M.Sait Şimşek

Beyan Yayınları

 

KUR’AN’IN ANA KONULARI. 3

Önsöz. 3

Gîriş. 3

Îman Ve İslam... 4

1- KUR'AN'DA İNANÇ ESASLARI. 5

İnançla İlgili Kavramlar Ve Tnanç Grupları 7

İman/Müzmin: 7

Küfür/Kâfir: 9

Şirk/Müşrik: 10

Nifak/Münafık: 11

Allah'a İman. 12

Varlığı: 12

Birliği/Tevhid: 14

Rububiyel Tevhidi: 14

Uluhiyet Tevhidi: 14

İsim Ve Sıfatların Tevhidi: 15

İlk Oluşu: 18

Merhamet Ve Adaleti: 18

Bağışlayıcılığı: 19

Hakimiyeti: 19

İnsan-Allah İlişkisi 20

Kadere İman. 21

İman-Küfür: 23

Meleklere Îman. 25

Cinler: 26

Şeytan: 27

Peygamberlere Îman. 27

Peygamberimiz (S.A.V.) 30

Peygamber Davetinin Temel Esasları 32

Peygamberlere Karşı Çıkanlar 35

Kitaplara Îman. 36

Âhirete İman. 38

Kudret Delili: 40

Şu Dünya Hayatında Müşahede Ettiklerimizden Çıkaracağımız Deliller: 40

2- İBADETLER.. 41

Namaz: 44

Zekât 46

Oruç. 47

Hac. 48

3- KUR’AN’DA TOPLUMSAL YAPI. 50

Vasat/Orta Toplum: 50

Hayırlı Toplum: 52

Birlik İçinde Bir Toplum: 52

İslam Toplumu Ve Etnik Ayırım... 53

Kölelik Meselesi 54

Aile. 56

Çocukların Ana Baba Üzerindeki Hakları: 60

Ana Babanın Çocukları Üzerindeki Hakları: 61

Eğitim... 62

İlim Ve Alim... 65

İlme Verilen Değer: 65

İlimin Kısımları: 66

A. Sınırsız Ve Mutlak İlim... 67

B. Sınırlı İlim: 68

Diğer İnsanların Timi: 69

Sosyal Dayanışma. 70

Ekonomik Yapı 71

Fakirlik Problemi: 74

Diğer İnanç Mensuplarıyla İlişkiler 75

Kur'an Açısından Çoğulculuk Ve Çok Seslilik: 78

Cîhad (Allah Yolunda Savaş) 79

Hukuk. 82

Haklar: 83

Cezalar: 85

Öldürmenin Cezası: 86

Hırsızlığın Cezası- 86

Zinanın Cezası: 87

İffetli Kadınlara İftira Etmenin Cezası: 88

Yeryüzünde Fesat Çıkarmak: 88

Sonuç. 89


KUR’AN’IN ANA KONULARI

 

Önsöz

 

Takip edilen metot bakımından Kur'an'm üç çeşit tefsirinin bulunduğunu söylemek mümkündür. Bunlar­dan biri, Elimizdeki Mushaf'ın tertibine uygun olarak tef­sir edilmesidir. Müfessirler genelde bu yolu izlemişler­dir. Asıl olan da, bu yolun izlenmesidir. Çünkü Kur'an'm elimizdeki tertibi, tevkifidir; vahiy tarafından belirlenmiştir. Bir metnin doğru anlaşılmasında siyakı (sözün bağlamı) önemlidir. Metin, bu bağlam içerisinde okunmalı ve öylece anlaşılmalıdır. Bu nedenle Kur'an-ı Kerim'in, tertibi çerçevesinde tefsir edilmesi önemlidir.

İkinci çeşidi ise, nüzul sırasına göre Kur'an'm tefsir edilmesidir. Bildiğimiz kadarıyla Muhammed İzzet Der-veznin Türkçe'ye de tercüme edilmiş olan "et-Tefsiru'î-Hadîs" adlı tefsiri dışında bu metotla yazılmış ve Kur'an'ın tamamım içeren ikinci bir tefsir bulunma­makladır. Bu tefsirde de sadece sûrelerin nüzul sıraları gözetilmiş, âyetlerin nüzul sıraları göz önünde bulun-durulmamıştır. Aslında bütün âyetlerin nüzul sıralarım tespit etmek mümkün de değildir. Hatta bazı sûrelerin nüzul sıralan bile şüphelidir. Bununla birlikte mevcut verilerden hareketle Kur'an-ı Kerim'in, nüzul sırasına göre tefsir edilmesi, Peygamber döneminde îslâm toplu­munun gelişme aşamalarını, ana hatlarıyla dinî hüküm­lerin iniş sıralarını belirleme bakımından önem arz et­mektedir.

Üçüncü çeşit tefsir ise, Kur'an'dan herhangi bir konuyla ilgili âyetlerin bir araya getirilmesi ve yazarın konu için tespit ettiği plana uygun olarak yapılan tef­sirdir. Günümüzde en yaygın olan tefsir çeşidi budur. Bir konuda Kur'an'ın ne anlattığını kısa ve pratik bir yoldan öğrenmeyi sağladığından dolayı günümüz açı­sından birtakım yararlan vardır.

Bu tefsir çeşitlerinin her birinin artıları ve eksileri vardır. Zaten her beşerî çalışmanın haliyle birtakım ek­sileri olacaktır. Belki de bu üç çeşit tefsirden her biri, diğerinin eksik bir yönünü tamamlar mahiyettedir.

Bizim bu çalışmamız, Kur'an'ın temel konularını incelemeyi ve bu konuda pratik bilgiler vermeyi hedef­lemektedir. Bu yönüyle konu tefsiri nevinden bir çalış­madır. Bununla birlikte Kuran'ın temel konuları arasın­da yer alan bazı konular bu çalışmamızda yer almamak­tadır. Kitabımızda yer almayan konular arasında özel­likle ahlâk konusu ile insanın temel yapısı; karakteri ve psikolojisi konusunu anmak gerekir.

Çalışmamızda ihtilaflı konuların ayrıntılarına ve farklı görüşlere girmekten kaçındık. Bununla birlikte tercih ettiğimiz görüşler, müfessirlerce genel kabul gö­ren görüşlerdir. Müfessirlerin geneli tarafından kabul görmeyen bir görüşü tercih ettiğimiz durumlarda ise, tercih ettiğimiz o görüşü daha detaylı bir şekilde incele­meye ve o konudaki delilleri zikretmeye özen gösterdik.

Yanılgılarımız bize aittir. Kuşkusuz her şeyi en iyi bilen, yüce Allah'tır.

M.Sait Şimşek Konya-1999[1]

 

Gîriş

 

Kur'anı Kerimin kendine özgü bir anlatım meto­du vardır. Amaç konularla araç durumundaki konular içiçedir. Amaç konulardan kastımız dini oluşturan itika­dı konularla ibadet, ahlâk ve sosyal hayatı düzenleyen ahkâm konulandır. Kur'an-ı Kerim için bu gibi konular, amaç konular yani Kur'an'ın ana konulandır. Kur'an'ın "hidayet" ile nitelenmesi de bundan dolayıdır. Çünkü hidayet'' kelimesiyle insanın inanç ve davranışları kaste­dilmektedir. Bu konuların dışında kalan evrenle ilgili bilgiler, geçmiş millet ve peygamberlerin kıssaları ile benzeri hususlar, araç konulardır. Araç mahiyetindeki bu konular, amaç durumundaki konuların ispatı ve on­lar hakkında bakış açısının sağlıklı bir şekilde oluşması için Kur'an'da yer alırlar, hedef olarak seçilmemişlerdir. Kuşkusuz insanın evrenle ve evrendeki olaylarla ilişkileri Kur'an'ın temel hedefleri arasında yer alır ama evren ve evrendeki olayların kendileri hedefler arasında değildir.

Araç konularda konu bütünlüğü aranmaz. Örne­ğin Hz. Musa'nın kıssası Kur'an'ın birkaç sûresinde yer almaktadır. Ancak bunların hepsini bir araya getirseniz, Hz. Musa'nın sireti (hayatı) hakkında tam bir bilgiye ulaşamazsınız. Yine bir sûrede "arı"dan söz ediliyor diye arı hakkında diğer bilgileri Kur'an'da bulamayız. Dağ­lardan, göklerden ve benzeri hususlardan bahseden âyetler, bu tür konularla ilgilidir. Ama itikadı konular ya da ahkâm konulan gibi amaç konular böyle değildir. Konunun bir kısmı bir sûrede yer alıyorsa, diğer sûre­lerde konunun diğer cüzleri yer almakta ve bunların ta­mamı bir araya getirildiğinde tam bir konu bütünlüğü­ne ulaşılabilmektedir. "Bu kitabı sana, her şey için bir açıklama, bir hidayet ve rahmet kaynağı ve Müslümanlar için de bir müjdeci olarak gönderdik"[2] âyetiyle kastedilen budur. Yani dinin bütünü Kur'an'da mevcuttur. Din ise, inanç prensiplerinden, ibadet konularından, ahlâkî prensiplerle, sosyal hayat ve kurumlarıyla ilgili kurallar­dan ibarettir. înanç ve ibadei konularıyla ahlâki kural­lar, Kur'an'da ayrıntılarıyla yer almaktadır. Ancak hedef konular arasında yer almalarına rağmen ahkâm, yöne­tim ve ceza hukuku ile ilgili konular böyle değildir. Bu gibi konularda genel kaide ve kurallara yer verilmiştir. Bu konuların ayrıntılarının bir kısmı Peygamber (s.a.v.)'in hadis ve sünnetinde yer alırken bir kısmı da konunun uzmanlarına bırakılmıştır. Bu gibi konularda ayrıntılara gidilmesi doğru olmazdı. Çünkü sosyal ha­yat, sürekli değişimlere maruzdur. Bu sebeple değişik zaman ve zeminlerde farklı hükümlere ihtiyaç vardır. İslam hukukunun değişen hayata uyum sağlaması, Kur'an'da bu gibi konularda ayrıntılı meselelere girilme­miş olmasıyla sağlanmakladır. Çünkü ayrıntılara yer verilmiş olsaydı, kıyamete kadar bu kurallar bağlayıcı olurdu. Nitekim Müslümanların, Peygamber (s.a.v.)'in vefatından birkaç asır sonra verilmiş içtihatlara bağlana­rak bunları değişmez görmeleri, zamanla islam huku­kunun, hayatın dışında kalmasında önemli bir etken ol­muştur. Oysa ilk asırlarda içtihat hareketi devam etmiş olsaydı, belki bugün İslam hukuku, farklı bir konumda olurdu.

Kur'an'm muhatabı olması nedeniyle olmalı ki, "insan" konusu da, özellikle manevî boyutuyla detaylı bir şekilde incelenmiş; insanın psikolojik yapısı, karak­teri, evrendeki konumu gibi konular ayrıntılı bir şekilde ele alınmıştır. Öte yandan hidayet konusunu o denli il­gilendirmeyen, insanın maddî yönüyle ilgili konuların ayrıntılarına girilmemiş, ana hatlarıyla birtakım bilgiler­le yetinilmiştir.

Konu anlatımında Kur'an'm metodu ile ilmî eserle­rin takip ettikleri metot arasında bir paralellik bulunma­maktadır. İlmî eserlerde bir konu başlığı açılır ve o başlık altında konuyla ilgili detaylara yer verilir. Örneğin bir fı­kıh kitabını okuduğunuzda "NAMAZ" başlığı altında na­maz konusuyla ilgili ayrıntılara yer verdiğini görürsünüz. Modern ilimlerle ilgili eserlerde de aynı metot takip edil­mektedir. Çünkü bu eserlerde amaç, okuyucuyu o konu­da bilgilendirmektir. Oysa Kur'an-ı Kerim böyle bir yol izlememekte; konunun ayrıntıları farklı sûrelerde yer al­maktadır. Bu sebeple bir sûrede birçok konu yer alabil­mektedir. Gerçi her bir sûrenin genel bir konusu vardır ama bu, alışageldiğimiz konular nevinden değildir.

Kur'an-ı Kerim neden böyle bir metot takip et-mistir? Alimier bunu, Kur'an'ın hedefiyle ilgili bir husus olarak değerlendirmişlerdir. Kur'an'm hedefi, insanlan salt bilgilendirme değildir, onun temel hedefi, hidayettir: in­sanlan bilgilendirirken eğilmek ve eğitirken düşündürmek­tir.

Neden Kur'an'm böyle bir üslûp takip ettiği ko­nusunda belirttiğimiz hususun dışında birtakım görüş­ler de ileri sürülmüştür. İleri sürülenlerden başka söyle­necek bazı şeyler de belki vardır. Vakıa, Kur'an'm ken­disi, neden böyle bir metot takip ettiğini beyan etme­mektedir. Ancak ortada bir gerçek vardır ki o da, anla­yarak onu okuyanların onu okumaktan bıkmadıkları ve her okuyuşlarında yeni anlam açılımlarıyla karşılaştıkla­rıdır. Kur'an öyle bir kitap ki, âyetleri üzerinde düşün­dükçe anlam genişlemesiyle karşılaşıyor ve tekrar tekrar düşünmekten kendinizi alamıyorsunuz. Öte yandan bu yönüyle o, sadece bilginlere hitap etmemekte, bilgi dü­zeyi ne olursa olsun herkes onu tekrar tekrar okumak­tan ve tekrar tekrar üzerinde düşünmekten usanma-maktadır. Hatta sadece anlam yönüyle değil kelime di-zimindeki üslûp ve ahenk açısından da durum böyledir. Halbuki akademik metotlarla yazılmış kitaplar böyle değildir, belli bilgi birikimine sahip kimselere hitap ederler. Bir veya birkaç kez okunduktan sonra okuyu­cu, bu kitaplardaki bilgileri elde etmiş olur ve onları tekrar okuma ihtiyacı duymaz. Okusa da, yeni bilgi açı­lımları sağlayamazlar.

Asırlardır, âlimler, Kur'an-ı Kerim'i tefsir etmekle, mûsikî zevki olsun olmasın, Arap-acem milyarlarca in­san okunuşunu dinlemekten zevk almaktadır. Herhalde Kur'an kadar lefsin yapılan ikinci bir kitap yoktur.

Bütün bunlar, gerek sözlerin seçim ve dizimi açısmdan ve gerek konu anlatımı açısından Kur'an'm takip ettiği üslûpla yakından ilgili hususlar olmalıdır.

İnancıyla, ıbadetleriyle, emirleri, yasakları ve di­ğer hususlarıyla din bir bütündür. Bununla birlikte her din veya sistemin nazari-felsefî bir yönü, bu yön sonu­cunda ortaya çıkan amelî yönü ve bir de hedefleri var­dır.

Dinlerde nazarî-felsefî yön, inanç esaslarından kaynaklanan imam; davranışlar, islam'ı oluşturur. Bu ikisiyle hedeflenen ise, insanların dünya ve âhirette mutluluğa kavuşmalarıdır.[3]

 

Îman Ve İslam

 

Genel anlamıyla İslâm, dinin tamamının adıdır. "Allah katında din, İslam'dır"[4] âyetiyle dinin hem inanç ve hem de diğer yönleri kastedilmektedir. O halde âyet­te geçen "İslam" kelimesiyle dinin tamamı kastedilmek­tedir. Ancak dinin bir bölümü olarak "İslâm", inanç so­nucunda Müslüman kişinin yapması gereken şeylerin hepsinin; ibadet, muamelat, ahlâk ve davranışlarının ta­mamıdır. Yani dinin inanç bölümü, buradaki 'İslam" ta­nımının dışında kalmaktadır. Yukarıda da dikkat çekti­ğimiz gibi her din veya felsefî düşüncenin inanç, inanca uygun davranış ve bundan hareketle varmak istediği ga­ye ve hedefleri vardır. İşte İslâm dininin inançlarının or­taya çıkardığı davranışlar, dinin bir bölümü olan îsldmı oluşturur. îman ise, dinin inanç kısmını içerir.

Dinin temeli inanç kısmı olmakla birlikte, diğer kısmı olan İslâm'la birbirlerinin ayrılmaz parçalarıdır. Zaten İslam'ın temellerini ifade eden Peygamber'in haolduğuna tanıklık etmek" aynı zamanda iman kısmının da ilk te­melidir, înancı/imanı, dinin temeli olarak değerlendiri­yoruz, çünkü inanç olmadan şeklen İslâm'a uymak mümkündür ve böylesi bir İslam geçerli değildir. Mü­nafıkların durumu böyledir. Onlar şeklen Müslü­man'dırlar, Müslüman gibi davranırlar. Ancak bu davra­nışlarında samimi değillerdir.

inancın merkezi kalptir. Kalpten kaynaklanmayan ve sadece dil ile ifade edilen inanç, inanç değildir. Yine buna delil, münafıkların durumudur:

"Münafıklar sana geldikleri zaman: 'Şahitlik ederiz ki sen muhakkak Allah'ın elçisisiri derler. Senin kendisinin el­çisi olduğunu Allah bilir ve Allah münafıkların yalana ol­duklarına şahitlik eder."[5]

Kalpleri, sözle ifade ettiklerini doğrulamadığı için "inandık" şeklindeki sözlerini âyet reddetmektedir. Amellerin kabul edilmesi de kalbe yerleşmiş olan ima­nın varlığına bağlıdır. Bu sebeple inanmayanların amel­leri Allah katında makbul değildir:

"Rablerini inkâr edenlerin işleri, tıpkı faydalı bir gün­de rüzgârın savurduğu küle benzer. Kazandıklarından hiç­bir şeyi ele geçiremezler"[6]

İnsanların davranışları üzerinde imanın mutlaka etkisi vardır. İmanın kuvveti ile amel, doğru orantılıdır; kişinin imanı ne kadar kuvvetli ise, ameli de o ölçüde sağlıklıdır. İman zayıfladıkça, sağlıklı ameli de azalır.

Ahireue kişinin kurtuluşu, bu dünya hayalında kendini arındırmasıyla mümkündür:

"Nefsini temizleyen kurtuluşa ermiş, onu kirletip ör­ten, kaybetmiştir. "[7]

Nefsi temizlemek, Allah'ın emirlerine itaat etmek suretiyle onu günahlardan arındırmaktır. Onu kirletip örtmek ise, onu günahlara daldırıp özünde var olan fıt­ratını kötülüklerle örtmektir. O halde nefsi kötülükler­den arındırmayla sonuçlanmayan bir imanın, insanın kurtuluşu noktasında bir anlamı yoktur.

Tabi ki bunun anlamı, kişinin her bir günah işle-meşinin onu mutlaka kaybetmeye götüreceği değildir. İnkâr etmeye gitmedikçe davranışlardaki eksiklik, yani işlenen bir günah, kişiyi İslam sınırının dışına çıkar­maz. Kur'an-ı Kerim bu anlamda insanları üç kısma ayırmaktadır:

"Sonra Kitab'ı, kullarımız arasından seçtiklerimize mi­ras verdik. Onlardan kimi nefsine zulmedendir, kimi orta ge­dendir, kimi de Allah'ın izniyle hayırlarda öne geçendir. îşte büyük lütuf budur."[8]

Âyette anlatılan "hayırlarda öne geçenler", farzları ve hoş karşılanan/müstehab şeyleri yaparak, haram ve hoş karşılanmayan/mekruh şeylerden kaçınanlardır.

"Orta gidenler", farzları yerine getirip haram şey­lerden kaçınanlar fakat müstehablan yapmayan ve mek­ruh şeylerden kaçınmayanlardır.

"Nefsine zulmedenler" ise, iyi amellerle kötü amel­leri karıştıranlardır.[9]

Şu âyetle bu son kısma işaret edilmektedir: "Başka bir kısmı da günahlarını itiraj ettiler, iyi işle kötü işi birbiri­ne karıştırdılar. Belki Allah, bunların tövbesini kabul eder. Çünkü Allah bağışlayan, esirgeyendir"[10]

Yine bazı âyetlerde insanların faziletçe birbirlerin­den farklı oldukları anlatılmaktadır. Söz konusu bu farklılık, amellerin farklılığından kaynaklanıyor olmalı­dır. O halde amel eksikliği, kişiyi din dairesinin dışına çıkarmamaktadır.

Ancak kişi, imkân ve fırsat bulduğu halde hiçbir farzı yerine getirmemiş ve haram şeylerden kaçmma-mışsa, inanıyorum demesi, bir iddiadan öteye geçmez. Yukarıda naklettiğimiz "Nefsini temizleyen kurtuluşa er­miş, onu kirletip örten, kaybetmiştir" âyetinden de anlaşı­lacağı gibi böyle bir iddia kişiyi kurtaramaz.[11]

 

1- KUR'AN'DA İNANÇ ESASLARI

 

Toplumların hep aynı inancı devam ettirmedikleri bilinmektedir. Bir inancı taşıyan toplumlar zamanla başka bir inanca yönelebılmekte; inancını değiştirmek­tedir. Din yani inanç, insanlığın sonradan ulaştığı ya da belli bir zaman sonra uydurduğu bir şey midir, yoksa insanlıkla mı başlamıştır? Eski Yunan filozoflarından so­fistlerle kilisenin tahakkümüne reaksiyoner bir tutum içerisinde olan on sekizinci asır filozoflarından bazıları, insanlığın zamanla din inancını ortaya attığını ileri sür­müşlerdir. Güçlü ve yüce bir varlığa inanmanın sonra­dan ortaya çıktığını ileri sürenler, genelde bunun, insa­nın başarısızlık ve korkularından doğduğunu iddia ederler. Onlara göre bazı olaylar karşısında âciz kalan insan, güçlü birine inanma ihtiyacını duymuştur.

Kur'an-ı Kerim, bu iddiaların aksine, insanlığın tevhit inancıyla başladığını belirtmektedir. İnsanlığın atası olan Hz. Adem, Allah'a iman eden.bir muvahhit idi. İnsanlar bir müddet tevhit inancı üzerinde devam etmiş, bilahare ayrılığa düşmüşlerdir:

"İnsanlar bir tek ümmetti. Sonradan ayrılığa düştüler."[12]

O halde dinden uzaklaşma ya da dinin safiyetini yitirerek yozlaşması ve gelenekler haline dönüşerek her milletin kendi inancım üstün görmesi, böylece insanlık toplumunun bölünmesi, sonradan ortaya çıkmış bir du­rumdur..

insanlığın sonradan mı bir din inancını ortaya at­tığı yoksa bu inancın insanlıkla mı başladığı tartışması­na girecek değiliz. Bizim burada üzerinde durmak iste­diğimiz, Kur'an'ın meseleye bakışını tespit etmektir. An­cak hemen belirtmeliyiz ki, insanlığın sonradan din inancına sahip olduğunu ortaya koyacak hiçbir belge mevcut değildir. Bilakis elde edilen bulgular ve ilkel ka­bileler üzerinde yapılan tüm araştırmalar, onların çok yüce bir güce inandıklarını ortaya koymaktadır. Böylesi konuların, laboratuara girmesi mümkün olmayan ko­nular oldukları da bir vakıadır. Ayrıca insan iki yönlü bir varlıktır. Bedeni onun maddî yönünü, ruhu ise ma­nevî yönünü teşkil etmektedir. Bedeni nasıl gıdaya muhtaç ise, ruhu da bir inanca ihtiyaç duymaktadır. İnançsız bir toplumun neredeyse hiç olmaması bunun bir kanıtıdır.

Burada üzerinde durmamız gereken önemli iki nokta bulunmaktadır. Bunlardan biri, her türlü kutsalı dolayısıyla her türlü inancı reddeden komünizmin in­sanlık âleminin önemli bir kesimine hakim olmasıdır. Hatta komünizmin hakimiyeti altında bulunmayan gü­nümüz toplumlarında da bir çok kişi her türlü inancı reddetmektedir. İkincisi ise, ilim ve teknolojinin ilerle­diği bir asırda inançsızlığın yaygınlık kazanması, inan­cın ilimle bağdaşmadığı ve yavaş yavaş inanç dönemi­nin bittiği anlamına geldiği şeklindeki iddiadır.

Her türlü inancı reddeden komünizmin bir dö­nem için çağımızda insanlığın geniş bir kesimine hakim olduğu bir vakıadır. Ne var ki hakim olduğu toplumlar­da bile bireylerin çoğunluğunun kalplerinden inancı sö­küp attığını iddia etmek zordur. Ayrıca insanlık tarihi göz önünde bulundurulduğunda bu hakimiyetin kısa süreli olduğu da unutulmamalıdır.

ikinci noktaya gelince, mevcut ilmî keşiflere baş­langıçta kilisenin karşı çıkmış olması, bu keşifleri ger­çekleştirenlerin bir kısmında inancı dışlama eğiliminin ortaya çıkmasına neden olmuştur. İlmî keşiflerin ardı ardına basanlar kazanması kiliseye tepki gösteren ve bu sebeple dini dışlayan kesimin konumuna güç kazandır­mıştır. Bir de, elde edilen bu başarılar, bazı kimselerde bir şoka sebep olmuş ve bu şaşkınlık içerisinde ilmin, inancın yerini alacağı zannedilmiştir. Ancak bu, sadece bir şaşkınlık dönemidir ve şok atlatıldıktan sonra dün­yada yeniden inanca dönüş hareketi başlamıştır.

Aslında bilimin alanı ile dinin alanı temelde birbir­lerinden farklıdır. Din, bilimin bittiği yerde başlamakta­dır. Çünkü dinin temel alanı, gayb âlemidir. Halbuki bi­lim, müşahede alemiyle ilgilenir, konusu maddedir. Bilim ile gerçek dinin alanlarında belirgin bir ayrılık olmakla birlikte örtüşme ihtimali bulunan alanda ise, çatışmaları söz konusu olamaz. 'Çünkü din, Allah'ındır ve evreni ya­ratan da O'dur, O'nun dini ile yarattığı tabiata hakim ku­rallar arasında bir çelişki olamaz. Tabi ki burada Allah'ın indirdiği, tahrife uğramamış gerçek dinden söz ediyoruz.

Bilimin çağımız başjnda gerçekleştirdiği ardarda başarılar, belki de yanlış din inancından sıkıntı çekmiş bazı kimseleri heyecanlandırarak yakında gayb diye bir şeyin kalmayacağı ve tek tek bütün perdelerin ortadan kalkacağı hayaline kapılmalarına neden olmuştur. Ne var ki keşifler gerçekleştikçe, insanlığın henüz işin ba­şında olduğu, keşfedecek daha pek çok şeyin bulundu­ğu anlaşılmıştır. Hani Firavun da, Hâmân'a bir merdi­ven yapmasını ve göğe çıkıp Musa'nın ilahını görmek istediğini söylemişti. Demek ki insanların bu konudaki hayalleri pek de yeni değildir.

Kısacası gerek komünist dünyada ve gerek Batı dünyasında inancı dışlama toplumların geniş kitlelerine yayılmadığı gibi, inancı dışlayanlarda bile bu durum çok kısa sürmüş; inanca dönüş kısa bir müddet sonra tekrar başlamıştır. Ayrıca insan fıtratına aykırı inancı reddetme sapmasının, insana ne ölçüde mutluluk getir­diği de tartışmaya açılması gereken bir konudur. Bütün maddî ve teknik ilerlemelere rağmen insanın bir iç hu­zura kavuştuğuna, kendini huzur ve emniyet içerisinde hissettiğine şahit olmadığımızı belirtmek isteriz. İnsanın sadece maddî ihtiyaçlarının giderilmesi insanı mutlu et­memektedir. Mutluluk, hem maddî, hem de manevî ih­tiyaçların birlikte giderilmesiyle mümkündür. İnsanın manevî yönünün ihtiyaçlarını, ancak Allah'a iman gide­rebilir. Bu inancın yerini ne ilim, ne kültür, ne de felsefe doldurabilir. Bu yöndeki ihtiyacını gideremeyen kişi, sürekli bir huzursuzluk ve korku içerisindedir. Tam bir emniyet ve huzur duyması mümkün değildir. Böyle bi­ri, dünya hayatındaki gayesini de tespit etmiş sayılmaz. Değeri, maddi vücudunun değerinden ibarettir. Ama ki­şi, bir Rabb'inin bulunduğunu, o Rabb'inin her şeyin yaratıcısı olduğunu ve bu yaratıcının sonsuz bir güce sahip bulunduğunu; yaratıcısının, kendisine değer ve­rip onu birçok yaratıktan üstün tuttuğunu, rızkını üst­lendiğini ve göklerle yeri kendisinin hizmetine sundu­ğunu kalbinin derinliklerinde hissedecek olursa, elbette böyle bir kişi, iç dünyasında huzura kavuşacaktır. İçin­de yaşadığı dünya hayatının bir son olmadığına, Rab­b'inin emirlerine riayet ettiği takdirde gelecek ve ebedî bir hayatta sonsuz nimetlere ulaşacağına inanan kimse, elbette içinde bir mutluluk ve güven hissedecektir:

"Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun göğsünü {kalbini} İslâm'a açar; kimi de saptırmak isterse onun göğ­sünü daraltır ve göğe çıkıyormuş gibi sıkıntı çektirir. Allah inanmayanların üstüne işte böyle murdarlık indirir."[13]

inanmak, insanın geleceğini aydınlatan nurdur. İnanmayan kişi için gelecek, daima korkular içeren ve içini karartan bir şeydir. İslam, inancın en mükemmel şeklidir. İslam'a kavuşan bu nura kavuşur ve kalbi ay­dınlıklarla dolar:

"Allah kimin-gönlünü İslam'a açmışsa o, Rabb'inden bir nur üzerinde olmaz mı? Kalpleri Allah'ı anmak üzere katılaşmış olanlara yazıklar olsun."[14]

On üç yıl süren Mekke dönemi boyunca inen sû­relerin tamamının itikadî konularla ilgili olmaları ve Medine'de inen sûrelerde de diğer konuların yanında itikatla ilgili âyetlerin inmeye devam etmeleri, Kur'an'da inanç prensiplerine ne kadar önem verildiğini gösterir.

Kur'an-ı Kerim, inancı daima diğer hususlardan öne almaktadır. Mesela Peygamber (s.a.v)e hitaben: "Bil ki, Allah'tan başka ilâh yoktur. Hem kendinin ve hem de mümin erkeklerin ve mümin kadınların günahının bağışlan­masını dile"[15] denilmektedir.

Görüldüğü gibi âyette Peygamber (s.a.v.)den, ön­ce Allah'ı birlemesi ve ardından kendisinin ve diğer mü­minlerin bağışlanmasını istemesi emredilmektedir.

Hz. Musa'ya gelen ilk vahiyde de aynı sıranın gö­zetildiğini görüyoruz:

"Ben seni seçtim,,, şimdi vahye dilenlere kulak ver. Muhakkak ki ben Allah'ım. Benden başka ilâh yoktur. Öyle ise bana kulluk et, beni anmak için namaz kıl."[16]

Görüldüğü gibi bu âyette de inanç, amelî hususlar­dan önce zikredilmektedir. Diğer peygamberlere gelen vahiylerde de aynı durum söz konusudur.[17]

Kur'an-ı Kerim'de inanç Lemelleri olarak beş te­melden söz edilir. Söz konusu temellerin tamamı şu âyette bir arada zikredilmektedir:

"Gerçek iyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevir­meniz değildir. Asıl iyilik, o kimsenin iyiliğidir ki, Allah'a, âhiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere ina­nır."[18]

Hadislerde geçen kader konusu, bir prensip şeklinde olmasa bile Kur an'da da yer almaktadır. Şu âyetlerde oldu­ğu gibi:

"De ki. Allah'ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez"[19]

"Nerede olursanız olunuz olunuz ölüm size ulaşır; sarp ve sağlam kayalarda olsanız bile! Kendilerine bir iyilik dokunsa 'Bu Allah'tan' derler; başlarına bir kötülük gelince de 'Bu senden' derler. 'Hepsi Allah'tandır' de."[20]

Kur'an-ı Kerim'de kader, bir prensip şeklinde geç­mese de, birçok âyette kendisinden söz edilmiş olması ve günümüzde sıkça gündeme gelirilmesi sebebiyle bu konuyu da çalışmamızda bir başlık altında incelemeyi uygun gördük.

Kur'an'da öngörülen iman ve esaslarına geçmeden önce, inançla ilgili kavramlarla inanç grupları hakkında kısa bilgiler vermek istiyoruz. Çünkü Kur'an-ı Kerim, hemen her sûresinde bu kavram veya inanç grupların­dan söz etmektedir.[21]

 

İnançla İlgili Kavramlar Ve Tnanç Grupları

 

İman/Müzmin:

 

İman, Arap dilinde el-emn ve el-emân kökünden türemiş bir mastardır. Emn, korkudan uzak emniyel içeri­sinde olmak anlamındadır. Emân ise, ihanetin zıddıdır. Iman'a gelince, kelime olarak, tasdik etmek, inanmak an­lamındadır. Kur'an-ı Kerim'de de bu anlamda kullanıl­maktadır. Böylece iman eden kişi, iman ettiğinin koruma­sına girmekle reddettiklerinin zaranndan kendini koruma altına yani emniyete almış olur.

"Bedevi Araplar: 'inandık' dediler. De ki: 'İnanmadı­nız, fakat 'İslam/teslim olduk' deyin. Henüz iman kalplerine girmedi"[22] âyeti, tasdik etmenin yerinin kalp olduğunu ifade etmektedir. Çünkü âyette söz konusu edilen Bede-vî Araplar, söz olarak iman ettiklerini söylemişlerdi. Al­lah, sözle: "îman ettik" demenin yeterli olmadığını, kişi­nin iman etmiş sayılması için imanın kalbe girmesi ge­rektiğini beyan etmektedir.

Mü'min kişi, Peygamber (s.a.v.)'in Allah'tan alıp ha­ber verdiği şeylerin hepsinin doğru olduğunu tasdik ede­rek inanan kimsedir. Çünkü Kitabın bir kısmına'iman ederek bir kısmını reddetmenin kişiyi mü'min yapmaya­cağı belirtilmektedir:

"Yoksa siz Kitab'ın bir kısmına inanıp bir hışmını in-kâr mı ediyorsunuz? Sizden öyle davrananların cezası, dün­ya hayatında rusvaylıktır. Kıyamet gününde ise en şiddetli azaba itilmektir."[23]

Kur'an-ı Kerim, imanın gereği olan ameli-de, "iman" kelimesiyle isimlendirmektedir. Bu isimlendirme Kur'an-ı Kerim'de namaz için kullanılmaktadır:

"Bu şekilde kıblenin (Kudüs'ten Kabe'ye) çevrilmesi, Allah'ın yol gösterdiği kimselerden başkasına elbette ağır ge­lir. Allah sizin imanınızı asla zayi edecek değildir. Şüphesiz Allah, insanlara karşı (her şeye rağmen) şefkatli ve mer­hametlidir."[24]

Âyette geçen "iman" kelimesinin, namaz hakkında kullanıldığı açıktır. Çünkü kelime, kıble değişikliğinden bahseden bir âyette geçmektedir. Nitekim âyetin, Ku­düs'ten Kabe'ye yönelmeyi emreden âyet geldikten son­ra bazı Müslümanların, Kıble değişikliğinden önce öl­müş olanlarının kılmış oldukları namazların durumu­nun ne olacağını sormalan üzerine indiği belirtilmekte­dir.[25]Müfessir îbnu Atiyye, namazın neden iman ile isimlendirdiğini şöyle açıklamaktadır.

"Îbnu Abbas, Bera' b. Azib, Katade, Süddî, Rabi' ve başkaları: 'Buradaki iman kelimesi namaz için kulla­nılmıştır' demişlerdir. O halde namaz, iman diye isim­lendirilmiştir, çünkü namaz, Kudüs'e doğru kılınırken de kıble değiştirilirken de iman ve tasdikten kaynaklanıyordu. Aynca iman, amellerin dayandığı temel daya­naktır. Kudüs'e yönelme esnasında da, değişiklik anın­da da o vardı. Çünkü namazda da, diğer emir ve yasak­larda da temel dayanak odur. Namazın iman ile isim-lendirilmesinin nedenlerinden biri de, Kudüs'e doğru münafıkların kılmış oldukları namazların, haddizatında namaz olmadığının belirtilmesidir. Böylece işin temel dayanağı ve o olmadığında hiçbir şeyin bir anlam ifade etmeyeceği şey (yani iman) zikredilmiştir. Yine namazın iman ile isimlendirümesinin bir diğer sebebi, imanın şubelerinden biri olmasıdır."[26]

Âyette namazın iman diye isimlendirilmesi, İbnu Atiyye'nin anlattıklarından da anlaşıldığı gibi, iman-amel ilişkisinin ne kadar iç içe olduklarını göstermesi açısın­dan önemlidir.

Bu anlatılanlardan hareketle imanın eksilip artma­yı mı yoksa kuvvetlenip zayıflamayı mı kabul ettiği me­selesi üzerinde durmakta yarar vardır. Bilindiği gibi bu mesele şiddetli tartışmalara neden olmuştur. Biz burada bu tartışmalara girmek istemiyoruz. Hatta meseleyi de­ğerlendirirken de, bu tartışmalarda sözü edilen husus­lardan farklı bir bakış açısıyla meseleyi değerlendiriyo­ruz.[27] Ayette namaz, iman olarak isimlendirildiğine gö­re, Kur'an terminolojisinde ameli de iman olarak isim­lendirmek mümkündür. Buna göre eksilip artmayı ka­bul eden iman, amel kısmı; zayıflayıp kuvvetlenmeyi kabul eden kısmı ise, tasdike konu olan kısmıdır. Amel arttıkça, tasdike konu olan kısım kuvvet bulmakta, amel azaldıkça da tasdike konu olan kısım zayıflamakta ve amel tamamen yok olduğunda da, zayıflamış durum­da olan tasdik kısmı tümden yok olmaktadır.

Gerçek bir iman mutlaka insanı iyi işler işlemeğe götürür. Kur'an-ı Kerim, değişik âyetlerde mümin kişi­nin niteliklerine dair bilgiler verir ve gerçek bir imanın mutlaka kişiyi iyilikleri sürüklediğini belirtir:

"Kuşkusuz müminler, Allah anıldığı zaman kalpleri titrer. Kendilerine Allah'ın âyetleri okunduğu zaman iman­ları artar ve yalnız Rablerine dayanıp güvenirler. Onlar, namazlarını dosdoğru kılar ve kendilerine nzık olarak ver­diğimizden infak ederler. îşte onlar gerçek müminlerdir. Onlar için Rab'leri katında dereceler, bağışlama ve tüken­mez bir nzık vardır."[28]

tövbe sûresinde de şöyle denilmektedir:

"(Hakiki müminler), tövbe ederler (Allah'a döner­ler), ibadet ederler, hamd ederler, oruç tutarlar, rukûa gi­derler, secde ederler, iyiliği emredip kötülükten sakındırır­lar ve Allah'ın sınırlarını korurlar. O müminleri (cennetle) müjdele."[29]

İmanın karşıtı küfür, mü'minin karşıtı ise kâfirdir.

Değişik âyetlerde iman ile küfür ve mü'min ile kâfir, birtakım benzetmelerle Kur'an'da anlatılır. Örneğin iman aydınlığa, küfür karanlıklara; mü'min gören kim­seye, kâfir de kör kişiye benzetilmektedir. Ayrıca Akılla­rını kullanmamaları sebebiyle kâfirler sıkça hayvanlara benzetilirler. İmanın asıl yeri kalp olunca, kalp konu­sunda da birtakım benzetmeler yapılmaktadır. Mümi­nin kalbinin huzur ve sükûn ile dolu olduğu söylenir­ken kâfirin kalbi taşa benzetilmektedir. Yine kâfirin kal­binin üzerinde kilitlerin bulunduğu ifade edilmektedir. İman bütün iyilik ve ahlâki erdemlerin kaynağıdır. Kü­für ise, tamamen bunun zıddıdır. Bu nedenle iman cen­nete, küfür ise, cehenneme götürür.

îman ettikten sonra her şey bitmiş değildir. Bu imanın korunması ve devam ettirilmesi gerekir. Çünkü imandan çıkıp küfre gitme tehlikesi her zaman için mevcuttur:

"Ey iman edenler! Kendilerine Kitap verilenlerden bir guruba uyarsanız, imanınızdan sonra sizi çevirip kâfirler haline getirirler. Size Allah'ın âyetleri okunurken, üstelik Allah Resulü de aranızda iken, nasıl inkâra saparsınız? Her kim Allah'a dayanırsa, kesinlikle doğru yola iletilmiştir. Ey iman edenler! Allah'tan, O'na yaraşır şekilde korkun ve an­cak Müslümanlar olarak can verin."[30]

"Şurası muhakkak ki, imam verip karşılığında küfrü alanlar, Allah'a hiçbir zarar vermezler."[31]

"Kalbi iman ile mutmain olduğu halde (dinden dön­meye zorlanan hariç) kim, iman ettikten sonra Allah'ı inkâr ederse, (ona Allah'ın gazabı vardır). Ama kim, kâfirli­ğe göğsünü açarsa, onların üzerine Allah'tan bir gazap ve onlar için büyük bir azap vardır. Bu da onların dünya ha­yatım âhirete tercih etmelerinden ve Allah'ın kâfirler toplu­luğunu hidayete erdirmemesinden ötürüdür, işte onlar,.Al­lah'ın, kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kim­selerdir. Ve Onlar, gafillerin kendileridir. Hiç şüphesiz on­lar, âhirette ziyana uğrayanların ta kendileridir."[32]

Eşya zıddı ile bilinir, diye bir söz vardır, iman ve mümin hakkında verdiğimiz bu özet bilgiler, küfür ve kâfir ile ilgili vereceğimiz bilgilerle daha da netlik kaza­nacaktır.[33]

 

Küfür/Kâfir:

 

Küfür, kelime olarak örtmek anlamındadır. Bu se­beple tohumu toprağa gömüp örten çiftçiye Kâfir denil­miştir. Yine deniz, gece, büyük vadi, büyük nehir, koyu bulut ve zırh da bu isimle isimlendirilmektedir.[34] Çünkü bu şeylerin her biri, bir şeyler örtmektedir, imanın zıddı olan küfür, yani Allah'ı veya Allah'ın gönderdiği peygam­berleri tekzip ve inkâr etmekte de, gerçeğin üzerini örtme söz konusudur. Kur'an'ın kelimeyi, nimetlere karşı nan­körlük kullanımında da aynı anlam mevcuttur. Çünkü böyle biri, nimetlerin üzerini örtmektedir.

Mutlak olarak kullanıldığında imanın zıddı olan inkâr anlamında kullanılmaktadır. Terim anlamı da bu­dur. Nitekim Kur'an~ı Kerim'de en çok Allah'ın birliğini ve yüceliğini ve Peygamberin getirdiklerini inkâr etmek anlamında kullanılmaktadır:

"Ey Kitap Ehli, (gerçeği) gördüğünüz halde niçin Al­lah'ın âyetlerini inkâr ediyorsunuz?"[35]

"inkâr edenler görmediler mi ki göklerle yer bitişik idi biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık. Hâlâ iman etmiyorlar mı?"[36]

"l$te cezaları budur. Çünfeü onlar, âyetlerimizi inkâr ettiler ve: 'Biz kemikler ve ufalanmış toprak haline geldikten sonra yeni bir yaratılışla mı diriltileceğiz?' dediler. Görme­diler mi ki, gökleri ve yeri yaratan Allah, kendilerinin ben­zerlerini yaratmaya da kadirdir? Kendileri için bir süre koymuştur, onda hiç şüphe yoktur (o süre dolunca mutla­ka ölecekler veya dirileceklerdir). Ama zalimler inkârda direttiler:'[37]

inkâr anlamında küfrün Kur'an'da kullanılışı pek çoktur. Böylece küfür, tasdik etmenin yani imanın tam zıddıdır. Küfrün, imanın tam zıddı olduğunu açıkça ifa­de eden âyetler de pek çoktur:

"Kitap sahiplerinden çoğu, gerçek kendilerine apaçık olduktan sonra sırf içlerindeki kıskançlıktan ötürü sizi ima­nınızdan sonra küfre döndürmek isterler"[38]

"iman ettikten , Resulün hak olduğuna tanıklık ettikten ve kendilerine açık deliller geldikten sonra, inkâr eden bir kav­me Allah nasıl yol göstersin ki? Allah, zalim kavmi doğru yola iletmez"[39]

Küfür kelimesinin kullanıldığı ikinci önemli an­lam, nankörlüktür. Daha önce de dikkat çektiğimiz gi­bi, nankörlükte de küfür kelimesinin sözlük anlamı olan "örtmek" söz konusudur. Yüce Allah, nimetleri ve­ren kendisi olduğu halde, nimetlerinin kadrini bilen ve iyi amellerde bulunanlara karşı nankörce davranmaya­cağını belirtmektedir:

"Mümin olarak iyi amellerde bulunan kimse, çabalan karşılığında küjrân/nankörlük görmeyecektir. Doğrusu biz, (bu güzel amelleri onun için) bizzat kayda geçirmekte­yiz"[40]

O halde insanın kendisi de, kendisini yaratan, ya­şamasını sağlayan ve kendisine sayısız nimetler veren Allah'a karşı nankör olmamalıdır. Gerçekten evrene ha­kim olan mükemmel nizamı, Allah'ın nimetleriyle insa­nı gözetmesini düşünen kimsenin nankörlük etmesi mümkün değildir. İnsan, bir an olsun havasız kalamaz, insan için bu denli zorunlu olan havayı Allah hem kar­şılıksız vermiş, hem de dünya atmosferini dolduracak şekilde bolca yaratmıştır. însan için ikinci derecede zo­runlu olan nimet, sudur. Su da neredeyse bedavaya ya­kındır. Dünyanın üçte biri su ile kaplıdır, göller, nehir­ler, yağmur, kar bütün bunlar, insanın su ihtiyacını gi­dermektedir. İnsanın üçüncü derecede ihtiyaç duyduğu gıdalar, emeğe bağlanmıştır. Buna karşılık insanın en çok ihtiyaç duyduğu gıdalar, diğerlerine nazaran daha çabuk ve daha bol yetişmektedir. Verdiği bunca nimete rağmen bunlara nankörlük etmek, cehennemi hakkeui-ren bir durumdur:

"Allah'ın nimetine nankörlük(kü(r)le karşılık verenle­ri ve sonunda kavimlerini helak yurduna sürükleyenleri görmedin mi? Onlar cehenneme girecekler. O ne kötü ka­rargahtır."[41]

"(Size lütûflarda bulundum.) O yüzden beni anın, Ben de sizleri anayım. Bana şükredin, bana karşı nankörlük etmeyin (ve lâ tekfurûni)"[42]

"Rabb'iniz size şöyle bildirmişti: 'Âhdblsun şükreder­seniz elbette size (nimetimi) arttırırım-ve eğer nankörlük ederseniz (ve lein kefertum) azabım pek çetindir,"[43]

Bu âyetlerde görüldüğü gibi şükretmenin zıddı olan nankörlük, küfür kelimesi ile ifade edilmiştir. İma­nın zıddı olan inkâr anlamındaki küfrün, başlangıcı ve mukaddimesi, bu şekildeki nankörlüktür. Zaten küfür, imana konu olan şeyler konusunda bilgi sahibi olma­mak değil, onları içine sindirerek kabullenmemektir. Şeytan, Allah'ın varlığı ve birliği, hatta âhiret hayatı hakkında bilgi sahibi idi. Ancak o, yüce Allah'ın yeryü­zünü imar ve yönetme işini Âdem'e vermesini içine sin-dirememiş ve buna karşı çıkmıştı. Bu nedenle kâfirler­den olmuştu.

Kur'an-ı Kerim, bütün iyiliklerin kaynağında ima­nı görürken bütün kötülüklerin kaynağında da küfrü görmektedir.[44] Bu sebeple kötü davranışlar Kur'an'da daima küfür ehline nispet edilmektedir. îman sahibi ki­şinin kötülük işlemesi, ârizî bir durumdur, kalıcı değil­dir. Bu yaptığını iyi bir davranış olarak görmez ve farkı­na vardığında tövbe eder. Bu sebeple iman sahibi kişi­nin işlediği bu kötülük, yapısının bir parçası haline gel­mez. Halbuki imanı olmayan kişinin işlediği kötülük, yapısının bir parçası haline gelir. Kalıcı bir özelliğe sahiptir. Çünkü o, bu işlediğini içine sindirmektedir ve bundan dolayı pişmanlık duyarak tövbe etmesi gibi bir durum söz konusu değildir.

Özellikle Hakk'ın çağrısına inatla karşı koyan şartlanmış kâfirlerin kalplerinin taşlaştığı ve bu kimsele­rin bütün istekleri yerine getirilse de onların hakka ica­bet etmeyecekleri belirtilir. Böylesi insanlar uyarılsalar da, uyanlmasalar da onlar için fark etmez. Böylesi ifade­lerin küfre şartlanmış olanlar için kullanıldığını belirte­lim. Değilse, hak dine çağrı işiyle ne peygamberler ne de başkaları görevlendirilirdi. Vakıa, peygamberlerin çağrılarına icabet edenler, daha önce inanmamış kimse­lerdir, yani kâfirlerdir. İcabet edenlerin kalpleri henüz taşlaşmış değildir. Hak çağrısıyla defalarca karşılaştığı halde küfürlerini inatla devam ettirenlerin kalplerinin taşlaşması da, kendi yapıp ettikleri sebebiyledir:

"Sözlerini bozmaları sebebiyle onları lanetledik ve kalplerini katılaştirdik. Onlar kelimelerin yerlerini değişti­rirler (kitaplarını tahrif ederler)."[45]

Kâfirlerin sorumlu tutulmaları, ancak peygamber­lik âyetleriyle/mucizeleriyle karşılaşmalarından sonra söz konusudur. Kâfirlerin inkârları, fizikî herhangi bir kusurlarından kaynaklanmamaktadır, bilakis kalplerin-deki bozukluk nedeniyledir. Bu yönleriyle onlar, bazen dünyada da cezalandırılmayı hak ederler:

"Andolsun onlara size vermediğimiz kudret ve serveti vermiştik. Kendilerine kulaklar, gözler ve kalpler vermiştik. Fakat kulakları, gözleri ve kalpleri kendilerine bir jayda sağlamadı. Çünkü bile bile Allah'ın âyetlerini inkâr ediyor­lardı. Alay ettikleri şey, kendilerini kuşatıverdi."[46]

Âyet-i kerime, kalplerin kaulaştırılmasının Allah'a nispet edildiği âyetlere de açıklık getirmektedir. Allah birinin kalbini katılaştırmışsa, bu, o kişinin davranışları nedeniyledir. Kader konusunda belirttiğimiz gibi yüce Allah, durup dururken ne kimseyi hidayete kavuşturur, ne de onu saptırır. İmana da, küfre de talip olan, insa­nın kendisidir.

Bununla birlikte Kur'an-ı Kerim, kâfirlerin inan­maları için deliller sunmaktadır. Peygamberlerin pey­gamberliğini ispat eden âyetler/mucizeler dışında -ki bunların sayısı da sanıldığından çok azdır- Kur'an-ı Ke­rim, hep normal hadiselere; insanın her gün karşılaştığı çevresindeki tabiat olaylarına dikkat çekerek ve birta­kım aklî deliller getirerek insanları düşünmeye davet eder.

Allah katında kişinin kâfirler sınıfına girmesi için inanç esaslarının açık ve' sağlıklı bir şekilde kendisine ulaşması, ikna olacak şekilde onları algıladıktan sonra bunları reddetmesi, inat, tekebbür veya mal mülk hır­sıyla veya kınanmaktan korkması nedeniyle inanç esas­larını inkâr etmesine bağlıdır. Ama inanç esasları kendi­sine ulaşmamış veya hoş olmayan sağlıksız bir yolla ulaşmışsa veya sağlıklı bir yol ile ulaşmış ama kişi onları anlayabilecek kapasitede değilse ya da onları anlamak için incelemeyi sürdürürken ölmüşse ateşte ebedi kal­mayı hak eden kâfirler gibi olmaz.[47]

Sözü uzatmamak için, maksattan sapmak anlamı­na gelen ûhad> inkâr etmek anlamına gelen cuhûd, hak­tan ayrılmak ve haya perdesinin yırtılması anlamına ge­len fücur, din yolunun dışına sapma anlamına gelen fısk kelimelerinin de zaman zaman küfür anlamında kulla­nıldıklarını belirtmekle yetinelim. Kullanılan bu kelime­lerle Kur'an-ı Kerim'in, küfrü her türlü kötülüğün kay­nağı olarak gördüğü de anlaşılmaktadır.[48]

 

Şirk/Müşrik:

 

Kelime olarak şirk, ortak koşmak anlamındadır. Din dilinde ise, Allah'a ortak koşmaktır. Çok sayıda Müslüman âlim, din dilinde şirki ikiye ayırmaktadır. Bunlardan birincisi, büyük şirk diye isimlendirilen, Al­lah'a ortak tanımaktır. İkincisi ise, küçük şirk diye isim­lendirilen ve bazı hususlarda Allah'la birlikte başkaları­nı da gözelen davranışlardır ki, riya ve nifak davranışla­rı böyledir. Peygamber (s.a.v.)den nakledilen: "Bu üm­mette şirk, düz kaya üzerindeki karınca yürüyüşünün çı­kardığı sesten daha gizlidir" hadisine dayandırılan bu ayırı­ma göre Peygamber, bu sözüyle ikinci çeşit şirki kastetmek­tedir.[49] Bu ikinci şirk çeşidine amelî şirk de denilmekte­dir. Ancak biz burada birinci çeşit şirk konusunu ince­leyeceğiz.

Şirk, tevhidin zıddıdır. İleride de göreceğimiz gibi, Allah'ı uîûhiyeüyle, rubûbiyetiyle ve isimleriyle birlemeyen her inanç, şirktir. Tevhid'in zıddı olmakla, imanın da zıddı olan şirk, yukarıda ele aldığımız Küfr'ün kendisidir. Şirkte küfrün hem nankörlük yönü ve hem de inançsızlık yönü vardır.[50] Her iki terim Kur'an-ı Kerim'de de eşanlamlı ola­rak kullanılmaktadır:

"Her nefsin kazandığını gözetleyip muhafaza eden, (hiç böyle yapamayan gibi olur mu?) Halbuki onlar Al­lah'a ortaklar koştular. De ki: Bari onlara ad verin (onlar necidirler?). Yoksa siz Allah'a yeryüzünde bilemeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsunuz? Yoksa, boş laf mı ediyorsunuz? Aslında kâfirlere hileleri süslü gösterildi ve onlar doğru yol­dan ahkonuldular. Allah kimi saptırma artık onu doğru yo­la iletecek yoktur."[51]

Kitap Ehli'nin şirk kapsamına girip girmediği tar­tışma konusudur. Gerçi hukuk açısından müşriklerle Ki­tap Ehli arasında fark bulunduğunu herkes kabul et­mektedir. Bununla birlikte inanç bakımından onların müşrik olduklarını söyleyen âlimler çoğunluktadır. On­ların müşrik olduklarını ifade eden âyetlerin yanında, müşriklerle birlikte fakat müşrikler dışında ayrı bir grup olduklarını belirten âyetler de vardır. Mesela şu âyetlerde onların şirklerinden söz edilmektedir:

"Yahudiler: Vzeyr Allah'ın oğludur' dediler; Hıristi­yanlar da: 'Mesih Allah'ın oğludur' dediler."[52]Nitekim müteakip âyetin sonunda: "Allah, onların ortak koştukla­rından münezzehtir"[53] denilmektedir.

Müşriklerle birlikte fakat onlardan ayn bir toplu­luk olarak zikredildikleri âyetlerin birinde ise, şöyle de­nilmektedir: "İnananlar, Yahudiler, Sabiüer, Hıristiyanlar, Mecûsiler ve Müşrikler..."[54]

Bu âyetlerle farklı Kitap Ehli grupları mı, yoksa onların tamamı mı kastediliyor? Konunun tartışması, uzun sürecek bir husustur. Vakıa, şirk içerisinde olan kişi, hangi ismi taşıyor olursa olsun, müşriktir.[55]

 

Nifak/Münafık:

 

Nifak kelimesinin kök harfleri olan "nefaka" fiili; azalmak, yok olmak, malın revaç bulması gibi anlamla­ra gelmektedir. Nifak kelimesinin hangi kök anlamın­dan türediği konusunda farklı görüşler ileri sürülmüş­tür. Genel olarak, nâfika' isimli tarla' faresi yuvasının isminden geldiği söylenir. Tarla faresi kasla' ve nâfika' diye iki yuva yapar ve gizli bir yol ile bunlan birbirine bağlar. Tarla sahibi kendisini yakalamaya çalıştığında bu yuva­larla onu aldatır. Buna yakın başka izahlar da yapılmıştır. Ancak bunların hepsinde bir aldatma söz konusudur. Yani ortaya atılan görüşlerin tamamında bir ortak nokta bulunmaktadır ve o da aldatmaktır. Hatta kelimenin, malın revaç bulması kök anlamıyla da bir ilgisi olduğu­nu söylemek mümkündür. Çünkü münafık, takındığı tavırdan bir kâr amacı gütmektedir. Belki de bu nedenle yüce Allah, münafıkların takındıkları tavn şu ifadelerle değerlendirmektedir:

"İşte onlar, hidayete karşılık sapıklığı satın alanlar­dır. Ancak onların bu ticareti kâr etmemiş ve kendileri de doğru yola girememişlerdir. "[56]

Münafık, nifak davranışıyla maddi kazanç peşin­dedir. Bu sebeple âyet, tecaretinin bir kazanç sağlama­yacağını anlatmaktadır.

Mekke döneminde münafıkların bulunmaması ve Medine döneminde ortaya çıkmaları da onların hayata hangi gözle baktıklarının ve münafıklıklarının temel ne­denini ortaya koyması bakımından anlamlıdır. Mekke'de Müslümanlar hem güçsüz ve hem de baskı altındaydılar Halbuki Medine'de güç sahibi olmuş ye nihayet çevreye hakim olmaya başlamışlardı. Münafıklar, müslüman ol­madıkları halde müslüman görünüp Müslümanların bu hakimiyetlerinden yararlanmak istiyorlardı.

Münafığın din dilindeki anlamı ise, çok açık ve nettir: Birtakım sebeplerle, inançsız iken inançlı görünmesi olayı nifak, böyle davranan kişi ise, münafıktır. Münafık, bir kapıdan İslâm'a girmekte, diğer kapıdan çıkmaktadır:

"Onlar inanmış olanlarla karşılaştıkları zaman 'inan­dık' derler. Fakat şeytanlarıyla baş başa kaldıkları zaman ise, 'biz, sizinle beraberiz, biz sadece (onlarla) alay ediyo­ruz'derler:[57]

Bazı âlimler, münafıkların devamlı olarak Müslü­manlarla iç içe olmaları ve namaz kılmaları, din! öğütler dinlemeleri sebebiyle bazen İslâm'a ısındıklarını hatta geçici bir iman ile inandıklarını fakat ardından tekrar küfre döndüklerini söylerler. Bu görüşte olanlar, Bakara sûresinin 17-20 âyetlerinde getirilen iki misalle bunun kastedildiğini ileri sürerler. Getirilen iki misalin ilkinde ateş yakıldığında çevrenin aydınlanması ve ikinci misal­de şimşek çaktığında çevrelerini görür hale gelmeleri, onların geçici imanlarıyla izah edilmiştir. Bir başka gö­rüşe göre, bu misallerle kastedilenin, işlerine gelen âyet­ler indiğinde buna sevinmeleri olduğudur. Bizim bu iki misalden anladığımız; münafıkların, bu davranışlarıyla geçici bir menfaat elde ettikleri, fakat bu menfaatin çar­çabuk kaybolduğunu anlatmaktır.

Kur'an-ı Kerim, münafıkların kalplerinin hastalık­lı olduğunu bildirmektedir. Ayrıca bu hastalık gittikçe artmakla, katmerleşmektedir.[58] Kalbinde hastalık bulu­nan kişinin fesat biri olduğu muhakkaktır. Onlar, toplu­mun yararını gözetiyorum görüntüsünü vermeye çalı­şan, fakat bozgunculuk peşinde koşan kimselerdir:

"Kendilerine: 'Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın' denildiği zaman: 'Biz sadece ıslah edicileriz' derler. İyi bilin ki, onlar bozgunculardır, fakat anlamazlar."[59]

Kötülüğü emredip iyilikten uzaklaştırmaları, on­ların nitelikleri arasındadır:

"Münafık erkekler ve münafık kadınlar birbirlerin-dendir. Kötülüğü emreder, iyilikten uzaklaştırırlar ve elleri­ni sıkı tutarlar. Allah'ı unuttular, O da onları unuttu. Mü­nafıklar, yoldan çıkanlar işte onlardır"[60]

Yalancılık ve korkaklık da onlann temel .vasıflann-dandır:

"(O münafıklar), kesin olarak sizden olduklarına dair Allah'a yemin ederler. Halbuki onlar sizden değillerdir, fakat onlar korkak bir topluluktur. "[61]

Bu-yönleriyle münafıkların, bir toplum için ne denli zararlı oldukları ortadır.

Kur'an-ı Kerim'de inançla ilgili kavramlarla inanç gruplarına dair verdiğimiz bu özet bilgiden sonra şimdi .de Kur'an'ın ele aldığı inanç prensiplerine geçebiliriz.[62]

 

Allah'a İman

 

Varlığı:

 

Allah'ın varlığı, delil getirme ya da tartışmaya ihti­yaç bırakmayacak ölçüde bir gerçektir. Bu nedenle Kur'an-ı Kerim, Allah'ın varlığını tartışmaya açarak O'-nun varlığını ispat yolunu seçmez. Zaten böyle bir yo­lun izlenmesi mümkün de değildir. Çünkü Allah, labo­ratuara sokulacak bir madde ya da beş duyu ile algıla­nabilen bir cisim değildir. Dikkatleri evrene çekerek Al­lah'ın varlığını ispat yolunu seçer: "Acaba onlar yaratıcı-sız mı yaratıldılar, yoksa kendileri mi yaratıcıdırlar? Yoksa gökleri ve yeri onlar mı yarattılar? :Hayır! Onlar düşünüp hakikati anlamazlar"[63] âyetinde olduğu gibi. Hiçbir in­san, kendi'kendisini yarattığını ya da yeri ve gökleri ya­rattığını ileri süremez/sürmemiştir. îlahlık iddiasında bulunan Firavun ve benzerleri bile böyle bir iddia ileri sürmemiştir. İnsanın kendisi, yaratıcı olmadığına göre çevresindeki diğer canlılar ya da cansız şeylerin yaratıcı olamayacakları ortadadır. O halde evren ya kendi ken­dine yaratılmıştır ya da bir yaratıcısı vardır. Kendi ken­disine var olmadığı, evrene hakim olan mükemmel sis­tem ve nizamdan anlaşılmaktadır. Bu nedenle Kur'an, sık sık evrene ve evrene hakim olan mükemmel sisteme dikkat çekmektedir:

"insanlar acaba deveye bakıp da biraz olsun düşün­mezler mi, deve nasıl yaratıldı? Göğe bakmazlar mı, nasıl kaldırıldı? Dağlara bakmazlar mı, nasıl dikildi? Yere bak­mazlar mı, nasıl döşendi?"[64]

"Şüphesiz Allah gökleri ve yeri, nizamları bozulmasın diye tutuyor. Andolsun ki onlann nizamı eğer bir bozulursa kendisinden sonra hiç kimse onlan tutamaz"[65]

. Bu sebeple diyoruz ki, Allah'ın varlığının delilleri, dolaylı delillerdir ve insanın duyularına değil aklına hi­tap ederler. Allah'ın varlığını tartışmaya açma şeklinde değildir. Çünkü Allah'ın varlığı, ispata ihtiyaç duyulma­yacak kadar açıktır. Ayrıca Allah'ın varlığı konusundaki bilgi insanın fıtratına yerleştirilmiştir. Kur'an-ı Kerim bu fıtratı uyarmaya çalışır:

"Kıyamet gününde, 'biz bundan habersizdik' demeye-siniz diye Rabb'in Âdem oğullarından, onlann bellerinden zürriyetlerini aldı ve onlan kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: 'Ben sizin Rabb'iniz değil miyim?' (Onlar da), 'Evet (Rabb'imiz olduğuna) şahit olduk' dediler."[66]

Henüz dünyaya gelmezden önce insanlar, babala­rının bellerinden alınarak Allah'ın huzurunda toplanmış ve Allah'ın: "Ben Rabb'iniz değil miyim?" sözüne karşılık: "Evet Rabb'imizsin" demişlerdir. İşte bu şekildeki söz ver­meleri, yaratılışlarında yer almakta; böylece Allah'ı ka­bullenerek O'nun varlığına inanmaları kolaylaşmaktadır. Çocuk yaşta insanın soyut manaları anlaması kolay bir şey değildir. Oysa Allah'ın varlığını daha kolay kabullen­mekte ve O'na inanabilmektedir. Hiçbir benzeri olmayan Allah'ı çocuk kabullenebiliyor ve anlıyorsa, yaratılışında mevcut olan bu bilgiden dolayıdır.

Genelde dilci müfessirler âyetin sembolik bir anla­tım olduğunu ileri sürerler. Onlara göre Allah ile kul ara­sında böyle bir konuşma vaki olmamıştır. Onlara göre âyetin anlatmak istediği şudur: Yüce Allah, rubûbiyet ve birliğini ispat eden delilleri evrene yerleştirmiş ve insan aklına da bunları anlama yeteneğini vermiştir. İnsan, var­lıktaki delillerden hareketle hidayet ile sapıklığı birbirin­den ayırt etme yeteneğiyle donatılmıştır. Âyetle kastedi­len bu durumdur.[67] Bazı müfessirler ise, bu görüşe yakın bir görüş ileri sürer ve insanın böyle bir eğilim ile yaratıl­dığını yani yaratılışına bunun yerleştirildiğini söyler, fa­kat Allah ile insanlar arasında böyle bir diyalogun fiilen vaki olmadığını ileri sürerler. Bizce böyle bir diyalogun fiilen vaki olmaması için bir sebep bulunmamaktadır. Çünkü Allah, bir şeyi kendisine nispet ederek Kur'an'da zikrediyorsa, o şeyin sebep-sonuç kurallarına uyup uy­madığı meselesi önemli değildir. Diğer yönden âyette an­latılan diyalogun, Hz. Adem'in yaratılışı esnasında ger­çekleştiğine dair senedi Peygamber'e varan pek çok riva­yet vardır[68] ve bu rivayetler ile Kur'an'ın anlattıkları ara­sında bir çelişki bulunmadığı gibi bir paralellik de söz konusudur. Ayrıca bir zorunluluk bulunmadıkça Kur'an anlatımında sembolizmi ileri sürmek doğru değildir. Du­rum ne olursa olsun insanın böyle bir fıtrat üzere yaratıl­dığı şu âyette açık bir şekilde anlatılmaktadır:

"Sen yüzünü 'hanîf olarak dine, yani, Allah insanlan hangi 'fıtrat' üzere yaratmış ise, o fıtrata çevir."[69]

Sair zamanlarda fıtratlarının sesine kulak verme­yenler, sıkıntılı anlarında bu fıtratları öne çıkar.:

"Denizde başınıza bin musibet geldiğinde,, O'nâan baş­ka bütün yalvarâıklannız kaybolup gider. O sizi kurtarıp ka­raya çıkardığında, yine eski halinize dönersiniz. Zaten insa­noğlu nankördür,"[70]

"Nimet olarak size ulaşan (her şey) Allah'tandır. Sonra size bir zarar dokunduğu zaman da yalnız O'na yal­varırsınız. Sonra da sizden o zarar giderildiğinde, içinizden bir grup, hemen Rablerine ortak koşar."[71]

Problem genelde Allah'ın varlığına inanıp inan­mama konusunda değil, Allah'a ortak koşma ve O'nu isim ve sıfatlarıyla tanıyıp takdir edip etmeme konusun­dadır. Hemen hemen bütün toplumlar Allah'ın varlığı­nı, yeri ve göğü yaratanın O olduğunu kabul ederler. Putperestlikleriyle ünlü müşrik Araplar bile bu hususla­rı kabul ediyorlardı:

"Andolsun ki onlara, 'Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı buyruğu altında tutan kimdir?' diye soracak olsan, mutlaka, 'Allah...' derler,"[72]

Geçmiş milletlerde iki sınıf, Allah'ın varlığını in­kâr etmiştir. Bu iki sınıftan biri, dehrîler/materyalistler-dir. Materyalist olarak bilinen toplumlarda bile bunların sayısı çok azdır. Kur'an-ı Kerim, onlardan şöyle bahset­mekte dir:

"Dediler ki: 'Ne varsa dünya hayatımızdan ibarettir, başka bir şey yoktur. Ölürüz, yaşarız. Bizi zamandan baş­kası helak etmiyor.' Fakat onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur."[73]

Bu inancı taşıyanlara göre, evreni yaratan ve işleri düzenleyip planlayan yoktur. Her şey bir raslantı sonucu­dur. Bu dünya hayatına öylesine gelmişiz ve hayatımız bu dünya hayatından ibarettir. ÂhireL hayaunı reddeLmeleri, bu inançlarının bir sonucudur.

ikinci sınıf ise, tartışmada galip gelmek, başkasını

küçümsemek ve büyüklük taslamak gibi duygularla Al­lah'ın varlığını inkâr ederler. Aslında bunlar, içlerinde Allah'ın varlığına inanırlar. Firavun'u buna örnek olarak verebiliriz. Daha önce Hâmân'a: Bana yüksek bir kule yap ki çıkıp Musa'nın tanrısına bakayım, deyip alay ederken[74] denizde boğulmayla karşı karşıya kaldığında: "Gerçekten israil oğullarının inandığından başka tanrı ol­madığına inandım, ben de Müslümanlardanım"[75] demiştir. Kur'an-ı Kerim, Allah'ın varlığı konusunda insa­nın derinliklerinde varolan fıtratını uyarmaya çalışırken bir yandan da aklını kullanmasını istemektedir. Evrenin tamamı, barındırdığı şeylerle Allah'ın varlığına birer de­lildir.

"Göklerde ve yerde nice âyetler vardır ki, onlar bu deliller karşısında yüzlerini çevirip geçerler."[76]

"Acaba onlar bir şeysiz (yaratıcısız) mi yaratıldılar? Yoksa kendileri yaratıcı mıdırlar? Yoksa gökleri ve yeri on­lar mı yarattılar? Hayır! Onlar düşünüp hakikati anlamaz­lar.[77]

Daha önce dikkat çektiğimiz gibi Kur'an-ı Kerim, evreni ve içinde olanları Allah'ın varlığına delil olarak zikrederken, Allah'ın varlığını tartışmaya açarak değil, dolaylı deliller olarak zikretmekledir. Bu ayetlerde insan fıtratında mevcut olan Allah inancının harekete geçmesi sağlanmakta ve insanın dikkati tabiata ve tabiat olayları­na çekilerek aklını kullanması istenmektedir:

"O, sizi karada ve denizde yürütendir. Hatta siz gemi­lerde bulunduğunuz, o gemiler de içindekileri güzel bir rüz­gârla alıp götürdükleri ve (yolcular) bununla neşelendikleri zaman, o gemiye şiddetli bir fırtına gelip çatar, her yerden onlara dalgalar hücum eder ve onlar, çepeçevre kuşatıldıkla­rını anlarlar da, dini yalnız Allah'a halis kılarak, 'Andolsun tger bizi bundan kurtarırsan mutlaka şükredenlerden olaca­ğız' diye Allah'a yalvarırlar."[78]

Kur'an'da tabiat ve tabiat olaylarına birçok âyette dikkat çekilmektedir. Kur'an'daki birçok sûre tabiattaki varlık ya da olayların isimlerini taşımaktadır: En'am, Ra'd, Nahl, Nemi, Ankebut, Necm, Hadid, Kamer, Tür, Burûc, Tarık, Fecr, Şems, Tın, Alak, Adiyat, Fîl, Felak sûreleri gibi. Ancak bütün bunlara rağmen tabiat ve ta­biat olayları Kur'an'm hedef konuları arasında değildir. Bu gibi konular, araç konulardır. Bunlarla Allah'ın varlı­ğı, O'nun kudreti ve kulları üzerindeki nimeti anlatıl­mak istenmektedir. Kur'an-ı Kerim'de tabiata bu denli yer verilmesi, mü'min kişinin, çevresine duyarsız kal­maması için bir çağrı ve teşviktir. Mü'min kişi, çevresini daima ibret nazarlanyla değerlendirir.[79]

 

Birliği/Tevhid:

 

Dolaylı olarak Allah'ın varlığım konu alan bu âyetler bu arada Allah'ın isim ve sıfatlarını konu almak­ta; O'nun sonsuz ilim ve kudretini anlatmakta ve OYıa ortak koşmanın yanlışlığı çok etkili delillerle ortaya konulmaktadır. Bu gibi âyetlerde insanın yararını yakın­dan ilgilendiren hususlara yer verilerek insanın duygu­ları harekete geçirilmektedir.

