KUR’AN’DA İHSAN VE MUHSİN KAVRAMLARI 3

TAKDİM... 3

ÖNSÖZ.. 3

GİRİŞ. 4

İHSAN.. 5

1- İHSAN NEDİR?. 5

1. İhsanın Sözlük Manaları 5

2. İhsanın Kur'ânî Manaları 7

3. İhsana Yakın Anlamda Kullanılan Diğer Kavramlar 9

a) İhlas: 9

b) İn'âm.. 10

c) Birr 12

d) Lutf-Fadl 12

e) Hayr 13

f) Ma'ruf 14

g) İnfak. 15

h) Menn. 16

ı) Atıyye. 17

i) Karz-ı Hasen. 18

k) Muâvene. 19

l) Itkan. 19

4. Allah Herşeyi İhsan Üzere Yaratmıştır 20

5) İhsanın Karşılığı Ancak İhsandır 22

6. Kötülüğe Karşı İyilik Yapmak da İhsandır: 23

2- İHSAN NASIL VE KİMLERE YAPILIR?. 24

1. İhsan Nasıl Yapılır?. 24

2. İhsan Kimlere Yapılır ?. 25

a) Ebeveyne. 25

b) Akrabaya İhsân. 27

c) Yetimlere İhsân. 28

d) Fakir ve Miskine İhsân. 28

e) Komşuya İhsan. 29

f) Yakın Arkadaşa İhsan. 30

g) Yolcuya İhsân. 31

h) Köle, Câriye ve İşçilere İhsan. 31

ı) Diğer İnsanlara İhsan. 32

i) Diğer Yaratıklara İhsân. 33

3- HADİSLERE VE BAZI MUTASAVVIFLARA GÖRE İHSAN.. 33

1. Bazı Hadislerde İhsan. 33

a) Cibril Hadisindeki İhsan. 34

b) Bazı Hadis Sarihlerinin İhsan Kavramı Hakkındaki Görüşleri 35

2. İhsan Konusunda Bazı Mutasavvıflarn Görüşleri 36

a) İhsan Makamı 38

b) Murakabe. 39

c) Müşahede. 41

MUHSİN.. 42

1-MUHSİN VE ÖZELLİKLERİ 42

1. Muhsin Kavramının Muhlis, Muttaki, Mü'min, Salih ve Sabit Kavramlarıyla İlişkisi 42

2. Kur'ân'da Muhsinlerin Özellikleri 43

a) Muttakîdirler 43

b) Yeryüzünde Bozgunculuk Yapmazlar 44

c) Allah'ın Kendilerini Nimetlendîrdiği Kimselerdir 45

d) Allah'ın Kendilerini Hidayete Erdirdiği Kimselerdir 45

e) Kendilerini Bütünüyle Allah'a Verenlerdir 46

f) Allah'ın Sevdiği Kimselerdir 47

g) Allah Yolunda Cihad Ve İnfak Edenlerdir 49

h) Allah'ın Âyetlerini Huşu İçinde Dînler Ve Gözyaşı Dökerler 50

ı) Geceleri Az Uyur Ve Seherde İbadet Ederler 51

2-MUHSİN KİMDİR?. 52

1. Kimler Muhsindir?. 52

a) Peygamberler 52

b) Muttakîler 54

c) Muhlisler 54

d) Sâlihler 55

e) Sâbirler 56

2. Muhsinlerin Mükâfatları 58

SONUÇ.. 60

KAYNAKLAR.. 61


KUR’AN’DA İHSAN VE MUHSİN KAVRAMLARI

 

TAKDİM

 

Yüce adını anarak Allah'a hamd eder, Rasülüne salât ve selâm­lar gönderirim.

İslâmî literatürde ihsan, amellerin âdeta özünü, iliğini ve ni­rengi noktasını teşkil eder. Böylesine önemli bir İslâmî kavramı "Kur'ân'a göre ihsan nedir? Muhsin kimdir?" adıyla muhterem kardeşim ve öğrencim Metin Ocak bir yüksek lisans tezi çerçeve­sinde inceledi ve araştırdı.Rasûlullah (s.a.v) ihsanı;

"Kendisini görür gibi Allah'a kulluk et­mendir; zira sen O'nu görmüyor isen de O seni görüyor" şeklinde tanımlamıştır. Allah'a kulluğun her alanında bu boyutun yaşanma­sı, ihsanın insan hayatını ne denli kuşattığını gösterir. İhsan, insa­nın aklının erdiğinden itibaren ölünceye kadar ferdî ve içtimaî ha­yatının tüm karelerinde yüce Rabbinin kendisiyle beraber olduğu­nu; onu görüp gözettiğini, vakti gelince de emaneti sahibine bu şuurla teslim etmesi hadisesidir. O halde ihsan, insanların her hare­ket ve davranışlarındaki özdür. Kısaca ihsan, İslâm'ın dolu dolu yasanması, tâbiri caizse, konsantre bir müslümanlıktır.

İşte bu ihsan erbabı muhsinleri Cenab-ı Hak sever. O da bir kere sevdi mi, sevdiklerini âleme sevdirir. Vefakâr ve muhsin karde­şimiz Metin Ocak'ı böylesi bir Kur'ânî kavramı araştırdığı ve yayın hayatına çıkarmayı başardığı için tebrik ediyorum. Ayrıca bu kitap­ta anlatılanların, yüce Rabbimizden hem bize, hem kendisine ve tüm okuyucularına sözde değil, özde faydalar sağlamasını diliyo­rum.[1]

Prof. Dr. Veli Ulutürk

Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

Tefsir Anabilim Dalı Başkanı

 

 

ÖNSÖZ

 

Hamd'ın her türlüsü, insana, yarattığı mahlukat içinde en şe­refli varlık ünvanını veren ve vahiy denilen ilahî mesajlarla diyalog kurarak ona gerçekleri öğreten Rabbimiz, Halikımız, sahibimiz, yegane ilâhımız Allah'a olsun. Bu mesajları insanlara ulaştıranların sonuncusu olan kâinatın efendisi, Rasûlü's Sakaleyn ve İmamu'l-Haremeyn Hz. Muhammed'e, O'nun âl ve ashabına selât ve selâm olsun.

Bizi böyle bir çalışmaya sevkedecek düşünce ve imkânları halketmesinden dolayı ayrıca Cenab-ı Hakka şükürler olsun.

Kur'ân'ın değişik sûre ve âyetlerinde şekillenen ve âmentüde toplu olarak ifadesini bulan İslâm'ın temel inanç esaslarını inceledi­ğimizde; inancın temelini Allah'a ve âhiret gününe îmanın teşkil ettiğini görürüz. Cenab-ı Hak yarattığı insana hem kendisini, hem de sonsuz hayat âhireti tanıtmak için araya birtakım vesileler koy­muştur. Vahiy meleği, ilahî kitaplar ve peygamberler birer vesiledir. Bahsettiğimiz bu tanıtım o kadar önemli ki, vesileler bile birer îman esasıdır.

İslâm, akıllı insanı muhatab alır. Akıl mes'ûliyeti gerektirir. İn­san nelerden sorumlu olup olmadığını şeriat dediğimiz Allah ve el­çilerinin koyduğu kurallarla anlar. İşte biz de yüce Allah'ın son el­çisine gönderdiği, eskimez sönmez ve pörsümez olan Kur'ân'ın bildirdiği sayısız gerçeklerden birini anlamak ve anlatmak istedik ve bu çalışmayı yapma ihtiyacını duyduk.

"Kur'ân'a göre ihsan nedir, muhsin kimdir" başlığını taşıyan konumuz, kanaatimizce bilinmesi gereken bir konu. Bizi bu konu­yu araştırıp incelemeye sevkeden en önemli âmillerden biri, Rasûlullah (s.a.v) 'in, cibril hadisindeki "İhsân, Allah'ı görüyormuşça­sına ibadet etmendir; aslında sen O'nu göremezsin, ama O seni görmektedir." Veciz ifadesi olmuştur.

İnsanın mutlu ve huzurlu yaşamasında cibril hadîsinde belirti­len şuura ermenin büyük etkisi vardır. Hatta inanıyoruz ki fertleri­nin çoğunluğu bu şuura eren bir toplumda, suçların çoğu bertaraf edilmiş olur. Bu inançla bu araştırmanın faydalı olacağına umarak işe koyulduk.

Araştırmamızın birinci bölümünde önce ihsân’ın lügat ve ıstı­lah manalarını ele aldık. Sonra bu kavrama yakın manada olan di­ğer Kur'ânî kavramları inceledik. Daha sonra Allah'ın her şeyi ihsan üzere yaratması üzerinde durduk. Hemen akabinden ihsân’ın nasıl ve kimlere yapılması gerektiğini açıkladık. Yine bu bölümde bu kavramın hadislerde nasıl geçtiğini, muhaddis ve mu­tasavvıfların bunu nasıl anladıkları üzerinde durduk.

İkinci bölümde ise muhsini'in kimliğini vermeye çalıştık. Yine Kur'ân'da geçen bu kavrama yakın kavramları ele aldık. Muhsinlerin özelliklerini Kur'ân âyetleriyle sıralamaya çalıştık. Ayrıca Kur'ân'da hangi insan gurubuna muhsin dendiğini ve bunlara ve­rilen mükâfatları ayrı ayrı açıkladık. Bütün bunları yaparken Kur'ân âyetlerini temel ölçü olarak aldık. Kur'ân nasıl açıklıyorsa, aynen onun ifadesiyle vermeye gayret ettik.

Araştırmamız sırasında konumuzla ilgili bir kısım ahlâk ve ta­savvuf kitaplarında dağınık olarak bir takım bilgiler olsa da ciddi bir araştırma olarak, Mağrib'li araştırmacı Muhammed Habîb et-Tickanî'nin, "el İhsânû'1 İlzâmî fi'1 İslâm" adlı doktora tezini gör­dük, inceledik ve istifade ettik. Müellif, ihsân'ın daha çok in'am, iyilik ve bilhassa infak yönünü ele almakta ve bunu şumullendirerek devlet bazında zorunlu bir infak müessesesi olarak telakki et­mektedir. Bizim çalışmamızın farklı tarafı ise, ihsân'ın yukardaki manalarıyla birlikte Kur'ân'da geçen yakın anlamdaki kavramlarla, ihsan sahibi muhsin’in değişik özelliklerini belirtmek ve ihsan üzere yaşamanın fert ve toplum açısından önemini vurgulamak ol­muştur.

Kur'ân âyetlerinin meallerinde TDV'nın yayınlamış olduğu ve bir heyet tarafından hazırlanan Kur'ân-ı Kerîm ve Açıklamalı Meâli'ni esas aldık. Bazen başka meallerle karşılaştırma yollarına da gittik.

Çalışmamız boyunca gücümüz nisbetinde bilerek yanlış yap­mamaya çalıştık. Bununla birlikte gözümüzden kaçabilen hataların tarafımıza hatırlatılmasını şükranla karşılar ve bizim henüz işin ba­şında olduğumuzu hatırlatarak bize faydalı olan tenkidleri bekledi­ğimizi arzederiz.

Bu küçük araştırmamız boyunca bunca kıymetli meşguliyetleri­ne rağmen bize gerekli zamanı ayıran, usûl, teknik ve kaynak bul­ma yönünde rehber olan muhterem tez hocam Prof.Dr. Veli Ulutürk'e, bilhassa plan yönünden yardımcı olan değerli hocam Prof. Dr. Suat Yıldırım'a ve ayrıca Diyanet Vakfı Kütüphanesi (İSAM)'nde çalışan personele içten teşekkürlerimi ifade eder, bu nâçiz çalışmamızın hak yolcularının yollarını aydınlatmasında kü­çük de olsa bir şule olmasını Cenab-ı Hak'tan niyaz ederiz.[2]

Metin Ocak Yalova, 1997

 

GİRİŞ

 

İyilik Kavramı: İyiliği değişik şekillerde tarif etmek mümkün­dür. Fakat biz burada herhangi bir felsefî düşüncenin, bir sistemin veya bir ideolojinin yaptığı tanımı değil; kısır ve cılız şartlanmalarla gelişen bir aklın kavrayamadığı, ama şeytanî ve şehevî vesveseler­den arınmış sakin bir aklın mutlak olarak kabullendiği vahye daya­nan Kur'ân ve Sünnetin tarifi üzerinde duracağız.

İnsanın dünya ve âhirette mükâfatlanmasına sebep" olan her iş ve davranış olarak tanımlayabileceğimiz iyiliği, Kur'ân-ı Kerîm, ihsan, hasene, hayr ve birr gibi kavramlarla açıklamıştır, "iyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl iyilik, o kimsenin yaptığıdır ki..."[3] diye başlayan temel îman esaslarına inanmayı ve önemli ibadetleri yerine getirmeyi, bil­hassa Allah'ın rızasını kazanmak için infak etmeyi asıl iyilik olarak kabul eden uzunca bir âyet bu durumu izah eder. Kendisine iyiliği ve kötülüğü soran bir sahabiye Rasûlullah (s.a.v) şu cevabı vermiştir:

"İyilik ahlâk güzelliğidir. Günah (kötülük) ise kalbini tırmalayan ve başkalarının haberdar olmasından hoşlanmadığın şeydir."[4]

Kur'ân'ın iman ve ibadet esaslarını yerine getirmek olarak telakki ettiği iyiliği Rasûlullah (s.a.v) ahlâk güzelliği olarak özetlemiş­tir.

Bu durumda iyiliği, vahiy kültürüyle donanıp, ilahî nizama boyun eğmek ve fıtratın Halık'ı ile buluşmasını perdeleyen bütün engelleri kaldırmak için gösterilen her türlü çaba olarak anlayabili­riz. Yine iyilik, insanın, yaratıcısının muradına uyma ve onun rızası­nı kazanma uğrunda fâni iradesini küllî ve bakî irade içerisinde eri­terek Rabbânî direktiflere tereddütsüz boyun eğmektir. İyiliği va­hiy ve ondan beslenen müsbet ilimlerin tanımının dışında başka ta­riflerle anlamaya çalışmak, insanı içinden çıkılmaz bir kaosa götü­rür. Çünkü iyiliğin temelinde tevhid inancı vardır. Tevhid inancın­da manasını bulamayan bîr iş şirkin telkin ettiği zulüm ve kötülük­ten başka birşey olmayacaktır. Çünkü şirk büyük bir zulümdür.[5]

"Bilsin ki insan için kendi çalışmasından başka birşey yoktur."[6] Onun için insan ne yaparsa kendisinedir.

"Eğer iyi­lik ederseniz kendinize etmiş, kötülük ederseniz yine kendinize et­miş olursunuz."[7] Allah'ın, yarattığı insanın hiçbir dav­ranışına ihtiyacı yoktur.

"O ki, hanginizin daha güzel davranacağı­nı sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır..."[8]

"Biz insanların hangisinin daha güzel amel edeceğini deneyelim diye yeryüzündeki her şeyi dünyanın kendine mahsus bir zineti yaptık."[9]

O halde bu imtihanı yine Allah'ın lütfu keremiyle başarmak gerekir. Fânide bakîyi kazanarak huzurullah'a güzelliklerle varmak icabeder.

"Kim iyilikle (ilahî huzura) gelirse, ona daha iyisi verilir. Ve onlar korkudan emin kalırlar."[10] İslâm dini o kadar müsamaha ve lütufkâr prensipler koymuş ki, bu dini yaşayan müntesipleri bunun farkına kolayca varır.

"Kim bir iyilik getirirse ona bundan daha hayırlı karşılık vardır. Kim bir kötülük getirirse, o kötülükleri işleyenler, ancak yaptıkları kadar ceza görürler."[11] Tabî ki bu durum ferdî plandaki iyilik ve kötülük içindir. Ama topluma örnek ve fertlerini teşvik edip bu yönde çığır açma konusunda, İslâm kesin olarak tavrını or­taya koymuş, iyilik ve kötülüğün bir yol haline gelmesine sebebiyet verenlerin, sebep oldukları iyi ve kötülerin sevap ve günahlarını yükleneceklerini bildirmiştir.[12]

"Ancak, kim haksızlık eder, sonra işlediği kötülük yerine iyilik yaparsa, bilsin ki ben (ona karşı da) çok bağışlayıcıyım, çok merhamet sahibiyim."[13]

Hatta kesin bir tevbe ile tevbe edip halini düzelterek iyilik işleyen­lerin kötü halleri iyiliğe tebdil edilir:

"Ancak tevbe ve iman edip iyi davranışta bulunanlar başkadır; Allah onların kötülüklerini iyilikle­re çevirir. Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir."[14]

"Kişinin kendisini ilgilendirmeyen şeyleri terketmesi İslâm'ı iyi anlayıp tatbik ettiğinin delilidir."[15] diyen Rasûlullah (s.a.v) ümmeti ke­sin yasaklardan sakındırmakla kalmıyor, onları kötülüğe götüren yollardan da korumuş oluyor. Demek ki bir iyiliğin kat kat sevabı vardır, ama kötülüğün karşılığı ancak misliyledir. Yeter ki kötülük başkalarına örnek ve çığır haline gelecek durumda olmasın!

"Kim (Allah huzuruna) iyilikle gelirse ona getirdiğinin on katı vardır. Kim de kötülükle gelirse o sadece getirdiğinin dengiyle cezalandı­rılır. Onlar haksızlığa uğratılmazlar."[16]

İyiliğin bir anlamı da ihsandır. İhsân'ın anlamlarından biri de;

"Onlar, kendi canları çekmesine rağmen yemeği yoksula, yeti­me ve esire yedirirler. 'Biz sizi Allah rızası için doyuruyoruz; siz­den ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz' (derler)."[17] âyetinde herhangi bir menfaat beklemeden yapılan iyilik­ten bahsedilmektedir.

Üzerinde duracağımız ihsân'ın diğer manalarıyla birlikte onun murakabe ve müşahede manasıdır. Cibril hadisinde ifadesini bulan bu mana ferdin ve toplumun huzurlu yaşamasının en önemli etkenlerinden biri belki de birincisidir. Bu şuur ve bu mana ile ku­şanan fert, kendisinin mutlak bir murakabe altında olduğunu mü­şahede edecek, Allah'ın kendisine emanet olarak verdiği her nefesi dolu dolu yaşayacak, Yaratana tam manasıyla kul olarak gerçek hürriyetin tadını çıkaracaktır. İhsan makamına eren bir kul Cenab-ı Hakk'ın ilahî tecellisini zerresinden kürresîne kadar bütün varlıklarda seyrine dalacak, başıboş yaratılmadığının farkına vara­caktır. "İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır?"[18] Aynı insan cüz'î iradesiyle kendisini murakabe ederek küllî iradeyle murakabe edildiğinin hissini her an yaşayıp, Rasûlullah'ın nurlu yolunda fâni olarak, fâni'den bakiye doğru yol alacaktır.

İslâmî toplumu oluşturmak için binbir çile ve sıkıntıların çekil­diği günümüzde bu şuura eren insanlara ne kadar da ihtiyacımız vardır. Çünkü böyle insanların yaşadığı toplumda mahkemeler iflas edecek, hapishanelerde ıssızlık rüzgârları esecek, cenaze merasim­lerinde gözyaşları dinecek polis ve polisiye tedbirlerindeki masraf bu kadar kabarık olmayacaktır. Zira ihsanla vasıflanan insanların yaşadığı toplumda, bebekler iyilikle gözünü açacak, gençler ger­çeklere koşacak, orta yaşlılar güzellikleri yaşıyacak, ihtiyarlar de­vamlı olarak hayır hatıralarını anlatacaktır.

Her şey zıddı ile tanınır kuralından hareketle kötülük ancak lü­gatlerde iyiliğin güzelliğini tanımlamak için kayıtlanacaktır. Bu an­latılanlar biraz utopik gibi görünse de insanlık böyle toplumların hâkim olduğu devirleri yaşamış, saadet asrından tarih her zaman övgüyle bahsetmiştir. Bahsettiğimiz toplumun en önemli özellikle­ri "Aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve Rasûlü'ne davet edil­diklerinde, mü'minlerin sözü ancak 'işittik ve itaat ettik' demeleri­dir. İşte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir. Her kim Allah'a ve Rasûlü'ne itaat eder, Allah'a saygı duyar ve O'ndan sakınırsa, işte asıl bunlar mutluluğa erenlerdir."[19] şeklinde ifade edilmiştir.

İyiliğin her türlüsünü içeren ihsan ve onu gerçekleştiren muhsin kavramının mana ve özelliklerini bu kısa çalışmamızın seyri içinde incelemeye çalışacağız.

"Kim iyi bir iş yaparsa, bu kendi le­hinedir. Kim de kötülük yaparsa aleyhinedir. Rabbin kullara zulmedîci değildir.[20]

                                                                       

İHSAN

 

1- İHSAN NEDİR?

 

1. İhsanın Sözlük Manaları

 

Kur'ân-ı Kerîm'in sıkça kullandığı bu mefhumu anlamak için önce bu kelimenin sözlük anlamını kavramak gerekir.

İhsan kelimesi, hasüne sülasi fiilinin ifal babından mastarı­dır. Hasüne'nin masdarı ise hüsnendir.[21] Hüsn: Akıl, his ve heva yönünden güzellik. Hüsene ise: Nefsen, bedenen ve ahlaken insa­nın nâil olduğu ve (ona ulaşmakla) sevindiği her türlü nimetin adı. Zıddı ise seyyie'dir.[22]

İhsan kelimesi iki veçhelidir. Biri başkasına yapılan in'am için, Ahsene ilâ fûlanin "Filana iyilik yaptı," denir; diğeri ise ilimde ve amelde iyilik güzellik. Hz. Ali (r.a): en nasü ebnâû ma yuhsinûn "İnsanlar bildiği ve yaptığı güzel şeylerin mahsulüdür" demiştir.[23] Cenab’ı Hak, şöyle buyurarak; "Öyle ki, O herşeyi gü­zel yaratmıştır."[24] ihsan kelimesinin "güzellik" anla­mına işaret etmiştir.

İhsan nimetten daha umûmidir.[25]

İhsân kelimesi ısâe'nin zıddıdır. Şöyle denir: "Ey insan iyilik et, çünkü sen iyilik edensin."[26] âyette:

"Şüphesiz ki Al­lah adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder" buyurulmuştur. Buradaki ihsan ile ihlas kasdedilmiştir. İhlâs da iman ve İslâm'ın şartıdır. Bir kimse kelimeyi şehâdet getirip ihlassız amel işlese muhsin sayılmaz. İmanı sahih olsa bile.[27]

Tehzîbü'l Luga sahibi Ezherî (ö.370/980) ise, bu kelimeyi izah ederken, sarf yönünden ele alarak, hüsn; "şu veya bu şekilde caiz olan her türlü güzellik demekte ve[28] âyetini buna delil getirmektedir.[29]

Besâir sahibi Fîruzâbâdî (ö. 817/1414) bu kelimeyi biraz da­ha açarak: “Hüsn; kendisine rağbet edilen her türlü güzellik. Bu da akıl, heva ve his yönünden olmak üzere üç türlü olur." demek­tedir.[30]

Hasene'nin zıddının seyyie olduğunu yukarıda ifade etmiştik. Bu iki kelime birlikte Nisa sûresi 78 ve 79. âyetlerinde geçmekte­dir. Nisa sûresi 78. âyetinde geçen; "kendilerine bir iyilik dokunsa, "Bu Allah'tan" derler. İyilik kelimesinin Taberî (ö. 310 h.) "sıh­hat, afiyet, nimet Allah'ın fadlı" şeklinde açıklamıştır.[31] Kur'ân'da geçen basen kelimesi (daha çok) görünüş yönünden iyilik ve güzellik anlamında kullanılmıştır.

İhsan, ihlâs manasındadır, demiştik. Bu kelimeyle murakabe ve itaat de kasdedîlir.

"Onlara güzellikle tâbi olanlar var ya!..."[32] âyetindeki ihsan kelimesi istikâmet ve sabikûnun yoluna suluk etme (tâbi olma) anlamındadır.[33]

İhsan, aynı zamanda bir şeyi (tam ve) güzel yapmak manasın­dadır. Kur'ân-ı Kerîm'de "bana güzel davrandı."[34] "güzel amel"[35] "suretlerinizi güzel yaptı."[36]

"Eğer iyilik ederseniz kendinize etmiş olursunuz."[37]

"İyi ve güzel iş yaptığını sananlar."[38]

"Allah muhsinleri sever"[39] ve

"Şüphesiz ki Allah muhsinler için büyük mükâfat hazırlamıştır."[40] buyurarak bu manayı teyid etmiştir.[41]

İhsân ile murakabenin de kasdedildiğini ifade etmiştik. Kim Allah'ın kendisini murakabe ettiğine (yakınen) inanırsa onun ameli güzel olur.[42]

İhsân, in'am'dan daha umumîdir.

İhsan ubûdiyyetin en efdal makamıdır. Çünkü o, insanın özü, ruhu ve kemâlidir. O bütün makamları içerir. Zira Rasûlullah (sav) Cibril hadisinde şöyle buyurmuştur:

"En ta'budallahe ke enneke terâhû. Fe in lem tekûn terâhû fe innehû yerâke"

"İhsân, senin Allah'ı görüyormuşçasına O'na ibadet etmendir. Her ne kadar sen O'nu göremezsen de O (daima) seni görür."[43]

Rahman sûresinin 60. âyetindeki; "İyiliğin karşılığı ancak iyi­liktir." ifadesinde geçen ihsan kelimesini İbn Abbas (ra) ve bir kı­sım müfessirûn; "Lailahe illallah diyen ve Rasûl'ün getirdiği ile amel eden cennettedir" şeklinde tefsir etmişlerdir.[44]

Cibril hadisinde ise kemaliyle Allah'ın huzurunda ve muraka­besinde olmaya işaret vardır. Ayrıca O'nu bütün azameti ve mu­habbeti ile bilmek ve O'na inâbe etmek vardır. Yine o hadiste ihlâs ve imanın bütün makamları mevcuttur.

İhsân'da, arzuları bütün şaibelerinden arınmış bir kasıt vardır. Gevşekliğin yanaşamadığı bir azim; niyeti bulandıracak şeylerden arınma vardır.[45]

Bu kelimenin bazen mübalağa için gelmiş olması, ihsan nevi­nin bütününe şâmil olmasındandır.[46]

İhsân, insanın insanlara ve bütün mahlukata karşılıksız olarak iyilik etmesinden ibaret bir erdemliliktir. Buna kerem ve şefkat de diyebiliriz.[47]

İhsân'ın bilhassa infak manasıyla ilgili bir doktara tezi hazırla­yan günümüz âlimlerinden, Fas'ta Usûlüddin Fakültesi'nde hoca­lık yapan üstad Muhammed Habib Tickânî, bu kelimeye başka bir açıdan şöyle manalan dırıyor:

"İhsân: insanın ihtiyaç ânında başka birine takdim ettiği bir sadaka değil, bilakis İslâm'da ihsan; başka birinin hayatını idame ettirme ve bir darlığın hafifletilmesi için veya ihsanı gerektiren na­zik bir ihtiyacın olması halinde bir farizadır.

İslâm'ın umûmi geleneği, zorlukları taksim için fert ve toplu­mu asgari oranda bu farizaya yönlendirir."[48]

Netice itibarıyla yukarıda sözlük manalarına verdiğimiz bu kelimeden şu anlamları çıkarabiliriz:

1. Bir şeyi tam, mükemmel ve güzel yapmak.[49]

2. İhlâs, murakabe ve itaat içinde olmak. Cibril hadisinde bu manada kullanılmıştır. İbn Abbas (r.a) ve bir kısım müfessirûnun Rahman sûresi 60. âyetindeki ihsan kelimesini bu anlamda kul­landıklarını yukarıda ifade etmiştik.[50]

3. İnsanın hemcinsine veya diğer bütün mahlukata karşılıksız iyilik etmesidir. Allah'ın yarattığı bütün varlıklara iyilik ettiği gibi.[51]

İhsan, kötülük edene iyilikle mukabele etmektir.[52] Bunun çok zor olduğu aşikâr, ama ihsan makamına erişmek de kolay değildir.

İslâmî toplum dinamiklerinden biri de, insanın kendisine yapıl­masını hoş karşıladığı bir şeyi başkalarına da yapmasıdır. İslâm'ın adalet anlayışı fertlerden birinin, diğerine karşı en küçük bir hak­sızlık etmesine engel olur. İş bununla da kalmaz yukarıda açıkladı­ğımız gibi, insanî fedakarlıklarla ihsan müessesini çalıştırarak, zaten bir kardeş ilan ettiği kendi toplumunun fertlerinin karşılıklı iyilikte muavenelerini sağlar.[53]

İhsân'ın, iyilik, güzellik, bir işi tam ve mükemmel yapmak, dürüstlük veya kulun Rabbını görüyormuşçasına ibadet etme ma­nalarından hangisini ele alırsak alalım, hepsi de fert ve cemiyetin her iki dareynde hayır ve mutluluğu içindir. Hele kul Cibril hadisindeki manayı kavrayıp o minval üzere hayatını idameye çalışırsa bütün ulvi güzellikler onunla hemdem olur.

Cenab-ı Hakk'ın; "Allah adalet ve ihsanı emrediyor." diye iki­sini bir arada zikretmesi[54] farz ve nafile ibadetin arası­nı cem etmesi içindir.[55] Allah (bu işin önemine binaen) ihsanı adl ile bir arada emretmiştir.[56]

Allah, kullarının birbirlerine ihsan yapmalarını sever.[57]

 

2. İhsanın Kur'ânî Manaları

 

Yukarıda ihsanın sözlük ve terim manalarını işlemiş ve üç ana manada özetlemeye çalışmıştık. Burada amacımız Kur'ân'ın bu üç manaya ne şekilde değindiğini ele alacağız. "Kur'ân'a göre ihsan nedir?" sorusunun cevabını ise bu nâçiz çalışmamızın birinci bölü­münde gücümüz nisbetinde, değişik başlıklar içine serpiştirmeye gayret edeceğiz.

Kur'ân'da ihsan, belirttiğimiz her üç manada da kullanılmıştır. Bakara: 2/195'de;

"Her türlü hareketinizi ihsan üzere (tam ve noksansız) yapın. Çünkü Allah muhsinleri sever." buyuruyor. Bu­radaki ihsan kelimesini bazı müfessirler "Taatlara yapışmakla amellerinizi güzelleştirin."[58]

"Amellerinizi ve ahlâkınızı güzelleştîrin."[59] diye tefsir ederken bazıları ise; "Taat makamlarının en âlâsıdır."[60] "Her hususta ihsan ile, iyilikle muamele edin, yaptığını­zı güzel yapın"[61] şeklinde açıklamışlardır. İhsan, güzellemek, güzel yapmak, yani zâtında ve Allah katında güzel olan bir ameli lâyık ol­duğu şekilde gereği gibi yapıp, o amelin kendi zatında güzelliğini, vasıflarının ve niteliklerinin güzelliği ile süslemek.[62] Muhsin olma­yanlar, fıtrattaki güzellikleri bulup çıkarmayı başaramadıkları gibi; nice güzel şeyleri de yaparken çirkinleştirirler. Kur'ân ihsanın mü­kemmellik ve güzellik anlamına sadece yukarıdaki âyette[63] değil, başka birçok âyette de işaret ediyor.[64]

Müfessirlerin ihsan kavramına "İnsanın Allahı görüyormuşça­sına ibadet etmesi" olarak mana vermeleri, tabii olarak Cibril hadi­sine dayandırılarak olmuştur.[65] İhsan: Taatlerini ya cemiyet itiba­riyle güzel yapmak; vaciplerden başka tatavvu ve nafileleri yerine getirmek gibi; yahut keyfiyetçe güzel yapmaktır ki o da Cibril ha­disinde buyurulduğu gibidir.[66] İhsanla ilgili âyetlerin bir kısmı ise, başkalarına iyilik ve infakla ilgilidir.[67]

Kur'ân-ı Kerîm'de, başkalarına iyilik yapma tavsiyesi önce ebeveyden başlıyor[68] Bu daha sonra En'am: 6/151; "Ve ana babaya iyilik edin" âyeti ve Ahkâf: 46/15; "Biz insana ebevey­nine iyilik yapmasını tavsiye ettik." âyetiyle teyid ediliyor. Bu du­rum daha sonra Bakara: 2/83, Nisa: 4/36 âyetleriyle genişleyerek devam ediyor.

İslâm'ın temelinde birlik ruhu esas olduğundan, müslümanlar bir beden gibi olmak ve birbirini düşünmek zorundadırlar.[69] İşte ihsanın şümullü manalarında biri de başkalarına karşılık bekleme­den yardım etmektir. Kur'ân'da bu anlamda kullanılan başka kav­ramlar da vardır. Bunları ileride tek tek ele alarak inceliyeceğiz. Müfessirler ihsan kelimesine tabii olarak âyetlerdeki konumlarına göre mana vermişler, hepsi de içinde bulundurdukları içtimai du­rumları göz önüne alarak manalandırmışlardır. Mesela Taberî (ö. 310/923) Bakara 112. âyetteki muhsin kelimesini "Allah'a iba­det ve taatında ihlâslı olan"[70] derken Nahl 90. âyetindeki ihsan kelimesini "farzları eda etmek"[71] şeklinde tefsir etmiştir. Yine Nisa 125. âyetteki muhsin kelimesini "Allah'a itaatte boyun eğen, Pey­gamber Muhammed (s.a.v)’in Allah katından getirdiklerini tasdik eden"[72] olarak açıklamıştır.

Zemahşerî ise (ö. 538/1143) Bakara 112. âyetteki muhsin kelimesini muhlis manasından alırken,[73] Nahl 90. âyetteki ihsan kelimesini "mendup bir ibadet"[74] olarak almaktadır. Ama iki farz arasında zikredildiği için icbari bir mendup olabileceğini ima edi­yor.

Meşhur müfessir Râzî (ö. 606/1209) ise, Bakara 112. âyetteki esleme vechehu tâbirini "ihlasla"[75] açıkladıktan sonra nîyyetle iba­detin nasıl değer kazandığını uzun uzun izah etmektedir. Buradaki niyyet ibadet ilişkisi üzerinde çok kıymetli açıklamalarda bulunur­ken, âyetteki muhsin kelimesini ise "Allah'a güzel bir işle boyun eğme, kötü bir fiilde değil"[76] şeklinde tefsir etmektedir. Nahl 90. âyetindeki ihsan kelimesini ise "farzları ikame"[77]olarak açıklamak­tadır. Rahman 60. âyetinde ise şu izahta bulunmaktadır: "Bu âyet hakkında çok vecihler var. Kur'ân'da üç âyet var ki, her biri âyet hakkında yüz kavil vardır. Bunlar Bakara 152, İsra 8 ve Rahman 60. âyetlerdir.

Biz onlardan en meşhur ve en yakın vecheyi zikredeceğiz:

a) Kelime-i tevhidi söyleyenin mükâfatı cennet.

b) Dünyada iyiliğin karşılığı âhirette iyilik.

c) Dünyada nimeti, âhirette cenneti ile ihsanda bulunana ne karşılık var? Ancak ona güzel ibadet yapmak ve takva üzere ol­mak."[78]

"Öyle ise siz beni (ibadetle) anın ki, ben de sizi anayım. Bana şükredin; sakın bana nankörlük etmeyin!"[79]

"Belki Rabbiniz size merhamet eder; fakat sîz eğer yine (fesat­çılığa) dönerseniz biz de yine cezalandırırız. Cehennemi kâfirler için bir hapishane yaptık."[80]

"İyiliğin karşılığı ancak iyiliktir."[81]

Aslında ihsan kelimesini sözlük manasında anlayıp dondur­mamak gerekir. Çünkü gerek âyetlerde ve gerekse cibril hadisinde ihsan kelimesinin çok şümullü bir anlamı vardır. Mesela Bakara: 2/112'de kurtuluş muhsîn olmaya bağlanmış, 195. âyette bütün ömür boyu dürüstlük istenmiş, Kasas: 28/77'de lütuf ve bağış ola­rak ifade edilmiş, Lokman: 31/3'de takvanın kemâli olarak işlen­miştir. Bunlar onlarca âyetin sadece bir kaçıdır. Cibril hadisindeki mana bütün âyetlerdeki ihsan kavramının bir zübdesidir. İleride bu kavrama yakın anlamdaki kelimeleri de ele aldıktan sonra, İslâm'ın önemli bir ıstılahı olan ihsanın daha iyi kavranacağı kanaatindeyiz. Böyle ferdi ve toplumu ayakta tutan değerlerden biri olan ihsan, gereği gibi anlaşılmaz ise, İslâm'ın özlediği insanlığın idâmesi imkânsız olur.

Cibril hadisinde ifade edilen ihsan ferdîn mükemmelliğini, diğer âyet ve hadislerdeki ihsan ise cemiyetin kemâlini hedefler.[82]

 

3. İhsana Yakın Anlamda Kullanılan Diğer Kavramlar

 

a) İhlas:

 

Halesa sülasî fiilinin if’al kalıbından masdar olan ihlas katıksız, arı duru, temiz demektir. Safi gibi karışıklık kendi­sinde olmayan demektir.[83] Bir şeyin diğerinden seçilmesi ve temiz­lenmesidir. [84] Allah'ın dışındakilerden teberrî, aynı zamanda kurtu­luş ve ayrılık anlamı da vardır. İhlas sûresine hâlis tevhîd ifade et­mesi ve ehlinin halâsından dolayı bu ad verilmiştir.[85]

Yusuf sûresi'nin 80. âyetinde "Ondan ümitlerini kesince (meseleyi) gizli görüşmek üzere ayrılıp çekildiler." şeklinde ayrılık an­lamındadır.[86] Bakara 139. âyetindeki; ".... Biz ona gönülden bağ­lananlarız." ibaresi, "taat ve ibadetle ihlâs sahibiyiz. Hiçbir şeyi O'na eş koşmayız. O'ndan başka hiç birşeye de ibadet etmeyiz" anlamındadır.[87]

Yusuf sûresi 24. âyetinde Hz. Yusuf (as) için; "Şüphesiz O ihlâslı kullarımızdandır" buyurulmaktadır. Yûsuf (a.s) tevhid ve iba­detinde muhlis idi.[88] Gerek Bakara 139 ve Yusuf 24. âyetlerinde, gerekse başka âyetlerde geçen muhlis kelimesi ile vasıflanan müslümanlar, Yahudinin teşbih ve Nasarânın teslisinden berî oldukları için ihlâsla vasıflanmışlardır. İhlasın hakikati ise Allah'ın dışındaki her şeyden uzaklaşmadır:[89]

Kur'ân-ı Kerim'de ihlâs kelimesinin müştaklarıyla kullanıldığı otuzu aşkın âyet vardır ki onlardan bazıları şöyledir: "Halbuki on­lar ancak, dini yalnız O'na (Allah'a) has (ona şirk koşmayarak) kıla­rak ve hanifler olarak Allah'a kulluk etmek, namaz kılmak ve zekat vermekle emrolunmuşlardı. Sağlam din de budur.[90]"

"Ey Muhammed! Biz sana kitabı hak olarak indirdik. O halde dini Allah'a has kılarak (ihlas ile[91]) kulluk et. Dikkat et, hâlis din yalnız Allah'ındır..."[92]

İhlâs'ın Allah'a gönülden bağlanma, ibadeti sadece O'na has kılma, inanç ve ibadetinde Allah'a şirk koşmama gibi manalarına işaret etmiştik. Bu öyle olmalı ki, Bakara 138. âyette belirtildiği gi­bi Allah'ın rengiyle boyanılmalı, "Allah'ın (verdiği) rengiyle boyandık. Allah'tan daha güzel rengi kim verebilir. Biz ancak O'na kulluk ederiz." Allah'ın boyası en güzel boyadır o da dini İslâm'dır. Burada mecaz ve istiare olarak dîn, boya olarak isimlen­dirilmiştir. Zira elbisede boya belirgin olduğu gibi, dindar bir müslümanda da din belirgin hale gelir.[93]

İman ve ibadetle ihlâs sadece tavsiye değil, aynı zamanda bir emirdir. "De ki: Bana dini Allah'a hâlis kılarak O'na kulluk etmem emrolundu"[94]

"De ki: Rabbime karşı gelirsem, doğrusu büyük günün azabından korkarım. De ki: Ben dinimde ihlâs ile ancak Allah'a ibadet ederim." [95]

"Kim Rabbîne kavuşmayı isterse sâlih amel işlesin ve Rabbirie iba­detinde (muhlis olsun) hiçbir şeyi ortak koşmasın. (Rububiyyetini birlesin[96])" [97]

İslâm'ın özelliklerinden biri de kalbe hitap etmesidir. İslâm büyüklerinin bir kısmı kalbi insanın merkezi olarak kabul etmişler­dir. İhlâs da gönül işidir zaten. Peygamberimiz (s.a.v) bir hadislerinde "Dikkat! Vücutta küçük bir et parçası vardır ki, o iyi olursa bütün vücut iyi olur, o bozulursa bütün vücut bozulur. Dikkat edin işte bu  kalptir[98] buyurmuşlardır.

İhlâs, dini Allah'a has kılmak, gerek itikadı gerekse amelî bula­nıklardan kurtulup arı duru bir kul olmaktır. Böyle olmak için Al­lah'ın yardımına her an ihtiyacımız vardır. Âyette, "Dini yalnız Al­lah'a has kılarak O'na yalvarın" buyuruluyor. Buradaki "yalvar­mak" ibadet manasmdadır. Muhlis bir şekilde ibadet edersek kur­tuluruz.[99]

İnsan imkânı nisbetinde her halinde muhlis olmalıdır. Çünkü kurtuluş ihlâsdadır. Kur'ân-ı Kerîm'de cehennem azabından ancak ihlâslı kulların kurtulacağı bildirilmektedir.

"(Bu azaptan) ancak Allah'ın hâlis kulları istisna edilecek"[100] Onlar azap acısı tatmazlar.[101]

"...Onun için Alah'ın ihlâslı kulları müstesna, on­ların hepsi (cehenneme) götürüleceklerdir."[102]

Ama bu bahsedilen ihlâs insanın başı darda olduğu zamanda gösterdiği ihlâs değildir. Âyette:

"Dağlar gibi dalgalar onları ku­şattığı zaman, dini tamamen Allah'a has kılarak (ihlâsla) O'na yal­varırlar."[103] Bu halde Allah'tan başka kimseye dua etmez ve O'na hiç bir şeyi şirk koşmazlar.[104] Aynı manada başka âyetler de vardır.[105]

Muhlis kullara şeytan bile yaklaşamaz. Taatında ihlâslı olana, Şeytan onu iğfal etmeye bir yol bulamaz. Âyet-i kerimede bu du­rum açıkça ifade ediliyor:[106]

"(İblis) dedi ki, Rabbim! Beni azdır­mana karşılık ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım! Ancak onlardan ihlâslı kulların müstesna."[107]

Özlenen ihlâs, zorlanılan anda veya ölüm ânında gösterilen ihlâsı bütün ömür boyu gösterebilmektir. Şairin biri bunu ne güzel ifade etmektedir:

Sual: "Ey veli, mü'min nasıl olmalı, söyle! "

Cevap: "Son anda nasıl olacaksa, hep öyle."[108]

İslâm büyüklerinden Sehl b. Abdullah Tüsterî (ö. 273/886) ihlâsı şu şekilde özetlemektedir.

"İhlâs: Kulun sükûn ve hareketle­rinin hassaten Allah için olmasıdır."[109]

İhsan ile ihlasın birbirinden ayrılamayacak derecede mana irti­batı vardır. İhsan, ihlâstan; ihlâs, ihsandan ayrı düşünülemez. Za­ten Kur'ân'da geçen ihsan kelimesinin bir kısmı müfessirlerce ihlâs olarak tefsir edilmiştir.[110]

Bir kudsî hadiste şöyle buyurulmaktadır:

"Allah Teâlâ buyuruyor: Ben ortakların şirkte en müstağnîsiyim. Her kim bir amel işler de benimle birlikte başkasını ortak ederse, onu şirkiyle başbaşa bırakırım."[111]

Peygamberimiz(s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:

"...Üç şey vardır ki mü'minin kalbi onlara karşı hiyanet bil­mez: a) Amelde ihlâs; b) Emir sahiplerine (yöneticilere) nasihat; c) Cemaatten ayrılmamak. Bu üç şeyin bulunması kalbi diğerlerinden korur."[112]

"Kim Allah için kırk gün amel ederse, hikmet pınarları, kalbin­den dili üzerine açığa çıkar."[113]

Bütün bu naslardan anlaşılıyor ki ihsanın en önemli manası ihlâstır. İhsanla ilgili âyetlerin bir kısmının ihlâs ile açıklandığını yukarıda gördük. Bu vesile ile ihlâsı da açıklamış olduk.[114]

 

b) İn'âm

 

İhsan kavramına yakın bir kavramdır. İn’am: İhsanı başkasına ulaştırmak,[115] başkasını nimetiendirmektir.[116] İn’am: Mun'im ta­rafından başkasına yapılan iyiliktir ki, şükrü gerektirir. Dinin gerek­lerindendir.[117]

İn’am, başkasına ihsandır. İnsandan başka bîr varlığa olmaz. "Atına in'am etti, denmez."[118]

İhsanı, insanın kendisi için yapması caizdir. İlim öğrenen bir kimseye "kendisine ihsan ediyor." denilebilir ama; "kendisine in’am ediyor" denilemez. İhsan hamdi gerektirir. İnsanın kendi­sine karşı hamdi caizdir. Nimet şükrü gerektirdiğinden, nimetlendirme demek olan in'am'da,[119] mün’imin kendisine şükretmesi caiz değildir. Hamd ihsanın, şükür nimetin artmasına vesile olur.[120]

Rahmet, muhtacın ihtiyacı olduğu halde; nimet ise böyle de­ğildir. Birine bir mal verildiğinde "Ona in'am ettim" denilebilir.

Menfaat güzel ve çirkin olabildiği halde, nimet ancak güzel olabilir. Çirkin menfaat; senin bir kimsenin azgınlığını artırman için menfaatlendirmendir. Bu sebeple nimetle aralarında fark vardır[121]

İn’am kelimesi Kur'ân'da, kök ve müştaklarıyla birlikte 140'a yakın yerde geçmektedir.

"Bu da, bir millet kendilerinde bulunanı (güzel ahlâk ve meziyetleri) değiştirinceye kadar, Allah'ın onlara verdiği nimeti değiştirmeyeceğinden dolayıdır. Gerçekten Allah işi­tendir, bilendir." [122]

Esasında Rasûlullah (s.a.v), Kureyş'e Allah'ın bir nimetiydi.[123] Ayette;

"İnsana (denizin fırtınasından kurtarıp nimetlendirdiğimiz gibi[124]) nimet verdiğimiz zaman, (bizden) yüz çevirip yan çizer; ona bir zarar ziyan dokunacak olsa iyice karamsarlığa düşer."[125] buyurulmaktadır.

Aynı zamanda birkaç âyet daha vardır.[126] Allah'ın sayısız nimetleri vardır:

"Allah'ın nimetlerini saymaya kalksanız (aczinizden dolayı[127]) sayamazsınız. Hakikaten Allah çok bağışlayan, pek esirgeyendir." [128]

Bütün bu nimetler hamd ve şükrü gerektirir. Eşref-i mahlûkat olarak yaratılan insanoğlu iyi düşünürse bütün bu nimetler onun için vardır. Kâinat sarayı eşsiz nimetlerle insan için döşenmiştir.

Bir insana hemcinsi basit bir iyilikte bulunsa ona teşekkür et­meyi bir fazilet olarak kabul eder. Acaba doğumdan ölümüne ka­dar sınırsız nimetlerle hemdem olan insanoğlu, bütün bu nimetlerin sahibine nasıl şükretmesi gerekir? Bunu fıkıh ve ahlâk kitapları­mız uzun uzun açıklamışlardır. Biz sadece, şükür; kalben, lisanen ve halen olur, diyerek birkaç âyet meâliyie konuyu sınırlandırıyoruz.

