplerin karşısında kötü, şirretli, cani ve inkarcı bozuk karakterli kalpler vardı. Bu aşağılık insanlar ateşin başına oturdular, müminlerin nasıl azap ve işkence çekeceklerini seyrettiler.Ateşin yediği hayatın   manzarasıyla   eğlenmek,   değerli   ve-  onurlu insanların   kömür  ve  toprağa   dönüşmesinin   zevkini yaşamak üzere oturdular. Değerli müminlerden genç bir erkek, bir kız,yaşlı bir kadın, ihtiyar bir  adam ve küçük bir çocuk   ateşe   atıldıkça   tağutlann   içinde   alçak   zevk kabarıyor, ateşin çılgın körükleyicisi kan ve cesetlerle oynayarak parçalıyordu.

Tağutlann çirkin karakterlerinin içine düştüğü, azgınlıklarının içine yuvarlandığı aşağılık olay budur. Yırtıcı bir hayvanın asla düşmediği bu alçaklık ve aşağılıkla onlar korkunç ve tüyler ürperten ateşle işkence yapma manzaralarından zevk alarak eğlendiler. Yırtıcı hayvan bu seviyeye düşmemiştir, diyoruz, Çünkü yırtıcı hayvanlar, avın çektiği acılardan zevk alarak eğlenmek için değil, karnını doyurmak için avlanırlar.

Bu olayda müminlerin ruhları yükselmiş, özgürîeşmiş, bütün zamanlarda ve nesillerde insanlığın şeref duyduğu

yüce zirveye kanatlanıp uçmuştur.

Yer yüzü hesabına göre azgınlık, imana galip gelmiş görünür. Bu hesaba göre, iman ile azgınlık arasında meydana gelen savaşta sebat eden güzel insanların gönlünde yüce zirveye yükselen imanın da hiçbir ağırlığı olmamıştır.

Kur'an âyetleri belirtmediği gibi, bu olayı anlatan rivayetler de Yüce Allah'ın dünya hayatında Nuh, Hud, Salih, Şuayb ve Lût kavimlerini yahut Firavn'u ve askerlerini şiddetle cezalandırdığı gibi, bu çirkin cinayeti işleyen tağutları cezalandırdığını belirtmemektedir. Yer yüzünün hesabına göre bu, üzücü ve acıklı bir sonuç görünür.

Olay böyle mi bitmeliydi? İmanın zirvesine çıkmış olan mümin topluluk böyle mi gitmeliydi? Bu korkunç cinayeti işlemiş olan azgın güruh elini kolunu sallayarak gittiği halde, mümin topluluk ateş dolu hendekler ve acıklı manzaralarla mı gitmeliydi? Yer yüzünün hesabına göre olup biten bu acıklı trajedi karşısında insanın içi sıkılmıyor değil!

Fakat Kur'an, müminlere başka birşey öğretir, onlara başka bir gerçeğinperdesini aralar, ölçüm yapacakları değerlerin niteliğini ve giriştikleri savaşın alanını gösterir.

Şüphesiz   bütün   zevk  ve   açılarıyla,   yoksulluk  ve bolluklanyla, dünya hayatı, terazide en ağır basan bir değer değildir, kâr ve zararın bilançosunu belirleyen mal da değildir. Zafer de görünürdeki üstünlükten ibaret değildir. Bu, çok zafer şekillerinden sadece bir tanesidir.

Allah'ın terazisinde en büyük değer, iman değeridir.

Onun pazarında revaçta olan bir numaralı mal da imandır. En üstün zafer şekli de ruhun maddeye karşı,inancın acılara karşı ve akidenin dinden çevirme çabalarına karşı zaferidir. Bu olayda müminlerin ruhları korku ve acılara, hayata ve yer üzünün bütün çekim güçlerine, dinden çevirme çabalarına karşı da bütün insanlık soyunu tarih boyunca onurlandıracak bir zaferle muzaffer olmuştur, işte zafer budur.

Bütün insanlar ölür. Ölüm sebepleri de değişir. Fakat bütün insanlar böyle bir zaferi kazanamaz ve bu yüceliğe çıkamazlar. Bu kadar özgürleşemez ve bu yüksek ufuklara bu şekilde kanatlanıp uçamazlar. Ölümde insanlara ortak olmak, ama hem insanların dünyasında, hem yüceler aleminde onurda ve yücelikte herkesten farklı olmak, işte bu, Yüce Allah'ın bu seçkin topluluğa bir ayrıcalığı ve ikramıdır. Ardarda gelen nesillerin bakışını hesaba katarsak, en büyük zafer ve kurtuluşun bu olduğunu görürüz.

İmanlarında yenilgiye uğrama karşılığında müminler hayatlarını kurtarabilirlerdi. Ama bu durumda kendilerini ne kadar yitirirlerdi! Onlarla beraber insanlık ne kadar kaybederdi? Bu büyük anlamı öldürürken, inançsız hayatın değersizliği, hürriyetsiz yaşamanın çirkinliği ve bedenlere egemen olduğu gibi ruhlara da tağutlar musallat olduktan sonra yaşasalardı, ne kadar zarar ederlerdi?

Gerçekten bu, yüce ve değerli bir anlamdır. Onlar henüz yeryüzünde iken ulaşmak istedikleri bu anlamı, vucutlan ateşte yanarken elde ettiler. Fani vücutları ateşte yandı ama, ateşin arındırdığı bu yüce ve değerli anlamı kazandılar.

Unutmayalım ki savaşın alanı sadece yeryüzü ve yalnız dünya hayatı değildir. Savaşın taraftarları da sadece bir nesilde yaşamış olan insanlar değildir. Şüphesiz yüceler alemi de yeryüzü olaylarına katılmakta, ona tanık olup hakkında tanıklık yapmakta, yer yüzünün her hangi bir neslinde, hatta bütün nesillerinde kullanılan teraziden başka bir terazi ile tartmakt adır. Yüce alem, yer yüzünün içerdiği insanlardan kat kat fazla ruhlar içermektedir,Yüce alemin övmesi ve değer vermesi, terazide insanların tartı ve takdirlerinden kesinlikle daha büyük ve daha ağırdır.

Bütün bunlardan sonra unutmayalım ki ahiret vardır. Yer yüzü alanının katılacağı, meydana gelen gerçekte de, mümin insanın bu gerçeği hissetmesinde de ondan ayrılmayan ahiret alanı, asıl ve kalıcı alandır.

O halde savaş bitmiş değildir. Kesin ve gerçek sonucu da henüz gelmemiştir. Yeryüzünde görünen kadarıyla bu svaş hakkında karar vermek de doğru değildir.Çünkü böyle bîr karar savaşın küçük bir sahnesi, hatta değersiz bir bölümü hakkında verilen bir karardan Öteye geçmez.

İlk bakış, dar görüşlü ve aceleci olan insanın sınırlı gördüğü bir bakıştır. Uzak mesafeli ve kapsamlı olan ikinci bakış ise, Kur'anın müminlere öğrettiği bakıştır.Çünkü inançlı doğru anlayışın dayandığı gerçeği temsil etmektedir.

Onun için Yüce Allah'ın iman ve itaat için, sıkıntılara karşı sabır için ve hayatın fitnelerine karşı zafer için müminlere mükafat vereceğini vadetmesi, kalbe huzur ve rahatlık vermektedir. "Onlar inanmışlar, kalpleri Allah'a inanmakla huzunr bulmuştur. Dikkat edin,kalpler ancak Allahı anmakla huzur bulur"[350]

Bu da Allah'ın hoşnut olması ve sevmesidir. "Şüphesiz iman eden ve salih amelleri işleyenlere Rahman bir sevgi verecektir"[351]

Yüce alemde anılmaktır. Rasulullah buyuruyor: "Kulun çocuğu öldüğü zaman, Yüce Allah meleklere "Kulumun çocuğunun ruhunu aldınız mı?" diye sorar. Onlar, evet, derler. "Gönlünün meyvesini aldınız, öyle mi?" diye sorar.Onlar, evet, derler. "Peki, kulum ne dedi?" deyince, onlar "Sana hamd etti ve hepimiz Allah'ınız ve ona döneceğiz, dedi" derler. O da "Cennette kuluma bir ev yapınız ve adını Hamd Evi koyunuz"der."[352]

Yine Rasulullah buyuruyor: "Yüce Allah şöyle der: Kulum benden ne bekliyorsa, ben ona veririm. Beni andığı zaman onunla beraberim. Beni içinde anarsa, ben de onu içimde anarım, bir toplulukta anarsa, onu o topluluktan daha hayırlı bir toplulukta anarım, bana bir karış yaklaşırsa, ona bir kulaç yaklaşırım, bana bir kulaç yaklaşırsa, ona bir metre yaklaşıım, yürüyerek bana gelirse, koşarak ona giderim"[353]

Bu, yeryüzünde müminlerin işleriyle yüce alemin ilgilenmesidir. "Arşı yüklenenler ve çevresinde bulunanlar rablerini överek teşbih ederler. Ona inanırlar. Müminler için "Rabbimiz! Bilgin ve rahmetin her şeyi içine almıştır. Tevbe edip senin yoluna uyanları bağışla, onları cehennemin azabından koru" diye bağışlanma dilerler."[354]