"De ki: Hamd okun Allah'a, selam olsun seçkin kıldığı kullarına, Allah mı hayırlı, yoksa O'na koştukları ortaklar mı? (Onlar mı hayırlı) yoksa gökleri ve yeri yaratan, gökten size su indiren mi? Çünkü biz onunla, bir ağacını bile bitir­meye gücünüzün yetmediği güzel güzel bahçeler bitirmişiz­dir. Allah'la beraber başka bir tanrı mı var! Doğrusu onlar sapıklıkta devam eden bir güruhtur. (Onlar mı hayırlı) yok­sa yeryüzünü oturmaya elverişli kılan, aralarından nehirler akıtan, onun için sabit dağlar yaratan, iki deniz arasına engel koyan mı? Allah'ın yanında başka bir tanrı var, öyle mi? Doğrusu onların çoğu, (gerçekleri) bilmiyorlar."[80]

Evrende tesadüfe yer olmaması da Allah'ın hem varlığının ve hem de birliğinin delilidir:

"Yer küresinde birbirine komşu kıtalar, üzüm bağlan, ekinler, çatallı ve çatakız hurmalıklar vardır. Bunların hep­si aynı su ile sulandığı halde yemişlerinde onların bir kısmı­nı bir kısmına üstün kılarız. İşte bunlarda da akıllarını kul­lanan bir toplum için ibretler vardır.[81]

Bütün bitki ve ağaçlar aynı topraktan ve sudan beslenmekte, aynı havayı teneffüs etmektedir. Eğer ev­rende tesadüfe yer olsaydı ya rasgele bitki ve meyveler yetişir, ya da ne tohum ekilirse ekilsin hep aynı bitki ve meyve yetişirdi. Bunları birbirinden farklı kılan, her to­huma mükemmel bir program yükleyen kimdir? Küçü­cük bir alana değişik sebze veya ağaçlan dikecek ve on­ları aynı su ve gıdalarla besleyecek olsak, yine de her biri ayrı sebze veya meyve verecektir. Yüce Allah, her şeye, yaratılışının özünü gaye ve hedefini ve ne yapacağını yerleştirmiştir:

"Rabb'imiz her şeye yaratılışını ve ne yapması gerek­tiğini verendir. "[82]

Bu âyet bize evrendeki her varlığın bir gayesinin bulunduğunu, ne yapacağını yaratılışına yerleştirenin Al­lah olduğunu haber vermektedir. O halde evrendeki her şey, üzerinde düşünülecek bir malzemedir. Örneğin aklı olmayan hayvanların içgüdüleriyle hayatlannı devam et­tirmeleri, göçmen kuşların göç zamanlarını ve yollarını tayin etmeleri vs., gibi hususlar, onları yönlendiren ve ya­ratılışlarına bunu yerleştiren bir gücün var olduğunu gös­termez mi? Yaratılıştaki bu mükemmellik, onlan yarata­nın gücüne ve mükemmelliğine delil olduğu gibi birliği­ne de delildir. Eğer O'nun ortağı bulunmuş olsaydı, mut­laka bir yerde aralarında anlaşmazlık çıkar ve evrene ha­kim olan bu mükemmel düzen, darmadağın olurdu.

Allah'ın hiçbir benzeri yoktur. Mutlak kemal O'nundur. O, eksik niteliklerin tamamından uzaktır: "En yüce sıfatlar Allah'a aittir. Çünkü O, her şeyden üstün ve hik­met sahibidir. "[83]

Kur'an-ı Kerim'in Allah konusunda üzerinde en çok durduğu husus TEVHİD inancıdır. Allah'ı tevhid etmek (birlemek), sadece gökleri ve yeri yaratanın, yağ­muru yağdıranın Allah olduğunu kabul etmek değildir. Kuran nasslanndan esinlenerek âlimler Tevhidi üç kıs­ma ayırmışlardır:

a. Rubûbiyet tevhidi.

b.  Uluhiyet tevhidi

c. İsim ve sıfatlarının tevhidi.[84]

 

Rububiyel Tevhidi:

 

Allah'ın, evrenin sahibi, yaratıcısı ve yöneticisi ol­duğunu kabul etmek ve bu konularda ortağının bulunr madiğim itiraf etmektir. Rızkın O'nun tarafından veril­diğine, zarar ve yarar vermenin sadece O'nun gücü çer­çevesinde bulunduğuna, dirilten ve öldürenin O oldu­ğuna inanmaktır. Rubûbiyetin anlamlarından biri de, itaat edilen yani verdiği emirlere uyulandır.

"Bilesiniz ki, yaratmak da. emretmek de 0'na mah­sustur."[85]

Tevhid'in bu kısmını müşrik Araplar da kabul ediyorlardı.[86] Sadece müşrik Araplar değil, diğen müş­rikler de genelde bunu kabul ederler. Bu sebeple sadece Tevhid'in bu kısmına inanmak, kişiyi Allah'a ortak koş­ma çerçevesinin dışına çıkarmaz.[87]

 

Uluhiyet Tevhidi:

 

Sadece Allah'a kul olmaktır. Muvahhid kişi, sade­ce Allah'a ibadet eder, başkasına ibadet etmez. Allah'a itaat eder ve O'nun: emirlerini kabul eder. Tevhid'in bu kısmı, diğer kısımlarını da içine alır. Bu nedenle bütün peygamberler kavimlerini bu Tevhid'e davet etmişlerdir:

"Andolsun ki, biz, Allah'a kulluk edin ve putlardan sa­kının' diye (emretmelera)-iç"/h;fer millete bir peygamber gön­derdik."[88]

O halde imanın odak noktası ve temel dayanağı Tevhid'in bu kısmıdır. İnsan bunun için yaratılmış ve

peygamberler bunun için gönderilmişlerdir. Kişiyi müşrik olmaktan kurtarıp muvahhid kılan da budur.[89]

Bu Tevhid'in gereklerinden biri, katıksız bir şekil­de Allah'ı sevmek; hiçbir sevgiyi O'nun sevgisine denk tutmamaktır:

"insanlardan bazısı Allah'tan başkasını Allah'a eşler ve benzerler edinir de onları Allah'ı sever gibi severler. îman edenler ise, Allah'ı en çok severler."[90]

Yüce Allah bu konuyu Kur'an-ı Kerim'de ayrıntılı bir şekilde ele almaktadır. İnsanoğlu yaratılışı gereği kendisini, yakınlarını, eşini, vatanını, evini vs. gibi ken­disini yakından ilgilendiren şeyleri sever. Yüce Allah, bu tür şeyleri sevmenin de kendi sevgisinin önüne geçme­mesi gerektiğine dikkat çekerek şöyle buyurmaktadır:

"De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğ­ramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler (evler, villalar), size Allah'tan, Resulünden ve Allah yolun-da cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini geti­rinceye kadar bekleyin. Allah fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez"[91]

Bu Tevhid'in gereklerinden bir diğeri ise, sadece Allah'a dua etmek ve O'na dua ederken aracı koyma­maktır. Aracı konulan kişinin salih biri olması ya da ol­maması arasında bir fark yoktur. Çünkü aracı kılman kişi, en nihayet yaratılmış biridir ve yaratılmış birinin, dua eden kimseye yarar veya zarar verme gücü bulun­mamaktadır:

"Allah'ı bırakıp da sana fayda ya da zarar vermeyecek şeylere dua etme. Eğer bunu yapacak olunan bu takdir­de sen mutlaka zalimlerden olursun."[92]

Ulûhiyet ve Rubûbiyetin, özel anlamlan olmakla birlikte iç içe olan ortak anlamlan da vardır. Çünkü her ikisinde, 'emirlerine itaat edilen' anlamı mevcuttur. Bu se­beple biri gerçekleşmeden diğeri de tam olarak gerçek­leşmez. Kur'an-ı Kerim'de bazen birbirlerinin yerine kul­lanılmalarının nedeni de budur.[93]

 

İsim Ve Sıfatların Tevhidi:

 

Tevhid'in üçüncü kısmı olan isim ve sıfatlarının tevhidine gelince, özet olarak, Allah'ın her türlü mü­kemmel sıfatlarla muttasıf, eksik sıfatlardan münezzeh olduğuna ve Kur'an-ı Kerim'de adı geçen isimlerine iman etmektir.

Düşünüldüğünde bu tevhid çeşidinin de, diğer tevhid kısımlarıyla yakından ilgili olduğu görülecektir. O halde Allah'ı birlemek yani "tevhid inancı" kapsamlı bir inançtır. Kalbin derinliklerinde inanmayı içerdiği gi­bi, söz ve davranış olarak Allah'a yönelmeyi, yalnız O'na ibadet etmeyi, günlük hayatla ilgili bildirdiği emir ve ya­saklara itaat etmeyi de içerir. Şu âyet bunu çok açık bir şekilde ifade etmektedir:

"Hahamlarım ve rahiplerini Allah'tan ayrı rabler edindiler. Meryem oğlu Mesih'i de. Oysa kendilerine yalnız tek Tanrı olan Allah'a ibadet etmeleri emredilmişti. O'ndan başka tann yoktur. O, onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir"[94]

Âyette geçen "Hahamlarını ve rahiplerini Allah'tan ayrı rabier edindiler" ifadesinden maksat, hahamlarıyla rahiplerinin helal ve haram konusundaki emirlerine ri­ayet etmeleridir. Nitekim Peygamber (s.a.v.) bu âyeti okuduğu sırada cahiliye döneminde Hıristiyanlığı seçen Adiy b. Hatem içeri girmiş ve: "Onlar haham ve rahiple­rine ibadet etmiyorladı" demiştir. Bunun üzerine Pey­gamber (s.a.v.): "Allah'ın helal kıldığını onlara haram kıl­dılar ve haram kıldığını da onlara helal kıldılar, onlar da, haham ve. rahiplerinin bu yaptıklarına uydular. işte bu, on­lara ibadet etmeleridir" demiştir. Buna göre Allah'ın helal kıldığım haram kılan yani serbest bıraktığını yasaklayan veya bunun aksini yapan, rablık iddiasında bulunmuş­tur ve bunu lasvip edip kabullenen kişi de, o helal ve haram kılanı Rab olarak kabul etmiş sayılır.

Allah'ın mükemmel sıfatların tamamıyla muttasıf olduğuna ve her türlü eksiklikten münezzeh olduğuna inanmak, insanın ruhî yapısı ve günlük hayatı üzerinde büyük etkileri vardır. Allah'tan başka ilâh bulunmadığı­na, diriltenin ve öldürenin O olduğuna, rızkı O'nun ver­diğine, O'nun izni olmadan insana ne bir fayda ve ne de bir zararın dokunmadığına iman eden bir kimse, yara­tıkların boyunduruğundan özgürlüğe kavuşur. Böyle bi­ri, evrenle de bütünleşmiş olur, ona karşı bir yabancılık hissine kapılmaz. Çünkü kendisinin de, evrenin de yara­tıcısının Allah olduğunun bilincindedir. Kendisiyle diğer insanlar arasında bir fark bulunmadığına; kendisinin de diğer insanlar gibi Allah'ın kulu olduğuna ve onların kendisi üzerinde herhangi bir üstünlüklerinin bulunma­dığına inanır. İnsanlık, tarihi boyunca dünya hayalına hükmeden zalim idarecilerden ve dinî duygulara din adına hakimiyet iddia eden din istismarcılarından çektigi kadar başka hiçbir şeyden çekmemiştir. Tevhid inancı, bu iki hakimiyetin boyunduruğuradan kişiyi kurtarır ve onu özgürlüğüne kavuşturur. Özgürlük, öncelikle kişinin kendi içinde kendini özgür hissetmesidir. İnsana bu duy­guyu veren ise, Tevhid inancıdır. Bu inancı kalbine yer­leştiren kimse, hiçbir yaratılmışa; ne bir idareciye ve ne de bir zengine yağcılık yapma, riyakârca davranma ihti­yacı duyar. Çünkü o bilir ki her şeyi veren*de, alan da Al­lah'tır. Bu sebepledir ki Tevhid'e inanan bir toplumda sı­nıflaşma da olmaz. Bütün bireyler eşit düzeydedir.

Kur'an-ı Kerimde Allah hakkında kullanılan isti-vâ/kurulmak, med'/gelmek, nu^ul/inmek gibi fiilî sıfat­larla yed/el, vech/yüz, ayn/göz gibi haberi sıfatların nasıl anlaşılması gerektiği konusunda âlimler arasında ihtilaf vardır. Selef dediğimiz ilk dönem âlimleri bu sıfatları ol­duğu gibi kabul etmiş; onlan te'vil etmemişlerdir. Onla­ra göre keyfiyetsiz olarak bu sıfatlara inanılır. Yani yara­tıklara benzetilmeden ve nasıllığı üzerinde durulmadan onlara inanılır. Örneğin "Allah Arş'a istiva etmiştir" âye­tinden Allah'ın Arş'ına kurulduğunu anlıyoruz. Ancak bu kurulma, kralların tahtlarına oturması gibi değildir. Taht, krallar için bir mekândır ve krallar üzerlerine oturduklarında bu tahtlara muhtaçtırlar. Allah'ın Arş'ına kurulması böyle değildir. Nasıllığını da bilemeyiz. Ona öylece inanınz. İnsan aklı bunun nasıllığını kavrayamaz ve bilemez. Yine Kur'an'da zikredildiği gibi Allah'ın eli vardır. Ancak O'nun eli, insan eline benzemez ve bir ci­sim de değildir. Nasıllığını bilemeyiz. Nasıl diğer sıfatla­rı te'vil etmeden onlara öylece inanıyorsak, bu sıfatları da te'vil etmeden öylece inanmalıyız. Aslında bu sıfatlar arasında bir fark bulunmamaktadır..Bunları te'vil etme­den kabul ettiğimiz takdirde Allah'ı yaratıklarına ben­zetmiş olmayız. Nasıl Allah'ın duyduğunu söylediğimizde O'nu insanlara benzetmiş olmuyorsak, bu sıfatlan öylece kabul ettiğimizde de Allah'ı yaratıklarına benzet­miş sayılmayız. Mesela bizim duymamız, hava dalgacık­larının kulak zarımıza çarpması, zarın orta kulakta bu­lunan örs ve çekici harekete geçirmesi ve bu işlemin beyne iletilmesiyle gerçekleşir. Oysa Allah'ın duyması böyle değildir. Buna rağmen biz, Allah'ın duyduğuna inanıyor ve bu inancımızla O'nu yaratıklarına benzet­miş olmuyoruz. Aynı şekilde Allah'ın Arş'ına kuruldu­ğuna, el ve yüzünün bulunduğuna inanır fakat bunlara, insanın tahta oturmasına ya da insanın eline benzetme­den inanırız.

Halef dediğimiz sonraki âlimler ise, bu sıfatlar te'vil edilmeksizin kabul edildiği takdirde tecsim ve teş­bihe gidilmiş olur gerekçesiyle bu sıfatlan te'vil etmişler­dir. Örneğin onlara göre istiva, hakimiyeti altına alma, yed ise kudret manasmdadır. Kur'an'daki bu tür kulla­nışların mecazî olduğunu ve bu nedenle de te'vil edilme­leri gerektiğini söylerler.

Te'vil dönemi başladıktan sonra, selefin yolunu izleyenler, te'vil edenleri Allah'ın sıfatlarını ta'til/işlevsiz kılmak ve bir nevi onları inkâr etmekle itham etmiş; te'vile taraftar olanlar ise, diğerlerini teşbih ve tecsîm ile itham etmişlerdir.

Bizce selefin takip ettiği yol daha tutarlıdır. Çün­kü herhangi bir kullanıma "mecâzî"dir, diyebilmemiz için karine olması gerekir. Sadece bu sıfatların nasülığı-nı kavramaktan âciz olmamız, onları te'vil etmemize ye­terli bir gerekçe olacaksa Allah'ın ilim, basar/görmek, sem'/duymak gibi sıfatlarının da nasılhğını kavrayamı-yoruz. O zaman bunları da te'vil etmeliyiz. Bu durumda her kullanışa mecazîdir der ve onu te'vil etmeye kalkışırız Neticede dinin hiçbir sabitesi kalmaz. Her şey te'vil edilir- Şunu da belirtmeliyiz ki: Allah hakkında te'viller yapıla yapıla insanlann zihninde donuk ve etkinliği ol­mayan bir Allah inancı ortaya çıkmıştır. Bununla birlik­te iki tarafın birbirlerine yönelttikleri eleştirileri ağır bulduğumuzu belirtmeliyiz.[95] Çünkü her iki taraf, sa­mimiyetle dini anlama ve Allah'ı eksikliklerden tenzih etme peşindedir.

Tevhid'e inanan kişi, yüce Allah'ın izni olmadığı müddetçe kendisine zarar vermek üzere bütün yaratık­ların bir araya gelmelerinin bir anlam ifade etmediğini bildiği için onurlu kişidir. Kendine güven duygularıyla doludur. Ayrıca cimrilik ve korkaklık gibi olumsuzluk­lardan uzaktır.

Allah'ın bir ve tek olması, ibadet ve duanın sadece O'na yapılmasını zorunlu kılmaktadır. Bu, o kadar önemli bir husustur ki, namazın her rekâtında tekrar edilen Fatiha sûresinde yer almaktadır:

"Sadece sana ibadet eder ve sadece senden yardım dile­riz”[96]

Allah'a ibadet ve O'na dua ederken aracı konul­maması da, Allah'ı birlemenin bir gereğidir:

"Onların yalvardıklan bu varlıklar, Rablerine -hangisi daha yakın olacak diye- vesile ararlar; O'nun rahmetini umarlar ve azabından korkarlar. Çünkü Rabb'inin azabı, sa­kınmağa değer.[97]

Daha önce de dikkat çektiğimiz gibi aracı kılman kimsenin, Allah katında değerli biri olması da önemli değildir. Nitekim-âyette reddedilen aracılar, "Allah'ın rahmetini uman ve azabından korkan" kimselerdir. Bu da onların salih kişiler olduklarını gösterir. Hatta kendile­rine yalvarılan bu kimselerin melekler oldukları da bir­çok müfessir tarafından beyan edilmektedir.[98]

Sonraki .asırlarda ve günümüzde aracılığı/teves-sül'ü meşru göstermek için islâm'la bağdaşması ^müm­kün olmayan birtakım gerekçeler ileri sürülmüştür. Bu görüşü benimseyenler derler ki:

a. Bir kralın ya da önemli bir devlet adamının hu­zuruna çıkmak için mutlaka bir aracı koymak gerekir. Allah'ın huzuruna çıkmak' için de böyle bir aracıya ihti­yaç vardır.

b.  Kişi belki günahkâr biridir, direkt olarak Al­lah'ın huzuruna çıkacak yüzü yoktur. Bu nedenle Al­lah'ın sevdiği veli bir kulunu aracı yapmakta; onun, yü­zü suyu hürmetine bağışlanmasını dilemektedir.

c.  Dua edilirken, istek Allah'tandır, satıh kişiden değildir. Dua ile ibadeti birbirine karıştırmamak-gerekir.

Her şeyden önce böyle bir benzetme, Allah'ı yara­tıklarına benzetmek olur ki, temelinden tutarsız bir benzetmedir. İkinci olarak, vatandaşım aracısız kabul etmeyen idareci, ya huzuruna gelecek vatandaşı hak­kında bilgi sahibi değildir, aracı olan kimse o vatandaş hakkında bilgi verecektir veya zalim biridir, vatandaşlar arasında ayırım yapmaktadır. Yüce AHalPtiıi iki kusur­dan da münezzehtir.

ikinci gerekçe de Kur'an'ın anlattıklarıyla bağdaş­mamaktadır. Kur'an, şeytanın bile, Allah'a aracısız ola­rak dua ettiğini ve duasının kabul olduğunu haber ver­mektedir:

"(iblis), Ey Rabb'im! Öyle ise, (varlıkların) tekrar di­rileceği güne kadar bana mühlet ver, dedi. (Allah), o halde bilinen bir vakte kadar kendilerine mühlet verilenlerdensin, dedi"[99] Herhalde hiçbir Müslüman, şeytan kadar günah­kâr ve değersiz olamaz.

Kur'an-ı Kerim, yine müşriklerin dualarından ve dualanriin kabul edilmesinden bahsetmektedir:

"Heryerden dalgalar onlara hücum eder ve onlar, çe­peçevre kuşatıldıklarını anlarlar da, dini yalnız Allah'a ha­lis kılarak, 'Andohun eğer bizi bundan kurtarırsan mutlaka şükredenlerden olacağız' diye Allah'a yalvarırlar. Fakat Al­lah onları kurtarınca, bir de bakarsın ki, yine haksız yere taşkınlık ediyorlar "[100]

iblis ve askerlerine verilen bir hak, günahkâr  mı esirgenecek ki, onların duaları ara­cısız kabul edilmesin?[101]

Yüce.Allah, günah işleyenlerin, kendisini anıp gü­nahlarından1 bağışlanma diledikleri takdirde, günahları­nı bağışlayacağını haber vermektedir:

"Yine onlar ki, bir kötülük yaptıklarında, ya da bizzat kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı hatırlayıp günahlarından dolayı hemen tövbe-istiğfar ederler. Za­ten'günahları Allah'tan başka kim bağışlayabilir ki!"[102]

Üçüncü gerekçelerine gelince, haddizatında aracı kılınmak istenen kişiye de dua yani istekte bulunma söz konusudur. Çünkü orada hazır bulunmadığı halde on­dan da aracı olması istenmektedir. Değilse kişi, onu ara­cı yapma yetkisini nereden almaktadır? Bir de dua, bi­zatihi ibadettir. Şu âyette bunu açıkça müşahede ediyoruz:

"Rabb'iniz şöyle buyurdu: Bana dua edin, size icabet edeyim. Çünkü bana ibadeti bırakıp büyüklük taslayaniar aşağılanarak cehenneme gireceklerdir."[103]

Dikkat edilirse âyetin ikinci cümlesinde geçen "Çünkü bana ibadeti bırakıp" ifadesinde geçen "ibadet" kelimesi, birinci cümlesinde geçen "dua" kelimesinin karşılığında kullanılmaktadır. O halde ibadette nasıl aracılık söz konusu değilse, duada da aracılık söz konu­su olamaz. Ayrıca Fatiha sûresinde: "Sadece senden yar­dım dileriz" denilmektedir. Başkasının araya konulması, sadece Allah'tan yardım istemeye engel bir durumdur.

Ayrıca müşriklerin, putlarına ibadet ederken mak­satlarının, pullarının Allah nezdinde kendilerine aracı­lık yapmaları olduğunu Kur'an haber vermektedir:

"Dikkat et, halis din Allah'ındır. Onu bırakıp kendile­rine birtakım dostlar edinenler, 'onlara, bizi Allah'a yaklaş­tırsınlar diye ibadet ediyoruz' derler."[104] Müşrikler de du­aları kabul edip icabet edenin Allah olduğunu kabul ediyor ve öylece inanıyorlardı. Ama Allah, onların, ken­dilerini Allah'a yaklaştırsınlar diye putlanna ibadet yani dua etmelerini şirk olarak kabul etmiştir.

Buraya kadar anlattığımız aracılık, aracı konulan kişinin gıyabında onun aracı kılınmasıdır ve bu, İslam diniyle tamamen çelişmektedir. Ancak salih bir kimseye giderek onun duasını almak; o kimsenin kendisi için dua etmesini istemek bu anlattığımız çerçeveye girmez. Mesela Hz. Yakub'un çocukları, kardeşleri Yusuf'a ve babalarına karşı yaptıkları hatalardan dolayı ondan, kendilerinin bağışlanmaları için Allah'a dua etmesini is­temiş ve o da, bağışlanmaları için dua etmiştir.[105] Yine peygamberlerin, ebeveynlerine ve müminlere yaptıkları duaları Kur'an-ı Kerim nakletmektedir. Peygamber (s.a.v.)'in vefatından sonra Medine'de kuraklık olmuş ve sahabe, Peygamberin amcasını yağmur duasına götür­müşlerdir. Hz. Ömer, bu olay için "Peygamberin amca­sıyla tevessül ederek onu yağmur duasına götürdük" demektedir. Sahabe, Peygamber (s.a.v.) vefat ettiği için amcasını yağmur duasına götürmüşlerdi. O halde sahih tevessül, hayatta olan kişinin duasını istemek şeklinde­dir. Kişinin gıyabında ona tevessül edilmez.

Yukarıda da dikkat çektiğimiz gibi tevhid inancı­na sahip olan kişi ile onu çevreleyen tabiat ve tabiat olayları arasında tam bir uyum vardır. Çünkü hem insa­nın, hem de evrenin yaratıcısı yüce Allah'tır. Her şeyin yaratıcısının Allah olması, hem tabiat kanunların keşfi anlamına gelen modern ilimlerle din arasındaki çatış­mayı imkânsız kılmakta, hem de gerçek dinlerin köken­lerinin birliğini gündeme getirmektedir. Her millete yü­ce Allah, uyancı ve doğru yola rehberlik eden bir pey­gamber göndermiştir. Fakat zamanla insanlar, bu din­den uzaklaşmış ve bölünmüşlerdir, işte Kur'an, bu sapmalan ortadan kaldırmak ve tekrar insanlık âlemini hak din üzerinde birliğe kavuşturmak üzere gelmiştir. Kur'an-ı Kerim, Müslümanlardan şu evrensel ve ebedî çağnyı yapmalarını istemektedir:

"Bize indirilene de, size indirilene de inandık. Bizim ilahımız ve sizin ilahınız birdir ve biz O'na teslim olanlar­danız. "[106]

 

İlk Oluşu:

 

Varlığının başlangıcı yoktur. Her şeyi O yaratmış­tır. Yarattıktan sonra da onların yegane hakimi ve sahibi O'dur. Bir şeyin varolmasını dilediğinde ona "ol" deme­siyle o şey oluverir. Bu sebeple evrene hakim kıldığı ka­nunlar, yaratıkları bağlar ama O'nu bağlamaz. O, ilktir; O var iken evren yoktu. Evreni yoktan o var etmiştir. O, yaratmayı başlatandır:

"De ki: Ortak koştuklarınızdan ilk deja yaratacak (öldükten) sonra da onu (eski durumuna) iade edecek olan var mı?-De ki: Allah ilk deja yaratıp sonra (diriltecek) iade edecektir."[107]

Allah, tektir, ne doğurmuş, ne de dogurulmuştur. Kendisinin hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, oysa her şey O'­na muhtaçtır.

Kur'an~ı Kerim'de Allah'ın isim ve sıfatları çok yo­ğun bir şekilde geçmesine rağmen insan aklı, diğer var­lıkları kavradığı boyutlarda Allah'ı kavramaktan âcizdir. Zatmı kavramaktan âciz olduğumuz gibi sıfatlarını da bütün boyutlarıyla kavramaktan aciziz. Evreni yarattık­tan sonra bir tarafa çekilmemiş, onu yönetmeye devam etmektedir:

"Allah, kendisinden başka hiçbir ilah bulunmayandır. O, diri ve yöneticidir. Kendisini ne uyku yakalar, ne de uyuklama. Göklerde ve yerde bulunanların hepsi O'nundur. İzni olmadan katmda hiçbir kimse şefaat edemez. O, kulla­rının yapmakta olduklarını ve önceden yaptıklarını bilir. (O'na hiçbir şey gizli kalmaz.) Dilediği miktar hariç, in­sanlar O'nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak bilemezler. O'nun kürsüsü gökleri ve yeri içine alır, onlan koruyup gö­zetmek kendisine ağır gelmez. O, yücedir, büyüktür.[108]

 

Merhamet Ve Adaleti:

 

Allah'ın sonsuz güç ve kudret sahibi olması, insan zihninde baskıcı ve zorba oluşu gibi çağınşımlar doğu­rabilir. Belki güç ve kudret söz konusu olduğunda bu­nun insan zihninde böylesi çağrışımlara neden olması, insanlığın gerek tarih ve gerek günümüzdeki kendi tec­rübelerinin bir sonucu olmalıdır. Nerede güç ve kuvvet söz konusu olmuşsa genelde insanlar, zorbalıkla ve bas­kılarla karşılaşmışlardır. Belki de bu nedenle Allah'ın merhameti sık sık Kuran'da anlatılmaktadır. Kur'an'm her sûresi Allah'ın Rahman ve Rahim olduğunu ifade eden "besmele" ile başlamaktadır. Kur'an-ı Kerim'de sû­re başlarında geçen bu besmelelerin yanısıra yüzlerce âyette Allah'ın rahmetinden bahsedilmektedir. Ayrıca! rahmetinin her şeyi kapsadığı da ifade edilmektedir.[109]

Allah hem dünya hayatında, hem de âhirette ada­letle hükmeder. Dünya hayatında insanların başına ge­len musibetler, insanların kendi yaptıkları zulümler ne­deniyledir:

''Halkı dürüst olduğu halde Rabb'in, haksız yere memleketleri (yıkıp) helak etme?:"[110]

"Başınıza gelen her musibet, kendi ellerinizle işledik-leriniz yüzündendir.[111]

İnsanlar, dünya hayatında olduğu gibi âhirette de zulme uğramayacaklardır. Bu konuda pek çok âyet var­dır. Misal olarak bunlardan birkaç tanesini nakletmek istiyoruz:

"Hep birden Allah'a döndürüleceğiniz bir günün so­rumluluklarından sakının. Sonra her şahsın, kazandıkları orada noksansız verilir ve onlar haksızlığa uğramazlar"[112] "Sonra herkese, asla haksızlığa uğratılmaksızın, ka­zandığı tastamam verilir"[113]

"Kim (Allah huzuruna) bir iyilikle gelirse, ona getir­diğinin on katı vardır. Kim de bir kötülükle gelirse o, sadece onun misliyle cezalandırılır. Onlar (iyilik edenler de fena­lık yapanlar da) haksızlığa uğratılmazlar"[114]

Son âyette anlatıldığı gibi iyilik edenlerin mükâfatı katlanarak verilecektir ama kötülük yapanlann cezaları katlanmadan olduğu gibi verilecektir. Allah'ın merhame­tinin, gazabını geçmesinin bir sonucudur bu. Allah'ın insana merhametinin bir eseri olarak evren, insanın hiz­metine verilmiştir:

"Allah'ın, göklerde ve yerdeki (nice imkân ve varlıkla­rı) sizin emrinize verdiğini, nimetlerini size açık ve gizli ola­rak bolca ihsan ettiğini görmediniz mi?"[115]

Bu anlamda pek çok âyet vardır. Bu âyetlerle yüce Allah, bir yandan kudret, ilim, merhamet ve büyüklüğü­nü insanlara hatırlatmakta, diğer yandan insanlann dik­katlerini tabiata çevirerek ondan yararlanmalan gerektiği­ne dikkat çekmektedir. Kur'an, ayrıca okuyucusundan tabiat üzerinde düşünmesini, çevresinde olup bitenler­den ibret almasını istemektedir. Her şey insanın hizmeti­ne sunulduğuna ve gayesiz hiçbir şey yaratılmadığına gö­re insanoğlu tabiatta varolup şu anda yararlanmadığı şey­lerden yararlanma yollannı araştırmalıdır.

Bu âyetlerin ışığında üzerinde durulması gereken diğer bir husus ise şudur: Hiçbir şey gayesiz yaratılma­dığına göre insanoğlunun, tabiatın dengesini bozmama­sı gerekir. Çünkü tabiatta varolan şeyler tahrip edilecek olursa, tabiatın dengesi bozulur ve bu, sadece tabiata zarar vermekle kalmaz, insanın kendisine de zararı do­kunur.[116]

 

Bağışlayıcılığı:

 

Allah'ın, kullarının hata ve günahlarını bağışlama­sı birçok âyette ifade edilmektedir. Ayrıca Allah'ın ba­ğışlayıcılığı, birkaç isimle dile getirilmektedir. Kur'an-ı Kerim'de zikredilen bu isimler şunlardır:

Tevvab: Mübalağa kalıbı olduğundan tövbeleri çok kabul eden anlamındadır. Bu isimle ilgili olarak ba­kara sûresinde şöyle denilmektedir:

"Ancak tövbe edip (durumlarını) düzeltenler, (ve iş­ledikleri hatayı) açıklayanlar başka. Onları bağışlarım. Çünkü ben, tövbeyi çok kabul edenim, çok esirgeyenim."[117]

Ğafar: Aynı şekilde bu isim de mübalağa kalıbın­da olup çok örten anlamındadır. Allah'ın ğafûr olması, kullarından dilediğinin günahlarının üzerini örtüp ba­ğışlaması ve tövbe eden kulunu azaptan korumasıdır.

Isrâ sûresinde hu isimle ilgili olarak şeyle denil­mektedir:

"Rabb'iniz içlerinizdekini daha iyi bilir. Eğer siz iyi kişiler olursanız, şüphesiz ki O, tövbe edenleri bağışlayan­dır"[118]

Gaffar: Gafur ismiyle aynı kökten gelmektedir ve aynı anlamdadır. Ancak harflerinin fazlalığı nedeniyle "ğafûr" isminden anlam bakımından daha kuvvetlidir.

Tâhâ sûresinde bu isimle ilgili olarak şöyle denil­mektedir:

"Ve ben, tövbe eden, inanan ve yararlı iş işleyen, son­ra da yola gelen kimseye karşı elbette çok bağışlayıcıyım-

d,r"[119]

Afuvv: Af kelimesinden, türetilmiş olup izi silmek an­lamındadır. Günahın affedilmesi, izi kalmayacak şekilde yok edilmesidir. Allah'ın affedici oluşu birçok âyette zikre­dilmektedir.

Allah'ın bağışlayıcıiiğmm birçok isim altında zik­redilmesi, bağışlayıcılığımn çokluğuna delil olabilir. Ancak Allah'ın bağışlayıcılığma muhatap olmak için, yuka­rıdaki âyetlerden de anlaşıldığı gibi, kulun tövbe ederek Allah'a yönelmesi gerekir.[120]

 

Hakimiyeti:

 

Yüce Allah, evrenin yaratıcısı ve sahibi olduğuna göre, aynı zamanda hakim ve yöneticisidir de. Evreni dilediği şekilde düzenlemiş ve onu dilediği şekilde yö­netmektedir. İzni olmadıkça hiçbir kimse, gerek kendisi hakkında ve gerek diğer varlıklar hakkında tasarruf yet­kisine sahip değildir. İnsan da evrenin bir parçasıdır ve o da evrenin diğer parçaları gibi Allah'ın hakimiyeL ve tasarrufu çerçevesindedir. Allah'ın izni olmadıkça ev­rende hiçbir tasarruf yetkisine sahip değildir.

Hakimiyet, Allah'ın hükmetme eylemini ifade ed­er ki kozmolojik alan dahil evrenin tamamında ve tüm alanlarda Allah'ın hakimiyetini ifade eder. Örneğin insa­nın, Allah'ın emirlerine muhalefet etmesi, Allah'ın hük­müne aykırıdır ama hakimiyetine aykın değildir. Çün­kü insana, hükümlerine muhalefet etme iznini veren kendisidir. O halde insanın Allah'ın emirlerine muhale­fet etmesi, Allah'ın hakimiyetinin dışında bir şey sayıl­mamalıdır.

Kozmolojik alanda, hakimiyet de, hüküm de Al­lah'ındır ve bu alanda hiçbir yaratığın muhalefet etme ye­teneği yoktur. Evrene hakim olan tabiat kanunları böyle­dir. Biyolojik yönüyle insan da bu kanunlara zorunlu ola­rak tabidir. İnsanın doğumu, yaşaması, büyümesi, yaş­lanması ve ölümü bu çerçevededir. Zorunlu olan bu ku­rallara uymak durumundadır:

"Şüphesiz ki, gökleri ve yeri altı günde yaratan sonra Arş üzerinde kurulan, geceyi, durmadan onu kovalayan gündüze bürüyüp örten; güneşi, ayı yıldızları emrine boyun eğmiş durumda yaratan Rabb'iniz Allah'tır. Bilesiniz ki, ya­ratmak da emretmek de O'na mahsustur. Âlemlerin Rabb'i Allah ne yücedir.[121]

Meşruiyet anlamında hüküm de Allah'ındır. Yani irade sahibi olan insana, neye inanacağım, nasıl davra­nacağını tayin etme yetkisi yine Allah'a aittir. Din belir­leme yetkisi Allah'a aittir. Yalnız O, mubah kılar veya haram kılar. Başkasının bu yetkisi yoktur:

"İşte O, Allah'tır. Ö'ndan başka tanrı yoktur. Önünde de, sonunda da hamd O'nundur, hüküm O'nundur. Ve an­cak O'na döndürüleceksiniz."[122]

İnsanı imtihan için yarattığından ve insana irade verdiğinden, hükmüne muhalefet etmesine izin vermiş­tir. Bu nedenle hükmün Allah'a ait olduğu belirtildikten sonra, eninde sonunda insanın Allah'a döndürüleceği ve O'nun huzurunda hesap vereceği hatırlatılmaktadır. Yine bu nedenle Allah'ın indikleriyle hükmedilmesi is­tendikten sonra hükmünün güzelliğine; adalet ve hik­mete uygunluğuna işaret edilerek hükmünden başkası­nı tercih edenler tehdit edilmektedir. Eğer zorunlu bir hükümden, yani kozmolojik alandaki Allah'ın hakimi­yetinden bahsediliyor olsaydı, hükmünün güzelliğinden ve hükmüne uymayanların bulunduğundan söz edile­rek bunlar tehdit edilmezdi:

"O halde aralarında Allah'ın indirdiğine göre hükmet ve onların mesnetsiz görüşlerine uyma; ve onlardan sakın ki Allah'ın sana indirdiğinin bir kısmından seni uzaklaştırmasınlar. Eğer onlar (Allah'ın buyruklarından) yüz çevirir­lerse, bil ki bir kısım günahlarından dolayı onları cezalandı­racaktır. Unutma ki insanların çoğu gerçekten sapkındır. Yoksa onlar cahiliyye kanunu (ile yönetilmek) mi istiyor­lar? Halbuki, kalben mutmain olan insanlar için Allah'tan daha iyi kanun koyucu olabilir mi.[123]

Kur'an-ı Kerim, anlaşmazlıklarda Peygamber'i yö­netici ve hakim olarak görme meselesini, bir inanç me­selesi olarak görmektedir:

"Ama hayır, Rabb'ine andolsun ki onlar, (ey Pey­gamber), aralarında anlaşmazlığa düştükleri her konuda seni hakem yapmadıkça ve sonra da senin kararına kalple­rinde hiçbir burukluk duymaksızın tam bir teslimiyetle tâbi olmadıkça, (gerçekten) inanmış olmazlar."[124]

Peygamberin verdiği hüküm, kuşkusuz Allah'ın ona indirdiği kitap doğrultusunda ve ondan kaynakla­nıyor olacaktır. Zaten Kitab'm Peygarnber'e indiriliş se­beplerinden biri de budur:

"Biz sana Kitab'ı gerçek ile indirdik ki, insanlar ara­sında Allah'ın sana gösterdiği biçimde hüküm veresin; hain­lerin savunucusu olma."[125]

insan, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi iradesini ilgilendirmeyen hususlarda Allah'ın hakimiyetine tam olarak uymak zorundadır, iradesi çerçevesine giren hu­suslarda ise, serbest bırakılmıştır. Ancak bu serbest bı­rakılma, imtihan sebebiyle Allah'ın verdiği bir izin ile­dir. Eğer inanıyorsa, bu inancı, Allah ve Peygamberinin verdiği hükmü seçmeye kendisini götürecektir:

"Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, inan­mış bir kadın ve erkeğe, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resulüne karşı gelirse, apa­çık bir sapıklığa düşmüş olur."[126]

Yüce Allah, indirdiği Kitap ile hükmedilmesini is­terken, indirdiği Kitaptan kaynaklanmayan ve bu indir­diğine aykırı şeylerle hükmetmeyi de "cahiliye hükmü" olarak nitelemektedir:

"Aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet, onların ke­yiflerine uyma ve onların, Allah'ın indirdiği şeylerin bir kıs­mından seni şaşırtmalarından sakın! Eğer dönerlerse bil ki Allah, bazı günahları yüzünden onları felakete uğratmak is­tiyordur. Zaten insanların çoğu yoldan çıkmışlardır. Yoksa cahiliye hükmünü mü arıyorlar, iyice bilen bir toplum için Allah'tan daha güzel hüküm veren kim olabiliri"[127]

Sonuç olarak evren Allah tarafından yaratılmıştır ve onun sahibi ve yöneticisi yüce Allah'tır. O'nun izni olmadıkça hiç kimse, evren üzerinde tasarruf yetkisine sahip değildir. İnsanlar da evrenin bir parçasıdır ve ev­renin tâbi olduğu kurallara tabidirler. Ancak insana ira­de verilmiştir ve iradesinin geçerli olduğu alanlarda Al­lah'ın hükmüne uyup uymama konusunda serbest bıra­kılmıştır. İmtihan için yaratılmış olmasının bir sonucu­dur bu. Allah'm hükmüne uyduğu takdirde mükâfat­landırılacak, uymadığı takdirde cezalandırılacaktır.

Bu meseleye son vermeden şunu da belirtelim ki, Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmedenler, Allah adına bunu yapmazlar. Allah'ın emirlerine itaat eden kulları olarak yaparlar. Bu sebeple Kur'an'm öngördüğü yöne­tim şekli teokrasi değildir.[128]

 

İnsan-Allah İlişkisi

 

insanın yaratılışına karar veren Allah, bu kararını meleklere: "Yeryüzünde bir halife yaratacağım" ifadele­riyle duyurmuştur. Son asırlarda bu ifadeden insanın "Allah'ın halifesi" olduğu sonucu çıkarılmış ve bu görüş Müslümanlar arasında yaygınlık kazanmıştır, insanın Allah'm halifesi olduğu şeklindeki görüşün tutarsızlığı ve bu konudaki delilleri başka çalışmalarımızda zikret­tiğimiz için burada bu konu üzerinde durmayacağız. Ancak burada bu görüşten hareketle özellikle tasavvuf ehli arasında yaygınlaşan iki iddia üzerinde duracağız.

Bunlardan biri: "Gizli bir hazine idim, tanınmak iste­dim ve insanı yarattım" şeklindeki uydurma bir hadiste ifade edilen iddiadır. Eğer bununla anlatılmak istenen, Allah'ı tanıyacak bir varlık ise, meleklerle cinler insan­dan önce yaratılmışlardı ve onlar Allah'ı biliyorlardı. Eğer bununla kastedilen, insanın Allah'a benzemesiyse, Allah'ın hiçbir benzerinin bulunmadığı Kur'an'da anlatıl­maktadır. Yaratılan ile yaratan birbirine hiç benzer mi?

ikincisi ise, Allah'm sıfatlarının insanda da bulun­duğu şeklindeki iddiadır, insanın yeryüzündeki varlıklar­dan üstün olduğu bir vakıadır. Ancak insan ne kadar üs­tün niteliklere sahip olursa olsun, Allah'a benzer nitelik­lere sahip olması mümkün değildir. Allah'ın sıfatlan sı­nırsız mükemmeliyetliklere sahip iken insan hiçbir niteli­ğiyle eksikliklerden münezzeh değildir. Kaldı ki düşün­me ve irade nitelikleri hariç, birçok nitelikte birçok hay­van insandan üstündür. Düşünme ve irade ise, hem me­leklerin ve hem de cinlerin sahip oldukları niteliklerdir.

insan ile Allah arasındaki ilişki, yaratan ile yaratılan, kul ile Rab arasındaki ilişkidir. Bunun gereği ise Allah'ın emirlerini her türlü emrin üstünde tutmak, O'nun sevgisi­ni her türlü sevgiye tercih etmektir:

"insanlar arasında, Allah'ı bırakıp, O'na koştukları ortakları tanrı olarak benimseyenler ve onlan Allah'ı sever-cesine sevenler vardır. Mü'minlerin Allah'ı sevmesi ise hep­sinden kuvvetlidir. "[129]

İnsanın Allah karşısında takınacağı tavır, yaratıcı ve her türlü nimetin sahibi olması sebebiyle O'na itaat ve O'na şükretmektir:

"Sizin ilahınız tek bir ilahtır. O'na teslim olun, Allah anıldığı zaman kalbleri titreyen, başlarına gelene sabreden, namaz kılan, kendilerine verdiğimiz nzıktan injak eden ve Allah'a gönül vermiş olanları müjdele."[130]

"Ey inananlar'. Sizi nzıklandırdığımızın temiz olanla­rından yiyin; yalnız Allah'a kulluk ediyorsanız, O'na şükre­din."[131]

"Artık rızkı Allah katından arayın. O'na kulluk edin, O'na şükredin. Siz O'na döndürüleceksiniz"[132]

Kısacası Allah ile insan arasındaki ilişki kul ile Rabb'i arasındaki ilişkidir. Kulun velisi, onun Rabb'idir. Yardım edeni O'dur, Rızık vereni O'dur. Onu dirilten, ona hayat veren ve onu öldürüp ardmdan diriltecek olan, ceza veya mükâfat verecek olan O'dur. Bu dünya hayatında insana Allah tarafından bir emanet teslim edilmiştir. Bu emaneti koruduğu takdirde mükâfatlan­dırılacak, korumadığında cezalandırılacaktır.[133]

 

Kadere İman

 

Varlıktaki her şey, yüce Allah'ın kudretinin eseri­dir. Her şeyin sahibi olan, elbette ki her şeyi yaratacak bir güce sahiptir. O halde Allah, her şeye güç yetirendir. Evreni bu mükemmel düzen ve uyumuyla birlikte yara­tan, olabilecek yaratılış alternatifleri arasından bunu se­çen, bu muhtemel alternatiflerin tamamım içeren bir il­me ve özgür bir iradeye sahiptir. Sonsuz bir kudret, ta­mamen bağımsız irade ve sonsuz bir ilme sahip olan, zorunlu olarak mükemmel bir hikmet ve adalete de sa­hiptir.

Kader konusu, yaptığımız bu girişten de anlaşıla­cağı üzere Allah'ın her şeye güç yetiren kudretini, her şeyi kapsayan ilmini, tamamen özgür olan iradesini, üs­tün hikmet ve mükemmel adaletini ilgilendirir.[134]

İslam düşünce tarihinde kader konusuyla ilgili üç temel eörüş ileri sürülmüştür:

Cebriye olarak bilinen eğilime göre insan, önce­den belirlenmiş kaderinin mahkûmudur. Tıpkı esen rüzgârın önündeki hafif bir tüy gibi, rüzgârın estiği yö­ne doğru yönlenir. İnsanın herhangi bir iradesi yoktur. Kaderinde ne yazılmış ise, onu yapmak mecburiyetin­dedir.

Bu görüşün ortaya çıkmasında sosyal sebepler ol­makla birlikte görüş sahipleri, Allah'ın kudret ve irade­sinin mutlakhğını ifade eden nassları esas alırlar. Ayrıca, Allah'ın adaletini ve hikmetini göz ardı ettikleri gibi in­sanın irade ve seçimini ifade eden nasslan da görmez­likten gelmişlerdir.

İnsanların böyle bir görüşe varmalarında önemli etkenlerden biri, zalim yönetimler ya da sosyal problem­ler alanda ezilmeleri ve içinde bulundukları durumu aş­ma konusunda kendilerinde güç bulamamalarıdır

Etkenlerden bir diğeri ise, ahlâk konusunu ilgi­lendirir. Günah ve ahlâksızlık batağına düşenler, suçla­rını kadere yüklemek için böyle bir görüşe yönelirler.

ikinci görüş, Mutezile olarak adlandırılan ve insa­nın mutlak bir hürriyete sahip olduğunu ileri sürenlerin görüşüdür. Onlara göre, mümkün olan alternatifler içe­risinde insan mutlak bir hürriyete sahiptir. Genelde problemlerini çözmüş ve kendilerinden son derece emin olan toplumlarda yaygınlaşan bir görüştür bu. Ni­tekim bu görüşün Müslümanlar arasında yaygınlık ka­zandığı asırlar, Müslümanların güçlü oldukları dönem­lerdir.

Üçüncü görüş ise, Ehl-i Sünnet'in görüşüdür ki, yukarıdaki iki görüş arasında orta bir yol izlemiştir. Bu­na göre, amellerin sebebi, insana verilen cüz'i iradeye, o amellerin yaratılışı ise, Allah'a aittir. Bununla birlikte Ehl-i Sünnet içerisinde Cebriyeye yakın görüşte olanlar olduğu gibi Mutezile'ye yakın görüşte olanlar da vardır.

Bu farklı bakış açıları sadece İslam düşüncesine has değildir. Diğer din mensuplarıyla filozofların da buna paralel bakış açıları vardır. Yukarıda da değindiğimiz gibi kadere farklı bakış, toplumların sosyal yapılarıyla da yakından ilgilidir. Hatta bir bireyin durumundaki 5osyal veya biyolojik farklılıklar bile, o bireyin kader konusuna bakışını etkileyebilmektedir. Genelde bireyler genç, sağlıklı ve imkânlara sahip oldukları dönemlerde hürriyetçi, yaşlandıklarında ya da sağlıklarını ve imkân­larını yitirdiklerinde cebriyeci bir anlayışa doğru yöne­lirler. Kur'an-ı Kerim, toplumların ve kişilerin konumla­rına paralel olarak çizdikleri bu zikzakları orta bir nok­tada tutma çabası içerisindedir.

Konunun ayrıntılarına girmeden önce şunu belir­telim ki, konuyu incelerken, klişeleşmiş ifadelerden mümkün mertebe kaçınmaya gayret ettik, ilgili âyetle­rin yorumuyla yetinmeye ve farklı kelam ekollerinin girdikleri tartışmalara girmemeye çalıştık. Yorum yapar­ken de âyetlerin anlam ve muhtevalarından uzaklaşma­maya çalıştık.

Kader inancının, bir prensip şeklinde Kur'an'da yer almadığını fakat kader'i içeren âyetlerin var olduğu­na daha önce dikkat çekmiştik. Kuşkusuz kaderin bir prensip şeklinde yer almamış olması, ona inanılmama­sını gerektirmez. Bilakis mü'min, âyet âyet Kur'an'da yer alan her hususa inanır. Kaldı ki kader konusu bir­çok âyette yer almaktadır. Belki de bir prensip şeklinde yer almaması, bütünüyle Allah'ın ilim sıfatının çerçevesi İçerisinde olması sebebiyledir. Allah'ın ilim sıfatının bir alt başlığı olması nedeniyle Allah'a İman konusundan sonra Kader konusunu incelemeyi uygun gördük. Ka­dere iman etmek, Allah'a iman etmeye dayalı ve onun tamamlayıcısı durumunda olan bir inançtır. Kur'an-ı Kerim'de bir prensip şeklinde yer almamasının başka nedenleri de olabilir. Bizim burada yaptığımız, bir vakı­ayı tespit etmekten ibarettir.

Kelam ilmiyle uğraşanlar, Allah'ın tekvini ve teşriî olmak üzere iki iradesinin bulunduğunu söylerler. Tek­vini irade, Allah'ın yaratmasıyla, teşriî irade ise, uysun­lar diye insanlara gönderdiği talimatla ilgilidir. Tekvin! irade, uyulması zorunlu olanıdır. Teşriî irade karşısında ise, insanlar tamamen özgür bırakılmışlardır. Buna uy­mak onların seçimi çerçevesindedir. Bu anlamda üç tür kader vardır: Zorunlu olan kader, karşısında insanların özgür oldukları kader ve bir de bu ikisi arasında yer alan; bir yönüyle zorunluluğu, bir yönüyle de insanın özgürlüğünü ilgilendiren kader.

İnsan, ne zaman ve nerede dünyaya geleceğini, hangi baba ve anneden doğacağını, ne zaman ve nerede öleceğini, hangi milletten olacağını; zenci mi, beyaz mı; çirkin mi, yakışıklı mı olacağını seçmez. Bu, zorunlu bir kaderdir:

"Şüphesiz ki ne yerde, ne de gökte hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz. Rahimlerde sizi dilediği gibi şekillendiren O'-dur. O'ndan başka ilah yoktur. O, mutlak güç ve hikmet sahibidir.[135]

Aynı şekilde doğduktan sonra ben bebek olarak kalacağım, büyümeyeceğim ya da ölmeyeceğirrudeme hürriyetine sahip değildir. Soğuğu soğuk olarak, sıcağı sıcak olarak hisseder. Buna karşı koyma özgürlüğüne sahip değildir. Bu ve benzeri durumlar zorunlu kader­dir. Bu anlamdaki kaderle ilgili olarak yine şöyle buyu-rulmaktadır:

"Rabb'in, dilediğini yaratır ve seçer. Onların seçim hakkı yoktur. Allah, onların ortak koştuklarından münez­zehtir ve şanı yücedir. Rabb'in, onların, sinelerinde gizledik­lerini de, açığa vurduklarını da bilir. İşte O, Allah'tır. On­dan başka tanrı yoktur. îlkinde de, sonunda da hamd O'nundur, hüküm O'nundur. Ve ancak O'na döndürülecek­siniz."[136]

"O'nun işi, bir şey yaratmak istediği vakit sadece 'oV demektir ve o şey derhal var olur."[137]

Bu arada şunu belirtelim ki, Cebriyeci anlayışı be­nimseyenler, bu konuyla ilgili âyetleri, hayatın her ala­nına genelleştirerek görüşlerini desteklemeye çalışırlar.

İkinci çeşit kaderde durum böyle değildir. Burada insanın iradesi ve hürriyeti esastır. İnanç seçme, ahlâka taalluk eden konular; günlük davranışlarımız bu çerçe­vededir. Burada Allah tarafından herhangi bir baskı söz konusu değildir. "De ki: Hak, Rabb'inizdendir, dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin."[138]

Mutezilî anlayışı benimseyenler, bu alanla ilgili âyetleri esas alır ve onları hayatın her alanına genelleş­tirmeye çalışırlar.

Üçüncü çeşit kadere gelince, bir yönüyle zorunlu­dur, insanın onun üzerinde herhangi bir etkisi yoktur. ncak oluşumundan sonra insanın iradesini ilgilendi­ren bir yönü de vardır. Kaderin bu çeşidi, insanın ken­disinden kaynaklanmayan musibetlerle iyiliklerdir. Du­rup dururken insan bir musibete uğrayabilir ya da bir mükâfata kavuşabilir. Bu yönüyle tamamen zorunludur.

Ancak, onunla karşılaştıktan sonra insanın iradesi dev­reye girer; musibete katlanıp sabredecek mi, etmeyecek mi? Gelen mükâfata şükredecek mi, yoksa nankörlük

mü edecek? Çünkü hayatın tamamı; insanın başına ge­len musibetleriyle, karşılaştığı başarılarıyla birlikte bir imtihandır:

"Her canlı, ölümü tadacaktır. Bir deneme olarak sizi hayırla da şerle de imtihan edeceğiz. Ve siz, ancak bize dön­dürüleceksiniz"[139]

 

İman-Küfür:

 

"Allah, dilediğini saptırır ve dilediğini hidayete kavuş­turur"[140]s.y etiyle benzeri mutlak ifadeler içeren âyetlere dayanarak hidayet bulma ve sapıtmanın tamamen Al­lah'ın belirlemesiyle gerçekleştiğini zanneden ve insa­nın, belirlenmiş kaderinin esiri olduğunu ileri sürenler olmuştur. Kimi âyetlerin siyak ve sibakına bakılmadan ve bu mutlak ifadelerin kayıt altına alındıkları âyetler -göz-önünde bulundurulmadan böyle bir sonuca varmak mümkündür. Ancak Kur'an bir bütündür ve bazı âyet­lerinin, bazı âyetlerini açıkladıkları bizzat Kur'an'da be­lirtilmektedir. O halde Kur'an âyetlerinden sonuçlar çı­karılmaya çalışılırken buna mutlaka dikkat edilmesi ge­rekmektedir. Konuyla ilgili âyetler bir bütünlük içeri­sinde değerlendirilecek olursa, Allah'ın hidayete kavuş­turduğu kişinin bizzat kendisinin hidayeti seçtiği ve bu sebeple yüce Allah'ın o kimseyi hidayete kavuşturduğu, sapıklık konusunda da durumun aynı olduğu görüle­cektir.

Mesela saptırma ile ilgili mutlak ifader, açıklayıcı başka âyetlerle kayıt altına alınmıştır.

"Onlar yoldan sapınca, Allah da kalblerini saptırmış­tı. Allah, fâşıklar topluluğunu hidayete kavuşturmaz"[141]

"Hayır! Öyle değil, bilakis onların kazanmakta ol­dukları kötülükler kalblerini paslandırmıştır."[142]

"Allah onunla birçok kimseyi saptırır, birçoklarını da hidayete kavuşturur. Verdiği misallerle Allah ancak jasıkla-n saptırır. Onlar öyle sapıklar ki, kesin söz verdikten sonra sözlerinden dönerler. Allah'ın, ziyaret edilip hal ve hatırının sorulmasını istediği kimseleri ziyaretten vazgeçerler ve yer­yüzünde fitne vejesat çıkarırlar. îşte onlar gerçekten zarara uğrayanlardır."[143]

Bu ve benzeri âyetler, Allah'ın saptırmasının sebe­bini açıklayan âyetlerdir. Bu âyetlerden de anlaşıldığı gi­bi sapmanın asıl sebebi, sapan kişilerin kendi tavır ve davranışlarıdır. Kendileri sapma yolunu tercih etmişler-lir.

Hasan Basrî, kader konusunda Halife Abdülmelik b. Mervan'a yazdığı mektupta şöyle demektedir:

"Allahu Teala şöyle buyuruyor: İnsanları ve cinleri ancak bana ibadet etmeleri için yarattım. Onlardan ne bir nzık, ne de beni beslemelerini istiyorum.' Allah bu âyette ibadeti için yarattığı mahluklarına ibadetle emretmiştir. Allah onlan bir işi için yaratıp sonra işle onlar arasına girmemiştir. Zira Allah kullarına zalim değildir. Daha evvel geçen Selefiyeden hiçbiri bu sözü inkâr ve müna­kaşaya kalkişmamıştır, çünkü onların hepsi bu konuda tek bir fikir etrafına toplanmışlardır."[144] İnsan şayet hür olmasaydı, peygamberin dine davet etmesinin de bir anlamı olmazdı. Çünkü insanın hür bir iradesi olmamış olsaydı, peygamberin çağrısına icabet edemezdi. Nasıl olsa iman edecekler, önceden belirlenmiş; inkâr edecek­ler de, belirlenmiştir. Peygamberin çağrısına ve meşak­katlere katlanmasına ihtiyaç olmazdı.

Hidayet konusunu vuzuha kavuşturan âyetlerde şöyle denilmektedir:

"Kâfirler diyorlar ki: 'Ona Rabb'inden bir âyet/muci­ze gelmeli değil miydi?' De ki: Kuşkusuz Allah dilediğini saptırır. Kendisine yöneleni de hidayete erdir. Onlar, iman edenler ve gönülleri Allah'ın zikriyle sükûnete erenlerdir. Bilesiniz ki kalbler ancak Allah'ı anmakla sükûnet bu­lur."[145]

'Ama bizim uğrumuzda cihad edenleri elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz- Hiç şüphe yok ki Allah, iyi davra­nanlarla beraberdir"[146]

"Doğru yolu bulanlara gelince, Allah onların hidayet­lerini arttırır ve onlara takvasını (ateşten nasıl koruna­caklarını) öğretir."[147]

O halde Allah'ın hidayete kavuşturduğu kimseler de, Allah'a yönelen, O'nu anan ve emirlerini yerine geti­renlerdir. Bu sebeple Allah onları hidayete kavuştur­muştur. Gerek sapma ve gerek hidayetle ilgili bu anlam­da pek çok âyet vardır. Hatta mutlak ifadeler kullanılan ayetlerin bağlamları göz önünde bulundurulduğunda mutlaka hidayete erdirilmiş olanların neden hidayete erdirildikleri, saptırılmış olanların da neden saptırıldık­ları âyetlerde izah edilmektedir. Bu konuların yer aldığı herhangi bir sûre baştan sona kadar gözden geçirilecek olursa, bu tespitimizin ne kadar doğru olduğu görüle­cektir. Kuşkusuz Allah, adalet sahibidir. Kimseye zul­metmez:

"Şüphe yok ki Allah zerre kadar haksızlık etmez"[148]

Bu sebeple Kur'an-ı Kertm, insanların mazeret olarak kaderi ileri sürmelerini şiddetle reddeder:

"Allah'a ortak koşanlar diyecekler ki: 'Allah dileseydi ne biz ortak koşardık, ne de atalarımız ortak koşarlardı. Hiçbir şeyi de haram kılmazdık.' Bu şekilde onlardan önce­kiler de (peygamberlerini) yalanladılar da sonunda azabı­mızı tattılar. De ki: Yanınızda bize açıklayacağınız bir bilgi var mı? Siz zandan başka bir şeye uymuyorsunuz ve siz sa­dece yalan söylüyorsunuz"[149]

Hidayeti ya da sapıklığı seçen insanın kendisi ol­duğu halde bunun Allah'a nispet edilmesi aslında doğ­rudur da. Çünkü insana hidayeti seçme imkânım veren de, sapıklığı seçme imkânını veren de Allah'tır. Yani bunlardan birini seçme özgürlüğünü Allah insana ver­miştir. Bu nedenle her ikisinin Allah'a nispet edilmesi de, insana nispet edilmesi de doğrudur. Büyük bir daire düşünün, bu dairenin içinde yarısından ikiye bölünmüş küçük bir daire vardır. Bu küçük dairenin bir tarafı hi­dayet/iman, diğer tarafı ise, sapıklık/küfürdür. İnsan bu küçük dairenin orta çizgisinin üzerindedir. Dilerse, iman tarafına geçer, isterse küfür tarafına geçer. Elbette burada aslolan, Allah'ın iradesinin, şu veya bu tarafı seçmesine müsaade etmesidir. Ancak Allah'ın iradesi, O'nun bilgisi, adaleti ve mükemmel hikmetiyle uyum içerisindedir. İnsana, iki taraftan birini seçme iradesini veren de O'dur. Bu sebeple insanın, iman tarafını seç­mesi de, küfür tarafını seçmesi de kendi iradesiyle ol­duğundan bu eyleminin kendisine nispet edilmesi doğ­rudur. İnsan iradesini ifade eden bu küçük daireyi içe­ren büyük daire ise, Allah'ın iradesidir ve ikiye bölün­müş küçük daireyi içine aldığından dolayı kişinin özgür iradesiyle yaptığı seçimin bu anlamda Allah'a nispet edilmesi de doğrudur. Çünkü kişi kendi iradesiyle han­gi tarafa yönelirse yönelsin, iradesini çevreleyen Allah'ın iradesinin sınırları dışına çıkmamaktadır. Ancak ikiye bölünmüş o küçük dairede olup bitenler üzerinde Al­lah'ın bir dayatması yoktur. İnsana istediği tarafı seçme imkânını veren Allah'tır. Allah'ın adalelinin bir sonucu­dur bu.

Kur'an-ı Kerim, genelde iyi amelleri Allah'a, kötü­lerini de insana nispet eder. Çünkü Kur'an, eğitim üslu­bunu kullanır. İyi amellerin kişiye nispet edilmemesi, kişi şımarmasın; kötü amellerin kişiye nispet edilmesi ise, sorumluluğunu daha.çok hissetsin, diyedir.

Aslında daha önce yazılı olması anlamıyla kader, Allah'ın ilmidir. Elbette O'nun ilmine sınır yoktur. Geç­mişi bildiği gibi, geleceği de bilir. Bizim-yapıp ettikleri­miz, elbette O'nun ilmi dışında değıkıir. Bu anlamda kader, bundan ibarettir. Biz bir davranışta bulunuyor­sak, Allah böyle davranacağımızı önceden bilmektedir. O'nun bilgisi, bizim o davranışımıza sebep değildin Bi­lakis o davranışı yapmamız, bilgisinin sebebidir:

"Yayüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen her­hangi bir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın.. Şüphesiz bu Allah'a kolaydır. "[150]

"Gayb'ın anahtarları Allah'ın yanındadır. Onlan an­cak O bilir. O, harada ve denizde ne varsa hepsini bilir. O'­nun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez Yerin karanlıkları içindeki tek bir tane, yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık.bir kitaptadır."[151]

Önceden seyrettiğiniz İ3ir filmi düşünün, olay ol­madan önce o olayı biliyorsunuz. Ancak o olay, sizin bilginiz sebebiyle olmuyor, bilakis bilginiz, o olay sebe­biyledir. Allah'ın gelecek bilgisi, tıpkı o filmi seyreden gibidir. Olup bitecek, şeyleri önceden bilmektedir. An­cak bu olup bitenler, O'nun önceden, bunları bilmesi nedeniyle değildir. Bilakis, ileride olaylar bu şekilde gerçekleşeceği için O, bunlann bu şekilde gerçekleşece­ğini, bilmektedir.

Kuşkusuz Allah, sadece bir seyirci değildir. İstedi­ği an müdahale edebilir. Ancak hayatın geneli, anlattığı­mız bu misaldeki gibidir.

Yine bir ayna düşünün, suratınızı ekşiterek ve kaşlarınızı çatarak karşısına geçiyorsunuz. Ayna sizi ekşi suratlı ve çatık kaşlı gösterecektir. Sebep, aynanın ken­disinde değildir, sizin davranışınızdadır. Tebessüm ede­rek karşısına geçseniz, sizi o şekilde gösterecektir. Sura­tınızın aynada ekşi ve çatık oluşu ya da tebessüm eder oluşu, sizin o şekilde davranmanızdan dolayıdır, ayna­nın kendisinin bunda bir etkisi yoktur. İnsanın iman ve küfrü seçmesi de aynen öyledir. Aynayı Allah'ın bilgisi olarak kabul edecek olursak, bu bilginin, insanın iman veya küfrü seçmesinde herhangi bir etkisi bulunma­maktadır.

Kuşkusuz Allah'ın iradesine sınır yoktur. O'nun dilemesinin dışında hiçbir şey olmaz. Ancak iradesine engelin olmaması, işlerin rasgele yürüyeceği anlamına gelmez. O, adaletle hükmeder. İşlerin adalet üzere yü­rümesini kendisi dilemiştir.

Bazı olaylar, insanın düzenleme ve planlamasının dışında gerçekleşir. Kader çeşitlerinden söz ederken bir yönüyle zorunlu, bir yönüyle de insanın iradesini ilgi­lendiren bir kader çeşidinden bahsetmiştik. Özellikle bu gibi konularda kader inancının günlük hayatımızda önemli etkileri vardır, insan, hayalında öyle olaylarla karşılaşabilir ki, o olayların oluşumunda kendisinin hiçbir katkısı yoktur. Karşılaştığı bu olaylar, kendisine önemli ölçüde zarar da verebilir, beklemediği bir kârı da getirebilir. İmtihan içinde olmamızın bir sonucudur bu. Allah böylece bizi imtihan etmektedir. Öylesi du-82

mlarda insanın imdadına kader inancından başkası , ocamaz. Bir anneyi düşünün, küçük çocuğu kendisin­den izin alara^ oynamak üzere dışarı çıkmıştır. Bir müddet sonra bir arabanın çocuğuna çarptığı haberini alır. Böyle bir annenin sıkıntısını kader inancından baş­kası dindiremez. Bir annenin bile bile, araba çarpsın di­ye çocuğunu dışarı göndermesi düşünülemez. Ama olan olmuştur. Anneyi teselli etmek için söylenecek: "Allah'ın takdiridir, çocuğun eceli gelmişti, elbette sen de çocuğuna araba çarpacağını bilemezdin vs" gibi söz­ler olacaktır.

Bu olayı baz alırsak, Kur'an'da bazen tamamen kaderci, bazen de tamamen hürriyetçi ifadeleri de zihni­mize yaklaştırabiliriz. Böyle bir olayda anneye yaklaşı­mımız, tamamen kaderci bir yaklaşım olacaktır. Anne­ye, Allah'ın takdiridir, der ve onu bu şekilde teselli ede­riz. Ama herhalde çocuğu çarpan arabanın şoförüne ay­nı yaklaşımda bulunup: "Arkadaş, Allah'ın takdiridir; çocuğun eceli zaten gelmişti. Sen ona çarpmasaydın yi­ne de ölecekti, güle güle.." diyecek değiliz. Niçin dik­katli olmadığını, çocukların oyun oynadıkları bir yerde neden bu kadar hızlı araba sürdüğünü söyler ve onu ce­zalandırırız. Şoföre takındığımız tavır, kader konusunda tamamen hürriyetçi bir tavırdır. Kur'an'da birbiriyle bu konuda çelişkiliymiş gibi görünen âyetlerin bir kısmı da bu bağlamda değerlendirilmelidir.[152]

 

Meleklere Îman

 

Gayb'a iman, dinin temel dayanaklanndandır. Müminlerin niteliklerinden söz edilirken onların gayb'a iman ettikleri özenle vurgulanmaktadır. Gayb âlemi, in­sanın beş duyusunun ötesinde olan şeylerdir. Bu yönle­riyle akıl sınırlarının da ötesindedirler. En azından on­lar hakkmda şu veya bu şekilde hüküm vermek, akılla varılacak bir durum değildir. Müşahede âlemini basa­mak yaparak akıl gayb olan bir şeyin varlığı sonucuna varabilir ama nitelikleri hakkında kesin bir bilgiye var­ması, imkân dışıdır. Melekler konusu da, gayb alanına girmektedir.

Kur'an-ı Kerim, meleklere iman etmeyi, imanın temel prensipleri arasında saymaktadır. Konuyla ilgili bir âyette şöyle denilmektedir:

"Peygamber, Rabb'i tarafından kendisine indirilene iman etti, müminler de iman ettiler. Onlardan her biri Al­lah'a, O'nun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler"[153]

Melekleri inkâr etmek, Allah'ı, kitaplarım ve âhi-ret gününü inkâr etmekle birlikte zikredilmekte ve bu­nun büyük bir sapıklık olduğu anlatılmaktadır:

"Ey inananlar, Allah'a, Elçisine ve Elçisine indirdiği Kitab'a ve daha önce indirmiş olduğu Kitab'a inanın. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarım, peygamberlerini ve âhirel gününü inkâr ederse o, uzak bir sapıklığa düşmüştür"[154]

Kur'an-ı Kerim, cinlerin ateşten, insanların top­raktan yaratıldıklarını belirttiği halde meleklerin neden yaratıldıkları konusunda herhangi bir bilgi vermemek­tedir. Ancak Peygamber (s.a.v.)'e ulaşan rivayetlerde on­ların nurdan yaratıldıkları belirtilmektedir. Melekler de, tıpkı cinler gibi insandan önce yaratılmışlardır.

Onlar, insanların yaptıklarını gözetleyip tespit et­me, insanları koruma, ölüm anında ruhlarını alma gibi insanı ilgilendiren görevleri yerine getirirler. Ama insan­larla ilgili en önemli görevleri, insanlara elçi olarak gön­derilmiş peygamberlerle Allah arasında elçilik görevini yürütmeleridir:

"Allah melekleri, kullarından dilediği kimseye kendin­den bir vahiy ile, 'Benden başka tanrı olmadığına dair (kul­larımı) uyarın ve benden korkun' diye gönderir."[155]

Kur'an-ı Kerim, meleklerin insan suretine girdik­lerine dair bilgiler de vermektedir. Örneğin Hz. îbra-[him'e,[156]Hz. Lüt'a,[157] Hz. Davud'a,[158] Hz. Meryem'e[159] insan şeklinde geldikleri bildirilmektedir. Yine, yüce Al­lah'ın Arş'ınm sekiz melek tarafından taşındığı[160] Kur'an'da zikredilen hususlar arasındadır.

Kur'an, ayrıca onların yüce varlıklar olduklarını; Allah'a ibadet ettiklerini ve Allah'ın emirlerine lam ola­rak itaat ettiklerini haber vermektedir:

''Göklerde ve yerde kimler varsa O'nun hizmetinde­dir. O'nun huzurunda bulunanlar, O'na ibadet konusunda kibirlenmezler ve yorulmazlar."[161]

"O'ndan (emir almazdan) önce konuşmazlar; onlar, sadece O'nun emri ile hareket ederler."[162]

Kur'an-ı Kerim, onların çok değerli kullar olduk­larını, Allah'tan korktuklarını, yer ile gök arasında gidip gelme gücüne sahip bulunduklarını, kıyamet koptu­ğunda Sûr'a üfleyeceklerini, aralarında cennet melekleri olduğu gibi, cehenneme bekçilik yapanlarının bulundu­ğunu bildirmekte ve daha başka görevlerinden bahset­mektedir.

Meleklerin iradelerinin bulunmadığı, inanç konu­larını ele alan kitaplarda da zikredilen yaygın bir kana­attir, îrade ve nefisleri olmadığı için de günah işleme is­tidadına sahip olmadıkları ileri sürülür. Bu düşünceden hareketle irade ve nefis sahibi olan insanın, Allah'ın emirlerine riayet ederek meleklerden üstün bir makama yükselebileceği iddia edilir. Gerçekten meleklerin irade­leri ve günah işleme istidatları yok mudur?

Hemen belirtelim ki, Kur%an-ı Kerim'de iradeleri vardır veya yoktur, şeklinde açık bir nass bulunmamak­tadır. Âlimler, günah işlememeleri ve Allah'ın emirlerini daima yerine getirmeleri sebebiyle iradelerinin olmadı­ğını söylemişlerdir. Oysa günah işlememek yani Allah'ın emirlerine aykırı hareket etmemek ayrı, hareket edememek ayrı şeydir. Kur'an onların, Allah'ın emirlerine ay­kırı davranamadıklannı değil, davranmadıklarım ifade etmektedir. Bu sebeple Kur'an, onları Allah'ın emirlerini yerine getiren "değerli kılınmış kullar" olarak nitelemek­tedir. Allah'ın emirlerini otomatik olarak ve iradeleriyle seçerek yerine getirmemiş olsalardı, bu şekilde övülür­ler miydi? Ayrıca insanın, yeryüzünün halifesi olmasına imalı bir şekilde itirazda bulunmuş, insanın yeryüzünde fesat çıkarıp kan dökeceğini, oysa kendilerinin hamd ile teşbih ettiklerini ifade ederek insan yerine kendilerinin halife olmaları gerektiğini ima etmişlerdir. Bütün bunlar göz önünde bulundurulduğunda irade sahibi oldukları­nı söylemek pekâlâ mümkündür. Kuşkusuz onlar, in­sandan farklı varlıklardır ve iradeleriyle insan iradesinin aynı olmaması da doğaldır. Bizim anlatmak istediğimiz, sırf günah işlememeleri nedeniyle, iradelerinin olmadığı sonucuna varmanın tutarlı olmadığıdır. Bununla birlik­te tekrar belirtelim ki, gerek Kur'an'da ve gerek sahih hadislerde, iradelerinin olup olmadığı konusunda açık bir ifade bulunmamaktadır.

