KUR’AN’DA SOSYAL GÜVENLİK KURUMU OLARAK İNFAK
1 - İNFÂK VE TASADDUKTA GÖZ ÖNÜNDE BULUNDURULACAK HUSUSLAR
İnfâk ve Tasaddukta Göz Önünde Bulundurulacak Hususlar
1. İnfâk Ederken Allah'ın Rızasını Gözetmek
2. İhtiyaç Sahiplerine İhtiyaç Zamanında Vermek
3. Sıhhat ve Afiyette İken Vermek
9. Verdiğinden Bir Karşılık Beklememek
11. Aile Fertlerini İhmal Etmemek
12. Verdiği Sadakadan Geri Dönmemek
13. Riya ve Gösterişten Uzak Olmak
14. İnfâkta İsraf Etmekten Kaçınmak
15. Bir Kimse Bütün Malını İnfâk Edemez
16. Allah'ın İsmini Zikrederek İsteyene Vermek
17. Zengin, Kuvvetli ve Güçlü Kimseye Sadaka Vermek de Helal Değildir
18. Müslüman Olmayanlara İnfâk ve Tasadduk
19. Ehli Beyt'ten (Hz. Peygamber'in Yakınları) Olanlara Sadaka Verilmez
İnfâk Yolla (Zekât) Zekâtın Felsefesi
B. Zekât Memurlarında Bulunması Gereken Şartlar
Müellefe-i Kulûb'un Asrınnzdaki Durumu Ne Olmalıdır?
A. Kendisi İçin Borçlanan Kimse
B. Sosyal Bir Menfaat İçin Borçlanan Kimse
2- KUR'ÂN'DA ZENGİNLİK VE FAKİRLİK
Kur'ân-ı Kerîm'de Fakirlik ve Açlığın Çaresi
c. Üretimde Teknolojiden Faydalanma
İnfâk ve Çözümlediği Problemler
İnfâk Müessesesi Açısından Vakıfların Yeri
Vakıfların Dinî ve Hukuki Dayanakları
Bir İnfâk Kurumu Olarak Vakıflar
Veda Hutbesinde Sosyal Problemleri Önleyici Tedbirler
Nafaka; Kitab, Sünnet ve İcmâ ile Sabittir Kur'ân'dan Deliller Şunlardır
Şer'an Vâcib Olan Nafakalar Şunlardır
3- İNFÂK, İKTİSAT ve DİN İNFAK ve İSLAM İKTİSADI
İSLAM EKONOMİSİNDE YATIRIM YOLUYLA İNFAK
2- Lüks ve Aşın Konfordan Uzaklaşmak
3- İsraf, Savurganlık ve Malını Çarçur Etmemek
4- Malı Biriktirip ve Gereği Gibi Harcamamak
İslâm İktisadında Üretim (İstihsal) Yoluyla İnfâk
Bireysel harcamaların ilkeleri
Genel Harcamalar (Kamu Harcamaları)
Kur'ân ve Stokçuluk Teorisi Kanuni Stok (Meşru Stok)
Birincisi: Servetin Belli Ellerde Toplanması
İkincisi: İhtikar (Karaborsacılık) Olayı
4- İNFÂK VE ONUNLA ALLAH RIZASINI KASDETMEK
Allah Yolunda İnfâk Edip, Sonra Eziyet Etmemek
Allah Rızası İçin İnfâk Edenlerin Mükafatı
Gizli ve Aşikar Olarak İnfâkta Bulunmak
Allah İçin Harcanan Her Şeyin Karşılığı Vardır
Yapılan İnfâk Karşılıksız Kalmaz
Harcamayı Malın Fazlasından Yapmak
Harcama Yaparken İncitmemek ve İki Yüzlü Olmamak
İnfâk ve Yöneticilik (Otorite)
Kutsal Kitapların, insanlığın kültür ve medeniyetlerinde tuttuğu yerin ve oynadığı rolün tartışılmayacak kadar açık olduğunu biliyoruz. Yaygın ve etkin dinlerin odağında da sözü edilen bu kitapların bulunduğunu hatırlarsak, kültür ve medeniyete ilâveten, kutsal kitapların ve dinlerin toplumların sosyal hayatlarındaki kalıcı ve sürekli tesirini de kolayca kavramış oluruz.
Bu tesbitleri özelleştirerek konuya İslâm Dini'nin temel kaynağı Kur'ân’ı Kerîm açısından bakıldığında öteki evrensel dinler yanında bu dinin ve onun kutsal kitabının ferdi gözardı etmeksizin sosyal hayat ile daha yakından ve ısrarla ilgilendiği hususu, neredeyse genel kabul gören bir durum olarak karşımıza çıkar. Bu durum, esasen günümüzde dinin; insanın kişisel ve toplumsal hayatında tuttuğu yerle orantılı olarak değerlendirilmesi gerçeği göz önüne alınınca daha bir anlam kazanmaktadır.
Yaygın ifadesiyle çağdaş ya da daha teknik bir terimle Endüstri Toplumu diyebileceğimiz toplum tipinden önceki zamanlarda bireylerin hemen hemen birbirlerini tanıyor olması kişilerin ait bulunduğu toplum içinde kendilerini gerçekleştirmesini kolaylaştırıyor ve bireyler zorunlu maddî-manevî ihtiyaçlarının temininde olağanüstü donanımlı olma gereği duymuyordu. Ancak endüstri toplumuna geçilmesiyle birlikte, sözü edilen toplum yapısı bozulmuş ve böylece fertler de her türlü ihtiyaçlarını giderebildikleri donanımlardan mahrum kalmışlardır. İşte ferdin ve toplumun içine düştüğü böyle bir olumsuz durumdan kurtulması için bu gelişmeye paralel olarak bir takım kurumlar oluşturulmuştur ki bunlar çağdaş toplumun sosyo sferini teşkil eder. Çağdaş toplumda yaşayan bireylerin toplum içindeki rollerini ve karşılıklı ilişkilerini bu kurumlar belirlemeye çalışır. Ne var ki, bu tür kurumların teşekkülünde çoğu kez üretim-tüketim ilişkisi esas alındığından insan bir nevi üreten ve tüketen canlı derekesine düşmekten kurtulamamıştır.
İşte burada, ferdin ve dolayısıyla toplumun maddî-manevî ihtiyaçlarını karşılamayı hedefleyen, ferdi bizzat kendisine yabancılaşmaktan kurtaran, içinde yaşadığı toplumla sağlıklı ilişkiler kurmasında bir köprü vazifesi gören, çeşitli nedenler ve özellikle ekonomik farklılıklar sebebiyle doğabilecek kin ve nefreti izale edecek, bunun yerine sevgi ve barışın gerçekleşmesine yardımcı olacak ve böylece sağlam bünyeli bir toplum oluşturacak bir sosyal güvenlik kurumu olarak İslâmî terminolojideki ifadesiyle infâk ve onun işlevinin iyi korunması gereği kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. İlk bakışta sıradan bir kelime gibi algılanabilecek olan bu terim, daha yakından ve Kur'ânî başka terimlerle ilişkisi içinde ele alındığında yukarıda sözü edilen bütün Özellikleri kendisinde bulunduran önemli bir kavram ve kurum olarak kendisini göstermektedir. İşte bu araştırma, sözü edilen gerçeğin ortaya çıkması için yapılan bir mütevazı teşebbüsten ibarettir.
Biz araştırmamızı bir giriş ve dört bölümden oluşturduk. Girişte infâkla ilgili özet bilgiler vererek içeriği konusunda genel bir tasnif yapmaya çalıştık.
Birinci bölümde infâk ve tasaddukta göz önünde bulundurulacak hususlar maddeler halinde anlatılmaya çalışıldı. İnfâk ve müesseseleri üzerinde duruldu. İslâm Tarihi'nin ilk dönemlerinden günümüze kadar kurulan müesseseler ve bu müesseseleri ayakta tutan unsurlar hakkında genel bilgiler verilerek, bu müesseseler örneklerle tanıtılmaya çalışıldı. Ayrıca bu müesseselerin sosyal hayatımızı çekip çeviren müesseseler oluşları bakımından da ehemmiyetleri üzerinde duruldu.
İkinci bölümde infâkın çözümlediği problemler değerlendirildi.
Üçüncü bölümde insanın yaratılışına uygun maksadı gerçekleştirebilmesi için gerekli olan donanıma sahip olabilmesi bakımından onun sosyal güvenliğe olan ihtiyacı üzerinde durulmuştur. Bu da infâk-iktisat, infâk-yatırım, infâk-üretim ilişkilerini ele almayı gerektirmiştir.
Dördüncü bölümde infâkla ilgili âyetler ve kısa yorumlarını anlattık.
Böylece ele aldığımız konularda yeni nesle ve konuyla ilgilenenlere genel bilgi vererek gelecekteki araştırma ve çalışmalara da ışık tutmaya çalıştık. Gerçi bu, bu konularda söylenmesi gerekenlerin tamamının ele alındığı söylenemez. Eksikleri olacaktır. Gönlümüz bu eksiklerin gelecekte tamamlanarak daha analitik ve kapsamlı eserlerin ortaya konmasını arzu etmektir.
Çalışmamızın Allah'ın rızasına uygun ve insanlık için yararlı olmasını Yüce Mevlâ'dan niyaz ederken, yapmış olduğumuz hata ve kusurlardan dolayı okuyucuların hoş görülerine sığınır, her zaman yapıcı tenkitlere açık olduğumuzu belirtmek isteriz.[1]
İnfâk lügatte fiilinin if’âl babından masdarıdır. Harcamak, sarfetmek, bitmek, yok olmak, azalmak, noksanlaşmak manalarına gelir.[2] Hayvan öldüğünde yani hayvan tükendi ifadesi ise kişi fakir düştü, parasız kaldı gibi manaları ifade eder.
Nitekim İsra sûresi âyet 100'de "Tükenir korkusuyla yine de cimrilik ederdiniz"[3] ifadesiyle burada infâk "tükenmek" anlamına gelmektedir.
Terim olarak infâk: "İhtiyacı gidermek için harcanan maldır" diyor Abdulkadir Udeh:[4]
İbn-i Teymiyye infâk kelimesini: Cömertlik olarak da açıklıyor ve diyorki; infâk: vermek ve bir takım menfaatleri insanlara ulaştırmak, malı insanlarla paylaştırmaktır. Bundan dolayı infâk, ferdi ve cemiyeti ilgilendirir.
Cemiyetin bir bölümü kendi ihtiyacını kendisi giderir. Bunlar daha ziyade köyde yaşayan çekirdek ailedir. Kendisi üretir, kendisi tüketir. Daha sonraları imalat çoğalıp, çeşit artınca, insan hayatı başkalarının ürettiklerinden de istifade etmek isteyince mübadele başladı. Tâki para çıkıncaya kadar. Para ortaya çıkınca, malın karşılığı mübadele değil para oldu. Çünkü para hem muameleyi hem de imalatı kolaylaştırdı.[5] Buna rağmen para yanlış yerde kullanıldığında, faiz, kredi gibi, imalata geçmeyip tüketici ve üretici arasında kaybolur.[6]
Hem cimriliği hem de israfı asla tasvip etmeyen ve her konuda orta yolu öneren İslâm dini, "sosyal" bir din olarak sosyal adalete, sosyal dayanışma ve yardımlaşmaya büyük önem vermekte bundan dolayı da "infâk" kavramıyla tanımlanan "Allah yolunda yapılan harcamaları" en makbul ve en faziletli bir İbadet olarak kabul etmektedir.
Hatta, gerek Kur' ân’ı Kerîm' de gerek peygamber Hz. Muhammed (s.a.v)'in hadislerinde infâk anlamına gelen mevcut her nimeti başkalarıyla paylaşma o kadar çok ve o kadar açık bir biçimde yer almıştır ki, mâli bir ibadet niteliği taşıyan bu ibadetin diğer ibadetlerden daha üstün olduğu adeta kesinlik kazanır gibi olmuştur.
Nitekim, yüzü doğuya ve batıya çevirmenin yani namaz kılmanın tek başına iyi olmak ve Allah'ın rızasını tam olarak kazanmak anlamına gelmediğini, gerçek anlamda iyi olan ve Allah'ın tam hoşnutluğunu kazananın "infâk eden" yani Allah yolunda mallarını harcayanların olduğunu, infâk etmenin namaz ve zekâttan da Önce geldiğini Kur'ân’ı Kerîm'in Bakara sûresinin 177. âyetinde çok açık bir biçimde görebilmek mümkündür.
"Yüzlerinizi doğudan yana ve batıdan yana çevirmeniz iyi olmak demek değildir. Lâkin iyi olan, Allah'a, âhiret gününe, meleklere, kitaba, peygamberlere inanan, O'nun sevgisiyle, yakınlarına, yetimlere, düşkünlere, yolculara, yoksullara ve köleler uğrunda mal veren, namaz kılan, zekât veren ve ahidleştiklerinde ahidlerine vefa gösterenler, zorda, darda ve savaş alanında sabredenlerdir. İşte onlar doğru olanlardır. Ve sakınanlar ancak onlardır."[7]
"İnfâk", malın elden çıkarılması, harç ve sarfedilmesi demektir. Dinî bakımdan farz, vacip, mendup kısımları vardır. Bu "infâk" karinesiyle ya "rızık" mala tahsis edilmek veya "infâk"ı mecaz yoluyla maldan başkalarına da genelleştirmek gerekecektir. Açık olan birincisidir. Fakat ikincisi de muhtemeldir.
"İnfâk", sadece mal ile değil, başka şeylerle de yapılır. Bunlardan bir kaç tanesini kısaca açıklamak istiyorum:[8]
Peygamber Efendimiz'in ifadesiyle "güzel söz sadaka"dır. Âyeti celîlede "Güzel bir söz ve bağışlama, peşinden ezâ gelen bir sadakadan daha iyidir."[9] Güzel söz bir çok manaya gelir. Öncelikle; kötü sözün karşılığı olarak kullanılır. Ahlâkı temsil eder. Peygamber Efendimiz: "Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim".[10] diyor. İkinci olarak güzel söz: Herkesin anlayacağı bir dille anlatımla konuşmaktır. Yine Peygamber Efendimiz: "Biz nebiler topluluğu, ancak insanların anlayacağı şekilde konuşuruz"[11] diyor. Yüce Allah (c.c): "Ey Muhammed! Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel Öğütle çağır."[12] Güzel söz sadaka olmakla beraber aynı zamanda bir emri ilâhidir.[13]
"Kendilerine verdiğimiz azıklardan infâk ederler"[14] âyeti delil olarak; kendilerine verilen ilimden de başkalarını istifade ettirmelerinin bir görev ve ebedî hayata yatırım olacağını beyan ediyor. Ali el-Kâzımî. Âlimlerin, ilmi teşvik etmek ve yaymanın, onlara verilen rütbenin en yüksek rütbe olduğunu Yüce Allah Kur'ân’ı Kerîm'de şu âyetle veciz bir şekilde açıklıyor: "Ey Muhammed! Deki: Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu"[15] îlim öğretenin defterinin kapanmayacağını, kıyamete kadar açık kalacağını, kendisinden istifade edilen ilmin bir sadaka-i cariye olduğunu Peygamber Efendimiz (s.a.v) beyan etmektedir.
Buna rağmen sahip olduğu ilmi başkalarına aktarmayan, cimrilik edenleri âdeta tehdit ederek diyor ki: "Gerçekten, Allah'ın indirdiği Kitab'dan bir şeyi gizlemede bulunup onu az bir değere değişenler var ya onların karınlarına tıkındıkları ancak ateştir. Allah kıyamet günü onlarla konuşmaz ve onları günahlardan arıtmaz. Onlara elem verici azab vardır."[16]
Bu ilâhî emirde insanlara ilmi ulaştırmanın gereği ifade edilirken, bunu yapmayanlar içinde bir tehdit ve azab vardır.[17]
Zamanını insanlığın hizmetinde kullanmak, güzel şeyler yapmak, vakti nakte çevirmek te bir infâktır. İslâmda vaktin büyük bir yeri vardır, Kur'ân’ı Kerim'de bunu açık bir şekilde görmek mümkündür. "Asra (ikindi) vaktine yemin olsun ki,[18] kuşluk vaktine and olsun. Sükûna erdiği zaman geceye and olsun ki,[19] Tanyerinin ağarmasına and olsun, Zilhicce ayının ilk on gecesine and olsun"[20] Daha bir çok âyeti celîlede zamanın ehemmiyetinden bahsedilirken; Peygamberimiz Ebû Zerrî Gifâri Hazretlerine: "Ey Eba Zer: Beş şeyden önce beş şeyin kıymetini bil. İhtiyarlamadan önce gençliğin, hastalıktan önce sıhhatin, fakirlikten önce zenginliğin, meşguliyetten önce boş vaktin kıymetini bil"[21] diyerek İslâmın, vaktin boşa geçirilmesine ne kadar yazıklandığını göstermektedir. Böylece zamanı iyi ve yerinde kullanmakta bir infâk çeşididir.[22]
İnfâkın en yüksek noktası; nefsi feda ederek yapılandır. Bunu anlatmaya bizim gücümüz yetmez. Allah yolunda yapılan cihad ve onun karşılığı bunun en güzel örneğidir. Böyle bir infâkın karşılığı ancak ve ancak Cennet'tir. Birçok âyet ve hadisler bu konuyu anlatır ve teşvik eder.[23]
Bu bölüm ana konuyu teşkil etmektedir. Onun için bütün anlatım bu bölümle ilgili olacaktır.[24]
İnfâkın sosyal, siyasi, iktisadi ve bunların dışında daha bir çok hedefi vardır.
a) İnfâkın birinci hedefi mal toplamak (biriktirmek) ten meydana gelen sınıf farklılıklarını yok etmektir, İslâm aşırı (çok) zenginlikle iki yönden mücadele eder.
1. "Gayeye ulaşmak için her yol denenmez" kaidesi gereğince; mal toplamak için meşru olmayan yolları ve usulleri haram kılar. Ribayı haram kılar, riba ile muamele edenlerle de her türlü mücadeleyi yapar.
"Ey inananlar! Allah'tan sakının. İnanmışsanız, faizden arta kalmış hesaptan vazgeçiniz"[25] Böylece mal varlığını, kötüye kullanmak için vesile kılan sömürü yollarını ve usullerini de haram kılar.
2. Meşru olarak elde edilen mallardan, dağıtmaya teşvik eden kanun ve hükümler koymuştur.
Zekât ve ganimeti vecibe kılmakla beraber, diğer mendub cinsinden olan sadaka vermeyi de teşvik eder. Mal toplayıpta Allah yolunda infâk etmeyenleri de tehdit ediyor. Cenab-ı Allah: "... Altın ve gümüşü biriktirip, Allah yolunda sarf etmeyenlere can yakıcı bir azabı müjdele."[26]
Böylece İslâm, toplum fertleri arasında, ekonomik durumlarının birbirine yakın olmasını, milli gelirden eşit pay almalarını sağlamış olur. Aynı zamanda zenginlerin aşırı mal toplamasına engel olur. Diğer taraftan fakirlerin, muhtaçların ekonomik durumunu yükseltir.
b) Toplum bireyleri arasında sevgiyi, dayanışmayı ve kardeşliği sağlar.
Harcayan zengin, fakire şefkat gösterir. Fakir bu şefkati hisseder ve hemen zenginle sevgi ve saygı alışverişinde bulunur ve ona hayırla duâ eder. Bu sebeple herkes kendilerini diğer insanlarla, aralarında hiç bir fark olmayan tek beden gibi hisseder. Gerçekte onlar, İslâm önünde eşittirler. Herkes ciddiyetle ve samimiyetle çalışır. Çünkü elindeki imkanları başkalarına hizmet yolunda sunar ve Allah'ın rızasını kazanır. Bütün bunlar insan onurunu korur.[27]
c) İnfâkın bir başka hedefi: Nefisleri terbiye etme ve temizlemedir. Ruhun temizlenmeye ihtiyacı vardır. Cimrilik de bir hastalıktır ve kirdir. Temizlenince insana daha açık görme ve değerlendirme yeteneği verir.
İnfâkın daha bir çok hedefi vardır. Bunları "infâk ve tasaddukta göz önünde bulundurulacak hususlar" başlığı altında bir bölüm olarak inceleyeceğiz.[28]
Bu felsefenin temeli: Allah'ın verdiği, sana ikram ettiği malını; Allah'ın kullarına, O'nun rızasını kazanmak için harcamaktır. Ali Kâzım[29] Yediğinden bir başkasına yedirmek, ihtiyaç sahibini boş çevirmemek, Karz-ı hasen'de bulunmak infâkın felsefesinin temelini teşkil eder.
"Onların mallarında muhtaç ve yoksullar için bir hak vardı, Onu verirlerdi."[30] "... Ürün verdiği zaman ürününden yiyin, devşirildiği ve biçildiği gün de hakkını verin."[31] "... Onlara Allah'ın size verdiği maldan verin."[32] "Doğrusu, sadaka veren erkek ve kadınlar, Allah'a güzel takdimde bulunanlara kat kat karşılık verilir. Onlara cömertçe verilecek ecir vardır."[33] "Onlar içleri çektiği halde, yiyeceği yoksulla, öksüze ve esire yedirirler. Biz sizi ancak Allah rızası için doyuruyoruz. Bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz. Doğrusu bir, çok asık suratların bulunacağı bir günde Rabbimizden korkarız."[34] derler. Bunlar ve benzeri âyetlerin ışığı altında konuyu biraz daha açmak istiyorum:
"İnfâk" ibadetinin farz bir ibadet olduğunun önemli bir delili, )bu ibadet içinde yer alan zekât ibadetinin farz bir ibadet olmasıdır. Her ne kadar zekât gibi infâk içerisinde yer alan "sadaka", 'sadaka-i cariye" ve "fitre" müslümanların yerine getirmesi gereken işlemler birer farz olarak nitelenmemişlerse de bunları 'yapanların Allah'ın rızasını ve hoşnutluğunu kazandığını, yapmayanların ise Allah'ın azabına uğrayacaklarını, Allah'ın Kur'ân-ı Kerim'de bildirmesi ve Peygamber Hz. Muhammed (s.a.v)'in müteaddit defalar bahsetmesi bunların farz ibadetler derecesinde olduğunu kabul etmeye yetmektedir.
Öte yandan Hz. Muhammed (s.a.v)'in: "Komşusu aç iken karnını doyurup yatan bizden değildir."[35] biçimindeki sözü de "infâk" etmenin önemini pek açık bir şekilde vurgulamaktadır.
Hatta Peygamber Hz. Muhammed (s.a.v) bu sözü ile, aç komşusu için harcama yapmadan ve onun karnını doyurmadan yatan kimsenin müslüman olamayacağını vurgulamakta ve kâmil bir müslüman olabilmek için, aç komşusunun karnını doyurmak yani "infâk" etmenin adeta zorunlu bir şart, bir ibadet olduğunu belirtmektedir.[36]
Gerçekten de, İslâm dinine göre Allah'a onun Resulü Hz. Muhammed (s.a.v)'e ve âhirete inanmış insanların, mallarından ve canlarından Önce, öksüzleri ve yoksulları doyurmaya ve onların hayatî ihtiyaçlarını gidermeye mecburdurlar. Çünkü, İslâm dinine göre, bir müslümanın, sahip olduğu mal kendisinin değil Allah'ındır ve o mal emanet olarak ona verilmiştir, İslâm dinine göre bir müslümanın ihtiyacının üzerinde bir mala sahip olması ise o müslüman için bir imtihan niteliği taşımakta ve Allah'ın kendisine emaneti olan malı ancak Allah'ın emrettiği biçimde sarf etmesiyle bu imtihanı kazanabilmektedir.
Ne yazıkki müslümanların büyük bir çoğunluğu zekât ve fitre vermekle Allah'ın, malları üzerindeki hakkını ödediklerini zannetmektedirler. Oysa Kur'ân’ı Kerîm, müslümanların servetlerinin kırkta birini zekât olarak verdikten sonra, akrabalarına, fakirlere, yolda kalmış olanlara ve ihtiyaç içerisinde bulunanlara da vermelerini emretmektedir.
Nitekim, Peygamber Hz. Muhammed (s.a.v) de "zekâtten başka fakirin malda hakkı var mıdır?" sorusuna "Evet fakirin zekâttan başka malda da hakkı vardır." cevabını vermiştir. O halde bir müslümanın serveti, zekât ve fitre gibi malî görevlerini yerine getirdikten ve etrafındaki ihtiyaç içerisindeki kimselerin ihtiyaçlarını giderdikten sonra kalan kısmıdır.Bu nedenledir ki "Allah'ın verdiğini diğer ihtiyaç sahipleriyle paylaşmak" anlamına gelen "infâk" ibadeti, malî veya iktisadî bir ibadet olarak İslâm dininde büyük bir öneme haizdir.
Kur'ân-ı Kerîm'e göre bu ibadeti hakkıyla yerine getirenler Allah'ın rızasını elde etmekte ve büyük sevap kazanmakta, bu ibadeti yapmayanlar yani cimrilik edip emanet olarak sahip oldukları Allah'ın malından Allah'ın emrettiği biçimde harcamayanlar ve yoksulların hakkını vermeyenler günah işlemekte ve Allah'ın gazabına uğramaktadırlar.
Görüldüğü gibi, bütün bunlar İslâmın muamelelerde ortaya koyduğu sınırlardır. Esasen cimri olan bir el ile savurgan olan bir el arasında fark yoktur. Çünkü İslâm her ikisini de kabul etmez. Zira her iki halde de hem kişinin kendisine ve hem topluma zararı bulunmaktadır.[37]
"Elini boynunda bağlamış olarak bulma, büsbütün de açık tutma. Sonra kınanır, hasret (pişmanlık) içinde kalırsın.[38]
Ey Ademoğulları, her mescid yanında linetlerinizi takın, yiyin, için ve israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez.[39]
Çünkü kişinin elini sıkı tutup, hiç bir harcamada bulunmaması, insanı meşru olan şeylerden de mahrum bırakır. Zira İslâm, meşru sınırlar içerisinde kendisinin de bakımıyla insanı yükümlü tutar. İnsanın haram olmayanı haram olarak kabullenmesini hoş görmez.
Çünkü hayatın kesinlikle alımlı ve güzel olması, insanın oyuna ve israfa kaçmadan mubahtan yararlanmasını meşru görmektedir, İslâm ise kesinlikle hayatın güzel ve helâl olan şeylerinden yararlanmayı, zühde kaçmamayı ve insanın bu güzel ve helâl olan şeylerden yoksun bırakılmamasını icabetti, İslâm aynı zamanda Adem-oğulları'na âyeti kerîmede emredildiği üzere uygun olan süsü ve zineti takınmayı emreder. Nitekim Kur'ân yanlış anlayışları şöyle reddetmektedir:
Deki: Allah'ın kulları için çıkardığı zineti, temiz ve helâl rızıkları kim haram kılmıştır? Deki: Bunlar dünya hayatında iman edenler içindir; kıyamet günü ise yalnızca onlarındır. Bilen bir topluluk için âyetleri böyle birer birer açıklarız. Deki: Rabbim yalnızca çirkin hayasızlıkları açıkta olanları da, gizli olanlarını da; günah işlemeyi, haklı nedeni olmayana isyan ve saldırıyı, kendisi hakkında ispatlayıcı bir delil indirmediği şeyi Allah'a şirk koşmanızı ve Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemeyi haram kılmıştır.[40]
İslâm büyük-küçük, zengin-fakir tüm insanların hayatın makul olan güzelliklerinden yararlanmalarını ister. İşte bunun için İslâm burada hitabını Ademoğulları'na yöneltmektedir.
İslâm, her ferdin, helâl olan şeylerden yararlanmalarını istemiştir. Kaldı ki topluma da, kendisini meydana getiren bireylere bu helâl olan şeyleri ve ortamı hazırlamayı, insanların bu dünya hayatında kendisiyle yararlanabilecekleri şeylerden yoksun ve mahrum bırakılmamalarmı istemiştir.
İslâm fakir ve yoksulları darlıktan kurtarmak ve rızıklarını bollaştırmak için, bu kimselere zekât vermeyi kesin emir olarak bildirmiştir. Bildiğiniz gibi fakirler, zekât nisabı mal varlığına sahip bulunmayan kimselerdir, İslâm bunlara zekât vermeyi emrederken, sadece karın tokluğuna bir nisbeti değil onların hayatlarını normalleştirecek bir şekilde bir zekâtın verilmesini emretmektedir. Zira zaten fakirlerin kıt kanaat geçinecekleri bir imkanları bulunmaktadır, İslâm bu kıt kanaat geçinmenin üzerinde bir şeyler verilmesini ve bunların hayat seviyelerinin yükseltilmesini emretmektedir.[41]
İslâm, zekât mallarından olan şeyleri fakire verip, bununla o fakirin kendi öz ihtiyaçlarını karşılamasını, zarurî ihtiyaçlarından arta kalan kısım içinde meşru olmak kaydıyle dilediği gibi bundan yararlanmasını fakir için mubah saydığına göre, elinde varlığı ve imkanı bulunan kimse hayattan makul ve meşru olan ölçüler içinde yararlanma hakkına daha çok sahiptir. Bu itibarla varlık sahibi bir kimsenin kendisini hayatın helâl ve temiz olan nimetlerinden yoksun bırakması doğru değildir ki hayatta temiz ve helâl olan şeyler de bir hayli çoktur. Bu durumda hayat tüm güzellikleriyle ve aydınlığıyla sürüp gider. Ruh ise bu durumda zaruretleri düşünmeninde üstünde daha yüce düşünceleri ve yüksek duyguları ele alma fırsatı bulabilir. Aynı zamanda hem kainat ve hem yaratılış hakkında tekamül imkanı kazanır, daha güzele ve mükemmel olana dikkat eder. Nitekim asil ve yüce peygamberimiz şöyle buyurmaktadır: "Allah sana bir mal verince, Allah nimetinin eserini (izini), cömertliğini ve ihsanını senin üzerinde görmek ister."
Bu durumda bir kimsenin gücü ve varlığı yerinde olduğu halde sıkıntı ve zorluk içinde hayatını geçirmesini, pejmürde bir yaşam sürmesini Allah Teâla verilen nimeti inkâr anlamında değerlendirmekte ve bundan da hiç hoşlanmamaktadır.
Bütün bunlar işin bir yönünü oluşturmaktadır. Bir de işin bir başka yönü daha vardır ki bu, malın tedavülden ve infâk edilmekten ahkonmasıdır. İslâm işin bu yönünü de düşünmektedir. Kişinin malını yaşamaz bir hale getirmesini ve tedavülden çekmesi, onu muattel bırakması demektir. Halbuki toplum, kamuya ait olan bu malların tedavülden çekilmemesine ihtiyaç duymaktadır. Zira hayatın değişik alanlarında bunu üretmek suretiyle yansımalarım görmek ister. Zira malın tedavülda olması üretimin en geniş alanlarında bir teminat unsurudur. Çünkü bu çalışan kesim için çalışma alanları hazırladığı gibi, aynı zamanda insanlığında neşe kaynağıdır. Malın piyasadan çekilmesi ise işte bütün bu söylenenleri çalışamaz hale getirir. Bu ise İslâmda haram olan bir durumdur. Çünkü malın piyasadan çekilmesi halinde hem kişisel yararlar ve hem kamuya ait yararlar ortadan kalkar ve yok olur.[42]
İnfâkın felsefesini bütün konularıyla birlikte değerlendirmekle mümkün olacağını kaydederek bu konuyu burada noktalamak istiyorum.[43]
Sadaka: " " masdarından türemiştir. " "nın anlamı ise; doğruluk, şecaat, salâbet ve kemâldir.[44] Kelimenin değişik kalıplan, değişik anlamlar ifade etmektedir. Biz burada onların detayına girmek istemiyoruz. Sadece sadaka ve tasaddukun anlamlan üzerinde duracağız.
Sadaka fiil olarak kullanıldığında; doğru söylemek, yani yalan söylemenin zıddı demektir. Ayrıca konuşanın, söylediğinin fiiline uygun olması, itikadı hasebiyle vakıa mutabık olmasıdır.[45] Bizim asıl üzerinde durmak istediğimiz, dinî ıstılahtaki anlamı ise; Allah rızası için fakire, miskine ve diğer ihtiyaç sahiplerine riyasız, ihsanla verilen şeydir.[46] Tasadduk ise, tefe'ul babından mastar olup sadaka vermek anlamındadır.[47]
Burada nafaka ve sadakaların veya bunların masdar hali olan "infâk" ve "tasadduk"un sistematik bir tahlilini yapacak olursak, meselenin biraz daha netleşeceği kanaatindeyim.
"İnfâk" ve "tasadduk"un her ikisinde de sarfetme yani harcama anlamı vardır. Harcama tabiri her ne kadar mutlak ise de ileride görüleceği gibi hayır işlerin dışında hatta hayra zıt işlerde de bu kelime kullanılmıştır ve kullanılmaktadır. Biz burada hayır yolda yapılan harcamaları bir tasnife tabi tutmak istiyoruz. Bu anlamda harcama üç kısımdır: Farz, Vacİb, Mendub.[48]
1. Farz olan harcamalar: Hacca gitmek ve zekât vermek gibi.
2. Vacib olan harcamalar: Meşru yollar içerisinde nefsinin, ailesinin, çocuklarının ve diğer yükümlü olduğu kimselerin iaşesini temin etmek.
3. Mendub olan harcamalar: Her türlü sadakalar, insanı mürüvvete eriştirecek olan dostlarına ikramlar, ahbablara verilen ziyafetler vb. harcamalardır.
Bu üç çeşit harcama, infâk ve tasaddukun muhtevası içerisinde mütalaa edilmektedir. Zira infâk ve tasadduk tabirlerinin insan zihninde yaptığı ilk çağrışım, hayır, iyilik ve yardımdır. Bu anlamlar kelimelerin köklerinden ve lügat anlamlarından çıkmış olup, örf ve adetlerde istikrar bulmuştur. Bugün kullandığımız ıstılahı anlamları lügat anlamlarına dayanmaktadır. Örneğin: Sadaka kelimesi, doğru söylemek anlamındadır. Doğruluk ise, yukarıda belirttiğimiz iyilik kelimesinin geniş manası içinde değerlendirilebilir. Ayrıca "sıdk" kişinin dinindeki doğruluğu, samimiyeti ve imanındaki sadakati ifade eder. Bundan türeyen sadaka da ihlasla verildiği takdirde kişinin iman ve yakinini kuvvetledirir.'[49] Onun Allah'a olan samimi bağlılığını ifade eder. O'na olan imanını ve teslimiyetini fiilen tasdik eder. Çünkü sadakanın bir anlamıda sadakatini ve gerçekçi oduğunu meydana çıkarmaktadır.[50] Kısacası "sıdk", imanı ve kalbidir. Sadaka da bunun fiilen yapılan hali olup amelîdir. Diğer bir ifadeyle biri imanı diğeri de ameli temsil eder. Ancak mücerred iman, kemali hayra kafi sebep değildir. İmandan sonra amel de lazımdır. Özellikle infâkta bulunmak da gerekir.[51]
İnfâk da İslâm literatüründe hayır yola yapılan harcamayı ifade eder. Bunun içindirki Seyyid Kutub, infâkı tarif ederken "zekâtı, sadakayı ve hayır yolda yapılan her türlü yardımı" içine alan bir ifade olarak nitelendirir.[52]
Sadakaların toplanıp, yerlerine dağıtılması için kurulan bir müessesenin ve kurulun adıdır.
Zekâtın tahsil ve gerekli yerlere sarfı için Resulullah (s.a.v) devrinden beri daima bir teşkilat mevcuttu ve bu işler Beytülmâlin esas görevleri arasında bulunuyordu. Beytülmâle bağlı haraç dairesi kendi vazifesine uygun bir teşkilata sahip kılındığı gibi zekât dairesinin de Hz. Peygamber'i müteakip bir zamanda yeniden teşkilatlandırıldığı anlaşılıyor. Aslında Resulullah devrinden beri var olan bu teşkilatın yeni düzenlenmiş şekline "divan" denilmektedir. Ömer Ferruh; "Resulullah devrinden beri zekâtın yayımı yapılmaktadır. Ancak onun için bir divan yoktu" derken bu hususu dile getiriyorlar.[53]
Fuad Köprülü, "Divanü's-sadaka"nm kuruluşunu Mütevekkil (847-961m) zamanında gösterirken şöyle diyor: "Dinî bakımdan başlıca bir gelir kaynağı olan zekâtın tahsili için de hususi teşkilat vardı. Sonra Mütevekkil devrinde Samarra'da bir Divanü's-sadaka vücuda getirildi." Hicri 314 (926-927m) de buna bakan memur, Divanü'1-birr işlerinede bakıyordu.[54] Sadaka divanının F. Köprülü'nün kaydettiği tarihte kurulduğunu kabul etmemiz mümkün değildir. Çünkü Cahşiyârî, Emevi halifesi Hişam b. Abdulmelik (105-125h/724-743m) devrinde İshâk b. Kubeysâ'mn Divanü's-sadaka müdürlüğüne getirildiğini yazıyorki biz Ömer Ferruh'un eserinde de bu hadiseye temas edildiğini görüyoruz.[55]
Bu durumda sadaka divanı en azından Hişâm devrinde mevcut olmalıdır.
Divanü'I-birr, Divanü'n-nafakat gibi hayra yönelik daha nice müesseseler kurulmuş ve hizmete devam etmişlerdir. Osmanlı'daki vakıflar, hayır müesseseleri ve hiç bir yerde örneği olmayan "Sadaka taşları" bunun en güzel örnekleridir.
Özetle insanın doğru ve güzel her davranışını sadaka olarak kabul eden İslâmiyet özellikle; Allah yolunda sadaka vermeye müminleri teşvik etmektedir. "Sevdiğiniz şeyleri infâk etmedikçe hayra kavuşamazsınız"[56] buyuran Kur'ân: Müminlere temiz ve alınteri ile elde ettikleri kazançlarından harcama yapmalannı emrederken[57] bu harcamadan dolayı azıklarının daralacağından da endişe etmemeleri gerektiğini[58] ifade etmektedir. Hatta; Hz. Peygamber'e göre, asıl zenginlik mal çokluğu ile değil, gönül zenginliği iledir.[59] Bunun için herkes durumuna göre harcama yapmalı, sadaka vermelidir.[60] Zira sadaka malı eksiltmez[61] aksine sarfedilenin yerine daha iyisi verilir.[62]
Bu anlayışla, daima kendinden başkasına vermeye yöneltilen mümin için ölçü, "veren elin alan elden daha hayırlı" olduğudur.[63] Uygulamada müslümanların azda olsa vermeyi, kapıya geleni boş çevirmemeyi[64] kendilerine vazgeçilmez bir düstur kabul ettiklerini görüyoruz. Ancak, her işinde olduğu gibi, bu konuda da; israf etmemesi veya pintilik göstermemesi gereken mümin itidalli olmalı orta yolu seçmelidir.[65] Bu yüzden "sadakalar, Allah yoluna hayatlarını adayıp yeryüzünde dolaşmayanlara, hayatlarından dolayı kendilerini tanımayanların zengin saydıkları yoksullara[66] verilmelidir. Öncelikle bakmakla yükümlü olduğumuz kişilerin ihtiyaçları giderilecektir. Zira bu, sadakaların en güzelidir.[67] Daha sonra sadakanın hayırlı olanı da fakiri bolluğa kavuşturacak olanıdır.[68]
Buraya kadar üzerinde durduğumuz sadaka, mümine sonsuzluk yolunu açan ebediliği sağlayan "sadaka-i câriye"[69] türünde, isteğe bağlı iyilik ve hayır duyguları ile yapılması gereken sadakadır. Bu sadaka türünün toplumun sosyal dayanışmasında oynadığı rolü gösteren en önemli müesseselerden biri olan vakıflar, ileriki sayfalarımızda ayrıca ve genişçe ele alınacaktır. Ancak biz burada, islâm hukukunun, zekât dışında, müesseleştiği sadaka çeşitlerinden söz etmek istiyoruz:[70]
Bu sadaka türü, Ramazan bayramından önce Ramazan orucunun yerine getirilmesine muvaffak olunması sebebiyle verilmesi emredilen bir sadakadır. Bu bayramda fakirlere, yoksul ve yetimlere, kimsesiz ve bakıma muhtaç olanların tamamına böyle bir yardım, bazı âlimlere göre vâcib, bazılarına göre de sünnet-i müekkededir. Hatta farz diyenler bile vardır.[71]
Zekât derecesinde Önem verilen sadaka-i fıtr'ın; nisaba malik olan her müslümanın; kadın, erkek, çocuk, büyük, küçük herkesin ermesi gerekli bir ibâdet haline gelmiş olması üzerinde durulması gereken bir sadaka olduğunu göstermektedir. Bayram öncesinde, fakirlerin ihtiyaçlarını karşılamalarına, muhtaç oldukları şeyleri temin etmelerine vesile olan böyle bir sadaka; insanlar arasındaki sevgi ve saygı bağlarının kökleştirilmesi yönünden de ehemmiyet taşımaktadır.[72]
Zenginler için malî sadakalar niteliğinde olan; dinî emirleri özürlerinden dolayı yerine getiremeyenler İçin takdir edilen bedel, fidye veya keffaret olarak ödenir. Bir fakirin sabahlı akşamlı bir günlük yiyeceği yerinde kullanılır bir tabirdir. Ramazan'da oruç tutmak istediği halde tutmamasını gerektiren meşru Özrü, müzmin hastalığı veya yaşlılığı sebebeyle ileride kaza edemeyecek durumda olan bir kimse, orucunu yediği her gün için bir fidye ödemelidir, Fidyeyi para olarak verebileceği gibi, fakiri veya fakirleri doyurmak suretiyle de karşılanabilir. Ömür boyu oruç tutacağına dair adakta bulunan bir kimse bu adağını fidye vermek suretiyle yerine getirebilir.[73]
Keffaret, İslâm hukukunun takdir ettiği nefsî veya malî bir cezadır. Herhangi bir emre aykırı davranıştan dolayı kendisine böyle bir ceza yüklenen kimse, bizzat yapamıyacak durumda ise, karşılığında malından veya parasından harcamada bulunur. Böylece işledigi suçtan tevbe etmek suretiyle affını ister. Bir kimse yapmak istediği bir şey için yemin eder ve sonra yeminini yerine getiremeyerek bozarsa, o kimse üzerine on fakiri doyurmak yada giydirmek vacibdir. Ramazan'da oruç tutarken, kasden orucunu bozan birinin aralıksız iki ay oruç tutması, buna gücü yoksa altmış fakiri doyurması gerektir. Nefsine iftira ederek haram olma yönünden karısının kendi annesi gibi olduğunu söyleyen (ziharda bulunan) bir kimsenin aralıksız iki ay aruç tutması buna gücü yetmiyorsa altmış fakiri doyurarak tasaddukta bulunması icab eder.[74]
Çeşitli vesilelerle, zekâtten ayrı olarak, sadaka niteliğinde değişik türde yoksul ve muhtaçlar için yardım fazlası tahsis edilmek suretiyle müslüman zenginlerin bu insanlara el uzatmalarına imkan hazırlayan İslâmiyet en geniş anlamıyla bir toplumu bütünüyle ilgilendiren, mafsal kemiklerinin, vücudun hareketlerini sağladıkları gibi, toplumun sağlıklı biçimde hareketini ve huzurunu sağlayabilmek içinde sadaka gibi güçlü bir müesseseyi tesis etmiştir.
Bu sayede yoksulluklarını gizleyen, isteyemeyen insanlara el uzatılması mümkün olur. Çünkü, müslümanlar, dilencilikle veya rastgele sadaka vermek yerine, yukarıda da belirttiğimiz gibi, kime vereceklerini araştırmak durumundadırlar. Sadaka verecekleri kimselerin şahsiyetlerini rencide etmeden vermeye de dikkat etmeleri gerektiğini bilen müslümanlar, gerçek ihtiyaç sahiplerini içinde bulundukları dar boğazdan, malî sıkıntıdan kurtarmak suretiyle insanî görevlerini yapmış olurlar.[75]
İnfâki emreden Allah, aynı zamanda infâk yaparken kalp kırılmaması, fakirin küçümsenmemesi, eziyet edilmemesi ve yapılan iyiliğin başa kakılmamasını da emretmektedir. Kısacası infâk, gösteriş için değil yalnız ve yalnız Allah'ın rızası için yapılmalıdır. Gösteriş için yapılan infâk sahibine sevap yerine günah ve azab getirmektedir.
Yapılan infâk ve tasaddukun Allah indinde makbul olması, neticesinin boşa çıkmaması, veren kişinin kalbî ve ruhî itmi'nane kavuşması vazifesini tam yapmış olması ve kendisine sadaka verilen kişiyi de her yönüyle tatmin edip rahata kavuşturması, kısacası tam ve mükemmel bir tasaddukun yapılmış olabilmesi için bazı esaslara dikkat etmek gerekmektedir.[76]
İnfâk ve tasaddukta asıl maksat bu olmalıdır. Zira infâk ve tasadduku emreden Allah'tır. "Allah yolunda mallarınızı harcayın".[77] "(Ya Muhammed!) Onları doğru yola iletmek sana ait değildir. Lakin Allah dilediğini doğru yola iletir. Hayır olarak harcadıklarınız kendi iyiliğiniz içindir. Yapacağınız hayırları ancak Allah'ın rızasını kazanmak için yapmalısınız. Hayır olarak verdiğiniz ne varsa, karşılığı size tam olarak verilir ve asla haksızlığa uğratılmazsınız".[78]
Mülk, Allah'ın olduğu için, veren de Allah'ın mülkünden verdiğini ve O'nun rızası dışında bir gaye gütmemelidir. İnfâk edilen şeylerin başa kakılması ve alana eziyet edilmesi, bütün sevapları alıp götürdüğü gibi, insanı Allah rızasından da mahrum eder. "Mallarını Allah yolunda harcayıp da arkasından başa kakmayan, fakirlerin gönlünü kırmayan kimseler var ya, onların Allah katında has mükafatları vardır. Onlar için korku yoktur. Üzüntüde çekmeyeceklerdir."[79] "Güzel söz ve bağışlama, arkasından incitme gelen sadakadan daha iyidir. Allah zengindir, acelesi de yoktur".[80] "Ey iman edenler! Allah'a ve âhiret gününe inanmadığı halde malını gösteriş için harcayan kimse gibi, boşa çıkarmayın. Böylesinin durumu üzerinde biraz toprak bulunan düz kayaya benzer ki, sağanak bir yağmur isabet etmiş de onu çıplak pürüzsüz kaya haline getirivermiştir. Bunlar kazandıklarından hiç bir şeye sahip olamazlar. Allah, kafirleri doğru yola iletmez".[81]
Bu âyetlerde hayır yapma teşvik edilmiş, ancak hayır yaparken kalp kırılmaması, fakirin küçümsenmemesi, eziyet edilmemesi ve yapılan iyiliğin başa kakılmaması, gösterişten kaçınılması emredilmiştir. Aksi halde yapılan hayırdan fayda ve sevap yerine karşılık alarak günah ve azap gelir.
Bir iş yaparken niyet çok önemlidir. Atalarımızın "Niyet toprağı altın eder"; "Niyet, adeti ibadete çevirir" gibî sözleri bunun önemini vurgulamaktadır. Peygamberimiz (s.a.v)'in "Zaniye, hırsıza, zengine sadaka veren kimsenin sadakasının makbuliyeti"[82] ile ilgili hadis yorumlanırken, "Allah, kula niyetine göre mükafat verir. Bu şahsın niyeti verirken Allah rızası içindir. Allah da bunu kabul etti. Müstehak olmayanlara vermiş olması bunun kabulüne mani değildir. Çünkü niyeti halistir".[83]
İktisadî, içtimaî ve siyasî yönleri ve önemli fonksiyonları bulunan infâk kurumunun kuşkusuz en önemli yararı, İslâm dininin müslümana yüklediği dinî mükellefiyeti gerçekleştirmesi ve böylelikle, müslümanların dünyada ve âhirette cezalandırılmalarını önlemekle beraber, ihtiyaç sahibine ihtiyaç anında infâkı ulaştırmakta ayrı bir önem taşımaktadır.
İhtiyaç sahipleri zamana ve şartlara göre değiştiği gibi, şahıslara göre de değişir. Dolayısıyla ihtiyaç sahiplerini arayıp bulmak ve onların yardımına zamanında koşmak, salih kimseleri tercih etmek ve dinî yönden hallerini düzeltmelerini şart koşarak infâk yapanın dikkat etmesi gerekli olan hususlardan biridir.[84] Aksi takdirde zamanında yapılmayan bir infâk pek kabul görmeyebilir. Nitekim peygamberimiz istikbale dair bir hadislerinde şöyle buyuruyor: "Tasaddukta bulununuz". Kişinin eline parayı alıp, sadaka olarak vermek üzere çıktığı fakat kendisine bağışta bulunan kimsenin: "Bunu dün getirmiş olsaydın kabul ederdim ama şu anda ona ihtiyacım yok" diye cevap vereceği ve böylece sadakasını kabul edecek bir kimseyi bulamadan sadakası elinde olduğu halde geri döneceği zaman yakındır".[85]
Bütün bunlardan anlaşılmaktadır ki, hem veren için hem de alan için zaman ve şartlar önemlidir.
Müslümanların büyük bir çoğunluğu çok hatalı bir tutumla infâkı, zamanında ve ihtiyaç sahibine ulaştırmakta geciktirmektedirler. Oysa, bu tür düşünce biçimi hem çok yanlış hem de İslâmî inanışa çok tersti. Çünkü geleceğin ne olacağını, insanların daha zengin mi daha fakir mi olacağını, insanların ne kadar yaşayacağını bizzat kendilerinin bilebilmeleri mümkün değildir. Bu husus, yalnız ve yalnız Allah'a ait olup insanları bekleyen geleceği bir tek Allah bilmektedir.
Bu nedenledir ki infâk ibadeti geciktirilmeden yerine getirilmeli ve ihtiyaç sahibine ulaştırılmalıdır.[86]
Müslümanların büyük bir çoğunluğu çok hatalı bir düşünce ile infâk yapmayı, Allah için harcamayı, biraz daha yaşlanıncaya kadar ertelemeyi tercih etmektedirler. Oysa böyle bir düşünce ve dolayısıyla böyle bir davranış İslâmî inanışa çok terstir. Çünkü insanın yaşlanıp yaşlanmayacağını gelecekte sağlığının ne olacağını ve ne zaman öleceğini Allah'tan başka kimsenin bilebilmesi mümkün değildir.