"Şüphesiz biz ona (insana) doğru yolu gösterdik. îster şükredicî olsun, ister nankör."[129]

Yani biz ona cennetin yo­lunu açıkladık ve tanıttık, ister şükreder ister nankörlük.[130] Akıl ve işitme (nakil) delâleti ile biz insana hidayet yolunu açıkladık.[131]

Yine âyette "...Hiçbir şey yoktur ki (lisan-ı hâl ile[132]) O'na hamdederek şanını tenzih etmesin..."[133] buyurularak kâinattaki herşeyin Allah'ı zikrettiği bildirilmektedir.

Başka âyetlerde;

"Siz hiçbir şey bilmezken Allah, sizi analarını­zın karnından çıkardı. Şükredesiniz diye size kulaklar, gözler ve kalpler verdi."[134]

"Eğer sîz iman eder ve şükrederse­niz, Allah size neden azap etsin! Allah şükre karşılık veren ve her şeyi bilendir."[135] buyurularak[136] Allah'ın ihsan ettiği ni­metlere şükrün mutlak gerekliliği ifade edilmiştir. Bu âyette şükrün imandan önce gelmesi âyetin önceki âyetle ilgisini göstermesi içindir.[137]

Allah'ın kanununda azabın hikmeti, inkâr ve inkarcılıktan sa­kındırma, şükür ve imana yönlendirmesi içindir.[138] Yoksa Allah'ın kullarına azabetmesi mülküne birşey katmaz. Onları cezalandırma­ması, saltanatından birşey eksiltmez.[139]

İn’am ile ihsanın başkalarına iyilik manası arasında sıkı bir ilişki vardır. Allah'ın her nimeti aynı zamanda kullarına birer ihsanıdır. Nahl 121. âyette İbrahim (as) için "Allah'ın nimetlerine şükrediciydi." Duyuruluyor. Allah'ın en büyük nimeti tevhid (inan­cını) ihsan etmesidir.[140]

 

c) Birr

 

İhsan kelimesine yakın anlamı olan birr; hayırda bolluk anla­mındadır. Bazen Allah'a nisbet edilir;

"Çünkü o iyilik eden esirge­yendir."[141]. Mesrûk'tan (ö. 63/683) gelen bir rivayette Hz. Âişe bu âyeti okuduğunda şöyle dua etti. "Allah'ım bize acı, bize lütfet ve bizi vücudun içine işleyen azaptan koru! Çünkü sen iyilik eden ve esirgeyensin!"[142]

Bu kelime bazen de kula nisbet edilir: "Kul Rabbine taatını bol yaptı" demektir. Birr kelimesi, Allah için sevab, kul için taat anlamında kullanılır. Bu da itikadı ve amelî olmak üzere iki şekilde olur.

"İyilik yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir." diye başlayıp devam eden Bakara 177. âyeti birr'in itikadı kısmına delâlet eder. Rasûlullah (sav)’e birr den sorulduğunda bu âyeti okudu. Amelî olan, farzlar ve nafilelerdir. Birrü'l valideyn de­mek ana babaya ihsanı bol yapmak, demektir.[143]

Birr, ukûk'un (itaatsizliğin) zıddıdır. Birr'in çoğulu ebrar'dır.[144] Birr'in sıl, cennet, hayır, ihsanda bolluk anlamının ya­nı sıra; sıdk ve taat anlamı da vardır.[145]

Bu kelime müştakları ile birlikte Kur'ân-ı Kerîm'de otuza ya­kın yerde geçer. Bazı yerde ihsan anlamında kullanılmıştır. "Çünkü o iyilik edendir, esirgeyendir." âyetindeki birr kelimesine müfessirler "muhsin, kullarına ihsan eden,[146] lütufkâr,[147] gerçekten O sözünde sâdık, ihsan edici, keremkâr"[148] gibi manalar vermişlerdir.

Ebrâr: Birr kelimesinin ism-i failinin çoğulu olduğunu ifade etmiştik. Kur'ân-ı Kerîm'de yedi yerde geçer. İyiler, iyilik yapanlar, farzları eda edip, günahlardan kaçınanlar,[149] Allah'a itaat edenler,[150] imanda sadakat gösteren mü'minler, [151]  gibi anlamlara gelir.

Berara kelimesi ise berr'in çoğulu olup, Kur'ân-ı Kerîm'de özellikle melekler için kullanılmıştır. Çünkü bu kelime daha kap­samlıdır. Kiramin berare, "değerli, sâdık"[152] âyetinde bu anlamdadır.[153]

Ebrâr kelimesi; "İyiler (fazilet sahibi kimseler) ise kâfur katıl­mış bir kadehten (cennet şarabı) içerler."[154] âyetinde "fazilet erbabı" anlamında kullanılmıştır.

Tasavvuf ıstılahında "ebrar yolu" diye bir terim vardır ki; Hak­ka ermek için riyazeti ve ahlâkı düzeltmeyi esas alanların tuttuklarıyol, mücâhede yolu anlamındadır.[155]

Al-i İmrân'ın 92. âyeti olan "Sevdiğiniz şeylerden (Allah yo­lunda) harcamadıkça, birr'e ulaşamazsınız..." âyetinde birr'e ulaşmak bir hedef olarak gösterilmiştir. Demek ki birr kelimesi, dünya ve âhirette hayırlı olan şey, Allah'a yaklaştıran her makbul amel,[156] iyiliğin kemâl noktası, mutlak itaat[157] anlamındadır.

İhsan’ın manası da böyledir. Muhsin, ebrâr gibi çoğu âyetlerde övülmüştür. Yukarıdaki âyete göre[158] infak, îmanda, ibâdette, ahlâkta doğru ve güzel hayatı yaşamak de­mek olan birre ulaşmada bir vesiledir. Birr’in ihsan kavramıyla çok yönlü benzerliği vardır. Birşeyi tam ve mükemmel yapmak ma­nasıyla ihsan, ibadet ve ahlâkın kemalini hedefler. Bu yüzden baş­kalarına iyilik etme manasıyla ilgisinden dolayı bu kelimeyi ihsana yakın kavramlar arasında inceledik.[159]

 

d) Lutf-Fadl

 

Kur'ân-ı Kerim'de bu iki kavram birbirine çok yakın manada kullanıldığı için biz de birlikte ele alacağız. Rahmet kavramı da zaman zaman Kur'ân'da aynı anlamda kullanılmıştır. Bir âyette:

"Eğer dünya ve âhirette Allah'ın lütuf ve rahmeti (merhameti) üs­tünüzde olmasaydı, içine daldığınız bu iftiradan dolayı sîze mutla­ka büyük bir azap isabet ederdi."[160] buyurularak bu durum açıkça belirtilmiştir.

Lütuf; cisim vasfedildîğinde ağırlığın zıddı olan (hafiflik) an­lamında olup, hafif hareket ve ince işler, taatte lütuf ve letafet ile tâbir olunur. Allah'ın bununla (bu kelime ile) vasfedilmesi caizdir. Şu âyette olduğu gibi:

"Allah kullarına lütufkârdır."[161] Bu kavram Allah için kullanılınca; "İşlerin en incesine vâkıf olan, kulların hidayetinde rıfk ile muamele eden, mahlûkatına muhsin kulları vasıtasıyla rızıklarını kolayca ulaştıran” anlamlarında kullanılır.[162]

Bu kelime dini ıstılahta daha çok "Allah'ın birr-u ihsanı" anlamında kullanılır. Allah kullarına karşı lütuf sahibidir.[163] Rızık ver­mede kimseyi ihmal etmez.[164] Hem iyiye hem fâcire (onları açlık­tan öldürmemesi sebebiyle) lütufkârdır.[165]

Fadl, sözlükte kısaltmadan, ziyade etme anlamındadır ki, iki kısımdır. Biri, ilmîn ve hilmin fazlalığı gibi görülen kısmı; diğeri ise öfkenin fazlalığı gibi yerilen kısmıdır. Ama bu kelime övülen kısmı için kullanılır. Yerilen fazlalık için ise fuzûl kelimesi kullanılır.[166]

Istılahta ise "Allah'ın lutfu ve atiyyesi" anlamındadır.[167] Konu­muzu ilgilendiren de bu manasıdır: "Allah'ın sana Iütfu (İhsanı ve rahmeti. Yani her nimetten üstün olan nübüvvet nimeti [168]) olma­saydı, onlardan bir gurup seni saptırmaya yeltenmişti..." [169]

Cenâb-ı Hakk'ın mahlûkatına karşı lütfü ve keremi sınırsızdır. Yaratılanların sahib olduğu her şey O'na aittir. O'nun olmayan bir şey yoktur. Bizim O'nun yolunda olmamız da, O'nun lütfuyladır. Ayette:

"... Allah'ın size lütuf ve rahmeti olmasaydı, pek azınız müstesna, şeytana uyup giderdiniz."[170] buyurularak bu durum açıklanıyor.

Allah'ın lütfunun daha fazlasını hak edebilmek için, O'na yakînen inanarak, dinine sımsıkı sarılmak gerekir. "Allah'a iman edip O'na sımsıkı sarılanlara gelince, Allah onları kendinden bir rahmet ve lütuf (deryası) içine daldıracak ve onları kendine doğru (giden) bir yola götürecektir."[171]

Kur'ân-ı Kerim'de lütuf ve fadl ile ilgili yetmişe yakın âyet-i kerime vardır. Ama şeytan her fırsatta Allah'ın lütuf ve mağfiretin­den uzaklaştırmaya çalışır. Şu âyet bu durumu beliğ bîr şekilde ifa­de ediyor:

"Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size cimriliği telkin eder. Allah ise size katından bir mağfiret ve bir lütuf vadeder. Allah herşeyi ihata eden ve her şeyi bilendir."[172]

İlim ehlince malûmdur ki, Allah'ın isimlerinden birinin Latîf olması, kullarına karşı lütufkâr olması, rıfk ile muamele etmesi, kulların iyilik sebeplerini, ıslah vesilelerini hazırladığı içindir.

Lütuf ve fadl, kavramı ile ihsan kavramının çok yakın anlam ilişkisi vardır. Rabbimizden gelen her lütuf, aynı zamanda O'nun bize ihsanıdır. Bunun için bu bölümde incelemeyi uygun gördük.[173]

 

e) Hayr

 

Hayr, akılla ve nakille kendisi tamamıyla istenilen şeydir. Meselâ, adalet, üstünlük, faydalı (şey) gibi.[174] Zıddı şerredir. Ha­yır ile manada üstünlük kasdedilir. Fîhinne hayratün hısânün[175] âyetindeki hayrat, ahlâkı iyi, yaratılışı güzel de­mektir.[176]

Hayr, İslâm,[177] Kur'ân ve sünnete tabi olmak,[178] Allah'ın razı olduğu amel,[179] gibi manalara da gelir. Hayr, aynı zamanda dinî ve dünyevî bir iyiliktir.[180] Hayr’ın mal anlamı da vardır.[181] Hayr, mutlak ve mukayyed olmak üzere ikî kısımda incelenir:

1) Mutlak hayr: Herkes tarafından ve herhalde istenilen ha­yırdır. Peygamberimiz Cenneti bu tür hayırla vasıflandırmıştır.

2) Mukayyed hayr: Birisi için hayır olan şeyin başka biri için şerr olmasıdır. Mal gibi. Birine verilen mal onun azgınlığını artırı­yorsa o mal onun için bir hayır değildir, şerrdir. Ayette:

"Sanıyorlar mı ki, onlara verdiğimiz servet ve oğullar ile kendilerine faydalar sağlamak için can atıyoruz? Hayır, onlar işin farkına varmıyorlar"[182] buyurarak bu durum açık bir şekilde belir­tilmektedir.[183]

Kur'ân-ı Kerîm'de bu kelime bir çok âyette, "mal" anlamında kullanılmıştır.[184] Malın hayırla isimlendirilmesinde ince bir manaya tenbih vardır. Bu mana malın övülen yoldan toplanması ve vasiyyetin güzel yapılmasıdır.[185]

Hayrın konumuzla ilgisi, dinî ve dünyevî bir iyilik oluşu sebe­biyledir. Bu husus şu âyette açıkça görülmektedir: "Önceden ken­diniz için yaptığımız her iyiliği Allah'ın katında bulacaksınız. Şüp­hesiz Allah yapmakta olduklarınızı görür."[186] Ayette Cenab-ı Hak insanları yararlı işlere teşvik etmektedir.[187] İhsan da yararlı bir ameldir.

Başka bir âyette;

"Onlar, Allah'a ve âhiret gününe inanırlar. İyiliği emreder, kötülükten meneder; hayırlı işlere koşuşurlar. İşte bunlar iyi insanlardır. Onların yaptıkları hiçbir hayır karşılıksız bırakılmıyacaktır. Allah takva sahiplerini çok iyi bilir."[188] beyanıyla her bir hayırlı işin ihsan olduğu ifade edilir.[189]

Ayette vasfedilen sâlih kimselerin; hayırlı işlere koşuşmaları za­manı boş yere fevt etmeleri korkusuyladır. Tabii ki, yapılan hiçbir şey karşılıksız kalmaz.[190]

Kur'ân-ı Kerim'de hayr kelimesi ikiyüze yakın yerde geçmek­tedir. Mü'minin yaşamasında amaç rıza-i Bâri'yi kazanmak olursa her işini de o rotaya göre ayarlar. Nitekim âyette:

"Hayır olarak harcadıklarınız kendi iyiliğiniz içindir. Yapacağınız hayırları ancak Allah'ın rızasını kazanmak için yapmalısınız. Hayır olarak verdiği­niz ne varsa; karşılığı size tam olarak verilir ve asla haksızlığa uğra­tılmazsınız."[191] bu nokta beliğ bir üslûbla anlatıl­maktadır.

Mü'minin infakı kendi lehine olması hasebiyle, mü'min ancak Allah'ın rızasına ermek için infak eder.

Hayrın, infakın ve ihsanın işlenmesinde amaç Allah’ın hoşnut­luğu olmalıdır. Başkalarına bir hayrın dokunması aynı zamanda ona yapılan bir ihsandır. Böyle olduğu içindir ki çalışmamıza bu kavram da dahil edilmiştir.[192]

 

f) Ma'ruf

 

Masruf, aklın ve şeriatın bildirmesiyle tanınan her güzel hare­kete (verilin) isimdir.[193] Nefsin iyi olarak bildiği ve onunla mutma­in olduğu şey,[194] insanın kendisiyle sükûn bulduğu iyilik,[195] aklın ve şer'in kötü gördüğü münker, onun zıddıdır.[196]

Bu kavram, ondördü Bakara sûresinde olmak üzere Kur'ân-ı Kerim'de kırktan fazla yerde geçmektedir. Kısaca "iyilik" demek olan masrufu yaşayıp başkalarına tavsiye etmek; kötülük demek olan münker’den kaçınıp başkalarına sakındırmak, nıü'minlerin en bariz vasıflarındandır. Bunun tam tersi ise münafıkların belirtilerin-dendir. Şu âyetler veciz bir biçimde bu durumu açıklamaktadır:

"Mü'min erkeklerle, mü'mine kadınlar birbirlerinin velileridir. Onlar iyiliği emreder, kötülükten alıkorlar, namazı dosdoğru kılar­lar zekatı verirler. (Diğer işlerde[197]) Allah ve Rasülüne itaat eder­ler. İşte onlara Allah rahmet edecektir, Şüphesiz Allah azizdir, hik­met sahibidir." [198]

"Münafık erkekler ve münafık kadınlar (sizden değil) birbirlerindendir. Onlar kötülüğü emreder, iyilikten alıkor ve cimrilik ederler. Onlar Allah'ı unuttular. Allah da onları unuttu[199] (unutul­muş bir vaziyette kendi hallerine terketti). Çünkü münafıklar fasıkların ta kendileridir."[200] Ayetteki "Allah'ın onları unutması" lütuf ve keremini onlardan kesmesidir.[201]

Ma’ruf kelimesine yukarıdaki manalarına yakın başka manalar veren müfessirler de olmuştur. Mesela bir kısmı İslâm'ın gereği olan Allah'a itaat ve ibadet derken,[202] diğer bir kısmı (iman esasla­rına) inanmak ve Rasûlullah'a tâbi olmaktır, demiştir.[203] Hatta "tevhid" diyenler de olmuştur.[204]

Her ne mana verilirse verilsin masruf mutlak iyilik olup İslâm'ın temel esaslarındandır. Bu iyiliğin icra edilmesinin gerekli­liği Allah ve Rasülü tarafından kesin bir dille ifade edilmiştir:

"Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten meneder ve Allah'a inanırsınız[205] Aynı sûrenin birkaç âyet önünde ise;

"Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip, kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte on­lar kurtuluşa erenlerdir."[206]

Emr-i bi'l-ma'ruf, nehy-i uni'l-münker görevi bir farz-ı kifayedîr.[207] Bunu müesseseleştirmek de yine müslümanlar üzerine farz-ı kifayedir. Bu esas aynı zamanda itikâdi mezheplerden Mutezile'nin üzerinde ittifak ettiği beş temel esasdan biridir.[208]

Yine Al-i İmrân sûresinin 114. âyetinde Ehl-î Kitab içinde isti­kamet üzere olan bir topluluktan bahsedilirken; "Onlar, Allah'a ve âhiret gününe inanırlar; iyiliği emreder kötülükten alıkor, hayırlı işlerelere koşuşurlar. İşte bunlar iyi insanlardandır." denilerek bu önem­li özelliğin sadece bu ümmete mahsus olmadığı ifade edilmektedir.

"İyiliği emir kötülükten alıkoyma" işi bütün peygamberlerin aslî görevleridir. Onlar bu görevi Allah'ın yardımıyla en güzel şe­kilde gerçekleştirmişlerdir. Ayette;

"...İşte o peygamber onlara iyi­liği emreder, kötülükten meneder. Onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar..."[209] buyurularak bu tasrih edil­miştir.

İslâm'da ferdin saadeti kadar toplumun huzuru da çok önemli­dir. Bencillik, egoistlik, nemalâzımcılık İslâm'ın asla tasvib etmedi­ği bir harekettir. İslâm cemaatinde mü'minler bir binanın taşları gibidirler. İslâm, akidede tevhidi sağlamaya çalıştığı gibi; içtimaî ahlâkta da, birliği, beraberliği ve fertlerin kaynaşmalarını, mü'minlerin birbirleriyle dertleşmelerini öğütler.

Rasûlullah (sav);

"Sizden biriniz bir kötülük görürse onu eliyle düzeltsin, buna gücü yetmezse diliyle düzeltsin; buna da gücü yet­mezse kalbiyle buğzetsin. Fakat bu (son durum) imanın en aşağı derecesidir."[210] buyurmuştur.

İhsan'ın başka birine iyilik ve ikramda bulunma manası ile ma'ruf kavramının anlam yakınlığı çok açıktır. Emr-i bi'l-ma’ruf, nehy-i ani'l-münker görevini yerine getirmek mü'min için hem görev, hem de başkasına karşı yapılmış manevî bir ihsandır.

Verilen nasslardan da anlaşılacağı gibi, manevî bir ihsan olarak kabul ettiğimiz iyiliği emredip kötülükten alıkoyma işi çok elzem bir görevdir. Bunu yerine getirmeden fert ve toplum olarak mesu­liyetten kurtulamayız.[211]

 

g) İnfak

 

Nefeka kökünün if’al babından olan infak, hayır yolların­dan bir yoldur. Mal ve başka şeyle de olur. İnfak etme bazen vacip bazen de tatavvû olur. Kur'ân-ı Kerîm'de;

"Allah yolunda harcayın, kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. Her türlü hareketinizde dürüst davranın. Çünkü Allah dürüstleri sever."[212] buyurularak infak etme, emir sığası ile ifade edilmek­tedir.

Başka bir âyette;

"Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça iyiye (birr'e) eremezsiniz..."[213] buyurulmuş, hedefe ulaşmada infak’ın rolü açıklanmıştır.[214]

İnfak, malı Allah yolunda dağıtmadır.[215] Bu kelime, fakir düşme, tükenme gibi anlamlara da gelmektedir.

"De ki: Rabbimin rahmet hazinesine eğer siz sahip olsaydınız, harcanır korkusuyla kıstıkça kısardınız"[216] âyetinde infak, malın git­mesi, sahibinin (görünüşte) fakirleşmesi anlamındadır.[217]

Bu kelime Kur'ân-ı Kerim'de türevleriyle birlikte yetmişe yakın yerde geçmiştir. İslâm, müslümanları her fırsatta Allah yolunda harcamaya teşvik etmiş. İslâm'ın yayılması ve müslümanların gelir düzeylerinin dengelenmesi için infak neredeyse zorunlu hale geti­rilmiştir. Hem de bu iş yapılırken malın iyisi olması ve başa kakıl­madan yapılması esası konmuştur.

Aşağıda mealini vereceğimiz âyetlerde bu durum açıkça belir­tilmiştir.

"Ey iman edenler! (Ticarette)[218] kazandıklarınızın (helâlinden ve)[219] iyilerinden ve rızık olarak yerden çıkardıkları­mızdan hayra harcayın. Size verilirse gözünüzü yummadan alamıyacağınız kötü malı, hayır diye vermeye kalkışmayın. Bilin ki Allah zengindir övgüye layıktır."[220]

"Mallarını Allah yo­lunda harcayıp da arkasından başa kakmayan; fakirlerin gönlünü kırmayan kimseler var ya, onların Allah katında mükâfatları var­dır.[221] Onlar için korku yoktur, üzüntü de çekmeyeceklerdir." [222]

İslâm'da infak konusu çok geniş ve başlı başına bir araştırma mevzuudur. Bu kavramın ihsan kavramıyla yakın alakası olduğu için çok kısa olarak işlemeye çalışacağız. Kur'ân-ı Kerîm'de mü'minlerin önemli özelliklerinden bahsedilirken;

"Yine onlar Rablerinin rızasını isteyerek sabreden, namazı dosdoğru kılan, ken­dilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açık olarak (Allah yolunda) harcayan ve kötülüğü iyilîkle savan kimselerdir. İşte onlar var ya dünya yurdunun (güzel) sonu sadece onlarındır."[223]

"Allah'ın kitabını (sürekli)[224] okuyanlar, namazı kılanlar ve kendi­lerine verdiğimiz azıktan (Allah için) gizli ve açık sarfedenler, asla zarara uğramıyacak bir kazanç umabilirler."[225] buyu­rularak Allah yolunda infakın mü'minlerin önemli bir özelliği ol­duğu belirtiliyor.

İnfak edebilmek için cömert olmak zorundayız. Cömertlik is­raf ile cimrilik arasında orta yoldur. Cömertlik; emanetçiliğini yap­tığımız malın, asıl sahibi olan Allah için, Allah'ın istediği şekilde harcanmasıdır. Ayetlerde de ifade edildiği gibi şeytan bizi hep fa­kirlikle korkutarak bize cimri olmayı telkin etmektedir. [226]

İnfak Allah'a itaatin bir nişanesidir. Allah yolunda harcıyan insan, Rasülullah (sav)in diliyle, kendisine gıbta edilen kimsedir. Ab­dullah İbn Mes'ud (r.a)’dan rivayet edildiğine göre, Nebi (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

"İki haslet sahibinden başkasına gıbta edilmez. Bun­lar da: Allah tarafından kendisine mal verilip de, Hak yolunda onu sarfa muvaffak olan kimse ile; kendisine ilim ve hikmet ihsan olup da, onunla hükmeden ve onu öğreten kimsedir."[227]

Yine Ebû Hureyre (sa)'ın rivayetine göre Peygamberimiz (s.a.v):

"İnsanların geçirdikleri her sabah iki melek iner. Birisi: Ya Rab! İn­fak edenin malına halef ver. Diğeri de: İmsak edenin (cimrinin ma­lını) telef et, der" buyurarak bunun önemini açıkça beyan etmiş­tir.[228] Peygamberimiz (s.a.v) infakın cehenneme kalkan olduğuna işa­ret ederek ;

"Yarım hurma (tasadduk) etmek suretiyle de olsa ce­hennemden korunmaya çalışınız" buyurmuştur.[229]

İhsanın, gerek bedenen, gerekse malen başkalarına iyilik etme anlamı bir nevi infaktır. Allah'ın rızasını gözeterek güzel şeylerden başkalarına infak etmek de yerli yerince yapılmış bir ihsandır. Bu iki kavramın birbirine yakınlığı sebebiyle çalışmamıza infak kavramı da dahil edilmiştir. İnfak konusunda Peygamberimizin pek çok hadisi vardır. Esma binti Ebibekir (ra)'dan rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir: Bana Rasûlullah (s.a.v) ;

"İnfak et yahut dök, veya ver cimrilik etme ki Allah da sana rızkını esirgemesin." buyurdu­lar."[230]

Başka bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.v);

"Her müslümana sadaka vermek vacibdir." buyurmuş (bunun üzerine);

"Ya bulamazsa, ne buyurursun?" diyenler olmuş Rasûlullah (s.a.v):

"İki eliyle çalışır da, hem kendine fayda verir, hem de tasadduk eder" buyurmuşlar. (Yine):

"Ya buna gücü yetmezse ne buyurursun?" demişler. Pey­gamber (s.a.v):

"Muzdar kalan, ihtiyaç sahibine yardım eder" buyurmuşlar.

"Ya buna da gücü yetmezse ne buyurursun?" diyenler ol­muş. (Bu suale de):

"İyiliği yahut hayrı emreder" cevabını vermiş. (Soranlardan biri):

"Şayet bunu yapamazsa ne buyurursun?" demiş Rasûlullah (s.a.v):

"Kötülük yapmaktan kendini tutar, çünkü bu da bir sadaka­dır." buyurmuşlardır.[231]

 

h) Menn

 

Menn kelimesi Arap dilinde daha çok ihsan ve in'am mana­larında kullanılmıştır."[232] Kendisiyle (bir şey) ölçülen (ölçü âleti) anlamı da vardır.[233] Minnet ise ağır nimettir.

Menne fiili, nimeti bol yapma anlamında kullanılır. Bir kimse birine nimeti bol yaptığında "menne fûlanûn alâ fûlanin" de­nir. Nitekim âyet-i kerîmede; "Allah mü'minlere büyük bir Iütufta bulundu."[234] buyurularak bu kelimenin ihsan manası pekiştiriliyor.[235]

Bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.v) mantarı menn'den say­mıştır. [236] Allah'ın verdiği her nimete isim olarak menn denilebilir. Kur'ân'da isim olarak üç defa geçmiş ve İsrailoğullarına verilen "kudret helvası" manasında kullanılmıştır. Fakat Peygamberimiz (sav) mantarı menn'den addederek, bu kelimenîn sadece "kud­ret helvası" anlamında değil, zahmetsiz elde edilen her türlü rızık anlamına gelebileceğini ifade etmiştir.[237]

Menn kelimesinin fiil olarak geçtiği yerlerde lütuf ve ihsan anlamına geldiğini ifade etmiştik. En'am sûresi 53. âyette bu mana net bîr şekilde göze çarpıyor:

"Aramızda Allah'ın kendilerine (hi­dayet ve tevfik ile) lütuf ve ihsanda bulunduğu kimseler bunlar mı? demeleri için, onların bir kısmını diğerleri ile böyle imtihan ettik. Allah şükredenleri daha iyi bilmez mi?[238]

Başka âyetlerde "Andolsun (annene vahyetmek suretiyle) biz sana bîr Iütufta daha bulunmuştuk."[239]

"Biz ise, o yerde güçsüz düşürülenlere (onları üstün kılıp kötülüklerden koruyarak)[240] Iütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve onları (mu­kaddes topraklara) vâris kılmak istiyorduk."[241] denile­rek menn’in ihsan manası iyice pekiştiriliyor.

Menn kelimesi karşılıksız verme anlamına da gelir. Muhammed sûresi dördüncü âyette;

"... Savaş sona erince de artık ya kar­şılıksız veya fidye karşılığı salıverin." buyurularak bu durum açık­lanmıştır. Karşılıksız verme gerçekte Allah'tan başkası için olmaz. Mennân olan ancak O'dur.[242]

Menn'in nimetlendirme anlamı da vardır.[243] Hangi manaya alınırsa alınsın menn kelimesiyle ihsan kelimesi anlam bakımından birbirine çok yakındır. [244]

 

ı) Atıyye

 

Hediye, ihsan bağış, anlamına gelen atıyye, atâ' fiilinden ge­lir. Çoğulu atayandır. Kur'ân'da "hazâ ata'unâ..." diye başla­yan âyette;

"İşte bu bizim bağışımızdır. İster ver, ister (elinde) tut; hesapsızdır’ dedik."[245] denilerek bu kelimeye işaret edilmektedir.[246]

İhsan anlamında kullanılan bu kelime, Kur'ân'da beş yerde geçmektedir:

"Mutlu olanlara gelince, onlar da cennettedirler. Rabbimin dilediği hâriç, gökler ve yer durdukça onlar orada ebedî kalacaklardır. Bu (nimetler kesintisiz)[247] bitmez, tükenmez bir lütuftur."[248] buyurularak mü'minlere dünyada ihsan edildiği gibi cennetteki ihsanın da sonsuz ve sınırsız olduğu açık­lanmaktadır.[249]

Başka bir âyette cennet nimetlerinden bazıları tasvir edildikten sonra şöyle deniyor:

"Bunlar Rabbinin yeterli bir bağışı, dünyada yaptıkları güzel amellere karşılık olarak,[250] (Rablerinden bir ihsan olarak,[251] va'di iktizasınca)[252] mükâfatıdır. [253]

Demek ki cennet nimetleri, Allah'ın muhsin ve muttaki kulları­na birer ihsanıdır. Kulun çok güzel ameller işleyerek cennete gir­mesi ve orada sayısız nimetlerle nimetlenmesi de Allah'ın lutfuyladır.

Başka bir âyette şöyle denilmektedir:

"Hepsine, onlara da bunlara da (dünyayı isteyenlere de, âhireti isteyenlere de) Rabbinin âtâsından (ihsanından, istediklerini) veririz. Rabbinin ihsanı (dünyada mü'min veya kâfire,[254] âsîye yahut itaatkâra)[255] kısıtlan­mış değildir." [256]

Ahirette sadece mü'minlere has olacak olan Allah'ın sayısız ni­metleri, dünyada herkese şamildir. Bu, insanların imtihana çekil­meleri ve dünyanın geçici olması sebebiyledir.

İnsanların birbirlerine verdikleri hediye ve attıyyeler insanların birbirlerine yakınlaşmalarını sağlar. Bu atıyye müslümanlar arasın­da olduğu gibi, gerektiği zamanlarda gayrimüslimlere karşı da ola­bilir. Nitekim Enes (r.a)’den rivayet edilen bir hadîste şöyle buyuruluyor: "Bir adam (Safvan b. Ümeyye) Peygamber (s.a.v)’den iki dağ arası(nı dolduracak) koyun istemiş, o da vermiş. Arkasından adam kavmine gelerek:

“Ey kavmim müslüman olun! Vallahi Muhammed öyle ihsanda bulunuyor ki, fakirlikten korkmuyor, demiş."

Enes'ra' sonra şunu söylemiş: "Bir adam ancak dünyayı murad ederek müslüman oluyor. Fakat müslüman olur olmaz İslâmiyet onun nazarında dünyadan ve dünya üzerindekilerden daha makbul oluyordu."[257]

Rasûlullah (s.a.v)in eliyle yapılan bu ihsanlar Safvan b. Ümeyye gibi nicelerinin kalplerini İslâm'a ısıtıyor ve sonunda teslim olmala­rını sağlıyordu.

Yukarıda anlamını verdiğimiz hadisin metninde atâ tâbiri geçmektedir. Demek kî attıyye de bir nevi ihsandır. Böyle olduğu içindir ki, biz bu kavramı ihsana yakın anlamdaki kavramlar arasın­da inceledik.[258]

 

i) Karz-ı Hasen

 

Sözlükte karz, mekâna tecavüz ve kesme anlamındadır.[259] Çoğulu kuruz'dur. Aynı zamanda imtihan anlamına da gelir.[260] İslâm ıstılahında ise; Allah'ın rızasından başka hiçbir şey umulmayarak, hâlis bir niyyetle verilen sadaka,[261] kendisine cennet vadedilen sadaka,[262] Allah'ın emir ve taatına uygun her güzel iş,[263] bir nevi Allah yolunda yapılan infak, faizsiz borç verme gibi anlamlara gelir. Allah'ın kullarına verilen karz-ı basenin karşılığını Allah ahirette kat kat ödeyecektir.[264]

Bu kavram Kur'ân'da altı âyette geçmektedir ki, onlardan bazı­ları mealen şöyledir:

"Verdiğinin kat kat fazlasını kendisine ödeme­si için Allah'a güzel bir borç (isteyene faizsiz ödünç) verecek yok mu? Darlık veren de, bolluk veren de Allah'tır. Sadece O'na dön­dürüleceksiniz."[265]

"... Allah'a gönül hoşluğu ile ödünç verin. Kendiniz için önceden (dünyada iken)[266] ne iyilik ha­zırlarsanız, Allah katında onu bulursunuz. Hem daha üstün ve mükâfatça daha büyük olmak üzere..."[267]

Cenab-ı Hakk'ın kullarını karz-ı basene teşvik etmesi sadece bu ümmete mahsus değildir. Şöyle ki;

"Andolsun ki Allah İsrailoğulları'ndan söz almıştı. (Kefil olarak) içlerinden oniki başkan gön­dermiştik. Allah onlara şöyle demişti: Ben sizinle beraberim. Eğer namazı dosdoğru kılar, zekâtı verir, peygamberime inanır, onları desteklerseniz ve Allah'a güzel borç verirseniz, andolsun ki sizin günahlarınızı örterim..."[268]

Nesefı (ö. 701/1301), Hazin (ö. 741/1340) ve Âlûsî (ö. 1270/1853) gibi bazı müfessirlerin beyanına göre karz-ı busen olarak verilecek malda bazı vasıflar olmalıdır:

1.  Mal helâl olmalıdır. Çünkü Allah tıybtır (temiz), tıybtır başkasını kabul etmez.

2.  Kişinin sahib olduğu değerli mal olmalıdır.

3.  Kişide yaşama ümidi ve fakir olma korkusu bulunmalıdır.

4.  İnfakı mümkünse gizleyerek yapmalıdır.

5.  Başa kakma olmamalıdır.

6. Veren Allah'ın rızasını kasdetmelidir.

7. Verdiği mal çok olsa da onu gözünde büyütmemelidir.

8.  Malın en sevimlisi olmalıdır.

9.  Malı fakire ulaştırmalıdır.

10.  Bununla malın noksanlaşacağını düşünmemelidir.[269]

Bu konuda Peygamberimiz (s.a.v), Abdullah b. Ömer (r.a)'dan riva­yet edilen bir hadiste şöyle buyuruyor: "Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu haksızlık edenin eline bırakmaz. Bir kimse müslüman kardeşinin ihtiyacını yerine getirirse, Allah da ona yardım eder. Bir kimse bir müslümanın sıkıntısını giderirse, Allah da ona mukabil kıyamet gününün kederlerinden birini gide­rir. Bir kimse din kardeşinin ayıbını örterse, Allah da kıyamette onun ayıbını örter."[270]

Yine Ebû Hureyre (r.a)'nın rivayet ettiği uzunca bir hadisin bir bölümünde Rasûlullah (s.a.v):

"...Bir kul (din) kardeşine yardımda bulundukça, Allah da ona yardım eder"[271] buyurarak karz-ı ba­senin önemini belirtmiştir.

Bütün bu âyet ve hadislerden anlaşılıyor ki bir mü'minin diğe­rine karz-ı basen'de bulunması imanının bir gereğidir. Karz-ı ba­sen müessesesinin işlemediği İslâmî bir toplum düşünülemez. İslâm ekonomisinin böyle güzide kurumları çalıştırılmadığı içindir ki mü'minler zillet içine düşmüştür.

Karz-ı basen kavramının, ihsan kavramı ile çok yakın ilişkisi vardır. Karz-ı hasenle birinin sıkıntısını gideren bir mü'min aynı zamanda başkalarına ihsan görevini yerine getiriyor demektir.[272]

 

k) Muâvene

 

Muâvene, avn kökünden müfâele kalıbından mastardır. Karşılıklı yardım manasına gelmektedir.[273] Teâvun, bir kısmın diğeri ile yardımlaşmasıdır. "Racûlün muâvinûn" dendiğinde "Yardımı çok ve güzel adam demektir."[274] Bu kelimenin, müennesi, müzekkeri, müfred ve cemisi aynı manadadır.[275]

Bu kelime türevleriyle birlikte Kur'ân'da ona yakın yerde geç­mektedir. Bir âyette:

"Ey iman edenler... İyilik ve (Allah'ın yasak­larından) sakınma üzerinde yardımlasın, günah ve düşmanlık üze­rine yardımlaşmayın. Allah'tan korkun; çünkü Allah'ın cezası çe­tindir."[276] buyurularak olacak yardımlaşmanın mutlaka iyilikte olması açıklanmıştır.

Muhtaç olarak yaratılan insan önce yaratıcısı Allah'a, sonra da diğer insanlara hayatını idame ettirmede mutlak ihtiyaç sahibidir, Bu durumdan hiçbir kul müstağni olamaz. Onun için insanlar bir­birleriyle yardımlaşmak zorundadırlar. Tabiki bu yardımlaşma meşru şeylerde olmalı.

Namaz kılan bir mü'min; "Sadece sana ibadet eder ve yalnız Senden yardım bekleriz." diyerek günde kırk defa Rabbinden yar­dım dilemektedir. Kendisinden yardım talep etmemizi bizzat Allah emretmektedir:

"Ey iman edenler! Sabır ve namaz ile Allah'tan yardım isteyin. Şüphesiz ki Allah sabredenlerle beraberdir."[277]. Aynı sûrenin başka bir yerinde: "Sabır ve namaz ile (ih­tiyaçlarınız için)[278]

"Allah'tan yardım isteyin. O (sabır ve namaz) Allah'a saygıdan kalbi ürperenler dışında herkese zor ve ağır gelen bir görevdir."[279]

Bu iki âyette ifade edildiği gibi, sabır ve namaz yardım edilme­ye vesile kabul edilmiştir. Yardıma müstahak olabilmemiz için sabır ve namaz ehli olmamız gerekir. Bu iki ibadetin önemi Kur'ân'da birçok yerde açıklanmıştır,[280]

Sevgili Peygamberimiz bir hadisinde: "Kardeşine, zâlim de ol­sa, mazlum da olsa yardım et! Sahabe:

“(Ya Rasûlullah,) mazluma yardımı anladık. Fakat zâlime nasıl olacaktır? Nebi (sav) de:

"Onu kötülüğünden, zulmünden alıkoymanızdır."[281] buyura­rak, herhalükârda yardımın gerekliliğini ifade etmiştir.

Bu hadisten şu da anlaşılır ki, yardımda sınırlama yoktur. Yeri ve zamanı geldiğinde yardım edilecek şahsın, o andaki en mühim ihtiyacı tesbît edilerek ona göre yapılmalıdır. Şayet yardım edilecek kimse sayıca fazla ise, keyfiyet bakımından öncelik değerlendirilme­si yapılarak ona göre yardım eli uzatılmalıdır. Bağımsızlık için çır­pınan bir müslüman ile, hürriyet içinde darlık çeken bîr ferdin ön­celiği aynı değildir.

İyilikte karşılıklı yardım anlamına gelen muavene hakkında bu kısa açıklamayı çalışmamızın konusu olan ihsan ile sıkı irtiba­tından dolayı yaptık. Zaten İslâm'da karşılıklı yardımlaşmayı öngö­ren kavramlar bir bütünün parçaları gibidir.[282]

 

l) Itkan

 

Itkan, takan kökünden, if’al kalıbından masdardır. Bir şeyi muhkem yapmak anlamındadır. Mantıklı ve hazır cevap birine "raculün tekanün" denir. İşini sağlam yapan birine ise "etkane fûlanün amelehû" denir.[283]

"Sen dağları görürsün de, onları ye­rinde durur sanırsın. Oysa onlar bulutların yürümesi gibi yürümek­tedirler. (Bu) herşeyi sapasağlam yapan (ve gerektiği gibi tesviye eden)[284] Allah'ın sanatıdır. Şüphesiz ki O, yaptıklarınızdan tama­mıyla haberdardır."[285]

Peygamberimiz (s.a.v) bir hadisinde; "Allah güzel bir işi yapıp onu sağlamlaştırana rahmet eder." buyurmuştur.[286] Katade (ö. 117/735)'den gelen bir rivayette yukarıdaki âyette geçen ıtkân "ihsan" manasındadır.[287] İbn Abbas da aynı manayı verdiği gibi başka bir rivayetinde de "sağlam kılma" manasını vermiştir.[288]

Itkan, ister bir işi tam ve muhkem yapma, isterse güzel yap­ma anlamına gelsin; bu kavramın, ihsan kavramıyla mana benzer­liği vardır. İhsanın da bir işi tam ve mükemmel yapma anlamında kullanıldığı manalarına uygun düştüğü için ihsan’a yakın kavramlar arasında itkanı da inceledik.

Ayrıca bu konuda yukarıdaki âyeti[289] destekleyen başka âyetler de vardır. Meselâ, Firavun Musa (a.s)'dan Rabbini so­runca o şöyle cevap verdi: "O da: Bizim Rabbimiz, her şeye hilka­tini (kemaline mutabık bir şekil ve surette, varlık özelliğini)[290] ve­ren, sonra da doğru yolu gösterendir."

Demek ki varlık alemindeki her nev'i kendi cinsine uygun bir biçimde, her varlığı başka bir varlığa göre ayrı bir şekilde yaratan[291] ve bunu sapasağlam yapan Rabbimiz bu lütfüyla da bütün varlıkla­ra ihsan etmiş oluyor. [292]

 

4. Allah Herşeyi İhsan Üzere Yaratmıştır

 

Biz bu başlığı Secde sûresi'nin yedinci âyetinden esinlenerek koyduk. Bahsedilen âyette şöyle buyuruluyor: "O (Allah) ki, yarat­tığı her şeyi güzel (muhkem ve mükemmel,[293] hikmetiyle gerektiği şekilde,[294] her cinsi kendi suretinde ayrı bir güzellikte)[295] yapmış ve ilk başta insanı çamurdan yaratmıştır. Çirkin gibi görünen hay­vanın (meselâ maymun) bile, bedenî yaratılış bakımından muhkem ve mükemmeldir.[296]

Evet, Allah herşeyi yerli yerince güzel ve mükemmel olarak ya­ratmıştır. Varlık âlemine çıkan her şey O'nun, tarifi beşerin kudreti dışında olan sanatıyladır. Bir âyette;

"... Bu durum herşeyi sapa­sağlam yapan Allah'ın sanatıdır..."[297] buyurulurken, başka bir âyette:

"O da: Bizim Rabbimiz, her şeye hilkatini (varlık özelliğini, mükemmelliğine uygun sûret ve şeklini)[298] veren, sonra da doğru yolu gösterendir dedi" [299] buyuruluyor.

Her varlığın yaratılışı birbirine benzemeyen başka bir güzellik ve başka bir mükemmellikte olmuştur.[300] Bu da Sâniin sonsuz ve sınırsız gücüne işaret eder.

Yaratılan her şey ölçülü ve dengeli bir şekildedir. "Gökten su­yu ölçülü indirdik"[301]. Bir ölçü dahilinde ki yeryüzü­ne içindekilerin ihtiyacı nisbetindedir.[302] Tabii ki bu nisbetin mahlukata faydası çok, zararı az olması içindir.[303] Bu durum aynı zamanda sayısızca düşen yağmur damlalarının ölçülü olduğunu ifade etmektedir.

Başka âyetlerde:

"Güneş ve ay bir hesaba göre (hareket etmek te)dîr. Bitkiler ve ağaçlar secde ederler. Göğü Allah yükseltti ve mizanı (ölçüyü, dengeyi, bütün âlemin işini tanzim edecek adaleti) O koydu.[304] Sakın dengeyi bozmayın."[305] buyu­rarak, kâinattaki her şeyin bîr denge ve bir ölçü ile olduğu belirtil­mektedir.

Güzellikle (ihsan) ölçü ve dengenin çok ilgisi vardır. Çünkü güzellik ölçü ve tenasüb ile ifade edilir. Birbirinden ayrı düşünüle­mez. Secde sûresi 7. âyette geçen ahsene güzellik, hikmet ve mas­lahata uygunluktur. Gül güzel olduğu gibi, diken de güzeldir.[306]

"Ellezî ahsene külle şey'in halagahu" ibaresini Üstad Bediüzzaman açıklarken şunları kaydediyor: "Her şeyde, hatta en çirkin görünen şeylerde, hakikî bir hüsün ciheti vardır. Evet kâinattaki herşey, her hadise ya bizzat güzeldir, veya neticeleri cihetiyle gü­zeldir. Bir kısım hadiseler vardır ki, zahiri çirkin müşevveştir. Fakat o zahirî perde altında gayet parlak güzellikler ve intizamlar var."[307]

Cenab-ı Hak başka âyetlerde, göğün katmanlarını birbirine uy­gun bir biçimde yarattığını ve dünyaya en yakın semayı kandillerle süslediğini ifade etmektedir.[308]

Kur'an, insanları diğer ilimlerin yanı sıra, güzel sanatların tekâmülüne de teşvik etmiştir. Ruh ile beden arasındaki dengeyi göz önünde bulundurarak, müslümanları itidale davet etmiştir.[309]

Şeddad bin Evs (r.a)'ın Peygamberimizden rivayet ettiği bir ha­diste Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz Allah herşeyde iyiliği farz kılmıştır. O halde siz öldürdüğünüz vakit, öldürmeyi güzel yapın. Kestiğiniz zaman da kesmeyi iyi becerin. Her bîriniz bıçağını bilesin. Ve kestiği hayvana eza vermesin!"[310]

Bu hadis-i şerif şunu açıkça ortaya koymuştur ki, ölüm gibi en ağır ve en çirkin gibi görünen bir ameliyenin bile güzel icra edil­mesi gerekir.

Yine Peygamberimiz (s.a.v) birgün içi iyi tesviye edilmemiş bir kabir görür. Bozuk yerlerin düzeltilmesini emir buyurarak:

"Bu işin ölüye ne faydası, ne zararı olur; fakat yaşayanların gözlerine daha güzel görünür. Ve her kim ki bir şey yaptığında Cenab-ı Hak onun mükemmel bir şekilde yapılmasını ister."[311]

Bu olay estetik sanatının (güzellik ve güzelliğin unsurları, ölçüleri ve şartlarından, güzellik duygusundan bahseden ilim dalının)[312] en bariz misâlidir.

İnsanda san'at zevki fıtrîdir. İslâm bu fıtri yeteneğin meşru yollarda gelişmesini teşvik eder. Bunun içîndîr ki, İslâm'ın ilk yılla­rından günümüze kadar gelebilen mahir müslümanların usta elle­riyle yoğrulmuş birçok şaheser mevcuttur.

Evet, Allah her şeyi güzel yaratmıştır. Yukarıda bahsi geçen Secde sûresinin 7. âyetî hakkında Arap âleminin seçkin ediplerin­den müffessir Seyyid Kutub (ö. 1386/1966) şunları söylemekte­dir: "Ki yarattığı her şeyi güzel yaratan."[313] Allahım... Bu insan fıtratının gördüğü, seyrettiği, kafasından geçirdiği, aklıyla muhakeme ettiği son hakikatin kendisi. Eşyanın şeklinde ortaya çı­kan son gerçek. Eşsiz yapısında ve toplu düzeninde hüküm ferma olan asıl gerçek. Biçim ve durumunda, hareket ve enerjisinde göze çarpan sonsuz hakikat. Yakından ve uzaktan güzellik vasfıyla ve gü­zellikle ilgili herşeyde kendini gösteren toplu gerçek."[314]

Allah'ın yarattığı herşeyde görebilen göze olanca gücü ile çar­pan bir güzellik var. Yarattığı eşyada eksiklik veya fazlalık yok. Öl­çüler ahenkli ve tam. Hiçbir şeyde hacim, şekil ve yapı bakımından ifrat ve tefrit yok. Her şeyde ince bir güzellik hâkim. Küçük zerre­lerden, en büyük nesnelere kadar.