Sonuç olarak melekler, gaybî varlıklardır. Normal durumlarda onları göremeyiz. Ancak maddî şekillere girme yeteneğine sahiptirler. Olağanüstü güçleri vardır. Bununla birlikte Allah'ın emirlerine asla karşı gelmezler. Allah tarafından övülmüş değerli kullardır onlar. Birta­kım görevlerle görevlendirilmişlerdir ve bu görevlerini asla aksatmazlar.[163]

 

Cinler:

 

Cinler de, melekler gibi gaybî varlıklardır. Kur'an, varlıklarını haber vermektedir. Daha önce de dikkat çektiğimiz gibi, müminler gayba iman ederler. Yeter ki verilen haber kesin bir kaynaktan gelsin. Kür'an-ı Ke­rim, insanlar gibi cinlerin de Allah'a ibadet etmek için yaratıldıklarım haber vermektedir:

"Ben cinleri ve İnsanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım. Ben onlardan nzık istemiyotiım. Beni doyur­malarını da istemiyorum"[164]

Ateşten yaratılan cinler[165] insanlar gibi üreyip ço­ğalırlar.[166] Meleklere nazaran sunî varlıklar olup insan­dan önce yaratılmışlardır.[167] İnsanlar gibi mükellef var­lıklar olduklarından inananları olduğu gibi kâfir olanları da vardır.[168] Kur'an-ı Kerim, onlardan bir gurubun Kur'an dinlediklerim haber vermektedir:

"(Ey Muhammedi) De ki: Cinlerden bir topluluğun (benim okuduğum) Kûr'&n'ı dinleyip de şöyle dedikleri bana vahyolunmuştur. 'Gerçekten biz, doğru yola ileten ola­ğanüstü güzel bir Kur'an dinledik. Biz de ona iman ettik. (Artık) kimseyi Rabb'imize asla ortak koşmayacağız. Ger­çek o ki, Rabb'imizin şâm çok yücedir. O, ne eş, ne çocuk edinmiştir. Doğrusubizim beyinsiz olanımız, Allah hakkın­da pek aşın yalanlar uy duruyormuş. Halbuki biz, gerek in­sanlar, gerek cinler, Allah hakkında asla yalan söylemezler sanmıştık."[169]

Aynı olay Ahkaf sûresinde şöyle anlatılmaktadır:

"Hani cinlerden bir gurubu, Kur'an'ı dinlemeleri için sana yöneltmiştik. Kur'an'ı dinlemeye hazır olduklarında

(birbirlerine) 'Susun-' demişler, Kur'an tamam olunca da uyarıcılar olarak kadîmlerine dönmüşlerdi, 'Ey kavmimizi pediler, doğrusu biz Musa'dan sonra indirilen, kendinden Öncekini doğrulayan, Hakka ve doğru yola ileten bir kitap dinledik. Ey kavmimiz! Allah'ın davetçisine uyun, Ona iman edin.ki Allah da sizin günahlarınızdan bir kısmım ba-öışlasınve sizi acı bir azaptan korusun."[170]

Âyetten anlaşılan, cinlerin, Peygamberimiz ile Hz. Mûs'â'ya gelen vahiylerden haberdar olduklarıdır. Kuî'an-1 Kerim, Hz. Süleyman'ın emrinde çalıştıkların­dan da söz etmektedir. Ancak tıpkı insanlar gibi mükel­lef olmalarına rağmen peygamberlere gelen vahiylere muhatap olup olmadıkları Kur'an'da belirtilmektedir. 'Peygamberleri de, kendi cinslerinden olmalıdır. Gaybi konularda, dini naslann belirttikleri sınırda durmak en tutarlı yoldur. Aslında gaybî varlıklar hakkında insanla­rın meraklarına bir sınır yoktur. :E)oğrusu Kur'an, insan­ların bilgi meraklarını giderme konusuna pek iltifat et­memektedir. İnsanların 'inanç ya da pratik hayatlarıyla ilgisi olan hususlar üzerinde durmaktadır.

Kur'an-ı Kerim'de inanmayanların, peygamberin melek değil de bir insan oluşuna itirazları gündeme geti­rilmekte[171] ve bu itirazlarına karşılık, "şayet yeryüzünde yerleşip dolaşanlar rrielek olsalardı, biz de onlara gökten peygamber olarak bir melek gönderirdik"[172] denilmek­tedir, insanlarla iletişim kurabilmesi için, peygamberleri­nin de insanlardan olması gerekir. Bu durumu göz önünde bulundurduğumuzda, cinlerin de peygamberle­rinin, kendilerinden olması gerekir.

Ayette anlatılan olayın Peygamberin taif dönüşünde Batn-ı Nahle denilen yerde kıldırdığı sabah na­mazı esnasında vuku bulduğuna dikkat çeken müfessir-ler, bu sırada Peygamber (s.a.v.)'in onları görmediğini belirtmişlerdir. Zaten normal şartlarda cinlerin insanlar tarafından görülmedikleri belirtilmektedir. Kelime ola­rak da "cin" görünmeyen anlamındadır. Onların insan­lar tarafından görülmedikleri şu âyette anlatılmaktadır:

"Çünkü o ve kabilesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler"[173]

Cinlerin kâfir olanları, şeytanlardır. Bu kesimi in­sanlara kötülükleri aşılamaya çalışırlar ama insanlar üzerinde bir hakimiyetleri bulunmamaktadır. Onların hakimiyetleri sadece dostlarmadır. İnananlarının ve inanmayanlarının bulunması, onların irade sahibi ol­duklarını gösterir. Bu özellikleri sebebiyle tıpkı insanlar gibi kıyamet günü hesaba çekilecek ve yaptıklarının karşılığını mükâfat veya ceza olarak göreceklerdir.[174] Birtakım yetenekleri olmakla birlikte yaygın olan kana­atin aksine gaybı bilmezler:

"(Süleyman'ın) ölümüne hükmettiğimiz zaman, onun öldüğünü, ancak değneğini yiyen bir ağaç kürdü gös­terdi, (Kurdun yemesiyle değnek çürüyüp de ona dayalı duran Süleyman) yere yığılınca (onun öldüğü anlaşıldı ve) anlaşıldı ki eğer cinler gaybı bilselerdi, o küçük düşürü­cü azap içinde kalmazlardı."[175]

 

Şeytan:

 

Şeytanın insanla macerası insanın yeryüzünde yaratıîışıyla başlamaktadır. Şeytan, Âdem'in yeryüzünde halife olmasına karşı çıkmış, kendisinin ateşten, halbu­ki Âdem'in topraktan yaratıldığını ileri sürerek Âdem'e secde emrini yerine getirmemiştir. Bunun üzerine cen­netten kovulmuştur. Cennetten kovulduktan sonra, Al­lah'a yalvarmış, kıyamete kadar insanı aldatmak için Al­lah'tan izin istemiş ve bu izin kendisine verilmiştir, izni aldıktan sonra, insanı aldatmak için her yola başvuraca­ğına dair yemin etmiştir. Yüce Allah, şeytanın aldatması konusunda Âdem ile Havva'yı uyarmış ve kendilerinin düşmanı olduğunu anlatmışsa da, şeytan, yasak ağaçtan yemelerini sağlamış ve böylece onlar da cennetten ko-vulmuşlardır.

Kur'an-ı Kerim, birçok âyette şeytanın aldatması­na dikkat çekmekte ve insandan bu konuda uyanık ol­masını, şeytanın vesveselerine aldanmamasını istemek­tedir. Çünkü şeytan daima kötülüğe çağırır. Ancak şey­tanın kötülüğü insana zorla dayatması diye bir durum yoktur. Bu husus, insanları aldatmak için şeytanın izin istemesi sırasında kendisine Allah tarafından bildiril­miştir:

"Şüphesiz kullarım üzerinde senin herhangi bir haki­miyetin yoktur. Ancak azgınlardan sana tabi olanlar müs­tesna."[176] Şeytanın etkisi, dostları üzerindedir. İnsana irade verilmiştir. İradesiyle isterse şeytana uyar, isterse uymaz. Şeytanın çabası vesveseden ibarettir. Vesvesesiy-le kötülükleri insana güzel göstermeye çalışır. Yüce Al­lah, şeytanın vesvesesini, bu esnada ne yapılması gerek­tiği ve vesvesesinin kimleri etkilediğini şöyle anlatır:

"Eğer şeytandan bir kışkırtı seni etkilemeye başlarsa hemen Allah'a sığın. Çünkü O, işiten ve bilendir. Allah'a karşı sorumluluk bilincine sahip olan kimseler, içlerinde şeytanın esinlediği karanlık bir kuruntu uyanacak olsa (O'nu anıp) akıllarını başlarına toplarlar ve hemen olup biteni kavramaya başlarlar. (Şeytanların) dostlarına gelin­ce, şeytanları onları, azgınlığa sürüklerler. Sonra da yaka­larını bırakmazlar."[177]

Kur'an-ı Kerim, insanlardan kötülüklere sürükle­yenleri de insan-şeytanlar olarak nitelemektedir.[178]

 

Peygamberlere Îman

 

Allah'ın insanlara gönderdiği elçilere Kur'an-ı Re­ni, nebi veya resul terimlerini kullanmaktadır. Kelime ıiılamı olarak nebi, yüce mertebeye sahip kişi demektir. Kelimenin aslının "n-b-v" olması durumunda anlamı "ludur. Ama hemzeli olarak "n-b-e" den geliyorsa, haber 'eren anlamındadır. Alimler daha çok birinci görüşü ercih etmişlerdir. Ancak peygamberin yüce bir mene-eye sahip olması, kuşkusuz Allah'ın elçisi olması yani Jlah'tan haber getirmesi sebebiyledir. Resul kelimesi ise, elçi anlamındadır. Bu nedenle iki kelimenin sözlük anlamları bir birine çok yakındır. Ancak terim olarak Resul kelimesi, Kur'an'da melek hakkında da kullanıl­maktadır. Peygamberler ayrıca keşîr/müjdeleyen, ne-^r/uyaran kelimeleriyle de nitelenmişlerdir. Neden bu kelimelerle nitelendikleri açıktır. Peygamberlerin nite­lendikleri kelimelerden biri de, yol gösteren anlamına gelen hâdin kelimesidir.

Müslüman âlimlerin bir kısmı, terim olarak nebi ile resul arasında şöyle bir fark olduğunu söylemişlerdir. Allah'tan, sadece kendisi onunla amel etsin diye tebligat alan ve bunu başkasına tebliğ etsin diye Allah'tan emir almayan kimse nebi, bunu başkasına da tebliğ etme em­rini almış olan ise, resuldür. Buna göre her resul, nebidir ama her nebi, resul değildir. Bu ayırımda yapılan nebi ta­rifi tutarlı görünmemektedir. Çünkü alelade bir müslü-man, kendi imkânları çerçevesinde iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmakla yükümlü olduğu halde di­rekt olarak Allah'tan vahiy alan birinin böyle bir sorum­luluğunun olmaması düşünülemez. Bazı âlimler, risalet sahibi yani bir şeriat getiren peygambere resul., başka re­sulün şeriatıyla amel edene de nebi, demişlerdir. Arala­rında hiçbir farkın bulunmadığını söyleyen âlimler de vardır.

Varlığın sırrı, insanın evrendeki konumu ve gerçe­ğin ne olduğu konularında söz söyleyen iki sınıf insan vardır: Bu sınıflardan biri filozoflar, diğeri ise, peygam­berlerdir. Peygamberler hep aynı şeyleri söyledikleri halde filozoflar birbirlerinden çok farklı şeyler söyle­mişlerdir. Peygamberler arasındaki bu birlik, onların aynı kaynaktan beslendiklerini göstermektedir. Söz ko­nusu kaynak, Allah tarafından kendilerine gönderilen vahiydir.

Peygamberler, dünya ve âhiret mutluluğuna reh­berlik ettikleri için insanlara Allah'ın bir rahmetidirler. Dinler, insanların âhirette mutlu olmalarını sağladıkları gibi dünya hayatında onları mutlu edecek prensipler de getirmişlerdir. Ancak âhirette onların çağrılarına kulak asmayanların aleyhine bir delil olacaklardır. Bu nedenle peygamberler, Kur'an-ı Kerim'de beşîr (müjdeleyici) ve nezir (uyarıcı) olarak nitelenmişlerdir. İnsanlar, Allah'a kulluk etmek üzere yaratılmışlar ve âhirette bu konuda sorguya çekileceklerdir. İnsanlara olan merhametinden dolayı Allah, bu imtihan konusunda insanları yardımsız bırakmamış, her millete peygamber göndermiştir: "Her millet içinde mutlaka bir uyana (peygamber) bulunmuştur."[179]

Peygamberler, aynı dini getirmişlerdir. Tamamı Allah'a kulluk etmeye yani Tevhid'e çağırmışlardır:

"Andolsun ki, biz. 'Allah'a kulluk edin ve putlardan sa­kının' diye (emretmeleri için) her millete bir peygamber gönderdik ."[180]

Bütün peygamberlerin tebliğ ettikleri din aynı ol­makla birlikte günlük hayatla ilgili ahkâm ile helal-ha-ram konusunda birtakım değişik hükümler getirdikleri de olmuştur. Kuşkusuz bunlar, insanlığın tarih içerisin­de geçirdiği farklı sosyal şartlar ve muhtemelen insan bünyesinde meydana gelen değişiklerden dolayıdır. Bunda bazı özel şartların etkisi de söz konusudur. Pey­gamberimiz Muhammed (s.a.v.)le peygamberlik son bulmuştur. Bu sebeple onun getirdiği hükümlerin tama­mı, kıyamete kadar kalıcıdır. Diğer peygamberlerin ge­tirmiş oldukları kitaplar tahrif edildikleri halde Kur'an-ı Kerim'in hiçbir değişikliğe uğramadan günümüze gel­miş olması bunun delillerinden biridir. Ayrıca Peygam­berimizden sonra insanlığın sosyal hayatında, yeni bir peygamberin gelmesini gerektirecek önemli bir değişim olmamıştır.

Vakıa Hz. Muhammed (s.a.v.)'in getirdiği İs­lam'dan sonra etkili ve küllî bir dinî hareketin olmama­sı da bunu teyit etmektedir. Gerçi peygamberlik iddi­asında bulunanlar olmuştur ama bunlar arasında başarı­lı olan çıkmamıştır.

Diğer taraftan Hz. Muhammed'in (s.a.v) en son peygamber ve Kur'an'm en son vahiy olması, Müslüman olduğunu ileri sürenlere açıkça çok ciddi bir sorumlu­luk yüklemektedir. Böyle bir iddia ileri sürmek, sanıldı­ğı gibi bir imtiyaz sayılmaz, sadece bir sorumluluktur. Ama Müslümanlar bunu nedense her zaman özel bir imtiyaz saymışlardır.[181]

Peygamberimizin peygamberliğinin mucizesi, Kur'an'm kendisidir. Kur'an-ı Kerim'den, inanmayanla­rın kevni (maddi-somut) mucize isteklerinin reddedildi­ğini anlıyoruz. Onların bu tür isteklerine cevap, Kur'an'm yeterli olduğu şeklindedir. Gerçekten, bütün insanlığa gönderilmiş olan ve âhirete kadar dönemi de­vam edecek olan bir peygamberin mucizesinin, bir me­kândan başkasına taşınabilen ve nesilden nesile aktarı­labilen (manevi-soyut) bir mucize olması gerekiyordu. Bu özelliği kevni herhangi bir mucize taşıyamazdı.

Kur'an-ı Kerim, ayrıca Ehl-i Kitab'a, kendi kitap­larım delil olarak göstermekte ve Tevrat ile İncil'i, yakın­dan tanıyanların, Peygamberimizin Peygamberliğini bil­diklerini söylemektedir:

"Kendilerine Kitap verdiklerimiz, onu oğullarını tanı­dıkları gibi tanırlar, ama yine de onlardan bir grup, bile bile gerçeği gizlerler. Gerçek Rabb'indendir, sakın şüphelenen­lerden olma"[182]

Tevrat ve İncil'i dikkatli ve tarafsız bir şekilde in­celeyenler, Kur'an'm bu konuda ne kadar haklı olduğu­nu bilirler. Kur'an, ayrıca Yahudi ve Hıristiyanların kutsal kitaplarını doğrulamakta ve yanlışlarını tashih et­mektedir.

O dönem müşriklerine de, Peygamber'in, pey­gamberlik öncesi aralarında neredeyse bir ömür geçirdi­ği hatırlatılmaktadır. Peygamberlik öncesinde ona, gü­venilir kişi anlamına gelen el-emin lakabını takmışlardı. Doğruluğuna, iyilikseverliğine bizzat şahit olmuşlardı. Aralarında hatırı sayılır bir itibar kazanmıştı. İşte Kur'an, müşriklere de bunları hatırlamaktadır.

Kur'an-ı Kerim, ayrıca birçok âyetinde inanma­yanlara meydan okumakta; Allah tarafından olmadığını iddia ediyorlarsa bir benzerini getirmeleri, bunu yapa-mıyorlarsa on sûresine hatta bir sûresine benzer getir­meleri istenmektedir. Ayrıca Kur'an, geleceğe dair bir­çok şeyleri haber vermiş ve bunlar olduğu gibi çıkmış­tır. Bütün bunlar, Peygamber'in peygamberliğinin delil­leridir.

Bu gibi konular, ilgili kitaplarda çokça işlenmiştir. Bu nedenle ayrıntılar üzerinde durmak ihtiyacını duy­muyoruz.

"Biz, senden önce de, ancak kendilerine vahiy verdiği­miz erkekleri elçi olarak gönderdik"[183] âyetine dayanarak âlimlerin çoğunluğu, peygamberlerin hep erkeklerden seçildiklerini söylemişlerdir. Ancak bazı âlimler, âyetin, peygamberlerin büyük çoğunluğunun erkeklerden se­çildiklerine işaret ettiğini ve kadınlardan da peygamber­lerin gönderildiğini söylemişlerdir.

Peygamberler, beşer olmalarına rağmen üstün me­ziyetlere sahiptirler Akıl, zekâ ve ahlâkî davranışlarıyla uslun oldukları gibi fizyolojik ve biyolojik açıdan da mükemmeldirler. Bedenî bir sakatlık manevî açıdan in­sanın değerini düşürmez. Ancak başkalarım bir inanca davet eden kimsenin, fizyolojik yapı itibariyle insanla­rın yakınlık duydukları bir yapıda olması gerekir. Aklî ya da ahlâkî bir eksikliğe sahip olmaları da düşünüle­mez. Böylesi kimselerin başkalarım olumlu yönde etki­lemeleri ya mümkün değildir ya da çok zordur. Pey-   -gamberler insan olmaları nedeniyle diğer insanlar gibi yer, içer, çarşılarda dolaşır,[184] evlenir,[185] hastalanır, acı veya zevk duyar ve ölürler. Evren üzerinde herhangi bir tasarrufları yoktur, Allah'ın iradesine etki edemez   ve gaybı bilmezler. Onların gayb bilgileri, Allah'ın onlara bildirdiği miktardan ibarettir:

"De ki: Ben, Allah'ın dilediğinden başka kendime her­hangi birjayda veya zarar verecek güce sahip değilim. Eğer ben gaybı bilseydim elbette daha çok hayır yapmak isterdim ve hana hiçbir fenalık dokunmazdı, ben sadece inanan bir kavim için bir uyana ve müjdeleyiçiyim."[186]

Kur'an-ı Kerim'de peygamberlerin bir kısmının adı geçmektedir. Adı geçen peygamberlerin çoğu, önce­ki kitaplarda da zikredilmişlerdir. Adı geçen bu pey­gamberlerin hayatlarına ve başlarından geçen olaylara dair birtakım pasajlar Kur'an-ı Kerim'de anlatılmakta­dır. Böylece Muhammed (s.a.v.)'in bir geçmişinin bu­lunduğu, kendisinin türedi biri olmadığı anlatılmakta ve adı geçen peygamberlerin başından geçenler, hem Hz. Muhammed'e ve hem de müminlere birer örnek olarak sunulmaktadır.

Her peygamberin ilk muhatapları kendi kavimle­ridir. Kuşkusuz bu, farklı milletlerden biriyle karşılaş­tıklarında dini ona tebliğ etmedikleri anlamına gelmez. Mesela Hz. Musa, israil oğullarının peygamberi olması­na rağmen Firavun'u hak dine davet etmişti. Hatta Fi-ravun'un karısı ile saray halkından birinin Musa'nın çağrısına icabet ederek müslüman oldukları Kur'an'da anlatılmaktadır. Ancak önceki dönemlerde bir peygam­berin değişik milletlerle karşılaşması doğal olarak zor idi. Bu sebeple önceki peygamberler belli kavimlerin peygamberi olmakla anılmışlardır.

Peygamberler, tebliğ etmeleri için Allah'ın kendi­lerine verdiği mesaja hıyanet etmedikleri gibi kendileri­ne teslim edilen hiçbir emanete hıyanet etmezler. Al­lah'tan gelen vahyi insanlara aktarma konusunda ma­sumdurlar:

"Bir peygambere, emanete hıyanet yaraşmaz. Kim emanete ihanet ederse, kıyamet günü hainlik ettiği şeyin gü­nahı boynuna asılı olarak gelir."[187]

Kur'an-ı Kerim, peygamberlerin üstün ahlâkî me­ziyetlerine dair bize bilgi vermektedir. Mesela Hz. ibra­him'le ilgili olarak: "Kitapla İbrahim'i an, çünkü o, sıd-kı (doğruluğu) mükemmel bir peygamberdir."[188] Hz. Hûd hakkında: "(Bunun üzerine Hûd): Ey kavmim! De­di, bende beyinsizlik yoktur, fakat ben âlemlerin Rab-b'inin gönderdiği bir peygamberim. Size Rabb'imin gönderdiği gerçekleri tebliğ ediyorum ve ben sizler için güvenilir bir öğütçüyüm,"[189] denilmektedir. Yine şöyle denilmektedir:

"Allah, Âdem'i, Nuh'u, İbrahim ailesi ile îmran ailesini seçip âlemlere üstün kıldı."[190]

Her peygamber, peygamberliğini ispal eden ve in­sanların benzerini getirmekten âciz kaldıkları mucize­lerle desteklenir. İnsanlar mucize ile karşılaşmadıkça peygambere uymamaktan dolayı sorumlu tutulmazlar. Önceki peygamberlerin mucizeleri göze hitap eden ve yerel kalma niteliği taşıyan kevnî mucizeler idi. Pey­gamberimizin mucizesi ise, akla hitap eden, bir yerden başka bir yere taşınabilen ve nesilden nesile aktarılabi­len Kur'an-ı Kerim'dir.

Peygamberler konusuna son vermeden harikula­delikler konusunda bir-iki noktaya açıklık getirmek isti­yoruz.

Bunlardan biri, peygamberlerin, peygamberlikle­rini ispat konusunda gösterdikleri olağanüstülüklerin "mucize" ismiyle isimlendirilmesidir. Aslında Kur'an-ı Kerim'de bu gibi şeylerin ismi "dyet"tir. Âyet kelimesin­de, güçlü bir delil olma ve rehberlik etme anlamı mev­cuttur. Oysa mucize kelimesinde, sadece acz içerisinde bırakma anlamı vardır. Gerçi peygamberlerin, peygam­berliklerini ispat etmek üzere gösterdikleri olağanüstü şeylerde âciz bırakma yönü de vardır fakat bu, sadece inkârda devam eden ve bu inkârlarında şartlanmış olan­lara yönelik tarafıyla böyledir. Bu olağanüstülükleri gör­dükten sonra inanan ya da daha önce inanmış olanlara hitap yönü, "rehberlik etmek"ıir. Bu sebeple bugün "mucize” olarak isimlendirdiğimiz şeylerin "âyet" olarak isimlendirilmesi çok daha doğrudur.

Değinmek istediğimiz ikinci husus da şudur: Pey­gamberlerin, peygamberliklerinin ispatı olarak elleri üzerinde cereyan eden olağanüstülüklerin temel muha­le inanmayanlardır. Bu olağanüstülüklerle onlar, âde­ta bir şok tedaviye tabi tutulurlar. Din konusunda akıl­ları fazla ermediği için böyle şeylere ihtiyaçları vardır. İnanmış insanlar için olağanüstülüklere ihtiyaç yoktur. Kur'an-ı Kerim'de dikkatlerin olağan şeylere; kişinin çevresinde olup-biten tabiat olaylarına çekilmesi bu se­beple olmalıdır.

Her bir peygamberin gösterdiği olağanüstülükler, sınırlı sayıdadır. Çünkü olağanüstülüklerin fazlalığı, muhatabın dengesini bozar. Her hususta bir olağanüs­tülük beklentisi içine girer. Oysa hayat, olağanüstülük­ler üzerinde değil, olağan şeyler üzerinde bina edilmiş­tir.

Gerçek şu ki, günümüz Müslümanları arasında olağanüstülüklerle ilgili anlatım çok yaygındır. Belki de Müslüman toplumların sürekli kurtarıcılar beklemeleri ve fert fert kişilerin, sorunların üstesinden gelme konu­sunda kendilerine bir güven bulamamalarının nedenle­rinden biri budur. Yine sivrilmiş kişilerin aşırı bir şekil­de yüceltilmekri ve âdeta bir süpermen şeklinde görül­melerinin temelinde de bu husus yatmaktadır. Çünkü ancak böylesi kimselerin, sorunları çözebileceklerine inanılmaktadır. Halbuki her fert, kendine güvenerek kendisine düşen görevlen yerine getirecek olsa üstesin­den gelinemeyecek bir sorun yoktur.

O halde problem, olağanüstülüklerin mümkün olup olmadıklarında değil, eğitimde bir araç olarak kul­lanılıp kullanılamayacakları ve kullanılacaklarsa ne miktarda kullanılacakları konusunda yatmaktadır. Çün­kü mümin kişi, tabiatı ve tabiat kanunlarını yaratanın Allah olduğunu bilir. Bunları yaratan Allah olduğuna göre, bir an için onları farklı bir şekilde kullanma kudretine de elbette sahiptir. Mesela ateşin yakıcılık niteli­ğini bir an için yok edebilir ve ateş yakmaz. Nitekim Hz. İbrahim ateşe atıldığında yüce Allah ateşe, İbrahim için serin ve esenlikli olmasını emretmiş ve ateş, İbra­him'i yakmamıştır. Ateşe yakma özelliğini veren Allah, bir peygamberi için bir süre ateşten bu özelliğini almış­tır. Bizim burada anlatmak istediğimiz, bu gibi şeylerin müminlerin eğitiminde kullanılmasının ne derece tutar­lı olup olmadığı ve bu tür şeylerin hangi sıklıkta kulla­nıldıklarıdır.

Peygamberler içerisinde Kur'an-ı Kerim'in en çok Peygamberimize yer vermesi doğaldır. Biz burada Pey­gamberimizle ilgili olarak Kur'an'da zikredilenlerden bir kısmını görelim. Hem burada anlatılacaklar, diğer pey­gamberleri de daha yakından tanıma imkânı verecektir.[191]

 

Peygamberimiz (S.A.V.)

 

Hayatı hakkında en sağlıklı bilgilere sahip oldu­ğumuz peygamber, Peygamberimiz (s.a.v.)dir. Bu bilgi, inanan-inanmayan herkesin kabul ettiği tarihî en sağlık­lı belge olan Kur'an-ı Kerim ile hadis, siyer ve iarih kay­nakları tarafından nakledilmektedir. Belki hadis, siyer ve tarih kaynaklarında nakledilenlerden tashihe muhtaç pek çok şey vardır ama Kur'an-ı Kerim, Peygamber hakkında pek çok bilgi vermektedir. Ayrıca hadis, siyer ve tarih kitapiannda nakledilen sahih pek,çok rivayet de vardır.

Kur'an-ı Kerim'in de dikkat çektiği gibi Peygam­berimiz, peygamberlik öncesi, kavmi arasında bir ömür (kırk yıl) yaşamış[192] ve bu müddet boyunca herhangi bir yalanma veya şahsiyeti rencide edecek herhangi bir davranışına şahit olunmamıştır. Peygamberlik öncesin­de de o, kavmi arasında güvenilir kişi anlamına gelen "el-emln" lakabıyla tanınıyordu. Peygamberlik öncesi bu üstün şahsiyetine rağmen Kur'an-ı Kerim, söz konusu dönemini "şaşkınlık ve gaflet" olarak tanımlamaktadır.[193] Çünkü ne de olsa o dönemde vahyin mükemmel tali­matlarından habersizdi:

"îşU, sana da emrimizden bir ruh (kalblere can ve­ren bir kitap) vahyettik. Sen Kitap nedir, iman nedir bil­mezdin. Fakat biz onu (vahyettiğimiz o Kitab'ı), bir nur

yaptık. Kullarımızdan dilediğimizi, onunla hidayete iletiyorıız. Ve şüphesiz ki sen, doğru yola iletiyorsun."[194]

Muhammed (s.a.v.) kendisine peygamberlik gelin­ceye kadar peygamber olacağını bilmiyordu. Kur'an-ı Kerim, bunu şu ifadelerle dile getirmektedir: "Sen kita­bın sana verileceğini ummazdın. Ancak o, Rabb'inden bir rahmet olarak (sana vahyedildi)."[195] Buna rağmen kimi eserlerde peygamber daha doğmazdan önce annesine bir peygamber doğuracağının haber verildiği, doğum esnasında birtakım harikuladeliklerin vuku bulduğu, Basra'ya ticaret için giderken yolda Bahira isimli bir ra­hibin, peygamber olacağını haber verdiği, hatta bir bu­lutun daima peygamberi güneşin sıcağından koruduğu ve benzeri hususlar anlatılmaktadır.

Elbelte ki Allah, onun peygamber olacağını bili­yordu. Kendisinden habersiz onu ileride peygamber olacak şekilde eğitiyor ve bu önemli göreve hazırlıyor­du. Ne var ki kendisinin bundan haberi yoktu. Kendisi­nin haberi yoksa bir başkasının onun peygamber olaca­ğını bilmesi mümkün değildir. Bu bağlamda Tevrat ve İncil'in, Peygamberimiz gelmezden önce kendisinden haber verdikleri ve bu sebeple bu kitapları okuyanların, Peygamberimizi önceden nitelikleriyle tanıdıkları söyle­nebilir. Ne var ki, Tevrat ve İncil'de geleceğine dair veri­len haberler, ancak peygamberlik kendisine geldikten sonra ortaya çıkan olaylarla anlaşılmaktadır. En azından bu kitaplarda anlatılan bütün nitelikler ancak peygam­berlik kendisine geldikten hatta Medine hicret ettikten sonra ortaya çıkan olaylar, yapağı davet, insanların da­vetine icabet eimelerı ve bizzat Allah yolunda cihad ederek Medine'de hakimiyet elde euikten sonra kendi­sinde toplanmaktadır. Çünkü söz konusu kitaplarda Arap kavminden olacağı, Tevrat ve İncil'in eksik bıraktı­ğı hususları tamamlayacağı, bizzat cihad edeceği ve ge­niş bir alana yayılmış topraklar fethederek adaletle hük­medeceği ifade edilmektedir. Bu niteliklerin Peygambe­rimizde toplanması ise, ancak hicretten birkaç yıl sonra gerçekleşmiştir.

Peygamber, peygamber olduğunu ilan ettikten ve bazı insanlar etrafında toplanmaya başladıktan sonra müşrik Arapların büyük tepkisiyle karşılaşü. Oysa onlar daha önce kendisine "el-emin" lakabını takmışlardı. Ay­rıca Peygamber'in muhataplarına takındığı tavır, onlara duyduğu yakmhk, yumuşak davranış, şefkat ve merha­met bilinmektedir. Kur'an-ı Kerim de Peygamber'in bu davranışlarını haber vermektedir:

"Andolsun size kendinizden öyle bir Peygamber gel­miştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. Çün­kü o, size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatli ve mer­hametlidir."[196]

"Allah'tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın. Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, çevren­den dağılıp giderlerdi. Şu halde onlan affet; bağışlanmaları için dua et; işlerde onlara danış."[197]

"Sen elbette yüce bir ahlâka sahipsin"[198] buyurarak Yüce Allah, Peygamber (s.a.v.)'in yüce bir ahlâka sahip bulunduğunu bizzat belirtmektedir. Peygamber'in bu ahlâkını günümüz müsteşrikleri de itiraf etmektedir.

Peygamber (s.a.v.), sadece müminlere karşı değil, inanmayanlara karşı da son derece yumuşak idi. Öyle ki Kur'an-ı Kerim, inanmayanların inanmalarını sağlamak ve bu nimete erişmelerini temin edebilmek için Pey­gamberin neredeyse kendini helak edercesine bir gayret içerisinde olduğunu bize haber vermektedir:

"Bu Kitab'a inanmazlarsa arkalarından üzüntüyle neredeyse kendini harap edeceksin."[199]

Peygamber (s.a.v.)'in bu çaba ve gayretlerine kar­şın münkirlerin takındıkları tavırlar da Kur'an~ı Ke-rim'de anlatılmaktadır. Bazen kendisine deli[200] bazen büyülenmiş diyor, bazen de niçin peygamberliğin bir başkasına gelmediğini ileri sürerek karşı çıkıyor[201] ba­zen ancak bir meleğin peygamber olabileceğini iddia ediyor[202] ve sürekli peygamberliğine delil olacak yeni âyetler/mucizeler istiyorlardı:

"Onlar, sen, dediler, bizim için yerden bir kaynak fiş-kırtmadıkça sana asla inanmayacağız. Veya senin bir hur­ma bahçen ve üzüm bağın olmalı; öyle ki, içlerinden gürül gürül ırmaklar akmalı. Yahut iddia ettiğin gibi üzerimize gökten parçalar yağdırmaksın veya Allah'ı ve melekleri şa­hit getirmelisin. Yahut da altundan bir evin olmalı, ya da göğe çıkmalısın. Bize, okuyacağımız bir mektup getirmedi­ğin sürece sana asla inanmayız"[203]

Kur1 an-ı Kerim, onların sürekli yeni âyet/mucize­ler istemelerine şu karşılığı vermektedir:

"Ona Rabb'inden âyet/mucize indirmeli değil miydi? Derler. De ki: Mucizeler ancak Allah'ın kalındandır. Ben ise sadece apaçık bir uyarıcıyım. Kendilerine okunmakta olan Kitab'ı sana indirmemiz onlara yetmemiş mi? Elbette iman eden bir kavim için bunda rahmet ve ibret vardır."[204]

Böylece Peygamberimizin peygamberliğine de­lil/mucize olarak Kur'an-ı Kerim'in yeterli olduğunu yü­ce Allah haber vermektedir. Çünkü Peygamberimiz, bir veya birkaç neslin peygamberi değildir. Gelişinden kı­yamete kadar bütün insan nesillerinin peygamberidir. Onun âyetinin/mucizesinin, nesilden nesile ve mekân­dan mekâna taşınabilir bir âyet/mucize olması gereki­yordu.

Kur'an-ı Kerim, Peygamber (s.a.v.)'in şahsı yanın­da hanımlarından da söz etmektedir. Hz. Zeynep'le evli­liği, Hz. Aişe'ye atılan iftira Kur'an'da yer alan hususlar arasındadır. Kur'an'da bu gibi konuların yer almış olma­sı, Kur'an'ın bazı hükümlerinin tamamen tarihsel oldu­ğuna delil olabilir mi? Nitekim bazı kimseler, bu gibi meseleleri gündeme getirerek, bunlar dışında da tama­men tarihsel birtakım hükümlerin Kur'an'da yer aldığını ileri sürmektedirler.

Aslında Peygamberimizi ilgilendiren bu tür mese­leler, kıssa hükmündedir. Olay olarak Kur'an'da yer alan bütün kıssaların tarihsel bir yönü vardır. Ancak kıssalar, olay yönüyle değil, ibret alınacak yönleriyle Kur'an'da yer alırlar. Birçok kıssanın sonunda: "Bunda akıl sahipleri için alınacak ibretler vardır" ifadesinin yer alması bu sebepledir.

Peygamber'e iman, sadece Kur'an'm indiği dö­nemdeki Müslümanları değil, kıyamete kadar bütün ne­silleri ilgilendirir, Peygamber'e inancın yıkılması, dini de beraberinde götürür. Ona inancın korunması, kendi­siyle ilgili bazı meselelerin vuzuha kavuşturulmasını ve bunun sağlıklı bir belgede yer almasını gerektirir. Pey­gamberin hanımlanyla ilgili bazı meselelerin Kur'an'da yer almasının nedenlerinden biri de bu olmalıdır.

Yirmi üç yıla yakın bir müddet boyunca inen Kur'an-ı Kerim'i, Peygamber (s.a.v.) insanlara lebliğ et­miş, anlamadıkları âyetleri onlara açıklamış, pratiğe ak­tarılması gereken âyetleri pratik hayata aktarmıştır. Bu yönüyle Peygamber sünnetinin ve kendisinden nakledi­len hadislerin büyük önemi vardır.

Kur'an, Müslümanlardan Peygamberi örnek al­malarını ve ona itaat etmelerini istemektedir. Kuşkusuz bu örneklik ve itaat, sadece o dönemin Müslümanlarmı ilgilendiren bir husus değildir. Sonraki nesiller de Pey-gamber'i örnek alacak ve ona itaat edeceklerdir. Pey­gamber (s.a.v.)le ilgili birçok hususun Kur'an'da yer al­dığı bir gerçektir. Ne var ki, Peygamberi örnek almak ve ona itaatin, sadece Kur'an'da anlatılan hususlarla sı­nırlı olduğunu söylemek için elimizde yeterli bir delil bulunmamaktadır. Ayrıca Peygamber'in, Kur'an'ı açıkla­makla görevli olduğu hususu da, Kur'an'm kendisinde anlatılmaktadır. Bu sebeple gerek hadis, gerek siyer ki­taplarında, ilim derecesine yükselebilecek sahihlikte nakledilmiş rivayetlerin göz ardı edilemeyeceği anlaşıl­maktadır.

İslam, evrensel bir dindir. Bu nedenle bütün in­sanlığa tebliğ edilmesi bir zorunluluktur. Peygamberin vefatından sonra bu görev Müslümanlara yüklenmiştir. Bu sebeple, Peygamber'in, dini insanlara tebliğ ederken takip ettiği esaslar önemlidir. Müslümanlar, dini başka­larına tebliğ ederken, Peygamberin takip ettiği metodu örnek almalıdır.[205]

 

Peygamber Davetinin Temel Esasları

 

Bütün peygamberlerin görevi, insanları Allah'ın yoluna çağırmaktır. Peygamberimizin de hayatı boyun­ca yaptığı bu idi. Kur'an, Peygamberimizin bu özelliğin­den: "Allah'ın izniyle O'na çağıran, aydınlatan bir ışık[206] şeklinde bahsetmektedir. Kur'an-ı Kerim'de geçen pey­gamber kıssalarının tamamı, dine davet konusuyla ilgi­lidir. Peygamberler, inkâr edenlerin alay ve hakaretleri­ne katlanmış; bütün bu olumsuz davranışlarına karşın insanları doğru yola kavuşturmak için vicdanları uyarıcı ve gönülleri okşayıcı nazik bir üslûp kullanmışlardır. Nezîr/uyarıcı olmaları nedeniyle de, yumuşak üslûbun fayda vermediği yerde Allah'ın azabıyla insanları tehdit ettikleri de olmuştur. Peygamber (s.a.v.)'in insanları Al­lah'a kulluk etmeye çağırırken takip ettiği temel esaslar vardı. Bunları şöyle sıralayabiliriz:

Birincisi: İslâm'a çağırırken malzeme olarak Kur'an âyetlerini kullanıyordu. Aslında onun mucizesi de Kur'an-ı Kerim'in kendisidir. İnsanların sorumluluk­larının, mucize ile karşılaşmalarından sonra başladığına daha önce dikkat çekmiştik. Kur'an-ı Kerim ayrıca hi­dayetin de kendisidir. Yüce Allah bu hususa dikkat çe­kerek şöyle buyurmakladır:

"iman edip salih amel işleyenleri, karanlıklardan ay­dınlığa çıkarmak için size Allah'ın apaçık âyetlerini okuyan bir peygamber göndermiştir."[207]

Başka bir âyette de şöyle denilmektedir:

"Biz ona (Peygamber'e) şiir öğretmedik. Hem bu ona gerekli de değildir. Onun söyledikleri ancak Allah'tan gelmiş bir hatırlatma, açık bir okumadır. Bununla onun, diri olan­ları uyarmasını ve kâfirlere cezanın hak olduğunu söyleme­sini istedik."[208]

Âyet, Kur'an-ı Kerim'in diri insanlar için bir uyarı olduğunu ifade etmektedir. Ama ne yazık ki günümüz Müslümanları, Kur'an'ı ölülere okunan bir kitap haline getirmişlerdir. Yine birçok âyette, onu okuyanların âyet­leri üzerinde düşünmeleri ve anlaşılması için kolaylaştı­rıldığı ifade edildiği halde, anlaşılmadan okunması bir gelenek haline getirilmiştir.

ikincisi: Basiret üzere insanları İslâm'a davet edi­yordu:

"De ki: İşte bu, benim yolumdur. Ben Allah'a çağırı­yorum, ben ve bana uyanlar basiret üzere bu yola çağırıyoruz.[209]

Müfessir Zamahşerî, basîrei kelimesini, apaçık de­lil, rastgele olmayan şeklinde açıklamaktadır.[210] Buna göre basiret üzere davet etmek, neye davet ettiğini, kimi davet ettiğini ve nasıl davet edeceğini bilmektir. Pey­gamber (s.a.v.) neye davet ettiğini gayet iyi biliyordu. Kimi davet ettiğini de biliyordu. Davet edileni bilmek, o kimsenin hayat görüşünü bilmeyi gerektirir. Nasıl davet etliği konusuna gelince, şu sıraladığımız maddelerde bunun bir özeti vardır.

Üçüncüsü: İnsanları İslâm'a davet etme karşılığında insanlardan herhangi bir maddî ya da manevî karşılık beklemiyordu. O, karşılığını hep Allah'tan beklemiştir:

"Buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim mükâfatımı verecek olan ancak âlemlerin Rabb'i olan Al­lah'tır.[211]

Dördüncüsü: İnsanlara karşı gayet yumuşak davra­nıyordu:

"(Ey Muhammedi) Sen, Rabb'inin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şeküde mücadele et.[212]

İslâm'a davetin yöntemi konusuna tefsirinde geniş yer veren çağdaş müfessirlerden Seyyid Kutup bu âyetin tefsirinde özet olarak şöyle demektedir:

Kur'an-ı Kerim bu âyetlerle davetin temellerini hem Peygamberine ve hem de ondan sonra İslam'a da­vet edeceklere açıklamaktadır:

Davet, Allah'ın yolunadır. Ne davet eden kişinin kendi şahsına ne de mensup olduğu milletedir. Davetçi sadece Allah'a karşı görevini yerine getirmektedir. Bura­da övüneceği bir üstünlüğü yoktur. Ne kendisine davet ettiği dine ve ne de kendilerini davet ettiği kimselere karşı bir üstünlüğü veya onlardan bir alacağı vardır. Mükâfatını Allah verecektir.

Hikmete dayalı davet, muhatapların durumunu ve içinde bulundukları şartlan göz önünde bulundurması-dır. Her defasında onlara ağır gelmeyecek ölçüde şeyler anlatmalıdır. Çok şeyi bir defada onlara anlatacak olur­sa, bu, ağır gelecektir. Ayrıca üslûbuna da dikkat etmesi gerekir. Muhataplarının ilgisini çekmek ve onları yor­mamak için çeşitliliğe önem vermelidir. Dayatmacı bir üslûp kullanmamalı, taşkınlıklardan uzak durmalıdır.

Güzel öğüt ise, yumuşaklıkla kalbleri etkileme yo­ludur. Kalblerdeki duygular, yumuşak bir üslup kulla­nılarak harekete geçirilmelidir. Durup dururken azarla-yıcı ve itici kelimeler kullanmamalıdır. Muhatabının bil­gisizliğinden ya da iyi niyetinden şüpheci bir tavır içeri­sine girmemeli ve düştüğü hataların üzerine üzerine git­memelidir. Yumuşak davranmak, katı kalpleri bile yu­muşatır.

En güzel şekilde tartışmaya gelince, muhalife sal­dırmamak, onu azarlamamaktır. Ancak bu şekilde mu­halifin kalbi davetçiye ısınır ve davetçinin maksadının, galip gelmek olmadığını anlar. Bilakis tartışmada ikna edici bir metot izlemeli ve bu yolla gerçeğe varmaya ça­lışmalıdır. İnsan nefsi, gururuna düşkün ve inatçıdır.

Yumuşak davran il madiği takdirde inadından vazgeç­mez.[213]

Âyetle geçen hikmet ve güzel öğüt ile Kur'an'ın kastedildiğini söyleyen müfessirler de vardır. Bu müfes-sirler derler ki: Bu iki niteliği en güzel şekliyle kendinde barındıran, Kur'an'dır.[214]

Diğer bir âyette Peygamber'in yumuşak davran­masının sonucu şöyle verilmektedir:

"Allah'tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandınf Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, çevren­den dağılıp giderlerdi[215]

Kur'an-ı Kerim'de Hz. Musa ile Harun'un Fira­vun'a gönderilişlerinden bahsederken şöyle denilmekte­dir:

"Firavun'a gidin, çünkü o azdı. Ona yumuşak söz söyleyin, belki öğüt alır veya korkar"[216]

Firavun'a yumuşak söz söylenmesinin, onun üze­rinde daha etkili olacağı âyette anlatılmaktadır. Herhal­de muhatabına sert davranan din davetçisi, Hz. Musa ve Harun'dan daha iyi olmadığı gibi, muhatabı da Fira­vun'dan daha kötü biri değildir.

Beşincisi: Baskı ve zorbalıktan uzak duruyordu: "Eğer Rabb'in dikseydi, yeryüzündekilerin tümü, top­luca iman ederdi. O halde mümin ohunlar diye insanları sen mi zorlayacaksın."[217]

Aslında Peygamber (s.a.v.)'in davet esnasında, in­sanların inanmaları konusunda herhangi bir baskıya yö­neldiğine dair tarihî bir kayıt mevcut değildir. Ancak bazı uyarılar, Peygamber'in şahsında diğer müslümanla-radır. Âyetteki uyarı, bu nevidendir. Ya da bu ve benzeri uyarılar, insanların doğru yola kavuşmaları için Peygamber'in kendini helak edercesine gösterdiği çabalar sebebiyledir. Böylece ona, kendisini bu denli sıkıntıya sokmasının gerekmediği anlatılıyordu, insanlar yeryü­züne imtihan için gönderildiklerine göre, inançları ko­nusunda hiçbir dayatma ve zorlamaya tabi tutulmama-ları gerekir. Aksi halde, imtihanın anlamı ortadan kal­kardı. Kur'an, inanç hürriyetini kesin bir dille ifade et­mektedir:

"Dinde zorlama yoktur. Artık hak ile batıl iyice ayrıl­mıştır."[218]

"De ki: Hak, Rabb'inizdendir. Öyle ise dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin."[219]

"(Ey Muhammedi) Şüphesiz biz bu Kitab'ı sana, in­sanlar için bir gerçek olarak indirdik. Artık kim doğru yolu seçerse, kendi lehinedir, kim de saparsa ancak kendi aleyhi­ne sapmış olur. Sen .onların vekili değilsin."[220]

Altıncısı: Davetinin evrenselliğidir. Peygamber bel­li bir ırka, bölgeye ya da döneme gönderilmemiştir. Bu nedenle onun çağrısı bütün insanlığadır:

"Biz seni, âlemlere rahmet olarak gönderdik."[221]

Peygamber, ister-istemez bir ırktan olacaktı ve da­vetine çevresinden başlayacaktı. Peygamberimiz de böy­le yaptı. Ancak hayatta iken hem Araplar dışında diğer milletlerden bazı fertler ona inanmıştı ve hem de kendi­si çevre milletlerin büyüklerine mektuplar göndererek onları islâm'a davet etmişti. Aslında belli bir kavme gönderilmiş olan önceki peygamberler de, başka milletlerden insanlarla karşılaşma imkânı bulduklarında, on­ları da hak dine davet ediyorlardı. Mesela Hz. İbra­him'in, Irak, Filistin, Mısır ve Arabistan gibi geniş bir alanda davet görevini yürüttüğü bilinmektedir. Daha önce de söylediğimiz gibi îsrail oğullarına gönderilen Hz. Musa'nın, Firavun ve çevresini hak dine davet etti­ği, hatta Firavun'un karısı ile saray halkından birinin kendisine iman ettiği Kur'an'da zikredilmektedir. Yine Hz. İsa'nın çağrısının İsrail oğullarını aşarak değişik milletlere ulaştığı bir gerçektir. Önceki peygamberlerin yerellikleri, dönemlerindeki iletişim imkânsızlıkların­dan kaynaklanmaktadır. Ayrıca belli bir dönem için gönderildiklerinden çağrıları uzak yörelere ulaşma im­kânı bulamamıştır.

Yedincisi: Gecesini gündüzüne katarak var gücüyle çabalıyordu:

"Onlar iman etmiyorlar diye âdeta kendine kıyacak­sın.”[222]Peygamber (s.a.v.)'in bu konudaki çabaları baş­ka âyetlerde de anlatılmaktadır.

Sekizincisi: Peygamber genelde müjdeleyici bir üs­lûp kullanırdı. Ancak bunun yarar vermediği durumlar­da Allah'ın azabıyla korkutma ve uyarma üslûbunu da kullanmıştır, Nezîr (uyarıcı) olmakla nitelenmesi de bundandır.

Dokuzuncusu: Peygamber daima Allah'ın gözetimi altındadır ve bir hatası olduğunda mutlaka uyarılır. Çünkü o, müminlere örnek olarak gösterilmektedir. Hatası düzeltilmediği takdirde o hatası da müminlere örnek bir davranış olarak gösterilmiş olurdu.

Sözkonusu uyarılardan bazıları şunlardır: Peygamber (s.a.v), Kureyş'in ileri gelenlerinden bazılarına islâm'ı anlattığı bir sırada âmâ olan Abdullah b. Ümmü Mektum gelir ve: "Ya Resûlallah! Allah'ın sana öğrettiklerinden bana da öğret" der. O sırada Peygam­ber (s.a.v.) cevap vermez. Çünkü Kureyş'in ileri gelenle­ri, zaten kendilerine özel muamele edilmesini istiyorlar­dı. Efendimiz onları gücendirmek istemedi. Abdullah tekrar seslenince, Peygamberimiz, onun bu ısrarına su­rat ekşitti. Bu esnada onlar kalkıp gittiler. Bir müddet sonra da Peygamber (s.a.v.)'e uyarı içeren şu âyetler in­di:[223]

"(Peygamber), âmâ kişinin kendisine gelmesinden ötürü yüzünü ekşitti ve çevirdi. (Resulüm), onun halini sa­na kim bildirdi! Belki o temizlenecek, yahut öğüt alacak da o öğüt ona fayda verecek! Kendini müstağni sayana gelince, işte sen temizlensin diye ona yöneliyorsun. Oysa ki onun te­mizlenip arınmasından sen sorumlu değilsin. Fakat koşarak ve Allah'tan korkarak sana gelenle ilgilenmiyorsun. Hayır! (Bir daha böyle yapma). Çünkü değerli ve güvenilir kâtip­lerin elleriyle yazılıp tertemiz kılınmış, yüce makamlara kaldırılmış mukaddes sayfalarda yazılı bu âyetlerde bir ha­tırlatma ve öğüttür. Dileyen onu dinler de ders alır.[224]

Mekkeli müşrikler de, Medine'deki Kitap Ehli de, zaman zaman Peygamber (s.a.v.)'e birtakım ödünler ver­diği takdirde kendisine uyabileceklerini söylüyorlardı. Çektiği sıkıntılar ve muhataplarını kazanarak onların dünya ve âhiret mutluluğuna erişmeleri konusundaki arzulan nedeniyle ufak-tefek kimi tavizlere sempati ile baktığı bazı âyetlerden anlaşılmaktadır. Bu âyetlerde yü­ce Allah, dâvasından asla taviz vermemesi uyarısında bulunmaktadır:

"(Ey Muhammedi) Neredeyse, Bize karşı ondan baş­ka bir şey uydurman için seni, sana vahyettiğimizden çevi­receklerdi. (Bunu başarsalardı) o zaman seni dost edinir­lerdi Eğer seni sebatkâr kûmasaydık, gerçekten, neredeyse onlara bir parça meyledecektin. Ama o zaman, hiç şüphesiz sana, hayatın ve ölümün sıkıntılarını kat kat tattırırdık; sonra bize karşı kendin için bir yardımcı da bulamaz­dın.[225]

Kur'an-ı Kerim'in adalete ne kadar önem verdiği bilinmektedir. "Söylediğiniz zaman akrabanız da olsa ada­lete uygun söyleyin."[226] "Allah, size emanetleri ehline ver­menizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder."[227] "Allah, adaleti emreder."[228] Ve daha buna benzer pek çok âyet, adaletin her şeyin üs­tünde tutulduğunu göstermektedir. İşte Peygamber (s.a.v.)'e yapılan uyanlardan biri, bu konuyla ilgilidir. Konuyla ilgili âyette şöyle denilmektedir:

"Biz sana Kitabı gerçek ile indirdik ki, insanlar ara­sında Allah'ın sana gösterdiği şekilde hüküm veresin. Sakın hainlerin savunucusu o/ma."[229]

Âyetin nüzul sebebine dair anlamları birbirine ya­kın rivayetler nakledilmektedir. Bu rivayetlerden biri şöyledir: Bir Müslüman, çaldığı zırhı bir yahûdinin evine bırakmış ve zırh yahûdinin evinde bulunmuştur. Ya­hudi, zırhın, evine bırakıldığını, kendisinin bir şeyden haberi olmadığını söylemiş ama asıl hırsızın komşuları, onu savunmak için Peygamberce: "Bu pis yahudiye mi inanacaksın; o ki Allah'a nankörlük ediyor ve senin peygamberliğini kabul etmiyor" gibi sözlerle Peygam­beri etki altına almış ve Peygamber, meselenin içyüzü­nü tam olarak tahkik etme ihtiyacı duymadan yahûdi­nin aleyhine hüküm verecekken âyet inmiş, Peygamber uyanlmıştır.[230]

Müslümanların sayılarının henüz çok az olduğu ve onlarla Kureyşli müşrikler arasında cereyan eden ilk savaşta, karşı taraftan daha çok esir alma işine önem vermişlerdi. Bunun üzerine yüce Allah şu uyanda bu­lundu:

"Düşmanı ağır yenilgiye uğratmadan esir almak hiç­bir peygambere yaraşmaz. Siz geçici dünya malını istiyor­sunuz- Oysa, Allah âhireti kazanmanızı istiyor. Allah yüce­dir, bilendir. Önceden Allah'tan verilmiş bir hüküm olma­saydı, aldığınız dünya malından dolayı size büyük bir azap değerdi."[231]

Kur'an-ı Kerim'de Peygamber (s.a.v.)'e yöneltilmiş daha başka uyarılar da vardır. Kur'an, başka peygam­berlere Allah tarafından yapılmış uyarılardan da bahset­mektedir. Peygamberlerin üstün meziyetlerinden söz edilirken hatalı davranışlannm da zikredilmesinin bazı sebepleri olmalıdır: Her bir uyarının ayrı ayn ibret alı­nacak yönleri vardır. Örneğin Peygamber'in, çevresinde bulunan müşrik ve Kitap Ehli'nin propaganda ve telkin­lerinden etkilenerek onlara neredeyse meyledeceğini bildiren âyetten, din konusunda fikir üretenlerin ala­cakları ibretler vardır. Kendileri de zaman zaman, acaba çevrenin etkisinde kalarak dini, çevrenin isteğine uygun olarak yanlış yorumluyor muyum, şeklinde kendi ken­dilerini hesaba çekmelidirler. Ancak biz bu uyarıların her birini ayrı ayrı ele almadan genel sonuçlar çıkarma­ya çalışacağız:

Bu uyanlarla peygamberlerin insan oldukları vur­gulanmaktadır. Özellikle dinî duygulan kuvvetli olan kesimler, peygamberlere ve din büyüklerine ilâhtık vasfı verme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Nitekim Hıristiyan­ların Hz. İsa'ya bu niteliği verdikleri Kur'an'da açıkça ifade edilmektedir. Günümüzde de bazı Müslümanla­rın, Allah'a ait olan şefaati Peygamber (s.a.v.)den iste­meleri, yine ondan medet ummaları ve âhirette sanki Peygamber (s.a.v.) tarafından yargılanacaklarını ifade eden sözler söylemeleri böyle bir eğilimin göstergeleri­dir. Böylece peygamberlere yapılmış olan bu uyarılar ve hatalarının sergilenmesi, bu eğilimi taşıyan kimselere de bir uyan mahiyetindedir.

Özellikle Peygamberimizin Kur'an'da uyarılmış olması ve işlemiş olduğu hataların Kur'an'da sergilen­mesi, Kur'an'm Allah tarafından olduğunun bir kanıtı­dır. Eğer Kur'an, Peygamberin kendi eseri olmuş olsay­dı, Müslümanların ilk zaferi olan Bedir savaşından son­ra kendi kendini kınaması mümkün olur muydu? Bila­kis zaferden sonra, zafer sarhoşluğu naraları atılırdı.

Bu uyarıların Kur'an'da yer almış olması, Müslü­manlarda affetme ve bağışlama eğilimlerini güçlendiren bir durumdur. Çünkü Peygamber (s.a.v.) bile hayatında birtakım hatalar işlemişse, diğer insanların hataları nor­mal karşılanmalı ve münasip bir dil ile uyarılmaları ge­rekir.

Büyük başarılar elde etmiş fertler de, eğer pey­gamberler hakkında Kur'an'da yer alan bu uyanlardan ibret alacaklarsa, hatalarının daha çok olabileceğini ka­bul etmeli, kendilerine yöneltilen eleştirilere kulak ver­meliler.

Onuncusu: Muhataplarıyla ortak noktaları günde­me getirerek onlara yakınlaşmaya çalışıyordu. Ortak noktaların gündeme getirilmesi muhataplarla yakınlaş­mayı sağlar. Ortak noktalardan hareket edilmesi, ortak olmayan hususlarda da bir yakınlaşmaya zemin hazırlar.

Kitap Ehline hitap eden bir âyette şöyle denil­mektedir:

"De ki: 'Ey Kitap Ehli! Ancak Allah'a kulluk etmek, O'na hiçbir şeyi eş koşmamak, Allah'ı bırakıp birbirimizi rab olarak benimsememek üzere, bizimle sizin aranızda müşterek olan bir söze gelin.' Eğer yüz çevirirlerse: 'Bizim Müslüman olduğumuza şahit olun' deyin."[232]

Peygamber ile Kitap Ehli arasında ortak nokta, her iki tarafın da Allah'ı tevhid etmeleridir. Görüldüğü gibi âyette bu ortak nokta dile getirilmekte ve buradan hareket edilmesi istenmektedir. Peygamber ile müşrik­ler arasında ise böyle bir ortak nokta bulunmuyordu. Bununla birlikte Peygamber onlarla akraba idi. Ortak noktalan buydu. Bu sebeple müşriklere hitap edilirken de şöyle denilmektedir:

"De ki: 'Ben sizden buna karşı yakınlara sevgiden başka bir ücret istemem.' Kim güzel bir iş işlerse onun güzelliğini arttırırız. Doğrusu Allah bağışlayandır, şükrün karşılığını verendir."[233]

Hatta "ey insanlar...1' hitabryla başlayan âyetleri de bu açıdan değerlendirmek mümkündür. Bu ifade, Müs­lüman, Kitap Ehli, müşrik, kısacası bütün insanlara ya­pılan hitaplarda kullanılmaktadır. O halde bütün insan­larda ortak nokta, insan olmalarıdır. Böylece muhataba değer de verilmiş olur.

Peygamberin davet esnasında takip ettiği kurallar, diğer Müslümanları da bağlar. Onlar da dine davet et­mek gibi bir görevle yükümlüdür. Ancak hata etmeleri durumunda Peygamber'e yapılan uyanlar nevinden ilâ­hî uyarılara muhatap olmazlar. Onlar diğer Müslüman­ların uyarılarını dikkate alarak bu konudaki hatalarını nispeten telafî edebilirler.[234]

 

Peygamberlere Karşı Çıkanlar

 

Kur'an-ı Kerim, peygamberlere karşı çıkanların ileri sürdükleri hususlarla birlikte genel anlamda karşı çıkan sınıflar hakkında da bilgi vermektedir. Biz de bu­rada ayrıntılara girmeden bu gruplarla ileri sürdükleri ortak noktalan özet bir şekilde anlatmaya çalışacağız.

Peygamberlere karşı çikanlann ileri sürdükleri id­dialardan biri, peygamberin beşer olmaması gerektiği­dir.[235] İnsanlara yol gösterecek kişinin bir beşer değil, melek olması gerektiğini ileri sürüyorlardı. Kur'an-ı Ke-rim'de buna cevap olarak şöyle denilmektedir:

"Eğer peygamberi bir melek kıhaydık herhalde onu bir insan suretinde gönderirdik."[236] Çünkü meleğin insanlarla iletişim kurması ancak bu şekilde mümkün olurdu. O hal­de insan topluluğuna yine insan cinsinden bir peygambe­rin gönderilmesi çok daha tutarlıdır. Nitekim başka bir ayette, yeryüzünde yaşayanlar, melek topluluğu olmuş ol­saydı, ancak bu takdirde onlara da bir meleğin peygamber olarak gönderilmesi gerektiği ifade edilmektedir. Bu sebep­le Kur'an-ı Kerim, bu itirazda bulunanların düşüncelerini karmaşık rüyalar olarak tanımlamaktadır.[237]

Peygamberlere karşı çıkanların peygamberlerin kimliği konusunda diğer bir iddiaları ise, peygamberin, kendi değer ölçülen içerisinde büyük gördükleri kimse­lerden olması gerektiği şeklindedir.[238] Onların değer öl-çülerine göre bu kişi ya aralarında şöhret bulmuş soylu ve makam sahibi veya zengin biri olmalıdır. Oysa pey­gamberler, bu iddiaları ileri sürenlerin değer yargılarını reddeden kimselerdir. İnsanların değeri, ne soyları, ne zenginlikleri, ne de işgal etLikleri makamlarla ölçülür.

Peygamber muarızlarının ileri sürdükleri diğer bir iddia ise, peygamberin sürekli olağanüstülükler göster­mesi gerektiğidir. Her bir mucize ile karşılaştıklarında bir diğerini isterler. O da gerçekleştiğinde yine iman et­mez, mutlaka uyduracak bir bahane bulurlar. Oysa iman edecek kimse için birkaç delil yeterlidir.

Peygamberlere karşı gelen sınıflara gelince, genel­de gelenekçi muhafazakâr kesimlerle zevk ve safa içeri­sinde hayat geçiren şımarık zenginler ve bir de makam sahipleridir. Bu kesimlerden peygamberlerin çağrılarına icabet edenlerin sayısı, daima diğer gruplara nazaran daha az olmuştur.

Gelenekçilerin itirazları ve onlara verilen cevap: "Onlara, Allah'ın indirdiğine uyun denildiği zaman onlar: Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız, dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler (yine mi onlara uyacaklar)!"[239]

Bu diyalog, Kur'an-ı Kerim'in birçok âyetinde yer almaktadır. Kuşkusuz salt gelenek ve ataların peşinden gitmek, kınanacak bir durum değildir. Burada kınanan husus, hiçbir değerlendirme yapmadan körü körüne geleneklerin ve ataların peşinden gitmektir.

Peygamberlere karşı gelen ikinci sınıf ise yukarıda da değindiğimiz gibi lüks ve eğlenceye kendisini kaptır­mış şımarık zenginlerdir. Bu kesim, her peygamber kar­şısında tavır almışlardır:

"Biz hangi ülkeye bir uyana göndermişsek mutlaka onların varlıklı ve şımarık kişileri: 'Biz, size gönderilmiş olan şeyi hemen inkâr ediyoruz' dediler. Ve ilave ettiler: 'Biz malca ve evlatça daha çoğuz, biz azaba uğratılacak da deği­liz.' De ki: Rabb'im, kullarından dilediğine bol nzık verir ve (dilediğine) kısar; fakat insanların çoğu bilmezler. Hiçbiri­nizin malları ve evlâtları, huzurumuzda size bir yakınlık sağlamaz. îman edip iyi amelde bulunanlar hariç."[240]

Kur'an-ı Kerim, bu kesimin, atalarının peşinden körü körüne giden gelenekçi kesimle aynı bakış açısına sahip olduklarına ve aslında bunların da gelenekçi ol­duklarına dikkat çeker:

"Senden önce de hangi memlekete uyarıcı göndermiş­sek mutlaka oranın şımarık varlıklıları: Biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların peşinden gideıiz, dedi­ler."[241]

Peygamberlerin çağrılarına karşı çıkan üçüncü sı­nıf ise, makam sahibi ve toplumun ileri gelenleri oldu­ğunu belirtmiştik. Bu sınıfın, her lürlü değişime karşı

çıkmaları doğaldır. Çünkü toplumda olabilecek herhan­gi bir değişim, makamlarını kaybetme korkularını dep­reştirir. Bu kesimin ileri sürdükleri gerekçe ise, neden sıradan fakir insanların peygamberlerin çevresinde top­lanmış olduklarıdır. Bu tür gerekçeler ileri sürerek, bir özelliği bulunmayan sıradan bu kimselerle aynı safta yer alamayacaklarını söylerler.[242]

Peygamber karşıtları, bazen peygamberleri büyü­cülükle itham etmişlerdir. Mekke müşriklerinin Pey­gamberimize bu anlamdaki itirazlarını Kur'an-ı Kerim şöyle ifade etmektedir:

"Sonra yine kalpleri (dünya) eğlence(sin)dedir, çün­kü kalpleri (başka şeylerle) meşguldür. Zalimler araların­da gizlice konuştular. "Bu da sizin gibi bir insan değil mi? Şimdi siz göre göre büyüye mi kapılacaksınız"[243]

Peygamber'in büyücü olmakla itham edilmesi, insanlar üzerindeki etkisinin ve iman edenlerin bağlılı­ğından kaynaklanıyor olmalıdır. Muhalifler, peygambe­re iman edenlere, olmadık baskı ve zulümler uygulama­larına rağmen onları inançlarından vazgeçiremiyorlardı. Tersine iman edenlerin sayısı da gün geçtikçe artıyordu. Müşrikler, kendilerinin kutsal bir değeri olmadığı için bu bağlılığı yadırgıyor ve Peygamber'in, iman edenleri büyülediğini söylüyorlardı. Aslında kutsal değerleri ol­mayan kimseler, her devirde iman edenlere bu bakış açısıyla bakarlar. Din söz konusu olunca onlara göre mutlaka aldatanlar ve beyni yıkanan aldatılmışlar yani büyüleyenler ve büyülenenler vardır.[244]

 

Kitaplara Îman

 

 

 

 

İmanın temel esaslarından biri de, Allah'ın pey­gamberlerine indirdiği kitaplara iman etmektir:

"Ey inananlar, Allah'a, Elçisine ve Elçisine indirdiği Kitab'a ve daha önce indirmiş bulunduğu Kitab'a inanın. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr ederse o, uzak bir sapıklığa düşmüş­tür."[245]

İnanç prensiplerinin her biri, diğer prensiplere sıkı sıkıya bağlıdır. Birini reddetmek, diğerlerini de reddet­mek anlamına gelir. Örneğin kitaplara inanmayan biri­nin, Allah ve peygamberlere inanmasının bir anlamı yok­tur. Çünkü böyle bir inançla insanlara yol gösteren, onla­ra merhamet eden bir Allah ve insanlara Allah'ın vahyini tebliğ eden ve onları eğiten bir peygamber inancı bulun­mamaktadır. Aynı şekilde melekleri inkâr etmek, pey­gamberleri ve onlara gönderilmiş kitapları inkâr etmekle sonuçlanır. Çünkü söz konusu kitapları peygamberlere getirme aracılığını melekler yürütmüşlerdir.

Yüce Allah bazı peygamberlere kitap, bazılarına da sayfalar indirmiştir. Bu kitap ve sayfalar, Allah'ın in­sanlara gönderdiği vahyi içerirler:

"Andokun biz peygamberlerimizi açık âdillerle gön­derdik ve insanların adaleti yerine getirmeleri için beraber­lerinde kitabı ve mizanı indirdik."[246]

Dinî bir terim olarak kitap, Allah katından indiril­miş sayfaları, levhaları ve gerek sözlü, gerek yazılı ola­rak gelen vahyin her çeşidini kapsar.[247]

Kur'an-ı Kerim, bazı peygamberlere indirilmiş olan sayfaların dışında kendisinden önce inmiş üç bü­yük kitaptan söz etmektedir. Hz. Musa'ya indirilmiş olan Tevrat, Hz. Davud'a indirilmiş olan Zebur ve Hz. İsa'ya indirilmiş olan İncil. Kur'an-ı Kerim, bu kitapla­rın muhtevasıyla ilgili bazı bilgiler de vermektedir. Ör­neğin Tevrat'ta şöyle denildiğini beyan etmektedir; "Tevrat'ta onlara şöyle yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş (karşılık ve cezadır). Yaralar da kısastır (her yaralama misli ile cezalandırılır). Kim bu­nu (kısası) bağışlarsa kendisi için o, kejjaret olur. Kim Al­lah'ın indirdiğiyle hükmetmezse işte onlar zalimlerdir."[248]Kur'an'ın bu beyanı elimizdeki Tevrat'ta mevcuttur. Tev­rat ve İncil'de Peygamberimizin müjdeîendiği de Kur'an-ı Kerim'de zikredilmektedir.[249]

Bu kitaplara iman edilmesi Kur'an'da istenmekle birlikte onların tahrif edildikleri de anlatılmaktadır:

"Ehl-i Kitap'tan bir grup, okuduklarını kitaptan safla­sınız diye kitabı okurken dillhini eğip bükerler. Halbuki oku­dukları kitaptan değildir. Söyledikleri Allah katından olmadı­ğı halde 'Bu Allah katındandır' derler. Onlar bile bile Allah'a iftira ediyorlar,"[250]

"Gerçek şu ki: Onlardan vaktiyle bir zümre vardı. Al­lah'ın kelamını işitirler, sonra onu iyice anladıktan sonra bi­le bile tahrif ederlerdi"[251]

"Sözlerini bozdukları için onlan lanetledik ve kalple­rini katılaştırdık. Kelimeleri yerlerinden değiştiriyorlar. Uyarıldıkları şeyden bir kısmım unuttular, içlerinden pek azı hariç, daima onlardan hainlik görürsün. Yine de onları affet, aldırma, çünkü Allah güzel davrananları sever."[252]

Gerek kitaplarının tahrif edilmiş olması ve gerek bazı hükümlerinin nesh edilmiş olması nedeniyle, Kur'an, Ehl-i Kitab'ı da kendisine iman etmeye çağır­maktadır:

"Ey Ehl-i Kitap! Resulümüz size kitaptan gizlemekte olduğunuz birçok şeyi açıklamak üzere geldi. Birçok şeyi de size bağışlıyor. Gerçekten size Allah'tan bir nur, apaçık bir kitap geldi."[253]

Önceki kitapların korunması insanlara bırakılmış­tı. Oysa Kur'an'ın korunmasını yüce Allah'ın kendisi üstlenmiştir. Ayrıca Kur'an, diğer kitaplara hakimdir.[254] Bu nedenle onun, diğer kitapların ifadelerinden doğru­ladığı doğru, reddettiği de doğru değildir, yani tahrif edilmiş kısımlardandır. Bundan dolayıdır ki Kur'an-ı Kerim, insanlık için hidayet öğretisini bütünüyle içer­mektedir; insanların dünya ve âhiret mutluluklarını sağlayan en mükemmel kitaptır. Bu yönüyle Kur'an'ın diğer kitaplara karşı birtakım meziyetleri vardır:

O, önceki kitapların ilahî mesajlarını özet olarak içermektedir. Bütün kitaplarda inanç konulan aynıdır. Ancak günlük hayatı ilgilendiren hususlarda, sosyal ha­yatın gelişimine uygun olarak bazı hükümlerde değiş­meler söz konusudur. O halde bütün kitaplar inanç ko­nularında aynı şeyleri ihtiva etmekle birlikte sosyal ha­yatla ilgili meselelerde birtakım değişiklikler içermekte­dirler. Kitapların birbirlerini tasdik/doğrulamaları, itika­dı konularda aynı şeyleri ihtiva etmeleri ve sonraki her bir kitabın, öncekinin Allah katından olduğunu belirt­mesidir. Yoksa her alanda aynı şeyleri söyledikleri anla­mında değildir. Mesela incil'in, Hz. Musa'ya indirilen Tevrat'ı tasdik ettiği ifade edilirken,[255] Tevrat'ın birta­kım hükümlerini değiştirdiği de anlatılmaktadır. Bu hu­susla ilgili olarak Hz. isa'nın dili üzere şöyle denilmek­tedir:

"(Ben) benden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı olarak size haram kılınan bazı şeyleri helal kılayım diye gönderil­dim. Size Rabb'inizden bir mucize getirdim, Allah'tan kor­kun, bana itaat edin!"[256]

Kitapların sonuncusu olan Kur'an-ı Kerim de, ay­nı şekilde önceki kitapların hükümlerinden bir kısmını değiştirmiş; bunlar yerine yeni hükümler getirmiştir. Böylece o, önceki kitapları da birleştirmekte, insanlığın hidayeti için Allah'ın insanlara son mesajlarını içermek­tedir. Artık onun hükümleri için bir değişiklik söz ko­nusu değildir ve kıyamete kadar tahrif edilmekten ko­runmuştur:

''Halbuki o, eşsiz bir kitaptır. Ona önünden de, ardın­dan da batıl gelemez. O, hikmet sahibi, çok övülen Allah ta­rafından indirilmiştir:"[257]

Allah, Kur'an'ın bütün insanlara ulaşmasını ve her sınıf insanın onu anlamasını dilemiştir. Bu nedenle de anlaşılması kolaylaştırılmıştır: "Andolsun ki biz Kur'an'ı öğüt almak için kolaylaştırdık. Düşünüp öğüt alan yok mu-âur[258] Kuşkusuz Kur'an'ın anlaşılması için kolaylaştı­rılmış olması, herkesin onu aynı derinlik ve kapsamlı-lıkta anlayacağı anlamına gelmez. Her insan, kendi ihti­yacı, yetenek ve birikimi oranında onu anlar.

Kur'an'ın diğer bir özelliği ise, ezberlenmesinin kolay olmasıdır. Yeryüzünde ve insanlık tarihi boyunca bu kadar çok kişi tarafından ezberlenen ikinci bir kitap yoktur. Arap-acem milyonlarca insan onu ezberleyebil-mektedir. Öyle ki, ezberleyenler arasında kadm-erkek, küçük-büyük, Arap-acem, kısacası her sınıftan insan vardır.