Ebû Hureyre rivayet ediyor: "Bir adam Rasûlullah (s.a.v)'e gelerek hangi sadaka ecir bakımından daha büyüktür?" dedi Rasûlullah (s.a.v) de buyurdu ki: "Sen sağlam, sıhhatli ve muktedir olduğun vakit ve fakirlikten korkup zengin olmayı temenni ettiğin anda verdiğin sadaka."[87] Bu hadisten anlaşılan, kişinin sıhhatli ve mala hırslı olduğu durumda yaptığı tasadduk, hasta olduğu bir durumda veya ölüm kapısını çaldığı zamanda yaptığından daha faziletlidir. Ayrıca fakirlikten korkulmaması tavsiye edilmektedir.[88] Zira rızkı veren Allah'tır; âyeti kerîmede yüce Allah, geçim endişesiyle çoluk-çocuğun canına kıyılmamasını, çünkü rızıklarına kefil olduğunu[89] belirtmektedir. Kişi korkunç bir hastalığa yakalanmadan önce infâk ederse hayattan ümidi kesildiği anda yapılan asadduktan daha hayırlıdır.[90] Yukarıdaki âyeti kerîmeyi izah eden bu yorumu şu hadisi şerifte teyit etmektedir. Ebû Said el-Hudrî (r.a) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu: "Kişinin hayatında bir dirhem tasadduk etmesi, ölümü anında yüz dirhem tasadduk etmesinden daha hayırlıdır."[91] Gerçi ölüm anında sadaka vermek caizdir. Fakat sıhhatli iken olsa daha faziletledir. Sevabı daha çoktur. Ölmeden önce hayatta iken, hastalanmadan önce sıhhatte iken sadaka daha efdaldir. Çünkü sıhhatli iken malı çıkarmak zor gelir. Ekseriyetle Şeytan da mani olmaya çalışır. Onu korkutur ve uzun Ömür sözünü artırır mala ihtiyaç gösterir.[92]
Her müslüman iyi bilirki müslümanlarm sahip oldukları mallar kendilerinin olmayıp, Allah tarafından kendilerine ihsan edilmiştir ve kendileri bu malların bekçileri olup helal dairesinde sarf etmekle memur kılınmışlardır.
Kur'ân-ı Kerîm'in "Âl-i İmrân suresinin 92. âyetinde de Allah, iman edenlerin sevdikleri şeylerden sarf etmedikçe iyiliğe yani Allah'ın hoşnutluğuna kavuşamayacaklarını bildirmekte ve yapılan her sarfiyatı bildiğini söylemektedir. "Sevdiğiniz şeylerden sarfetmedikçe iyiliğe erişemezsiniz. Her ne sarfederseniz şüphesiz Allah onu bilir."
Malın iyisini ve sevdiği malı vermek âyet ve hadislerle sabittir, iyisinden, sağlamından ve kendisine en sevimli olanından vermek, kişinin bu husustaki ciddiyetini ve samimiyetini gösterir. Bu ciddiyet ve samimiyet nisbetinde de uhrevi neticesini görür. Kur'ân’ı Kerîm'de "Siz, sevdiğiniz şeylerden harcayıncaya kadar asla iyiliğe ermiş (birr-u taât etmiş) olmazsınız. Her ne infâk ederseniz, şüphesiz Allah onu bilir."[93] Cenâb-ı Hak, Kur'ân-ı Kerîm'de başka bir yerde de malın kötüsünden infâk edenleri şöyle yermektedir: "Ey iman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve rızık olarak yerden çıkardıklarınızdan hayra harcayın (malınızın zekâtını verin). Size verilse, gözünüzü yummanız hariç severek alamayacağınız derecede kötü ve değersiz şeylerden vererek sakın hayır yapmaya kalkışmayın. Biliniz ki, Allah zengindir, övülmüştür."[94]
Dolayısıyla tam bir iyilik yapmak için kişinin sevdiği şeylerden infâk ve tasadduk etmesi gerekmektedir. Peygamberimiz (s.a.v) henüz fetihler başlamadan önce, fakirlerin ve hususen Suffa'da kalanların rızıklarını temin için bir kısım tedbirler almıştı. Bu tedbirlerden birisi de mescide hurma salkımı aldırmak idi. Devamlı mescidde bulundurulan bu salkımlardan ihtiyaç sahipleri değnekleriyle bir miktar hurma düşürür ve onları yiyerek açlıklarını giderirlerdi,[95] Bu konu ile ilgili hadisi Avf b. Mâlik şöyle anlatıyor: "Resûlulah (s.a.v) bir gün elinde asasını alarak çıkageldi. Adamın biri çürüklü bir hurma salkımı almış idi. Resûlulah (s.a.v) salkıma asasıyla dürterek: "Bu sadakanın sahibi keşke bundan daha iyisini tasadduk etseydi. Zira o, kıyamet günü çürük hurma yiyecek." buyurdu".[96]
Müslümanların, Allah'ın lütuf ve inayetine mazhar olabilmesi için sahip oldukları ve severek bağlandıkları bütün şeyleri Allah yolunda "infâk" etmeleri gerekir. Bu şeyler, mal ve para olabileceği gibi mevki, ünvan, bilgi ve beden kuvveti gibi her türlü maddi ve manevi imkanlarda olabilir.
Zira, gökte ve yerde ne varsa ve insanların sahip olduğu her şey Allah'ın olup insanlar malik oldukları şeylerin emanetçisidirler. Bu edenle de Allah'a ait olan her şey Allah'ın emrettiği biçimde infâk edilmeli yani cimrilik edilmemeli ve Allah'ın mülküne sahip olmaya çalışmamalıdır.
Kur'ân’ı Kerîm'de açıkça görüldüğü üzere Allah, bazen açık ifadelerle bazen teşvik mahiyetinde bazen de tehdit dolu cümlelerle kullarının sürekli olarak harcamada bulunmamasını istemekte ve zenginlerin zenginliklerinden dolayı çokça, zengin olmayanların da imkanları ölçüsünde başkalarına iyilikte bulunmalarını emretmektedir. "Varlıklı bir kimse, nafakayı varlığına göre versin. Rızkı ancak kendine yetecek kadar verilmiş olan kimse, Allah'ın kendisine verdiğinden versin. Allah kimseye verdiği rızkı aşan bir yük yüklemez. Allah güçlükten sonra kolaylık verir."[97]
Bundan maksad, kendini ve çoluk çocuğunu ihmal etmemek kendi kendini tehlikeye atmamaktır.[98] Daha zaruri işler varsa oralara harcaması, sıkıntıya ve neticede sefalete düşmemesi gerekir. Âyette sana hangi şeyi infâk edeceklerini sorarlar. Deki: İhtiyacınızdan artanı (verin) ..."[99] buyurulmaktadır. Bu âyette geçen "af ve" kelimesinden maksat fazlalıktır. Yani ailenin ihtiyacını karşılanacak olandan fazlasını infâk et. Malının en güzelinden ve iyisinden ver.[100] demektir. Çoluk-çocuğunu bir kenara bırakıp başkasına infâkta bulunmak uygun görülmemiştir. Ayrıca daha önce de belirtildiği gibi borcu olduğu halde borcunu vermeden Önce sadaka vermek de doğru değildir. Borcunu ödemek, sadaka vermekten, köle azâd etmekten ve başkasına hibede bulunmaktan daha önemlidir.[101] Bütün servetini getirip tasadduk ettikten sonra oturup halka el açmak kötü görülmüştür.[102] Ancak, eğer sadaka erildikten sonra sahibini dilenmekten müstağni kılacak bir zenginlik bırakıyorsa bu zenginlik kalb kuvveti şeklinde de olabilir- bu sadaka güzeldir. Bilakis sahibini tasadduktan sonra güçlük içinde bırakacak ve muhtaç hale düşürecek olursa böylesi bağış caiz olmaz.[103] Ebû Saîd el-Hudrî (r.a) anlatıyor: "Resûlullah (s.a.v) sadaka vermeyi emrettiği bir sırada mescide düşük kıyafetli bir adam girdi. Halk bağışta bulundu. Resûlullah (s.a.v) adama iki parça giyecek verdi. Sonra halka tekrar "sadaka verin" diye hitab etti. Derken o adam, üzerindeki iki parçalık elbisesinin bir parçasını çıkarıp sadaka olarak attı." Resûlullah (s.a.v) o adama dönerek: "Elbiseni al" dedi ve böyle yaptığından dolayı onu azarladı.[104]
Sadakayı sağ elle vermek, sünneti seniyyeye ittiba etmektir. Zira Peygamberimiz (s.a.v)'in, Ebû Hureyre (r.a)'nın rivayet ettiği ve Allah'ın, "Arşın gölgesinden başka gölgenin bulunmadığı kıyamet günü kendi gölgesi altında gölgelendireceği yedi sınıf insandan bir sınıfında, sağ elin verdiğini sol eli duymayacak kadar gizli sadaka veren kimse."[105] konulu hadisinde sadakanın sağ elle verilmesi teşvik edilmiştir. İnfâk ve tasadduk bir hayırdır; bir iyiliktir. Hayırlar ve iyi işler de hep sağ elle yapılır. Sol el daha çok adi, aşağı, bayağı ve süfli işlerde kullanılır. Sağ elle vermekte sol ele nisbeten emniyet ve samimiyet vardır. Halbuki sol el olsa, karşıdaki insanda biraz şüphe ve tereddüt uyandırabilir. Sanki içten ve isteyerek vermiyormuş gibi bir telakkiye kapılabilir. Her şeyden Önce sünnet olduğu için sağ elini kullanmak daha uygundur. Çünkü sünneti seniyye edebtir. Hiç bir meselesi yokturki, altında bir nur bir edeb bulunmasın. Sünneti seniyyenin ber bir meselesi kıblenameli birer pusula gibidir. Hangisine uyulsa istikamet üzere olunur. Sahili selamete çıkılabilir.[106]
Hayır ve hasenatta acele etmek efdaldir. Çünkü acele edilmezse o hayır ve hasenat elden gidebilir. Dolayısıyla onun sevabından mahrum kalınmış olur. Kur'ân’ı Kerîm’ de bu konuyla ilgili olarak: "... öyleyse iyi işlerde birbirinizle yarışın ...'![107] buyurulmaktadır.
Kur'ân-ı Kerîm'de başka bir âyette de: "Gece-gündüz, açıktan ve gizliden infâk ediyorlar"[108] buyurulmaktadır. Rûhü'l-beyân'da bu âyetle ilgili olarak şu yorum yer almaktadır: "Her hâlü kârda, her yerde infâk ediyorlar. Kendilerine bir ihtiyaç sahibi geldiğinde hemen acele edip veriyorlar. Akşamı sabaha bırakmıyorlar."[109] Konuyla ilgili başka bir hadiste de kötü ölümü def ettiği zikredilerek[110] tasaddukta acele edilmesi teşvik edilmektedir.
Kişinin sadaka olarak vermeye niyet ettiği şeyler, artık kendinin malı olmaktan bir nevi çıkmıştır. Dolayısıyla kendinde emaneten bulunuyor denilebilir. Emanetin sahibine ulaştırılmasınada da acele etmek gerekir. Tâki zayi olma veya bir zarara maruz kalma endişesinden kurtulmuş olsun. Bunun bir örneğini Peygamberimiz (s.a.v) bizzat yaşamıştır. Ukbe b. Haris (r.a)'nın haber verdiği hadiste olay şöyle cereyan etmiştir: Râvi diyorki: "Resûlullah (s.a.v) bize ikindi namazını kıldırdı, acele etti. Ben durumu kendisine sordum. O da: "Ben evde sadakadan bir külçe altın emanet olarak almıştım, üzerinden bir gecenin geçmesini istemedim. Onu takdim ettim."[111]
Bu hadisten klasik olarak iki hüküm çıkarılmıştır. Birincisi: Gecikmenin hoş karşılanmaması; ikincisi de: acele etmenin müstehab oluşudur.[112]
Farz ibadetlerin açıktan yapılması tavsiye edilirken, nafilelerin gizli yapılması daha efdal görülmüştür. Çünkü farzlar (namaz, zekât gibi) İslâmın şeâirindendir. Kişi bunları yapmakla zaten mükelleftir dolayısıyla riyanın karışması ihtimali azdır. Nafilelere gelince ki nafaka ve sadaka bunlardandır böyle değildir. Özellikle de sadaka vermek bu meselede daha hassastır. Riyadan uzak, tam ihlaslı ve kabul olması için gizli verilmesi zaruridir. "Sağ elin verdiğini sol el bilmeyecek kadar gizli sadaka verme"[113] hadisinin şerhinde bunun faziletinden ve ihlasa daha yakın, riyadan daha uzak olduğundan bahsedilir.[114] Yine bir rivayette Peygamberimiz (s.a.v) açıktan sadaka vermeyi açıktan Kur'ân okumaya; gizli sadaka vermeyi de, gizli Kur'ân okumaya benzetmiştir.[115]
Zekâta aynı zamanda sadaka denir. Bunun iki sebebi vardır: Birincisi malın temizlenip artması; ikincisi de imanda sadakat ve kemâle delâlet etmesidir. Zekât olsun sadaka olsun, yapılan hayırların gizli yapılması, aşikâr yapılmasından üstün sayılmıştır. Zira gizlice yapılan hayırlar riya ve gösterişten uzak olması sebebiyle hem Allah'ın rızasına daha uygundur hem de insan haysiyeti ve şerefini muhafaza bakımından daha faydalıdır. "Eğer sadakaları (zekât ve benzeri hayırları) açıktan verirseniz ne âlâ! Eğer onu fakirlere gizlice verirseniz, işte bu sizin için daha hayırlıdır. Allah da bu sebeple sizin günahlarınızı örter. Allah, yapmakta olduklarınızı bilir."[116]
"Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açık hayra sarfedenler var ya, onların mükâfatları Allah kalındadır. Onlara korku yoktur. Üzüntü de çekmezler."[117]
Bu âyetlerde teşvik edilen hayırlardan birinci derecede murat edilen zekâttır. Zira İslâmın emrettiği şekilde, zekât noksansız verilirse fakirlik yok denecek kadar azalır. Ancak zekâtın sarf yerleri belli ve sayılı olduğundan zekât sarf edilmeyen yerlerde de zekâtın dışında hayır yapılır. Vakıflar bunlardan biridir.[118]
Kur'ân’ı Kerîm'in bir çok âyetinde hayır yapma teşvik edilmiş, ancak hayır yaparken kalp kırılmaması, Allah'ın rızasından başka bir şey beklenilmemesi ve kalben dahi bir beklenti içinde olmamak gerekir. Verdiği kimseyi hiç bir halde minnet altında bırakmamak, manen rencide etmemek İslâmın emridir. Zira Kur'ân’ı Kerim: "Ey iman edenler! Allah'a ve ahiret gününe inanmadığı halde malını gösteriş için harcayan kimse gibi, başa kakmak ve incitmek suretiyle, yaptığınız hayırlarınızı boşa çıkarmayın. Böylesinin durumu, üzerinde biraz toprak bulunan düz kayaya benzer ki, sağanak bir yağmur isabet etmiş de onu çıplak pürüzsüz kaya haline getirivermiştir. Bunlar kazandıklarından hiç bir şeye sahip olamazlar. Allah kafirleri doğru yola iletmez."[119] buyurarak minnet ve eziyetle verilen sadakanın sevabının da boşa çıkacağını ifade etmektedir. Eğer kişi verdiğine karşı zımmen dahi olsa bir karşılık beklentisi içinde olsa, verdiği şey Allah için değil, bilakis kendi çıkarı ve menfaati için olmuş olur ki, bundan da uhrevi bir netice beklenemez. Çünkü karşılığını dünyada istemiş veya elde etmiş olmaktadır. Öyleyse sadece Allah rızası esas maksat yapılmalıdır. Hatta mümkünse şeytanın telkinatına kapılıp ameline güvenme gibi bir hastalığa kapılmamak için uhrevi mükafatı dahi düşünmemek evladır.[120]
Adalet, her müslümanın en önemli vasıflarındandır. Zıddı zulümdür. Yani bir kimse yaptığı bir işte âdil davranmazsa zulüm işlemiş olur ki bu da müslümanda olmaması gereken bir sıfattır.
İnfâk ve tasaddukta da adaletli olmak şarttır. Birisine çok, diğerine az vermek veya hiç vermemek Resûlullah (s.a.v) tarafından zulüm diye tarif edilmiştir. Kendisine gelip çocuğuna tasadduk ettiğini, buna şahid olmanın istediği adama, başka çocuklannada ona verdiği kadar verip vermediğini sorup, "hayır" cevabını alınca, "Ben senin zulmettiğine şahitlik ederim."[121] buyurmuştur. Müslim'de geçen bir hadiste de aynı mana işlenmektedir. Numan b. Beşir, yaşadığı bir olayı naklediyer ve diyor ki: "Babam bana malından bir kısmını tasadduk etti. Annem, Amrete bnt. Revâha: "Resûlullah (s.a.v)'i şahid tutmazsan ben bu işe razı olmam" dedi. Bunun üzerine babam, Resûlullah (s.a.v)'e onu şahid tutmak üzere vardı. Resûlullah (s.a.v): "Bunu bütün çocuklarına yaptın mı?" diye sordu. "Hayır!" deyince Resûlullah (s.a.v): "Allah'tan korkun, evlatlarınız arasında adaletli davranın" buyurdu. Bunun üzerine babam döndü ve o sadakayı vermekten vazgeçti."[122] Bu rivayetler gösteriyorki, bütün hibe, infâk ve tasadduk gibi hayırlarda adil davranmak şarttır. Yoksa birine çok, diğerine az vermek veya hiç vermemek caiz görülmemiştir.[123]
İnfâkın hukukî yönünü incelerken de temas edeceğimiz gibi ailenin ve çoluk-çocuğun nafakası bütün nafakaların üstünde yer almaktadır. En önemli ve en faziletli olan nafaka, kişinin çoluk-çocuğuna, yapılan nafakadır. Çünkü bu vacibtir. Vacib bir ibadeti terk veya ihmal edip, nafilenin peşinde koşmak makul bir iş değildir. Şarihler, sadakanın en hayırlısının, İnsanın kendi çoluk-çocuğuna kafi gelecek miktarı ayırdıktan sonra verdiğidir, derler. Kendisi, ailesi, muhtaç olan ve borcu olan kimsenin, bunları yerine getirmesi, sadakadan, köle azat etmekten daha hayırlıdır. Bunları yapmayandan, sadaka reddedilir. Özellikle borcun edâ edilmesi nafile olan sadakadan önce gelir. Hiç kimsenin hakkı değildir ki, içendi nefsini ve ailesini ihmal etsin de başkasına iyilikte bulunsun.[124]
Allah için yapılan bir sadakadan, infâktan geri dönmek hiç te hoş karşılanan bir şey değildir. Çünkü bu, bir nevi yaptığı iyilikte alay etmektir. Velev ki Hz. Ömer'in yaptığı gibi tekrar satın alma tarzında da olsa makbul bir davranış olarak karşılanmamıştır. Zira Hz. Ömer, Allah yolunda tasadduk ettiği atını, daha sonra satılığa çıkarıldığını görünce satın almak ister. Durum Resûlullah (s.a.v)'e bildirir. O da "Sadakandan geri dönme" buyurur.[125] Verdiğinden geri dönmek, onda gözü bulunmak demektir.[126]
Riya, yaptığı şeyi başkasına göstermek veya başkası için yapmaktır. Bunda Allah rızası yoktur. Dolayısıyla yaptığının sevabı da yoktur. Çünkü mükafaatın dünyada almaktadır. Ahirete bir şey kalmamaktadır.
"Allah'a ve ahiret gününe inanmadıkları halde mallarını, insanlara gösteriş için sarf edenler de (ahirette azaba düçâr olurlar). Şeytan bir kimseye arkadaş olursa, ne kötü bir arkadaştır o[127] Allah'a ve ahiret gününe iman edipte Allah'ın kendilerine verdiğinden (O'nun yolunda) harcasalardı ne olurdu sanki! Allah onların durumunu hakkıyle bilmektedir."[128]
Şüphe yokki Allah zerre kadar haksızlık etmez. (Kulun yaptığı iş, eğer bir kötülük ise, onun cezasını adaletle verir) iyilik olursa onu katlar (kat kat arttırır) kendinden de büyük mükafaat verir.[129]
Bir müslümanın, İslâmî kurallara uygun olarak yaptığı çalışma sonunda elde ettiği kazanç hiç kuşkusuz helaldir. Ancak bir müslümanın, kazancı helal olmasına rağmen bu kazancını israf etmeden yalnızca kendisinin ve ailesinin zorunlu ihtiyaçları için harcaması ve kalan kısmından Allah'ın hakkını, Allah'ın emrettiği biçimde yerine getirmesi, dinî görevini tamamlayabilmesi için kaçınılmaz bir zorunluluktur.
Kur'ân'da bu konu veciz bir şekilde şöyle ifade edilmiştir: "(O kullar) harcadıklarında ne israf ne de cimrilik ederler. İkisi arasında orta bir yol tutarlar."[130] Yani ne israf ne de tefritte bulunmazlar. Vasat, orta bir yol takib ederler. înfâk ederken savurup saçmamak tam adaletli olmak, iktisada riayet edip israftan kaçınmak lazımdır. Hatta bazıları nafakada israf masiyettir (günahtır) demişlerdir.[131]
İslâm dininin "israfı yasaklamasının başlıca nedeni, israfın, helal yoldan da olsa kazanılan mallardaki diğer müslümanlarm hakkını zayi ettirmemek, mal sahiplerinin lüks ve gösterişe kaçarak gururlanmalarını ve böbürlenmelerini dolayısıyla diğer kardeşlerini küçük görmelerini önlemek gibi, İslâmiyetin hoş görmediği ve Allah'ın razı olmadığı bir durumun ortaya çıkmasına ve böylelikle, mal sahibi müslümanların günahkar olmasına engel olmaktır.[132]
Bir önceki konuda geçen Furkân sûresinin 67. âyette de belirtildiği gibi infâkta ne aşırı israfa ne de fazla cimriliğe kaçmak doğru değildir. Doğru olan, vasat olanıdır. "Bütün malımı Allah yolunda harcıyorum" deyip daha sonra da oturup insanlara avuç açmak istikrarsızlıktır.[133] Bunun içindir ki, bütün malını infâk etmek pek tavsiye edilmemiştir. Bununla beraber sarihler istisnai durumlarda müstesna kimselerin bazı şartlarla bütün mallarını infâk edebileceklerini belirtirler. Örneğin Hz. Ebû Bekir (r.a) bütün malını Allah ve Resulü yolunda infâk edince Resûlullah (s.a.v): "Ailene ne bıraktın?" diye sordu o da tam bir tevekkül ile: "Allah ve Resulünü"[134] diye cevap vermiştir. Bu hadise istinaden bütün malın infâk edilebileceğine cevaz verenler şu şartlan esas almaktadırlar:
a. Verdiği şeyden dolayı arkada gözü olmaması.
b. Borcunun olmaması.
c. Ailesinin darlığa ve sıkıntılara tahammüllü olması.
d. Kendisinin darlığa ve fakirliğe karşı sabretme gücünün olması.
Bu şartlar olmazsa bütün malını infâk etmek mekruhtur. Aynî,[135] Resûlullah (s.a.v)'in Hz. Ebû Bekir'i bundan men etmemesini onun sabır ve tevekkülünün kuvvetli olmasına, kendisinin ve ailesinin sabredebilme gücüne sahip olmasına bağlamaktadır. Cumhur Hz. Ebû Bekir'in yukarıdaki kıssasından yola çıkarak; eğer kişinin sıhhati, aklî dengesi yerinde olur, borcu da olmazsa, sabırlı da olursa, geçindirmekle mükellef kimsesi olmazsa o zaman bütün malını infâk edebilmesine cevaz verir. Eğer bu şartlardan biri sakıt olursa mekruhtur derler.[136] Bütün malını infâk etmek çok istisnai olup yüksek bir isâr[137] hasletidir. Fakat aslolan "az da olsa devamlı olanıdır"[138] hadisini esas alıp vasatı'tercih etmektir. Çünkü işlerin en hayırlısı vasat olanıdır. Bunun içindir ki Resûlullah (s.a.v), ısrarla bütün mallarını infâk etmek isteyenlere "üçte birini infâk etmesini" tavsiye etmiştir.[139]
Bir kimse sadaka isterse, durumuna bakılır, eğer gerçekten ihtiyaç sahibi ise verilir. Eğer bu işi meslek edinmiş ise veya zevk için yapıyorsa verilmez. Fakat şu hadisin de burada göz önünde bulundurulması gerekir: İbn Ömer'den rivayet olunduğuna göre Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "... Kim sizden Allah namına (O'nun adıyla) isterse ona veriniz. Eğer verecek bir şey bulamazsanız ona dua ediniz..."[140] buyurmuştur.
Şimdi dilimize vird ettiğimiz "Allah rızası için..." yalvarma ifadesini biraz açmak istiyorum. Öncelikle "Allah rızası"nın nerede olduğunu iyi bilmek gerekir. Biz bir hayrı başkalarından Allah rızası için talep ederiz. Halbuki Allah rızası başkasından talep edilmez. Allah rızasını istihsâle mümin teşvik edilir. Ona yönlendirilir. Ve hangi cinsten bir hayır yapılması istenirse, onu isteyen, önce kendisi fiilen o hayrın icrasında örnek olmalıdır.
Kendisinin yapmadığını veya yapamadığım başkasından istemek, hayra delalet etmek değil, ne yapacağını bilmemektir.
Mesela: "Biz para topladık cami yaptırıyoruz; sende mimarsın. Allah rızası için sen de planını yap" denemez. Onda kulun rızası yoktur. Hakk'ın rızası nasıl olur? Düşünmeden hayır teklif edilen mimar, o bilgiyi elde etmek için yıllar sarfetmiştir, bin bir müşkilat içinde okumuştur. Bugün hayatını o sayede kazanacaktır. Hayır teklif eden kimsenin, mimara: "Sen iyi bir mimarsın ve doğru adamsın, onun için sana geldik. Piyasada emsalin ne alıyorsa, biz de onu verelim. Senin hayır işini canla başla kollaman esasen imanının iktizasıdır" demesi lazımdır ki, Allah rızası tahakkuk etsin.
Şayet o mimar cami yaptıracak olan zenginler kadar veya onlardan daha çok zengin olsa da, hüküm ve muamele değişmez. Mimar, sanatın değerini, emeğinin karşılığını alır ve sonra isterse o parayı veya birkaç mislini hibe ve teberru edebilir. Bugün içtimaî ve ferdî meselelerde Allah rızası bu esasa icra edilmelidir. Bunun aksi düşünce ve hareket dinî anlamamak demektir.[141]
İnfâk ve tasaddukun yapılacağı en önemli yerlerden birisi onu muhtaç olanlara vermektir. Zengin kimse infâk ve tasadduka müstehak değildir. Delili ise; "Zengine sadaka helal değildir"[142] hadisidir. Başka bir hadiste de Resûlullah (s.a.v) zengin, güçlü, kuvvetli kimseye infâk ve tasaddukun helal olmayacağını belirtmiştir.[143] Çünkü güçlü, kuvvetli kimse çalışıp kazanma İmkanına sahiptir. Ayrıca dinimizde tembelliğe ve başkasının sırtından geçinmeye müsamaha gösterilmemiştir. Bilakis çalışmaya ve kazanmaya teşvik edilmiştir. Zengin kimsenin sadakaya ihtiyacı yoktur. O, fakir ve muhtaçların hakkıdır.
Ancak zenginlere muhabbetin ve samimiyetin artması ve devam etmesi için hediye verme, hediyeleşme teşvik edilmiştir. Ayrıca bir kimse muhtaçsa çalışma gücüne sahip olsa da ona zekât verilebilir.[144]
Mal, infâk, tasadduk zenginler arasında dolaşan bir meta, servet olamaz. "Allah'ın (fethedilen) ülkeler halkından peygamberine verdiği ganimetler, Allah, Peygamber, yakınları, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Böylece o mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet olmaz. Peygamber size neyi verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının. Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı çetindir."[145]
Bu ve benzeri âyetlerden ve Peygamberimizin uygulamalarından çıkardığımız sonuç; sadaka, zenginin değil; fakirin hakkıdır.[146]
Müslümanlarla savaşan kafirlere zekât verilemeyeceğinde icmâ vardır. Kur'ân’ı Kerîm'de: "Allah yalnız sizinle din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanız için yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar. Kim onlarla dost olursa işte zalimler onlardır."[147] buyurulmaktadır. Kafirlere yapılan her türlü yardım, neticede müslümanların aleyhinde neticeler vereceğinden müslümanların kendi aleyhlerindeki bir neticeyi kendi elleriyle hazırlamaları doğru değildir.
Allah'ın varlığını, birliğini, peygamberliği ve ahireti inkar eden inkarcılara, keza müslüman iken İslâmdan uzaklaşıp irtidat eden mürtedlere de zekât verilemez.
İslâm cemiyetinde yaşayan, İslâm devletinin hakimiyetini ve kanunlarını kabul eden zimmilere gelince, bunların durumlarını şu şekilde gruplandırmak mümkündür.
1. Müslümanların zimmilere, aralarındaki hukuku korumak ve yardım için nafile sadaka vermesinde bir mahzur yoktur. Sahabeyi kiram'dan bazılarının müşrik akrabalarına iyilik etmeyi hoş görmemeleri üzerine şu âyeti kerîme inmiştir: "Allah sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarından çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve adil davranmanızı yasaklamaz çünki Allah adaletli olanları sever."[148] İbn-i Abbas bu âyetin inmesinden önce müminlerin müşrik akrabalarına sadaka vermekten kaçındıklarını, bu âyeti kerîmeyle buna izin verildiğini söylemektedir.[149]
Müşriklere sadaka vermek önceleri nehyedilirken daha sonra Bakara sûresinin 272. âyeti inince bundan vazgeçilmiştir.[150] Zira bu âyeti kerîme vazife-i risâlete ve gayri müslimlere de zekât kabilinden olmayan sadakaların verilebileceğine işaret etmektedir.[151] Nitekim rivayet olunduğuna göre Hz. Ebû Bekir'in kızı Esma (r.anha)'nın anası Kuteybe ile ninesi müşrike oldukları halde Hz. Esma'dan bir şey istemek için yanma gelmişler; o da "Resûlullah'dan izin almadan size bir şey vermem, çünkü siz benim dinimden değilsiniz", demişti. Bir de Ensar'dan bir kısmı insanların, Benî Kurayza ve Benî Nadir Yahudilerine yakınlıkları vardı. Böyle iken onlara sadaka vermezler ve müslüman olmadığınız sürece size bir şey vermeyiz derlerdi. Bir rivayete göre, müs-lümanlar arasında fakirlerin çoğaldığı bir sırada, Hz. Peygamber, müslümanları müşriklere sadaka vermekten menetmiş ve müşriklerin ihtiyaç yüzünden İslama girmelerini arzu etmişti. Bu sebeplerden biri veya hepsi dolayısıyla Bakara sûresinin 272. âyeti inmişti.[152]
2. Sadaka-i fıtır, keffâret ve nezirler de aynı hükümlere tabidir. Ebû Hanife, Muhammed ve bir kısım hukukçular bunların zimmilere verilebileceğini, bununla beraber müslümanlara vermenin daha faziletli olduğunu söylemektedirler. Ayrıca Ebû Hanife gayri müslimlerin İslama düşman ve onunla savaşan kimseler olmamasını da şart koşmaktadır. Bu tip yardımlar zimmilere mahza bir iyiliktir ve bu da islâmda yasak değildir. Ebû Ubeyd ve İbn-i Ebî Şeybe de tabilerden bazılarının sahiplere fıtır sadakası verdiklerini nakletmektedir.[153]
3. Zekât ve Öşre gelince; âlimlerin ekserisi bunların müslüman olmayanlara verilemeyeceği görüşündedirler. Hatta İbn-i Münzir bu hususta icmâ olduğunu söylemektedir. Bu hususta en büyük dayanak Muaz b. Cebel'den yukarıda nakledilen şu hadisi şeriftir: "Allah müslümanlara mallarında zekâtı farz kılmıştır. Zenginlerden alınır. Fakirlere verilir."[154]
Ne varki İbn-i Münzir'in müslüman olmayanlara zekâtın verilmeyeceği hakkında icma olduğunu söylemesine rağmen, bu görüşe karşı çıkanların varlığı karşısında bir icmadan bahsetmek zordur. İbn-i Sirîn ve Zühri müslüman olmayanlara da zekâtın verilebileceği görüşündedirler. Serahsî kendisi katılmamakla birlikte Züfer'in de zimmilere zekât verilebileceği görüşünde olduğunu söylemektedir.[155]
İbn-i Ebî Şeybe, Câbir b. Zeyd'in "Zekât kimlere verilir?" diye sorulduğunda "Müslümanlara ve zimmilere, Hz. Peygamber zimmilere sadaka (zekât) ve ganimetten pay ayırırdı." cevabını verdiğini nakletmektedir.[156] Burada sadaka ile kasdedilen büyük bir ihtimalla zekâttır. Ayrıca îbn-i Ebî Şeybe Hz. Ömer'in zekât âye-tindeki fakirler İçin ehli kitabın zimmileridir dediğini de nakletmektedir.[157] Burada Hz. Ömer'in zimmilere zekât verilmesini caiz gördüğüne bir delalet vardır. Ebû Yusuf da yine Hz. Ömer'in "Âyette zekât fakir ve miskinler içindir denilmektedir. Bu da ehli kitabın miskinlerindendir." dediğini rivayet etmektedir.[158] Belâzurî de tarihinde Hz. Ömer'in cüzzamh bir hıristiyan topluluğa sadakalardan pay ayırdığını söylemektedir ki[159] burada da yine zekâtın söz konusu olduğu söylenebilir. Taberî'de İkrime'den, "Zekât âyetindeki miskin kelimesinden maksat ehli kitabın miskinleridir. Müslüman fakirlerine miskin demeyiz." sözünü nakletmektedir.[160]
Müslüman olmayanlara zekât verilmez diyenlerin en büyük dayanağı olan Muaz hadisinin, caiz olduğunu ileri sürenlerin delillerini, Hz. Ömer'in tatbikatını değerlendiren Yusuf Kardâvî sonunda telifci bir sonuca varmaktadır. Ona göre zekâtta asıl olan onu, önce müslümanların fakirlerine vermektedir. Zira zekât sadece müslüman fakirlere zarar gelmemek şartıyla zimmi fakirlere vermekte de bir beis yoktur. Bu hususta zekât âyetinin umumiliği, Hz. Ömer'in tatbikatı ve hukukçuların sözleri delil olarak kafidir.[161]
Esasen zekâtın zimmilere verilmeyeceğini ileri sürenlerin görüşünü kabul etsek bile bu zimmiler açlığa ve yokluğa terkedilirler manasına gelmez. Bilakis devlet hazinesinin diğer kaynaklarından bunlara yardım edilir. Ömer b. Abdülaziz Basra'daki âmiline yazdığı mektupta zimmilerin hakkında şöyle demektedir: "Zimmileri, yaşı ihtiyarlamış, kuvveti zayıflamış, kazanç kapılan kapanmış olanları gözet, müslümanların hazinesinden onlara yetecek bir gelir bağla."[162]
İslâmî emirlere uymayan fasıkların durumuna gelince, esas itibariyle bunlara İslama bağlı kaldıkları müddetçe zekât verileceği icabul edilmiştir. Yeter ki alacağı bu zekâttan istifade ile Allah yolundan daha fazla uzaklaşmasın. Bu yüzden Mâlikiler derler ki: "Zekât günahkarlara verilirse ve onların da bu zekâtı günah yolunda harcamaları ihtimali varsa, bununla zekât borcu düşmez. Böyle bir ihtimal yoksa onlara zekât vermek caizdir. Yusuf Kardâvî de bu hususta özetle şu görüşü ileri sürmektedir. Fasık kimse rnüslümanlara eziyet etmiyor ve yaptığı isyanla böbürlenmiyorsa böyle bir kimseye zekât vermekte bir beis yoktur. Böyle bir durumda dahi, dindar ve istikamet sahibi müslümanlara vermek daha doğru olur. Buna karşılık bir kimse yaptığı kötülüklerle öğünüyor, fışkını alenen yapıyorsa bu kimseye zekât vermek doğru değildir. Ta ki tövbe edip İslâmın çizdiği yola girene kadar. Şahsi kötülükleri affetmek mümkündür. Ama cemiyete, dine ve o dini benimseyenlere kötülük yapanları, o cemiyetin ve dinin sahip olduğu değeri küçümseyenleri affetmek mümkün değildir."[163]
Hz. Peygamber (s.a.v) hayatı boyunca hiç sadaka kabul etmemiştir. Hatta ailesinden sadaka alanları gördüğü zaman onları da almaktan men etmiştir.[164] Zira peygamberlik mesleği bunu gerektirir. Çünkü sadaka zimmide olsa bir zillet manası yaratabilir. Halbuki ehli beytten olanların Hz. Peygamber'in yakınlarının başkalarına karşı zillet ve minnet altına girmeleri uygun değildir. Hem de sadakalar insanoğlunun hisleri telakki edilmiştir. Çünkü malın arta kalanı, fazla olanıdır. Bu da kire benzetilmiştir. Malın temizlenmesi için bu kirin veya fazlalığın giderilmesi gerekir. Bu da sadakadır.
Hz. Peygamber'in yakınlarının zekât alamayacakları muhtelif hadisi şeriflerde belirtilmiştir. Ahmed b. Hanbel ve Müslim'in, Muttalib b. Rebîa b. el-Haris b. Abdülmuttalib'den rivayet ettikleri hadisi şerifte şöyle buyrulmaktadir: "Ravi ve Fadl b. el-Abbas Resûlullah'm yanına geldiler. Ravi dedi ki: "Sonra birimiz şöyle söyledi: Ey Allah'ın Resulü biz sana geldik ki şu zekâtlara bizi memur yapasın, sair insanların faydalandıklarından bizde faydalanıp, sair insanların ödediklerini biz de ödeyelim." Hz. Peygamber buyurdu ki: "Zekât Muhammed'e (s.a.v) de Muhammed'in akrabalarınada gerekmez. O insanların kiridir."[165]
Buhârhi'nin naklettiği bir hadiste de Ebû Hureyre şöyle rivayet etmektedir: "Hasan b. Ali (Çocukken) zekât harc amalarından bir hurma aldı. Hz. Peygamber (s.a.v) atması için "kaka kaka" dedi. Sonra sen bilmiyormusun ki biz zekât yemeyiz, buyurdu.[166]
Bütün bu hadisler göstermektedir ki Hz. Peygamber ve yakınlarına sadaka helal değildir. Yalnız burada şu konuların aydınlığa kavuşması lazımdır. Hz. Peygamber'in yakınları kimlerdir ve helal olmayan zekât hangileridir.
Kimlerin Hz. Peygamber'in yakınları olarak kabul edileceği hususunda farklı görüşler vardır. Şafiî ve bir grup hukukçu bundan kasıt Haşimoğulları ve Benû Muttalib'tir derler. Şafiî bu görüşüne delil olarak Hz. Peygamber'in Hayber ganimetinden, yakınlarına pay ayırırken, Haşimoğullarına Benû Muttalib'i de eklediğini, bunun da onlara zekâttan mahrum kalmaları karşılığında verildiğini söylemektedir. Ebû Hanİfe ve Mâlik ise; Peygamber'imizin zekât alamayan yakınlarının sadece Hâşimîler olduğu görüşündedirler.
Peygamberimizin yakınlarının bu zekât alma yasağına, bazı hukukçularca istisnalar getirilmiştir. Bunlara göre Peygamber'imizin yakınlarının yabancılardan zekât almaları caiz değilse de, birbirlerinden almaları caizdir. Ebû Yusuf ve İbn-i Teymiye bu görüşte olanlardandır. Yine İbn-i Teymiye ve Şâfiîlerde Ebû Saîd el-îstahrî "Ganimetlerinden beşte birinden payları verilmezse Hz. Peygamber'in akrabalarının darda kalmamak için zekât almalarının caiz olduğunu" söylerse de, âlimlerin ekserisi böyle bir durumda dahi onların zekât alamayacakları görüşündedirler.
Günümüz araştırmacılarından Yusuf el-Kardâvî bu hususta farklı bir görüş ileri sürmekte ve günümüzde Hz. Peygamber soyundan gelmiş kimselerin zekât alabileceklerini söylemektedir. Kardâvî bu hususta şu delilleri ileri sürmektedir:
1. Bugün Hz. Peygamber'in yakınları ganimet ve fey[167] gelirlerindeki hisselerinden mahrumdurlar. Biz "ganimet ve feyden hisse almadıkları takdirde yoksulluk çekmemeleri için Hz. Peygamber'in yakınları zekât alabilirler" diyen hukukçuların var olduğunu biliyoruz.
2. Hz. Peygamber'in yakınlarının zekât alamayacaklarını söyleyenlerin delil olarak getirdikleri hadislerin delaletleri pek sarih değildir. Bu hadislerin umumundan çıkan mana, Hz. Peygamber'in yakınlarım devlet gelirlerinden faydalanan bir grup olarak değil, bilakis gerektiğinde fedakarlıklara katlanan, afif yaşayan ve bu halleriyle örnek olan kimseler olarak görmek istediğini ortaya koymaktadır.
3. Bütün bu görüş ve delillerden sarf-ı nazar etsek bile, hadisi şeriflerde geçen Hz. Peygamber'in yakınları (Alü Muhammedi'den kasıt Resûlullah'ın kıyamete kadar devam edecek zürriyeti değil, yaşadığı devirdeki ailesi ve yakınlarıdır. Nitekim Kur'ân’ı Kerîm'de Âl-i İbrahim, Âl-i İmrân ifadeleriyle kasdedilen mana da budur. Ebû Hanife, Muhammed ve bir görüşe göre Mâlik Hz. Peygamber'in yakınlarını bu manada anlamışlardır.
4. Hukukçuların ekserisi Hz. Peygamber'in yakınlarının zekât alamazken nafile sadaka alabileceklerini kabul etmişlerdir. Minneti daha fazla olan nafile sadakayı alırlarken, farz olan zekâtı almamaları tutarlı değildir.
Bu yasağın konuluş hikmetini göz önüne alırsak görürüz ki Hz. Peygamber bu yasakla kendisini ve yakınlarını zekât almaktan tenzih etmek, afif yaşamanın örneğini vermek kendisini ve ailesini töhmetten kurtarmak istemiştir. Bu yasağın kıyamete kadar devam etmesinde ise bir hikmet yoktur. Üstelik ganimet ve fey gelirle-rinden de bugün mahrum olan peygamber yakınlarını bu yasak, yoksulluğa ve fakirliğe mahrum etmiş olmaktadır.[168]
Bu konu başlığını noktalamadan önce; İslâm tarihinin sonraki dönemlerinde, özellikle Osmanlı'da Hz. Peygamber'in soyundan gelenlerle ilgilenen ve bu doğrultuda en isabetli müesseselerden biri olan, Nakîbu'l-eşraflık müessesesini kurup ve yaşatan ecdadımızdır. Bu müesseseyi bir başlık olarak incelemekte fayda var.[169]
Bir topluluğun, bir cemaatin veya bir kabilenin neseb ve durumlarını, en iyi bilen, onların reisi veya vekili olan kimseye "nakib" denir ki çoğulu "nukaba"dır.[170] İslâm tarihinde ilk uygulama Hz. Peygamber'in II. Akabe Bey'atı sırasında görevlendirme ile başlamıştır. O, Hazrec-i temsilen 9, Evs'i temsilen 3 nakib görevlendirmişti.[171] İslâm tarihinin sonraki dönemlerinde Hz. Peygamber'in torunlarının soyundan gelenlerle ilgilenen ve bu doğrultuda siyasî otorite ile teşrik-i mesaide bulunanlara "nakibu'l-eşraf" denmiştir.
Osmanlı Devleti'nin bir yönü ile idarî, diğer yöne ile ilmî teşkilatına bağlı bulunan müesseselerden biri de "Nakibü'1-eşraf'lıktır. Bu, devlette, ilmiye sınıfı mensuplarına tanınan imtiyazın, 'aşka hiç bir devlette tanınmadığına bütün dünya şahittir. İlmiye sınıfına gösterilen bu saygı ve hürmetten daha fazlası, Hz. Peygam-er'in soyundan gelenlere gösteriliyordu. Filhakika onlara gösterilen saygı, sadece Osmanlı hükümdarı ve toplumu tarafından değil, dünyasının her devir ve ülkesinde vardı.
Vazifesi, nesl-i pâk-i necib (Hz. Peygamber'in nesli) ten gelmiş bulunan seyyid[172] ve şerif[173] lerin işlerine bakmak neseplerini ayd ve zapt etmek, doğum ve ölümlerini deftere geçirmek, onları adî bir sanata girmekten ve fena hallerde bulunmaktan alıkoymak, haklarını korumak, sülaleden olan kadınların küfvü olmayanlarla evlenmelerine mani olmak gibi hususları ihtiva eden nakibü'l-eşraf’ın bizzat kendiside Hz. Peygamber'in soyundan gelenlerden tayin edilirdi.
Biraz önce de belirtildiği gibi, hemen hemen her müslüman ülkede varlığı bilinen nakibü'l-eşraf‘lık teşkilatının gördüğü hizmetler de aşağı yukarı aynıdır.[174]
İslâm âleminde seyyid ve şeriflere gösterilen bu rağbetten dolayı bir çok kimse bunu istismar edip kendisinin seyyid olduğunu (müteseyyid) iddia eder oldu. Her yer ve zamanda görülmesi mümkün olan bu tip iddiaların önünü alabilmek ve gerçek seyyid ile müteseyyidleri birbirinden ayırmak işine çok önem veriliyordu. Bunun içinde yeni doğan her seyyidin neseb defterinin tutulması, isminin kaydedilmesi ve anne ile babasının da belirtilmesi gerekiyordu. Osmanlı Devleti'nde bu iş biraz daha sıkı kontrol ediliyordu. Bunlar (seyyid ve şerif) defterine kaydedildikleri gibi ellerine de "temessük" adı verilen tanıtıcı bir kimlik belgesi veriliyordu.
Nakibü'l-eşraf’lık, gördüğü hizmetlerden dolayı en yüksek mansıplardan sayılırdı. Dolayısıyla halifeler tarafından bu görevi yürütenlere yazılan berat ve fermanlarda makamın şanına uygun ifadeler kullanılırdı. İslâm tarihi boyunca müslüman Arap ve Türk devletlerinde siyasi otoriteler nakibü'l-eşrafa büyük saygı göstermişlerdir. Nitekim Osmanlı Devlet teşrifatında (protokol) nakibü'l-eşraf diğer bütün devlet erkanına takaddüm ederdi. Bu sebeple padişah cüluslarında yeni sultanı ilk tebrik eden nakibü'l-eşraftır.[175]
Sultan İkinci Abdülhamid zamanında, nakibü'l-eşrafların oturmalarına mahsus Yıldız civarında bir konak tahsis edilmişti.
1908 senesine kadar 1000 kuruş maaş alan nakibü'l-eşrafm aylığı daha sonra 5000 kuruşa kadar çıkarılmıştır. Önceleri kalabalık bir kalem heyeti bulunan bu makamın, bilahare 1000 kuruş aylıklı bir katible iktifa ettiği görülmektedir.
Osmanlı Devleti ve toplum hayatında büyük bir yeri bulunan nakibü'l-eşraflık müessesesi, adı geçen devletle birlikte tarihe mal olmuştur.[176]
Başlangıcında olduğu gibi İslama hizmetin önemli bir yönünü maddi güçler özellikle mali güç teşkil eder. İnsanlığa, ihtiyaç sahiplerine gereken şekilde günümüz şartlarına göre hizmet edebilmek için, her devirde olduğu gibi günümüzde de en çok muhtaç olduğumuz kaynaklardan biri paradır. Dolayısıyla ekonomik yönden güçlü olmaktadır. Müslümanlar için iktisadi bakımdan güçlü olmak her yönden bağımsız yaşayabilmenin şartıdır.
İktisadî yönden güçlü olmadan milletimizin dengeli bir hayat sürmesi ve Allah'ın emrettiği biçimde kulluk görevlerini yapmış olmaları mümkün değildir. Hatta diyebiliriz ki, İslâm dünyasının bugün çektiği sıkıntılar, iktisadî hayata, yani paraya ve kültüre hakim olmayışının eseridir. İktisadî hayata hakim olmayanlar, paraya mahkum olmak zorundadırlar, Bu mahkumiyetten kurtulmak, hem dünyada, hem de ahirette başarıya ulaşabilmek için, müslümanların bugün mutlaka iktisadî hayata hakim olmaları şarttır. Bu iktisadî gücün kaynağı müslümanların elinde bulunduğu halde ne yazıkki, bu kaynaktan gereken şekilde istifade edememektedirler, öyle bir kaynak ki, bitmek tükenmek bilmiyor. Bu kaynak zekâttan, humus ve öşürlerdendir. Bu kaynağı ortaya koyan yüce Allah'tır. Gereken şekilde değerledirilmesi ve yaşatılması için bütün müslümanlara düşen çok önemli bir görevdir.
İslâmın beş şartından biri olan zekât, başlı başına İslâm toplumlarını zilletten kurtarıp üstün bir hayat seviyesine çıkaracak esaslı bir güce sahiptir. Bu çok önemli ilâhî emir ne yazıkki, müslümanlar tarafından tam manasıyla bilinmemekte tanınmamakta icapları yerine getirilmemektedir. Bu nedenle büyük bir potansiyel olan zekât, gerçek sahibine ulaşmadığından sosyal güvenlik ve toplumlar arası köprü kurulamamaktadır. Bu sebepledir ki İslâm dünyası bir türlü iflah olmuyor.
Zekât öyle önemli bir kaynaktır ki, ne altın madenine, ne petrole ve ne de başka bir kaynaklara hiç benzemez. Çünkü bu kaynaklar bir gün biter tükenir. Fakat zekât bitmek tükenmek bilmez.[177]
"Zekâ" fiilinin mastarı olan zekâtın lügat manası artma (nema) ve çoğalmadır. Kişiye nisbet edilirse salih, ehil gibi manalarda kullanılır. Buna göre zekât, bereket, nema, temizlik ve iyi hal demektir.[178]
Lisanü'1-Arab, zekâtın lügat manasını temiz, nema, bereket ve övgü olarak verir. Bu manalar Kur'ân ve hadiste kullanılmıştır.
İslâm hukukunda zekât, dinin; fakirlere verilmesini emrettiği belirli paya denildiği gibi bu payın (hisse), maldan çıkarılması işine de denir.[179]
Nema ve temizlik sadece mala hasredilmiş değildir. Allah Teâlâ'nın "Ey Muhammed! Onların mallarının bir kısmını, kendilerini temizleyip arındıracak sadak (zekât) olarak al."[180] âyetinde buyurduğu gibi bu temizlik, zekât verenin ruhunu da arındırır ve temizler.[181]
Zekât insanlık tarihinde İslâmdan başka hiç bir dinin ve hiç bir sistemin temas etmediği, yepyeni ve eşsiz bir nizamdır. Zira o, hakikatte malî, iktisadî, içtimaî, siyasî, ahlakî ve dinî bir çok özellikleri olan sistemin adıdır.
Zekât İslâmın idarî ve malî nizamında Beytülma’in devamlı gelirlerindendir. Bu gelir, bir taraftan fertlerin ihtiyaçlarına sarfedilir diğer taraftan da sermayeye yükseltilmiş bir vergi olduğu için paranın ve para hükmündeki kıymetlerin stok edilmesini, yatırımlarından uzak kalmasını önler.
İçtimaî nizam olması, toplum fertleri arasında sosyal adaleti, sosyal yardımlaşmayı ve sosyal dayanışmayı gerçekleştirmesindendir. Fertler ve zümreler arasındaki iktisadî çekişmeleri, kin ve düşmanlığı azaltır. Fakirlere de toplumda normal yaşama imkanı tanır.