Yukarıdaki âyetin[315] tefsirinde S. Kutub, şunları kaydetmektedir: "Göz nereye bakarsa, kafa nereye takılırsa, zihin nerede dolaşırsa dolaşsın, Allah'ın yarattıklarını düşünmek insana yığınlarca güzellik ve üstünlük ihtiva eden hazineleri seyrettirir.

İşte bu güzellikler dolu bediî san'atın doruğuna ulaşan varlık­lar dünyasındaki huzur dolu seyr-ü seferde, Kur'ân-ı Kerim dikkat­lerimizi güzele döndürüyor. Onu doya doya seyretmek ve kavraya­bilmek için buyuruyor: "Ki yarattığı her şeyi güzel yaratan." Böylece koca kâinatta güzel ve iyiyi daima dikkatle izlememizi sağlıyor!"[316]

Bütün bu açıklamalardan anlaşılıyor ki, kâinattaki her zerre, Allah'ın hikmet ve maslahatına uygun[317] olarak, muhkem ve mü­kemmel bir güzellikte[318] yaratılmıştır. Bu ince sırrı insanlar ancak kültür ve istidatlarına göre Allah'ın lütfü sayesinde kavrayabilirler. Güzelliğine vâkıf olamadıkları bir nesneye, zihnindeki ve bakışla­rındaki çirkinliklerin tesirinde kalarak, güzelliğin dışında birşey söylemek bakanın aczinden olsa gerektir.

Biz burada insandan insana değişebilen izafî güzelliği değil, varlık alemindeki eşyanın bütün boyutlarıyla sergilediği mükemmel ahengin kavranmasını kastediyoruz.

Kâinatta bulunan her şeyi en güzel şekilde yaratan Allah bu ya­ratma sıfatını ifade etmek için Kur'ân'da el-Hâlık, el-Hallâk, Ahsenu'l Halikîn gibi tâbirler kullanmıştır.

Halk aslında "düzgün bir biçimde takdir" demektir.[319] Kur'ân'da;

"Ey insan! Seni yaratıp, düzgün ve dengeli kılan, seni istediği bir şekilde birleştiren, ihsanı bol Rabbine karşı seni aldatan nedir?"[320] denilerek bu mana teyid edilmektedir.

Halaka kökü Kur'ân-ı Kerim'de hem fiil, hem ismin değişik kalıplarında 250'den fazla yerde kullanılmıştır. Fiil ve isim şeklinin fazla kullanılmasına karşılık vasıf olarak az geçmiştir.[321]

Ahsenu'l-halikîn vasfı ise Kur'ân'da iki defa geçmekte ve "Yaratanların en güzeli" anlamına gelmektedir. Mü'minûn sûresi­nin 14. âyetinde insanların yaratılış şemaları izah edildikten sonra, "Yaratanların en güzeli Allah ne yücedir" lafzıyla noktalanmakta­dır. Bir başka âyette ise: "(İlyas) milletine: '(Allah'a karşı gelmek­ten) sakınmaz mısınız? Yaratanların en güzeli olan. Sizin de Rabbiniz, sizden önce gelen atalarınızın da Rabbi olan Allah'ı bırakıp da Bâ'l'e mî taparsınız?' demişti."[322] buyurularak, Allah'ın yaratma vasfı açıklanmaktadır.

Yaratma fiili, bu özel manası ile Allah'tan başkası için düşünü­lemez. Halk, esasında "takdir" demek olduğundan, bu sıfat Ahsenu'l Mukaddirin "takdir edenlerin en güzeli" olabilir.[323] Allah'ın bu vasfı konusunda Suad Hocamız şu kıymetli bilgileri kaydediyor: "Arapçada ismi tafdil bazen hükmü, zikrolunan iki şeyden birini isbat edip, öbüründen selbetmeyi ifade eder. (Furkan sûresi 24. âyetinde) cennetlikler ve cehennemlikler mukayese edi­lirken, cennet ehli hakkında ahsenu makîlâ (daha iyi istirahat ye­ri) huyrun mustakarrâ (daha iyi ikametgâh) tâbiri kullanılır. Bundan maksat, cehennemin bu vasıfları daha az bir şekilde taşıdı­ğı değildir. Gaye bu vasıfları bilkülliye cehennemden selbedip, cen­nete taşımaktır. Çünkü cehennemin durumu birçok âyetle sabittir. "Daha güzel" tabiri burada tafdil ifade etmez. Keza ahsenü'i halikîn de yalnız Allah'ın bu hususta münferid olduğunu bildirir.[324]

Ahsenu'l halikîn olan Allah yarattığı şeyi en güzel bir biçim­de, ölçülü, ahenkli, muhkem ve mükemmel bir biçimde yarattığı içindir ki bu vasıfta vasıflanmıştır. Fıtratı bozulmayan her göz bu güzelliği temaşaya doymaz.[325]

 

5) İhsanın Karşılığı Ancak İhsandır

 

Evet "İyiliğin karşılığı iyilikten başka bir şey midir?" diyor Cenab-ı Hak, Rahman sûresi 60. âyette. Biz de bu âyete dayanarak bu başlığı koyduk. Bu âyet hakkında müfessirler çok şey söylemiş­lerdir. Dünyada Rabbine itaati güzel yapan bir kimseye; Allah'ın âhirette ihsanda bulunacağını bildiren bu âyet-i kerîmeyi kimi müfessir, aynı sûrenin:

"Rabbinin huzurunda durmaktan korkan kim­selere iki cennet vardır"[326] âyeti ile başlayan ve ;

"Öyleyse Rabbinizin hangi nimetini yalanlayabilirsiniz."[327] biten bölümü bu âyeti[328] tefsir ediyor der­ken;[329] kimisi âyette geçen birinci ihsan kelimesini "amel"; ikinci ihsan kelimesini "sevab" olarak tefsir etmiş ve bu âyetin iyi ile fâcir kimse için bir tescil yani, her iyilik yapanın iyilikle; kötülük ya­panın da kötülükle karşılık göreceğini bildirmiştir.

Meşhur müfessir F. Razı (ö. 606/1209) bu âyeti diğer bazı âyetleri açıkladığı gibi latifelerle açıklayarak kısaca şunları ifade edi­yor: "Bu âyette birtakım latifeler vardır:

1. Şüphesiz mü'min cennette sevaplanacak. Bu, kula yaptığının karşılığı olarak Allah'ın ihsanı ile olur. Çünkü kul dünyada Allah'a ibadet ettiği müddetçe Allah'ın keremine lâyık olur.

2. Bu âyet, kulun âhirette muhkemliğine işaret eder. Burada ihsan açıklandı ki, muhsin bir şekilde yaşayana verilsin diye. Zira Allah bizden emrettiği şekilde ibadet murad ediyor. Mü'min de kendisinden istendiği şekilde amel edip muhsin oluyor, bu da Al­lah'ın kuluna ihsanını gerektiriyor.

3. İnsana takdir ettiği her bir şeyin Allah'ın ihsanından bir nevi olduğuna işaret eder. Fakat bu Allah'ın vâdettiği ihsanın dûrumundadır."[330]

Alûsî (ö. 1270/1853), bu âyetin tefsirini yaparken "amelde ihsanın karşılığı ancak sevapda ihsandır" dedikten sonra, kendisine kadar gelen haberlerin bir kısmına dayanarak tevhidim karşılığı ancak cennettir." şeklinde ifade ediyor.[331]

Yine aynı müfessir, Enes (r.a)'dan rivayet edilen şu hadisi rivayet ediyor: Rasûlullah (s.a.v) bu âyeti okudu ve şöyle buyurdu:

"Rabbinizin ne dediğini anlıyor musunuz?" Ashab;

"Allah ve Rasûlü daha iyi bilir" dediler. Buyurdu ki:

"Tevhid nimeti ile nimetlendirdiğim kimsenin mükafatı cennettir."[332]

Sûfıyye bu âyeti ihsan babında zikretti ve Cibril hadisi ile tefsir ederek şöyle dediler:

"O (ihsan) hakikatlerin (bütün) kısımlarını cem eden bir isimdir."[333]

İ. Hakkı Bursevî, (ö. 1137/1724) bu âyeti yukarıda söylenen­lere yakın manada açıkladıktan sonra Zünnûn-i Mısrî (ö. 245/ 859)'den bir kıssa nakleder.

Zünnûn-i Mısrî bir kış gününde münkir bir kadının kuşlara buğday verdiğini görür. Kadına (münkir olduğu için) bunun ken­disinden kabul edilmeyeceğini söyler. Kadın:

"Sen bir iyilik yap, kabul edilir veya edilmez (mühim değil) der." Sonra Zünnûn kadını Kabe'de görür. Kadın ona:

"Ey Zünnûn (verdiğim) buğday tanesine karşılık olarak Rabbim bana İslâm nimetini ihsan etti" der.[334]

Bu kıssada verilmek istenen, kâfirin iyi bir amelinin makbul ol­ması değil, kimin hidâyete ereceğinin önceden bilinmeyişidir. Kul hidayete giden yollara hazırlanırsa Rabbi ona o yolu müyesser kı­lar.

İbn Kesîr (ö. 774/1372) Rahman sûresinin 60. âyetini;

"Gü­zel davrananlara daha güzel karşılık, bir de fazlası vardır. Onların yüzlerine ne bir toz (kara leke) bulaşır, ne de bir horluk (gelir.) İş­te onlar cennet ehlidirler. Ve onlar orada ebedî kalacaklardır."[335] âyeti ile tefsir ettikten sonra başka rivayetlere de değinmekte[336] ve buradaki ve ziyadeti "bir de fazlası vardır" iba­resi ile Cemalullah'ın kastedildiğini ifade etmektedir.[337]

İnsanların dünyada işledikleri ameller ne kadar güzel olsa da uhrevî ihsanlarla mukayese edilmez. İnsanın ihsan üzere olmasının da Allah'ın bir lütfü ve ihsanı olduğunu ifade etmiştik. Bunun için insan yaptığı hasenatlar sebebiyle kibir denen illete yakalanmamalıdır.

İhsanın manalarından birinin de başkalarına iyilik yapmak ol­duğunu yukarıda görmüştük. İslâm insanın yapacağı iyiliği sınırla­mamış, iyi niyetle yaptığı ve meşru olan hemen hemen her işi iyilik olarak kabul etmiştir. Peygamberimiz bir hadiste: "İçinde güneş doğan her gün, insanların her bir mafsalı için bir sadaka gerekir. (Mesela) ikî kişi arasında adaletle hükmetmen bir sadakadır. Hay­vanına binmek isteyen bir kimseye yardım ederek hayvana bindir­men, yahut eşyasını hayvanına yüklemen bir sadakadır. Güzel söz bir sadakadır. Namaza giderken attığın her adım bir sadakadır. Yoldan eziyet verici şeyleri kaldırman dahi bir sadakadır"[338] buyu­rarak, Allah yolunda tüketilen ömrün bütün merhaleleri iyilik sayıl­mıştır.

İyiliğin zıddı kötülüktür. İnsan iyilikleri kolayca benimseyip onlara sahip çıktığı halde kötülükleri üstlenmekten kaçınır. İnsan iyilik ve başarıyı kendine mal ettiği halde, kendisinin sebep olduğu kötülükleri yüklenmek için bir suçlu arar. Aslında iyiliğe de kötülü­ğe de yönelen ve kesbeden kul, onları yaratan ise Allah'tır.

İyilik veya kötülük yaptığımızda karşılıklarını göreceğimiz gibi bunlara aracı olduğumuzda da karşılıksız bırakılmayacağız. Şu âyet bu durumu ifade etmektedir:

"Kim iyi bir işe aracılık ederse, onun da o işten bir nasibi olur. Kim kötü bir işe aracılık ederse onun da ondan bir payı olur. Allah her şeyin karşılığını vericidir." [339] 

İyiliğin karşılığının ancak iyilik olduğunu şu âyet bir kez daha hatırlatıyor:

"(Kötülükten) sakınanlara: 'Rabbiniz ne indirdi?' de­nildiğinde 'hayır (indirdi)' derler. Bu dünyada güzel davrananlara, güzel mükâfat vardır. Ahiret yurdu ise daha hayırlıdır. Takva sahip­lerinin yurdu gerçekten güzeldir!"[340].

"Kim bir iyilik getirirse ona bundan daha hayırlı karşılık vardır. Kim bir kötülük getirirse o kötülükleri işleyenler, ancak yaptıkları kadar ceza görür­ler."[341] işlediğinin layıkı ile ikab olunur. İyilik işleyen de, kötülük işleyen de kendisine yapıyor. Herkes ne yaparsa kendisine yapar.

"Kim iyi iş yaparsa faydası kendinedir, kim de kötülük yaparsa zararı yine kendinedir. Sonra Rabbinize döndürüleceksiniz. [342]

 

6. Kötülüğe Karşı İyilik Yapmak da İhsandır:

 

Biz bu başlığı korken bayağı zorlandık. Fakat bunun, adalet ve toplum hukuku açısından değil de fert planında kabulü, çok tabii ahlakî bir prensip olduğu, hatta İslâm'ın bütün yönleriyle yaşandı­ğı bir toplumda teşvik edilen bir davranış olduğu az bir araştırma sonucu kolayca ortaya çıkar. Bu vasıfla vasıflanmak çok zor bir olaydır. Kul ferdî ve şahsî bir kötülüğü affeder ve iyilikle mukabele­de bulunursa Allah'ın "affedici" sıfatından nasibini almış demektir.

Muhsin insanların en önemli vasıflarından biri öfkelerini yen­meleri ve insanları affetmeleridir. Bu konu ileride açıklanacaktır.

Kur'ân-ı Kerim, kötülüğe karşı iyilikle muamele etmeyi veya kötülüğü iyilikle savmayı teşvik etmektedir. Rad sûresinde, Allah'ın emrine itaat edenlerin birçok güzel hasletleri sayıldıktan sonra şöy­le buyurulmaktadır: "Yine onlar, Rablerinin rızasını isteyerek sab­reden, namazı dosdoğru kılan, kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve açık olarak (Allah yolunda)[343] harcayan ve kötülüğü iyilikle sa­van kimselerdir. İşte onlar var ya, dünya yurdunun (güzel) sonu sadece onlarındır." [344]

Ayetteki "Kötülüğü iyilikle savarlar" ibaresinden "kötülüğü ih­sanla savmak" anlaşıldığı gibi,[345] bîr kötülüğün sonunda iyilik ya­parak hemen onu silmek,[346] kendisine kaba ve çirkin davranana güzel muamele etmek,[347] şerri hayırla uzaklaştırmak,[348] kötülüğü iyilikle gidermek,[349] gibi manalar anlaşılabilir. Ama hemen hemen bütün manalar aynı merkezde toplanmaktadır: O da, kötülüğü iyi­likle savmak.

Başka bir âyette; "İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde önle. O zaman seninle aranda düşmanlık bulu­nan kimse, sanki candan bir dost olur."[350] buyurularak kötülüğün en güzel hasletlerle önlenmesi emredilmiştir. En güzel haslet, gazaba sabır, cehalete hilm, kötülüğe af ile karşılık verme olabilir.[351]

Bir başka âyette ise; "İşte onlara sabretmelerinden ötürü mükâfatları iki defa verilecektir. Bunlar kötülüğü iyilikle savarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan da Allah rızası için harcarlar."[352] buyurularak yukarıdaki âyetler destekleniyor. Demek ki, kötülüğü iyilikle savmak muhsin mü'minlerin en güzel vasıflarındandır ve bu da bir ihsandır. Şayet iyilikle mukabele etmeseler bile kötülüğe kötülükle karşılık vermezler. Yukarıdaki âyetin he­men akabindeki âyette; "Onlar boş söz işittikleri zaman ondan yüz çevirirler ve: Bizim işlerimiz bize, sizin işleriniz size. Size selâm ol­sun. Biz kendini bilmez (cahilleri arkadaş edinmek) istemeyiz der­ler" buyurularak bu durum açıklanıyor.

Peygamberimiz (sav); "Size iyilik yapanlara karşılık iyilik yapmak, kötülük yapanlara da kötülük yapmak yükseklik değildir. Asıl yük­seklik, size zulmedenlere, kötülük yapanlara karşı da kötülük etmeyip iyilikte bulunmaktır"[353] buyurarak bu duruma biraz daha açık­lık getirmiştir. Fakat bu hadis yanlış anlaşılmamalıdır. Yani zulmedenlere iyilikle karşılık vermek zâlimin zulmünün artmasını veya en azından devamını sağlamaz mı? diye bîr soru aklımıza gelebilir. Konunun başında söylediğimiz gibi buradaki kötülük ve zulüm ferdî ve şahsîdir. Yani muhafazası ile emrolunduğumuz canı, malı, dini, ırz, namus ve nefs gibi değerlere karşı değil de, basit birtakım söz ve davranışlarla ilgilidir. Ama bu önemli değerleri korumada bile en güzel şekilde ve meşru yollarla müdafa emri hepimizce ma­lumdur!

Hasılı bütün bu naslardan anlaşılıyor kî, kötülüğe iyilikle mu­kabelede bulunmak da bir nevi ihsandır. "İyiliğe iyilik her kişinin kârı, kötülüğe iyilik er kişinin kârı" sözü dilimizde bir darb-ı mesel haline gelmiştir. İslâm tarihinde bu şekilde hareket eden sayısız Al­lah erleri vardır. Çünkü onlar Allah ve Rasûlü'nün yolundan git­meyi kendilerine şiar edinmişlerdir.

İyilikle gönül[354] kazanmak, insanların İslâm ile müşerref olma­larını sağlamıştır. Çünkü iman her şeyden önce gönül işidir.[355]

 

2- İHSAN NASIL VE KİMLERE YAPILIR?

 

1. İhsan Nasıl Yapılır?

 

Burada ihsanın başkalarına iyilik etmek manasını kastederek bu başlığı koyduk. Bu manada ihsan iki şekilde yapılır:

1) Malî imkânı yerinde olan bir kimsenin farz olan zekatın dı­şında ihtiyaç sahibi kimselere yaptığ infak ve in)am şekliyle: Bu konuda sırf Cenab-ı Hakk'ın rızasını kazanmak ve başkalarına iyilik yapmak gayesi ile ceddimiz sayısız vakıflar kurmuş; medreseler, mescidler, Dâruş Şifa'lar, Dâru’l Aceze’ler, Daru’l Eytam'lar ve aşevleri inşâ etmiştir. İslâm'ın hâkim olduğu zamanlar­da bu kurumlar yeryüzünü süslemiştir. Bütün bunların temelinde, yaratandan ötürü yaratılana şefkat vardır.

İnsan kendisine ihsan edilen yapıp edebilme gücü nisbetinde mes'uldür. Hesap gününde insanlar sadece yaptıklarından değil, iyiliği yapma iktidarı olup da bilerek onu fiil sahasına çıkarmayanlar da kanaatimizce çok hesaba çekilseler gerekir. Şu âyet buna delil­dir:

"Rabbimiz! Bizi buradan (cehennemden)[356] çıkar. Eğer bir daha (ettiklerimize)[357]dönersek, artık belli ki biz zâlim insanlarız."[358]

Bilfiil başkalarına iyilik yapma ve infak etmenin gereğini bildi­ren âyet ve hadisleri yukarıda ihsan kavramına yakın anlamda diğer

kavramları işlerken vermiştik. Burada tekrar etmeyeceğiz. Şu kadar var ki, başkalarına iyiliğin geçerli olabilmesi için, İyilik edenin iman etmiş olması şarttır. İnanmayan bir kimsenin iyi niyetli olması bile bir mana ifade etmez. Kur'ân'da; "İnkar edenlerin ve Allah yolun­dan akıkoyanların işlerini Allah boşa çıkarmıştır."[359] buyurularak bu durum açıklanıyor. Başka bir âyette: "Onların (kâfirlerin) yaptıkları herbir (iyi) işi ele alırız,[360] onu saçılmış zerreler haline getiririz (değersiz kılarız)."[361] buyurularak bu fikir destekleniyor.

İhsan nasıl yapılır? sorusuna verilecek en güzel cevap, ihsan mefhumunun fiil olarak hayata geçirilmesidir. Aslında insanın İslâm'ı öğrenip onu yaşaması ve Allah'ın ahlakıyla ahlâklanıp, O'nun boyası ile boyanması[362] ihsanın en güzel şeklidir.

II) İhsân'ın yapılış şeklinin ikinci kısmı ise, birinci şıkka gücü yetmeyenin, insanlara güzel muamelede bulunmalarıdır. Kur'ân'da;

"Güzel söz ve bağışlama, arkasından incitme gelen sadakadan daha iyidir. Allah zengindir, acelesi de yoktur."[363] buyu­rularak bu durum izah ediliyor.

Cenab-ı Hak insanların ekonomik seviyelerinin eşsiz hikmeti­nin gereği eşit olmasını murat etmemiştir. Şu âyet bunu en güzel şekilde ifade ediyor:

"Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz paylaştırdık. Birbirine iş gördürmeleri için kimini ötekine derecelerle üstün kıl­dık. Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlı­dır."[364]

İnsanların maddî durumlarının birbirine denk olmaması tabiî olduğuna göre, fakir insan diğerine nasıl ihsanda bulunacak? İşte bu sorunun cevabı âyet ve hadislerle izah edilip açıklanmıştır. Gü­zel bir söz ve bağışlamanın, başa kakılan sadakadan daha hayırlı ol­duğunu bildiren âyet-i kerimeyi yukarıda zikretmiştik. Hadislere gelince: Ebu Hureyre (r.a)'dan:

"Fakir muhacirler bir gün Peygamber’e geldiler ve Zenginler yüce dereceleri, ebedî nimetleri kazandılar’ dediler. Peygamber (s.a.v):

'Ne yaptılar?' deyince;

'Onlar bizim gibi namız kılıyor, bizim gibi oruç tutuyor ve fazla olarak sadaka veriyorlar; biz veremiyoruz. Onlar köle azad ediyorlar; biz yapamıyoruz. dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v):

'Size bir şey öğreteyim ki, bu sayede sizden önde gidenlere yetişesiniz; hatta ileride geçersiniz. Sizden sonra sizin yaptıklarınız gibi yapmadıkça kimse sizden efdal olamaz' buyurdular. Onlar da:

'Evet öğretiniz ya Rasûlallah!' dediler. Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem:

'Her namaz sonunda otuz üç defa Sübhânallah, Allâhu Ekber, Elhamdülillah dersiniz' buyurdu. Bir müddet sonra fakir mu­hacirler tekrar gelerek:

'Ya Rasûlullah! Zengin kardeşlerimiz bizim yaptıklarımızı işitmişler, bizim gibi yapmaya başladılar' dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v):

'Artık bu, Allah'ın bir fazl-u keremidir ki, onu dilediğine ve­rir' buyurdular.[365]

Bu hadisten anlaşılıyor ki âyetlerde de ifade edildiği gibi hayır­da yarışma vardır.[366] Efdaliyetin maddî şeylerde olmadığı da vurgu­lanmak isteniyor.

İhsanın nasıl yapılacağını kısaca özetlersek; maddî durumu ye­rinde olan maddî durumuna göre, servetinin icab ettirdiği şekilde aşağıdaki sınıfların öncelik sırasına göre yapacaktır. Ekonomik du­rumu müsait olmayanlar ise ilmi varsa ilmiyle, kuvveti olan gücü ile, hitabeti güçlü olan İslâm'ı tebliğ ile ihsanda bulunabilir. Bu misalleri hayli çoğaltabiliriz.[367]

Gerek kendinize, gerekse başkalarına ne şekilde yardım gereki­yorsa o şekilde halis bir niyetle yardım etmek mü'minin yapması gereken aslî görevlerdendir.

Biz yanlış bir telakki ile Hakk'ın rızasını sadece hukukullah'in edasına hasretmişiz. Halbuki kul hakkına riayet etmeden Allah'ın rızası mümkün değildir.[368]

 

2. İhsan Kimlere Yapılır ?

 

a) Ebeveyne

 

Kur'ân-ı Kerim incelendiğinde, bir kısım âyetlerde, tek olan Allah'a ibadet edip O'na hiçbir şeyi şirk koşmama emrinden sonra, anaya babaya itaat etme ve onlara ihsanda bulunma emrinin geldi­ği görülmektedir. Şöyle ki: "Rabbin sadece kendisine kulluk etme­nizi, ana babanıza iyi davranmanızı (onlara ihsanda bulunmanızı)[369] kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi yaşlanır­sa kendilerine (sıkıntı gördüğün anda olsa da)[370] 'öf bile deme; on­ları azarlama (onların sözlarini red veya tekzîb etmek suretiyle)[371]; ikisine de güzel söz söyle!"[372]. Bu âyetten, ana babaya iyilik ve ihsanda bulunmanın farz olduğu anlaşılmaktadır. Bunu destekleyen başka bir âyet-i kerimede şöyle buyuruluyor:

"De ki, gelin Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım: O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana babaya iyilik edin. (Velev ki müşrik olsalar da. Sizi şirke teşvik etmediği müddetçe)"[373] âyetin devamı diğer ya­sakları beyan etmeye devam ediyor. Burada Allah (c.c.) ana babaya itaati terketmenin kötülüğünü beyan için [374] (haram kılınanlar ara­sında zikretti). O halde ana babaya itaat farz, terki haramdır.

Ana babaya itaat, hizmet ve hürmet bütün ilâhî dinlerin şeria­tında emredilmiştir. Tevrat'ta tevhid öğretiminden sonra şöyle de­nilmektedir: "Babana ve anana hürmet et, ta ki, Allah'ın Rabbin sana vermekte olduğu toprakta ömrün uzun olsun."[375]. Bir başka yerde: "Her adam kendi anasından ve baba­sından korkup cumartesi günlerini gözetesiniz. Allah'ınız rab be­nim!"[376]       

İncil'de de bu konu üzerinde durulmuş ve bu hükümlere uyul­ması tekrar tekrar istenmiştir:

"Zira Allah dedi: 'Babana ve anana hürmet et' ve; 'Babaya ve yahut kötü söyliyen mutlaka öldürülsün. Fakat siz diyorsunuz: Kim babasına yahut anasına: Benden sana faide olacak şey vakfedilmiştir, derse, babasına hürmet etmiyecektir. Ve siz ananeniz ile Allah'ın sözünü bozmuş oldunuz. Ey ikiyüzlüler!.." [377]      

Bu iktibaslardan anlaşıldığı gibi, önceki dînlerin şeriatında da ana babaya itaat ve ikramın önemli bir emir olduğu görülmektedir.

Ana babaya ihsan, güzel sözle, fiille ve ihtiyaçları anında onlara (gereğince) infak etmek suretiyle olur.[378] Allah ebeveyni insanın yokluk âleminden varlık âlemine çıkmasına bir sebep kıldığı için onlara ihsan etmek gerekir.[379] Allah'ın ebeveyne ihsanı kendi tevhi­di ve ibadeti yanında zikretmesi; ebeveynin çocuklar üzerindeki hakkının büyüklüğüne işarettir.[380]

Mekkî sûrelerde, sadece Allah'a ibadet etmek ve O'na eş koşmamakla birlikte, yalnızca ana babaya ihsanda bulunma emredilirken Medine'de inen bazı âyetlerde bu ihsan halkası genişletilmiştir:

"Allah'a ibadet edin ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana baba­ya, akrabaya, yetimlere, yoksullar... ihsanda bulunun; Allah kendini beğenen ve daima böbürlenip duran kimseyi sevmez."[381]

Buradaki ebeveyne ihsan, onların hizmetlerini yapması, onlara nazik konuşması ve onların isteklerini gerçekleştirmesi için çalışma­sıdır.[382]

Ebu Hureyr (ra)'dan rivayet edildiğine göre: Bir adam:

"Ya Rasûlallah! Benim kendisiyle sohbet etmeme en çok hakkı olan kimdir?" diye sordu. Hz. Peygamber (s.a.v):  "Annendir, sonra an­nendir, sonra annendir; sonra da babandır. Sonra da derece derece yakın olanlarındır."[383] buyurdu.

Yine Ebu Hureyre (r.a)’ın rivayet ettiği başka bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

"Burnu yerde sürtülsün; burnu yerde sürtülsün; burnu yerde sürtülsün."

"Kimin ya Rasûlallah?" denildi; Hz. Peygamber:

"Yaşlandıklarında anasına babasına, on­lardan birine, yahut her ikisine de yetişen, fakat onlara iyilik etme­diği için cennete giremeyen kimsenin..."[384]

Yukarıda verilen naslardan anlaşıldığı gibi ana babaya itaat ve ihsan İslâm'ın en önemli esaslarındandır. İhsan, kısaca ana babaya iyilikle muamele,[385]  Cenab-ı Hakk'tan sonra iyiliğe, teşekküre, ihsana, şefkate en lâyık olan ebeveyndir.[386]

Ana baba çocuğunu Allah'a isyana teşvik etmedikçe meşru her emrine uyması gerekir. Ana baba için mağfiret talebinde bulun­mak, iyiliklerine dua etmek, bizzat Kur'ân'ın emridir.

"Ey Rabbimiz! (Amellerin) hesap olunacağı gün beni, ana babamı ve (bü­tün)[387] mü'minleri bağışla!"[388]

İslâm bu itaat prensibini korken öyle bir sosyolojik dengeyi he­deflemiştir ki, biraz düşünen insanı hayretler içinde bırakır. Çünkü toplumun temelini çekirdek aile oluşturur. Her fert yaşadığı müd­detçe ve ruhsal veya fiziksel bir engel bulunmadıkça ana yahut ba­ba olmak durumundadır. Bu sebeple ebeveyne yapılan her iyilik ve ihsan, dolayısıyla insanın kendisine yapılıyor demektir. Uhrevî mükâfaatının sınırsızlığı yanında, dünyevî ecri peşindir. Sosyal bir olgu olarak ebeveynimize yaptıklarımızın mislini veya fazlasını ço­cuklarımızdan göreceğimiz kaçınılmazdır.

Netice olarak diyebiliriz ki, ebeveynimiz Allah korusun müşrik de olsalar, ikramda bulunmak zorundayız. Hz. Ebu Bekir'in kızı Esmâ (ranha)'dan rivayet edilmiştir: "Kureyş zamanında, Hz. Peygamber (s.a.v)'in onlarla anlaşmalı bulunduğu sıralarda annem bir müşrik olarak beni ziyarete geldi. (Ben onu evime kabul etmekten çekinerek) Hz. Peygamber'in fikrini sordum ve 'Yâ Rasûlallah! An­nem beni görmek isteyerek bana geldi. Anneme sıla edeyim mi?' dedim. Peygamber (s.a.v): 'Evet, annene sıla ve iltifat et!’ buyurdu.[389]

 

b) Akrabaya İhsân

 

Kur'ân nazil oldukça ihsan halkasının da genişlediğini yukarı­da ifade etmiştik. Tabu ki İslâm örnek toplumu ilk defa oluşturur­ken emir ve yasaklar da peyderpey tedricî olarak gelmiştir.

İlim ehlince malum olduğu gibi önce itikadı âyetler gelmiş, da­ha sonra amelî hükümler nazil olmuştur. Dünyada iken cennetle müjdelenen insanların bulunduğu bir toplumun oluşması hiç de kolay olmamıştır. Sağlam akide üzerine bina edilen bir toplumda yaşayan bireylerin karşılıklı hak ve hukuklarına riâyet edilmesi tabiîdir. Akrabaya ihsan da böyledir.

Akraba, insanın içinde doğup büyüdüğü ailenin biraz daha ge­nişletilmiş yelpazesidir. Bu yakınlık hem ana, hem baba tarafından olabilir[390] Akrabaya ihsan demek, akrabalık bağı olan herkese sılayı rahim yapmak[391] (zaman zaman onları ziyaret ederek, onlarla akra­balık ilişkilerini kesmemek) ve başka meşru yollarla ikramda bulun­maktır.[392]

Akrabalık bağlarını kesmek, şu âyette ifade edildiği gibi yeryü­zünde bozgunculuk çıkaranlarla birlikte zikredilmiştir:

"(İslâm'dan yüz çevirip) geri dönerseniz[393] yeryüzünde bozgunculuk yapmaya ve akrabalık bağlarını kesmeye dönmüş olmaz mısınız?"[394]

Yukarıdaki âyette akrabalık bağlarının kesilmesi, bir nevi İslâm dışı âdet olarak ifade edilmiştir.

Rahim veya sulb yönünden bütün yakınları ifade eden akraba­ya iyilik ve ihsanda bulunmak İslâm'ın bir emridir, Bu emir âyet ve hadislerle belirlenmiştir. "Muhakkak ki Allah adaleti, iyiliği ve ak­rabaya yardım etmeyi emreder..."[395] âyetinde üç önemli emir arasına akrabaya ihsan da girmiştir.[396]

Yakınları ile akrabalık bağlarını korumaya itina göstererek, on­lara gücü nisbetinde iyilikte bulunmak, her kâmil mü'minin aslî görevlerindendir. İslâm'ın temelinde iyilik yapma işi, ailenin özün­den başlayıp dışa doğru genişleyerek devam eder. Yukarıdaki âyette geçen adalet ve ihsan kavramlarının içinde akrabaya iyilik etmekle mündemiç iken, önemine bûnaen ayrıca zikredilmiştir.[397]

Akrabaya ihsanla ilgili onlarca âyet-i kerime vardır. Bunlardan bazıları şöyledir:

"Sana (Allah yolunda) ne harcayacaklarını soru­yorlar. De ki: "Maldan harcadığınız şey ebeveyn, yakınlar, yetimler, fakirler ve yolcular için olmıalıdır. Şüphesiz Allah yapacağınız her hayrı bilir."[398]

"Onlar (Allah'ın ahdini yerine getiren mü'minler) Allah'ın gözetilmesini emrettiği şeyi gözeten, Rablerinden sakınan ve kötü hesaptan korkan kimselerdir."[399]

Müfessirler buradaki "Allah'ın gözetilmesini emrettiği şeylerden" maksat akrabalık bağlarını kesmemek olarak yorumlamışlar­dır.[400] Bu âyetten hemen birkaç âyet sonra bu bağı kesenlerin akı­beti bildirilmiştir:

"Allah'a verdikleri sözü kuvvetle pekiştirdikten sonra bozanlar, Allah'ın riayet edilmesini emrettiği şeyleri (akraba­lık bağlarını)[401] terk edenler ve yeryüzünde fesat çıkaranlar; işte on­lar lanet içindedir. Ve kötü yurt (cehennem) onlarındır."[402] Ebeveyne bakmak ilk görevimizdir. Diğer akrabalarımız onları takib eder ve bu şekilde "yakın olanlar diğerlerinden daha yakın­dır" kuralınca infak ve ihsan vacip olur. Bunların dışındakiler zekat ve sadaka ile yardım olunur.[403]

Ebu Eyyub el-Ensârî'den rivayet edilen bir hadis-i şerifte bîr kimse Rasûlullah (s.a.v)'e:

"Yâ Rasûlallah! (Kendisi amel edince) beni cennete girdire­cek bir amel söyle!" demişti. Mecliste bulunanlardan birisi: "Buna ne oluyor, ne dileği var ki?" deyince, Hz. Peygamber (s.a.v):

"Nesi olacak? O ihtiyaç sahibidir" (buyurup sorana karşı):

"Allah'a ibadet eder, O'na hiç bir şeyi ortak koşmazsın. Namazı dosdoğru kılar zekatı verirsin. Akrabalık haklarını gözetir, onlarla alâkayı kesmezsin!"diye cevap verdi.[404]

Müslüman, hayatını tanzim eden bütün ölçüleri Allah ve Rasülünün belirlediğine yakınen inanır.[405] Akrabaya ihsan ve onları gözetmek de Allah ve Rasülünün belirlediği esaslardandır. O halde muhsin bir mü'mine düşen; akraba ile güzel alâkayı meşru ölçüler dahilinde devam ettirmek, onlarla ilişkileri kesmemektir:

"Ey in­sanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve iki­sinden birçok erkek ve kadınlar üretip yayan Rabbinizden sakının. Adını kullanarak birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık haklarına riayetsizlikten de sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözetleyicidir."[406]

 

c) Yetimlere İhsân

 

Yetim, çocuğun buluğ çağından önce babasından ayrı kalması­dır.[407] Yani babası veya ana babası, her ikisi birden olmayan çocuklardır. Peygamberimiz (s.a.v)' de aynı durumda yetim kalmıştı. Kur'ân'da; "O seni yetim bulup barındırmadı mı?" buyurularak bu durum ifade edilmektedir [408]

Kur'ân-ı Kerîm'in; "Haksızlıkla yetimlerin mallarını yiyenler, şüphesiz karınlarına ateş tıkanmış olurlar; zaten onlar alevlenmiş ateşe gireceklerdir.”[409] âyeti nazil olunca, insanlar ye­timlerle karışık durumda yaşamaktan ve onların mallarına bakmayı üstlenmekten sakınır oldular. İş zor göründü. Rasûlullah'a duru­mu arzettiler, sonra şu âyet nazil oldu:

"...Sana yetimler hakkında soruyorlar. De ki: Onları iyi yetiş­tirmek (istikballerini gözeterek, işlerine bakıp, kendilerini eğitim, öğretim ve mallarını nemalandırmak,[410] yüz üstü bırakmaktan) da­ha hayırlıdır. Eğer onlarla yaşarsanız (unutmayın ki) onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah işleri bozanla düzelteni bilir. Eğer Allah dileseydi sizi de zahmet ve meşakkate sokardı. Çünkü Allah güçlü­dür, hakimdir."[411] Müfessirler bu âyetin Nisa sûresi onuncu âyetinden sonra nazil olduğunda ittifak halindedirler.[412]

Yetimlere karşı nasıl davranılacağını da şu âyet belirliyor: "Sen­den kadınlar hakkında fetva istiyorlar. De ki, onlara ait hükmü size Allah açıklıyor: Kitap'ta kendileri için yazılmış (mirası)[413] vermeyip nikahlamak istediğiniz yetim kadınlar, çaresiz çocuklar ve yetimlere karşı âdil davranmanız hakkında (sûrenin evvelinde)[414] size okunan âyetler (Allah'ın hükmünü apaçık ortaya koymaktadır)[415] Hayırdan ne yaparsanız şüphesiz Allah onu bilmektedir."[416].

Bir hadis-i şerifte, Rasûlullah (s.a.v)' şehadet parmağı ile orta par­mağını işaret ederek; "Ben ve bir yetimin geçimini üstüne alan kimse, cennette böyleyiz"[417] buyurarak yetimi koruyup kollamanın ne derece önemli olduğunu ifade etmiştir.

Bütün bu naslardan anlaşılıyor ki, İslâm dini yine toplumun huzur ve refahını sağlamak amacıyla, gerek savaşlarla, gerekse baş­ka sebeplerle yetim kalan çocukların hayatlarını teminat altına al­mıştır. Onların bakım, eğitim ve yetişmelerini yakın akrabalardan başlamak üzere onların veliliklerini üstlenen kimselere vermiştir.

Onların malları varsa, velilerinin nasıl tasarruf edeceklerini, veliler fakir, yetimler de zengin ise fakir velilerin onların mallarından nasıl istifade edeceklerini İslâm hukuku tek tek açıklamıştır.[418]

 

d) Fakir ve Miskine İhsân

 

Fakir, çalışabilir durumda olup çalışan, ama herhangi bir se­beple çocuklarının geçimini temin edemeyen kimsedir. Miskin ise çalışmaya gücü ve takati olmayan fakir kimsedir. Bu durum Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle açıklanıyor: "(Yapacağınız hayırlar) kendi­lerini Allah yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç için dolaşa mayan[419] (muhacir)[420] fakirler için olsun. Bilmeyen kimseler if­fetlerinden dolayı[421] onları zengin zanneder. Sen onları sımalarından tanırsın. Çünkü onlar yüzsüzlük ederek istemezler. Yaptığınız her hayrı muhakkak Allah bilir."[422]

Fakir ve miskine zekatın dışında yardım edilmesini emreden birçok âyet vardır. İslâm inancında her şeyin gerçek sahibi Allah'tır. Allah'a ait bir şeyin Allah adına, Allah'ın fakir kullarına verilme işi demek olan fakirlere ihsanda bulunmak her aklı başında mü'minin erdemlilik görevidir.

İslâmiyet fakirleri gözetme işini sadece fertlere bırakmamış; bizzat bu görevi toplumdan önce İslâm devletine yüklemiş, Beytülmalden onlara belirli bir pay ayrılmasını istemiştir. "Allah'ın (fethedilen) ülkeler halkından peygamberine verdiği ganimetler, Allah, Peygamber, yakınları, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir... (Allah'ın verdiği bu ganimet malları) yurtlarından ve mal­larından uzaklaştırılmış olan Allah'tan bir lütuf ve rıza dileyen (sa­dece Allah sevgisiyle orayı terkeden)[423] Allah'ın dinine ve peygam­berine yardım eden, fakir muhacirlerindir.[424] İşte doğru olanlar bunlardır." [425]

Fakir muhacirlerin Allah'ın dinine ve Rasûlüne yardım etmele­ri, Allah yolunda cihad etmeleridir.[426] Önceleri bir kısmı zengin oldukları halde sırf rızay-i Bari uğruna fakir düşen bu muhacirler, Al­lah yolunda cihad ile, söz ve fiillerinde sadakat göstererek Allah'ın rızasını kazanmışlardır."[427]

Bu âyetlerden gerçekten fakir olan kimselere ihsan etmenin ge­rekliliği ile beraber, muhacir ashabın yaptığı gibi fakirlikle de Al­lah'ın rızasının kazanılabileceğini anlıyoruz. Aynı zamanda yukarı­da geçen âyetlerden şu özellikleri taşıyan fakirlerin övüldüklerini de anlıyoruz:

1. Allah yolunda cihad ederek ve Allah'ın razı olduğu işleri ya­parak kendilerini Allah'a adayan fakirler.[428]

2. Bu ulvî meşguliyetlerinden dolayı yeryüzünde fazla kazanca fırsat bulamayanlar.[429]

3. Allah'ın sevgisi ve rızası uğruna herşeyini feda edebilenler.[430]

4. Fakir oldukları halde iffetlerinden feraset sahibi dışındakilere bu durumu sezdirmeyenler.[431]

Günümüz toplumunda bu şartları taşıyan fakir mü'minleri bul­mak zor olduğu gibi, bunları ferasetle keşfedip gereğince ihsan edecek zengini görmek de kolay değildir. Bu özellikleri taşıyan fa­kirleri ancak Kur'ân'ın ilmek ilmek dokuduğu örnek toplumda ara­malıdır.

İhsan edilecek fakirin bu özellikleri taşıması tercih sebebidir. Yoksa ihsanda bulunmak için fakirde illa ki bu şartlar aranır diye bir kayıt yoktur. Hatta bir beldede yardım edilecek bir mü'min yoksa ehl-i kitaba bile yardım edilebilir.

Aslında kul olan her insan bir yönüyle fakirdir. Çünkü varlığı­nın idamesi için birşeylere muhtaçtır! İhtiyacı olmayan ve gerçek zengin olan Cenab-ı Haktır: "Allah zengindir. Siz ise fakirsiniz."[432] Allah'ın bize ihtiyacı yoktur. Biz ona muhtacız.[433]

Bizim fakir ve miskinlere ihsandan kasdettîğimiz, ihtiyacı az olanın fazla olana yardım etmesidir. Bu durum İslâm toplumunun oluşumunda önemli bir unsurdur.

Fakr-u zaruret karşısında sabreden ve şükreden mü'min her zaman övülmüştür. Ama şu bir gerçektir ki, bu durumun zaman zaman yanlış anlatılıp yanlış kavranması sonucu, müslüman toplumun ekonomik gücü başkalarının eline geçmiş, müslümanların ço­ğu zillet içine düşmüştür.

Helâlinden kazanmanın ibadet sayıldığı dinimizde fakirlik özendirilmemeli, "veren elin alan elden üstün olduğu"[434] düsturu her zaman hatırlatılmalıdır.

Asıl mal sahibini Cenab-ı Hak olarak telakki eden muhsin, her halükârda fakirlere ihsan etmeden duramaz. Zaten ihsanı sebe­biyle muhsin adını almıştır.[435]

 

e) Komşuya İhsan

 

İhsan edilme halkamızın beşincisini komşuya ihsan oluştur­maktadır. Yakın veya uzak komşuya maddî veya manevî manada ik­ramda bulunmak da bir ihsan olup bîr emr-i ilâhîdir.

Kur'ân-ı Kerim'de Nisa sûresi 36. âyette geçen "Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya...iyi davranın" şekliyle sadece burada geçiyorsa da, hadislerde bu iş biraz daha tafsilatlı anlatılmıştır.

Buradaki "yakın komşu" terimini bazı müfessirler soy bakımın­dan komşuluk ve "uzak komşu" terimini de din bakımından kom­şuluk olarak açıklarken;[436] bir kısım müfessirler "yakın komşu" teri­miyle ev yakınlığı ve akrabalık yönüyle komşuluk; "uzak komşu" terimiyle de, evi uzak veya akraba olmaz yahut gayrimüslim olur, şeklinde yorumlamışlardır.[437]

Her ne suretle yakınlığı olursa olsun, bu âyet[438] bize komşuya ikram etmenin gereğini açıkça beyan etmektedir.

Hz. Aişe (r.a)'dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte Rasûlullah (s.a.v); “Çibril bana komşuyu o derece tavsiyede bulundu ki, onu mutlaka bana mirasçı yapacak sandım"[439] buyurdu. Ebu Zerr el-Gıfarî'nin rivayet ettiği bir hadiste ise Rasûlullah (s.a.v) Ebu Zerr'e hitaben: "Çorba pişirdiğin zaman suyunu çok koy, sonra komşula­rından bir ev halkına bak ve kendilerine ondan ma'ruf üzere ver!"[440] buyurarak komşuya ihsanın önemini ifadeyle "... Allah'a ve âhiret gününe iman eden komşusuna ikram etsin.,[441] diyerek bu tavsiyeleriyle yukarıdaki âyeti teyid etmiştir.

İslâm'ın şeraitini benimseyen her müslümanın komşusuna iyi­lik ve ikramda bulunması gerekir. Aynı zamanda onlarla hoş geçin­menin yollarını aramalıdır. Tarih sayfaları İslâm toplumunun fertle­ri arasında geçen güzel örneklerle doludur. Hz. Ali (r.a)'dan mervî güzel bir söz vardır: "Güzel komşuluk, ona yalnız zararını dokun­durmamak değil, ondan gelecek eziyete karşı sabretmektir."[442]

Yukarıdaki âyet ve hadislerin her biri komşunun hakkını tanıt­mak ve o hakkı korumaya teşvik içindir.

Bir hadis-i şerifte belirtildiğine göre komşu üçtür. Birisinin üç hakkı vardır; komşu hakkı, yakınlık hakkı, İslâm hakkı. İkincisinin iki hakkı vardır; komşu hakkı ve İslâm hakkı. Üçüncüsünün bir hakkı vardır; komşu hakkı ki bu ehl-i kitaptan ve müşrik komşu­dur.[443]

Komşuya ihsanda bulunmanın en alt derecedeki durumu kom­şunun herhangi bir şekilde senden bir kötülük görmemesidir.