Bu, şehitlerin yüce Allah'ın yanında yaşamasıdır. "Allah yolunda  öldürülenleri  ölüler  sanma,  bilakis  rablerinin

yanında yaşıyorlar. Allah'ın bol nimetinden onlara verdiği şeylerle sevinç içinde rızıklanırlar, arkalarından kendilerine katılmamış kimselere, kendilerine korku olmadığını ve kendilerinin üzülmeyeceklerini müjde etmek isterler.Onlar Allah'tan olan bir nimeti, bolluğu ve Allah'ın müminlerin ecrini yok etmeyeceğini müjdelemek isterler. "[355]

Aynı şekilde bu, Yüce Allah'ın dini yalanlayanları, tağutları ve canileri ahirette cezalandırması, yeryüzünde verdiği refah içinde bir süreye kadar mühlet tanımasıdır. "Kafirlerin diyar diyar gezip refah içinde dolaşması sakın seni aldatmasın. Az bir yararlanm adan sonra onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü duraktır! "[356]

"Sakın zalimlerin yaptıklarından Allah'ın habersiz olduğunu sanma. Onları gözlerin belireceği bir güne sadece ertelemektedir. O gün başlan kalkmış ve gözleri kendilerine dönmeyecek şekilde sabit kalmış, gönülleri bomboş halde koşup duracaklardır."[357] "Onları bırak! Kendilerine söz verilen güne kavuşmalarına kadar dalıp oynasınlar. kabirlerinden çabuk çabuk çıkacakları gün, gözleri dönmüş, yüzlerini zillet bürümüş olarak sanki dikili

taşlara doğru koşarlar. İşte bu, onlara söz verilmiş olan gündür"[358]

Bu şekilde insanın hayatı yüce alemin hayatıyla, dünya ahiretle birleşmiş, ve iyilik ile kötülük, hak ile batıl ve iman ile inkar arasındaki savaşın alanı sadece yer yüzü olmaktan çıkmıştır Dünya hayatı da artık her şeyin sonu ve bu müc adelenin sonuçlanacağı dönüm noktası değildir. Aynı şekilde, hayat ve onunla ilgili her türlü zevk, acı, bolluk ve yoksulluk artık terazide en üstün değer değildir.

Yer bakımından alan genişlemiş, ölçü bakımından alan genişlemiş, değer ve tartılarda alan genişlemiş, mümin nefsin ufukları genişlemiş, ihtimamları büyümüş, buna karşın yeryüzü ve üzerindekiler, dünya hayatı ve onunla ilgili şeyler küçülmüş, gördüğü ufuklar ve hayatlar ölçüsünde mümin büyümüştür. Bu geniş, kapsamlı, büyük ve yüce iman anlayışının oluşmasında ashabı uhdûd öyküsünün rolü zirvede olmuştur.

Allah'a davet etme ve davetçinin her ihtimal karşısında alacağı tavır konusunda ashabı uhdûd Öyküsü ve genel olarak Burûc suresinin verdiği bir ışık daha vardır. Allah'a çağrı tarihi yeryüzünde davetçiierin ve davetlerin değişik sonuçlarına  tanık  olmuştur.   Nuh,   Hud,  Şuayb,     Lût kavimlerinin  yok  olmasına,   her  türlü  silah  ve  maddi destekten yoksun mümin topluluğun kurtuluşuna tanık olmuştur. Kur'an dah sonra kurtulan topluluğun hayatta ve yer  yüzünde  herhangi  bir  rolüne  deginmemiştir.   Bu Örnekler,   bazan   Yüce  Allah'ın,   yalanlayan   azgınların Dünyada biraz azap çekmesini istediği, ama tam ve büyük cezanın aheirette onları beklediğini gösterir.

Davetin tarihi Firavn ve askerlerinin yok oluşuna, Hz.Musa'nın ve kavminin kurtuluşuna tanık olmuştur, Hz.Musa'nın halkı tarihlerinde en iyi oldukları bir dönemde yer yüzünde egemenliğe kavuşmuşlardır. Halbuki bu halk tam istikamete ve Allah'ın dinini tam bir hayat nizamı olarak yeryüzünde egemen kılmaya hiçbir zaman ulaşmamışlardı. Bu örnek, diğer örneklerden farklıdır.

Davetin tarihi, Hz.Muhammed'e ve iman çağrısına karşı direnen müşriklerin yok oluşuna, inanın kalplerinde eşi görülmemiş biçimde zafer kazanmasıyla birlikte müminlerin tam bir zafer kazanmasına da tanık olmuştur. İnsanlık tarihinde Allah'ın dini ilk defa hayat nizamı olarak, öncesinde ve sonrasında benzerine insanlığın tanık olmadığı bir şekilde egemen olmuştur.

Gördüğümüz gibi tarih, ashabı uhdûd örneğine de tanık olmuştur. Geçmişte ve günümüzde iman tarihinde daha az meşhur olan başka öneklere de tanık olmuştur. Asırlar boyunca devam eden küçüklü büyüklü bu tür Örneklere tanık olmaya devam etmektedir.

Yakın ve uzak örneklerin yanında ashabı uhdûd örneğinin temsil ettiği örnek kaçınılmazdı. Müminlerin kurtulmadığı ve kafirlerin cezalandırılın adığı bu örnek kaçınılmazdı. Allah'a davet edenlerin Allah yolunda buna benzer bir sonla karşılaşacaklarını,işlerin kendi ellerinde değil, tamamen Allah'ın elinde olduğunu zihinlerine yerleştirmeleri için böyle bir örnek kaçınılmazdı.

Müminlere düşen, görevlerini yapmak ve gitmektir. Görevleri de Allahı seçmek ve ahireti dünya hayatına tercih etmek, dînden çevirme çabalarına karşı imanı korumak, aleme ve niyette Aîlah'a karşı samimi ve doğru olmaktır. Ondan sonra Allah, davetine ve dinine dilediğini yaptığı gibi, onlara ve düşmanlarına da dilediğini yapar, iman tarihinin tanık olduğu malum sona yahut kendisinin bildiği sonlardan birine götürür.

Müminler, Allah'ın yanında ücretle çalışırlar. O nerede, ne zaman ve nasıl çalışmalarını istiyorsa, öylece çalışırlar ve bilinen ücretlerini alırlar. Davetin her hangi bir şekilde sonuçlanması, oların lehine veya aleyhine değildir. Çünkü bu, ücretli işçinin işi değil, işin sahibinin işidir.

Ücretlerinden ilk taksidi gönül huzuru, bilinç üstünlüğü, tasavvur güzelliği, yanıltan ve şaşırtan etkenlerden ve her türlü ahvalde korku ve endişeden kurtuluş olarak alırlar. İkinci taksidi de, yüce alemde övgü olarak, ikram ve takdir olarak henüz bu küçük yer yüzünde yaşarken alırlar. En büyük taksit olarak da kolay bir hesap ve büyük bir mükafat olarak ahirette cenneti alırlar. Her taksitle beraber, hepsinden daha büyük olan Allah'ın hoşnutluğu vardır. Yüce Allah onları seçmiş, kudretinin aracı ve örtüsü yapmış, yeryüzünde onlara dilediğini yapar.

Kur"an eğitimi. İslamın ilk neslinde seçilmiş müslüman topluluğu bu aşamaya getirmiştir. Kur'an onları, kişiselliklerini bir yana bırakacak, kendileri baş aktör olmayı düşünmeyecek bir konuma çkarmıştır. Kendileri patron olmayıp işin sahibinin yanında ücretle çalışmış, her duruma ve her yapıya karşı Allah'ın seçtiğine razı olmuşlardır.

Rasululiahın verdiği eğitim de Kur'anın öğretilerine uygun yürüyor, dünya ve ahirette Aîlah dilediğini verinceye kadar belirlenen rolü oynamayı sürdürmeye, kalpleri ve bakışları cennete çeviriyordu. Rasululîah, Ammar'ı, anne ve babasını Mekke'de acıklı işkenceler altında inlerken görüyor, onlara sadece "Ey Yasir ailesi! Sabredin.Size cennet verilecektir" diyordu.

Habbab İbn Eret anlatıyor: Kabe duvarının gölgesinde yastık gibi yaptığı cübbesine başını koymuş olan Rasulullaha yakındık ve "Bizim için yardım istemez misin veya dua etmez misin?" dedik. Şöyle dedi:Sizden Önce adam alınıyor, kendisine çukur kazılıyor ve içipe atılıyordu. Sonra testere getiriliyor ve başının ortasından ikiye bölünüyordu. Eti ve kemikleri demir taraklarla taranıyordu, yine bütün bunlar  onu  dininden  uzaklaştırmıyordu.  Allah'a  yemin ederim,  Allah bu dini tamamlayacak,  süvari San'a'dan Hadramut'a   kadar  Allah'tan   başka   hiçbir  şeyden   ve koyunları için kurttan korkmadan gidecektir. Ama siz acele ediyorsunuz."[359]

Şüphesiz her yapı ve dunumun ötesinde Allah'ın bir bildiği vardır. Bu evrenin tümünü yöneten, başından sonuna kadar hepsini bilen, olaylarını ve ilişkilerini düzenleyen Allah, uzun seyir çizgisinde hikmetine uygun olan şeyleri elbette bilir.