Zekâtın devlet tarafından toplatılması ve yine devletin eliyle hak sahiplerine verilmesi, bu vergiyi vermeyenlere müeyyideler uygulanması, onun aynı zamanda siyasî bir nizam olduğunu ortaya koyar. Zira devlet, bu hakkın mükelleften alınması ve onun hak sahibine verilmesi görevini yüklenmiştir.
Bu arada zekâtın sarf yerleri arasında "müellefe-i kulub". Sınıfının bulunmasıda bu nizamın siyasî yönünü açıkça ortaya koyar.
Bir başka açıdan bakıldığı zaman zekâtın ahlakî bir nizam olduğu anlaşılır. Zira o, zenginlerin ruhlarını cimrilik hislerinden temizler ve onlardaki bencilliği kırar, malından hayra sarfeden kişiyi arıtır. Başkalarına yardım etme duygusunu geliştirir.
Zekâtın dinî bir vazife olduğu hususu ise izaha muhtaç olmayan bir gerçektir. Çünkü zekât İslâmın müslümanlara yüklediği dinî mükellefiyettir. Bunu ihmal eden müslüman dünyada ve ahirette cezalandırılır.[182]
Tevbe sûresi 60. âyette Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuştur:
"Zekâtlar, Allah'tan bir farz olarak fakirlere, miskinlere, zekât işinde çalışanlara, kalpleri müslümanığa ısmdırılacaklara verilir; kölelerin, borçluların, Allah yolunda olanların ve yolda kalanların uğrunda sarf edilir. Allah bilendir. Hakimdir."
Yukarıda mealini verdiğimiz âyette zekâtın kimlere verileceği açıklanmıştır. Görüldüğü gibi sekiz sınıf olarak açıklanan zekâtın sarf yerlerinden ilk ikisi "fakirler" ve "miskinler"dir.
Zekât verilecek zümrelerin ilk ikisinin fakirler ve miskinler olması, zekâtın teşriindeki hikmetin, fakirlik problemlerini yok etmek olduğunun açık delilidir.
Bizim burada fakir kimdir, miskin kimdir sorularını cevaplandırmamız gerekmektedir.
Ebû Yusuf ve Züfer hariç, başta Ebû Hanife olmak üzere Hanefilerin büyük çoğunluğu ile Mâliki mezhebi fakihlerine göre; fakir, gelirleri ihtiyaçlarını karşılamayan, yahut nisâb miktarından daha az malı bulunanlardır. Miskin ise; hiç bir geliri ve malı olmayanlardır.[183]
Şâfiı ve Hanbelîlere göre ise fakir, hiç bir kazancı, malı olmayan; miskin ise; gelir ve malları ihtiyaçlarını karşılamayan kimselerdir.[184]
Fakihlerin, fakir ve miskinin tarifleri konusundaki farklı görüşlerinden şu ortak neticeyi çıkarmamız mümkündür:
Zekât almaya müstehak olan fakir ve miskin:
1. Malı ve kazancı olmayan kimseler.
2. Malı ve kazancı olup bunlar kendisi ve ailesinin geçimine yetmeyen kimseler.
3. Geçimini yarı yarıya karşılayacak malı olup, bu mal geçimine kafi gelmeyen kimseler.
Fakirliğin zıddı olan zenginliğin sınırı nedir? Yani kimler zengin sayılır ve zekât alamazlar.
İmam Ebû Hanife'ye göre zekât alması caiz olmayan zengin iki kısımdır:
1. Nisab miktarı mala sahip olan kimse.
2. Aslî ihtiyaçlarından fazla zekâta tabi olmayan mallara malik olan kimse,[185] Bunlar zekât vermemekle beraber zekât almaları caiz değildir.
Diğer üç mezhebe göre, kişinin mal ve gelirleri ihtiyacını karşılamıyorsa, o kişi nisab miktarı mala sahip olsa da, zekâta müstehaktır. Aksine, malları nisab miktarına ulaşmasa dahi, ihtiyacından fazla malı olan kimseye zekât almak caiz değildir.[186]
Zekâtın üçüncü sarf yeri, devlet tarafından zekâtı toplayıp dağıtmakla vazifeli olarak kurulan zekât teşkilatının her kademesinde çalışan zekât memurlarıdır. Allah Teâlâ onların ücretleri içinde zekâttan bir pay ayırmıştır. Kur'ân-ı Kerîm'de bu sınıfın ayrıca zikredilmesi ve fakir ve miskinlerden sonra sıralamada bunlara üçüncü olarak yer verilmesi, zekâtın İslâm dininde fertlere bırakılmış bir vazife olmadığını, bilakis devletin kontrol ve iradesi altında ifa edilmesi gereken bir vazife olduğunu, bir başka ifadeyle İslâm devletinin vazifelerinden birisi olduğunu ortaya koymaktadır.
İslâm hukukçuları açıkça belirtmişlerdir ki zekâtı toplamak üzere memurlar tayin etmek devlet reisinin vazifesidir. Gerek Hz. Peygamber (s.a.v) ve gerekse Hulefa-i raşidîn, bu memurları tayin etmişlerdir. Ebû Hureyre'nin rivayet ettiği bir hadiste "Hz. Peygamber Hz. Ömer'i sadaka (zekât) işinde vazifelendirdi"[187] buyrulmaktadır. Zira insanlar arasında malı alıpta ne ödemesi ve ne kadar ödemesi gerektiğini bilmeyenler olduğu gibi, bilip de cimrilik edip ödemeyenler de vardır. İşte bu kimselerden zekâtı tahsil edecek bir memurun tayini zaruridir.
Zekât memurlarının zekâta tabi malların ödenecek zekât miktarının tesbiti, zekatın toplanması, dağıtılması gibi muhtelif vazifeleri vardır. Bütün bunlar düzenli bir teşkilata ihtiyaç göstermektedir. Bu teşkilatın başlıca iki ana kola ayrıldığı söylenebilir.
1. Zekât toplama teşkilatı.
2. Zekât dağıtma teşkilatı.[188]
Zekât toplama teşkilatının vazifesi, zamanımızdaki vergi dairelerinin vazifelerine benzemektedir. Zekât mükelleflerinin, vermeleri gereken zekât miktarlarının tesbiti, bunların toplanması, zekât dağıtma teşkilatına teslim edinceye kadar muhafaza edilmesi gibi ayrıca burada vergi dairelerinde olduğu gibi sadece nakit paranın toplanması değil, zekât olarak toplanan aynî eşyanın da toplanması ve muhafaza edilmesi söz konusudur.[189]
Zekât dağıtma teşkilatı ise, zamanımızdaki sigorta şirketlerinin vazifelerine benzer bir vazife üstlenecektir. Zekâta hak kazananları tesbit edecek, ihtiyaçlarının miktarını belirleyecek ve devrin şartlarına göre nasıl bir ödeme yapılacağını karara bağlayacaktır. Tabiatıyla bu teşkilatın, işleyişlerine uygun alt birimleri olacaktır.
Bu teşkilat zekâta hak kazananları tesbit ederken bir takım prensiplere riayet edecektir ki bunlardan bir kısmını şöylece sıralamamız mümkündür:
a. Fakir ve miskinlerde, kazanacak güçte olup da iş bulamayanlar da zekâta hak kazanır.
b. Önemli olan kişinin şahsi durumuna ve sosyal mevkiine uygun bir işinin olmasıdır. Böyle bir işi olmayan kimse işsiz sayılır.
c. Aynı şekilde kazanacak durumda olup, ilim tahsiji yolunu tercih eden kimseye de zekât helaldir.
d. Bir gayri menkulü olup da geliri ihtiyacını karşılamayan kimse de fakir veya miskinler grubuna girer. Zekâttan ihtiyaçlarına yetecek bir miktar verilir. Keza bir ilim adamından kitaplarını satması istenemez.
e. Bir kimsenin malı olduğu bilinirde o kimse fakir olduğunu iddia ederse, bu iddiası ancak delille kabul edilir. Ama malı olduğu bilinmezse, o kimsenin sözüne itibar edilir; ayrıca delil getirmesi istenmez.
f- Bir kimse borçlu olduğunu iddia ediyorsa, ondan borçlu olduğuna dair delil getirmesi istenir.[190]
Zekât memurun şu şartlara uygun olması gerekir.
1. Zekât memuru müslüman olmalıdır.
2. Zekât memuru mükellef yani âkil ve baliğ olmalıdır.
3. Zekât memuru emin bir kimse olmalıdır.
4. Zekât memuru zekâta ait hükümleri bilmelidir.
5. Zekât memuru bu vazifeyi görecek bir yetişkinlikte bulunmalıdır.
6. Zekât memuru hukukçuların ekserisine göre Hz. Peygamber'in soyundan olmamalıdır.
7. Bazıları zekât memurlarının erkek olması gerektiğini ileri sürmektedir. Kadının zekât memuru olamayacağına dair hususi bir delil yoktur. Fakat kadınların bir ihtiyaç olmaksızın erkeklere karışmaması hakkındaki İslâmın umumi prensipleri, bu işte erkeklerin daha uygun olduğu neticesine bizi götürmektedir. Ne varki zekâta hak kazanan kadınlara zekâtı ulaştırmak gibi mahdut bazı durumlarda, kadınların daha uygun olduğu söylenebilir. Ancak bu zaruretin bu çerçevede değerlendirilmesi gerekir.
8. Zekât memuru zenginde olsa yine ücrete hak kazanır. Çünkü o, bunu yaptığı işe mukabil almaktadır. Hz. Peygamber: "Zekât şu beş kişi müstesna zengine helal olmaz"[191] buyurmuş ve beş kişi arasında zekât memurlarını da saymıştır.
Bazıları zekât memurunun hür olması gerektiğini ileri sürerlersede diğerleri bu şartı kabul etmezler.[192]
Müellefe-i kulûb kalbleri İslâm'a ısındırmak veya kötülüklerinden emin olunmak istenen veyahut da her hangi bir şekilde islâm cemaatine faydası dokunması ümid edilen kimselerdir.
Bir kaç defa ifade ettiğimiz gibi, zekatın ferdi bir iyilik veya ifası fertlere bırakılmış mücerred bir ibadet olmadığının delili, zekâtın sarf yerleri arasında müellefe-i kulûbunda mevcut olmasıdır. Zira müellefe-i kulûb sınıfına zekâtın verilmesi daha ziyade devlet reisi veya onun vazifeli kılacağı kişiler ve heyetler vasıtasıyla mümkün olabilecek bir iştir. Ancak böyle yetkili bir heyet hangi durumda, kimlere müellefe-i kulûb fonundan zekât verileceğini tesbit edebilir.
Bu gruba girecek kimseleri şu şekilde sıralamak mümkündür:
1. Kendisine ihsanda bulunulmakla, kendisinin ailesinin ve kavminin İslama girmesi ümid edilenler.
2. Kötülük yapmasından çekinilen ve kötülüğünü defetmek için ihsanda bulunulan kimseler.
3. İslama yeni girmiş olup İslâmda sabit kadem olması için kendisine yardım edilen kimseler.
4. Müslüman oldukları halde bulundukları mevki itibariyle kendilerine yapılacak ihsan ve yardım, başkalarının da müslüman olmalarına tesir edecek kimseler.
5. Henüz İslâma girmiş bir kavmin, bir cemaatin sözü dinlenen liderleri.
6. Sınır bölgelerinde yaşayan ve düşmanın müslümanlara yapacağı hücumu ilk anda göğüslemesi ümid edilen kimseler.
7. Cemiyetteki nüfuz ve tesirleriyle zekâtın toplanmasında yardımı görülen kimseler.
Bütün bu sayılan kimseler müslüman olsun, gayfî müslim olsun müellefe-i kulûb sınıfına girerler.
Fahreddin Râzî tefsirinde Vahidî'den şu görüşü nakletmektedir: "Allah Teâla müslümanları müşriklerin kalbinin (zekâtla) İslâma ısınmasından müstağni kılmıştır. (Artık müslümanların buna ihtiyacı yoktur.) Şayet devlet reisi bir kavmin kalblerinin İslâma ısındırılmasını, müslümanlara gelebilecek bazı faydalardan dolayı uygun görürse, kalbleri ısındırılacak bu insanlar müslüman iseler bu caizdir.[193]
Kardâvî de bu hususta: "Müellefe-i kulûb kelimesi kafiride müslümanı da içine alır. Onda kafirin kalbinin zekât vererek İslâm'a ısındırılmasının caiz olduğuna dair delil vardır. Bu umumilik onun yalnız müslümanlara has olmasına manidir."[194]
Müellefe-i kulûb zekât verileceği hükmü devam ettiğine, onda bir nesih ve ilga söz konusu olmadığına göre, asrımızda müellefe-i kulûb hissesi nasıl ve nereye sarfedilecektir?
Bu hükmün konulan hikmeti açıktır. Kalbleri İslâma ısındırmak ve tesbit etmek, zayıfları takviye etmek, İslâma destek olanları kazanmak, kötülükleri ondan uzaklaştırmak. Bu bugün bazı müslüman olmayan devletlere maddi destek sağlayarak onların müslümanlann saflarında yer almalarını sağlamak şeklinde olabileceği gibi, bazı cemiyet, heyet ve kabilelere yardım ederek onları müslüman olmaya teşvik etmek şeklinde de olabilir., Keza bazı söz ve kalem sahiplerini satın alarak onların İslâmı ve müslümanların problemlerini müdafaa etmelerini temin etmek şeklinde de olabilir. Aynı şekilde zamanımızda pek çok kimse müslüman olmakta, fakat gerekli desteği görememektedirler. İşte bunlara destek için müellefe-i kulûb fonundan yardım etmek gerekir.
Bugün dünyanın her yerinde misyonerlik teşkilatlan büyük faaliyet göstermekte, hiristiyan ettiği kimselere maddi-manevi büyük destek sağlamaktadır. Bu teşkilatlarda kilise ve hıristiyan devletler tarafından finanse edilmektedir. Halbuki İslâm bugün adeta kendi kendine yayılmaktadır. Müslüman olanlar hiç bir maddi destekten istifade edemedikleri gibi, kendilerine İslâmı öğretecek yol göstericiden de mahrumdurlar. Karşılaştıkları her türlü zorluğa kendileri göğüs germek zorundadırlar.
Afrika kıtası bugün dinî, siyasî büyük mücadelelere sahne olmaktadır. Bir taraftan misyoner faaliyetleri, diğer taraftan siyonizm ve komünizm, Afrika kıtasını ele geçirmek, kontrollerine almak için var güçleriyle çalışmaktadır. Bu durumda müslümanların elleri kollan bağlı durmaları doğru değildir. Buralardaki ve diğer yerlerdeki kâh baskıyla kâh maddi yardımla İslâmdan uzaklaştırılmak istenen kitlelere müslümanlann el uzatması, bunları teşvik etmesi ve İslâmda sabit kadem olmaları için desteklemesi onların en önemli vazifesi ve bu durumdaki müslümanlarda müellefe-i kulûb fonundan en fazla desteklenmeye lâyık olanlardır.[195]
Buraya kadar zekâtın sarf yerlerinden dört tanesini gördük. Bunların beşincisi olan kölelere geçmeden önce, İslâm âlimlerinin zekâtın ilk dört sarf yeri ile son dört sarf yeri oranında var olduğunu tesbit ettikleri şu ince farka bir göz atmak gerekir.
Âyet-i kerîmede zekâtın sarf yerleri sayılırken ilk dört yer lâm cer harfiyle, ikinci dört yerde fi cer harfiyle sayılmıştır. İslâm âlimleri bu farkın sebepsiz olmadığını ileri sürerek, buradaki farkı tesbite çalışmışlardır.
Bu hususta en çok taraftar bulan görüş, birini ve ikinci gruplar arasında zekât olarak verilen malda tasarruf yetkisi bakımından farklılık olduğunu ileri süren şu görüştür: Allah Teâlâ ilk dört sınıf için zekâtı temlik lâmı ile tesbit etmiştir. Köleleri zikrederken lâm harfini fi ile değiştirmiştir. Bu farkın bir faydası olması gerekir. Bu fayda şudur: İlk dört gruba zekâttan payları verilir. Ve onlar da onda diledikleri gibi tasarrufta bulunurlar. Kölelere gelince onların payları, onları kölelikten kurtarmak için harcanır. Bu pay kölelere verilip, onlarda onda diledikleri gibi tasarrufta bulunmazlar. Sadece kölelikten kurtulmak için harcanır. Borçlularda böyledir. Zekât malı sadece borçluların borçlarının ödemeleri için harcanır. Gaziler için de durum aynıdır. Zekât harpte ihtiyaç duydukları şeye harcanır. Yolda kalmışlarda aynı şekildedir.
Hülasa ilk dört gruba zekât malları verilirse onlar onda diledikleri gibi tasarrufta bulunurlar. Son dört gruba gelince, onlara zekât malı mutlak olarak verilmez. Bilakis zekât malı, bunlar zekâta neden hak kazanmışlarsa ancak o yönlere sarfedilebilir.[196]
Âyetteki bu farklılığa dayanarak M. Reşid Rıza ve Şeltût zekâtın sarf yerlerini ikiye ayırmışlardır.[197]
1. Şahıslar (Şahıslara verilen zekât).
2. Menfaatler (Bazı şahıs ve grupların belli menfaatlerini gerçekleştirmek için verilen zekât). Buradan da zekâtın, Kur'ân'da sayılan ilk dört sınıftan kimseye şahsen verilebileceği gibi, bunlarla beraber son dört sınıfa giren şahıs ve hizmetler için kurulmuş müesseselere de verilebileceği neticesine varılır. Bunun en çok örneğini meüllefe-i kulûbda gördük. "Allah yolunda" kısmında da göreceğiz.
Zekâtın sarf yerlerinde İslâm âlimlerinin tesbit ettikleri bu farklılığı böylece belirttikten sonra bu sarf yerlerinden beşincisi olan kölelere geçelim. İslâm, zekâtın sarf yerlerinden birisi olarak köleleri göstermiş onların hürriyetlerine kavuşmalarına yardım etmek üzere zekâttan bir pay ayırmıştır. Bu iki şekilde olur.
1. Birincisi mükateb kölelere zekâtla yardım etmek suretiyle olur. Mükateb köle, efendisiyle belli bir miktar üzerine anlaşmış olan ve bu miktarı efendisine teslim ettiğinde hürriyetini kazanacak olan kimsedir. İşte bu köleye zekât fonundan yardım ederek onun daha kısa zamanda ve daha kolay bir şekilde hürriyetini kazanmasına yardımcı olunur.
2. Bir kimsenin zekât malıyla köle veya cariye satın alarak onu azad etmesi veya devlet reisinin zekât gelirleriyle köle, cariye satın alıp onları azad etmesi şeklinde olur.
Zekât âyetinde köleler zikredilirken ifade şekli umumidir. Zekât her iki şekilde de harcanarak kölelerin hür olmaları sağlanmış olur. Şafiî'ye göre zekât, buna hak kazanan gruplara eşit olarak dağıtılmalıdır. Bu yüzden kölelerin payı 1/8 den az olamaz. En doğrusu kölelerin paylarını devlet reisinin ikiye bölüp, bir bölümüyle mükateb kölelere yardım etmesi, diğerlerîylede köle ve cariye satın alıp, azad etmesidir. Ne var ki zekât paylarını böyle kesin sınırlamaktansa, zaman ve ihtiyaca göre hangi gruba, ne kadar pay ayrılacağının takdirini devlet reisine ve yetkili 'heyetlere bırakmak daha doğru olsa gerektir.
Reşid Rıza ve onu takiben Mahmut Şeltût zekâtı kölelerin hürriyete kavuşmaları için harcama imkanı yoksa; köle haline getirilmiş milletlerin hür olmaları, istiklallerini kazanmaları için harcamak gerekir demektedirler. Kardavî ise köle tabirinin bu kadar genişletilemeyeceğini bu gaye için zekâtın diğer sarf yerlerinden olan Allah yolunda çarpışanlar hissesinden veya devletin diğer gelirlerinden harcama yapılabileceğini söylemektedir.[198]
Zekâtın sarf yerlerinden altıncısı borçlulardır.
Kimdir borçlular? Hanefilere göre borçlu (gârim) borcu olan Ve borcundan başka nisâb miktarı mala sahip olmayan kimsedir. Mâlik, Şafiî ve Ahmed b. Hanbel'e göre ise borçlu iki
nevidir:
1. Kendisi için borçlanan kimse;
2. Cemiyetin menfaati için borçlanan kimse. Her birinin kendine has hükümleri vardır.[199]
Bu gruba giren borçlu yiyeceğini, giyeceğini temin veya hastasını tedavi; evlenmek veya çocuğunu evlendirmek, ev ve ev eşyası satın almak gibi şahsi veya ailevi ihtiyaçlar sebebiyle borç altına giren kimsedir.
Kendisi için borçlanan kimseye zekâtın verilebilmesi için şu şartların o kimsede bulunması gerekir:
1. Borç alarak ödeyeceği miktara muhtaç olmak.
2. Dinen mubah olan bir işte borçlanmış olmak.
İçki, kumar, zina gibi haram olan işlerde borçlanmışsa bu kimseye zekât verilmez.
Allah'a karşı isyan içerisinde olan bir borçluya da zekât verilmez. Tevbe etmesi müstesna.
3. Borcun vadesi gelmiş olmak. Borcun vadesi henüz gelmemişse böyle bir kimseye de zekât verilir diyenler olduğu gibi, henüz muhtaç değildir verilmez diyenlerde vardır.
4. Borcun haczi mümkün borçlardan olması gerekir.
İslâm borçlunun borcunu ödemek suretiyle şu iki gayeyi gerçekleştirmiş olmaktadır.
1. Borçlunun borcunu ödeyerek gece gündüz onu yoran, ezen sıkıntıdan kurtarmak, alacaklının istemesinin, mahkemelere, hapis vesair sıkıntılara düşmesinin önüne geçmek.
2. Borç verene verdiği miktarı ödeyerek onun zarar görmesine mani olmak. Dolayısıyla kişileri birbirlerine karşı yardımcı olmaya, borç vermeye teşvik etmek. Kimseden borç almayanların faizle borç alma mecburiyetinde kalmalarına mani olmak.
Böylece İslâm borçlunun elinden tutmakta, onun borcunu ödemek uğruna ev bark gibi en asil ihtiyaç maddelerini satmasına ve büyük sıkıntı içerisine düşmesine mani olmaktadır. İşte infâk emrinin güzelliği, sosyal hayata müsbet yöndeki etkisi.[200]
Bu gruba giren borçlular, kişilerin, borçluların arasını bulmak için borçlanan kimselerdir. Bazen öyle durumlar olmaktadır ki kişilerin ve grupların arasını bulmak ve yanan fitne ateşini söndürmek için buna sebep olan bir borcu üstlenmek gerekmektedir. Bu cemiyette iyiliklerin yayılması ve kötülüklerin önlenmesi yolunda şüphesiz örnek bir davranıştır. İşte böyle yüce bir maksatla borç altına giren kimseye zekâtten yardım edilir. İslâm âlimleri bu hususta şöyle demişlerdir. Bir kimse zimmilerden[201] iki grubun arasını bulmak için borç altına girmiş olsa bile borcunu ödemesi için ona zekât verilir.
Bu şekilde uhrevî bir maksat uğruna borca girenlerin bir diğer örneğide hastane, cami, okul, çocuk bakım yurtlan gibi sosyal müesseseler yaptırmak için borçlanan kimsedir. Bu şekilde borçlanan kimselere zekât vermek içinde hiç bir mani olmasa gerekir. Kendi şahısları için borçlanan kimselere zekâtten yardım yapılırken, cemiyetin hayrına olarak borçlanan kimselere öncelikle bu yardımın yapılması lazımdır.
Burada son olarak zekâtten borç vermenin (karz-ı hasen) mümkün olup olmadığına temas etmek istiyoruz. Borç isteyenleri borçlular sınıfına dahil edip bunlara zekât gelirlerinden borç vermek caiz midir? Yoksa âyet~i kerîmeyi dar yorumlayarak borçlu bilfiil borçlanan kimsedir. Dolayısıyla caiz değildir mi diyeceğiz?
Bu hususta Kardâvî şöyle demektedir: "Kanaatime göre sahih ve zekât bahsinde İslâmın umumî hedefleri, biz borçluların payından muhtaçlara borç verilebileceğini söylemeye imkan vermektedir. Bunun için özel bir sandık kurulması gerekir. Böylece faizle mücadelede zekât fiili bir rol de almış olur."[202]
Muasır İslâm hukukçularından Ebû Zehra, Hallâf ve Hasan da burada zekâtten borç ödenebildiği gibi, borç da verilebileceği görüşündedirler. Muhammed Hamidullah da keza aynı görüştedir.[203]
Zekât verilecek sınıfları belirten âyette bildirilen bir diğer sınıf da "Allah yolunda (Fî Sebilillah)" olanlardır. Bu terimin hangi sınıf insanları içine aldığı hususunda muhtelif görüşler vardır. Allah yolunda olanların başında, Allah için savaşanlar geldiğinde ittifak vardır.[204] Ancak Allah yolunda savaşa giden gazi ve mücahidlerin dışında, hacca gidenlerle ilim öğrenmek için çalışanlara[205] da zekâtın bu fonundan hak verilip verilemeyeceğinde ihtilaf edilmiştir. Hatta; dul kadınlar ve yetimlere ödemelerde bulunulmasına, hastanelere, camilere tahsisat ayrılmasına ve bir ordunun alet ve teçhizatı ile diğer masraflarını karşılamasına kadar[206] bütün hayati ve hayata ait hususları ihtiva etmesi itibariyle, bütün hayır yollarının[207] Allah yolunda yapılan işler olduğu düşünülerek zekâtın bu fonundan belli bir hak ayırabileceği görüşünde olanlar vardır. Bu konuda daha da ileri bir adım atarak; İslâmm dışındaki fikir akımlarına karşı, İslâmî düşünceyi araştırmak ve araştıranlar yetiştirmek için okullar açmak, akademik çalışmalar yaptırmak, neşriyat merkezleri kurmak; zengin ve modern kütüphaneler tesis etmek; edebî sanat kollarında kabiliyetli elemanlar yetiştirmek; sinema, tiyatro, gazetecilik gibi propaganda alanlarında çalışmalar yaptırmak; tedavide İslâm prensiplerini uygulayacak hastaneler kurmak ve harp sanayinin kurulmasına yardımcı olmak[208] gibi konularda Allah yolunda yapılacak hizmetlerden sayılarak bu sahalarda zekâtın bu fonundan da faydalanılabileceği kanaati ileri sürülmektedir.
Bu hususta mezhepler arasında çeşitli ihtilaflar vardır. Fakat biz mezheplerin ittifak ettiği üç hususu zikretmekte fayda görüyoruz.
1. Cihad kesin olarak Allah yolu mefhumuna dahildir.
2. Zekâtın Allah yolunda çarpışan mücahidlerin şahıslarına verilebileceğinde bir tereddüt yoktur.
Tereddüt cihat hazırlıklarına zekâttan bir harcama yapılıp yapılmayacağmdadır.
3. Okul, hastane, cami gibi sosyal faaliyetlere zekâttan bir harcama yapılamaz. Buralara ancak devlet bütçesinin diğer gelirlerinden harcama yapılabilir. Çünkü Hanefilere göre böyle bir harcamadan temlik gerçekleşmemektedir. Diğerlerine göre de zekâtın sarf yerleri arasında böyle bir sarf yeri yoktur.
Asrımızdaki duruma da bir göz atmakta fayda var. Geçmişte olduğu gibi İslâm ülkelerini, İslâm inançlarını korumak, müslümanların tam bir dini hürriyet içinde yaşamalarını sağlamak için yapılan her türlü harpler Allah yolunda bir cihaddır. Bu bakımdan bugün dünyanın bir çok yerinde müslümanların yürüttükleri mücadeleleri buna göre değerlendirmek gerekir. Bugün müslümanlar Afganistan, Rusya, Kafkasya, Filistin, Filipinler, Eritre, Somali, Azerbaycan, Bosna, Kıbrıs, Doğu ve Batı Türkistan'da varlıkla yokluk arasında çırpınmakta, inançlarını, mukaddesatlarını korumak için mücadele etmektedirler. Bunlar şüphesiz Allah yolunda bir cihaddır. Bunlara zekât verilebileceği gibi zekâtın haricinde yardım da müslümanların bir vazifesidir.
Bu huşta ölçü bellidir. Allah'ın dinini ve dince mukaddes ayılan şeyleri korumak, Allah'ın ismini yüceltmek için yapılan mücadeleler bir cihaddır. Bu ölçüye uymayan, gayesi Allah'ın dinini yüceltmek, dini ve dince mukaddes sayılan şeyleri korumak maksadıyla yapılmayan harpleri cihad saymak tabiatıyla mümkün değildir. Dolayısıyla silaha sarılan her milletin bu silahlı hareketlerini cihad çerçevesine sokmak ve zekât fonundan yardım etmek imkanı yoktur. Hedefin mutlaka İslâmî olması gerekir. Peygamberimize, "Cesaret olsun diye, yiğitlik olsun diye ve gösteriş için savaşan adamların hangisi Allah yolundadır?" diye sorulduğunda O, "Allah'ın ismini en yüce olması için savaşan insan işte o Allah yolundadır."[209] buyurmuştur.
O halde bugün artık sahabe ve tabiin devrindeki gibi bir cihaddan bahsedilemez denemeyeceği gibi, İslâm ülkelerinde cereyan etmekte olan her savaşta hedefi ne olursa olsun bir cihaddır denemez.[210]
Zekâtın sarf yerlerinden sonuncusu yolculardır. Parasızlık sebebiyle yolda kalmış kimselere, bunlar kendi yurtlarında zengin de olsalar zekât verilir. Kur'ân-ı Kerîm'de zekâttan olduğu gibi, zekâtın dışındaki kaynaklardan da yolculara yardım edilmesi muhtelif âyetlerde emredilmiştir.[211]
İslâm dini, rızık aramak, ilim tahsil etmek, Allah'ın dünya üzerindeki yaşadıklarını ibret gözüyle görmek, Allah yolundaki cihad etmek ve İslâmm temel direklerinden birisi olan hac ibadetini yerine getirmek gibi sebeplerle seyahat edilmesini teşvik etmiştir. Bu şekildeki meşru gayeler uğruna seyahat edilmesini teşvik eden İslâm, herhangi bir sebeple parasız kalan kimselere umumî olarak yardım edilmesini emretmiş, bu umumî emirle yetinmeyerek bu şekilde yolda kalanlar için zekâttan bir de pay ayırmıştır.
İslâmın bu şekilde yolda kalmışlara yardım elini uzatmanın ve devlet gelirlerinden bunlara bir pay ayırmanın örneğini başka sistemlerde bulmak mümkün değildir. Bugünkü gibi yolcuların istifade edebildikleri lokanta ve otellerin bulunmadığı devirler göz önüne alınırsa, uzatılan bu yardım elinin önemi daha iyi kavranır. Esasen bugün de buralardan sadece parası olanlar istifade edebildiklerine göre değişen bir şey yoktur.
Kendisine zekâttan bir pay verilen kimdir? Yola çıkmış ve varacağı yere ulaşmadan yolda kalmış kimse midir? Yoksa bir yere gitmek için henüz yola çıkmamış fakat çıkmak üzere olan kimse de buradaki yolcu kavramına dahil midir?
Bu soruların cevabını konuyla ilgili çeşitli eserlerde bulmak mümkün. Sonuç olarak kanaatimiz şudur ki; bütün bu saydıklarımızı bugün yolda kalmış kimseler mefhumuna dahil etmek ve zekâttan bunlara ayrılan fonu bugün de işletmek mümkündür.[212]
Sosyal adaleti tahakkuk ettirmekten başka zekâtın, gelmiş geçmiş ve halihazır bütün ekonomik sistemlerde mutlak olarak hiç bir benzeri bulunmayan kendine has bir faydası mevcuttur. Zekât, servet biriktirmenin amansız düşmanıdır. Teraküm eden servet zekâtın tarh edildiği birinci hakim matrahtır. Gerçekten hiç bir sistem zekatın kazandığı başarıyla servet terakümü meselesiyle baş edemez. Zira teraküm etmiş servet yalnız sahiplerinin kabulüyle vergilendirilebilir. Servet sahiplerinin, vergilendiren idare ile kendi servetleri aleyhinde anlaşıp birleşmeleri için de pek sebep yoktur. Aşağıdaki Kuran âyetini okuduktan sonra bir müslümanın yere aklanmış hazineleri eşip çıkarmaması hemen hemen imkansızdır:
"Altını ve gümüşü yığıp ve biriktirip de onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu, işte bunlara pek acıklı bir azabı müjdele. O gün bunlar, üzerlerinde yakılacak cehennem ateşinin içinde kızdırılacak da o kimselerin alınları, böğürleri ve sırtlan bunlarla dağlanacak, işte bu, nefisleriniz için toplayıp sakladıklarınız! Artık saklayıp istifçilik ettiğiniz bu nesnelerin acısını haydi tadın."[213]
Kanaatimize göre burada yığma ve biriktirme sadece yere gömülen altın ve gümüşle alakalı değildir. Bilakis o, yatırıma tahsis edilmeyen servetin hepsini ifade etmektedir.
İslama göre servet sadece iki husus için kullanılmalıdır. Ya hayat için iyi olan şeylere sarf edilmelidir. Veyahut ticarette ve sanayide yatırım yapılmalıdır. Servetlerini bu iki kanala tevcih etmeleri müslümanlara devamlı olarak emredilmiştir. İslâmın, dünyayı bırakmış dinlerle olan farkına dikkat ediniz.
"Ey insanlar yerdeki şeylerden, helal ve temiz olmak şartıyla yiyin, o şeytanın adımlarına uymayın, çünkü o, size hakikaten apaçık bir düşmandır."[214] Ve ayrıca:
"Ey iman edenler, size rızık olarak verdiğimiz şeylerin maddeten ve manen en temiz olanlarından yiyin, Allah'a şükredin, eğer hakikaten ona kulluk ediyorsanız."[215]
Genel olarak yatırım yapılmadan sağlanmayan servet kazanma işi İslâmda o kadar mühim kabul edilmiştir ki, Kur'ân-ı Kerîm hac zamanında bile ticarete müsaade vermiştir.
"Hac mevsiminde ticaretle rabbınızdan rızık istemenizde bir günah yoktur."[216]
"Artık o namaz kılınınca yeryüzüne dağılın, Allah'ın fazlından nasip arayın, Allah'ı çok zikredin. Ta ki, umduğunuza kavuşasınız.”[217]
Zekâtın hususi manası, servet biriktirmenin amansız düşmanı olmasıdır.[218] İslâmiyet, fazla servetin tevcihi için seçilecek iki yol tavsiye eder. Ya serveti hayat için sarfetmek veya sanayiye yahut ticarete yatırmak. Halk parasını hayatın güzel şeyleri için sarfederse jurum ne olur? Bütün istihlak mallarına talep artar; sanayiciler ve italatçılar (müstahsiller) istihsallerini genişletmeye imkan bulur.
(Ticaret canlanır ve iş sahası açılır. Neticede de halk daha müreffeh hale gelir. Servet sanayiye ve ticarete yatırıldığı zaman vaziyet ne olur? İşçi istihdamı artar ve hayati maddeler daha çok istihsal edilir. Hatta onlar daha çok kimselerin satın almasına imkan verecek seviyede daha da ucuzlar. Beşeri ihtiyaçlar daha çok karşılanır ve daha fazla kimse iş bulur. Yine netice, halkın saadeti ve refahıdır. Servet biriktirmenin ise aksi tesiri mevcuttur. Servet, teraküm ettiği nisbette, ihtihsalin (üretimin) çoğalmasını tehdit eder; bu suretle iş sahasının genişlemesine ve böylece de milli refah ve saadetin artmasına aksi tesir eder. Servet teraküm ettirenler, iktisadi bakımdan en büyük canilerdir. Kur'ân-ı Kerîm'in "Onlar için şiddetli azap vardır." demesine şaşılmamalıdır.[219]
Toplumu bir bütün olarak kabul eden İslâm bu bütünlüğü, sevgi, acıma, şefkat ve merhamet gibi insanî duygularla sağlayarak toplumun bütününe bu dayanışma, kaynaşma ruhunu yaygınlaştırıp bütün insanlığın layık oldukları ölçüde ve aynı seviyede yararlanmaları için gerekli tedbirlerin alınması yolunda emir ve hükümler koymuştur.
Bu cümleden olmak üzere; zengin ile fakir arasındaki diyalogun kurulmasına yardımcı olan ve bu yolda zengine dinî bir sorumluluk yükleyen İslâmiyet; fakirlik ve yoksulluk gibi, toplumların en yaygın hastalıklarını tedavi etmek için bazı müesseselerin kurulmasını teşvik etmiştir. İnfâk ve tasadduklar da bunlardandır.[220]
Zenginlik ve fakirlikle ilgili; Kur'ân-ı Kerîm üzerinde bir gezinti yapıp, zengine ve fakire Kur'ânın bakışını tespit ettikten sonra; fakirliğin çarelerini araştırmakla bu başlığı tamamlamak istiyoruz.
İnkarcılar için dünya hayatı çekicidir. Onlar kendi maddi imkanları, inananların ise maddi imkansızlıkları[221] yüzünden onlarla alay ederler. Oysa "takva" sahipleri kıyamet günü onların üstündedirler. Allah dilediğine hesapsız rızık verir.[222]
İsrailoğullari, Tâlût'un kendilerine yönetici (melik) tayin edildiğini peygamberlerinden öğrenince, bilgice ve bedence yeterli olmasına rağmen, geniş serveti yok, gerekçesiyle idareciliğini kabule yanaşmamışlardı.[223]
Nemrud,[224] mülkü sebebiyle Hz. İbrahim'le tartışmaya girmişti.[225]
Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara (lüks bineklere), hayvanlara ve ekinlere duyulan şehvet tutkusu insanlar için süslendirilip çekici kılınmıştır. Bunlar dünya hayatının metaldir. Allah katında bunlardan daha hayırlısı vardır.[226] Aslında mülkün gerçek sahibi Allah'tır. O mülkü dilediğine verir, dilediğinden çekip alır.[227] Ama bilinmesi gereken; gerçek dünya hayatının salt bir oyun ve oyalamadan ibaret olduğudur.[228]
Daha önceki milletler, kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında, üzerlerine dünyanın her türlü bolluk ve nimeti[229] açılıvermişti. Tam bunun sevinç ve şımarıklığına daldıklarında, Allah'ın hükmü onları ansızın yakalayı verdi.[230] Bu âyeti açıklayan bir hadislerinde Peygamberimiz şöyle der: "İsyanlar içinde iken bir kula, Allah'tan istediklerini verdiğini görürsen, bunun bir "istid'âç" (iyiliklerin karşılığını görüp günahının artması için üst üste ihsan) olduğunu bilmelisin."[231]
Müminlerin namaz kılarken zinetlerini (güzel elbiselerini vb.) takınmaları istenir. Bunun bir kısmı elbette ancak malla mümkün olabilir. Ama israf sevilmeyen bir günahtır.[232] Allah'ın süs olarak yarattıktan da, temiz yiyecekler de müminler içindir. Bunları kimse yazık etmemelidir.[233] Bu da insanın maldan yararlanması anlamına gelir.Eğer ülkeler halkı inansalardı, üzerlerine gökten ve yerden bereketler açılırdı.[234] Bu bereketlerin elbette maddi olanları da vardır ve bu da mal, mülk ve ihtiyaç maddeleri anlamına gelir. Zenginliğin hep riskinden söz edildiğine göre, bu bereketler insanın ihtiyaçlarına kullandığı varlıkları demek olmalıdır.
Yeryüzüne, önceki sahiplerinden sonra mirasçı olanlar, günahları yüzünden kendilerine isabet edecek riskleri düşünmelidirler.[235] Bu da bir önceki âyeti, menfi yönüyle destekler. Ama yeryüzüne mirasçı olmak, yine Allah'ın iradesine bağlıdır. O kimi isterse onu mirasçı kılar. Herşeye rağmen mutlu son takvalı olanlandır.[236]
Gaye, hiçbir zaman yerleşik ve müreffeh bir hayat, iktisadî kalkınma ya da büyüme değildir. "Peki, eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, kazandığınız mallar, az kâr getireceğinden korktuğunuz ticaret ve O'nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ise, artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyedurun. Allah fasıklar topluluğuna hidayet vermez."[237] Hz. Peygamber de ticaret, tarım, hayvancılık vs. ile yetinilip cihada çıkılmaması halinde müslümanlarm başkaları tarafından horlanacaklarını ve yeniden dine dönmedikçe bundan kurtulunamayacağını söyler.[238]
Müşriklerin Ka'be'ye artık yaklaştırılmamalarını söyleyen âyetin gelmesi üzerine bazı müminler, turizm gelirlerinin (hacılara, yiyecek, giyecek, içecek satma, kalacak yer sağlama) azalacağı endişesine kapılınca:[239] "Eğer ihtiyaç içinde kalmaktan korkarsanız, (bilin ki) Allah dilerse sizi kendi fazlından zengin kılar ..." ihtarı geldi.[240]
Ahiret hayatı yerine, ona göre çok az bir şey denebilecek dünya hayatıyla yetinenlere serzenişte bulunmuştur.[241] "... Altın ve gümüşü (para ve serveti biriktirip, Allah yolunda harcamayanlara da acıklı bir azap vardır ..."[242] Bu biriktirmenin (kenz) ölçüsü konusunda değişik görüşler mevcuttur. Kişi ne kadar para ya da servet "kenz" ederse, bu kötü sonuçla tehdit edilenlerden oluruz. Bu soruya İslâm âlimlerinin çoğunluğunun (cumhur) verdiği cevap, zekât ödenen malın, çok olsa dahi, "kenz" sayılmayacağı yolundadır. Hz. Ali, 400 (dirhem); aşan malın, zekâtı verilmiş olsa da kenz sayılacağını, dolayısıyla harcanması gerektiğini söylerler. Bu görüşleri, bir sahabiye ait oldukları göz önünde bulundurulursa genel anlamda olmasa dahi olağanüstü durumlarda, kıtlık vs.de bunların da uygulanabileceği anlaşılır. Nitekim bu âyetin gelişi, böyle bir ihtiyaç ve güçsüzlük anındadır.[243]
Bu biriktirenlerin biriktirdikleri cehennemde eritilip onunla alınları, böğürleri ve sırtları dağlanacaktır.[244]
İnanmayanların ve münafıkların malları ve çocukları, müslümanı imrendirmemelidir. Allah bunlarla onları ancak dünya hayatında azaplandırmak ve canlarını, onlar küfür içinde iken zorlukla çıkarmak ister.[245] Ama Allah'ın kendilerine verdiğine razı olmak ve Allah bize yeter, O bize ileride fazlından verecek demeli idiler.[246] Burada anlatılan "tevekkül" ve "rıza" yeterliliğin ve huzurun iki önemli esası olmalıdır.
Kafirler ve münafıklar, Allah'ın fazlından olmak üzere (emeksiz) zengin edilirlerse, çok sadaka vereceklerine ve sahillerden olacaklarına söz verdiler. Ama istedikleri verilince de cimrilik edip yüz çevirdiler.[247]
Demekki servetin iman etmeyi kolaylaştırmada müsbet etkisi olmadığı gibi, zorlaştırmaya dahi sebep olabilir. Bu yüzden onların malları ve evlatları (avane ve maiyetlerinin çokluğu), hoşa gidecek bir şey olarak görülmemelidir.[248] Zira bu hayırda onlara bir fayda sağlamamıştır.
Kur'ân-ı Kerîm'i baştan sona kadar, diziliş sıralarını esas almak suretiyle (sure sırasına göre) incelediğimizde, zenginliğin yaptırımını ve zenginleri dolaysız ve direkt olarak (ibaresiyle) konu edinen âyetleri periyodik bir sistem içinde görmek mümkün. Bu konuda kapsamlı bir araştırma yapan Dr. Faruk Beşer'i ve Prof. Ahmet Coşkun Bey'i tebrik ediyor ve müracaat için onların eserlerine bakılmasını önerip, başka bir başlığa geçmek istiyorum.[249]
Kur'ân'da açlık, acı ve üzücü bir hadise olarak kabul edilmiş, Allah'ın en büyük lütuflanndan birisinin açları doyurmak olduğu belirtilmiştir. Kureyş sûresi gibi, müstakil bir sûre, açlıktan kurtaran ve korkudan emin kılan Allah'a kulluk borcumuzu hatırlatmaktadır.[250]
Kur'ân-ı Kerîm, beslenme ve barınma ihtiyacının her türlü ihtiyaçtan önce geldiğini kabul ettiği içindir ki, Mekke devrinde inen ilk sûrelerde müslümanlara, fakirleri doyurma şeklinde malî mükellefiyet fikri aşılandı. Malî mükellefiyete riayet emri, iman ve ibadet emirleriyle beraber, çok sık olarak geçer. Mesela, nüzul sırası 4 olan ve Kur'ân-ı Kerîm'de 74. sırada bulunan Müddesir sûresinde ahiret günü anlatılırken, cehennemdekilerin bu akıbete, dünya hayatında iken namaz kılmamalarının yanında, yoksul kimseleri doyurmadıkları için duçar oldukları anlatılır.[251] Yine Mekke'de nazil olan sûrelerden Beled sûresinde de fevkalade zor olan şeyler anlatılırken, bunun köle azad etme ve açları doyurma olduğu belirtilir.[252]
Mekke'de bir devlet kurmamakla beraber, Peygamberimizin etrafında kümelenen bir İslâm cemaatı teşekkül etmiş bulunuyordu. Bu cemaatin içinde Hz. Ebû Bekir gibi zenginler, Bilâl-i Habeşî gibi hiçbir şeyi olmayan fakirler vardı. Cemaatin korunması için çare olarak muhtaçlara yardım, şiddetle hissediliyordu. Bu sebeple varlıklı müslümanlar, Allah yolunda harcamaya teşvik edildiler.[253] Bunun için biz, fakirlik ve açlığın ortadan kalkması ve insanlığın rahat bir nefes alabilmesi için getireceğimiz tekliflerin başında, Kur'ân'ın espirisine uygun olarak, Allah yolunda infâk prensibine dikkat çekmek istiyoruz. Diğer çareler ise; eğitim ve insan unsuru, üretimde teknikten faydalanmak ve devletin rolü olarak sıralanacak ve işlenecektir.[254]
İnfâkın hedefi geçici yardımlarla fakirliğe çare bulmak değil, bu probleme devamlı bir çözüm getirerek fakirlerin sayısını azaltıp zenginlerinkini çoğaltmaktır. İslâm mal ve servetin ve bunların getirdiği nimetlerin sınırlı bir grubun tekelinde olmasına ve diğer insanların bundan mahrum kalmalarına razı olmaz. Allah Teâlâ: "O Allah ki yeryüzünde olan şeylerin hepsini sizin için yarattı."[255]
buyurmaktadır. Bu âyeti kerimeyi "yeryüzünde yaratılan şeylerin hepsi, hepiniz içindir, sadece bir kısmınız için değil" şeklinde anlamak da mümkündür. Bu yüzden İslâm zekât, ganimet ve getirdiği diğer prensip ve müesseselerle cemiyetteki servetler ve sosyal tabakalar arasındaki farkları azaltmak ister. "Allah'ın fethedilen ülkeler halkının mallarından peygamberine verdiği ganimetler, Allah, Peygamber yakınları, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar İçindir. Böylece o mallar içinizde yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet olmaz."[256]
İslâm, insanların kabiliyetlerinde, güç ve kuvvetlerinde bir farklılık mevcut olduğundan servet ve yaşayış bakımından da insanlar arasında bir farklılık bulunmasını tabii görür. Fakat bunun manası İslâm, zengin ve fakirleri kendi haline terkeder, birisi zengin olup dilediğince yaşar, diğeri fakr-u zaruret içinde sürünür demek değildir. Bilakis dinî, hukukî hükümleri, getirdiği pratik çareleri, teşvik ve müeyyideleriyle fakirle zengin arasındaki uçurumu azaltmak ve fakiri zenginin seviyesine çıkarmak yollarını arar.
Bir İslâm cemiyeti düşünelim ki bu cemiyette fertler İslâmın çağrısına uyurak hayatın çeşitli sahalarında faaliyetler göstermekte, yeryüzüne dağılıp ziraat yapmakta, sanayide mal üretmektedirler. Böyle bir cemiyette üzerlerine zekât farz olan kimseler acaba ne kadardır? Şüphesiz böyle bir cemiyette zekât vermesi gereken kimseler oldukça fazladır. Yine böyle bir cemiyette kazanıp geçimini temin etmekten aciz olduğu için zekât verilmesi gereken kimseler ne kadardır? O da yine şüphesiz çok azdır.
Zekât gelirlerinin çok büyük miktarlara ulaşacağı böyle bir cemiyette çok az bir yekûn teşkil edecek olan fakirlere el uzatmak onların durumlarını iyileştirmek hiç de zor olmayacaktır.
Bir toplum için en kötü durum, bir tarafta zenginlerin servetleri Çok büyük miktarlara ulaşırken, öte tarafta günlük yiyeceğini ve en zaruri ihtiyaçlarını sağlayamayan fakirlerin sayısının o nisbette çok olması.
İşte infâkın hedefi toplumdaki sosyal tabakalar arasındaki uçurumu azaltmak ve mümkün olduğunca fakiri zenginin seviyesine yaklaştırmaktır.[257]
Ekonomistler, iktisatçılar, açlık ve sefalet içinde bulunmanın asıl sebepleri eğitim, teşkilatlanma ve disiplin ahlaksızlıklarından meydana geldiğini belirtirler.
Gerçekte, kalkınma malla başlamaz. İnsanla onun eğitimi, teşkilatlanması ve disiplini ile başlar. Bu üçü olmadan bütün kaynaklara el atmak kabil olmaz. Bugün, maddeten kalkınmış refah içinde bulunan nice toplumlar vardır ki tabii zenginlikleri gayet sınırlıdır. Yüksek bir eğitim, teşkilatlanma ve disiplin seviyesine sahip olan her memleket ne kadar yakılıp yıkılmış olursa olsun, kısa bir zamanda iktisadi bir hamle yapmak suretiyle kayıplarını telafi edebilmektedir. Bunun canlı örneği, Japonya ile Almanya'dır. İkinci dünya harbinde ülkeleri yakılıp yıkılan bu memleketler bir kaç yetişkin insanla kısa zamanda müesseselerini kurmuş ve eski hallerinden de çok daha ileri duruma ulaşmışlardır. Üstelik Japonya, üretim vasıtalarından insan dışında bir güce de sahip değildir. Yani verimli tabiat unsurundan tamamen mahrumdur.
Eğer yoksulluğun ana sebebi belirttiğimiz bu üç sahadaki eksikler ise bunların telafisine gitmek işi halledecektir. Fakat bu üç kaynağı, bütün bir toplumun benimsemesi gerekir. Yani konu bir bakıma bir inanç, zihniyet meselesidir.
Açlık ve fakirliğin çarelerini Kur'ân-ı Kerîm'de ararken, insan unsuruna dikkat çekildiği gözden kaçmaz. Zaten Kur'ân-ı Kerîm'in hedefi ilmî, iktisadî ve idarî işleri yüklenecek olan fertleri yetiştirmektir.