Tirmizî'nin (ö. 297/909) hasen garib olarak rivayet ettiği bir hadiste Rasûlullah (sav):

"Allah indinde arkadaşın en hayırlısı arkada­şına hayırlı olandır. Komşunun en hayırlısı da komşusuna hayırlı olandır."[444] buyurmuştur.[445]

 

f) Yakın Arkadaşa İhsan

 

Nisa sûresi 36. âyette ihsanda bulunulacak kimselerin altıncısı­nı yakın arkadaşa ihsan teşkil etmektedir. Ayette geçen sahibi bi'l cenbi terimi, yanındaki arkadaşa (iyilik) ki, eğitim öğretim, tasar­ruf, zenaat, yolculuk gibi herhangi bir hayırlı işte eşlik eden arka­daş ve yoldaş demektir. Bu anlam karı kocayı bile kapsamaktadır.[446]

Taberî (ö. 310/922) âyetin bu kısmını açıklarken, müfessirlerin bu kısmın manasında ihtilaf ettiğini, bir kısmı sadece "yol arka­daşlığı" olarak yorumlarken; bazıları bunu kadın (hanım) olarak açıklamaktalar, diyor.[447] İbn Kesir (ö. 774/1374) buna Said b. Cübeyr'den gelen bir rivayeti naklederek "sâlîh arkadaş" yorumunu ekliyor.[448]

İlgili âyetin bu bölümü ne şekilde açıklanırsa açıklansın, bizim kısa bir süreyle de olsa hemdem olduğumuz arkadaşa iyilik ve ihsanda bulunmamız kaçınılmaz bir durumdur.

Esasında arkadaşlık basit bir olay değildir. Arkadaşlıklarla dost­luk kazanılır. Kiminle dostluk kurup arkadaşlık edileceğine dikkat edilmelidir. Aksi halde şu âyetin hitabına kulak tıkanmış olunur:

"Yazık bana! Keşke falancayı dost edinmeseydim. Çünkü zikir (Kur'ân)[449] bana gelmişken hakikaten beni ondan saptırdı. Şeytan insanı yüzüstü bırakıp rezil rüsvay eder."[450]

Ayet-i kerimelerin sebeb-i nüzulünde[451] Mekke müşriklerinden Utbe b. Ebi Muayt ile Ubeyy b. Halefin dostluk ve arkadaşlıkla­rından ve Utbe'nin arkadaşının kendisini saptırdığını ve bundan onun sözünü dinlemesi sebebiyle pişman olacağı tasvir ediliyorsa da hüküm geneldir. Tabii ki son pişmanlık fayda vermez.

Arkadaşa ihsan konusunda, Abdullah b. Ömer (r.a)'ın Rasûlullah (s.a.v)'den rivayet ettiği bir hadis-i şerifte;

"Allah indinde arkada­şın en hayırlısı arkadaşına hayırlı olandır..." buyurulmuştur.[452]

Ashab-ı kiram bir bakıma Rasûlullah (s.a.v)'in arkadaşları idi. Al­lah Rasûlü'nün onlara nasıl davrandığı ilim ehlince malûmdur. Bu durumu Kur'ân-ı Kerim şöyle açıklamaktadır:

"O vakit Allah'tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yü­rekli olsaydın hiç şüphesiz etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet, bağışlanmaları için dua et;[453] iş hakkında onlara danış.[454] Kararını verdiğin zaman da artık Allah'a dayanıp güven. Çünkü Al­lah kendisine dayanıp güvenenleri sever."[455]

Ayette açıklananların hepsi bir nevi ihsandır.[456]

 

g) Yolcuya İhsân

 

Yolcuya ihsan etmek de İslâm'ın şiârındandır. Âyetteki ibni's sebîl teriminde de müfessirler değişik görüşler beyan etmişlerdir. Taberî, Katâde'den (ö. 117/735) gelen bir rivayetle bu terimi "yolcu" olarak açıklarken Mücahid'den (ö. 103/720) gelen bir ri­vayete dayanarak "hazarda ve seferde misafir" olarak açıklamıştır.[457]

Alûsî (ö. 1270/1853) "yolcu veya misafir"[458] derken; Hazin (ö. 741/ 1340) "misafir" olarak yorumlamış, Medarik "garib veya mi­safir" diye açıklamıştır.[459] Aslında "yolcu" ve "misafir" arasında an­lam yakınlığı vardır; her yolcu misafir olabilirken, her misafir yolcu olmayabilir.

Yolcu; sefere çıkan, yahut iyilik ve faydalı bir iş için yolculuk yapan ve gittiği yere yardımsız olarak ulaşamayan kimsedir. Cihad yolculuğu gibi. Yolculara, vatanlarında zengin de olsalar yolculuk esnasında muhtaç düşmüşse, gideceği yere ulaştıracak kadar zekât verilir.[460] Tabii ki zengin olanlar memleketlerine dönecek kadar pa­rayı mümkünse borç bulsa daha güzet olur.[461]

 

h) Köle, Câriye ve İşçilere İhsan

 

Çeşitli sebeplerle temel hak ve hürriyetleri elinden alınarak bir meta haline getirilen insanın erkeğine köle, kadınına cariye denir.[462] Bu sebepler arasında savaş ve köle asıllı olmak sayılabilir. İşçiler ise belirli bir ücret mukabilinde belirli anlaşmalar doğrultusunda ve yi­ne belli bir zaman diliminde çalışan insanlardır. İşçileri köle ve ca­riyelerin kategorisinde incelememizin sebebi, sermayenin hâkim olduğu ülkelerde çalışan işçilerin, İslâm'ın köle ve cariyelere verdi­ği haktan daha farklı bir konumda olmadıklanlıdandır.

Kölelik müessesesi İslâm'ın doğuşundan çok öncedir. Kölelikle ilgili ilk ve âdil düzenlemeleri yapan İslâm'dır. İslâm savaşlarla ge­len köleliği tabii karşılamış, bunların hürriyetine kavuşmaları için birtakım imkânlar hazırlamıştır.

İslâm'dan önce cahiliye döneminde köle ve cariyelerin durumu içler açışıydı. İslâm bu mazlumların imdadına bir âb-ı hayat gibi yetişti. Bu sebeple İslâm davetine ilk icabet eden insanların büyük bir kısmı bu sınıftan insanlardı.[463] Bunun için İslâm insanların hür­riyetlerine çok büyük önem verdiği gibi her fırsatta köle ve cariye­lerin hürriyetlerini sağlamaları için müslümanları teşvik etmiştir.

Mekkî sûrelerden olan Beled sûresinde köle azad etmenin önemine işaret edilerek şöyle buyurulmuştur:

"O sarp yokuş nedir bilir misin? Köle azad etmek veya açlık gününde yakını olan bir ye­timi, yahut aç açık bir yoksulu doyurmaktır."[464]

Köle, câriye ve işçilere ihsan derken Nisa 36. âyette emredilen "... Elinizin altında bulunanlara iyilik edin..." hükmünü hatırlat­mak istedik. Bu insanlara köle ismini veren ve onları ikinci sınıf in­san olarak gören, hatta buna da tahammül edemeyip ona yaklaşı­mın alınıp satılan bir meta açısından bakan, İslâm'dan bihaber in­sanlardır.

İslâm köle ve cariyelere efendilerin yediklerinden yedirip, giy­diklerinden giydirmelerini istemiştir.

Hatta Peygamberimiz bir hadislerinde: "Bundan böyle kendi kölelerinize 'kulum', 'kölem' demeyiniz. Petâye(: bizim oğlan, bi­zim çocuk) tâbirini kullanınız"[465] buyurarak bunlara köle denmesi­ni bile istememiştir.

Peygamberimiz (s.a.v) başka bir hadisinde;

"Köle dedikleriniz si­zin kardeşlerinizdir. Cenab-ı Hakk'ın takdiri ile onlar bugün sizin ellerinizin altında bulunuyor. Kendi yediklerinizden onlara yedirinîz, kendi giydiklerinizden onlara giydiriniz, kendi, kardeşinize lâyık görmediğiniz işi onlara yüklemeyiniz. Onlar da sizin bir kar­deşiniz sayılır. Kardeşinizin işine yardım eder gibi onlara da yardım ediniz"[466] buyurarak, kölelerin bir kardeş gibi telakkî edilmelerini ve onlara makul işler gördürmelerini tavsiye etmiştir.

Bu naslardan anlaşılan şudur ki, insanlar ellerinin altında bulu­nanların kendileri gibi insan olduklarını, onları ailenin bir ferdiymiş gibi düşünmelerini, hürriyete kavuşmaları için onlara imkânlar sağ­lamalarını her fırsatta düşüneceklerdir. Kölelere bu kadar imkân kazandıran bir din, işçilere daha da fazla haklar sağlamış, onların alınterleri kurumadan ücretlerini ödemelerini emretmiştir. Demek ki ihsan edileceklerin en önemlilerinden biri de köle, câriye ve işçi­lerdir. Bunlara zekât ve fıtır sadakasının dışında nafile olarak bol bol ihsan etmek gerekir. İslâm her fırsatta insanları buna teşvik et­miştir.[467]

 

ı) Diğer İnsanlara İhsan

 

İslâm gelmeden önce insanlığın bilhassa Arabistan'ın durumu malumdur. Birkaç asaletli insan istisna edilirse diğerleri canilikte zirvedeydi. Kan gütme davası sanki zorunlu bir hal almıştı. İslâm gelince bu kötülükleri tedricî olarak ortadan kaldırdı ve İslâm kar­deşliğini koydu. Böylece eski düşmanlar birbirlerine dost oldular. Aileler ve kabilelerin arası yakınlaştırıldı, gönüller kinden arıtıldı. Top yekûn Allah'ın emrine sımsıkı sarınıldı. Tabii ki bütün bunlar Cenab-ı Hakk'ın lütfü ile gerçekleşti. Bir âyette:

"Allah, onların kalplerinin arasını birleştirdi. Sen yeryüzünde bulunan herşeyi ver­seydin yine onların gönüllerini birleştiremezdin, fakat Allah onların arasını bulup kaynaştırdı. Çünkü O, mutlak galiptir, hikmet sahibi­dir. Ey Peygamber! Sana ve sana tâbi olan mü'minlere Allah ye­ter."[468] buyurularak bu durum açıklanmaktadır.[469]

Müzminlerin birbirleriyle kaynaşmalarında, birbirlerine ihsan etmenin çok büyük rolü vardır. Müslümanların birbirine karşı şef­kat, merhamet ve muhabbetli olmaları bariz vasıflarındandır. Bir hadis-i şerifte:

"Her müslüman diğer müslümanın kardeşidir. Müs­lüman müslümana zülmedemez, kin besleyemez"[470] buyurularak, İslâm kardeşliği pekiştiriliyor.

Meşhur şahabı Cerir b. Abdullah şöyle naklediyor: "Ben Rasülullah'a biat ettiğim sırada üç husus üzere biat ettim:

1. Na­maz kılmak;

2. Zekat vermek;

3. Bütün müslümanlara karşı iyilik düşünmek, iyilik etmek."[471]

Başka bir hadiste Peygamberimiz bir müslümanın diğer bir müslüman üzerindeki bazı haklarını şöyle sıralamıştır: "Her müslü­manın diğer müslümanlar üzerindeki hakları beştir: Selam almak, hastayı ziyaret etmek, cenazesinin teşyiine iştirak etmek, davete icabet etmek, aksırınca "Elhamdülillah" diyene "Yerkamükâllah" diye karşılık vermek (Allah'tan rahmet dilemek).[472] Bu sayı­lanların her biri, bir müslümanın diğerine karşı görevi ve aynı za­manda bir ihsanıdır.

Müslüman müslümana yardım eder, onu destekler, kusurlarını örter, sıkıntılarını giderir, ihtiyacını karşılar, ona ikramda bulunur, büyüğünü sayar ve küçüğüne merhamet gösterir. Bu konularda Peygamberimiz (s.a.v)'den pek çok uyarılar vardır.[473]

İslâm dini oluşturduğu toplumun temellerini sağlam esaslar üzerine kurmuştur. İslâm fert ve toplumun huzurunda düşünür­ken, sadece dünyada değil, âhirettekî saadetini temel ilke edinmiş­tir. Bir mü'minin kâmil imana ermesini kendisini düşündüğü kadar müslüman kardeşini de düşünmesine bağlamıştır. Bu konuda Pey­gamberimiz (s.a.v):

"Sizden hiçbiriniz kendisi için istediğini, (mü'min) kardeşi için de istemedikçe kâmil mü'min olamaz."[474] buyurarak müslümanların birbirleriyle kaynaşmaları konusunda tarihî mesajı vermiştir.

Müslümanlar arasında kin, haset ve kötü niyet beslemenin hiç yeri olmadığını, bunların kardeşlik müessesesini engelleyeceğini, kardeşlik duygusu pekişmez ise, sanki ihsan ilkesi çalışmaz dercesine Rasülullah şöyle buyuruyor:

"Birbirine kin tutmayınız, birbiri­nize haset etmeyiniz, bîrbiriniz hakkında kötü niyet beslemeyiniz. Hepiniz de Hak Teâlâ'nın kulu ve kardeş olduğunuzu biliniz."[475]

Başkalarına ihsan sadece bu kaydettiğiniz şeylerle mi olur? Ha­yır. "İnsanlara sözün güzelini söyleyin."[476] âyetinde ifade edildiği gibi, insanlara güzel söz söylemeden tutun da; "En küçük iyilik, gelip geçene (insan olsun, hayvan olsun) ezâ veren şe­yi ortadan kaldırmaktan başlayan hayır ve yardımdır."[477] hadis-i şe­rifinde manasını bulan yollardaki zararlı şeyleri izâle etmeye kadar uzanır.

Bu yapılacak ihsan, mü'min kardeşlerin birbirlerine yapmaları ile de sınırlı kalmaz. İslâm devletinin sınırları içinde azınlık olarak yaşayan, İslâm'ın hâkimiyetini tanıyan, ahitleri gereğince cizyelerini veren, yapılan antlaşmalara bağlı kalan kimselere de gerekiyorsa ya­pılabilir. Bunlara yapılacak ihsan onlara zulmetmemekten başlar. Zekatın dışında diğer yardım çeşitlerinden herhangi biriyle gerekti­ği zaman yardım edilmelerine kadar gider. [478]

Yakın ve uzak bütün insanlara ihsan edecek o kadar yollar vardır ki bunlar saymakla bitmez. Birkaç kelimelik güzel bir yazı, yeri ve zamanında yapılan bir konuşma, lütufkâr bakış, yerinde bir dav­ranış, hâsılı muhsin bir mü'minin bütün hayatı önce kendisine, sonra da dışındakilere birer ihsandır. İhsanı sadece maddî bir meb­lağda aramamalıdır.

Mü'mİnler, birbirlerine ihsan etmek gibi güzel vesilelerle ke­netlenir. Rabbimizin insanları böyle ekonomik seviyelerini farklı şekilde tutmasının hikmetlerinden biri de bu olsa gerektir.[479]

 

i) Diğer Yaratıklara İhsân

 

İnsanlara, ihsanın yapılmasının gerekliliğini ortaya koymaya ça­lıştık. Peki insanın dışında diğer mahlûkata ihsan yapılması gerekli midir? Bu başlık altında bu sorunun cevabını bulmaya çalışacağız.

İslâm'dan önce cahiliye Araplarının akla hayaye gelmeyecek taşkınlıkları vardı. Bunlardan biri de hayvanlara yaptıkları kötü muamele idi. Onları sebepsiz yere öldürürler,[480] onların istedikleri uzuvlarını gereksiz yere dîri diri keser, onları keyfî olarak canlı he­def yaparlardı.[481] İslâm bütün bu canilikleri ortadan kaldırdığı gibi; koyduğu eskimez, pörsümez kanunlarla bütün mahlukatın huku­kunu korudu. İslâm adaletinin temel felsefesi her hak sahibine hak­kının verilmesidir. Onun için yaratılan her varlık, yaratıcının ve O'nun gönderdiği elçilerin nurlu ve şaşmaz ölçüleriyle koyduğu kurallarla hakkına kavuşabildi. Bu sebeple diğer varlıklar da ihsan edilme hakkına sahiptirler. Bir hadiste Peygamberimiz:

"Hak Teâlâ buyurmuştur: İnsan herşeye iyilik etmelidir, buna göre öldürdüğü­nüz vakit öldürmeyi iyi yapın. Kestiğiniz zaman da yine iyilikle kesmelisiniz. Her biriniz bıçağını iyi bilemeli ve kestiği hayvanı incitmemelidir."[482] buyurarak öldürme olayının bile güzellikle icra edil­mesini istiyor.

İslâm insanların hayvanlara herhangi bir suretle işkence yapma­larını yasaklamış ve onlara güzel muamele etmelerini emir buyur­muştur. İbn Ömer (ra)'dan rivayet edilen bir hadiste Rasûlullah (s.a.v):

"Bir kadın bir kedi sebebiyle azab olundu. Onu bağlamış doyurup sulamamış; yerin haşeratından yemesine de müsade etmemişti.[483] diyerek bir kediyi hapsedip ölümüne sebep olmanın, azaba duçar olmasına vesile olduğunu bildirmiştir.

Hayvan sahipleri hayvanlarını yedirmek, içirmek ve bakımını yapmak zorundadırlar. Bu görevi yapmazlar ise, hayvanlarını birine baktırmaya, satmaya veya eti yeniyorsa kesmeye zorlanırlar.

Hayvanları lanetlemek, onlara güçlerini aşan yük yüklemek, yüzlerine vurmak, yüzünden dağlamak veya yavrularını doyuramayacak şekilde sağılmaları haramdır.[484] Bu konuları İslâm fıkhı ge­nişçe açıklamıştır.

Bir başka hadiste Peygamberimiz (s.a.v): "Canlı her varlığa iyilik etmek sevaptır"[485] buyurarak yalnız hayvanlar değil, can taşıyan her varlığa iyiliğin gerekliliğini vurgulamıştır. Bitkiler ve ağaçlar da iyilik ve ihsana muhtaçtırlar.

Kâinat sarayı insanın istifadesine sunulmuş ve onun emanetine tevdî edilmiştir. Aslında insanın kendisi de kendisine emanettir. Bütün bu emanetlere riayet aslî görevlerimizdendir. İnsan varlık alemindeki her şeyin Allah'a ait ve O'nun mülkünde olduğunu unutmaz ise bir karıncayı bile incitemez ve bütün mahlükata meşru şartlar dahilinde ihsan etmeden duramaz.[486]

  

3- HADİSLERE VE BAZI MUTASAVVIFLARA GÖRE İHSAN

 

1. Bazı Hadislerde İhsan

 

İhsan kavramı türevleriyle birlikte hadislerde sıkça kullanılmış­tır. Daha çok bu kelimenin sülâsisinin masdan olan hüsn kelimesi çok geçmektedir. Esasında biz yukarıda ihsan kavramını işlerken konumuzu bazı hadislerle destekledik. Bizim bu başlıkta amacımız bu kavramların geçtiği hadisleri bir araya derlemek, daha sonra cibril hadisi üzerinde etraflıca durmak olacaktır.

Biz ihsan ile ilgili hadisleri sadece Kütüb-i sitte'den aradık. Ça­lışmamızın ana konusu Kur'ân'da ihsan olduğu için ağırlığı oraya verdik. Bu sebeple konuyu fazla derinleştirmeye gerek duymadık ve birkaç sahih örnekle yetindik.

Seddad İbn Evs (r.a)'dan bir rivayette Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyur­du:

"Şüphesiz, Allah herşeyde iyiyi farz kılmıştır. O halde siz öl­dürdüğünüz vakit, öldürmeyi iyi yapın. Kestiğiniz zaman da kes­meyi iyi becerin. Her biriniz bıçağını bilesin. Ve kestiği hayvana ra­hat versin!"[487]

Bu hadisin açıklamasını yukarıda yapmıştık. Başka bir hadîste; "Mü'minlerin iman bakımından en kâmil olanları, ahlâkı en güzel olandır."[488] buyurulmuş ve ahlâkla ihsanın imanın kemaline işaret ettiği ifade edilmiştir.

Bir diğer hadiste; "Kıyamet mizanında güzel ahlâktan daha ağır basan bir şey yoktur"[489] buyurularak yukarıdaki hadisi destekle­miştir. Yine Huzeyfe'ra''den rivayet edilen bir hadiste; "Kendinize göre makbul iş yapınız. Sırf başkalarına rekabet olsun diye yapma­yınız. (şöyle demeyiniz) 'insanlar ihsan ederse biz de ederiz, zul­mederlerse biz de zulmederiz.' Fakat kendinizi şuna ikna ediniz. İnsanlar ihsan ederse, ihsan edersiniz (fakat) fenalık ederlerse, siz yine de zulmetmeyiniz."[490]

Bu son hadisten kötülükte rekabetin olmaması; kötülüğe iyilik­le mukabele edilmesi gerektiği anlaşılmaktadır. Ancak kötülüğün de bir sınırı vardır. Yani din, can, mal, ırz, namus gibi mukaddes değerlere saldırıda tabiki kayıtsız kalınmaz; iyilik yapılmaz. İhsan etme olayı zor olmakla birlikte, kötülüğe karşı ihsanda bulunma daha da zordur. Ama iyilik ve ihsanda bulunmanın birden yediyüz misline kadar sevab olduğu naslarla belirtilmiştir.

Ebû Hureyre (ra)'dan rivayet edilen bir hadiste Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

"Sizden biriniz ölümü temenni etmesin. Muhsîn ise belki ihsanı artar. Günahkâr ise belki tevbe eder."[491]

Bu ha­diste verilmek istenen mesaj, bir kulun ölümü temenni etmeme ol­masına rağmen, muhsinîn ihsanını artırmasına da gizli bir teşvik vardır.

Peygamberimiz (s.a.v) iyilik yapanların kat kat sevab alacaklarını ifadeyle şöyle izah etmiştir:

"Allah iyiliklerin ve fenalıkların yazıl­masını emretti; sonra bunları açıkladı: Bir kimse iyilik yapmaya ni­yetlenir de yapamazsa, Allah kendi yanında o kimse için tam bir iyilik sevabı yazar. Eğer hem niyetlenir, hem de o iyiliği yaparsa on iyilik sevabı yazar ve bu sevabı yediyüze ve daha fazlasına kadar çı­karır. Şayet kul fenalık yapmağa niyetlenir de sonra vazgeçerse, Al­lah onun için tam bir iyilik sevabı yazar. Eğer kötü ise hem niyetle­nir, hem de onu yaparsa, Allah o kimse için bir günah yazar."[492]

 

a) Cibril Hadisindeki İhsan

 

Abdullah İbn Ömer'(r.a.), babasından rivayet ederek şöyle demiştir: "Bana babam Ömerübnü'l hattab rivayet ederek şöyle dedi: Bir gün Rasûlullah (s.a.v)’in yanında bulunduğumuz bir sırada aniden yanımıza, elbisesi bembeyaz, saçı simsiyah bîr zat çıkageldî. Üze­rinde yolculuk eseri görülmüyor; bizden de kendisini kimse tanı­mıyordu. Doğru Peygamber (s.a.v)'in yanına oturdu ve dizlerini onun dizlerine dayadı. Ellerini de uylukları üzerine koydu. Ve:

"Ya Muhammed! Bana İslâm'ın ne olduğunu haber ver!' de­di. Rasûlullah (sav):

"İslâm; Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in de Allah'ın Rasûlü olduğuna şehadet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekatı vermen, Ramazan orucunu tutman ve yol (külfetleri) cihetine gücün yeterse Beyt'i haccetmendir. " buyurdu. O zât:

"Doğru söyledin! "dedi. Babam dedi ki:

"Biz buna hayret ettik. (Zira) hem soruyor, hem de tasdik ediyordu. "

"Bana imandan haber ver!" dedi. Rasûlullah (s.a.v):

"Allah'a, Al­lah'ın meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve âhîret gününe inanman, bir de kadere; hayrına şerrine inanmandır. "buyurdu.

O zât (yine):

'Doğru söyledin!’ dedi. (Bu sefer).

'Bana ihsandan haber ver!' dedi. Rasûlullah (s.a.v): 'Allah'a; O'nu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Çünkü her ne kadar sen O'nu görmüyorsan da O seni muhakkak görür'[493] buyurdu."

Bu hadis biraz daha devam ediyor. Sonunda Rasûlullah (s.a.v) şöyle diyor.

"O Cibril'di, size dininizi öğretmeye gelmiş!" Bu son cümle iman ile İslâm ve ihsanın hepsine din denilebileceğine delildir. İman ile İslâm'ın başka başka şeyler olduğunu söyleyen ulema bu hadisle istidlal etmişlerdir.[494]

Bu hadis İslâm'ın üç temel esasını teşkil eder. Kul önce nasıl inanacağını bilecek, sonra nelerin ibadet olduğunu kavrayacak. Da­ha sonra ihsanla ibadetin nasıl yapılacağını öğrenip o şekilde kulluk etmeye çalışacak. İmam-ı Nevevî (ö. 676/1277) "İhsan, Allah'a, sanki O'nu görüyormuşsun gibi ibâdet etmendir." cümlesinin Hz. Peygamber (sav)'e mahsus Cevamiu''t Kelâm, yani içinde pek çok kelimelerin manasını toplayan az sözlü ve çok manalı hadislerden biri olduğunu söylüyor ve şöyle devam ediyor: "Çünkü bilfarz bizden birimiz Rabbi Teâlâ Hazretlerini görerek ibadet etmeğe kalksa gücünün yettiği kadar huzû, huşu göstermek, kendini çekip çevir­mek ve o ibadeti en iyi şekilde tamamlamak için hâlinin içini dışına uydurmak gibi şeylerden hiçbirini tek etmemeğe çalışır."[495]

Cibril hadisi muttefekun aleyh olan bir hadistir. Burada İslâm'ın özü toplu bîr şekilde sunulmuştur. Bu hadis hakkında çok şeyler söylenmiş ve âyetlerde geçen ihsan ve muhsin kelimeleri­nin çoğu bu hadîsdeki Rasûlullah (sav)'in ihsanı tarifine göre yorum­lanmıştır.

İleride açıklıyacağımız gibi, ulema bu hadisteki "Sen onu gör­müyorsan da O seni görür" cümlesi üzerinde fazlaca durmuş ve bu cümlenin müşahede makamından murakabeye iniş olduğunu ifade ederek ibadetin üç makamı bulunduğunu açıklamışlardır. Şöyle ki:

a) Şartlarına ve rükünlerine uyarak ibadeti ifa etme makamı.

b) Bütün bu şartlarla beraber Allah'ın gördüğünü murakkabe ederek ibadet etme.

c) Yukarıdaki iki şartla birlikte, âbidin Allah'ı görüyormuşçası­na ibadetini O'na sunması. Bunların üçü de ihsandır. Ama ibadetin sıhhati için şart olan birincisidir. Çünkü diğer ikisine her insan muktedir olmayabilir.[496]

 

b) Bazı Hadis Sarihlerinin İhsan Kavramı Hakkındaki Görüşleri

 

Bu başlık altında Rasûlullah (s.a.v)’in cibril hadisindeki ihsan teri­mini tanımlamaları hakkında bazı meşhur muhaddislerin görüşleri­ne yer vereceğiz.

Kütüb-i Sitte'den sayılan Sünen'i ile meşhur Nesâî (ö. 303/ 915) Cibril hadisinde geçen ihsan konusunda şöyle diyor: "İhsan, ibadette huşu ve ihlastır. İbadeti sadece Allah'a has kılmaktır.

İhsanın en âlâsı, Ma'budu bilmektir. Sanki onu görüyor gibi kulun Cenab-ı Hakkı müşâhedesidîr. İkincisi: Cenab-ı Hakk'ın ittilaına kulun hazır olmasıdır. Çünkü her amelini o görmektedir.

Bu iki hal Allah'ın marifetinin ve haşyetinin eseridir. Nevevî (ö. 676/1277) der kî: "İhsanın manası, senin daima mezkur edebe ri­ayet etmendir. Bu senin O'nu görür gibi olmanla olur. O'nun seni görmesi sebebiyle senin O'nu görür gibi olman gerekir. Görmesen de ibadetinde muhsin ol!"[497]

Bizi bu araştırmaya sevkeden cibril hadisindeki bu cümle ol­muştur. Meşhur muhaddis Askalanî (ö. 816/1413) Nesâî (ö. 303/915)'nin açıklamalarını aynen kaydettikten sonra, hadiste ta­rif edildiği şekilde muhsin olan bir kimsenin marifetullah ve haşyetullah'a nail olacağını, Ammare b. Ka'ka'nın rivayetinde bu cümle "Allah görüyormuşçasına O'ndan korkan" şeklinde olduğunu açık­lamaktadır.[498]

Gerçekten de bu hadiste belirtilen ihsan sırına eren bir kul gaf­let içinde olmaz. Bir kimse için gaflet nasıl olur ki, Allah devamlı onun gizli ve açık haline muttalidir. Bunun için bu hadis sıddıkların umdesi, salihlerin arzusu ve gayreti, ariflerin hazinesi olmuştur.

Ehl-i hakikatten sâlih kimselerle beraber olma, onların halleriy­le hallenme arzuları iyi niyetlerini muhafaza etmesi içindir.[499]

Bu hadisin İslâm'ın temel esasını oluşturduğunu ifade etmiştik. Bu hadis aynı zamanda Cenab-ı Hakk'ın dünya gözü ile görülme­yeceğine de bir delildir.

Bu hadisdeki ihsandan ihlâs kasdedildiğini ifade eden görüşleri ihsanın manalarını verirken açıklamıştık. İhlâs, iman ve İslâm'ın her ikisinin birden sıhhatinin şartıdır. Bunun için bir kimse kelime-i şehadeti telaffuz edip, niyyetî hâlis olmadan amel etse muhsin olamaz.[500]

İhsan, ihsanı devamlı olan Allah'ın seni her nefes murakabe et­tiğini kavramadır. Kul için ibadetin üç makamı vardır:

1. Şartlarını ve erkânını yerine getirerek kulun işlediği amelle üzerindeki teklifin düştüğü makam.

2. Mükâşefe deryasına dalarak sanki Allah'ı görüyormuşçasına ibadet etmektir ki, bu Rasûlullah'ın makamıdır. O şöyle buyur­muştu: "Namazla gözüm aydın oldu."[501] Bu öyle bir aydınlık ki ke­şif nurlarının kalbi istilası sebebiyle, Allah'tan gayrısına iltifat yolla­rının kapanması, itaatle lezzetlenmenin sonucu ibadette rahatlıktır. Namazla kalbin derinliklerine sevgilinin sevgisi dolar, kalbi sır işgal eder. Namaz ânında şekiller kaybolur, malum olan hallerden unut­kanlık gelir.

3. Üçüncü makam, Allah'ın kulun kalbine galebe çalarak onu müşahede etmesidir ki, bu murakabe makamıdır. "Sen O'nu göremiyorsan da" lafzı, mükâşefeden murakabeye iniştir. Yanı eğer sen manevî bir görüş ehli olduğun halde ibadet etmezsen, O'nun seni gördüğünü tefekkür ederek ibadet et.

Bu üç makam ihsan makamıdır. İbadetin sıhhati için olan ihsan birinci makamdır. İnsanların ondan mazur olmaları sebebiyle diğer iki makam havvasın sıfatındandır.[502]

Umdetu'l Kârî sahibi el Aynî (ö. 855/1451) bu hadisteki ihsan kelimesinin burada şer'i manasının kullanıldığını ifade ettik­ten sonra uzun açıklamalarda bulunuyor. Cibril hadisinde tanımı yapılan iman, İslâm ve ihsanın herbirinin birer makamı olduğunu, ilk iki makamın üçüncü makamla kemâle erdiğini bildiriyor. Kul, kendisine gizli olanın Allah'a açık olduğunun şuuruna ererse, mevlasına karşı sırrını tasfiye etmesi ve durumunu düzeltmesi gerekir.[503]

Allah, dostlarının kalbine baktığı ve orasını gördüğü cihetle, kul Allah'ın kirli gördüğü şeylerden orayı temizlemesi gerekir. Nazargâh-ı ilahî olan bir yer temiz tutulmak zorundadır.

Böylece kulu helak eden özellikler giderilir. Orası tathir olur, övgüye layık olan şeylerle vasıflanır ve parlak bir ayna gibi olur.[504]

Bu hadisin ihsan bölümünden çıkarılan öz mana şudur: Allah'ı gören ve Allah'ın da kendisini gördüğünü bilen bir kimse gibi iba­det etmek. Kul ibadette olduğu müddetçe, âdaba riayet ederek, azalarını ve kalbini korur, kalbinde huşu ve ihlâstan başka birşey bırakmaz.[505] Bu durumun oluşması, ibadette nihâî murakabeye ve ihlasın kemaline sürükler.

Yine meşhur hadisçilerden Aliyyü'1 Kârî (ö. 1014/1606), Mirkâtu'l Mefâtih adlı kitabında bu konuyu genişçe ele alıyor. Ona göre bu kavram Kur'ân-ı Kerîm'de değişik âyetlerde muhtelif manalar alıyor. Bu manalar bazen iman, bazen İslâm ile ilgilidir. Bu ikisi dışında amelî, ahlâkî ve ahvalî manalar da alıyor. Hadisdeki ifade ettiği mana ise özeldir.[506]

Hadisdeki ihsan ihlâs manasındadır. Taatında muhlis olan kim­se nefsini güzel iş yapmaya sevkeder. Muraî kendi amelini bâtıl eder. İhlâs, maksadı irade yönünden ameli düzeltir. Amelde ihlâstan murad ise onu sağlam yapmak ve onunla takvaya ulaşmak­tır. Allahla beraber olmanın fevkinde bir mertebe yoktur. Rasûlullah (sav)’in Cibrile ihsan hakkındaki cevabı bu beraberliğe güzel bir işarettir.[507]

Buradaki en ta'budullah ibaresi en tab'şallah şeklinde de tefsir edilmiştir. Zira ibadet Allah'ın sevgisini kaybetme korkusunun bir eseridir. İbadet: Bedenî şehvetleri nefyeden ihtiyarî bir fiildir. Şeri­atta itaat denilen ibadet Allah'a yaklaşmayı murad eden bir niyyetle husule gelmelidir.[508]

Bazı muhakkikler ibadeti, "Rasûllerin gönderilmesinde ve in­sanların yatılışında son gayedir" diye tanımladılar. Kur'ân da bu gayeyi ifade etmektedir: "Ben cinleri ve insanları, ancak bana kul­luk etsinler diye yarattım."[509] Bu sebeple nebiler ve ulu'l azm peygamberler ibadetle özdeşleştiler.[510]

(Akıllı bir) kul, hayatı idame ettiği müddetçe ibadetten ayrıl­maz, bilakis berzah âleminde de bîr çeşit ibadet vardır. Kalem sûresi 42. âyette; "Şiddetine dayanılamayan o gün secdeye davet edilirler. Fakat güç yetiremezler." buyurularak bu gerçek ifade edi­liyor. Kul cennete girdiğinde Rabbini teşbih etmek suretiyle ibadet etmiş olacaktır.[511]

Keenneke terahu ibaresinin anlamı, senin halin edeb, huşu ve huzu, haya, haşyet ve korku ile Allah'a bakan kimsenin hali gibi ol­malıdır demektir. Kul Rabbimin huzurundayken hiçbir şey onu o halden alıkoyamaz. O yaptığı işin güzelliği ile başka bir şeye iltifat etmez. Bu mana ve derinlik, dünyada rüyet olmadığı halde muhsin kulun ibadetinde mevcuttur. Kula düşen mümkün olduğu kadar amelini güzel yapmasıdır. Çünkü o amel kendisini ve amelini gö­ren Allah'a gizli değildir. Şayet kul kulluğunu eda ettiği Vâcibü'l Vücud olan Allah'ın kendisine baktığını bilirse yukarıda belirtilen güzel halden ayrılamaz.[512]

Feinlem tekün terahu ibadetini sunduğun Allah'ı sen göremiyorsan da O seni görüyor. Veya başka bir ifade ile sen müşahede gafletinden dolayı O'nu göremiyorsun ama, O Kemâl-i Zâtı ile da­ima seni görüyor. Bu sebeple kemal-i edeple huzurda bulun ve ihsânında kusur etme.

İhsana "hiç kimsenin muttali olamıyacağı Allah'ın sırlarından bir sırdır" diyenler de olmuştur.[513]

 

2. İhsan Konusunda Bazı Mutasavvıflarn Görüşleri

 

Biz bu başlık altında ihsan kavramına bir başka açıdan yaklaş­maya çalışacağız. Aslında söylenenler çok yeni bir şey olmayacak. Bizim bu başlığı koyup bu açıklamaları vermemiz tefsir, hadis, tassavvuf gibi İslâmî ilimlerin dinî bir konuya bakış açılarında fazla bir farkın olmayışını ortaya koymak içindir. Bunu yaparken de meşhur birkaç eser ve mutasavvıfı kriter olarak aldık. Konuyu fazla uzatma­dık.

Mutasavvıflar ihsan kavramını daha çok Allah'ın lütfü ve kere­mi manasında anlamışlardır. İlk devir süitlerinden Vâsitî (ö. 320/932); "ibadet ve taate karşılık istemek, Allah'ın fazl-u ihsanını unutmaktan ileri gelmektedir."[514] Kuşeyri (ö. 465)'nin üs­tadı Ebû Ali Dahhak (ö. 406/l015)'ın fark ve cem ıstılahını şöyle açıkladığını naklediyor: "Kulluk vazifelerini yerine getirmek ve beşeri hallere uygun düşen hususları ifâ etmek gibi kulun irade ve kesbi ile ilgili hususlar fark, Allah tarafından kalbde mana ve ma'rifet hasıl edilmesi, lütuf ve ihsanda bulunulması gibi hususlar ise cem adını alır.[515]

Haris el-Muhasibi (ö. 243/857): "Allah'ım, senden tevbe ta­lep ediyorum" demedim. Fakat "sana tevbe etme arzusunu bana ihsan etmeni diliyorum" diye dua ederek ihsanın, bir Allah'ın lütfü olduğunu açıklamıştır.[516]

Sûfîlerin bir kısmının riayet ettiği kural şu olmuştur. Kendileri­nin haberi olmadan ihsan olunan şeyi başkalarına vermek ve belli bir rızka sahip olmadan gecelemek. Onlar Allah'ın kuluna muhab­betini özel bir ihsan nevi olarak görmüşler ve kul bu ihsanla Al­lah'ın huzuruna çıkar, demişlerdir.[517]

Kuşeyrî Risalesi'nde ifade edildiğine göre kulun vasfı olan şeyler üç nevidir: Fiiller, haller ve ahlâk. Fiiller kulun iradesiyle ilgi­li tasarruflardır. Huy dediğimiz ahlâk ise insanda doğuştan bulu­nur. Ancak sürekli bir tedavi ve terbiye ile değiştirilebilir. Haller ise başlangıç itibarıyla iradenin tesiri olmaksızın ilahî bir hibe olarak kula gelir. Fakat ameller halis ve temiz olduğu nisbette haller saflaşır. Yani bunun saflaşması kulun devamlı ihlâsli ameliyledir.

Kul ahlâkını düzeltmek için çalışır ve kötü huyları kendisinden uzaklaştırmaya uğraşırsa Allah ona ahlâkını güzelleştirme imkânı lütfeder. Bunun gibi kul bütün gücünü sarfederek devamlı olarak amelinin temiz ve ihlaslı olmasına çalışırsa, Allah onun hallerini berraklaştırmayı, hatta tam, ve mükemmel bir hale getirmeyi ihsan eder.[518]

Süfilerin bir kısmı ihsanı Allah'ın bir lütfü ve keremi olarak gö­rürler, dedik. O halde Allah'ın sayısız ihsanına karşılık şükür gere­kir. Şükrün hakikati ihsan edeni, ihsanını hatırlayarak, onu sena et­mektir. Kulun Allah Teâlâya şükretmesi, ihsanını anarak O'nu medhu sena etmesidir. Allah'ın şekûr olması ise, kula ihsanını zik­redip nankörlük etmediği için onu övmesi manasına gelir. Şâkir ihsana şükreder; şekûr belaya da şükreder. Şâkir bol bol ihsan edil­diği zaman şükreder, şekûr ihsan gecikince de şükreder.[519]

Mevlana (ö. 672/1273) ise, Mesnevi'sinin 2552-2863 be­yitleri arasında bir temsilî hikâye ile Allah'ın ilminin sınırsız olduğunu, Allah'ın lütf-u ihsanı ile bir kaç kelime bilen kimsenin bö­bürlenmeden Allah'ın marifet ilmine dalmasının gerekliliğini bildi­rirken, ihsan kavramını Allah'ın bağışı anlamında kullanmaktadır.[520]

Mesnevinin şârihi, Tahiru'l Mevlevi'de bu kavramı önceki bir kısım sûfilerin ifade ettiği manada kullanarak, İstiklâl Harbi'nin kıtlık yıllarında şu dörtlüyü yazmıştır:

Yağmalı ebri keremden menn ve selvâ bize,

Vâdi-i Tih oldu zira şimdi dünya bize.

Eyd-i Fir'evniyâde kaldık ey Musayı vakt

Lutfu ihsan et de göster yed-i beyza bize.[521]

Yahya b. Muaz (ö. 258/871) bir sohbetinde hakikî muhabbe­tin ezâ ve cefa ile eksilmeyeceğini ve ihsan ile artmayacağını ifade etmiş, hüküm ve hududuna riayet etmeden Allah'ı sevdiğini iddia edenin samimi olmadığını bildirmiştir.[522] Burada da ihsan, Allah'ın lütfü manasında kullanılmıştır. Ebû Osman Hiri (ö. 298/910) der ki: Şu dört şey bir adamın kalbinde eşit olmadıkça imanı kemâl bulmaz: Menn, ettâ, izzet, zillet (Bir ihsana nail olma veya ihsanın engellenmesi, izzetli olmakla zelil olmak hali yekdiğerine müsavi olmalı).[523] İhsan kavramı sûfîler arasında sadece bu anlamıy­la kalmamış, Cibril hadisindeki manası üzerinde daha fazla durul­muş ve bu mananın birkaç makamı ihtiva ettiği ifade edilmiştir. İleride de üzerinde duracağımız gibi bu makamlar murakabe ve müşahede makamıdır. Bu makamların her ikisine birden "ihsan makamı" diyenler de olmuştur.[524]

Yine meşhur mutasavvuf Abdülaziz Debbağ (ö. hicrî XII. asır)'a talebesi Ahmed b. Mübarek tarafından Cibril hadisindeki "ihsan" hakkında sorulmuş, o da bu soruya şu şekilde bir temsil ile cevap vermiştir: Bir adam düşün, çöle giriyor ve orada hiç kimse göremiyor ve zenginlerden bir zengini ismiyle çağırarak ona sesle­niyor:

"Ey efendim filân! Bana şunu ver, beni şu işte çalıştır, çünkü sana muhtacım!" diyor. Bu adam şaka yollu konuşuyordur, istekli olarak değil. Onu bu durumda gören herkes onunla alay eder onun bu haline güler... Şayet o adam bahsedilen zenginden huzu­runa çıkıncaya kadar bir şey istemez de tam huzuruna çıkınca diliy­le birşeyler isteyecek olursa, diliyle istemeden önce onun huzurun­da eğilir, kol kanadını yerlere kadar indirir ve mümkün olan ne ise her türlü aşağılamayı gösterir... bunu organlarıyla ifade ederse, işte o zaman adı geçen zengin ona rahmet nazarıyla bakar ve dileğini yerine getirir.[525]

Abdülaziz Debbağ daha sonra bu temsilî kıssayla şunu kasdettiğini ifade ediyor:

"Kim Allah'a O'nun huzurunda bulunma sıfatı üzerine ibadet eder, kullukta bulunursa, ibadetini çok güzel yap­mış olur... ibadetin huzur veya gaflet üzere olmasının alameti iba­det edenin içine bakılarak bilinir. İçi fâni şeyleri müşahede ile meşgulse bunun durumu çöldeki birinci adamın durumu gibidir. Eğer içi Allah'dan başkasından boş ve sadece Allah'a yönelmiş ise, bu da ikinci adama benzer."[526]

Abdülaziz Debbağ'dan daha sonra Cibril hadisindeki iman, İslâm ve ihsan tertibinden soruluyor. O, Buharı (ö. 256/869)'nin rivayetini (yani iman, İslâm, ihsan) tercih ettiğini ifade ediyor. Kendisine: "Bedeviler 'inandık!' dediler. De ki: Siz iman etmediniz, ama 'boyun eğdik!’ deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi..."[527] âyeti hatırlatılması üzerine, kendisinin söz ettiği İslâm'ın imanın elbisesi durumunda olduğunu, burada kendisinin bundan söz ettiğini, ifade ediyor. Ayette geçen İslâm kelimesinin esleme fiilinden türetildiğini, burada "sadece dış görünüşü ile İslâmiyeti kabul etti" anlamı taşıdığını bildiriyor, onun için iman­dan önce geldiğini ifade ediyor.[528]

Gerçekten de Şeyh Abdülaziz Debbağ'ın yukarıda verdiği mi­sal çarpıcı ve düşündürücü. Sözle anlatım kadar davranışlarla içinde bulunulan hali de çok önemlidir. İnsanın içinde bulunduğu sükûnet ve vakar halini davranışlarına bakmadan nasıl anlıyacağız? Basit bir mevki ve makama sahip, günahkâr bir kulun huzurunda cılız menfaatler hesabıyla iki büklüm olan insanın Halıkı ve Rabbi olan Allah'ın huzurunda nasıl olması gerekiyor? İşte bu sorunun cevabını Cibril hadisindeki ihsanın şümullü manasında buluyoruz. Mutasavvıflar Cibril hadisindeki ihsan kavaramını birtakım makam­lar halinde anlatmışlardır. Şimdi onlara az da olsa değinelim.[529]

 

a) İhsan Makamı

 

Bu makam tasavvufda tarikata suluk eden sâlikin ilk makamı olarak kabul edilir. Bu da gerek ibadetlerde, gerekse zikir ve diğer hallerde Allah-u Teâlâ'nın kulu gördüğü ve O'nunla beraber olun­duğu mülâhazasını hatırdan çıkarmamadır. Rasûlullah (s.a.v)’in ihsan kavramını açıklama şekli buna delildir.[530]

Kul ibâdet ve taatını bu duygu ve düşünce içinde eda eder ve Allah'ın Basiret sıfatı ile her şeyi müşahade ettiğine yakînen inanır­sa bu makama erişir. Kul Allah'ın Basiret tecellisi önünde eriyor, küçülüyor, hiçliğini anlıyor ve O'nun nimetleri karşısında nasıl davranması gerektiği şuuruna varıyor. O'na lâyık olmak için cehd ediyor, gözlendiğini biliyor, hareketlerini ona göre ayarlıyor. Bu hal devam ettiği müddetçe yüceliyor, yükseliyor ve nuranîleşiyor.

Böylece salik ihsan mertebesine erdikten sonra bütün şekiller, temsiller ve mukayeselerden arınmış bir vaziyette her şeye kadir olan Cenab-ı Hakk'ın saltanatının güzellik ve ihtişamını temaşaya başlıyor.[531]

Tabi ki kul bu makama sadece Allah'ın Basar sıfatını düşüne­rek değil, O'nun el Muhit ismini mülahaza ederek ulaşır. Bütün yönleriyle kuşatan ve koruyan anlamına gelen Muhit kelimesi, ihata'dan ism-i faildir.[532] Bir âyette: "...Ve Allah her şeyi kuşat­mıştır. (Hiçbir şey O'nun ilim ve kudretinin dışında kalamaz)."[533] buyurularak bu durum açıklanmıştır.