Bazan o gün yaşayanların hikmetini anlayam adığı bir olayın hikmetini asırlar ve nesiller sonra bize açmakt adır. Herhalde o gün insanlar " Allahım! Bu olay niçin ve neden oluyor? "diye sormuşl adır. Böyle bir sorunun kendisi aslında müminin sakınmaya çalıştığı cehaletten başka birşey değildir. Çünkü her olayın arkasında bir hikmetin bulunduğunu mümin baştan bilmekte, tasavvurundaki alanın genişliği, zaman, yer,değerler ve ölçülerdeki boyutun büyüklüğü böyle bir soruyu düşünmesine baştan yer bırakmamakt adır. Onun için kaderin dönmesine uygun tam teslimiyet ve gönül huzuru içinde yürümektedir.

Kur'anı Kerim, bu emaneti yüklemeye hazır! adığı kalpleri yetiştiriyordu. Bu kalpler öyle sağlam, öyle soyutlanmış ve öyle güçlü olmalıydı ki,her şeye katlandığı ve herşeyini feda ettiği halde, bu Dünyada hiçbir şey beklemeli, ahiretten başkasına bakmamah, Allah'ın rızasından başkasını istememeliydi. Bu kalplar davetin muzaffer oması,islamın galip gelmesi ve müslümanların egemen   olması   karşılığı   da   olsa,   hatta   daha   önce yalanlayan zalimlerin cezalandırıldığı gibi Allah tarafından hepsinin yok edilmesi de olsa, hiçbir karşılık beklemeden yer yüzü yolculuğunun tümünü sıkıntı, meşakket, yoksulluk, fedakarlık,   azap   ve   ölüm   pahasına   yapmaya   hazır olmalıydı.

Yeryüzü yolculuğunda hiçbir karşılık beklemeden sadece veren, hak ile batıl arasında hüküm verme yeri olarak sadece ahireti gören böyle kalpler bulunduğu, verdiği sözde ve yaptığı biatta niyetinin doğruluğunu bildiği zaman, Allah onlara zaferi verir ve güvenir. Kalplerin sahipleri için değil, ilahi nizam emanetini yerine getirmek için bu nizamı ona emanet eder. Zaten Dünyada elde edeceği bir ganimet ve yer yüzünde kendisine verilecek bir ücret beklemediği için bu kalpler o emaneti yüklenmeye layıktır.Allah'ın rızasından başka bir mükafat beklemediği günden beri gerçekten bu emanete layık olmuştur.

Zafer ve ganimetlerden sözedildiği, yeryüzünde müşriklerin müminlerin elleriyle cezalandırıldığını belirten âyetlerin tümü Medine'de inmiştir. Bu işler müminin programının, beklenti ve arzusunun dışında kaldıktan, yani zafer geldikten sonra bu işlerden söz eden âyetler inmiştir. Çünkü Allah'ın iradesi, bu nizamın insanlık hayatında bir realitesinin olmasını istemiştir. Bu realite, ilahi nizamı, nesillerin gördüğü ameli bir olgu olarak ortaya koyacaktır. Onun için bu olgu, çekilen yorgunluk,sıkıntı, acılar ve fedakarlıkların karşılığı olmamıştır, sadece, Yüce Allah'ın, arkasında şimdi görmeye çalıştığımız bir hikmetinin bulunduğu bir takdiri olmuştur.

Her yerde ve her nesilde bu espiriyi Allah'a davet edenlerin   düşünmesi   gerekir.    Bu,   yol   işaretlerini kendilerine net olarak göstermeye yeterlidir. Sonucu nasıl olursa  olsun,  bu yolu sonuna  kadar almak isteyenlerin adımlarını  sağfamştıramaya  kafidir.   Ondan  sonra  hem daveti, hem kendileri için Allah'ın takdir ettiği olur. Kafa tasları ve parçalanmış cesetlerle döşenmiş, kan ve terle sulanmış bu kanlı yolda zafer veya galibiyete, yer yüzünde hak   ile   batıl   arasında   hüküm   verilmesine   dönüp bakmasınlar. Allah, daveti ve dini için kendileriyle birşey yapmak istiyorsa, elbette istediğini tamam yayacaktır. Ama bu   tamamlama,   acıların   ve   fedakarlıkların   mükafatı değildir. Çünkü mükafatın yeri yeryüzü değildir, sadece dilediğini   gerçekleştirmek   için   kullarından   seçtiği   bir topluluk eliyle davet ve nizamını yerleştirme takdirinin yerine gelmesidir. Allah'ın onları bu iş için seçmiş olması, onlara ikram olarak yeterlidir. Hayatın tümü ve yer üzü yolculuğunda meydana  gelen iyi ve kötü her şey, bu seçim ve takdirin yanında çok basit ve cılız kalır.

Bir gerçek daha vardır. Kur'anın ashabı uhdûd öyküsünden sonra söylediği "Onlara kızmalarının sebebi, sadece aziz ve hamid olan Allah'a İnanmalandır"sözü, bu gerçeğe işaret etmektedir. Her yerde ve her zaman Allah'a davet eden müminlerin üzerinde düşünmesi gereken bir gerçek.

Müminlerle düşmanları arasın adaki savaş, aslında başka bir şeyin savaşı değil, sadece inaç savaşıdır. Düşmanlarının onlardan hoşlanın adığı tek şey de imandır, onlardan nefret etmelerinin tek sebebi, inanmalarıdır.

Bu siyasi, ekonomik veya milliyetçilik savaşı değildir. Bunlardan biri için olsaydı, bu savaşı durdurmak ve Problemi çözmek kolay olurdu. Fakat bu,inanç savaşıdır. Va iman veya küfür, ya islam veya cahliyye savaşıdır.

Müşriklerin ileri gelenleri rasulullaha mal, iktidar ve servet teklif ediyor, buna karşılık inanç savaşını bırakmasını ve onlarla uzlaşmasını istiyorlardı. Onların isteklerine evet deseydi, haşa böyle bir şey yapmadı- İki taraf arasında kesinlikle bir savaş kalmazdı.

Onun için bu, inanç savaşıdır. Nerede bir düşmanla karşılaşırsa, müminlerin bu gerçeğe kesin olarak inanmaları gerekir.Başka bir şey için değil, sadece bu inanç için, "aziz ve hamid olan Allah'a inandıkları için", sadece ona itaat edip boyun eğdikleri için kafirlerin kendilerine düşmanlık yaptığını ununtmamaları lazımdır.

Müminlerin düşmanları, savaşın inanç için değil, başka bir şey için yapıldığını göstermeye çalışabililer. Savaşın siyasi,ekonomik veya kavim savaşı olduğunu söyleyebilirler. Bununla da müminlere savaşın sebebini değişik göstermek ve kalplerindeki inanç meşalesini söndürmek için yapabilirler. Ancak müminlerin aldanmaması ve bunun gizli bir amaç için gerçeklen çarpıtmaktan başka bir şey olmadığını bilmesi gerekir. Savaşın sebebini saptırmak isteyen kişiler, savaşta zaferin gerçek etkenini devredışı bırakmak isteyenlerdir. İster ashabı uhdûd olayında olduğu gibi ruhi alanda gerçekleşsin, ister îlk müslüman nesilde olduğu gibi ruhi alanın ürünü olan galibiyet ve egemenlik zaferi olsun, hangi çeşit olursa olsun, savaşın sebebini örtbas etmek isteyenler, aslında zaferin gerçek sebebini örtbas etmek isterler.

Sebebin örtbas edilmesine örnek olarak haçlı seferlerini görüyoruz. Uluslararası haçlı zihniyeti, tarihi tahrif ederek ve savaşın gerçek sebebini gizleyerek haçlı seferlerinin sömürgecilik amacıyla yapıldığını iddia eder. Hayır. Çok sonra ortaya çıkan sömürgecilik, orta çağda olduğu gibi yüzünü açıkça göstermeye cesaret edemeyen haçlı ruhunu örten bir maske olarak kullanılmakt adır. Bilindiği gibi haçlılar, Selah   addin Eyyubi ve Memluklu Turan  Şah'ın  komutasında  bulunan  değişik  milletlere mensup    müslümanların     inanç     kayası    üzerinde parçalanmışlardır.   Bu  milletler  milliyetlerini  unutmuş, inancını gözönünde bulundurmuş ve iman sancağı altında birleşerek galip gelmiştir. "Onlara kızmalarının tek sebebi, aziz ve hamid olan Allah'a inanmalarıdır". Yüce Allah doğruyu   söylerken,   gerçekleri   saptıran   ve   insanları aldatanlar, yalan söylerler."[360]

 

SON SÖZ

 

Kur'anda öncekilerin öyküleriyle İlgili çalışma burada tamamlanmış bulunmaktadır. Bu öyküler üzerinde uzunca durulmuş, enine boyuna incelenmiş, kapsamlı dersler tespit edilmiş ve çok yararlı anlamlar ve sonuçlar çıkarılmıştır. Bundan dolayı Allah'a hamd ediyoruz.

Bütün söylediklerimizde isabet ettiğimiz iddiasında değiliz. Çünkü hatasız kul olmaz, mükemmellik de ancak Allah'a mahsustur. Elimizden geldiği kadar gayret ettik ve doğruyu yakalamaya çalıştık. Bir hatamız olmuşsa, elbette elimizde olm adan meydana gelmiştir. Zaten yanılmak, insan oğlunun ayrılmaz niteliklerindendir.