Kur'ân-ı Kerîm Hz. Yusuf (a.s)'ın kıssasını anlatırken yedi yıl kıtlık müddetince memleketi güzel bir şekilde idare ettiği ve etrafta yaşayanlar için Mısır'ın bir zahire anbarı durumunda müşteri celbettiği, Hz. Yusuf'un mahareti ve tedbiri sayesinde Mısır hazinelerini mal ile doldurduğunu naklediyor.[258] Bugünkü iktisatta müteşebbis insan; müessese kurabilen, üretim vasıtalarını tanzim edip mal ve hizmet üreten, sonra bunu pazarlayan, değerlendirebilen insan olarak tarif edilmektedir.
Hz. Musa (a.s)'ın Hz. Şuayb (a.s)'a işçi olarak alınmasının bahsi geçerken de onun kuvvetli ve güvenilir bir kimse olduğu belirtiliyor.[259] Bakara sûresinin 247. âyetinde ise kavmini huzur içinde yaşatacak olan bir liderin vasıfları şöyle dile getirilmiştir. "Allah, onu (Talutu) size hükümdar seçti, Onun bilgisini ve bedeni gücünü arttırdı. Allah mülkünü dilediğine verir. Allah'ın lütfü geniştir. O bilendir." Bu âyete göre devlet adamında bulunması gerekli vasıflar;
1- Fıtri istidat,
2- İşlerini planlayıp yürütebileceği geniş bilgi,
3- Sağlam bir vücut,
4- Allah'ın tevfik ve lütfü.[260]
Bir ülkede iman gücü ve çeşitli kabiliyetleriyle, yerüstü ve yeraltı kaynaklarını yerli yerinde kullanmak, plan ve programını yapmak, ancak ilim ve eğitimle mümkündür. İnsana iktisat ve ticaret fikrini veren, tarım ve ziraatın gelişmesine sebep olacak aletlerin yapımını ve icadını sağlayan şey, ilim ve eğitimdir. Kısacası eğitim açlık ve fakirliğin bir çaresi ve kalkınmanın temel dinamiğidir.[261]
Çağımızda teknoloji, üretimin emrindedir. Bu sevindirici bir durumdur. Teknolojinin üretim için sağladığı büyük imkanlardan faydalanan bir toplumun fakir düşmesi düşünülemez. Bunun için tanınmış bir çok iktisatçı, dikkatlerimizi teknikten faydalanan bir üretime çekmektedir.
Mesela bunlardan G. B. Birnol şöyle diyor: "Önümüzdeki yüz yıla gıda maddelerinde kıtlık diye bir meselenin doğmasına esasen sebep yoktur. Ama bir kıtlık olursa bu, insanoğlunun ahmaklık ve bencilliği yüzünden olacaktır.[262]
Meşhur iktisatçı Dr. Gollin Clark yaptığı araştırmalar sonunda şunları yazıyor: "Eğer insanlar, topraklarını Hollanda çiftçisinin maharetiyle işlerlerse, dünyamızın halen ekilmekte olan topraklarından elde edilecek ziraî istihsal , 28 milyar kişiye yeter. Hem de Batı Avrupa'nın en yüksek hayat seviyesine denk bir şekilde yaşarlar.[263]
Kur'ân'da üretimde artışı sağlamaya dair örnekler daha çok ziraat konusundadır. Bakara sûresinin 261. âyetinde şöyle buyurulur: "Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, her başağında yüz tane olmak üzere yedi başak veren bir tanenin durumu gibidir. Allah dilediğine kat kat verir. Allah'ın lütfü geniştir. O, bilendir." Bu âyeti kerimenin tefsiri münasebetiyle Mısırlı âlim M. Mustafa el-Meragi, bize şu bilgileri naklediyor. 1942 de bir kaç ziraat teknisyeni devlet üretme çiftliklerinde denemeler yaptılar. Bir buğday tanesinden bir değil, bir kaç başak çıktığını gördüler. Denemelerine devam ederken kırk, elli, altmış, yetmiş başak veren kökler bulundu. Üstelik bazı başakların tane miktarı hayret verici idi. Altmış adet tane yüklü başaklara da rastlanıyordu. Bu çalışmayı yapanlardan birisi, yüz yedi adet tane taşıyan bir buğday başağı buldu ve mühendislere gösterdi. Onlarda taneleri saydı hayretle aynı sonucu gördüler.[264]
Meragi bu bilgileri aktardıktan sonra şöyle diyor: "Zaman büyük kitabımız Kur'ân-ı Kerîm'in hükümlerini teyide kefildir. İlim ilerledikçe onun haber verdiği şeylerin doğruluğu ortaya çıkıyor."[265]
Hamdi Yazir Merhum, bu âyeti tefsir ederken, önce sarih manası üzerinde duruyor. Allah için yapılan hayırların kazancını anlatıyor. Yapılan bir hayrın, bir iken yediyüz olan buğday tanesi gibi, kişiye yediyüz misli uhrevi mükafaat kazandıracağını bildiriyor. Sonra, âyetin ziraatçılığı geliştirmeye yönelen işareti üzerinde duruyor ve özetle şu bilgileri veriyor. Kum-darı gibi bazı hububatta bu bir yediyüz verim görülmektedir. Fakat habbeden daha çok buğday anlaşıldığına göre, acaba bu mümkün müdür? Vakıa bunun ender olduğu söyleniyor. Fakat zamanımızda ziraatçılıkla uğraşanlar, bir buğday tanesinden çıkan çimleri çafallandıktan sonra ayırarak fide halinde dikmek suretiyle, bir tanesinden ikibin taneyi geçkin hasılat alınabildiğini görmüşlerdir. Bunlar bir defa daha aynı şekilde ekilecek olsa düşünün nerelere ulaşır.[266]
Görüldüğü gibi, üretimde bir taraftan teknikten faydalanırken, diğer taraftan üretilecek malların ihtiyaçlara cevap verme derecesinde göz önünde tutulmalıdır. Peygamber (s.a.v) Efendimiz, yanında hurma olan bir ailenin aç kalmayacağını işaret buyurmuştur.[267] Bu bize, hurmanın besin değerinin yanında, bu meyveyi, dolayısıyla açlığı giderecek şeyleri üretmeyi de bir tavsiyedir. Geri kalmış ülkeler, umumiyetle kalkman ülkelerin güdümünde bulundukları için onların telkini ile üretim cihetine gitmemektedirler ki bu da açlık sebepleri arasında önemli bir husustur.[268]
Açlık ve fakirlik probleminin çözümünde en önemli mercilerden biride devlettir. Çünkü devletin görevi toplumun maddi ve manevi bakımdan huzurunu sağlamaktır. Toplumun mal emniyeti ve beslenme meselesi en önemli ihtiyaçlardandır. Bunun için devlet, ticari, iktisadi ve mali konularda fertlere güven içinde çalışıp kazanma ortamını sağlamakla kalmaz aynı zamanda aç ve muhtaçlarla doğrudan doğruya ilgilenir. Bu yoldaki görevlerini yapabilmesi için "Beytülmal" kurulmuştur. Beytülmal'in sarf yerlerinden biri sosyal yardımdır.[269] Herkese gücü nisbetinde iş imkanı sağlamak, iş yapmayan acizlerin, acz sebeplerini gidermek, devletin sosyal adaleti gerçekleştirme görevleri arasındadır. Sosyal adaleti gerçekleştirmenin bir parçası olan doğrudan doğruya yardım etmek, sonra gelir. Yardım icab ettiği zaman bunun fert yerine bizzat devlet eliyle verilmesi daha isabetli olur. Bunun içinde Kur'ân-ı Kerîm’de az önce de temas olunduğu gibi zekâtı bizzat devletin toplayıp dağıtması emrolunmuş; fakat bu arada zekâtı alabilecek sınıflarda açıkça gösterilerek, devlet başkanına dağıtımla ilgili keyfi muamele imkanı verilmemiştir.
Sonuç olarak açlığın önlenmesinde infâk, insan unsurunun eğitimi ve üretimde teknikten faydalanmanın yanında, devletin bu yoldaki görevlerini yapmasına da ihtiyaç vardır. Esasen bu hususların birini diğerinden ayırmamız mümkün değildir.[270]
İnfâkın çözümlediği problemlerin başında fakirlik gelmektedir. "Fakirlik", Arapça bir isim olan "fakr" kelimesine, Türkçe isim yapma eki (-lik) eklenerek elde edilen bir isimdir. Kelime bu ekle Türkçeleştirilmiştir. Ancak bu ek olmadan da "fakr" kelimesi aynı manayı, yani fakirliği ifade ettiği için "fakirlik" tıpkı "ulemâlar" ve "evliyalar" gibi galat-ı meşhur olmuş olur.
Kök olan "fa-ka-ra" fiili, kırmak, musibet ilişmek gibi manalara da gelir. Keza bu kökün ikinci kullanılışı olan "fa-kı-ra" kırılma ya da hastalık sebebiyle omurlarından şikayet oldu demektir.[271] Bilindiği gibi, omurgaya yine bu kökten olarak "fakâr", omurgayı oluşturan halka kemiklerden herbirine de "fekâra" denir. Bunun ismi faili olan "fakır" veya "fakir" belkemiği kınlan insan demektir.[272] İhtiyaçlarını karşılayamayan muhtaç kimse de adeta bel kemiği kırılan gibi çaresiz kaldığı için, ona da "fakir" denmiş olmalıdır.
Bunlar "fakirliğin" sözlük anlamlarıdır. İslâm hukukundaki ya da terminoloji sindeki tanım ve kapsamı ise anlatıma muhtaçtır ve zenginliğin de belirlenmesi ile sınırlandırılabilir.
"Fâkir"le yakın manalı bir kelime de "miskin"dir. Bunun da kök fiili "se-ke-ne"dir ve hareketi durdu, sustu, sakinleşti ... gibi manaları vardır.[273] Bu kökün bir değişik kullanılışı olan "se-kü-ne"nin ismi faili olan "miskin", fakir, muhtaç ve ehli için yeterli varlığı bulunmayan demek olmakla beraber, onun da kök anlamı ile irtibatı açıktır. Çünkü böyle olan birisi zorunlu olarak hareketsiz, sakin ve suskundur.
Kur'ân'da, zekâtın sarf yerlerini bildiren âyette, zekâtın öncelikle "fakirler ve miskinler"e verileceği söylenince[274] fakirle miskinin ayrı ayrı zümreler olduğu zorunlu sonucuna varılmıştır. Arapça olan bu iki kelime, tıpkı "iman ve İslâm" kelimeleri gibi; bir arada kullanıldıklarında farklı, ayrı kullanıldıklarında da aynı anlama gelen kelimelerdendir.[275] İşte söz konusu âyetle bir arada kullanıldıkları için farklı mütalaa edilmişlerdir. Her ikisinde de, muhtaç bulunma, zengin olmama manaları olmakla beraber, hangisinin durumunun daha kötü olduğunda ittifak yoktur. Bazı âlimlere göre "fakir", daha kötü durumdaki muhtaç olarak görülürken, bazılarına göre de "miskin" daha kötü durumdadır.
Taberî (310/923)'ye göre fakir, iffetinden ötürü istemeyen muhtaç, miskin ise, küçülerek isteyen muhtaçtır.[276] Ama şu hadis gerçek miskinin istemediğini gösterir. "Miskin bir hurma, iki hurma için reddedilen değil... asıl miskin iffetli olandır"[277] ancak bu, miskinin kim olduğunu tanımlayan değil, öncelikle el tutulması gereken kim olduğunu gösteriyor, denebilir. Tıpkı "Asıl kahraman gazap anında nefsine hakim olandır"[278] hadisinde olduğu gibi. Ketâde'den bir nakle göre, fakir, müzmin hasta (ma'lül) muhtaçtır, miskin ise sağlam muhtaçtır.[279]
Hz. Ömer bir yerde miskini, malı olmayan değil, kazanç yeri bulunmayan (işsiz) diye tarif ederken[280] bir başka yerde de miskin için, ehli kitabın muhtelif kitaplarında, muhtaç ve ma'lülleri dediği nakledilir.[281] Hamidullah bu son tariflerin doğruluğunu desteklemek üzere miskin kelimesinin sami dillerinde "diğer bir ülkeye yerleşip kalmış yabancı" anlamında olduğunu ve Hamurâbî'nin hukuk müdevvenatında "miskin" ıstılahının uzun uzadıya izah edildiğini söyler.[282]
Fakirlik bizatihi övülen bir şey değildir. Çünkü fakirlik yokluk demektir. Yokluk ise olumsuzluktur. Fakirlik bizzat övülecek bir şey olmadığı gibi, sebep olacağı başka kötülüklerde vardır.
Fakirliğin neredeyse küfre denk tutulması[283] onun akide için ne büyük bir tehlike olduğunu gösterir. Zinanın çok kötü bir fiil olduğu açıktır. Dolayısıyla zinanın sonucu, ancak ondan caydırmak için söylenmiş olabilir. "Zina fakirlik işar eder."[284]
Fakirlik, özellikle müreffeh zenginlerin varıldığı bir toplumda ahlaki çöküntüye sebep olur. Hz. Peygamber, ihtiyaç ve fakirliğin rüşvet almaya[285] borçluyu yalana ve sözünden caymaya zorladığını[286] bildirir.
Fakirliğin, insanın düşünme mekanizmasına da kötü tesiri vardır. Kaynaklar îmam Şafiî'nin "evinde un bulunmayana danışma" dediğini nakleder.[287] Çünkü fikri dağınıktır.
Fakirliğin, aile ve toplum düzeni içinde tehlike olduğu açıktır. Hz. Osman'dan nakledilen şu söz belkide bunların hepsini birden ifade eder: "Yavrum fakirliğe helal kazançla çare ara. Çünkü her fakir düşene bulaşacak üç musibet vardır: Dininde gevşeme, aklında zayıflama, şahsiyetinde düşüş. Bunların hepsinden daha da büyüğü,
insanların kendini hafife alması."[288] İnsanların düştüğü en kötü nokta ise, dilenciliktir.
İslâm gönüllere; istemekten nefret etmeyi yerleştirmek ister. Hz. Peygamber, sahabeyi kiramdan İslâmın temel prensipleri üzerine biat alırken, onlardan insanlardan bir şey istememek üzerine de biat almıştır ve sahabeyi kiramda bu biattan sonra mali değer taşımayan şeyleri dahi istemekten çekinmişlerdir. Peygamberimizin azatlısı Sevbân'dan rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber: "Kim bana insanlardan hiç bir şey istememeyi taahhüt eder ki, bende ona cenneti taahhüt edeyim." buyurdu. Sevbân: "Ben ey Allah'ın Resulü" dedi. Hz. Peygamber: "İnsanlardan hiç bir şey isteme" buyurdu. O (Sevbân) insanlardan hiç bir şey istemezdi.[289]
Hz. Peygamber ashabına İslâmın şu iki prensibini öğretmiştir:
1. Çalışmak kazanmanın esasıdır. Müslümanlara düşen yeryüzünün çeşitli yörelerine dağılarak Allah'ın fazl ve kereminden lütfettiklerini aramaktır. "Sizden biriniz sırtına bir ip alarak bir yük odun getirip onu satması ve onunla Allah'ın onun yüzünü örtmesi (ihtiyaçlarını giderip yüz suyu dökmekten kurtulması) insanlardan istemesinden daha hayırlıdır. Onlarda ya verir ya vermezler."[290]
Bütün bunlarla beraber insanlar bütün gayretlerini ortaya koyduktan sonra eğer çalışıpta kazançları kendilerine veya yapacakları işe kafi gelmiyorsa o zaman onlara iş imkanı sağlamak gerekir. Bu, İslâm devletinin önde gelen vazifelerindendir. Başta zekât olmak üzere hayır kaynaklarını işsizlere harcamak suretiyle tükenmesini önlemiş, işsizliği de hazır paranın verdiği rehavet ve tembellikten kurtarmış olmaktadır.[291] Bu hususta Hz. Peygamber (s.a.v)'in şu davranışı bize güzel bir Örnektir: Enes b. Mâlik rivayet ediyor: "Ensardan birisi Hz. Peygamber (s.a.v.)'e gelerek ondan (bir şey) istedi. Hz. Peygamber (s.a.v): "Evinde bir şey yok mu?" diye sordu. O da: Evet bir çuval var; bir parçasını örtüyor bir parçasını da yaygı olarak kullanıyoruz. Bir de kap var ki onunla da su içiyoruz." dedi. Hz. Peygamber (s.a.v) "Onları bana getir" dedi. Ve o da getirdi. Peygamberimiz bu iki eşyayı alarak: "Kim bunları satın alır?" diye sordu. Bir adam: "Ben onları bir dirheme satın alırım" dedi. Hz. Peygamber (s.a.v.): "Kim bir dirhemin üzerine ilave eder?" diye iki veya üç defa sordu. Bir adam da: "Ben, iki dirheme alırım." cevabını verdi. Hz. Peygamber (s.a.v) iki dirhemi alarak eşyaları o adama verdi. İki dirhemi de Ensardan olan mal sahibine vererek: "Bunun bir dirhemi ile yiyecek al ve ailene ver. Diğeri ile de bir balta alarak bana getir." dedi. Hz. Peygamber (s.a.v) eliyle baltanın sapını tutarak dedi ki: "Git, odun topla ve sat. Seni onbeş gün görmeyeyim." Adam odun toplayıp satmaya gitti. Sonra döndü. Onbeş dirhem kazanmıştı. Bir kısmıyla elbise, bir kısmıyla yiyecek satın almıştı. Hz. Peygamber (s.a.v): "Bu dilenciliğin, yüzünde kıyamet günü bir çizik (leke) meydana getirmesinden daha hayırlıdır. İstemek ancak üç kimseye doğru olur. Çok çok fakir olana, ezici bir borç altında olana ve diyet borcu olan kimseye." buyurdu.[292]
Hz. Peygamber (s.a.v)'in bu tatbikatı, güçlü kuvvetli kimselerin dilenmesini ortadan kaldırmak ve onlara iş imkanı tanımak noktasından önemli bir taktiktir. Çünkü bu durumdaki kimse dilencilikten kurtulduğu gibi toplumada faydalı olacaktır.
2. İstemek hususunda aslolan onun haram oluşudur. Bir müslümana çok mecbur kalmadıkça istemesi helal olmaz. Müslümanlara istemenin yüz kızartıcı, haysiyet kırıcı bir şey olduğunu öğreten çeşitli hadisi şerifler vardır: "Biriniz istemeye devam ettikçe (o hale gelir ki) Allah'la karşılaşınca yüzünde bir et parçası bile kalmaz."[293] "Kim yanında onu müstağni kılacak kadar bir şey varken isterse, o ancak ateşi veya cehennemin kor ateşini çoğaltmış olur. Dediler ki nedir onu müstağni kılacak şey? Ey Allah'ın Resulü! Hz. Peygamber: "Sabah akşam yediği şey buyurdu."[294] "Kim kendisini müstağni kılacak kadar malı olduğu halde isterse, kıyamet günü yüzü tırmalanmış, soyulmuş ve yırtılmış olarak gelir. Dediler ki: "Müstağni olma nedir?" Dedi ki: "Elli dirhem gümüş veya o kıymetteki altındır."[295]
İslâm, bir taraftan istemeyi kınar. Müslümanları istemekten alı koymak isterken diğer taraftan da getirdiği pratik tedbirlerle müslümanları başkalarından istemeye mecbur eden durumdan kurtarmak istemiştir. İslâm bu gaye ile başlıca şu iki tedbiri getirmiştir.
1. Çalışmaya gücü yeten herkese iş imkanı sağlamak. Bu İslâm devletinin vazifeleri arasındadır. İslâm devleti iş bulamayanlara iş bularak, infâk kaynaklarının devamlı işsizlere harcamak suretiyle tükenmesini önlemiş, işsizlere hazır paranın verdiği rehavet ve tembellikten kurtarmış olacaktır.
2. Kazanmaktan aciz kimselere uygun bir maişeti temin ve garanti etmek. Bu kazanmaktan acz iki sebeple olur.
a. İhtiyarlık, hastalık ve sakatlık gibi bir sebeple bir kimsenin geçimini temin edememesi. Bu kimselere zekâttan pay ayrılır. Kendi imkanlarıyla yapabilecekleri işler varsa, istemenin zilletinden kurtarmak için bu işleri yapmaları teşvik edilir. Bunun için bir öğrenim gerekiyorsa zekât malından bu öğrenimin masrafları karşılanabilir.
b. İkinci sebep, iş yapmaya gücü yetenlerin çalışmak istemesi ve devletin de iş bulma gayretlerine rağmen iş bulamamaları. Bunlar da iş yapma kudreti olmayan birinci grup hükmündedirler.[296]
Dilencilik hem ferd hem toplum açısından hoş karşılanan bir davranış değildir. Çünkü neticede kendisiyle beraber bir çok sıkıntı ve ruhi bunalımlar getirecektir.
Şu noktayı da açıklığa kavuşturmak gerekir ki, bir toplumda yaşlı, kimsesiz sakat veya iş yaparak para kazanacak ve geçimini sağlayacak kuvvet ve kudrete sahip olmayan kimseler eğer gözetilmez ve ihtiyaçları giderilmezse elbetteki dilenciliğe başvuracaklardır. Hatta bunun da ötesinde daha kötü ve çirkin yollara teşebbüs edeceklerdir. İşte bu nokta göz önünde bulundurulmuş olacak ki, bu gibilerin dilenmesine müsaade edilmiştir. Hatta âyette geçen "dilenmeyi reddetme"[297] ifadesiyle Peygamberimiz (s.a.v)'in "Dilenci at üstünde de gelse ona sadaka verin."[298] hadisi bu mana içindir kanaatindeyiz. Söz konusu âyette velev ki fakir de olsan kapıya gelen dilenciyi reddetmemesi, ondan yüzünü çevirmemesi veyahut vermiyorsa rıfk ve mülayemette reddetmesi istenmektedir.[299] Hatta İbrahim Nehâhi'ye göre kapıya ilim talebiyle gelen kişiyi de reddetmemek ve ona ilmiyle ikramda bulunmak gerekir.[300]
İslâm inancına göre; Allah her şeyin yaratıcısı ve sahibidir. Her şeyi yaratan Allah, insanı dünya hayatında imtihana tabi tuttuğuna göre, kendisine ait mallardan bir kısmını belli şartlarla kullarına, yani müslüman ve gayri müslim ayırımı yapmaksızın insanlara sahip olduğu maldan dolayı gerek fert olarak, gerekse içinde taşıdığı toplumun bir üyesi olarak hem kendisi, hem de toplum mesul tutulmuştur. Bu mesuliyet; hesap verme şeklinde olacaktır. Bu da kıyamette vuku bulacaktır. Burada; İslâmiyetin istediği şey sağlam ve dengeli bir esas üzerinde insan şahsiyetinin gelişmesini sağlamaktır.
İslâmın önemli hedeflerinden birisi toplumdaki bütün fertler arasında kardeşlik duygusunun hakim olmasıdır. Toplumda bu duygu hakim olduğu zaman küçük menfaatler büyük düşmanlıklar doğurmayacak toplumda emniyet ve huzur olacaktır. Bu kardeşlik duygusunun hakim olabilmesi ise, fertlerin Allah'a ve ahiret gününe inanmaları için yaratıldıklarının şuuruna varabilmeleriyle mümkündür. Böyle bir imana ve şuura varıldığında cemiyette nasıl bir kardeşliğin, nasıl bir ahengin olduğunu biz Medine'deki ilk İslâm toplumundan biliyoruz. Bu ilk İslâm toplumu iki ana gruptan, ensar ve muhacirlerden meydana geliyordu. Bir başka ifadeyle Arab'ın ardından ezeli bir rekabet olan iki kolundan, Kahtânilerle Adnanîlerden meydana geliyordu. Ensar da birbirleriyle sürekli harbeden iki kabileden, Evs ve Hazrec'den meydana geliyordu. Bunların yanında ilk İslâm toplumunda Bilâl-i Habeşî gibi bir Habeşli, Selmân-i Farisî gibi bir iranlı, Suheyl-i Rûmî gibi Anadolu'dan gelmiş bir kimse hülasa yabancılar da vardı.
Bütün bunlara rağmen biz bu ilk İslâm toplumunu İslama kuvvetli bağhlıklanyla birbirlerine kenetlenmiş, kendisi açken yiyeceğini, susuzken içeceğini, din kardeşlerine veren, kaldığı evi onunla paylaşan ve böylece huzurlu bir İslâm toplumunun ilk ve en güzel bir örneğini veren bir toplum olarak görüyoruz. Kur'ân-ı Kerîm'de bu insanlar şöyle anlatılır: "(O mallar) muhacirlerin fakirlerine mahsustur. Onlar yurtlarından sürülmüşler, mallarından uzak düşmüşler ancak Allah'ın rızasını aramışlar. Allah'ın (dinine) ve Peygamberine yardım etmişlerdi. İşte sadık olanlar bunlardır. Bunlardan evvel (Medine'yi) yurt ve iman evi edinen kimseler kendi taraflarına hicret edenleri severler. Onlara verilen şeylerden dolayı kalplerinde ona karşı ihtiyaç duymazlar. Kendileri ihtiyaç içerisinde olsalar dahi onları öz canlarına üstün tutarlar. Herkes kendini öz nefsinin cimriliğinden kurtarırsa işte murada erenler bunlardır."[301]
İşte İslâmın tatbiki olarak gözler önüne serdiği ideal İslâm topluluğu budur.
Ne var ki İslâm realist bir dindir. O üstün ahlak ve fazilet sahibi, her türlü kötülüklerden kendini koruyabilen melek tabiatlı insanlar için gönderilmiş değildir. O, toplumu meydana getiren fertleri olduğu gibi kabul eder. Onların birer melek olmadığını, nefsani arzu ve isteklerinin onlara yön verdiğini, dünya hayatının parlaklığının onların gözlerini kamaştırdığını, çeşitli arzuların, ihtirasların onları birbirlerine hasım hale getirdiğini kabul eder. Bu realite, ilk insan toplumunun nüvesi olan Hz. Âdem'in evlatları için de geçerlidir. Allah Teâlâ Hz. Âdem'in iki oğlu arasında geçen kanlı mücadeleyi Kur'ân-ı Kerîm'de naklederek imanın nurundan mahrum, benzeri ihtiyaçların zebunu olan kimselerin ne hallere düştüğünü göstermek istemiştir.
"Onlara Âdem'in iki oğlunun kıssasınıda dosdoğru anlat. Hani onların ikiside birer kurban sunmuşlardı da birininki kabul olunmuş, ötekininki kabul olunmamıştı. Öteki berikine "Seni öldüreceğim" demiş, o da Allah ancak doğruların, sakınanların kurbanını kabul eder, elini beni öldürmek için uzatırsan ben seni öldürmek için elimi uzatacak değilim. Ben bütün âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım, dilerim ki sen benim günahımı da kendi günahını da yüklenip cehennem ateşine atılacaklardan olasın. Zaten zalimlerin de cezası budur! (cevabını vermişti.)
(Kabil dinlemeyerek) nefsine uydu ve nefsi ona kardeşini Öldürmeyi kolaylaştırdı. O da kardeşini öldürdü de hüsrana uğrayanlardan oldu. Sonra Allah yeri eşeleyen bir karga gönderdi ki, ona kardeşinin ölü cesedini nasıl örteceğini göstersin. O da "Ne yazık bana, bu karga gibi bile olmaktan aciz kaldım da kardeşimin cesedini örtemedim." dedi ve pişman oldu."[302]
Demekki insan neslinin ilk devirlerinde bile, Allah'ın hidayetinden mahrum, ilâhî bir programa uymayı kabul etmeyen kimseler kendi öz kardeşlerini öldürerek ihtiraslara zebun olmanın ilk örneklerini vermişlerdir.
İslâm insanoğlunun geçmişinde varolan ve geleceğinde de devam eden bu düşmanlık ve husumet problemini nasıl çözmüştür?
Kişilerin aralarını ıslah etme yolunda önemli bir engel vardır: Mal. Umumiyetle, aralarında anlaşmazlık ve düşmanlık olan kimselerden birisinin diğerine ödeyemediği veya ödemek lüzumunu hissetmediği bir borcu vardır. Karşı tarafta bu gecikmeye veya ödememeye razı olmamaktadır. Bu durumda zora ve kuvvete baş vurmak bir çözüm değildir. Peki çözüm nedir?
Biz biliyoruz ki zekât gelirlerinden borçlular için bir şey ayrılmıştır. İşte fertleri, aileleri birbirine düşüren ödenmeyen borçlar için bu zekât fonundan kolaylıkla faydalanılabilir.
Aralarındaki borç yüzünden anlaşmazlığa düşen iki kişinin arasını bulmak için borçlunun borcunu yüklenen sonra Peygamberimize gelip bu hususta yardım isteyen Kabisa b. el-Muharik el-Hilâlî'ye, Hz. Peygamber (s.a.v): "Bekleki bize zekât gelsin de onun sana verilmesini emredelim." buyurmuştur.[303]
İslâm fakihleri bu sahada İslâmî hoşgörünün güzel bir misali olarak: "Ara bulmak için borç yüklenen kimseye zekât verilir. İsterse aralarını bulmak için borç altına girdiği kimseler Yahudi veya Hıristiyan olsun." demişlerdir.
Burada halledilmesi gereken fıkhı bir mesele kalmaktadır. Ara bulmak için önce üçüncü bir kimsenin borçlunun borcunu ödemesi ve böylece gerçek borçlu olması, sonra da kendisine zekât verilmesi şart mıdır? Fıkhı metinlerden bu anlaşıhyorsa da âyeti kerimenin ruhu ve İslâmın borçlulara pay ayırarak ulaşmak istediği hedef gözönüne alındığında böyle bir yola başvurulmaksızın arabulucu heyetin zekât fonundan borcu doğrudan ödemesinin de mümkün olduğunu kabul etmek mümkündür.[304]
İnfâk müessesesinin çözümlediği sosyal çatışma probleminin en canlı misali; Mekkeli muhacirlerle ev sahibi olup hali vakti yerinde olan, Medineli ailelerden herbirinin kardeş olmalarıdır. Böylece birlikte yaşayan iki kardeş birlikte çalışacaklar kazançlarını bölüşeceklerdi. Bu manevi kardeşlik tarafların, birbirlerine varis olmalarına kadar varıyordu. Gayet dostane bir anlayış içinde gerçekleştirilen bu olay ile, Medine'de yerleşen bu ilk İslâm toplumunun en azından çok lüzumlu olan iskan ve iaşe gibi sosyal ihtiyaçları temin edilmiş olup yepyeni bir toplum olarak bu yeni hayatlarına başlamış oluyorlardı. Bu kardeşleştirme olayı, kısa zamanda müslümanların bu yeni hayata ve Medine'ye intibaklarım sağladı. Askeri seferler sırasında da Hz. Peygamber, iki manevi kardeşten birisini orduya alıyor, diğeri ise evde kalarak iki ailenin ihtiyacını karşılıyordu.[305] Herhalde dünya tarihinde benzeri görülmeyen bu olay, sosyal adaletin ve sosyal dayanışmanın sağlanması yolunda atılmış çok önemli bir adım olsa gerektir.
Hz. Peygamberin Medine'de gerçekleştirdiği bir diğer önemli tarihi olay, şüphesiz ki burada yazılan ilk anayasadır. Bu anayasa ile Medine'de bir site devletin teşkilatlanmasının da temeli atılmış oluyordu. Zira Hz. Peygamber, kendisi ile müminler arasında karşılıklı hak ve vazifelerin tarifini gerekli görüyordu. Bunun yanında, müminler arasında ve müslüman olmayan Arap ve Yahudiler arasında anlaşmayı temin edecek, sosyal hayatı teşkilatlandıracak kurallara ihtiyaç duyuyordu. Bunun içinde; adlî, malî, askerî, dinî ve eğitimle ilgili çeşitli kurumları oluşturacak hükümleri tesbit etmek gerekiyordu. Nitekim, hicretin birinci yılında; bir bölümü müslü-, manları, diğer bölümü de müslüman olmayan Arap ve Yahudileri içine alan yukarıda sözünü ettiğimiz ilk anayasa yazılı bir metin olarak tesbit edilerek bu şehrin insanlarının Hz. Peygamberin idaresinde birleşmelerine yol açmıştır.[306]
Bu metinde yer alan hükümler, sosyal çatışma probleminin çözümünde ölümsüz temel esaslar olduğu için, metnin maddelerini aşağıya almayı uygun buldum:
1. Bir ümmet olarak birleşenler birbirine karşı sosyal yardımlaşma ile sorumludurlar.
2. Bunlar, her türlü bozgunculuğu önlemek zorundadırlar.
3. Cinayet işlemek yasaktır. Böyle bir olay karşısında "diyet" ödenmesi usulü yürürlüktedir.
4. Yahudiler, tam anlamı ile dinî hürriyete sahiptirler. Dinlerine hiç bir şekilde müdahale olunamaz.
5. Müslümanlarla Yahudiler müttefiktirler, dostane münasebetlere devam olunacaktır.
6. Taraflardan biri üçüncü bir tarafla savaşa tutuşursa, birbirleri ile yardımlaşacaktır.
7. Taraflardan hiç biri müşrikleri himayelerine alamayacaktır.
8. Medine içinde savaşmak yasaktır. Medine'ye herhangi bir tecavüz olursa, iki taraf, şehri müştereken müdafaa edeceklerdir.
9. Taraflardan biri düşmana sulh akdederse iki taraf da kabullenecektir.
10. İster Medine içinde, ister Medine dışında olsun, herkes güven içinde yaşar.[307]
Hz. Peygamber Medine'ye yerleştikten sonra, teşkilatlandırdığı bir yeni devletin bir çok sıkıntıları oldu ise de, kısa zamanda toparlanan müslümanlar alınan tedbirler sayesinde yek vücud olan güçlü
ve ahenkli bir toplum oldular. Çeşitli antlaşmalar yaptılar. Küçüklü büyüklü bir çok savaşa girdiler, çıktılar. Bölgede hakimiyetlerini kabul ettirdiler. Ancak Mekke ile anlaşmazlık gittikçe arttı. Bedir savaşının ardından Uhud ve Hendek gibi önemli savaşlar yapıldı. Sonuçta müslümanlar güçlendi. Mekkeliler zayıfladı. Hicretin beşinci senesinde ortaya çıkan kıtlık üzerine, Mekkeliler büyük bir açlık tehlikesi ile karşı karşıya kaldılar. Hatta en büyük düşman olarak gördükleri Hz. Muhammed'den yardım istemek zorunda kaldılar, Nitekim, Peygamber aleyhisselam, Mekkeliler'in isteklerini kabul ettiği gibi, fakirlerine dağıtılmak üzere beşyüz (500) dinarlık para yardımında bulundu. Herhalde bu olay Medine ile Mekke arasındaki buzların erimesine sebep olduğu gibi daha sonra yapılacak Hudeybiye antlaşmasının da ilk adımı olmuştur denebilir.[308]
Hz. Muhammed'in savaştan önce barışı hedef aldığını görüyoruz. Gerek şahsi hayatında, gerekse siyasî hayatında insana yakışan davranışın barışla gerçekleştirilebileceğini gösteren Hz. Peygamber, Mekke'nin fethine kadar yaptığı savaşlarda, daima barışmayı teklif etmiştir. Mekke'nin, büyük bir askerî dehanın gerçekleştirdiği bir taktikle fethedildiği göz önüne alınınca, İslâm peygamberinin insanların önce gönüllerini fethedecek yolların bilinmesi için uyguladığı usullerin ne kadar yerinde davranışlar olduğu anlaşılır. Yıllardır Hz. Muhammed'e ve müslümanlara kanlı bıçaklı düşman olan insanların, toplumların, bazen gönlü fethediliyordu, bazen de dünya malı ile gözleri doyuruluyordu. Bütün bu taktikler, insan psikolojisinin değişik yönlerine hitap ederek, onları onure etmekle kalmıyor, aynı zamanda onları cemiyetin dışına atma yerine topluca kazandırmanın yollarını bize gösteriyordu. Böylece, toplum bütünleşiyor. Müslümanlar birbirleriyle kaynaşıyorlardı. Nitekim, Mekke'nin fethinden iki yıl sonra, hicretin onuncu senesinde Hz. Peygamber'in Ka'be'yi ziyaretinde, yüzbinin üstünde müslüman kendisi ile birlikte hac ibadetini yerine getiriyordu. Bu ziyaret sırasında Cebel-i Rahme'de müslümanlara bir hutbe irad eden Hz. Muhammed, insanların temel hak ve vazifelerini ilan ediyordu.[309]
Bu temel hak ve vazifeler; sosyal çatışma problemlerini kökünden yok ederken; yerine sosyal barış ve sosyal adaleti teessüs ediyordu. Toplumdaki kardeşlik duygusunu geliştiriyor ve hakim kılıyordu. Toplumda bu duygu hakim olduğu zaman küçük menfaatler büyük düşmanlıklar doğurmayacak, toplumda emniyet ve huzur olacaktır. Bu kardeşlik duygusunun hakim olabilmesi ise fertlerin Allah'a ve ahiret gününe inanmaları, niçin yaratıldıklarının şuuruna varmalarıyla mümkündür.[310] Maalesef her iki grupta gerekeni yapmadığı için, gruplar arası dengelerin bozulmasına sebep oluyor.
Halbuki İslâm toplumunda düşmanlık ve anlaşmazlıkları ortadan kaldırmak o toplumun vazifesidir. Bunu gerçekleştirmenin yolu da iyilikler ve hayırdan geçer. Birlik ve beraberliğin temini ve devamı, huzur ve asayişin sağlanması, anarşi ve terörün çaresi, insanlar arası sınıf farklılıklarını maddi yönden asgariye indirmekle mümkündür. Bunu da ancak infâk müessesesi halledebilir.[311]
İslâm dinine göre Allah'a onun Resulü Hz. Muhammed (s.a.v)'e ve ahirete inanmış insanların, mallarından ve canlarından önce, öksüzleri ve yoksulları doyurmaya ve onların hayati ihtiyaçlarını gidermeye mecburdurlar. Çünkü, İslâm dinine göre, bir müslümanın helal yoldan da elde etse, sahip olduğu mal kendisinin değil Allah'ındır ve o mal emanet olarak ona verilmiştir. İslâm dinine göre bir müslümanın ihtiyacının üzerinde bir mala sahip olması ise o müslüman için bir imtihan niteliği taşımakta ve o müslüman Allah'ın kendisine emaneti olan malı ancak Allah'ın emrettiği biçimde sarf etmesiyle bu imtihanı kazanabilmektedir.[312]
Bu sarf yerlerinden birisi; belkide en önemlisi, umumî afetlere maruz kalmış insanların imdadına yetişmektir.
İslâm insanların huzur içerisinde yaşamalarına önem verir. Bunun içinde şu iki hususun temin edilmesi gerekir:
a. Her türlü saldırıdan emin olma.
b. Yetecek kadar geçimini temin etme.
Allah, Kureyş kabilesinin ibadet etmesini isterken onlara nimet olarak bunları verdiğini hatırlatmaktadır: "Şu beytin Rabbine ibadet etsinler ki O, (Allah) onları açlıktan doyurmuş, korkudan emin kılmıştır."[313] Bu yüzden İslâm devleti, kendi idaresinde yaşayan herkesin müslüman olsun, gayri müslim olsun iyi bir hayat standardına sahip olmasına gayret eder.
Her ne kadar İslâm, zekât, infâk ve tasadduk vasıtasıyla [314]fakirin, işsizin, muhtacın yardımına koşuyor onların problemlerini çözüyor, dertlerine derman oluyor ise de, mümkündür ki bir insan bir devirde maddi imkanları iyi ve zengin olduğu halde aniden gelen bir felaket onu fakir düşürebilir. İnsanı zenginken fakir, itibarlı iken itibarsız yapan böyle bir felaketin önünü almak mümkün değildir. Tüccarsa iflas edebilir, malı mülkü yanabilir. Ziraatçi ise bir tabii afet, mahsulünü yok edebilir. Hülasa; bir anda zenginken fakir olabilir. Bunun en büyük en acı örneğini 17 Ağustos 1999 gece saat 03:02'de Marmara bölgesinde 7.4 şiddetindeki bir sarsıntı, depremle yaşadık. Bu büyük acıyı, milletimiz, ruhundaki infâk duygusuyla hafifletmeye çalıştı. Eşi görülmemiş bir yardım kampanyasıyla yaraları sarmaya çalışırken İslâm dininin infâka verdiği önemi ortaya koyuyordu.
Bu gibi ani felaketler, insanları her devirde korkutmuş ve çeşitli çareler aramaya sevketmiştir. Batı dünyasının son devirde bulup geliştirdiği sigorta teşkilatı, bu felaketlere çare bulmak içindir.[315]
Batı dünyasının bulduğu bu çareden asırlarca önce İslâm, hem devlet, hem de tek tek fertler eliyle daha umumi ve daha kapsamlı bir sigorta sistemi kurmuş ve felaketlere düşenlerin yardımına koşmuştur.
İslâm âlemine bu perspektiften baktığımız zaman görürüz ki, bu tip felaket ve afetlerden dolayı zor durumda kalan insanlara derhal sahip çıkmak suretiyle kurtarılmaktadır. Diğer milletlere nisbetle sefaletin, dilenciliğin, hırsızlığın ve ahlaksızlığın az olması bu sırra mebnidir. Çünkü insanî bir vazifenin de ötesinde din olarak İslâmiyet bunu şiddetle teşvik etmektedir. Herkes kendisine en yakın olan bu gibi problemleri çözdüğü zaman devlete dahi iş kalmamaktadır. Fakat yine de devlet bu iş için her zaman zekâttan bir fon ayırmıştır. Felakete uğrayan, hakkı olan bu hisseyi çekinmeden isteyebilecektir.[316]
Bu gibi umumî afetlerde yapılacak yardımın ölçüsü kişilerin ihtiyaç durumuna ve öncelik hakkına göre olması en'uygun olanıdır.[317]
İsraf, Kur'ân'da çeşitli manalarda kullanılmıştır. Genellikle israf, herhangi bir konuda aşırı gitmek manasına geliyor, fakat bu da bize onun tam tarifini vermemektedir.
Kur'ân'da israf yasaklandığından âlimler onun ne olduğunu açıklamaya çalışmışlardır. Taberî (224-320H) israfı anlatırken "Bir şeyde aşırı gitmektir." şeklinde bir tarife yer veriyor.[318]
Fahreddin Râzî (544-606H/1150-1210M) A'râf sûresinin 31. âyetini tefsir ederken israf hakkında iki görüş olduğunu söylüyor ve "Bunlardan biri; harama kaçmak suretiyle yemek, içmek, harcamada çirkin karşılanacak derecede ileri gitmek, ikincisi ise; hayvanlara bahira, şaibe diye bir takım isimler takıp onları haram görmektir."[319] diyor.
İbn-i Hazm (456H)'a görü; "İsraf, az da olsa malı boş yere ziyan etmektir."[320]
Gazzâlî: "İsraf, mal ziyan etmek; malı adet olan bir faydasını almadan telef edip gitmektir. Elbiseyi yakıp yırtmak, binayı boş yere yıkmak ve malı denize atmak gibi."[321]
Bir müslümanın, İslâmî kurallara uygun olarak yaptığı çalışma sonunda elde ettiği kazanç hiç kuşkusuz helaldir. Ancak bir müslümanın, kazancı helal olmasına rağmen bu kazancını israf etmeden yalnızca kendisinin ve ailesinin zorunlu ihtiyaçları için harcaması ve kalan kısmından Allah'ın hakkını, Allah'ın emrettiği biçimde yerine getirmesi dini görevini tamamlayabilmesi için kaçınılmaz bir zorunluktur.
Bilindiği üzere, gerçek bir müslüman her şeyden önce "kamil" bir insan olmalıdır. Kamil bir insan ise, hiç bir konuda hatta ibadetlerde bile aşırılığa kaçmayan, kazancında harcamasında kanaatkar olan, orta yolu tercih ederek lüks ve refahtan kaçman, müsrif ve cimri olmadan maundaki Allah'ın hakkını yoksullara Verendir.[322]
İsraf savurganlıktır. Bu da işin başka bir yönüdür. Bu yönüyle israf insanın şımararak lüks içinde aşırı olarak yapmış olduğu harcamalardır ki, islâm çok şiddetli bir şekilde bunun karşısındadır ve böylesi bir harcamadan kesinlikle hoşlanmaz. Aynı zamanda İslâm, malın sırf varlıklı kimseler arasında dolaşan bir değer (servet) olmasını da hoş karşılamaz. Dolayısıyla lüks içerisinde ve olmayacak şeylere harcama yapılması yolunda servet birikiminin karşısındadır. İslâm hem varlık sahibi için ve hem de böylece bir varlık içinde yaşayan toplum için bunu kötülüğün kaynağı olarak kabul eder. Bu itibarla israfı hoş karşılanmayan ve münker bir davranış kabul ettiğinden, toplumun bu manadaki bir savurganlığı değiştirmesini kendisine zorunlu kılar. Aksi takdirde toplum israf yüzünden kendisini tehlikenin içine atmış olur.
Bu konuda Kur'ân'da bir çok âyet yer almaktadır. Hz. Peygamber (s.a.v)'in tevatür derecesine varan hadisleri de bu gerçeği vurgulamaktadır ki, hepsi de israfı, savurganlığı lüksü ve lüks içinde şımarıklığın ve İsrafın Allah ve Resulü nezdinde hiç de hoş karşılanmayan şeyler olduğunu bildirmektedir. Ancak İslâm insanların hayatın temiz ve helal olan şeylerinden yararlanmalarını ister ve buna teşvikte bulunur. Bu gibi şeylerin helal olmasına rağmen, bunları kendi nefislerine haram kılarak yasaklamalarını da hoş karşılamaz. İslâm insanları hayatın parlak ve kabul edilir olan şeylerine çağırır. Yoksa onları karanlık olan şeylere ve atılmış değersiz şeylere çağırmaz. Bizzat İslâmın kendisi, lüksü, israfı, savurganlığı ve böylece şımarıp yoldan çıkmayı şiddetle ve kesinlikle reddeder. Bunun karşısında yer alır. Hiç bir zaman hoş görmez.[323]
Nitekim Kur'ân lüks içinde rahat bir yaşam sürenleri, bu manada şımarıp, toplumu yoldan çıkaranları ki bunlar gayretsiz' dirler ve düşük ahlaklıdırlar, Şöyle nitelemektedir:
"Allah'a iman edin, O'nun Resulü ile cihada çıkın diye bir süre indirildiği zaman, onlardan servet sahibi olanlardan izin isteyip bizi bırakıver, oturanlarla birlikte olalım dediler."[324]
İşte İslâm dini bu nedenlerle israfı hoş karşılamamakta ve israf edenlerin cezalandırılacaklarını bildirmektedir. Gerçekten de israf konusu İslâm dininde büyük bir önem taşımaktadır.
A'râf sûresinin 31. âyetinde: "Ey Âdemoğulları! Her mescide güzel elbiselerinizi giyerek gidin. Yiyin, için fakat israf etmeyin. Çünkü Allah müsrifleri sevmez."[325] demek suretiyle ibadet esnasında en güzel ve en temiz elbiselerin giyilmesini ancak israf edilmemesi gerektiğini müsriflerin yani israf edenlerin sevilmeyeceğini çok açık bir biçimde bildirmektedir.
Bu hususu Kur'ân’ı Kerîm'in diğer âyetlerinde de dile getirmektedir:
"Çardaklı ve çardaksız bağları inşa eden Allah'tır. Tadları çeşitli ekin ve hurmaları zeytin ve narı birbirine benzer ve benzemez şekilde yaratan O'dur. Ürün verdiği zaman ürününden yiyin, devşirildiği ve biçildiği gün de hakkım verin. îsraf etmeyin. Çünkü Allah müsrifleri sevmez."[326]
"Saçıp savuranlar şüphesiz şeytanlarla kardeş olmuş olurlar. Şeytan ise Rabbine karşı pek nankördür."[327]
Harcamada, malda, yeme ve içmede sınırı aşmayı yani israfı sevmeyen Allah, şehvetlede aşırılığı yani israfı doğru bulmamış ve bu konuda şehveti itidal ölçüleri içinde tutmayan "Lut" kavmini Örnek göstermiştir.
Kur'ân’ı Kerîm'de "Lut" kavminin şehvet azgınlığını ve bu azgınlık nedeniyle cezalandırılışını anlatmakta:
"Luf'u da gönderdik, milletine "Dünyalarda hiç kimsenin sizden Önce yapmadığı bir hayasızlığını yapıyorsunuz? Siz kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz. Doğrusu çok aşırı giden bir milletsiniz" dedi.[328]
İslâmî inanışa göre, deniz kenarında bile bir müslümanın abdest alırken suyun çokluğunu görerek abdest azalarını üçten fazla yıkaması veya hamamda temizlik yaparken suyu lüzumundan fazla tüketmesi doğru değildir. Zira, bir müslüman israfa alışmamalıdır.
Ayrıca müslümanların sağlıklarını koruyabilecek kadar yemek yemesi farz olduğu halde doyduktan sonra yemek yemeğe devam etmeleri ve sofraya ihtiyaçtan fazla gıda ve yemek çeşitleri koymaları israf dolayısıyla mekruhtur.
İsrafı yasaklayan ve aşırı harcamaları hoş karşılamayan İslâm dini, iktisadî düzenin bozulmasına ve hasetliğin doğmasına neden olan ihtiyaçtan daha büyük ve daha lüks ve konforlu binaların yapılmasını, bina yapımında yarışmaya gidilmesini, yüksek binalar yaparak komşunun ışığına ve rüzgarına mani olmamayı emretmektedir.[329]
Bütün bu tarif ve anlatımlardan anlaşılıyorki, haramı helal, helali haram yapmak, az da olsa malı yasaklanmış şeylere harcamak, malı tamamen ziyan etmek, israf sayıldığı gibi malı meşru bir sahada ve fakat aşırı derecede harcamak da israf sayılmaktadır. İmam Birgivî (928-981H)'ye göre israf: malî, dinî yahut dünyevî mubah bir faydayı sağlamadan harcamaktır.[330] Elmalılı Muhammed Yazır (1342/1946)'ın tarifide gene bunlara benzer. Ne zaruret, ne hacet ve ne de hüsn (güzellik) olmayan, faydasız, zararlı, gayri meşru cihetlere yapılan sarfiyat, yemede, içmede ve zinette ileri gitmek, aşırı olmak israftır. Hayır ve menfaat getiren şeylere sarfiyat, tüketim olmayıp üretim olacağından israf olmaz.[331]
Tam bunların yanında demek istediğimiz şudur: İslâmî hayatta sadelik, İslâmın bilhassa özen gösterdiği bir husustur. İslâm insanların ellerinde eşyayı ve malı kale almamalarını ister.
İslâm vasat bir hayat yaşamayı, kendisinin bir sembolü kabul ettiği gibi, aynı zamanda kişinin elindeki varlığa hakim olmasını bunlara köle olmamasını ister. Çünkü müslüman olan bir kalp bundan zevk duyar. İnfâk ederken, paylaşırken, yaraları sararken zevk duyar. Ölçülü, dengeli bir hayatı yaşamayı ideâl edinip huzura erer.[332]
İslâm dini, israfı yasakladığı kadar, israfın zıddı olan "cimriliği"de yasaklamakta ve müslümanların sahip oldukları mallardan Allah'ın gösterdiği biçimde sarf etmelerini emretmektedir.