Kur'ân-ı Kerîm'de ihata fiili beş yerde Allah'a izafe edilir. Bu ihatanın bir kısmı şu âyette olduğu gibi;

"...Allah'ın her şeyi ilmiy­le kuşattığını bilesiniz."[534] ilmen ihata; bir kısmı da şu âyetteki gibi:

"Henüz elde edemediğiniz başka ganimetler de vardır ki, onlar Allah'ın bilgi ve kudreti dahilindedir. Allah her şeye kadirdir."[535] kudreten ihatadır[536]

İşte kul Allah'ın herşeyi ihata ettiğini kavrayarak, kendinin de bir şey olduğunu düşünür ve bu mülahazasını muhafaza ederek ya­şamaya çalışırsa, Allah ve Rasûlü'nün emirleri istikametinde mutlu ve huzurlu bir hayat sürer.

İhsan makamını bazı mutasavvuflar murakabe olarak ele almış­lardır. İmam-ı Gazali (ö. 505/1111) bunlardandır. Hatta o murubete (gözetleme)'yi de aynı manada almış bir kul sabah güne başladığında nefsiyle emri bi'1 ma'ruf nehy-i anil münker yapma konusunda şartlanmalı, o günün sonunda da nefsini muhasebe ve muâhaze etmelidir, bütün bunlar kulun murakabesiyle ilgilidir, demiştir.[537]

Aslında ihsan makamı Cibril hadisinde tasviri yapılan hale ulaş­maktır. Yani murakabe ve müşahedenin her ikisi birden ihsan ma­kamını oluşturur. Allah'a seyr içinde olan bir kimse ihsan makamı­na ulaşmak için ehl-i tasavvufun fenalar olarak isimlendirdiği şeylerle fiillerde fena olmaya uğrar. Bunlara uğrayan kişi, her şeyi Al­lah'ın yaptığını hisseder. Böylece sıfatlarda da fena olan sâlik, Zâtta fena olmak için durmadan usanmadan ihsan ve murakabe ile mücahede makamına yükselmeye çalışır.[538]

Kulun Rabbine yükselmesi için ruhun terbiyesini ön plana çı­karan mutasavvıflar Allah'a yakınlaşmada değişik metodlar takip et­mişlerdir. Gazali'ye göre, kişiyi murakabe makamına ulaştırıcı şey­lerin önde geleni, kulun kardeşini devamlı murakabe etmesi, istiğ­farla birlikte sürekli Allah'ı zikrettiği şeyin hakikatini kişinin şuu­runda karar kılmasını sağlar.[539] Kur'ân'ın şu âyeti; "Rabbinin adını an. Bütün varlığınla O'na yönel!"[540] bu durumu çok açık bir şekilde teyîd ediyor. Âyette bahsedilen zikir, teşbih, tehlü, temcîd, tahmîd, namaz, Kur'ân (ve diğer bütün ibadet şekil­leriyle) bütün zaman dilimlerinde olur.[541]

Bunun için insan Allah'ı zikrettiği zaman kalbinde tenzih ma­nası derinleşir. O'na hamd ettiğinde şükür manası kökleşir. Keli­meyi tevhide devam ettiğinde, kalbde tevhid manası iyice yerleşir ve bunlar marifetullahın kalbde karar kılmasını sağlar.[542] Bütün bunların sonucunda kul yukarıda bahsedilen ihsan makamına ula­şır. Ama Allah'a vâsıl olmada yegâne ve tek kapı bu metod değil­dir. Bütün meşru yollar O'na gider. Fakat kimi daha kısa, daha fe­rah, kimi uzun ve çileli olabilir. Rabbimizden bizleri de, gönül ikli­minde ulûhiyyetin iksirli esintilerinden nasibini alanlardan eyleye­rek, ihsan makamına ulaştırmasını temenni ediyoruz.[543]

 

b) Murakabe

 

Murakabe kavramı, denetleme gözetleme, dikkati belli bir noktaya toplama, kulun "Hak, bütün hal ve hareketlerime vâkıftır" şekliyle bir şuur ve idrak içinde olması, kalbi ona zarar veren şey­lerden korumak, Allah her an beni görüyor, kalbime bakıyor anla­yışı içinde olmaktır.[544]

Bu kelime ragabe sülâsî fiilinin müfaale kalıbından masdardır. Kur'ân-ı Kerim'de ondan fazla yerde geçer. Kagabe fiili korumak, muhafaza etmek anlamında raaabtuhu demek haftztuhu demektir.[545] Bir âyette;

"Allah her şeyi murakabe edendir."[546] buyuruluyor. Bu âyetteki ragîbe kelimesi murakabe ma­nası ile beraber, muhafaza anlamına da gelmektedir.[547]

Ama konumuzu teşkil eden manası yukarıda verdiğimiz ıstılah manasıdır ki;

"Ben (Hz. İsa) onlara ancak bana emrettiğini söyle­dim. Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin, dedim. İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerine kontrolcü idim. Beni vefat ettirince onlar üzerine gözetleyici sadece sen oldun. Sen her şeyi hakkıyla görensin."[548] âyeti buna en güzel delildir. Bu âyette geçen ragîbe gözetleyen, halle­rini murakebe eden anlamındadır.

Şu âyetler kulun devamlı murakabe edilip gözetlendiğini daha net bir şekilde ortaya koymaktadır:

"Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve biz ona şah damarın­dan daha yakınız. İki melek (insanın) sağında ve solunda oturarak yaptıklarını yazmaktadırlar. İnsan hiçbir söz söylemez ki, yanında gözetleyen yazmaya hazır bir melek bulunmasın."[549] buyuruluyor. Bu âyetlerde ifade edildiği gibi gözetleyen yal­nızca Allah değil, kâtip melekler de insanı murakabe etmektedirler.[550]

Yukarıda mealini verdiğimiz âyetin bir bölümü olan ve nahnu agrabu ileyhi min habli'l verîd ibaresi hakkında müfessirler çok şey söylemişlerdir. Buradaki yakınlığın mecazî olduğu ve kastedilenin, ona ilminin yakınlığı, insanın ve durumlarının en gizli şeylerinden hiç birisinin gizli kalmayacak bir ilgiyle alâkası olması, denilmiş­tir. Bundan anlaşılan mecaz denmesinin sebebi, sözlükte yakınlık ve uzaklık, mekân ve mesafe itibariyle cismânî olan şeylerde gerçek olduğu ve Allah'ın zatında mekâna bağlı yakınlık düşünülemiycceği içindir.[551]

İfade edilmek istenen şudur: Yani biz onun (insanın) halini, ona şahdamarından daha yakın olandan daha iyi biliriz."[552] O bize bizden daha yakındır, çünkü şahdamarı bizdendir. İşitmemiz, gör­memiz, ayakta durmamız, oturmamız, irademiz ve hükmümüz onunladır. Bu hükümler ise, şahdamarında yoktur. Demek ki o bi­ze şahdamarından daha yakındır.[553]

Alûsî'nin (ö. 1270/1853) ifadesine göre Muhyiddin-i Arabî (ö. 638/1240) bu âyet üzerinde uzunca durmuş ve bir beyitle bu­radaki yakınlığın bizzat yakınlık olduğunu, sonunda da kulun ve fi­ilin fâni olmasıyla vahdete (vahdet-i vücut) ait olduğunu ifade et­miştir.[554]

Ama ehl-i sünnet inancı "Allah'tan başka varlık yoktur" sözün­den ziyâde, "Allah'ın zat, sıfat ve fiillerinden başka birşey yoktur" müvâcehesindedir. Bu sözü biraz daha açarsak; Allah Teâlâ, fiilleri­nin bazısını bazısına mahal yapmış, o mahalle fâil, hâlle de onun fi­ili diye adlandırılmıştır. Böylelikle bütün âlem, Allah'ın fiili, yani yaratışı olduğu gibi, insanlar ve insanlara nisbet olunan fiillerde "Oysa sizi de, yapmakta olduklarınızı da Allah yaratmıştır"[555] ifadesince Allah'ın yaratışıdır. İşte her mü'min için, zarurî tevhid budur. Sıfat zâtının aynısı olamaz. Ne odur, ne de başkasıdır. Fiil de fail ile aynı olamaz. Yaratıcı ile yaratılan, aynen birleşik olmaz. Allah'ın olmayan birşey yoktur. Ancak Allah'ın olması Allah olmak değildir.[556]

Bir âyette; eyne ma küntum... "Siz her nerede iseniz O sizin­le beraberdir"[557] buyuruluyor. Buradaki Allah'ın be­raber oluşu ilimle tefsir edilerek her yerde hazır ve nazır diye anla­şılmıştır. Onun için bu âyetteki yakınlık da ilim ve kudret yakınlığı olarak anlaşılmalıdır; daha geniş bir ifadeyle, lütuf ve ihsana, kahr ve gazaba şâmil olan bir yakınlık.[558]

Bütün bu nasslar Allah'ın yarattığı insanı daima murakabe etti­ğine işarettir. Kuşeyrî (ö. 465/1072)'ye göre Rasûlullah (sav)'in ih­sanı açıklamasında murakabeye işaret vardır. Çünkü murakabe, "Kulun, Cenab-ı Hakk'ın her halükârda kendisini denetlemekte olduğunu bilmesidir. Bu bilginin devamlılığı kul tarafından Rabbine yönelen bir murakabedir."[559]

Yine meşhur sûfîlerden Cerîrî (ö. 321/933) şöyle demiştir: "Bu sûfîlik işimiz iki temel üzerine bina kılınmıştır:

1) Devamlı olarak nefsini Allah ile murakabe halinde bulundurmak.

2) Zahiri­ni şeriat ilmi ile kaim kılmaktır."[560]

İbrahim Havvas (ö. 291/903) ise, "Şer'î hükümlere riayetkar olmak murakabe halini doğurur." "Murakabe hali ise, için ve dışın Allah'ın rızası için olması sonucu­nu hâsıl eder."[561] demektedir.

Demek ki, murakabe haline erişmek şeriata uymaktan geçmek­tedir. Şeriata uymak da önce onu sahih kaynaklardan öğrenerek hayata geçirmek ile olur. Kul Allah'a öyle teslim olacak ki, eskilerin tanımıyla "gassalin elindeki meyyit gibi" olacak; O'nun muradının karşısında irade beyan etmekten haya edecek; Allah'ın ihsan ettiği ve devam ettirdiği lütuf ve nimetleri haliyle ikrar edecektir. Arif kendinde birşey görmez, herşeyi Allah'ın ihsanı olarak kabul eder.

Bir kimse batınını murakabe ve ihlasla sağlamlaştırırca, Allah onun zahirini mücahede ve sünnete tâbi olma hali ile süsler. Mura­kabe hali Allah'a yakın olan bir kimsenin en aşağı hâli olarak kabul edilir. Halbuki bu hale her kul ulaşamaz. Eşyanın sır perdesinin ya­vaş yavaş açılması murakabe haliyle başlar. Şu anlamda bir şiir rakabe halini çok güzel özetlemektedir:

Gözlerim seni temaşadan sonra,

Seni üzecek bir manzaraya bakar bakmaz;

Başımda bekliyen iki murakıb beni gözetliyor’ dedim (razı olmadığın bir şeye bakmadım)

Ağzımdan senden başkası ile ilgili olan ve

Senin hoşuna gitmeyen bir kelime çıkar çıkmaz;

Başımda bekliyen iki murakıb söylediklerimi dinliyor' dedim (rızana uymayan bir şey söylemedim)

Senin vuslatına erdikten sonra

Kalbine masivâdan bir düşünce ve hâtıra gelir gelmez

O iki murakıb (melek) derhal dizginlerimi çekti.[562]

Gerek ferdin gerekse toplum düzeninde murakabenin büyük önemi vardır. Tarih boyunca devletler vatandaşlarını murakabe et­mek için birçok polisiye teşkilatlar kurmuşlardır. Son yıllarda tekni­ğin gelişmesi ile ferdi ve toplumu murakabe etmek için pekçok araç geliştirilmiştir. Modern mağazalardaki kapalı devre ekranlar bunlardan biridir. Acaba Cibril hadisinde yer alan ihsanın tarifi ge­reğince murakabe ile donanan bir mü'min ve böylelerinin yaşadığı bir toplum Allah ve O'nun murakkıb meleklerinin dışında başka murakkıblara ihtiyaç duyar mı? Tabi ki hayır! Bunun için İslâm'ın en önemli akide esaslarından olan bu inanç insanı her zaman oto kontrole sevkedecek ve onu her zaman doğruya, iyiye ve güzele yönlendirecektir.

Sûfîlerden Ebû Osman şöyle demiştir: "Ebu Hafs (ö. 270/ 883) bana dedi ki; "Halk içinde oturduğunda kendi nefsine ve kal­bine vaiz ol! Halkın etrafına toplanmasına aldanma! Zira onlar se­nin dış görünüşünü murakabe eder. Allah senin içini murakabe edicidir."[563]

Murakabenin lügat manaları olan korku, denetlemek, gözetle­mek manalarına, tasavvuf ıstılahında da "devamlı olarak kalb ile Al­lah'a bakma veya kulun sürekli olarak, Rabbinin bütün hallerini bildiği şuuru ile yaşama" manasına geldiği anlaşıldığına göre bu manalarla bezenen bir insan gayet tabiîdir kî her haliyle kendisini Rabbani ölçülere ayarlayarak yaşayacaktır.

Toplumun bütün fertlerinin böyle olması mümkün değildir. Ancak çok azı da olsa özlenen vasıflarla donanırsa diğerleri onların manevî terbiyesinde fazla hata edemez ve böylece istenen huzur ve sükûn sağlanmış olur.

İhsan kavramının manalarını verirken, bilhassa Cibril hadisindeki manasının murakabeye işaret ettiğini belirtmiştik. Burada açıklanan murakabe ile ihsan kavramı arasında bariz bir benzerlik olması hasebiyle burada murakabeyi de ele almış olduk.[564]

 

c) Müşahede

 

Şehede sülasî fiilinin kalıbından mastardır. Tecrübe veya basi­retle elde edilen görüş, görme, perdenin açılması, temaşa ve seyret­me gibi manalara gelir. Hakkın gönüllerde hazır olması. Müşahe­denin doğru olması için temâşâ edenin temaşa edilenle kaim ve onda fâni olması gerekir. Cüneyd (ö. 207/909) bu hali; "Sâlikin kendisini kaybedip, Hakk'ı bulmasıdır" diye tarif eder.[565]

Müşahede kelimesinin kökü olan şehede kelimesi türevleriyle birlikte Kur'ân-ı Kerim'de yüz elliye yakın yerde geçer. Biz konu­muzla yakından alâkalı bir kaç tanesini almakla yetineceğiz.

"Ne zaman sen bir işte bulunsan, ne zaman Kur'ân'dan birşey okusan ve siz ne zaman bir iş yaparsanız, o işe daldığınız zaman biz mutlaka üstünüzde şahidizdir."[566]. İbn Kesîr (ö. 774/1372) bu âyeti, En'âm sûresi 59. âyeti ve cibril hadisinin ih­san kısmı ile tefsir etmiştir.[567]

Allah'ın yarattığı mahlûkattan başka bir varlık yoktur. Bunun için var olan her şeyin marakabesi ve bu varlık âleminden biri olan insanın zahir ve bâtın halleri ve amelleri Cenab-ı Hakk tarafından müşahede edilmektedir.[568] "....O her şeye şahittir."[569]

".... Allah her şeyi müşahede eder."[570]

Evet hiç şüphe yok ki, semavât ve arzda, kısaca kâinatta ne varsa hiç bir şey Allah'a gizli kalmaz.[571]

"De ki: 'Ey ehl-i Kitap!' Allah yaptıklarınızı görüp dururken niçin Allah'ın âyetlerini inkâr edersiniz?"[572] ifadesi, düşünen kafaları zonklatacak bir hitabdır.

İnsan yapıp ettiklerini gören, müşahede eden bir Halıkın hu­zurunda nasıl günah işleyebilir? Tabi ki bu, şuurun şeytanın iğvalarıyla kaybolması yahut unutulmasıyla olur.

"Herkesin kazandığını gözetip muhafaza eden, (böyle yapamayan kimse gibi olur mu?)..."[573] Kuşeyrî Risalesinde bildirildiğine göre, bir kimse kendisi ile Allah arasında bulunan takva ile murakabeyi hâkim kılmazsa, keşif ve müşahede mertebesine ulaşamaz.[574]

Mevlana (ö. 672/1273)'nın Mesnevi'sinde geçen şu manada­ki beyit, bir Allah dostunun nasıl müşahede içinde olduğunu ifade etmektedir.

"Allah'dan başkasına körüm, fakat müşahede-i ilahîyede gözüm açıktır. Aşkımın muktezası da budur."[575]

Müşahedeye ermek kolay değildir. Bunun için nefs ile iyi mücahede gerekir. Zahirini mücahede ile süsleyenin sırrını, Allah, mü­şahede ile güzelleştirir.[576] Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'de;

"Ama bizim uğrumuzda mücahede edenleri elbette kendi yollarımıza eriştirece­ğiz. Hiç şüphe yok ki Allah muhsinlerle bareberdir."[577] buyurulmaktadır.

Buradaki mücahede, gizli ve açık bütün düşmanlarla ve cihadın her nevisiyledir.[578]

Yine buradaki lenehdi yennehüm sübulenâ ibaresinde bildiği ile amel edenlerin, Allah tarafından bilmediklerine eriştirilecekler! ifade edilmiştir.[579]

Müşahede, tasavvufda bir makam olup, murakabe mertebesin­den sonra gelir. Müşahede herhangi bir şüphe mevzu bahis olma­dan hakkın kulun kalbinde huzurudur. Meşhur mutasavvıf Ebu Osman Mekkî, müşahedeyi şöyle tanımlamıştır: "Müşahede; araya sefr ve inkıta hali girmeden tecellî nurlarının salikin kalbine gelme­sidir. Şimşeğin karanlık gecede peşipeşine çakmasının farzedilmesi gibi."[580]

Peygamberimiz (s.a.v): "Şüphesiz Allah uyumaz ve O'nun hicabı nurdur; bu hicabı bir açsa vechnin sübuhâtı, basarının ihata ettiği bütün mahlûkatı yakardı" buyurmaktadır.[581] Yukarıda bazı sûfîlerin müşahedeyi tanımlamaları az da olsa bu hadis-i şerifin muhtevasına uymaktadır[582]

 

 MUHSİN

 

1-MUHSİN VE ÖZELLİKLERİ

 

Muhsin, hasüne sûlasî fiilinin if’ al kalıbından ism-i failidir. Bu kelimenin anlamı, "Bîr şeyden şüphe ettiğinde onu terket!" hadîs-i şerifinin mucibince, her türlü şüpheden uzak olan[583] Allah'a itaati, emirlerine (ve Rasülüne) ittibasını tam yapan,[584] arzularını bü­tün şaibelerden arınmış bir şekle getiren, gevşekliğin kendisine yaklaşamadığı, niyyeti bulandıracak şeylerden temizlenmiş,[585] gizli ve açık düşmanlarla mâcahedesini en güzel şekilde yapmış,[586] bir işi tam ve mükemmel yapan kimse demektir.[587]

Ayrıca muhsin, kendisini kemâliyle Allah'ın murakabesine ve­ren, Allah'ı bütün haşyet ve muhabbeti ile tanıyan, ihlâs ile O'na bağlanan mü'min demektir.[588]

"İşlerinde doğru olarak kendini Allah'a veren ve İbrahim'in, Allah'ı bir tanıyan dinine tâbi olan kimseden dince daha güzel kim vardır?.."[589] âyet-i kerimesi muhsin kavramını en gü­zel şekilde tanımlamıştır.

Muhsin, bir amelin makbul olması için gereken:

1. Ameli sadece Allah'a has kılma;

2. Şeriata mutabık olma, şartlarını yerine getiren kimse demektir.[590]

Kısaca muhsin bütün işlerinde ihsan ve  takva sahibi olandır.[591]

 

1. Muhsin Kavramının Muhlis, Muttaki, Mü'min, Salih ve Sabit Kavramlarıyla İlişkisi

 

Kur'ân-ı Kerîm'de bu kavramlar birbirlerine çok yakın manada kullanıldıkları için biz bu başlığı koyduk. Aşağıda âyetlerle de açıklıyacağımız gibi bir muhsin, hem muhlis, hem muttaki, hem mü'min hem sâlih ve sâbirdir. Muhsin olabilmek için bütün bu vasıfları taşımak gerekir. Bunun için muhsinlik kolay elde edilecek bir vasıf değildir.

Muhsinin manasını yukarıda izah etmeye çalıştık, ihsanın da manalarından birinin ihlas olduğunu kaydetmiştik. Bütün ibadet­lerde iyi niyet ve ihlasın gerekliliğini biliyoruz. İbadetlerimizde bizi Allah'ın rızasına ulaştıracak temel prensibin kalbimizin takvası, yani riyadan uzak, ihlas ile sırf Allah rızası için yapmamızın şart olduğu­nu şu âyet en güzel şekilde açıklıyor:

"Onların (kurbanların) ne et­leri, ne de kanları Allah'a ulaşır. O'na sadece sîzin takvanız ulaşır. Sizi hidayete erdirdiğinden dolayı Allah'ı büyük tanıyasınız diye O, bu hayvanları böylece sizin istifadenize verdi. (Ey Muhammed!) Muhsinleri müjdele!"[592] Burada amelde ihlâslı olmak emredilirken muhsinler müjdelenmiştir. Demek ki, her muhlis ay­nı zamanda muhsindır.

Zâriyat sûresinde; "Şüphesiz ki Allah'a isyandan sakınanlar, Rablerinin kendilerine verdiğini alarak cennetlerde ve pınar başla­rında bulunacaklar. Kuşkusuz onlar bundan önce dünyada muh­sinler dendi."[593] buyuruluyor. Burada muttak ile muhsin kelimesi hemen hemen aynı manada kullanılmıştır.

Bir başka sûrede; "Rabbinizin bağışına ve takva sahipleri için hazırlanmış olup, genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun. O takva sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar, öf­kelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da muhsinleri sever."[594] deniyor. Burada da aynen muttakîlerin özellikleri sayılıyor. Allah'ın muhsinleri sevdiği ifade ediliyor. De­mek ki her muhsin aynı zamanda muttakidir.

Yine Kur'ân-ı Kerim'de Bakara sûresi 236. âyetin son bölümü ile, aynı sûrenin 241. âyetinin son bölümünde bu iki kelime birbi­rine yakın anlamda kullanılmıştır.

Mü'min olmadan muhsin olunmayacağı malumdur. Sâlih ol­mak için de iman şarttır. Bir kimse ne kadar güzel amel işlerse işle­sin iman olmadıkça o amellerin hiçbir geçerliliği yoktur. "İnkâr edenlere gelince, onların hakkı yıkındır. Allah onların yaptıklarını boşa çıkarmıştır. Bunun sebebi, Allah'ın indirdiğini beğenmemelerindendir. Allah da onların amellerini boşa çıkarmıştır."[595]

Şu âyet mü'min, sâlih ve muhsini birbirinin mütemmimi olarak ele almıştır. "İman eden ve iyi işler yapanlara (sâlihlere), hakkıyla sakınıp iman ettikleri ve iyi işler yaptıkları, sonra yine hakkıyla sakı­nıp iyi işler yaptıkları, sonra da hakkıyla sakınıp yaptıklarını, ellerin­den geldiğince güzel yaptıkları takdirde (haram kılınmadan ön­ce)[596] tattıklarından dolayı günah yoktur. (Önemli olan inandıktan sonra iman ve iyi amelde sebattır). Allah muhsinleri sever."[597] Bu âyet içkinin haram kılınmasından sonra sahabenin önceki arkadaşlarının durumlarının ne olacağım Rasûlullaha sor­malarından sonra nâzil olmuştur.[598]

Muhsin ve sâbir kavramlarının birbirleriyle ilişkilerine gelince şu âyetlerde açıkça ifade ediliyor:

"(Rasûlüm) sabret! Senin sabrın da ancak Allah'ın yardımı iledir. Onlardan dolayı kederlenme; kur­makta oldukları tuzaktan kaygı duyma! Çünkü Allah muttâkiler ve muhsinlerle beraberdir."[599] Seninle olmam için sâbîr, muttaki ve muhsinlerden ol.[600] Burada takvanın ihsandan ön­ce zikredilmesi temizlenmenin, bezenmeden önce olmasından­dır.[601]

Bu âyetlerden birkaç âyet önce "İbrahim gerçekten Hakk'a yö­nelen, Allah'a itaat eden bir önder idi; Allah'a ortak koşanlardan değildi. Allah'ın nimetine şükrediciydi. Çünkü Allah, onu seçmiş ve doğru yola iletmişti. Ona dünyada iyilik ve güzellik verdik. Mu­hakkak ki o âhirette de sâlihlerdendir."[602] deni­yor. Dikkat edilirse sayılan bu vasıflar bizim yukarıda özelliklerini saydığımız muhsinlerin vasıflarına çok benziyor.

Bütün bu naslardan muhsinlerin ayn zamanda sâbir ve sâlih in­sanlar olduklarını müşahede ediyoruz. Ayrıca Kur'ân'ın, Bakara sûresinin hemen ikinci âyetinde "muttakiler için bir yol gösterici," Neml sûresinin ikinci âyetinde "mü'minler için bir hidayet rehberi ve müjde" oluşu, Lokman sûresinin üçüncü âyetinde "muhsinler için bir hidayet rehberi ve rahmet olarak" indirilmiş olmasından bahsedilmesi bu kavramların birbirlerine çok yakın anlamda kulla­nıldıklarını ortaya koymaktadır.[603]

 

2. Kur'ân'da Muhsinlerin Özellikleri

 

a) Muttakîdirler

 

Muhsin ile muttakî kavramlarının birbirine yakınlıklarını yuka­rıda belirtmiştik. Biz burada bu sıkı ilişkiyi biraz daha şumûllendireceğiz. Tamamı Mekke'de nâzil olmuş Murselât sûresinde şöyle buyuruluyor:

"Şüphesiz (o gün) müttekîler gölgeliklerde ve pınar başlarında, canlarının çektiğinden çeşit çeşit meyveler arasında ola­caklardır. (Kendilerine) 'işlediklerinizin karşılığı olarak afiyetle yeyin, için' (denir). İşte biz muhsinleri böyle mükâfaatlandırınz."[604]

Meşhur müfessir Âlûsî (ö. 1270/1854) buradaki muhsinlerin, mü'minlerden sâlih ve muttaki kimselerin olduğunu ifade ediyor.[605]

Bakara sûresinin başlangıcı "Elif, lâm, mîm. O kitap (Kur'ân); onda asla şüphe yoktur. O muttakiler, sakınanlar ve arınmak iste­yenler için bir yol göstericidir."[606] derken; Lokman sûresi şöyle başlıyor:

"Elif, Lâm, Mîm, işte bu âyetler, hikmet dolu Kitab'ın âyetleridir. Muhsinler için bir hidayet rehberi ve rahmet olmak üzere (indirilmiştir).[607] Daha sonra, Bakara, da muttakîlerin, Lokman'da da muhsinlerin özellikleri sayılıyor. Her ikisinin de gayba (âhirete) iman ettikleri, namaz kıldıkları, ze­kat verdiklerinden bahsediliyor. Sonunda her ikisinin de kurtuluşa erdiği vurgulanıyor.

Görülüyor ki her muhsin aynı zamanda muttakîdir. Muhsinle­rin en önemli özelliklerinden biri muttakî olmalarıdır.

Kur'ân-ı Kerîm muttakiler için bir yol gösterici olduğu gibi, muhsinler (Allah'ın rızasına ermek için İslâm'a sımsıkı sarılan ve yönünü O'na çevirenler)[608] için de bir rahmet ve hidayet kaynağıdır.[609]

Allah'ın emrine ittiba edip nehyinden sakınmadan muhsin olu­namayacağı gibi, muttakî de olunmaz. Şu âyetlerde Kur'ân'a kayıt­sız şartsız tâbi olunmasının zorunluluğunu bu gerçekleşmezse, iş işten geçtikten sonra insanların muttaki ve muhsin olma arzuları bu iki kavram arasında sıkı ilişkiyi ortaya koyuyor:

"Siz farkında ol­madan ansızın başınıza azap gelmezden önce, Rabbinizden size in­dirilenin en güzeline (Kur'ân'a) tâbi olun. Kişinin: Allah'a karşı aşırı gitmemden dolayı bana yazıklar olsun! Gerçekten ben alay edenlerdenim (diyeceği günden sakının)! Veya: Allah bana hidayet verseydi, elbette müttakîlerden olurdum, diyeceği, yahut azabı gördüğünde: Keşke benim için bir kez (dönmeye) imkân bulunsa da muhsinlerden olsam! diyeceği günden sakının."[610] Tabi ki bu yersiz temennîlerin hiç bir faydası yoktur.[611]

Muhsinler muttakiler derken, takvanın şirkten sakınmak, gü­nah olan herşeyden sakınmak, içini dışını Allah'ın dışındaki her şeyden temizlemek ve sadece O'na yönelmek[612] manalarının hepsi­ni kastediyoruz. Yusuf sûresi 90. âyetin sonunda da; "... Çünkü kim (Allah'tan) ittika eder ve sabrederse, Allah muhsinlerin mükâfatını zayi etmez" ittika'nın muhsinlerin önemli özellikle­rinden olduğu açıklanıyor. Bu âyetteki muhsin kelimesini Zemahşerî (ö. 467/1075) güzel ahlâk sahibi, muttakî ve sâbir ola­rak tefsir etmektedir.[613]

 

b) Yeryüzünde Bozgunculuk Yapmazlar

 

İslâm ferdin olduğu kadar toplumun da huzur ve refahını sağ­lamayı amaç edinmiştir. Toplumun huzurunu bozacak hareketleri çok çirkin görmüş, bunu yapanları fitne, fesat ve bozgunculuk çıkarmakla nitelemiştir. Yahudi milleti insanlık tarihi boyunca fitne ve fesad çıkarmada ün salmış, bu ününü halâ devam ettirmektedir. Bilhassa İslâm'ın ilk devirlerindeki bozgunculuk faaliyetlerinin ço­ğunda Yahudi parmağı vardır. Bu konu Kur'ânı Kerîm’de şöyle ifade ediliyor:

".... (Yahudilerin) aralarına, kıyamete kadar (süre­cek) düşmanlık ve kin soktuk. Ne zaman savaş için ateş yakmışlarsa (fitneyi uyandırmışlarsa, değişik milletler musallat etmek suretiy­le)[614] Allah onu söndürmüştür. Onlar yeryüzünde bozgunculuğa koşarlar, Allah ise bozguncuları sevmez."[615]

Bozgunculuk çıkarmama uyarısı peygamberlerin diliyle de ka­vimlerine öğütlenmiştir: "(Şuayb kavmine şöyle dedi). Ve ey kav­mim! Ölçüyü tartıyı adaletle yapın; insanların eşyalarını eksik ver­meyin; yeryüzünde bozguncular olarak dolaşmayın."[616] Aynı sûrenin birkaç âyet sonrasında:

"Sizden önceki asırlarda yeryüzünde (insanları) bozgunculuktan alıkoyacak faziletli kimse­ler bulunsaydı ya!."[617] İnsanların bozgunculuk çı­karmalarını engellemenin bir fazilet olduğu ifade edilmiş, bütün bu, uyanlara rağmen bozgunculuk çıkaranlar ya lanetlenmiş:

"Al­lah'a verdikleri sözü kuvvetle pekişdirdikten sonra bozanlar, Al­lah'ın riayet edilmesini emrettiği şeyleri terk edenler ve yeryüzünde fesat çıkaranlar; işte lanet onlar içindir. Ve kötü yurt (cehennem) onlarındır."[618]

Ya da azaplarının kat kat olacağı bildi­rilmiştir:

"İnkâr edip de (insanları) Allah yolundan alıkoyanlar var ya, işte onların yapmakta oldukları bozgunculuklar sebebiyle, azap­larını kat kat artıracağız"[619] İnkârları sebebiyle buna mustahaktırlar.[620]

İşte muhsinin en bariz özelliklerinden biri de yeryüzünde boz­gunculuk çıkarmamalarıdır. Şu âyetler bu durumu en güzel şekilde ifade ediyor:

"Rabbinize yalvara yakara gizlice dua edin. Bilesiniz ki O, haddi aşanları sevmez. Islah edilmesinden sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. Allah'a korkarak ve (rahmetini) umarak dua edin. Muhakkak ki muhsinlere Allah'ın rahmeti çok yakındır."[621] Çünkü Allah'ın rahmeti muhsinleri kuşatmıştır.[622]

İnsan Allah'ın emirlerine uyar, nehiylerinden kaçarak muhsîn vasfına haiz olursa bu rahmete müstahak olur. Çünkü Allah'ın rah­meti her şeyi kuşatır: "Bize, bu dünyada da iyilik yaz, âhirette de. Şüphesiz biz sana döndük. Allah buyurdu ki: Kimi dilersem onu azabıma uğratırım; rahmetim (dünyada)[623] ise her şeyi kuşatır. Onu, muttakîlere, zekatı verenlere ve âyetlerimize inananlara yaza­cağım."[624] Allah'ın rahmeti (güneş, yağmur, hava gibi) dünyada mü'min kâfir demeden her şeyi kuşatmıştır ama; âyette belirtildiği gibi o rahmet âhirette sadece mü'min kullara has kılınacaktır.

Başka bir âyette ".... (Ey Karun) Allah'ın sana ihsan ettiği gibi, sen de (insanlara) iyilik et. Yeryüzünde bozgunculuğu arzulama. Şüphesiz kî Allah bozguncuları sevmez."[625] denile­rek, sanki başkalarına ihsan etmemenin yeryüzündeki bozgunculu­ğu arzulamak gibi birşey olduğuna îmâ vardır ki, muhsinler ihsan­ları sebebiyle bu kötü vasıftan beridirler.[626]

 

c) Allah'ın Kendilerini Nimetlendîrdiği Kimselerdir

 

Namaz kılan bir mü'min günde kırk defa; "Bize doğru yolu göster; kendilerini nîmetlendirdiğin kimselerin yoluna" demek su­retiyle Cenab-ı Hakk'tan sırat-ı müstakim talep ediyoruz. Nimetlendirilen kimselerin Nisa sûresinin 69. âyetinde belirtilen kimseler olduğu bildirilmektedir.[627] Şöyle ki;

"Kim Allah'a, peygamberine itaat ederse, bunlar Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamber­ler, sıddıklar, şehidler ve sâlihlerle birliktedirler. Onlara ne güzel arkadaştırlar." Yani tam manasıyla ilâhî nimetlere kavuşmuş olan kimseler âyette sayılan kimselerdir.

İhsan edebilmek de bir nimettir. Allah bu nimeti herkese nasîb etmez. Muhsin olmak peygamberliğin vasıflarından biridir:

"(Yu­suf) erginlik çağına erişince, ona (isabetle) hükmetme (yeteneği) ve ilim verdik. İşte muhsinleri biz böyle mükâfatlandırırız."[628] Amelinde muhsin olanların mükâfatı budur.[629]

Başka bir âyette; "Musa yiğitlik çağına erip olgunlaşınca, biz ona hikmet ve ilim verdik. İşte güzel davrananları (muhsinleri) böylece mükâfatlandırırız."[630] buyurularak her iki âyette de muhsinler aynı nimet (ilim ve hikmet) ile nimetlendirilîyor. Bunların ortak noktaları peygamber olmalarıdır. Fakat muhsin olmak illa peygamber olmayı gerektirmez. Diğer insanlar da muh­sin olabilirler. Bu vasıf geneldir. Çoğu âyetler de bu doğrultudadır. Ancak her iki âyetin birbirine çok yakın varyantlarla gelmesi ve her ikisinde de ilim ve hikmetten bahsedilmesi, bu iki vasfın muhsînlerin önemli özelliklerinden olduğunu gösterir.

Bir âyette: "Allah da onlara dünya nimetini ve (daha da önem­lisi) âhiret sevabının güzelliğini verdi. Allah muhsinleri sever."[631] buyurularak, istiğfar etmeleri ve Allah'a sığınma­ları sebebiyle, dünyada Allah'ın nusreti, ganimet, şeref ve iyilikle anılmakla; âhirette ise cennet ve onun nimetleri ile nimetlendiler.[632] Bu naslardan anlaşılıyor ki, muhsinler de salihler gibi Allah'ın nimetlendirdiği kimselerdir. Muhsinler dünyada ihsan etme azim­leri ve buna gerçekleştirmeleri, âhirette de muhsin olmalarının kar­şılığını görmeleri sebebiyle her iki cihanda da nimetlenen insanlar­dır. İhsan etme hissi de Allah'ın bir lütfudur.[633]

 

d) Allah'ın Kendilerini Hidayete Erdirdiği Kimselerdir

 

Evet muhsinler Allah'ın kendilerini hidayete erdirdiği kimse­lerdir. Muttaki ile muhsin kelimesini işlerken, Bakara sûresi ile Lokman sûresinin başlangıçlarının birbirine benzediği üzerinde durmuş, bu iki kavramın her iki yerde çok yakın manada kullanıl­dıklarını ifade etmiştik.

Lokman sûresinin üçüncü âyetinde "(Kur'ân'ın âyetleri) Muh­sinler için bir hidayet rehberi ve rahmet olmak üzere indirilmiştir'' denirken aynı sûrenin beşinci âyetinde muhsinlerden bahsedilirken;

"İşte onlar, Rableri tarafından gösterilmiş doğru yol üzeredirler ve onlar kurtuluşa erenlerdir." buyurularak muhsînlerin hidayete erdi­rildiklerinden bahsedilmektedir, öyle ki, bu hidayetleri gerçek aki­delerini, sâlih amelle cem etmeyi istemeleriyle,[634] yahut bu hida­yetleri Rablerinden basiret, delîl ve açık menhec (çıkış yolu) ile ol­muştur.[635]

Her ne suretle olursa olsun muhsinlerin hergün Fatiha süresin­deki tekrar ettikleri dua makbul olmuş, hem nimetlenmiş, hem de hidayete ermişlerdir. Aslında hidayete ermeleri de bir nimettir.

Muhsinler "işlerinde doğru olarak kendilerini Allah'a veren ve İbrahim'in, Allah'ı bîr tanıyan dinine tâbi olan kimseden dince da­ha güzel kim vardır? Allah İbrahim'i dost edinmiştir."[636] âyeti mûcîbinci İbrahim (as) dinine tâbi olarak hidayetle şereflenmişlerdir. İbrahim (a.s) hanif idi. Hanif Allah'ı bir bilen, Hakk'a yönelen ve bâtıldan hoşlanmıyan demekti. Şu âyet hanif’liği açıklamaktadır:

"(İbrahim) 'ben hanif olarak, yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah'a çevirdim ve ben müşriklerden değilim.' (dedi)." [637]

Muhsinler Allah'ın kendilerini hidayete erdirdiği kimseler ol­dukları için imanlarına herhangi bîr zulüm (haksızlık) bulaştırma­dılar.

"İnanıp da imanlarına herhangi bir haksızlık (şirk) bulaştırmayanlar var ya, işte güven onlarındır ve onlar doğru yolu bulan­lardır."[638]

Beydavî (ö. 685/1286) buradaki haksızlık olarak tercüme edilen zalemeden maksat şirktir diyor.[639] Kur'ân'ın ifadesiyle "... Şirk büyük zulümdür..."[640]

Muhsinler aynı zamanda istikamet üzere olan doğru insanlar­dır. Ayette;

"Allah yolunda harcayın, kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. Her türlü hareketinizde dürüst davranın. Çün­kü Allah dürüstleri sever."[641] bu durum açıkça ifade ediliyor.

Dosdoğru olmak Peygamberimize ve ashabına, dolayısıyla biz­lere de emredilen bir emirdir:

"O halde seninle beraber tevbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru ol! Aşırı da gitme­yin. Çünkü o sizin yaptıklarınızı çok iyi görendir."[642] sırf bu âyet sebebiyle Peygamberimiz (s.a.v)'in; "Beni, Hud sûresi ko­cattı"[643] dediği rivayet edilir.

Risalet görevinin ağırlığı ve "emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" emri ilahisinin gerçekleşmesi kolay olmadığı için bu hadis-i şe­rifin söylenmesine vesile olmuştur. Rasûlullah'a kolay olmayan bîr mesele muhsin kullara da kolay olmayacaktır. Ancak Allah hem Rasulüne, hem de onun yolundan giden muhsinlere bu işi lütuf ve insanıyla kolaylaştırmıştır. Çünkü: "... Kim Allah'tan korkarsa, Al­lah ona bir çıkış yolu ihsan eder."[644] âyeti gereğince onlar bu ihsanı çoktan tüketmişlerdir.[645]

Bütün bu naslardan anlaşılıyor ki, Allah'ın muhsin kulları de­vamlı olarak ihlâslı bir şekilde Allah'tan hidayet istemişler, Allah da bu arzularına muvafik olarak onları hidayete erdirmiştir.[646]

 

e) Kendilerini Bütünüyle Allah'a Verenlerdir

 

Muhsinler, bilhasa ihlas ile kendilerini Allah'a teslim ettikleri için bu adı almışlardır. Kur'ân-ı Kerim'de Yahudi ve Hıristiyanların bir kuruntularından bahsedilmektedir. Güya, cennete o iki gurup­tan başka kimse gircmiyecekmiş. Bakara 111. âyette bu lüzumsuz övünmelerinden bahsedilmektedir. Aynı sûrenin hemen bir âyet sonrasında ise; "Bilâkis, kim muhsin olarak yüzünü Allah'a döndürürse (Allah'a ihlas içinde, hakkıyla kulluk ederse)[647] onun ecri Rabbî katındadır. Öyleleri için ne bir korku, ne de üzüntü vardır."[648] denilerek, Cennete girmenin kimin hakkı olduğu ifade edilmiştir.

Bu âyetteki men esleme vechehu lillahi tâbiri üzerinde müfessirler uzun uzun durmuşlar, bunun, yüzün muhsin olarak Al­lah'a teslim etmek, Yani nefsini taat ve tazarrû içinde Allah'a sun­mak demek olduğunu, zaten "müslüman" kelimesinin da azalarıy­la kendisini İslâm'a teslim eden kimse olduğunu ifade etmişlerdir. Burada diğer azaların değil de yüzün zikredilmesinin sebebi insa­noğlunun en ekrem uzvu, hürmet ve hak yönünden en azametli azası olduğu içindir.[649]

Cesedin en kerim uzvunun huşu içinde olması diğer azaların da huşu içinde olduğunu gösterir. Muhsinler kendilerine Allah'a verirlerken ihlas içinde oldukları için sevab ve mükâfatları da Al­lah'a aittir.[650]

Ve hüve muksinûn "muhsin olarak" tâbiri üzerinde meşhur müfessir Fahreddini Razî (ö. 106/1209) bir hayli duruyor. Bu ibarenin cümle içinde hâl olarak geldiğini, Allah'a güzel bir işle boyun eğmenin gerektiğini vurguluyor. Ayette bu ibareden önce gelen men esleme vechehu lülahi "Yüzünü ihlâsla Allah'a teslim et­mek" demek olduğunu ifade ediyor ve ihlâsla niyyetin önemini gü­zel bir şekilde maddeler halinde açıklıyor:

1. Mesele de niyyetin amelden üstünlüğünü Rasûlullah (s.a.v)’in "Ameller niyete göredir"[651] ve

"Allah sizin şekil ve mallarınıza de­ğil, ancak kalplerinize ve niyyetlerinize bakar" [652] hadisleriyle izah ediyor.

2. Meselede, insanın iradesinin ilmî, zannî veya itikadı ile olu­şacağını, kalbindeki meyl ve isteğin bunlara göre ortaya çıkacağını, tercihi bunlarla yapacağını ve bu yüzden amellerin buralarla değer kazanacağını anlatıyor.

3. Meselede; "Mü'minin niyyeti amelinden hayırlıdır."[653] hadi­sini izah ederek, niyyetin gizli, amelin açık olduğunu, taatın gizlisi­nin açığından hayırlı olduğunu belirterek, niyetin devamlılık arzettiğini, amelin ise kesintili olacağından, devamlı olanın, kesintili olandan daha hayırlı olduğunu anlatıyor.

4. Meselede, amelleri, taat, maaşı ve mübahât olarak üçe ayırı­yor. Günahların iyi niyetle mâhiyetlerinin değişmiyeceğini, cahille­rin "niyyet hadisini" manasıyla yorumlıyamıyacaklarını, meselâ, ha­ram bir malla mescidin yapılamayacağını, fakirin başkasının malıyla zengin sayılamayacağını ifade ediyor.

5. Meselede, niyyetin görünüşte ve sadece dille olmasının ge­çerli olmadığını, niyyetin nefsi o fiili gerçekleştirmeye meylettirme­si gerektiğini, o niyetle er veya geç o fiilin ve maksadın hasıl olma­sının zorunluluğu üzerinde duruyor. Niyyetin kalbi ve lisânı bir sözden ibaret olmadığını, onun amel için gerekli temayülün hâsıl olmasından ibaret olduğunu açıklıyor.

6. Taate ait niyyetlerin bile kısım kısım olduğunu ve neticenin bu niyyetlere göre değer kazanacağını bildiriyor.[654]

İşte muhsinlerin niyyetlerinin halîs olması sebebiyle ileride de­ğineceğimiz gibi büyük ecir ve sevab kazanmışlardır.

Muhsinlerin kendilerini bütünüyle Allah'a vermeleri konusun­da yukarıdaki âyetten[655] birkaç değişik kelime farkıy­la şu âyet nazil olmuştur:

"İşlerinde doğru olarak kendini Allah'a veren ve İbrahim'in, Allah'ı bir tanıyan dinine tâbi olan kimseden dince daha güzel kim vardır? Allah İbrahim'i dost edinmiştir."[656]

Zemahşerî (ö. 538/1143) bu âyetteki "kendini Allah'a teslim eden" ibaresini "kendisini Allah'a has kılan" şeklinde tefsir ediyor. Bakara 112. âyetteki ibareyi de aynı şekilde açıklamıştır.[657] Zemahşerî burada muhsinin nefsini selâmete çıkardığını, Rab ve ma'bud olarak Allah'tan başka kimseyi tanımadığını kaydediyor. Muhsin aynı zamanda devamlı olarak iyilikleri işleyen ve kötülükle­ri terkeden biri olarak tanımlıyor.[658]

Fahri Razi (ö. 606/1209) bu âyeti açıklarken Allah'ın insanla­rın kurtuluşu için imanını izhar eden bir mü'min olmasını ve bu­nun için de İbrahim'in dini üzere, Allah'a ihlas ile ubudiyyetini ifa etmesini şart koştuğu üzerinde duruyor.[659]

Ayrıca bu âyetin itikad ve ibadetin her ikisini de içerdiğini "kendini Allah'a teslim eden" ibaresi ile akideye, muhsin olarak sözüyle de ibadete işaret olunduğunu açıklıyor.

Bu cümlede hasır var. Başka bir varlığa değil, sadece Allah'a teslim merhumu var. Yine burada Allah'ın dışındaki fesat yollardan Allah'a sığınma var. Aynı zamanda bu âyette İbrahim (a.s)’ın şeriatı ile Rasûlullah (sav)'in şeriatının ayniliği var.[660]

Bu âyetteki istifham, tenbih içindir. Zîrâ bu durum beşer kuv­vetinin varacağı son noktadır.[661] Muhsin, besmeleden tutun da butün ibadet ve taatında kendisini ihlasa alıştırmak amelini de mü­kemmelleştirerek Allah'a teslim olur. O'nun her işi ihsan iledir.[662]

Yukarıda âyetlerde vasfedildiği şekilde muhsin olan bir kimse­nin, gerçekten isabetli karar verdiğini ve sağlam bîr kulpa yapıştığı­nı yine Kur'ân haber veriyor:

"Muhsin olarak kendini bütünüyle Allah'a veren kimse, gerçekten en sağlam kulpa yapışmıştır. Zaten bütün işlerin sonu Allah'a varır."[663]

Meşhur Osmanlı müfessiri Ebû's-Suûd (ö. 951/1544) bura­daki muhsin kelimesini açıklarken "emredileni lâyıki veçhiyle yeri­ne getiren" şeklinde açıklıyor. Bu hem kemiyetce nafile ve tatavvûları eda eden, hem de cibril hadisindeki tarif edilen ihsanla donanan demektir.[664]

İhsanı, ihlas manasında yorumlayan müfessirlere göre muhsin olmayanın ibadeti âbide bir fayda sağlamaz. İbn Abbas (r.a)'dan ge­len bir rivayete göre "sağlam kulp" kelimeyi tevhid olduğuna göre bu kulpa yapışmayanların ibadetleri makbul olmaz.[665] Bu durumda muhsinlerin ibadetinin makbuliyetinde bir tereddüt yoktur.