Bu öykülerin vermek istediği bütün dersleri, ibretleri, öğütleri, anlamlan ve sonuçlan sonuna kadar tespit ettiğimizi de iddia etmiyoruz, buradabelirttiklerimiz dery adan bir damla ve Kur'anın engin ve zengin okyanusundan bir avuçtan öteye geçmez. Kur'an, bizlere tevazu içinde şu duayı okumayı öğretmiştir:" Rabbimiz! İlmimizi artır, eksiğimizi, bilmediğimizi ve yetersizliğimizi bize göster. Sen "İlimden size ancak az verilmiştir" buyurdun"

Müslümanları ve Kur'an erlerini Kur'anın bağlamı içinde bu öyküler üzerinde yeterince durmaya, derinden kavramaya çağırıyoruz. O zaman bizim yakalayanı adığımızı onlar yakalayacaklar, bulam adığımızı onlar bulacaklar ve dikkatimizi çekmeyen incelikler onların dikkatini çekecektir.

Kur'an âyetleri bize sunduğu dersler, ibretler, Öğütler, anlamlar,   sonuçlar,   işaretler,   incelikler   ve   delaletler bakımından   tükenmez  bir  hazine,   bitmez  bir  deniz, kurumaz  bir  pınar  ve  kiyamet  saatine  kadar  sürekli yenilenen bir lütuf tur.

Kur'anın gölgesinde uzun yaşama nimetini vermesini, anlam ve bereketlerinden bolca vermesini, fetihlerinden bizlere de açmasını dileriz, Kur'anı gönüllerimizin baharı, kalplerimizin aydınlığı, keder ve üzüntülerimizin gidericisi yapmasını dileriz. Gece ve gündüz onu okumayı, ondan bilmediklerimizi bize öğretmesini, unuttuklarımızı hatırlatmasını ve kiyamet günü delilimiz, hüccetimiz ve şahidimiz yapmasını dileriz. Bütün iyiliklerin lütfü ile tamamlandığı Allah'a hamd olsun. Onun rasulu ve kulu Muhammed'e ve yakınlarına selam olsun.[361]

 

KAYNAKLAR

 

Rifai Surur, Ashabu'l-Uhdûd, Daru Neşri't-Turasi'l-Arabi, Kahire, 1977

lbn Kesir, el-Bidaye ve'n-Nihaye, Mektebetu'l-Maarif,Beyrut, 1966

Muhammed    Reşid    Rıza, Tefsiru'I-Kur'ani'l-Hakim (TefsiruTMenar), Daru'l- Marife, Beyrutjkinci baskı.

Fahreddin Razi, et-Tefsiru'1-Kebir, Daru'I-Kütübi'l-Ilmiyye. Tahran

lbn  Cerir et-Taberi,  CamiuTBeyan an Tevili Ayi'l- Kur'an, DaruTMaarif,Mısır.

Kurtubi, el-Cami ü Ahkamı'1-Kur'an, Daru'l-Kitabi'l-Arabi, Mısır, 1067.

lbn  Zencele,   Huccetu'l-Kıraat,   Muessesetu'r-Risale, Beyrut, 1982

Celaleddin Suyuti, ed-DurruTMensur fi't-Tefsiri bi'l-Me'sur, Daru'1-Fikr, Beyrut, 1983

Suheyli, Ravdu'1-Unuf Şerhu Siyreti lbn Hişam, Daru'l-Kütübi' 1-Arabiyye, Mısır,

Nevevi, Şerhu'n-Nevevi ala Müslim, el-Mektebetu'l-Mısrıyye, Kahire

Sahihu Müslim, Daru'l-Fikr,Beyrut,

Abdulfettah Eu Gudde, Safahatun min Sabri'l-Ulema ala Şedaidi'-Ilmi ve Tahsilihi, Mektebetu Neşri'1-Matbuati'1-lslamiyye,1971

Ebu İshak Salebi, Araisu'l-Mecalis,el-Mektebetu's-Sakafiyy e, Beyrut.

Ahmed    Şakir,    Umdetu't-Tefsir    ani'l-Hafız    lbn Kesir,DaruTMaarif, Mısır.

El-Kummi en-Neysaburi, Ğaraibu'i-Kur'an ve Reğaibu'l-Furkan, Mustafa el-Halebi, Mısır. 1962

lbn Hacer Askalani, Fethu'1-Bari bi Şerhi Sahihi'l-Buhari, Daru'l-Marife, beyrut.

Seyyid Kutup, Fi Zilali'l-Kur'an,Daru'ş-Şuruk, Onuncu baskı, 1980.

" Mealim fi't-Tarik,Daru Dımaşk, Zemahşeri, el-Keşşaf,Daru'l-Fikr, Beyrut. Ahmed lbn Hanbel,Musned,Daru'l-Maarif, Mısır,1958.

Rağıb İsfahanı. el-Mufredat fi Ğaribi'l-Kur'an,Mustafa el-HaSebi, Mısır.

Ebu Cafer lbn ez-Zubeyr el-Ğırnati, Milaku't-Tevil el-Kati' li Zevi'1-llh ad Daru'n-Nahdati'1-Arabiyye, Beyrut, 1985[362]



[1] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/5-8.

[2] Bakara,101-103 (âyetin yukarıdaki şekilde çevrilmesi doğru değildir. Doğru çevirisi, İbni Kesir'in söylediği gibi, şöyle olmalıdır: "Süleyman'ın hükümdarlığı hakkında şeytanların söylediklerine uydular. Oysa Süleyman değil, şeytanlar kafir olmuşlardır. Babil'de Hârût ve Mârût meleklerine bir şey indirilmiş değildi ki kimseye bir şey öğretsinler ve 'biz sadece sınıyoruz/baştan çıkarıyoruz, sakın kafir olma' desinler ve karı ile koyayı birbirinden ayıran şeyleri insanlar onlardan öğrensinler. Zaten Allah'ın izni olmadıkça    kimseye    zarar   veremezler. Onlar kendilerine yarar sağlamayan, ama zarar veren şeyleri öğrenirler....." . âyet bu şekilde anlaşılsaydı, bunca yanlışa düşülmez ve bu kadar tutarsız yorumlar yapılmazdı. Ama öncül yanlış olunca sonuçlar da yanlış olduğu gibi, âyet yanlış anlaşılınca, yorumlar da aynlış olmaktadır. Bütün bu yanlış yorumlar ve açıklamalar, rivayetlerin Kur'ana değil, Kur'amn, rivayetlere uydurularak anlaşılmasından kynaklanmakt adır.

Taberi'nin ileride verilecek açıklama ve benzetmelerinin tutarlı olmadığını belirtmeliyiz. Çünkü anlattıklarına göre benzetme, iki şey hakkında bilgi edinmek veya bilgi vermek arasında değil, ikisini uygulamak arasında olmalıdır. Zira anlatılanlara göre melekler insanlara sihir hakkında teorik bilgi vermeyip sihir yapmayı, yani haram ve yapılması küfür olan bir işi öğretiyorlar. Evet,haram olan şeyler hakkında bilgi vermek ve bilgi edinmek, haram değildir. Ama bunların haram olduğunu halka öğretmek için peygamberler ve melekler aynı işleri uygulayarak göstermezler.

Örneğin, faizin, hırsızlığın, büyücülüğün , zinanın, vs. haram olduğunu anlatmak için faizcilik, hırsızlık, büyücülük, zina, vs. yapmazlar. Başka bir deyişle, bu işlerin haramiığını anlatmak veya öğretmek için onları uygulamalı olarak yapmazlar. Peygamberler, emredilen şeyleri yaparak, yasaklanan şeyleri de yapmayarak öğretirler ve örnek olurlar. Onun için sihrin haram ve küfür olduğunu göstermek için meleklerin bunu uygulayarak halka Öğrettiklerini söyleyen Taberi'nin ve başkaların görüşüne katılmak mümkün değildir, âyet, yahudilerin Hz.Muhammed'e düşmanlık yapmalarının çirkin huylarından olduğunu belirtir. Nitekim Hz.Süieyman'ın peygamberlik ve hükümdarlığı hakkında çirkin şeyler söyleyip emrinde çalıştırdığı şeytanlarla işbirliği yapmışlar, hükümdarlığını kötülemişler, bunun için Babıl esareti zamanında öğrendikleri sihir gibi birtakım numaralara başvurmışlardır. Gerçekte yahudilerin söylediği gibi Babil'de Harut ve marut adında ne melekler olmuş, ne insanlara sihir öğretmiş, ne de böyle bir sakındırma olmuştur. Zaten Harut ve Marut isimleri, Babil halkının isimlerinden değil, yahudilerin Dâvûd, Talût, Câlût, gibi kendi isimlerindendir. Meleklerin Babii'de insanlara sihir öğrettiği senaryosunu kendileri uydurmuşlardır. Âyet, onların bu düzenbazlıklarına bir cevaptır. Onun için âyeti yanlış anlayan Taberi ve benzeri önceki alimlerin ve yazarın açıklamalarına katılmıyoruz, (çeviren). Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: III/9-10.

[3] Bakınız,   Taberi   Tefsiri,2/427-430,Tahkik,   Ahmed   Şakır.Suyuti,   ed-Durru'l-mensur,1/238-249, ibn Kesir. Tefsır,1/138-142,İmam Ahmed, Musned,9/29-34,  hadis no.6178, tahkik, Ahmed Şakir. Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: III/10-12.