Allah (c.c), pekçok konuda olduğu gibi, bu konudada şeytanın insanları baştan çıkarmaya çalışacağını ve onları yanlış düşüncelere yönelterek yaptıklarım iyi göstereceğini, oysa cimrilik konusundaki düşüncelerinin doğru olmadığını Kur'ân’ı Kerîm çok açık bir biçimde ikaz etmiştir.
"Şeytan sizi fakirlikle korkutarak cimriliği ve hayasızlığı emreder. Allah ise kendisinden mağfiret ve bol nimet vadeder. Allah'ın lütfü boldur. O her şeyi bilir."[333]
"De ki! Rabbimin rahmet hazinelerine siz sahip olsaydınız tükenir korkusuyla yine de cimrilik ederdiniz. Zaten insanlar pek cimridir."[334] demek suretiyle insanların cimrilik gibi zayıf bir karaktere sahip olduklarını ancak bu karakterin sevilen bir karakter olmadığını açıkça vurgulamıştır.
Nitekim, Allah insanların infâk etmeleri, sarf etmeleri gerektiğini, bunu yapmayarak cimrilik edenlerin kötü ve aleyhlerine olan bir amel işlediklerini bunu yapmaya devam ettikleri takdirde tüm toplumu dahi değiştirebileceğini çok açık bir biçimde dile getirmektedir.
"İşte sizler, Allah yolunda sarf etmeye çağrılan kimselersiniz. Kiminiz cimrilik yapıyor ama, cimrilik yapan bilsin ki, ancak kendine karşı cimrilik etmiş olur.Allah zengindir, siz ise fakirsiniz. Eğer O'ndan yüz çevirirseniz sizi ortadan kaldırır, sizin gibi olmayacak bir milleti yerinize getirir."[335]
Yine Kur'ân’ı Kerîm cimriliği doğru bulmamış ancak cimrilik yapmayacağım derken saçıp-savurmanın yani israf yapmanın da doğru olmadığı bir kez daha vurgulanmıştır.
"Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme, büsbütün de açıp tutumsuz olma, yoksa pişman olur açıkta kalırsın."[336]
Kur'ân’ı Kerîm'in diğer âyetlerinde de cimrilik ısrarla ele alınarak müslümanların bu tür davranışlardan kaçınmaları kesin bir biçimde açıklanmış ve cimrilik yapmayarak mallarını Allah yolunda sarfedenlerin ise sarf ettiklerinin çok daha fazlasının kendilerine verileceği müjdelenmiştir. Aşağıdaki âyette bu hususlar açıkça görülmektedir:
"Allah'ın bol nimetinden verdiklerinde cimrilik edenler, sakın bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar, bilakis bu onların kötülüğünedir. Cimrilik yaptıkları şey, kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır. Allah işlediklerinizden haberdardır."[337]
İslâm dininin cimriliği hoş görmemesi, tıpkı israfta olduğu gibi; cimriliği yapan mal sahiplerinin bu mallarda hakkı olan ihtiyaç sahiplerinin haklarını vermemelerinden, cimrilik yaparak daha fazla mala sahip olanların gururlanma ve böbürlenme imkanını elde etmelerinden dolayısıyla diğer kardeşlerini küçük görmelerinden ileri gelmektedir.
Görüldüğü üzere müslümanlarm israftan kaçınmaları kadar cimrilikten de kaçınmaları ve ikisinin ortasında ortak bir yol tutmaları Allah'ın kesin bir emridir.
"Onlar sarfettikleri zaman ne israf ederler ne de cimrilik, ikisi arasında orta bir yol tutarlar."[338]
Hem cimriliği hem de israfı asla tasvip etmeyen ve her konuda orta yolu öneren İslâm dini, "sosyal" bir din olarak sosyal adalete, sosyal dayanışma ve yardımlaşmaya büyük önem vermekte bundan dolayı da "infâk" kavramıyla "Allah yolunda yapılan harcamaları' en makul ve en faziletli bir ibadet olarak kabul etmektedir.[339]
İnfâk, kişiyi cimrilikten temizler, kurtarır, cimrilik insan ruhunda var olan öyle bir duygudur ki, kişi bu duygusuyla sahip olduklarından yalnız kendisi yararlanmak, başkalarına hiç kaptırmamak ister. Kur'ân’ı Kerîm de "İnsanoğlu pek cimridir."[340] buyrularak bu duyguya işaret edilmiştir. İnsanoğlunun bu duygusuna galip gelmesi, ona kendisini köle etmemesi gerekir. Aksi halde bu duygu, insanların yalnız kendisini düşünmesine, vatan, aile, şeref ve haysiyet gibi sahip olduğu bütün değerleri bu duyguya kurban etmesine yol açar. Peygamberimiz: "Üç helak edici (duygu) vardır ki bunlarda boyun eğilen cimrilik, peşinden gidilen arzu ve kişinin kendisini beğenmesidir."[341] buyurmuştur.
İşte infâk kişiyi bu hastalıktan kurtaran etkili bir ilaçtır. Allah'ın emrine uyarak her sene elindekinin bir kısmını hak sahibi kimselere veren kimse, başkalarına vermeye alışır; maddenin ve menfaatin esiri olmaktan kurtulup onlara hakim duruma gelir. Böylece kişi Allah'tan başka hiç bir kimseye kölelik etmemiş olur. "Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar kurtuluşa erenlerdir."[342]
İslâm cinsi ihtiyaç problemini realist bir görüşle ele almış, insanların ne hadsiz hesapsız bir şekilde nefsânî arzuların peşinden sürüklenmelerine göz yummuş ve ne de cinsî hayattan tamamen çekilerek ruhbanlığa kaymalarına izin vermiştir. Her iki yolda İslâmın kabul ettiği hayat anlayışına uymaz. Hz. Peygamber (s.a.v): "Ben sizin Allah'ı en çok tanıyanınız ve ondan en çok çekinenizim. Buna rağmen ben (geceleri) namaz da kılar, uyurum da, oruç ta tutar, iftar da ederim (nafile olarak oruç tutacağım zaman da olur) ve ben kadınlarla evlenirim. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir."[343] buyurmuştur. Ve yine Peygamber gençlere hitaben: "Ey gençler! Sizden evlenmeye gücü yeten evlensin. Çünkü o (evlilik) gözü (haramdan) daha iyi koruyucu, uzuvları daha iyi muhafaza edicidir."[344] buyurmuştur. Bu yüzden bir kısım İslâm âlimleri evlilik her müslümana gereklidir; gücü yeterken onu terketmesi helal olmaz demektedirler.
İslâm evlenmeyi bu şekilde teşvik ederken bir kısım müslümanların geçim endişesiyle evlenmemelerini hoş görmez ve onları böyle bir endişeden uzak kalmaya çağırır. "İçinizden evli olmayanları, köle ve cariyelenizden nikaha lâyık olanları evlendirin. Onlar fakir iseler Hak Teâlâ kereminden onları zengin kılar. Hak Teâlâ'nın nimeti boldur. Her şeyi de hakkıyla bilir."[345] Aynı şekilde Hz. Peygamber de buyurur ki: "Üç zümre vardır ki onlara yardım Allah'a haktır. İffetli yaşamayı arzu ederek evlenen kimse ..."[346]
İslâm bir taraftan müslümanları geçim endişesine kapılmamaya ve evlenmeye çağırırken, diğer taraftan da İslâm cemiyetini böyle kimselerin yardımına koşmaya davet etmektedir. Bu yardımın en önemli kaynaklarından birisi infâktır, zekâttır. İslâm cemiyeti evlenecek çağda olupta maddi imkansızlıklar yüzünden evlenmeyenlerin hem mehir ve hem de maişetlerine zekât fonundan yardım elini uzatarak cinsi ihtiyaç probleminin İslâmın arzu ettiği en güzel şekilde halledilmesine yardımcı olmakta ve böylece çok yönlü bir gayeyi gerçekleştirmeye yönelmektedir.[347]
Bu bahsi bitirirken şunu da ilave edelim ki infâk, zekât İslâmın bir cüzü, bir parçasıdır. Dolayısıyla ondan tek başına cemiyetin bütün problemlerini halletmesi beklenmemelidir. Onu İslâmın diğer müesseseleriyle birlikte kabul ve İslâmı bir bütün olarak ele almak gerekir.
Günümüzde evlilik masrafları bir servet istiyor. Hamiyetperver insanların himmet ve yardımlarını birazda bu yöne kanalize etseler infâk kelimesi daha bir anlam kazanmış olur.[348]
İslâm medeniyetinin Kur'ân'a ve hadise dayandığı şüphesiz bilinmektedir. Zira, insanî yaşayış bakımından en mükemmel örnek Hz. Peygamber'dir. Kur'ân’ı Kerîm'in açıklanışı, ondaki kaide ve prensiplerin nasıl yaşanacağının dünyadaki göstericisi olması bakımından Hz. Muhammed'in hadis ve sireti; yani günlük yaşayışı ile davranışı oldukça ehemmiyet arzetmektedir.
Müslüman olan milletlerin hemen hepsinde İslâm medeniyeti köklü değişiklikler husule getirmiştir. Hususiyle İslâm imanı çeşitli milletlerin medeni hayatında büyük inkılâp yapmış, sosyal hayatı değiştirmiştir; çok sayıda insanları cami ve medrese çevrelerinde, şehirlerde toplamış; onların medreseleri ve kütüphaneleri ile meşhur; kültür ve medeniyet merkezleri kurmalarına vesile olmuştur.
Hatta uzun ömürlü, yüzyıllar boyu kalan ve nesillerden nesillere geçen müesseselerin kurulması, yaşatılması ve yükselmesi de böylece mümkün olabilmiştir.
Özellikle Müslüman-Türk toplumlarında insanca yaşamanın ortamı hazırlanarak, sağlıklı bir toplumun oluşması için gerekli düzenlemeler yapılmıştır. Böylece insanın; kadın-erkek, müslim-gayri müslim ayrımı yapılmaksızın mutlu olmasına mani olan engellerin, önce devlet eliyle, sonra da devlete destek olarak fertlerin yardımlarıyla ortadan kaldırılmasına çalışılmış ve sosyal adalete dayalı olarak sosyal dayanışmayı kuran gelişmiş bir toplumun doğmasına imkan hazırlamıştır. Bu imkanı hazırlayan müesseselerin en kalıcı olanları şüphesiz dinî emir ve kuralların uygulanması sonucu tesis olunmuştur.[349]
Bu müesseselerin başında aile müessesesi gelir. Aile müessesesi; bilindiği gibi, her toplumun en küçük şubesini teşkil eder. Bunun ilk yapısı evlilik ile kurulur. Kur'ân evliliği teşvik etmiştir.[350]
İslâm ilk andan itibaren ırk, renk, memleket ve dil farklılıklarını, müminleri kardeş sayarak kaldırıp, bunlar arasında dostluk kurarak, barış halinde bulunmaları[351] düsturunu geliştirmiş olmakla insana verdiği değeri ortaya koyar. İslâm, ferdi hak ve hürriyetleri güven altına alan, bir birlik ve hareket dinidir ve aynı zamanda kollektif refahı sağlar.[352] Bunu sağlarken iktisadi bakımdan da ahlakî yönden de kendisine insanı esas olarak alan İslâm dini şahsiyete değer verir ve onu aynı zamanda toplumla birleştirir ki biz buna sosyal dayanışma diyoruz. İnfâkın toplum hayatına girişini ve sürdürmesini en güzel bu deyim ifade ediyor. Onun için bu deyimi biraz irdelemek
istiyoruz.
Sosyal dayanışma, millet bünyesini teşkil eden fertlerin her birinin cemiyete karşı sorumlu ve kendisine hayır elini uzatarak onu, bulunduğu mevkiye yükseltenlere karşı mesul olması demekti. Aynı zamanda toplumu meydana getiren top yekûn insan gücünün, fertlerin sulh ve sükun içinde huzurlu yaşamasını temin etmesini anarşi ve huzursuzlukları toplum bünyesindeki her türlü muzır ve çirkin şeyleri söküp atarak onun sağlam temeller üzerine oturmasını da ifade eder.[353]
Bizatihi bütün mana ve şümulü ile sosyal dayanışma, toplumdaki her ferdin kendi üzerinde topluma karşı yerine getirilmesi gerekli olan bir takım vazife ve mesuliyetlerin bulunduğunu hissetmesi demektir. Eğer bunda ihmalkarlık gösterirse toplumda binaların çöküşü gibi kendilerinin ve başkalarının üzerine çökebilir. Toplumun fert üzerinde olduğu gibi ferdin de toplum üzerinde hakları vardır. İdeal bir toplumda her hak sahibinin hakkı, tam olarak azaltılmadan ve geciktirilmeden verilir. Zayıfların zaruretlerini giderme ve muhtaçların ihtiyaçlarını temin etme hedeftir. Eğer bunlar olmazsa toplum bünyesini bir binanın tuğlaları gibi ören fertler birbirine düşerler. İşte bundan sonra çöküş ve yıkılış kaçınılması imkansız bir akıbet olarak karşımıza dikilir ki bu durumda kurtuluş hemen hemen mümkün değildir.[354]
Sosyal dayanışma, çalışmakla ihtiyaçlarını tamamen karşılayamayan muhtaçların ve düşkünlerin de ihtiyaçlarının giderilmesini gerektirir. Çalışabilecekleri iş yerleri kurar, ferdin güç ve kabiliyetlerini meydana çıkarıp geliştirir. Aynı zamanda istikbalini hazırlayacak imkanlardan mahrum, öksüz ve yetimlere, cemiyet bünyesinde sağlam bir unsur olmaları için gerekli taahhüdlerde bulunur. Çalışamaz duruma gelen kimselerin yardımına koşmak da sosyal dayanışmanın icaplarındandır.[355]
Yine sosyal dayanışma, çalışan bir cemiyet kafilesinde bulunan her güç ve kuvvet sahibinin cemiyetin işleyen çarkına rahatlıkla ayak uydurabilmesi için boş durmayıp çalışmasını zaruri kılar.[356]
Müslüman toplumun sağlam olabilmesi için kendisini meydana getiren unsurların en küçüğünden en büyüğüne kadar aralarında birbirleriyle ahenkli bir dayanışma içerisinde olmasını gerekli görür. Söz gelimi kendi komşusunun halini bilmeyen ve onunla ilgilenmeyen bir müslümanın uzak çevre müslümanlarıyla ilgilenmesi çok defa lafta kalır. Bu yüzden İslâmın öngördüğü sosyal dayanışma hayalci değil, pratiktir. Hücreler sağlam olmadan bütün vücudun sağlam ve sağlıklı olması mümkün değildir.[357]
Kur'ân'da dayanışma ve yardımlaşmanın meşru şeyler çerçevesinde olması istenmiştir. "İyilik ve takva üzerinde yardımlasın, günah ve zulüm üzerinde yardımlaşmayın."[358]Dayanışmaya "en yakından başlama" ilkesi esastır. Bu şekilde sosyal birlik ve bütünlüğün fertlerin kendilerinden, en yakın çevrelerinden, ailesinden, komşularından ve akrabalarından başlayarak sağlanması amaçlanır. Hz. Peygamber (s.a.v)'e bile görevini yapmaya en yakınlarından başlaması emredilmiştir.[359] Yine yakınları gözetme ve onların ihtiyaçlarını karşılama da tavsiye edilmiştir.[360]
Burada diğergamlığın, yardımlaşmanın bir İslâmî esas olduğunu, müslümanların diğer müslümanların kendilerine tercih etmelerinin tavsiye edildiğini belirtmeliyiz. Bu da İslâmın insan tipinin kendi çıkarı peşinde koşan, bencil insan' tipi ile farklı yönlerinden bir tanesidir. Müslüman kardeşi kendine tercih etme, müslüman-lıkta ileri gitmedir. (Müslümanlar) kendileri fakirlik ve ihtiyaç içinde olsalar bile onları (diğer müslümanları) kendi öz canlarına tercih ederler.[361]
Sosyal dayanışma ekonomik hayatın da ayrılmaz bir parçasıdır. Sosyal dayanışma ancak infâkla gerçekleşebilir. Bu nedenle konuya biraz da ekonomik yönden bakmak gerekir.
Sosyal dayanışma rekabet ve dayanışma gibi birbirlerine zıt iki vakıa, canlılar âleminde süregelen hayatın iki önemli unsurudur. İslâm insanlara hayırlı işlerde rekabeti, yarışmayı öğütler. İktisadi anlamda rekabetin bir süre sonra rekabeti öldürdüğü ve şu veya bu şekilde anlaşmalarla sonuçlandığı bilinmektedir. Bu yüzden daha işin başında yardımlaşma ve dayanışmanın bir esas olarak kabul edilmesi tekelcilik gibi arzu edilmeyen şeylerin doğmasına yol açacak ortamın belirmesini büyük ölçüde önler.[362]
Kişi öncelikle kendi kabiliyetlerini geliştirmeli, kendini eğitmeli ve düzeltmelidir. "Ey iman edenler, siz kendinizi düzeltmeye bakın, siz doğru yolu bulunca sapanlar size zarar veremez. Hepinizin dönüp varacağı Allah'tır."[363]
Sosyal dayanışmaya en yakın çevreden başlamalıdır. Bunun ilk şartıda yakın haberleşmenin sağlanmasıdır. Oysa günümüzde kitle haberleşme araçları bize dünyanın hatta evrenin uzak bölgelerinden kısa zamanda haberler veriyorlar. Fakat biz en yakınlarımızın hallerini bu kadar sağlıklı bilemiyoruz. Bu, günümüzde sosyal dayanışmayı olumsuz yönde etkileyen en önemli faktörlerdendir.
Kur'ân’ı Kerîm'in yetmişüç âyetinde geçen "Allah yolunda infâk" tabiri müslümanların faydasına olan her türlü harcamayı ifade etmektedir. Yine Kur'ân'ın bildirdiğine göre infâk (harcama), yakınlardan sonra yetimlere, miskinlere, yolculara, yardım isteyenlere ve hürriyetini kaybetmiş olanlara yapılmalıdır.[364] Yakınların önde gelenleri ise anne ve babadır.[365]
Hz. Peygamber malının büyük kısmını başkalarına bırakmak isteyen bir hastaya şunları buyurarak mani olmuştu: "Varislerini zengin bırakman başkalarına avuç açar duruma bırakmadan daha hayırlıdır. Ailene harcadığın zaman onu hanımının ağzına götürdüğünde senin için sadakadır."[366] Yine Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştu: "Allah yolunda harcadığın para, köle azat etmek için harcadığın para, yoksula tasadduk ettiğin para ve ailene harcadığın para. Ailene harcadığın ecri en büyük olandır."[367]
Kur'ân’ı Kerîm serveti harcamadan, parayı tedavülden alıkoyanlar için çok kesin bir ifade kullanır: "Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda harcamayanlara can yakıcı bir azabı müjdele."[368] Yine Kur'ân; insanların harcama konusunda ne cimri ne de israfçı olmamalarını ister.[369] Müsrifler, savurganlar Allah'a karşı nankör olanlardır.[370] Allah müslümanların malı yok etmelerini hoş görmemiştir.[371]
En yakınlardan başlayan sosyal dayanışma "şüf'a hakkı"[372] denen ve gayri menkul alım ve satım işlemlerinde ortağa ve komşuya öncelik tanıma manasına gelen hukukî müessese ile perçinlenir. Hz. Peygamber buyururki: "Cebrâîl bana komşuluk münasebetlerimi o kadar geliştirmeyi tavsiye etti ki komşuyu mirasçı kılacağını sandım."[373]
Müslüman, komşusu açken rahatlıkla karnını doyuramaz. Bir beldede aç birinin olması o belde halkının iman etmediğine delil sayılır. Cimriliğe mani olmaya çalışılır ve cemiyet vicdanından koparıp atma hedef alınır. Belki tabii olan bu eğilimden iman terbiyesiyle korunulması amaçlanır.[374]
İşe en yakından başlama ilkesi maliye alanında da kendisini gösterir. Şöyle ki bir bölgeden toplanan vergi öncelikle o memleketin ihtiyaçlarına sarfedilir. Ve ancak artan kısım merkezi hazineye gönderilir.[375]
İnfâk deyimine yakın bir anlam taşıyan sadaka deyimi de yaygın bir kullanıma sahiptir. Sadaka Allah rızası için yapılan her türlü iyi davranışa (ma'ruf)[376] ve özellikle harcamaya verilen addır. Hz. Peygamber şöyle buyurur: "En üstün sadaka ihtiyacı giderendir. Veren el alan elden daha hayırlıdır. Sadakaya ailenden başla."[377]
Sadaka, insanın cimriliğini yenmenin de, nefsinin temizlenmesinde önemli bir yana sahiptir. Hz. Peygamber'den Tebuk savaşına katılmayıp günah işleyen ve sonra buna pişman olan bazı kişilerden kendilerini temizlemek için bir sadaka alması emredilmişti. "Savaştan geri kalanlardan bir kısmı da suçlarını itiraf ettiler. Onları salih amelle kötüsünü birbirine karıştırmışlardı. Allah onların tevbesini kabul edebilir. Çünkü O bağışlayandır, merhamet edendir. Ey Muhammed onların mallarının bir kısmını, kendilerini temizleyip arıtacak sadaka olarak al."[378]
Sadaka olarak infâk edilecek şeylerin konusu malın fazla (afv ihtiyaç artığı) kısmında teşekkül eder.[379]
İnfâk edilen mal veya para bir başkasının gelirini teşkil eder. Yine infâk edenin malı yok olmaz yeniden üretilir: "De ki doğrusu Rabbim kullarından dilediğinin rızkını genişletir ve ona bir ölçüye göre verir. İnfâk ettiğiniz herhangi bir şeyi, o yerine koyar. Çünkü o rızık verenlerin en hayırlısıdır."[380]
Allah infâk edilen sadakanın karşılığını kat kat verir. Allah yolunda mallarını harcayıp bunu başa kakma vesilesi yapmayanlar Allah katında büyük bir yere sahiptirler: "Ey iman edenler sadakalarınızı, Allah'a ve ahiriet gününe inanmayıp insanlara gösteriş için malını sarf eden kimse gibi, başa kakma ve eza etmekle boşa çıkarmayınız."[381]
Sadakaları açıktan vermek kınanmış değildir. Ancak bu işi gizlice yapmak daha hayırlıdır. Zira Allah infâk edilen şeylerden haberdardır. İnfâk edilen şey öncelikle infâk edene fayda sağlar. Muhtaç ve güçsüz olup iffetlerinden dolayı kimseden bir şey isteyemeyenleri maddi yönden desteklemek gerekir: "Eğer sadakaları açık açık verirseniz ne güzel, eğer onları gizler ve bu suretle fakirlere verirseniz işte bu sizin için daha hayırlıdır. Allah bu sebeple günahlarınızdan bir kısmını mağfiret eder. Allah ne yaparsanız ondan hakkıyla haberdardır. İnfâk edeceğiniz mal kendi faydanızadır. Zaten siz Allah'ın rızasını aramaktan başka bir suretle infâk da etmezsiniz. Allah yolunda harcayacağınızın mükafaatı size fazlasıyla ödenecektir. Siz bu hususta da haksızlığa uğratılmayacaksınız. Sadakalar Allah yolunda kendilerini vakfetmiş fakirler içindir ki onlar yeryüzünde dolaşmaya muktedir olmazlar. Hallerini bilmeyen; iffet ve istiğnalarından dolayı onları zenginler sanır. Sen onları simalarından tanırsın. Onlar insanlardan yüzsüzlük edip te bir şey istemezler. Siz ne infâk ederseniz şüphesiz, Allah onu bilir. Mallarını gece gündüz, gizli açık infâk edenlerin mükafaatları Allah katındadır. Onlara hiç bir korku da yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir."[382]
İnfâk, Allah'ın verdiği rızkı toplumla paylaşmadan başka bir şey değildir: "Ey iman edenler, hiç bir alış veriş, dostluk ve şefaatin olmayacağı gün gelmeden önce size rızık olarak verdiğimiz şeylerden infâk edin."[383] İnfâkm sosyal adaleti sağlama yanında ruhî ve manevî eğitime de katkıda bulunduğunu belirtmiştik. Kişi infâk ederken emanetine verilen şeyi sarfettiğini bilmelidir.[384]
İnsanlar sevdikleri şeylerden infâk etmedikçe iyiliğe ulaşamazlar.[385] Maddî zenginlikler insanı Allah'ı anmaktan alıkoymamalı, iş işten geçmeden Allah'ın rızık olarak verdiklerinden infâk etmelidir.[386] İnfâk bir yük olarak kabul edilmemeli, en vasıflı ve kaliteli şeyler infâk edilmelidir.[387] İnfâkm gayesi de şu âyetle özetlenmiş oluyor: "Allah yolunda infâk ediniz ve kendinizi tehlikeye atmayınız. İhsan ediniz. Çünkü Allah ihsan edenleri sever."[388]
İslâm, sosyal dayanışmayı keffaret kurumu ile de desteklemiştir. Keffaret bazı görevleri yerine getiremeyen veya bazı yasaklanmış işleri yapan kişilerin izlemeleri gereken yollardır. Bu öncelikle içinde bulunduğu durum sebebiyle psikolojik eziklik taşıyan müslümanın tekrar İslâm toplumuna kazandırılmasını, verdiği sadakayla bir diğer mümini öldüren bir mümin öldürülenin ailesine verilen diyetten başka yine mümin bîr köle azat edecek veya iki ay peşpeşe oruç tutacaktır.[389] Ettiği yeminden dönen kimse de on fakiri doyuracak veya giydirecek yahut da bir köle azat edecektir. Bunlara gücü yetmeyen kişinin ise üç gün oruç tutması gerekir.[390] Oruç ve zihar keffaretleri de sırasıyla bir köle azat etmek, iki ay peşpeşe oruç tutmak, veya altmış fakiri sabahlı akşamlı doyurmaktır. İslâm devleti sosyal yardımlaşmayı ve dayanışmayı kontrol altında tutmalıdır. Hz. Peygamber aynı zamanda bir devlet başkanı sıfatıyla şöyle buyurmuştu: "Ben müminlere kendilerinden daha yakınım. Kim vefat eder de borcu veya çoluk çocuğu kalır ve bunlara mukabil malı olmazsa bana gelsin, onun yakını benim. Mal bırakırsa bu varislerine aittir."[391]
Fakirlerin ihtiyacını gidermeye ferdi çalışma, zekât ve yakınların nafaka mükellefiyeti yetmiyorsa devlet bunu gidermeyi üzerine almalıdır. Devlet bu vazifesini yerine getirmezse fakir, devlet aleyhine dava açabilir.
Yargı kurumu fakirin zengin akrabasına nasıl nafaka ile hükmediyorsa devlete de bu ödemeyi hükmeder. Devletin imkanları da yeterli gelmiyorsa bu takdirce fakirlerin zaruri ihtiyaçlarını karşılamak müslüman zenginlere, zekâtten başka farzı kifayedir. Bu zaruri ihtiyaçları yiyecek, giyinme, barınma ve tedavi gibi hususlardır.
Devletin fertlerin zaruri ihtiyaçlarını temin mükellefiyetinden, gayri müslim vatandaşlar da istifade eder. Kimsesiz ve çaresiz kalanlardan cizye mükellefiyeti kaldırıldığı gibi hazineden geçimleri sağlanır.[392]
Yakınlara (akrabaya) infâk, nafaka mükellefiyeti olarak hukuki bir mecburiyet haline getirilmiştir. Nafaka beslenme, giyinme, barınma ve tedavi harcamalarını kapsar. Koca karısının, herhangi bir kişi de bazı şartlarla yakınlarının bi tür ihtiyaçlarını karşılamakla mükelleftir. Yakınlar arasındaki nafaka mükellefiyeti çağdaş hukuk sistemlerinde hemen hemen yoktur. Bu sadece İslâm hukukuna özgü bir durumdur. Buna göre çocuklar, torunlar, ana, baba, büyük anne, büyük baba yanında amca, kardeş, kardeş çocuğu, hala, teyze, dayı gibi kan hısımları da karşılıklı olarak nafaka ile mükelleftirler. Bu halka, daha da genişletilerek birbirlerine varis olabilecek bütün hısımlar arasında böyle bir mükellefiyet kurulabilir. Nitekim Hanbeli mezhebinde bu çerçeve daha geniş tutulmuştur. Usul, furu ve eşlerin nafaka haklan otomatik iken diğer yakınların bu hakkı, ya rıza ya da mahkeme kararıyla doğar. Nafakaya muhtaç kişinin zengin yakını yoksa bu yükümlülük devlet tarafından yerine getirilir. Nafakaya hak kazanabilmek için nafaka alacak akrabanın kadınsa fakir, erkekse hem fakir hem de çalışamayacak durumda olması gerekir. Ayrıca, nafaka verecek kişi başkasına muhtaç durumda olmamalıdır. Son olarak hısımlık bağının şart olduğunu tekrarlayalım.[393]
İslâm dini, gerek ilkeleri gerek uygulanış biçimiyle sosyal adalete ve sosyal dayanışmanın en tutarlı ve en sağlıklı bir yapıda oluşmasına büyük önem vermektedir. Zira, İslâm dininin amacı hem insanları öldükten sonra başlayacak olan ededî ve mes'ut bir hayâta hazırlanmalarını sağlamak hem de insanların yaşadıkça ihtiyaçlarını giderecek huzur ve mutluluk duymalarını ve özellikle, psikolojik eziklikler hissetmeden haysiyetli bir ömür sürebilmelerini temin etmektir.
Bu nedenledir ki sağlıklı ve huzurlu bir toplumun oluşabilmesinde "infâk" kurumunun İslâm dininde pek büyük ve pek önemli bir yeri vardır. Hatta denebilirki, infâk kurumu bir İslâmi toplumda sosyal adaletin ve sosyal dayanışmanın en zorunlu bir unsurudur.
Bilindiği üzere, "infâk" Allah'ın lütfettiği şeyleri ona sahip olmayanlarla paylaşmaktır. İnfâk, Allah'ın kullarına olan en anlamlı ve yerine getirilmesini ısrarla emrettiği bir ibadettir. Zira Kur'an’ı Kerimde bu hususta pekçok ayet mevcut olduğu gibi pekçok da hadis mevcuttur.
Allanın bu konudaki emrini yerine getirmek ve Allahın kendisine verdiğini ona ihtiyacı olanlarla paylaşmak yani "infâk" etmek isteyen müslümanlar bu işlemi ya bizzat yoksulları ve ihtiyaç içerisinde bulunanları bularak doğrudan doğruya yerine getirirler ya da münhasıran bu tür işlemleri yapmak amacıyla kurulmuş "sosyal kurumlar" aracılığıyla yaparlar.
Kuşkusuz, Allahın rızasını kazanmak amacıyla yapılması şartıyla her iki biçimde de yapılan infâk Allah indinde makbul ve yapana büyük sevap kazandırmaktadır. Ancak infâk işleminin iyi organize edilmiş, dolayısıyla görevlerini iyi bir biçimde yerine getirebilen sosyal kurumlar aracılığıyla yapılması halinde:
İnfâk işlemi, hem verenlere hem de alanlara büyük kolaylıklar sağlamakta, infâkta bulunmak isteyenler gerçek ihtiyaç içerisinde olanları arayıp bulma zorluğundan kurtulmakta,
Gerçek ihtiyaç sahiplerini bulamadıkları için infâkta bulunamayanlar infâk yapma imkanını elde etmekte, Dolayısiyla infâk hacmi daha büyük bir boyut kazanmakta,
İnfâk gerçekten ona ihtiyacı olanların eline geçmekte,
İnfâktan yararlanan ihtiyaç sahipleri psikolojik eziklik duymaktan kurtulmakta, ve böylelikle, infâk işlemi gerçek anlamda amacına ulaşmakta ve toplumda sosyal adalet gerçek anlamında tahakkuk etmektedir.
Özellikle günümüzde şehirleşme oluşumunun her geçen gün aşırı bir artış kaydetmesi şehirlerde yaşayanların birbirleriyle ilişkilerini ve insanların birbirlerini tanımalarını hemen hemen yok denecek kadar azaltmaktadır. Bu durum ise, kimin varlıklı kimin yoksul olduğunun bilinmesinin büyük ölçüde güçleştirmekte ve böylelikle, infâk etmek isteyen varlıklıların yoksulları, yardıma ihtiyaç hisseden yoksuların ise infâk etmek isteyen varlıklıları bulmaları adeta imkansız hale gelmektedir.
İşte bu amaçla kurulmuş bulunan kurumlar Özellikle büyük kentlerde infâk etmek isteyenler ile yardıma muhtaç yoksulların birbirlerini tanımaları ihtiyacını ortadan kaldırmakta dolayısıyla infâk etmek isteyenler, gerçek yoksul ve ihtiyaç içinde olanları arama güçlüğü çekmeden çok daha kolaylıkla infâk işlemini yerine getirebilmekte böylelikle de yoksul bulmada güçlük çektikleri için infâkta bulunamayanlar infâk etme imkanı elde etmekte, bu nedenle de toplumdaki infâk hacmi büyük boyutlara ulaşmaktadır.
Öte yandan, bu amaçla kurulmuş olan kuruluşlar, infâkta bulunmak isteyenlerle infâka gereksinme duyanların birbirlerini bulma güçlüğünü ortadan kaldırdıklarından infâka ihtiyacı olanlar gururları incinmeden ve eziklik hissetmeden bu kurumlara kolaylıkla başvurabilmekte ve ihtiyaçlarını büyük bir açıklıkla dile getirebilmekte ve böylelikle bu kurumlar tarafından kendilerine yardım almak için başvuranların gerçekten ihtiyaç içerisinde olup olmadıkları daha kolaylıkla ve daha gerçek bir biçimde incelenebilmekte dolayısıyla infâkın daha tutarlı ve daha sağlıklı gerçekleşmesi sözkonusu olmaktadır.
İslâm dininin en büyük ve en önemli ibadetini oluşturan infâkı yani Allah'ın verdiği mal ve parayı bunlara ihtiyacı olanlarla paylaşmayı kolaylaştıran ve ona daha sağlıklı ve daha tutarlı bir boyut kazandıran kurumlar ise çoğunlukla:
- Vakıf veya
- Dernek
Statüsünde şekillenmekte ve amaçlarına, oluşum biçimlerine ve özellikle yönetimlerinde gösterilen beceriye göre büyük yararlar sağlayabilmektedirler.
Söz konusu bu kurumlardan "Vakıflar ‘ı" ve diğer müesseseleri kısaca incelemeye çalışalım.[394]
Maddi bir karşılık beklemeden başkasmıa yardım etmek gibi ulvî ve fevkalade bir düşüncenin mahsûlü olan vakıf müessesesi, yüzyıllardan beri İslâm ülkelerinde büyük bir ehemmiyet kazanmış sosyal ve ekonomik hayat üzerinde derin tesirler icra etmiş olan dinî ve hukukî bir müessesedir. İnsan fıtratında mevcut olan yardımlaşma hissî, şüphesiz ki insanlık tarihi kadar eskidir. Bu his, dinî emir, ve hükümlerle birleşince daha bir kuvvet kazanır. İslâm ülkelerinde vakıfların, asırlarca büyük bir fonksiyon icra etmesinin sebebini burada (dinî his) aramak lazımdır. Çünkü "insanların en hayırlısı, insanlara faydalı olan, malın en hayırlısı, Allah yolunda harcanan (Başka bir ifade ile vakfedilen), vakfın en hayırlısı da insanların en çok duydukları ihtiyacı karşılayandır." prensibinin mânasını çok iyi bilen müslümanlar, bu yolda birbirleri ile âdeta yarış edercesine vakıf eserler kurmuşlardır.
Lügat olarak pek çok manası bulunan "vakıf kelimesi[395] ne farklı istilahî mânalar verilmiştir. Bununla beraber bu mânaların tamamı birbirlerine çok benzemekte ve ihtiva ettikleri mefhum, hemen hemen aynı hüviyeti taşımaktır. Onun için bütün bu tarifleri verme yerine sadece bir kaçını vermekle yetineceğiz.
1- Vakf: "Menafii, insanlara ait olur veçhiyle bir aynî, Allah'ın mülkü hükmünde olmak üzere temlik ve temellükten haps ve men etmektir."[396]
2- Vakf: Menfaati ibadullah'a ait olmak üzere bir aynî, Allah'ın mülkü hükmünde kabul ederek temlik ve temellükten ve ebediyyen alıkoymaktır.[397] Bu tariften anlaşıldığına göre, bir malın veya mülkün gelirinin tamamını insanların yararına olarak, kişilerin sahip çıkmalarına imkan bırakmaksızın hayır işine tahsis ve terkine vakıf denmektedir.
3- Vakf: "Bir mülkün menfaatini halka tahsis edip, aynını Allah Teala' nın mülkü hükmünde olarak temlik ve temellükten müebbeden men etmektir." Bu tarif "İmameyn"e göredir. İmamı A'zam'a göre vakfı "Bir mülkün aynî; sahibinin mülkü hükmünde kalmak üzere menfaatinin bir cihete tasadduk edilmesidir.[398]
Örnek olarak verdiğimiz bu tariflerden anlaşıldığına göre vakıflar, sadece Allah rızasını kazanmak için, zengin kimseler tarafından kurulan ve menfaati tamamiyle ihtiyaç içinde bulunanlara tahsis edilen müessesedir. Böyle bir müesseseyi kuran kimse daha önce sahibi bulunduğu mülkü tamamiyle elden çıkarıyor onu Allah'ın mülkü haline getiriyor demektir.[399]
Vakıflar, değişik maksatlarla yapılmakta ve her vakıf, Vakfı üzerinde arzu ve iradenin devam etmesini istemektedir. Bu durum normal karşılanmalıdır. Zira senelerin çaba ve emeği ile kazanılmış bir mülk üzerinde o kadar zahmet çekmiş olan bir kimsenin, tescil ettirdiği şartları ile ölümünden sonra da tasarruf sahibi olmak istemesi normaldir. Eğer biz, onlar için böyle bir yetkiyi çok görür ve bu hakkı ellerinden alsaydık, O zaman vakıflar belkide devam etmeyecekti. Bununda bütün bir toplum için ne denli kötü ve olumsuz şartlar doğuracağını söylemeye gerek yok. Zira vakıfların yüklendiği nice önemli hizmetlerden hiç birisi yapılmayacak demektir. Ne eğitim, ne iktisadi, ne sosyal, ne kültürel nede ulaşım gibi sahalarda hiç bir eserin yapılmaması ise; memleketin gelişmesine indirilen en büyük darbelerden biri olurdu.[400]
Vakıflar, insanların toplu olarak yaşadıkları köy, kasaba ve şehirler gibi yerleşme merkezlerinin teşkilatlanmasında önemli rol oynamışlardır. Böylece bu müesseseler toplumların oluşmasına da vesile teşkil etmişlerdir denebilir.[401]
Toplumun oluşmasına vesile olduğuna göre; o toplumun ayakta durması için de bir takım müesseseleri beraberinde getirdiğini göreceğimiz Vakfın tahsis edildikleri bölgelerde yeni yerleşme merkezlerinin kuruluşu veya eski köylerin büyük şehirlere dönüşmeleri gibi önemli bir fonksiyonu yerine getiren müesseseler oldukları hususu üzerinde durmak gerekir.
Müslüman topluluklarda devlet, memleketin fakirlerinin tümünü gözetmek, yani ihtiyaç içinde bulunanların muhtaç oldukları şeyleri temin etmek zorundadır. Aynı zamanda devlet, iş sahibi olmayanlara da yardım elini uzatmak görevi ile de karşı karşıyadır.[402]
Ayrıca bu devlet, askeri personelin ihtiyaçlarını karşıladığı gibi, İslâm devleti olması sebebiyle, İslâmı yaymakla, din ve devlet aleyhinde hareket etmek niyetinde olanların niyetlerini boşa çıkarmak için de gerekli tedbirleri almak mecburiyetindedir. Erkek ve kadın,hür ve köle, müslüman veya gayri müslim kim olursa olsun, savaş esirlerini devlet hazinesinden yapacağı harcamalarla kurtarmak ve sosyal, ekonomik ve siyasi sıkıntılara düşmüş olanlara da yardım etmek bu devletin görevleri arasındadır. Aynı zamanda dul ve yetimler Devletin güvenliği altındadır. Okullar, hastahaneler, camiler, belediye ve sosyal hizmetleri yapabilmek için gerekli olan bütün kamu binalarını inşa ettirmek, yabancıların ağırlanması, yolcu ve seyyahların yararlanacakları tüm eserlerle yol güvenliğinin sağlanması ve yolcular için sağlık tedbirlerinin alınması devletin görevleri arasındadır.[403]
Günlük hayatla sıkı bir bağlılığı bulunan ve sosyal yaşayış üzerinde derin etkiler yapan bu müesseseleri kurucuları tarafından kendilerine iyi bir gelecek hazırlama, bu dünyada ve âhirette mutluluğa ve refaha kavuşma, mallarını arttırıp çoğaltma, mânevi ve sosyal mevkiini yükseltme, adını kendisi öldükten sonra da yaşatma, kıyamet günü için azık hazırlayıp Cehennem azabından korunma, Cennet nimetlerini elde etme ve mümkün olduğu ölçüde Allah'a yaklaşma gibi dinî, psikolojik, sosyolojik ve ekonomik düşünce ve niyetlerle kurulan[404] vakıfların, toplumun sosyal dayanışmasını da temin eden kurumlar olduğunda şüphe yoktur. Özellikle yoksul ve kimsesizlerin geçimine tahsis edilen vakfıların varlığı, İslâm medeniyetinde insana verilen değeri ortaya koyduğu gibi toplumdaki dengesizlikleri de önlemeye yardımcı olabilir. Tarihi seyri içinde vakıfların, müslim ve gayri müslim halkı içinde ne derece yaygın oldukları gözönüne alınırsa, iyi işlediği ve bozulmadığı zamanlarda, İslâm toplumu içinde bir sosyal denge unsuru olduğu söylenebilir.[405]
Bu durumda, Vakıflar; devlet halk münasebetleri açısından değerlendirdiğimizde, İslâm toplumunda, halkın devlete olan desteğini hiç bir zorlama olmaksızın yerine getirdiği müesseseler olarak görmekteyiz. Aynı zamanda yalnız devlete desteği bakımından değil, zengin ve hali vakti yerinde olan kimselerin halk içinde kazandıkları mevkilerini ve itibarlarını da korumak düşüncesiyle veya içinde yaşayıp sayesinde zengin oldukları topluma karşı bir vicdan borcunu yerine getirmek niyetiyle bu müesseseleri kurmuş olmaları, toplumda karşılıklı sevgi ve saygı bağlarını güçlendirdiği gibi insanların birbirleri ile kaynaşmalarına da vesile olur. Böylece toplumun sosyal dayanışması açısından önemli bir fonksiyonu olduğunu gördüğümüz vakıfların iyi işlediği ve korunduğu zamanlarda; insan şahsiyetinin ve hayatının korunması, kurtarılıp geliştirilmesi, insanların hayatta karşılaşabilecekleri maddi ve manevi zorlukların, ızdırap ve sıkıntıların giderilmesi, hayatın güzelleştirilip insan haysiyetinin korunması, sosyal düzenin her türlü tehlike ve sarsıntılardan kurtarılmasına yardım ettiği görülür. Bu maksat ve gayelerle vakfedilen, camiler, mescitler, namazgahlar, mektep medrese ve kütüphaneler, dergah, dârü'ş-şifâ ve hastahaneler, aşevleri, kervansaray, çeşme, kaldırım, su yolu ve tesisleri ile köprüler, kale ribat ve istihkamlar, mesireler, dul ve yetim evleri, emzirme ve büyütme yuvaları gibi nice mimari ve medenî değerleri olan eserler sayesinde toplumların gelişmesi görüldüğü gibi, memleketin güzelleşip kalkınmasına da katkıda bulunduğu görülür.[406]
Böylece Kur'ân’ın infâk değerlendirmesi bir müessese olarak insanlığa hizmet etmiş ve etmeyede devam edecektir.[407]
Vâkıfın resmen bir yazı ile müracaatı üzerine hâkimin de yüzleştirerek hükmünü verdiğini belirten senede vakfiye denir. Vakfiyyeler eski zamanlarda; kadılık siciline kaydedildikten sonra kesinleşirdi. Tapu dairelerinde ve vakıflar arşivlerinde çok sayıda ve bazıları müzehheb, yani altın yaldızlı vakfiyyeler vardır.[408]
İslâm tarihinde ilk vakfiye Hz. Ömer tarafından yazıldığı bilinmektedir. Ancak bunun Hz. Peygamberin sağlığında yazılıp yazılmadığı ya da Hz. Ömer'in halifeliği sırasında yazıldığı konusunda tam bir bilgiye sahip değiliz. Kuvvetli ihtimalle Hz. Ömer'in halifeliğinde yazıldığı sanılmaktadır.[409]
Hz. Ömer'in Semg (Temg) arazisinin vakfiyesi olarak yazdırdığı vakfiyyenin kâtibi Mu'aykıb (ö. 40H/662M) şahidinin de Abdullah İbnü'l-Erkam (ö. 675m) olarak gösterildiği metinde, besmeleden hemen sonra vasiyet edenin adı yer almaktadır. Sonra vakıf yeri belirtilerek, vakıf sebebi ve şekli anlatılmaktadır.[410]
Vakfiyelerin teyid edici kuvvetleri ve cezaî hükümleri maddi değil mânevidir. Vakfiyyelerin sonuna bir takım âyetler ve hadisler yazılır. Fazla olarak bedduada edilirdi. Vakfiyyeyi bozmak, konulan şartlara riayet etmemek isteyenler bu sözlerin mânevi tesiriyle korkutulurdu. Bu tehditlerden korkularak vakıf müesseselerinin bozulmamasına, şekillerinin değişmemesine ne kadar hizmet ettiğine bu güne kadar duran eserler şahittir.[411]
Vakıfların dinî ve hukuki dayanaklarını ele alırken, âyet ve hadislerde vakfı teşvik eden emirlere göz atmak gerekir. Gerçi Kur'ân’ı Kerim'de açık olarak vakıf ifadesine rastlamamaktayız. Ancak genel anlamda iyilik yapmayı, sadaka vermeyi ve ihsanda bulunmayı teşvik eden âyetlerin, dolaylı olarak vakfı teşvik ettikleri söylenebilir.
İster İslâm öncesi görülen vakfa benzer eserler[412] isterse İslâm'ın getirdiği vakıf eserlerin kuruluş gayeleri gözden geçirildiğinde, sonuçta vakıfların doğuş sebebinin ya da menşeinin dinî olduğu görülecektir.[413]
Bu görüşümüzden hareket ederek, Vakıflar dinî gayelerle tesis edilmiştir diyebilir ve Vakfın menşeini de dini emirlere bağlayabiliriz.
Bu kısa görüşten sonra İslâmî devirde vakfa bakışı ele alalım. Öncelikle âyet ve hadislerde vakıfları teşvik eden hükümleri gözden geçirelim.[414]
Vakıf kelimesi Kur'ân’ı Kerim'de geçmemiştir. Ancak, buna eş anlamlı oldukları düşünülen "bir (iyilik), sadaka, ihsan ve hayır" gibi kelimelerin doğrudan doğruya vakfı karşı layamıyacakları söylenebilir. Yine de vakfı teşvik ettiklerine hükmedildiğinden, bir kaç âyet mealini zikretmekte fayda görmekteyiz.
"Sevdiğiniz şeylerden sadaka vermedikçe, siz Cennete eremezsiniz. Allah yolunda herne harcarsanız muhakkak Allah onu bilendir"[415] "... Hayır işleyin ki kurtulabilesiniz''[416] "İyilik ve fenalıktan sakınma hususunda birbirinizle yardımlasın...."[417] "... Mallarını, akrabaya, yetimlere, miskinlere, yolculara, dilenenlere, esirlere severek veren....[418] anlamındaki âyet ile "neyi infâk edeceklerini senden sorarlar. De ki; "baba ve anaya, akrabaya, yetimlere, fakirlere ve yolculara maldan istediğinizi infâk ediniz. İşlediğiniz her hayrı Allah (c.c) bilir."[419] âyeti kerimeleri konumuza ışık tutan ilk âyetlerdir.[420]
Resulullah (sav)'in kendi arazisinde asıllarının hepsi ve semerelerinin dağıtılmasına dair "emri âlisi" bu konuda "sünnet’i kâime"dir. Ashab'ın dahi akarât ve mallarını vakfetmeleri, vakfın caiz ve geçerli olduğuna icma'larının bulunduğuna işaret eder.[421] Mescidler, yolculara hanlar, umum müslümanlara çeşmeler, serhatlarda gazilere kışlalar karakollar, Mekke'de hacıların konaklamasına mahsus evler, umumî yollar hep bu kabildendir. Bunların hiç birisinde geriye dönüş ve mülkiyete iade caiz değildir. İşte vakıflarda bunlara benzemektedir.[422]
Görülüyor ki, ulema vakfın; hem cevaz ve hem lüzum ve gerekliliğini "aslını hapset, gelirlerini dağıt"[423] hadisine dayandırmış ve bu meyanda bazı hadisleri de nakletmişlerdir.
Vakıflarla ilgili birçok hadiste bulunmaktadır. Özellikle Sahrivi Buhari'deki "Vesaya" babı, tamamen bu konuya tahsis edilmiştir. Bununla beraber biz, aşağıdaki hadislere temasla bu konuda biraz bilgi vermek istiyoruz. Ebû Hureyre'den rivayet edilen bir Hadis’i Şerife göre Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: "İnsanoğlu Öldüğü zaman bütün amelleri kesilir, ancak, devam eden sadaka (sadaka-î câriye), faydalanılan ilim ve kendisine dua eden salih bir evlat bırakanlarınki kesilmez"[424]
Hadisçiler, sadaka-î cariyeyi vakf ile tefsir etmiş ve sadaka devam ettiği müddetçe sevabmında devam edeceğine kânî olmuşlardır.
Vakıf hakkında bir diğer sahih hadis, Hz. Ömer'den rivayet edilmiştir. Hz. Ömer kendi öz malı olan Semg denilen hurmalığını vakfetmek isteyerek.