Yukarıda Kur'an'ın, Tevrat'tan naklettiğine dair verdiğimiz örnekten de anlaşıldığı gibi Tevrat, dünyevî hükümler de içermektedir. Nitekim Kur'an-ı Kerim de bu özelliğe sahiptir: "Allah'ın sana gösterdiği şekilde in­sanlar arasında hükmedesin diye sana kitabı hak ile gön­derdik; hainlerden yana olma."[259] Kur'an-ı Kerim incelen­diği zaman inanç, ibadet ve ahlâk prensiplerinin yanısı-ra toplumsal hayata dair birtakım kurallar içerdiği de görülecektir.

Kur'an'nın kendini nitelemelerinden biri de, onun diriler için gönderilmiş bir kitap olduğudur:

"Biz ona (Peygamber'e) şiir öğretmedik. Hem bu ona gerekli de değildir. Onun söyledikleri ancak Allah'tan gelmiş bir hatırlatma, açık bir okumadır. Bununla onun, diri olan-lan uyarmasını ve kâfirlere cezanın hak olduğunu söyleme­sini istedik."[260]

Netice olarak kitaplara iman, Kur'an-ı Kerim'e iman etmekte düğümlenmektedir. Kur'an'da anlatılanla­ra iman eden, diğer kitaplara da iman etmiş olur. Çün­kü Kur'an'da diğer kitaplardan söz edilmekte ve onlar hakkında birtakım bilgiler verilmektedir. Ayrıca Kur'an'a iman etmek, ana hatlarıyla onun muhtevasını bilmeyi de gerektirir. En azından ona iman etmenin yüklediği bir sorumluluktur bu.[261]

 

Âhirete İman

 

Allah, insanı imtihan için yaratmıştır. İmtihan yurdu, bu dünya hayatıdır. İnsan, bu imtihana ehil bir şekilde yaratılmıştır. Kendisine hür bir irade verilmiş, iyilikle kötülüğü birbirinden ayıracak bir akla sahip kı­lınmıştır. Bir de, hür iradesiyle seçtiğini yerine getirme gücüyle donatılmıştır. Buna karşılık insandan, kendisini yaratanı tanıması, O'nu her türlü eksiklikten tenzih et­mesi, kendisine verdiği nimetlere şükredip nankörlük etmemesi, dünya ve âhiret mutluluğunu sağlayacak peygamberlere verilen kurallara uyması istenmiştir. İn­sanı bu yeteneklerle yaratan Allah, elbette onu başıboş bırakmayacaktı:

"Bizim sizi boş yere, oyun ve eğlence olarak yarattığı­mızı ve sizin bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi mi sandı­nız'?"[262]

"Mülk (mutlak hükümranlık ve yönetim), elinde bulunan yüce Allah kutludur. O, her şeye kadirdir. O, han­ginizin daha iyi iş yapacağınızı denemek için ölümü ve ha­latı yarattı. O, üstündür, bağışlayandır."[263]

Herkesin imtihanı, kendisine verilen imkânlarla paraleldir. Mesela malı olmayan kimse, malî ibadetlerle yükümlü değildir. Aklı olmayan, hiçbir şeyle sorumlu değildir. Hastalık ya da bedenî anzalara sahip olan, bazı sorumluluklardan âzâde tutulmuştur;

"Köre güçlük yoktur, topala güçlük yoktur, hastaya güçlük yoktur"[264]

İnsan, bu dünya hayatında tabi tutulduğu imtiha­nın sonucuyla âhirette karşılaşacaktır. Zerre miktan iyi­lik işlemiş olan bu iyiliğiyle, zerre miktan kötülük işle­miş olan bu kötülügüyle karşılaşacaktır. Her imtihanın sonunda kazanıp mükâfata kavuşmak veya kaybedip cezalandırılmayı hak etmek vardır.

Âhiret ile kastedilen, dünya hayatından sonraki hayatımızdır. Kabir hayatı, ölümden sonra diriliş, haşir, orada hesap vermemiz, cennet ve cehennem gibi konu­lar, âhirete iman prensibi çerçevesine girmektedir. Bu olaylar içerisinde kabir hayatı, âhirete bir mukaddime mesabesindedir.[265]

Âhirete iman, Kur'an-ı Kerim'de zikredilen en önemli inanç prensiplerinden biridir. Birçok âyette Al­lah'a iman ile birlikte zikredilmesi bu prensibe verilen önemi gösterir. Ayrıca bu prensip hemen hemen Kur'an'ın her sûresinde yer almaktadır. Yukarıda da dik­kat çektiğimiz gibi, âhiret olmasaydı yaratılışımızın bir anlam ve hikmeti olmazdı. Allah'ın bizleri boşuna yaratmamış olması ve bizi birtakım şeylerle yükümlü tut­ması, ancak âhiret ile anlam kazanır. Hatta akıl sahibi olmamız; iyi-kötü mefhumlarına sahip bulunmamız, irademizin olması, âhiretin varlığının bir delilidir.

Ölüm, inkârı mümkün olmayan fakat insanların çoğunun aldırmadıkları ya da hatırlamak istemedikleri bir gerçektir. Hayat ne kadar gerçek ise, ölüm de o ka­dar gerçektir. Kur'an-ı Kerim'de yüzlerce âyette hatırla­tılması; hatırlanmak istenmemesi sebebiyle olsa gerek. O, bir yok oluş değil, belki uzunca bir uykudur. Ruh bir tarafta, ceset bir tarafta, tekrar birleşecekleri günü beklerler. Kabir hayatı ya da berzah âlemi denen şey, Cennet'e ya da Cehenneme açılan penceredir. Bu pen­cereden iyilere müjdeler ve mükâfatlar va'dedilir:

"Şüphesiz Rabb'imiz Allah'tır deyip, sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara: 'Korkma­yın, üzülmeyin, size va'dolunan cennetle sevinin"[266] derler.

"Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın! Bi­lakis onlar dindirler; Allah'ın, lütuf ve kereminden kendile­rine verdikleri ile sevinçli bir halde Rableri yanında nzıkla-ra mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış şehit kardeşlerine de hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesinin sevinci içindedirler."[267]

Diğer taraftan Allah'a isyan edenlere, sabah-akşam uğrayacakları kötü sonuç bildirilir:

"Ateş, sabah-akşam ona arz olunurlar. Kıyametin ko­pacağı gün de, 'Firavun ailesini azabın en çetinine sokun!1 (denilecektir)."[268]

Âyetlerde anlatılanlar, kabir hayatı süresince ola­cak şeylerdir. Buna göre kabir hayatı ya cennet bahçele­rinden küçük bir bahçe, ya da cehennem çukurlarından küçük bir çukur durumundadır.

Ölüm, Âhiret hayatına bir başlangıç olduğundan, ölülerin bu dünya hayatıyla ilişkileri son bulmuştur. Ölülerin yönü dünyaya değil, hesap gününe ve ondan sonraki Cennet veya Cehenneme yöneliktir. Bu nedenle ölüler, dirileri duymazlar: "Kabirlerde olanlara işittirecek değilsin."[269] Onlar artık öte âleme aittirler.

Yukarıda naklettiğimiz şehitlerle ilgili âyeti delil getirerek, iyi insanların öldükten sonra, tıpkı hayatta ol­dukları gibi bu dünya hayatında yaşayanları duydukla­rını, hatta yardımlarına geldiklerini ileri sürenler olmuş­tur. Ancak âyet bu dünya hayatında olduğu şekliyle bir dirilikten söz etmemektedir.. Allah katında bir dirilikten ve orada rızıklandırıldıklarından bahsetmektedir. Aslın­da şehitler dahil, mümin~kâfir bütün insanların ölümle hayatları son bulmaz. Ölüm, yeni bir hayata geçiştir. Şe­hitlerle ilgili âyet, münafıkların şehitler hakkında söyle­dikleri: "Onlar yok oldular, boşu boşuna öldüler; savaşa katılmamış olsaydılar, onlar da bizim gibi şimdi hayatta < olurlardı", şeklindeki propagandalarına bir cevaptır. Söz konusu âyet; Onlar boşu boşuna ölmediler, ölmekle yok ol­muş değiller; hilakis.yüce bir makama eriştiler, Allah katın­da mükâfatlandırılıyorlar, demektedir. Yani nasıl kâfirler kabirde azap çekiyorlarsa, iyi insanlar da mükâfat görü­yorlar.

Nihayet Sur'a üfürülür; kıyamet kopar ve ruh ile beden birleşerek kabirdeki ölüler dirilirler. Ardından mahşerde toplanma, hesap verme .ve Cennet ya da Ce-'hennem!

Kur'an-ı Kerim, kıyametin kopuşunu dehşet veri­ci olarak nitelemektedir:

"Sur'a üflendiği gün göklerde ve yerde bulunan kim­seler, hep korku içinde kalır. Yalnız Allah'ın diledikleri (korkmazlar). Hepsi boyun bükerek O'na gelirler."[270]

"O gün gök erimiş bakır gibi, dağlar, (atılmış) renkli yün gibi olur. Dost dostun halini sormaz."[271]

"Ey insanlar, Rabb'inizden korkun, çünkü kıyametin depremi cidden korkunç bir şeydir. Onu gördüğünüz gün, her emziren, emzirdiğinden geçer; her gebe yükünü bırakır; insanları sarhoş görürsün, oysa sarhoş değillerdir ama Al­lah'ın azabı şiddetlidir."[272]

Âhirete inanmanın, insanın dünya hayatındaki avramşları üzerindeki etkisi açıktır. Ölümden sonra irileceğine ve Allah'ın huzurunda hesap vererek bu­nun sonucunda ya çok şiddetli bir azaba çarptırılacağı­na veya sonsuz ve mükemmel bir nimete erişebileceğine inanan kimsenin davranışı ile bütün hayatının bu dün­ya hayatından ibaret olduğuna inanan kimsenin davra­nışı elbette birbirinden çok farklı olacaktır. Âhirete inanmayan kişinin hedefi, şehevî arzularını tatmin et­mek ve her hususta bencillikten başka bir şey olmaya­caktır. Böyle biri için, bu tür arzularına ulaşmak konu­sunda her yol ve vasıta mubahtır.

Diğer inanç prensiplerinde olduğu gibi Âhiret inancı da, bütün peygamberlerin ümmetlerine tebliğ et­tikleri bir inançtır. Hatta bütün peygamberlerin tebliğ ettikleri en temel inanç prensibidir. Nitekim kâfirler cehenneme sürüldüklerinde, cehennem bekçileriyle arala­rında şu konuşmanın yapılacağı haber verilmektedir:

"O küfredenler, bölükler halinde cehenneme sürülür. Oraya geldikleri zaman kapılan açılır, bekçileri onlara: 'Si­ze, içinizden Rabb'inizin âyetlerini okuyan ve bu gfıne ka­vuşacağınızı ihtar eden peygamberler gelmedi mi?' derler. 'Evet geldi' diyecekler. Ama azap hükmü kâfirlerin üzerine hak olmuştur"[273]

Âhiret hayatı, deney laboratuarına sokularak de­neyler sonucu ispatlanacak bir husus değildir. Tama­men gaybî bir konudur, Allah bize onu haber vermiştir. Bu sebeple âhirete inanmayan kişiye onu ispatlamak imkân dışıdır. Öncelikle o kişinin kendi akıl ve vicdanı­nın sesine yönelerek buna kulak vermesi, Allah'a ve Al­lah'ın peygamberler gönderdiğine inanması gerekir. Bu­nunla birlikte Kur'an-ı Kerim âhiretin ispatı hakkında gayet ikna edici deliller ileri sürmektedir. Deliller, tama­men insan aklına hitap etmektedir, değilse, belirttiğimiz gibi âhiret, laboratuarda ispatlanacak bir şey değildir. Bu delilleri şöylece sıralamak mümkündür:[274]

 

Kudret Delili:

 

Sayılamayacak kadar çok varlıkları içinde barındı­ran, mükemmel bir sistem ve düzene sahip olan bu ev­reni yaratan Allah, öldükten ve bedenleri çürüdükten sonra insanları tekrar diriltmeye kadirdir. Çünkü mev­cut evrenin yaratılması, insanların tekrar yaratılmaların­dan daha kolay değildir:

"Göklerin ve yerin yaratılması, insanların yaratılma­sından elbette daha büyük bir şeydir. Fakat insanların çoğu

bilmezler."[275]

"Gökleri ve yeri yaratan, bunları yaratmakla yorul­mayan Allah'ın, ölüleri diriltmeye de gücünün yettiğini gör­müyorlar mı? Evet O, her şeye kadirdir."[276] Bir şeyi yok­tan var eden, o şeyi yok ettikten sonra onu tekrar var etmeye elbette kadirdir. Hatta ikinci kez yaratması çok daha kolaydır:

"Kendi yaratılışını unutarak bize karşı misal getirme­ye kalkıyor ve: 'Şu çürümüş, un ufak olmuş kemikleri kim diriltecek?' diyor. De ki: 'Onu ilk defa yaratmış olan diriltir. Çünkü O, her türlü yaratmayı gayet iyi bilir. Yeşil ağaçtan sizin için ateş çıkaran O'dur. İşte siz ateşi ondan yakıyorsu­nuz. Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerlerini yaratma­ya kadir değil midir? Evet, onların benzerlerini yaratmaya her zaman elbette kadirdir. O, her şeyi hakkıyla bilen bir ya­ratıcıdır. O'nun işi, bir şey yaratmak istediği vakit sadece "Ol" demektir ve o şey derhal var olur."[277]

İnsanı topraktan yaratan, ona ruh üfüren, diriltip yaşatan ve öldüren Allah, toprak olmuş bedenini tekrar yaratmaya ve ona ruhunu üfürmeye elbette kadirdir. Hele şu kâinatı, ona hakim kıldığı şu mükemmel düze­ni; gökleri ve yeri yaratan, elbette ki bundan çok daha kolay ve basit olan insanı tekrar yaratabilir. Yaratmayı tekrarlamak O'na hiç de zor gelmeyecektir.[278]

 

Şu Dünya Hayatında Müşahede Ettiklerimizden Çıkaracağımız Deliller:

 

Dünya hayatında müşahede ettiğimiz bazı olaylar da, ölümden sonra tekrar dirilmenin mümkün olduğuna işaret etmektedir. Bunu şu olaylarda müşahede edi­yoruz:[279]

Birincisi: Yaz aylarında yeryüzündeki bitki kuru­makta, âdeta ölmektedir. Sonra Allah, yağmur yağ­dırmakta ve bitkiler tekrar dirilmektedir:

"Ölüden diriyi, dinden de ölüyü O çıkarıyor. Yeryü­zünü ölümünün ardından O canlandırıyor. îşte siz de (ka­birlerinizden) böyle çıkarılacaksınız"[280]

İkincisi: İnsanların yoktan var edilmesidir. Yüce Allah bunu da âhiretin bir delili olarak zikretmektedir.. Bakara sûresinde geçen: "Ölüydünüz sizi diriltti"[281] âye-tiyle kastedilen budur. Yani dünya hayatına gelmezden önce ölüydünüz, sizi diriltti; bir sudan ibarettiniz, size anne rahminde can,verdi ve dünya hayatına getirdi:

"insan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanıyor? O (döl yatağında) akıtılan meninin içinden bir nutfe değil miydi? Sonra ana rahminin cidarına asılıp duran bir parça oldu, derken Allah onu yaratıp şekillendirdi. Ondan da iki eşi, yani erkek ve dişiyi var etti, Peki bunları yapan Allah'ın ölüleri tekrar diriltmeye gücü yetmez mi[282]

Üçüncüsü: Tohum ve çekirdeğin tekrar dirilmesi de bir başka delildir. Tohum ve çekirdek kuruduklarında tıpkı ölü gibidirler. Onlarda büyüme ya da herhangi bir hareket yoktur. Sonra bunlar toprağa atılıyor, dirilip bü­yüyorlar ve nihayet meyve veriyorlar:

"Şüphesiz Allah, tohumu ve çekirdeği yaran; ölüden diriyi ve dinden ölüyü çıkarandır"[283]

Dördüncüsü: İnsanların ve diğer canlıların uyuma­ları ve uyanmalarıdır. Uyku bir nevi küçük ölüm, uyanmak da bir nevi küçük diriliştir:

"Geceleyin sizi öldüren (öldürür gibi uyutan) gün­düzün ne işlediğinizi bilen; sonra belirlenmiş süre tamam­lansın diye gündüzün sizi dirilten (uykudan sizi uyandı­ran) O'dur. Sonra dönüşünü^ yine O'nadır. Sonra da O (dünyada)yaptıklarınızı size haber verecektir."[284]

Beşincisi: Yaratılışın anlamıdır. Âhiret olmazsa Al­lah'ın bizi yaratmasının anlamı olmazdı. Hiçbir şeyi ga­yesiz ve hedefsiz olarak yaratmayan Allah, insanı gaye­siz yaratır mı? Ne diye insana ahlâk anlayışı vermiş; iyi ve kötüyü yaratmıştır. Ne diye insana, hayvanlardan farklı olarak akıl vermiştir. Öyle ise insan bu dünya ha­yatında yaptıklarının hesabını verecektir:

"Sizi boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzu­rumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız1"[285]

Altıncısı: Allah'ın adaletidir. Bütün eksiklerden münezzeh olan Allah elbette âdildir. Bu dünya hayatın­da insanların çok farklı durumlarda olduğunu görüyo­ruz. Kimi sağlıklıdır, kimi de hastalıklı. Kimi mutludur, kimi de mutsuz. Kimi zalimdir, kimi de zulme uğramış­tır. Mazlum, zalimden hakkını almadan ölmekte, zalim ise zulmünün cezasını görmeden göçüp gitmektedir. Zalimin, yaptığı zulümlerin cezasını çekmemesi müm­kün müdür?:

"Müslümanlara, suçlular gibi davranır mıyız? Nasıl hüküm veriyorsunuz?[286] Elbette Allah'ın emirlerine tes­lim olmuş olanlarla onlara karşı gelenler aynı muamele­yi görmeyeceklerdir. Allah'ın adaletinin bir gereğidir bu.

"Yoksa kötülükleri işleyen kimseler, kendilerini, ina­nıp iyi ameller işleyenler gibi yapacağımızı mı sandılar? Ya­şamaları ve ölümleri onlarla bir olacak öyle mi? Ne kötü hüküm veriyorlar! Allah, gökleri ve yeri gerçek olarak ya­rattı, tâ ki her can, kazandıgıyla cezalandırılsın. Onlara haksızlık edilmez"[287]

Bu âyetlerden de anlaşıldığı gibi âhiret, Allah'ın adaletinin bir gereğidir. Tâ ki, O'nun emirlerine riayet edenlerle muhalefet edenler hakettikleri farklı muame­leyi görsünler. Allah ayrıca hiçbir kişiye gücünün üs­tünde yük yüklemeyeceğini haber vererek bu ölçü çer­çevesinde âhirette insanların hesaba çekileceklerini bil­dirmektedir.

"inkâr edenler, kesinlikle diriltilmeyeceklerini ileri sürdüler. De ki: Hayır! Rabb'ime andolsun ki mutlaka diril­tileceksiniz. Sonra yaptıklarınızı size haber verecektir. Bu, Allah'a göre kolaydır."[288]

Kur'an-ı Kerim, âhiret ahvaline dair, Sura üfürül-mesi, insanlann mahşer yerinde toplanıp hesaba çekilme­leri, Cennet ve Cehenneme dair bilgiler vermektedir. Ko­nuyu uzatmamak için sadece cennet ve cehennem hak­kında özet bir bilgi vermekle yetineceğiz.

Bahçe anlamına gelen cennet, iman edenlerin gi­decekleri yerdir. Ağaçlarının altından ırmakların aktığı yeşilliklerle dolu ve genişliği yer ile gökler kadar olan bir alandır. Dünya nimetlerine benzer nimetler içermektedir ama bu nimetler, -dünyadaki nimetlerden çok daha üs­tündür. Ayrıca bu dünya hayatında gözlerin görmediği ve kulakların duymadığı daha pek çok nimetler vardır.

Orada herhangi bir yasak da söz konusu değildir; cen­netlikler neyi isterlerse onu hemen hazır bulacaklardır. Orada açlık, çıplaklık veya iklimin verdiği herhangi bir rahatsızlık yoktur. Cennette korku ve üzülme diye bir durum da bulunmamaktadır. Cennet ehline hep sevinç hakimdir. Ayrıca Kur'an-ı Kerim'de cennetin, biri diğe­rinden daha üstün tabakalarından da bahsedilmektedir.

Kur'an-ı Kerim, cehennemin nitelikleri hakkında da bilgi vermektedir, inanmayanların gidecekleri cehen­nem, yakıtı insanlar ve taşlar olan bir yerdir. Cehen-nemdekilerin azabı çok çetin olacaktır. Cehennem ate­şiyle derileri her soyulduğunda azabı daha çok tatsınlar diye derileri yenilenecektir, içeceği, bağırsakları param­parça eden kaynar su ve irin, yiyeceği ise, şeytanların başlarına benzeyen ve karınların onunla doldurulduğu zakkum ağacıdır. Demir kamçılarla dövüleceklerdir. Cehennemdekiler, buradan çıkmak için yalvarıp duracak­lar ama yalvarmalarına aldırış edilmeyecektir. Cehen­nem de tıpkı cennet gibi tabaka tabakadır.

Kur'an-ı Kerim, cennet ehli ile cehennem ehli ara­sında konuşmaların olacağını da haber vermektedir.

Cennet ile cehennem konusunda çok kısa bilgiler verdik. Dileyen, Kur'an'dan ilgili âyetlere müracaat ede­bilir. Bu gibi konularla ilgili kimi insanın bitmez-tüken-mez hayalleri ve merakları vardır. Ancak şunu da belirt­mek isteriz ki; insanların bu konudaki meraklarının ta­mamına Kur'an'da cevap bulmak mümkün değildir. Mümin kişi, bu gibi gaybî konularda Kur'an'da anlatı­lanlar ve Peygamber'den nakledilen sahih haberlerle ye­tinmeli, hakkında bilgisi bulunmayan konularda rasgele görüşler ileri sürmemelidir.[289]

 

2- İBADETLER

 

Akıl ile birlikte irade sahibi olması, insanın so­rumlu bir varlık olmasını zorunlu hale getirmektedir. Aklıyla, alternatif inanç ya da davranışları değerlendir­mekte ve iradesiyle de bunlar arasında seçim yapabil­mektedir. Evrende her şeyi bir gaye için yaratan ve ev­rene bu mükemmel nizamı hakim kılan yüce Allah, yer­yüzündeki diğer canlılar arasında insana bu iki niteliği öylesine vermiş olamaz, işte insanı sorumlu bir varlık haline getiren, kendisine bu iki niteliğin verilmiş olma­sıdır, însanm sorumluluğu ise, elbette ona bu nitelikleri veren yaratıcısına karşı olacaktır.

İnsan iki yönlü bir varlıktır. Ruh ve bedenden ya­ratılmıştır. Bedeninin gıdaya ihtiyaç duyması gibi, ruhu­nun da gıdaya ihtiyacı vardır. îşte bu gıda, insanın yara­tıcısına karşı sorumluluğunu yerine getirmesi, yani Al­lah kulluk etmesidir:

"Cin ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye ya­rattım. Onlardan bir nzık islemiyorum. Bana (yemek) ye­dirmelerini de istemiyorum! Şüphesiz rızkı veren, o pek çe­tin kuvvet sahibi Allah'ın kendisidir. "[290]

Allah'ın, kendisine ibadet etmemizi istemesi, bu­na ihtiyaç duyması sebebiyle değildir. Bilakis buna ihti­yacı olan insanın kendisidir. İnsan, ibadet etmekle ru­hunu gıdalandırmaktadır. Yüce Allah, bizi ne ile sorum­lu tutmuşsa, mutlaka o, bizim yararımızadır. O'nun hiç­bir şeyimize ihtiyacı yoktur. Bu husus, Hz. Süleyman'ın dili üzere Kur'an'da şöyle ifade edilmektedir:

"Bu, şükür mü edeceğim yoksa nankörlük mü edece­ğim diye beni sınayan Rabb'imin lûtjundandır. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur.; fakat nankörlük eden bil­sin ki Rabb'im müstağnidir, kerem sahibidir"[291]

insanın Allah karşısındaki konumunu belirleyen "Abd (kul)" kelimesi "ibadet" kelimesiyle aynı kökten gelmektedir ve ikisinin anlamı birbiriyle yakından ilgili­dir. Kozmolojik anlamda bütün insanlar Allah'ın kulu­dur yani abd'idir. Bu anlamda hiçbir insan Allah'ın ha­kim kıldığı kanun ve kuralların dışına çıkamaz. Kimse ben yaşlanmayacağım ya da ölmeyeceğim diyemez. Derse bile buna gücü yetmez. Bu anlamda mümin ile kâfir arasında bir fark yoktur. Bir de, Allah'a kulluk gö­revini yerine getirme anlamında abd, vardır ki, bu, Al­lah'a ibadet eden anlamındadır. Zorunlu boyun eğiş, ibadet anlamı taşımaz, ibadet, Allah'ın sonsuz yüceliği­ne, kudret ve hakimiyetine inanarak bu yüceliğe teslim olmaktır. Bu sebeple ibadette sevgi ve takdir unsurları hakimdir. îşte bu sevgi ve takdir duygularından kay­naklanan itaat, ibadet ve kulluktur.[292]

ibadeti, sadece vakti ve şekli belirlenmiş namaz, oruç, hac ve benzeri ibadetlerle sınırlamamak gerekir. Kişi, kime abd/kul ise, onun bütün emirlerini yerine ge­tirir. O halde bu anlamda "abd" kelimesi, Allah'a iman eden ve onun emirlerine riayet eden anlamındadır. Böy­le birinin hayatının tamamı "ibadet" kavramının çerçe­vesi içerisindedir. Kur'an-ı Kerim'de inen ilk âyetlerde ibadet bu geniş anlamım kazanmıştı. Çünkü inen bu ilk âyetlerde: "Yaratan Rabb'inin adıyla oku! O, insanı (ana rahminin cidarına) asılıp durandan yarattı Oku ve öğren! insana bilmediklerini öğreten ve kalemle yazdıran Rabb'in ekremdir (en cömerttir)."[293] Böylece Allah adıyla oku­ma, Allah adıyla öğrenme, Allah adıyla namaz, kısacası Allah adıyla hayatın tamamının ibadet kapsamına girdi­ği daha ilk âyetlerde ilan edilmiş oluyordu. Buna göre "bir mahzunun göz yaşlarını silmek, kederli bir insanın kederini hafifletmek, felakete uğramış bir kimsenin yar­dımına koşup yarasını sarmak, bir mazluma yardımda bulunmak, konuşma esnasında yamlan bir kimseye doğrusunu hatırlatmak, ağır borç altında bulunan bir borçlunun borcunu ödemek, çoluk çocuk sahibi düş­kün bir fakirin elinden tutmak, yolunu kaybetmiş bir kimseye yol göstermek, bir cahile ilim öğretmek, bir ga­ribi misafir etmek, mahlukattan şerri defetmek, yoldan insanlara eziyet veren şeyleri kaldırmak ve benzerleri gibi bütün hal ve hareketleri islam birer ibadeL kabul etmiş ve bunları imanın şubelerinden sayarak Allah ka­tında ecir ve mükâfata nail olunacağını vadetmiştir."[294]

Giriş bölümünde de dikkat çektiğimiz gibi iman, dinin inanç yönüne, İslâm ise, ibadet ve amel yönüne tekabül eder. Allah'a iman etmek, yakın derecesine ulaş­mış bir bilgidir, islâm yani Allah'a teslim olmak ise, iste­yerek emirlerine boyun eğmektir. Buna göre din dilinde îman ile îslâm birbirlerinin ayrılmaz parçalandır. Bu parçaların birbirlerini tamamlamaları dini ortaya çıkanr. O halde /sldm'da yakîn bilgi, İman'da. ise boyun eğip ita­at etme anlamı mevcuttur. Yakîn bilgi içermeyen îslâm, kabul görmeyeceği gibi, boyun eğip itaat etmekten so­yutlanmış îman da, kabul görmez.[295] Bu sebeple, "Bede­viler 'iman ettik' dediler. De ki: Siz iman etmediniz, ama 'îslam olduk' deyin. Henüz îman kalplerinize yerleşme­di."[296] âyetinde geçen îslâm ile, "Kim İslâm'dan başka hir din ararsa, bilsin ki asla kendisinden kabul edilmeyecek ve o, âhirette ziyan edenlerden olacaktır."[297]Âyetinde geçen îslâm aynı şeyler değildir. Çünkü önceki âyette geçen İs­lam, kabulden değil, zorunluluktan ve nifaktan doğan bir teslimiyettir. Böyle bir teslimiyetin hiçbir değeri yoktur. Değer kazanması için, îman\x\ kalbe yerleşmesi gerekir. Muteber iman da, itaat ile birlikte olan ve Al­lah'ın emirlerini reddetmek ve bu emirlere karşı büyük-lenmekten uzak inançtır:

"(Bazı insanlar): 'Allah'a ve Peygamber'e inandık ve itaat ettik' diyorlar; ondan sonra da içlerinden bir grup yüz çeviriyor. Bunlar inanmış değillerdir. Onlar, aralannda hü­küm vermesi için Allah'a ve Peygamber'e çağırıldıklarında, bakarsın ki içlerinden bir kısmıyüz çevirip dönerler."[298]

Kur'an'da anlatılanlardan öğrendiğimize göre ib­lis, Allah'ın bir ve ortağının olmadığını, diriliş gününde de Allah huzurunda hesap verileceğini biliyordu. Ancak kendisine, Âdem'e secde etmesi emredildiğinde bu emri içine sindiremedi ve büyüklenerek: "Hayır" dedi. Bu davranışından dolayı da "kâfir" sayıldı. Allah'ın birliği konusundaki sak bilgisi, onu kurtaramadı. Çünkü mut­lak itaatten soyutlanmış bir bilginin hiçbir değeri yok-tur.[299]

Bu anlattıklarımızdan herhangi bir günah işleyen kimsenin, hemen dinin çerçevesi dışına çıkacağı sonucu çıkarılmasın. Kastettiğimiz, kişinin hayata bakışı ve ha­yat tarzıdır. Kişinin imanı, Allah'ın emirlerini yerine ge­tirmesine etken olmuyorsa, elbette ki böyle bir imanın hiçbir anlamı olmayacaktır. Kişinin iman etmesi, şayet kendisini doğru yola; adalet sahibi olmaya, ticaretine hile karıştırmamaya, insanları aldatmamaya, yalan söy­lememeye, hak ve hukuka riayet etmeye, haramları terk etmemeye; kısacası Allah'ın emir ve yasaklarına riayet etmeye sürüklemiyorsa, iman bir iddiadan ibarettir. Müslüman olduğunu söyleyen biri ile, Müslüman olma­yan birinin hayat ve davranışlarında hiçbir fark yoksa, ne diye Müslüman'ım diyen kimsenin imanı kendisini kurtarsın ki! Günlük hayatta etkisi görülmeyen bir iman, ebedî kurtuluşu sağlayan bir iman olamaz. Din mensuplarından, salt o dine mensup olduklarını söyle­mekle kurtuluşa ereceklerini söyleyenlere Kur'an-ı Ke-rim'de şöyle cevap verilmektedir:

"Bilakis, iyilik edenlerden kim yüzünü Allah'a döndü-rürse (Allah'a hakkıyla kulluk ederse) onun mükâfatı Rabb'i katındadır. Öyleleri için ne bir korku vardır, ne de onlar üzülürler."[300]

O halde iman, Allah'a karşı samimi olmaktır ve ancak kişinin, iyilik yapmasına etken olan iman, kurtu­luş vesilesidir. Kur'an-ı Kerim'de kurtuluşa vesile olan iman, sürekli salih amel ile birlikte zikredilmektedir. Hatta ibadetler bile, iyi bir ahlâka; iyilik yapmaya sü-rüklemiyorsa, bu ibadetlerin de bir anlamı yoktur. İba­detlerden maksat, bizatihi kendileri yani şekilleri değil­dir. Şekiller, eğer kendilerinden hedefleneni gerçekleşti-riyorlarsa bir anlam ifade ederler. Daha açık bir ifade ile, hedeflerini ne ölçüde gerçekleştiriyorlarsa o ölçüde anlam kazanırlar:

"Gerçek iyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevir­meniz değildir. Asıl iyilik, o kimsenin iyiliğidir ki, Allah'a, âhiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır. Allah nzası için yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kal­mışlara, dilencilere ve boyunduruk altında bulunan köle ve esirlere sevdiği maldan harcar, namaz kılar, zekât verir. Antlaşma yaptığı zaman sözlerini yerine getirir. Sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreder. îşte doğru olan­lar, bu vasıflan taşıyanlardır. Müttakiler (kendilerini Al­lah'ın azabından korumuş olanlar), ancak onlardır [301]

Âyetin baş tarafı namazı ilgilendirmektedir ve na­mazda yüzünüzü doğu ya da batıya çevirmeniz bizatihi iyilik değildir, denilmektedir. Ayrıca âyette bazı iman prensipleri ile ibadetlerin yanında yoksullara yardım et­mek, sözünde durmak, sabretmek gibi meselelerden söz edilmektedir. İşte bunlar bir araya geldiklerinde kişi muttaki, yani Allah'ın azabından kendisini korumuş ol­maktadır.

İbadet ve dini davranışın amacı, insanların yüzle­rini doğuya veya batıya, Kudüs'e veya Mescid-i Haram'a çevirmeleri değildir. Topyekûn iyiliklerin adı olan "birr"in hedefi de, birtakım şeklî hareketler değildir. Kalb şuurunun ve düzgün bir yaşantının eşlik etmediği şekli hareketlerle "birr" gerçekleşmez ve iyilik anlamını taşımaz. Birr, düşünce, şuur, amel ve yaşantıyı birleştir­mekle gerçekleşir. Bu tasavvur, fert ve Loplumun vic­danlarını etkileyecek, amel de, kişi ve toplum hayatında iz bırakacaktır. Yüzlerin doğuya veya batıya çevrilmesi, kişiyi bu derin hakikatten müstağni kılamaz.[302]

O halde ibadetler, şekilden öte bir anlam ifade ederler ve ancak insan kalbinin derinliklerinden kopan bir samimiyet ile yerine getirilip kişinin ahlâkî davranış­larında ve günlük hayatında etkide bulunuyorlarsa, işte o zaman ibadet anlamını taşırlar. Kişinin ahlâkî davra­nışlarında ve sosyal hayatında hiçbir etkileri yoksa, sa­dece şekilden ibaret olurlar ve bir anlam ifade etmezler.

Kur'an-ı Kerim, bozuk amelleri sebebiyle helak olmuş kavimlerden bahsetmektedir. Mesela Lût pey­gamberin kavmi ahlâksızlıktan dolayı, Şuayb peygam­berin kavmi tartıda hile yapmaktan dolayı helak olmuş­lardır. Nitekim Kur'an, yaratılışımızın nedenini amele bağlamaktadır:

"O (yüce Allah) ki, hanginizin daha güzel davrana­cağım sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır."[303]

Önceki ümmetlerden kötü amelleri sebebiyle in­sanlar helak olmuş olacak ama İslâm ümmetinin duru­mu farklı olacak, bu mümkün değildir. İslâm türedi bir din değildir. Önceki dinler ne ise, o da aynıdır İslam ümmeti de yaptıklarından dolayı elbette cezalandırıla­caktır.

Kur'an'da öngörülen salih amelin boyutunu tespit bakımından şu âyet anlamlıdır:

"insanların bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde fesat belirdi, Allah da belki dönerler diye yaylık­larının bir kısmını böylece kendilerine tattırır."[304]

Salih amel, vakti ve şekli belirlenmiş namaz, oruç, hac vs. gibi ibadetlerden ibaret değildir. Hayatın tama­mını kapsayan, hatta insan hayatıyla ilgili olan çevreye karşı takınılan tutumla da ilgilidir. Âyette, salih amelin zıttı olan fesadın, kara parçasını aşıp denize kadar uzandığından söz edilmektedir. Bu ifade ile, fesadın çok yaygınlaştığı anlatılmak isteniyor olabilir. Ama ifadeyi bu anlamda değil de, hakiki manasıyla almak ve fesadın gerçekten denizi de içine aldığını anlamak da mümkün­dür. Bizce âyetle kastedilen de budur. Böyle olunca, âyet ekolojik dengeyi bozmayı "fesat" kavramı içerisine almaktadır ve ekolojik dengeyi bozmak, salih amelin zıddıdır. Ekolojik dengeyi korumak ise, salih amel kav­ramının içerisinde değerlendirilmelidir. Bu bağlamda Muhammed Esed'in, âyetin tefsiriyle ilgili şu anlattıkla­rına tamamen katılıyoruz:

"Böylece, günümüzde korkunç bir şekilde -üstelik henüz kısmen- ortaya çıkan doğal çevremizdeki yoğun çürüme ve tahribat, burada 'insanın kendi yapip-ettikle-rinin bir sonucu', yani insanın, kendi kendini tahrip eden- çünkü katı materyalist bir temele dayanan- tek­nolojik gelişmelerin ve insanlığı daha önce hayal bile edemediği ekolojik felaketlerle karşı karşıya getiren çıl­gınca faaliyetlerin bir sonucu olarak öngörülmüştür:

Toprağın, havanın ve suyun sanayi atıkları ve şe­hir çöpleri yüzünden dizginlenemeyen bir şekilde kir­lenmesi; bitki örtüsü ve denizlerin artan bir şekilde ze­hirlenip yok olması; yaygın uyuşturucu ve görünürde 'faydalı' ilaç kullanımı sebebiyle insanın kendi bedenin­de ortaya çıkan bir türlü genetik bozukluklar ve insan­lara yararlı birçok hayvan türünün giderek yok olması. Bütün bunlara, insanın sosyal hayatındaki hızlı bozul­mayı ve çürümeyi, cinsel sapıklıkları, suçlan ve şiddeti ve son aşamada nükleer dehşeti ilave edebiliriz: Bunla­rın tümü, son tahlilde, insanın Allah'a ve mutlak mane­vî/ahlâkî değerlere karşı umursamazlığının ve bunun yerine, 'maddî ilerlemeyi tek önemli hedef sayan inanç­lara tutsaklığının bir sonucudur."[305]

Kötü amel, kalpteki iman nurunu yavaş yavaş söndürür ve nihayet bu nur yok olur: "Hayır! Her kim bir kötülük işler de onun kötülüğü kendisini çepeçevre kuşa­tırsa işte o kimseler cehennemliktir. Onlar orada devamlı kalırlar."[306]

Ama kişi, birtakım iyilikler işlemektedir ve bunun yanında birtakım kötü amelleri de vardır. Ancak bu kö­tü amellerinden pişmanlık duymaktadır; işte bu du­rumdaki kişinin âhirette bağışlanması umulur:

"Diğerleri de günahlarını itiraf ettiler, iyi bir ameli diğer kötü bir amelle karıştırdılar. Bunlar tövbe ederlerse umulur ki Allah tövbelerini kabul eder. Çünkü Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir."[307]

Hangi tövbenin makbul olacağını anlatan âyetle­rin birinde şöyle denilmektedir:

"Allah'ın kabul edeceği tövbe, ancak cahillik nedeniy­le kötülük işleyip de sonra tez elden tövbe edenlerin tövbesi-dir; işte Allah bunların tövbesini kabul eder; Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir. Yoksa sürekli kötülük işleyip de içlerinden birine ölüm gelip çatınca: 'Ben şimdi tövbe ettim' diyen ve kâfir olarak ölenler için (kabul edilecek) tövbe yok­tur. Onlar için ac\ bir azap hazırlanmıştır."[308]

Burada iman-amel ilişkisini ayrıntılarıyla ele al­mak hedefimiz dışındadır. Bununla birlikte amelin öne­mine işaret etmek istedik. Bizim burada üzerinde dura­cağımız konu, belirlenmiş ve temel durumunda olan ibadetlerdir. Bunlar namaz, oruç, zekât ve hac ibadetle­ridir.[309]

 

Namaz:

 

Kur'an-ı Kerim, bazen diğer ibadetlerle birlikte, bazen de yalnız basma bir çok âyette namazı anmakta­dır. Namaz, İslam'da emredilen ilk ibadettir. Önce gece namazı olarak emredilmişken bilahare beş vakte çıkarıl­mıştır. Hiçbir surette terki mümkün olmayan, hastalık halinde, yolculukta, hatta savaşta bile terki caiz görül­meyen bir ibadettir. Yolcu ve hastalar için, ayrıca savaş esnasında birtakım kolaylıklar söz konusudur ama terki caiz değildir.

Kur'an-ı Kerim'den namazın önceki dinlerde de farz kılındığını anlıyoruz:

"İsrail oğullarından Allah'tan başkasına tapmayacak­larına; anaya-babaya, yakınlara, yetimlere ve düşkünlere iyilik edeceklerine; insanlara güzel söz söyleyeceklerine; na­mazı kılacaklarına ve zekâtı vereceklerine dair sağlam söz almıştık"[310]

Hz. İbrahim ve İsmail'in namaz kıldıkları ve ken­dilerine tâbi olanlara namaz kılmayı emrettikleri bildi­rilmektedir. Hatta müşrik Araplarda bile, namazın bo­zulmuş şekli mevcuttu:

"Onların Kabe yanındaki namazları da, ıslık çalmak­tan ve el çırpmaktan başka bir şey değildi"[311] Muhteme­len onların namazları, Hz. İbrahim'den kalmış namazın bozulmuş şekliydi.

Önce gece namazı şeklinde emredilen bu ibadet, sadece Peygamber (s.a.v.)'e farz idi. Ancak sahabe de, Peygamberle birlikte gece namazına katılmıştır. Beş va­kit namaz bilahare emredilmiş ve diğer Müslümanlar da bu ibadetten sorumlu tutulmuştu. "Namazı tam kılın. Doğrusu namaz, insanlara belirli vakitlerde farz kılınmış-tır."[312] âyetinden, namazın belli vakitlerinin bulundu­ğunu anlıyoruz. Hatta beş vaktine işaret eden âyetler de vardır. Kimi âyetlerde iki vaktine, kiminde üç vaktine ve kiminde de beş vaktine birlikte işaret edilmektedir. Ancak Peygamber (s.a.v.)'in açıklamaları bulunmamış olsaydı bu vakitleri ayrıntılı bir şekilde ve tam olarak âyetlerden tespit etmemiz belki mümkün olmayacaktı. Aynı şekilde Kur'an'da rükû'dan sucûd'dan ve kıraat'ten bahsedilmekte fakat bunlardan hangisinin, nasıl ve hangisinden önce olacağı belirtilmemektedir. Bunları da, Peygamberin uygulamalarından öğreniyoruz. Namazın rekâtlarının kaynağı da Peygamberin sünnetidir.

Biz burada sadece namazın beş vaktine işaret eden âyeti nakletmekle yetineceğiz:

"(Ey Muhammedi) Onların dediklerine sabret; gü­neşin doğmasından önce ve batmasından önce Rabb'ini öve­rek teshih et; gece saatleri ve gündüzün iki ucunda da teşbih et ki, Rabb'inin rızasına eresin."[313]

Güneşin doğmasından önceki vakit sabah nama­zına tekabül eder. Güneş batmadan önceki vakit ise, ikindi namazıdır. "Gece saatleri" yatsı namazına tekabül eder. "Gündüzün iki ucu" ise, öğle ve akşam namazları­na işarettir.

Kur'an-ı Kerimde, namaza ön hazırlık olarak bir âyette, sarhoş olan kimsenin ne dediğini bilinceye kadar namaza yaklaşmamasını ve bir de cünüp olan kimsenin yıkanmasını, su bulamadığı takdirde teyemmüm etme­sini anlatmaktadır[314]. Diğer bir âyette ise namaza kal­kıldığında abdest alınmasını, su bulunmadığı takdirde teyemmüm yapılmasını istemekte ve bu âyette nasıl ab­dest alınacağı da anlatılmaktadır.[315]

Buna göre namaz için üç hazırlıktan bahsedilmek­tedir:

a. Ne dediğini bilmek için zihnt bir hazırlık

b. Cünüplükten temizlenme yani boy abdesti ve­ya duruma göre teyemmüm.

c. Abdestli olmak.

Namaz esnasında da ne yapılacağına dair Kur'an'-da birtakım rükünlerinden söz edilmektedir. Bunlar: Kabe'ye yönelmek,[316] avret yerlerini örtmek,[317] elbise temizliği,[318] tekbir getirmek,[319] kıraat,[320] rüku[321] ve sücud[322] gibi hususlardır.

Yüce Allah, namazın dosdoğru kılınmasını,[323] ak-satılmamasını[324] emreder ve namazın insanı kötülükler­den alıkoyduğunu[325] belirtir. Kur'an-ı Kerim'de ayrıca geçmiş nesillerden bahsederken namazı terk eden nesil­lerin, nefislerinin arzulanna uyduklarını ve azgmlaştık-lannı haber vermektedir:

"Nihayet onların peşinden öyle bir nesil geldi ki, bun­lar namazı bıraktılar; nefislerinin arzularına uydular. Bu yüzden azgınlıklarının cezasını çekecekler."[326]

Aile reislerinden, aile efradına namazı emretmele­ri istenmektedir:

"Ailene namazı emret; kendin de ona sabır ile devam[327]

Buna göre aile reisi, aile efradının din eğitiminden sorumludur. Onlara dinî emirleri nasıl yerine getirecek­lerini öğretmelidir. Bu konudaki emir, namazla sınırlı da değildir:

"Ey iman edenler, kendinizi ve aile efradınızı cehen­nemden koruyunuz"[328]

Aile efradının cehennemden korunmalarının en önemli dayanaklarından biri, onlara ibadetlerini yerine getirecek ve kendilerini ilgilendiren diğer dinî emirleri öğrenecek kadar dinî bir eğitim görmeleridir. Aile reisi, aile efradına bu eğitimi yaptırmak zorundadır. Bu eğiti­mi verdikten sonra şayet kendileri farklı bir yol izlemek isterlerse, aile reisinin sorumluluğu bitmiştir.

Kur'an-ı Kerim, namaz kılmayı, İslâm'ı kabul et­miş olmanın bir alameti olarak görmektedir:

"'Bununla beraber (kâfirlikten vazgeçip) tövbe eder, namaz kılar ve zekât verirlerse, artık onlar dinde kardeşle-rinizdir. Biz, bilen bir kavme âyetlerimizi böyle açıklarız.[329]

Kur'an-ı Kerim, namazdan söz ederken "ikame-tu's-salât" ifadesini kullanmaktadır. Âyetlerin meallerin­de bunu "namazı dosdoğru kılmak" ifadesiyle karşıla­dık. Çünkü Arap dilinde "ikame", kelimesi, bir şeyi mü­kemmel bir şekilde yerine getirmeyi ifade eder ki, na­maz için bu, rükünlerine riayet ederek namaz kılmak ve namaza devam etmek anlamına gelir. Rükünlerine ri­ayet edilmeyen ve sürekli olmayan namazın, ondan beklenen işlevi hakkıyla yerine getirmesi beklenemez. Nitekim Kur'an-ı Kerim, namazlarında huşu içerisinde olan müminlerin kurtuluşa ereceklerini[330] bildirmekte­dir. Kişiyi kötülüklerden alıkoyan da böylesi bir namaz­dır. Kur'an-ı Kerim, kıldıkları namazın bilincinde olma­yanları şöyle kınamaktadır:

"Şu namaz kılanlara yazıklar olsun ki, onlar namaz­larından gafildirler. Onlar gösteriş yapmaktadırlar"[331]

"Namazı tam kılın, zekâtı hakkıyla verin, rükû eden­lerle beraber rükû edin"[332] âyetinden cemaatle namaz kıl­manın tercih edildiğini anlıyoruz. Rukûa gidenlerle bir­likte rukûa gidin, şeklindeki âyet de cemaatla namaz kılmaya işaret etmektedir. Ayrıca cemaat halinde kılman namazın faziletine dair pek çok hadis bulunmaktadır. Böylece namaz, ferdi eğitmenin yanında Müslümanlar arası dayanışma ve tanışmanın da bir aracı kılınmıştır.

Namaz, insan için hayat boyu süren bir eğitimdir. Günde beş vakit Allah'ın huzurunda duran ve namazın­da Allah'ın inanç, hayat ve ahlâkla ilgili talimatlarını okuyan, elbette namaz kılmayan gibi değildir.

Kur'an-ı Kerim'in namaz konusunda dikkat çekti­ği diğer bir husus, namaz kılan kişinin, mutedil bir ruh yapısına kavuşacağıdır:

"Gerçekten insan, pek hırslı (ve dar gönüllü) yaratıl­mıştır. Kendisine fenalık dokunduğunda sızlanır, feryat ed­er, iyilik dokunduğunda ise pinti kesilir. Ancak şunlar öyle değildir: Namaz kılanlar, ki onlar namazlarında devamlı-dır."[333]

Namaz, Allah'ın huzuruna çıkmak ve adeta O'nunla diyaloga geçmektir. Çünkü namazda kişi, di­rekt olarak Allah'a hitap etmekte ve O'ndan birtakım is­teklerde bulunmaktadır. Günde beş vakit, bilinçli bir şekilde Allah'ın huzuruna çıkan kişinin, günün sair sa­atlerinde Allah'ın emirlerine muhalefet etmesi güçtür.[334]

 

Zekât

 

Kelime olarak temizlik ve artış anlamlarına gelen zekât, malî ibadetlerin temelidir. Namaz ve oruç ibadet­lerinde olduğu gibi zekât da önceki dinlerde emredil­miştir.[335] Bu malî ibadet, Medine'de Hicretin ikinci yı­lında farz kılınmakla birlikte Mekke döneminde inen âyetlerde de yer almaktadır. Ancak bu âyetlerde sadece teşvik edilmektedir.[336] Mekke dönemindeki âyetlerde de zekâttan söz edilmesi, hem bu ibadetin, hem de top­lumsal yapıda ekonominin önemine bir işarettir.

Namaz ve oruç, bedeni ibadetlerdir. Oysa zekât, mali bir ibadettir, ibadetlerin kiminin bedeni, kiminin mali, kiminin de hem mali, hem de bedeni olması, Al­lah'ın insana verdiği nimetlerin çeşitliliğinden kaynak­lanmaktadır. Çünkü ibadetlerin değişik hedeflerinin ya­nında onlarda şükretme anlarrh da vardır. Nimetler çeşit­lilik arz ettiğine göre, şükrün de değişik şekillerde yerine getirilmesi gerekir.

Kur'an'ın birçok âyetinde namaz ile zekât ibadeti birlikte zikredilmektedir. Önce namaz, hemen ardından

zekâttan bahsedilir. Böyle bir birliktelik ve sıralamanın bir anlamı var mıdır? Genelde müfessirler, bu sıralama­nın bir değer sıralaması olduğunu, bunun, namaz kılmanın zekât vermekten üstünlüğüne işaret ettiğini söy­lerler. Tespitlerine itirazımız yoktur. Ama bu durumun işaret ettiği ikinci bir yöne de dikkat çekmeliyiz. Bu iba­detlerin birincisi insanın manevî yönüne, ikincisi ise, maddî yönüne hitap etmektedir. Yine birinci ibadet in­sanı gayb âlemine, yücelere bağlarken; ikinci ibadet onu hayata, çevresine ve toplumuna bağlamaktadır. Böylece insan gayb âlemi ile müşahede âlemi arasında bir köprü oluşturmaktadır. İnsanı değerli ve yeryüzünde halife kı­lan, bu yönüdür.[337] Birinci ibadet olan namaz, insan ru­hunu temizlerken, ikinci ibadet olan zekât, ruhunun yanında malını da temizlemektedir.

Kur'an-ı Kerim, yer ve gök ile içindekilerin mül­kiyetlerinin Allah'a ait olduğunu, insanlara mal ve mülk verenin O, olduğunu hatırlatır:

"Şimdi bana, ektiğinizi haber verin. Onu siz mi bitiri­yorsunuz, yoksa bitiren biz miyiz? Dikseydik onu kuru bir çöp yapardık da şaşar kalırdınız. Doğrusu borç altına gir­dik, daha doğrusu biz yoksul kaldık (derdiniz). Söyleyin şimdi bana içtiğiniz suyu, buluttan onu siz mi indirdiniz, yoksa bitiren biz miyiz? Dikseydik onu tuzlu yapardık. Şükretmeniz gerekmez mi? Söyleyin şimdi bana tutuştur­makta olduğunuz ateşi, onun ağacım siz mi yarattınız, yok­sa yaratan biz miyiz?'[338]

O halde insanın sahip olduğu mal ve mülkün ta­mamı Allah'ındır ve kişi bu maldan Allah'ın emrettiğini vermelidir. Ancak Allah, bu malı sahibinden zorla ala­rak onu fakire vermez. Bunu yapacak olan, o mala sahip olan kişinin kendisidir. Böylece o kişi, kendi kendi­sini temizlemiş olur. Çünkü kişinin sahip olduğu mal ve mülk, bir imtihan aracıdır:

'''Doğrusu mallarınız ve çocuklarınız sizin için bir imti­handır. Büyük mükâfat ise Allah'ın yanındadır."[339]

İnsanların mal konusunda cimri oldukları bir va­kıadır. Bu nedenle zekât veren kişi, kendini de temizle­miş olur: "Onların mallarından kendilerini temizleyeceğin, yücelteceğin bir sadaka al."[340] Zekât vererek cimrilik duygularını törpüleyen kişi, âhirette de günahlarından temizlenmiş olur.[341] Böyle bir işlevi yerine getiren zekâ­tın, malın iyisinden verilmesi gerekir:

"Ey inananlar! Kazandıklarınızın iyilerinden ve nzık olarak yerden size çıkardıklanmızdan hayra harcayın (malı­nızın zekâtım verin). Size verilse gözünüzü yummanız hariç, severek alamayacağınız derecede kötü ve değersiz şeyler vere­rek sakın hayır yapmaya kalkışmayın. Bilesiniz ki Allah zen­gindir, övülmüştür."[342]

Kaldı ki, zenginin fakir ve muhtaçlara verdiği ze­kât, onların hakkıdır: "Mallarında, ihtiyacını belirten ve yoksul durumda bulunan için bir hak olduğunu kabul eder­lerdi."[343] O halde zekâtını malının kötüsünden veren ki­şi, fakir ve muhtaç kimsenin hakkını yemiş olur.

Kur'an-ı Kerim, kimlere zekât verileceğini de be­lirlemiştir:

"Sadakalar, Allah'ın bir buyruğu olarak, yoksullara, düşkünlere, onu toplayan memurlara ve kalbleri (islâm'a) ısındınlacaklara (verilir), boyunduruk alanda olanlar (kö­leler) için, borçlular için, Allah yoluna ve yolda kalanlar için (harcanır). Allah bilgindir, bilgedir."[344]

Zekât ibadetinin önemli hedeflerinden biri de, zenginlerle fakirler arasında doğabilecek çekişme ve ça­tışmanın ortadan kaldırılması, her sınıftan fertler ara­sındaki bağların güçlendirilmesi ve sosyal yardımlaşma­dır. Kur'an'ın öngördüğü toplumsal yapının ekonomik yönü konusunu incelediğimizde zekâtın bu yönü üze­rinde ayrıca durulacaktır.

Zekât, muhtaç kişilerin haya perdelerinin kalkma­ması ve kişiliklerini muhafaza etmeleri bakımından da önemlidir. Çünkü zekât olmadığı takdirde muhtaç du­rumda olan insanlar, ihtiyaçlarını seslendirmek ve di­lenmek mecburiyetinde kalırlar. Bu durum, yavaş yavaş haya perdelerinin yırtılmasına ve kişiliklerini yitirmele­rine götürebilir. Oysa zekât ibadetinden dolayı, zekât vermek durumunda olanlar, kime zekât verebilecekleri­ni soruşturur, ihtiyaç sahiplerini tespit ederler. Zekâtın gizlice verilmesinin tercih edilmesinin temelinde, zekât veren kimsenin tekebbüre kapılmamasının yanında ih­tiyaç sahiplerini rencide etme kaygısı da yatıyor olmalı­dır:

"Eğer sadakaları açıktan verirseniz ne güzel! Eğer gizler de fakirlere gizlice verirseniz işte o sizin için daha ha­yırlıdır. Böyle yaptığınızdan ötürü Allah günahlarınızı ba­ğışlar. Allak yapmakta olduklarınızı eksiksiz bilir."[345]

Bazı müfessirler, açıktan verilen sadakalarla farz olan zekâtın, gizli verilenle de, hayır olsun diye verilen sadakaların kastedildiğini söylerler.[346] Bunlara göre ze­kâtın aleni verilmesi evladır, çünkü bu, farz bir ibadettir ve aleni verilmediği takdirde başkaları zengin kişinin bu ibadeti yerine getirmediğini düşünebilirler. Bazıları da farz olan zekât ile diğer sadakalar arasında bir ayırım yapmadan, gizli verildiği takdirde, zengin olduğu halde kendisini fakir gösteren birine zekât verme ihtimali yoksa ve zekât veren kimsenin de zekâtını daha az ver­mesi gibi bir durum bulunmuyorsa gizlice vermenin daima daha hayırlı olduğunu söylemişlerdir.

Zekâtın hangi mallardan ve ne miktarda verilece­ği, ayrıntılarıyla Peygamber (s.a.v.)'in sünnetiyle sabittir.

Sonuç olarak zekâtla birtakım hedefler gerçekleş­mektedir. Bunları şöylece sıralamak mümkündür:

a. Fakir ve muhtaçlara yardım; malın asıl sahibi olan Allah'ın, kullarını bu maldan yararlandırması. Böy­lece fakirlerle zenginler arasında çekemezlik ve kıskanç­lık duygularının yaygınlaşmasına engel olup, zenginler­le fakirler arasında kaynaşma ve kardeşlik duygulan art­tırılmaktadır.

b. Zekât, onu veren kişinin günahını siler, nefsini arındırır ve kendisini cimrilik duygularından uzaklaştı­rarak onu cömertliğe sevk eder.

c. Zengin kişiye Allah, mal nimetini vermiştir. Ze­kât vermekle zengin kişi, bu nimete şükür görevini ye­rine getirmiş olur.

d. Malın belirli ellerde toplanarak bir güç vasıtası olması ve toplumda sınıflaşmanın meydana gelmesi en­gellenmiş olur.[347]

 

Oruç

 

Oruç da namaz gibi vakti ve şekli belirlenmiş, be­denle yapılan ibadetlerdendir. Kur'an-i Kerim, orucun Ramazan ayında tutulması gerektiğini belirtmektedir.[348] Yine namaz ibadetinde olduğu gibi oruç da önceki din­lerde farz kılınmıştır:

"Ey inananlar! Oruç sizden öncekilere farz kılındığı gibi, Allah'a karşt gelmekten sakınmanız için size de sayılı günlerde farz kılındı"[349]

Âyette geçen "Allah'a karşı gelmekten sakınmanız için" ifadesiyle orucun, insan nefsini eğitmesine dikkat çekilmektedir.

Yahudilerde üç çeşit oruç vardır: Bir gün yani yir­mi dört saat süren oruç, sadece gündüz tutulan oruç ve bir de gündüz öğleye kadar devam eden oruç. Yahudi­likteki oruç her türlü yeme ve içmekten kesilmek şek­lindedir. Hıristiyanlıktaki oruç ise, yiyeceğin her çeşi­dinden uzak durmak ya da hayvanı gıdaları yememek şeklindedir.

Haddizatında günümüz, görünürde orucun en çok tutulduğu, fakat gerçekte en az tutulduğu bir çağ­dır. Kimileri yıl boyu bazı yemek çeşitlerinden uzak durmakta, kimileri bir veya birkaç hafta ya da aylarca belli yemekleri yememektedir. Bütün bu oruç çeşitleri, bedene hizmet, bedeni formunda tutmak ve güzellik uğruna açlığa katlanmak şeklindedir. Tabi ki dinlerin emrettiği oruçla, sonuç olarak vücudun formunu koru­ması gibi bir durum olmakla birlikte bu gibi şeyler he­def edinilmemektedir.

İslam dininde oruç, fecirden akşama kadar devam eder. Yeme-içme ile kadın-erkek ilişkisinden uzak dur­mak şeklindedir ve tamamen ruhî maksatlarladır. Bu nedenle olmalı ki Kur'an-ı Kerim'de oruç tutan erkek­ler, "sâihûn"[350] ve oruç tutan kadınlar da "sâihât"[351] sıfa­tıyla nitelenmişlerdir. Kelime olarak seyahat eden er­kekler ve seyahat eden kadınlar anlamına gelen bu nite­leme, muhtemelen madde aleminden mana âlemine se­yahati anlatmak içindir.

Sıkıntılı durumlarda namaz ibadeti için birtakım kolaylıklar getirilmiştir. Çünkü her günün belli vaktin­de o günün namazı kılınır, ertelenmesi durumunda na­mazsız herhangi bir gün yoktur ki ertelenen namazlar o günde kılmabilsin. Oysa oruç böyle değildir. Oruç, Ra­mazan ayında tutulur. Bu ayın dışındaki aylarda farz oruç yoktur. Dolayısıyla ertelenmiş olan oruç günleri, bu aylarda tutulabilir. Ayrıca namaz, durumun zorluğu­na göre daha çok kolaylaştırıldığı için kılınamaması di­ye bir durum da yoktur. Mesela yolculukta namazların cem' edilmesi, ayakta namaz kılamayanm oturarak na­maz kılması, namaz için şart koşulan abdest imkânı bu­lunmadığında teyemmüme izin verilmesi vs. gibi hu­suslar, namazın ertelenmemesi için kolaylıklardır. Bu nedenle namaz ibadeti için fidye yoktur. Oysa oruç iba­detinin kazası mümkün olduğu gibi tutamayacak olan­lar için fidye vermek de mümkündür:

"Sizden hasta olan veya yolculukta bulunan kimse (tutamadığı günlerin) sayısınca diğer günlerde tutar. Oru­ca güçlükle dayananların oruç yerine, bir yoksulu doyura­cak kadar fidye vermeleri gerekir; kim içinden gelerek, daha çok iyilik yaparsa, bu kendisi için daha iyi olur. Eğer bilirse­niz, oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır."[352]

Yüce Allah, Kur'an-ı Kerim'in, oruç ayı olan Ra­mazanda indirildiğini belirtmektedir ki, Kur'an'm indiği Kadir gecesi bu aydadır ve bu gece bin aydan daha ha­yırlıdır. Bu konuda verilmiş olan bu bilgiler, oruç ibade­ti için neden Ramazan ayının seçildiğinin bir gerekçesi­dir.

Oruç ibadeti, kamer! yıla göre düzenlendiğinden şems! yıla göre her yıl, 11 veya 12 gün daha önce gel­mektedir. Böylece normal bir ömür süren kişi, bütün mevsimlerde iki defa oruç tutmuş olmaktadır. Bunun nedeni dini metinlerde belirtilmemektedir. Ancak âlim­ler, orucun hikmetlerinden birinin, zenginlerin, fakirle­rin halinden anlamalarını sağlamak olduğunu söylerler. Eğer böyle ise, fakir kişi, her mevsimde açlık sıkıntısı çekebilir. Böylece zengin kişi, değişik mevsimlerde faki­rin halini anlamış olur. Kuşkusuz orucu, sadece bu an­latılan hikmete bağlamak mümkün değildir. Hatta Ra­mazan ayında sadece zenginlerin oruç tutmadığı, fakir­lerin de oruç tuttukları ileri sürülerek anlatılan bu hik­mete karşı çıkmak da mümkündür. Ama bir ibadetin birçok hikmeti olabildiği gibi, her kişi için farklı birta­kım hikmetleri de olabilir.[353]

 

Hac

 

Vakti ve şekli belirlenmiş olan temel ibadetlerden biri de Hac'dır. Hac'da etrafında tavaf yapılan Kabe, in­sanların ibadeti için kurulan ilk evdir.[354] Bu nedenle önceki dinlerde de Hac-ibadeti vardı. Bir Müslüman'ın hacca gitmesi, Peygamberimizin ve önceki birçok pey­gamberin yaşadıkları ve Allah yolunda mücadele ver­dikleri mekânları, hayat boyunca namazında kendisine yöneldiği yeri ve ibadet amaçlı yeryüzünde inşa edilen ilk yapıyı ve bunların yanında diğer dini birtakım bel­geleri yerinde müşahede etme imkânını ona verir:

"Orada apaçık belgeler, ibrahim'in makamı vardır. Kim oraya giderse güvende olur. Yoluna güç yetirebilen her­kesin o Ev'i haccetmesi, Allah'ın insanlar üzerinde bir hak­kıdır. Kim bunu-inkâr ederse, (bilsin ki) Allah kimseye muhtaç değildir."[355]

Dünyanın her tarafında yaşayan ve buraya gelen

Müslümanlar, bu dinî belgelere şahit oldukları gibi ken­di aralarında görüş alış-verişinde bulunur, değişik kül­türlere mensup insanlarla karşılaşırlar. Bilgi ve görgüle­rini arttırırlar. Aslında Kur'an-ı Kerim, okuyucularını seyahat etmeye de teşvik etmektedir. Bir bakıma Mekke dışında yaşayan Müslümanlar için hac ibadeti, zorunlu bir seyahattir de. Birçok insan, hayatı boyunca doğduğu yöreden ayrılmaz. Böylesi insanların seyahat edenlere nazaran dünyalarının çok daha dar olduğu bir gerçektir.

Din-dünya ayırımı yapmayan islâmiyet, hac iba­deti esnasında ticaret yapmayı yasak görmemiştir:

"Rabb'inizin lütjunu aramanızda size bir günah yoktur."[356]

Cahiliye döneminde Hac mevsiminde panayırlar kurulur ve ticaret yapılırdı. Cahiliye döneminin bir ge­leneği olması gerekçesiyle Müslümanlar, başlangıçta Hac mevsiminde ticaret yapılmasını hoş karşılamamiş-İardı. Bu âyetle Hac mevsiminde ticaret yapmakta bir sakıncanın bulunmadığı anlatılmaktadır.

Kur'an-ı Kerim, Hac ibadeti esnasında Hac mena-giki olarak bilinen şeylerin yapılacağına dair bilgiler ver­mekte ve bu ibadetin zorluklan göz önünde bulundu­rularak Hacca gelenlere saygısızlık edilmemesini[357] Hac'ta tartışma ve kavgaya yer olmadığını[358] özenle vur­gulamaktadır.

Kur'an-ı Kerim, Hacc'm rükünlerinden olan tava­fın yapıldığı Kabe hakkında da bilgiler vermektedir. Bu­na göre Kabe ve çevresi kutsal bir yerdir ve Allah burayı güvenli kılmıştır.[359] Kabe, Hac ibadetinin rükünlerin­den olan tavaf ibadetini yerine getirmek, namaz kılmak ve itikâf için bir ibadet evi olarak Hz. İbrahim ve oğlu "İsmail tarafından inşa edilmiştir. Muhtemelen onların yaptığı bu inşaat, daha önce yapılmış ve yıkılıp harebe-ye dönüşmüş Kabe'nin aynı yerde yeniden inşa edilmesi şeklindedir.

İbadetlerin her biri, hem sosyal hayatta olumlu sonuçlar doğurmakta ve hem de diğer ibadetlere bir teş­vik mahiyeti taşımaktadır. Ülkemizde yapılan bir ankete göre, hacı adaylarının hacca gitmezden önce %10.48' inin düzenli olarak beş vakit namazlarını kılmayıp ara sıra namaz kıldıklarını, oysa hacca gittikten sonra beş vakit namazı düzenli olarak kılmayanların sayısının %1.3 e indiği tespit edilmiştir.[360] Yine hacı adayları arasında hac öncesi içki içenlerin %3.68 olduğu, hac son­rasında ise bu oranın sıfıra indiği görülmektedir.[361] Ya­pılan bu ankette, hacıların davranışlarında sosyal haya­tın diğer alanlarında da olumluya doğru bir düzelmenin gerçekleştiği tespit edilmiştir.

Burada özet bir şekilde anlatmaya çalıştığımız iba­detler, Kur'an-ı Kerim'de belirlenmiş olanlarıdır. Bunlar, islam'da temel durumunda olan farz ibadetlerdir. Bu ibadetlerin her birinin nafile olanları vardır. Nafile iba­detler zorunlu değildir. Bununla birlikte Müslüman ki­şi, onları yerine getirdiğinde hem bu temel ibadetlerin hedeflerini gerçekleştirmeye katkıda bulunur ve hem de âhiret hayatında daha büyük mükâfatlara kavuşur.

Dikkat edilirse bu ibadetlerin her biri, dinî hayatın bir yönüne işaret eder. Örneğin namaz, günlük hayatın planlanması ve dinî temel bir eğitim aracı; oruç, nefis terbiyesi ve irade eğitiminin bir aracı; zekât, İslâm toplu­munun ekonomik yapısının düzenlenmesi, nefsin cimri­lik duygusundan arındırılması ve zengin-fakir arasında doğabilecek kıskançlık ve çatışmanın önlenmesinin bir aracıdır. Hac ibadeti ise, Müslümanlar arası kültür, bilgi alışverişi ile Müslümanların birliğine katkı sağlayan bir araçtır.

Bu saydığımız ibadetlerin, belirlenmiş temel iba­detler olduklarına ve İbadet kelimesinin ilk anlamının itaat olduğuna dikkat çekmiştik. Böylece Allah'a itaat çerçevesi içerisindeki hayatın tamamı ibadet anlamı taşı­maktadır. Kur'an'dan inen ilk vahiyle Peygamber (s.a.v.)'in hayatı ibadet haline gelmişti. Bu ilk vahiyle: "Yaratan Rabb'inin adıyla oku! O, insanı (ana rahminin cidarlarına yapışıp) asıh durandan yarattı. Oku ve öğren! in­sana bilmediklerini öğreten ve kalemle yazdıran Rabb'in en cömerttir[362] Bu âyetler indiğinde henüz Kur'an'dan okunacak başka bir vahiy gelmiş değildi. Okunacak olan evrenin kendisidir, çevrede olup bitenlerdir vs Allah'ın emriyle her okuma, evren ve çevrede olan olayları her değerlendirme ibadet kapsamındadır. Kısacası hayatın kendisi, hatta ölüm bile bir ibadettir:

"De ki: Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, haya­tım ve ölümüm hepsi âlemlerin Rabb'i Allah içindir'O'nun ortağı yoktur. Bana böyle emrolundu ve ben Müslümanların ilkiyim."[363]

İbadetlerle hedeflenen, ahlâklı fert ve ahlâklı top­lumdur, nefsi köreltip öldürmek değildir. İnsan üzerin­de kendi bedeninin de, hakları vardır. Nitekim Peygam­ber (s.a.v.), ibadetlerde aşırı gidenleri uyarmış ve: "Ben hem oruç tutarım hem de yerim, geceleri hem ibadet ederim ve hem de uyurum, kadınlarla evlenirim. Kim benim sünne­timden yüz çevirirse, o benden değildir" buyurmuştur. Em­redilen ibadetlerde bir aşırılık, bedeni yıpratacak bir durum da söz konusu değildir.

İbadetlerin gerek fert, gerek toplum hayatına olumlu etkileri ve ibadetlerin genel hikmetleri hakkında birtakım şeyler söylemek mümkündür. Biz de çalışma­mızda bunlardan söz ettik. Ne var ki insan aklı, ibadet­lerin bütün hikmet ve nedenlerini tespit etmekten yok­sundur. Bu sebeple ibadetler, aklın rahatlıkla hüküm vereceği, künhüne varabileceği bir alan değildir. İbadet­ler alanında, aklın çalışma şekli olan kıyaslarla sonuca varılmaz. İbadetler, oldukları gibi kabul edilmesi gere­ken hususlardır.

Mesela oruç, neden bir aydır da üç hafta veya beş hafta değildir? Aynı şekilde sulanmamış tarla gelirlerin­den, neden onda bir miktarında zekât alınıyor da do­kuzda bir veya daha az ya da daha fazla alınmıyor? Yi­ne, namazda niçin bir rükû ve iki secde yapılmaktadır da, aksi değil?

Bunlar, cevabı olmayan sorulardır. Mısırlı düşü­nür Abbas Mahmut el-Akkad'm dediği gibi, şayet iba­detler, bu sorularda ileri sürülen şekillerde olsalardı, bir başkası neden başka türlü olmadıklarını ileri sürerdi.[364]

ibadetler konusuna son vermeden önce şunu be­lirtmek isteriz ki, islam'daki ibadetler, ruh/nefis ve be­denden oluşan insanın ruhuna hitap ettikleri gibi bede­nine de hitap ederler. Mesela namaz ibadeti için abdest gereklidir. Abdest, bedene yöneliktir. Yine namaz ibade­tinde mevcut olan kıyam, rükû, sücût ve oturuşlar be­dene yöneliktir. Namazdaki kıraat ve dualar ise, ruha yöneliktir. Oruç ibadeti tamamen beden! gibi görün­mektedir ama bu ibadetten ruh da payını almaktadır. Aynı şekilde zekât ibadeti tamamen maddi ve bedenin emeği sonucu elde edilen gelirlerden verilen bir ibadet gibi görünürken bu ibadet sayesinde ruh, cimrilik gibi olumsuz duygulardan arınmakta ve cömertlik, başkası­nı düşünme gibi olumlu hasletlere yönelmektedir.

Sonuç olarak ibadetler insanın hem bedenine ve hem de ruhuna hitap etmekte; beden ve ruhu arındıra­rak ikisini de oiumlu hasletlere yöneltmektedir. Zaten İslam'da insan, ruh artı bedendir. Ne yalnız ruh tek ba­şına insan kimliğine sahiptir, ne de beden. İslam'ın in­sana bakışında ruh ve beden, birbirlerinden ayrılmaz şeylerdir. Ruhun yüceltilerek bedenin aşağılanması an­layışı, İslam düşüncesine sonradan girmiştir.[365]

 

3- KUR’AN’DA TOPLUMSAL YAPI

 

İyi birey, iyi bir toplumun oluşması içindir. Başka insanlarla hiçbir ilişkisi bulunmayan; yalnız başına bir adada yaşayan bir kişinin iyi bir insan olması veya ol­mamasının o kadar çok önemi yoktur, insanlar bir ara­da yaşadıklarına göre dinler, fertle ilgilendikleri gibi toplumsal yapıyla da ilgilenmişlerdir. Önceki bölümler­de gördüğümüz gibi inanç prensiplerinin de, ibadetle­rin de toplumsal yapıyla yakından ilgileri vardır, ileride de direkt olarak toplumsal yapıyla ilgili hususlar üze­rinde duracağız. Kur'an-ı Kerim'in toplumsal yapıyı ih­mal etmiş olması düşünülemez. Peygamber (s.a.v), gü­zel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildiğini belirtmek­te, yüce Allah da, onun üstün bir ahlâk üzere olduğunu ifade etmektedir. Ne var ki, bir toplum için salt ahlâkî öğütler yeterli değildir. Kimi emir ve yasaklara, hatta ce­zalara da ihtiyaç vardır.