[4] İbn Kesir, Tefsir.1/141

[5] Ibn Kesir, el-Bidaye ve'n-Nihaye,1/37

[6] İbn Kesir, ei-bidaye ve'n-Nihaye,1/38

[7] Taberi Telsıri,2/434,dipnot, Tahkik Ahmed Muhammed Şakir.

[8] Umdetu't-Tefsir, 1/192, dipnoi

[9] Age.1/197,dipnot

[10] Musnedu Ahmed,9/32,tahkik, Ahmed Şakir.dipnot. Açıklamaların tümü için bak iniz. 9/29-33, dipnot

[11] Seyyid Kutup, Fİ Zila!i'l-Kur'an,1/97 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: III/12-15.

[12] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/15-17.

[13] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/17-19.

[14] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/19.

[15] Bakınız, Umdetu't-Tefsir,1/192

[16] Umdetu'i-Tefsir.1/192, dipnot Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: III/19-20.

[17] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/20-21.

[18] raberiTefsiri,2/409

[19] Taha, 71

[20] Taberi tefsiri, 2/411-412

[21] Umdetu't-Tefsir, 1/193 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: III/21-23.

[22] ibn Hacer Askalani, Fethu'1-Bari,7/217 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: III/23-24.

[23] Taberi Tefsin,2/419

[24] Taberi, Age.2/420

[25] Taberi.Age.2/421

[26] Umdetu't-TefsiM/194

[27] Taberi Tefsiri, 2/422,dipnot. Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: III/24-26.

[28] Taberi Tefsiri,2/422-423

[29] Taberi Tefsiri,2/426-427 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: III/27-28.

[30] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/28-29.

[31] Araf, 166

[32] Ta ha, 66

[33] Şuara, 221

[34] el-Mufredat,226

[35] Herhalde insanlar arasında büyücülerin yaptığı ve kimi insanların inandığı büyü bu olsa gerektir.  Bunun dışında anlatılanlar, onun değişik versiyonlarından ibaret görünmektedir. Görüldüğü gibi bu da ancak aklı ve ruhu hasta olanlarla ilgili bir meseledir. İnancı, aklı ve yetenekleri yerinde olan insanların bu şeylerin etkisi altında kalması sözkonusu değildir.  Razi, bu kadar gereksiz ve tutarsız şeyi anlatacağına, sadece Kur'an'm söylediklerini insanlara açıklasaydı çok daha iyi yapmış olurdu. Onun için öncekiler, Tefsir kitabı için "içinde tefsirden baka herşey vardır" boşuna dememişlerdir, (çeviren).

[36] Razi, et-Tefsiru'l-Keir,3/206-213 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: III/29-31.

[37] Taberi Tefsiri,2/436

[38] Herhalde Ehli Sünnet adına anlatılan bu tür söylentilere eşeklerden başkası inanmaz, (çeviren).

[39] Razi, et-Tefsiru'l-Kebir,3/213, özet

[40] İbn Hacer Askafani,Fethupl-Ban,l0/222-223 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: III/31-33.

[41] Buhari, Kitabu'Mıb.47, Sihir babı,  hadis no,5763

[42] Buhari, Kitabu't-Tıb, 49 Büyü çıkarılır mı? babı,  hadis rıo,5765

[43] Fethu'l-Bari,10/227

[44] Fethı/I-Bari, Aynı yer.

[45] Fethu'l-Bari,10/226

[46] Fethu'i-Bari, 10/227

[47] buradabirkaç satırlık dil açıklamaları çevrilmemiştir, (çeviren).

[48] Beyhaki, De!alilu'n-Nubuwe,7/94, Fethu'l-Bari.10/230

[49] Hz.Muhammea'in düşmanları laralından büyülendiğini kabııi etmek hem din, hem akı! açısından doğru değildir. Söyle bir olayı kabul etmenin mümkün olmadığının sebeplerinden şunlar sayılabilir, a-Yasar, hadis kitaplarında geçti diye bu olayın doğruluğunu savunmak! adır. Oysa hadis kitaplarında doğru olmayan nice şeyler geçmektedir. Dolayısıyla genelleme yapmak doğru değildir. b- Her şeyden önce Kur'anın âyetlerine aykırıdır. Kur'an 'Allah seni insanlardan korur" (Maide,67j der. Bu korumanın vahyin selameti için hem bedenen.hem ruhen olması gerekir, âyet geneldir. Onun için korumanın sadece bedenle ilgili veya ruhla ilgili olduğunu söylemeye kimsenin hakkı yoktur. Bu koruma şeytanlardan olduğu gibi insanlardandır da. Nitekim şeytanların vahyi bulandırmak için yapacakları girışmleri Allah'ın boşa çıkardığını âyetler belirtmektedir. Mesela "Senden önce gönderdiğimiz hiçbir elçi ve peygamber yoktur ki. bir şeyi arzul adığı zaman, şeytan onun arzusuna vesvese karıştırmanı iş olsun. Allah şeytanın karıştırdığını siler, sonra âyetlerini yerleştirir. Allah her şeyi bilen, her şeyi yerli yerinde yapandır. Allah, şeytanın karıştıracağı şeylerle kalplerinde hastalık bulunan ve kalpleri kasKatı olan kimseleri imtihan eder Zalimler şüphesiz derin bir ayrılık içindedirler."(22 Hac/53) c-Müşrıkler vahyin başlangıcından beri peygambere inanmamak için bir dizi suçlam ada bulunmuşlardır Bunlardan biri de Peygamberin büyülü ve getirdiği vahyin büyü olduğu iftirasıdır. Mesela, "Siz sadece büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz..." (İsra,47), "Bu zalimler, inananlara. Siz sadece büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz, dediler" (Furkan.S). "Bu apaçık bn büyüdür. Öldüğüm üz, toprak ve Kemik olduğumuz zaman, önceki babalarımız yahut biz mi dıri!et1;egız?derler" (Şarlat,15) Butun peygambeılere gönderildikleri insanlar aynı suçlamayı yapmışlardır "Onlardan öncekilere ne zaman bir peygamber gelirse, büyücüdür veya delidir, eterlerdi." (Zariyat.52) Hz Peygamberin büyülendiğini söylemek, müşrklerin iddialarını doğrulamak olur.

d-Büyülendiğin i savunanlar büyünün akıl ve ruhunu değil, beden ve organlarını etkilediğini söylerler. Oysa yapmadığı bir işi yaptığını hayal etmesi ve eşleriyle yatm adığı halde yattığını sanması psikolojik bir anormillik değil midir? Acaba o durumda iken, yanındakilere "Bana şu âyetler vahyedıldı. deyip yazdırsaydı. Oradakiler "Hayır, sen büyülenmişsin, ne söylediğini bilmiyorsun" mu diyeceklerdi? Vefatından önce yanında bulunanlara" Kağıt getirin, size sapmayacağınız bir öğüt yazdırayım" dediğinde Hz Ömer'in "O, hasta halinde ne söyleyeceği belh değil" dediği gibi, yazdıracağı vahyi yazmayı red mi edeceklerdi? iddia edildiği gibi, sözkonusu û nasihati yapmasına fırsat verilmemesi yüzünden ümmet arasında bugüne kadar ihtilaf hâla sürmektedir Onun için büyülendiğini savunanların bu konuda savunmaları tutarlı değildir. e-Müşrikler vs hıristiyanından yahudısine kadar bütün düşmanları büyü ile etkileyip Peygamberi hasta edebildiklerine inansalardı, bu Kadar zayiat vermek ve savaşlarda hem canlarını hem mallarını , hem iktidarlarını yitirmek yerme, sürekli ona büyü yapar ve gözünü açtırmazlardı. Nasıl olsa düşmanı saldışı eden, hatta, yukarıdaki açıklamalarda sözde Ehil Sünnetçilik yaparak Büyü ile insanın hayvana dönüştürülebileceğini iddia edenlerin iddia ettiği gibi. şeklini başka bir varlığa dönüştürür ve bütün insanlara teşhir ederek amansız düşmanlarından külfetsiz ve kestirmeden kurtulmuş oluılardı. Nasıl olsa, böyle ucuz ve sonuç alıcı yolu bulmuş ve fırsat ellerine geçmişti.

1-Büyünün gözbağcılıktan öte bir gerçekliğinin bulunm adığmı ve hem psikolojik, hem bedensel olarak insanların vücutları üzerinde etkisinin olmadığını söyleyenlerin düşünceleri daha doğru ve Kur'anın söylediklerine daha uygundur. Kur'an, Firavun'un büyücüleri için "İnsanların gözlerini büyülediler" (Araf, 118) der. Çünkü büyü. gözbağcılıktan ibaret olup yalnız o an için insanları etkilemektedir. O an geçtikten sonra insanlar üzerinde etkisi kalmaz.

ğ-Büyücül erden korunmak için indirildiği iddia edilen Nâs ve Felak sureleri daha Önce Mekke'de inmiştir. ■ Hz Peygamberin büyülenedığini belirtmek için söylenen bütün bu şeyler. Kur'anın ve Hz.Peygamberin korunması içindir Çün<<ij Rasulullahın güvenilirliğinin gölgelenmesi. Kur'anın. Peygamberin ve hadislerin gölgelenmesi demektir. Dine hiçbir katkısı bulunmayan veya bir prensibinin inkarını veya kabulünü sağlamayan, aksine dinin peygamberini tartışmalı duruma düşüren bu tür rivayetlerin doğru olmadığını söylemek, acaba dine veya olduğunu söyleyenlerin dine olan bağlılıklarına bir eksiklik mi getirir?! Rivâyetperestlik adına Kuranın ve Peygamberin kendisini tartışmalı yapmanın ne anlamı vardır! (çeviren).