" Ya Rasûlallah ben nazarımda en güzel ve kıymetli bir hurmalığa sahip bulunuyorum. Halis kazancımdan bu malımı vakfetmek istiyorum" diye Resûl-i Ekrem'den sormuş, Nebi Aleyhisselâm: " Bu hurmalığın aslını rakabesini vakfet! Artık o hibe edilmez, vâris olunmaz, yalnız onun mahsûlü (layık olana) infâk edilir, yedirilir." buyurdu. Nitekim Hz. Ömer'de bu malını böylece vakfetti. Allah yolunda gaza eden mücahidler, esaretten kurtulmak isteyen köleler, misafirler ve vâkıfın akrabaları buranın mahsûlünden faydalanması şart koşulanlardır. Ayrıca mütevelli tayin edilenlerde, hurmalığın aslına tecavüz etmeyerek mahsulünden örfe göre yiyebilir ve dostuna yedirir.[425]
Hz. Peygamberin sağlığında Fedek ve Hayber'deki arazilerini fakir yolculara "ebna’î sebile” vakfettiği İbn’i İshâk'ın ve hadis kitaplarının kaydında yer almaktadır.[426] Yine Fey olarak Hz. Peygambere tahsis olunan Kureyza, Nadir, Fedek ve Hayber arazisi ile Ureyna köylerindeki hurmalıkların gelirlerinin Peygamber hanımlarının nafakası ile işçilerinin ücretlerinden geri kalanın vakıf olduğu peygamberimiz tarafından belirtilmiştir.[427]
Ancak sözü geçen mallar Hz. Peygambere bağışlanan ve onun da sadaka olarak ayırdığı şeyler olduğundan, hukuken vakıf mâhiyetinde kabul edilmemektedirler, onun için ilk vakıf olarak, yukarıda mealini verdiğimiz hadiste belirtilen Hz. Ömer'in tasaddukta bulunduğu Semg arazisi kabul edilmektedir.[428]
Hz. Peygamberin ashabı da O'nun yolunda yürüyerek çeşitli vakıflar kurmak suretiyle insanlığa hizmet ettiler. Nitekim Câbir (r.a) "Ben, Muhacir ve Ensar'dan mal ve kudret sahibi bir kimse bilmemki vakıf ve tasaddukta bulunmuş olmasın"[429] diyerek bu durumu belirtmek ister. Bunun içindir ki, Müslüman şehir, kasaba ve köylerde sayısız vakıflar vücuda getirilmiştir, ilk vakıflardan itibaren bilhassa Mısır, Mekke, Medine, Şam ve Haleb gibi önemli yerler baştanbaşa birer vakıflar şehri halini almışlardır. Daha sonra kurulan veya müslümanlarca feth edilen şehirlerde de aynı şeyi görüyoruz. İstanbul, bu sonunculara güzel bir örnektir.[430]
Özetle şunu söyleyebiliriz: "İslâmî yardımlaşma, infâk prensibinin bir sonucu olarak ortaya çıktığını gördüğümüz vakıflar İslâm ülkelerinin tamamında sayılamayacak kadar çok ve önemli hizmetler ifa etmişlerdir. Bugün de aynı görevi, hizmeti devlete yardımcı olarak yürütmektedirler. Binlerce öğrencinin; burs yurt hizmetleri, aşevleri, okullar hastahane, tedavi hizmetleri bu vakıflar tarafından yürütülmektedir. Bu hizmet ve infâk müesseselerinin temel dayanağı ise Kur'ân ve Hadistir. Bu konuyu daha fazla uzatmamak için bu kadarla yetiniyoruz.[431]
İslâm dünyasının hemen her yerinde rastladığımız vakıfların yardım elini uzatmadığı bir saha düşünülemez. Dünyanın her zaman ve bölgesinde görülebilen yoksulların elem ve ızdırabını gidermek, yollar, köprüler, çeşmeler, su bentleri, okul, cami, hamam vs. gibi daha nice hizmetleri yerine getiren bu müesseselerin pek çok çeşidi bulunmaktadır. Gerçekten toplumun hayır ve iyiliğine olan her yerde sağlam birer sigorta teşkilatı gibi vazife ve hizmet görüyorlardır. Bazı yönleri ile bu müesseselerin, sigortalardan daha üstün oldukları bile söylenebilir. Çünkü vakıflar, sigortaların karşılıksız yapmadığı bir kısım hizmetleri de yerine getiriyorlardır.
Bu kadar geniş bir sahaya el atmış olan vakıfları çeşitlerine göre aşağıdaki şekilde bir tasnife tabi tutabiliriz.
a) Dinî saha ile ilgili vakıflar: Cami, Tekke, Mecsid, Namazgah,
b) Eğitimle ilgili vakıflar: Mektep, Medrese, Kütüphane, Dârü'l-Hadis.
c) Sivil ve askeri saha ile ilgili vakıflar: Kışla, Saray, Tophane, bahçe, silah evleri, kale.
d) İktisadi saha ile ilgili vakıflar: Çarşı, Dükkan, Bedesten, Han, Kapan.
e) Sosyal saha ile ilgili vakıflar: Hastahane, Dârü'ş-Şifâ, Kervansaray, İmaret, Darülaceze, Çocuk esirgeme evleri.
f) Su tesisleri ile ilgili vakıflar: Çeşme, Sebil, Su yollan, Su bentleri, Hamamlar.
g) Spor tesisleri ile ilgili vakıflar: Pehlivan ve kemankeş tekkeleri, Ok meydanları vs. gibi tesisler.[432]
Asırlar boyu gelişip büyüyen ve birazından behsettiğimiz vakıfların çeşitleri hakkında tafsilatlı bilgi vermenin imkansızlığı bilinmektedir. Bununla beraber biz, konumuzla yakından ilgili olan güncel bazı örneklerinden kısaca bahsedeceğiz.[433]
İslâm toplumunun kültürel bakımdan gelişmesinde önemli rolü bulunan müesseselerden biride camidir. Hz. Peygamberin Medine'ye hicreti ile başlayan cami inşaatı, Hz. Ömer devrinden itibaren önemli merkezler başta olmak üzere İslâm dünyasının hemen her tarafında görülmeğe başlar. İnşa edilen cami binaları kuru bir yapı olarak bırakılmıyor, etrafında çeşitli hayır kurumlarının yapılmasına da vesile oluyordu. Bundan başka, fertler tarafından yapılan camilerin masrafları, tamir ve onarım paraları ile görevlilerin maaşları bütünüyle camiyi yapanların kurduğu vakıflarca karşılanırdı. Çünkü cami inşa eden bir kimse, onun masraflarına tahsis edilmek üzere bir kısım mal ve mülkünüde vakf ederdi. Camiler için böyle bir mülkün tayini ilk defa Emevi halifelerinden Velid b. Abdülmelik tarafından 88 (m.706) tarihinde Ümeyye Camii için köy ve mezraların tahsisi ile başlamıştır.
Osmanlılarda Cami, Sosyal müesseselerin başında gelen hem ibadet yeri, hemde cemaatin toplu bulunması sebebiyle memleket, muhit ve mahalleye ait işlerin görüşülüp karara bağlandığı yerdi. Bu yüzden, sosyal bir yapı olarak büyük bir önemi haizdi. Bunun içindirki Osmanlılarda cami, bir mahallenin odak noktasını teşkil ediyordu. Camilerin etrafında bazen özel mimari tarzı bulunan zarif ve ağır başlı halka hizmet müesseseleri de bulunuyordu. Bunlar: Sebil, imaret, darü'ş-şifa vs. gibi sivil ve sosyal vazifelerin görüldüğü binalar yapılırdı. Bu haliyle bunlar; Bir külliye meydana getirir ve âdeta bir yeni mahallenin kurulmasına yardım ederlerdi. Böylece camiye sosyal ihtiyaçları karşılayacak canlı bir organ karakteri kazandınlırdı. Görüldüğü gibi camiler sadece ibadet yönü ile değil, pek çok bakımdan halka hizmet ediyorlardı.[434]
İslâm kültür tarihinde önemli yeri bulunan tekkeler, aynı zamanda bir infâk müesseseleridir. İlk tekkenin Remle'de Hâce Abdullah Ensarî tarafından kurulmasından[435] kısa bir müddet sonra her tarafta yayılan ve dolayısıyla daha sonra kurulan müslüman devletlerin kuruluş faaliyetlerinde bulunan Tekkeler, Türklerin Anadoluya gelip yerleşmesinde de büyük ölçüde rol oynadılar.[436]
Tekke ve zaviyelerin Osmanlı fütuhatını kolaylaştırmada büyük bir ehemmiyeti haiz olduklarını biliyoruz. Anadoluya gelen birçok şeyh, müridleriyle beraber tenha yerlere yerleşiyordu. Köy veya boş araziye yerleşenler, bu yerlerde müridleriyle birlikte ziraat ve hayvan yetiştirmekle uğraştılar. Bu boş araziler kısa zamanda din, kültür ve insan merkezleri haline geliyordu. Bu zaviyelerin, ordulardan önce gelip hudud boylarına yerleşmesi orduların harekâtını kolaylaştırıyordu.[437]
Bundan başka tekkelerin, köylerin gelişmesinde ve köy halkının ilerlemesinde de büyük bir hizmet ifa ettiğini bilmekteyiz.
Müslüman toplumların hemen her bakımdan gelişmesine yardımcı olan ve vakıflara bağlı bulunan tekkelerin infâk konusunda oynadığı rol inkar edilemez. Biz konuyu daha fazla uzatmamak için tafsilata girmiyoruz. Ancak burada bir noktaya temas etmeden de geçemeyeceğiz.
Müslüman toplumların, ekonomik ve sosyal yapısının teşekkülünde harç vazifesi gören bu teşkilatın son zamanlardaki durumlarına bakıp bunların hep böyle olduklarına hükmetmek, büyük bir haksızlık olur.
Nitekim, M. Cevdet de bu mevzuya temasla son zamanlardaki teraddisine bakıp ta tekkelerin daim öyle olduğuna hükmetmemelidir. Dört mevsimden sonbahara bakarak ilkbaharda da ortalığı yapraksız ve yeşilliksiz sanmak doğru olmadığı gibi, kemâl zamanlarında tekkeler, ruhları çok terbiye etmiştir. Eskiden tekkeler, edebiyat, musikî ve tarih ocakları idi. Hayatın ızdırabını dindirmek ihtiyacında olanlar oralara koşar nefis bir ahengin şelalesi altında ruhlarını yıkar, tesellikâr söz ve tarihi menkıbelerle yeniden canlanırlardı. Hasılı tekkeler, ye's ve mahrumiyet ile canına kıyarak insanların, yeniden tamir gördüğü yerlerdir[438] diyerek tarihi bir gerçeği dile getirmeye çalışır.[439]
Müslüman Türk toplumunun ekonomik ve sosyal hayatında önemli rolü bulunan müesseselerden biride imarettir. Bu müessesenin temeli vakıf sistemine dayanır. Hayır kurumların başında gelen imaret, yüzyıllar boyu medrese talebesi, yoksul halk ve yolcular (âyende ve ravende) için küçümsenemeyecek hizmetler vermekle tanınır. Dar mânasiyle "aşevî" demek olan imaret, istilah olarak daha kapsamlı bir şekilde tarif edilir. Bir şehir veya kasabanın nüvesini teşkil eden bir külliye diyebileceğimiz bu müessesenin şümulüne cami, medrese, bimarhane, mektep, kervansaray, kütüphane, hankah, hamam vs. gibi insanlara faydalı olan müesseseler girer.[440]
Toplumu daha sağlıklı yetiştirmek, onu kültürel yönde geliştirmek ve fertleri arasında ahenkli bir hayat sağlamak için, Öğrenci, fakir ve kimsesizlere yardımda bulunmak gerektiğini bilen İslâm âlemi bu maksatla bir çok hayır tesisi kurmuştur. İşte bu maksatla kurulup tesis edilen eserlerden biri de imarettir.[441]
Daha önceki müslüman devletlerde de varlığından haberdar olduğumuz bu müessesenin (imaret) Osmanlılardaki ilk müessisi, Orhan Bey (1326-1359) oldu.
O, İznik'in Yenişehir kapısında bir imaret kurdu. Bu imaretin idareciliğini de dedesi Şeyh Edebali'nin müridi olan Hacı Hasan'a verdi. Orhan Bey, bu ilk imaretin açılış merasiminde bizzat kendisi hizmet etmiş, fakirlere çorba dağıtmış, akşam olunca da imaretin kandillerini bizzat kendisi yakmıştır.[442]
Daha çok ilim tahsilinde bulunan öğrencilerin, fakir fukaranın, kimsesizlerin, yolcuların ihtiyaçlarının temin edildiği bir infâk müessesesidir. Bu müessesenin kendisine has talimatları ve uyulması gerekli olan disiplin kuralları vardı.
Dâr mânada aşhane ve aşevi olan bu müesseselerin imkanlarından istifade edenleri şöyle bir tasnife tabi tutabiliriz.
1- Medrese Talebesi
2- Cami ve hayrat hademesi
3- Memleket fukarası
4- Misafirler (âyende ve ravende)
Sadece öğrenci ve memleket fukarasının ihtiyaçlarının temin edildiği yer olmayan imaretler, aynı zamanda ülke dahilinde bir çok kimseye iş bulma imkanlarında sağlandığı yerlerdi. Bir çok kişi buralarda çalışmak suretiyle geçimini temin ediyordu ki bu, mütevazi bir şekilde de olsa memleketteki işsizliğin kalkmasına sebep oluyordu. Meselâ Fâtih imaretini ele alalım; burada tam 44 kişiye iş imkânı sağlanmıştı. Vakfiyeye göre bunların sayıları ve işleri şöyledir:
1- Nâzır-ı imaret
2- Kâtip
3- Hazine emîni
4- Masraf emîni
5- Anbar memuru
6- Misafir karşılayıcı (buyrun efendim'ci)
7- Dağıtıcı (4 kişi)
8- Kalburcu (2 kişi)
9- Pirinç kalburcusu (2 kişi)
10- Kandilci (2 kişi)
11- Ferraş
12- Me'ke-î suhtegan hizmetçisi
13- Hadim-i me'keli mûsafirin ve fukara
14- Kapıcı (2 kişi)
15- Süpürgeci
16- Kâse su (bulaşık temizleyen)
17- Hafız-ıtas(2kişi)
18- Seyis
19- Hummal-ı hateb
20- Hummal-ı Lahm
21- Hummal-ı zehair
22- Aşçıbaşı
23- Ahçı (4 kişi)
24- Ekmekçibaşı
25- Ekmekçi (5 kişi)
26- Mâhi'n Nukuş (imaret duvarlarına tebeşir, boya, kömür vs. gibi çocuklar tarafından yazılan yazıları silen)
27- Vezzan-i imaret (kantarcı)[443]
Bir infâk müessesi olan imaretler hakkında daha fazla bilgi verilebilirdi. Fakat biz konunun fazla uzamaması için bu kadarla yetinmek istedik.[444]
Allah'a kulluk vazifelerinin ifa edildiği ibadethanelerle, ilim ve irfan ocağı olarak faaliyet gösteren camiler, mescitler, musallalar, namazgahlar, medreseler, mektepler, kütüphaneler halkın infâklariyle meydana getirilmiş ve halka hizmet etmiş müesseselerdir.
İlmi faaliyet bir külliye halinde yapılan müesseselerde yürütülmüştür. Bu külliyelerde başta cami olmak üzere, medreseye bağlı kuruluşlarla hamam, yemekhane hatta gelen misafirlerin hayvanları için ahırlarla bunlardan başka, Dârü'ş-Şifâ bile bulunmaktadır. İşte fethedilen İslâm ülkelerinde, başta sultanlar olmak üzere, vezirler beyler ve âlimlerle, zenginler, cami, medrese, mektep, imaret gibi diğer bazı tesisler yaptırmak suretiyle bütün İslâm dünyasını dinî, ilmi ve sosyal müesseselerle donatmışlardır.[445]
İslâm dünyasında eğitim ve öğretim faaliytleri, başlangıçtan beri üzerinde ehemmiyetle durulan konulardan birisidir. Zira toplumu islah etmek ve ona gereken biçimi vermek için, eğitim sistem ve programının geliştirilmesi gerekir. Bunun için Hz, Peygamber'den "Allah beni bir muallim olarak gönderdi". Şeklinde bir hadis rivayet edilmektedir. Kur'ân'da da bu konuya temasla Peygamberin vazifesinin öğreticilik olduğu belirtilir.[446]
Arap dilinde medrese, ders okunacak yer ve talebenin içinde oturup ders okuduğu bina manasına gelirki çoğulu "medaris"tir. Medreselerde öğrencilere ders veren hocalara müderris (profesör) denir.[447]
Sağlık kurumlarının İslâm dünyasında, çeşitli adlar aldıkları görülmektedir. Bunlar arasında en yaygın olanı, Dârü'ş-Şifa'dır. Sağlık yurdu demek olan Dârü'ş-Şifâ'dan başka, aynı manada kullanılan diğer adları şöyle sıralayabiliriz: Dârü's-Sıhha, Dârü'l-Âfiye, bimaristan, bimarhane, Dârü't-Tıp, Hastaların tedavi edildikleri, ilaçların yapıldığı bu yerlere günümüzde hastahane denilmektedir.[448]
İslâm, insan sağlığına Önem veren, insanın hastalanmaması için gereken tedbirlere baş vurmasını ve hastalandığı zaman da tedavi edilmesini emr eden bir dindir. Bu bakımdan, müslümanlar hastalara yardım etmek ve onların sıkıntılarını gidermek için ellerinden gelen çabayı sarfetmekten geri durmadılar, bu anlayıştan hareketle, kurulan hastahanelere gelenleri din, dil ve ırklarına bakmadan tedavi ediyor, onlara tıbbi yardımda bulunmayı bir vazife telakki ediyorlardı. Hastalar için böyle düşünen müslümanlar, tabipler içinde aynı şeyi uygulamaktan geri kalmadılar. Nitekim XIII. asırda yaşayan îbn Ebi Usaybia (1203-1270) yazdığı "Uyunu'1-Enbâ fi tabakati'l-Etibbâ" adlı eserinde müslüman hükümdarların kullandıkları pek çok hıristiyan tabibin ismini verir.
İslâm tıp tarihinde hastahanelerin eğitim bakımından da önemi büyüktür. Zira buralar hem tedavi hem de eğitim yeri vazifesi görüyorlardı. Nitekim "Dârü't-Tıp" denilen tıp medreseleri aynı zamanda hastalara şifa dağıtan birer müessese idiler.
Abbasiler döneminde gelişen hastahaneler, hemen hemen her tarafta vakıf olarak ortaya çıktılar. Selçuklular zamanında da gelişmesini sürdüren bu hastahanelerden Şam, Musul, Bağdat ve Medine'de inşa edilenleri meşhurdur. Anadolu'da gerek Selçuklular, gerekse Osmanlılar tarafından bir çok hastahane inşa edilmiştir.[449]
Müslümanlar, daha burada sayamadığımız nice infâk müesseseleri yaptırmakla kalmayıp, bunların devam ve işlerliğini sağlamak için de gerekli tedbirleri almışlardı. Bu tedbirlerin başında da onların devamlılığını sağlayacak olan vakıflar tahsis etmekti. Bütün bunları da sevap kazanmak gayesiyle yapıyorlardı. Bu gayenin tahakkuku için en uygun çarede şüphesizki kendisinden sonra devam edecek olan vakıftı. Böylece müslümanlar, başkasının içinde temizlendiği, ibadet ve diğer emirleri yerine getirebileceğinden dolayı maddî ve manevi huzur duyabileceği bir müessese kurmayı büyük bir vazife telakki ediyorlardı. Böylece başkalarına yardımda bulunmuş olacaklardı ki, bu da "hayra sebep olan onu işleyen gibidir" hadisi şerifinin delâlet ettiği gayeye ermek demekti.[450]
Bu kısa, evrensel, veciz hutbede ele alınan hususlar gözden geçirilince, ferdi hak ve hürriyetleri ve sosyal hayatı ilgilendiren bir çok meselenin ele alındığı görülür. Herhalde insan hakları konusunda Hz. Peygamber tarafından ortaya konan beynelmilel nitelikteki kuralların sosyal hayatı yakından ilgilendirmesi bakımından dikkate değer hususlar olduğu üzerinde durmak gerekir.
1. Ferdi hak ve hürriyetler bakımından veda hutbesinde görülen ilk esas; insanların canının her türlü tecavüzden korunmuş olduğunun ilanıdır.[451] Burada insanların, canı, malı ve ırzı teminat altına alınmıştır.
Ayrıca, bir kimsenin mülkünde onun rızası olmadıkça başkasına hak tanınmamıştır.[452] Çünkü müminler kardeştir. Kardeşlerde birbirlerinin haklarına riayet ederler. Nitekim; "Ey İnsanlar! Şüphesiz Rabbiniz birdir. Atanız da birdir. Hepiniz Âdem'in çocuklarısınız. Adem ise topraktandır. Allah katında en liyakatli olanınız, ondan en çok korkanızdır. Ve hiç bir Arabın Arap olmayan biri üzerine, takva hariç hiç bir üstünlüğü yoktur."[453] sözleri kardeşlik ile eşitliğin en şümullü ifadeleridir.
2. Cemiyet halinde yaşamanın çekirdeğini oluşturan aile müessesesi üzerinde dururken Hz. Peygamber kadın haklarını ele almaktadır. "Kadınlarımıza gelince, onların sizin üzerinizde hakları ve sizinde onlar üzerinde hakkınız vardır."[454] Erkeklerin kadınlara iyi davranmaları gerektiğini belirten Hz. Peygamber; "O halde, kadınlarla ilgili olarak Allah'tan korkunuz ve onlara en iyi şekilde muamele ediniz."[455] buyurmakla kadınlara verilen değeri anlamamızı İstemektedir.
Bunun yanında, İslâm Peygamberi, aile müessesesinde sosyal barış açısından önemli bir husus olan miras konusunu da ele aldığı bu hutbesinde: "Şüphesiz Allah, her varis için mirastaki hissesini tesbit etmiştir. O halde bir varis lehine (mahfuz hissesinden fazla olarak) bir vasiyet yapmaya müsaade yoktur. Ve bir yabancı lehine yapılacak bir vasiyet (mirasın bütününün) üçte birini aşamaz." diyerek, aile içindeki sosyal dengeyi kuran ölçüleri koymak istemiştir.
Toplum hayatında insanların doğru yoldan çıkabileceklerini belirten Hz. Peygamber; "Ben size delalete düşmemeniz için Allah'ın kitabını ve Peygamberin sünnetini bırakıyorum." dedikten başka, şeytanın yoldan çıkarıcı olduğundan bahsederek Allah'tan korkmak gerektiği üzerinde durmaktadır. Böylece insanların birbirlerine zarar verici davranışlardan sakınmaları gerektiği tavsiyesinde bulunan İslâm Peygamberi, toplumun sosyal dayanışmasını bozan işlerden vazgeçilmesini emretmektedir.
Nitekim; "Cahiliyet devrinin faizi kaldırılmıştır." ve "Cahiliyet devrinin kan davaları kaldırılmıştır." derken sosyal barışın kurulması için gerekli ilk tedbirleri belirtmiştir. Zira, faiz alıp vermeyi zulüm yapmakla zulme uğramak gibi mütalaa eden Hz. Muhammed (s.a.v) cinayet işlemeyi de kesinlikle yasaklamıştır. Cinayet işleyenlerin bunu ya hayatı ile ya da diyetini malı ile ödeyecekleri bir sistem getirmiştir. Zina işlemenin de toplum için çok zararlı bir davranış olduğunu gören Hz. Peygamber bu hutbesinde, "Zina işleyenin cezası recmdir." diye ilan etmiştir. Doğru yoldan çıkan insanların ölçü olarak da; "Allah'ın helal ettiğini haram, haram
ettiğini helal." saydıklarını ifade eden Hz. Muhammed, bütün bu davranışlarından kaçınılmasını tavsiye etmiştir.[456]
Hicretin onuncu senesinde, Hz. Muhammed'in vefatından kısa bir süre önce yapılan bu hac ziyaretine "Veda Haccı" denmesi, kendisinin kısa bir süre sonra vefat etmesinden dolayıdır. Bu hac ziyareti sırasında nazil olan âyetle[457] de dinin tamamlandığı belirtildiğine göre, bu hutbenin müslümanlara ve insanlara bundan sonra uyacakları hususları göstermesi bakımından çok büyük bir önem arzettiği kabul edilmektedir.
Sonuç olarak bu hutbe, bütün insanlığın ortak bir yaşayış içinde uyacağı kuralları veciz bir şekilde ifade ediyordu. Nitekim, Hz. Muhammed (s.a.v) buradaki müslümanlara hitap ederken, bütün insanlığa seslenmekteydi. Bunun için de; "Ey insanlar!" diyerek konuşmalarına paragraf başı yapıyordu.
Böylece bu veciz evrensel hutbe infâk müessesesinin de psikolojik ve sosyolojik temellerini de atmış oluyordu.[458]
Hukuki yönden infâktan maksadımız; İslâm fıkhındaki tabiriyle verilmesi vacib olan "nafakalardır: Bu anlamda infâkın tarifi şöyle yapılmaktadır: İnsanın normal bir hayat için muhtaç olduğu mesken, yiyecek ve içecek, giyecek ve tedavi masraflarının teminidir[459]Konuyla ilgili olarak Kur'ân’ı Kerim'de şöyle buyruluyor: "Eli geniş olan, elinin genişliğine göre nafaka versin. Eli dar olan kimse de Allah'ın, kendisine verdiği kadar nafaka versin. Allah ancak verdiği kadarıyla mükellef kılar. Allah güçlükten sonra kolaylık verir. "[460] Peygamber (s.a.v) efendimiz de bir hadisi şeriflerinde kadınların nafakası hususunda şöyle buyuruyor: "Kadınlar hakkında Allah'tan korkun. Onlar sizin himayenizdendir. Onları Allah'a teminat vererek aldınız. Uzuvlarını Allah'ın kelimesiyle helal saydınız. Onların sizin üzerinizde durumlarına uygun olarak yiyecek ve giyecek hakları vardır."[461]
Burada nafakadan maksat zengin bile olsa kadına yemek, ev, hizmet ve ilaç gibi ihtiyaç duyduğu maddeleri temin etmektir. Nafakanın konumuzla olan ilgisi münâsebetiyle ana hatları üzerinde durmak istiyoruz. Çünkü nafakalar toplumdaki sosyal dayanışmaya hukukî bir mahiyet vermekte, aralarından birer husûsi alâka bulunan kimselerin ihtiyaçlarını temin etmek toplum hayatının bekasına hizmette bulunmaktadır.[462]
"Anaların yiyecek ve giyeceğini uygun bir şekilde (ma'rûf) sağlamak çocuk kendisinin olan (mevlûdün leh) babaya borçtur."[463]
Ayette geçen "mevlûdün leh" baba demek olup, bu hükümdeki "rızık" yeterli yiyecek ve elbisedir. "Ma'rûf ise, aşırıya kaçmadan ve eksik yapmadan şer'an belli olan ölçü demektir.[464]
"Onları gücünüz ölçüsünde oturduğunuz yerin bir bölümünde oturtun, onları sıkıştırıp (gitmelerini sağlamak için) kendilerine zarar vermeye kalkışmayın. Eğer hâmile iseler, doğum yapıncaya kadar nafakalarını verin. Sizin için çocuğu emzirirlerse onlara ücretlerini verin. Aranızda uygun bir şekilde anlaşın. Eğer anlaşamazsanız çocuğu, başka bir kadın emzirecektir."[465]
"İmkanı geniş olan, nafakayı imkanlarına göre versin; rızkı daralmış bulunan da Allah'ın kendisine verdiği kadarından nafaka ödesin. Allah için kimseyi verdiği imkandan fazlasıyla yükümlü kılmaz. Allah, bir güçlükten sonra bir kolaylık yaratacaktır."[466]
1- Kişinin kendi nafakası.
2- Çocuklarının nafakası.
3- Kadının nafakası.
4- Ana babanın nafakası.
5- Diğer akrabaların nafakası.[467]
1- Kişinin kendi nafakası: insanın başta kendi hayatını devam ettirmesi elzemdir. Nefse zulmetmek dinen caiz olmadığı gibi kişinin âzalarının da kendisi üzerinde hakkı vardır. Bu, Allah'ın, insana verdiği en önemli emânetlerden birisidir. Ayrıca diğer kimselerin nafakasını temin etmek içinde kişinin Önce kendisininkini temin etmesi gerekir. Hem de infâka kendi nefsinden başlaması, kendisinden başlaması, ailesinin fertlerinden sayılmasındandır. Kişi, başkası için kendi nefsini terk edemez.[468]
2- Çocukların nafakası: Bunlar öncelik hakkına göre sıralanacak olursa, önce kız evlatları gelir. Bu tercih buluğdan sonrası içindir. Yoksa küçüklükte erkek ve kız çocukları nafakadan eşittirler. İslâm hukukunda kız veya kadın evli olmadıkça, nafakalarını karşılayacak mal varlıkları da bulunmuyorsa nafaka alacaklısı olma hakkına sahiptirler. Çünkü onlar kadınlıkları dolayısıyla aciz sayılmışlardır. Bu sebeple anne-baba nasıl kız çocuklarının nafakalarını bekârlık döneminde karşılıyorsalar kocası ölen boşanan ve nikâhı fesh edilen kızlarının nafakasını da temin etmek mecburiyetindedirler.[469]
Küçük çocukların nafakaları babaları tarafından karşılanmalıdır. Bunların kız veya erkek olmaları durumu değiştirmez. Eğer küçüğün, mülkiyeti kendine ait mal varlığı varsa nafakası öncelikle kendi mal varlığından karşılanır. Olmadığı takdirde nafaka alacakları sıfatıyla nafakası başta babası olmak üzere yakın hısımları tarafından karışlanacaktır.[470]
3- Kadının nafakası: Kocanın eşine temin etmekle mükellef bulunduğu nafaka, hayatın normal şartlarının hepsini şâmildir. Ez cümle: Yiyecek ve içecekler, giyecekler, mesken, tedavi ve ilaçlar ve muhtaç olduğu veya emsali bulunduğu takdirde hizmetçi[471] dir.
Bütün bunlar nafaka mefhumunun şumûluna dahildir. Bunlardan ilk dördü daha önce geçen âyetin delâleti icâbı kocanın, gücüne göre israf ve kısıntıdan ârî, bir ölçü içinde olacaktır.[472]
Kadınlar ister fakir ister zengin olsunlar nafakaları kocalarına aittir.[473] Ancak bununda bazı şartları vardır.
a. Evlenme Muteber Olmalıdır:
Fasit veya batıl olan evlenme nafaka borcu doğurmaz. Ancak şartlarına uygun muteber nikâh, nafaka borcunu doğurur.
b. Karının, kocası ile birlikte ikâmet edeceği müşterek meskene gelmiş olması ve kendisinde evliliğin tabiî neticesi olan eşler arasındaki cinsel yaklaşıma mani bir halin bulunmaması lazımdır.
c. Kocanın, karının şahsı üzerindeki hakları, karının kendi kusuru ile neticesiz kalmamalıdır. Meselâ; karının hapsedilmesi, kocası yanında olmaksızın seyahata çıkması, meşru bir sebep olmadan müşterek haneyi terk etmesi, kocasının meşru taleplerini geri çevirmesi, kocanın izni olmadan bir meslek veya sanatla uğraşması, bütün bu durumlarda meşru bir mazeret olmadıkça kan itaatsiz[474] sayılır ve nafaka hakkı geçici olarak kaybolur.[475]
d. Karı koca arasındaki din ayrılığı, karı-koca nafakasını etkilemez.
Kan kocanm birbirinden farklı dine mensup olması kocanın nafaka borçlusu olma sıfatını etkilemez. Müslüman koca müslüman olmayan karısının, gayri müslim kocada ayrı dinden gayrimüslime karısının nafakasını temin etmek zorundadır.[476]
Kadının mehri ve boşandıktan sonraki nafakası da kocaya aittir.[477] Eşinin hakkını eda etmeyen, ona hakkını vermeyen, üstelik onun malına göz diken erkekler şiddetle yerilmiştir.[478]
4- Ana Babanın Nafakası: Kişiye, vermesi vâcib olan nafakalardan birisi de ana ve babanın nafakalarıdır.[479] Ancak bunda da bazı şartlar aranmıştır.
a. Çalışıp kazanmayacak kadar yaşlı olurlarsa.
b. Hasta ve kötürüm olurlarsa.
c. Başka hiç kimseleri yoksa.
d. Evladın maddi durumu iyi olursa. Bu şartlar muvacehesinde ana-baba müşrikde olsalar nafakaları evladları üzerine vâcibtir.[480] Aksi takdirde normal şartlarda babaya nafaka vermek vâcib değildir.[481] Bir kimse ana-babadan sadece birisinin nafakasını temine muktedir olursa ananın nafakası takdim olunur.[482]
Ana-babanın hakkı: Dini, vicdani, insani ve ahlaki en büyük bir vazifedir. Onların nafakalarını vermek bu vazifelerden sadece bir tanesidir. İsrâ suresinde bu gerçek açıkça anlatılmaktadır.[483] Dünya'da en yüksek bir hakikat peder ve validelerin evlatlarına karşı şefkatlandır. En yüksek bir hak da onların bu şefkatlerine mukabil hürmet haklarıdır. Evladlara düşen, o muhterem, sadık, fedakar ana babaya halis bir hizmet, samimi bir hürmet ve rızalarını tahsil edip kalplerini hoşnûd etmektir.
5- Diğer Akrabaların Nafakaları: Yukarıda sayılanların dışındaki dost ve akrabalara nafaka vermek vacib değildir. Özelliklede zengin iseler nafaka kastıyla vermek caiz değildir.[484] Ancak ikram ve ihsanda bulunmak, hediyeleşmek ve ziyafet vermek, dost ve akrabalar arasındaki sevgiyi ve dayanışmayı kuvvetlendireceği için teşvik edilmiştir.
Kişinin, kendisine muhtaç olan diğer akrabalarının nafakalarını temin etmek bazı şartlarda yükümlülük arzetmektedir.[485]
Din faktörü kültür yapılarının en önemli unsurunu oluşturmaktadır. Bir başka deyişle kültür farklılıklarının belirleyicisi dindir. Dinler sadece inanç sistemleri değil, bu sistemlerin belirlediği sosyal, siyasî, iktisadî ve hukukî sistemleridirler. Batı tarihi içerisinde feodalitenin kapitalizme dönüşüm süreci içerisinde ortaya çıkan yeni sınıf yani burjuvazi bütün feodal değerlere ve yapılara savaş açarken kiliseyi de saf dışı bırakmayı başarmıştır. Laisizm bir anlamda kilisenin, feodal bir kısım olarak, siyasî, hukukî ve iktisadi etkinliğinin en aza indirilmesidir. Ancak bu, dinin dış etkisinin giderilmesidir. Yoksa devletten kovulan kilise kültürel ve sosyal hayatta bütün canlılığım sürdürmektedir.[486] Günümüzde etkili olan bilgi teorisi bilimlerin temeline psikolojiyi koyuyor Nevton fiziğinin "gerçek dünyası" yerini "gözlenebildiği kadarıyla" bilinebilen dünyaya bırakmıştır. Einstein'in relativite teorisinde gözlem konusunun gözleyiciden ayrı düşünülmesi mümkün değildir. Fizik ilimlerdeki determinizm bile artık günümüzde mutlak değil, istatistik anlamda kullanılıyor. Yani belli sebepler belli sonuçları ancak büyük bir ihtimalle oluşturabilir deniyor.
Fizik ilimlerdeki bu durum sosyal ilimler gibi "bilimsellik" nitelikleri tam belirlenmemiş bilgi dallarında daha büyük çapta ve önemde gözüküyor. Bizim konumuz olan iktisatta da iktisadî açıklamaları iktisatçıların inançlarından, kültürlerinden ve ideolojilerinden ayrı düşünmek mümkün değildir. İktisatçıların bakış açılarımda dünya görüşleri, inanç sistemleri, ideolojileri veya dinlen belirlemektedir.
Bu yüzden batı kaynaklı iktisat teorilerini evrensel gerçek olarak görme, belli, var olan fakat terkedilmesi gereken büyük bir yanılgıdır.
İslâm iktisadı da belli bir inanç (iman) sistemine dayanmaktadır. Akıl yürütmenin, deney ve gözlemlerin bilgi üretimindeki yeri inkâr edilemez. Ancak bunların geçerlilik sınırları çizilir. Evrensellik bile evrenin izafiliğiyle sınırlıdır.
İslâm iktisadı İslâm'ın bütünlüğü içerisinde yerini alır. Bugünün insanına hakim olan kartezyen düşünce yani manâ madde ruh beden ayırımı gibi, "ikinci düşünce" İslâm'ın vahdet görüşü içinde yer bulamaz.[487]
İslâm iktisat sisteminin en önemli hedefleri, iktisadi refah, sosyal adalet, fırsat eşitliği ve iş birliğidir. Mülk sahibi tasarrufunda bulunduğu mülkün gerçek sahibinin Allah olduğunun şuurundadır. Bu yüzden onun, kendi mülkünde dilediğini yapmaya, bu arada onu tahrib etmeye hakkı yoktur. îsraf yasaklanmıştır. Mülkü kullanırken başkalarına zarar veremez. Zira o mülkte başkalarının da hakkı vardır.[488]
İslâm sosyal dayanışmayı en mükemmel bir şekilde ortaya koyup tatbik eden bir dindir. Ferdi mülkiyetle cemiyeti tam bir dayanışma ve sağlam bir yardımlaşmaya sevkeder. Üretim ve tüketimleri arasında denge kurabilen toplumların rahat ettikleri müşahede edilmektedir.[489] İktisat edip israftan kaçman bir toplum fakir düşmez. Peygamberimiz (s.a.v)'in iktisâda verdiği önem zaman zaman kendisine zenginlikte ve fakirlikte iktisadi davranma nasib etmesini Allah'tan istemesinden anlaşılmaktadır.[490]
Çünkü zengin olsun, fakir olsun; iktisad ilkelerine uymayan ihtiyaçları karşılamak için üretim yapmayan ve eldeki mallardan hangi çeşidini ne miktarda ve ne kadar zamanda harcayıp tüketeceklerini hesaplayıp plânlamayanlar zor durumlara düşerler.[491] Allah bu konuda insanları uyararak şöyle buyurmaktadır: "Biz, bol geçimi ile halkı şımarmış nice memleketleri helak ettik".[492] Diğer bir âyette de: "Allah, o memleketi size bir ibret örneği alarak ileri sürdü ki, o, korkudan emin ve sakindi. Rızkı da her bir yandan bol bol geliyordu. Fakat o, Allah'ın nimetlerine nankörlük etti. Allah'da ona, halkının işlemekte ısrar ettiği kötülükler yüzünden açlık ve korku elbisesini (giydirip olanca acıları) tattırdı"[493] buyurmuştur.
Peygamberimiz (s.a.v) bazan iktisad, bazan da "kasd" kelimesini kullanmıştır. Bu iki kelime sadece bizim bildiğimiz iktisad anlamında değil, onu da içine almakla beraber, çok daha genel bir anlamda kullanılmıştır.[494] İktisad eden bereket bulur. Dolayısıyla da infâk etme imkanına sahip olur. Bu yönüyle iktisad ve infâk birbirini etkileyen şeylerdir. İktisada riayet eden, maddi imkanlara sahip olacak ve dolayısıyla bu imkanlarla infâk ve tasaddukta bulunacaktır. Diğer taraftan dini müeyyidelerin telkinatiyla infâk etmeye gayret gösteren kimse de bu imkanı elde etmek için iktisad edecektir. İktisadî faaliyetleri yönlendiren unsurlardan birisi de dinî teşviklerdir. İslâmiyet, insana çalışmayı ve infâkta bulunmayı telkin eder.[495]
İslâm iktisadının diğer iktisadî doktrinlerden farkı, kazandıkları ile Allah yolunda harcama esasının bulunmasıdır. Diğer iktisadlarda ideal, sırf dünyadır. Fakat İslâm iktisadında bunun yanında âhiret akidesi ve orayı kazanma fikri de vardır. Bunun yollarından birisi de infâktır. Kısaca infâk, iktisadi; iktisad da infâkı gerektirir. Her ikiside birbirini tamamlar.
Gerçekte İslâm, maddi ve manevi noktadan sosyal adalet ve sosyal dayanışmanın tenefüs edebilmesi için gerekli olan her türlü hukuki, içtimaî, siyasî ve iktisadî temel prensipleri bütün açıklığıyla ortaya koymuş yegâne evrensel bir dindir.[496]
Dini yaptırımlar sadece dünyayı değil, ahireti de gözetir. Zira insanın dünya hayatı kısa olup geçicidir. Halbuki ölümden sonra uzun ve ebedi bir hayat sürecektir. İnsanın öteki dünyası, bu dünyadaki inanç ve ameline göre kurulacaktır, bu bakımdan insan, yaptığı bütün işlerde yalnız dünyevi bir kâr değil, aynı zamanda âhiret için de bir menfaat düşünmelidir.[497] Yani iktisadi ve ekonomik faaliyetlerinde ahireti de gözetmelidir. Bu da infâk ve tasadduk gibi hayırlarla mümkündür.
Kişi ne kadar takva sahibi olursa, Allah rızası için harcadığı gelir nisbeti de o kadar artar. Takva azaldıkça bu nisbette azalır. Takva, imanın derecesinin ve kişinin Allah yolundaki fedakarlığının bir ölçüsüdür. Bu, ferdi kaynakların zamanın, beşeri Enerjinin ve maddi şeylerin, Allah'a ibadet ve O'nun dinini yaymak için harcaması nisbetinde tezahür eder.[498]
Burada yeri gelmişken ekonominin konumuzla olan ilişkisine de kısaca değinmekte fayda görüyoruz. İnfâk ve tasaddukun maddi olan yönü bir cihetten ekonominin de meselesidir. İnfâk ve tasaddukun işlerliği, yükselmesi veya düşmesi bir noktadan ekonomiye bağlıdır. Toplumun ekonomik düzeyi ne kadar iyi olursa infâkta bulunma da onunla doğru orantılı olarak o kadar iyi olacaktır. İktisadda olduğu gibi ekonominin de infâk ve tasaddukla karşılıklı bir etkileşimi vardır. Çünkü zekât ve sadaka insanı çalışmaya ve ekonomik olmaya iten iki manevi faktördür. Bunlar insana malm gerçek sahibinin kendisi olmadığını hatırlattıkları gibi servet dağılımımda temin ederek zenginin aşırı kazanç ve stokçuluk hırsını ve fakire mal ve kazanmanın değerinide öğretir.[499]
İnfâk harcama, malı ihtiyaç duyulan bir şeye sarf etmek demektir.[500] İbn Teymiyye infâkı cömertlik (sehâ) kavramıyla açıklar. Zira malın harcanması sayesinde insanların durumları düzeltilmiş olacağı için, birtakım insanî çıkarların gerçekleştirilmesinin yanı sıra "hem dinin hem de dinin ihtiyaç duyduğu dünyanın dosdoğru yaşanabilmesi"[501] söz konusu olacaktır ki böylece infâk; cömertliğin ya da 'atâ'nın ve 'herkese çıkar sağlama'nın tâ kendisi olmaktadır. İşte infâkın, üretimle bağlantılı olduğu kadar ferdlerin ihtiyaçlarıyla da bağlantılı olması bu sebeptendir.
Harcama, çeşit çeşit ihtiyaçları bulunan ve üretim için iş bölümü sistemini esas alan her toplumun ayrılmaz bir vasfı olagelmiştir. Söz gelimi ilkel, sınırlı ve kapalı bir ekonomiye sahip bulunan ilkel toplumlarda, ailedeki temel üretim birimidir, kendi ihtiyaçlarını gidermek ve bunların tamamını karşılamak durumundaydı. Ancak ekonominin ilerleyip üretim birimlerinin çeşitlenmesi ve ferdlerin, üretimin belli noktalarında uzmanlaşarak iş bölümü sistemine tabi olmaları, ayrıca ferdlerin türlü türlü ihtiyaçlarını karşılayabilmek bakımından ürünlerin de çeşitlenmesi ile birlikte, karşılıklı değiştirme (mübadele) unsuru ferdlerin ihtiyaçlarını giderebilmenin yolu olarak Öne çıkmaya başladı ve böylece harcama, ekonomik hayatın temellerinden biri haline geldi. (Altın, gümüş vb.) nakitlerin kullanımından evvel mübadelenin en geçerli yolu takas idi. Mübadele ve işlemlerde nakit paranın ortaya çıkmasından sonradır ki mübadele vasıtalarının yerini nakit para aldı. Bu, ekonomik işlemlerin kolaylaşmasını sağladığı ölçüde iş bölümü ve uzmanlaşmanın daha da artmasına vesile oldu. Buna bağlı olarak da ekonomik canlılığın düzeyi yükseldi. Yalnız, nakit paranın diğer mübadele vasıtalarından farklı oluşu, yani zamanla çürüyüp telef olmaktan uzak bulunuşu ve herhangi bir ihtiyaç söz konusu olmaksızın öylece biriktirilebilmesinin mümkün oluşu, ferdlerin nakit paraları bir tarafa yığıp hiç harcamamalarına ve tedavülden uzaklaştırmalarına yol açtı. İşte bir kenara yığılmış malî birikimin ekonomik hareket içerisinde arttırılacağına- faiz yoluyla arttırılması yüzünden, nakit paranın şahsî servet arttırımmın temel vasıtası olarak kullanılması böyle başladı. Bu da nakit paranın, doğal vazifesi olan "değer ölçütü" ve değişim aracı" olma görevinden sapmasına yol açtı ve tüketim harcaması ile üretim harcamasının yetersizliği yüzünden ekonomik hayatta muazzam gedikler açıldı.
İslâm faizli işlemleri, karaborsacılık ve servet yığmayı kökünden kazımak için işte bu sebeple birtakım esas ve düzenlemeler vaz'etti ve hem malın hem de toplumun hakkı olarak mütalaa ettiği harcamayı teşvik etti; zira ona göre mal sahibi olmak malî birikimi ferd ve toplumun çıkarma harcayarak onu çoğaltmayı gerektiren bir emanetti. Cenabı Hak şöyle buyurur: "Allah'a ve resulüne iman edin; ve sizi emanetçi kıldığı şeylerden harcayın, çünkü içinizden iman edip harcama yapanlar için büyük bir mükâfat söz konusudur."[502] Görüldüğü gibi İslâm, 'iman'la 'harcama'yı birbirine bağlayıp harcama olgusunu müslümanın sıfatları arasında zikrediyor; Allah'a itaatkâr olup olmamanın bir göstergesi ve imanın ayrılmaz vasfı olan temel gereklerinden ve alâmetlerinden sayıyor. Yukarıda açıklandığı üzere İslâm, çalışıp gayret göstermeye ve üretmeye davet ettiği gibi mal varlığını toplumun ve ferdin yararına olacak şekilde sarfedip harcamaya da davet etmektedir. Bunun sebebi, malı Öylece âtıl bırakmanın onun varlık gerekçesini, yani harcanması durumunda toplumun bütün ferdlerine ulaşacak olan menfatini, ortadan kaldırıyor olmasıdır. İbn Haldun bu hususta şöyle der: "Malumun olsun ki mal varlığı, bir tarafa yığılıp kasalarda, sandıklarda biriktirildiği, depolandığı zaman artmaz. Halkın yararına olacak, onların haklarını verecek şekilde, onların üzerindeki çeşitli zorlukları giderecek noktalarda harcandığında ise artar, çoğalır ve bundan herkes istifade eder. Dolayısıyla sizin bir tarafta âtıl duran mal varlığınız da İslâm'ı ve müslümanlan âbad edip sevindirmek için harcanmalı, bu uğurda dağıtılmalıdır"[503] Hasılı, devletin gücü, sahip olduğu nakit para ile değil, aksine malların, servet artırımının ve gelirin kaynağı olan üretim gücü ile ölçülür.
Harcamanın temel hedefi bu tür bir menfaat gerçekleştirmektir ve bu menfaat, ferd ve toplum ihtiyaçlarının öteki değer ölçütleri ve malzemelerin yanı sıra "tüketime yönelik harcama" ile giderilmesinde yahut da girdi ve kâr realizasyonu ile, yani malî gelirlerin "üretime yönelik harcama" ile arttırılmasında gizlidir. Nitekim tüketim mallarının ve üretim mallarının satın alınması için harcanan malî birikimin tamamı, ki buna "fiilî talep" denmektedir, üretim seviyesini, bir başka deyişle millî hâsıla[504] seviyesini belirler. Böylece, harcamanın üretimi teşvik açısından ne denli önemli olduğu ve serveti arttırmanın itici gücünün harcama olduğu iyice anlaşılmış olmalıdır. İslâm harcamaya üçüncü bir kısım daha eklemiştir ki o da "sadaka harcaması"dır. Bu tür bir harcama ile ferd, hem kendine hem de topluma tam bir malî çıkar sağlamak istemektedir ki bu, hem Allah'ın hakkını hem de kulların kendi mal varlığı üzerindeki hakkını eda etmek suretiyle ahiret hayatında sevap kazanması, dünya hayatında ise malını arındırması ile gerçekleşir.
Bu arada, sadaka vermenin sonucu olarak servetin toplumun bütün kesimlerine dağıldığı, böylece kitlelerin tüketim harcamaları ve üretim harcamaları sayesinde millî ekonominin gelişmesine yaptığı katkı da unutulmamalıdır.
Aşağıda harcamanın üç türünü ve bunların üretim ve servet artışı üzerindeki etkilerini ele alacağız.[505]
Tüketim harcaması, ferdî ihtiyaçların çarşı pazardaki talepler olarak tercemesi demektir. Kapitalist ekonomide "tüketici hakimiyeti" (consumer sovereignity) kavramı geçerlidir. Yani üretimi ve gelir dağılımını etkileyen merkezî bir otorite olmaksızın, toplumun üretim öncelikleri ve gelirlerin farklı istihdam alanlarına tevzîi gibi- ekonomik hedeflerini belirleyen tüketicidir. Tabiî, "ekonomik sistemin işleyişinde belirleyici olan unsurun tesbitinde en selîm ölçüt olarak toplumun ekonomik alanda gerçekleştirdiklerinin tüketicinin beğenilerine uygunluğu"[506] esas alınacak olursa... Komünist ekonomilere gelince, bunlarda birer tüketici olarak ferdlerin beğenilerinin yerini merkezî plânlamacının beğenileri almaktadır. Bu da söz konusu sistemlerin "pazarın gücü"nü bir ölçüde ihmâl etmesinden ve ekonomik hayatın bütün boyut ve merhalelerini kuşatan bir merkezî plânlamayı esas almasından ileri gelmektedir.[507]
Üretilen mal ve hizmetlerin türü tüketim harcamalarının çoğunluğuna yani toplumda esas alım gücünü elinde tutan yüksek gelir gruplarına göre şekil alacağı için, kapitalist sistemlerdeki "tüketici hakimiyeti" ilkesi dar gelirli kitlelerin ihtiyaçlarının görmezden gelinmesine yol açmakta ve bu ilke, bununla da kalmayıp millî ekonomide muazzam gedikler açılmasına yol açmaktadır ki karaborsacılık[508] bunlardandır. Öte yandan, komünist sistemlerin pazarın gücünü hesaba katmayarak tüm alanları kuşatan bir merkezî plânlama stratejisi izlemesi, komünist toplumlarda yaşayan ferdlerin refah düzeyini azaltmaktadır; çünkü üretim kalemlerini belirlerken birer tüketici olarak onların istek ve arzuları esas alınmamaktadır. Bu da ürünlerin nispeten daha kalitesiz olmasının yanı sıra üretim kaynaklarının belli ölçüde çarçur edilmesine yol açmaktadır.[509] Her iki beşerî sistemin durumu da îslâmî sistemin, toplumun bütün ferdlerini kapsayan güzel ve yaşanabilir bir hayatı gerçekleştirme gayesiyle çelişmektedir. Bu gaye ise, toplumun temel maksatlarını gerçekleştirmeye çalışmakla ve ihtiyaçların yukarıda geçen "öncelikli olanları esas alma" stratejisine uygun bir şekilde giderilmesiyle mümkündür. Bu, zaruri ihtiyaçlara öncelik veren bir stratejidir; bu, orta gelir grupları ile yüksek gelir gruplarının zaruri ihtiyaçlarının yanında asıl olarak alt gelir gruplarının ihtiyaçlarını esas alan bir stratejidir. Böylece hiçbir tüketici daima en kaliteli ve en iyiyi seçme gücünü, dolayısıyla da üretim Önceliklerini belirleme gücünü kendisinde bulamayacaktır. Yalnız, tüketicinin arzu ve isteklerinin bu önceliklerin belirlenmesindeki etkisini tamamen yok saymak da iyi ve güzel bir yaşamla bağdaşmayacağı için, İslâm ferdin bütün hayatı boyunca hedeflemesi gereken en temel öncelik olarak "Allah rızası"nı esas almıştır. Allah rızası ise; geçimini sağlamakta, dosdoğru yaşamakta ve hem ferdin hem de toplumun çıkarına olacak hususlarda şer'î hükümlere riayet etmekle gerçekleşebilir.[510]
Buna bağlı olarak İslâm ekonomisinde tüketicinin dengeli harcamaları, aslî ihtiyaçlar stratejisi çerçevesinde şekillenecektir. Kapitalist sistemdeki bir ferd, mümkün olabilecek en büyük ve bütüncül faydayı sağlayabilecek şekilde tüketim yapabilmek için, gelirinin belli bir kısmını çeşitli tüketim mallarına tevzi ediyorsa ve bu fayda, çeşitli istihdam alanlarına kendi çıkarının gerektirdiği şekilde eşit oranda harcama yaptığında sağlanıyorsa, zira bir tek nakdî birimin bir istihdam alanından bir ötekine çevrilmesi bütüncül faydanın azalmasına yol açacaktır.[511] İşte İslâmî sistemdeki bir ferd de böyle bir paylaştırma yapacaktır, ama İslâm Dini'nin kendisine belirlediği çerçevede... Bunun anlamı şudur: Bazı istihdam alanlarının sınırlı faydası sıfıra denktir şer'an haram olan kalemler bunun güzel bir örneğidir. Yine bazı istihdam alanlarının sağladığı sınırlı fayda daha büyük olabilir. Bunlar, aslî ihtiyaçlar stratejisine uygun olarak zaruri ihtiyaçların bütününe tekabül eden istihdam alanları olup bu bütünü ikinci derecedeki (hâcî) ihtiyaçlar sonra da tahsinî ihtiyaçlar izlemektedir. Bunlar ise belli bir sıralamaya göre eksilip giden birtakım sınırlı faydaların tekabül ettiği istihdam alanlarıdır.