Kur'an-ı Kerim, toplumsal yapıya dair kuralları ayrıntılı bir şekilde ele almamakta, birtakım prensipler­le yetinmekte ve genelde ayrıntılardan kaçınmaktadır. Sosyal hayatın değişkenliği göz önünde bulunduruldu­ğunda bu tavrın ne denli gerekli olduğu anlaşılmakta­dır. Bu nedenle Kur'an-ı Kerim, toplumsal meselelerde şûrâ'ya vurgu yapmaktadır.[366]Hatta vahiy alan Peygamber (s.a.v.)den bile "işleri karar bağlarken onlara (mü­minlere) danışması"[367] istenmektedir. Ancak şûrâ'ya baş vurma, haliyle hakkında nass bulunmayan konularla kayıtlıdır.

Peygamber (s.a.v.) bir hadisinde, İslam'ın beş şey üzerine kurulu olduğunu söylemektedir. Bu beş şey:

a.  Allah'tan başka tanrı olmadığına ve Muham-med'in, O'nun kulu ve elçisi olduğuna tanıklık etmek.

b. Namaz kılmak.

c.  Zekât vermek.

d. Oruç tutmak.

e.  Hacca gitmek, şeklinde sıralanmaktadır.

Bu beş şey, temeller durumunda ise, bunlar üze­rinde kurulacak bir bina vardır, demektir, işte bu temel­ler üzerinde kurulu olan şey, Kur'an-ı Kerim'in öngör­düğü toplumsal yapının kendisidir, islâm dini, Peygam­ber (s.a.v.)'in hadisinde anlattığı temel durumunda olan bu hususlarla birlikte toplumsal yapıyla ilgili öngördü­ğü hususlardır.

Toplumsal yapının konularına geçmeden önce is­lam toplumunun Kur'an'da zikredilen üç temel özelliği­ne değinmek istiyoruz.[368]

 

Vasat/Orta Toplum:

 

islam ümmetinin vasat/orta ümmet olduğunu bil­diren âyette şöyle denilmektedir:

"Böylece sizi vasat/orta bir ümmet kıldık ki, insanlara şahit olasınız. Peygamber de size şahit olsun."[369]

Vasat kelimesi orta, dengeli, adaletli, bir şeyin iyi­si ve hayırlısı gibi anlamlara gelir. Âyet, kıble değişikli­ğinden söz edilen bir ortamda zikredilmektedir. Burada Ehl-i Kitab'ın kıble değişikliğine karşı çıkışlarından bahsedilmekte ve bu arada islam ümmetinin vasat bir ümmet olduğu belirtilmektedir. Anlatımdan bu özelli­ğin, islâm ümmetinin temel ve genel bir özelliği olduğu anlaşılmaktadır, Müfessirler de âyeti bu şekilde anlamış­lardır. Kurtubi: "Kabe nasıl dünyanın tam ortasında ise, islam ümmeti de, orta bir ümmettir" demektedir.[370] Ar­dından Hıristiyanların peygamberlerini tazim konusun­da aşırı gittiklerini, Yahudilerin ise, onlara gereken de­ğeri vermediklerini belirtir.[371] Buna göre islam, hem kendi peygamberi ve hem de diğer peygamberler konu­sunda orta bir yol izlemiştir. Çağdaş müfessirler de, me­seleye aynı zaviyeden bakmış, fakat ona daha geniş bir açılım getirmişlerdir. Bu müfessirlerden Muhammed Esed, şöyle demektedir:

"Lafzen (ayetin kelime anlamı), 'orta bir toplum' yani, aşırılıklar karşısında adil bir denge gözeten ve hem zevk ve sefahati, hem de mübalağalı bir zühdü reddederek insanın tabiatını ve imkânlarını değerlendir­mede gerçekçi ve makul davranan bir topluluk. Kur'an, sıkça tekrarladığı, hayatın her cephesinde dengeli ve öl­çülü olma çağrısı ile uyumlu olarak müminlere, hayat­larının bedenî ve maddî yönüne çok fazla ağırlık verme­melerini öğütler; ama aynı zamanda insanın bu 'bedenî hayat' ile ilgili ihtiyaç ve isteklerinin ilâht iradenin eseri ve bu nedenle de meşru olduğunu kabul eder. Daha ile­ri bir tahlilde, 'dengeli ve ölçülü bir toplum' ifadesinin insanın varoluş problemine Islamî yaklaşımı temsil etti­ği söylenebilir: Ruh ile beden arasında fıtrî bir çatışma olduğu görüşünün reddi ve insan hayatının bu ikili cephesindeki labil ve ilahî bütünlüğün açık bir teyidi. İslam'a özgü olan bu dengeli davranış, doğrudan Al­lah'ın birliği ve bütün hilkatin temelinde yatan amacın tekliği kavramından doğmaktadır. Böylece, burada 'dengeli ve ölçülü toplum'dan söz edilmesi, Allah'ın bir­liğinin bir sembolü olarak Kabe temasına uygun düşen bir giriştir."[372]

Toplumsal meselelere tefsirinde geniş yer ayıran Seyyid Kutub ise, âyetin tefsirinde şöyle demektedir:

"Bu ümmet, bütün anlamlarıyla gerçekten 'orta' bir ümmettir. 'Vasat' kelimesi, ister fazilet ve güzellik anlamına gelen 'vesâtat' kökünden türemiş olsun, ister­se itidal ve kasd anlamına gelen 'vasat' kökünden gel­miş, ya da asıl anlamıyla 'vasat' kökünden türemiş ol­sun, her bakımdan 'orta' bir ümmet... Bu ümmet, inanç ve düşüncede orta yolu izler: Ne sırf ruhî bir hayata da­lar, ne de maddeye boğulur. Aksine o, bedene girmiş bir ruh veya ruha sarılmış bir beden sentezinden mey­dana gelen fıtrat kanunlarına uyar. Değişik güçlerden meydana gelen bu bünyeye, muhtaç olduğu bütün gı­dalardan hakkını tastamam verir. Hayatın korunmasına ve devamına çalışırken, ruhun ilerlemesi ve yükselmesi­ni de ihmal etmez.

Arzu ve istekleri, ifrat ve tefrite varmadan, denge ve uyum içerisinde serbest bırakır.

Bu ümmet, düşünce ve şuurda-vasattır: Bildikleri­ni dondurup, deneysel ve pozitif bilimlere kapılarını kapatmaz. Her sesin arkasına düşmediği gibi, gülünç bir maymun taklitçiliği de yapmaz. Her şeyden önce kendisinde bulunan düşünce, metot ve esaslarına sımsı­kı bağlanır. Sonra bu düşünce ve deney sonuçlarını pratik hayatında görür. Onun daimî özelliği: 'Hakikat mü­minin yitiğidir, nerede bulursa alır' hadis-i şerifidir.

Bu ümmet, düzenleme ve uygulamalarında vasati-tır: Hayatı büsbütün duygu ve vicdanın emrine terk et­mediği gibi, tamamen ceza kanunlarına da bırakmaz. Kişisel vicdanları eğitim ve yönlendirmeleriyle ulvîleşti-rir. Toplumun düzenini de yasal yaptırımlarla güvence altına alır. Böylece ikisini bir arada kaynaştırır. İnsanla­rı, bir diktanın sultasına terk etmediği gibi, yalnız vic­danın emirlerine de bırakmaz. Aksine ikisini birlikte düşünür.

Bu ümmet insan ilişkilerindeki karşılıklı muame­lelerde de vasattır. Kişilerin şahsiyetini ve değer yargıla­rını göz ardı etmediği gibi, onları toplumun veya devle­tin kişiliğinde de eritmez. İnsanın yalnızca kendi çıkarı­nı düşünen bencil ve açgözlü biri olarak kalmasına da izin vermez. Fakat ferdin kişiliğini geliştiren ve dina­mizmini sağlayan itici gücünü ve enerjisini, kişiliğini ve oluşmasını gerçekleştirecek olan tabiî özelliklerini ve. fıtri arzularını serbest bırakır. Sonra bir taraftan taşkın­lıkları frenleyecek bazı engeller koyarken, diğer taraftan da topluma hizmet konusunda ferdin isteğini harekete geçirecek etkenler yerleştirir. Bir ahenk ve düzen içeri­sinde, bireyi topluma yardımcı kılan, toplumu da bire­yin koruyucusu durumuna getiren görevler ve sorumlu­luklarla ilgili düzenlemeler yapar.

Bu ümmet mekân itibariyle de vasattır: Yeryüzü­nün yaşanabilir en normal yerindedir. Müslümanların üzerinde yaşadığı topraklar, her yönden; doğu, batı, ku­zey ve güney yönlerinden, yeryüzünün en orta bölge­sinde olagelmiştir. Bu konumuyla da insanlığı gözetle­mekte, onlara karşı şahitliği omuzlamakta, sahip oldu­ğu maddî, manevî değerleri bütün yeryüzü sakinleriyle paylaşmaktadır. Düşünce ve ruhun meyveleriyle, tabiatın meyveleri onun yoluyla her tarafa yayılmaktadır. Bu hareketi icra ederken de, maddesi ve manasıyla bir­likte çalışmaktadır.

Bu ümmet zaman bakımından da vasattır: Kendi­sinden önceki insanlığın çocukluk devresini sona erdi­rir. -Geldikten- sonra da insanlığın akıl ve olgunluk ça­ğını yaşamasını sağlar. Ortada durup, insanlığın çocuk­luk döneminden kalma vehimlerini ve hurafelerini sil­kip atar. İnsanlığın akıl ve duygularla saplantıya düşme­sine engel olup, peygamberler döneminden kalma ruhî mirasıyia devamlı gelişen aklî kontrol mekanizmasını birleştirerek, ikisinin arasında doğru yolda yürür."[373]

Günümüz düşünce sistemlerini göz önünde bu­lundurduğumuzda islam'ın hâlâ orta bir yol takip ettiği­ni görürüz. Ferdiyetçilik ile toplumculuk, seküler anla­yışlarla teokratik anlayışlar, dünya ile âhiret, kalem ile kılıç arasında orta bir yol takip etmektedir.

Vasat kelimesinin anlamlarından biri de, adalet idi. Nitekim birçok müfessir, âyetin tefsirinde bunu açıkla­maktadır. Şayet Kur'an'da bir âyet veya kelime, birden fazla anlama gelip bu anlamlar birbirlerini destekliyorsa, bu anlamların tamamı geçerlidir. Zaten Kur'an'm birçok âyetinde adaletli olmak, emredilmektedir. Allah'ın güzel isimlerinden biri de, adaletli olan anlamında "el-AdV'dir. Bunun sonucu olarak dini de bütün alanlarda adaleti öngörmektedir:

"Rabb'inin sözü hem doğrulukça, hem de adaletçe ta­mamlanmıştır. Onun sözlerini değiştirebilecek hiç kimse yoktur. O, işitendir, bilendir "[374]

Kur'an'da Allah'ın âdil olduğu belirtilmekle yeti-nilmemiş, adalettin zıttı olan zulümden münezzeh ol­duğu da birçok âyette ifade edilmiştir. O'nun adaleti hem dünyaya, hem de âhirete yöneliktir. Gerek bu dün­yada yaptıklarından dolayı cezalandırılan toplumların cezalandırılmaları anlatıldığında, gerek âhirette cezalan­dırma söz konusu edildiğinde Allah'ın adalet sahibi ol­duğu ve insanlara zulmetmediği Kur'an'da özenle zikre­dilmektedir. Ayrıca O'nun, suçlan dengi bir ceza ile ce­zalandırdığı halde iyiliklere kat kat mükâfat verdiği de belirtilmektedir. Her vesile ile Allah'ın adaletinin vurgu­lanması, Müslümanların da âdil olmasını gerekli kıl­maktadır:

"Allah, iyiliği emreder; aşırılıktan, kötü işlerden ve azgınlıktan (saldırganlıktan) da uzak durmanızı isteri[375]

"Allah size emanetleri sahiplerine teslim etmenizi emre­diyor, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman da, adaletle hükmedin ."[376]

Adalet, bahanesi ne olursa olsun göz ardı edilecek bir şey değildir. Bu sebeple Kur'an-ı Kerim, daha önce

haksızlık etmiş bir topluluğa, öc alma duygusuyla aşırı gidilmemesi gerektiğine dikkat çekmektedir:

"Sizi Mescid-i Haram'dan çevirdiklerinden dolayı bir topluma karşı beslediğiniz kin, sizi saldırganlığa sevk etme­sin, iyilik ve takva üzerinde yardımlasın, günah ve düşman­lık üzerinde yardımlaşmayın, Allah'tan korkun. Çünkü Al­lah'ın azabı  idi''[377]

 

Hayırlı Toplum:

 

İslam toplumunun ikinci temel özelliği, hayırlı bir toplum olmasıdır. Bu özelliğe sahip bulunması ise, iyili­ği emreden ve kötülükten sakındıran dinamik bir top­lum olmasından kaynaklanmaktadır. Konuyla ilgili âyette şöyle denilmektedir:

"Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmet oldunuz. İyiliği emreder kötülükten sakındırırsınız ve Allah'a inanırsınız"[378]

Âyette zikredilen en hayırlı ümmet ile Peygam­berin ashabından ilk İslam'a girenler mi, yoksa ashabı­nın tamamı mı veya İslam ümmetinin tamamının mı, kastedildiği konusunda farklı görüşler ileri sürülmüş­tür. Haddizatında hayırlı olmanın gerekçesi âyetin ken­disinde belirtilmektedir ki o da, iyiliği emredip kötü­lükten sakmdırmaktır. İslam tarihinin hangi döneminde ümmet, bu görevini yerine getiriyorsa, en hayırlı üm­mettir.[379]

İslam toplumunun iyiliği emredip kötülükten sa­kındırması, iki yönlü bir faaliyettir. Bu yönlerden biri, îslam toplumunun kendi içindedir. İslam toplumunun fertleri, kendi toplumlarında bu görevi yerine getirirler. Her fert, kendi toplumuna karşı duyarlıdır ve çevresin­de olup bitenlere lakayt kalamaz. Toplumuna iyiliğin hakim olması için çalışır. Öyle ki, Peygamber hadisin­de, yolda gelip geçenlere eziyet eden bir taşın kaldırılıp atılması bile, imanın bir şubesi olarak değerlendirilmiş­tir. Müslim'in rivayet ettiği bir hadiste Peygamber (s.a.v.)'in şöyle dediği anlatılır:

"İçinizden kim bir kötülük görürse onu eliyle düzelt­sin. Buna gücü yetmezse diliyle düzeltsin. Buna da gücü yet­mezse kalbiyle hugzetsin. îmanın en zayıj derecesi de bu­dur"

İyiliği emredip kötülükten sakındırmanın diğer yönü ise, dışa yöneliktir. İslam, iyiliğin insanlık toplumunun tamamına hakim olmasını ve kötülüklerin de tamamından kalkmasını ister. Bu sebeple, diğer top­lumlara zarar verecek davranışlara da engel olmaya çalı­şır. Hatta başka toplumlarla savaşın temelinde de bu es-piri yatmaktadır. Müslüman toplum, sırf hakimiyet ala­nını genişletmek ya da maddi çıkar elde etmek için baş­ka toplumlara savaş açmaz.

O halde İslam toplumunun en hayırlı olmakla ni­telenmesi, boşuna değildir. Ancak güçlü bir iman olma­dıkça bunun sağlanması imkân dışıdır. Bu sebeple âyet, İslam ümmetinin Allah'a iman ettiğini belirtmektedir.[380]

 

Birlik İçinde Bir Toplum:

 

İslam toplumunun birlik ve beraberlik niteliğini ifade eden âyette şöyle denilmektedir:

"Ve işte sizin bu ümmetiniz, bir tek ümmettir. Ben de sizin Rabb'inizim, benden korkun."[381]

Kur'an-ı Kerim, insanların tamamının aynı anne ve babadan geldiklerini haber vermektedir. O halde in­sanların tamamı arasında bir akrabalık bağı mevcuttur. Bu sebeple farklı ırklara mensup olmaktan kaynaklanan ayrımcılığın önüne geçilmiştir. Peygamber, etnik farklı­lıkları körüklemeyi ve bunların peşinde gitmeyi cahiliye olarak nitelemektedir. Hatta bu uğurda savaşanların, İs­lam'la bir ilişkilerinin kalmadığını belirtmektedir.

Her şeyden önce mevcut insanların tamamı tek nefisten yaratılmışlardır. Peygamber'in, Veda hutbesinde şu söyledikleri, Kur'an'ın bu konuda söylediklerinin bir özeti mahiyetindedir:

"Ey insanlar! Muhakkak ki, Rabb'iniz birdir, babanız birdir. Hepiniz Âdem'densiniz; Âdem de topraktandır. Hiç kimsenin, başkaları üzerinde üstünlüğü yoktur. Şeref ve üs­tünlük, ancak takva iledir. Binaenaleyh, bütün Müslüman­lar birbirlerinin kardeşidir. Hepiniz, müşterek bir kardeşli­ğin üyelerisiniz- Birinize ait olan bir şey, gönlünüzün rızası olmadıkça, başkası için helal olmaz. Zulüm yapmaktan kendinizi koruyunuz- Halkın haklarını zulümle almayınız. Onların haklarını gasbetmeyiniz- Benden sonra, kâfirlerin yaptığı gibi, sakın birbirinizle boğuşmayınız. Size bir şey bı­rakıyorum ki, ona sımsıkı sanlırsanız, asla sapıklığa düş­mez ve yolunuzu şaşırmazsınız, tşte o şey, Allah'ın Kitabı Kur'an-ı Kerim'dir."

Daha dar ve daha özel bir kardeşlik ise, inananla-rın/müslümanlarm kardeşliğidir. Ancak islam evrensel bir din olduğu için, henüz İslam'a girmemiş olanlar, her an için Müslüman olmaya adaydır. Bu sebeple diğer inanç mensuplanna iyi ve âdil davranmak esastır. Diğer inanç mensuplanna iyi ve âdil davranmak, sadece günün birinde İslam'ı kabul edebilecekleri ümidiyle de değildir. Çünkü bu şekilde davranmak, bizatihi Müslüman olma­nın bir gereğidir.

Toplumun birliğini sağlayan altyapı oluşturulma­dan toplumun birliğini istemenin herhangi bir anlamı yoktur. Yapay olarak sağlanan birlik, bir müddet sonra ortadan kalkacaktır. Toplumda birliğin sağlanmasının, en önemli âmillerinden biri, fertler arasında adaletin sağlanmasıdır. Şu veya bu nedenler ileri sürülerek top­lumda bazı kesimlerin kaymlması, bazı kesimlerin ise kimi haklarının gözetilmemesi, toplumda birliği bozan en önemli etkendir.

Toplumda birliği bozan diğer önemli bir etken de, gelir dağılımındaki adaletsizlik ve zenginlerin fakirleri gözetmemeleridir. Kur'an-ı Kerim, zekât gibi zorunlu bir ibadetin yanısıra fakirlerin gözetilmesini de teşvik etmektedir. Böylesi teşvikler konusunda inancın etkisi bilinmektedir.

Toplumda birliğin sağlanmasının etkenlerinden bir diğeri de, fertlerin yönetime katılmaları ve görüşleri­ni özgürce dile getirebilmeleridir. Kur'an, şûraya baş­vurmayı, Müslüman olmanın bir özelliği olarak zikret­mektedir. Vahiy alan Peygamber'e bile, Müslümanlara danışması Kur'an'da tavsiye edilmektedir:

"Onların işleri aralarında şûrâ/danışma iledir."[382] "Allah'ın rahmetinden dolayı ey Muhammed, sen on­lara karşı yumuşak davrandın, eğer kaba ve katı kalpli ol­saydın, şüphesiz etrafından dağılıp giderlerdi. Onları affet, onlara mağfiret dile, iş hakkında onlara danış, fakat bir kez karar verdin mi Allah'a güven, doğrusu Allah güvenenleri sever."[383]

Kur'an, hangi temele dayanırsa dayansın toplum­da sınıflaşmayı reddeder. Kuşkusuz bu, toplumda hiç­bir farklılığın olmayacağı anlamında değildir. Bizim bu­rada kastettiğimiz sınıflaşma, toplumun hak gaspına da­yalı, hukuk karşısında eşit olmayan ve aralarında birin­den diğerine geçme imkânı bulunmayan gruplara ayrıl­masıdır. Yoksa, İslamiyet de cahil ile âlimi bir sayma­mış, âlimi üstün tutmuştur. Ancak hukuk karşısında âlim ile cahil arasında bir fark yoktur. Ayrıca cahil kişi, ilim elde ederek âlimler sınıfına geçiş yapabilir. Yine Kur'an~ı Kerim, rızık konusunda ve maddi gelirde in­sanların birbirlerinden farklı olduklarını kabul etmekte, hatta bunu Allah'a nispet etmektedir:

"Ey Muhammedi Rabb'inin rahmetini onlar mı tak­sim edip paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların geçim­lerini aralarında paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz taksim ettik; birbirlerine iş gördürmeleri için kimini kimine derecelerle üstün kıldık; Rabb'inin rahmeti, onların biriktirdikleri şeylerden daha

iyidir.[384]

Ancak fakir ile zengin hukuk karşısında eşit oldu­ğu gibi fakir, çalışarak zengin olabilir. İlim ve rızıkta üs­tünlük, bir gaspa ya da etnik bir guruba ait değildir.

Sonuç olarak Kur'an-ı Kerim, toplumda birliğin sağlanması için iki temel noktayı gündeme getirmekte­dir. Bunlardan birincisi, insanlığın tamamının aynı anne ve babadan geldiklerini belirtmesidir. Bir toplumu mey­dana getiren fertler, farklı inançlara ya da farklı ırklara mensup olabilirler. Ama neticede hepsi arasında bir ak­rabalık bağı söz konusudur ve bu da hepsinin aynı an­ne ve babadan olmasıdır. İkinci temel nokta ise, inanan fertler arasındaki din kardeşliğidir. Peygamber (s.a.v.) bir hadislerinde inanan kimseleri, bir binanın birbirleri­ne kenetlenmiş tuğlalarına benzetmektedir. İnanan kişi, inanan bir başkasının kardeşidir; onun yardımına ko­şar; sevincinde de, sıkıntılarında da ona ortak olur.[385]

 

İslam Toplumu Ve Etnik Ayırım

 

Her türlü etnik ayırım reddedilmiştir. Peygambe­rin soyundan gelen ile toplumda büyük bir suç işlemiş, şu veya bu soydan gelmiş olan bir kimsenin oğlu eşittir. Atalarının veya akrabalarının işlemiş oldukları herhangi bir başarıdan bir kimsenin, kendisine pay çıkarması reddedildiği gibi, işlemiş olduklan herhangi bir suçtan dolayı sorumlu da tutulamaz. Bu prensip, sadece Kur'an'ın ileri sürdüğü bir prensip de değildir, bütün peygamberlerin vahiylerinde zikredilmiştir:

'Yoksa kendisine haber mi verilmedi; Musa'nın sahi-fesinde (yazılı) olan. Ve çok vefalı olan İbrahim'in (sahife-sinde yazılı olan şu gerçekler): Hiçbir günahkâr, başkası­nın günah yükünü yüklenmez, insana çalışmasından başka bir şey yoktur ve çalışması da yakında görülecektir."[386]

O halde sözünü ettiğimiz prensip, tüm zamanlann bir prensibidir: "Kim hidayete gelirse kendisi için hidayete gelmiş olur, sapan da, kendi aleyhine sapar. Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü çekmez. (Herkes kendi günah yükünü çeker)."[387]

Fertler hakkında geçerli olan bu prensip toplum­lar için de aynen geçerlidir. Nitekim islam ümmetinde en üstün nesil olarak kabul edilen ve hem Kur'an âyet­lerinde, hem de Peygamberin hadislerinde övülmüş bulunan sahabilerin babaları, Allah'a ortak koşan müş­rik insanlardı.

Kur'an-i Kerim'in indiği dönemde bütün toplum­larda etnik ayırımın var olduğu bilinmektedir. Merha-metiyle bilinen Hıristiyanlıkta bu ayırım mevcuttu. Ya­kın zamana kadar Hıristiyanlar, gökler âleminde siyah ırktan gelen Hıristiyanlarla beyaz ırktan gelen Hıristi­yanların eşitliğini kabul ederlerdi ama bu dünya haya­tında eşitliği kabul etmiyorlardı. Halbuki Islâmm tâ ilk döneminde siyahı bir köle azatlısı olan Habeş'li Bilal, İs­lam toplumunda önemli bir değeri olan müezzinlik gö­revini üstlenmiş ve Peygamber (s.a.v.)'in müezzini ola­rak şöhret bulmuştur. Ne yazık ki bu ayırım günümüz­de hâlâ bir çok toplumda devam etmektedir. Günümü­zün medenî ülkeleri olarak kabul edilen Amerika ve Av­rupa ülkelerinde bu ayırım hukuken ortadan kaldırıl­mış olmakla birlikte söz konusu toplumların bunu içle­rine sindirebiîdiklerini rahatlıkla söyleyemiyoruz. Sov­yetler birliğinin dağılımından sonra ortaya çıkan ülke­lerle İslâm öğretisinden uzaklaşmış birçok Müslüman toplumlarda hakim olan koyu milliyetçi akımlar nede­niyle bu ayırımın, yakın bir zamanda ortadan kalkabile­ceğini söylemek de ne yazık ki mümkün görülmemek­tedir.

İnananların kardeş olduklarını belirten Kur'an-ı Kerim, birliklerini bozmaya çalışacak kimselerin varlığı konusunda Müslümanları uyarmaktadır, Müfessirler naklederler ki: Peygamber (s.a.v.) döneminde yaşayan Şâs b. Kays isimli Yahudi, Müslümanlara kin ve nefret duygularıyla dolu olan katı bir kâfir idi. Her fırsatta Müs­lümanların arasını bozmaya çalışırdı. Bir yerden geçer­ken. İslam'a girmezden önce birbirleriyle kanh-bıçaklı olan Evs ve Hazreç kabilelerine mensup Müslümanların

kendi aralarında tatlı tatlı sohbet ettiklerini gördü. Kendi kendine: "Bunların beraberliği devam edecek olursa, bi­zim hiçbir etkinliğimiz kalmaz; huzur bulamayız" dedi. Yahudi bir genci çağırarak bu gence, gidip aralarında oturmasını ve onları birbirlerine düşürmesini; daha önce bu iki kabile arasında vukubulmuş "Buâs" harbini ve her bir tarafın, kendi tarafını öven ve karşı tarafa hakaretler içeren cahiliye dönemi şiirlerini hatırlatarak onlan birbir­lerine karşı kışkırtmasını öğütledi.

Yahudi genç gitti ve nihayet onlan birlerine karşı kışkırtmayı başardı. Taraflar, savaşmak üzere, Medi­ne'de bulunan bir meydana birbirlerini davet ettiler. Her bir taraf, mensuplarına haber gönderdi ve söz ko­nusu meydanda toplanmaya başladılar. Bunu duyan Peygamber (s.a.v.), Muhacirlerle birlikte meydana gitti: "Ey Müslümanlar, daha ben aranızda olduğum halde cahiliye dâvasını mı güdüyorsunuz? Allah sizi İslâm'la şereflendirdi. Cahiliyeden kaynaklanan her kötülükten ilişkinizi kesti. Kalplerinizi bir birlerine ısındırdı. Buna rağmen kâfir olduğunuz dönemde yaptıklarınıza geri mi dönüyorsunuz?" anlamında bir konuşma yaptı.

Evs ve Hazreç kabileleri, oyunu fark ettiler; bu­nun, şeytanın ve onlara düşmanlık besleyenlerin bir oyunu olduğunu anladılar. Silahlarını atarak birbirleriy­le kucaklaştılar. Yüce Allah bu ebedî oyuna karşı Müs­lümanları uyarmak için şu âyeti indirdi:

"Ey inananlar, Kitap verilenlerden herhangi bir guru­ba uyarsanız, imanınızdan sonra (onlar), sizi döndürüp kâ­fir yaparlar. Size Allah'ın âyetleri okunmakta ve O'nun el­çisi de aranızda iken nasıl inkâr edersiniz? Kim Allah'a sa-nlırsa, muhakkak ki o, doğru yola iletilmiştir. Ey Müslümanlar, Allah'tan O'na yaraşır biçimde korkun ve ancak Müslümanlar olarak ölün."[388]

Hemen takip eden âyette yüce Allah, Müslüman­ların birliklerinin nasıl devam edebileceğini de şöyle an­latmaktadır:

"Ve topluca Allah'ın ipine (Kur'an'a) yapışın, ayrıl­mayın; Allah'ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz, bir­birinize düşman idiniz- (Allah) kalplerinizi birleştirdi. 0'-nun nimeti sayesinde kardeşler haline geldiniz- Siz ateşten bir çukurun kenarında bulunuyordunuz. (Allah) sizi ondan kurtardı. Allah size âyetlerini böyle açıklıyor ki, yola gelesinız[389]

Toplumsal yapının en küçük birimi, ailedir. Bu nedenle Kur'an-ı Kerim'in öngördüğü toplumsal yapıya aile konusuyla başlamak istiyoruz. Zaten iyi bir toplum, iyi eğitilmiş fertler ve sağlıklı temeller üzerine kumlmuş aile ile mümkündür. Ancak aile konusuna geçmeden önce toplumda ayırım konusuyla yakından ilgisi bulu­nan 'kölelik konusunu ele almakta yarar vardır.[390]

 

Kölelik Meselesi

 

Kur'anın indiği dönemde bütün toplumlarda; di­ne dayalı hukuklarda da, beşeri hukuklarda da kölelik yasal bir kurum idi. Bu konuda İslam'ın getirdiği, köle­lik kaynaklarım sınırlamak ve hürriyetlerine kavuşma yolunu yasallaştırmaktan başkası değildir. İslam'dan ön­ce köleliğin kaynağı savaşla sınırlı değildi. Aralarında savaş durumu olmasa da kabilelerin çapulculuk yoluyla bir birlerinden adam kaçırmaları kölelik kaynaklarm-dandı. Hatta Yahudilik'te borçlu kimse, zamanında bor­cunu ödeyemediği takdirde alacaklının kölesi olurdu. Hıristiyanlık da, aynı şeyi olduğu gibi kabul etmişti.

Dinlerin yanında beşeri hukuk da, hatta filozoflar la kölelik kurumunu kabul etmişlerdi. Mesela Aristo'ya göre, bazı insanlar, kölelik için yaratılmışlardır. Onlar, insanın hizmetinde olan -araç-gereç mesabesindedirler. Araç-gereçten farkları, sadece canlı olmalarıdır. Aris­to'nun hocası Eflatun'a göre de, köleler, vatandaşlık haklarından mahrum edilirler. Onlar, efendilerine itaat etmek mecburiyetindedirler. Efendisine karşı gelen kö­le, devlet tarafından yakalanır ve cezalandırılması için efendisine teslim edilir.[391] Netice olarak bütün toplumlarda kölelik kurumu mevcuttu. Herhangi bir haklan da yoktu, efendilerinin mutlak hakimiyeti altındaydılar.

islam, köleliğin kaynağını savaşla sınırladı. Günü­müz Devletler Hukukunda esir kamplarının karşılığı, İslam hukukunda köleliktir. Çünkü günümüz Devletler Hukukuna göre, iki taraf anlaşma yapıncaya kadar sa­vaş esirleri, esir kamplarında tutulurlar. Kendilerine ne vatandaşlık hakkı verilmekte ve ne de özgürlüklerden istifade edebilmektedirler. Anlaşma sonucunda ise, ya esir değiş tokuşu yapılır, ya belli bir menfaat karşılığın­da yahut da karşılıksız salıverilirler. İslam hukuku da aynı şeyleri öngörmektedir. Aradaki fark, esir kampları yerine esirlerin köle edinilmeleridir. Ayrıca İslam, iki ta­rafın anlaşma yapmalarını beklemeksizin kölelerin hür­riyetlerine kavuşmaları için birtakım yollar getirmiştir. Hatta zekâtın harcama yerlerinden biri, kölelerin hürri­yetlerine kavuşturulmalarıdır. Zekât, devlet tarafından toplanan bir vergi olduğuna göre, devletin kendisi, kö­lelerin hürriyete kavuşmaları için bir fon ayırmaktadır.

Kişilerin de, kölelerini ya köleden ya da akrabala­rından alınacak bir fidye karşılığında hürriyetlerine ka­vuşturulmaları tavsiye edilmektedir:

"Kölelerinizden hür olmak için bedel vermek isteyen­lerin, onlarda bir iyilik görürseniz, bedel vermelerini kabul edin. Onlara Allah'ın size verdiği maldan verin."[392]

Ayrıca işlenen birçok günahın/suçun keffareti, bir kölenin hürriyetine kavuşturulmasıdır. Mesela, yanlış­lıkla adam öldürme, yeminini bozma gibi suçların kef-faret yollarından biri, bir kölenin hürriyetine kavuştu­rulmasıdır. Hatta Kur'an-ı Kerim, köleyi hürriyetine kavuşturma işine yanaşmamayı bir onursuzluk olarak gör­mektedir:

"Ama o, zor geçidi aşmaya girişemedi. O zor geçidin ne olduğunu sen bilir misin? O geçit, bir köleyi hürriyetine kavuşturmaktır. "[393]

O halde islam, kölelik kurumunu getirmemiştir. Bilakis kaynaklarını sınırlandırmış ve kölelerin hürri­yetlerine kavuşmaları için birçok yol göstermiştir. Esa­sen islam'da, Batılıların kölelik kelimesinden anladıkları "daimî kulluk" ve "kölelik sınıfı" yoktur.[394] Köle, hür kişi ölçüsünde olmasa bile bir kişilik ve kimliğe sahiptir. Ta­raf olarak efendisiyle antlaşma akdedebilir; hürriyete kavuşması konusunda akit yapabilir. Efendisine karşı birtakım haklara da sahiptir. Aslında islam şeriatı, zayı­fın kuvvetliye karşı vazifelerini belirtmekten ziyade, kuvvetlinin zayıfa karşı vazifelerini gündeme getirir. Hı­ristiyanlık'ta olduğu gibi köleliği yaradılış icabı" olarak görmez. Köle olmak, insanı Müslümanlık nazarında iti­bardan düşürmez.

islam hukuku ile günümüz hukuku arasındaki mesele, esir kampı ile kölelik arasında düğümlenmekte­dir. Köle kişi, hür kimsenin bütün imkânlarından yarar-lanmasa da birtakım haklara sahiptir. Konunun ayrıntı­ları fıkıh kitaplarında mevcuttur. Vakıa, İslamiyet hapis cezalarına iyi gözle bakmamaktadır. Genelde hapis ce­zaları, muhakeme son buluncaya kadardır yani göz altı şeklindedir.[395]

Peygamber (s.a.v.) birçok hadisinde kölelere iyi davramlmasmı, güçlerinin üstünde çalışlınlmamalarını ve efendinin kölesini "kölem ya da cariyem" şeklinde çağırmamasını, bilakis "oğlum, kızım" şeklinde çağırıl-malarını tavsiye etmektedir.

Kölelik, kalıcı bir nitelik değildir. Birçok yolla kö­le hürriyetine kavuşma imkânına sahiptir. Şu veya bu yolla köle, hürriyetine kavuştuktan sonra diğer hür in­sanlardan hiçbir farkı kalmaz. Bizzat Peygamber tarafın­dan bu konudaki uygulamalar, ileriki tarihlerde Müslü­manlar için örnek uygulamalar olmuştur. Peygamber döneminde azatlı bir köle olan Bilal, müezzinlik görevi­ne getirilmiş, Peygamberin azatlısı olan Üsâme, ordula­rın başkomutanlığına getirilmiştir. Aynı orduda sahabe­nin ileri gelenlerinden birçok komutan, Üsame'nin ko­mutasında yapılan savaşta görev almıştır. Hindistan'daki ilk İslam Devletinin kurucusu Kutbuddin azatlı bir köle idi. Gazneli Mahmud'un babası da yine bir köle idi.

Kölelik konusunda üzerinde durmak istediğimiz diğer bir husus ise, İslam hukukçularının, kölenin oğlu­nun da köle olacağını söylemeleridir. Bizce bu, isabetli bir karar değildir. Çünkü kölelik, bir cezadır ve ceza, ancak suçu işleyene tatbik edilir. Hiçbir şahıs, babası da olsa başka bir şahsın işlemiş olduğu suçtan dolayı so­rumlu tutulamaz. Kölenin oğlu veya kızı, savaş suçu iş­lememiştir ve bu sebeple onlar, hürdürler.

Son olarak bu konuda şunu da belirtmek gerekir ki îslam, bütünüyle köleliği ortadan kaldıramazdı. îste-nilmese de savaş, insanlığın bir vakıasıdır. Savaş olduğu müddetçe, köleliğin kaynağı da vardır, demektir. Ancak İslam, Devletler hukukuyla ilgili meselelerde mütekabi­liyet esasına önem verir. Karşı taraf, Müslüman esirlere nasıl davranıyorsa, Müslümanlar da karşı tarafın esirlerine aynı şeyi uygulamayı tercih ederler. Nitekim ko­nuyla ilgili âyette, savaş esirlerinin ya karşılıksız salıve­rilmelerini ya fidye karşılığı serbest bırakılmalarını ya da köle edinilmelerini istemektedir. O halde Müslüman yönetim, duruma göre bu alternatiflerden birini seçer. Taraflar arasında esir mübadelesi ya da şu veya bu şekil­de esirlerin salıverilmeleri için müzakereler devam edi­yorsa, esirlerin gözaltında tutulmaları da mümkündür. Sonuçta Müslümanlar, karşı tarafın takınacağı tavra gö­re bir karar alırlar. Eğer bugün dünyada Devletler Hu­kuku, kölelik kurumunu reddediyorsa, İslâmiyet, dün­den buna razıdır. Savaş esirlerine uygulanan biricik yol köle edinilmeleri olmuş olsaydı köleliğe kalıcı gözüyle bakılabilirdi. Halbuki Kur'an-ı Kerim, savaş esirlerine dair birkaç alternatif getirmiştir. Yöneticiler, bunlardan, günün şartlarına uygun olanı seçer ve uygularlar. Ayrıca köle edinilmeleri tercih edildiğinde, ardından, sözkonu-su kölelerin hürriyetlerine kavuşturulmaları için birçok alternatif yol devreye giriyordu. Bu da, İslam'ın temelde köleliğe karşı oluşunun delilidir.[396]

 

Aile

 

Kur'an-ı Kerim'in ayrıntılı bir şekilde üzerinde durduğu konulardan biri de ailedir. Aile başlangıçta bir erkek ve bir kadından oluşur. Her ikisinin rızalarına da­yalı, şahitler huzurunda akdedilen nikâh ile bir araya gelmiş ve ileride büyüyebilecek olan ailenin temelini at­mışlardır.

Kur'an-ı Kerim, işin başında her ikisinin tek bir nefisten türemiş olduklarını onlara hatırlatır:

"Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üreten Rabb'inizin (azabından) şahmın."[397]

Nisa (kadınlar) adını taşıyan ve aile konusunun birçok meselesinin incelendiği sûrenin bu ilk âyetinde bütün insanların bir nefisten yaratıldıkları anlatılmakta­dır. Âyette sözü edilen "tek nefis", Hz. Âdem'dir. Ondan eşi Havva yaratılmış ve ikisinden de insanlığın tamamı üremiştir. Burada sözü edilen "tek nefis'le insanlık özü­nün kastedildiğini ve hem Âdem'in, hem de Havva'nın bu özden yaratıldığını ileri sürenler olmuştur. Buna gö­re âyet mecazî bir anlatım içermektedir. Ancak zorunlu bir durum olmadıkça mecaza gitmek doğru değildir.

Âyetin zahir anlatımından anlaşılan, Havva'nın Âdem'­den yaratıldığıdır. Bu konuda Peygamber'den nakledi­len hadisler de vardır. Ayrıca Tevrat da bu görüşü açıkça ortaya koymaktadır. Âyette, o nefisten eşinin yaratıldığı ifade edilmektedir ki şayet ileri sürülen doğru olsaydı, bu takdirde Havva'nın, o insanlık özünün eşi olması ge­rekirdi. Çünkü yukarıda da belirttiğimiz gibi âyet, Nisa sûresinin ilk âyetidir ve öncesinde Âdem'den söz edil­memiştir. O halde tek nefis ile kastedilen, Âdem olmalı­dır. Şayet tek nefisle insanlık özünün kastedildiğini söy­leyecek olursak "zevcehâ" terkibindeki "hâ" zamirini göndereceğimiz bir merci bulunmamaktadır.

Peki bunun böyle olması, değer bakımından ka­dının erkekten geri olmasını gerektirir mi? Âyetten böy­le bir anlam çıkarmak mümkün değildir. Hatta Kur'an-ı Kerim, baba olmaksızın Hz. İsa'nın Meryem'den doğdu­ğunu belirtmektedir. Eğer âyetten böyle bir anlam çık­mış olsaydı, Meryem'in de Hz. isa'dan üstün olması ge­rekirdi. Bu sebeple âyetten böyle bir anlamın çıkarıla­mayacağını söylüyoruz. Aksine, erkekten yaratılmış olan kadının, erkekle değer bakımından eşit olduğu an­lamını çıkarmamız daha doğru olur. Bir bütünü ikiye böldüğümüz zaman, bir parçasının diğerinden üstün olduğunu söyleyemeyiz.

"Onlarda huzur bulmanız için size kendinizden eşler yaratıp da aranızda sevgi ve merhamet peyda etmesi de 0'-nun deliüerindendir "[398] âyetiyle Havva'nın Âdem'den değil, Âdem cinsinden yaratıldığını yani insanlık özün­den yaratıldığını ileri sürenler de olmuştur. Bu görüşü ileri sürenler diyorlar ki: Bizim eşlerimiz, bizden yaratllmış değiller, bizimle aynı cinstendirler. O halde "lek ne­fisten eşini yarattı" ifadesiyle de Havva'nın, Âdem'in emsinden yaratıldığı kastedilmektedir. Ancak biz bu son âyetle de Havva'nın Adem'den yaratıldığının kaste­dildiğim söylüyoruz. Bu âyet, tıpkı "sizi topraktan ya­rattık" ifadesi gibidir. Burada da hitap bizedir ama kas­tedilen Âdem'in topraktan yaratılmasıdır. O halde bu âyette kastedilen de Havva'nın Âdem'den yaratılmış ol­masıdır. Bununla birlikte ikisinin aynı özden yaratılma­ları ile Havva'nın Âdem'den yaratılmasının, birinin di­ğerine üstünlüğü açısından bir önem ifade etmediğini düşünüyoruz.

Bir âyette, hem kadının ve hem de erkeğin çabaîa-nnın boşa gitmemesini, her ikisinin birbirlerinden ol­ması gerekçesine bağlanmaktadır. O halde Havva'nın Âdem'den yaratılmış olması, değerce farklılıklarına de­ğil, eşitliklerine delalet eder. Söz konusu âyette şöyle denilmektedir:

"Bunun üzerine Rahlen, onların dualarım kabul etti (Dedi ki:) Ben, erkek olsun, kadın olsun -ki hep birbiriniz-densiniz- içinizden çalışan hiçbir kimsenin yaptığını boşa çı­karmam."[399]

Eşlerin evlilikte huzur bulmalarının nedeni de bu olmalıdır. Böylece birbirlerinden kopmuş olan parçalar bir araya gelmektedir. ''Onlar sizin için bir elbise, siz de onlar için bir elbisesiniz"[400] âyeti de bunu anlatıyor olma­lıdır.

Bu nedenle evlilik, ticarî ya da herhangi bir ortak­lık şeklinde algılanmamalıdır. Evlilikte birbirlerinden kopmuş parçalann bir araya gelmeleri söz konusudur ve böylece tam birlik oluşmuştur. Ayrı kalmaktan kay­naklanan huzursuzluk son bulmuş ve kendinden kop­muş parçayla birleşmeden doğan bir huzur ortamı oluş­muştur. Gelecek nesiller bu huzur ortamında gözlerini hayata açacaklardır.

Kur'an-ı Kerim, sorumluluk, ceza ehliyeti ve irade hürriyetinde kadın ile erkek arasında bir fark gözetme­miştir. Kadın da tıpkı erkek gibi bağımsız bir kişiliğe sa­hiptir. Yaptıklarının karşılığını da kendisi görecektir. Ne kadın erkeğin yaptığından dolayı mükâfatlandırılır veya cezalandırılır ve ne de erkek, kadının yaptıklarından dolayı mükâfatlandırılır veya cezalandırılır. Kur'an-ı Ke­rim bu konuda bize tarihî şahsiyetlerden misaller getir­mektedir.

"Allah inkâr edenlere, Nuh'un karısı ile Lût'un karısı­nı misal verdi. Bu ikisi, kullarımızdan iki salih kişinin nikâ­hında iken onlara hainlik ettiler. Kocaları Allah'tan gelen hiçbir şeyi savamadı. Onlara 'Haydi, ateşe girenlerle bera­ber siz de girin' denildi.

Allah, inananlara da Firavun'ın karısını misal göster­di. O, 'Rabb'im! Bana katında, cennette bir ev yap; beni R-ravun'dan ve onun işinde çalışmaktan koru ve beni zalimler topluluğundan kurtar' demişti.

İrzını korumuş olan, îmran kızı Meryem'i de Allah örnek gösterdi. Biz, ona ruhumuzdan üfledik ve Rabb'inin sözlerini ve kitaplarını tasdik etti. O gönülden itaat edenler­dendi:"[401]

Dinlerin hatta felsefî akımların, Hz. Âdem'in cen­netten çıkarılışı olayına bakışları, hayata bakışları konusunda bir nirengi noktasıdır. Mesela Tevrat'a göre yasak ağaçtan ilk yiyen Havva'dır. Kendisi yedikten sonra Âdem'i de aldatarak yemesini sağlamıştır. İşte bu sebep­le kadın cinsi dünya hayatı boyunca birtakım cezalara çarptırılmıştır. Bu cezalardan biri, hayatı boyunca kadı­nın kocasına hizmetçilik yapmasıdır. Halbuki Kur'an'a göre her ikisi, yasak ağaçtan yeme yasağına muhatap ol­muş, kendi hür iradeleriyle her ikisi yasak ağaçtan ye­miş ve her ikisi bu davranışlarından dolayı cezalandırıl­mışlardır. Konuyla ilgili âyetlerde mesken edinme/yer­leşme yönünde hitap sadece Âdem'e yöneltilmekte ve ardından hitaplar hep Âdem ve Havva ikilisine yapıl­maktadır. (7 Araf sûresi 19-25) Mesken edinme ile ilgi­li hitapta: "Ey Âdemi Sen ve eşin cennette yerleşin" denil­mektedir. Mesken edinme konusunda kadın erkeğe tabi olduğundan dolayı burada hitap sadece Hz. Âdem'e ya­pılmıştır. Ardından gelen hitaplar ise hep ikisine yönel­tilmiştir:

"Dilediğiniz yerden bol bol yiyin. Ancak şu ağaca yaklaşmayın. Sonra zalimlerden olursunuz." Şeytan onları aldatmaya kalkışırken de ikisini muhatap almıştır:

"Derken şeytan çirkin yerlerini kendilerine göstermek için onlara vesvese verdi ve Rabb'iniz, sırf melek olursunuz veya ebedî kalanlardan olursunuz diye sizi bu ağaçtan mt~ netti, başka bir sebepten dej$l, dedi."[402]

Şeytan söylediklerinin doğruluğuna teminat olsun diye de ikisine yemin etmiştir:

"Ve onlara: Ben gerçekten size öğüt verenlerdenim, diye yemin etti."

Şeytanın verdiği vesvese konusunda da Kur'an-ı Kerim, Âdem ile Havva arasında herhangi bir ayırım yapmamaktadır. İkisi şeytana aldanmış ve ikisi yasak ağaçtan yemişlerdir:

"Böylece hile ile onlan aldattı ve ağaçtan tattılar."

Ağaçtan tatmaları, her ikisi için aynı sonucu do­ğurmuştur:

"Çirkin/avret yerleri kendilerine göründü"

Avret yerlerinin görünmesine aynı tepkiyi göster­mişlerdir:

"Cennet yapraklarından üst üste yamayıp üzerlerine örtmeye başladılar."

Bu davranışlarından dolayı onları azarlayan ilâhî uyan da ikisine yönetilmiştir:

"Rab/eri onlara: Ben sizi o ağaçtan menetmedim mi ve şeytan size apaçık bir düşmandır demedim mi? Diye nida etti"

Yüce Allah'ın bu uyarısından sonra her ikisi piş­manlıklarını dile getirmiş ve bağışlanma dilemişlerdir:

"(Adem'le eşi) dediler ki: Ey Rabb'imizf Biz kendimi­ze zulmettik, eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutla­ka kaybedenlerden oluruz"

Ve olup biten sonucunda yüce Allah Âdem'i, Hav­va'yı ve Şeytan'ı cezalandırmaktadır:

"Birbirinize düşman olarak inin, sizin için yeryüzün­de bir süreye kadar yerleşip kalma ve yaşayıp faydalanma vardır. Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve oradan (diriltilip) çıkarılacaksınız"

Sorumlulukta, cezada ve irade hürriyetinde de Adem ile Havva arasında hiçbir ayırım yapılmamış, hi­taplar ikisine birlikte yöneltilmiştir. Hatta olaylara karşı kendi iradeleriyle verdikleri tepkiler de aynıdır. Bu se­beple birbirlerinden yaratılmış olan kadm ve erkekten birinin diğerinden üstün olması düşünülemez. Allah her ikisini sorumlu tutmuş ve çabalanndan dolayı her ikisini de mükâfatlandıracağını belirtmiştir:

"Bunun üzerine Rableri, onların dualarını kabul etti. (Dedi ki:) Ben, erkek olsun kadm olsun -ki hep birbiriniz-densiniz- içinizden, çalışan hiçbir kimsenin yaptığını boşa çıkarmayacağım:'[403]

Müfessirler, aynı çabayı gösteren kadm veya erke­ğe aynı mükâfatın verileceğini beyan etmişlerdir. Kadın, kadın olmaktan veya erkek, erkek olmaktan dolayı ayrı bir muameleye tabi tutulmayacaktır.

Kur'an-ı Kerim, eşler arasında akdedilen nikâhı, "sağlam bir teminat" olarak nitelemektedir.[404] Bu neden­le nikâh akdi herhangi bir akit gibi rasgele sona erdirilecek bir bağ değildir. Sona erdirilecek olsa bile eşlerin birbirleri üzerinde birtakım haklan devam etmektedir. Allah'a, O'nun huzurunda hesap vereceğine inanmak, hayatın her alanında olduğu gibi aile hayatında da olumlu katkıları olan bir olgudur. Aile reisi, aile fertleri­nin dünya hayatında mutlu olmalarını sağlamakla gö­revli olduğu gibi, âhirette de mutlu olmaları için çalış­ması, temel görevlerindendir.

Toplumlar nasıl bir hiyerarşi içerisinde yönetili-yorsa toplumun en küçük birimi olan aile için de Kur'an-ı Kerim bir yönetim şekli belirlemektedir. Buna göre aile reisi erkektir. Konuyla ilgili âyette şöyle denil­mektedir;

"Allah'ın insanlardan bir kısmım diğerlerine üstün kılması, mallarından harcama yapmaları sebebiyle erkek­ler, kadınların yöneticisi ve koruyuçuşudur.[405]

Erkeğin yöneticiliğinin ne anlama geldiği ve ne­denlerine geçmeden önce bu ve benzeri konuiarda Kur'an-ı Kerim'in öngördüğü kuralların evrensel mi, yoksa Kur'an'm indiği döneme mi ait olduğu konusu üzerinde durmak yararlı olacaktır.

Bazıları, Kur'an-ı Kerim'in belli bir dönemde belli şartlar içeren bir ortamda indiğini ve hükümlerinin o şartlar içerisinde geçerli olduğunu söylerler. Mesela ka­dın konusu ele alınacak olursa, Kur'an'm indiği ortam­da kadının hiçbir hak ve özgürlüğü yoktu. Birine kız ço­cuğu doğduğu haber verildiğinde, mosmor kesilir, göz­lerden uzak durmaya çalışırdı. Onlar için kız çocuk, uta­nılacak bir durumdu. Bir erkek, sayısız kadınla evlenebi­liyordu vs. Kur'an-ı Kerim, o günün şartları içerisinde kadma birtakım haklar tanıdı, çok evliliği dört ile sınırladı. Aslında bu, kadının özgürlüğü konusunda bir başlangıç idi. Kur'an, indiği dönemde bu kadanm başarabildiyse, o günün şartları içerisinde ancak bu kadarı başarılabilirdi. Müslümanların yapacağı şey, atılan bu adımı daha da ile­riye götürmektir, Kur'an'm başardığıyla yetinmek değil. Sadece kadın konusunda değil, diğer konularda da Müs-îürnanlann yapacağı şey budur. Vakıa İslam hukukçuları da, zamanın değişmesiyle birlikte hükümlerin de değişe­ceklerini bildirmişlerdir.

Bu gibi görüşleri ileri sürenler, görüşlerine maku-liyet kazandırmak için ya uydurma veya çok zayıf ha­dislerle geçmişte yapılmış yorumlardan uç misaller geti­rerek bunları İslâm'a yamar ve artık bunların dönemle­rinin geçtiğini, İslâm'a yeni yorumlar getirmek gerekti­ğini söylerler. Gerçekten Kur'an-ı Kerim, bu iddialarda ileri sürüldüğü gibi son sözü söylememiş midir?

Aslında böylesi görüşlerin ne kadar tutarlı olup olmadıkları önce Kur'an'ın kendisinde aranmalıdır. Çünkü Kur'an'ın kendisi, âyetlerinin biri birlerini açık­ladığını, kendisinin "mübîn" bir kitap olduğunu; her şe­yi apaçık bir şekilde anlattığını ifade etmektedir. Buna göre eğer herhangi bir kuralı değişecekse, buna kendisi­nin işaret etmiş olması gerekir. Nitekim İslâm hukukçu­ları, hükmün değişmesini, illetin değişmesine bağlamış­lardır. Herhangi bir hükmün illeti kesin olarak tespit edilmiş ve illet değişmişse, hükmün de değişeceğini be­lirtmişlerdir. Ancak burada sorun, illetin tespitinde dü­ğümlenmektedir. Nassın illet tespiti dışında bir illet tes­piti yapılabilir mi? En azından nass dışında yapılan tes­pitlerin kesinlik değeri var mıdır? Bizce nass dışında yapılan tespitlerin kesinlik değeri yoktur. Yapılan tespitler zannî olmaktan öteye geçmez. Çünkü yapılan tespitler en nihayet ictihadîdir ve ictihad zanna dayalıdır. Bu se­beple illet, nassın kendisinde aranmalıdır. Eğer nass'ta illet zikredilmişse, mesele basittir ve illetin değişmesiyle hükmün değiştiğine karar verilebilir. Ayrıca dinin genel kural ve hedefleri vardır. Şayet hüküm, günün şartları içerisinde bu genel kurallarla çelişiyorsa, bu durumda da yeni bir hükme varmak mümkündür. Ancak hük­mün, günün şartlan içerisinde genel hükümlerle çeliş­mesi, ârizî bir durumdur, sürekli değildir. Zamanın de­ğişmesiyle hükümlerin değişmesi kuralı, bu anlattığımız çerçeve ile örf ve benzeri feri delillere dayalı hükümler­de söz konusudur. Örfün ya da fer'î delilin değişmesiyle o hüküm de değişir.

İddia edildiği gibi Kur'an-ı Kerim bir süreç başla­tıp onu yanda bırakmış değildir. Kur'an'ın inişinin son bulmasıyla din de tamamlanmış ve son bulmuştur:

"Bugün size dininizi tamamladım ve size nimetimi bütünüyle verdim. Sizin için din olarak İslâm'ı seçtim."[406]

Bir dinin hükümleri, yeni bir din gelmedikçe or­tadan kaldırılıp nesh edilemez. Kur'an'ın birtakım hü­kümlerinin yeni bir süreci başlattığı ve Müslümanların bu süreci tamamlamaları gerektiğini söylemek, hem di­nin tamamlanmadığını iddia etmektir ve hem de Kur'an'm o hükümlerini nesh etmektir. Eğer bazı hü­kümlerinin devri geçmiş ise, bu takdirde yeni bir pey­gamberin gelmesi gerekirdi.

Bu iddiaları ileri sürenler, ya dini iyi bilmiyorlar ya da artniyet sahibidirler. Çoğu zaman bu tür görüşleri ileri  sürenlerin, dinin kendisi ile geçmiş dönemlerdeki din yo­rumlarını birbirine karıştırdıklarına şahit oluyoruz. Bu yorumlan din zanneder ve bunların döneminin geçtiğini söylerler. Oysa yorumlar, yaşanılan çağın mahsulü şeyler­dir. Bunlar, din değildir. Hatta bizim kendi çağımızda yaptığımız ve çok mükemmel olduğunu sandığımız bazı yorumlarımız da bir dönem sonra tutarlı bulunmayacak

ve reddedilecektir.

Bu ara değerlendirmeden sonra tekrar konumuza dönelim. Yukanda da belirttiğimiz gibi insan olma yö­nüyle kadın ile erkek arasında hiçbir üstünlük söz ko­nusu olamaz. Allah katındaki yani âhiretteki mükâfat yönüyle de kadın ile erkek arasında herhangi bir eşitsiz­lik bulunmamaktadır. Hatta toplumdaki sosyal dayanış­ma konularında da aralarında bir fark yoktur:

"Mümin erkeklerle mümin kadınlar da birbirlerinin velileridir. Onlar iyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekât verirler. Allah ve Resulüne itaat ederler, işte Allah onlara rahmet edecektir.[407]

Buna göre erkek toplumsal meselelerden ne kadar sorumlu ise, kadın da o kadar sorumludur. Ancak dün­ya hayatıyla ilgili bazı meselelerde kadın ile erkek ara­sında birtakım farklar öngörülmüştür:

Kur'an-ı Kerim'in, erkeği ailenin reisi olarak gör­düğüne değinmiştik. Yukanda naklettiğimiz konuyla il­gili âyette şöyle denilmektedir:

"Allah'ın insanlardan bir kısmım diğerlerine üstün kılması ve mallarından harcama yapmaları sebebiyle erkek­ler kadınların yöneticisi ve koruyucuyudur."[408]

Âyette sözü edilen üstünlük, aile reisliğiyle ilgili üstünlüktür, her konuda bir üstünlük elbette ki değil­dir. Erkeğin aile reisi olmasının diğer bir sebebi ise, ai­lenin geçimini üstlenmesidir. Bunun anlamı, aile ile ilgi­li meselelerde son sözün erkeğe ait olacağıdır. Elbette ki bu, mutlak bir yöneticilik anlamında değildir. Bu âyetin yanında, erkeğin, kadının haklarına riayet etmesi, ona iyi davranması, ona zulmetmemesi, malına göz dikme­mesi vs. gibi konuları ifade eden âyetler vardır ve bu âyet, o âyetlerle birlikte değerlendirilmelidir. Asıl olan, erkekle kadının danışarak, elbirliği ederek anlaşmaları­dır. Ama eğer bir anlaşmazlık söz konusu olursa, son söz, aile reisi olan erkeğe aittir. Bununla birlikte erkek, aile reisliğini kötüye kullanarak kadına zulmetmeye yö­neldiği durumlarda, kadm mahkemeye başvurarak bo­şanma talebinde bulunabilir. Nitekim bazı îslam hu­kukçuları bunu ifade etmektedirler. Yine bazıları, aile reisliğinin erkeğe verilmesinin nedenlerinden birinin, erkeğin, hanımının geçimini sağlaması olduğunu ve bu sebeple hanımının nafakasını temin etmeyen ya da na­fakasını kısan erkeğin, aile reisliği hakkını yitireceğini söylemişlerdir.[409]

Aile reisi erkek olacağına göre, diğer kurumlarda kadm yönetici olabilir mi? sorusunu gündeme getir­mektedir. Vakıa Kur'an-ı Kerim, yöneticinin cinsiyetiyle ilgili herhangi bir açıklamada bulunmamaktadır. Ancak, kendilerinden bahsettiği yöneticiler vardır. Peygamber yöneticiler dışında şahıs olarak kendisinden övgüyle söz ettiği bir erkek yönetici bulunmamakla birlikte, Hz. Süleyman'ın kendisine mektup gönderdiği Sebe' Krali­çesinden övgüyle bahsetmektedir. Özellikle devlet baş­kanlığı açısından mesele ele alındığında, Kur'an-ı Kerim'in toplumsal meselelerde şûrayı gündeme getirmesi ve Peygamber sonrası "Râşid Halifeler" olarak bilinen ilk dört halifenin şûra prensibine göre yönetime getiril­meleri, meselenin seçimle ilgili olduğunu göstermekte­dir. Şayet kadın devlet başkanlığına aday olur ve seçile­cek olursa, buna engel gösterilecek herhangi bir âyet mevcut değildir.

Kur'an-ı Kerim, sorumluluklarla yetkiler arasında bir dengeden yanadır: "Erkeklerin kadınlar üzerinde hak­lan olduğu gibi, kadınların da erkekler üzerinde birtakım iyi davranışa dayalı haklan vardır. Ancak erkeklerin kadın­lar üzerindeki haklan bir derece daha fazladır"[410]

Yerine göre kadınlar, erkeklere tercih edilmiştir. Örneğin kişiye anne-babasına iyi davranması öğütlenir­ken şöyle denilmektedir; "Biz insana, ana-babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Çünkü anası onu nice sı­kıntılarla taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl içinde olur. (İşte bunun için) önce bana, sonra da ana-babana şükret diye tavsiyede bulunmuşundur. Dönüş ancak hanadır"[411]Görüldüğü gibi âyette önce anne zikredilmekte, ayrıca anneye neden iyi davramlması gerektiğinin gerekçeleri

belirtilmektedir.

Kadın ile erkek arasında Kur'an'ın kabul ettiği farklılıklardan biri ise, erkeğin birden fazla kadınla ev­lenmesine ruhsat vermiş olmasıdır. Konuyla ilgili âyette şöyle denilmektedir:

"Eğer yetimlerin haklarına riayet etmekten korkuyor­sanız, beğendiğiniz kadınlardan ikişer, üçer, dörder alın. Haksızlık yapmaktan kokarsanız bir tane alın; yahut sahip olduğunuz (cariyeler) ile yetinin. Bu, adaletten ayrılmama­nız için en uygun olanıdır.[412]

Önce âyette geçen yetimler meselesi üzerinde du­ralım. Bu konuda şu görüşler ileri sürülmüştür:

Bunlardan biri şu şekildedir: Müşrik Araplar, ve­sayetleri akındaki yelim kızları beğenip malları da var ise, benzerlerinin mehirlerinden az bir mehir ile onlarla evleniyorlardı. Mehirleri konusunda âdil davranmadık­ça onlarla evlenmeleri yasaklandı ve başka kadınlarla evlenmeleri emredildi.

Bir görüşe göre, yetim kızların güzelliklerini be-ğenmeyip sadece malları için onlarla evleniyorlardı ve sonra da onlara kötü davranıyorlardı.

Diğer bir görüşe göre de: Yetimin malını yeme ko­nusunda günahtan korkup âdil davranıyorlardı.

Âyet, yetim malı konusunda nasıl âdil davranma konusunda titizlik gösteriyorsanız, eşleriniz arasında âdil olma konusunda da titiz davranın ve dört kadından fazlasıyla evlenmeyin. Bu rakamın altında ne kadarına âdil davranacaksanız o kadarıyla yetinin. Âdil olacağı­nızdan emin değilseniz biriyle yetinin, demektedir.

Müfessir Taberî, bu son görüşü desteklemekte ve şayet kişinin, birine de âdil davranacağından endişesi varsa, o zaman hiç evlenmesin, demektedir.[413]

Geçmişte de günümüzde de âyetin yorumuna da­ir farklı görüşler ileri sürülmekle birlikte geçmişte Müs­lüman âlimlerin tamamı, adalet şartı gerçekleştiği tak­dirde bir erkeğin iki, üç veya dört kadınla evlenebilece­ğini söylemişlerdir. Günümüzde de Müslüman âlimle­rin kahir ekseriyeti bu görüşledir. Ancak bazı âlimler, aynı sûrede geçen: "Üzerine düşüp uğrarsanız da kadınlar arasında âdil davranmaya güç yetiremezsiniz"[414] ifadesine dayanarak, birden fazla kadınla evlenmenin caiz olma­dığını söyleyenler olmuştur. Bu görüşte olanlara göre, Kur'an, önceki âyette eşler arasında âdil davranmayı zo­runlu kılıyor, burada da, kişi ne kadar uğraşırsa uğraş­sın, âdil davranamayacağı belirtiliyor. Öyleyse bir erke­ğin birden fazla kadınla evlenmesi caiz değildir. Ne var ki bu görüşü ileri sürenler, âyetin devamını görmezlik­ten geliyorlar. Çünkü âyetin devamında şöyle denil­mektedir: "Bari birisine tamamen kapılıp da diğerini askı­ya almış gibi bırakmayın. Eğer arayı düzeltir, günahtan sa­kınırsanız Allah şüphesiz çok bağışlayıcı ve esirgeyici­dir. "[415]

Âlimler, bu son âyetle kalbî sevginin kastedildiği­ni ve kocanın, eşleri arasında sevgi konusunda tam bir adaleti sağlamasının mümkün olmadığını, ancak eşleri­ne karşı davranışları arasında bir adaletin şart olduğunu söylerler.

Bir erkeğin neden dört kadına kadar evlenebilece­ği konusunda geçmişte de, günümüzde de gerekçeler İleri sürenler olmuştur. Günümüzde konunun değişik açılardan eîe alınarak makul gösterilmesi doğaldır. Çün­kü geçmişte hemen hemen bütün toplumlarda birden fazla kadınla evlenme normal karşılanıyordu. Oysa gü­nümüzde durum böyle değildir. Birden fazla kadınla evlenme kadın haklarına aykırı görülmekte ve bunun, kadını aşağılayıcı bir durum olduğu ileri sürülmektedir. İleri sürülen gerekçeler arasında orlak noktalardan biri, biyolojik açıdan erkeğin birden fazla kadınla evlenmesinin doğal olduğudur. Çünkü kadın hamile kalmakta, hamileliği uzun bir müddet almakta ve do­ğumdan sonra da mazereti uzun sürmektedir. Ayrıca kadının, iddet dönemlerinde cinsel ilişkide bulunması hem haram ve hem de sağlık açısından zararlıdır. Erke­ğin böylesi durumları yoktur. O halde tek kadınla ye­tinmek, bazı erkeler için biyolojik açıdan yetersiz olabi­lir ve bu durum, zina tehlikesini gündeme getirebilir.

Savaş durumlarında erkek nüfusu azalmaktadir. Erkeğin birden fazla kadınla evlenmesi yasaklanmış ol­sa, böylesi durumlarda birçok kadın, evlenecek erkek bulamayacaktır. Bu husus da gerekçeler arasında zikre­dilmektedir, ileri sürülen gerekçelerden biri de, kadının kısır olması durumudur. Kadın kısır olduğu takdirde, çocuk isteyen koca, diğer bir eş getiremediği takdirde kısır olan hanımını boşamak mecburiyetinde kalacaktır. Oysa boşamadan başka biriyle evlenmesi; kadının da ya­rarına olacaktır.

Bazıları ise, dünyada kadın nüfusunun erkek nü­fusundan fazla olduğunu ve kadının daha erken yaşlar­da yaşlandığını gerekçeler arasında zikretmektedir.[416]

Çağdaş bütün müfessirler, Kur'an-ı Kerim'in tek kadınla evlenmeyi tavsiye ettiğini, eşleri arasında âdil davranamayacağı endişesi taşıyan bir kimsenin birden fazla kadınla evlenmesinin mekruh olduğunu, evlen­dikten sonra ise, eşleri arasında âdil davranmamasının haram olduğunu belirtirler. Müfessirler, ayrıca, kocası kendisine iyi davranmayan kadının kendini boşamak için mahkemeye başvurma hakkının bulunduğuna da dikkat çekerler.

Boşama ile, eşler arasındaki bağlar bütünüyle or­tadan kalkmaz. Bir âyette şöyle buyurulmaktadır:

"Boşanmış kadınların uygun olan geçimlerini sağla­mak, muttakiler (Allah'ın azabından korunanlar) üzerine bir borçtur. Düşünesiniz diye Allah size âyetlerim böyle açıklamaktadır."[417]

Bir diğer âyette de şöyle denilmektedir:

"Henüz dokunmadan, ya da mehir kesmeden kadın­ları bozarsanız size bir günah yoktur. Ancak onları fayda-landırın (onlara bir şeyler verin). Eli geniş olan, kendi gü­cü nisbetinde, eli dar olan da kendi imkânları nispetince gü­zel bir şekilde faydalandırmahdır. Bu, muhsinier üzerine bir borçtur."[418]

Bu iki âyet, boşanmış kadınlara bir şeylerin veril­mesini öngörmektedir. Verilecek miktarı belirleyecek olan, sahih örftür.

Kur'an-ı Kerim, aile içerisinde eşlerin birbirlerine iyi davranmalarını; birbirlerinin haklarını gözetmelerini emrettiği gibi, hem çocukların ana-babalan, hem de ana-babanm çocukları üzerindeki haklarından da bah­setmektedir.[419]

 

Çocukların Ana Baba Üzerindeki Hakları:

 

Gerek erkeğe, gerek kadına, kendilerine uygun bir eş seçmelerinin tavsiye edilmesinde, doğacak çocuklara uygun bir ortamın hazırlanması da önemsenmiştir. Do­ğumdan sonra çocuğun ebeveyn üzerindeki haklarından biri, iki yıl süt emzirilmesidir.[420] Normalde bu görev an­neye düşmektedir, ancak doğumdan sonra ve bu müd­det dolmadan boşama söz konusu olmuşsa, baba, çocu­ğun emzirme ücretini anneye vermek mecburiyetinde­dir. Ama bu konuda boşanmış anne ile baba arasında bir anlaşmazlık olursa, baba çocuğu başka bir kadına emzirtebilir.[421]

Çocuğa iki yıl boyunca süt emzirilmesi bir zorun­luluk mudur yoksa çocuk, süt yerine başka gıdalarla beslenebilir mi? Süt emzirme ile ilgili müddetin belir­lenmiş olması, çocuğun anne sütü ya da boşanmışlarsa başka bir kadının sütüyle beslenmesinin bir zorunluluk olduğu ihtimalini gündeme getirmektedir. Nitekim is­lam hukukçularından bazıları, annenin çocuğunu em­zirmesinin hem din ve hem de hukuk açısından bir zo­runluluk olduğunu belirtmişlerdir. Din açısından zo­runluluğun anlamı, bu görevi yerine getirmeyecek kadı­nın günahkâr olacağı; hukuk açısından zorunluluk ise, çocuk başka bir kadından süt emmediği takdirde, anne­sinin çocuğunu emzirmeye zorlanabileceğidir. Çünkü yüce Allah: "Anneler çocuklarım, emzirmeyi tamamlamak isteyen baba için tam iki sene emzirirler"[422] buyurmakta­dır. Cümlenin yapısı her ne kadar ihbarı ise de, bunun­la emir kastedilmektedir.[423]

Çocuğun ebeveyn üzerindeki diğer bir hakkı ise, ona asgari ölçülerde de olsa bir din eğitimi vermeleridir. Daha önce değindiğimiz gibi bir âyette müminlere hita­ben aile efradını cehennemden korumaları istenmekle­dir. Aile efradının cehennemden korunmaları ise, fert olarak bir Müslüman için gerekli olan din eğitiminin verilmesiyle mümkündür. Aslında aile efradının cehen­nem ateşinden korunmasını, aile efradı içerisinde yer alan çocuklara yeterli derecede din eğitimi vermekle sı­nırlı görmemek gerekir. Onların ahlâklı yetişmeleri, ile­ride geçimlerini sağlayacak bir meslek sahibi kılınmala­rı, evlendirilmeleri vs gibi hususları da bunun kapsa­mında görmek gerekir. Mesela, geçimini sağlayacak bir meslek sahibi olarak yetiştirilmeyen çocuk, ileride eko­nomik zorluklarla karşılaşacak ve haram yollara başvu­racaktır.

Kur'an-ı Kerim'de adaletin emrediimesi nedeniyle İslam hukukçuları, ebeveynin, çocukları arasında ayı­rım yapmamaları gerektiğini, bu konuda her bir çocu­ğun ebeveyni üzerinde bir hakkı olduğunu belirtmişler­dir. Buna benzer genel kurallardan, çocuklarının ebe­veynleri üzerinde daha başka hakları olduğu da belirtil­miştir. Ancak biz, Kur'an'da açıkça belirtilen hususlarla yetinmek istiyoruz.[424]

 

Ana Babanın Çocukları Üzerindeki Hakları:

 

Ana babanın çocuklarına hizmet ve emekleri, ço­cuk henüz dünya hayatına gelmezden önce başlamakta­dır. Kur'an-ı Kerim insana, anasının kendisini zorlukla­ra katlanarak karnında taşıdığını, zorluklara katlanarak kendisini doğurduğunu ve yine birtakım güçlüklerle kendisini emzirerek büyüttüğünü hatırlatmaktadır.[425] Yine bir âyette kişinin yaratıcısına sorumluluğu anlatıldiktan hemen sonra ana babasına iyi davranması emre-dilmektedir:

"Rabb'in, yalnız kendisine tapmanızı ve anaya baba­ya iyilik etmenizi emretti."[426]

Sosyal hayatın değişmesiyle nesiller arasında bir­takım konularda farklı anlayışların ortaya çıktığı bir va­kıadır. Haliyle ebeveyn ile çocukları arasında da bazı konularda anlayış farkları ortaya çıkacaktır.