Muhsinler yukarıdaki nasların ifade ettiği şekilde kendilerini bütünüyle Allah'a verdikleri için;

"Allah yolunda bir susuzluğa bir yorgunluğa, bir açlığa duçar olmaları, kâfirleri öfkelendirecek bir yere (ayak) basmaları ve düşmana karşı bir başarı kazanmaları, an­cak bunların karşılığında kendilerine sâlih bir amel yazılması için­dir, çünkü Allah muhsinlerin mükafatlarını zayi etmez."[666]

Bu mealini verdiğimiz âyetlerden bilhassa Nisâ sûresi 125. âyetinde Allah'ın, İslâm'ın ve onu gerçekten yaşıyan muhsin müslümanların diğer din ve milletlerden üstünlüğünü bildiren hükmü vardır. Cenab-ı Hakk'ın İbrahim (a.s)'a "halilim" demesinin (asıl) se­bebi, Allah'ın düşmanlarına buğzu Allah için, dostlarına dostluğu da yine Allah için olması hasebiyledir.[667]

 

f) Allah'ın Sevdiği Kimselerdir

 

Muhsinler ihlâs ile kendilerini Allah'a teslim edip, O'na karşı itaatini tam ve güzel bîr şekilde yerine getiren kimseler olduğuna göre, tabi ki Cenab-ı Hakk böyle kullarını sevecektir.

"Allah yo­lunda harcayın, kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. Her türlü hareketlerinizde ihsan üzere olun. Çünkü Allah mühsinleri sever."[668] Ayetin konumuzla ilgili ikinci bölümünü biraz açarsak sanki şöyle diyor: "Ey mü'minler eda etmeniz gere­ken feraizi güzel yapın. Kaçınmanız emredilen meâsîden kaçının. Benim için infak edin. Sizden güçlü olanlar zaiflere yardım etsin. Çünkü ben muhsinleri severim."[669] Onlara hayır murad ederim.[670]

Başka bir âyette muttaki ve muhsinlerin bir takım vasıfları sayı­larak;

"O takva sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için har­carlar, öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da muhsinleri sever. Onlar ki bir kötülük yaptıklarında, ya da kendilerine zulmet­tiklerinde, Allah'ı hatırlayıp günahlarından dolayı tevbe istiğfar ederler..."[671] buyuruluyor.

Bu âyetlerde, sıradan insanların yerine getirmekte zorlanacağı, fakat muttaki ve muhsinlerin vasıflarından olan dört önemli özel­likten bahsediliyor.

Bu âyette bahsedilen "bolluk ve darlık" (veya sevinç ve keder) hallerinin dışında insan başka bir halde bulunamıyacağı için her halükârda infak eden demektir.[672]

"Öfkesini yutanlar" tâbirine gelince, bu da yapılması zor olan bir davranıştır. Bu konuda Peygamberimiz:

"Kim infazına mukte­dir olduğu halde öfkesini yenerse, Allah onun kalbini emn-u iman­la doldurur."[673]   buyuruyor.

İnsanları affetme de kolay bir mesele değildir. Taberî, (ö. 310/ 922)'nin Hasan-ı Basrî (ö. 110/728)'den, Zemahşerî, (ö. 538/ 1143)'nin Hz. Aişe validemizden rivayet ettiği bir hadiste Peygamberimiz (s.a.v):

"Kıyamet günü 'kimin Allah için bir ecri varsa ayağa kalksın!' denilecek, affeden insandan başkası kalkmayacak," diyerek bu âyeti[674] okudu.[675] Muhsinlerin darlıkta ve bollukta infak etme özelliklerini en fazla selef yapardı. Hz. Aişe(r.a) validemizin bir üzüm tanesi tasadduk ettiği rivayeti vardır.[676]

Öfkeyi yutmak, kızgınlığı gizlemek sözlü veya fiilî olarak açığa çıkarmamak demektir. Bir âyette;

"Onlar, büyük günah ve hayasız­lıktan kaçınırlar, kızdıkları zaman da kusurları bağışlarlar."[677] bu durumu beliğ bir şekilde ifade eder. Rasûlullah (sav):

"Pehlivan, meydanda başkalarını yenen değil, gazaplı ânında nefsi­ne hâkim olandır"[678] buyurarak âyetleri teyid ediyor.

"Bir kimse kendisine vermeyene vermedikçe, şahsî haksızlığı atfetmedikçe fazilet sahibi olamaz diyor"

 Ve sonra Hz. İsa (r.a)'dan şu rivayeti ekliyor:

"İhsan, sana iyilik yapana iyilik etmen değil, (çünkü) bu denklik olur. İhsan sana kötü davranana karşı iyiliktir." Başkalarına ihsan ya bir menfaati ulaştırmak ya da ondan bir zararı defetmekle olur."Onlar ki infak ederler" diye başlıyan kısım birin­ci kısmı, "öfkesini yutarlar" kısmı, ikinci kısmı, "insanları affeder­ler" bolümü de ihsanın bütün cihetlerini içine alır.[679]

Bu âyetteki [680]ihsan, kendi özel manasını içerdiği gibi infak ve in’am manasına da gelir. Beyhakî'nin rivayet ettiği bir haber bu durumu teyid ediyor. Şöyle ki, "Alî İbn Hüseyin (ra)'ın bir cariyesi vardı. Câriye namaza hazırlanan Ali b. Hüse­yin'in eline su döküyordu. İbrik elinden düştü ve kırıldı. Hz. Hü­seyin başını kaldırıp bakınca, Câriye O'na

“Şüphesiz ki Allah 'öfkelerini yutarlar' buyuruyor. Hz. Hüse­yin:

Öfkemi yendim, dedi. Câriye;

“İnsanları affederler' deyince, Ali İbni Hüseyin;

“Allah seni affetsin, dedi. Câriye;

“Allah muhsinleri sever' deyince, Ali İbn Hüseyin:

“Git! Allah için sen hürsün, dedi."[681]

Bu olayda Allah'ın sevdiği muhsin bîr insanın örnek bir davra­nışı vardır. Bu tip olaylara İslâm tarihinde Allah dostlarının hayat hikâyelerinde sıkça rastlanır. Allah'a gönül vermiş muhsinlerin Al­lah yolunda yapmıyacakları hiçbir fedakârlık yoktur.

Başka bir âyette;

"İman eden ve iyi işler yapanlara, hakkıyla sakınıp iman ettikleri ve iyi işler yaptıkları, sonra yine hakkıyla sakınıp iman ettikleri, sonra da hakkıyla sakınıp, yaptıklarını ellerinden gel­diğince güzel yaptıkları takdirde (haram kılınmadan önce) tattıkla­rından dolayı günah yoktur. (Önemli olan inandıktan sonra iman ve iyi amelde sebattır.) Allah muhsinleri sever."[682] buyuruluyor. Görülüyor ki bu âyette iman ve amel-i sâlih iki kere ve takva üç mertebe olarak zikredilmiş ve nihayet iman mertebesine gelmiştir ki, takvanın üç defa zikredilmesi, değişik şekil ve merte­belere işaret olabilir.

1. İnsanın nefsi ile kendi arasında takva ile amel etmesi. Nefsi ile vicdanı arasında takva.

2. Kendisi ile diğer insanlar arasında takva.

3. Kendisi ile Allah arasında takva ve iman.

Bu son durumla iman ihsana dönüşüyor ve ihsan cibril hadisindeki manasını buluyor.[683] Yahut bu tekrarla sakınılması gereken şeylerin mertebesine işaret olabilir kî, birincisi cezadan korunmak için haramları terk; ikincisi, harama düşme korkusuyla şüpheli şey­leri terk; üçüncüsü, nefsi korumak için güzel şeylerle donanıp bir kısım alışkanlık kirlerinden arındırarak bazı mubahları terketmektir. Bu son noktaya şu âyette işaret vardır:

"Ey iman edenler! Al­lah'ın size helâl kıldığı iyi ve temiz şeyleri (siz kendinize) haram kılmayın..."[684]

"Temiz şeyler size helal kılındı."[685] İfadesinde belirtildiği gibi helâl kılınanlar zaten te­miz şeyler olduğu hılde, helallerin temiz olanları için "Allah'ın helâl kıldıklarının temizleri"[686] buyurulması, "temiz olanların temiz olanları" anlamını çağrıştırabilir ki, bu da değersiz olan mübâh şeylerden kaçınma anlamını taşır.[687]

Kur'ân'ın ifadesine göre Allah muhsinlerle beraber şu özellik­leri taşıyanları da sever:

"Allah tevbe edenleri de sever, temizlenenleri de."[688]

"Allah takva sahiplerini sever." [689]

"Allah sabredenleri sever." [690]

"Allah âdil olanları sever."[691]

Bunların her biri güzel işlerdir. Güzel işleri yapmak muhsinlerin şiarı olduğu için bunlar aynı zamanda muhsinlerin özellikleri­dir.[692]

 

g) Allah Yolunda Cihad Ve İnfak Edenlerdir

 

Bütün güzel sıfatların muhsinlere ait olduğunu, muhsin vasfı­nın kolay olmadığını ifade etmiştik. Bunların en önemli özellikle­rinden biri de Allah yolunda cihaddır. Kur'ân'da;

"Ama bizim uğ­rumuzda cihad edenleri elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz. Hiç şüphe yok ki Allah muhsinlerle beraberdir."[693] deniyor. Buradaki cihad, zahiri bâtını, dâhilî hâricî düşmana karşı ya­pılan cihadın her nevine şâmildir. Böyle bir cihad sonucu Allah'a yakınlaşma işi gerçekleşir.[694]

Bu yakınlaşma sonucu onların hidayet ve muvaffakiyetleri artar ki şu âyet buna delilidir.

"Doğru yolu bulanlara gelince, Allah on­ların hidayetini artırır ve sakınmalarını sağlar." [695]

Muhsin hem ahlâkını güzelleştirir, hem de İslâm düşmanlarıyla mücahede eder.[696] Yukarıdaki âyetin[697] sonunun innallahe lemael muhsinîn şeklinde gelmesi âyetin başına çok uygun. Mücahidin, mücahedesinde muvaffak olabilmesi için yar­dım ve nusrete mutlak ihtiyaç vardır ki;

"Hiç şüphe yok ki Allah muhsinlerle beraberdir." denilerek yardım kesinleşiyor.[698]

Ayette "yolumuzda cihad edenler" tabiriyle aynı zamanda Rasülullah'a, O'nun ashabına ve kıyamete kadar Rasûlullah'a gü­zelce tâbi olanlara işaret edilmektedir. "Kendi yollarımıza eriştire­ceğiz" lafzıyla da "bildikleriyle amel edenleri, Allah'ın onları bil­mediklerine hidayet edeceğine" de işaret olabilir.[699]

Öyle veya böyle, hangi surette olursa olsun muhsinlerin her zaman mücahede içinde olduklarına ve Allah'ın onlarla beraber ol­duğuna yukarıdaki naslar açıkça delildir.

Allah'a ulaşmak ve O'na yaklaşmak için cihad eden, Hak yolda her türlü fedakarlığa katlanarak yılmayan, hem nefsine hem de in­sanlara karşı sabreden, hayatın binbir çileli yollarında yol alan muhsin insan-i kâmilliğe doğru yürürken[700] kazançlı çıkan da kendisi oluyor.

"... Kim temizlenirse o, kendi menfaatine temizlenmiş olur. Dönüş Allah'adır."[701]

"Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir."[702]

"Temizlenen, Rabbinin adını anıp O'na kulluk eden kimse kuşkusuz kurtuluşa ermiş­tir."[703]

"Rabbinin makamından korkan ve nefsini kötü arzulardan uzaklaştıran için ise şüphesiz cennet yegane barı­naktır."[704]

Yukarıdaki naslardan anlaşılıyor ki muhsin hem nefsine, hem de harici düşmanlara karşı mücahede içindedir. Cihadını ihlâsla yaptığı için Allah'ın yardımı onunla beraber olmuş ve sonunda za­fere ermiştir.

Muhsinler "Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı gevşek­lik ve zaaf göstermezler. Böyle durumlarda şöyle derler;

“Ey Rabbimiz günahlarımızı ve işimizdeki taşkınlığımızı bağışla; ayaklarımızı sabit kıl; kâfirler topluluğuna karşı bizi muzaffer kıl!"[705] derler.

Bu derece Allah'a inabe eden kimselerin muzaffer olmaları ka­çınılmazdır. Kendilerini bütünüyle Allah'a teslim etmiş insanların Allah yolunda cihad ve infak etmemeleri düşünülebilir mi? Zaten bütün bu özellikler onlan muhsin yapmıştır.[706]

 

h) Allah'ın Âyetlerini Huşu İçinde Dînler Ve Gözyaşı Dökerler

 

Kur'ân muttakîler için bir yol gösterici olduğu gibi[707] muhsinler için bir hidayet rehberi ve rahmet olduğunu[708] bildirmiştir. Muttaki aynı zamanda muhsin demektir. Bu kavramlar arasındaki münasebeti daha önce incelemiştik.

Kur'ân'da:

"Allah, sözün en güzelini, birbiriyle uyumlu, bıkıl­madan tekrar tekrar okunan bir kitap olarak indirdi. Rablerinden korkanların (muttaki ve muhsinlerin) bu kitabın etkisinden tüyleri ürperir, derken hem bedenleri hem de gönülleri Allah'ın zikrine ısınıp yumuşar, işte bu Kitap, Allah'ın dilediğini kendisiyle doğru yola ilettiği hidayet rehberidir. Allah kimi de saptırırsa artık ona yol gösteren olmaz."[709] buyuruluyor.

Demek ki muh­sinler Allah'ın âyetlerini dinlerken tüyleri ürperiyor, gönüller Al­lah'ın zikrine ısınıyor, sonra da "Mü'minler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allah'ın âyetleri okunduğun­da, imanlarını artıran ve yalnız Rablerine güvenen kimselerdir."[710] âyetince kalpleri de titreyen kimselerdir.

Daha sonra muhsinler samimi mücahedelerin sonucu tüyleri ve kalplerinin titremesiyle kalmıyor;

"Rasûle indirileni duydukları za­man tanış çıktıkları gerçekten dolayı gözlerinden yaşlar boşaldığını görürsün. Derler ki: Rabbimiz! İman ettik, bizi (hakka) şâhît olanlarla beraber yaz, Rabbimizin bizi iyiler arasına katmasını umup dururken niçin Allah'a ve bize gelen gerçeğe iman etmiyelim.

"Söyledikleri (bu) sözden dolayı Allah onlara, içinde devamlı kalmak üzere zemininden ırmaklar akan cennetleri mükâfat olarak verdi. Muhsinlerin mükâfatı budur."[711] Allah için gözyaşı döküyorlar.

Bu âyetlerin Habeşistan kralı Necâşî hakkında nazil olduğunu bildiren rivayetlerin olması,[712] muhtevasının diğer mü'minlere şamil olmadığını gerektirmez. Gözyaşının indiği yerde rahmet vardır. Zaten Cenab-ı Hak Kur'ân'ın muhsîhler için "bir hidayet rehberi ve rahmet kaynağı" olduğunu bildirmiştir[713]. Dola­yısıyla rahmetin indiği yerde de gözyaşı olacaktır.

İnsan muhsin olduğu müddetçe, her halükârda kazançlıdır. Hayatı boyunca ihsan üzere yaşamaya çalıştığı için zararda olduğu an yoktur. Meselâ önemli bir savaşta, herhangi bir geçerli mazeret­leri sebebiyle cihaddan geri kalsalar kendilerine bir günah olmadığı gibi gerçekten cihad için çok uğraşmış, cihada hazırlanmaya güç yetirememiş de mahzun olmuşlarsa, bunlara cephede cihad eden mücahitler gibi ecir olduğu bildirilmektedir: "Allah ve Rasulü için  (insanlara) öğüt verdikleri takdirde zayıflara, hastalara ve (savaşta) harcıyacak birşey bulamayanlara günah yoktur. Allah çok bağışla­yan ve çok esirgeyendir. Kendilerine binek sağlaman için sana gel­diklerinde: Sizi bindirecek bir binit bulamıyorum, deyince, harcı­yacak birşey bulamadıklarından dolayı, üzüntüden gözleri yaş dö­kerek dönen kimselere de (sorumluluk yoktur)." [714]

Allah Rasülü (s.a.v)’ de bu şekilde Medine'de özürleri sebebiyle geri kalanların ecirde onlarla beraber olduğunu Enes (ra)’dan rivayet edilen bir hadiste bildirmiştir.[715]

 Allah için gözyaşı dökmek muhsin mü'minin en önemli vasfı­dır. Gözyaşı insanı arıtıp temizler. Allah herkese bu şiarı nasib et­mez. Peygamberimiz (s.a.v):

Kıyamet gününde hiçbir gölgenin bulun­madığı bir zamanda kendi arşının gölgesinde yedi sınıf insanın göl­geleneceğini ifade etmiştir. Bunlardan birisi de Allah'ı anıp gözyaşı döken kimsedir.

Ebû Hureyre (r.a)'ın rivayet ettiği hadis şöyledir: "Yedi sınıf in­san vardır ki, Allah Teâlâ onları, Arşının gölgesinden başka hiçbir gölge olmadığı kıyamet günü kendi gölgesinde barındıracaktır. Bunlar:

1. Adil devlet başkanı;

2. Allah'a ibadet ederek gelişip bü­yüyen genç;

3. Kalbi mescidlere bağlı adam;

4. Allah için seven, Allah yolunda birleşen ve Allah yolunda ayrılan iki kişi;

5. Şerefli ve güzel kadının fuhuş için davetine karşı 'ben Allah'tan korkarım' di­yerek bu daveti reddeden adam;

6. Sadaka veren ve fakat sağ elinin verdiği sadakayı sol eli bilmeyecek şekilde gizleyen kimse;

7. Yalnız olarak Allah'ı zikredip de gözyaşı döken kimse."[716]

Zaten bu maddelerde vasfedilenlerin bir kısmı muhsinlerin özelliklerinde mevcuttur. Dökülen gözyaşı çok mana ifade eder. Gerçekler karşısında duydukları hissî heyecan veya başka sebepler­den anlatamıyanlar bu durumlarını gözyaşlarıyla ifade ederler. Gözyaşı insan ruhunda bilinen bir haletin ifadesidir. İnsan gözyaşı ile içinde gizlediği derin ve şiddetli tesirleri dışarı atarak boşaltmış olur.[717] Meşhur mutasavvıf Abdülazîz Debbağ (ö. h. XII. asır):

"Allah'ın isimlerinden öyle bir isim vardır ki, kul onun nuruyla su­lanacak (temizlenecek) olursa devamlı surette ağlar. Bu isim el-Garib’dir."[718] diyor. Talebesi Ahmed b. Mübarek bu sözü yorum­larken şunları kaydediyor: "Sanıyorum ki, kişi bu ismin nuruyla su­lanınca gafletten ayrılıp Rabbine dönüyor. Bu neye benzer biliyor musunuz? Seferden dönüp aziz dostlarına kavuşan kimselerin du­rumuna benzer. O çok yakınlar birbirine kavuşana sevinç gözyaşla­rı dökerler."[719]

Demek ki kul sıdk ile tevbe, edip tamamen Rabbine rücu' edince vuslatın sevincinden gözyaşı döktüğü gibi, kavuşmadan ön­ceki gaflet haline nedamet ve hayasından dolayı da ağlar.

Hasılı ağlamak şifadır, ağlamasını bilene.[720]

 

ı) Geceleri Az Uyur Ve Seherde İbadet Ederler

 

Kur'ân-ı Kerîm'in ifadesine göre kötülükler ancak iyilikle gide­rilir:

"Gündüzün iki ucunda, gecenin de ilk saatlerinde namaz kıl. Çünkü iyilikler kötülükleri (günahları) giderir. Bu, öğüt almak is­teyenlere bir hatırlatmadır."[721] Bu âyetin hemen pe­şinden gelen âyette muhsinlerin mükâfatlarının zayi olmıyacağından bahsedilmektedir. Bunun için devamlı ihsanından dolayı bu is­mi aldığından, ibadet ve istiğfarına devam ederek az uyuması gere­kir.

Kur'ân'da muhsinlerin özelliklerinden bahsederken;

"Şüphesiz ki muttakiler, Rablerinin kendilerine verdiğini alarak cennetlerde ve pınar başlarında bulunacaktır. Kuşkusuz onlar bundan önce muhsinlerdendi. Geceleri pek az uyuyorlardı. Seher vaktinde istiğ­far ederlerdi."[722] diyerek, muhsinlerin malların­dan muhtaç ve yoksulların haklarının olduğu beyanıyla devam edip gidiyor.

Gecenin belirli bir kısmında kalkıp teheccüd namazı kılmak: "Gecenin bir kısmında uyanarak sana mahsus bir nafile olmak üze­re namaz kıl. (Böylece) Rabbinin seni övgüye değer bir makama göndereceğini umabilirsin." Kur'ânî ifadeyle Peygamberimize bir emr-i ilâhîdir. Bu namaz Peygamberimiz için farz namazların dı­şında vacip bir namazdır.[723] Zira farz ve vaciplerden sonra en fazi­letli namazın gece namazı (teheccüd) olduğunu bizzat Peygambe­rimiz haber vermiştir.[724]

Gecenin belirli bölümünü namaz ve ibadetle geçirme emri:

"Ey örtüsüne bürünen (Rasûlüm)! Birazı hâriç geceleri kalk ve na­maz kıl. (Gecenin) yarısını (kıl). Yahut bunu biraz azalt, ya da ço­ğalt ve Kur'ân'ı tane tane oku."[725] âyetleriyle Peygamber (s.a.v)'in gece namaz kıldığını aynı sûrenin sonundaki şu âyetten anlıyoruz:[726]

"(Rasûlüm!) Senin gecenin üçte ikisine yakın kısmını, (bazen) yarısını, (bazen de) üçte birini yatmadan (ibadet­le) geçirdiğim ve beraberinde bulunanlardan bir topluluğun da (böyle yaptığını) Rabbin elbette biliyor..."

Allah Rasûlü' ve O'nun ashabınden bir kısmı gece ibadetine müdavim olduğuna göre onlara en güzel şekilde tabi olan muhsinlerin de gece ibadetine devem etmeleri gerekirdi ve öyle oldu da. Bunların pek az uyuyup seher vakitlerinde istiğfar ettikleri:

"(O muhsinler) Geceleri pek az uyurlardı. Seher vakitlerinde de istiğfar ederlerdi" âyetleri ile sabit olmuştu.

Geceleri ibadet ve taatle geçirerek pek az uyumalarına rağmen, sanki geceyi cürümle geçirmişcesine seherde istiğfarı bırakmıyor, bol bol istiğfar ediyorlardı. Bütün bunlar onların muhsinliklerini açıklıyordu [727]

Seher vakti, ariflerin, âşıkların, sâdıkların kısaca Allah dostları­nın gözyaşları ile seccadelerini ve gönüllerini yıkadıkları vakittir. Bir Hak âşığı bunu güzel ifade ediyor:

Nere gidem ben bu dertli baş ile,

Dövmem gerek beni katı taş ile,

Seherde dökülen kanlı yaş ile,

Ağlarım günahım yu deyu deyu.

Peygamberimiz (s.a.v) bir hadis-i şerifte:

"Şüphesiz ki Allah her gece dünya semasına iner. Gecenin son üçtebiri kaldığında şöyle nida eder: Yok mu tevbe eden, onun tevbesini kabul edeyim. Yok mu bağışlanma dileyen, onu affedeyim. Yok mu isteyen, ona istedi­ğini vereyim.' Bu durum fecir doğuncaya kadar devam eder."[728]

Rasûlullah (s.a.v)'e daha vahyin ilk yıllarında, beş vakit namaz bile farz olmadan gece ibadetinin emredîlmesi dikkate şayan bîr olay­dır. Çünkü gecede sükûnet var, gecede çile ve olgunluk var. Sanki Cenab-ı Hak gece ibadetleri ile Rasûlullah (s.a.v)’i vahye hazırlamış ve O'na gündüz çekeceği sıkıntılar karşısında dayanma gücü vermişti.

Muhsinler de aynı yoldaydı. Herkesin uyuduğu gecenin karan­lığında onlar uyanık olmayı tercih etmişlerdi. Halkın gafletine mu­halefet ediyor, Rablerinin mağfiretine yön eliyorlardı. Şiarları az ye­mek, az uyumak ve az konuşmak olmuştu, Rableriyle hemhal ol­maları ve ilahî esrara muttali olmaları sebebiyle kuş gibi hafiflemiş­ler, melekî melekeler kesbederek uykuya galebe gelmişlerdi. [729]

Seher vakti gecenin altında biridir ve ehli ilimce bu vakitte cen­netin kapılarının açıldığı bildirilmiştir.[730] 

 

 

2-MUHSİN KİMDİR?

 

1. Kimler Muhsindir?

 

Muhsinlerin özelliklerini âyet ve hadislerle belirlemeye çalıştık. Halka ihsanda bulunma, Allah'ın kendilerine ihsan ettiği malı hal­kın istifadesine sunma, manen ve madden türlü türlü ihsan yolları­na başvurma, daima Allah'ın gözetiminde yaşadığına inanma, gibi bariz vasıflara sahip olan muhsin,[731] bu saydığımız hususiyetleri me­zara kadar götürmeyi başarırsa Allah'ın veli kullarından sayılır. Al­lah'ın veli kulları da "insan-ı kâmil" denilen olgun insanlardır.

Böyle kâmil insanlar kendi nefislerini huzur ve saadete ulaştır­dıkları gibi, başka insanların da iki cihanda mutlu olmalarına vesile olan insanlardır. Bunlardan şahsiyetli ve şuurlu kimseler neyi, niçin yaptıklarını bilir ve her nefeslerini ilahî ölçülere göre ayarlarlar. Bü­tün bu vasıflara Allah'ın lütuf ve ihsanıyla ulaştıklarını anlar ve şu âyeti devamlı hatırda tutarlar:

"Ey îman edenler! Şeytanın adımla­rını takip etmeyin. Kim şeytanın adımlarını takip ederse, muhakkak ki o, edepsizliği ve kötülüğü emreder. Eğer üstünüzde Allah'ın lü­tuf ve merhameti olmasaydı, içinizden hiç kimse asla temize çık­mazdı. Fakat Allah dilediğini arındırır. Allah işitir ve bilir."[732]

Şimdi kimlerin muhsîn olduklarını açıklamaya çalışa­lım. Aşağıda sayacağımız beş sınıf insan Kur'ân'ın muhsin dîye adlandırdığı kimselerdir.[733]

 

a) Peygamberler

 

Yukarıda muhsinlerin özelliklerini tek tek ele aldık. Bu saydığı­mız vasıfların tamamı peygamberlerde mevcuttur. Peygamberler içinde bulundukları toplumun en seçkin ve mükemmel insanları­dır. Peygamberlik makamı bir insana verilecek en ulvî makamdır. Bu makam çalışmakla elde edilemez. Bunu Cenab-ı Hak dilediğine lütfeder. İnsanlara yollarını aydınlatmaları için peygamberler gön­dermesi Allah'ın büyük nimetidir. Allah'ın, insanlar arasında dile­diğini peygamber seçmesinde şaşılacak birşey yoktur. Bir âyette;

"İçlerinden bir adama; insanları uyar ve iman edenlere, Rableri ka­tında onlar için yüksek bir doğruluk makamı olduğunu müjdele, diye vahyetmemiz, insanlar için şaşılacak bir şey mi oldu ki, o kâfirler; 'bu elbette bir sihirbazdır,' dediler ?"[734] buyurularak bu durumun tabiî olduğu, şaşkınlığa mahal olmadığı bil­dirilmektedir.

Peygamberler insanlar için ancak bir müjdeci ve bir uyarıcıdır:

"Biz peygamberleri ancak müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak gön­deririz. Kim imân eder ve kendini ıslah ederse onlara korku yoktur. Onlar üzüntü de çekmiyecektir."[735]

Peygamberler aynı zamanda bizim için bir rahmettir. Onlar olmasa biz Allah'a giden yolu nasıl tanıyacağız?

İnsanlık için bir rehber, bir yol göstericisi ve Allah'ın yardımı ve lütfü ile bir kurtarıcı olan peygamberlerin bütün güzel vasıflarla donanıp muhsin olmaları kaçınılmazdı ve öyle oldu. Allah kendi­siyle irtibat kurup vahiy ile şereflendireceği elçilerini hatalı anların­da uyararak kâmil insan derecesine getirdi ve öyle vahyetti.

İnsanların gerek vechen, gerekse ahlaken en mükemmeli olan Peygamberimizin terbiyesini bizzat Cenab-ı Hak üstlenmiş ve O'nun ahlâkını yaşayan Kur'ân haline getirmişti.[736] Peygamberimiz diğer peygamber muhsinlere müşahhas örnek olmuşlar, muhsinler ancak peygamberlerinin ahlâklarıyla ahlâklanarak bu vasfı kazan­mışlardır.

Muhsin vasfını peygamberlere bizzat Allah vermiştir. Şöyle ki, Yusuf sûresi 22. âyette

"(Yusuf) erginlik çağına erişince, ona (isabetle) hükmetme (yeteneği) ve ilim verdik. İşte muhsinleri biz böyle mükafatlandırırız.'[737] diyerek Yusuf (a.s)’a muhsin vasfını verir­ken aynı sûrenin 36. âyetinde Yusuf (a.s)'ın zindan arkadaşlarının di­liyle yine muhsin özelliği veriliyor. Yine bu sûrenin 56. ve 78. âyetlerinde bu özellikler tekrarlanırken, aynı sûrenin 90. âyetinde bu vasfın tekrar edilmesi ite beraber, bu özelliğin kazanılış sebebi üzerinde duruluyor ve şöyle deniyor:

"Yoksa sen gerçekten Yusuf musun? Dediler. O da (Evet) ben Yusufum, bu da kardeşim (Çün­kü, belâlardan kurtulmayı, zilletten sonra[738] izzete kavuşmayı) Allah bize lütfetti. Çünkü kim (Allah'tan) korkar ve sabrederse, şüphesiz Allah muhsinlerin mükâfatlarını zayi etmez."[739]

Bu sûrede muhsin kelimesi Hz. Yusuf (a.s) için beş ayrı âyette geçmektedir. Bunda hikmet Yusuf (a.s)’ın  ebeveyninden ayrı bir ha­yat sürerek binbir türlü eza ve cefalara katlanması, para, kadın ve kendisine kötülük edenlere karşı husumetten vazgeçmesi, bunları aşması ve hem sîreten hem de sûreten güzelliklerle donanmış ol­masının rolü olabilir.

Kur'ân-ı Kerîm sadece Yusuf (a.s)’ın muhsinliğinden mi bahsedi­yor? Tabi ki hayır. Saffat sûresi, 80. âyetinde Nuh (as) için 105 ve 109. âyetlerde İbrâhim (a.s) için, 121. âyette Musa ve Hârun (as) için, 131. âyette İlyâs (a.s) için: "İşte biz muhsinleri böyle mükafatlandırı­rız." buyurularak tekrar edilmiştir.

Ayrıca yine bu sûrenin 113. âyetinde;

"Sâlihlerden bir peygam­ber olarak ona (İbrahim'e) İshak'ı müjdeledik. Kendisini ve İshak'ı mübarek (kutlu ve bereketli)[740] eyledik. Lâkin her ikisinin neslinden iyi kimseler olacağı gibi, kendine açıktan açığa kötülük edenler de olacak." buyurularak, bu peygamberlerin soyundan da muhsin kimselerin geleceği, buna mukabil aynı peygamberlerin soyundan kendine açıkça kötülük edenlerin de gelebileceği vurgulanmıştır.

Bütün bu naslardan anlaşılıyor ki, ilk muhsin insanlar peygam­berlerdir. Üstelik onların muhsinlikleri yaşadıkları müddetçe de­vam eder gider. Çünkü onlar Allah'ın koruması altındadır. Peygamber olmayan insanlar hatalı davrandıklarında imtihan olunma­ları sebebiyle bu hatalarından Allah tarafından alıkonmadıkları hal­de, peygamberler ânında uyarılarak hata yapmaları engellenir. İşte bunun için peygamberler muhsinlerin bütün özelliklerini taşıdıkları gibi, muhsin insanların yapmakla yükümlü olmadıkları ve yapmala­rı muhayyer olan bazı davranışları da yapmak zorundadırlar. Pey­gamberimize, sadaka ve zekatın yasaklanması, Teheccüd namazı­nın vacip kılınması gibi.[741]

Hasılı doğruluk, eminlîk, zeki ve akıllı olmak, günahlardan ko­runmuş olmak, tebyin, ta'lîm ve tezkiye gibi görevlerle donanmış olan peygamberlerin muhsin olmaları kaçınılmazdır.[742] Bu sıfatların bir kısmı muhsinlerde olsa da peygamberlerin "ismet" gibi bazı özellikleri muhsinlerde bulunmaz. Günahlardan Allah'ın yardımı ile tamamen korunmuş olmak sadece peygamberlere mahsustur. O halde bu açıklamalardan anlaşıldı ki her peygamber aynı zamanda muhsindir ama; her muhsin olan peygamber değildir.

Cenab-ı Hak Kur'ân-ı Kerîm'de Peygamberimize bazı pey­gamberlerden bahsettikten sonra şöyle diyor:

"İşte bunlar, Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerden, Adem'in soyundan, Nuh ile birlikte (gemide) taşıdıklarımızdan, İbrahim ve İsrail (Yakub)un soyundan, doğruya ulaştırdığımız, seçkin kıldığımız kimse­lerdendir. Onlara çok merhametli olan Allah'ın âyetleri okundu­ğunda ağlayarak secdeye kapanırlardı."[743]

Bu âyette belirtildiği gibi her türlü güzelliklerle vasıflanan peygamber­ler aynı zamanda muhsin kimselerdir. Yukarıda muhsin kimseler­den bahsederken çok istiğfar eden ve seherde bol bol gözyaşı dö­ken kimseler olduğunu belirtmiştik.[744]

 

b) Muttakîler

 

Muttaki kelimesi vikaye sülâsî fiilinin iftial kalıbından ism-i faildir.[745]

Muttakî: Korumayı, sakınmayı kabul eden, yani elem ve zarar verecek şeylerden sakınıp kendisini koruma altına alan, anla­mındadır.[746] Yukarıda muhsinlerin özelliklerinden bahsederken, bunların en barizlerinden muttaki olduklarını âyetlerle açıklamaya çalıştık. Burada başka âyetlerle muttakîlerin nasıl muhsinlerden sa­yıldıklarını belirlemeye çalışacağız. Konuyu fazla uzatmadan birkaç örnekle yetineceğiz.

Zümer sûresi 33. âyette:

"Doğruyu getiren ve onu tasdik eden­ler var ya, işte muttakîler onlardır" denirken, 34. âyette:

"Onlar için Rableri yanında diledikleri her şey vardır. İşte bu muhsinlerin mükâfatıdır." buyurularak muttakîlerin muhsin oldukları belirtili­yor. Yine aynı sûrenin, 57. âyetinde:

"Veya Allah bana hidayet ver­seydi, elbette muttakîlerden olurdum diyeceği" deniyor hemen pe­şinde 58. âyette: "Yahut azabı gördüğünde 'Keşke benim için bir kez (dönmeye) imkân bulunsa da muhsinlerden olsam! diyeceği günden sakının" buyurularak muttakîlerin muhsinler olduğu açık­lanmaktadır.

Takva'nın korunmak ve sakınmak anlamına geldiğini bildir­miştik. Genellikle insan korktuğu şeyden korunur ve sakınır. Muh­sin ve muttaki için korunup sakınması gereken şeyler Rabbani öl­çülerin yasakladığı şeylerdendir. Kur'ân ve Sünnette "muttaki" di­ye geçen, yani "takva sahibi" olan kimseler Allah'tan sakınan ve gazabından korunan kimse demektir. Bu kimseler Allah'ın emirle­rini yerine getirerek, O'nun rızasını kaybetmekten sakınır, yasakla­rından kaçınarak da azabından korunmuş olurlar.[747]

Bir âyette:

"... Kim Allah'tan sakınırsa, (Allah) ona bir çıkış yo­lu ihsan eder. Ve ona ummadığı bir yerden rızık verir."[748] buyurularak muttaki'nin ihsan'a ulaşacağından bahsediliyor. Demek ki muttakîler aynı zamanda muhsin kimselerdir. Zaten muhsinlerin en önemli vasıflarından biri de takva sahibi olmalarıy­dı. Bu durumu daha önce görmüştük. Bakara sûresi 177. âyetinin ilk bölümünde iyilikten bahsedildikten sonra iyi insanların vasıfları tek tek sayılıyor ve âyetin sonunda şöyle deniyor:

"... İşte doğru olanlar bu vasıfları taşıyanlardır. Muttakîler ancak onlardır." Bu sa­yılan özellikleri incelediğimizde muhsinlerin vasıflarıyla aynı oldu­ğu görülmektedir. Demek ki, müttakîlerle muhsinler hemen hemen aynı kimselerdir.[749]

 

c) Muhlisler

 

İhlâs'ın katışıksız, safî, arı duru, içi dışı bir olmak, dini sadece Allah'a has kılmak, şirkten uzaklaşarak kendisini bütünüyle Allah'a vermek,[750] bîr şeyin diğerinden seçilmesi ve temizlenmesi[751] gibi manalara geldiğini yukarıda belirtmiştik. İhlasın ayrılık ve kurtuluş gibi manaları da vardır. İhlâs sûresi hâlis tevhid inancını ifade et­mesi, o sûreye inanıp gereğini yerine getirenin kurtulacağından dolayı bu adı almıştır.[752] İhlâs sahibi kimselere muhlis diyoruz.

Cenab-ı Hak Kur'ân-ı Kerîm'de peygamberleri muhsin olarak vasıflandırdığı gibi aynı peygamberi sâlih, muhlis, muttaki gibi vasıflarla da vasıflandırmıştır. Meselâ Yusuf sûresi 22. âyette, Yusuf (a.s) muhsin vasfı ile vasıflarken aynı peygambere hemen iki âyet sonra:

"... Şüphe yok ki O (Yusuf) ihlâslı kullarımızdandı."[753] buyurarak muhlis adını vermiştir.

Muhsinlerin ayın zamanda muhlis olduklarını, şeytanın sadece ihlâslı yani muhlis kimselere yaklaşamıyacağını ifade etmiştik.

Bir âyette:

"Bunun üzerine İlyas'ı yalanladılar. Onun için Allah'ın ihlâslı kulları müstesna; onların hepsi (cehenneme) götürülecekler­dir."[754] buyurularak muhlis kimselerin cehen­neme uğramıyacakları haber verilmiştir. Tabi ki buradaki muhlisler, muvahhid olup yukarıdaki tarife uyan kimseler olmalıdır.[755]

Kur'ân'da Meryem sûresi 51. âyette Mûsa (a.s)'dan bahsedilirken;

"(Rasülüm) Kitap'ta Musa'yı da an! Gerçekten o muhlis, hem rasûl ve hem de nebi idi" buyuruluyor. Başka bir âyette:

"Bu kitap izzet ve hikmet sahibi Allah katından indirilmiştir. (Rasûlüm!) Şüphesiz ki kitabı sana hak olarak indirdik. O halde sen de dini Al­lah'a has kılarak (ihlâs ile) kulluk et."[756] buyurula­rak peygamberimize muhlis olması emrolonuyor. Tabi ki O'nun şahsında bizlere de.

Aynı sûrenin 10. âyetinde:

"(Rasûlüm) Söyle mü'min kulla­rım! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Bu dünyada iyilik yapanlara iyilik vardır. Allah'ın (yarattığı) yeryüzü geniştir. Yalnız sabre­denlere, mükâfatları hesapsız ödenecektir." denilirken iyilik yapan muhsinlere haber verilen iyiliğin tefsirlerde cennet, sıhhat ve afiyet olduğu bildirilmiş, İslâm'ı rahat yaşayamıyanların, yaşayabilecekleri başka yerlere hicret edebilecekleri açıklanmıştır.[757]

Yine aynı sûrenin (Zümer) devamında:

"De ki: Bana, dini Al­lah'a hâlis kılarak O'na kulluk etmem emrolundu. Bana müslümanların ilki olmam emrolundu;

"De ki: Rabbime karşı gelirsem, doğrusu büyük günün azabından korkarım."

"De ki: Ben dinimde ihlâs ile ancak Allah'a ibâdet ederim."[758] denile­rek peygamberin mutlak surette muhlislerden ve muhsinlerden ol­ması istenmiştir. Bu âyetlerin birkaç âyet ilerisinde ise:

"Tağut (Hakkı tanımayıp azan ve sapan her kişi veya güç)a kulluk etmek­ten kaçınıp Allah'a yönelenlere müjde vardır. (Ey Muhammed!) Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Al­lah'ın doğru yola ilettikleri kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleride onlardır."[759] denilerek muhlis ve muhsinler tasvir edilip müjdelendikten sonra, birkaç âyet ileride de "Sözün en güzelinin" Kur'ân-ı Kerim olduğu müjdeleniyor.[760]

Yukarıda hep muhlisler tasvir edildiği halde, muhsin vasfını ne­reden anlıyoruz? Bu sorunun cevabını da yine aynı sûrenin 33 ve 34. âyetinden buluyoruz:

"Doğruyu getiren ve onu tasdik edenler var ya, işte muttakîler onlardır. Onlar için Rableri yanında diledik­leri herşey vardır. İşte bu muhsinlerin mükafatıdır." Buradan da anlaşılıyor ki, bütün muhlisler aynı zamanda murisindirler.

İhsanın en önemli manalarından biri "ihlâs üzerine olmaktır. Yani her yaptığım Allah için yapması, Peygamberimiz (s.a.v) bir hadis­lerinde:

"Kim Allah için verir, Allah için men eder, Allah için sever, Allah için buğzeder ve Allah için nikâh ederse imanını kemâle er­dirmiş olur."[761] buyurarak bu durumu açıklamaktadır. Peygamberi­miz başka bir hadisin son kısmında ise:

"... Üç şey vardır ki mü'mi­nin kalbi onlara karşı hıyanet bilmez:

1. Amelde ihlâs.

2. Emir sa­hiplerine nasihat.

3. Cemaatten ayrılmamak.

Bu üç şeyin bulunması, kalbi gerisinden korur."[762] diyerek gerçek mü'minin her halinde ihlasın olacağına işaret etmiştir.

Cüneyd-i Bağdadî (ö. 297/909): "İhlâs, Allah Teâlâ ile kul arasında bulunan bir sırdır. Melek bilmez ki (sevabını) yaza, şeytan bilmez ki ifsad ede, hevâ ve heves bilmez ki saptıra!"[763] diyerek ihlâsı güzel bir şekilde özetlemiştir, Endülüslü meşhur âlim Şâtıbî (ö. 790/1388) ise kişinin ihlâs üzere bulunmasını şöyle özetlemiş­tir: "Kişi ister ibadet türünden olsun ister muamelât, her ne yapar­sa yapsın, o yaptığı şeydeki Yüce Allah'ın gözetmiş olduğu maksat üzere bulunmalı ve amacının Allah'ın maksadı ile aynîleşmesine ça­lışmalıdır. İşte o zaman her işinde ihlâs sahibi olacak, muamelât tü­ründen olan amelleri dahi ibadet şeklini alacaktır."[764] Muhlis ile muhsin her konuda hemen hemen aynı özellikleri taşımaktadır ki, bu yüzden muhlisler muhsinlerdir.[765]

 

d) Sâlihler

 

Muhsinler grubuna giren mü'minlerden biri de sâlihlerdir. Rabbimiz bunları Kur'ân'da tavsif ederken;

"Onlar, Allah'a ve âhiret gününe inanırlar, iyiliği emreder, kötülükten menederler; hayırlı işlere koşuşurlar. İşte bunlar sâlihlerdir. Onların yaptıkları hiçbir hayır karşılıksız bırakılmıyacaktır. Allah muttakîleri çok iyi bilir.”[766] buyurarak muttakilerle, sâlihleri aynı özelliklerle ifade ediyor. Aynı sûrenin hemen birkaç âyet son­rasında,[767] muttakilerle muhsinleri aynı vasıflarla anlatıyor. Yukarıda bildirilen âyetler ışığında anlıyoruz ki, sâlihler muhsin kimselerdir.

Kur'ân'ın ifadesine göre sâlih insan olmak bir emeldir:

"Onlar­dan kimi de, eğer Allah lütuf ve kereminden bize verirse, mutlaka sadaka vereceğiz ve elbette biz sâlihlerden olacağız! diye Allah'a and içti." [768] Demek ki bu hedefi gerçekleştirmede de tasadduk gerekiyor. Bu da tabiki bir çeşit ihsandır.

Sâlih olmak, sâlihlerle beraber olmak hem mü'minlerin, hem de peygamberlerin hedeflerindendir. Kur'ân-ı Kerîm'de:

"Kim Al­lah'a ve Rasûl'e itaat ederse işte onlar, Allah'ın kendilerine lütuflarda bulunduğu, peygamberler, sıddîkler, şehidler ve sâlih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır."[769] buyurularak sâlih olmanın şartı belirlenmiş ve bu vasfı kazanmak için Allah ve Rasûlüne mutlak itaatin gerekliliği ifade edilmiştir.

Peygamberler de sâlihlerden olmak için duâ etmişlerdir. Bu durum Kur'ân'da açıkça beyân edilmiştir. Şöyle ki: "Ey Rabbim! Mülkten bana (nasibimi) verdin ve, bana (rüyada görülen)[770] olayların yorumunu da öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Sen dünyada da âhîrette de benim sahibimsin. Beni müslüman olarak öldür ve beni sâlihler arasına kat!"[771] diye Yusuf (a.s)'a dua ederken; başka bir âyette İbrahim (a.s):

"Rabbim, bana hikmet ver ve beni sâlihler arasına kat!"[772] dîye dua etmiştir. Buradan anlaşılıyor ki muhsin, muttaki olan peygamberler aynı za­manda sâlih insanlardı. Sâlih olduklarını Şuayb (a.s)'ın Musa (a.s)'a kar­şı şu hitabından da anlıyoruz:

"... İnşaallah beni sâlihlerden bula­caksın."[773]

İnsan fırsat elde iken sâlih bîr insan olmak için çalışmalıdır. Yoksa şu âyette belirtildiği gibi:

"Herhangi birinize ölüm gelip de: Rabbim, benî yakın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka verip iyilerden olsam!..."[774] âhirette yersiz temennilerde bulunuruz. Peygamberimiz (s.a.v) sâliha bir hanımı in­sanoğlunun mutluluğunun ana esaslarından sayarken, sâlih bir ev­ladı da sadakayı câriye olarak kabul etmiştir.[775]

Yukarıda verilen naslardan sâlih insanların aynı zamanda muh­sin kimseler oldukları anlaşılmaktadır. Böyle olmaları sebebiyledir ki biz muhsin olan kimseler kısmına sâlihleri de almış olduk.[776]

 

e) Sâbirler

 

Kur'ân-ı Kerim'in en fazla üzerinde durduğu konulardan biri de sabır konusudur. Nefsin kötü arzularına karşı en büyük silahlar­dan birisi de sabırdır. Kur'ân'da:

"Ey iman edenler! Sabır ve na­maz ile Allah'tan yardım isteyin, çünkü Allah muhakkak sabreden­lerle beraberdir."[777] buyurularak nefsin kötülüklerine karşı sabırla Allah'tan yardım talep etmeniz istenmiştir.