Bu durum, tüketicinin 'ferd' olması durumunda geçerlidir.
Tükiticinin 'toplum' olması durumunda ise, sermaye birikiminin dengeli dağılımını belirleyen kararların alınmasındaki bunlar, özel olarak, gelirlerin, tüketim ile 'müeccel tüketim' anlamına gelen depolama iddihâr arasında paylaştırılmasına ilişkin kararlardır satın alma gücünün desteklediği bir talep olan tüketim harcamalarının etkili olduğunu görmekteyiz. Söz konusu harcamalar, ayrıca üretimin yönlendirilmesinde ve tüketicilerin fiilî taleplerini giderebilmek için kaynakların farklı istihdam alanlarına paylaştırılmasında da etkili olmakta ve bunun yanı sıra tabiî üretime yönelik harcamalarla birlikte safî millî hâsılanın düzeyini de etkilemektedir.[512]
Tüketim harcaması ya da talep, tüketim mallarının yanı sıra bir yandan gelire bir yandan da 'tüketim arzusu'na bağlıdır. Tüketim arzusu kavramıyla, tüketimi çevreleyen şart ve durumlar kast edilmekte olup geliri çevreleyen objektif şartların yanında şahsî ihtiyaçlarla psikolojik eğilimleri de ferdî alışkanlıklarla ferdlerin sosyal yaşamlarını da kapsar. Dolayısıyla tüketim arzusu, iki faktör grubuna uygun bir şekilde belirlenmektedir. Birinci grup: Beklenmedik olayları ve krizleri göğüslemek yahut gelecekteki durumunu güzelleştirmek yahut da sermaye oluşturarak onu mudârabe vb. bir metodla arttırmak amacıyla gelirin belli bir kısmını kenara koymak gibi şahsı faktörlerdir ki bu faktörler, genel gidişat faktörü, tedbir faktörü, hikmet faktörü ve ferdin durumunu güzelleştirmesi faktörü denilen birtakım itici güçleri genel olarak kapsamaktadır.[513] Tüketim arzusunu etkileyen ikinci faktör grubuna gelince, bunlar nesnel faktörler olup o an için geçerli olan faiz oranını ve bu oranın parayı kenara koyma temayülüne etkisini; ileride sahip olunacak gelirin o anki gelirle alâkasına bağlı olarak özel birtakım beklentilerin değişmesini; ayrıca, sermaye değeri ile fiyatlardaki değişiklikleri ve bunların gayrı safî ve safî gelire etkisini kapsamaktadır.[514] Tüketim arzusu, ana yapısı itibariyle "kısa zamandaki değişmezlik"le tavsif edilebilir ki bu, nesnel faktörler ile değişmezliği belirleyen şahsî faktörlerin nisbî değişmezliğinin bir sonucudur. Zira bunlar, uzun bir süreç içerisinde yavaş yavaş değişmektedir. Kısa bir süreçteki tüketim harcamalarının hacminin, esas olarak gelirin hacmine bağlı oluşu da bu sebepledir. Öyle ise, ferdler tüketimlerini arttırmaya, genelde gelirlerindeki artışa paralel olarak yöneliyorlar demektir. Ancak söz konusu artış, gelirdeki artıştan bir miktar daha az gerçekleşmekte ve 'sınırlı tüketim arzusu' kavramıyla ifade edilmekte olup, icab edici bir arzudur ve sağlam bir tekten daha azdır. Bu da yukarıda açıklandığı üzere gelip tüketim arzusunun kısa süreç zarfındaki değişmezliğine dayanmaktadır. Tüketimdeki değişiklik de kısa vadede, gelirdeki değişikliğe bağlı olduğu için, gelirdeki değişiklik üretime bağlı olmakta ve böylece üretim, işgücü düzeyinin belirlenmesinde başlıca değişken olmaktadır. Üretim artışına dayalı tüketim artışı ise, dolaylı olarak üretim artışından kaynaklanan tüketimle peyderpey gerçekleşen harcamaların miktarına bağlıdır ki 'muzâaf / katlanan1 olarak bilinen şey budur. Tüketimin peyderpey artması da öncelikle sınırlı tüketim arzusuna bağlıdır; sınırlı tüketim arzusu yükseldikçe üretim artışının millî işgücündeki etkisi de yükselecektir.[515] Buradan, tüketim harcamalarının işgücü ve imalât düzeyinin belirlenmesinde ve üretimi kamçılamada faal bir faktör olarak ne denli önemli olduğunu anlamış oluyoruz.
İslâmî sistemin tüketim harcamalarına özel bir önem atfetmiş olmasının sebebi de budur. Kapitalist sistemde tüketici yönelişlerinde en çok önem verilen nokta "ferdin, menfaatin nihâî sınırını yakalayabilmesi" iken, İslâmî sistem, tüketici yönelişlerini İslâm Dini sınırlayıp belirlediği ahlâk ölçüleriyle uyuşma boyutu üzerine yapılandırmış; buna bağlı olarak da İslâm'da başarı kavramı, salt maddî ölçütlere değil,[516] Sistemin ahlâkî prensiplerine de rapt edilmiştir. Bu prensipler bir tüketici olması bakımından ferdin yönelişine bir 'zaman boyutu' da katmaktadır; zira ferdin dünya hayatındaki yönelişinde ve bu yönelişin sonuçlanarak ahiret hayatına doğru uzamasının yanı sıra hakkında kesinleşen müspetmenfi bütün uhrevî karşılıklarda, direkt etken olarak ferdi kabul etmektedir. İslâmî sistemde tüketici yönelişleri, İslâm'daki servet kavramıyla da irtibatlı olup ferde düşen, malını çalıştırıp arttırarak fakirlik illetini yok etmektir.[517] Bu esasa göre, iyi ve güzel bir yaşamı gerçekleştirmenin yanında üretim ve imalâtı artırma boyutunu gözetmeyi de hedefleyen İslâm, tüketim harcamalarını doğru yöne kanalize edecek bir ilkeler bütünü vaz'etmiştir ki bunların en Önemlilerini aşağıda bir kaç maddede özetlemek istiyorum.[518]
İslâmda tüketim metâlarına rızık ve tayyibât olarak yani nefsin lezzet aldığı metalar olmaları itibariyle değer verilir ki bunlar Yüce Allah'ın helâl kıldığı şeylerden olmalıdır. Beşerî sistemlerde ise, satılması imkân dahilinde olan ve belli bir ekonomik çıkar sağlayan her şey tüketim metaldir. İslâm helâl dairesini gayet açık bir şekilde belirlemiştir. Kural şudur: İşlemlerde esas olan, her tür işlemin mübâh olmasıdır; haram dairesi ise sınırlıdır. Sözgelimi tüketim metâlari açısından; Allah leş, kan ve domuz etini haram kılmış, giyecekler açısından da altın ve gümüş kapların kullanımını haram kıldığı gibi erkeklere ipek ve altın kullanımını yasaklamıştır. Böylece tüketim olgusu, tâatlerden biri mesabesine yükselmekte, faydası ferde geri dönmekte, başkalarına zarar vermemekte ve malın, zaruri olmayan veya zararı bulunan sektörlere ve metâlara yatırılarak çarçur edilmesine yol açmamaktadır. Bilâkis istihdamı meşru çıkarlar elde edecek alanlar üzerinde yoğunlaştırmakta; arta kalanı da helâl ve temiz metâların üretimi ile gelirlerin arttırılmasına vesile olacak sektörlere tahsis etmektedir.[519]
Zira bu tür bir hayat fakirliğe, malın gereksiz yere zayi edilmesine ve toplumun zaafa uğrayarak zamanla yok olup gitmesine yol açar. Yüce Allah şöyle buyurur: "Biz herhangi bir ülkeyi helak etmeğe karar verdiğimizde, o ülkenin sosyete tabakasına emrederiz ve orada fıskufücûr işlerler; bunun üzerine kendileri hakkındaki azap hükmü kesinleşir ve orayı büyük bir tahribata uğratırız"[520] Ebû Musa'dan rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuş: "Altın ve ipek ümmetimin kadınlarına helâl; erkeklerine ise haram kılınmıştır."[521] Muâviye'den rivayet edildiğine göre de Hz. Peygamber (s.a.v) altın ve gümüş kaplardan içmeyi yasakladığı gibi, altın takmayı ve ipek giymeyi yasaklamıştır.[522]
Çünkü bunlar malın, sarfedilmesi gereken alanlar dışında harcanması anlamına gelmekte; bu ise, stokların azalması gibi çok sayıda ekonomik zarara, buna bağlı olarak da yatırım harcamalarının azalmasına yol açmaktadır. Söz konusu yönelişlerin sonucu olarak ayrıca, tedavülde bulunan nakit paranın artması kaçınılmaz olmakta, bu da üretim artışıyla dengelenmediği takdirde enflasyona neden olmaktadır.
İsraf: "Kendi benzeri için tanınan sınırın aşılması"[523] yani "taat anlamına gelmeyen" bir başka deyişle: haram olan[524] "bir alana harcama yapmak"[525] demektir. Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Yiyin, için, fakat israf etmeyin, çünkü Allah israfçıları sevmez!"[526]
Tebzîr ise "saçıp savurmak ve yok etmek"[527] ya da "Allah'a karşı gelme ve bozgunculuk anlamı taşıyan yersiz harcama"[528] demektir. Yüce Allah şöyle buyurur: "Akrabana haklarını ver; miskin ve yolcuya da.. Kesinlikle savurganlık etme, çünkü hiç şüphen olmasın ki savurganlık edenler şeytanın kardeşleridir! Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür."[529] Malını çarçur edercesine harcamak da bir ayette şöyle yasaklanmıştır: "Allah'ın sizi yönetmekle görevlendirdiği mallarınızı, malını çarçur edecek olanlara (sefihlere) vermeyiniz."[530]
Cenab-ı Hak bir ayette: "Elini boynuna asarcasına cimrilik etme!"[531] derken, bir başka ayette "Altın ve gümüşü biriktirerek bir kenara yığıp da bunları Allah yolunda harcamayanları elem verici bir azapla müjdele"[532] buyurur. Malı biriktirmek ve harcarken elin sıkı olması, malın öylece âtıl durup kimseye fayda sağlamamasına, sür'atle tedavül edememesine yol açar; bu da tüketim hacmine yansıdığı gibi bir açıdan üretim ve yatırıma yansımakla kalmaz ve bazı temel ihtiyaçlarını karşılayamayan ferdin, birtakım mahrumiyetlerle yüzyüze gelmesine sebebiyet verir. Böyle bir durumda ise hem ferd hem de bütün toplum zarar görür, çünkü ekonomik gelişme ve durgunluk bundan kaynaklanır.[533] Ahlâkî açıdan ise cimrilik ve mal yığma, nefsin aşırı derecede mala bağlanmasına yol açar; böyle bir durumda da insanoğlu malının kölesi haline gelmekte olup bu, islâm'ın yasakladığı bir şeydir.[534]
İslâm'da tüketicinin doğru dürüst bir yöneliş sahibi olmasının temelinde bu olgu yatmaktadır. Bu ilke, şer'î hükümler sırasıyla: zaruri, hâcî ve tamamlayıcı (kemâlî) mahiyetteki ihtiyaçların sınırlarına riayet etmekle tamamlanır. Ekonominin belli bir dengeye yönelmesi ve gelirin belli bir kısmının yatırım harcamalarıyla sadaka harcamalarına tahisis edilmesi de böyle gerçekleşir. Cenab’ı Hak Şöyle buyurur: "(Rahman 'ın has kulları) o kimselerdir ki harcama yaptıkları zaman, ne israf ederler ne de elleri sıkı davranırlar; bu ikisinin ortasında dosdoğru bir yol tutarlar "[535]
Yatırım harcaması; gelirin, direkt olarak ihtiyaçların giderilmesinde istihdam edilmeyen, aksine öteki tüketim ve yatırım mallarının üretilmesinde istihdam edilen kısmıdır; dolayısıyla yatırım harcaması, üratim gücündeki genişlemenin temel kaynağını teşkil eder. Buna bağlı olarak da ekonomik gelişmenin hız ve doğası, sermaye birikiminin hacmine bağlanır.[536]
Kısa vadeli tüketim arzusunun devamı bakımından millî gelir ve işgücünün hacmini belirleyen temel faktörün "yatırım hacmi" olduğu yukarıda izah edilmişti. Yatırım harcaması gelir dolaşımının olumlu (îcâbî) yönünü teşkil eder, çünkü onun bu yönü sayesinde ferd, gelirinin belli bir kısmıyla ekonomik kazanç ve üretim hedefiyle üretim ameliyelerine iştirak eder. Bazı ekonomistler, tüketim harcamasının yatırım harcamasıyla çelişik olduğunu düşünürler, oysa bu iki harcama türü birbirinin tamamlayıcı sidir; zira: Tüketim harcaması, üretimin aslî itici gücü olup dolaylı olarak yatırım harcamasının itici gücünü de teşkil eder. Muzâaf (katlanma) düşüncesini açıklarken tüketim ile yatırım arasındaki alâkayı izah etmiştik; hani yatırıma yönelik harcamalar millî gelirin artmasını sağlıyordu ve bu, yatırım harcamalarındaki artışın yol açtığı tüketime yönelik tedricî harcamaların sonucu olan "doğurulmuş tüketim'den dolayı katlanan miktarların da kendisine katılmasıyla yatırımdaki esas artış oranında gerçekleşiyordu; bu da tüketim ürünlerindeki genişleme ve bütün işgücündeki artış sayesinde oluyor; tüketim harcamasındaki tedricî artışlar ise, sınırlı tüketim arzusuna bağlı bulunuyordu.[537]
Böylece tüketim harcamasının yatırım harcamasıyla bağlantısı ve bunların birbirinin tamamlayıcısı olduğu anlaşılmış oluyor.
Öte yandan tüketim harcamalarındaki dolayısıyla gelirdeki peyderpey artış yatırımların da peyderpey artmasına vesile olmaktadır ki, "eseru'I muaccil" yahut "doğurulmuş yatırım" olarak bilinen olgu budur ve bu, sistemdeki dahilî gelişmenin sonucudur. Demek ki tüketim harcaması üretimin genişlemesini beraberinde getirmekte; dolayısıyla yatırım harcamalarının artmasını gerektirmektedir (istilzam). Yatırım harcamalarındaki artış da beraberinde tüketime yönelik yeni ve tedricî artışları getirmektedir. Yani katlanan (muzâaf), işine yeniden başlamakta, buna bağlı olarak, doğurulmuş yatırım ile doğurulmuş tüketimin birbirine girmesi sonucu sermaye hareketi devam edip gitmekte; bu da ekonomik gelişme sağlamaktadır.[538]
Yatırım ama "müstakil yatırım" harcaması da bir başka açıdan ekonomik gelişme ve işgücünün artmasını sağlar. Çünkü genel ve uzun vadeli yatırımların yanı sıra üretim tipinin değişmesine ve yeni buluşların realize edilmesine bağlı bulunan yatırımlar, millî ekonomideki dahilî gelişme hareketine ivme kazandırır; bir başka deyişle bunlar gelişme hareketini doğurur ve bu hareketin düzlem ve yönünü belirler. Dolayısıyla müstakil yatırımların çerçevesi, ekonomik gelişme dengelerinin çerçevesini de belirler. Doğurulmuş yatırım ve doğurulmuş tüketim ise daha sonra söz konusu hareketi beslemeye başlar.[539]
Kapitalist sistemlerde, yatırım harcamaları esas olarak ilgili projeden beklenen kâra göre belirlenirken, İslâmî sistemde kâr, projenin sağlayacağı çıkar ve yeterliliği belirleyen öğeler çerçevesinde gelmekte; yönlendirici ve temel ölçüt olarak görülmemektedir. Gerçi, yatırımın sağlayacağı çıkar ve sosyal fayda İslâmî sistemde de yatırım harcamalarının yönlendirilmesinde önemli bir ölçüt kabul edilir ancak bu, İslâm toplumunun Öncelikler sıralamasına uygun olarak gerçekleşir.[540] Ayrıca herhangi bir yatırım projesinin sağlayacağı genel faydanın, toplumdaki ferdlerin onun yürütülmesi karşılığında katlandığı zorluklardan daha büyük ya da ona denk olması gerekir.[541]
İslâm yatırım harcamalarının yönlendirilmesinde birtakım esaslar vazetmiştir ki daha önce açıkladığımız üzere, "tüketimin yönlendirilmesi"de bunlardan biridir; böylece malın çarçur edilmesi veya üretim ameliyyesine katılmasının engellenmesinin önüne geçilmiş; gelirin kötü istihdam edilmesi ve ekonomi gelirlerinin ekonomik hayata dengeli bir şekilde tahsis edilmesi sağlanmış olmaktadır. Öte yandan İslâm, üretime yönelik hiçbir faaliyette bulunmaksızın bir gelir kaynağı haline getirildiği için, 'ribâ'yı da haram kılmıştır.
İslâm'ın harcamada dengeli olma çağrısı, yatırım harcamalarında dengeye riayet etme davetini de zımnî olarak içermektedir. Bir ayette:[542] "Kendilerine nasip ettiğimiz şeylerin bir kısmını da harcarlar." buyurulur ki bu ayet, herhangi bir harcama türünü esas almaksızın harcama fiilini genel olarak içermektedir; rızk ise ferde verilen her tür mal varlığını kapsar.[543] Bu, gelirle yatırım harcaması arasındaki karşılıklı değişim ilişkisini açıklayıcı mahiyette olup söz konusu ilişki, gelir kaynaklarının tek bir alana kanalize edilmeksizin çeşitli harcama fonlarına tahsis edilmesiyle gerçekleşir. Bu fonların tüketim, yatırım ya da sadaka fonu olması farket mez, yeter ki ekonomide gedikler açılmasına yol açmasın ve gelir ya da üretim artışını dumura uğratmasın.
Malın nemâl andın iması ve ferdin kendi ailesinin çıkarını gözeterek mal varlığını bizzat kendi yaşamında tamamen tüketmemesi açısından İslâm verâsef sistemi de önemli bir faktördür. Bu sistem sayesinde mal varlığının mülkiyeti kendisinden sonra ailesine intikal etmekte ve onu nemâlandırmak için bu kez ailesi çalışmaktadır. Sa'd b. Ebû Vakkas'm oğlu Âmir'den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuş: "(Ya Sa'd!) Hiç şüphen olmasın ki mirasçılarını zengin bırakarak ölüp gitmen onları insanlara el açan, muhtaç kimseler olarak bırakmandan elbette daha iyidir."[544] Yatırım harcamalarının meyveleri ferdin ailesiyle sınırlı kalmaz aksine bütün topluma yayılır. Bu da ferdin, kendisinden sonra hayatta kalacak olanların çıkarını gözetme konusundaki mes'ûliyetini yerine getirmesiyle gerçekleşir. Ebû Hüreyre'den (r.a) rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.v) bu konuyla ilgili olarak şöyle buyurmuş: "İnsan öldüğü zaman, şu üç ameli dışında bütün amelleri sona erer: Faydası câri olan bir sadaka (sadaka’i câriye), insanların istifade ettiği bir ilim ve kendisi için dua eden salih bir evlât.''[545] Hadiste geçen sadaka uzun vadede herkese faydası dokunacak projeler için yapılan yatırım harcamalarını da kapsamaktadır.[546]
İslâm ekonomisinde sadaka harcaması malî harcamaların üçüncü türü olup bu tür bir harcama İslâm'a özgüdür. Sadaka harcaması, İslâm'a göre, kişinin kendi isteğine bırakılmış olmayıp gerekli bir harcamadır ve dinin temel direklerinden birini teşkil eder. Şu ayetten dolayı, bu harcama türü hem Allah'ın hem de toplumun ferdin malındaki hakkıdır: "Allah'ın sizlere verdiklerinden siz de onlara verin."[547] Sadaka harcaması 'istihlâf'[548] ve 'sosyal dayanışma' ilkeleri üzerinde ayakta durur; bu yönüyle o, İslâmî sistemin maddî cephesi ile ruhî ve ahlâkî cephesinin ne kadar mütekâmil olduğunun da apaçık bir göstergesidir.
Sadaka harcaması iki tür harcamayı kapsar. Birincisi: Belli, sabit, daimî ve gerekli bir harcama olup buna zekât denir. Bunun miktarı malın türüne göre belirlenir ve her yıl sabit olarak belirli bir vakitte ödenir; ödenmesi farzdır ve sürekli ödenir; toplumun ihtiyaç veya ihtiyaçsızlığına bağlı değildir, yani nisaba mâlik bulunan herkesin mülkiyetin üzerinden bir yıl geçmesi şartıyla bunu ödemesi farzdır. Zekât sadaka harcamasının en alt sınırı olup İslâmın ilk zamanlarında olduğu gibi zekât hâsılatı, toplumun bütün ihtiyaçlarını karşılamaya yeter, hatta bazan, Ömer b. Abdülaziz devrinde olduğu gibi toplumun ihtiyaçlarından fazla bile olur; bazan da toplumun ihtiyaçlarını karşılamaya bile yetmez, ki bunun sebebi genelde ferdlerin söz konusu vazifeyi hakkıyla eda etmemesidir.
Sadaka harcamasının ikinci türü, toplumun genel menfaati için gerekli olan harcama olup bunun belli bir sınırı yoktur, sabit ve daimî değildir. Kişi bu harcamayı kendiliğinden yapar. Cenab’ı Hak şu ayet gibi çeşitli ayetlerde zekâtla diğer sadaka harcamasını birbirinden ayırmaktadır: "İyilik (birr), yüzlerinizi doğu ve batı istikametine çevirmeniz değildir; asıl iyilik o kimsenin yaptığıdır ki, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır; yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve kölelere sevdiği maldan harcar; namaz kılar, zekât verir..."[549] Fâtıma binti Kays'tan (r.a) rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuş: "Malda zekât dışında bir hak daha vardır."[550] Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğu da Hz. Ali'den rivayet edilmiştir: "Şüpheniz olmasın ki Allah zenginlere fakirlere yetecek oranda bir harcamayı farz kılmıştır; imdi, şayet fakirler aç veya açıkta kalırlar ya da fakruzarûret içerisinde sıkışıp dururlarsa bu, zenginlerin, farz olan harcamayı yapmamış olmasındandır. Bu durumda zenginleri sığaya çekip onlara azap etmek de Allah'ın hakkıdır."[551]
Sadaka harcaması, devletin ekonomik ve sosyal kalkınmasında ve yatırımların canlanmasında gayet mühim bir rol oynar. Bu da aşağıdaki yollarla gerçekleşir:
1- Sadaka mallarının yahut sadaka harcamasının bir kısmının zaruri hizmetler ve tüketim mallarını üretecek projeler ortaya konularak ve yeni iş sahaları açılarak doğrudan semerelendirilmesi mümkündür. Okul ve hastahane yapımı bu tür projelerdendir. Yine, gücü kudreti bulunmayan müteşebbisleri üretime teşvik etme babından üretim için gerekli malzemeleri kendilerine temin etmek yani sadakayı üretim maddesi olarak takdim edip bu tip müteşebbislere gelir kaynağı icad etmek mümkündür.
2- Sadaka harcaması, gelirin, 'sınırlı bir yüksek tüketim arzusuna sahip fakir kitlelerin menfaatlerine yeniden tevzî edilmesine vesile olur. Bu da, sadaka harcamasından istifade eden kitlelerin tedricen artan tüketim harcamaları sayesinde yatırımların katlanıp acilleştirilmesi metoduyla ekonomik canlanma olarak geri döner;
bu ise işgücü ve yatırımın katlanıp artmasına vesile olur. Dar gelir sahiplerinin sınırlı tüketim arzusunun yüksek olduğu yerlerde sadaka harcamasından kaynaklanan sermaye hareketi, hem tüketim hem de yatırım harcaması üzerinde ekonomik kalkınmanın kaynağını teşkil edecek oranda büyük bir etkiye sahiptir.
İşte İslâmî sistemde sadaka harcamaları yatırımların itici gücünü teşkil etmektedir.[552]
İslâmî sistemde devlet, harcamanın üç alanında da rolünü oynar. Çeşitli ürünlerin doğrudan satın alınmasında tüketim harcamasıyla, nafaka babından ilgilenirken, herkesin çıkarının söz konusu olduğu sosyal projeler yürütmek suretiyle yatırım harcamalarıyla da ilgilenir. Son olarak devlet, sadaka harcamaları alanında zekâtın ne kadar ödenip ödenmediğini kontrol etmekle de sorumludur. Hazîne (beytülmâl), özel olarak zekâtı toplayıp sadaka mallarını bir araya getirerek bunları belirlenmiş yerlere harcamakla görevli mekanizmadır. Modern beşeri sistemlerde hükümetlerin tahvil satışına dayalı maaş vs. ödemeleri (medfûât tahvîliyye) ve işsizlik sigortası, İslâmî anlayışın sadaka harcamalarının bir bölümüne tekabül eder.
Şu da zikredilmeye değer bir noktadır ki, klasik teoriler hükümetlere dayanan ekonomik canlılığa önem vermez, aksine devletin ekonomik hayata yön vermekten vazgeçmesini salık verir. Keynesçi doktrin ise, gelir ve işgücü teorisine hükümetlerin payını da dahil etmektedir; onlara göre ekonomik canlılık dönemlerinde bütçede büyük bir başarı gerçekleştirilse de durgunluk devrelerinde bütçeyi denkleştirmekten aciz kalınsa da ekonomik canlılığın düzeyine etki açısından devlet bütçesinin büyük bir önemi vardır.[553]
Allah Teâla dünyayı üzerinde yaşayan canlıların geçimi için çeşitli nimetlerle donatmıştır. "Yeryüzünde hiç bir canlı hariç olmamak üzere azıkları Allah'ın üstünedir."[554] Allah bu âyette her canlının rızkını üzerine aldığını söylemektedir. Dünya gerçekten bu imkana sahip kılınmıştır. Geçinmek için sayamayacağımız kadar geçim yolları var. "Andolsun sizi yeryüzünde yerleştirmişiz, size orada bir çok geçim vasıtaları yaratrmşızdır. Ne az şükredersiniz. Orada hem sizin için, hem azıklarını temin edemeyeceğiniz kimseler için bir çok geçim sebepleri yarattık."[555]
Geçinmek için izlenecek çeşitli yollar, yapılacak çeşitli işler vardır. İş çeşidinden daha da çok nimet çeşidi vardır. Allah diyor ki: "Eğer Allah'ın (bunca) nimetlerini birer birer saymak isterseniz (mümkün değil) siz onları icmal suretiyle bile sayamazsınız."[556] Bu nimetlerden insanlar, dünyanın sonu gelinceye dek faydalanacaklar. "Yeryüzünde sizin için bir vakte kadar durak ve faidelenecek şey vardır."[557] Bu âyet yeryüzünün insanlığın sonu gelinceye kadar onlara yetecek imkanlara sahip bulunacağını haber vermektedir.
Üretim yapmak ve istihsal etmek için üç unsurun bulunması gerekiyor. Bunlar: 1-Tabiat; 2-Amel, iş; 3-Sermaye'den ibarettir.[558] Tabiat üretimin ana maddesini oluşturur. Emek olmadan da tabiat bize kendi kendine bir şey vermez. Sermaye hem tabiat varlıklarını satın almamızı ve hem de başkalarını çalıştırmamızı sağlar. Bu üç unsura ilave olarak yaratıcı ve O'na olan iman, yaratılan insan, insanın emrine verilmiş olan madde. İşte bu maddeler, teknolojinin vasıtaları ve bunların gelişmişlik durumuna bağlı olarak, şekillendirilmeye müsait hususlardır. Ve yine biz bu ortak çalışmanın, üretimin semeresini nasıl adalet ve denge esasına dayanarak tevzi edebiliriz. Bunu da üç noktada özetlemek mümkün:
1- İnsana ait özel hak; çalışmanın karşılığı olan ve doğrudan elde edilen hak.
2- Genel haklar. Umumi maslahat bendi altında sıralanan ve insanlar topluluğu arasında tevzi olunan haklar.
3- Kanuna ait hak. Bu da kanun merkezini mali ve maddi yönden desteklemektir.
İşte İslâm iktisadının temel esasları bunlardır. İslâm ferdi desteklemek için onun hakkını verirken, toplumsal yapıyı da genel anlamında unutmaz. Burada merkezileşen insandır. O toplumunda, kanununda hakkını verecek ve bu taksimatı yapacak infâk edecek tek varlıktır. Bu haklan ihlal etme töhmeti altına girmememiz için; maddî ve ahlakî anlamda koruyucu garantiler olmadan, hak sahiplerine haklarını ulaştırmada adaleti garanti etmemiz mümkün değildir. Ve bu olayda çoğu zaman İslâmî çözümler faydalı oluyor. Çünkü İslâm bu konuda bir takım garantiler koyuyor ve çözümler öneriyor. Bu önerilerin ikisini zikretmekte fayda var.
Harcama ve tasarruf esnasında insanı yanlış yollara meyletmekten alıkoyan en önemli engel, insanın vicdan ve ahlak anlayışını çevreleyen dini engeldir. Allah'a iman esası, O'nun kulları üzerinde kahir olması, insanın amellerinin de O'nun rızasına uygun ve salih olması, bunun gereği olarak ailenin ve toplumun seviyesinin yükselmesi esası olacaktır.[559] Oysa bu temel unsur, kapitalist ve komünist sistemlerde mevcut değildir. Çünkü bu sistemlerde insanın değeri sadece maddidir. Şayet dünyevi engeller de olmasa (kontrolörler, danışma komisyonları) diğer insanların mallarına fesat karışır. Bu engellere rağmen yine de yolsuzluk, hile yolları ve rüşvet çoğalmıştır. Çünkü bu sistemlerde dini ve ahlaki engeller Ölmüştür. Bu sebeple madde ve onun sahipleri diğerlerine karşı üstün duruma gelmişlerdir.
Kazançlar gayri meşru; kazanç yolları da aynı şekilde gayri meşru hale gelmiştir. İnsan gücü, Kur'ân'ın yönlendirdiği üreticilikten son derece uzaklaşarak İslâmın gerçeklerine uzak olan sahalara sapmıştır. Bunlar hakkında en basit ifadeyle akılcı olmayan üretim nitelemesi yapılabilir.
İkincisi doğrudan olmayan veya dünyevi engeller.
Bu ise; doğrudan ve diyalog yoluyla sistem tarafından gerçekleştirilir. İslâmî iktisat, üretime milli faktörleri ilave edince, her bir şahsın mesuliyetide o denli artacaktır. Kontrol mekanizması devreye girecektir. Bunun adı İslâmda; emr’i bi'1 ma'ruf ve nehyi ani'l münker'dir. "Sizden kim bir kötülük görürse onu eliyle, buna gücü yetmezse diliyle, buna da gücü yetmezse kalbiyle değiştirsin (buğzetsin). İşte bu imanın en zayıfıdır."[560] Emri muhtevasına girer. Tasarruflar (harcamalar) üzerindeki kontrol ya ferdi ya da büyük küçük her şeyin hesabını soran muhasipler tarafından yapılır. Çünkü devlet, ferdi sorumluluğu değil, toplumsal sorumluluğu dikkate alır. Devletin değerlerinden her hangi bir şeyin eksilmesi toplumun değerlerinden, aynı şekilde genel anlamda vatandan bir şeyin eksilmesi demektir.
Fakat toplum yararına ve milli projelere yapılan harcamaları doğrudan veya dolaylı olarak kontrol etmeye güç yetirebiliriz. Özel haklara ait harcamaların kontrollerini yapmamız nasıl mümkün olur? Bu durum ahlaki engellerden daha fazlasını gerektirir.
Bunun için İslâm; harcama ve tasarruf için aşılması caiz olmayan dengeli bir daire çizmiştir.[561]
Öyle ki insan, bu harcama ve tasarruf yoluyla orta yolu bulmuş, yaptığı harcamalardan fert ve toplum istifade etmiş ve insanda yaptığı bu infâk yoluyla huzura ermiştir. Allah Teâla bu bireysel infâk için şöyle buyuruyor:
"Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme, büsbütünde açıp tutumsuz olma, yoksa pişman olur açıkta kalırsın."[562]
Harcama ve tasarrufta orta yol, ideal yoldur. Ve bu yol israf ve cimrilik arasında bir dengedir.
"Onlar sarfettikleri zaman ne israf ederler ne de cimrilik. İkisi arasında orta bir yol tutarlar."[563]
Bireysel harcamaların öncelikle yiyecek, giyecek ve mesken gibi temel ihtiyaçlar üzerinde merkezileşmesi gerekir. Ve buna benzer toplumun zaruri gördüğü diğer ihtiyaçlar. Bu ihtiyaçlar insanın gece gündüz aklını meşgul eder. İslâm, bunların tazmin edilmesinin fertler için zaruri olduğu görüşündedir.[564]
Öyle ki, Resulüllah (s.a.v): "İnsanlar üç şeyde ortaktır. Bunlar; su, mera ve ateş."[565] Fakat hayat şartları değiştikçe günümüzde olduğu gibi mesken bu sayılanların haricinde olup, en zaruri hale geldi. Bundan sonra, su, mera, ateş, meskenin altında sıralandı.
Bizim bu sözümüzle hayatın diğer ihtiyaçlarında zühde yönelme kast olunmamalıdır. Nitekim Kur'ân’ı Kerîm bunu nass ile açıklıyor.
"Size verdiğimiz rızıkların temizlerinden yiyin."[566] Fakat şunu demeyi de unutmuyor:
"Bunda aşırı gitmeyin ki gazabımı hak etmeye siniz."[567]
Bunun üzerine biz görüyoruz ki, yeryüzünün güzellikleri helaldir ve bu insan için de helal ve güzeldir. Fakat israfa veya cimriliğe yönelmeden dengeli harcama yolunu seçmek gerekir.
"Ey insanlar! Yeryüzündeki temiz ve helal şeylerden yiyin. Şeytana ayak uydurmayın, zira o sizin için apaçık bir düşmandır. Muhakkak size, kötülüğü, hayasızlığı, Allah'a karşı da bilmediğiniz şeyi söylemenizi emreder."[568]
Böylece insan harcama (infâk) esnasında üç durumda bulunur. Kur'ân bunları akıllı ve olgun insanın anlayacağı şekilde açıklar ve insan da buna göre güzel bir tercih yapar. Çünkü infâk aynı zamanda dengeli harcamanın da adıdır.[569]
Bu durumlar şunlardır:[570]
Temiz rızık hakkında Kur'ân:
"Ey inananlar sizi rızıklandırdığımızın temizlerinden yiyin, yalnız Allah'a kulluk ediyorsanız O'na şükredin."[571]
Helaller dairesi büyük ve geniştir. Saymakla bitmez.
"Allah'ın size verdiği rızıktan yiyin."[572] Allah'ın nimetlerini, zinetlerini anmakla ilgili:
"Ey Ademoğulları! Her mescide güzel elbiselerinizi giyerek gidin; yiyin için fakat israf etmeyin. Çünkü Allah müsrifleri sevmez. Ey Muhammedi deki Allah'ın kulları için yarattığı ziynet ve temiz rızıkları haram kılan kimdir?"[573]
İşte bu dairedeki hususları hiç bir kimsenin hiç bir kimseye yasaklaması, haram kılması ve men etmesi caiz değildir. Allah Teâla'nm şu sözü bunu ifade ediyor.
"Ey inananlar! Allah'ın size helal kıldığı temiz şeyleri haram kılmayın."[574]
Önceki zikredilen âyetlerde de bu manayı yakalamak mümkün.[575]
Burada değineceğimiz husus, toplumun boşa harcayıp, hiç bir fayda temin etmeyen, Allah'ın istemediği bir harcamadır.
"Ey İnananlar! İçki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi pisliklerdir, bunlardan kaçının ki saadete eresiniz."[576]
Yiyeceklerden haram olanlarda yine Kur'ân nasları ile tesbit ediliyor.
"Şüphesiz size ölü hayvan etini, kanı, domuz etini, Allah'tan başkası için kesilen hayvanı haram kılmıştır; fakat, darda kalana, başkasının payına el uzatmamak ve zaruret mikdarını aşmamak üzere günah sayılmaz. Çünkü Allah bağışlayandı, merhamet edendir."[577]
Fakat Kur'ân zorunlu durumda kalanlara istisna göstermeyi de ihmal etmiyor.
"Ey İnananlar! Sizi rızıklandırdığımızın temizlerinden yiyin; yalnız Allah'a kulluk ediyorsanız, O'na şükredin. Şüphesiz size ölü hayvan etini, kanı, domuz etini, Allah'tan başkası için kesilen hayvanı haram kılmıştır; fakat, darda kalana, başkasının payına el uzatmamak ve zaruret mikdarını aşmamak üzere günah sayılmaz. Çünkü Allah bağışlayandır, merhamet edendir."[578]
Diğer bir yerde ise:
"De ki: "Bana vahyolunanda, leş, akıtılmış kan, domuz eti ki pistir ve günah işlenerek Allah'tan başkası adına kesilen hayvandan başkasını yemenin haram olduğuna dair bir emir bulamıyorum; fakat darda kalan, başkasının payına el uzatmamak ve zaruret miktarım aşmamak üzere bunlardan da yiyebilir." Doğrusu Rabbin bağışlar ve merhamet eder"[579]
Böylece görüyoruz ki, insan için helal de haram da bellidir (apaçıktır). İnsanın böylece kendisini tehlikeye götürmeyen yolu tutması gerekir. Bunu yaparken de helalliğini bildiği, apaçık işaretlerini gördüğü tasarruflarda dengeli iktisat normunu aşmamahdır. Harcamaların da israfa varmamalıdır.[580]
Kur'ân harcama yollarının helal olanını da haram olanını da açıklamıştır. Ancak insanın kendi malı da olsa; aşırıya giderek harcama yapmayı uygun bulmamış, bunu israf ve lüks olarak kabul etmiştir. Çünkü harcamalardaki lüks ve israf İslâmda başkalarının hakkına tecavüz olarak kabul edilmiş ve iktisadi bir suç olarak nitelendirilmiştir. Kur'ân bunu şöyle açıklar:
"Hayvanları da yük ve kesim için yaratan Allah'tır. Allah'ın size verdiği rızıktan yiyin, şeytana ayak uydurmayın, o size apaçık bir düşmandır."[581]
"Ey Ademoğulları! Her mescide güzel elbiselerinizi giyinerek gidin; yiyin için fakat israf etmeyin, çünkü Allah müsrifleri sevmez"[582]
Size verdiğimiz rızıkların temizlerinden yiyin, bunda aşırı gitmeyin ki gazabımı haketmeyesiniz. Gazabımı hakeden kimse muhakkak mahvolur."[583]
Harcamada savurganlık toplumun kaynak ve zenginliklerini yok etmiştir. Kur'ân bunu şeytanın amellerinden olarak tavsif eder.
"Saçıp savuranlar, şüphesiz şeytanlarla kardeş olmuş olurlar; şeytan ise Rabbine karşı pek nankördür."[584]
Ve bunu yapanları hayır ve infâkın önünü kesen ve toplum için en büyük bela ve denge bozucular olarak kabul eder.
"Bir şehri yok etmek istediğimiz zaman, şımarık varlıklarına yola gelmelerini emrederiz, ama onlar yoldan çıkarlar. Artık o şehir yok olmayı hakeder. Biz de onu yerle bir ederiz"[585]
Fakat Kur'ân bir taraftan bu yanlışlara müsriflerin ve azgınların eyvanlarına dikkat çekerken, diğer yandan da harcamak isteyenler için yapmış oldukları harcamaların, ahiretle kendilerine vebal olarak geri dönmemesi içinde başka bir yol çizer. Harcamalarda tutulacak en doğru yol, genel harcamalar, insanların zaruri ihtiyaçları muhtaç ve fakirlerin hayatlarını idame ettirmede yardımcı olmak maksadıyla belirli" bir pay ayırmaktır.
"Sana içki ve kumarı sorarlar, de ki "İkisinde hem büyük günah ve hem insanlara bazı faydalar vardır. Günahları faydasından daha büyüktür". Ne sarfedeceklerini sana sorarlar, de ki: "Artanı". Böylece Allah, dünya ve ahiret hususunda düşünesiniz diye size ayetleri açıklar."[586]
Diğer bir âyette ihtiyaçları ve yardıma muhtaç olanları belirtiyor.
"Sana, ne sarfedeceklerini sorarlar, de ki: "Sarfedeceğiniz mal, ana baba, yakınlar, yetimler, düşkünler, yolcular içindir. Yaptığınız her iyiliği Allah şüphesiz bilir"."[587]
Kur'ân'a bir çok yerde ammenin ihtiyaçları yanında ekonomik sıkıntılar altında ezilen ve zulme uğramış kimselere hayırlı yardımlarda bulunmayı teşvik eder ve der ki:
"Ey insanlar! Allah'a ve peygamberine inanın; sizi varis kıldığı şeylerden sarfedin; aranızdan, inanıp da sarfeden kimselere büyük ecir vardır”[588]
Gerek sadaka ve gerekse zekât yoluyla maldan harcamada bulunmak o mallar ve gönüller için, gönüllerden kin ve düşmanlığı çıkarmak için bir temizliktir. Ve bu aynı toplumun fertleri arasında sevgi, yardımlaşma ve dayanışmaya katkıda bulunur.
"Mallarının bir kısmını, kendilerini temizleyip arıtacak sadaka olarak al, onlara dua et; senin duan onlar için bir güvendir. Allah işitir ve bilir."[589]
Böylece zayıf ve muhtaçlara ödenen mallar en güzel şekilde ve ideal maksada ulaşmış olur. Neden olmasın ki, bir çok hayır noktalarına intikal etmiş oluyor.
"Zekatlar; Allah'tan bir farz olarak yoksullara, düşkünlere, onu toplayan memurlara, kalbleri müslümanlığa ısındırılacaklara verilir; kölelerin, borçluların, Allah yolunda olanların ve yolda kalanların uğrunda sarfedilir. Allah bilendir, hakimdir"[590]
İşte toplumda hiç bir ferdi unutmayıp değerini ve şahsiyetini yücelten "ahlaklı ekonomi" anlayışı budur. Ve işte bu doğru harcama toplumdaki sevginin, barışın ve huzur ortamının tek kaynağıdır.[591]
Kamu harcamaları üretimin bir kısmını veya pay olarak fertlerden alman ve mesalihi ammeyi (umumun menfaatini) ve onun yardımcı kurumlan kalkındırmada kullanılan ya da bazen sadaka veya zekât yoluyla gelir girdileridir. Bütün bu malların doğru yönde harcanmaları gerekir. Çünkü kamu malının tesirleri olumlu ya da olumsuz olarak daha evvel bahsetmiş olduğumuz üretimde hak sahibi olanlara (Allah, İnsan, Madde) yansır. Örneğin: Kamu malında suistimal yapmak, Allah'ın ve insanın cezalandırdığı dünya ve ahirette büyük bir suçtur. Ceza suçluya dünyada olsun ahirette olsun ulaşır. Çünkü bunun tesirleri umumu ve beldedeki bütün kurum ve kuruluşları etkiler.
Öyleyse kamu harcamalarını bazı şartlara bağlayan bir takım prensiplerin olması zorunludur. Ayrıca harcamada engelleyici prensiplerin de (dini, ahlaki ve suçu cezalandıran dünyevi engellerin de) bulunması gerekir. Bu ilkeleri belirlemeden önce İslâm ekonomisindeki harcama esaslarının diğer iktisat sistemlerden farklı olduğuna işaret etmemiz gerekir. Çünkü İslâm iktisat sisteminde hedef insan, onun mutluluğu, evinde, okulunda ve işinde insanlık hakkını kullanmasıdır. Harcama ilkelerini aşırı derecede kar etme ilkesine dayandıran kapitalizmin aksine ve harcama ilkelerini aşırı derecede maddi üretim gerçekleştirme esasına dayandıran komünizmin aksine, İslâm iktisadı harcamada bir denge unsurudur.[592]
Şimdi harcamalar için bir takım ana ilkeler koymamız mümkün olabilir.
1. Harcama esasında helal haram sınırlarını gözetmek. İşte bu sınır ekonomide olsun, ahlak açısından olsun, insan davranışı için vazgeçilmez bir çizgi olmalıdır.
2. Sömürücü projelere girmemek. Bir takım şirketler vasıtasıyla başkalarını sömürmemek için harcamalarda (umumun çıkarlarım göz önüne alarak) ölçülü olmak.
3. Umumun faidesine olan harcamalar yapmak; insanın değer ve hürriyetine katkıda bulunmaktadır. Yetimler, miskinler ve kimsesizlere uygun, çeşitli çalışma alanları açarak, sosyal dayanışma ve zayıfların haklarını koruma teşkilatları oluşturarak onlara yardımcı olmak infâk müessesesinin temel ilkelerindendir.
4. Toplumun fertlerinin geneline en büyük menfaati sağlayan kamu harcamaları, hava alanları, yollar, köprüler, telefon-telgraf merkezleri, vb. özel kermesler sembolik fiatlarla insanların güçlerine göre ihtiyaçlarını karşılamakta bir nevi infâktır.
5. Bilimsel çalışmaları desteklemek için, okullar, üniversiteler oluşturmak, yine ziraat, sanat ve bilimsel araştırma merkezleri kurmak, çeşitli üretim birimlerindeki sanatçı ve araştırmacıların yetişmesini sağlamak infakın bir başka alanıdır.
6. Üretime destek amacıyla, projelere ve yapılan harcamalara borç vermek. Üretken bir toplum oluşturmak.
7. İnsan sağlığı için yapılan harcama ve tasarruflar.
Bu da hastaneler ve sağlık komplekslerine yapılan harcamalarla olur. Ancak bütün bunlardan evvel çeşitli temizlik, temizleme ve korunma yollarını en yüksek seviyede insanlar arasında geliştirmek gerekir. Çünkü korunmak ilaçtan daha faydalıdır. Bu amaçla sağlık ve kültürel programlar yapmak. Bunlara ek olarakta toplumun bütün fertlerine ilaç teminini sembolik fiyatlarla sağlamak ve tıbbın çeşitli dallarında uzmanlar yetiştirmek.
8. Ülke yapısını desteklemek. Bu şekilde toplum fertlerini ve ülke değerlerini yeteri biçimde himaye için yapılan harcamalar. Toplum yeterli güce sahip oldu mu Kur'ân'in getirmiş olduğu ilkeleri uygulamaya da güç yetebilir. Ve bu ilkeler hakkın, adaletin, hürriyet ve eşitliğin üstün olması için ideal ilkelerdir. Bunun zıddı olacak olsa toplum kendi nefsini müdafadan bile aciz kalacaktır.[593]
Devlete ait harcamalarında bir takım İslâmi prensiplere gereksinim duyduğu bir gerçektir. Çünkü devlet insanın maddî ve manevî hedeflerine hizmet etmelidir. Devlet malının lüks, israf, anlamsız yerlere sarfedilmesi düşünülemez.
Bu ilkelerden; Kur'ân-ı Kerîm'in ruhundan kaynaklanan ve ekonomik hayattaki prensiplerin bazı ana çizgilerini bir kaç cümleyle ortaya koyabiliriz.Birincisi: Gelir getiren ve üretici, israf ve savurganlıktan uzak, ihtiyacın ötesine aşmayan harcamaların desteklenmesi.İkincisi: Aletlerin yenilenmesi ve korunması. Paslanmamaları ve telef olmaktan korunmaları için yapılan harcamalar. Çünkü bu hareket üretken sistemin ömrünü uzatır.
Üçüncüsü: Sürekli ve yeterli iş temini ve işin devamlılığının garantisi için yapılan projelerin, ihtiyaç duyduğu maddelerin sağlanması.Dördüncüsü: Üretim hacminin artırılması için yapılan destek.Beşincisi: İdari ve hizmet işlerindeki aşırı harcamaların kırılması.Altıncısı: Projelerin ilerlemesi ve gelişmesinde kullanılmak üzere gerekli maddelerin ihtiyaten bulundurulması.
Devlet malını harcamada gördüğümüz dikkat edilmesi gereken bazı prensipler bunlardır.[594]
Görüldüğü gibi, devlete ait harcamalar yerli yerinde kullanıldığı takdirde; hizmet olarak tekrar insana döndüğünden infâk kavramının kapsamına girmektedir. Bu harcamalardan herkes istifade ettiği için, devletin yaptığı isabetli, sosyal içerikli hizmetler infâktan sayılmaktadır.[595]
Harcamalar konusunda anlattıklarımızdan, stokçuluğun İslâm iktisadında yerinin olmadığı anlaşılmaktadır. Doğrusu biz böyle bir şey söyler iken bunu mutlak manada ifade etmiyoruz. Fakat burada maksat açıktır. Biz harcamalar konusunda ekonomik problemlerin çözümünde en uygun metodu, harcama ve tasarruflarda orta yolu ve dengeyi sağlamak için çareler arıyoruz. Öncelikle maddi bakımdan harcama ve tasarruflardaki adalet, insan haklarının temini içinde en hayırlı vesiledir. Fakat bizim çözüm aramış olduğumuz, kanunun harcamalarda denge anlayışı çerçevesinde anlaşılması gerekir. İslâm iktisadında kanuni (meşru) stokçuluğun elbetteki yeri vardır. Ancak bu mutlak anlamda değil özel şartlara bağlıdır. Böylesi bir anlayışta üretimde iktisadi temel yapıyı oluşturur. Ayrıca bireysel ve aile ekonomisini de destekler ve onları israf, boş harcama ve lüksten uzaklaştırır.