Gücü kuvveti olan insan, fazla konuşma ihtiyacı duymaz. Yapılmasını istediği şeyleri kendisi yapar. Yaş­lanmış olan ana baba da bir zamanlar güçlü kuvvetli in­sanlardı. Oysa şimdi yaşlanmış ve birçok işi bizzat ken­dileri yapamaz hale gelmişlerdir. Bir silahlan kalmıştır, konuşmak. Ayrıca söz konusu olan çocuklarıdır, hiçbir şey bilmeyen bu çocuklarını kendileri eğitmiş, hayata hazırlamışlardır. Çocuklari büyümüş olsalar da, onların gözünde, hâlâ çocukturlar. Bu sebeple, olur olmaz ko­nularda konuşacaklar, çocuklarına öğütler verecek, on­ların tahammül derecelerini zorlayacaklardır. Her halde şu âyette bundan dolayı şöyle denilmektedir:

"Eğer ikisinden biri veya ikisi, senin yanında iken ih­tiyarlayacak olursa, onlara karşı "öf" bile demeyesin, onları azarlamayasın. İkisine de hep tatlı söz söyleyesin. Onlara acıyarak alçak gönüllük kanatlarını ger ve: 'Rabb'im! Kü­çükken beni yetiştirdikleri için sen de onlara merhamet etY de. "[427]

Âyette kişiye küçüklüğü hatırlatılmaktadır; o da çocukken olur olmaz konularda konuşmuş, ana babası buna tahammül etmiş, merhamet kanatlarını kendisine germişlerdi. Ana babaya iyi davranılmasmın istendiği bu âyette insana çocukluk döneminin hatırlatılması bir diğer yönden de önemlidir. Çünkü insan yaşlandıkça çocukça davranışları çoğalır. Kişinin çocukluk döne­minde ana babası buna katlanmışlarsa, ana babasının bir bakıma çocukluk dönemine girdikleri bu dönemle­rinde, tıpkı çocukluğunda kendisine davrandıkları gibi onlara davranmalıdır.

İnsana, birçok âyette ana babasına iyi davranması ve itaat etmesi istenmektedir. Kur'an, iyi davranmak için bir smır getirmemekle birlikte itaat konusunda bir sınır getirmektedir:

"Eğer imana karşı küfrü seviyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi dost edinmeyin."[428]

"Ey inananlar! Kendiniz, ana babanız ve yakınlarınız aleyhine de oha, Allah için şahit olarak adaleti gözetin."[429] "Eğer onlar (annen ve baban), hakkında bilgin ol­mayan şeyi bana şirk koşman için seni zorlayacak olurlar­sa, bu durumda onlara itaat etme."[430]

Görüldüğü gibi adalet ve Allah'a ortak koşma ko­nularında ana-babaya itaata bir sınırlama getirilmekte­dir. Adaletten saparak ve Allah'a ortak koşarak ana-ba­baya itaat caiz görülmüyorsa, bu gibi konulurda bir başkasına itaat etmenin caiz olamayacağı ortadadır.[431]

 

Eğitim

 

Kur'an-ı Kerimi inceleyen, onun bir eğitim kitabı olduğunu görür. İnanç, ibadet, ahlâk hatta hukuk ve ekonomi gibi konularda bilgi verirken bile eğitici bir üslûp kullandığına şahit olacaktır. Peygamberler hak­kında Kur'an'da müjdeleyen ve uyaran sıfatlarının ya­nında rehberlik eden ve yol gösteren anlamına gelen "hâdin" sıfatıyla da nitelenmişlerdir. Bu sıfatların tama­mının eğitimle yakından ilgileri vardır. Peygamber (s.a.v.)'in kendisini eğitici olarak tanımlaması İslâm di­ninin eğitime verdiği önemi göstermesi bakımından önemlidir. Kur'an-ı Kerim de, onun bu özelliğine işaret etmektedir:

"O'dur ki ümmiler içinde, kendilerinden olan ve onla­ra Allah'ın âyetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara Ki­tap ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderdi. Oysa onlar, önceden apaçık bir sapıklık içindeydiler."[432]

Âyetten de anlaşıldığı gibi eğitimde temel amaç, insanın temizlenmesi; iyi insan yetiştirilmesidir. Bu ise, ancak tevhid inancı ile gerçekleşir. İnsan için üç çeşit hidayet söz konusudur: Biri, içgüdülerin hidayetidir. Yeni doğan bebeğin ağlaması, bir dış etken olmaksızın ağzını annesinin memesine götürüp süt emmesi, bu hi­dayetin kapsamına girmektedir.

ikinci çeşit hidayet, öncekine üstün bir dereceye sahip olan beş duyunun hidayetidir. Dış dünya hakkın­da bilgi elde etmemize yarayan görme, duyma, tatma, dokunma ve koklama gibi beş duyunun fonksiyonları, bu hidayet çeşidinin kapsamındadır.

Bu iki hidayet çeşidi hayvanlarda da mevcuttur. İnsanda bir üçüncü hidayet çeşidi daha vardır ki ilk iki­sinden çok daha üstün bir derecededir. Bu hidayet çeşi­di ise, aklın bir fonksiyonudur. Kur'an değişik vesileler­le insan aklına yönelmekte ve bu hidayete varmasını is­temektedir. Bu bağlamda insandan hem kendi nefsi ve hem de dış dünya üzerinde düşünmesi istenmektedir:

"O'nun âyetlerinden biri, sizi topraktan yaratmasıdır. Sonra siz, yeryüzüne yayılan insanlar oluverdiniz.

Onun âyetlerinden biri de, kendileriyle kaynaşmanız için size kendi nefislerinizden eşler yaratması ve aranıza sevgi ve merhamet koymasıdır. Şüphesiz bunda, düşünen bir toplum için ibretler vardır.

O'nun âyetlerinden biri de göklerin ve yerin yaratıl-ması, dillerinizin ve renklerinizin değişik olmasıdır. Şüphe­siz bunda, bilenler için ibretler vardır.

O'nun âyetlerinden biri de, geceleyin ve gündüzün uyumanız ve O'nun lûtjundan (nasibinizi) aramanızdır. Şüphesiz bunda işiten bir toplum için ibretler vardır.

O'nun âyetlerinden biri de, size, korku ve ümit ver­mek için şimşeği göstermesi, gökten bir su indirip onunla, ölümünden sonra yeri diriUmesidir. Şüphesiz bunda, aklını kullanan bir toplum için ibretler vardır.

O'nun âyetlerinden biri de, göğün ve yerin O'nun buymğu ile durmasıdır. Sonra, sizi yerden bir tek davetle çağırdığı zaman bir de bakarsınız ki çıkarılıyorsunuz."[433]

Peş peşe sıralanan bu âyetler, insandan, kendin­den başlamak üzere çevresindeki her şeyi ve çevresinde olup biten olayları incelemesini, araştırmasını ve ibret almasını istemektedir. Bunlar iyi incelenip araştırıldı­ğında, insanı Allah'ı birlemeye yani tevhid'e götürecek­tir.

Kur'an, her gün olup-biten olağan şeylere dikkat çeker. Asıl ibrete konu olan şeyler bunlardır. Olağandışı şeylere ilgi, aklını iyi kullanamayanların işidir. Peygam­berlerin eli üzere cereyan eden olağanüstü olaylar, o peygamberin Allah tarafından gönderildiğine dair bir işaretten ibarettir. Zaten bu olağanüstü olayların asıl muhatapları, henüz inanmamış olan insanlardır. Olağa­nüstü olaylar, bir uyarı şeklindedir, eğitici yönleri yok denecek kadar azdır. İtidalli bir şahsiyet, ancak olağan olaylarla eğitilir. Kur'an-i Kerim'in, gündüz ve geceye, insanı çevreleyen tabiata ve olağan tabiat olaylarına dik­kat çekmesi ve bunlar üzerinde düşünülmesini isteme­si, bundan dolayıdır.

Haddizatında Peygamberlerin eli üzere cereyan eden olağanüstü olaylar, sanıldığından azdır. Müşrikle­rin Peygamberimizden bu tür istekleri hep reddedilmiş ve Kur'an'm, Peygamberin peygamberliğine delil oluşu­nun yeterli olduğu ifade edilmiştir. Olağanüstülüklerle eğitilen toplumlar, her şeyde bir olağanüstülük beklen­tisi içerisine girerler. Oysa hayat olağanüstülükler üzeri­ne değil, olağan şeyler üzere kuruludur. Bugün Müslü­man toplulukların, her bir problemle karşılaştıklarında bir olağanüstü süpermen şeklindeki kurtarıcılar beklentisi içerisine girmelerinin nedenlerinden en önemlisi, eğitimde olağanüstülüklerin abartılmasıdır. Halbuki problemleri aşmanın yolu, herkesin, kendisine düşen görevi yapmasıdır. Gerek siyasi ve gerek diğer alanlarda liderlerin fazlaca yüceltilmeleri ve bir kurtarıcı şeklinde görülmeleri de, söz konusu ettiğimiz eğitimde olağa­nüstülüklere fazlaca yer verilmesinin bir sonucu olmalı­dır. Dikkat edilirse, tarihle ilgili konuların anlatımında bu tür mübalağalara fazlaca yer verilmektedir. Günü­müz din! anlatımında da olağanüstülükler öğesi hakim­dir.

Toplumun eğitimi belli kurumlarla sınırlı değildir. Kurumların yanında herkes, imkânları çerçevesinde toplumun eğitiminden sorumludur. Eğitimde hedef, yukarıdaki âyetlerde de ifade edildiği gibi "insanın ken­disini temizlemesi" yani, iyi insan yetiştirilmesidir. îyi insan ise, yüce ahlâk! değerleri, kendi menfaatinin bile üstünde tutan kişidir. Günümüz eğitim sistemlerinde hedef, iyi vatandaş yetiştirmektir. Oysa iyi vatandaş her zaman için iyi insan demek değildir.

Kur an eğitimine en iyi örnek Peygamberin ken­disidir. Hz. Aişe'ye Peygamber (s.a.v.)'in ahlâkı soruldu­ğunda: "Onun ahlâkı Kur'an'dır" cevabını vermiştir. Kur'an-ı Kerim'de de o, örnek olarak gösterilmektedir.

Kur'an'da iyiliği emretmek ve kötülükten sakın­dırmak bir emirdir. Ancak kişinin iyiliği emredip kötü­lükten sakmdırabilmesi için öncelikle kendi kendisini eğitmiş ve temizlemiş olması gerekir:

"Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere daldıran da ziyan etmiştir."[434]

Kendisini eğitmemiş olanın başkasını eğitmesi mümkün değildir. Kuşkusuz eğitim için bilgi, yetenek ve iyi davranmanın yanında gerekli başka hususlar da vardır. Peygamberin davet esnasında takip ettiği kural­lardan söz ederken bunları maddeler halinde zikretmiş­tik.

Kur'an-ı Kerim, iyiliği emretme ve kötülükten sa-kındırmayı İslam ümmetinin temel bir özelliği olarak zikretmektedir:

"Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmettiniz/ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten mene-der ve Allah'a inanırsınız."[435]

İyiliği emretme ve kötülüklerden sakındırma işinin bütün ümmeti mi, yoksa ümmet içerisinde belli bir guru­bu mu ilgilendirdiği konusunda müfessirler iki görüş ile­ri sürmüşlerdir. Birine göre, iyiliği emretmek ve kötülük­ten sakındırmak, ümmet içerisinde uzmanlaşmış bir gu­rubun işidir, ikinci görüşe göre ise, ümmetin tamamı bu görevle yükümlüdür ve bu âyet, îslam ümmetinin tama­mının bu görevle yükümlü olduğunu söylemektedir.[436]

Ümmetin bir kısmının mı yoksa tamamının mı bu görevle yükümlü olduğu konusundaki bu farklı görüş­ler şu âyetin yorumundan kaynaklanmaktadır:

"Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten sa­kındıran bir ümmet olsun, işte onlar kurtuluşa erenler­dir.”[437]

Müfessirler, âyetin Kur'an metninde geçen "min" edatına iki anlam yüklenebileceğini belirtmişlerdir. Şa­yet buradaki edat, "teb'iz/kısım, grup" ifade ediyorsa, o zaman bu âyetle kastedilen "sizden bir grup bu görevi yerine getirsin" demektir. Ama edat, cins ifade ediyorsa, bu takdirde âyet, "iyiliği emreden ve kötülükten sakın­dıran bir ümmet olun" anlamındadır. Ayrıca yukarıda naklettiğimiz: "Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarıl­mış en hayırlı ümmettiniz/ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten meneder ve Allah'a inanırsınız," âyeti de bu görüşü desteklemektedir. Müfessirler genelde, birinci anlamı tercih etmişlerdir. Derler ki: iyiliği emredip kö­tülükten sakındırmak ilim gerektiren bir husustur. Her­kes âlim olamayacağına göre herkesin bu görevi yerine getirmesi düşünülemez. Buna göre bu görevi yerine ge­tirmek, ümmetin bir kısmının görevi yerine getirmesiy­le ümmetin tamamının sorumluluktan kurtulduğu farz-ı kifaye'dir. Farz-ı kifaye durumunda olan bir şey yerine getirilmediğinde ise, fert fert ümmetin tamamı üzerinde bir sorumluluk durumunda olan farz-ı ayn konumun­dadır.

Bizce meseleye alan ve boyutları açısından bakıl­dığında eğitim işi, ümmetin tamamını ilgilendiren bir husustur. Uzmanlığa dayalı eğitim, elbette o konuda bilgiyi gerektirir. Ama eğitimi hayatın tamamına ve her alanına yaydığınız takdirde -ki istenen budur- herkes, kendi birikim ve imkânları çerçevesinde bu faaliyete ka­tılabilir. İnsanın eğitimi, çocukluktan ölüme kadar de­vam eden bir süreçtir. Mesela her baba ve anne, kendi küçük çocuklarını belli bir seviyeye kadar eğitebilirler. Ayrıca eğitim işi, bilgi yanında insan emeğine ve maddi katkılara da ihtiyaç duyar. Bilgisi olmayan kişi, emeği veya parasıyla eğitim faaliyetine katkıda bulunabilir. Mesela okul gibi bir eğitim kurumunun inşa edilerek onda eğitim yapılabilmesi için, bilgi sahibi öğretmenlere ihtiyaç duyulduğu gibi insan emeğine ve paraya da ihti­yaç vardır. Meseleye bu geniş açıdan bakan müfessirler âyetlerde anlatılan ma'rufu emretmek ve münkerden sa­kındırmak görevinin bütün ümmeti kapsadığını söylemislerdir.[438]

Her iki âyette zikredilen iyilik/ma'ruf ve kötü-lük/münker ile kastedileni belirlemek kuşkusuz önemli bir husustur. Kısaca ma'ruf ile dinin emrettiği, münker ile de dinin yasakladığı şeyler olduğunu söyleyenler ol­muştur. Rağıb el-îsfahârit, birincisiyle dince veya akılca iyilik olduğu bilinen her davranış; ikincisiyle yine dince veya akılca kötülüğü bilinen her davranışın kastedildi­ğini belirtir.[439] Çağımız müfessirlerinden Muhammed îz-zet Derveze'nin tanımlaması ise, îsjahânî'nin söz konusu kelimeleri tanımlamasının açılımı şeklindedir. Derveze özet olarak şöyle demektedir:

Ma'ruf vt münker kelimeleri, anlamlan geniş keli­melerdendir. Ma'ruf kelimesi, hem fert ve hem de top­luma birlikte yararlı olan, hem toplumun ve hem de ferdin iyiliğini içeren; zulüm, haksızlık, ifrat ve tefritten uzak ahlâk, gelenek ve davranışların tamamıdır. Mün­ker ise, ma'rufun zıttı olup hem toplum ve hem de fer­de zararı dokunan ahlâk, gelenek ve davranışların ta­mamıdır. Münkerde zulüm, haksızlık, ifrat ve tefrit var­dır. "Ma'ruf" kelimesinin geçtiği âyetler incelendiğinde bu söylediğimiz ortaya çıkacaktır. Ma'ruf kelimesinin bu geniş anlamı, tersinden münker kelimesi için geçer­lidir.

Buna göre, hak, adalet ve hürriyetin yerleşmesi, buna karşın kötüîük, zulüm, dayatma ve ihtirasın orta­dan kalkması, adalet sahibi idarecilerin yönetime gel­mesi, dayatmacı zalim yöneticilerin işbaşına gelmemeleri için çalışmak da iyiliği emretmek ve kötülükten sa­kındırmanın kapsamına girmektedir.[440]

Aynı şekilde ma'rufu emretmek ve münkerden sa­kındırmanın kapsamına, fakir ve kimsesizlere yardım ve merhamet etmek, sosyal hayatı âdil ve ahlâki değerlere kavuşturmak da girmektedir. Kısacası hem toplum ve hem de fert için bütün iyilikler ma'ruf, aksi olan bütün kötülükler de münker kelimesinin kapsamına girmekte­dir.'[441]

Topluma iyiliğin hakim olmasına çalışmak, kadın-erkek her inananın görevidir:

"Mümin erkeklerle mümin kadınlar, birbirlerinin ve­lileridir (dostları ve yardımcılarıdır). Onlar iyiliği emre­der, kötülükten alıkoyurlar, namazı dosdoğru kılarlar, ze­kât verirler. Allah ve Resulüne itaat ederler. İste onlara Al­lah rahmet edecektir."[442]

İyiliği emretme ve kötülükten sakındırma, toplu­mun bekası için de önemli bir durumdur:

"Onlar kendilerine verilen öğütleri unutunca, biz de kötülükten menedenleri kurtardık, zulmedenleri yapmakta oldukları kötülüklerden ötürü şiddetli bir azap ile yakala­dık. Kibirlerinden dolayı kendilerine yasak edilen şeylerden vazgeçmeyince onlara: 'Adî maymunlar olun' dedik."[443]

Kur'an-ı Kerim, örnek olarak peygamberleri gös­termektedir. Fert olarak hayatının bütün yönleri ve dav­ranışlarıyla sadece peygamberler örnek olarak gösterilniektedir. Bu bağlamda geçmiş peygamberlerle ilgili pek çok kıssa Kur'an'da yer almaktadır.

Kuşkusuz uzmanlığa dayalı eğitim, ahlâkî haslet­lerin yanında yerine göre bilgi birikimini de gerektirir. Kur'an, bilenlerle bilmeyenlerin bir olamayacağını belir­tir.[444] Başka âyetlerde de bilginler övülmüştür. Hatta in­sanların yararına olan bilgileri gizlemek suç olarak ka­bul edilmektedir.[445] Peygamber (s.a.v.) bir hadisinde: "Öğretmen ve öğrenci ecirde ortaktırlar. Diğer insanlarda ise hayır yoktur" buyurmaktadır.[446]

Din eğitimi, sanıldığı gibi sadece âhiret mutlulu­ğuna yönelik bir eğitim değildir. Din, aynı zamanda dünya mutluluğu için de gereklidir. Bu sebeple Kur'an-ı Kerim, savaş zamanlarında bile din eğitiminin ihmal edilmemesi gerektiğini beyan etmektedir, ilgili âyette şöyle denilmektedir:

"inananlar toptan savaşa çıkmamalıdır. Her toplu­luktan bir gurubun dini iyi öğrenmek ve geri döndüklerinde milletlerini uyarmak üzere geri kalmaları gerekli olmaz mı? Ki böylece belki yanlış hareketlerden çekinirler.[447]

İslâm dini, inançla birlikte insanın sosyal hayatı­nın tamamını kapsamaktadır. Bu nedenle din eğitimi, aynı zamanda sosyal hayatın tamamını içeren bir eği­timdir. Bununla birlikte Kur'an-ı Kerim aynı zamanda

diğer ilimleri de teşvik etmektedir. O, evrene o kadar dikkat çeker ki, Müslüman âlimler, Müslüman için iki kitaptan söz ederler. Bunlardan biri Kur'an-ı Kerim, di­ğeri ise evrendir.

Bu anlattıklarımızla Kur'an-ı Kerim'in ömür boyu süren bir eğitimden bahsettiğini anlıyoruz. Ancak elbet­te bu, insan hayatının belli dönemlerine sıkıştırılmış yo­ğun bir eğitimin ve eğitim kurumlarının olmayacağı an­lamına gelmez. Eğitim kurumlarında eğitici durumunda olanlar ise, belli bir eğitimden geçmiş uzman kişiler ol­malıdır. Kur'an-ı Kerim, bu uzman kişilere ayrı bir önem verir ve Allah'tan hakkıyla en çok korkanlann bil­ginler olduğunu belirtir.

Kur'an'm kendisinin öncelikle bir eğitim kitabı ol­duğuna dikkat çekmiştik. Kuran eğitiminin başarısını sahabe neslinde açık bir şekilde müşahede ediyoruz, is­lam'a girmezden önce çevre milletlerin değer vermediği o insanlar, bütün insanlık tarihine örnek bir toplum kurdular. Şu bir gerçektir ki, tarihe baktığımızda, deği­şik yerlerde bu nitelikte bazı bireyler görebiliyoruz. Fa­kat İslam'ın ilk döneminde olduğu gibi böyle insanlar­dan oluşan bir topluluğun aynı mekânda bulunuşu ta­rihte tekrar vuku bulmamıştır.

Neydi bunun sim? Nasıl oldu da çevre milletler tarafından dışlanan hatta horlanan o insanlar, kısa bir müddet içerisinde bu mesafeyi katettiler? O ilk neslin doğrudan doğruya beslendiği ana kaynak Kur'an idi. Beslendikleri ikinci kaynak olan Peygamber'in Sünneti ise, bu ana kaynağın bir açıklaması durumundaydı. O halde onların hayatlarına şekil veren temel kaynak Kur'an'dı ve eğitim kaynakları da o idi. Tabiin'den gelen rivayetler, o ilk neslin Kur'an'ı onar âyet şeklinde öğren­dikleri ve bu on âyetle amel ettikten sonra başka on âyete geçtiklerini anlatmaktadır. O halde "amel etmek için öğrenmek" bu ilk Müslüman toplumun metoduy-224

du. Onlar, birbirleriyle karşılaştıklarında birbirlerine Kur'an'dan pasajlar okuyorlardı. Peygamber (s.a.v.) de, bazen aralarında oturur, birlikte Kur'an-ı Kerim'i müza­kere ederlerdi. Hz. Aişe'nin, Peygamber (s.a.v.)'in ahlâ­kının Kur'an olduğunu söylemesinin sebebi de böylece anlaşılmaktadır.

Amel etmek için öğrenme şuuru, manevi haz ve ilim kapılarını da açıyordu. Şayet onlar Kur'an'a sadece tartışma, inceleme ve bilgi edinme için yaklaşsalardı, bu kapılar açılmazdı.

Aslında toplumlar bazında olmasa bile fertler ba­zında Kur'an'm bu etkinliğim günümüzde de müşahede etmemiz mümkündür. Onun ne hakim bir devleti, ne de onu dünyaya tanıtacak güçlü bir teşkilatı vardır. Kur'an'a inanan ya da inandıklarını iddia eden Müslü­man toplumlarına baktığımızda yüz ağartacak bir du­rumda olmadıkları ortadadır. Müslümanların bu du­rumlarına bakarak, dinlerinin başkaları tarafından seçil­mesi zordur, işte bütün bunlara rağmen Kur'an yine de etkisini göstermekte ve Kur'an'ı okuyarak islâm'ı seçen­ler olmaktadır.

Onlar, geçmiş gelenek ve göreneklerine kapıları kapattılar ve gönüllerinin kapılarını bütünüyle Kur'an'a açtılar. Eğer bugün uygulanmakta olan din eğitimi aynı neticeyi vermiyorsa, bu eğitimin yeniden gözden geçi­rilmesi bir zorunluluktur.[448]

 

İlim Ve Alim

 

Toplumların oluşması ve mutlu bir hayat yaşayabil­meleri için ilmin önemi günümüzde daha çok anlaşılmış­tır. Kur'an-ı Kerim'in temel konularından biri, ilim konu­sudur. Çünkü insanı diğer canlılardan ayıran, insanın bu niteliğe sahip olmasıdır. Yeryüzünde halife oluşunun te­mel dayanağı da, budur. İnsan, ilim elde etmekte, bilgi üretebilmektedir. Sorumlu bir varlık olmasının ve dünya­yı imar etmekle görevlendirilmesinin temelinde bu özelli­ği yatmaktadır.

"Him" ve bu kelimeden türetilmiş kelimelerin Kur'an'da 865 kez tekrar edilmiş olması, Kur'an'm konu­ya verdiği önemi gösterir. Bu sayıya, ilim kelimesiyle ya­kın anlam taşıyan fıkh, ma'rıfet, hudâ, akıl, fikr, tedeb-bür, tezekkür, nazar ve basîra gibi kelimeler dahil değil­dir. Oysa bu kelimeler de Kur'an'da sıkça tekrar edilmek­tedir. Bu kelimelerin zıt anlamlıları olan cehl, sefeh, dalâl, ameh, zan, batıl, ifk gibi kelimeler de Kur'an'da sıkça tekrar edilirler.[449] Kuşkusuz yakın anlamlı kelimelerle zıt anlamlı kelimelerin "ilim" konusuyla yakından ilgileri vardır.[450]

 

İlme Verilen Değer:

 

Âdem'i, yeryüzünün halifesi olma yönüyle melek­lere üstün kılan, Allah'ın kendisine verdiği ilimdir. Âdem'in bu niteliği ortaya çıktığında ise, yüce Allah me­leklere, Âdem'e secde etmelerini emretmiştir:

"Âdem'e isimlerin tümünü öğretti, sonra onları me­leklere sunup: 'Haydi, doğru iseniz onların isimlerini bana söyleyin' dedi. Dediler ki: 'Sen yücesin, bizim senin bize öğ­rettiğinden başka bir bilgimiz yoktur. Şüphesiz sen bilensin, hakimsin (her şeyin içyüzünü bilen, her şeyi yerli yerin­ce yapansın).' (Allah) dedi ki: 'Ey Âdem, bunlara onların isimlerini haber ver.' (Âdem), bunlara onların isimlerini haber verince (Allah): 'Size, Ben göklerin ve yerin gaybını bilirim, sizin açıkladığınızı ve içinizde gizlediğinizi bilirim, dememiş miydim?' dedi. Meleklere: 'Adem'e secde edin' de­miştik, hemen secde ettiler."[451]

Kur'an'dan inen ilk âyetlerde de insana ilim veril­diğine dikkat çekilmektedir.[452] Ayrıca insana verilen ni­metler sıralanırken, insanın yaratılmasının anılmasın­dan hemen sonra ona ilmin verildiği ifade edilmektedir ki bu da ilmin önemine işarettir:

"Çok merhametli (Allah), Kur'an'ı öğretti, insanı ya­rattı. Ona beyanı (konuşup düşüncelerini açıklamayı) öğretti."[453] Sanki insana ilim verilmemiş olsaydı, yaratıl­ma nimetinden insanın yararlanması bir anlam taşıma­yacaktı, denilmektedir. Peygamber'e hitap edilirken de şöyle denilmektedir:

"Allah, sana Kitab'ı ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir. Allah'ın sana lütfü, cidden bü­yük olmuştur.'[454]

Kuran, yöneticilik için de, ilmin önemine dikkat çekmekledir. Kur'an'da yer alan Talut kıssası buna güzel bir örnektir. Yüce Allah, hükümdar olarak îsrailoğulla-rina Talut'u gönderdiğinde onlar, zengin olmamasını ge­rekçe göstererek bu seçime itiraz etmişlerdi. Bunun üzerine yüce Allah, değer yargılarını düzelterek malın bu gibi konularda hiçbir öneminin olmadığına, bilakis bilgi ve sağlığın gerekli olduğuna şu şekilde dikkat çek­mektedir:

"Peygamberleri onlara dedi ki: 'Allah Talut'u size hü­kümdar gönderdi.' Dediler ki: 'O bize nasıl hükümdar olabi­lir? Biz hükümdarlığa ondan daha layığız, ona bol mal ve­rilmemiştir. ' Dedi: 'Allah onu size hükümdar seçti, onun bil­gisini ve sağlığını arttırdı.' Allah mülkünü dilediğine verir. Allah'(ın lütfü) geniştir. (O, her şeyi) bilendir"[455]

Âyette, hükümdarlık için ilmin gerekliliğine işaret edildiği gibi ayrıca ilmin maldan üstün olduğuna da işa­ret edilmektedir. Âyette yöneticilerin sağlıklı olmaları­nın önemi de ifade edilmektedir. Hz. Davud ve Süley­man, sınırları çok geniş bir devlette hükümdar olmala­rına rağmen, kendilerine verilen ilimden dolayı Allah'a hamd etmişlerdir:

'And olsun biz, Davud'a ve Süleyman'a bir ilim ver­dik de onlar: 'Bizi inanan kullarından bir çoğuna üstün kı­lan Allah'a hamd olsun' dediler."[456]

Bütün bu âyetlerde ilme verilen değer açıkça anlasumaktadır. İlim öyle bir değerdir kî, ona sahip olan kimse de, haliyle değer kazanmaktadır. İlim sahipleri­nin adalet sahibi olacakları,[457] Allah'ın verdiği misalle­rin ancak âlimler tarafından anlaşılabileceği,[458] kullar arasında Allah'tan en çok korkanların âlimler oldu­ğu,[459] bilenlerle bilmeyenlerin bir olamayacağı Kur'an'­da ifade edilen hususlardır.

ilim aynı zamanda Allah'ın bir sıfatıdır da. Elbette ki bu da ilmin ne kadar değerli bir şey olduğunu anlat­maktadır.

Kur'an-ı Kerim, ilim ve alimi hem övmekte ve hem de ilim öğrenmeyi emretmektedir. Ayrıca ilmi ve âlimleri kısımlara da ayırmıştır. Bu bağlamda inanç ko­nuları, Kur'an-ı Kerim'de i'lem/bilesin, i'lemû/bilesmiz şeklinde emir kipiyle anlatılmaktadır: "Bil ki, Allah'tan başka tanrı yoktur"[460] âyetiyle, "bilesiniz ki Allah'ın azabı çetindir.'[461] "Bilesiniz ki Allah'ın huzuruna toplanacaksı­nız"[462] "Bilesiniz ki Allah çok güçlü ve her şeyi yerli yerin­ce yapandır"[463] âyetlerinde olduğu gibi. Kur'an'da ben­zeri âyetler pek çoktur. Ahkâmla ilgili konularda sade­ce: "Bilin ki ganimet aldığınız şeylerin beşte biri, Allah'a, Resulüne..."[464] âyetinde emir kipi kullanılmaktadır. İnançla ilgili konularda "biliniz ki" şeklinde emir kipi­nin kullanılması, inançla ilgili konuların delile dayalı olması gerektiği, yani bu gibi konuların taklit yoluyla gerçekleşemeyeceği sanki ima edilmektedir.

ÎUm, insanlığın faydası içindir. Bu sebeple ilim tahsili için harcanan vakit ve çaba ibadet olarak değer­lendirilmiştir. Ancak bazı konular vardır ki insanın o ko­nularda sağlıklı sonuçlara ulaşması mümkün değildir. Allah'ın zatı, sıfatlarının nasıllığı ve benzeri gaybî konu­lar böyledir. Kur'an-ı Kerim, bu gibi konulan "müteşâbi-hat" olarak isimlendirmektedir. Bu gibi konular, akıl ve deney yoluyla sağlıklı sonuçlara vanlabilen şeyler değil­dir. Akıl ancak müşahede âlemi hakkında sağlıklı sonuç­lara varabilir. Müşahede âlemi, insanın beş duyusuna hi­tap eden şeylerdir. Akıl, ancak beş duyunun kendisine sunduğu verileri esas alır. O halde İnsan aklı, ancak gö­rünen alemle ilgili beş duyunun sunduğu veriler alanın­da kesin sonuçlara varabilir. Gayb konusu ise, vahyin alanıdır. Bu alanda vahyin haber verdiği hususlarla ye­tinmek gerekir. Elbette akıl, vahyi anlamaya çalışır ve anladıklarından hareketle birtakım değerlendirmeler ya­par. Ancak vahyin, hakkında hiçbir bilgi vermediği gay-bi konulara dalmak hasta kalplilerin işidir:

"Kitab'ı sana O indirdi. Onun bazı âyetleri muhkem­dir, bunlar Kitab'ın anasıdır. Diğerleri ise müteşâbihtir, Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve te'viline var­mak için müteşâbihinin peşine düşerler. Oysa onun te'vüini ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar: 'Ona inandık, hepsi Rabb'imizin kalındandır' derler."[465]

Âyette geçen "teVif" gaybî konuların keyfiyeti ve hakikatleridir. Ancak kalbinde eğrilik bulunanların, bu gibi şeylerin hakikatleri peşinde koştukları anlatılmak­tadır. O halde insanın bu gibi konularda vahiy olmaksızın sağlıklı bir ilme varması mümkün değildir.

İlimle hedeflenen, insanların yararı olduğuna gö­re, insana bir faydası bulunmayan ya da ona zarar veren şeylerin öğrenilmesi, Kur'an tarafından yasaklanmıştır. Sihir böyledir. Hz. Süleyman döneminde şeytanların uydurdukları şeylerden ve sihir öğretmelerinden bahse­dilerek şöyle denilmektedir:

"Süleyman'ın hükümranlığı döneminde onlar, şeytan­ların uydurdukları sözlere uydular. Oysa Süleyman (büyü yaparak) küfre girmemişti. Fakat o şeytanlar küfre girdiler, insanlara büyü öğretiyorlardı"[466]

Âyette sihir, şeytanlara nispet edilerek kınanmak­ta ve sihre başvurmaları sebebiyle küfre girdikleri anla­tılmaktadır. Bazı âlimler, büyücülerin, İslâm'a ve Müslü­manlara gelebilecek zararlarını defetmek için sihrin öğ­renilebileceğini söylemişlerdir. Ancak öğrenilse bile kul­lanılmasının yasaklığı konusunda bütün âlimler ittifak etmişlerdir.

Yasaklanan diğer bir husus ise, gerçekleri engelle­mek için bir temele dayanmayan bilgilerin üretilmesi­dir. Batıla destek olacak her çaba, Kur'an tarafından dış­lanmıştır.[467]

 

İlimin Kısımları:

 

"İlim" kelimesi hem Allah'ın bir sıfatı olarak ve hem de yaratıkların ilmi için kullanılır. Bu anlamda ilmi iki kısma ayırmak mümkündür: Allah'ın her şeyi kuşa­tan sınırsız ilmi ve bir de sınırlı olan yaratıkların ilmi.[468]

 

A. Sınırsız Ve Mutlak İlim

 

Allah'ın ilminin her şeyi kuşattığı değişik ifade ka­lıplarıyla dile getirilmiştir: "O, her şeyi bilendir", "ilmi her şeyi kuşatmıştır" vs. İlminin her şeyi kuşattığı ifade edildiği gibi her türlü ayrıntıyı bildiği de Kur'an'da an­latılmaktadır:

"Ne işte bulunsun, Kur'aridan ne okusan ve siz ne iş yapsanız mutlaka biz, içine daldığınız an üzerinizde şahidiz (her yaptığınızı görürüz). Ne yerde, ne de gökte zerre ağır­lığınca bir şey, Rabb'in(m bilgisin)den kaçmaz. Ne bundan küçük, ne de büyük hiçbir şey yoktur ki, hepsi apaçık bir ki­tapta olmasın."[469]

Ayrıca bazı alanlar vardır ki, sadece Allah'ın ilmi­ne tahsis edilmiştir. Gayb konusu böyledir. Gaybın bü­tün zamanlan; geçmişi, geleceği ve hali hazırının bilgisi Allah'a aittir:

"De ki: 'Göklerde ve yerde Allah'tan başka kimse gayh bilmez. Ne zaman dirileceklerini de bilmezler,"[470]

Ancak izin verdiği elçilere gaybtan dilediği bir ay­rıntıyı öğretebilir. Ne var ki bu bilgi sadece o ayrıntı ile sınırlıdır ve sürekli değildir:

"O gaybı bilendir. Kendi gizli bilgisini kimseye göster­mez. Ancak razı olduğu elçilere bildirir."[471]

"Kendi dilediği kadarı müstesna, O'nun ilminden hiç­bir şeyi de kavrayamazlar?[472]

Kur'an-ı Kerim'de geleceği içeren gayb konusu ay­rıca zikredilmekte ve Allah'tan başka kimsenin geleceği bilmediği ifade edilmektedir. Bu arada "beş bilinme-yen'/mugayyebat-ı hamse" meselesi üzerinde durmak gerekir. Bir hadiste beş şeyin gayb konusuna girdiği ve Allah'tan başka kimsenin bunları bilmeyeceği anlatıla­rak Lokman sûresinin şu âyetinde zikredilen hususlara işaret edilmektedir:

"Allah, kıyametin ne zaman kopacağının bilgisi O'­nun katındadır. Yağmuru O yağdırır, rahimlerde olanı bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilmez ve kimse nerede öleceğini bilmez. (Her şeyi) bilen, (her şeyden) haberi olan, yalnız Allah'tır."[473]

Bazı müfessirler, rivayetleri de göz önünde bulun­durarak âyette söz konusu edilen beş şeyin, sadece Allah tarafından bilindiğini, bunlardan birini bildiğini ileri sü­ren kimsenin, Kur'an'ı reddediyor durumuna düşeceğini ve bu sebeple kâfir olacağım söylemişlerdir.[474] Bazı mü­fessirler ise, âyetin üslubunu göz önünde bulundurarak, bilinmeyen şeylerin sadece üç şey olduğunu ve bunların: "Kıyametin ne zaman kopacağı, insanın gelecekte ne ya­pacağı, başına neler geleceği ve nerede öleceği", konula-rıdır.[475] Bazı müfessirler de, bu beş şeyin insanı çok ya­kından ilgilendirmeleri nedeniyle bu âyette zikredildik-lerini; insanın bilmediği şeylerin çok daha fazla olduğu­nu belirtmişlerdir. Bu görüşte olan müfessirlerden Mev-dûdi, şöyle demektedir:

"Bu âyet aslında müşriklerin kıyamet ve âhiret va-idini Resûîüllah'tan duyduklarından beri tekrar tekrar sordukları, kıyametin ne zaman kopacağı sorusuna bir cevaptır. Kur'an bunu, bazı kere soruyu zikrederek ba­zen de muhatapları ne sorduklarını bildikleri için zik­retmeden cevaplandırmaktadır. Bu da sorunun kendi zikredilmeksizin cevaplandınldıgı âyetlerden biridir.

'Kıyametin vaktiyle ilgili bilgiye yalnız Allah sahiptir' şeklindeki ilk cümle sorunun asıl cevabıdır. Bunu izleyen dört cümle ise asıl cevabı pekiştirmek içindir. Tüm delilin anlamı şudur: Ey insan. Sen, hayatta pek yakın ve içli dışlı olduğun bu şeyler hakkında bile hiçbir şey bilmiyorken, nasıl olur da tüm âlemin sona ereceği vak­ti bilebilirsin? Senin bereket içinde yüzmenle, kıtlık içinde çaresiz kalman temelde yağmura bağlı. Oysa yağ­murun kontrol ve düzeni tümüyle Allah'ın yed-i kudre­tinde, istediği zaman, istediği yere ve istediği kadar yağ­muru O gönderiyor ve istediği zaman da göndermeyi-veriyor. Belli bir yere belli bir zamanda ne kadar yağ­mur düşeceğini hangi ülkenin ondan mahrum kalacağı­nı, hangisinin yağmurdan zarar göreceğini tamamen bilmiyorsunuz. Neslinizi gelecekte sürdürecek olan sperm damlalarıyla eşiniz dölleniyor, fakat siz onların rahimlerinde şekillenen şeyin iyi mi, kötü mü olduğunu bilmiyorsunuz. Yann başınıza ne geleceğini dahi bilmi­yorsunuz. Ani bir kaza kaderinizi değiştirebilir, fakat siz böyle bir olayı bir dakika öncesinden bile kestiremiyor­sunuz. Şimdiki yaşantınızın nerede son bulacağını bil­miyorsunuz. Allah tüm bu bilgileri kendine saklamıştır ve size bunlar hakkında hiç bilgi vermemektedir. Aslın­da önceden tedbir alabilesiniz diye bunları bilmek isti­yorsunuz. Fakat tamamen Allah'ın emir ve tasarrufunda olan şeylerin bilgisine bir yol bulamazsınız. Aynı şekilde dünyanın sonu hakkında da Allah'ın emir ve kararını beklemekten başka seçeneğiniz yok. Aynca bununla il­gili bilgi ne bir kimseye verilmiştir ne de verilebilir.

Burada bir şeyin daha iyi anlaşılması gerekir ki o da şudur: Bu âyet Allah'ın bildiği gaybt ve sırrî şeylerin tam bir listesini vermiyor. Belli bir tasavvura yol açsın diye yalnızca en belirgin şeylere işaret ediliyor. Üstelik bunlar insanın en içli dışlı yaşadığı fakat farkında olma­dığı, bilmediği yalnızca Allah'ın bildiği gaybi ve sırrî şeylerin beş taneden ibaret olduğu sonucu çıkarılmama­lıdır, işin aslı, gayb, mahlukata gizli fakat Allah'ın bilgisi için apaçık olan bu türden her şeyi içine alır ve böyle şeyler sayısız ve sınırsızdır."[476]

Bazı âlimler, âyette "mâ fi'1-Erham" ifadesinde akıl sahipleri için kullanılan "men" ism-i mevsûlu değil de "mâ" ism-i mevsûlunun kullanıldığına dikkat çekerek bununla, rahimlerde kinin erkek mi kız mı olduğunun kastedilmediğini, bilakis rahimdekinin, iyi mi yoksa kö­tü biri mi olduğu, kaderinin ne olacağı ve benzeri hu­susların kastedildiğini söylerler. Buna göre âyette ra­himdekinin erkek çocuğu mu, yoksa kız çocuğu mu ol­duğu meselesi kastedilmemektedir. Ancak şunu belirte­lim ki, insanlann bu konuda en çok merak ettikleri, do­ğacak çocuğun erkek mi, yoksa kız mı olacağıdır. Bu tür merakı olmayan azınlıktaki bir kesimin merakı ise, çocuğun sağlam mı, yoksa sakat mı doğacağı meselesi­dir. Çocuğun kaderinin ne olacağı; iyi biri mi, yoksa kötü biri mi olacağını merak eden ise, yok denilecek kadar azdır.

Vakıa âyette üç şeyin Allah'tan başkası tarafından bilinemeyeceğine vurgu yapılırken Allah'ın yağmuru yağdırdığı ve rahimlerdekini bildiği ifade edilmektedir. Yağmuru yağdıranın Allah olması, yağmurun öncesin­den yağacağının tespit edilemeyeceği anlamına gelmez. Sadece yağmura karar verenin Allah olduğunu anlatır. Yağmurun yağmasını isterse, sebeplerini oluşturur ve yağdırır; dilemezse, sebeplerini oluşturmaz ve yağdırmaz. Rahimlerdekini bilmesi meselesine gelince, âyette başkasının bunu bilmeyeceği ifade edilmemekte, Al­lah'ın bunu bildiği anlatılmaktadır.

Müfessirlerin de dikkat çektekileri gibi, insanın bilmediği daha pek çok şey vardır. Gayb bilgisi, sadece Allah'a aittir ve ne bir peygamber ve ne de başka biri bu bilgiye sahiptir.

Kalplerdekini bilmek de Allah'a has bir bilgidir: "Sözü açık söylesen de (gizli söylesen de) muhakkak O, giz­liyi de, ondan daha gizlisini de biür."[477] O halde Allah, he­nüz söze dökülmeyen, kişinin kalbinde geçirdiği şeyleri de bilmektedir. Başka bir âyette bu husus açıkça ifade edilmektedir:

"Sözünüzü ister gizleyin, ister onu açığa vurun (fark etmez) çünkü O, göğüslerin özünü bilir. Yaratan bilmez mi? O lâtiftir (bilgisi her şeye nüfuz eden, her şeyden) haberdar olandır"[478]

insanın kendi içinde/kalbinde sakladığı bilgileri Allah'tan başka kimse bilemez. Peygamber (s.a.v), etki­siz hale getirdiği ve bu sırada kelime-i şahadet getiren bir müşriki öldüren Halid b. Velid'in bu davranışını ha­ber alınca, o müşriki neden öldürdüğünü sormuş, Ha­lid b. Velid: "Samimi olarak kelime-i şahadeti getirmedi, korktu da bu sebeple böyle dedi" demiştir. Bunun üze­rine Peygamber (s.a.v): "Kalbini yarıp baktın mı?" diye Halid'i azarlamıştır. Halid b. Velid gibi Allah yolunda savaştan savaşa koşan şahabı bir komutan bunu bilmi­yorsa, başka birinin bunu bilmesi mümkün değildir.

Yüce Allah'ın tüm zaman ve mekânları, küçükbüyük her olayı ve varlığı kapsayan bir ilme sahip ol­ması, ilminin, kalplere kadar uzanması elbette birtakım sonuçlar doğurmaktadır.

Kalbe de uzanması nedeniyle insanın kalbini de temiz tutma çabası içerisinde olması gerekir. Genelde kalpten geçenlerden dolayı insanın sorumlu olmadığı şeklinde bir kanaat mevcuttur. Oysa insan, içinden ge­çenlerden dolayı da sorumludur. Sadece gücü dışında olan şeylerden dolayı insanın sorumluluğu yoktur, insa­nın içinden geçenler genelde irade dışı olmakla beraber iradesi dahilinde olanlar da vardır ve iradesi dahilinde olanlardan dolayı insan sorumludur. Zaten iyilikler de, kötülükler de, önce insanın içinde planladığı şeylerdir. Ruh eğitimi bu nedenle önem arzetmektedir:

"Bilin ki Allah, içinizden geçeni bilir. O'ndan sakının ve yine bilin ki, Allah bağışlayandır, halimdir."[479]

Böyle bir bilgiye sahip olan Allah, insanları tekrar yaratmaya ve yaptıklarının karşılığını vermeye de kadir­dir. O, bilgisi sayesinde insan için en uygun emir ve ya­sakları koymuştur. Yine bu bilgisi sayesinde insanların ne yapacağını önceden bilmektedir. Kader dediğimiz şey, O'nun bu bilgısidir.[480]

 

B. Sınırlı İlim:

 

Yaratıkların ilmi, sınırlı bir bilgiye dayanır ve ara­larında bir derecelenme söz konusudur. Örneğin insa­nın yeryüzünü imar için bilgi üretme yeteneği, melekle­rin yeteneğinden üstündür. Nitekim yaratılış kıssasında Âdem, isimleri bildiği halde melekler bilmemişlerdir.

İnsanlar arasında din ilmi bakımından peygam­berler en üstün seviyededirler. Her şeyden önce onlar, insanlar içinden seçilmişlerdir ve dini tebliğ etmekle gö­revlendirilmişlerdir. Dini tebliğ edenin, kendilerine teb­liğ ettiği kimselerden dini daha iyi bilmesi, mantıkî bir zorunluluktur. Peygamberimizin dili üzere şöyle denil­mektedir:

"Size Rabb'imin gönderdiği gerçekleri duyuruyorum, size öğüt veriyorum ve Allah tarafından, sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum"[481] Kur'an-ı Kerim'de başka peygam­berler için de aynı ifade kullanılmaktadır.[482] Ancak pey­gamberler, dini daha iyi bilmelerine rağmen gaybı bil­mezler.[483] Onların gayb bilgileri, Allah'ın kendilerine bildirdikleriyle sınırlıdır.[484]

 

Diğer İnsanların Timi:

 

insanın iki tür ilmi vardır: Yaratılıştan getirdiği il­im ve bir de sonradan kazandığı ilim. insanın doğuştan getirdiği içgüdüdür. "Rabb'imiz her şeye yaratılışım verip sonra onu doğru yola iletendir"[485] âyetinde kastedilen budur. Aynı şey, hayvanlara da verilmiştir. Mesela arılar­la ilgili olarak şöyle denilmektedir:

"Rabb'in bal arısına (şöyle) vahyetti: 'Dağlardan, ağaçlardan ve (insanların) kurdukları çardaklardan ev edin!..[486]

Bu konuda insanlar eşittirler. Bedenî önemli bir sakatlık olmadıkça her insan bu bilgilerle doğar. Ger­çekten de önemli olan, sonradan kazanılan bilgi yani ilimdir. Yüce Allah, buna işaret ederek şöyle demekte­dir:

"Allah sizi annelerinizin karnından çıkardığı zaman hiçbir şey bilmiyordunuz, size kulak, göz ve efide/kalpler verdi ki şükredesiniz"[487]

Âyette geçen ef'ide kelimesi, fuâd kelimesinin ço­ğulu olup kalpler manasına gelir. Kur'an-ı Kerim'de an­lama ve değerlendirme yeri, fuad/kalptir. O halde âyet, annesinden doğarken hiçbir şey bilmeyen insana kulak, göz ve anlayıp değerlendirme vasıtası olan kalbin veril­diğinden söz etmektedir. Çünkü insan, bu üç vasıtayla ilim elde eder. Görür, duyar ve görüp duyduklarını kal­binde değerlendirdikten sonra bilgiye ulaşır. Bilgi edin­diğinde bu üç vasıtayı devreye sokmalı, bilgi edinmek istediği konuda görülmesi gereken şeyleri görmeli, duy­maya konu olan hususları duymalı ve bunlarla yetinme­yip kalbinde değerlendirme yapmalıdır. Duyulmaya ko­nu olanı duymadan, görülmeye konu olanı görmeden ve duyma ile görme yollarıyla elde edilen veriler kalpte değerlendirilmeden insanın eksik bilgi ile bir şeyin ar­dına düşmesi kınanmıştır:

"Bilmediğin şeyin ardına düşme, çünkü kulak göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur"[488]

Âyet, ancak bu vasıtalar devreye sokularak bilgiye ulaşılabileceğine, bunlar devreye sokulmadan elde edi­len bilginin eksik olduğuna ve böyle bir bilginin peşine düşmenin yanlış olacağına dikkat çekmektedir. Değer­lendirme yapmadan görüp duyduğuna uymak kınan­mıştır. Bu bağlamda geleneğe uymak Kur'an-ı Kerim'de sık sık gündeme getirilmiş ve değerlendirme yapmadan bunların peşine düşmek kınanmıştır:

"Onlara: 'Allah'ın indirdiğine uyun' denildiği zaman, 'Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız] derler. Ya ataları bir şey düşünmeyen ve doğru yolda olma­yan kimseler idiyseler[489]

Kur'an-ı Kerim, Müslüman'dan her duyduğuna uymamasını, seçmeci olmasını istemektedir:

"Şeytana ve putlara kulluk etmekten kaçınıp, Allah'a yönelenlere, işte onlara müjde vardır. Ey Muhammed, sözü dinleyip (dinledikleri sözlerden) en güzeline uyan kulları­mı müjdele. Allah'ın doğru yola eriştirdiği işte onlardır ve onlar, akıl sahipleridir;"[490]

Kur'an-ı Kerim, din ilimlerini temel hedef alması­na rağmen, diğer ilimlere dikkat çekmekte ve onlara teşvik etmektedir. Tabiata ve tabiatta cereyan eden olay­lara sıkça dikkat çekilmesinin sebeplerinden biri budur. Ancak Kur'an-ı Kerim, diğer ilimlerin sonuçlarını ver­mez. Bir din kitabından bunu beklemek, doğru da ol­maz. Bakara süresindeki ''Sana hilalleri sorarlar. De ki: 'Onlar, insanlar ve hac için vakit ölçüleridir.' Evlere arkala­rından girmek iyilik değildir. İyilik, Allah'tan korkanın iyili­ğedir. Evlere kapılarından girin ve Allah'tan korkun ki, kur­tuluşa eresiniz, umduğunuzu bu/asmiz"[491] âyetinden de, modern ilmin sonuçlarının Kur'an'da aranmaması ge­rektiği anlaşılmaktadır. Çünkü Peygamber (s.a.v.)'e, hi­lalin neden önce ince bir şekilde doğduğu ve her gün biraz daha kahnlaşarak nihayet dolunay haline geldiği sorulmuştu. Bunu Peygamber'e sormaları, kapı durur­ken eve arkasından girmeye benzetilmiştir. Böylece Pey­gamber'e bu konularda soru sormalarının yanlış oldu­ğu; böyle soruların muhatabının Peygamber olamayaca­ğı anlatılmıştır. Peygamber'e sorulan bu soru, Kur'an'da bu şekilde değerlendiriliyorsa, elbette ki bu ve benzeri soruların cevaplarının Kur'an'da aranmaması gerektiği, de anlatılmış olmaktadır.

İlme verilen değer, kaçınılmaz olarak âlime değer vermeyi de beraberinde getirir. Elbette bilenlerle bilme­yenler eşit değildir. Kur'an, Allah'tan hakkıyla korkanla­rın, tutarlı inanç sahiplerinin ve adaleti ayakta tutanla­rın âlimler olduğuna dikkat çekmektedir, ilim, iman ile birleştiğinde kişinin dereceleri kat kat yücelir:

"Allah sizden inananları ve kendilerine ilim verilenle­ri derecelerle yükseltir[492]

ilim, insana üstün dereceler kazandırdığı gibi bir­takım sorumluluklar da yüklemektedir. Doğrudan yana olmak, adaleti hakim kılmak, bu sorumluluklar arasın­dadır. Vakıa bazı âlimler bu görevlerini yerine getirme­mekte, hatta ilimlerini kötülüklere vasıta kılabilmekteler. Kur'an-ı Kerim'de bu sorumluluklarını yerine getirme­yen âlimler, kitap yüklü merkeplere benzetilmektedir:

"Kendilerine Tevrat yüklendiği halde, onu taşımayan­ların durumu, sırtına kitap yüklenmiş eşeğin durumu gibi­dir. Allah'ın âyetlerini yalanlayan topluluğun durumu ne kötü bir örnektir. Allah haksızlık eden toplumu doğru yola eriştirmez"[493]

Yine, ilmin yüklediği sorumluluğu yerine getirme­yenler şu şekilde kınanmaktadır:

"İndirdiğimiz açık delilleri ve hidayeti -biz Kitap'ta insanlara açıkça belirttikten sonra- gizleyenler (var ya), işte onlara hem Allah lanet eder, hem bütün lanet edebilenler lanet eder. Ancak tövbe edip durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıklayanlar başka. Onları bağışlarım. Çünkü ben tövbeyi çok kabul edenim, çok esirgeyenim."[494]

Dinleri tahrif edenler de yine âlimler olmuştur. Fen bilimlerinin bilginleri de aynen din âlimleri gibidir. Bir güç aracı olan ilmi, burada da iyiye kullanmak mümkün olduğu gibi kötüye de kullanmak mümkün­dür. Bu gücü kontrol altında tutmayı ve insanlığın yara­rına kullanmayı sağlayacak tek çare, ahlâkî değerleri fert fert toplumun tamamına hakim kılmaktır. Kur'an-ı Kerim'in, hayatın her merhalesine ve her alanına iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak prensibini yay­masının önemi burada da kendini göstermektedir. Nük­leer silahlara aracılık eden bilginler, dini tahrif eden âlimlerden belki de daha az suçlu değillerdir.[495]

 

Sosyal Dayanışma

 

Kufan-ı Kerim, insanların tamamının tek bir ne­fisten türediklerini söylemektedir. Buna göre inanç, böl­ge, ırk veya herhangi bir ayırım olmaksızın bütün in­sanlar, insan olmak yönüyle kardeştirler. Ancak bunun ötesinde özel bir kardeşlik vardır ki o da, inanç kardeş­liğidir. Hatta bu kardeşlik, kan kardeşliğinin yani ana-baba bir kardeşliğin bazen önündedir:

"Allah'a ve âhiret gününe inanan bir toplumun -ba­baları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da oha- Allah'a ve Resulüne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin.[496]

O halde iki türlü bir dayanışmadan söz etmek mümkündür. Aynı nefisten gelmiş olmaları nedeniyle bütün insanlar arası dayanışma, aynı inancı seçmiş ol­maları nedeniyle daha özel ve daha güçlü bir konumda olması gereken Müslümanlar arası dayanışma.

Bilindiği gibi Kur'an-ı Kerim, bütün insanlığa gönderilmiştir. Ona inanmayan her kişi, ona inanmaya adaydır. İleride inanmayacak olsa bile, insan olmanın kendisine sağladığı birtakım haklan vardır.

"Sosyal dayanışma"dan söz edildiğinde çoğu insanın zihnine ekonomik dayanışma gelir. Kuşkusuz bu da­yanışmanın çerçevesinde ekonomik dayanışma da vardır. Ancak hayat ekonomiden ibaret değildir, insanın ihtiyaç­ları da bununla sınırlanamaz. Kur'an'da ilim, ahlâk, siya­set, olumsuzlukları toplumdan uzaklaştırma, iyilikleri topluma hakim kılma vs gibi konularda da yardımlaşma­dan söz edilmektedir. Kur'an-ı Kerim bunu genelleştire­rek: "Birr/iyilik ve takva üzere yardımlasın"[497] demektedir.

Arap dilinde "birr" ve "berr" kelimeleri aynı kök­ten gelmektedir. "Berr" kelimesi, yeryüzünün kara par­çası için kullanılır. İşte bu kelimeden esinlenerek "birr" kelimesi türetilmiş ve bununla iyilik alanının genişletil­mesi kastedilmiştir.[498] Nitekim Kur'an-ı Kerim'de de kelime hem inanç alanında, hem de amel alanında kul­lanılmaktadır. Şu âyette kelime her iki alanla ilgili ola­rak kullanılmıştır:

"Birr/iyilik, yüzünüzü doğuya ve batıya çevirmeniz değildir. Fakat birr, Allah'a, âhiret gününe, meleklere, Ki-tab'a, peygamberlere inanmaktır, sevdiği mallardan akra­baya, yetimlere, düşkünlere, yolda kalanlara, yoksullara ve köle azat etmeye vermek, verdiği sözü yerine getirmek, sı­kıntı, hastalık ve sıkıntılı zamanlarda sabretmektir. İşte böyle davrananlar, doğru olanlardır ve Allah'ın azabından korunmuş olanlar onlardır."[499]

Görüldüğü gibi âyet, inanç konularıyla birlikte akraba, yetim ve düşkünlere yardım etmeyi birr kelime­sinin kapsamı içerisinde zikretmektedir.

Takva kelimesi ise, nefsi, günah olan şeylerden korumaktır. Böylece kişi, kendisini Allah'ın azabından korumuş olur. Bu ise, imanla birlikte ameli de gerektirir.

O halde, "birr ve takva üzere yardımlasın" âyeti, inanç konularından amelî konulara kadar insanın yara­rına olan her konuda yardımlaşmayı emretmektedir. Sosyal dayanışmayı bu geniş çerçevede almak gerekir.

Sosyal dayanışmanın gerçekleşmesi için öncelikle ferdin, toplumun bir parçası olduğu bilinciyle yetiştiril­mesi gerekir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi fert, aynı ana-babadan gelmiş olma yönüyle insanlık toplumunun ve aynı dine mensup olması yönüyle islâm ümmetinin bir parçasıdır. Kur'an-ı Kerim, toplumdaki anlaşmazlık­ları giderme konusunda fertten çaba göstermesini ister­ken, bunu, inananların kardeş olması gerekçesine dayandırmaktadır:

"Muhakkak ki müminler kardeştir. Kardeşlerinizin arasım düzeltin ve Allah'tan korkun ki size rahmet edilsin[500]

Peygamber (s.a.v.) de bir hadislerinde mümin toplumu bir binaya benzetmekte ve fertlerinin birbirle­rini desteklediklerini ifade etmektedir. Yine şöyle de­mektedir:

"Müminler, birbirlerini sevmekte ve birbirlerine mer­hamet etmekte bir vücut gibidirler. Vücudun herhangi bir organı rahatsızlandığında, diğer organları da rahatsız olur ve onun acısına ortak olurlar."

Peygamber (s.a.v), bir hadisinde de dinin tarifini yaparken, toplum fertleri arasındaki samimiyeti bu tarifin kapsamında zikretmektedir. Söz konusu hadiste şöyle denilmektedir: Peygamber (s.a.v), ashabına: "Din samimi­yettir" dediğinde ashabı: "Kime karşı samimiyettirT diye sormuşlardır. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.): "Allah'a karşı samimi olmaktır; Peygamberine karşı samimi olmaktır ve bütün inananlara karşı samimi olmaktır" cevabını ver­miştir.

Toplum fertleri arasında dayanışmanın olmasının bir şartı da, fertler arasında ayırım yapılmaması, toplu­ma adaletin hakim olması ve fertlerin hepsinin birbirle­rine eşit tutulmalarıdır. Kur'an-ı Kerim'in bu hususlara verdiği önem bilinmektedir. Ayrıca, ibadetler bölümün­de gördüğümüz gibi, İslam'da emredilmiş olan her iba­detin, toplumun sosyal dayanışmasına bir katkısı vardır. Namaz ibadeti, zekât ibadeti, hac ibadeti ve hatta oruç ibadetinin bile sosyal boyudan; sosyal dayanışmaya kat­kıları vardır.

Birr ve takva üzere yardımlaşmayı emreden âyet­te, konunun berrak bir şekilde zihinlerde canlanması ve yerleşmesi için bunların zıddı olan davranışlar da şu şe­kilde zikredilmektedir:

"Günah işlemek ve haddi aşmak üzere yardımlaşma-ym."[501]

Günah, Allah'ın emirlerine aykırı davranmaktır. Burada "haddi aşmak", insanların hakları konusunda sı­nırı aşmak anlamında kullanılmıştır. O halde günah, haddi aşmakla anlatılan anlamdan daha geniştir. Yani günah, haddi aşmayı da içine almaktadır. Burada ayrıca haddi aşmanın zikredilmesi, buna dikkat çekmek için­dir.

İnsanların maddi bir çıkarları olmaksızın günah ve haddi aşma konulannda yardımlaşmaları, ırkçılık ve grupçuluk gibi saiklerle gündeme gelebilir. Bu sebeple bir çok müfessir, bu âyetin tefsirinde şu hadisi naklet­mektedir:

Resûlullah şöyle buyurmuştur: ''Zalim de olsa, mazlum da olsa kardeşine yardım et. Denildi ki; "Ya Resü-lallah, kardeşim mazlum ise yardım edeyim, ama zalim olursa ona nasıl yardım edeyim? Buyurdu ki: Onu zulüm­den alıkoymak suretiyle. îşte bu, ona yardım etmektir."

"Zalim de olsa, mazlum da olsa kardeşine yardım et" sözü, aslında cahiliye döneminde Arapların bir prensibi idi. Onların dünya görüşü ve temel ilkeleri, bu sözle özetleniyordu. Ama Peygamber, onlann bu sözle­rine hem yeni bir muhteva kazandırdı ve hem de onu evrenselleştirdi. Böylece Müslüman'a, daima üstün de­ğerlerden yana olması gerektiği de anlatılmış oldu.

Bu hadisten de anlıyoruz ki, zulme engel olmak, haksızlığa karşı çıkmak da, aslında bir yardımlaşmadır. Kendi ırkından ya da gurubundan birine haksızlık du­rumunda yapılacak yardımın nasıl olması gerektiği de bu hadisle ortaya çıkmaktadır. Onun zulüm ya da hak­sızlığına yardımcı olmak, Allah'ın koyduğu sınırları çiğ­nemeyi içerdiği gibi, onu günaha teşvik etmek anlamını da içerir. O halde kişinin bu davranışı, kendi ırkdaşı ya da gurubundan olan kişiye yaptığı bir iyilik değil, had­dizatında bir kötülüktür.

Kısacası, İslam toplumunda iyilik ve takva üzere yardımlaşmak, sadece erdemli bir davranış değil, aynı zamanda bir görevdir de. Ayrıca Müslüman, toplumun­daki günah ve haksızlıklara kayıtsız kalamaz. Bunları engellemenin en etkili yollarını araştırmalı ve bu alanda çalışma yapanlarla elbirliği etmelidir.

Kuşkusuz yardımlaşmanın birçok alanı vardır. Birr kelimesinden söz ederken bu konudaki alanın ge­nişliğine dikkat çekmiştik. Bu alanlar arasında, ekono­mik alanda yardımlaşma bu konulann başında yer al­maktadır.[502]

 

Ekonomik Yapı

 

Kur'an-ı Kerim, diğer sosyal alanlarda olduğu gibi ekonomik alanda da düzenlemeler getirmektedir. Çün­kü din, sadece âhiret mutluluğunu sağlamak için değil­dir. Aynı zamanda dünya hayatında da mutluluğu he­deflemektedir. Bu nedenle sosyal hayatın önemli alanla­rında birtakım düzenlemelerinin olması kaçınılmazdır. Ayrıca inançla sosyal hayat, hatta ibadetlerle sosyal ha­yat, iç içedir. Malın hem kazanma, hem de harcama yol­larına dair birtakım düzenlemeler getirilmektedir.

Kur'an-ı Kerim'e göre yer ve göklerin mülkiyeti Allah'ındır. Bu nedenle kişilerin mülk edinmeleri, ancak dinin çizdiği çerçeve dahilinde olur. Ayrıca mutlak (sı­nırsız ve sorumsuz) ferdî mülkiyet anlayışı islâm'a ya­bancıdır, islam'da üç kademeli bir mülkiyet anlayışın­dan bahsetmek mümkündür. Mutlak mülkiyet Allah'a aittir. Mutlak oluşu sebebiyle güçlüdür ve kalıcıdır. İkinci aşamada mülkiyet, topluma aittir. Üçüncü aşa­mada ise, ferdî mülkiyet gelir. Hem toplum/kamu mül­kiyeti ve hem de ferdî mülkiyet, mutlak olmayıp tasar­ruf mülkiyeti mahiyetindedir. Bu sebeple kişi, şayet mülkiyet ehliyetini yitirecek olursa, tasarruf yetkisi, topluma geçer. Bu durumda devlet o kişinin mülküne vasî tayin eder ve kişi, ehliyetine kavuştuğunda tasarruf yetkisini devralır. Sefih kimselerle yetimlerin mallan konusunda şöyle denilmektedir:

"Allah'ın sizi başına diktiği mallarınızı aklı ermezle­re/sefihlere vermeyin; o mallarla onları besleyin, giydirin ve onlara güzel söz söyleyin. Nikâh çağına varıncaya kadar öksüzleri deneyin, eğer onlarda bir olgunluk görürseniz, he­men mallarım kendilerine verin"[503]

Dikkat edilirse sefih kişinin malı için "mallarınız" ifadesi kullanılmıştır. Buna göre ferdin malı da, aslında toplumun malıdır. Aynı şekilde toplumlar da, mülkiyet ehliyetini yitirebilirler. Haksız yere, inanan toplumlara savaş açan toplumların mallan böyledir. Böylesi top­lumlar, mülkiyet ehliyetini yitirmiş olurlar. Bu toplum­larla savaşarak buraları fetheden Müslüman toplumla­rın, onların mallanm ganimet olarak almalarının caiz olması bu sebeptendir. Bu durumda olan toplumlann mülkiyetleri, mümin toplumlara miras olarak devredil­miş olur.

Mülkiyet hakkındaki bu kısa girişten sonra Kur'an-ı Kerim'in, servet edinmeye bakışı üzerinde dur­mak gerekir. Çünkü genelde dinin, serveti dışladığı sa­nılır. Hatta din adına bunu iddia eden ve fakirliğin insa­nı cennete götüreceğini söyleyenler de olmuştur. Bunla­ra göre dünya, tamamen kötülüktür, bir an önce sona ermesi insanın yararınadır. Ruhçu, dini ve felsefi akım­lara, bu düşünce hakimdir. Onlara göre beden ne kadar sıkıntı çekerse, ruh o ölçüde yücelir. Bu düşünce bazı Müslüman sûfîler arasında da yaygındır. Bedenin ruh için bir kafes şeklinde tasvir edilmesi ve kafesten kur­tulma özlemi ve çabası içerisinde olan kuş misali, ru­hun da beden kafesinden kurtulma özlemi ve çabası içerisinde olduğunu söyleyen sûfiler, söz konusu ettiği­miz ruhçu felsefenin etkisindedirler.

Oysa Kur'an âyetleri incelendiğinde servetin biza­tihi kendisinin dışlanmadığı, bilakis en üstün değermiş gibi hedef edinilmesinin kınandığı görülür. Ayrıca helal yoldan kazanıldığı ve zekâtı ödendiği müddetçe zengin­lik ve mal biriktirmek için bir sınır da getirilmiş değil­dir. İslam'da kınanan, servetin bizatihi gaye edinilmesi ve servet sahibinin onu stok ederek diğer insanların o servetten yararlanmalarını engellemesidir. Ferdî mülki­yet, mutlak bir mülkiyet olmadığından servet sahibinin cimri davranması da, müsrif olması da kınanmıştır:

"Ve onlar ki harcadıkları zaman, ne israf ederler, ne de cimrilik ederler, (harcamaları) bu ikisinin arasında den­geli olur."[504]

Âhiretin, dünyadan daha hayırlı olduğunu, dünya hayatının geçiciliğini, insanın cimriliğini ve dünya ha­yatına bağlılığını bildiren âyetlere bakarak bazıları tara­fından Kur'an'm, mal ve servet edinmeyi dışladığı zan­nedilmiştir. Önce insanın dünya hayatına bağlılığını ele alalım. Bir âyette şöyle denilmektedir:

"Kadınlardan, oğullardan, yığın yığın yığılmış altın ve gümüşten, (otlağa) salınmış atlardan, davarlardan ve ekin­lerden gelen zevklere aşın düşkünlük, insanlara süslü göste­rildi. Bunlar, sadece dünya hayatının geçimidir. Asıl varıla­cak güzel yer, Allah'ın yanındadır. "[505]

Altın, gümüş ve diğer malların insanlara süslü gösterildiği âyette anlatılmaktadır. Peki bunları insana süsleyen kim, Allah mı, yoksa şeytan mı? Bazıları, süsle­yenin şeytan olduğunu söylemektedir. Ancak bu görüş­te olanların, görüşlerine dayanak olarak getirdikleri bir delilleri yoktur. Sadece süslü gösterilmiş olan bu şeyle­rin, insanlan dünyaya bağlayıp onlara âhireti unuttura-bileceklerinden hareket ederek bu görüşe varmışlardır. Süsleyenin Allah olduğunu söyleyenlerin görüşü daha tutarlıdır. Çünkü yüce Allah başka bir âyette şöyle bu­yurmaktadır: "Biz, insanların hangisinin daha güzel amel edeceğini deneyelim diye yeryüzündeki her şeyi, dünyanın kendine mahsus bir süs yaptık."[506] O halde dünyadaki şeyleri süslü gösteren Allah'ın kendisidir. Hz. Ömer de bu görüştedir.[507] Yine şöyle denilmektedir:

"De ki: Allah'ın, kullan için çıkardığı (yarattığı) süsü ve güzel nzıhlan kim haram kıldı? De ki: Onlar, dünya ha­yatında (inanmayanlarla birlikte) inananlarındır. Kıyamet gününde ise yalnız müminlerindir. îşte, bilen bir topluluk için âyetleri böyle açıklıyoruz."[508]

Öyleyse insanlara bu şeylere düşkünlüğü süsle­yen, Allah'ın kendisidir, tnsan bu fıtrat üzere yaratılmış­tır. Bu gibi şeylerin süslü gösterilmesi, insanların hayat­larını devam ettirmeleri için aslında gerekli bir şeydir. O halde insanların bunları sevmeleri, fıtratlarının bir gere­ğidir. Herhalde Allah, insandan üzerinde yaratıldığı fıt­rattan vazgeçmesini isteyecek değildir. Allah'ın dini, fıt­rata aykırı olmaz. Örneğin kişinin kendi eşini sevmesi, niçin Allah'ın dinine aykırı olsun ki? İnsan neslinin de­vamını sağlayan bu sevgi değil midir? Yine malı sevmesi de, dinine aykırı değildir. Yoksa, infak ederken israfa kaçmayın, denilir miydi? Âyette zikredilen hususlar da böyledir. Âyette anlatılmak istenen büsbütün bunlara kapılarak dünya hayatına çakılıp kalmamaktır. Bu se­beple Allah, âhiret yurdunun daha güzel olduğunu ha­tırlatmaktadır. İnsanlar büsbütün dünya hayatına kapılarak daha güzel olan âhiret yurdunu unutmasınlar, de­nilmektedir.

Âyet ayrıca dünya hayatında süslü gösterilmiş olan bu hususlara bağlılık ile âhiret yurdundaki mükâfat ara­sında bir çelişki ortaya çıktığında âhiret yurdunun tercih edilmesi gerektiğini anlatmaktadır. Örneğin altın ve gü­müş sevgisi, insanı hırsızlık yapmaya, ticaret hayatında başkalarını aldatmaya sürüklemesin, ayrıca bu sevgi in-fak etmekten, Allah yolunda harcamaktan onu alıkoy­masın. Çünkü böyle yapıldığı takdirde bu dünya haya­tındaki nimetlerden daha güzel ve mükemmel nimetler banndıran âhiret yurdu yitirilmiş olur, hatta böyle dav­ranan kişi, orada şiddetli bir azaba çarptırılır, denilmek­tedir.

O halde âhiret sevgisiyle birlikte mal sevgisinin bir sakıncası yoktur. Belki de ikisinin birlikte yürütül­mesi gerekir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Onlardan bir kısmı da: 'Ey Rabb'imiz, bize dünyada bir iyilik, âhirette de bir iyilik ver. Bizi ateş azabından koru'

derler."[509]

Belli ki dünyadaki iyilik, dünya nimetleriyle ilgili­dir. Cuma namazıyla ile ilgili âyette de şöyle denilmek­tedir:

"Namaz bitince yeryüzüne dağı/m ve Allah'ın lûtjun-dan isteyin.[510]

Hatta ihramdan çıktıktan sonra avlanmayı ifade eden âyette anlatılan ile Cuma namazı bittikten sonra yeryüzüne dağılıp Allah'ın lûtfunu istemeyi ifade eden bu âyet arasında aynı esprinin mevcut olduğunu söyle­yebiliriz. O halde iki önemli ibadetten sonra çalışıp ka­zanmak tavsiye edilmektedir.