[50] Nevevi. Şerhu'n-Nevevj ala Sahihi Muslim,14/174-175. buradan itibaren iki sayfa çevrilmemiştir,   (çeviren). Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/33-40.

[51] Araf, 155

[52] Fi Zilali'l-Kur'an, 1/97-98

[53] Mûlk,2

[54] Furkan.20 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: III/40-41.

[55] Kıyame,39

[56] Bakara, 35. Zevce, sözcüğü çok fasih bir kelime değildir.Çoğulu zevcat gelir. Şair, kızlarım ve zevcem hıçkıra hıçkıra ağl adılar, demiştir. Zevç sözcüğünün çoğulu ise, esvac geiir.

[57] Zariyat,49

[58] Mufredat,215-216

[59] Bakara. 232

[60] Ahzab,6

[61] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/41-43.

[62] Müslim,Kitabu Sıfati'l-Munfıkin,16,Şeytanın kışkırtması kısmı, hadis no,2813

[63] Taberi Tefsiri,2/447

[64] Seyyid Kutup, FiZilali'l-Kur'an, 1/97

[65] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/43-46.

[66] Taberi Tefsiri,2/449-450

[67] Seyyid Kutup.Fİ Zilal,1/96

[68] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/46-48.

[69] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/48-50.

[70] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/50-51.

[71] Bakara, 259 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: III/52.

[72] Suyuti, ed-Durru'I-Mensur,2/27-29

[73] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/52-56.

[74] Ümmi   olmak,   okur  yazar  olmamak  anlamına  geldiği  gibi,   kitap  ehlinden olmamak.yani Arap olmak anlamına da gelir, (çeviren).

[75] Taberi Tefsiri,5/441-442 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: III/56-57.

[76] Fi Zilali'l-Kur'an,1/299 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: III/57-58.

[77] Bakara,258-260

[78] Fi Zilali'l-Kur'an,1/296 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: III/58-59.

[79] Fi Zilal, 1/299

[80] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/59-61.

[81] Fi ;ilali'l-Kur4an,1/300

[82] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/61-63.

[83] Muminun,99-100

[84] Yasin,49-50

[85] Müslim, Kitabu'l-İmara,33, Şehitlerin ruhlarının cennette olduğu babı, hadis no, 1887.

[86] Bakara, 55-56

[87] Bakara,243

[88] Kehf,25 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: III/63-65.

[89] Sebe',7-8

[90] Ahkaf,33

[91] Fussulet,3S

[92] Hac,5-7

[93] Yasin,78-82

[94] Rum.27

[95] Enam,60

[96] Zumer.42

[97] Bakara,243

[98] Bakara,260

[99] Bakara, 259

[100] Kehf,12. (Bundan sonra âyetin değişik okunuşları ile ilgili dil açıklamalarını içeren dört sayfalık bir bölüm, anlatım akışının bozulmaması için çevrilmemiştir, (çeviren) Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: III/65-69.

[101] Fi Zilain-Kur'an.1/300

[102] Kât. 6

[103] Ğaşiye,17-20 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: III/69-72.

[104] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/72-73.

[105] Fi Zilatil-Kur'an,1/300-301 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: III/73-76.

[106] Maide,27-32 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: III/77-78.

[107] Araf, 17-18

[108] Araf.27

[109] Fatır,6

[110] Ahmed ibn hanbet, İbn Hibban.ibn Sa'tJ.Ebu   Dâvûd et-Tayalisirivâyet etmiştir, (Kur'anda verilen isimler dışında peygamberlerin sayısı Üs ilgili verilen bu ve başka rivayetler zayıf olup alimier tarafından eleştirilmiştir(çeviren).

[111] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/78-79.

[112] Bu anatımlar Kitap Ehli'nin israiliyat kültüründen alınmıştır. Olayların büyüklüğünü anlatmak için yapılan abartmalardır. Nitekim incil'de Hz.İsa'nın sözde çarmıha gerilip ölmesi anında yerin ve başka şeylerin sallandığı ve olanğaüstü olayların meydana geldiği şöyle anlatılır: "Fakat isa, yüksek sesle bağırarak ruhunu teslim etti. O zaman mabedin perdesi yukarıdan aşağıya kadar ikiye ayrıldı. Yer sarsıldı, kayalar yarıldı, mezarlar açıldı ve birçok azizin cesetleri dirildi." (Matta, 27/50-52).

[113] Bu israiliyat haberler için bakınız.Sealıbi, Araisu'l-Mecafis.37-41, Suyuti, ed-Durru'l-Mens ur, 3/54-64 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: III/79-83.

[114] Muhammed Reşid Rıza, Te(siru'i-Menar,6/341

[115] BatİT-Kur'ân ,2/875 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: III/83-85.

[116] Buhari. kİtabu'l-Enbiya.eO, Âdem'in yaratılışı kısmı, 1, hadis no,3335, Müslim,kitabu'l-Kasame,28, öldürmeyi ilk başlatanın günahı kısmı,8, hadis no, 1677

[117] "Ne zaman haksız yere bir kişi ölöürülürse, Âdem'in öidüren oğluna da o günah kadar günah yazılır, çünkü iik öldürmeyi kendisi yapmıştır" rivayeti, Kur'anın "Herkesin kazandığı kendisinedir, kimse başkasının yükünü taşımaz"(Enam,164, isra,15, Fatır,18, Zumer,7) âyetlerine aykırıdır. İyilik ve kötülük olarak kim ne işlerse sadece kendisini ilgilendirir. Kimse başkasının yaptığından sorumlu olmaz. Başkaların işlediği öldürme günahı kadar günahın ilk öldüren kişi olarak Kabil'e gideceğini söyleyen anlayış, Âdem'in yasak ağaçlan yiyerek kazandığı günahın soyundan gelen bütün insanlara geçtiğini ve bu günahtan kurtulmaları için isa'nın kefaret olarak çarmıha gerildiğini iddia eden Hıristiyan anlayışının İslam kültürüne yapılmış adaptasyonundan başka bir şey değildir. Hz.İbrahim ve Hz.Musa'ya verilen kitaplarda da kimse kimsenin günahını çekmeyeceği belirtilmiştir: "Yoksa Musa'nın ve sözünü yerine getiren ibrahim'in kitaplarında olanlar kendisine bildirilmedi mi ki? Hiçbir günahkar başkasının günah yükünü yüklenmez ;"(53 Necm,36-38).(çeviren).

[118] Müslim, kitabu'z-Zekat 12,S adakayı teşvik strne kısmı,20, hadis no,1017, kitabu'l-iim,47,kim iyi veya kötü çığır açarsa, kısmı,6, hadis no,1017. (islamda iyi veya kötü çığır açmak, ancak dinin hüküm belirtmediği şeylerde ve yerlerde olur. Çünkü dinin hüküm belirttiği yerlerde alternatif başka bir şey söylemek, bidat ve haram oiup sahibini cehenneme götürür. Dinin hüküm belirttiği şeylere aykırı söyienen her şey bidattir ve her bidat sapıklık olup sahibini cehenneme götürdüğünü hadisler açıkça belirtmektedir. Örneğin, "Her bidat sapıklıktır ve her sapıklık ateştedir". Bakınız. Müslim, cuma,43, Ebu Dâvûd, sünnet,5, Nesai, iydeyn,22, ibni Mace, muk  addime,22, Darımi, muk  addine, 16,23. (çeviren). Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: III/85-88.

[119] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/88.

[120] Fi Zilali'l-Kur'an,2/875 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: III/88-89.

[121] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/90-91.

[122] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/90-91.

[123] Fi Ztlali'l-Kur'an.2/874

[124] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/91-92.

[125] Hac.36-37.

[126] Müslim, Kitabu'l-Birri ve's-Sıla,45,Müslümana haksızlık yapmanın haramlığı kısmı,10, hadis no,2564

[127] Furkan,23

[128] Bu sözler için bakınız, ed-Durru'l-Mensur,G/56-57. Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: III/92-95.

[129] Fussilet.34-35 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: III/95-96.

[130] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/96-97.

[131] Mulim, Kitabu'IFiten.52, iki müslüman kılıçlarıyla çarpışırsa kısmı,4   hadis no,2888

[132] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/97-99.

[133] Tefsiru'l-Menar-,6/345 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: III/99-101.

[134] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/101-102.

[135] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/102-105.

[136] "Herhalde "Buna kargalar güler" sözü, o zamandan beri vardır, (çeviren).

[137] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/105-106.

 

[138] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/106-107.

[139] Yazar, katilin bulun insanları öldürmüş gibi olması, onların tümünü teker teker öldürmesi açısından değil, ondan sonra sahip olacağı öldürme psikolojisi açısından olduğunu söylemektedir. Yerinde bir tespit olabilir. Ancak bunun, bir kişi öldürdüğünde kısas olarak öldürüleceği gibi bütün insanları öldürdüğünde de kısas olarak öldürülüleceği ve haksız yere ister bir kişiyi öldürsün, ister bütün insanları öldürsün,ebedi cehennemlik olacağı anlamında alınması daha doğru olur diye düşünüyoruz, (çeviren).