Daha önce, öfkelerini yenme ve sabırlı olma muhsinlerin özel­likleri arasında belirtilmişti. Sabırlı olmak herkesin yapabileceği birşey değildir. Cenab-ı Hak bîr âyette:

"Sabret! Senin sabrın da an­cak Allah'ın yardımı iledir. Onlardan dolayı kederlenme; kurmakta oldukları tuzaktan kaygı duyma"[778] diyerek Peygam­berimize (s.a.v) sabrı tavsiye ederken:

"İsmail'i, İdris'i ve Zülkifl'i de (yâdet), hepsi de sabredenlerdendi"[779] diye önceki peygamberlerin de sâbir olduğunu ifade etmiştir.

Başka bir âyette: "Nice peygamberler vardı ki beraberlerinde birçok Allah erleri (muttaki âlimler ve Rablerine devamlı ibadet eden âbidler)[780] bulunduğu halde savaştılar da, bunlar Allah yolun­da başlarına gelenlerden dolayı gevşeklik ve zaaf göstermediler, boyun eğmediler. Allah sabredenleri sever."[781] diyerek peygamberlerle birlikte Allah erlerinin de Allah yolunda çektikleri sıkıntılara karşı sabrettikleri belirtilmiştir. Bunlar çektikle­ri bu çilelerden hiç şikayet etmemiş, bilâkis;

"Onların sözleri, sade­ce şöyle demekten ibaret olmuştur: Ey Rabbimiz! Günahlarımızı ve işimizdeki taşkınlığımızı bağışla; ayaklarımızı (yolunda) sabit kıl; kâfirler topluluğuna karşı bizi muzaffer kıl!"[782]

Bu durumda bile Allah'tan af ve mağfiret dilemişlerdir.[783]

Başka bir âyette:

"Andolsun ki içinizden cihad edenlerle sabre­denleri belirleyinceye ve haberlerinizi açıklayıncaya kadar sizi imti­han edeceğiz."[784] denilerek sabrın önemli bir imtihan konusu olduğu açıklanıyor. Tabi ki bu imtihan Allah'ın emir ve nehiyleri ile olacaktır.[785] Aslında insan her an her şeyi ile imtihan halindedir. Müslümana düşen ittika sahibi olmak ve kötü­lüklere sabretmektir. Şu âyet bu durumu çok güzel açıklamaktadır:

"Andolsun ki mallarınız ve canlarınız konusunda imtihana çekile­ceksiniz; sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve müşrikler­den birçok üzücü sözler işiteceksiniz. Eğer sabreder ve takva gös­terirseniz, muhakkak kî bu (yapılacak) işlerin en değerlisidir."[786]

Sabır Kur'ân'ın üzerinde durduğu önemli bir meziyettir. Kur'ân'da takriben yetmişe yakın yerde geçer. İnsan sabır sayesin­dedir ki hayatın çile ve sıkıntılarına tahammül eder. Sabır birçok önemli meziyetin kaynağını teşkil eder. Meselâ şecaat ve iffetli ol­mak bunlardan sadece ikisidir.[787] Mü'minin bir ömür boyu nefsi ve diğer düşmanları ile mücahedesinde sabrın çok önemli yeri vardır.

Peygamberimiz: "Mü'minin işine şaşarım, gerçekten onun bütün işleri hayırdır. Bu durum mü'minden başka hiçbir kimse hakkında sözkonusu değildir. Kendisine varlık isabet ederse şükreder, bu onun için hayır olur. Darlık isabet ederse sabreder, bu da onun için hayır olur."[788] buyurularak gerçek mü'minin her halinin hayır olduğunu müjdeler.

Yine Peygamberimiz ashabına, önceki ümmetlerden bazıları­nın acılar karşısında nasıl sabredip dinde sebat ettiklerini şöyle ha­ber veriyor: Ashabdan Habbab b. el-Eret (ra) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.v)’e Kabe'nin gölgesinde hırkasına yaslanmış olduğu halde iken (halimizi) şikayet ettik ve;

"Bizim için zafer istemiyecek misin, bizim için dua etmiyecek misin?’ dedik. Rasûlullah (s.a.v) buyurdu kî:

"Sizden önce öyle kimseler vardı ki, adam yakalanıyordu, onun için yer kazılıyor, o kazılan yere konuluyor ve başı ikiye bö­lünüyordu, demir taraklara taranıyor, eti kemiğinden ayrılıyordu. (Bütün bunlara rağmen) bu (yapılan işkenceler) onu dininden alıkoyamıyordu. Vallahi Allah bu dinini tamamlıyacak, öyle ki binekli (adam) San’a dan Hadramevt'e kadar yol alacak da Allah'tan ve koyunu üzerine kurttan başka kimseden korkmayacak... Fakat siz acele ediyorsunuz."[789]

Sâbir kavramı ile muhsin kavramı arasındaki benzerlikleri ön­ceki konularımızda belirtmiştik. Sâbir olmak peygamberlerin özel­liklerinden olduğu gibi muhsinlerin de özelliklerindendi. Muhsin ve Sâbir bir mü'min de cemolan ve Asır sûresinde hepsi de bir ara­da zikredilen dört önemli esasdan biri de sabrı tavsiyedir.[790] Aynı zamanda muhsin olan sâbirler, âyette belirtildiği gibi sıkıntılara sabretmelerinin karşılığını en güzel şekilde göreceklerdir:

"Sizin yanınızdaki (dünya malı ) tükenir,[791] Allah katındakiler ise bakîdir. Elbette sabırlı davrananlara yapmakta olduklarının en güzeliyle mükâfatlarını vereceğiz."[792] Bu anlatılanlardan anla­şıldı ki muhsin kimselerden biri de, Allah'ın rızasını kazanmak için bütün sıkıntılara göğüs geren sâbirler'dir. Şu âyetler onların halini en güzel şekilde açıklamaktadır:

"Onlar Allah'ın ahdini yerine getirenler ve verdikleri sözü bozmayanlardır. Onlar Allah'ın gözetmesini emrettiği şeyi gözeten, Rablerinden sakınan (muttaki) ve kötü hesaptan korkan kimse­lerdir. Yine onlar, Rablerinin rızasını isteyerek sabreden (sâbir) namazı dosdoğru kılan, kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve açık olarak (Allah yolunda) harcayan ve kötülüğü iyilikle savan (muh­sin)[793] kimselerdir. İşte onlar var ya dünya yurdunun (güzel) sonu sadece onlarındır. (O yurt) Adn cennetleridir; oraya babalarından, eşlerinden ve çocuklarından sâlih olanlarla beraber girecekler, me­lekler de her kapıdan onların yanlarına varacaklardır. (Melekler :)[794] 'Sabrettiğinize karşılık sîze selâm olsun! Dünya yurdunun sonu (cennet) ne güzeldir!'[795] (derler.[796])

Görülüyor ki Ra'd sûresinin bu pasajında birbirine çok yakın, anlamları olan muttaki, sâbir, muhsin ve sâlih kavramlarının hepsi de bir arada geçmiştir. Böyle olduğu içindir ki bîz sâbirleri de muhsinler arasında inceledik.[797]

 

2. Muhsinlerin Mükâfatları

 

Allah'ın muhsin kullarına vereceği mükâfat, târif-i lisanımıza sığmayacak kadar fazladır. Zaten cennet nimetleri ile, dünyada bu­lunan nimetler arasında bir isim benzerliği vardır. Âhirette olan şeylerin dünyada ancak adları vardır. Orada bulunan her şey o âlem cinsinden ebedî aleme layık şeylerdir.[798] O'nun için biz burada muhsinlerin mükâfatlarından bahsederken âyetler neyi nasıl haber veriyorlar ise öyle izah etmeye çalışacağız.

Aslında muhsinlerin mükâfatları derken bunun içine, muttaki, mü'min, sâlih ve sâbirlerin mükâfatları giriyorsa da, biz mümkün olduğu kadar izahları kısa tutmaya çalışacak ve muhsinlerin dışın­daki gruplardan sadece birer, ikişer âyetle yetineceğiz.

Kıır'ân-ı Kerîm'i muhsinlerini mükâfatları konusunda inceledi­ğimizde, şu hususlar dikkati çekmektedir.

a) Muhsinlere verilen müjdeler.

b) Muhsinlere bildirilen mükâfatlar.

c) Muhsinlerin mükâfatlarının zayi olmayacağı bilâkis artacağı. Şimdi bunları kısa kısa ele alalım.[799]

 

a) Muhsinlere verilen müjdeler:

 

Kur'ân-i Kerîm'in muhsinler için Lokman, 31: 3. âyetinde bir hidayet ve rahmet kaynağı olduğu belirtildikten sonra, Ahkâf sûresi 12. âyette bir müjde olduğu vur­gulanmış; Teybe sûresi, yüzüncü âyetinde: "(İslâm dinine girme hususunda,[800]) öne geçen ilk muhacirler ve ensar ile onlara güzellik­le tâbi olanlar var ya, işte Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah'tan razı olmuşlardır. Allah onlara içinde ebedî kalacakları, ze­mininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük kur­tuluştur." denilerek, muhsinlere zımnen müjdeler verilmiş. Bu müjde Hac sûresi 37. âyetinde açıkça ifade edilmiştir:

"Onların ne etleri ne de kanları Allah'a ulaşır; fakat O'na sadece sizin takvanız ulaşır. Sizi hidayete erdirdiğinden dolayı Allah'ı büyük tanıyasınız diye O, bu hayvanları böylece sizin istifadenize verdi. (Ey Muham­med!) Muhsinleri müjdele!"

Yukarıdaki âyetlerle muhsinler müjdelenirken, Yunus sûresinde:

"Bilesiniz kî, Allah dostlarına korku yoktur; onlar üzül­meyecekler de. Onlar, iman edip de takvaya ermiş olanlardır. Dün­ya hayatında da âhirette de onlara müjde vardır. Allah'ın sözlerin­de asla değişme yoktur. İşte bu büyük kurtuluşun kendisidir."[801] buyurularak mü'min ve müttakîler müjdelenmişlerdir. Bunlar aynı zamanda muhsin kimselerdir.

Kur'ân'ın kendisi de bizzat müjdedir. Bu durumu Kur'ân şöyle açıklıyor:

"O gün her ümmetin içinden kendilerine birer şahit göndereceğiz. Seni de (Ey Muhammed![802]) hepsinin üzerine şahit olarak getireceğiz. Ayrıca bu kitabı da sana, her şey için bir açıkla­ma, bir hidayet ve rahmet kaynağı ve müslümanlar için bir müjde olarak indirdik."[803]

"Tâ, Sîn. Bunlar Kur'ân'ın (ger­çekleri) açıklayan Kitab'ın âyetleridir. "

"...Mü'minler için bir hidayet rehberi ve bir müjdedir."[804]

"Elif, Lâm, Mim. İşte bu âyetler, hikmet dolu Kitab'ın âyetleridir. Muhsinler için bir hi­dayet rehberi ve rahmettir." [805]

 

b) Muhsinlerin mükâfatları:

 

Muhsinlere verilen mükâfatları Mekkî sûrelerden başlamak üzere sıralamaya çalışalım.

"Şüphesiz (o gün) takva sahipleri, gölgeliklerde ve pınar başlarında, canları­nın çektiğinden çeşit çeşit meyveler arasında olacaklardır. (Kendile­rine!) 'İşlediklerinizin karşılığı olarak şimdi afiyetle yeyin, için' de­nir. İşte biz muhsinleri böyle mükâfatlandırırız."[806] denilerek âhirette en güzel nimetlerle mükâfatlanacakları belirtilmiş, Yusuf 22. ve Kasas 14. âyetlerinde ise, Hz. Yusuf ve Hz. Mûsa (a.s)’a ilim ve hikmet verilerek, dünyada mükâfatlandırıl dıkları belirtilmiştir.[807]

Başka âyetlerde ise:

"İşte onlara (iman edip güzel davranışlarda bulunanlara[808]), ait taraflarından ırmaklar akan Adn cennetleri var­dır. Onlar Adn cennetlerinde tahtlar üzerine kurularak orada altın bileziklerle bezenecekler, ince ve kalın dibadan yeşil elbiseler giye­cekler. Ne güzel karşılık ve ne güzel kalma yeri."[809] denilerek yine cennet ve nimetlerinden bahsedilmiş; Saffat sûresi­nin 76-80. âyetlerinde Hz. Nuh (a.s) ve ailesini fırtınadan kurtarıp, soyunu kalıcı kılarak ve iyi bir nam bırakarak mükâfatlandırıldığı; 103-107. âyetlerinde İbrahim (as)'ın yine arkasından iyi bir nâm bı­rakarak mükâfatlandırıldığı; aynı sûrenin 114-121. âyetlerinde Mu­sa ve Harun (as)’ın kavmiyle büyük bir sıkıntıdan kurtarılarak, Musa (as)’a Tevrat'ın verildiği; yine aynı sûrenin 124-131. âyetleri ara­sında İlyas (as)’ın da mükâfatlandırıldığından bahsedilmektedir. Bu­radan da anlaşılıyor ki, muhsinlerin bir kısım mükâfatları dünyada verilmektedir.

Şu âyetlerde de belirtildiği gibi muhsinlerin âhiretteki mükâfat­ları dünyadakilerle mukayese bile edilemez:

"Şüphesiz ki Allah'a isyandan sakınanlar, Rablerinin kendileri­ne verdiğini alarak cennetlerde pınar başlarında bulunacaklar. Kuş­kusuz onlar, bundan önce dünyada muhsinlerdendi."[810]

"... Allah onlara (mü'min muhsinlere) içinde devamlı kalmak üzere, zemininden ırmaklar akan cennetleri mükâfat olarak verdi. Muhsinlerin mükâfatı işte budur."[811]

"Allah da onlara dünya nimetini ve (daha da önemlisi) âhiret sevabının güzelliğini verdi. Allah, muhsinleri sever." [812]

Aslında muhsin kulların mükâfatı bütün bunların daha da faz­lası Cemalullah[813] vardır.

"Güzel davrananlara daha güzel karşılık, bir de fazlası (Cemalullah) vardır. Onların yüzlerine ne bir toz (ka­ra leke) bulaşır ne de bir horluk gelir). İşte onlar cennet ehlidirler. Ve onlar orada ebedî kalacaklardır."[814] Buradaki "güzel karşılıktan maksadın "Cennet", "ziyâde"den maksadın da "Allah'ın cemalini görmek" olduğu rivayet edilmiştir.[815] Ayette ifa­de edildiği gibi muhsinler için nice mükâfatlar vardır:

"Fakat Rabbine karşı gelmekten sakınanlar için, Allah tarafından bir ikram ola­rak, altlarından ırmaklar akan, ebedî kalacakları cennetler vardır. İyi kişiler (ebrar ve muhsinler) için Allah katındaki (nimetler) daha hayırlıdır."[816]

Bir kudsî hadiste Peygamberimiz (s.a.v):

"Allah Teâlâ: 'Salih kul­larım için hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği, hiçbir insanın kalbinden geçmeyen şeyler hazırladım' buyurmuştur. İster­seniz 'Yaptıklarınıza karşılık olarak, onlar için nice sevindirici ve göz aydınlatıcı nimetler sağlandığını hiç kimse bilemez.'[817] âyetini okuyunuz" buyurarak aynı zamanda sâlih kimseler olan muhsinlerin mükâfatlarını güzel bir şekilde ifade ediyor. Başka bir kudsî hadiste Allah veli kulları için şöyle buyuruyor:

"Kim benim bir veli kuluma düşmanlık ederse, ben o kimseye harp ilan ederim. Kulum, farz kıldığım ibadetlerden daha sevgili bir şeyle bana yaklaşamaz. Kulum nafilelerle de bana yaklaşmaya devam eder ve nihayet ben onu severim. Onu sevdiğim zaman, onun işi­ten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Benden (bir şey) isterse ona veririm ve bana sığınırsa onu korurum."[818] Bu hadîs-i kudsîyi Rasûlullah (s.a.v)'den Ebû Hureyre rivayet etmiştir. Muhsinler de Allah'ın veli kulları olduğu için bu nimetlere onlar da nail olmuşlardır.[819]

 

c) Muhsinlerin mükâfatları zayi olmaz:

 

Muhsinlerin mükâ­fatlarının zayi olmayacaklarına dair birçok âyet-i kerime vardır. Biz onların birkaç tanesini almakla yetineceğiz:

"Ve böylece Yusufa orada dilediği gibi hareket etmek üzere ülke içinde yetki verdik. Biz dilediğimiz kimseye rahmetimizi eriştiririz. Ve muhsinlerin mükâfatını zayi etmeyiz. îman edip de (kötülüklerden) sakınanlar için âhiret mükâfatı daha hayırlıdır."[820]

Başka bir âyette ise:

"Medine halkına ve onların çevresinde bulunan bedevî Araplar'a Allah'ın Rasulünden geri kalmaları ve onun canından ön­ce kendi canlarını düşünmeleri yakışmaz. İşte onların Allah yolun­da bir susuzluğa, bir yorgunluğa ve bir açlığa duçar olmaları, kâfirleri öfkelendirecek bir yere (ayak) basmaları ve düşmana karşı bir başarı kazanmaları, ancak bunların karşısında kendilerine sâlih bir amel yazılması içindir. Çünkü Allah muhsinlerin mükâfatlarını zâayi etmez. Allah onları, yapmakta olduklarının en güzeli ile mükâfatlandırmak için küçük büyük yaptıkları her masraf, geçtikle­ri her vadi mutlaka onların lehine yazılır."[821]

Yine Yusuf sûresinde başka bir âyette

"Yoksa sen, gerçekten Yusuf musun? dediler. O da: (Evet) ben Yusuf um, bu da karde­şim. Allah bize lütfetti. Çünkü kim (Allah'tan) korkar ve sabreder­se, şüphesiz Allah muhsinlerin mükâfatlarını zayi etmez"[822] denildikten sonra

"(Ey Muhammed!) Sabırlı ol, çünkü Al­lah muhsinlerin mükâfatlarını zayi etmez"[823] diye ifâ de edilerek ahsenü'l muhsinûn olan Peygamberimize "muhsinlerin mükâfatlarını zayi etmeyiz."[824]

"Sâlihlerin de ecri zayi olmayacak." diye haber veriliyor

Şu âyette de ifade edildiği gibi:

"Bilâkis, kim muhsin olarak yüzünü Allah'a döndürürse (Allah'a hakkıyla kulluk ederse) onun ecri Rabbi katındadır. Öyleleri için ne bir korku vardır, ne de üzüntü çekerler."[825]

Muhsinlerin mükâfatı Allah ka­tında O'na aittir. Onların en ufak bir iyiliklerini zayi etmediği gibi mükâfatlarını da kat kat verecektir.

"Kim (Allah huzuruna) iyilikle gelirse ona getirdiğinin on katı vardır. Kim de kötülükle gelirse o sadece getirdiğinin dengiyle cezalandırılır. Onlar haksızlığa uğratıl­mazlar."[826]

"Kitab'a sımsıkı sarılıp namazı dosdoğru kılanlar var ya, işte biz böyle iyiliğe çalışanların ecrini zayi etme­yiz."[827]

  

SONUÇ

 

Buraya kadar anlatılanlardan anlaşıldı ki, Kur'ân'ın yüzlerce hakikatlerinden biri olan başkalarına ihsan etmek ve ihsan üzere yaşamak, muhsin dediğimiz kâmil bîr insanın işidir. Kur'ân-ı Kerim, kurmak istediği İslâmî toplum içerisinde hedeflenen insan tipini mü'min, sâlih, sâbir ve sâdık, muhlis, muttaki, muhsin gibi vasıflarla nitelemiş, değişik sûre ve âyetler içerisinde konunun konumuna göre bunlara yer vermiştir. Bu kavramların hepsiyle de anlatılmak istenen kâmil insandır.

İhsan ve muhsin kavramları Kur'ân'ın nüzulü ânında, he­men hemen her inzal devresinde kullanıldığı olmuş, fakat ihsana Mekkî âyetlerde (17: 23, 6: 15, 46: 15, 16: 90 gibi) daha fazla yer verildiği halde, muhsin kavramı Medenî âyetlerde (2: 112, 195, 236, 3: 134, 148, 4: 125, 22: 37) daha sık kullanılmıştır. Bu du­rum çok bariz olmasa da, dikkati çeken bir husustur. Kanaatimizce bunun Kur'ân'ın tedriç metodu ile alâkası vardır. İlk dönemlerde insana ihsan konusu tanıtılmış, daha sonra muhsinliğe teşvik edil­miştir. Her ne olursa olsun Kur'ân'ın tamamında bu konu üzerin­de ısrarla durulmuştur.

Rabbimiz ihsanı âyetlerle açıklamış, muhsinin özelliklerini tek tek saymış ve muhsinleri övmüş:

"... Muhakkak ki muhsinlere Al­lah'ın rahmeti çok yakındır." [828]

"... Allah muhsinleri sever." [829]

"... Şüphesiz ki Allah muhsinlerle be­raberdir." [830] diyerek onların lâyık oldukları ko­numlarını haber vermiştir.

İhsan hangi manada kullanılırsa kullanılsın, muhsin insanın kemâline işaret eder. Ama bizi en fazla etkileyen ve müfessirlerin de çoğu âyetleri onunla açıkladığı cibril hadisindeki manası, yani "insanın Allah'ı görüyormuşçasına ibadet etme şuuru" olmuştur. İbadeti belirli görevleri yerine getirme olarak telakki etmemeli, iba­det insanın kendisini Rabbine teslim etmesidir. İbadet bîr hayat tarzı ve bir zamana hâkim olma olayıdır. Kısaca bizim anladığımız ibadet, Allah'a ait olan beden ve ruhun yine Allah'a verilmesidir. İşte cibril hadisinde özetlenen mana kısaca budur.

Kur'ân'da muttaki bir mü'min nasıl tavsif ediliyorsa, muhsin bir mü'minde onların hepsi mevcuttur. İhsan ile ilgili âyetlerin bir kısmının da ihlâs ile teftir edildiğini görmüştük. Demek ki muhsin, nîyyeti hâlis, arı duru, pırıl pırıl bir mü'mindir. Muhsinler, Allah'ın kâinattaki sayısız ihsanlarını müşahede eden ve Rabbinin bunca ikramına karşılık, gücü nisbetinde hamd ve şükrünü ifade etmek is­teyen ve bunu yapan sabırlı ve sâdık insanlardır. Muhsin insan, ihsanın sevgi doğurduğunu bilir, Allah'ın bu âlemdeki sınırsız ihsa­nına mazhar olan insanoğlunun kayıtsızlığına üzülür ve bir Allah dostu olan Ebû Said Harrâz (ö. 277/890)'ın şu sözünü devamlı hatırında tutar: "Bu âlemde Allah'tan başka gerçek ihsan sahibi ol­madığını bildiği halde kalbiyle O'na yönelmeyene şaşarım."[831]

Muhsinin hayatındaki bütün ölçüler Rabbanî'dir. Ölçülerin doğrusunu zamanında iyi kavradığı için neyin, niçin, hangi ortam­da nasıl yapılacağını düşünerek yapar. İhsan üzere yaşıyacağım der­ken, ifrat ve tefrite kaymaz. Onun gıdasını, daima Kur'ân ve Sün­neti Allah ve Rasûlü'nün muradı ışığında anlayan ulemanın kitapla­rı oluşturur. Niyeti hâlis olduğu için daima nûr hâlelerinde dolaşır. İttika sahibi olduğu için furkan (iyiyi kötüden, hakkı bâtıldan ayırma) özelliğini kazanmıştır.[832] Yine müttakî oldukla­rı için, Cenâb-ı Hakk kendilerine bir çıkış yolu ihsan etmiştir.[833] Hâsılı, bu küçük çalışmanın sonucu gördük ki, ger­çek muhsinler, Allah Rasûlü (s.a.v) o'nun nurlu ashabı ve onlara tâbi olan muttakîler, sâlihler, sâdıklar ve Allah'ın kendilerinden razı, onların da Allah'tan hoşnud olduğu kimselerdir.[834]

Muhsin mü'mini erden Allah razı olduğu gibi, Allah'ın yoluna tabî olan bu mü'minlere meleklerin özel duaları da vardır:

 "Arşı yüklenen ve bir de onun çevresinde bulunanlar (melekler) Rablerini hamd ile teşbih ederler, O'na İman eder, mü'minlerin de bağış­lanmasını isterler. Ey Rabbimiz! Senin rahmet ve ilmin her şeyi ku­şatmıştır. O halde tevbe eden ve senin yoluna gidenleri bağışla, onları cehennem azabından koru! (derler). Rabbimiz! Onları da, onların atalarından, zevcelerinden, nesillerinden iyi olanları da ken­dilerine vâdettiğin Adn cennetlerine koy! Şüphesiz aziz ve hakim olan sensin."[835]

Cenâb-ı Hakk'ın bizleri de muhsin kullarına dâhil etmesini temenni ediyor, bize bir zerre miktarı da olsa hakikatinden tattırdı­ğı için;

"Alemlerin Rabbi olan Allah'a da hamd olsun."[836]

"Gönderilen bütün peygamberlere selâm olsun." [837] diyoruz.

"(Rasülüm) De ki: Mülkün gerçek sahibi olan Allah'ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın. Dile­diğini yüceltir, dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik senin elin­dedir. Gerçekten sen her şeye kadirsin."[838]

 

KAYNAKLAR

 

1- Abdülbâkî, Muhammed  Fuâd, el-Mu'cemu'l Müfehres li Elfâzı'l Kur'âni'l Kerîm, Matbaatu Daru'l Kutubi'l Mısriyye, Kahire, ts.

2- el Aclûnî, İsmail b. Muhammed ed Dımışkî, Keşfü'l Hafâ.

3- Akseki, Ahmed Hamdi, Ahlâk Dersleri, Üçdal Neşriyat, İstanbul 1968.

4- Akseki, Ahmed Hamdi, İslâm Dini (İtikat, İbadet, Ahlâk), s. 94, Diyanet yay. Ankara.

5- el-Alûsî, Şihâbuddin Mahmûd, Rûhu'l Ma'â-nî fi Tefsiri'l Kur’âni'l Azîm ve Sebi'l Mesânî, Dâru'l İhyâi't-Türâsi'l Arabi, Beyrut 1985.

6- el-Askalânî, İbn Hacer Ebü'1 Fadl Şihâbuddin Ahmed, Fetbu'l Barî bi Şerhi Sahîhi'l Buhârî, Mektebetü'l-Külliyyati'l Ezheriyye, Mısır 1978.

7- el-Askerî, Ebû Hilâl, el Furûku'l Lugaviyye, Nşr. Daru'l Kutubi'l İlmiyye, Beyrut, ts.

8- Arûsî, Mustafa, Netâicu'l Efkâri'l Kudsiyye Fi Beyânı Meânî Şerhi'r Risâleti'l Kuşeyriyye, Câmiu'd-Dervişiyye, Dımışk, ts.

9- el-Aynî, Ebû Muhammed, Umdetü’l Karî Şerhi Sahîhi'l Buharî,  Nşr. Matbaatü'l Mustafa el Bâbî el Halebî, Mısır, 1392/1972.

10- Belik, İzzeddin, Âyet ve Hadislerle İslâmî Hayat (Müellifin Minhacü's Salihin isimli eserinin tercümesi, Çeviren heyet), İklim Yayınları, İstanbul 1992.

11- el-Beydavî, el-Kadî Nasîrüddîn, Envâru't Tenzîl ve Esrâru't Te'vîl, Matbaatu'l Osmaniye, İstanbul 1329/1911.

12- el-Buharî, Muhammed b. İsmail, el-Camiu's Sahih, İbyai't Turâsi'l Arabi, Beyrut, ts.

13- Bursevî, İsmail Hakkı, Tefsîru Rûhi'l Beyân, Eser Yayınevi, İstanbul 1389/1969.

14- el-Bûtî, Said Ramazan, Kubra'l Yakîniyyati'l Kevniyye Vucudü'l Halık ve Vazifeti'l Mahlûk, (İslâm Akaidi adıyla çev. Mehmet Yolcu, Hü­seyin Altınalan, Madve Yayınları, İstanbul 1986).

15- el-Cevherî, İsmail b. Hammad, es-Sıhah Tâcu'l Luga, Dâru'l Alemi'1-Melâyîn, Beyrut 1990.

16- el-Cîlânî, Allame Fadlullah, Fadlullaku's Samed fi Tevdîhi'l Edebi'l Müfred, Mektebetü'l İlmiyye, Humus, 1388/1968.

17- Çakan, İsmail Lütfı, N. Mehmet Solmaz, Kur'ân-ı Kerîm'e Göre, Peygamberler ve Tevhîd Mücâdelesi, Altınoluk Yayınları, İstanbul 1994.

18- Davudoğlu, Ahmed, Sahih’i Müslim Tercüme ve Şerhi, Sönmez Neşriyat, İstanbul 1978.

19- Debbağ, Abdülazîz, el-İbrîz, Çev. Celâl Yıldırım, Demir Kitabevi, 1979.

20- Doğan, Lütfi, Toplumun Temelini Sarsan Belil Başlı Problemler, D.İ.B. Yay., Ankara 1986.

21- Ebû Dâvûd, es-Sicistânî, es-Sünen, Nşr. Muhamed Ali es-Seyyid, Humus, 1388/1969.

22- Ebüs Suûd Efendi, Muhammed b. Muhammed el-İmâdî, İrşâdu'l-Akli's Selîm ilâ Mezâye’l Kitâbi'l Kerîm, Dâru'l Mushaf, Kahire, ts.

23- Elmalılı, Muhammed Hamdı Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, Çelik Şûra Ortak Yayını, İstanbul 1993.

24- Ebû Zehra, Muhammed, İslâm'da Siyasî ve İtikadı Mezhepler Tarihi, çev.

25- Osman Keskioğlu, Ethem Ruhi Fığlalı, Yağmur Yayınevi, İstanbul 1970.

26- el-Ezherî, İbn Mansur Muhammed b. Ahmed, Tehzîbu’l Luga, Dâru'l Musannefe, Mısır, ts.

27- İbn Fâris, Ebü'l Hüseyn Ahmed, Mu'cemu Mekâyisi'l Luga, Matbaatü Mustafa el Bâbî, Mısır, 1391/1971.

28- el-Fîrûzâbâdî, Mecdüddin Muhammed, Besâir Zevi’t Temyîz fi Letâifi'l Kitabi'l Azîz, Mektebetü'l-İlmiyye, Beyrut, ts.

29- el-Kamûsu'l Muhît, Dâru'l Ciyâl, Mısır 1952.

30- Gazzalî, İhyau Ulûmi'd Dîn, Çev. Mehmet A. Müftüoğlu, Tuğra Neşri­yat, İstanbul, ts.

31- Gümüşhanevî, Ahmed Ziyâuddîn, Câmiu’l Usul (Veliler ve Tarikatlarda Usûl), Çev. Rahmi Serin, Pamuk Yayınları, İstanbul, ts.

32- Hamîdullah, Muhammed, İslâm'a Giriş, Nşr. I.I.F.S.O., Kuveyt 1973.

33- Hasan Mustafa, et Tahkîk fî Kelimati'l Kur'âni'l Kerîm, Mecmuatü'l Meârifi’l-İslâm, Tahran 1395/1975.

34- el-Hazîn, Muhammed b. İbrahim, Lübâbü't Te'vîl fi Maâni't Tenzîl, Daru'1 Ma'rife, Beyrut, ts.

35- Havva Said, İslâm, Çev. Salih Uçan, Petek Yayınlan, İstanbul 1987.

36- Ruh Terbiyemiz, Çev. İbrahim Sarmış Said Şimşek, Davet Yayıne­vi, Konya 1980.

37- İbnü'1 Esîr, Muhammed el-Cezerî, en-Nihâye fi Garibi'l Hadîs, Matbaa­tü'1 Hayriyye, Mısır 1963.

38- el-İsfahânî, Rağıb, el-Müfredât fi Garîbi'l Kur'ân, Nşr. Muhammed Seyyid Keylânî, Dâru'l Ma'rife, Beyrut, ts.

39- İslâm Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı, İstanbul 1995.

40- İslâm Ansiklopedisi, M.E.B. Basımevi, İstanbul 1977.

41- İz, Mahir, Din ve Cemiyet, Med Yayınlan, İstanbul 1979.

42- el-Kârî, Ali İbn Sultan el-Herevî, Mirkatü'l Mefâtih Şerhi Mişkati'l Mesâbîh, Matbaatü'1 Meymene, Mısır, 1309/1891.

43- Kastalânî, Şihâbuddîn Ahmed b. Muhammed, İrşâdü's Sârî li şerhi Sahihi'l Buhârî, Matbaatü'l Meymene, Bulak, ts.

44- İbn Kayyım, el-Cevziyye, Zâdu'l Meâd, Çev. heyet, İklim Yayınları, 1989.

45- İbn Kesîr, Ebü'l Fidâ İsmail, Tefsîru'l Kur'âni'l Azim, Mektebetü'r Riyadi'l Hadisivye, Riyâd 1981.

46- Kitab-ı Mukaddes, Kitabı Mukaddes Şirketi, İstanbul 1988.

47- Kur'ân-ı Kerîm ve Açıklamalı Meali, Hey'et Türkiye Diyanet Vakfı Ya­yınları, Ankara 1993.

48- el-Kurtubî, el-Camiu'l Ahkâmi'l Kur'ân, Dâru'ş Şuab, Mısır, ts.

49- Kutub, Seyyid, Fi Zılâli'l Kur'ân, Dâru'ş Şurûk, Beyrut, ts.

50- İbn Manzûr, Cemâleddîn Muhammed, Lisânü'l Arab, Dâru's Sadr, Bey­rut, ts.

51- el-Maverdî, Ebü'l-Hasan, Ebebu'd-Dünyâ ve'd Dîn, çev. Selahaddin Kip Abidin Sönmez, Bahar Yayınevi, ts.

52- el-Mevlevî, Tahir, Şerhu Mesnevi, Şâmil Yayınevi, İstanbul, ts.

53- Müslim, İbnü'l Haccâc el-Kuşeyrî, el-Camiu's Sahih, Thk. Muhammed Fu'âd Abdulbakî, Nşr. İhyau Turasi'l-Arabî, Beyrut 1956.

54- en-Nedvî, Seyyid Süleyman, İslâm Ahlâk Nizâmı, Çev. Ali Genceli, Erkam Yayınları, İstanbul, ts.

55- en-Nesefi, Ebü'l Berekat Abdullah b. Ahmed, Medârîku't Tenzîl ve Hakâiku't Te'vîl (Hazîn'in kenarında), Daru'l Ma'rife, Beyrut, ts.

56- en-Nesâî, Ebû Abdurrahman b. Şuayb, Sünenü Nesâî, Matbaatü Mustafa el-Bâbî el-Halebî, Mısır 1383/1964.

57- Nursî, Bediüzzamân Said, Sözler, Hizmet Vakfı, İstanbul 1977.

58- er-Râzî, Fahruddîn, et Tefsîru'l Kebîr, 3. baskı Daru'l Kütübi'l İlmiyye, Tahran, ts.

59- es-Sâbünî, Muhammed Ali, Safvetü't-Tefâsîr, Çev. Sadreddin Gümüş, Nedim Yılmaz, Ensar Neşriyat, 1995.

60- Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Heyet Risale Yayınları, İstanbul 1990.

61- eş-Şatıbî, Ebû İshak İbrahim b. Mûsâ, el-Muvafakat fi Usûli'l ahkâm, Matbaatü'l Meydânî fi usûli'l ahkâm, Matbaatü'l Meydanî, Mısır, ts.

62- Taberi, Ebû Cafer Muhammed b. Cerîr, Camiu'l Beyân an Te'vili âyi'l Kur'ân, Matbaatu'l Mustafa el-Bâbî el-Halebî, Mısır, 1954.

63- Tickanî, Muhammed Habîb, el-İhsani'l İlzâmi fi'l İslâm, Tatvan 1990.

64- et-Tirmizî, Ebû İsâ Muhammed, el-Câmiu's Sahih Sünenü Tirmizî, Daru'1 İhyai't Türâsi'l Arabi, Beyrut, ts.

65- Uludağ, Süleyman, Tasavvuf ilmine Dair Kuşeyrî Risalesi, Dergâh Yayın­lan, İstanbul 1978.

66- Tasavvuf  Terimleri Sözlüğü, Marifet Yayınları, 1991.

67- Wensinck, Miftahu Kunuzi's Sünne, Arapçaya Çev. Muhamed Fu'âd Abdülbakî, Lahor, 1391/1981.

68- Yıldırım, Suad, Kur'an'da Ulûhiyyet, Kayıhan Yayınevi, İstanbul 1987.

69- ez-Zebîdî, es-Seyyid Muhammed Murteza, Tâcu'l Arûs, Matbaatu'1-Hayriyye, Mısır, 1306/1888.

70- ez-Zebîdî, Şihâbüddîn Ahmed b. Ahmed, Muhtasaru Sahih-i Buharı (Terc. Ahmed Naim, Kâmil Mîras), Diyanet İşleri Başkanlığı Ya­yınları, Ankara 1986.

71- ez-Zemahşerî, Ebu'l Kasım Carullâh, el-Keşşaf an Hakâiki't Tenzîl ve Ûyuni'l Ekâvîl fi Vucuhi't Te'vil, Dâru'1 Fikr, Mısır 1977.

72- Zühaylî, Vehbe, İslâm Fıkhı Ansiklopedisi (Müellifin, el-Fıkhu'l İslâmî ve Edilletuhu adlı eserinin heyet tarafından Türkçe'ye çevrilmiş adı) Risale Yayınları, İstanbul 1992.

Metin Ocak. 1955'de Sivas'ın Şarkışla ilçesinde doğdu. İlk öğre­niminden sonra orta öğrenimini Kayseri Îmam-Hatip Lisesi'nde ta­mamlayarak okulu birincilikle bitirdi. 1977 yılında Erzurum Üni­versitesi îslâmî İlimler Fakültesi'ne girdi. 1982 yılında Fakülte'yi başarı ile tamamladıktan sonra aynı yıl Millî Eğitim Bakanlığı'na öğretmen olarak girdi. Halen bu görevini Yalova Anadolu İmam-Hatip Lisesi'nde sürdürmektedir. Evli ve üç çocuk babasıdır.

 

 

 

 

 

 



[1] Metin Ocak, Kur’an’da İhsan ve Muhsin Kavramları, İnkilap Yayınları, İstanbul, 1999: 7

[2] Metin Ocak, Kur’an’da İhsan ve Muhsin Kavramları, İnkilap Yayınları, İstanbul, 1999: 8-10.

[3] Bakara: 2/177.

[4] Müslim, Birr, 14; Tirmizî, Zühd, 52.

[5] Lokman: 31/13.

[6] Necm: 53/39.

[7] İsra: 17/7.

[8] Mülk: 67/2.

[9] Kehf: 18/ 7; Hud: 11/7.

[10] Neml: 27/89.

[11] Kasas: 28/84.

[12] İlgili hadis için bkz., Müslim, Zekat, 69; Ayrıca Nisa: 4: 85.

[13] Neml: 27/11.

[14] Furkan: 25/70.

[15] Tirmizî, Zühd, 11.

[16] En'am: 6/160.

[17] İnsan: 76/8-9.

[18] Kıyame: 75/36.

[19] Nur: 24/51-52.

[20] Fussilet: 41/46. Metin Ocak, Kur’an’da İhsan ve Muhsin Kavramları, İnkilap Yayınları, İstanbul, 1999: 11-14.

[21] İbn Manzur, Lisânü'l-Arab, XIII, 115, 116, Dâru-s Sadr, Beyrut, ts.

[22] Râgıb el-Isfahânî, el-Müfredat fî Garîbu'l Kur'an, s. 118, Dâru'l Ma’rife, Beyrut, ts.

[23] a.g.e. s. 119.

[24] Secde: 32: 7.

[25] a.g.e. aynı yer.

[26] Nahl :16: 90.

[27] İbn Manzur, XIII, 116.

[28] Bakara: 2/83.

[29] İbn Manzur  el Ezheri,  Tehzîbu'l Luga,  IV,  215,  216,  Dâru'l Musannefe, Mısır, ts.

[30] Fîrûzâbâdî, Besâir Zevi't-Temyîz fî letâifı Kitabi'l Aziz, II, 364, Mektebetu'l İlmiyye, Beyrut, ts.  

[31] Taberî, Ebû Ca'fer Muhammed b. Cerîr, Câmiu'l Beyân an Te'vîli Ayi'l Kur'an, V, 175, Matbaatu'l Mustafa, ikinci baskı, Mısır 1954.

[32] Tevbe: 9/100.

[33] Zebîdî, Tâcü'l Arûs, V, 176, Matbaatü’l Hayriye, Mısır 1306 h.

[34] Yûsuf: 12/23.                     

[35] Hûd: 11/7;  Kehf: 18/7; Mülk: 67/2.

[36] Teğabun: 64/3.

[37] İsrâ: 17/7.

[38] Kehf: 18/104.

[39] Bakara: 2/195; Mâide: 5/13.

[40] Ahzab: 33/29.

[41] Hasan Mustafa, et Tahkîk fî Kelimâti'l Kur'âni'l-Kerîm, II, 239. Mecmûatü Meârifi'l İslâm, Tahran 1395 h.

[42] İbn Manzur, XIII, 116.

[43] Buhârî, Muhammed b. İsmail, Sahîhu’l Buharî, Kitabü'1 İman, 37, Dâru İhyâ-i Turâsi'l Arabî, Beyrut, ts.; Tirmizî, Muhammed b. İsa, el-Cami'u's Sahih ve hüve Sünenü't Tirmizî, Kitâbü'1 İmân, Dâru İhyâi't Turâsi'l Arabî, Beyrut, ts.

[44] Fîrûzâbâdî, II, 366.

[45] Fîrûzâbâdî, II, 366 ve devamı.

[46] Hasan Mustafa, et Tahkîk, II, 239.

[47] Akseki, A. Hamdi, Ahlâk Dersleri, s. 261, Üçdal Neşriyat, İst., 1966.

[48] Habib Tickânî, el İbsânü'l ilzamî fi'l İslâm, s. 10.

[49] R. El İsfahânî, s. 118; ez-Zebîdî, V, 176; İbn Manzur, XIII, 115.

[50] Fîrûzâbâdî, Besâir, II, 365.

[51] R. El İsfahânî, s. 119; Akseki, Ahlâk Dersleri, s. 262.

[52] Ömer en Nesefî, Medariku't Tenzil ve Hakâiku’t Te’vîl, III,  131 (Hazin'in kenarında), Dâru'l Ma’rife, Beyrut, ts.

[53] Akseki, Ahlâk Dersleri, s. 262.

[54] Nahl: 16/90.

[55] F. Râzî, XX, 100.

[56] Taberî, XIV, 162.

[57] Kurtubî, Ebû Abdullah Muhammed b. El Ensâri, Camiu’l Akâmi'l Kur'an, IV, 3782, Dâru'ş Şuab, Mısır, ts. Metin Ocak, Kur’an’da İhsan ve Muhsin Kavramları, İnkilap Yayınları, İstanbul, 1999:17-20.

[58] Allâme Alûsî el Bağdâdî, Ruhu’l Meânî fî Tefsiri'l Kur'âni'l Azîm ve Sebi'l Mesânî, II, 78, Dâru'1 İhyâi't Türâsi'l Arabî, Beyrut 1985.

[59] Ebü's Suud el İmâdî,  Tefsîru Ebi's Suûd, I, 205, Dâru'l Mushaf Matbaatü Abdurrahman, Kahire Mısır, ts.

[60] İbn Kesîr, Tefsîru'l Kur'ani'l Azîm, I, 230, Dâru'l Fikir, Riyad, ts.

[61] Elmalılı,   Muhamed   Hamdi   Yazır,   Hak   Dini   Kur'an   Dili, (sadeleştirilmiş baskı), II, 20, Şûrâ Çelik Yayınevleri, ort. bsk., 1993.

[62] Elmalılı, I, 377.

[63] Bakara: 2/15.

[64] Bakara: 2/58, 112; Nisa: 4/125; Mâide: 5/13, 93; Hûd: 11/7; Yusuf: 12/22, 100; Teğabun: 64/3; Mülk: 67/2.

[65] Hazin, Muhammed b. İbrahim el Bağdâdî, III, 131, Dâru'l Ma'rife, Beyrut, ts.

[66] Kadı Beydâvî, Envâru't Tenzîl ve Esrâru't Te'vil, s. 364; Matbaatü'l Osmaniye, İstanbul 1329 h.; Ebü's Suûd, V, 136; Âlûsî, XIV, 217.

[67] Bkz. Bakara: 2/58, 83, 178; İsra: 17/23; En'am: 6/151; Ahkaf: 46/15; Rahman: 55/60.

[68] İsra: 17/23.

[69] Numan b. Beşîr'den rivayet edilen bîr hadiste Peygamberimiz "Mü'minler, birbirlerini sevmekte, birbirlerine merhamet ve şefkatte bir vücud gibidir. O vücuttan bir uzuv hastalanınca vücudun diğer azaları, birbirlerini, hasta azanın acısına, uykusuzluk ve ateşe katılmaya çağırırlar.”Müslim, Kitabü’l Birri ve’s sıla, 66; Ah­met Davutoğlu (trc. Sönmez Neşr.), istanbul 1979.

[70] Taberî, I, 493.

[71] Taberi, XIV, 163.

[72] a.g.e.V, 297.

[73] Zemahşerî, el Keşşâf an Hakâiki't Tenzîl ve Uyûni'l Akâvil fi vücûhi't Te'vîl, I, 305, Dârü'1 Fikr, Mısır. 1977.

[74] a.g.e. II, 424.

[75] Fahruddin er Râzî, Mefatîhu'l Gayb,IV, 3, Dâru'l Kütübi'l İlmiyye, Tahran, III. baskı, ts.

[76] a.g.e. IV, 4.

[77] a.g.e. XX, 100-101.

[78] a.g.e. XXIX, 132, 133.

[79] Bakara: 2/152.

[80] İsra: 17/8.

[81] Rahman: 55/60.

[82] Metin Ocak, Kur’an’da İhsan ve Muhsin Kavramları, İnkilap Yayınları, İstanbul, 1999: 20-23.

[83] R. İsfahanı, s. 154.

[84] İbn Fârîs, Mu'cemu'l Mekâyîsu'l Luga, II, 208, Matbaatü'l Mustafa el Bâbî, Mısır 1971.

[85] Âlûsî, XXX, 265.

[86] İbn Kesîr, 11, 488.

[87] Taberî, I, 572.

[88] Taberî, XII, 191.

[89] R. İsfahanı, s. 154.

[90] Beydâvî, s. 806. Beyyine: 98/5.

[91] İbn Kesîr, IV, 44.

[92] Zümer: 39/2-3.

[93] Kurtubî, I, 528.

[94] Zümer: 39/11.

[95] Zümer: 39/12-14. İbn Kesir, IV, 107.

[96] Taberî, XVI, 39.

[97] Kehf: 18/110.

[98] Buhârî, İman, 39.

[99] Beydâvî, s. 203; Âlûsî, VII, 107.

[100] Saffat: 37/40.

[101] İbn Kesîr, IV, 7.

[102] Saffat: 37/128. Kurtubî, V, 5562.