Peygamber (s.a.v.) döneminde sahabîlerinden ba­zıları, dünyadan el-etek çekmek, sadece âhirete yönelip tüm vakitlerini ibadete vererek dünyevi lezzetlerden; kadınlardan, güzel yiyeceklerden ve para kazanmaktan uzak durmayı kararlaştırdılar, bu kararlarına uymak ko­nusunda kendi aralarında yemin ettiler. Bu yaptıkları Peygamber'e ulaştığında, yaptıklarını tasvip etmedi, ama kısa bir müddet sonra konuyu vuzuha kavuşturan şu âyetler indi:

"Ey inanlar, Allah'ın size helal kıldığı güzel ve temiz şeyleri haram etmeyin, sınırı aşmayın. Çünkü Allah sının aşanları sevmez. Allah'ın size verdiği azıklardan helal ve temiz olarak yiyin ve inandığınız Allah'tan korkun. Allah si­zi, yeminlerinizdeki lağvden (kasıtsız olarak yaptığınız ye­minlerden) ötürü sorumlu tutmaz- Fakat bilerek yaptığınız yeminlerden ötürü sizi sorumlu tutar..."[511]

Böylece bu âyetler, helal şeyleri kendilerine yasak­lamanın Müslümanlara yakışmadığı, bilakis Allah'ın he­lal kıldığı şeylerden yararlanmaları gerektiği, Allah'ın emirlerine aykırı bir şekilde yaptıkları yeminlerinden dolayı Allah'ın kendilerini sorguya çekmeyeceği anlatıl­maktadır.[512]

Mal ve servet, bir imtihan aracıdır. Bir şeyin imti­han aracı olması, onun kötü olduğu anlamına gelmez. Çünkü imtihanda kaybetmek söz konusu olduğu gibi kazanmak da söz konusudur. Helal yollardan servet ka­zanıp onu yine helal yollarda harcamak, ihtiyaç sahiple­rine yardım etmek, Allah tarafından mükâfatlandırıla­cak bir durumdur:

"Allah'ın rızasını kazanmak ve gönüllerindeki imanı kuvvetlendirmek için mallarını hayra harcayanların duru­mu, bir tepede kurulmuş güzel bir bahçeye benzer ki, üzeri­ne bol yağmur yağınca iki kat ürün verir. Bol yağmur yağ­masa bile en azından bir çisinti düşer (ve böylece bol ürün verir)."[513]

Kur'an-ı Kerim, göklerde ve yerde ne varsa hepsi­nin insanın hizmetine verildiğini belirtir:

"O, göklerde ve yerde ne varsa hepsim size boyun eğ-dirmiştir. Elbette bunda düşünen topluluklar için birtakım ibretler vardır."[514]

Âyet, insanların yararlarına olan şeyleri tespit ede­rek onlardan yararlanma yollarını araştırmayı teşvik et­mektedir. Çünkü evrendeki her şey insana boyun egdi-rilmişse, her şeyden yararlanmanın ve onu gerçeği üze­re boyun eğdirmenin bir yolu vardır. Bugün çevremizde olup yararlanmadığımız nice şey vardır. Yararlanmadığı­mız bu şeyler şu anda bize boyun eğmemiş, demektir. O halde bunlardan da yararlanmanın mutlaka bir yolu vardır. Onlardan yararlanmanın yollarını araştırıp bul­mak ise, insanın kendisine bırakılmıştır. Kur'an-ı Ke­rim, bunlardan yararlanmanın yollarını göstermez. Bir din kitabından bunları beklemek de yanlış olur. Ancak bunu teşvik etmesi önemlidir.

Diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: O size yeryüzünü boyun eğer yaptı. Haydi onun omuzlarında yürüyün ve Allah'ın rızkından yiyin."[515]

Kur'an-ı Kerim, helal çerçevede servet kazanmayı teşvik etmektedir ama servetin belirli ellerde toplanma­sını hoş karşılamamakta, toplum fertlerine yayılmasını arzu etmekte ve bunun için birtakım tedbirler almakta­dır. Bu konuda şöyle buyurulmaktadır:

"Böylece o mallar, içinizden yalnızca zenginler ara­sında dönüp dolaşan bir güç aracı olmasın."[516]

Âyet, bir Yahudi kabilesi olan Nadr oğullarının, bahçe ve mallarının taksimi konusunda indirilmiştir. Kabile, Müslümanlarla antlaşma yapmış fakat bilahare antlaşmaya ihanet etmiş; bir suikastla Peygamber'i öl­dürmeye kalkışmış ve Müslümanlarla yaptıkları antlaş­maya rağmen Kureyş'îi müşriklerle Müslümanlar aleyhi­ne elbirliği etmişlerdi. Bunun üzerine Peygamber, asha-bıyla birlikte kabilenin kalelerini muhasara altına almış, muhasaranın on beşinci gününde silahlan dışında deve­lerinin taşıyabileceği miktar hariç, bahçe ve mallarını terk ederek yurtlanndan sürülmeleri konusunda kendi­leriyle antlaşma yapılmıştır. Müslümanlar, geri bıraktık­ları silah, bahçe ve malların ganimet olarak kendilerine taksim edilmesini istemişlerdi. Ele geçirilen bu mallar, savaşsız elde edilmişti ve fey' durumunda idi. Bunun üzerine âyet indi. Âyetin tamamı şöyledir: "Allah'ın fet­hedilen ülkeler halkının mallarından Peygamberine verdiği ganimetler, Allah, Peygamber, yakınları, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Böylece o mallar, içinizden yalnızca zenginler arasında dönüp dolaşan bir güç aracı olma­sın. Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakla-dıysa ondan sakının. Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın aza­bı çetindir." Âyet indikten sonra Peygamber (s.a.v.), ken­dine bir yıllık nafaka ayırdıkıan sonra mallan Ensar'dan fakir üç kişi ile, mal-mülklerini Mekke'de terk ederek hicret etmiş olan muhacirler arasında dağıttı. Bu şekilde dağıtımın gerekçesi de: "Malın zenginler arasında dönüp dolaşan bir güç aracı olmaması" olarak açıklandı.

Servetin belirli ellerde toplanması ve bunlar ara­sında dönüp dolaşması, toplumda birbirine düşman sı­nıfların oluşmasına neden olur. Oysa îslam, birbirini se­ven, birbirlerinin dertleriyle dertlenen iyilik ve takva üzere birbirlerinin yardımına koşan bir toplum oluştur­ma peşindedir.

Kuşkusuz bunun anlamı, toplumda kişilerin ser­vetlerinin birbirine eşit olmasını istemek değildir. Bila­kis Kur'an-ı Kerim, ı'Allah, nzıkta kiminizi kiminizden üs­tün kıldı ,"[517] buyurarak farklılığı kabul etmekte hatta bunu Allah'ın isteğine bağlamaktadır. Ayrıca bu farklılı­ğın problem yapılmaması gerektiğini de belirtmektedir: "Allah'ın, sizi birbirinizden üstün kıldığı şeylere göz dikme­yin."[518] Rızıklardaki farklılık, yetenekle rdeki farklılık gi­bi bir şeydir. Kimi insan yeteneklidir, kimisi yeteneksiz, kimisi çalışkandır, kimisi tembel vs. Kur'an-ı Kerim'in bu konuda Müslüman'a tavsiyesi, gerçekçi olmasıdır.

Kur'an-ı Kerim, servete karşı olmamakla birlikte aşırı servetin insan davranışı üzerinde doğurabileceği olumsuzluklara da dikkat çekmektedir:

"Gerçek şu ki, insan, zengin olduğunu görmesiyle[519]

"Allah kullarına rızkı bol bol verseydi, yeryüzünde azarlardı. Fakat O, (rızkı) dilediği ölçüde indirir. Çünkü O, kullarının haberini alandır, onları görendir.[520]

Servet, helal yollardan kazanılmış olmalıdır. Para­nın para getirmesi yolları daraltılmış; emek, ön plana çıkarılmıştır. Bu bağlamda karaborsacılık ve faiz yasak­lanmıştır. Faiz yiyen kişi, şeytan çarpmış birine benze­tilmekte ve faiz yiyen kişinin, Allah'a ve Peygamberine savaş açtığı ifade edilmektedir:

"Faiz yiyenler, ancak şeytanın dokunup çarptığı kimse­nin kalktığı gjbi kalkarlar. Bu, onların: 'Alışveriş de faiz gibi­dir' demelerinden ötürüdür. Oysa Allah, alışverişi helal, faizi haram kılmıştır. Kime Rabb'inden öğüt gelir de (bu öğüte uyarak faizden vazgeçerse), geçmişte olan kendisinindir ve işi de Allah'a kalmıştır. (Allah onu affeder). Kim tekrar (fa­ize) dönerse onlar ateş halkıdır, orada ebedi kalacaklardır.

Allah, faizi mahveder, sadakaları arttırır. Allah, hiç­bir günahkâr kâfiri sevmez. Onlar ki, inandılar, güzel işler yaptılar, namazı kıldılar zekâtı verdiler, işte onların mükâ­fatlan Rab'leri katındadır. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.

Ey inananlar, Allah'tan korkun, eğer inanıyorsanız, faizden geri kalan kısmı bırakın. Eğer böyle yapmazsanız, o takdirde Allah ve Resulüne savaşa girdiğinizi bilin, tövbe ederseniz, ana sermayeniz sizindir. Ne haksızlık edersiniz, ne de haksızlığa uğratılırsınız."[521]

Kur'an'm, iniş döneminde faizin yasaklanması, tıpkı içkinin yasaklanmasında olduğu gibi aşamalar şeklinde gerçekleşmiştir. Bu, faizli ekonomiden faizsiz ekonomiye geçişin ancak bir süreç ve belli aşamalarla gerçekleşebileceğini gösterir. Faizin yasaklanması, in­sanların sömürülmelerine engel olmanın yanında malın belirli ellerde toplanmasını engellemek için de bir ted­birdir.

Kur'an-ı Kerim'de lüks ve israf yasaklanmıştır. Çünkü kişinin malı üzerindeki mülkiyeti, mutlak bir mülkiyet değildir. Daha önce de dikkat çektiğimiz gibi, asıl mülkiyet Allah'a aittir ve kişi, mülkiyetinde tasarruf ederken, Allah'ın emir ve yasaklarını gözetmek duru­mundadır, israf edenler, şeytanın kardeşleri olarak de­ğe rlendirilmişlerdir:

"Çünkü saçıp savuranlar, şeytanların kardeşleri ol­muşlardır. Şeytan ise Rabb'ine karşı çok nankördür."[522]

Toplumda malını saçıp savuran müsriflerin ortaya çıkması, Kur'an'ın şiddetle dışladığı ve "mutref diye ni­telediği, lüks hayat geçiren şımarık bir sınıfın ortaya çıkmasını sağlar. Peygamberlerin çağrılarına karşı çıkan sınıfların başında gelen bu sınıf, bazen toplumlarının helakine bile sebep olabilirler:

"Biz bir ülkeyi helak etmek istediğimin zaman oranın varlıklı şımarıklarına emrederiz, orada ahlâksızlıklar işler­ler, böylece o ülkeye (azap edeceğimiz hakkındaki) söz(ümüz) hak olur, biz de orayı darmadağın ederiz"[523]

 

Fakirlik Problemi:

 

Ekonomide gelir ve servet önemli olduğu gibi, ge­lirin dağılımı da önem arzetmektedir. Gelir dağılımında ise, en önemli husus, fakirlerin gözetilmesidir. Fakirlik problemi tarih boyunca insanları meşgul edegelmiştir. Bazı toplumlarda bunun çözümü, tamamen kişilerin iyilik yapma duygularına bırakılmıştır. Önceki dinlerde daha çok bu görüş hakimdir. Kapitalizmin ilk ortaya çı­kışında, ferdin mülkiyeti, mutlak bir mülkiyet olarak görülmüş ve fertlerin iyilik yapmalarına da hoş bakıl-mamıştır. Fakirlere yapılan mali yardımların onları, tembelliğe teşvik edeceğini ileri sürmüşlerdir. Kapitaliz­me göre ekonomik canlılık, amansız bir rekabete daya­lıdır. Kapitalizme tepki olarak ortaya çıkan Marksizm, ferdi mülkiyeti reddetmiş ve fakirlik probleminin çözü­münü, zenginler sınıfım ortadan kaldırmakta görmüş­tür. Marksistlere göre, zenginleri mallan azdırmış ve onlar, zayıf ve fakir kimselerin emeklerini sömürerek zengin olmuşlardır.

Marksizm'in baskılarıyla kapitalistler, katı mülki­yet anlayışlarını gevşetmek zorunda kalmış; Mark­sizm'in, ülkelerin ilerlemesine olumsuz etkileri görül­dükten sonra Marksistler de katı toplumculuk anlayış­larını gevşe tmişlerdir.

islam dini, ne kapitalizmin ileri sürdüğü mutlak ferdi mülkiyeti ve ne de marksizmin ileri sürdüğü katı toplum mülkiyetini kabul eder. O, kapitalizm ile mark-sizm arasında orta bir yol takip etmiştir. Kur'an-ı Ke­rim, zenginlerin malında fakirlerin hak sahibi oldukları­nı belirtir:

"Mallarında dilenci ve yoksulun hakkı vardır."[524]

islam, fakirliği sürekli tedavi edilmesi gereken bir problem olarak görür. Önce fakir kişiden çalışıp başka kimselere muhtaç olmamasını ister. Hatta bazı âlimler, zekât emrinden dolayı, herkesin, zekât verecek kadar servet sahibi olmak için çalışması gerektiğini belirtmiş­lerdir. Ancak İslam, toplumda sayıları azalsa bile fakir­lerin olacağı vakıasını kabul eder. Bu sebeple zekât em­redilmiştir.

Daha Mekke döneminde zekâtla ilgili âyetlerin in­miş olması, Kur'an-ı Kerim'in gelir dağılımına ve fakir­lerin gözetilmesine verdiği önemi gösterir. Zekât, ticarî mallarda % 2.5, yağmurla sulanmış tarlaların gelirlerin­den onda bir, sulama yoluyla elde edilen gelirlerde yir­mide birdir. Küçük baş hayvanlarla diğer hayvanlarda ise, farklı sayılarda farklı miktarda zekât verilmesi zo­runludur. Zekât yoluyla elde edilen gelirler, fakir ve muhtaçların gözetilmesi huşunda küçümsenmeyecek bir yekûn tutmaktadır.

Zekât dışında zengin akrabalara ayrı yükler yük­lenmiştir. Bu konuyla ilgili ayrıntılı bilgiler fıkıh kitapla­rında mevcuttur.

Fitre ve bazı ibadetlerdeki eksikliklerle ortaya çı­kan hatalardan dolayı, emredilen mali cezalarda da fa­kirler gözetilmiştir. Kur'an-ı Kerim'in birçok âyetinde infâk ve mal ile cihadtan bahsedilmektedir. Öyle ki mal ile cihad, Allah yolunda can ile cihadla birlikte zikredil­mektedir:

"Allah yolunda ne harcarsanız tam olarak size öde­nir, hiç haksızlığa uğratılmazsınız"[525]

"Allah, müminlerden mallarını ve canlarım cennet kendilerinin olmak üzere satın almıştır."[526]

Infak ve Allah yolunda mal ile cihat âyetlerine ba­karak bazı müfessirler, infakın zekât dışında bir farz ol­duğunu söylemişlerdir. Bu görüşü ileri sürenlere göre,, zekâtın oranı belirlenmiştir, oysa infak için bir oran be­lirlenmemiştir. Bunun oranını, kişinin kendisi belirler. İnfak ile zekât arasındaki fark budur. Ayrıca İslam hu­kukçularından birçoğu, bu âyetlere dayanarak, zekâtın fakirlerin ihtiyaçlarını gidermemesi durumunda, devle­tin, zekât dışında fakirler fonuna aktarılmak üzere bir vergi koyabileceğini söylemişlerdir.[527]

 

Diğer İnanç Mensuplarıyla İlişkiler

 

Peygamber Muhammed (s.a.v.), bütün insanlığa gönderilmiştir: "Biz seni ancak bütün insanlara müjdeleyi-ci ve uyana olarak gönderdik; fakat insanların çoğu bil­mezler."[528] Bu sebeple Ehl-i Kitap olarak adlandırılan Yahudi ve Hıristiyanlar dahil bütün insanlar, İslam'a da­vet edilmişlerdir.

Peygamber, farklı inanç mensuplarının tamamını İslâm'a davet etmekle birlikte, Medine'ye geldikten he­men sonra Medine ve yakın çevresinde bulunan değişik kabile ve farklı inanç gruplarının bir arada yaşamalarını sağlamak için bir antlaşma imzaladı. Müslümanlar, ant­laşmaya bağlı kaldı. Ne var ki diğer gruplar antlaşmayı bozdular. Böylece onlarla yapılan bu antlaşma son bul­du. Şayet antlaşmayı bozmamış olsaydılar, Müslümanlar da antlaşmaya bagh kalmaya devam edeceklerdi. İleride göreceğimiz gibi Kur'an-ı Kerim, yaptıkları bir antlaş­mayı bozmamaları konusunda Müslümanları uyarmak­ta, yapılan antlaşmayı bozmanın, Allah'a verilen bir sö­zü yerine getirmeme anlamı taşıdığım belirtmektedir. Yapılan antlaşma Medine ve çevresinde yaşayan Ehl-i Kitabı kapsadığı gibi müşrik Arap kabilelerini de kapsı­yordu. O halde Müslümanlar, Ehl-i Kitapla bir arada barış içerisinde yaşayabilecekleri gibi diğer gruplarla da  bir arada barış içerisinde yaşayabilirler. En azından Müslümanlar bunu problem yapmazlar.

Medine Vesikası olarak bilinen antlaşmanın mese­la Yahudilerle ilgili maddelerinden bir kısmı şöyledir:

"Av/ oğulları yahudileri, müminlerle birlikte bir üm­met oluştururlar. Yahudilerin dinleri kendilerine, müminle­rin dinleri kendilerinedir; bu hükme hem kendileri, hem de köleleri dahildir; ancak haksızlık eden veya suç işleyen, sa­dece kendisine ve ailesine zarar vermiş olur. (Vesikada di­ğer Yahudi boyları zikredilerek diğerlerinin de aynı haklara sahip oldukları belirtilir).

Bir savaş çıkması halinde Yahudilerin masrafları kendilerine, Müslümanların masrafları kendilerinedir. Bu sahifede gösterilen kişilere savaş açanlara karşı bir­birlerine yardım ederler. Onlar birbirlerine iyi ve sami­mi davranırlar; buradaki kurallara uyarlar, aykın dav­ranmazlar.

Bu sahifede gösterilen kimseler arasında fesadın­dan korkulan bütün öldürmeyle ilgili hadiseler ve ihti­laflar, Allah'a ve Allah'ın elçisi Muhammed'e (s.a.) hava­le edilir. Allah, bu sahıfedekine en bağlı ve riayeLkâr kimselerin yanındadır.

Müslümanlar ve Yahudiler, Yesrib'e karşı saldırı-caklara karşı birbirleriyle yardımlaşırlar.

Şayet onlar (Yahudiler), Müslümanlar tarafından bir sulh akdi yapmaya ve ona katılmaya çağırılırlarsa, doğrudan doğruya sulh yaparlar veya ona katılırlar. Şa­yet onlar (Müslümanlar), benzer bir şeye çağınlırsa, din konusunda girişilen savaş müstesna, müminlerin onlara karşı aynı borçlan vardır."[529]

Ehl-i Kitap ile Müslümanlar arasında ortak nokta­ların bulunduğu inkâr edilemez bir gerçektir. Nitekim Kur'an-ı Kerim de, onları İslam'a çağırırken diğer insan­lardan farklı olduklarını kabul etmektedir:

"De ki: Ey Kitap Ehli, bizim ve sizin aramızda eşit olan bir kelimeye gelin: Yalnız Allah'a tapalım. O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım; birimiz; diğerini Allah'tan başka tanrı edinmesin: Eğer yüz çevirirlerse: Şahit olun, biz Müs­lüman'ız, deyin,"[530]

Ehl-i Kitapla Müslümanlar arasında ortak nokta­lar olmasına rağmen, Kur'an bunu yeterli görmemekte, Müslümanların inandıkları gibi inanmalarım istemekte­dir:

"Eğer sizin inandığınız gibi inanırlarsa doğru yolu bulmuş olurlar; dönerlerse mutlaka anlaşmazlık içine dü­şerler. Onlara karşı Allah sana yeter. O, işitendir, bilen-dir."[531]

"Kim İslam'dan başka bir din ararsa, bilsin ki, (o din) ondan kabul edilmeyecek ve o, âhirette kaybedenlerden olacaktır"[532]

Kur'an, bütün insanları İslam'a davet etmekle bir­likte bütün insanların aynı inanç etrafında toplanmaya­cakları vakıasını da kabul etmektedir. Yüce Allah bu ko­nuda, elçisinin şahsında bütün müminleri uyarmaktadır:

uRabb'in isteseydi, yeryüzündeküerin hepsi mutlaka inanırdı. O halde sen mi insanları iman etmeleri için zorla­yacaksın."[533]

Başka bir âyette de şöyle denilmektedir:

"De ki: 'Hak (bu Kur'an), Rabb'imizdendir. Artık di­leyen inansın, dileyen inkâr etsin.' Çünkü biz zalimlere öyle bir ateş hazırladık ki çadırı onları kuşatmıştır."[534]

Bütün insanlar tek bir inanç etrafında toplanma­yacaklarına göre, gerek islam ülkesi dışında ve gerek bu ülkenin sınırlan içerisinde yaşayan farklı inanç grupla­rıyla ilişkilere dair, birtakım düzenlemeler getirilmiştir.

İslam ülkesinde yaşayan farklı inanç sahipleri için en önemli konu, şüphesiz ki inanç hürriyeti konusudur. Bu konuda hiçbir grup veya inanç mensubuna hiçbir baskı yapılamayacağı yukarıda naklettiğimiz âyetten an­laşıldığı gibi daha pek çok âyette de bu durum açıkça ifade edilmektedir. "Dinde zorlama yoktur. Doğruluk, sa­pıklıktan seçilip belli olmuştur"[535] âyetinde de bunu açık­ça görüyoruz.

Herkese tanınan bu inanç hürriyeti, kendi inanç eğitimlerini yapma hürriyetini de beraberinde getirmek­tedir. Bu konuda İslam hukukçuları arasında da bir ih­tilaf yoktur. Her inanç grubu kendi çocuklarına ve ken­di mensuplarına, özgür bir şekilde, din eğitimlerini ve­rirler. Genelde İslam hukukçuları tarafından karşı çıkı-lan, farklı inanç gruplarının, Müslümanlara kendi inançlarının propagandasını yapmalarıdır, islam hukuk­çularının çoğunluğu bu görüşte olmalarına rağmen ne Kur'an'da ve ne de Sünnette bunu destekleyecek açık bir delil bulunmaktadır. Bilakis hem Kur'an'da, hem de Resûlullah'ın uygulamasında bunun aksine pek çok de­lil vardır. Bazı islam hukukçularının, diğer din mensuplannın kendi dinlerine Müslümanları davet edemeye­ceklerini söylerken endişeleri, bazı Müslüman gençlerle İslam hakkında yeterli bilgiye sahip olmayan cahil kim­selerin İslam'dan vazgeçerek onların dinlerine gitmeleri ihtimalidir. Vakıa her zaman böyle bir ihtimal vardır. Ancak muhalifi olmayan bir inancın bir müddet sonra donuklaştığı ve o inanç mensuplarının, kendilerini ye­nilemedikleri bir gerçektir. Her inanç, muhalefet ile di­namizm kazanır. Şayet o inanç hakka dayalı ise, mutla­ka galip gelir. Farklı görüşlerin rahat bir şekilde seslen-dirildikleri zaman ve mekânlarda, bunun, hep İslam'ın lehine tecelli ettiği bir gerçektir. Ayrıca Müslüman yöne­ticilerin, gençleri ve cahil kimseleri eğitme, din hakkın­da bilgilendirme mecburiyeti vardır. Bu görevlerini yeri­ne getirmeyen yöneticilerin, başka inançların seslendi-rilmesini baskıyla susturma haklan yoktur.

Birçok âyette muhaliflerden Kur'an'm bir benzeri­nin getirilmesi istenmekte ve bu konuda meydan okun­maktadır. Kur'an-ı Kerim incelendiğinde onun, inanç, ibadet, ahlâk ve sosyal kurumlarla ilgili hükümler içer­diği görülecektir. Kur'an'la ilgli bu meydan okumaya karşılık, birileri, bu alanların birinde veya hepsinde Kur'an'dan üstün görüş ve hükümlere sahip olduğunu ileri sürecek olsa, din adına, bu kimsenin görüşlerini anlatmasına engel olmamız mümkün değildir. Aksi hal­de, meydan okumanın hiçbir anlamı kalmaz. Bu iddiayı ileri sürenlere karşı, yapılacak tek bir yol vardır, o da, ileri sürdükleri görüşlerin doğru olmadığını, ilmî bir şe­kilde ispat etmektir.

Kuran, başka âyetlerde de meydan okumakta ve: "Doğru iseniz, delillerinizi getirin"[536]demektedir. Birileri,

kendisince delil saydığı şeyleri seslendirecek olursa, el­bette buna fırsat verilmesi gerekir. Belki bu konuda en­gel olunabilecek durum, bu görüşlerin, islâm ülkesi dı­şındaki kimseler tarafından mali desteklerle desteklen­mesi ve işlerin, fikri alanın dışına çıkarılmasıdır. Hatta bu desteği yapan yabancı devlet şayet, Müslümanlara da bu hakkı kendi ülkesinde tanıyorsa böyle davranmasın­da bir sakınca bulunmaması gerekir. Çünkü bu gibi ko­nularda misliyle mukabelede bulunmak esastır. Muhalif görüşlerin seslendirilmesine fırsat vermeyenler, kendi inanç ve görüşleri konusunda endişesi olanlardır. Müs­lümanların böyle bir endişeleri yoktur.

Peygamber (s.a.v.)'in, kendi mescidinde Hıristi-yanlarla din konusunda tartıştığı ve Hıristiyanların, gö­rüşlerini özgür bir şekilde seslendirdikleri bilinmektedir. Müslümanlar için kutsal mekânlardan biri olan Peygam­ber mescidinde buna izin veriliyorsa, İslâm ülkesinin her yerinde farklı görüşlerin seslendirilebileceği anlaşıl­maktadır. Netice olarak îslâm toplumunda her inanç kendisini rahatlıkla ifade etme hürriyetine sahiptir.

Farklı inanç sahiplerine, kendilerini ifade etme hürriyeti verildiği gibi ibadet hürriyeti de verilmiştir. Farklı inanç mensupları ibadet yerlerini inşa eder ve mabetlerinde ibadetlerini yerine getirirler. Müslümanla­rın mescitlerine nasıl saygı gösteriliyorsa, diğer inanç mensuplarının ibadet yerlerine de aynı şekilde saygı gösterilir.

Kur'an-ı Kerim, farklı inanç mensuplarının ma­betlerinin korunması gereğini açıkça ifade etmektedir:

"Allah, insanların bir kısmım diğerleriyle savmasay-dı, manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah'ın adı çok­ça anılan camiler yıkılıp giderdi."[537]

Hukuk meselesine gelince, medenî hukuk alanın­da kendi hukuklarını uygulamakta serbesttirler. Kendi aralarındaki meselelerde de, kendi hukuklarına uyarlar. Kur'an-ı Kerim, bunu açıkça ifade etmektedir:

"incil sahipleri, Allah'ın onda indirdiğiyle hükmetsin­ler. Kim Allah'ın indirâigiyle hükmetmezse işte onlar, yol­dan çıkmışlardır. "[538]

Müslümanlarla aralarındaki meselelerin Ceza Hu­kukuyla ilgili alanında ise, İslam hukukuna uymak du­rumundadırlar.

İslam yönetiminde yaşayan farklı inanç mensup­larıyla Müslümanlar arasında askerlik konusunda bir farklılık bulunmaktadır. Çünkü yönetim, Islâmi kural­lara göre düzenlenmiştir ve bunlara inanmayan kimse­lerin bu yönetimi korumak için savaşa katılması istene­mez. Bu göreve katılmamaları sebebiyle de, askerlik yapma konumunda olanlardan "cizye" isminde bir vergi alınır. Ama, Müslümanlarla birlikte savaşa katılanlardan bu vergi alınmaz.

İslâm tarihi, İslam'ın, farklı inanç mensuplarına gösterdiği müsamaha ve hoş gürünün canlı şahididir. İslâm'ın ilk dönemlerinde fethedilen topraklarda, günü­müze kadar farklı inanç mensupları hala yaşamaya de­vam etmektedir. Kilise ve havraları, ibadete açıktır. Hal­buki Müslümanlar, bugünkü İspanya topraklarına yedi yüz yıldan fazla hakim olmalarına ve orada, bugünkü Batı medeniyeti üzerinde etkisi olan bir medeniyet kur­malarına rağmen, Hıristiyanlar, yedi yüz kusur yıl sonra imkân bulduklarında Müslümanları vaftiz edip Hıristi­yan olmaya zorlamış, Hıristiyanlığı kabul etmeyenleri katliama tabi tutmuşlardır. Orada ne Müslüman bırakıl­mış, ne de mabetleri kalabilmiştir. O bölgeden kaçabi­len Yahudiler de, ancak Osmanlı İmparatorluğunda yer­leşme imkânı bulabilmişlerdir.

Kafkasya Cumhuriyeti eski Dışişleri Bakam Türk asıllı Haydar Bammat, "İslam'ın Çehresi" adıyla çevrilen değerli eserinde şöyle demektedir:

"Müslüman Araplar fethettikleri her yerde olduğu gibi ispanya'da da yerli halkın ne mallarına, ne kilisele­rine, ne hakimlerine ne de vergi tahsildarlarına dokun­dular. Çok basit bir gayrimenkul arazi vergisi ve adam başına asilzadelerden bir, toprak kölelerinden yarım di­narlık vergi, daha önceki Vizigotlar'm zulmü altında ezilmiş olan halka çok hafif geldi."[539]

Müslümanlar, fethettikleri yerlerde inançlara bas­kı yapmamışlardır. Yine Haydar Bammat'm nakline göre Emest Renan, Müslümanların bu tavrı hakkında şöyle demektedir: "Hiçbir galip millet, yendiği kimselere kar­şı Müslümanlar kadar müsamahalı ve insaflı davranma­mıştır."[540]

Müslümanlar, İspanyadaki Hıristiyanlara böyle davranmalarına rağmen "1492 yılının 2 ocağında kato-lik Castille hükümdarı Ferdinand d'Aragon ile, Isabelle de Castille, Gırnata'yı teslim aldıklarında yaptıkları an­laşmalar Müslümanların dinî vecibelerini yerine getir­mekte ve dillerini serbestçe kullanmakta hür oldukları­nı kabu! etmişti. Bu resmi anlaşma metnine rağmen 1499 yılından itibaren Müslümanlığı zorla kabul ettiklerinı ileri sürdükleri Magribliler'e ve Araplar'a şiddetli baskılara başvurdular ve tam bir asır boyu bu baskı ha­reketi sürdü gitti.

Sedillot ve benzeri tarihçilerin dediklerine bakıla­cak olursa engizisyon mahkemelerinin ve kurbanlarının sayısı üç milyonu bulmaktadır. İspanya'daki Arapların hepsinin Afrika'ya gönderilmesinin tamamlandığı 1610 yılında bu eşi görülmemiş zulme de son verildi. Bir mil­yona yakın Müslüman çok ağır şartlar ve işkenceler al­tında yarımadadan dışarı atıldı. Dominikli Bleda'mn belirttiğine göre bunların dörtte üçünden çoğu daha yerlerine bile varamadan yollarda öldüler."[541]

Bugün Batılı yönetimlerin, geçmişlerine nazaran, farklı inanç mensuplarına, bazı hürriyetleri tanıdıkları bir vakıadır. Ne var ki, tanınan bu kısmî hürriyetlerin ne kadar devam edebileceği belli değildir.

İslam toplumunun dışında yaşayan farklı inanç mensuplarıyla ilgili ilişkilere gelince, islam, evrensel bir dindir. Dinde zorlama yoktur. Yani insanlara inanç da­yatılmaz ama tebliğ edilir. Nitekim Peygamber (s.a.v.), çevre devlet başkanlanna mektuplar göndermiş ve onla­rı İslam'a davet etmiştir. Bu sebeple dini tebliğ etme, is­lam ülkesinin sınırlarıyla sınırlı değildir.

Kur'an, Müslümanlardan barış içerisinde yaşama­larını istemektedir. Bu sebeple antlaşmalara riayet etme­lerini ve karşı taraf bozmadıkça antlaşmayı bozmamala­rını emretmektedir:

"Antlaşma yaptığınız zaman Allah'ın ahdini tam ola­rak yerine getirin (verdiğiniz sözü tutun) pekiştirdikten sonra yeminleri bozmayın. Çünkü Allah'ı kendinize kefil  (şahit) yaptınız. (Artık nasıl o andı bozarsınız?) Allah yaptıklarınızı bilir."[542]

Verilen sözü yerine getirmek, müminlerin temel niteliklerindendir. Karşı taraf antlaşmaya riayet ettiği müddetçe, müminler, antlaşmayı bozamazlar. Ancak karşı tarafın antlaşmaya riayet etmemesi gibi bir durum ortaya çıkarsa, bu takdirde antlaşma artık müminleri de bağlamaz.:

"Eğer antlaşma yaptıktan sonra analarını bozarlar ve dininize dil uzatırlarsa, o küfür önderleriyle hemen savaşın. Çünkü onların anaları yoktur; belki vazgeçerler"[543]

Müslümanların, antlaşma yaptıktan sonra güçlen­dikleri zaman ya da antlaşma yapılan ülkeler zayıf düş­tükleri takdirde bunu ganimet bilerek saldırıya geçme­leri gerektiğini açıkça ya da ima yoluyla ifade eden bir tek âyet mevcut değildir. Bilakis, Müslümanlardan yap­tıkları antlaşmalara, sadık kalmaları istenmektedir. Yu­karıda naklettiğimiz âyetler de bu hususu açıkça ifade etmektedir. Naklettiğimiz âyetlerin dışında da konuyla ilgili daha pek çok âyet vardır. Bu konuda, Müslüman âlimler ittifak halinde oldukları gibi müsteşrikler de ay­nı görüştedir.

O halde Müslümanların antlaşmalı olmadıkları ülkelerle ilişkileri nasıl olacaktır? Kur'an-ı Kerim, Müs­lümanlardan antlaşmak olmadıkları ülkelere fırsatını bulduklarında savaşmalarını istemekte midir? Kur'an diliyle "Allah yolunda cihad"m gayesi ve nedenleri ne­dir? Cihad, savunma savaşı mıdır, yoksa saldırı savaşı mıdır? Nitekim İslâm'ın cihad yani silah yoluyla yayıldıgını iddia edenler pek çoktur. Hatta İslam hukukçula­rından bir kısmı da, Müslümanların şartlar müsait ol­duğunda, antlaşmalı olmadıkları ülkenin sınırlarına da­yanmaları ve onlara: Ya Müslüman olur ve İslam ülkesi­nin vatandaşı olursunuz, ya hakimiyetimizi kabul ede­rek vatandaşımız olur ve cizye verirsiniz, ya da sizinle savaşırız teklifini yapmalan ve ilk iki şık gerçekleşmedi­ği takdirde, onlarla savaşmaları gerektiğini söylemekte­dirler. Bu söylenenler doğru mudur?

Ancak bu soruların cevabına geçmeden önce gü­nümüzde çokça tartışılan çoğulculuk ve çok sesliliğin Kur'an-ı Kerim açısından kısa bir değerlendirmesini yapmakta yarar vardır.[544]

 

Kur'an Açısından Çoğulculuk Ve Çok Seslilik:

 

Teklik Allah'a mahsustur, O'nda çokluk olmaz. O, zatıyla olduğu gibi sıfatlarıyla da tektir. Ama Allah dı­şında kalan bütün varlıklarda; evrende, insan toplu­munda ve medeniyetin her alanında çokluk söz konu­sudur.[545]

Yukarıda da değindiğimiz gibi Kur'an'ın öngördü-ğü toplumun temel niteliklerinden biri, aşırılıklardan uzak, vasat/orta bir toplum olmasıdır. Sağında ve solun­da farklı toplumlar bulunmayan toplum, orta toplum olarak nitelenemez. O halde orta toplum nitelemesiyle zaten farklılıklar da kabul edilmiş olmaktadır.

Farklılıklar, çatışmaya değil, başka şeylere neden olmalıdır. Kur'an-ı Kerim, değişik farklılıkları gündeme getirerek bunun bir hikmete dayandığına işaret etmek­tedir.

Irk ve dil farklılığı şu şekilde gündeme getirilmiştir:

"Gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerini­zin değişik olması, O'nun varlığının belgelerindendir. Doğ­rusu bunlarda bilenler için dersler vardır."[546]

insanlığın farklı milletlere ve kabilelere bölünmesi ise, şu şekilde anlatılmaktadır:

"Ey insanlar! Doğrusu biz sizleri bir erkekle bir dişi­den yarattık. Sizi milletler ve kabileler haline koyduk ki ta-nisasınız. Şüphesiz Allah katında en değerliniz, O'na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır."[547]

inanç ve medeniyetler arasındaki farklılıkla ilgili olarak da şöyle denilmektedir:

"Eğer Rabb'in dikseydi insanları tek bir ümmet kılar­dı. Fakat, Rabb'inin merhamet ettikleri bir yana, hâlâ ayrı­lıktadırlar, esasen onları bunun için yaratmıştır."[548]

O halde bu farklılıklar, kaçınılmaz şeylerdir ve öylece kabul edilmelidir. Allah insanları bu farklılıklar üzerine yaratmıştır. İnanç ve medeniyetlerdeki farklılık­lar, iyiliklerde yarışmanın bir nedenidir:

"Her biriniz için bir yol ve bir yöntem kıldık; eğer Al­lah dikseydi sizi bir tek ümmet yapardı, jakat bu, verdikle-riyle sizi denemesi içindir; o halde iyiliklerde yansın, hepi­nizin dönüşü Allah'adır."[549]

Kur'an-ı Kerim, daha önce insanların1 tek bir inanç etrafında toplandıklarını, fakat bilahere bölün­düklerini anlatır:

"İnsanlar bir tek ümmetti. Allah peygamberleri müj­deci ve uyana olarak gönderdi; insanların ayrılığa düşecek­leri hususlarda aralarında hüküm vermek için onlarla bir­likte hak kitaplar gönderdi. Ancak Kitap verilenler, kendile­rine belgeler geldikten sonra, aralarındaki ihtiras yüzünden onda aynlıga düştüler."[550]

Başlangıçta insanlar tek inanç etrafında toplan­mışlardı. Ancak çoğalıp farklı milletler haline geldikten sonra her bir millete ayn peygamber gönderildi. Pey­gamberlerin dinleri (inanç esasları) bir, ancak sosyal ha­yatın farklılığı sebebiyle şeriatleri farklıydı.[551]

însanlann farklı inançlara bölünmeleri insanlığın bir olgusudur. Hatta bu farklılıklar olmasaydı yeryüzü fesada uğrardı.[552] insanlığın tamamı baz olarak alındı­ğında bu farklılık ve bölünmeyi, kabullenilmesi gereken bir olgu olarak gören Kur'an-ı Kerim, aynı din ve şeriata bağlı olan insanlar arasında farklılaşma ve bölünmeyi hoş karşılamamaktadır. Bu sebeple Müslümanlara, ara­larındaki ihtilafı, Allah ve Resulüne götürüp çözmeleri­ni, Kur'an'a sımsıkı sarılarak bir ve beraber olmalarını emretmektedir. Bununla birlikte nassın açık olmadığı hususlarda farklılıklar kabul edilmiştir. Nitekim farklı İslam mezhepleri, bir arada yaşamışlardır. Ancak mez­hepler arasındaki bu farklılıklar, bölünmeyi doğuracak ölçülerde olmamalıdır. Vakıa bazı mezhep mensupları arasında istenmeyen birtakım problemler tarih içerisin­de bazen görülmekle birlikte hiçbir zaman Hıristiyan mezheplerinin kendi aralarındaki problemler ölçüsünde olmamıştır.

Bir bütün olarak insanlığın farklı dinlere bölün­mesi, kaçınılmaz bir olgu olarak görülürken, farklı inançlara mensup insanların bir yönetim çatısı altında toplanma la nnda da herhangi bir sakınca yoktur. Buna en elverişli olan din ve sistem ise, islam'dır. Çünkü -yu­karıda da belirttiğimiz gibi- o, farklı inanç mensupları­nın, inandıkları gibi yaşamalarına, inançlarına uygun eğitim yapmalarına imkân vermekte, düşünce özgürlü­ğüne herhangi bir sınırlama getirmemektedir. Muhalif­lerine, Kur'an'ın benzerini getirme konusundaki mey­dan okuyuşu, her türlü farklı düşünmenin önünü sonu­na kadar açması anlamındadır.

Çoğulculuğun ve çok sesliliğin önündeki en önemli engeller: Etnik ayırım, bağnaz ve dayatmacı ide­oloji ve bir de, sosyal sınıflaşmayı kabul etmektir.

Etnik ayırımı öne çıkaranların başkalarına söz hakkı tanımayacakları ortadadır. İslam ise, etnik ayırı­ma şiddetle karşı çıkmıştır, bunu, cahiliye döneminin kaldırılması gereken bir geleneği olarak görmektedir.

islam, ideolojik bağnazlığı da reddetmektedir, inanç dayatması kesinlikle dışlanmıştır. Dinde zorlama yoktur. Dileyen islam'a iman eder, dileyen onu inkâr eder.

Sosyal sınıflaşmaya gelince, Kur'an'ın adaletli dav­ranmaya verdiği önem ortadadır. Adaleti bu derece öne çıkaran bir dinin toplumda sınıflaşmayı kabul etmeye­ceği bir gerçektir, insanlar analarından hür ve Allah karşısında bir tarağın dişleri gibi eşit olarak doğarlar.

Medine'ye hicret ettikten sonra farklı inanç grup­larını bir araya toplayarak her bir inanç gurubuna hakkını veren ve dıştan gelebilecek saldırılara karşı elbirli­ğiyle savunmayı öngören ilk yazılı anayasayı da İslâm dininin Peygamberi gerçekleştirmiştir.

Haddizatında islam toplumunda farklı din ve inançların mevcudiyeti, îslam düşüncesine de bir canlı­lık kazandırır. Farklılık ve çok seslilik, insanlar arası ça­tışma ve_ kavgaya sebep olmadıkça toplumun hayrına­dır. Bir toplumda farklı düşüncelerin seslendirilmesi, düşünce üretiminin ve yeni çözüm yolları aramanın önemli etkenlerinden biridir. Toplum bu sayede dura­ğanlıktan kurtulur.

İslam, bir yandan bütün insanları kendisine inan­maya çağırırken, öbür yandan kendisine inanmayacak­ların var olabileceği olgusunu kabul etmektedir. Önemli olan, insanlığa yapılmış olan bu çağrının, dayatmaya dönüşmemesi ve farklı inanç mensuplarına, kendilerini ifade etme hürriyetinin verilmiş olmasıdır. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi insanlığa yapılan bu çağrıda takip edilen yol, hikmete uygunluk, iyi öğüt ve en güzel şek­liyle tartışmadır.[553] İslam, sadece kendi yönetim çatısı altında toplanmış olanlarla değil, diğerleriyle de silahlı bir çatışmadan yana değildir. Peygamber, sadece bir tebliğcidir, insanlara bir dayatması, bir zorbalığı söz ko­nusu değildir. O, âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Âlemlere rahmet oluşu, zorbalıkla ve dayatmacılıkla bağdaşmaz.[554]

 

Cîhad (Allah Yolunda Savaş)

 

Barış kökeninden ismi türetilmiş olan bir dinin kitabında savaştan söz edilmesi yadırganabilir. Ancak Kur'an-ı Kerim, hayaller ve ütopyalar üzere kurulu bir kitap değildir. Bir şeyin olmamasını istemek başka, onun varlığını kabul etmek başka bir şeydir. Savaş, bu gibi konulardandır. İnsanlık tarihiyle birlikte var olmuş ve var olmaya devam edecektir. Henüz insan yaratıl-mazdan önce melekler, insanın yeryüzünde kan döken ve fesat çıkaran bir varlık olacağım söylemiş, yüce Allah da, bu iddialarının gerçekleşmeyeceğini belirtmemiştir. Tarih bunu ispat etmektedir.

Din karşıtı tavır takınanların ileri sürdükleri hu­suslardan biri de, dinlerin savaşlara sebep olduğudur. Ama hiç kimse, dinlerin yönetimler üzerinde etkisinin bulunmadığı günümüzde ortaya çıkan savaşların, hem yoğunluk, hem de tahribatları bakımından dinlerin yö­netimler üzerinde etkili oldukları dönemlerden daha az olduğunu söyleyemez. Aslında dinler, insanların mutlu­luğunu ve "barış içerisinde yaşamalannı hedef edinirler. Özellikle îslam dini açısından meseleye baktığımızda sırf inançtan kaynaklanan savaşların varlığını iddia ede­bilmek için, bunun, Kur'ari'a dayandırılması gerekir. Din inancı ve dini ilimler safiyetlerini korudukları müdjdetçe dinin savaşlara sebep olduğu söylenemez. Dinden kaynaklanan savaş, ancak din duygusunun kuvvetli, buna karşın din bilgisinin zayıf olduğu bölgelerde orta-ya çıkma imkânı bulmaktadır. Böylesi toplumlar, dinin istismar edilmesine açık toplumlardır. Dinin istismar edilmesine açık olan bu toplumlar, kimi şahısların çı­karlarına âlet olabilirler. Kanaatimizce şu âyetler bu ko­nuya ışık tutmaktadır:

"Onların içinde bir de ümmiler (okuryazar olma­yanlar/cahiller) var ki, Kitabı bilmezler. Bütün bildikleri birtakım kuruntulardır; onlar sadece zan içinde bulunurlar. Vay haline o kimselerin ki, Kitabı elleriyle yazıp az bir pa­raya satmak için, 'Bu, Allah kalındandır' derler! Ellerinin yazdıklarından ötürü vay haline onlann! Kazandıklarından ötürü vay haline onların]"[555]

Âyet, Ehl-i Kitaptan söz etmektedir. Ancak onlar­dan bahsediyor olması, Müslümanları ilgilendirmiyor olması anlamına gelmez. Toplumsal kanunlar, Müslü­manlar için de, diğer din mensupları için de aynıdır. Zaten tarihten misallerin Kur'an'da zikredilmesinin se­bebi de budur.

Meselenin bu yönüne işaret ettikten sonra âyetle­rin tahliline ve din istismarı konusuna geçebiliriz. Âyet­lerde, bir toplumda yaşayan iki grup insandan söz edil­mektedir. Kitap konusunda bir bilgisi bulunmayan ve din konusundaki bilgileri zan ve kuruntudan ibaret olan kesim. Ardından ikinci gruptan söz edilmektedir ki bunlar, menfaat karşılığında Allah'ın kitabını tahrif ediyor; Allah'ın indirmediği birtakım şeyleri Allah'a nis­pet ediyorlar. O halde dini istismar edenler bu ikinci gurubu oluşturanlar, istismar edilenler ise, din konu­sunda sağlıklı bir bilgiye sahip olmayan birinci gurubu oluşturanlardır. Şayet birinci gurubun din konusundaki bilgileri sağlıklı bir kaynaktan yani Allah'ın indirdiği Ki­taptan kaynaklanıyor olsaydı, ikinci gruptakiler onları istismar edemezlerdi.

O halde bir toplumda dinî referanslar etkili ise, yani dini duygu kuvvetli ise ve toplumun bir kesimi din konusunda sağlıklı bir bilgiye sahip değilse, çıkarı uğ­runa birileri din adına o kesimi, savaşa bile sürükleye­bilir.

Kur'an'm savaşa bakışı konusuna girmeden önce şunu da belirtelim ki, bu konuyu işlerken hedefimiz, savaş konusunun ayrıntılarına girmek değildir. Bilindiği gibi, çağımızda cihad konusu, özellikle İslam'ın silah zoruyla yayıldığı iddiasıyla birlikte gündeme getirilmek­tedir. Bu sebeple konunun bu yönünü ele almaya çalı­şacağız.

Kelime olarak cihad, hedefe varmak için olanca gücü harcamaktır. Kur'an'da da bu anlamda kullanıl­mıştır. Bazı müfessirler, cihadın Kur'an'da üç anlamda kullanıldığını belirtirler. Buna göre:

a.  Söz ile cihad. "Kâfirlere boyun eğme ve bununla Odu Kur'an ile) onlara karşı cihad et"[556] âyetinde bu an­lamda kullanılmıştır.

b.  Amel ile cihad. uAma bizim uğrumuzda cihad edenleri biz, elbette yollarımıza iletiriz- Muhakkak ki Allah, iyilik edenlerle beraberdir"[557] âyetinde bu anlamda kul­lanılmıştır.

c.  Silahla cihad yani savaş, İnceleme konusu yapa­cağımız, bu cihad şeklidir ve özellikle cihadın saldırı sa­vaşı mı, yoksa savunma savaşı mı olduğu konusudur.

Kufan-ı KerinTin Medeni sûrelerinin hemen hep­sinde bu cihad çeşidinden bahsedilmektedir. Bu sûre­lerde, cihadın öneminden bahsedilmekte ve inananlar cihada teşvik edilmektedir. Ayrıca cihadın sebepleri, ci­had esnasında gözetilmesi gereken hususlar ve sonuçla­rı bu sûrelerde anlatılmaktadır.

Cihadın temel sebebi, Müslümanları ve islam yur­dunu savunmak, Müslümanlara ve İslam yurduna karşı yapılan saldırılara misillemede bulunmaktadır. Cihadla ilgili âyetler, Medenîdir. Bununla birlikte Mekki olan Şûra sûresinde cihadla ilgili âyetler yer almaktadır. Bu­rada yer alan âyetler, savunma ve azgınlığa karşı koyma prensibini ortaya koymaktadır ki, Medine'de inen âyet­ler de, bu âyetlerin açıklaması mahiyetindedir. Mek­ke'de inen söz konu âyetler şunlardır:

"Bir zulüm ve saldırıya uğradıkları zaman kendilerini savunurlar. Kötülüğün cezası yine onun gibi bir kötülüktür. Kim affeder barışırsa onun mükâfatı Allah'a aittir. Doğru­su, O zalimleri sevmez. Kim zulme uğradıktan sonra kendi­ni savunursa böyle hareket edenlerin aleyhine bir yol yoktur (bunlar kınanmaz ve cezalandırılmazlar). Ancak şunlar aleyhine yol vardır ki, insanlara zulmederler ve yeryüzünde haksız yere saldırırlar, (tşte bunlar kınanırlar ve) böylele-rine acı bir azap vardır."[558]

Görüldüğü gibi âyetler, azgın ve zalimlerin yap­tıklarına karşılık verme ve saldırılarına karşı savunma prensibini içermektedir. Hatta karşılık verirken sınırı aşmamayı da öğütlemektedir. Ayrıca karşı tarafı şımar­tıp azgınlıklarına devam etmelerine sebep olmayacaksa, affetmenin tercih edilmesini tavsiye etmekte, ancak zul­me uğramış olanlar, kendilerine nasıl saldırılmışsa misliyle karşılık vermelerinden dolayı kınanmayacakları da belirtmektedir.[559]

Müfessirlerin büyük çoğunluğu, fiilî cihadla ilgili inen ilk âyetlerin şunlar olduklarını belirtirler:

"Allah inananları savunur. Allah hiçbir hain ve nan­körü sevmez. Kendileriyle savaşılan (müminlere, (savaş­ma) izn verildi. Çünkü onlara zulmedilmiştir ve şüphesiz Allah, onlara yardım etmeye kadirdir. Onlalr, sırf 'Rab-b'imiz Allah'tır' dedikleri için haksız yere yurtlarından çıka­rıldılar"[560]

Görüldüğü gibi bu âyetler, Mekke döneminde in­en âyetlerde cihat için ileri sürülen gerekçeler tekrar edilmektedir. Çünkü bu âyetler, Müslümanların maz­lum durumda olduklarını; kendileriyle savaşıldıgını; yurtlarından çıkarıldıklarını ve bu sebeple de, kendile­rine yapılan bu haksızlığa karşı kendilerine savaşma iz­ni verildiğini, bu şekilde haksızlığa uğramışlara da Al­lah'ın yardım edeceğini ifade etmektedir. O halde bu âyetlerde de misilleme vardır, saldırı yoktur.

Mekke'de inmiş olan Şûra süresindeki âyetlerle Hicretten sonra Medine'de inmiş olan Hac süresindeki bu âyetler, Müslümanların henüz tam güçlenmedikleri dönemde inmiş âyetlerdir. Zaten Mekke'de Müslüman­ların savaşacak bir güçleri yoktu. Hac süresindeki âyet­ler ise, Bedir savaşından önce indirilmişlerdir ve henüz savaş anlamında Müslümanların herhangi bir zaferleri söz konusu değildir. Acaba Müslümanlar güçlendikten sonra saldın savaşını emreden âyetler gelmiş midir, şim­di de bunu görelim.

işte konuyla ilgili âyetlerden birkaçı: Sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın; fakat haksız yere saldırmayın, çünkü Allah haksız yere saldıran­ları sevmez. Onları nerede yakalarsanız öldürün, onların sizi çıkardıkları yerden (Mekke'den) siz de onlan çıkarın! Fitne çıkarmak, adam öldürmekten daha kötüdür. Mescid-i Haram'da onlarla savaşmayın ki, onlar da orada sizinle sa­vaşmasınlar. Fakat onlar sizinle savaşırlarsa hemen onları öldürün; kâfirlerin cezası böyledir. Eğer onlar vazgeçerler­se, Allah bağışlayan, esirgeyendir. Onlarla savaşın ki, fitne ortadan kalksın, din yalnız Allah'ın dini olsun. Vazgeçerler­se artık zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur. Haram ayı, haram aya karşılıktır. Hürmetler, karşılıklıdır. Kim si­ze saldırırsa, onun size saldırdığı kadar siz de ona saldırın; Allah'tan korkun, bilin ki Allah (günahtan) korunanlarla beraberdir."[561]

"Allah sizi, din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten, onla­ra adaletli davranmaktan menetmez. Çünkü Allah, adaletli davrananları sever. Allah sizi, ancak sizinle din hakkında savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanız için yardım eden kimselerle dost olmaktan meneder. Kim onlar­la dost olursa, işte zalimler onlardır.[562]

Bu âyetlerde de saldırı savaşma işaret edebilecek bir husus bulunmamaktadır. Bilakis, Müslümanlara sa­vaş açmış yahut Müslümanları yurtlarmdan çıkarmış kimselerle savaşılması ve onların bu yaptıklarından vaz­geçmeleri durumunda da savaşa son verilmesi isten­mekte, hatta Müslümanlara savaş açmamış kimselere iyilik yapılmasında bir sakınca bulunmadığı anlatılmak­tadır.

Bu anlamda daha pek çok âyet Kur'an'da yer al­maktadır. Cihad yani savaşın sebebi, bütünüyle, Müslü­manlara yapılan haksızlıklardan kaynaklanmaktadır. Bununla birlikte, islam toplumuna düşmanlık ve hakla­rına tecavüz olmaksızın, sırf İslam dinini inkâr etmesi nedeniyle bir ülkeye savaş açılabileceğini ileri süren is­lam hukukçuları olmuştur. Bu hukukçulara göre, o ül­kenin sınırına gidilir ve savaşmadan önce onlara üç şey teklif edilir. Önce Müslüman olmaları istenir ve islam'ı kabul ettikleri takdirde mal ve canlannı kurtaracakları; bundan böyle Müslümanlarla aynı statüye kavuşacakla­rı söylenir. Bunu kabul etmedikleri takdirde, kendi din­lerinde kalabilecekleri, fakat Müslümanların hakimiye­tine girip cizye vermeleri teklif edilir. Bu iki şıkkı da ka­bul etmedikleri takdirde, kendileriyle savaşılacağı bildi­rilir. Bu şıkların tamamını kabul etmedikleri takdirde de kendilerine savaş açılır.

Diğer bazı hukukçular ise, İslam dininin, vatan­daşlarına tebliğ edilmesine engel olanlarla savaşılabile-ceğini söylemişlerdir. Bu görüşü ileri sürenler, islam'ın evrensel bir din oluşunu ve Peygamberin, İslam dinini bütün insanlara tebliğ etmekle görevlendirilmiş olması­nı görüşlerine temel alırlar. Şunu belirtelim ki, ne önce­kiler ve ne de bu görüşte olanlar, islam dininin zorla dayatılacağını savunmuyorlar, insanların bu dinle karşı karşıya gelmelerini; isterlerse inanacaklannı ve istemez­lerse inanmayacaklarını belirtiyorlar.

Birinci grup, Müslüman olmayan yönetimlerin, vatandaşlarının, islam'la karşılaşmalarına ve Müslüman olmalarına engel olacaklarını ileri sürerken, ikinci grup, bunun pratikte ispatlanmış olmasını şart koşarlar. O halde ikinci guruba göre, inançların ifade edilmesine ve insanların inandıkları gibi yaşamalarına engel olmak, savaş sebebidir. Ancak bunun fiilen ispatlanmış olması gerekir.

Birinci gruba mensup olanlar: Küfür bizatihi bü­yük bir cinayettir. Bu cinayetin devamına göz yumula-maz. Bu sebeple fırsat bulunduğunda, müslüman olma­yanlarla savaşmak gerekir, derler. Halbuki küfrün savaş sebebi olamayacağı ortadadır. Zaten o ülke toprakları, islam ülkesine katılacak olsa bile isteyen, kendi dinini devam ettirir. Çünkü Kuran, inanç konusunda bir da­yatmanın olamayacağını açıkça ifade etmektedir.

Düşman ülkenin sınırına varıldığında, onlara üç şeyin teklif edilmesi meselesine gelince, bunlar, savaş sebebi oluştuktan sonra yapılacak tekliflerdir. Buna göre onlara önce Müslüman olmaları teklif edilir. Bunu ka­bul etmedikleri takdirde, cizye vermek kaydıyla Müslü­man ülkenin vatandaşı olmaları istenir, bu iki teklifi ka­bul etmedikleri takdirde kendileriyle savaşılacağı haber verilir. Savaş sebebi oluştuktan sonra yapılan bu teklif­ler de, İslâm'ın savaşa başvurmak istemediğini gösterir. Ama savaşın sebepleri oluştuktan sonra, ilk iki teklifi de kabul etmezlerse, savaştan başka yol kalmadığından do­layı savaşa başvurmak caiz görülmüştür.

Tebliğ için savaşın caiz olacağı meselesine gelince, dinin ulaştırılmasında takip edilecek metot şu âyette açık bir şekilde ifade edilmektedir:

"(Ey Muhammed), sen hikmetle, güzel öğütle Rabb'inin yoluna çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et. Çünkü Rabb'in, yolundan sapanları en iyi bilen O'dur ve O, yola gelenleri de en iyi bilendir."[563]

Savaş, bu âyette zikredilen hikmetle, güzel öğütle ve güzel mücadele ile de bağdaşmaz. Kaldı ki, âyetlerde savaşın (cihadın) nedenleri zikredilmektedir ve bunla­rın hiçbirinde İslam'ın, savaşılan ülkenin vatandaşlarına ulaştırılması savaşa sebep olan bir unsur şeklinde zikre­dilmemektedir. Dini tebliğ etmenin diğer yollarına baş­vurmak yeterlidir. Milletlerin birbirleriyle ilişkileri, her­halde savaştan ibaret değildir. Din davetçisi göndermek, ticaret ve daha başka ilişkiler, dinin tebliğ edilmesi için uygun vasıtalardır. Bu vasıtalar mümkün değilse, müm­kün olanlarıyla yetinmek gerekir. Örneğin Malezya'ya, Endonezya'ya, Hindistan'a, Çin ortalarındaki bölgelere ve daha başka bölgelere, Müslüman tüccarlar kanalıyla İslam yayılmıştır. Ayrıca tarih boyunca Müslümanların hiç savaşmadıkları bölgelerde yaşayan Müslümanların nüfus miktarının, savaş yapılan bölgelerde yaşayanların nüfus miktarından çok daha fazla olduğunu burada be­lirtmeliyiz. Gerçi Müslümanların savaştıkları bölgelerde de, söz konusu savaşların, durup dururken yapılmadı­ğı, bilakis karşı tarafın savaşa sebep olacak davranışlar­da bulunduğu bir vakıadır. Elbette tarih boyunca Müs­lümanların bu konuda hiçbir hata işlemediklerini söyle­mek istemiyoruz. Yapılan savaşların genelde savunma savaşı olduklarını anlatmak istiyoruz. Herhalde hiçbir dinin veya düşüncenin tarihi, bu konuda İslam'ın tarihi kadar temiz değildir.

İslam'da cihad, bir savunma savaşı olduğundan dolayı, Kur'an-ı Kerim'de savaşa katılmayanlar şiddetle kınanmıştır. Çünkü cihada katılmayanlar, kendi top­lumlarım ve vatanlarını savunma görevini yerine getir­memekte, esaret içerisinde bir hayatı, özgür bir hayata tercih etmektedirler.

Dinin tebliği için gerektiğinde savaşılacağını; çün­kü Peygamberimizin peygamberliğinin evrensel olduğu­nu ve bu peygamberliğe insanların muhatap olmaları için gerekirse savaşa gidilebileceğini ileri süren hukuk­çuların, bu gerekçeleri de, artık günümüzde geçerli de­ğildir. Çünkü günümüz açısından mesele değerlendiril­diğinde, dinin tebliğ edilmesi için başka ülkelere gitme­ye gerek yoktur. Zaten günümüzde Müslümanlar, dün­yanın her tarafında bulunmaktadır. Ayrıca günümüz teknolojisiyle ulaşılmayan bölge yoktur. Yeter ki dini doğru anlatan ve yaşayanlar bulunsun.[564]

 

Hukuk

 

Hukukun genel gayesi, toplumun düzenini koru­mak ve gerek fert ve gerek toplum olarak bütün insan­ların hak ve yararlarını gözetmektir. Peygamberler, fesa­dı ortadan kaldırmak ve toplumu ıslah etmek üzere gönderilmişlerdir. Toplumun düzenini korumak sadece ahlâki telkinlerle gerçekleşmez. Bu konuda, bazen zo­runlu kurallara ihtiyaç vardır. Hukuk kuralları bu zo­runluluktan ortaya çıkmıştır.

Hukuk ve cezalarla ilgili âyetler, Medine döne­minde inmiştir. Mekke döneminde inançla ilgili âyetler iniyordu. Zaten bu dönemde Müslümanların bağımsız bir toplumları ve bu toplumu yönetme imkânları yoktu. Bu imkâna ancak Medine'de kavuşmuşlardır. Bu sebep­le ahkâmla ilgili âyetler bu dönemde indirilmiştir. Yöne­timin başında da bizzat Peygamber (s.a.v.)'in kendisi bulunuyordu.

Kur'an'da hukukî meselelerle ilgili yüzlerce âyet vardır. Bu âyetlerin bir kısmının meselelere delaletleri çok açık, bir kısmınınsa kapalıdır. Müfessirler, sadece ahkâm âyetlerini içeren tefsirler yazmış; İslam hukuk­çuları da, fıkıh kitaplarında bu âyetleri kullanmışlardır.

Özellikle, Medenî Hukuk alanına giren meseleler neredeyse ayrıntılarına varıncaya kadar Kur'an'da yer almaktadır. Diğer alanlarda bu denli ayrıntıya girilme­miş; ana kurallar zikredilmekle yetinilmiştir.

Kur'an-ı Kerim, değişik vesilelerle Allah'ın âdil ol­duğunu, Müslümanların da adaletli olmalarını istemek­le birlikte, özellikle hukukun uygulanmasında adalete ayn bir önem vermiş; adaletle hükmedilmesi gerektiği­ne defalarca dikkat çekmiştir. Bu âyetlerin bir kısmında hitap, bizzat Peygamber'e yapılmaktadır. Kuşkusuz Pey-gamber'e yapılmış olan bu hitaplar, aynı zamanda Müs­lümanlar için de geçerlidir. Ancak bu hitapların bir kıs­mında, özellikle Peygamber'e hitap edilmiş olması, an­lamlıdır. Bizzat Peygamber böylesi uyanlara muhtaç ise, elbette ki bu gibi konularda, diğer insanların bu uyarı­lara daha çok ihtiyaçları vardır. Gerek Peygamber'in ve gerek Müslümanların adaletli davranmaları gerektiğine dair, pek çok âyetten birkaç tanesi şöyledir:

"Biz sana Kitab'ı gerçek ile indirdik ki, insanlar ara­sında Allah'ın sana gösterdiği şekilde hüküm veresin; hain­lerin savunucusu olma! Allah'tan bağışlanma dile. Şüphesiz Allah bağışlayıcı, esirgeyicidir. Kendilerine hainlik edenleri savunma; zira Allah, daima hainlik yapıp günah işleyen in­sanı sevmez. "[565]

"Allah, size emanetleri ehline vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi em­reder. Allah size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz Allah, işi­ten, görendir."[566]

"Ey inananlar, adaleti tam yerine getirerek Allah için şahitlik edenler olun, kendinizin, ana babanızın ve yakınla­rınızın aleyhine bile olsa, (şahitlik ettiğiniz kimseler) zen-gin veya fakir de olsalar (adaletten ayrılmayın). Çünkü Allah, ikisine de daha yakındır. Öyle ise, keyfinize uyarak doğruluktan sapmayın. Eğer (şahitlik ederken dilinizi) eğip bükerseniz, ya da doğruyu söylemezseniz, bilin ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır"[567]

"Aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet, onların ke­yiflerine uyma ve onların, Allah'ın indirdiği şeylerin bir kıs­mından seni şaşırtmalarından sakın! Eğer dönerlerse bil ki Allah, bazı günahları yüzünden onları felakete uğratmak is­tiyordur. Zaten insanların çoğu yoldan çıkmıştır."[568]

"Allah adaleti, ihsanı, akrabaya vermeyi emreder. Edepsizlikten, kötülükten ve azgınlıktan meneder. Öğüt al­manız için size böyle öğüt verir"[569]

Bu âyetler, adaletli davranmayı emreden birçokla-rından sadece birkaç tanesidir. Adalet, İslam toplumu­nun temel niteliği olarak Kur'an'da zikredilmektedir. İs­lam toplumunun temel özelliklerinden söz ederken bu­nu detaylı bir şekilde ele aldık. Aktardığımız bu âyetler­den de anlaşıldığı gibi Müslüman'ın adaletli davranma­sı, dinî bir görevdir. Çünkü Allah'a karşı sorumlu olma söz konusudur. Ayrıca âyetlerde, haince davranarak mahkemeyi aldatacakların olabileceğine; suçlu oldukla­rı halde suçu masum kişilere yükleyebileceklerin olabi­leceğine dikkat çekilmekte, akrabalık veya başka bir se­beple adaletten şaşmamak gerektiğine de özen göster­menin önemine işaret edilmektedir.

Müslümanlardan da hukuki kurallara uymaları is­tenmekte, hatta bunun bir iman meselesi olduğu anla­tılmaktadır:

"Şunları görmüyor musun, kendilerinin, sana indiri­lene ve senden önce indirilene inandıklarını sanıyorlar da tâğûta muhakeme olmak istiyorlar! Oysa kendilerine onu inkâr etmeleri emredilmişti. Şeytan da onları iyice sapıtmak istiyor. Onlara: 'Allah'ın indirdiğine gelin' denince, o iki yüzlülerin, senden büsbütün uzaklaştıklarını görürsün."[570]

"Hayır, Rabb'in hakkı için onlar aralarında çıkan çe­kişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan tam anla­mıyla teslim olmadıkça inanmış olmazlar."[571]

"Allah'a ve Peygamber'e inandık ve itaat ettik, diyor­lar. Sonra onlardan bir grup, bunun ardından dönüyor. Bunlar inanmış değillerdir. Aralarında hükmetmesi için Al­lah'a ve Peygamberine çağırıldıkları zaman hemen onlar­dan bir grup yüz çevirir. Eğer hüküm kendi lehlerine olursa itaat ederek gelirler. Kalplerinde bir hastalık mı var, yoksa şüphe mi ettiler? Yoksa Allah'ın ve Peygamberinin kendileri­ne haksızlık yapacağından mı korkuyorlar? Hayır, onlar zalimlerdir. Aralarında hükmetmesi için Allah'a ve Pey­gamberine çağırıldıkları zaman inananların sözü ancak: 'işittik ve itaat ettik' demeleridir. îşte umduklarına erenler, bunlardır, bunlar"[572]

Denilebilir ki, âyetler Peygamberi muhatap al­maktadır ve şahsı ile ilgilidir. Âyetlerin öncelikle Pey­gamberi muhatap aldıkları ve onunla ilgili oldukları doğrudur. Ancak bunun sebebi, bu âyetler indiğinde Peygamberin bizzat yönetimin başında olması nedeniy­ledir. Aynı makamı kim işgal ediyorsa, o da bu âyetlerin muhatabıdır.[573] Kaldı ki aynı anlamlan içeren ve bütün müminlere hitap eden başka âyetler vardır:

"Allah size emanetleri ehline vermenizi, insanlar ara­sında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz Allah, işiten gö­rendir. Ey inananlar, Allah'a itaat edin, Peygambere itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de. Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz -Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız- onu Allah'a ve Peygamberine götürün. Bu, daha iyidir ve sonuç bakımından da daha güzeldir."[574]

islâm'ın hukukla ilgili kurallarına uymak, inançla bağlantılı olunca, Müslüman olmayıp Müslümanların yönetiminde bulunanlara kendi aralarındaki meselelerde inançlarına göre yargılanma hakkı verilmiştir. Maide sû­resinde Yahudilerden söz edilirken Peygamber'e hitaben, şayet onlar sana başvuracak olurlarsa, istersen aralarında hükmet, dilersen hükmetme, ama hükmedecek olursan adaletle hükmet, denilmektedir.[575] Yine aynı sûrede Hı­ristiyanların da İncil ile hükmetmeleri istenmektedir.[576]

Hukukla ilgili meseleler, ahkâm tefsirleriyle fıkıh kitaplarında ayrıntılı bir şekilde ele alınmıştır. Biz bura­da genel hususlar üzerinde durmak istiyoruz.[577]

 

Haklar:

 

insanlık âlemi, henüz "insan haklan" gibi bir kav­ramla tanışmadan asırlar önce İslâmiyet, insanların yü­kümlüklerinin yanında haklarının olduğundan söz et­miş, haklarla yükümlülükler arasında bir dengenin olmasını gözetmiştir. İleride bahis mevzuu edeceğimiz bu temel haklar, devletin ya da imparatorun verdiği ve di­lediği anda alma yetkisine sahip bulunduğu haklar da değildir. Aksine her şeyi yaratan yüce Allah'ın insana verdiği haklardır.

Kuşkusuz bu hakların başında yaşama hakkı gel­mektedir. Bu hak, sadece İslam'a inananlara verilmiş bir hak da değildir, islam'a inanan-inanmayan; kökeni ve rengi ne olursa olsun, küçük-büyük her bireyin temel haklarındandır. Devlet başkam, vatandaşının; efendi, kölesinin; baba, oğlunun yaşama hakkını elinden ala­maz. Bu sebeple Kur'an-ı Kerim, bilgisizce ve beyinsizce çocuklarını öldüren, anlamsız bir utanç duygusuyla kız çocuklarını gömen, mevcut veya gelecek açlık bahane­siyle kız ve erkek çocuklarını öldüren cahiliye Arapları-ni kınamış ve böyle bir şeyi en büyük günahlardan say­mıştır.[578] Kur'an-ı Kerim'in haksız yere bir cana kıyanın kısas olarak öldürülmesini istemesi de, bu hakka veri­len önemi gösterir. İnsanlara zarar vermedikleri müd­detçe hayvanların yaşama haklarına da son verilemez.

Yaşama hakkı gibi mülk edinme hakkı da insanın temel haklarındandır. Herkes, geçimini sağlamak ve ver­gisini ödemek kaydıyla servet edinmek hakkına sahiptir. Bu haktan da Müslümanlar yararlandığı gibi gayr-ı müs-limîer de yararlanırlar. Ekonomik yapıdan söz ederken belirttiğimiz gibi fakir kimselerin, geçimlerini sağlayabil­mek için, zengin kimselerin servetinde belli bir haklan vardır. İnsanlar geçimlerini sağlamak için tarım, ticarel ya da sanatla uğraşma hakkına sahiptirler. Yeter ki ge­çimlerini meşru yollardan temin etsinler.

Dilediği inancı seçme hakkı da, temel haklar ara­sındadır, înanç konusunda hiçbir dayatmaya izin veril­memiştir. Herhangi bir inancı seçme hakkı, o inanç ge­reği yaşama ve o inancın eğitim hakkıyla anlam kazanır, islam hukukçuları genelde Müslüman olmayanların din değiştirme hakları bulunduğunu söylerken Müslüman­ların din değiştiremeyeceklerini dini tabir ile "mürted" olamayacaklarını ileri sürmüşlerdir. Kur'an'da mürted için söz konusu edilen ceza, tamamen âhiretle ilgilidir. Bizce bu konuda rivayet edilen hadis de yanlış anlaşıl­mıştır. Kişinin sadece İslam'dan dönmesi, öldürülmesi için bir sebep değildir. Din değiştirmekle birlikte meşru yönetime isyan etmesi, öldürülmesine sebeptir. Aslında burada da ceza, din değiştirmesinden değil, isyan etme­sinden dolayıdır.