[140] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/107-110.

[141] Gerek geçmişte, gerekse günümüzde israiloğullarımn insanları çokça öldürdüğü bilinen bir gerçektir. Bugün Filistin'de kadın erkek, /aslı çocuk, suçlu suçsuz demeden insanları nasıl öldürdüğünü bütün dünya görmekte ve okumakt acfır. Bütün bunlarla beraber âyette "Bu sebepten israiloğullarına yazdık" ifadesinin anlamı, herhalde Allah'ın bu hükmü ilk kez Tevrat'ta veya İsrailoğullarına gönderdiği Zebur gibi başka bir kitapta yazması ve onlara böyle özel bir ceza vermesidir, (çeviren) Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: III/110-111.

[142] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/111-114.

[143] Araf,175-177 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: III/115.

[144] Taberi Tefsiri,13/264-267, tahkik, Mahmud Şakir. Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: III/115-118.

[145] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/118-119.

[146] Seyyid Kutup, Fi Züali'l-Kur'an.3/1397 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: III/119-120.

[147] Taberi Tefsiri, 13/3,59

[148] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/120-121.

[149] Fi Zilali'l-Kur'an,3/1396-1397

[150] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/121-125.

[151] Fi Zilalipl-Kur'an,3/1397-1399.

[152] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/125-129.

[153] Hucurat,7

[154] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/129-130.

[155] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/130-131.

[156] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/131-132.

[157] Taha,50

[158] A'!a,3

[159] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/132-134.

[160] Cuma,5

[161] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/134-136.

[162] Seyyid Kutup, Fi Zi1ali'1-Kur'an,3/1399 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: III/136-138.

[163] Abdultettah Ebu Gudde, Safahat min Sabri'l-Ulema,95-96 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: III/139-141.

[164] Lokman, 12-19 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: III/142-143.

[165] Suyuti, ed-Durrul-Mensur,6/509-512

[166] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/143-146.

[167] SLyuti, ed-Durru'l-Mensur,6/512-t;20

[168] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/146-150.

[169] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/150-151.

[170] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/151.

[171] al-Mufredat,126-127

[172] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/151-153.

[173] Bakara, 231

[174] Bakara, 251

[175] Bakara, 268-269

[176] aii imran, 48

[177] Nisa, 113

[178] Nisa, 54

[179] Lokman, 12

[180] MaWe,11

[181] İsra, 36

[182] Zuhruf, 63

[183] S ad, 20

[184] Ahzab,34

[185] Bakara, 129

[186] Bakara, 151

[187] Aliimran,164

[188] Cuma,2

[189] Nahl,125

[190] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/153-156.

[191] el-Müfredat,265-266

[192] Ğaraibu'l-Kur'an,21/49

[193] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/156-158.

[194] Furkan, 74

[195] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: III/158-159.

[196] Fi Zilali'l-Kur'an.5/2789

[197] Hud, 116-117

[198] FiZilali'l-Kur'an,5/2790 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: III/159-165.

[199] İbrahim, 7

[200] Enam, 82

[201] Müslim, kitabu'l-İman,56, îmanın doğruluğu V    nı, hadis no,197

[202] Bakara, 254

[203] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/166-176.

[204] Sebe'Iiler, Hz.Süleyman zamanına raslayan bir dönemde Yemen'de güçlü bir devlet ve  medeniyet kurmuş bir halktır, (çeviren).

[205] Seyyıd  Kutub'un  ileride belirtilecek olan tespitine katılarak  öykünün Sebe' Suresinde anlatılan bölümü ile Nemi suresinde anlatılan bölümünün kitaptaki yerleri tarafımızdan değiştirilmiştir, (çeviren).

[206] Neml.20-44 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: III/177-179.

[207] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/179-180.

[208] Sebep,15-21 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: III/180-181.

[209] Bu bilgiler ve ayıntılar için bakınız: ibn Kesir, el-Btdaye ve'n-Nihaye,2/158-162, Tefsiruİbn Kesir.3/530-535, Suyuti, ed-Durru'l-Mensur,6/68G-691.

[210] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/181-185.

[211] Fi Zilali'l-Kur'an.5/2900 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: III/185-186.

[212] Ahmed, Tabarani ve Hakim rivayet etmiştir, ibn kesif senedinin sahih olduğunu söylemiştir.imam Ahmed'in Müsned'inde İbn Abbas   hadislerini tahkik eden Ahmöd   Şakir   de   senedinin   sahih   olduğunu   belirtmiştir.Bkz.Musnedu Ahmed,4/322,   hadis no,2900, tahkik, Ahmed Şakir.

[213] İbn kesir, Tetsir,3/532 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: III/186.

[214] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/187-188.

[215] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/188.

[216] Kehf,32-33

[217] Kehf,42

[218] Kalem, 17-20

[219] Şuara, 57-59

[220] Şuara,132-135

[221] şuara,146-l50

[222] Bakara,266

[223] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/188-190.

[224] İbrahim,7

[225] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/190-192.

[226] Sakınız, Rağıb Isfahani, el-Mu(redat,308

[227] Mahl,112 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: III/193-194.

[228] Tevbe, 55 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: III/194-195.

[229] Tefsirulbn Kesir,3/533

[230] Fi Ziiali'i-Kur'an,5/2901 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: III/195-196.

[231] Ketli,8B

[232] 3İ-Mufredat.93

[233] Nebe,21-28

[234] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/197-198.

[235] Abese, 17

[236] el-Mufredat,434,özet olarak.

[237] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/198-200.

[238] R Zilali'l-Kur'an.5/2901-2902

[239] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/200-202.

[240] Muminun,44

[241] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/202-204.

[242] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/204-206.

[243] Yusuf,105

[244] İbrahim, 7

[245] jbrahim,5

[246] Lokman,31

[247] Sebe'. 19

[248] Şura,32-33

[249] sebe'. 13

[250] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/206-209.

[251] Sebe',20

[252] Araf,16-17

[253] isa. 63-65

[254] Fatır,6

[255] Enlal,48

[256] !brahim,22

[257] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/209-212.

[258] Yazann bu genellemesi ce doğru değildir. Çünkü bugüne kadar kadın olduğu için toplumunu hezimete götüren belki de bir kadın yönetici yoktur ama, korkak ve beceriksiz, hatta hain olup toplumlarını hezimete ve felakete götüren nice erkek yöneticiler vardır. Hatta tarihle ve günümüzde bildiğimiz birçok erkek yöneticiden daha kahraman ve yiğit olan kadın yöneticiler vardıt. Aslında bu durum, sadece düvlei başkanı olan yöneticiler için değil, toplumun her aşamasındaki yöneticiler için de geçerlidir çeviren.

[259] Kitaptan bilgisi olan biri, Hz.Süleyman'tn kendisidir. Çünkü anlaşıldığı kadarıyla kitaptan maksat, herhalde harikalar tekniğini anlatan kitap değil. Allah'ın indirdiği kitaptır, yani vahiydir. Böyle olunca, kitap bilgisine sahip olan biri, Hz.Süleyman olmaktadır. Bu mucize ile cinlere ve emrinde çalışan diğer varlıklara karşı büyüklüğünü de göstermiş  olmaktadır, (çeviren).

[260] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/213-225.

[261] Yasin, 13-29 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: III/226-227.

[262] Bu ayrıntılar için bakınız.Kurtubi, 15/13-23, Sealibi, Araisu'l-Mecalis,363-366

[263] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/227-230.

[264] Fi Zila!i'l-Kur'an,5/2961 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: III/230-232.

[265] R zilali'l-Kur'an.5/2956

[266] FiZiiain-Kur'an,5/2957

[267] Fi Zilali'l-Kur'an,5/2960 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: III/232-233.

[268] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/233-234.

[269] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/234.

[270] Tefsiru'r-Razi,26/51

[271] Fi zilall'l-Kur'an.5/2961

[272] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/235-236.

[273] Zemahşeri, el-Keşşaf,3fll7-318

[274] Kasas,34-35

[275] Kasas,35

[276] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/236-238.

[277] Fi ZilalH-Kur'an,5/2961

[278] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/238-240.

[279] Geçmişte kafir halkların peygamberlere söyledikleri ile peygamberlerin öğretileri doğrultusunda hayatını yaşamak isteyen insanlara çağdaş kafirlerin söyledikleri birbirine ne kadar benziyor! Onlar peygamberlerin uğursuzluk getirdiğini, kötülük ve zarara yol açtıklarını, toplumu böldüklerini söylerken, torunları da peygamberlerin yolundan gitmek isteyen müminlere "Siz toplumda gerilim yaratıyorsunuz, toplumun huzur ve barışını bozuyorsunuz, bu davranışınızla insanları birbirine düşürüyorsunuz, biz sizin din istismarı yaptığınızı düşünüyoruz, bizim yaşlılarımız, köydeki vatandaşlarımız, evdeki ninelerimiz zamanında böyle şeyler yoktu, siz geldiniz uğursuzluk getirdiniz, fitne çıkardınız " derler. Peygamberler ve gönderildikleri milletlerin tavrı ile, peygamberlerin yolundan gitmek isteyenler ile onlara karşı çıkan milletlerin tavrı birbirine ne kadar da benziyor! "Öncekiler sonrakilere böyle mi vasiyet ettiler? Hayır, hayır, bunlar azgın bir millettir. "(51 Zariyat/53}. (çeviren).