[103] Lokman: 31/32.

[104] Taberî, XXI, 85.

[105] Bakınız, Yunus: 10/22, Ankebut: 29/65.

[106] Taberî, XIV, 32.

[107] Hicr: 15/39-40.

[108] Necip Fazıl Kısakürek, Çile, s. 128, Büyük Doğu yay., İstanbul 1976.

[109] İhyâu Ulûmi'd Dîn, IV, 659, Mütercim: Mehmet A. Müftüoğlu, Tuğra Neşriyat, İstanbul 1990.

[110] Taberî, I, 494; Zemahşerî, I, 305; Râzî, IV, 3; İbn Kesîr, I, 155; Âlûsî, V, 154; Beydâvî, s. 23.

[111] Müslim, Zühd, 46.

[112] Tirmizî, Muhammed b. İsâ, Sünenü't Tirmizî, İlim, 7. Daru İhyai't-Turasi'l Arabi, Beyrut, ts.

[113] el-Aclûnî, Keşfu'l-Hafâ, II, 2361, Beyrut 1408/1987.

[114] Metin Ocak, Kur’an’da İhsan ve Muhsin Kavramları, İnkilap Yayınları, İstanbul,1999: 23-26.

[115] R. İsfahanı, s. 399.

[116] Fîrûzâbâdî, Kamûsü'l Muhît, III, 182.

[117] Ebû Hilâl el Askerî, el Furûk fi'l luga, s. 158; Dâru'l Kutubi'l İlmiyye, Beyrut, ts.

[118] Fîrûzâbâdî, Besâir, V, 90.

[119] Cevheri, İsmail b. Hammâd, es Sıhah Tacu'l Luga,V, 2041, Dâru'l Âlem, Beyrut 1990.

[120] el-Askerî, s. 159.

[121] el-Askerî, s. 160-162.

[122] Enfal: 8/53.

[123] Taberî, X, 24.

[124] a.g.e. XV, 153.

[125] İsrâ: 17/83.

[126] Yûnus: 12/12; Fussilet: 41/51.

[127] İbn Kesîr, II, 566.

[128] Nahl: 16/18.

[129] Dehr: 76/3.

[130] Taberî, XXIX, 206; İbn Kesîr, IV, 454.

[131] Hâzin, Nesef’i, IV, 338.

[132] Beydâvî, s. 376.

[133] İsrâ: 17/44.

[134] Nahl: 16/78.

[135] Nisa: 4/147.

[136] Taberî, V, 34.

[137] Âlûsî, V, 180.

[138] Elmalılı, 111, 45.

[139] Kurtubî, III, 1996.

[140] İbn Manzur, XII, 581. Metin Ocak, Kur’an’da İhsan ve Muhsin Kavramları, İnkilap Yayınları, İstanbul, 1999: 26-28.

[141] Tûr: 52/28.

[142] İbn Kesîr, IV, 244.

[143] R. İsfahanı, s. 40.

[144] İbn Manzur, IV, 53.

[145] Fîrûzâbdâî, Kamusu'l Muhît, I, 383; Besâîr, II, 211.

[146] Hazîn Medârik, IV, 188.

[147] Kurtubî, IX, 6240.

[148] Elmalılı, VII, 13.

[149] Taberî, XXX, 88.

[150] İbn Kesîr, IV, 483; Elmalılı, IX, 197.

[151] Hazin Nesefi, IV, 358.

[152] Abese: 80/16

[153] R. İsfahânî, 41.

[154] Dehr, 76/5.

[155] S. Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 151, Marifet Yay. İst 1991.

[156] Zebîdî, Tâcu'l Arûs, X, 151.

[157] Cevherî, Sıhah, II, 258.

[158] Âl-i İmrân: 3/92.

[159] Metin Ocak, Kur’an’da İhsan ve Muhsin Kavramları, İnkilap Yayınları, İstanbul, 1999: 28-30.

[160] Nur: 24/14.

[161] Şûra: 42/19. R. İsfahânî, s. 450.

[162] Kamusu'l Muhît, III, 220; R. İsfahânî, s. 450; Beydâvî, s. 641.

[163] Taberî, XXIV, 20.

[164] İbn Kesîr, IV, 110.

[165] Âlûsî, XXV, 27.

[166] R. isfahânî, s. 381.

[167] a.g.e. s. 382.

[168] Kurtubî, III, 1951; Elmalılı, III, 16.

[169] Nisa: 4/113.

[170] Nisa: 4/83.

[171] Nisa: 4/175.

[172] Bakara: 2/268.

[173] Metin Ocak, Kur’an’da İhsan ve Muhsin Kavramları, İnkilap Yayınları, İstanbul, 1999: 30-32.

[174] Fîrûzâbâdî, Besâir, II, 372.

[175] Rahman: 55/70.

[176] İbn Manzur, IV, 265.

[177] Âlûsî, IV, 21.

[178] İbn Kesir, I, 39.

[179] Taberi, I,  490.

[180] Elmalılı, II, 366.

[181] Firuzâbâdî, Kamusu'l Muhit, II, 26; Taberi, 11,120; Kurtubî, I. 637; Cevheri, Sıhah, II, 652.

[182] Mü'minûn: 23/55-56.

[183] R. Isfahâni, s. 160.

[184] Bakara: 2/180- 215.

[185] R. isfahânî, s. 160.

[186] Bakara: 2/115.

[187] İbni Kesir, 1, 155.

[188] Âl-i İmrân: 3/114-115

[189] Taberi, IV, 56.

[190] İbn Kesir, I, 154; I, 325.

[191] Bakara: 2/272.

[192] Metin Ocak, Kur’an’da İhsan ve Muhsin Kavramları, İnkilap Yayınları, İstanbul, 1999: 32-33.

[193] R. İsfahânî, s. 331.

[194] İbni Manzur, IX, 339.

[195] İbn Fâris, IV, 281.

[196] Firuzâbâdi, Kamus, III, 179.

[197] Beydâvi, s. 260.

[198] Tevbe: 9/71.

[199] Buradaki unutma mecazidir. Çünkü Allah unutmaktan münezzehtir Allah'ın münafıkları unutmasından maksat, onlara yardımım, hidaye tini ve rahmetini kesmesidir.

[200] Tevbe: 9/67.

[201] Beydâvî, s. 259.

[202] Âlûsî, IV, 21; Elmalılı, 11, 366.

[203] Hazin, I, 271.

[204] Beydâvî, s. 84.

[205] Âl-i İmrân: 3/110.

[206] Al-i İmrân: 3/104.

[207] Muhammed Ebû Zehra, İslâm'da Siyasî ve İtikadi Mezhepler Tarihi s. 178, (Tere, Ethem Ruhi Fığlalı Osman Eskicioğlu), İst. 1970.

[208] İbn Kesir, 11, 255.

[209] Müslim, İman, 78; Tirmizi, Fiten, 11; İbn Kesîr, I, 391. A’raf: 7/157.

[210] R. İsfahânî, s. 502.

[211] Metin Ocak, Kur’an’da İhsan ve Muhsin Kavramları, İnkilap Yayınları, İstanbul, 1999: 33-35.

[212] Ba­kara: 2/195.

[213] Al-i İmrân: 3/92.

[214] Firûzâbâdî, Kamus, III, 296; İbn Kesîr, I, 230.

[215] Beydâvî, s. 385.

[216]  İsrâ: 17/100. Cevheri, Sıhah, IV, 1560; İbn Faris, Mu’cemü’l Mekayis, V 4555.

[217] Taberî, III, 80.

[218] Beydâvî, s. 61.

[219] Taberî, III, 63.

[220] Bakara: 2/267.

[221] Beydâvî, s. 578.

[222] Bakara: 2/262.

[223] Ra'd: 13/22.

[224] Bakınız, Bakara: 2/268: Teğâbûn: 64/16.

[225] Fatır: 35/29.

[226] Buhârî, İlim, 15.

[227] Müslim, Zekât, 57.

[228] a.g.e. Zekât, 66.

[229] a.g.e. Zekât, 88.

[230] a.g.e. Zekat, 55.

[231] İbn Manzur, XIII, 415-423. Metin Ocak, Kur’an’da İhsan ve Muhsin Kavramları, İnkilap Yayınları, İstanbul, 1999: 35-38.

[232] Fîrûzâbâdî, Kamusu'l Muhît, IV, 274.

[233] R Isfahâni, s. 474.

[234] Al-i İmrân: 3/164.

[235] İbn Kesîr, I, 96.

[236] Buhârî, Tıb, 20.

[237] Beydâvî, I, 177; İbn Kesîr, II, 136; Taberî, VII, 207.

[238] Taberî, XIV, 161.

[239] Beydâvî, s. 511. Tâhâ: 20: 37.

[240] Fîrûzâbâdî, Besâîr, IV, 527.

[241] Kasas: 28/5.

[242] Cevheri, Sıhah, VI, 2207.

[243] R Isfahânî, s. 338.

[244] Metin Ocak, Kur’an’da İhsan ve Muhsin Kavramları, İnkilap Yayınları, İstanbul, 1999: 38-39.

[245] Sâd: 38/39.

[246] Beydâvî, s. 307.

[247] İbn Kesîr, 11,462.

[248] Hûd: 11/108.

[249] Taberî, XXX, 20.

[250] Âlûsî, XXX, 18.

[251] Beydâvî, s. 781.

[252] Beydâvî, s. 373.

[253] Nebe: 78/36.

[254] İbn Kesîr, III, 34.

[255] Müslim, Fedâil, 58.

[256] İsrâ: 17/20.

[257] Fîrûzâbâdî, Beşair, IV, 258; Cevheri, Sıhah, III, 1102.

[258] Metin Ocak, Kur’an’da İhsan ve Muhsin Kavramları, İnkilap Yayınları, İstanbul, 1999: 39-41.

[259] İbn Manzur, VII, 216.

[260] İbn Kesîr, IV, 312.

[261] Hazin, Nesefî, IV, 228.

[262] İbn Manzur, VII, 217.

[263] Taberî, II, 592.

[264] Taberî, XXIX, 142.

[265] Bakara: 2/245.

[266] Hazin, Nesefî, IV, 228; Âlûsî, XXVII, 174.

[267] Müzzemmil: 74/20.

[268] Maide: 5/12.

[269] Buhâri, Mezâlim, 3; Müslim, Birr ve Sıla, 15.

[270] Müslim, Bir ve's Sıla, 57; Tirmizî, Hudud, 3.

[271] R. Isfahani, s. 354.

[272] Metin Ocak, Kur’an’da İhsan ve Muhsin Kavramları, İnkilap Yayınları, İstanbul, 1999: 41-42.

[273] İbn Manzûr, XIII, 298; Fîrûzâbâdî, Kamus, IV, 252.

[274] Cevheri, Sıhah, VI, 2169; İbn Manzur, XIII, 299.

[275] Fîrûzâbâdî, Besâir, IV, 113.

[276] Maide: 5/2.

[277] Baka­ra: 2/153.

[278] Gerekli bilgi için bakınız, İbn Kesîr, I, 88.

[279] Bakara: 2/45.

[280] Buharı, Mezâlim, 4; Müslim, Birr ve's Sıla, 62.

[281] İbn Manzur, XIII, 72-73.

[282] Metin Ocak, Kur’an’da İhsan ve Muhsin Kavramları, İnkilap Yayınları, İstanbul, 1999: 43-44.

[283] Beydâvî, s. 509; Âlûsî, XX, 35.

[284] Kurtubî, VII, 4960.

[285] Neml: 27/88.

[286] a.g.e. Aynı yer.

[287] Taberî, XX, 21; İbn Kesîr, III, 389; Hâzîn, Nesefî, III, 394.

[288] Beydâvî, s. 417.

[289] Neml: 27/88.

[290] İbn Kesîr, III, 156.

[291] Taberî, XXI, 94; İbn Kesir, III, 458.

[292] Metin Ocak, Kur’an’da İhsan ve Muhsin Kavramları, İnkilap Yayınları, İstanbul, 1999: 44-45.

[293] Nesefî, III, 455; Âlûsî, XXI, 123.

[294] Hazin, III, 455.

[295] Kurtubî, VIII, 5/72.

[296] Beydâvî, s. 417.

[297] Neml: 27/88.

[298] İbn Kesir, III, 156.

[299] Taha: 20/50.

[300] İbn Kesir, III, 243.

[301] Enbiya: 23/18.

[302] Beydâvî, s. 452.

[303] a.g.e. s. 705.

[304] Elmalılı,VI, 58.

[305] Rahman: 55/5-8.

[306] Bedîüzzaman, Said Nursî, Sözler, XVIII, SÖZ, s. 239.

[307] Mülk: 67/3-5.

[308] Hamîdullah, Muhammed, İslâm'a Giriş, s. 258, I.I.F.S.O. 1973.

[309] Müslim, Sayd ve'z Zebh, 57; Ebû Dâvud, Edâhî, 12; Nesâî, Sünenü Nesâî, el Müctebâ, Matbaatü'l Mustafa el Bâbî el-Halebî, Mısır, 1964.

[310] Hamîdullah, s. 259.

[311] İslâm Ansiklopedisi, TDV, XI, 440, İst. 1995.

[312] Seyyid Kutub, Fî Zılâli'l Kur'an, V, 2809 vd. Dâru'ş Şurûk, Bey­rut, ts.

[313] Secde: 32/7.

[314] S. Kutub, Fî Zilâl, V, 2810.

[315] Secde: 32/7.

[316] Beydâvî, s. 548; Nesefî, III, 445.

[317] Hazîn, III, 445; Kurtubî, VIII, 5172.

[318] R. İsfahanı, s. 157.

[319] Suad Yıldırım, Kur'an'da Ulûhiyyet, s. 193, Kayıhan Yay. İst. 1987.

[320] İnfitar: 82/6-8.

[321] S. Yıldırım, s. 194.

[322] Saffat: 37/124-126

[323] a.g.e. s. 194-195.

[324] Taberî, XXVIII, 153.

[325] Metin Ocak, Kur’an’da İhsan ve Muhsin Kavramları, İnkilap Yayınları, İstanbul, 1999: 45-49.

[326] Rahman: 55/46.

[327] Rahman: 55/59.

[328] Rahman: 55/60.

[329] Zemahşerî, IV, 49; Ebu’s Suûd, VIII, 184. 221.F. Razî, XXVIII, 132.

[330] Âlûsî, XXVII, 121.

[331] Âlûsî, XXVII, 121; İbn Kesîr, IV, 279.

[332] a.g.e. aynı yer.

[333] Bursevî, IX, 309.

[334] İbn Kesîr, IV, 279.

[335] Yu­nus: 10: 26.

[336] a.g.e. II,415.

[337] Müslim, Zekat, 56; Tirmizî, Birr, 36.

[338] İbn Kesîr, I, 532.

[339] Kurtubî, VI, 5036. Nisa: 4/85.

[340] Nahl: 16/30.

[341] Kasas: 28/83.

[342] Câsiye: 45: 15. Metin Ocak, Kur’an’da İhsan ve Muhsin Kavramları, İnkilap Yayınları, İstanbul, 1999: 45-52.

[343] İbn Kesîr, II, 511; Elmalılı, V, 559.

[344] Rad: 13/22.

[345] Taberî, XIII, 140.

[346] Beydâvî, s. 331.

[347] İbn Kesîr, II, 511.

[348] Kurtubî, V, 3540.

[349] Elmalılı, V, 560.

[350] Fussilet: 41/34.

[351] Kurtubî, VIII, 5805.

[352] Ka­sas: 28/54.

[353] Tirmizî, Birr, 10.

[354] Nahl: 16/125.

[355] Metin Ocak, Kur’an’da İhsan ve Muhsin Kavramları, İnkilap Yayınları, İstanbul, 1999: 52-54.

[356] Beydavî, s. 468.

[357] İbn Kesîr, III, 258; Taberî, XVIII, 58.

[358] Mü'minun: 23/107.

[359] Muhammed: 47/1.

[360] Beydavî, s. 479.

[361] İbn Kesîr, III, 315. Furkan: 25/23.

[362] Bakara: 2/138.

[363] Beydâvî, s. 61; Bursevî, I, 421. Bakara: 2/263.

[364] Zuhruf: 43/33.

[365] Buhârî, Ezan, 155.

[366] Bakara: 2/148; Maide: 5/48; Fatır: 35/32; Hadid: 57/21; Mü’minun: 23/57-61.

[367] Mahir İz, Din ve Cemiyet, s. 181.

[368] Metin Ocak, Kur’an’da İhsan ve Muhsin Kavramları, İnkilap Yayınları, İstanbul, 1999: 62-64.

[369] Taberî, V, 77.

[370] a.g.e. XV, 64.

[371] Â1usi, XV, 55.

[372] İsrâ: 17/23.

[373] İbn Kesîr, II, 189.

[374] Beydâvî, s. 196.

[375] Tevrat, Çı­kış, 20/12.

[376] Tevrat, Sıfrülevvelin, bab 12/4. Seyyid Süleyman Nedvî, çev. Ali Genceli, İslâm Ahlâk Nizamt, s. 135. Erkam Yayınları, İst. 1990. (Yazarın, İslam Tarihi ile ilgili Urdu­ca yazılmış bir eserinin ahlâk bölümünün Türkçe tercümesi)

[377] Matta'ya göre İncil, 15/4-6. Kitab-ı Mukaddes, Kitabı Mukaddes Şirketi, İst. 1988.

[378] Nesefî, 1, 254.

[379] İbn Kesir, 1, 495; Kurtubî, I, 408.

[380] Hazin: 1, 254.                        

[381] Nisa: 4/36.

[382] ÂIûsî, V , 28.

[383] Buharı, Edeb, 2; Müslim, Birr ve's Sıla, 1.

[384] Müslim, Birr ve's Sıla, 10.

[385] Elmalılı, II, 520.

[386] Kurtubî, III, 1752.

[387] İbn Kesîr, II, 542.

[388] İbrahim: 14/41.

[389] Müslim, Zekât, 50; Ebû Davûd, Zekât, 34. Metin Ocak, Kur’an’da İhsan ve Muhsin Kavramları, İnkilap Yayınları, İstanbul, 1999: 65-67.

[390] Taberî, V, 77.

[391] Kurtubî, IV, 2782; Âlûsî, V, 28.

[392] Taberî, V, 77; Kurtubî, I, 408.

[393] Beydâvî, s. 675.                          

[394] Muhammed: 47/22.

[395] Nahl: 16/90.

[396] Âlusi, I, 308.

[397] Lütfi Doğan, Toplumun Temelini Sarsan Belli Başlı Problemler, s. 182. D.İ.Başkanhğı Yayınları, Ankara 1986.

[398] Bakara: 2/215.

[399] Rad: 13/21.

[400] Taberî, XIII, 140; Kurtubî, V, 3539; İbn Kesîr, II, 511; Âlûsî, XIII, 140.

[401] Taberî, XIII, 143; Âlûsî, XIII, 146; Kurtubî, V, 5343.

[402] Rad: 13/25.

[403] Elmalılı, II, 59.

[404] Ebû Davûd, Et’ime, 5; Tirmizî, İman, 1; Nesâî, Hafız Abdurrahman b. Şuayb en Nesâî, Sünenü Nesâî, Zekat, 3, Matbaat-ı Mustafa el-Babî el Halebî, Mısır, 1964.

[405] Ahzâb sûresi, 33/36.

[406] İbn Kesîr, I, 448. Nisa: 4: 1. Metin Ocak, Kur’an’da İhsan ve Muhsin Kavramları, İnkilap Yayınları, İstanbul, 1999: 67-69.

[407] Ragıb, s. 550.

[408] İbn Kesîr, I, 257; Âlûsî, II, 116.

[409] Nisa: 4/10.

[410] Elmalılı, 11, 68.

[411] Bakara: 2/220.

[412] Taberî, II, 371; Hazin Nesefî, I, 150; Âlûsî, II, 116; İbn Kesîr, I, 257; Kurtubî, II, 870.

[413] Beydâvî, s. 129.

[414] Taberî, V, 299.

[415] İbn Kesîr, I, 562.

[416] Nisa:  4/127.

[417] Buhârî, Talak, 25, Edeb, 24; Müslim, Zühd, 42; Tirmizî, Birr ve's Sıla, 14.

[418] Metin Ocak, Kur’an’da İhsan ve Muhsin Kavramları, İnkilap Yayınları, İstanbul, 1999: 69-71.

[419] Taberî, II, 97.

[420] İbn Kesîr, I, 325.

[421] Elmalılı, II, 197.

[422] Bakara: 2/83, 267-274; Nisa: 4/36; Haşr: 59/8, Bakara: 2/273.

[423] Taberî, XXVIII, 40; Kurtubî, IX, 6498.

[424] a.g.e. aynı yer; İbn Kesîr, IV, 338.

[425] Haşr: 59/7-8.

[426] Kurtubî, IX, 6499.

[427] İbn Kesîr, IV, 338; Hazin Nesefî, IV, 248; Âlûsî, XXVIII, 51.

[428] Âlûsî, III, 46; Taberî, III, 96.

[429] Elmalılı, II, 198; İbn Kesîr, I, 325.

[430] Kurtubî, IX, 6498.

[431] Taberî, III, 98; Hazin Nesefî, IV, 201.

[432] İhya, IV, 329. Muhammed: 47/38.

[433] Taberî, XXVI, 66; Âlûsî, XXVI, 82.

[434] Müslim, Zekât, 94.

[435] Metin Ocak, Kur’an’da İhsan ve Muhsin Kavramları, İnkilap Yayınları, İstanbul, 1999: 71-73.

[436] Taberî, V, 78; Âlûsî, V, 28; İbn Kesîr, I, 495.

[437] Hazin Nesefî, I, 354; Elmalılı, II, 520; İsmail Hakkı Bursevî, Tefsiru Ruhu'l Beyân, II, 206, Eser Yayınevi, İst. 1389 h.

[438] Nisa: 4/36.

[439] Müslim, Birr ve's Sıla, 140; İbn Kesîr, I, 495; Tirmizî, Birr ve's Sıla, 28, Hadis No: 1934.

[440] Müslim, Birr ve's Sıla, 143.

[441] a.g.e. İman, 74.

[442] Ebû'l Hasan el Maverdî, Edeb-i Dünya ve'd Dîn,s. 509. (Tere, Selahaddin Kip Âbidin Sönmez), Bahar Yayınevi, İstanbul, ts.

[443] Elmalılı, II, 520; Bursevî, II, 206. (Kaynaklarda hadisin sıhhati belir­tilmemiştir.)

[444] Tirmizî, Birr ve's Sıla, 28; İbn Kesîr, I, 495; Hazin Nesefî, I, 355.

[445] Metin Ocak, Kur’an’da İhsan ve Muhsin Kavramları, İnkilap Yayınları, İstanbul, 1999: 73-74.

[446] Elmalılı, II, 520; Bursevî, II, 206; Âlûsî, V, 29.

[447] Taberî, V, 81; Hazin, Medârik, I, 355.

[448] İbn Kesîr, I, 496.

[449] İbn Kesîr, III, 318; Âlûsî, XIX, 13; Hazin Nesefi, III, 348.

[450] Furkan: 25/28-29.

[451] Taberî, XIX, 8; Elmalılı, V, 527 v.d.

[452] Tirmizî, Birr ve's Sıla, 28; İbn Kesîr, I, 495.

[453] Taberî, IV, 152.

[454] İbn Kesîr, I, 421; Âlûsî, IV, 106.

[455] Ai-i İmrân: 3/159.

[456] Metin Ocak, Kur’an’da İhsan ve Muhsin Kavramları, İnkilap Yayınları, İstanbul, 1999: 74-75.

[457] Taberî, V, 83.

[458] Âlûsî, V, 29.

[459] Hazin Nesefî, I, 355.

[460] Vehbe Zuhaylî, el Fıkhu'l İslâmiyyu ve Edilletuhû (İslâm Fıkhı Ansiklopedisi,Terc. Hey'et), III, 363, Risale, İstanbul 1990.

[461] Metin Ocak, Kur’an’da İhsan ve Muhsin Kavramları, İnkilap Yayınları, İstanbul, 1999: 75-76.

[462] Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, II, 491, Risale Yayınları, İstanbul 1990.

[463] S. Nedvî, İslâm Ahlâk Nizamı, s. 210.

[464] Beled: 90/12-16.

[465] Buharî, Itk. 17.

[466] a.g.e. Itk. 15.

[467] Metin Ocak, Kur’an’da İhsan ve Muhsin Kavramları, İnkilap Yayınları, İstanbul, 1999: 76-77.

[468] Enfal: 8/63-64.

[469] Kurtubî, IV, 2882.

[470] Buharî, Mezâlim, 3; Müslim, Birr ve's Sıla, 58.

[471] Buharî, İman, 42.

[472] Tirmizî, Edeb, 1; Nesâî, Cenâiz, 52.

[473] Said Havva, İslâm, s. 142; (Tercüme, Salih Uçan), Petek Yayınları, İst: 1987.

[474] Buharî, İman, 7.

[475] a.g.e. Edeb, 57.

[476] Bakara: 2/83.

[477] Aclûnî, Keşfu'l Hafâ, I, 198.

[478] Said Havva, İslâm, s. 146.

[479] İsrâ: 17/21. Metin Ocak, Kur’an’da İhsan ve Muhsin Kavramları, İnkilap Yayınları, İstanbul, 1999: 78-80.

[480] Nesâî, Dâhâya, 42; Sayd, 34.

[481] Buharî, Zebâih ve's Sayd, 25.

[482] Müslim, Sayd ve'z Zebh, 57.

[483] a.g.e. Birrve's Sıla, 134.

[484] S. Havva, İslâm, s. 148.

[485] Buharî, Edeb, 27.

[486] Metin Ocak, Kur’an’da İhsan ve Muhsin Kavramları, İnkilap Yayınları, İstanbul, 1999: 80-81.

[487] Müslim, Sayd ve'z Zebh, 57.

[488] Buhârî, Edeb, 39; Ebû Dâvûd, Sünne, 14.

[489] Tirmizî, Birr ve's Sıla, 62.

[490] a.g.e. Birr ve's Sıla, 63.

[491] Nesâî, Cenâiz, Babu temenna’l Mevt.

[492] Buhârî, Rikak) 31. Metin Ocak, Kur’an’da İhsan ve Muhsin Kavramları, İnkilap Yayınları, İstanbul, 1999: 85-86.

[493] Müslim, İman, 1; Buhârî, İman, 37.

[494] A. Davudoğlu, Sahih i Müslim Tercüme ve Şerhi, I, 119. Sönmez Neşriyat, İstanbul 1993.

[495] A. Davudoğlu, I, 116.

[496] a.g.e., aynı yer. Metin Ocak, Kur’an’da İhsan ve Muhsin Kavramları, İnkilap Yayınları, İstanbul, 1999:86-88.

[497] Nesâî, Dahâyâ, Babû hüsn-i Zebh.

[498] H. Askalanî, Fethu'l Barî bi şerhi Sahihi'l Buhârî, I, 199. Mektebetu'1 Külliyâti'l Ezheriye, Mısır, 1978.

[499] a.g.e. I, 200.

[500] İbnu'1 Esîr, en Nihaye fi Garibi'l Hadis, I,  387.  Dâru'l İhyai'l Kutubi'l Arabiyye, Mısır, 1963.

[501] Kastalanî, İrşadü's Sarî Lişerhî Sahihi'l Buhârî, I, 140. Mataatü'l Meymeniyye Mısır, ts.

[502] Kastalanî, I, 140.

[503] el-Aynî, Umdetü'l Kârî Şerhi Sahîh'i Buhârî, I, 331, Matbatü'l Mustafa el-Babi el-Halebî, Mısır 1392/1992.

[504] el-Aynî, I, 330.

[505] a.g.e. I, 331.

[506] Aliyyü'1 Kârî, Mirkatu'l Mefâtîh Şerhu Mişkatü'l Mesâbîh, I, 52, Matbaatü'l Meymene, Mısır, h. 1309.

[507] A. Kârî, I, 52.

[508] R. İstahanî, s. 319.

[509] Zarîyat: 51/56.

[510] A. Kâri, I, 52.

[511] a..g.e. I, 53.

[512] a.g.e. aynı yer.

[513] a.g.e. I, 54. Metin Ocak, Kur’an’da İhsan ve Muhsin Kavramları, İnkilap Yayınları, İstanbul, 1999: 88-92.

[514] Mustafa Arûsî, Netâicu'l Efkar el-Kudsiyye fi Beyânı Maanî Şerhi'r Risâleti'l Kuşeyriyye, I, 179, Câmiu'd Dervîşiyyc, ŞAM, ts.

[515] a.g.e. II, 55.

[516] a.g.e. II, 117.

[517] Süleyman Uludağ, Risaletü'l Kuşeyrî Tercümesi, s. 436, İst. 1978.

[518] M. Arûsî, II, 63.

[519] a.g.e. II, 66-67.

[520] Tahiru'l Mevlevi, Şerhi Mesnevi, V, 2344. Şâmil Yayınevi İstanbul, ts.

[521] a.g.e. V, 1723.

[522] S. Uludağ, Kuşeyrî Risalesi, s. 440.

[523] a.g.e. s. 105.

[524] Said Havva, Ruh Terbiyemiz, çev. İbrahim Sarmış M. Sait Şimşek, Davet Yay. Konya 1980, s. 454 (Müellifin Terbiyetuna er-Ruhiyye adlı kitabının tercümesi).

[525] Abdulazîz Debbağ, el-İbrîz, çev.  Celâl Yıldırım, Demir Kitabevi, İstanbul 1979, s. 319.

[526] A. Debbağ, s. 320.

[527] Hucurat: 49/14.

[528] a.g.e. s. 321.

[529] Metin Ocak, Kur’an’da İhsan ve Muhsin Kavramları, İnkilap Yayınları, İstanbul, 1999: 92-96.

[530] Gümüşhanevî, Ahmed Ziyâüddîn, çev. Rahmi Serin, Câmiu'l Usul, s. 111, Pamuk Yayınları, ts.

[531] a.g.e. s. 112.

[532] R.  İsfahani, s. 136.

[533] Beydâvî, 129.

[534] Talâk: 65/12.

[535] Fetih: 48/21.

[536] S. Yıldırım, s. 174.

[537] Gazali, İhya, IV, 706.

[538] S. Havva, Ruh Terbiyemiz, s. 454.

[539] a.g.e. s. 456.

[540] Müzemmil: 73/6.

[541] Beydâvî, s. 767.

[542] S. Havva, Ruh Terbiyemiz, s. 459.

[543] Metin Ocak, Kur’an’da İhsan ve Muhsin Kavramları, İnkilap Yayınları, İstanbul, 1999: 96-98.

[544] S. Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Marifet Yayınları, İstanbul 1991, s. 344.

[545] R. İsfahani, s. 201.

[546] Ahzap: 33/52.

[547] Bursevî, VII, 210.

[548] Maide: 5/117.

[549] Kaf: 50/16-18.

[550] Âlûsî, XXVI, 178.

[551] Elmalılı, VI, 562.

[552] Beydâvî, s. 687.

[553] Âlûsî, XXVI, 178.

[554] a.g.e. XXVI, 179.

[555] Saffat: 37/96.

[556] Elmalılı, VI, 565.

[557] Hadid: 57/4.

[558] a.g.e. VI, 566.

[559] M. Ârûsî, III, 93.

[560] a.g.e. III, 97.

[561]a.g.e. IV, 98.

[562] S. Uludağ, Kuşeyrî Risalesi, s. 175.

[563] İhya, IV, 690.

[564] Metin Ocak, Kur’an’da İhsan ve Muhsin Kavramları, İnkilap Yayınları, İstanbul, 1999: 98-102.

[565] Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 356.

[566] Yunus: 10/61.

[567] İbn Kesîr, II, 433.

[568] Hazin, II, 303.

[569] Sebe: 34/47.

[570] Buruc: 85/9.

[571] İbn Kesîr, IV, 493.

[572] ÂI-i İmrân: 3/98.

[573] Rad: 13/33.

[574] M. Ârûsî, Netâicu'l Efkâr, III, 95.

[575] el-Mevlevî, Tahir, Mesnevi Şerhi, X, 621.

[576] M. Ârûsî, Netâicu'l Efkâr, II, 12.

[577] Ankebut: 29/69.

[578] Beydâvî, s. 534.

[579] İbn Kesir, III, 423.

[580] S. Uludağ, Kuşeyrî Risalesi, s. 169.

[581] Müslim, İmân, 79.

[582] Metin Ocak, Kur’an’da İhsan ve Muhsin Kavramları,İnkilap Yayınları, İstanbul, 1999: 102-104.

[583] R. Isfahani, s. 119.

[584] İbn Manzur, XIII, 116, İbn Kesir, I, 560.

[585] Fîruzâbâdî, Besâir, II, 366.

[586] Beydavî, s. 534.

[587] Fîruzâbâdî, Kamusu'l Muhît, IV, 215.

[588] Fîruzâbâdî, Besâir, II, 367.

[589] Nisa: 4/125

[590] İbn Kesir, I, 560.

[591] Ebu’s suûd, IV, 264. Metin Ocak, Kur’an’da İhsan ve Muhsin Kavramları, İnkilap Yayınları, İstanbul,1999: 109.

[592] Hac: 22/37.

[593] Âlusî, XXVII, 7. Zâriyât: 51/15-16.

[594] Âl-i İmrân: 3/133-134.

[595] Muhammed: 47/8-9.

[596] İbn Kesîr, II, 98.

[597] Maide: 5/9.

[598] Âlûsî, VII, 18.

[599] Nahl: 16/127-128.

[600] F. Râzî, XV, 143.

[601] Âlûsî, XV, 259.

[602] Nahl: 16/120-122.

[603] Metin Ocak, Kur’an’da İhsan ve Muhsin Kavramları, İnkilap Yayınları, İstanbul, 1999: 110-112.

[604] Murselât: 77/41-44, Zâriyât: 51/15-16.

[605] Âlûsî, XXIX, 178.

[606] Bakara: 2/1-2.

[607] Lokman: 31/1-3.

[608] Taberî, XXI, 78.

[609] a.g.e. XXI, 64.

[610] Zümer: 39/55-58.

[611] Beydâvî, s. 615.

[612] Ebu’s Suûd, V, l53.

[613] Zemahşerî, II, 342. Metin Ocak, Kur’an’da İhsan ve Muhsin Kavramları, İnkilap Yayınları, İstanbul, 1999: 112-113.

[614] Beydâvî, I, 156.

[615] Maide: 5/64.

[616] Hud: 11/85.

[617] İbn Kesir, 11, 465. Hud: 11/116.

[618] Rad: 13/25.

[619] Nahl: 16/88.

[620] Beydâvî, s. 364.

[621] A'raf: 7/55-56.

[622] İbn Kesir, II, 222.

[623] Beydâvî, s. 224.

[624] İbn Kesîr, II, 222. A'raf: 7/156.

[625] Kasas: 28/77.

[626] Metin Ocak, Kur’an’da İhsan ve Muhsin Kavramları, İnkilap Yayınları, İstanbul, 1999: 113-115.

[627] a.g.e. I, 29; Elmalılı, I, 131.

[628] Yusuf: 12/22.

[629] Beydâvî, s. 352.

[630] Kasas: 28/14.

[631] Al-i İmrân: 3/148.

[632] a.g.e. s. 90.

[633] Metin Ocak, Kur’an’da İhsan ve Muhsin Kavramları, İnkilap Yayınları, İstanbul, 1999: 115-116.

[634] a.g.e. s. 543.

[635] İbn Kesîr, III, 442.

[636] Nisa: 4/125.

[637] En'am: 6/79.

[638] En'am: 6/82.

[639] Beydâvî, s. 182; İbn Kesîr, II, 152.

[640] Lokman: 31/13.

[641] Bakara: 2/195.

[642] Hud: 11/112.

[643] Beydâvî, s. 307; Kurtubî, V, 3335.

[644] Talak: 65/3.

[645] a.g.e. X, 6639.

[646] Metin Ocak, Kur’an’da İhsan ve Muhsin Kavramları, İnkilap Yayınları, İstanbul, 1999: 116-118.

[647] Beydâvî, s. 23; İbn Kesîr, I, 155; Âlûsî, I, 360.

[648] Bakara: 2/112.

[649] Taberî, I, 493; F. Razi, IV, 3.

[650] Taberî, I, 494.

[651] Buhârî, İman, 41.

[652] F. Râzî, IV, 3.

[653] a.g.e. IV, 3, vd.

[654] a.g.e. IV, 3, vd.

[655] Bakara: 2/112.

[656] Nisa: 4/125.

[657] Zemahşerî, I, 305.

[658] a.g.e. I, 566.

[659] F. Râzî, XI, 56.

[660] a.g.e. XI, 56.

[661] Beydâvî, s. 128.

[662] Elmalılı, I, 176.

[663] Lokman: 31/22.

[664] Ebû’s Suûd, VII, 73.

[665] Kurtubî, VIII, s. 156.

[666] Tevbe: 9/120.

[667] Taberî, V, 297. Metin Ocak, Kur’an’da İhsan ve Muhsin Kavramları, İnkilap Yayınları, İstanbul, 1999: 118-121.

[668] Bakara: 2/195.

[669] a.g.e. II, 206; Âlûsî, II, 78.

[670] Ebu's Suûd, I, 205.

[671] Al-i İmrân: 3/134-135.

[672] İbn Kesir, I, 409.

[673] Beydâvî, s. 89.

[674] Al-i İmrân: 3/134

[675] Taberî, IV, 94; Zemahşerî, I, 494.

[676] F. Razî, IX, 7.

[677] Şûra: 42/37.

[678] Müslim, Birr, 106; F. Râzî, IX, 7.

[679] F. Râzî, IX, 8.

[680] Al-i İmrân: 3/134.

[681] Âlûsî, IV, 59.

[682] Maide: 5/93.

[683] Beydâvî, s. 161.

[684] Maide: 5/187.

[685] Maide: 5/4.

[686] Maide: 5/87.

[687] Elmalılı, III, 272.

[688] Bakara: 2/222.

[689] Al-i İmran: 3/76; Tevbe/9: 4.

[690] Al-i İmrân: 3/146.

[691] Maide: 5/42; Hucurat: 49/9; Mümtehine: 60/8.

[692] Metin Ocak, Kur’an’da İhsan ve Muhsin Kavramları ,İnkilap Yayınları, İstanbul, 1999: 121-125.

[693] Ankebut: 29/69.

[694] Beydâvî, s. 534; S. Kutub, V, 2752.

[695] Ebû's Suûd,VII, 48. Muhammed: 47/17.

[696] Taberî, XXI, 15.

[697] Ankebut: 29/69.

[698] Âlûsî, XXI, 15.

[699] İbn Kesir, III, 423.

[700] S. Kutub, V, 2752.

[701] Fatır: 35/18.

[702] Şems: 91/9.

[703] A'lâ: 87/14-15.

[704] Nâziât: 79/40-41

[705] Âl-i İmrân: 3/146-148.

[706] Metin Ocak, Kur’an’da İhsan ve Muhsin Kavramları, İnkilap Yayınları, İstanbul, 1999: 125-126.

[707] Bakara: 2/3.

[708] Lok­man: 31/2.

[709] Zümer: 39/23.

[710] İbn Kesîr, 11,286. Enfal: 8/2.

[711] Mâide: 5/83-85.

[712] Beydâvî, s. 160; Elmalılı, III, 265.

[713] Lokman :31/3.

[714] Beydâvî, s. 264; İbn Kesîr, II, 382. Tevbe: 9/91-92.

[715] İbn Kesîr, II, 383.

[716] Buhârî, Zekât, 17; Müslim, Zekât, 30.

[717] Seyyid Kutub, II, 962.

[718] Abdülazîz Debbağ, el İbriz, c. II, s. 274, çev. Celal Yıldırım, Demir Kitabevi, İstanbul 1979.

[719] a.g.e. aynı yer.

[720] Metin Ocak, Kur’an’da İhsan ve Muhsin Kavramları, İnkilap Yayınları, İstanbul, 1999:

[721] Hûd: 11/114.

[722] Zâriyât: 51/15-18.

[723] Beydâvî, s. 382.

[724] İbn Kesîr, III, 55.

[725] Müzzemmil: 73/1-4.

[726] Âlûsî, XXII, III.

[727] Beydâvî, s. 690; Elmalılı, VI, 581; Âlûsî, XXVII, 8.

[728] İbn Kesîr, IV, 235.

[729] S. Kutub, Fî Zilâl, XIV, 55.

[730] Taberî, XXVI, 200. Metin Ocak, Kur’an’da İhsan ve Muhsin Kavramları, İnkilap Yayınları, İstanbul, 1999: 129-131.

[731] el-Cevziyye, İbn Kayyim, Zâdu’l, Meâd, II, 37, çev. Şükrü Özen, Ah­met Özdemir, Ali Vasfi Kurt, İklim Yayınları, İstanbul 1989.

[732] Furkan: 24/21.

[733] Metin Ocak, Kur’an’da İhsan ve Muhsin Kavramları, İnkilap Yayınları, İstanbul, 1999: 134.

[734] Beydâvî, s. 272. Yunus: 10/2.

[735] Elmalılı,  III, 365. En'am: 6/49.

[736] İbn Kesîr, IV, 403-404.

[737] Nesefî, III, 11.

[738] es-Sâbûnî, Muhammed Ali, Safvetü't Tefâsir, çev. Sadrettin Gümüş Nedim Yılmaz, c. III, s. 189, Ensar Neşriyat, İstanbul 1995.

[739] Yusuf: 12/90.

[740] Beydâvî, s. 596.

[741] el-Bûtî, Saîd Ramazan, Kübra'l Yakîniyâti'l Kevniyye, Vucûdu'1 Halıkı ve Vazifetü'l Mahluk, çev. Mehmet Yolcu Hüseyin Altınalan, s. 214, Madve, İstanbul 1986.

[742] Çakan, İsmail Lütfi Mehmet Solmaz, Kur'an-ı Kerime Göre Peygam­berler ve Tevbid Mücadelesi, s. 16, Altınoluk yay., İstanbul 1994.

[743] Meryem: 19/58.

[744] Metin Ocak, Kur’an’da İhsan ve Muhsin Kavramları, İnkilap Yayınları, İstanbul, 1999: 135-137.

[745] R. İsfahânî, s. 530.

[746] Fîrûzâbâdî, Besâir, V, 256.

[747] Belik, İzzeddin, Minhâcü's Salihin (Ayet ve Hadislerle İslâmi Hayat çev. İbrahim Cücük Vecdi Akyüz Salim Öğüt), İklim yay., İst 1992.

[748] Talak: 65/2.

[749] Metin Ocak, Kur’an’da İhsan ve Muhsin Kavramları, İnkilap Yayınları, İstanbul, 1999: 137-139.

[750] Ragıb, s. 154.

[751] İbn Fâris, II, 208.

[752] ÂIûsî, XXX, 265.

[753] Yusuf: 12/24.

[754] Saffat: 37/127-128.

[755] İbn Kesîr, IV, 21.

[756] Zümer: 39/1-2.

[757] Kurtubî, VIII, 5684.

[758] Zümer: 39/11-14.

[759] Elmalılı, VI, 256. Zümer: 39/17-18.

[760] Bkz., Zümer: 39/23.

[761] Tirmizî, Kıyamet, 60.

[762] Ebû Dâvûd, İlim, 10; Tirmizî, İlim, 7.

[763] Uludağ, Süleyman, Kuşeyrî Risalesi, s. 308.

[764] eş-Şatıbî, Ebû İshak İbrahim b. Mûsâ, el-Muvâfakât, II, 134, Matbaatü'l Meydânî, Mısır, ts.

[765] Metin Ocak, Kur’an’da İhsan ve Muhsin Kavramları, İnkilap Yayınları, İstanbul, 1999: 139-141.

[766] Al-i İmrân: 3/114-115.

[767] Âl-i İmrân: 3/133-134.

[768] Tevbe: 9/75.

[769] Nisa: 4/69.

[770] Beydâvî, s. 324.

[771] Yusuf: 12/101.

[772] Şuarâ: 26/83.

[773] Kasas: 28/27.

[774] Münafikun: 63/10.

[775] Ebû Dâvûd, İlim, 9; Tirmizî, İlim, 3.

[776] Metin Ocak, Kur’an’da İhsan ve Muhsin Kavramları, İnkilap Yayınları, İstanbul, 1999:141-142.

[777] Bakara: 2/153.

[778] Nahl: 16/127.

[779] Enbiya: 21/85.

[780] Beydâvî, s. 91.

[781] Al-i İmrân: 31/146.

[782] Al-i İmrân: 3/147.

[783] Nesefî, I, 291.

[784] Muhammed: 47/31.

[785] İbn Kesîr, IV, 181.

[786] Al-i İmrân: 3/186.

[787] Belik, İzzeddin, II, 27.

[788] Müslim, Zühd, 64.

[789] Buharı, Menakıb, 25; Ebû Dâvûd, Cihad, 96; Nesâî, Zînet, 96.

[790] Diğerleri, İman, güzel amel ve hakkı tavsiye.

[791] Beydâvî, s. 365.

[792] Nahl: 16/96.

[793] Kurtubî, V, 3040.

[794] İbn Kesîr, II, 511.

[795] Ra'd: 13/20-24.

[796] Beydâvî, s. 331.

[797] Metin Ocak, Kur’an’da İhsan ve Muhsin Kavramları, İnkilap Yayınları, İstanbul, 1999: 142-145.

[798]  Akseki, Ahmet Hamdi, İslâm Dini (İtikat, İbadet, Ahlâk), s. 94, Diyanet yay. Ankara.

[799] Metin Ocak, Kur’an’da İhsan ve Muhsin Kavramları, İnkilap Yayınları, İstanbul, 1999: 145-146.

[800] İbn Kesîr, II, 384.

[801] Yu­nus: 10/62-64.

[802] Beydâvî, s. 364.

[803] Nahl: 16/89.

[804] Neml: 27/1-2.

[805] Lokman: 31/1-2. Metin Ocak, Kur’an’da İhsan ve Muhsin Kavramları, İnkilap Yayınları, İstanbul, 1999: 146-147.

[806] Mürselât: 77/41-44.

[807] Elmalılı, IV, 420.

[808] Kurtubî, VI, 4012.

[809] Kehf: 18/31.

[810] Zâriyât: 51/15-16.

[811] Beydavi, s. 160. Mâide: 5/85.

[812] Al-i İmrân: 3/148.

[813] İbn Kesîr, II, 415.

[814] Yunus: 10/26.

[815] Kurtubî, V, 3169.

[816] Âl-i İmrân: 3/198.

[817] Secde: 32/17.

[818] Buharı, Rikâk, 38.

[819] Metin Ocak, Kur’an’da İhsan ve Muhsin Kavramları, İnkilap Yayınları, İstanbul, 1999: 147-149.

[820] Yusuf: 12:/56-57.

[821] Tevbe: 9: 120-121.

[822] Yusuf: 12/90.

[823] Hûd: 11/115.

[824] A'raf: 7/170.

[825] Bakara: 2/112.

[826] En'am: 6/160.

[827] A'raf: 7/170.  Metin Ocak, Kur’an’da İhsan ve Muhsin Kavramları, İnkilap Yayınları, İstanbul, 1999: 149-150.

[828] A'raf: 7/56.

[829] Âl-i İmrân: 3/134.

[830] Ankebut: 29/65.

[831] H. Kâmil Yılmaz, Altınoluk mecmuası, Mart 1989, sayı 37.

[832] Enfal: 8/29.

[833] Talâk: 65/2.

[834] Beyyine: 98: 8.

[835] Mü'min: 40/7-8.

[836] Saffât: 37/182.

[837] Saffat: 40/181.

[838] Al-i İmrân: 3/26. Metin Ocak, Kur’an’da İhsan ve Muhsin Kavramları, İnkilap Yayınları, İstanbul, 1999:152-154.