Din özgürlüğü bağlamında ele alınabilecek diğer bir konu ise, isim verme meselesidir. Yaşayan ya da ta­rih sahnesinden çekilmiş pek çok toplumun isim koy­mayı kendi inançlarının ve kimliklerinin bir devamı olarak gördükleri ve hatta bazı toplumlarda isim koy­manın dimleştirildiği müşahede ve tespit edilmiştir. Gü­nümüzde de bir kültür problemi olarak bazı devletler tarafından idarelerinde bulunan farklı din ve kültür mensuplarını asimüe etmek için yer ve insanların isim­lerini değiştirdikleri bilinmektedir.[579]

İslam'da böyle bir yasaklama söz konusu değildir. Herkes çocuğuna dilediği ismi verme hakkına sahiptir. Peygamber sadece İslâm'a girmiş olanlardan, şirk anla­mı taşıyan "Abdu'1-Uzza, Abdu'l-Menât" gibi isimlerin değiştirilmesini istemiştir.

Yaşama, mülk edinme ve dilediği inancı seçme hakkıyla birlikte namus ve şerefini koruma hakkı da, dinin temel hedefleri arasında sayılmış haklardandır. Namus konusunda yapılan iftira ağır bir ceza ile ceza­landırılmıştır.

islam aynı şekilde insana eziyet edilmesini de ya­saklamaktadır. Çekiştirmeyi, alay etmeyi, lakap takma­yı, gıybeti, insanlar hakkında kötü zanda bulunmayı suç saymıştır. Bir âyette şöyle denilmektedir:

"Ey insanlar, bir topluluk diğerini alaya almasın. Bel­ki de onlar, kendilerinden daha iyidirler. Kendi kendinizi ayıplamayın. Birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İnan­dıktan sonra yoldan çıkmış olmak ne kötüdür, tövbe etme­yenler, işte onlar zalimlerdir."[580]

Kur'an-ı Kerim'in, insanların tamamının bir tek nefisten yaratıldıklarını belirttiğine daha önce dikkat çekmiştik. Bu sebeple o, etnik ayırımı şiddetle redde­der. Kimsenin babasını ve annesini ya da ırkım seçme özgürlüğü yoktur. Bu, tamamen Allah tarafından yapı­lan bir düzenlemedir. Kimse, ırkından dolayı ne kına­nabilir ve ne de birtakım imtiyazlara sahip olabilir. Müslüman olmayanlarla ilişkiler konusunu da daha ön­ce ele almış, inanç hürriyetlerinin ve inandıkları gibi ya­şama haklarının bulunduğunu belirtmiştik.

İslam, toplumu sınıf ve gruplara ayırmaz. Üstün­lüğün takvada olduğunu belirtir. Ancak bu, hukuki bir sonuç ortaya çıkarmaz. Buradaki üstünlük, Allah katın­da bir üstünlüktür ve bunun mükâfatı âhirette alınacak­tır. Hukuk kuralları üzerinde bunun herhangi bir etkisi yoktur. Bütün fertler, kanun karşısında eşittir. Hatta parlementer rejimlerdeki dokunulmazlıklar da söz ko­nusu değildir. Peygamber (s.a.v.), bir hadisinde hukuk alanındaki ayrıcalıkların, toplumların helakine sebep olduğunu belirtir:

"Sizden öncekilerin mahvolmalarının sebebi şudur ki: İçlerinden şerefli bir kimse hırsızlık yaptığında ona ceza uy­gulamaz, zayıf birisi hırsızlık yaptığında ise kanunu tatbik eder-,, onu cezalandırırlardı. Allah'a yemin ederim ki Mu-hammed'in kızı Fâtıma bile hırsızlık etse elini keserim."[581]

Kur'an'da Müslümanların kardeş oldukları belir­tilmektedir. "Kardeşlik" kavramı, prensipte eşitliği; müslüman olmaları açısından aralarında bir farklılık ol­maksızın hukuk karşısında eşit olacakları anlamına ge­lir[582]

Siyasi konularda da fertler hatta kadın ve erkek arasında herhangi bir ayırım yoktur. Toplumsal mesele­lerin çözümünde şûraya başvurmak esastır. Bu bağlam­da vatandaşlar arasında herhangi bir ayırım olmaksızın herkes seçme ve seçilme hakkına sahiptir. Kur'an-ı Ke­rim'in indirildiği dönemde bütün fertlerin yönetime ka­tılma haklarından söz edilmesi neredeyse imkânsız idi. insanlar ya despot yöneticilerin baskılarıyla ya da din adamlarının tahakkümü ile karşı karşıya idiler. Hatta bu, yöneticilerin ya da din adamlarının meşru bir hakkı olarak görülüyordu. Ama islam, bu anlayışı ortadan kaldırdı. Peygambere bile toplumsal meselelerde halka danışmasını emretti:

"îş hakkında onlara danış."[583]

"Onların işleri aralarında danışma iledir;"[584]

Raşid halifeler döneminde Müslümanların şûrâ'ya riayet ettiklerini de biliyoruz. Konuya yer veren kelam kitaplarında da bu prensibin gözetildiğini görüyoruz. Onlara göre halife/imam (devlet başkanı), ümmet adına ve onların bir vekili olarak o görevi yürütmektedir. Ra-şit halifeler döneminde toplumu ilgilendiren meseleler­de halifenin meşveret ettiği bir meclisinin bulunduğunu biliyoruz.

Kur'an-ı Kerim, mesken dokunulmazlığına da önem verir. Konuyla ilgili âyetlerde şöyle denilmekte­dir:

"Ey iman edenler, kendi evlerinizden başka evlere, sahiplerinden izin almadan ve selam vermeden girmeyin. Düşünürseniz bunun hakkınızda daha hayırlı olduğunu an­larsınız. Şayet bu evlerde kimseyi bulamazsanız müsaade edilinceye kadar girmeyin. Size 'geri dönün' denilirse dö­nün. Bu hareket hakkınızda daha hayırlı ve daha nezihtir. Allah işlediklerinizi hakkıyla bilir"[585]

Bir kimsenin işlediği bir suçtan dolayı bir başkası sorumlu tutulamaz. "Herkes kazanana bağlıdır."[586] "Her­kesin kazandığı kendisinedir, kimse başkasının yükünü taşı­maz"[587] Bu sebeple suç ferdîdir. Bir kimsenin işlediği suçtan dolayı ne babası, ne kardeşi, ne oğlu, ne de baş­ka bir akrabası sorumlu tutulabilir. Halbuki kabile anla­yışının ve soyculuğun hakim olduğu yerlerde bir baba­nın işlediği suçtan oğlu da sorumludur. Kabile anlayışının hakim olduğu bir toplumda Kur'an'ın bu prensibi­nin büyük önemi vardır. O dönem Araplarında belki tek ölçü vardı ve o da, bir kabileye mensup olmaktı. Herkes, kendi kabilesine mensup olmayı bir ayrıcalık olarak görüyordu.

Kur'an'm indiği dönemde sadece Araplar'da değil, bütün milletlerde kadının müstakil bir kişiliği yoktu. O günün Roma hukukunda da kadınlar bağımsız bir kişi­liğe sahip değildi. Kadın, kocasına tabi idi. Hintlilerde, kadının hayat hakkı, kocasının hayatıyla sınırlıydı; ko­cası öldüğünde yakılır ve külleri, kocasının mezarına konulurdu.

Durup dururken hiç kimse zan altında tutulamaz. "Beraet-i zimmet asıldır." Mecelle'de yer alan bu kural, bir kimse hakkında suç sabit olmadıkça o kimsenin suçlu muamelesi göremeyeceğini anlatmaktadır.[588]

 

Cezalar:

 

Hukukun genel gayesinin, toplumun düzenini korumak, gerek toplumun ve gerek fertlerin hak ve ya­rarlarını gözetmek olduğuna dikkat çekmiştik. Toplum düzeninin korunması da ancak ortaya çıkan kargaşa, fitne ve tecavüzlere meydan vermemek, bunların yolla­rını tıkamak suretiyle olur. Bunun yolu ise, hukukun bu konudaki kuralları belirlemesi ve icra makamının bunları uygulamasıyla gerçekleşebilir. Değilse, kötülük­leri ortadan kaldırmak için halk kendi kendine tedbirler almaya kalkışır ki bu, toplumdaki kötülüklerin daha da artmasına sebep olur.[589]

İslam hukukunun gaye ve hedeflerini konu alan değerli eserinde Tâhir b. Âşûr, İslâm Hukukundaki ce­zaların şu üç gaye sebebiyle düzenlendiğini belirtir:

a.  Suçlunun uslandınlması.

b. Mağduru razı etmek

c.  Suç işlemeye yeltenmek isteyen kimseleri niyet­lerinden caydırmak.[590]

İslam hukukçuları cezalan iki kısma ayırırlar: Had cezaları ve bir de ta'zir cezalan. Biz burada suçlar­dan cezası Kur'an-ı Kerim'de belirtilmiş olanları yani had cezalarını ele alacağız. Ancak bu cezaları tek tek ele almazdan önce bir iki noktaya temas etmekte yarar var­dır.

Her şeyden önce bu cezalar, Kur'an'm öngördüğü kuralara göre yönetilen toplumlar için geçerlidir. Nite­kim ceza ile ilgili âyetler Medine'de İslam toplumunun oluşumundan sonra indirilmişlerdir. Aslında ahkâm âyetlerinin tamamı için bu durum söz konusudur.

Ahkâm âyetleri, ancak içerdikleri hükümlerle ilgi­li ortam oluştuktan sonra indirilmişlerdir. Mesela, zina­yı engelleyen tedbirler alınmadan zina yasaklanmamış, yine hırsızlığı ortadan kaldıracak ortam oluşmadan hır­sızlık cezasıyla ilgili âyet indirilmemiştir. İçkinin yasak­lanması, faizin kaldırılması, belirgin aşamalardan sonra gerçekleşmiştir.

Had cezalarının uygulanması, bütün unsurlarıyla suçun tahakkuk etmesine bağlıdır. Bu unsurlardan her­hangi birine karışabilecek bir şüphe, had cezasını orta­dan kaldırır.[591]

 

Öldürmenin Cezası:

 

İnsanların can güvenliği, dinin temel hedefleri arasındadır. Can güvenliğinden maksat, sadece inanan Müslümanların değil, inanan veya inanmayan bütün va­tandaşların can güvenliğidir. Kur'an-ı Kerim, haksız ye­re bir insanın canına kıyılmasını, bütün insanların canı­na kıyılmış bir hareket olarak değerlendirmektedir:

"Kim, bir cana kıymamış ya da yeryüzünde bozgun­culuk yapmamış olan bir canı öldürürse, sanki bütün insan­ları öldürmüş gibidir. Kim de onu(n hayatını kurtarmak sureliyle) yaşatırsa, bütün insanları yaşatmış gibi olur."[592]

Âyet, Hz. Âdem'in oğullarından birinin diğerini öldürmesi olayı anlatıldıktan hemen sonra yer almakta-dır. Buna göre eğer insanlar, Âdem'in iki oğlundan bi­rinden yani öldüren kişiden üremişse, diğeri de yaşamış olsaydı, mevcut insanların bir o kadarı da şu anda yaşı­yor olacaktı. O halde âyet, lafız olarak da, bir gerçeği anlatmaktadır. Âdem'in katil durumunda olan oğlu, va­kıa olarak mevcut insanlar miktarında kişiyi öldürmüş gibidir.

Âyet, olayı tüm zamanlara taşımakta ve şu anda bir cana kıyan kişinin, canına kıydığı insanın soyundan gelebilecekleri de öldürmüş sayılacağını haber vermek­tedir. Buna göre her insan, kendi soyundan gelecekler açısından Hz. Âdem durumundadır.

Âyetin işaret etliği hususlardan bir diğeri ise, şu olmalıdır: İnsan psikolojisiyle ilgilenenler, ilk öldürme­nin insana çok ağır geldiğini söylerler. Ama kişi, birini tamamen suçsuz yere öldürmüşse, artık onun için öldürme işi kolay görünmeye başlar. Bundan sonra bir başkasını, sonra bir başkasını daha öldürmesi işten bile değildir. Tekrar belirtelim ki âyette, suçsuz yere öldüren kişiden söz edilmektedir.

Âyette ifade edilmek istenen gerekçe ne olursa ol­sun, öldürmenin ne kadar büyük bir suç ve günah ol­duğu anlatılmaktadır. Zaten işlenen hiçbir günah için, ebedi cehennemden söz edilmezken, kasten adam öl­dürmenin cezasının ebedi cehennem olduğu Kur'an'da ifade edilmektedir:

"Her kim bir mümini kasten öldürürse onun cezası, içinde ebedi kalmak üzere (gideceği) cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, lanet etmiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır."[593]

Kasten adam öldürme suçunun cezası, misliyle bir cezadır, yani ölümdür. Kur'an, bu cezanın iki gerek­çesinden söz etmektedir. Bunlardan birincisi, bir insa­nın canına kıymanın, bütün insanlığın canına kıyma anlamı taşıdığı ki bunu yukarıda izah ettik. İkinci ge­rekçe ise, kısasta hayat olduğudur. Bu son gerekçeyle il­gili âyette şöyle denilmektedir:

"Ey akıl sahipleri kısasta sizin için hayat vardır, böy­lece korunursunuz"[594]

Müfessirler, kısasta hayat oluşunu, bu cezanın caydırıcıhğıyla ifade etmişlerdir. Öldüren kişiye ölüm cezası verildiği takdirde bundan böyle artık cana kıyma azalacaktır. Çünkü öldürecek kişi, kendisinin de bu suçtan dolayı öldüreceğini bildiği takdirde başkasını öldürmeye cesaret edemez.[595]

Kasten adam öldürmenin asıl cezası ölüm olmak­la birlikte öldürülen kişinin akrabaları veya onların bir kısmı, kısas cezasının uygulanmamasını isteyebilirler. İsterlerse, affetmenin karşılığında öldürenden diyet ala­bilirler, isterlerse hiçbir karşılık almadan da affedebilir­ler. Ancak kişiye ölüm cezası uygulandığı takdirde diyet alamazlar. Kasten bir insanın canına kıymak çok büyük bir günah olmasına rağmen, öldürülenlerin mirasçıları­na, katilin öldürülmesine karşın diyet alma yetkisinin verilmesi, İslam'ın ölüm cezasını vermenin sınırlarını daraltması hatta bunu pek tasvip etmediği anlamına ge­lir. Çünkü canının bağışlanması karşılığında mirasçılara diyet verilmesi, bir bakıma onları, katilin canını bağışla­maları için bir teşviktir. İslamiyet böylece kan davaları­nın önüne geçmeyi de hedeflemektedir.

Kuşkusuz, katile böyle bir cezanın uygulanabil­mesi için ayrıca katilin ceza ehliyetine sahip olması ge­rekir. Bu sebeple delinin ya da aklı ermez bir çocuğun katil olması durumunda kendilerine bu ceza uygulan­maz.

Hata olarak öldürmenin cezası ise, kısas değildir, diyettir. Bu konudaki ayrıntılar fıkıh kitaplarıyla ahkâm tefsirlerinde mevcuttur.[596]

 

Hırsızlığın Cezası-

 

Konuyla ilgili âyetlerde şöyle denilmektedir: "Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık Allah'tan bir ceza olarak ellerini kesin. Allah daima üstün­dür, hikmet sahibidir. Kim yaptığı haksızlıktan sonra tövbe eder, durumunu düzeltirse, şüphesiz Allah, onun tövbesini kabul eder. Çünkü Allah bağışlayan, merhamet edendir. Göklerin ve yerin mülkünün Allah'a ait olduğunu bitmedin mi? (O),dilediğim azap eder, dilediğini bağışlar. Allah her şeye kadirdir."[597]

Âyetler hırsız erkek veya kadının elinin kesilece­ğini açıkça ifade etmektedir. Ancak asgari olarak ne miktarda çalan kimsenin elinin kesileceği, eli kesildik­ten sonra tekrar hırsızlık yapan kimseye ne gibi bir ceza verileceği belirtilmemektedir. Kur'an'm açıklaması du­rumunda olan hadislerde bunun asgari miktarı, bir di­narın dörtte biri olarak belirlenmiştir. Bu, her zaman için kalıcı bir miktar mıdır, yoksa zamanla bu miktar değişebilir mi? Hukukçuların geneli bu miktarı esas al­makla birlikte, bir kısmı, kişinin hırsız sayılacağı mikta­rı örfün belirleyeceğini; Peygamber döneminde bu mik­tarı çalan kimseye hırsız denildiğini belirtmişlerdir.

Eli kesilmiş olan kimsenin tekrar hırsızlık yapma­sı durumunda ona ne gibi ceza verilmesi gerektiği ko­nusunda da farklı görüşler ileri sürülmüş; kimine göre bundan sonra bir ayağı, ardından tekrar hırsızlık yaptı­ğında diğer eli ve dördüncüsünde de diğer ayağı kesil­melidir. Kimine göre de, bir eli kesildikten sonra tekrar çalan kimseye sadece ta'zir ve hapis cezası verilebilir.

Yine hadislerde, yemek için dalından meyve çalan kimsenin elinin kesilmeyeceği belirtilmektedir. Ancak meyve bahçeden getirilip stok edildikten sonra çalan ki­şi, hırsız kabul edilir ve eli kesilir. Açlığından dolayı bahçeden meyve çalan kimsenin elinin kesilmemesini bildiren hadisler, hukukçuların meseleyi değerlendirmeleri bakımından kapıyı aralamış ve şiddetli bir ihti­yacından dolayı hırsızlık yapan kimsenin elinin de kesi-lemeyecegini belirtmişlerdir.

Yukarıda naklettiğimiz hırsızın elinin kesileceğini belirten âyetten hemen sonra yer alan âyette, haksızlık­tan vazgeçen ve durumunu düzelten kimsenin tövbesi­nin Allah tarafından kabul edileceğinin ve Allah'ın ba­ğışlayan ve merhamet eden olduğunun belirtilmesi, hır­sızlıktan tövbe eden kimsenin elinin kesilip kesilmeye­ceği meselesini gündeme getirmiştir. Hukukçulardan bazıları, ele geçirilmezden önce tövbe ettiği takdirde, elinin kesilmeyeceğini söylerken, bazıları da, tövbe etse de elinin kesileceğini söylemektedir. Çağımızda bazıları ise, yakalandıktan sonra da, hırsızlıktan tövbe ettiğini söyleyecek olursa, elinin kesilmeyeceğini söylemişlerdir. Bizim kanaatimiz, ilk şıkkın doğru olduğudur. Çünkü hırsızlıktan bahseden bu âyetlerden önce bâğî (meşru yönetime silahlı başkaldırı içerisinde olanların), ele ge­çirilmezden önce tövbe ederek teslim olanlarına ceza verilmeyeceği açıkça anlatılmaktadır. Buna göre henüz ele geçirilemeyen hırsız, kendisinin o .malı çaldığını iti­raf ederek Lövbe ederse, elinin kesilmemesi gerekir. An­cak ele geçirildikten sonra tövbe ettiğini bildiren hırsı-zm, bizce bu tövbesinin hiçbir anlamı yoktur. Samimi ise, bu tövbesinin sadece âhireue kendisine bir yararı vardır, dünyevi cezayı etkilemez.

Bazıları, malı çalınan kişinin, hırsıza ceza verilme­mesini istemesi durumunda bu isteğinin göz önünde bulundurulabileceğini ileri sürmüşlerdir. Ancak Kur'an'da böyle bir şeyden söz edilmemektedir. Halbu­ki adam öldürme konusunda durum böyle değildi.

Âyette öldürülenin velilerinin cezayı affedebilecekleri belirtilmişti. Hırsızlıkla ilgili âyetlere baktığımızda ise, göklerin ve yerin mülkünün Allah'a ait olduğu ve Al­lah'ın dilediği kimseyi cezalandıracağından söz edil­mektedir. Bizim bu âyetlerden anladığımız, malı çalınan kişinin böyle bir yetkisinin olamayacağıdır. Hadislerde de böyle bir yetkiden söz edilmemektedir.

Hırsızlığa verilen el kesme cezası, ağır bir ceza olarak görülebilir. Ancak İslam'ın bu cezaları, kendi oluşturduğu toplum için geçerlidir. Eğer bir toplumda malın, piyango, kumar ve diğer haram yollardan kaza­nılması yasaklanmış, kazanılmasında emeğe geniş bir alan tanınmış ve diğer yollar daraltılmış ise, servet sahi­bi de zekât vermek, sadaka vermek ve infak etmekle fa­kirleri gözetiyorsa yani zengin ile fakir arasında bağlar kurulmuş ve zenginlerin fakirleri gözetmeleri sağlanmış ise, üstelik toplum, namaz ve diğer vesilelerle sürekli bir eğitime tabi tutuluyorsa ve buna rağmen birileri şid­detli bir ihtiyacı olmadığı halde hırsızlık yapıyorsa, el­bette buna verilecek ceza da ağır olacaktır.[598]

 

Zinanın Cezası:

 

Bütün dinlerde zinanın cezası çok ağırdır. Hıristi­yanların da bağlı oldukları Tevrat'ta bunun cezası recm yani taşlanarak öldürülmektir. Çünkü zina hem büyük bir ahlâksızlık ve hem de neslin birbirine karışmasına sebep olan bir suçtur. Kur'an-ı Kerim'in hem Mekki dö­neminde ve hem de Medeni döneminde konuyla ilgili âyetleri vardır. Mekki dönemde, zinanın çirkin bir şey olduğu anlatılırken Medeni dönemde ise, olayın hukuki boyutları anlatılmaktadır.

Konuyla ilgili Mekke'de indirilmiş âyetlerde şöyle denilmektedir:

"Zinaya yaklaşmayın, çünkü o, açık bir kötülüktür, çok kötü bir yoldur."[599]

"Ve onlar ırzlarını korurlar; ancak eşleri, yahut elle­rinin sahip olduğu (cariyeler) hariç (bunlarla ilişkilerin­den dolayı) kınanmazlar. Ama bunun ötesine gitmek iste­yen olursa, işte onlar haddi aşanlardır."[600]

"Ve onlar ki Allah ile beraber başka tanrıya yulvar-mazlar. Allah'ın haram kıldığı canı haksız yere öldürmezler ve zina etmezler. Kim bunları yaparsa, günahlarının ceza­sını bulur. Kıyamet günü onun için kat kat azap vardır ve o azapta hor ve hakir olarak kalır. "[601]

Medine'de inen konuyla ilgili ilk âyet şöyledir: "Kadınlardan Juhuş yapanlara karşı içinizden dört şahit getirin; eğer onlar şahitlik ederlerse, o kadınları ölüm (alıp) götürünceye, ya da Allah onlara bir yol gösterinceye kadar evlerde tutun (dışarı çıkarmayın.) içinizden iki kişi, juhuş yaparsa, onlara eziyet edin; eğer tövbe eder, uslanırsa artık onlar(a eziyet)den vazgeçin. Çünkü Allah, tövbeleri çok kabul edendir, çok esirgeyendir."[602]

Âyetlerde geçen "juhuş" kelimesi, zina ile birlikte başka gayri ahlâki hususları da içine alan bir kelimedir. Bu konuda inen bu ilk âyetlerle zina edenlerin göz hap­sinde tutulacakları, bundan kesin olarak tövbe ettikleri takdirde ise, göz hapsinin de son bulacağı anlatılmakta­dır. Bu âyetler vesilesiyle söylenecek başka hususlar da vardır. Ancak biz burada sadece zina konusu üzerinde durduğumuz için diğer hususlara girmiyoruz.

Daha sonra inen şu aşağıya nakledeceğimiz âyetle, yukarıda fuhuş kelimesi kapsamında olan zina için müstakil bir ceza getirilmektedir:

"Zina eden kadın ve zina eden erkeğin her birine yüz değnek vurun; Allah'a ve âhiret gününe inananlar iseniz Al­lah'ın dini(n\ uygulama hususu)nda sizi, onlara karşı acı­ma duygusu tut(up engelle)mesin. Müminlerden bir grup da onlara yapılan azaba şahit o/sun:"[603]

Âyetlerden de anlaşıldığı gibi zina suçu dört şahit­le sabit olur. Bu sebeple zina suçunun subûtu çok zor­dur. Neredeyse sadece aleni olarak bu suçu işleyenler, zina cezasıyla cezalandırılabilirler. Ancak bu dünyada subûtu zor ise de, Allah her türlü gizliliği bilendir. Dün­yada cezaya çarptırılmamak, âhirette de bu suçu işleyen kişinin cezaya çarptırılmayacağı anlamına gelmez.

Bu anlattıklarımız dışında kocanın hanımını zina ile itham etmesi ve benzen hususlar fıkıh kitaplarında genişçe yer almaktadır. Biz burada sadece temel konular üzerinde duruyor, hatta bu konularda bile mümkün mertebe ayrıntılara girmiyoruz.[604]

 

İffetli Kadınlara İftira Etmenin Cezası:

 

İffetli kadınlara iftira suçu, birkaç âyette dile geti­rilmektedir. İşin hukuki boyutunu ele alan âyette şöyle denilmektedir:

"iffetli kadınlara (zina suçu) atıp da sonra (bu suç­lamalarını ispat için) dört şahit getirmeyenlere seksen değ­nek vurun ve artık onların şahitliğini asla kabul etmeyin.

Onlar yoldan çıkmış kimselerdir. Ancak bundan sonra tövbe edip uslananlar hariç. Çünkü Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir."[605]

iffetli kadınlara yapılan iftiranın cezasının, aynı zamanda iffetli erkekler hakkında yapılan iftirayı da içi­ne alır mı? Alimlerin çoğu, bunun iffetli erkekler hak­kında yapılan iftirayı da içine aldığını söylerler. Çünkü zinanın cezası konusunda erkek ve kadın arasında bir ayırım yapılmamışsa, bu konudaki iftiranın cezası ko­nusunda da aralarında bir ayırım olmamalıdır. Yine alimlerin çoğu, iftira eden kimsenin bu cezaya çarptırıl­ması için, mutlaka mahkeme esnasında ya da mahke­meye müracaat ederek bu iftirayı yapması gerekmediği­ni, uluorta bu iftirayı yapmış olmasının yeterli olduğu­nu söylemişlerdir.[606]

 

Yeryüzünde Fesat Çıkarmak:

 

Meşru yönetime silahlı ayaklanma, silahlı gasp ile güvenliği bozmak ve yol kesmek, fesat fi'larz; yeryüzün­de fesat çıkarmak kavramının içine girer. Bu tür davra­nışlar, dinin temel hedefleri arasında olan can ve mal güvenliğini ortadan kaldırmaktadır. Birçok âyette bu suçların kötülüğü dile getirilmekte; Müslümanların bu konuda uyanık olmaları istenmektedir. Ancak biz, bu suçların ceza boyutu üzerinde duran âyeti nakletmekle yetineceğiz:

"Allah ve Peygamberine karşı savaşan ve yeryüzünde fesat çıkaranların cezası öldürülmek, asılmak, çaprazvâri el ve ayakları kesilmek, yahut da oradan sürülmektir. Bu on­ları yeryüzünde rüsvay etmek içindir. Onlara âhirette de büyük azap vardır. Yalnız ellerinize düşmeden (yakalan­madan) önce tövbe edenler müstesnadır."[607]

Farklı durumlara göre âyette belirtilen cezalardan biri verilir. Bu gibi suçlar, siyasi suçlar kapsamında ol­maları nedeniyle, bu tür suçları işleyenleri affetme yetki­si, devlete bırakılmıştır. Çünkü başkaldırı, yönetime kar­şı yapılmıştır ve yöneticileri ilgilendirir. Yöneticiler, ya siyasî ayaklanma başlatanların artık bir etkilerinin ola­mayacağını veya cezalandırmanın daha büyük siyasi çal­kantıların ortaya çıkmasına sebep olacağını düşünerek onlan affedebilirler. Kuşkusuz böylesi bir olay, toplumsal yapıyla yakından ilgilidir ve yöneticiler, toplumsal mese­lelerde meşverete önem vermek durumundadırlar. Bu sebeple yönetim, lüzum gördüğünde bu gibi konularda referanduma gidebilir. Şahıslara karşı işlenmiş suçlarda, devletin af yetkisi yoktur. Bu suçları işlemiş olanları af­fetme yetkisi, yukanda da belirttiğimiz gibi, mağdurların yetkisindedir. Siyası yapılanma ya da topluma hakim olan hukuksal yapı, suç işlenmesini teşvik edici, ya da kolaylaştırıcı kimi unsurlar taşıyorsa, bu takdirde suçlara şüphe karışmış olur ve şahıslara karşı işlenmiş suçlan af­fetme gibi bir durum ortaya çıkabilir. Ancak böylesi bir durum, siyasi yapılanmanın yeniden şekillendirilmesi ve hukuksal yapıyla ilgili köklü reformların yapılmasından sonra söz konusu olabilir. Bu takdirde şahıslara karşı iş­lenmiş suçları affetme gündeme gelebilir.

Kur'an-ı Kerim'de cezası belirlenen suçlar, bunlar­dır. Elbette bu sıraladığımız suçların dışında da Kur'an'm söz konusu ettiği suçlar vardır. Ancak bu suç­ların cezaları belirtilmemiştir. Söz konusu bu suçların bir kısmının cezası hadislerde belirtilmiş, bir kısmının cezası ise, hakimin takdirine bırakılmıştır.[608]

 

Sonuç

 

Kur'an-ı Kerim, insanlığın hidayeti için Allah tara­fından gönderilmiş bir kitaptır. Hidayet konusu, inanç, ibadet, ahlâk ve sosyal kurumları ilgilendirir. Bu sebep­le Kur'an-ı Kerim'de yer alıp bu konulan ilgilendiren hususlar, hedef konulan teşkil ederler. Bu konuların desteklenmesi ve izahı mahiyetinde konulara da Kur'an'da yer verilmektedir ki, bunlar, araç durumunda olan konulardır. Mesela Kur'an'da tabiat varlıkları ve olaylarına, yine peygamber kıssalarına çokça yer verildi­ği halde bunlar, araç konulardır.

Hedef konular, dini teşkil etmektedir. Din, bun­lardan ibarettir. Dinin temel kaynağı ise, Kur'an-ı Ke-rim'dir. Peygamber'in söz ve davranışları, Kur'an'm açıklaması ve nazari bilgilerinin pratiğe aktarılması ma­hiyetindedir. Kur'an-ı Kerim'de, Peygamber'in örnek gösterilmesi, kendisine itaat edilmesinin istenmesi, Pey­gamber'in Sünnetinin önemine işarettir. Peygamber'e has bazı özel durumların Kur'an'da yer almasının Pey­gamber inancıyla yakından bir ilişkisi vardır. Çünkü Peygamber, dini tebliğ konusunda Allah ile kullar ara­sında din tebliğ etme bakımından bir aracıdır. Aracı hakkındaki herhangi bir olumsuzluk, aracılık yaptığı şeye, yani dinin kendisine zarar verir.

Beşer olma yönüyle, yani biyolojik yönden Pey­gamber ile diğer insanlar arasında herhangi bir fark yoktur. Kur'an-ı Kerim de, bu gerçeği onaya koymakta, onun, diğer insanlar gibi bir beşer olduğunu belirtmek­tedir. Ancak Peygamber, ahlâk ve davranışlarıyla, güve­nirlilik yönüyle diğer insanlara örnektir. O, yüce Al­lah'ın eğitim ve gözetimindedir.

Her peygamber, peygamberliğinin ispatı olarak âyetler/mucizelerle gönderilir. İnsanlann sorumluluğu, bu mucizelere şahit olmalarıyla başlar. Peygamberimi­zin mucizesi, Kur'an-ı Kerim'dir. Son peygamber oluşu; getirdiği vahyin kıyamete kadar kalıcı olması ve insanlı­ğın tamamına gönderilmiş olması, mucizesinin, nesil­den nesile ve bir mekândan başka bir mekâna taşınır ol­masını gerekli kılıyordu.

İnanç konuları, din için temel durumundadır. Amellerin geçerliliği, inancın geçerli olmasına bağlıdır. Bu sebepledir ki, Mekke dönemi boyunca inanç konu­larıyla ilgili âyetler indirilmiş, Medine döneminde de, ibadet, ahlâk ve ahkâm konularının yanında inançla il­gili âyetler inmeye devam etmiştir. İnanç konularının Kur'an-ı Kerim'e dayandırılması esastır. Hatta bu gibi konuların direkt olarak Kur'an'dan öğrenilmeleri önem­lidir. Çünkü Kur'an'ın üslûbu içerisinde bu soyut konu­lar adeta canlılık kazanmaktadır.

îman, sak bilgi anlamında değildir, inanca konu olan meseleleri insanın içine sindirerek onları kabullen-mesidir. Kur'an'da anlatılanlardan şeytanın; Allah, Al­lah'ın kudreti, hatta âhiret hakkında bilgi sahibi oldu­ğunu biliyoruz. Ancak o, Âdem'in yeryüzünde halife ol­ması hakkındaki Allah buyruğunu içine sindirememiş,

buna itiraz etmişti. Kâfirlerden olmasının nedeni de bu­dur. Helak olan kavimler de, inanmamaları sebebiyle değil, amellerini bozukluğu sebebiyle olmuştur. Çünkü toplumsal düzeni fesada uğratan, insanların amelleridir.

Haddizatında sadece inanç konularında değil, di­ğer konularda da Kur'an'a yönelmek, artık bir zorunlu­luk halini almıştır. Vakıa, günümüzde yaygın olan din anlayışı ile Kur'an'da anlatılanlar arasında önemli sap­malar ortaya çıkmıştır. Peygamberimiz öncesi dönem­lerde, din anlayışında sapmalar ortaya çıktığında, yeni bir peygamber gelerek insanlann vahiyle olan ahitlerini tazeliyordu; sapmalar vahiy süzgecinden geçirilerek dü­zeltiliyor ve sosyal şartların gerektirdiği yeni düzenle­meler yapılıyordu. Peygamberimizden sonra yeni bir peygamber gelmeyeceğine göre yaşayan din anlayışının zaman zaman Kur'an'la test edilmesi kaçınılmazdır. Bu, günümüze kadar oluşan îslam kültür birikiminin dış­lanması anlamına gelmez. Bilakis, test etme işleminde bu birikimden de yararlanılacaktır.

Kur'an-ı Kerim, hidayet rehberi olmasının bir ge­reği olarak ibadet konularını da içermektedir. Ancak ibadetlerin pratiğe aktarılmasında Peygamber'in Sünne­tinin önemli bir yeri vardır. Özel anlamıyla ibadetler, kı­yasın geçerli olmadığı konulardır. Bu nedenle Peygam­ber, bu gibi konularla ilgili Kur'an'ın kapalı geçtiği me­seleleri bütünüyle açıklamıştır.

İman ile amel arasında sıkı bir ilişki vardır. Amel­deki her bir eksik, imanı zayıflatır. Kişinin, imandan kaynaklanan hiçbir amelinin olmaması ise, gittikçe za­yıflamış olan imanın da ortadan kalkması anlamına ge­lir. Var olan iman, mutlaka güçlüğü oranında kişiyi Al­lah'ın emirlerini yerine getirmeye sürükler.

Namaz, zekât, oruç ve hac gibi belirlenmiş temel ibadetler, aynı zamanda Kur'an'ın sosyal hayatla ilgili kurallarının da temellerini teşkil ederler. Bu sebeple Peygamber (s.a.v.), İslam'ın beş şey üzere kurulu oldu­ğunu belirtmiş ve kelime-i şahadetin yanında bu dört ibadeti zikretmiştir. O halde İslam, bu beş şeyden ibaret değildir, bunlarla birlikte onlar üzere inşa edilen dinin diğer emir ve yasaklarının toplamıdır.

Kur'an-ı Kerim, inanç üzerindeki her türlü baskı­yı reddetmektedir. Dileyenin iman edeceğini, dileyenin inkâr edeceğini; insanların herhangi bir inancı seçme konusunda zorlanamayacaklannı açıkça ifade etmekte­dir, înanç hürriyetinin yanında farklı inanç mensupları­na ibadet hürriyetlerini ve inandıkları gibi yaşama im­kânım tanımıştır. Hatta kendi aralarındaki meselelerde inançlarına uygun olarak yargılanmalarına da müsaade etmektedir. Farklı inanç mensuplarının İslam tarihi bo­yunca Müslümanlar arasında inançlarını devam ettirme­leri, mabetlerini inşa etmeleri bunun bir kanıtıdır. Pey­gamber (s.a.v), Medine'ye hicret ettikten sonra burada yaşayan farklı inanç gruplarıyla birlikte yaşama yönün­de bir antlaşma yapmıştır.

Peygamberin bütün insanlığa gönderilmiş olması, Kur'an'ın bütün insanlığa tebliğ edilmesini gerekli kıl­maktadır. Ancak bu tebliğ işinde uyulacak metot, yu­muşak davranmak, sevdirmek, nefret ettirmemek ve hikmete uygun bir şekilde hareket etmektir. Peygamber (s.a.v.), hayatı boyunca bunun örneklerini sergilemiştir.

Kur'an-ı Kerim'de savaş yani cihad, tamamen sa­vunmadır, saldırı savaşı değildir. Peygamber de bunu böylece uygulamıştır. Kur'an-ı Kerim incelendiğinde, savaştan söz edilen yerlerde "sizi yurdunuzdan çıkardık­ları için... Antlaşmaları bozdukları için... Onlar size nasıl top yekûn savaşıyorlarsa, siz de onlarla top yekûn sava­şın..." gibi ifadelerin geçtiği görülecektir. Ayrıca karşı ta­raf, savaştan vazgeçip barış istediği takdirde barış yapıl­masının emredildiği ve karşı taraf antlaşmaya riayet etti­ği müddetçe antlaşmaya riayet edilmesi istenmektedir.

Bu sebeple, islam'ın kılıç zoruyla yayıldığı iddiası, bir temele dayanmamaktadır. Bugün Müslümanların büyük çoğunluğunun yaşadığı bölgelerin şu veya bu şe­kilde Müslümanların hiç savaşmadıkları bölgeler oldu­ğu bir vakıadır. Buralara İslamiyet, Müslüman tüccarlar veya diplomatlarla islam davetçileri kanalıyla yayılmış­tır. Savaşılan bölgelerde yaşayan Müslümanların da si­lah zoruyla islam'ı kabul ettikleri söylenemez, inanç seçme konusunda bir baskının yapılamayacağı Kur'an'-da açıkça ifade edilmektedir.

Kur'an-ı Kerim, iyiliği emretme ve kötülükten sa­kındırmanın sürekli bir eğitim haline geldiği, aşırılıklar­dan uzak, orta yolu izleyen, fertler arası ilişkilerde ve hukuk karşısında herkesin eşit tutulduğu, insan temel haklarını öne çıkaran, başka inanç mensuplarına inan­dıkları gibi yaşama imkânı veren, inanç dayatmasından uzak, etnik ayırımların yapılmadığı bir toplum oluştur­ma peşindedir. Din adına kimsenin, kimseyi istismar et­memesi için her birey istismar edilip aldatılmayacak öl­çüde dinini temel kitabından öğrenmelidir.

Kur'an-ı Kerim, ferdi mülkiyeti kabul etmekle bir­likte servetin belli ellerde toplanarak bir güç aracı olma­sını engellemek için birtakım tedbirler almıştır Servet sahiplerinin mallarında fakirlerin haklarının bulundu-

ğunu belirtir. Faiz, karaborsacılık ve diğer haram yollar­dan servet edinmeyi yasaklar. Din, ne servet edinmeyi ve ne de dünya hayatını dışlamıştır. Onun dışladığı, bunlara dört elle sarılarak âhiretin unutulmasıdır.

Hukuk konularına da yer veren Kur'an-ı Kerim, bu konuda adalete özel bir vurgu yapar. İşgal ettikleri makam ne olursa olsun hukuk karşısında fertlerin ta­mamı eşittir. Kimsenin dokunulmazlığı yoktur. Günü­müz ceza hukuklarının aksine hapis cezalarına pek ilti­fat etmez. İyi bir soruşturma safhasından sonra cezalar pratiktir. Kur'an'da ceza şekli belirlenmiş olan suçlar, sayılıdır. Geri kalan suçların cezalarım, hakimin takdiri­ne bırakmıştır. Hakim, günün şartlarına uygun ceza takdirini yapar ve uygular.[609]

 

Kaynakça

 

Yazılacak

 

 

 



[1] M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 7-8.

[2] 16/Nahl, 89.

[3] M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 9-13.

[4] 3/Alu lmrân, 19

[5] 63/Münafikûn, 1

[6] 14/İbrahim, 18

[7] 9 l/Şems, 9-10

[8] 35/Fatır,32

[9] Muhammed Ali es-Sâbûnî, Safvetu't-Tefâsîr, Beyrut-1981, II 577

[10] 9/Tevbe, 102

[11] M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 13-16.

[12] 10/Yunus, 19

[13] 6/En'am, 125

[14] 39/Zümer, 22

[15] 47/Muhammed, 19

[16] 20/Tâha, 13

[17] bk. Fahıuddin er-Râzi, Acâibu'l-Kur'an, Beyrut-1985, s 7 ve deva­mı

[18] 2/Bakara, 177

[19] 9/Tevbe, 51

[20] 4/Nisâ,78

[21] M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 17-23.

[22] 49/Hucurat, 14

[23] 2/Bakara, 85.

[24] 2/Bakara, 143

[25] Îbnu Kesir, Tefsîru'l-Kur'ani'l-Azîm, Mısır-tarihsiz, 1.278

[26] Îbnu Atiyye el-Gırnâtî, el-Muharraru'1-Vecîz fi Tefsiri'l-Kitabi'l-Az-iz, -tahkik ve dipnot: Ahmed Sadık el-Meliah-, Kahire-tarîhsiz, 1.442

[27] Bu konudaki farklı görüşler İçin bk. îbnu Ebi'î-Izz el-Hanefî, 5er-hu'1-Akideti't-Tahaviyye, Beyrut-1988, s.332 ve devamı.

[28] 8/EnfaI, 2-4

[29] 9/Tevbe, 112

[30] 3/Âlu İmran, 100-102

[31] 3/Âlu İmran, 177

[32] 16/Nahl, 106-109

[33] M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 25-30.

[34] Firüzabâdi, el-Kamusu'1-Muhit, Beyrut-1978, s 605

[35] 3/Alu Imran, 70

[36] 2 l/Enbiyâ, 30

[37] 17/lsrâ, 98-99

[38] 2/Bakara, 109

[39] 3/Âlu Imran, 86

[40] 2l/Enbiyâ, 94

[41] 14/lbrahim, 18-19

[42] 2/Bakara, 152

[43] 14/lbrahim, 7

[44] Ragıb el-Isfahânî, el-Mufredat fi Garibi'l-Kur'an, Beyrut-tarihsiz, s 434

[45] 5/Maide, 13.

[46] 46/Ahkaf, 26

[47] Mahmut Şeltut, Akaid ve Şeriat, (çev, Muharrem Tan), Istanbul-1991,1.24

[48] M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 30-35.

[49] Rağıb el-lsfahânî, el-Mufredal fi Ğaribi'l-Kur'an, Beyrut-tarihsiz, s.259-260

[50] Toshihiko lzutsu, Kur'an'da Dini ve Ahlaki Kavramlar, -çev, Sela-hattin Ayaz-, İstanbul-tarihsiz, s 179

[51] 13/Ra'd, 33

[52] 9/Tevbe, 30

[53] 9/Tevbe, 31

[54] 22/Hac, 17

[55] M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 36-37.

[56] 2/Bakara, 16

[57] 2/Bakara, 14

[58] bk. 2/Bakara, 10

[59] 2/Bakara, 11-12

[60] 9/Tevbe, 67

[61] 9/Tevbe, 56

[62] M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 37-40.

[63] 52/Tûr, 35-36

[64] 88/Ğaşiye, 17-20

[65] 35/Fatır, 41

[66] 7/Araf, 172

[67] Zamahşerî, Keşşaf, Beyrut-tarihsiz, 11.129; Ebus-Suûd, İrşâdu'l-Aklis-Sellm, Kahire-tarihsiz, 111.290

[68] Bu konudaki rivayetler için bk. lbnu Kesir, Tefsiru'l-Kur'ani'l-Azim, Kitabu'ş-Şa'b, Kahire-tarihsiz, III. 500-506.

[69] 30/Rurn, 30

[70] 17/İsra, 67

[71] 16/KahI, 53-54

[72] 29/Ankebut, 61

[73] 45/Câsiye, 24

[74] bk. 40/Mü'mm, 36-37

[75] 10/Yunus, 90

[76] 12/Yusuf, 105

[77] 52/Tûr, 35-36

[78] 10/Yûnus, 22

[79] M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 41-46.

[80] 27/Neml, 59-61

[81] 13/Ra'd,4

[82] 20/Tâhâ, 50

[83] 16/Nahl, 60

[84] M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 46-49.

[85] 7/Araf, 54

[86] Şarkavî; Muhammed Abdullah, el-Iman, Kahire-1989, s.164

[87] M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 49.

[88] 16/Nahl, 36

[89] Şarkavî, a.g.e., s.169

[90] 2/Bakara, 165

[91] 9/Tevbe, 24

[92] 10/Yunus, 106

[93] M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 49-51.

[94] 9/Tevbe, 31

[95] Bu konuda daha geniş bilgi için "Kur'an'ın Anlaşılmasında İki Me­sele" isimli kitabımızın "Muhkem Ve Müteşâbih" bölümüne bakı­labilir

[96] l/Fatiha, 5.

[97] 17/lsrâ, 57

[98] lbnu Teymiyye, et-Tefsîru'l-Kebîr, Beyrut-1988, V177

[99] 15/Hıcr, 35-36

[100] 10/Yunus, 22-23

[101] Muhammed el-Gazali, Akîdetu'l-Müsüm, Kahire-1980, s.76

[102] 3/Âlu İmrân, 135

[103] 40/Mü'min,60

[104] 39/Zümer, 3

[105] bk. 12/Yusuf, 97-98

[106] 29/Ankebut, 46

M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 51-60.

[107] 10/Yunus, 34

[108] 2/Bakara, 255

M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 60-61.

[109] bk. 7/A'raf, 156

[110] 11/Hûd, 117

[111] 42/Şûrâ, 30. Âyet, günahkârlara hitap etmektedir Durup dururken başına musibet gelmiş olanlara gelince, bu tür musibetler bir imti­handır ve buna katlanıp sabredenler mükâfatlandırılırlar; "Andol-sun ki sizi biraz korku, açlık, mallardan canlardan ve ürünlerden biraz azalma (fakirlik} ile imtihan eder, deneriz Sen sabırlı olanları müjdele. işte o sabredenler, kendilerine bir belâ geldiği zaman 'Biz Allah için varız ve biz sonunda O'na döneceğiz' derler işte Rable-rinden bağışlamalar ve merhametler hep onlaradır Ve yalnızca on­lar doğru yolu bulmuşlardır." (2/Bakara, 155-157)

Bu tür musibetlerin varlığı, Allah'ın âdil oluşuyla çelişmez Çünkü insanın bu dünya hayatında görevi, imtihan olmaktır Başına gelen musibete katlanır ve Allah'ın emirlerine uymaya devam edecek olursa mutlaka bunun mükâfatını alacaktır.

[112] 2/Bakara, 281

[113] 3/Âlu İmrân, 161

[114] 6/En'am, 160

[115] 31/Lokman. 20

[116] M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 61-63.

[117] 2/Bakara, 160

[118] 17/İsrâ:25

[119] 20/Tâhâ, 82

[120] M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 63-65.

[121] 7/Araf, 54

[122] 28/Kasas, 70

[123] 5/Maide, 49-50.

[124] 4/Nisâ,65.

[125] 4/Nisâ, 105.

[126] 33/Ahzâb, 36

[127] 5/Maide, 49-50

[128] M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 65-68.

[129] 2/Bakara, 165.

[130] 22/Hac, 35

[131] 2/Bakara, 72

[132] 29/Ankebut, 17

[133] M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 69-70.

[134] Abdurrahman Habanneke el-Meydân!, el-Akidetu'1-lslamiyye ve Ususuha, Şam-1992,s 630

[135] 3/Âlu Imrân, 5-6

[136] 28/Kasas, 68-70

[137] 36/Yasin,82

[138] 18/Kehf, 29

[139] 2 l/Enbiya, 35

M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 71-76.

[140] 16/Nahl, 93; 35/Fatır, 8

[141] 61/Saf, 5

[142] 83/Mutaffiftn, 14

[143] 2/Bakara, 26-27

[144] Ethem Ruhi Fıglaiı, Çağımızda kikadî islam Mezhepleri, Ankara-1990, s 303 (Mektubu Türkçeye çevirenler: Lûtfi Doğan-Yaşav Kutluay)

[145] 13/Ra'd, 27-28

[146] 29/Ankebut, 69

[147] 47/Muhammed, 17

[148] . 4/Nisâ, 40

[149] 6/En'am, 148

[150] 57/Hadid, 22

[151] 6/En'am, 59 Bazıları, "yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir ki­taptadır" cümlesini bağlamından kopararak bu cümle ile, her türlü ilmin Kur'an'da var olduğunun kastedildiğini söylerler Oysa bu cümlede geçen "kitap" kelimesiyle Kur'an'm kastet!itmediği açıktır

[152] M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 76-83.

[153] 2/Bakara, 285

[154] 4/Nisâ, 136

[155] 16/Nahl, 2

[156] 51/Zârtyât, 24

[157] 11/Hûd, 77

[158] 38/Sâd, 21-22

[159] 19/Meryem, 17

[160] 59/Hâkka, 17

[161] 21/Enbiyâ, 19-20

[162] 2l/Enbiyâ,27

[163] M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 84-87.

[164] 51/Zârıyât, 56-57

[165] 55/Rahman, 15

[166] 18/Kehf, 50

[167] 15/Hicr, 27

[168] 72/Cın, 14-15

[169] 72/Cin, 1-5

[170] 46/Ahkaf, 29-31

[171] bk. ll/Hûd,27;17/Isrâ,94

[172] 17/lsrâ,95

[173] 7/Araf, 27

[174] 6/En'am, 128; ll/Hûd, 119

[175] 34/Sebe1, 14

M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 87-90.

[176] 15/Hicr. 42

[177] 7/Araf, 200-202

[178] M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 90-92.

[179] 35/Fâtır, 25

[180] 16/Nahl, 36. Ayrıca bk 42/Şûrâ, 13

[181] Fazlurrahman, Ana Konularıyla Kur'an, çev. Alpaslan Açıkgenç, Ankara-1987,s.l80

[182] 2/Bakara, 146-147

[183] 21/Enbiya, 7

[184] 25/Furkan, 20

[185] 13/Ra'd, 38

[186] 7/Araf, 188.

[187] 3/Alu îmran, 161

[188] 19/Meryem,4I

[189] 7/A'raf, 67-68

[190] 3/Â1u İmrân, 33

[191] M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 93-102.

[192] bk. 10/Yunus, 16

[193] bk  12/Yûsuf, 3; 93/Duha, 7

[194] 42/Şürâ. 52

[195] 28/Kasas, 86

[196] 9/Tevhe, 128

[197] 3/Alu İmran, 159

[198] 68/Kalem,4

[199] 18/Kehf, 6

[200] bk. 68/Kalem, 1-6; 5l/Zâriyat, 52-53

[201] bk. 43/Zuhruf, 31

[202] bk. 17/İsrâ,94

[203] 17/Isra, 90-93

[204] 29/Ankebut, 50-51

[205] M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 103-109.

[206] 33/Ahzâb, 46

[207] 65/Talak, 11. Dikkat edilirse âyette Peygamber (s.a.v.)in kendisi­ne çağırdığı islâm, "aydınlık" kelimesiyle nitelenmiş ve kelime te­kil olarak kullanılmıştır Muhtemelen bununla İslâm'ın aydınlık ol­duğunun yanı sıra tek doğru, ve aydınlık yolunun da o olduğu an­latılmaktadır. İslâm dışı yollar ise "karanlıklar" kelimesiyle ve ço­ğul olarak ifade edilmektedir. Buna göre İslâm'ın dışında kalan yolların hem çokluğuna ve hem de tamamının karanlık olduğuna işaret edilmektedir.

[208] 36/Yâsin, 69-70. Bu âyette de yüce Allah, Kur'an'm dirileri uyar­mak için gönderildiğini ifade ettiği halde ne yazık ki günümüz Müslümanları Kur'an-ı Kerim'i ölülere okuyorlar

[209] 12/Yusuf, 108

[210] Zamahşerî, el-Keşşaf, Beyrut-tarihsiz,11.346

[211] 26/Şuara. 108

[212] 16/Nahl. 125

[213] Seyyid Kutup, Fi Zilali’l-Kur'an, Beyrut-1971, V 2.92

[214] bk. Ebus-Suûd, hşadu'l-Ali's-Selim, Kahire-tarihsiz, V.151

[215] 3/Âlu lmrân, 159

[216] 20/Tâhâ, 41-44

[217] 10/Yünus, 99

[218] 2/Bakara, 256

[219] 18/Kehf,29

[220] 39/Zümer, 41

[221] 21/Enbiya, 107

[222] 26/Şuarâ, 3. 116

[223] Bağavi, Maâlirau'l-Tenzîl, Beyrut-1987, IV.446; Ibnu Kesir, Tefsi-ru'I-Kur'ani'!-Azîm, Mısır-tarihsiz. VIII.342.

[224] 80/Abese, 1-16

[225] 17/lsra, 73-75

[226] 6/En'am, 152

[227] 4/Nisâ, 58

[228] 16/Nahl, 90

[229] 4/Nisâ, 105

[230] Taberî, Câmiu'l-Beyân an Te'vili Âyi'l-Kur'an, Beyrut-1988, IV268

[231] 8/Enfâl, 67-68

[232] 3/Alu İmrân, 64

[233] 42/Sûrâ, 23

[234] M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 110-122.

[235] 14/İbrahim, 10

[236] 6/En'am, 9

[237] bk.21/Enbiyâ, 5

[238] 43/Zuhruf, 31

[239] 2/Bakara, 170

[240] 14/Sebe34-35

[241] 43/Zuhruf, 23

[242] 26/Şuarâ, 110

[243] 2l/Enbiya. 3

[244] M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 123-126.

[245] 4/Nisâ, 136

[246] 57/Hadid,'25

[247] Abdurrahman Habennekâ el-Meydânî, Dmaşk-1992, s.466

[248] 5/Maide, 45

[249] bk. 48/Feth, 29

[250] 3/Alu Imrân, 78

[251] 2/Bakara, 75

[252] 5/Maide. 13

[253] 5/Maide, 15

[254] bk. 5/Maide,47

[255] bk.5/Maıde, 46

[256] 3/Âlu İmrân, 50

[257] 41/Fussilet, 41-42

[258] 54/Kamer, 17

[259] 4/Nisa,150

[260] 36/Yâsîn, 70

[261] M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 127-132.

[262] 23/Mü'minin, 115

[263] 67/Mülk, 1-2

[264] 24/Nur, 61

[265] Kur'an-ı Kerim'de âhiret, ayrıca kıyamet, saat/an, bas/diriliş, va­kıa/olgu, ğâşiye/örtüp bürûyen, haşr/toplanma, yevmu'1-hisâb/he-sap günü, lıkaullah/Allah'la karşılaşma, yevmun meşhud/tanıklık edilecek gün vs. gibi isimlerle anılmaktadır

[266] 41/Fussileı, 30

[267] 3/Âlu lmrân, 169-170

[268] 40/Mü’min, 46.

[269] 35/Fatır, 22

[270] 27/Neml, 87

[271] 70/Meânc, 8-10

[272] 22/Hac, 1-2

[273] 39/Zümer, 71

[274] M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 133-138.

[275] 40/Mümin, 57

[276] 46/Ahkaf, 33

[277] 36/Yâsin, 78-82

[278] M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 138-139.

[279] Şarkavî, a.g.e s 301-302

[280] 30/Rum, 19

[281] 2/Bakara, 28

[282] 75/Kıyamet, 36-40

[283] 6/En'am, 95

[284] 6/En'am, 60

[285] 23/Mü'minûn, 115

[286] 68/Kakm, 35-36

[287] 45/Casiye, 21-22

[288] 64/Teğabün, 7

[289] M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 139-143.

[290] 51/Zâriyât, 56-58

[291] 27/Neml, 40

[292] Yusuf el-Kardavî, ibadet, (çev, Hüsameddin Cemal), Istanbul-1974, s.42-45. 146

[293] 96/Alak, 1-5

[294] Yusuf el-Kardavî, a.g.e.. s.83-84

[295] Muhammed Gazali, Akidem'1-Müslim, Kahire-1980, s.134

[296] 49/Hucûrât, 14

[297] 3/Âlu İmrân, 85

[298] 24/Nur, 47-48

[299] Muhammed Gazâlî, a.g.e., s. 134-135

[300] 2/Bakara, 112

[301] 2/Bakara, 177

[302] Seyyıd Kutup, Fi Zilali'l-Kur'an, Beyrut-1971,1.224-225

[303] 67/Mülk. 2

[304] 30/Rum, 41. 152

[305] Muhammed Esed, Kur'an Mesajı, (çev, Cahit Koytak-Ahmet Ertürk), Istanbul-1996,11.828-829

[306] 270. 2/Bakara, 81

[307] 9/Tevbe, 102

[308] 4/Nisâ, 17-18

[309] M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 145-154.

[310] 2/Bakara, 83

[311] 8/Enfal. 35

[312] 4/Nisâ, 103

[313] 20/Tâhâ, 130

[314] bk. 4/Nisâ, 43

[315] 5/Maide, 6

[316] bk. 2/Bakara, 144; 7/A'raf, 29

[317] 7/A'raf, 31

[318] 74/Mûddessir, 4.

[319] 87/A'Iâ, 15

[320] 17/lsrâ, 110; 23/MüzzemmiI, 20

[321] 2/Bakara, 43; 3/Alu İmran, 43

[322] 15/Hicr, 98; 96/Alâk, 19

[323] Mesela bk. 2/Bakara, 83, 110, 177, 277; 4/Nisâ, 103, 5/Maide, 55

[324] bk. 6/Eiram, 92; 70/Meâric, 23

[325] bk. 29/Ankebut, 45

[326] 19/Meryem, 59

[327] 20/Tâhâ, 132

[328] 66/Tahrim, 6.

[329] 9/Tevbe, 11

[330] 23/Mü'minûn 1-2.

[331] 107/Mâûn, 4-6.

[332] 2/Bakara, 43.

[333] 70/Mearic, 19-23

[334] M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 154-160.

[335] bk. 7/A'raf, 156, 19/Meryem, 31, 35

[336] Mesela bk. 92/Leyl. 14-21

[337] iffet eş-Şarkavî, Kadâyâ İnsaniyye ft A'mâli'İ-Mufessinn, Beyrut 1980, s 120

[338] 56/Vakıa, 63-72

[339] 64/Teğâbun, 15. 311.9/Tevbe, 103

[340] 9/Tevbe,103

[341] bk. 2/Bakara, 271

[342] 2/Bakara, 287

[343] 51/Zâriyât, 19.

[344] 9/Tevbe, 60

[345] 2/Bakara, 271

[346] Ebus-Suûd, Irşadu'l-Akli's-Selim ila Mezâyâ'l-Kur'ani'l-Kerim, Ka­hire-tarihsiz, 1.263-264

[347] M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 160-164.

[348] 2/Bakara, 185

[349] 2/Bakara, 183

[350] bk. 9/Tevbe, 112

[351] bk. 66/Tahrim, 5

[352] 2/Bakara, 184

[353] M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 165-167.

[354] bk. 3/Âlu Imrân, 96

[355] 3/Âlu Imrân, 96

[356] 2/Bakara, 198

[357] bk. 5/Maide, 2

[358] bk. 2/Bakara, 197

[359] bk. 29/Ankebut, 67

[360] Mehmet Bayyiğiı, Sosyo-Kültürel Yönleriyle Türkiye'de Hac Ola­yı, Ankara-1998. s. 149

[361] Mehmet Bayyiğit, a.g.e., 5.152. 170

[362] 96/Alak, 1-5.

[363] 6/En'am, 162-163

[364] Abbas Mahmut el-Akkad, Mevsûaiu Abbas Mahmud el-Akkad el-İslâmiyye, Beyrut-1971, V.116

[365] M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 167-172.

[366] 42/Şûrâ, 38

[367] 3/Âlu İmrân, 1

[368] M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 173-174.

[369] 2/Bakara, 143

[370] Kurtubî, el-Câmi' li Ahkâmi'l-Kur'an, Beyrut-tarihsiz, II 153

[371] Kurtubî, a.g.e., 11.154

[372] Muhammed Esed, Kuran Mesajı, lstanbul-1996, 1.40

[373] Seyyid Kutub, Fi Zilâli'l-Kur'an, -çev Yakup Çiçek ve arkadaşları-, îstanbul-1991,1.209-210

[374] 6/En'am, 115

[375] 16/Nahl, 90

[376] 4/Nisa, 58.

[377] 5/Maide, 2

M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 174-179.

[378] 3/AIu İmrân, 110

[379] bk. Taberi, Câmiu'l-Beyân an Te'vili âyi'l-Kur'an, Beyrut-1988. 1V44

[380] M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 179-181.

[381] 23/Mü'mmûn

[382] 42/Şûrâ, 38

[383] 3/Âlu Imrân 159

[384] 43/Zuhruf, 32. 184

[385] M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 181-184.

[386] 53/Necm. 36-40

[387] 17/Isra, 15

[388] 3/Âlu İmrân, 100-102

[389] 3/Âlu İmrân, 103

[390] M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 185-188.

[391] Abbas Mahmud el-Akkad, Mevsuatu'I-Akkad el-İslamiyye, Beyrut-1971,V210

[392] 24/Nur, 33

[393] 91/Sems, 11-13.

[394] Seyyid Emir Ali, Ruh-u islâm, (çev Ömer Rıza Doğrul), Istanbul-tarihsiz, s.365

[395] Seyyid Emir Alı, a.g.e., s.366

[396] M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 189-193.

[397] 4/Nisâ, 1.

[398] 30/Rum,21

[399] 3/Âlu İmrân, 195

[400] 2/Bakara, 187

[401] 66/Tahrim, 10-12

[402] Yasak ağaçtan maksat, herhangi bir ağacın meyvesi değil, kadm-erkek iüşkisi olmalıdır. Nitekim bu âyette, yasak ağaçtan yedikle­rinde avret yerlerinin göründüğünden bahsedilmektedir. Eğer söz konusu olan, kaduverkek ilişkisi değilse, ne diye avret yerleri gö­rünsün ki. Kadm-erkek ilişkisi ve benzeri hususlar mecazî anla­tımlarla ifade edilmekledir. "Kadmlanmz tarlalanmzdv..." âyetinde olduğu gibi burada da mecazi bir anlatım vardır Söz konusu ilişkinin ağaca benzetilmesi de gayet yerindedir. Çün­kü ağaç, meyve vermektedir. Kadm-erkek ilişkisi de, çocuğun oluşmasını sağlamakta yani meyve vermektedir. Âdem ile Havva'nın yasak ağaçtan yemeleri zina olarak algılanma­malıdır. Çünkü Havva, Âdem'e eş olarak yaratılmıştı. Allah'ın iliş­kilerini yasaklaması, sadece bir imtihandan ibarettir İkisi de bu imtihanda başarısız olmuşlardır. (Daha geniş bilgi için "Yaratılış Olayı" isimli kilabumza bakılabilir).

[403] 3/Âlu Imrân, 195

[404] bk. 4/Nisâ, 21

[405] 4/Nisâ, 34

[406] 5/Maide, 3.

[407] 9/Tevbe, 71

[408] 4/Nisâ, 34

[409] Muhammed İzzet Derveze, ed-Dustûru'I-Kur'anl ve's-Sunnetu'n-Nebevuyyetu fi ^uûni'l-Hayat, Mısır-1966, II 204.

[410] 2/Bakara, 228

[411] 31/Lokman, 14

[412] 4/Nısâ, 3

[413] Bu konudaki görüşlerin ayrıntılarına dair bk. Taberî, Câmiu'1-Be-yan, Beyrut-1988, IV.231-236

[414] 4/Nisâ, 129

[415] 4/Nisâ, 129

[416] Bu konuda ileri sürülen bu ve benzeri gerekçelerle ilgili olarak bk. Elnalılı M Hamdı Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, istanbul-1979, [1.1290; Seyyid Kutup, Fi Zılâli'l-Kuran, 11.241-244; Muhammed Esed, Kur'an Mesajı, İstanbul-1996, 1. 133.

[417] 2/Bakara,241-242

[418] 2/Bakara,237

[419] M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 194-210.

[420] 31 Lokman 14

[421] 65/Talak, 6

[422] 2/Bakara, 233

[423] Muhammed b Ahmed es-Salih, et-Tıflu fi’ş-ş-Şariati'1-lslâmiyye, Suudi Arabistan-1403 h., s.84

[424] M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 210-212.

[425] 46/Ahkaf, 15; 46/Ahkaf,15

[426] 17/Isrâ, 23

[427] 17/İsrâ, 23-24

[428] 9/Tevbe, 23

[429] 4/Nisâ, 135

[430] 31/Lokrnan, 15

[431] M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 212-214.

[432] 62/Cum'a, 2

[433] 30/Rum, 20-25

[434] 91/Şems, 9-10

[435] 3/Alu Imran, 110

[436] Farklı görüşler için bk. Taberi, 1V43-46

[437] 3/Âlu İmrân, 104

[438] Muhammed İzzet Derveze, ed-Dustûru' Kurânî ve's-Sunnetu'n-Nebeviyyetu fî Suüni'i-Hayat, Mısır-tarihsiz, 11.9.

[439] Ragıb el-lsfahânt, el-Mufredat fî Garibi'I-Kur'an, Beyrut-tarihsiz

[440] Muhammed izzet Derveze, ed- Düstûru 'I- Kur'ânî ve's-Sunnetu'ıv Nebeviyyetu fî Şuûni'l-Hayat, Mısır-tarihsiz, II.7.

[441] Muhammed İzzet Derveze, a.g.e., 11.8.

[442] 9/Tevbe, 71.

[443] 7/A'raf, 165-166

[444] bk. 39/Zûmer, 9

[445] bk. 2/Bakava, 159-160

[446] Ibnu Abdi'l-Berr Câmiu Beyârul-lbn ve Fazhhi, Kahire-1968, I 34

[447] 9/tevbe, 122

[448] Tarih boyunca Müslümanların Kur'an'a takındıkları tavır konu­sunda bk. M Zeki Duman, Nüzulünden Günümüze Kur'an ve Müslümanlar, Ankara-1996

M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 215-225.

[449] Abdussettar Fethullah Sald, el-Madhal ile't-Tefsiri'l-Mevdûî, Kahire-1991, s189-190

[450] M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 226.

[451] 2/Bakara, 31-34

[452] bk-96/Alak, 1-5

[453] 55/Rahman, 1-4

[454] 4/Nisa. 113

[455] 2/Bakara, 247

[456] 27/NemI, 15

[457] bk. 3/Âlu Imrân, 18

[458] bk. 29/Ankebut, 43

[459] bk. 35/Fatır, 28

[460] 47/Muhammed, 19

[461] 2/Bakara, 196

[462] 2/Bakara, 203

[463] 2/Bakara, 209.

[464] 423.8/Enial ,41

[465] 3/Âlu İmrân, 7.

[466] 2/Bakara, 102.

[467] M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 227-231.

[468] M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 231.

[469] 10/Yûnus. 61

[470] 27/Neml, 65

[471] 72/Gin, 26-27

[472] 2/Bakara, 255

[473] 3 l/Lokman, 34

[474] bk Kurtubî, el-Cami' li Ahkâmi'l-Kur'an, Beyrut-1965, VII. 1-2; XIV82-83

[475] Süleyman Ateş, Kur'an-ı Kerim Tefsiri, Istanbul-1995, IV2025

[476] Ebu'l-A'tâ Mevdûdî, Tefllimu'l-Kur'an (Kur'an'ın Anlamı ve Tefsi­ri), -Tercüme kurulu: Muhammed Han Kayan! ve arkadaşları- Istanbul-1987, IV308

[477] 20/Tâhâ, 7.

[478] 67/Mülk, 13-14

[479] 2/Bakara, 235

[480] M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 231-237.

[481] 7/Araf, 62.

[482] bk. 12/Yusuf,96

[483] bk. 6/En'am, 50

[484] M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 237-238.

[485] 20/Tâhâ, 50

[486] 16/Nahl, 68.

[487] 16/Nahl, 78.

[488] 17/Isrâ, 36.

[489] 2/Bakara, 170.

[490] 39/Zümer, 17-18.

[491] 2/Bakara, 189.

[492] 58/Mücadele, 11.

[493] 62/Cum'a, 5.

[494] 2/Bakara, 159-160.

[495] M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 238-242.

[496] 58/Mücadile, 22

[497] 5/Maide, 2.

[498] Rağıb esfahânî, d-Müfredat, s.40.

[499] 2/Bakara, 177

[500] 49/Hucûrât. 10.

[501] 6/Maide, 2.

[502] M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 243-247.

[503] 4/Nisâ, 5-6.

[504] 25/Furkan, 67

[505] 3/Âlu Imrân, 14

[506] 18/Kehf, 7.

[507] Kurtubî, IV.28

[508] 7/A’raf, 32.

[509] 2/Bakara, 201.

[510] 62/Cum'a, 10

[511] 5/Maide, 87-89.

[512] Muhammed izzet Derveze, ed-Düstûru'1-Kur'an ve's-Sunnetu'n-Nebeviyye Fi Sutmi'I-Hayat, Mısır-1966,1.27.

[513] 2/Bakara, 265.

[514] 45/Câsiye, 13.

[515] 67/Mülk, 15.

[516] 59/Haşr, 7.

[517] 16/Naht, 71.

[518] 4/Nisâ, 32.

[519] 96/Alak, 6-7

[520] 42/Şûrâ, 27

[521] 2/Bakara, 275-279

[522] 17/îsrâ, 27.

[523] 17/îsrâ, 16.

M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 248-258.

[524] 51/Zânyât, 19.

[525] 8/Enfal, 60.

[526] 9/Tevbe. 111.

[527] M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 259-261.

[528] 34/Sebe', 28

[529] Muhammed Hamidullah, el-Vesâiku's-Siyasiyye, (gev Vecdi Ak-yüz), îstanbul-tarihsiz, s.69-71

[530] 3/Alu İmrân, 64.

[531] 2/Bakara, 137.

[532] 3/Âlu Imrân, 85.

[533] 10/Yunus, 99.

[534] 18/Kehf, 29.

[535] 2/Bakara, 246

[536] 2/Bakara, 111; 21/Enbiyâ, 24; 27/Neml, 64. 266

[537] 22/Hac, 40

[538] 5/Maide, 47. 268

[539] Haydar Bammat, tslâmın Çehresi, (çev. Osman Fehmi Giritli), İs-tanbul-1975, s.121

[540] Haydar Bammat, a.g.e., s 122.

[541] Haydar Bammat, a.g.e., s.137.

[542] 16/Nahl, 91.

[543] 9/Tevbe, 12.

[544] M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 262-272.

[545] Muhammed İmâre, el-lslâmu ve't-Taadııdiyye, Kahire-1997, s.6.

[546] 30/Rum, 22.

[547] 49/Hucurât, 13.

[548] 11/Hûd, 18-19.

[549] 5/Matde, 48.

[550] 2/Bakara, 213.

[551] Muhammed Imâre, a.g.e., s.24.

[552] 2/Bakara, 251; 22/Hac, 40.

[553] bk. 16/Nahl, 125. 276

[554] M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 272-276.

[555] 2/Bakara, 78-79.

[556] 25/Furkan, 52.

[557] 29/Ankebut, 69

[558] 42/Şûrâ, 39-42.

[559] Muhammed tzzeı Derveze, ed-Dustüru'1-Kur'anî ve's-Sunnetu'n-Nebeviyye fi Suûni'l-Hayat, Mısır-1966,1.392-393.

[560] 22/Hac, 38-40.

[561] 2/Bakara, 190-194

[562] 60/Mümtahine,8-9.

[563] 16/Nahl, 125

[564] M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 277-286.

[565] 4/Nisâ, 105-107

[566] 4/Nisâ, 58

[567] 4/Nisâ, 135.

[568] 5/Maide, 49.

[569] 16/Nahl.90.

[570] 4/Nisâ, 60-61.

[571] 4/Nisâ, 65.

[572] 24/Nur, 47-51.

[573] Muhammed izzet Derveze, a.g.e,, 1.263.

[574] 4/Nisâ, 58-59.

[575] 5/Maıde,42.

[576] 5/Maide, 47.

[577] M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 287-291.

[578] Yusuf el-Kardavî, Temel Nitelikleriyle islam, (çev. ibrahim Sar­mış), Konya-1986, s. 108-109.

[579] Levent Özıürk, islam Toplumunda Hıristiyanlar, İstanbul-1998, s.94.

[580] 49/Hucûrat, 11.

[581] Buhâri, Enbiyâ, 60

[582] TâhirbÂşûr, a.g.e.,s 109

[583] 3/Âlu İmrân, 159.

[584] 42/Şûrâ, 38

[585] 24/Nur, 27-28.

[586] 52/Tur, 21

[587] 6/En’am, 164.

[588] M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 291-297.

[589] Tâhir b Âşûr, islam Hukuk Felsefesi, -Notlar ekleyerek çeviren­ler: Vecdi Akyüz ve Mehmet Erdoğan-, İstanbul-1988, s. 325.

[590] Tâhir b Âşûr, a.g.e., s.326. 298

[591] M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 297-298.

[592] 5/Maide, 32.

[593] 4/Nisâ, 93

[594] 2/Rakaıa, 179.

[595] Cassas, Ahkâmu-'l^Kur'an, Beyrut-1335 h., 1.158; Kurtubi, a.g.e., 11.256; Muhammed Ferid Vecdi, el-Mushafu'1-Muyesser, Mısır 1977, s.34.

[596] M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 299-301.

[597] 5/Maide, 38-40. 302

[598] M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 301-304.

[599] 17/lsrâ, 32

[600] 23/Mü'minûn, 5-7.

[601] 25/Furkan, 68-69.

[602] 4/Nisâ, 15-16.

[603] 24/Nur, 2. 306

[604] M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 304-306.

[605] 24/Nur, 4-5.

[606] M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 306-307.

[607] 5/Maide, 33-34

[608] M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 307-308.

[609] M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 309-314.