[280] Neml.47

[281] Araf, 130-131

[282] Nisa, 78

[283] Keşşaf,3/318

[284] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/241-244.

[285] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/244-246.

[286] Fi Ziiaii'i-Kur'an,5/2962 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: III/246.

[287] fi zilalip!-Kur'an,5/2962-2963 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: III/246-247.

[288] Tefsiru'r-Razi,26/54-60~"özet. Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: III/247-251.

[289] Kasas,20

[290] İbnu'z-Zubeyr, MilakuVTevi!,2/756-758.özet. Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: III/251-253.

[291] Mümin,28

[292] Ahzab,23

[293] Nur,36-37

[294] Tevbe,108

[295] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/253-254.

[296] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/254.

[297] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/255-257.

[298] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/257-258.

[299] Teisifu'l-Kurtubı, 15/19

[300] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/258-260.

[301] Tefsiru'l-Kurtubi, 15/20. (Acaba halk kendisini şehit etmeye çalışırken yanındaki elçilerden veya müminlerden biri ile bu şekilde konuşmuş ve Kur'an o konuşm adan bu sözleri almış olamaz mı? Çünkü Allah'ın dini yolunda Öldürülenlerin bağışlanacaklarını ve cennete gireceklerini din zaten müjdelemiştir, adamın sözleri halkına bir uyarı ve bir durum tespiti olarak algılanamaz mı? Çeviren.)

[302] Keşşaf,3/319-320. Başka tefsirciler Zemahşeri'nin aynı sözlerini almışlar. Mesela bkz.Kurtubi, 15/20. Tefsirlerin nasıl değerlendirileceğini anlamak için karşılaştırma yapılabilir.

[303] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/260-262.

[304] Hud.67-£

[305] Hud,94-S5

[306] Hicr, 74-75

[307] Ankebut,38-40

[308] Zemahşeri, el-Keşşaf,3/320

[309] Fi Zilali'l-Kur'an,5/2964

[310] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/262-265.

[311] Yasin,30-32

[312] Yüce Allah, zalim ve kafirlerin yokedilmesine üzülmediğini şöyle belir! m ektedir: " Orada nice bahçeler,   pınarlar, ekinler, güzel konaklar, eğlenip durdukları nimetler terkettiler. Bu şekilde bırakıp gittiler ve onları başka bir millete miras bıraktık. Onlar için gök ve yer gözyaşı dökmedi, onların ertelenmesi de sözkonusu olmadı" (Duhan,25-29). (çeviren).

[313] R Zilali'l-Kur'an,5/2966-2967

[314] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/265-267.

[315] Burûc suresi. Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: III/268-269.

[316] Fi Zilalip[-Kur'an,6/3871

[317] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/269.

[318] Fi Zilalı'l-Kur'an,6/3873

[319] Fetih,8

[320] Hud. 103

[321] Fi Zııafi'l-Kur'an.6/3873 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: III/269-271.

[322] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/271-272.

[323] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/272-273.

[324] Burûc,8-9

[325] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/273-274.

[326] Araf, 126

[327] Maide,59

[328] Tevbe,74

[329] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/275-276.

[330] Tevbe, 8-10

[331] Arat,' 124

[332] Tafıa, 71

[333] Çağdaş liravnların zamanında müslümanlara karşı işlenen cinayet ve barbarlıklar hakkında bilgi  için  bakınız.  Zeyneb Gazali,     Eyyamun  min  Hayati  (Zindan Hatıraları); Ahmed  Raıf,  el-Bevvabetu's-Sevda'(Siyah Kapı); Kema! Fermavi, Yevmiyyâtu Secîn fi's-Sicni'l-Harbi (es-Sicnu'l-Harbi Cezaevinde bir Mahkumun Günlüğü); Semır el-Hudaybi, Resail min es-Stcni'l-Harbi (es-Sicnu'l-Harbi'den Mektuplar); Cabir Rızk, Mezabihu'l-İhvan fi Sucuni Nasır (Nasır Zindanlarında Kardeşlerin   Mezbahaları;   Samı   Cevher.   el-Mevta   Yetekeltemun   (Ölüler Konuşuyor), kitapları, (çeviren) Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: III/276-279.

[334] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/279-281.

[335] Dünyadaki yanmanın acısı bir an sonra biter. Çünkü kişi ölür ve acı duymaz olur. Ama cerıenne azabı  süreklidir ve oraya  atılanların  azabın  acısını  sürekli çekmeleri için derileri piştikçe yenileriyle değiştirilir. "Şüphesiz âyetlerimizi inkar edenleri ateşe sokacağa; derilerinin her yanışında, azabı tatmaları için onları başka derilerle değiştireceğiz."(4 Nisa/56).(çeviren).

[336] Fi zılali'l-Kur'an,6/3874

[337] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/281-282.

[338] Ali imran,185-186

[339] Fi Zilali'i-Kur'an,6/3874 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: III/282-284.

[340] Müslim, Kitabu'z-Zuhd ve'r-Rekaik,17,Ashabı utıdûd kıssası kısmı, hadis no.3005. Yazar, hadiste geçen ashabı uhdûd öyküsünü verdikten sonra İbn İshak'ın öykü ile ilgili haberini de almış, sonra ki ıdisi eleştirerek onaylamamıştır. Öyküyü hedefinden uzaklaştırdığını düşünerek biz de kitaptan beş sayfa tutan İbn ishak'ın bu rivayetini ve yazarın değerlendirmesini çevirmedik, (çeviren). Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: III/284-287.

[341] Bakınız, İbn Kesir, ei-Bidaye ve'n-Nihaye,2/131-132

[342] er-Ravdu'l-Unuf,1/217.Abdurrahman el-Vekii dipnotu.

[343] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: III/288-289.

[344] Nuh,26-28

[345] Birinci kitapta davette gizlilik ve gizli örgütlenme konusuna değinmiştik.

[346] Zalimler ve onların peşinden gidenler alıiretîe bu şekilde birbirlerini tanımamaktan geleceklerdir. "Nitekim kendilerine oyulanlar, azabj görünce uyanlardan uzaklaşacaklar ve aralarındaki bağlar kopacaktır. Uyanlar; Keşke bizim için dünyaya bir dönüş oisa da, bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsak, derler." (Bakara, 166-167). (çeviren).

[347] Rivayette böyle anlatılmasına ve yazarın bunu norm?1 karşılamasına Karşın, islam, insanlara dini tebliğ etmek için kendini öldürmenin veya öldürtmenin gerekli ve meşru olduğunu söylemez. Allah'ın dinini insanlara tebliğ ederken, şüphesiz inanmayanlar tarafından peygamberler ve müminler eziyet görmüş ve Öldürülmüştür. Ancak hiçbir peygamber veya mümin, "tebliğ ettiğim dinin hak olduğunu görmeniz ve kabullenmeniz için ben kendimi öldürüyorum fintihar ediyorum veya öldürtüyorum" dememiştir ve yapmamıştır. Şüphesiz vahyi tebliğ eden insanlara inanmayanla- karşı gelebilir ve iki taraf arasında çatışma ve savaş çıkabilir. Böyle bir durumda peygamberler ve müslümaniar kendilerini savunurlar. Çatışma veya savaşta kafirler ölebileceği gibi, müslümanlar da ölebilirler. Bu başka bir şeydir, insanın söylediklerinin gerçek olduğunu gösterip başkalarını inandırmak için kendini öldürmesiftldürtmesi başka bir ■ şeydir. Yüce Allah peygamberlerden ve onların yolundan giden müminlerden kendilerini bu şekilde ötdürm el erin i/e Idürtm elerini istemiş değildir. Peygamberlerin ve müminlerin görevi, insanlara vahyi bildirmektir. İnanmayan insanları zorlama veya inanmaları için kendini öldürme yahut öldürtme yoktur.Tebliğ görevi yeterince ve usulüne uygun yapıldıktan sonra yine de insanlar inanmazlarsa, ne Kendimizi öldürmeye veya öldürtmeye, ne de onları zorlamaya hakkımız vardır. İnanan kurtulur, inanmayanlar için de yaşasın cehennemi oenilir geçilir. Hıristiyan figürlerle dolu bu israıliyal haber, Hz.Peygamberin sahih   bir hadisi değildir. -Hz.Peygamber bu îür mitolojik masailaı anlatmaktan münezzehtir. Rivayetin sahih olduğunu söyleyenler, acaba örnek olarak anlattığı olayda olduğu gibi en başta kendileri uygulayıp örnek olmak ve davalarını kanıtlamak için neden kendilerini öldürmemiş veya . öldutlmemiştir? (çeviren)

[348] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/289-314.

[349] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/314-315.

[350] Ra'd.28

[351] Meryem,96

[352] Tirmizi.

[353] Buharı ve Müslim.

[354] Mümin,7

[355] Ali imran.169-171

[356] Ali İmran, 196-197

[357] İbrahim, 42-43

[358] Mearic.42-44

[359] Buhari, menakıb,25, menakibu'l-ensar,29, ikrahr1,   Ebu Davud, cihad,97. ibn Hanhfii   S/1 m m

[360] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: III/315-329.

[361] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/330-331.

[362] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: III/332-33.