Konuyla ilgili ayrıntılara girmezden evvel biriktirme (iddihar) ile ilgili bazı Kur'ân'i esaslara göz atmalıyız.
"Herbiri meyve verdiği zaman meyvesinden yiyin. Devşirilip toplandığı günde hakkım (zekât ve sadakasını) verin. Fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez"[596]
Âyet üç noktaya temas ediyor: Birincisi:
"Meyve verdiği zaman meyvelerinden yiyin." Âyetin bu bölümü tüketimle ilgilidir.
"Hasat günü hakkını (sadakasını) verin" Âyetin bu bölümü dağıtımla ilgilidir.
"İsraf etmeyin çünkü O, israf edenleri sevmez"
Âyetin bu bölümü biriktirme ile ilgilidir.
Geriye şunu demek kalıyor, ifrat ve tefrite kaçmaksızın harcama ve dağıtımda en doğru davranış; az da olsa bir parça bir tarafa bırakmaya müsamaha göstermektir. İşte bu geriye bırakılan parçaya stok (iddihar) diyoruz. Kur'ân Furkân sûresinde buna açıklık getiriyor.
"(O kullar), harcadıklarında ne israf ne de cimrilik ederler, ikisi arasında orta bir yol tutarlar."[597]
Bunun anlamı tasarruflarda ölçülü olmaktır. Geriye adına stok dediğimiz az bir parçanın kalması için fazla uzatmaya gerek yok, gözler önünde apaçık hakikatler olan örnekleri var. İnsan tecrübesi de bunu ifade ediyor. Ahlakı Kur'ân olan ve adalet üzere kaim olan Muhammed (s.a.v) bir defasında Hz. Aişe'ye "Elinin üzerindekini infâk et." deyince o da "O zaman bir şey kalmaz." diyor. Sonra da İsrâ 29. âyet inzal oluyor.
"Eli sıkı olma; büsbütün eli açıkta olma. Sonra kınanır, (kaybettiklerinin) hasretini çeker durursun"[598]
Bundan da anlaşılıyorki; "o zaman bir şey kalmaz" denildiğinde demekki Hz. Aişe'nin evinde stoklanmış bir şey vardı. Aişe'nin evinde bulunan bu şeyin infâk edilmesine Hz. Muhammed (s.a.v) cevaz verdi. Çünkü o müminlerin rahat ve huzurundan mesul ve onları gözetmekle yükümlü idi. Fakat ilâhî nida infâk hususunda ona ideal bir kural getiriyordu. Sanki şöyle diyordu. ""Doğrudur sen çobansın ve her çoban sürüsünden sorumludur ama çobanlık önce kendi ailene karşı mesuliyetini yerine getirmekle başlar. İsrâ 29 âyeti Peygamberin yapmak istediği bir fiilden dolayı nazil oldu. Bundan maksat infâk hususunda dengeyi ve ölçüyü gösteren ideâl kuralı ortaya koymaktır. Bu ise sadece peygamber ve ailesi için değil, bilakis daha sonra gelecek olan nesiller için önemli bir ders olması içindir. Ve bu ders bir çok kimsenin tecrübesiyle de sabit olmuştur. Ellerinde olanı infâk ettikleri zaman tamamen perişan bir duruma düşerek oturup kalıyorlar. Fakat stok (biriktirme)tan maksat nedir? Bunu da bilmemiz gerekiyor.[599]Bir başka ifadeyle stok nerelerde caizdir?
Birincisi; Şunu belirtmeliyiz ki iddihar (biriktirme, stok) ihtikar (karaborsa) ve iktinaz (mal biriktirip harcamama)dan farklıdır. Oysa iddihar bir çok sebepten dolayı meşrudur.
İkincisi; Günlük temel ihtiyaçlar giderildikten sonra, ilerideki bazı ihtiyaçları karşılamak için tedbir almak, bunu ferd, toplum hatta devlet bile yapmalıdır.
Üçüncüsü; Devlet bazı ihtiyaçları ancak yerine gelince stokla giderebilir. Bunun içinde stok caizdir.
Dördüncüsü; Her insanın sorumlulukları ve bakmakla yükümlü olduğu kimseler vardır. Dolayısıyla yaşlılık, hastalık, ölüm veya acizlik gibi ortaya çıkacak sürprizlere hazırlıklı olmak için yeterli stokun olması gerekir. Devlet için de böyledir. İnsan için böylesi sürprizler ve ezici şartlar olduğu gibi devletin de aynı şekilde savaş, yangın, deprem gibi ortaya çıkacak durumlara hazırlık bakımından zorunlu, ihtiyati ve acil durumlar için tahsisat oluşturması gerekir.
İnfâktan sonra geri kalan ve stoklanan mal stok adı altında ferdin ve ailenin iktisadı altına girer. Yakın gelecekte veya acil durumlardaki ihtiyaçları karşılamak üzere, devletin elinde bulundurulan stoklar ihtiyatı tedbir ve acil durumlar için hazırlık sayılır. Bizim burada söylemek istediğimiz, stokun meşru olmayan türleridir.
Biliyoruz ki meşru olan stok, meşru kaynaklara ve sebeplere dayanır. İhtiyaçlar karşılandıktan sonra stoklanan fazla mal gibi. Meşru olmayan stok ise; meşru olmayan kaynak ve sebeplere bağlıdır. Malın fiyatını artırmak, piyasayı ele geçirmek, suistimal veya faiz gibi. Meşru olan stok işçilikte ve üretimde kaynak olarak çalıştırılmalı, yoksa donuklaşır ve çalışmalar durursa; bu durumda yapılan biriktirme iktinaz olur, ihtikar olur.[600]
Meşru olan biriktirme (stok) toplumun dinamizminde ve yükselmesinde pay sahibi olan üretici veya işçisinin elinde sermaye olarak kullanılırsa ihtikara veya meşru olmayan tasarruflara faiz ve kumar gibi çirkin kazanç yollarına alet olmamış olur.
Şayet gelir getiren üretim için kullanılmazsa; o zaman aile yapısının desteklenmesi eğitim durumunun iyileştirilmesi yönünde harcanması ve tasarruf edilmesine bir engel yoktur. Bu da kanaatimizce bir nevi infâktır. Önemli olan stoklanan kaynağın temiz ve meşru amacında temiz ve meşru olmasıdır. İslâm kolaylık dinidir. Zorluk dini değildir. Ekonomide de ahlaktada orta yolu takip eder. İşlerin en hayırlı olanı orta yollu olanıdır.
Bundan dolayı İslâm infâk müessesesini çalıştırarak tasarrufların atıl durmasını önleyecek, gelirin yeniden iktisadi hayata dönmesine yardımcı olacaktır. Paranın tedavül süratinin artışı, para miktarındaki artış gibi, iktisadi hayatın canlandıracak ve üretimi artıracaktır.[601]
Ekonomiye denge (adalet) hakim olduğunda, insanlar arasında birlik, istikrar kendini gösterir. Çünkü her şeyin temeli adalet ve kaidelerdir. Eğer bu kaideler sağlam ve adil, Kur'ânî ilke ve prensiplere dayanırsa bunda gereksiz her hangi bir şey meydana gelmez. Ne eldeki ve ne de ticari mallarda, iktisadi hastalıklar o topluma ulaşacak yol bulamazlar. Modern toplumlarda gördüğümüz bu stok hastalıkları ise; ekonomi sistemlerinin ve onun temel kaidelerindeki hataların sonucudur. Kur'ân başlı, başına bir dengedir. İktisatta aslolan bir dengedir. Kur'ân-ı Kerîm bunu şöyle açıklar:
"Böylece o mallar, İçinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet olmaz"[602]
Bir tarafta son derece zengin devletler diğer tarafta ezici derecede fakirliği yaşayan devletleri görüyoruz.
Aynı şey fertler içinde geçerli. Bazı ülkelerde Karun'un kendi zamanında sahip olmadığından daha fazla zengin insanlar, diğer tarafta ezici çoğunluk. Günlük ihtiyaçlarını dahi karşılayamayanlar. Kur'ân bundan sakındırmış ve Allah yolunda harcamayan hazine ve mal sahiplerini helak ve tehdit ile uyarmıştır. Bu da bize meşru olmayan stoklamayı hatırlatıyor. Bunu iki temel başlık altında özetleyebiliriz.[603]
İslâmın üzerinde durmuş olduğu en önemli iktisadi prensiplerden birisi, servetin belli şahısların cebinde birikmemesidir. Bu düzenli olarak Allah yolunda fakir ve muhtaçlara infâk etmeyi gerektirir. Çünkü belirli şahısların elinde servetin birikmesi toplumda yüksek tabakaların (zenginler sınıfının) ortaya çıkmasını sağlar. Ve bunlar toplumun vicdanlarına korku ve tahakküm salarlar. Bunun sonucu olarakta adalet ve eşitlik ilkeleri sarsılır. Böyle olunca zulümler ve maddeperestlikler artar, zulüm ve karanlıklar çağma dönülmüş olur. İşte bu endişeyle Allah Teâla Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurur:
"Allah'ın (fethedilen) ülkeler halkından peygamberine verdiği ganimetler, Allah, Peygamber, yakınları, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Böylece o mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet olmaz..."[604]
Böylece olay aydınlanmış oluyor. Adil bir şekilde servet dağılımı zenginleri meşru olmayan toplama ve biriktirmeden alı koyar. Çünkü bunun vebali ve sonucu bireyler, toplum ve devlet için vahimdir.
Çünkü ekonomik olarak üretime yönelik projeleri oluşturmak teşvikleri desteklemek için gerekli imkanları kaybetmiş ve belirli şahısların elinde servetin yığıldığı bir devleti nasıl tasavvur edebiliriz. Topluma sadece sınırlı mal aktaran veya küçük ölçekli projeler sunan ve sadece zengin ve kapital sahibi yandaşlarına hizmet eden, faizci, rüşvetçi, sömürücü tabakaları doğuran bir sisteme yardımcı olmuş olur. Kur'ân'ın ilkeleri ışığı altında durum farklıdır. Kur'ân böyle yapanların yolunu kesmiş ve onları hem dünyada hem de ahirette azab ile tehdit etmiştir.[605]
"Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu, işte onlara elem verici bir azabı müjdele! (Bu paralar) cehennem ateşinde kızdırılıp bunlarla onların alınları, yanları ve sırtları dağlanacağı gün (onlara denilir ki): "İşte bu kendiniz İçin biriktirdiğiniz servettir. Artık yığmakta olduğunuz şeylerin (azabını) tadın![606]
Sonuç olarak iddihar; malı, ondan bir fayda sağlamamak üzere sadece yığmaktır ki bu, Kur'ân'da yasaklanmıştır.[607]
Kişiyi iddihara sürükleyen bir takım sebepler vardır. İddihar (kenz) yapanlar genellikle cimri insanlardır. İbni Hacer el-Haysemi (909-974H/1504-1567M) cimriliğin ve fakirlik korkusunun iddihara yol açtığını söyler.[608]
İhtikar (karaborsacılık)in tarihinin çok eski olması ve alış verişin icadı ile ortaya çıkmış bulunması gerekir. Ancak devletlerin onunla mücadeleye ne zaman başladığını söylemek mümkün değildir. Zenginliği dillere destan olan ve Kur'ân'ın ifadesiyle, hazinelerine ait anahtarlarını, güçlü kuvvetli bir cemaatin bile zor taşıyabildiği kadar zengin bulunan Kârûn, servetini zulüm vasıtası[609] yaptı ve bütün uyanlara rağmen onu insanlara, topluma fayda verici şekilde kullanması şöyle dursun tam tersine o, kötü yollara saptı ve halkı ezmeye çalıştı. Neticede Allah onu sarayı ile beraber yerin dibine geçirdi. Kârûn, Hz. Musa'nın kavmindendi.[610] Müfessir M.Hamdi Yazır'a göre, Kârûn, karaborsacılığın, mali ve iktisadi zulmün bir numunesi olmuştur. Firavun da siyasi ve idari zulmü temsil etmektedir.[611] Kur'ân da her ikisi de alabildiğince tenkit edilmiş ve Allah tarafından reddedilmişlerdir. Ne idari ve ne de iktisadi zulüm İslâmın hoş karşıladığı şeyler değillerdir. Bugün de dünyada insanları en fazla bu iki şey meşgul etmektedir. İnsanlar ya idareden veya iktisadi düzenden, iktisadi haksızlıklardan yakınırlar veya ikisinden de memnundurlar ve bütün bağlılıkla devamını isterler.
İş ve ticaret erbabından dürüst ve meşru yolda yürüyenler olduğu gibi halkı zararlı yollara saptıranlar da vardır. Diyebilirimki toplumu en fazla tedirgin eden ve halka zarar veren şeylerden biri de ihtikardır. Çok uzak yerlerden tüketicinin ihtiyacı olan şeyleri onun ayağına getirenler, kazançları bir tarafa aslında önemli bir hizmet görüyorlar. Malını piyasadan çekip halkın ihtiyaç içinde kıvranmasına hiç aldırış etmeyen tüccarın ise halka hizmet yönü yoktur. "Uzak yerden mal getiren (câlib) rızıklanmıştır, karaborsacı ise lanetlenmiştir."[612] sözleriyle Hz. Peygamber bu iki çeşit tüccarın karşılaşacakları durumları dile getirmişlerdir. Resûlullah; fiyatları yükseltmek gayesiyle kırk gün gıda maddelerini piyasaya sürmeyenin Allah'tan uzaklaştığını ve Allah'ın da ondan uzaklaştığını haber veriyor.[613] Bir sözlerinde de; "Kim karaborsacılık yaparsa o, isyancıdır. Günahkardır."[614] diyorlar.
Karaborsacı (muhtekir) kanunlara karşı gelen bir insandır. O, kanunun yakasından kendisini kurtarsa bile insanların lanetlemesinden kendisini kurtaramaz. Resûlullah'ın sözlerine bakılırsa ihtikara şiddetle karşı çıktığı anlaşılmaktadır. Hz. Peygamber karaborsacının ruhi durumunu ve insanlık bakımından düşüklüğünü çok güzel bir şekilde ifade ettiler. O diyor ki: "Karaborsacı ne fena bir kuldur! Allah Teâla fiyatları ucuzlatırsa herifin keyfi kaçar, yükseltirse o zaman ferahlar."[615] Bu, karaborsacının tam teşhisidir. Kâmil Miras'in dediği gibi; halkın felaketiyle saadet temin etmek isteyen muhtekirler, beşeriyetin en sefil tabakası olduğu için islam dini en büyük savaşını bunlara karşı açmıştır.[616] Münziri (581-656) Hz. Peygamber'İn karaborsacı için kullandığı ifadeleri şöylece sıralamaktadır:
a. Günahkar, isyancı,
b. Allah'ın rahmetinden uzak,
c. İnsanların görmek istemediği hastalıklara düçar,
d. Kötülenmeye ve Allah ile kullarının gazabına hak kazanan,
e. Malına haram ile hile karıştırmış olup sadakası kabul edilmeyen,
f. İnsan öldüren gibi günahkar ve şirret,
g. Çetin bir azab ile cezalanacak,
h. Dinine önem vermeyen ve inancında eğrilik olan."[617]
Resûlullah'ın muhtekir için böylesine ağır sözler sarfetmesinin iki sebebi olabilir:
1. İhtikarın çok kötü bir şey olduğunu ticaret erbabına bildirmek,
2. Muhtekir (karaborsacı) aleyhine halkta tepki meydana getirmek, işin kötülüğüne inandırılmış bir insan ve eğitilmiş bir toplum, meselelerin çoğunu halleder. Başarılı bir siyaset ve idarede, kanunlara az iş kalır.[618]
Kur'ân'da, karaborsacılığa benzeyen aslında ondan tamamen farklı ve gerekli bir hareket tarzına daha işaret edilir ve Hz. Yusuf'un Mısır'da yaptıklarına dikkatimiz çekilir. Hz. Yusuf bir rüyadan hareket ederek çok iyi ve bol mahsulün alındığı yedi yıl ihtiyaç fazlası mahsulleri, arkadan gelecek olan yedi kurak ve kıtlık yıllan için ambarlarda depolar. Böylece Mısır halkını açlık yüzünden helak olmaktan kurtarır.[619] Bu bize, mahsulün ve diğer ihtiyaç maddelerinin çok bol ve bedava denilecek kadar ucuz olduğu bir zamanda, piyasayı sıkıntıya düşürmek için değil ve fakat ileriki ihtiyaçların tedariki için bir miktarının piyasadan çekilebileceğini gösterir. Hz. Yusuf tarafından uygulanan bu usulden Kur'ân'da övgüyle bahsedilir. Kur'ân'da övgüyle bahsedilen ve başkacada bir kanun getirilmediği uygulamalar bizim içinde aynen geçerlidir.
Hz. Yusuf'un tatbik edip Kur'ân'da tasvip gören bu tutumun:
a. Malların bedava denilecek kadar ucuza satılmasını önleyerek müstahsilin korunması,
b. Tüketicilerin ileriki ihtiyaçlarının teminat altına alınması, ileride doğacak pahalılığın ve halkın büyük bir sıkıntıya düşmesinin önlenmesi,
c. Mahsulün ve mamul maddelerin bolluğu dolayısıyla israftan kurtarılması, gibi üç faydası vardır. Burada gaye bu gibi faydaları gerçekleştirmek olmalıdır ve sebepsiz yere piyasada suni bir darlık meydana getirilmemelidir. Bunun için de piyasadan malın çekilmesini gerektiren durumun ve çekilecek miktarın tesbiti yapılmalıdır.
İhtikar, bazı eserlerde mekruh ve bazılarında da haram[620] olarak gösterilmiştir. Resûlullah'm çok sert çıkışma bakılırsa ihtikarın en azından harama yakın bir mekruh olacağı muhakkaktır. Müslim (ö.261/874) hadislere bakarak, "ihtikarın haramlığı" şeklinde bir başlık atmıştır.[621] Hz. Peygamber, dışardan fiyatlara müdahele edilmesine ve suni yollardan fiyat artırımlarına şiddetle karşı koymuş ve öteki hayata onlara çok acıklı bir hayatı haber vermiştir.[622] Fiyatların suni yollardan artmasının en başında ise ihtikar gelmektedir.
Meşru olmayan bu biriktirme hastalığına karşı, insanı koruyan en geçerli ilaç infâktır, Allah için harcamadır. Başkalarının ihtiyaçlarım sömürme, toplumdaki bireyler üzerinde otorite kurma ve onları hükmü altına alma, toplumda enaniyet, bencillik tohumlarının artması ve ilk bakışta toplumdaki tabakalar arasındaki çekişme ve çatışmaların çoğalmasını önlemenin tek ve geçerli yolu, ihtiyaç sahibine hakkını vermek yani: înfâk etmektir.[623]
"Allah'ın rızasını kazanmak ve kalblerini sağlamlaştırmak için mallarım sarfedenlerin durumu, yüksekçe bir tepede bulunan, bol yağmur aldığında yemişlerini iki kat veren, bol yağmur yağmasa bile çisentisi düşen bir bahçenin durumu gibidir. Allah işlediklerinizi görür"[624]
Allah rızasını kasdetmek iki ayrı anlama gelebilir:
Birincisi; Mücahitlere harcamak suretiyle onun dinine yardım etmek;
İkincisi; Müslümanlardan ona itaat edenlere yardım etmek suretiyle harcamak mânasına gelir.[625]
"...Zatten ancak Allah'ın rızasını kazanmak için sarfedersiniz.”[626]
Bu hususta ez-Zeccâc şöyle diyor: Bunun mükafatı müminlere aittir. Çünkü Allah; onların maksatlarının doğru olduğunu biliyor ve yaptıkları harcamanın karşılığını veriyor.[627]
"Mallarını Allah yolunda sarfedip sonra sarfettikleri şeyin ardından başa kakmayan ve eza etmeyenlerin ecirleri Rablerinin kalındadır. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir."[628]
Başa kakmaya gelince: Bu hususta iki ayrı görüş vardır.
Birincisi: İhtiyaç sahibine karşı. Birisinin şöyle demesi gibi: "Ben senin için harcama yaptım ve seni fakirlikten kurtardım." Bu, cumhurun görüşüdür.
İkincisi: Sadaka vererek minnet etmek bu görüş İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir.( ) kelimesinin mânası hakkında iki görüş vardır:
Birincisi: Fakiri rahatsız eden bir şeyi onun yüzüne söylemektir. Mesela: Sen daima fakirsin. Sen başıma bela oldun Allah beni senden kurtarsın gibi.
İkincisi: Yaptığı iyiliği, fakirin bu konuyu öğrenmesini istemediği kimseye söylemek. Bu iki söz de rahatsız eder. Ve bunlar, sadaka veren için hoş karşılanmaz.[629]
"Bedevilerden, Allah'a ve âhiret gününe inanan, sarfettiğini, Allah katında ibâdet ve peygamberin dualarına nail olmağa vesile sayanlar da vardır. Bilin ki, verdikleri onlar için ibâdettir. Allah, onlara rahmet edecektir. Allah, şüphesiz bağışlar ve merhamet eder."[630]
Bu ibarede iki görüş vardır:
Birincisi: İnfâk, onu Allah'a itaat etmeye ve onun hoşnutluğuna (rızasına) yaklaştırır.
İkincisi: Onun karşılığı, Yüce Allah katında infâkta bulunan kimseler için saklanır. Böylece o, Allah katında O'na yakınlaşmaya vesile olur. ( ) ibaresinde iki ayrı görüş vardır:
Birincisi: Peygamberin onlar için af dilemesidir. Bu, îbn Abbâs'm görüşüdür.
İkincisi: Peygamberin onlara dua etmesidir. Bu görüş de Katâde'ye aittir.[631]
"Bedevilerden kimi de var ki; verdiğini angarya sayar ve sizin üzerinize belalar gelmesini bekler"[632] Bu ayette de iki görüş vardır: Birincisi: Verdiği sadakaları; İkincisi: Peygamberle yaptığı cihada harcadığı şeyi angarya sayar, ( ) kelimesi yapılması gerekli olmayan şeyi yapmayı üstlenmektir. Yüce Allah'ın;
"Şühhesiz ki onun (cehennemin) azabı geçici bir şey değildir, devamlıdır."[633] sözü de bu mânadadır. Yani (cehennem azabı) devamlıdır.[634]
De ki: "Doğrusu Rabbim, kullarından dilediğinin rızkını hem genişletir ve hem de onu daraltıp bir ölçüye göre verir; sarfettiğiniz herhangi bir şeyin yerine O daha iyisini koyar, Çünkü O rızık verenlerin en hayırlısıdır."[635]
Yani; (Allah'ın) size yapmanızı emrettiği ve size mubah kıldığı bir şeyden neyi infâk ederseniz, o dünyada onun yerine başka şeyi size verir, âhirette de size mükâfat ve karşılığını verir. Hadisi kudside Allah buyuruyor ki: "Sen harca ki ben de senin ihtiyaçlarını gidereyim."[636]
"Gece gündüz, açık, gizli, mallarını sarfedenlerin mükâfatlarını Rab'leri verecektir. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir."[637]
"İnanan kullarıma söyle, namazı kılsınlar; alış veriş ve dostluğun olmayacağı günün gelmesinden önce, kendilerine verdiğimiz rızıktan açık ve gizli infâk etsinler."[638]
"...kendisine verdiğimiz güzel nimetlerden gizlice ve açıkça sarfeden kimseyi misal gösterir."[639]
"... kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve açık infâk edenler..."[640]
Bu âyetlerde; gizlice verilen sadakanın açıkça verilen sadakadan daha hayırlı olduğuna dair işaret vardır. Çünkü (bu ayetlerde) gece, gündüzden önce, gizli kelimesi de açık kelimesinden önce zikredilmiştir.[641]
"De ki: Rabbimin rahmet hazinelerine siz sahip olsaydınız, tükenir korkusuyla yine de cimrilik ederdiniz. Zaten insanlar pek cimridir."[642] Bu ayetin özeti şudur: Şayet Allah'ın sahip olduğu şeye siz sahip olsaydınız, fakirlik korkusundan harcamayı yapmaktan vazgeçerdiniz. İnsan yani kafir, pek cimridir, pintidir.[643]
"Allah yolunda sarfetiğiniz herşey size haksızlık yapılmadan, tamamen ödenecektir."[644] Yani Allah yolunda harcadığınız her şey, bu da ister cihad ve isterse diğer iyilikler olsun genel olarak harcadığınız her şey, size noksansız tam olarak verilecektir. İbn Abbas: Allah, âhirette onun mükâfatını zayi etmez. Ve dünyada da hemen onun karşılığını verecektir. Ve size haksızlık yapılmayacaktır. Yani sevabınız azaltılmayacaktır der.[645]
"Göklerin ve yerin mirasçısı Allah olduğu halde, Allah yolunda siz niçin infâk etmiyorsunuz? İçinizden Mekke'nin fethinden önce infâk eden ve savaşan kimseler, daha sonra infâk edip savaşan kimselerle bir değildirler, öncekiler daha üstün derecededirler. Allah, hepsine cenneti vadetmiştir. Allah, işlediklerinizden haberdardır."[646]
Cümlesinin açıklamasında iki görüş vardır. Birincisi: Mekke fethinden önce müslüman olan ve savaşan kimseler ile Mekke fethinden sonra müslüman olan ve savaşan kimseler bir değildirler. Bu görüşü İbn Abbas ve Mücâhid söylemiştir. İkincisi: Malını cihadda harcayan ve savaşan kimse (diğerleri ile eşit değildir). Bu görüş Katade ye aittir... Katâde dedi ki: iki savaş oldu. onlardan birisi, diğerinden daha faziletli idi. Ve iki ayrı harcama yapıldı. Bunlardan biri, diğerinden daha üstün idi. Mekke fethinden önceki savaşma ve harcama, ondan sonraki savaşma ve harcamadan daha üstün idi.[647]
"İnfâk ettiğiniz nafakayı ve adadığınız adağı şüphesiz Allah bilir. Zulmedenlerin hiç yardımcıları yoktur."[648]
"Sevdiğiniz şeylerden sarfetmedikçe iyiliğe ulaşamazsınız. Her ne infâk ederseniz, şüphesiz Allah onu bilir."[649]
Yüce Allah kendisi için harcamayı, malın iyisinen ve sevilen şeylerden yapmayı teşvik eder.[650]
"Onlar, infâk ettikleri zaman ne israf ederler ne de cimrilik, ikisi arasında orta bir yol tutarlar "[651]
( ) yani adalete uygun olan. ( )kelimesinin mânası; işin devam ettiği ve karar bulduğu husus demektir.[652]
"Allah, yaptıklarının karşılığını en güzel şekilde kendilerine vermek üzere, az veya çok infâk ettikleri herşey, yürüdükleri her yol, onlar için yazılır."[653]
Yani onların infâk ettikleri az şey olsa bile: İbn Abbas'ın dediği gibi: "O, bir hurma dahi olsa" onlar için yazılır.[654]
"... Ne infak edeceklerini sana sorarlar, de ki: "Artanı".[655]
Bu ayetteki ( ) kelimesiyle, ilgili çeşitli görüşler vardır:
Birincisi: Aile'nin nafakasından artan kısmı infâk etmek. Bu; İbn Abbas'ın görüşüdür.
İkincisi: İsraf yapmadan veya cimri davranmadan harcamada orta yolu tutmaktır. Bu el-Hasan (el-Basrî'nin) görüşüdür. (Üçüncü görüşü zikretmedi.)
Dördüncüsü: "Afv", onlara verilen az veya çok malın onlardan geriye alınmasıdır. Bu da İbn Abbâs'tan rivayet edilen bir görüştür.
Beşincisi: Zengin iken verilen sadakadır. Bu Mücâhid'in görüşüdür.
Altıncısı: Afv, farz kılınmış sadakadır. Bu da Mücâhid'den rivayet edilen bir görüştür. Kendisine "Afv" denilen bu sadakanın neshedilip edilmediği hakkında ihtilâfa düşmüşler. İbn Abbâs, onun zekat ile neshedildiğini söylemiş. Mücâhid ise onun sadaka olduğunu ifade etmiştir.[656]
"Sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe iyiliğe ulaşamazsınız. Her ne infâk ederseniz, şüphesiz Allah onu bilir."[657]
Burada iki görüş vardır:
Birincisi: İnsan hayatta iken kendi malından harcama yapmasıdır. Bu görüşü, İbn Ömer Peygamberden (s.a.v) rivayet etmiştir.
İkincisi: Sevilen maldan harcama yapmaktır. Bu görüş Katade ve ed-Dahhâk'ın görüşüdür. Bu harcama ile kasdedilen mal hakkında üç görüş vardır.
Birincisi: Bu farz kılınmış sadakadır. İbn Abbâs, el-Hasan ve ed-Dahhâk'ın görüşüdür.
İkincisi: Bütün sadakaları kapsar. Bu görüşün sahibi ise İbn Ömer'dir.
Üçüncüsü: Kendisi ile Allah rızası kasdedilen bütün harcamalardır. İster o sadaka olsun veya olmasın. Bu görüş, el-Hasan'dan nakledilmiştir. el-Kazî Ebû Yâ'lâ da bu görüşe katılmıştır.[658]
"...Sizi varis kıldığı şeylerden infâk edin; aranızdan, inanıp da infâk eden kimselere büyük ecir vardır."[659]
Bu harcamanın iki şekilde yapılması mümkündür:
Birincisi: Zekattan infâkın yapılmasıdır, İkincisi: Zekat dışındaki mallardan intakın yapılmasıdır. ( ) ibaresinde iki görüş vardır. Bunlardan Birincisi: Allah'ın size rızık olarak verdiği şeylerden infâk. İkincisi: Size öncekilerden miras yoluyla intikal eden şeylerden infâk ediniz. Bu görüşün sahibi el-Hasan'dır.
Üçüncüsü: Bir ihtimal de vardır: Yani haklarını yerine getirmeyi yürütmekle sizi varis kıldığı şeylerden (İnfâk ediniz.)[660]
"Bunlar Allah'a, âhiret gününe İnanmış, Allah'ın verdiği rızıklardan infâk etmiş olsalardı ne zararı olurdu? Oysa Allah onları bilir."[661] Yani şayet onlar Allah'a inanıp Allah'ın onlara rızık olarak verdiği şeylerin bir kısmını Allah'ın sevdiği ve razı olduğu yönlerde Allah'ın verdiği rızıktan infâk etselerdi, ne zararları olurdu?[662]
"Ey insanlar! Allah'a ve peygamberine inanın; sizi varis kıldığı şeylerden infâk edin; aranızdan, inanıp da infâk eden kimselere büyük ecir vardır."[663]
"Allah'a karşı gelmekten sakınanlara, Rab'lerinin katında, altlarından ırmaklar akan ve orada temelli kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve Allah'ın rızası vardır. Allah kullarını hakkıyle görücüdür."[664]
"Rabbimiz biz inandık, bizim günahlarımızı bağışla, bizi ateş azabından koru! diyenleri"[665]
"Sabredenleri, doğru olanları, huzurunda gönülden boyun büküp dîvân duranları, Allah için (mallarını) harcayanları ve seherlerde istiğfar edenleri (Allah'tan bağışlanmalarını dileyenleri Allah görmektedir.)"[666]
"Allah yolunda sarfedin, kendinizi kendi elinizle tehlikeye atmayın, işlerinizi iyi yapın, Şüphesiz Allah iyi iş yapanları sever."[667]
Bu ayetten el-Maverdî şu yorumları çıkarır: Bir: Allah yolunda infâk etmeyi terketmeniz ve böylece bu günahı işlemekle helak olmanız, demektir. Bu İbn Abbâs ve Huzeyfe'nin görüşüdür. İki: Azıksız yola çıkmayımz, yoksa zayıf düşerek helak olursunuz. Bu, Zeyd b. Eslem'in görüşüdür. Üç: Günahları işlediğinizde bağışlanmaktan ümidinizi keserseniz ve böylece tevbe etmezsiniz, demektir. Bu, el-Berâ b. 'Azib'in görüşüdür. Dört: Allah yolunda cihâd etmeyi terketmeniz ve böylece helak olmanız, demektir. Bu, Ebû Eyyub el-Ensârî'nin görüşüdür. Beş: Düşmanı kızdırmadan savaşa atılmak, demektir. Bu Ebü'l-Kâsım el-Belhî'nin görüşüdür. Altı: Bu ayetin mânası geneldir ve yukarıda söylenen şeylerin hepisini kapsıyor. Bu da Ebû Ca'fer et-Taberî'nin görüşüdür.[668]
"Yanları yataklarından uzaklaşır (gece teheccüd namazı kılmak için yanlarını yataklarından ayırıp kalkarlar), korkarak ve umarak Rablerine duâ ederler ve kendilerine verdiğimiz rızıktan (hayır için) harcarlar."[669]
Yani onlar, Allah'ın azabından korktukları için ve Onun rahmetini ve mükâfatını umdukları için, geceleri yataklarında uyumazlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan, vâcib ve sünnet olan şeylerde infâk ederler.[670]
"Ey inanlar! Allah'a ve âhiret gününe inanmayıp, insanlara gösteriş için malını sarfeden kimse gibi, sadakalarınızı başa kakma ve eza etmekle boşa çıkarmayın..."[671]
"Mallarını insanlara gösteriş için infâk edip, Allah'a ve âhiret gününe inanmayanları da Allah sevmez"[672]
Yaptığı infâk ile riyakârlığı kasdeden kimse, sevap kazanmaz. Çünkü o, Allah rızasını kasdetmemiş ki onun mükâfatını hakketsin.[673]
"Allah'a karşı gelmekten gücünüzün yettiği kadar sakının, emirlerini dinleyin, itaat edin; kendinizin iyiliğine olarak mallarınızdan sarfedin; nefsinin tamahkarlığından korunan kimseler, işte onlar saadete erenlerdir,"[674]
Burada üç görüş vardır: Bir: O sadakadır. Bu İbn Abbâs'ın görüşüdür. İki: Mü'minin kendi nefsi için yaptığı harcamadır. Bu el-Hasan'ın görüşüdür. Üç: Cihad için yapılan harcamadır. Bu ed-Dahhâk'm görüşüdür. Kim kendi nefsinin tamahkarlığından sakınırsa; nihayet o, kendi malmdaki Allah hakkım vermiş olur.[675]
"Nitekim, (o inkarcı adamın bütün) ürünleri yok edildi; bağın altüst olmuş çardakları karşısında, sarfettiği emeğe içi yanarak
ellerini oğuşturup "Keşke Rabbime kimseyi ortak koşmasaydım" diyordu."[676]
"Namazlarını kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan (Allah rızâsı için yoksullara) verirler."[677]
"Ve onlar ki.. namazı kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve açık olarak (hayır için) infâk yaparlar..."[678]
"İnanan kullarıma söyle, namazı kılsınlar; alış veriş ve dostluğun olmayacağı günün gelmesinden önce, kendilerine verdiğimiz rızıktan açık ve gizli sarfetsinler"[679]
"Allah'ın Kitâb'ını okuyanlar, namazı kılanlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve açık sarfedenler, tükenmeyecek bir kazanç umabilirler."[680]
Kalb ile yapılan bir amel olan gizli şeylere inanmak ve beden ile yapılan bir ibâdet olan namazı ve mal ile ilgili bir yükümlülük olan sadakayı bir arada zikretmenin hikmeti şudur: Yükümlülüğün dördüncü bir kısmının olmadığını belirtmek içindir. Çünkü bu kısımlar dışındaki ameller, bunlardan iki tanesinin biraraya gelmesiyle gerçekleşir. Mesela: Hac, oruç ve benzeri ibâdetler gibi.[681]
Eğer hâmile iseler, doğurmalarına kadar nafakalarını verin.”[682]
İçlerinde İbn Abbas ve Seleften bir âlim topluluğu ve haleften de bir grubun bulunduğu âlimlerden çoğu şöyle demiştir: Bu ayet, üç talak ile boşanmış hanım hakkındadır. Şayet o hamile ise, doğum yapıncaya kadar nafakası verilir. Diğerleri ise; Bilâkis bu âyetin gelişinden anlaşıldığına göre, "talak-ı ric'î ile boşanmış hanımlar hakkındadır. Ancak âyette; talak-ı ric'î ile boşanmış olsa bile, hamile hanım açıkça zikredilmiştir. Umumiyetle gebelik süresi uzar. Böylece, doğuruncaya kadar nafakalarının verilmesinin vacip olduğunun, nass ile ifâde etme ihtiyacı duyulmuştur. Nafakanın, iddet müddeti kadar vacip olduğu zannedilmesin diye, nass ile açıkça ifâde edilmiştir.[683]
"Varlıklı olan kimse, nafakayı varlığına göre versin; rızkı ancak kendisine yetecek kadar verilmiş olan kimse, Allah'ın kendisine verdiğinden versin; Allah kimseye, verdiği rızkı aşan bir yük yüklemez. Allah, güçlükten sonra kolaylık verir."[684]
Allah hiç bir kimseye, verdiği rızkı aşan bir yük yüklemez, âyetinde üç ayrı görüş vardır: Birincisi: Allah, emziren hanımın nafakası hakkında, babayı, ancak imkanı nisbetinde sorumlu tutar. Bu, İbn Cübeyr'in görüşüdür. İkincisi: kendisinde sadaka olarak verilecek veya zekatı verilmesi gereken mal bulunmadıkça, Allah, onu sadaka ve zekatı vermekle yükümlü tutmaz. Bu İbn Zeyd'in görüşüdür. Üçüncüsü: Allah, kudretinden kendisine verdiği oranda ancak onu farzı yapmakla yükümlü tutar. Bu da görüşüdür.[685]
"De ki: "İstekli yahut isteksiz olarak verin, nasıl olsa kabul edilmeyecektir. Siz şüphesiz fâsık bir topluluksunuz."[686]
Kişinin niyeti kötü olduğu takdirde isteyerek veya istemeyerek yaptığı infâk kabul olmaz.[687]
"Erkekler kadınlar üzerinde yöneticidirler. Çünkü Allah, kimini kiminden üstün kılmıştır ve çünkü erkekler (kadınlara) mallarından harcamaktadırlar."[688]
Yâni erkekler hanımlarının sorumluluklarını taşıyorlar Allah'ın kadınlara vacip kıldığı harcamalar hususunda erkeklerin hanımlara yardımcı olmalarını bu yardımı özellikle mehirlerini hakkıyla ödeyerek yapmalarını emrediyor. Buradaki otorite kadının hakkını korumaktır.[689]
"İnkâr eden kimselerin malları ve çocukları, Allah'tan yana, onlara bir fayda vermeyecektir. İşte onlar cehennemliklerdir, onlar orada temellidirler."[690]
"Bu dünya hayatında sarfettiklerinin durumu, kendilerine zulmeden kimselerin ekinlerini vurup ta mahveden kavurucu bir rüzgarın durumu gibidir. Allah onlara zulmetmedi, onlar kendilerine yazık ettiler."[691] (Kavurucu rüzgar, henüz yeşermekte olan ekini nasıl yakıp kavurursa, onların dünya hayatında sarfettikleri mallarda kendilerine bir iyilik getirmek şöyle dursun, aksine, dünya ve ahiret hayatlarının mahvına sebep olur. Tefsirlerde buradaki benzetme için şöyle bir takdirde yapılmaktadır: "... harcamalar ... kavurucu rüzgarın vurup mahvettiği ekine benzer" âyette rüzgarın sıfatı olarak geçen "sırr" kelimesi, "çok soğuk" anlamını taşır."
"İnkâr edenler, Allah yolundan menetmek için mallarını harcarlar ve (kıyamete kadar) harcayacaklarda. Sonra bu, kendilerine yürek acısı olacak, nihayet yenilecekler ve inkâr edenler cehenneme sürüleceklerdir."[692]
"Verdiklerinin kabul olunmasına manî olan, Allah'ı ve peygamberini inkâr etmeleri, namaza tembel tembel gelmeleri, istemeye istemeye vermeleridir."[693]
Bu ayetin takdiri şöyledir: Verdiklerinin kabul olmamasının sebebi, yalnız Allah'ı inkar etmeleridir.[694]
"Onlara: Allah'ın size verdiği rızıktan sarfedin denince inkâr edenler inananlara: "Allanın istediği zaman doyurabileceği bir kimseyi biz mi doyuralım? derler."[695]
Onların söylediği bu sözlerinde iki ihtimal vardır: Birincisi: onlar, mallardaki zekatı inkâr ediyorlardı. İkincisi: Allah'ın fakir kıldığı kimseyi zengin yapmayı ve Allah'ın kendisine yardım etmediği kimseye yardım etmeyi hoş karşılamıyorlardı.[696]
"Hayır, O'nun iki eli de açıktır, nasıl dilerse infâk eder."[697] İbn Abbas dedi ki: Yüce Allah dilerse rızkı geniş verir. Ve dilerse rızkı daraltır.[698]
"Birine ölüm gelip de: "Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar ertelesen de, sadaka versem, iyilerden olsam" diyeceği zaman gelmezden önce, size verdiğimiz nzıklardan infâk edin"[699]
Bu harcama ile ilgili üç ayrı görüş vardır: Birincisi: Sadaka malların zekatıdır. Bu görüşü söyleyen îbn Abbas'dır. İkincisi: malî olarak vacip olan haklarda ki harcamadır. Mesela; Hacc, zekât ve benzeri ibâdetler. Bu mâna, ed-Dahhâk'tan rivayet edilmiştir. Üçüncüsü: Gönüllü olarak verilen sadakadır. Bu görüşü el-Mâverdî zikretmiştir. Buna göre bu ayetteki emir, mendubluk mânasını ifâde eder. Bir önceki görüşe göre bu ayetteki emir, vücub ifâde eder.[700]
"Bunlar: "Allah'ın peygamberinin yanında bulunanlara bir şey vermeyin de dağılıp gitsinler" diyen kimselerdir."[701]
Bu Abdullah b. Übey b. Selul'ün sözüdür. ( ) dağılsmlar mânasına gelir.[702]
Müslüman şahsiyetinin, tıpkı, namaz gibi, oruç gibi, olmazsa olmaz değerlerinden birisi, infâk etme-verme hassasiyetine sahip olmasıdır.
Hem cimriliği hem de israfı asla tasvip etmeyen ve her konuda orta yolu öneren İslâm dini, "sosyal" bir din olarak sosyal adalete, dayanışma ve yardımlaşmaya büyük önem vermekte bundan dolayı da "infâk" kavramıyla tanımlanan "Allah yolunda yapılan harcamaları" en makbul ve en faziletli bir ibadet olarak kabul etmektedir.
İslâm dini "sosyal adalete" büyük önem veren ve toplumda, yardımlaşma ile sosyal dayanışmanın gerçekleştirilmesini emreden bir dindir. Bundan dolayıdır ki, infâk, en az diğer ibadetler kadar hatta onlardan daha fazla makbul ve matlûb olup bu ibadeti yapan Allah'ın büyük rızasını ve hoşnutluğunu kazanmakta ve cennetle mükafatlandırılmaktadır.
Müslümanların, Allah'ın lütuf ve inayetine mazhar olabilmeleri için sahip oldukları ve severek bağlandıkları varlıklarını Allah yolunda "infâk" etmeleri gerekir. Bu varlıklar mal ve para olabileceği gibi mevki, unvan, bilgi ve beden kuvveti gibi her türlü maddî ve manevî imkanlar da olabilir.
Zira, gökte ve yerde ne varsa ve insanların sahip olduğu her şey Allah'ın olup, insanlar mâlik oldukları şeylerin emanetçileridir. Bu nedenle de Allah'a ait olan her şey Allah'ın emrettiği biçimde infâk edilmeli yani cimrilik edilmemeli ve Allah'ın mülküne sahip olmaya çahşılmamalıdır.
Kur'ân-ı Kerîm'de açıkça görüldüğü üzere Allah, bazen açık ifadelerle bazen teşvik mahiyetinde bazen de tehdit dolu cümlelerle kullarının sürekli olarak harcamada bulunmalarını istemekte ve zenginlerin zenginliklerinden çokça; zengin olmayanların da imkanları ölçüsünde başkalarına iyilikte bulunmalarını emretmektedir.
Bu nedenledir ki, İslâm dini, insanların bencillik duygularını yok etmek ve böylelikle birbirlerini istismar etmek ve sömürmek gibi doğru olmayan çıkar ve iktidar hırsını yok etmek amacıyla fakirlik gibi zenginliği de bir imtihan vesilesi saymış ve mal sahibine, gerek dünyada gerek ahirette büyük cezalar gerektirecek sorumluluklar yüklemiştir. Zira, İslâmiyet, fertçi olduğu kadar sosyal yönüde çok boyutlu olup, sosyal yardımlaşmaya ve dayanışmaya büyük önem vermektedir.
İslâm dinine göre dayanışma ve yardımlaşma meşru şeyler üzerinde olmalı ve öncelikle, en yakın çevreden başlamalı ve tüm topluma doğru yayırmalıdır. Bu konuda Allah'ın emirleri kesindir, înfâkın başa kakma vesilesi yapılmaması, gizli verilmesi, malın iyisinden helalinden verilmesi, yalnız Allah rızası için yapılması, verirken kalp kırılmaması gibi hususlara da dikkat etmeyi Allah (c.c) emretmektedir.
Allah'ın verdiğini mal veya para olarak yoksullarla paylaşma biçiminde yapılan infâkın bir diğer biçimi de "sadaka-i câriye" veya "sürekli sadaka" olup cami, köprü, okul, hastahane, çeşme, aşevi vb. herkesin ve özellikle yoksulların yararlanması için yapılmış "hayır eserleri"dir.
Bu nedenledir ki, İslâm dini "infâk" etmek isteyen müslümanların bu işlemi ya bizzat yoksulları ve ihtiyaç içeririsnde olanları bularak doğrudan yerine getirirler ya da bu tür işlemleri yapmak amacıyla kurulmuş "sosyal kurumlar" aracılığıyla yaparlar.
Kuşkusuz, Allah'ın rızasını kazanmak amacıyla yapılması şartıyla her iki biçimde de yapılan infâk Allah indinde makbul ve yapana büyük sevap kazandırmaktadır. Ancak, infâk işleminin iyi organize edilmiş, dolayısıyla görevlerini iyi bir biçimde yerine getirebilen sosyal kurumlar aracılığıyla yapılması halinde:
- İnfâk işlemi hem verenlere hem de alanlara büyük kolaylıklar sağlamakta, infâkta bulunmak isteyenler gerçek ihtiyaç içerisinde olanları arayıp bulma zorluğundan kurtulmakta.
- Gerçek ihtiyaç sahiplerini bulamadıkları için infâkta bulunamayanlar infâk yapma imkanım elde etmekte.
- Dolayısıyla infâk hacmi daha büyük bir boyut kazanmakta.
- İnfâk gerçekten ona ihtiyacı olanların eline geçmekte.
- İnfâktan yararlanan ihtiyaç sahipleri psikolojik eziklik duymaktan kurtulmakta.
Ve böylelikle, infâk işlemi gerçek anlamda amacına ulaşmakta ve toplumda sosyal adalet gerçekleşmektedir.
Özellikle günümüzde şehirleşme oluşumunun her geçen gün aşın bir artış kaydetmesi şehirlerde yaşayanların birbirleriyle ilişkilerini ve insanların birbirlerini tanımalarını hemen hemen yok denecek kadar azaltmaktadır. Bu durum ise, kimin varlıklı kimin yoksul olduğunun bilinmesini büyük ölçüde güçleştirmekte ve böylelikle, infâk etmek isteyen varlıklıların yoksulları, yardıma ihtiyaç hisseden yoksulların ise infâk etmek isteyen varlıklıları bulmaları adeta imkansız hale gelmektedir.
İşte, bu amaçla kurulmuş bulunan, paylaşımı kolaylaştıran ve ona daha sağlıklı ve tutarlı bir boyut kazandıran kurumlar ise çoğunlukla vakıf veya derneklerdir.
Vakıf kurumları önceleri müslümanlar tarafından ve onların iradelerine göre kurulup hizmetler ifa ederlerken, günümüzde bu kurumların kuruluş ve işleyişleri yasalarla belirlenmektedir. Bu ve benzeri kuruluşlar infâk amacıyla kurulmuş bulunan "sosyal güvenlik" kurumlarıdır. Bunlar yaşamalı ve yaşatılmalıdır. Bu kurumların en büyük boyutlara ulaşmış örneklerini özellikle Osmanlı İmparatorluğu döneminde görebilmek mümkündür.
Gerçek müslüman kalp selameti ve vicdan huzurunu Allah'ta bulan, kendisini hiç bir zaman Allah'tan uzaklaştırmayan ve Allah'a karşı olan kulluk görevlerini unutmayan, dünyanın ise ancak öldükten sonra başlayacak ikinci hayatın bir hazırlanma yeri olduğuna içtenlikle inanan bu nedenle de dünyayı, belirli görevleri dışında önemsemeyen insanlardır.[703]
1- Abdulfettah Ebû Gudde, Safahat min sabri'l-ulemâ, Beyrut 1974.
2- Abdülhay el-Kettânî, Nizamu'l-hükümeti'n-Nebeviyye, (et-Teratibü'l-idariyye), Beyrut ts.
3- Abdüllatif Meşhur, el-İstismar fi'l-iktisadi'l-İslâmî, Kahire 1991.
4- Ackley, G., Macro Economic Theary, MacMillan Co., New York 1961.
5- Aclûnî, İsmail b. Muhammed, Keşfu'l-hafa, Beyrut 1399.
6- Akdağ, Mustafa, Türkiye'nin İktisadî ve İctimaî Tarihi, İstanbul 1974.
7- Ali Himmet Berki, Osman Keskioğlu, Hatemu 'l-Enbiya Hz. Muhammed ve Hayatı, Ankara 1966.
8- Ali Himmet Berki, Vakfa Dair Yazılan Eserlerle Vakfiye ve Benzeri Eserler, Ankara 1965.
9- Ali Himmet Berki, Vakıflar, İstanbul 1940.
10- Ali Şafak, İslâm Arazi Hukuku ve Tabiatı, İstanbul.
11- Âli el-Kâzımî, Risaletü'l-Kur'ân, Kum 1314.
12- Âsım, Necmüddin el-Fîrûzâbâdî, el-Kâmûsü'l-muhît, (trc. Asım Efendi),İstanbul 1305.
13- Aslan Terzioğlu, "Ortaçağ İslâm-Türk Hastahaneleri ve Avrupaya Tesirleri", Belleten, c. XXXIV, 1970. 14- Aşikpaşazade, Tarih, 1332.
15- Ateş, Süleyman, Sülemî ve Tasavvufî Tefsiri, İstanbul 1969.
16- Belâzûrî, Ebü'l-Hasan, Fütuhu'l-büldan, (nşr. R. Muhammed Rıdvan), Mısır 1932.
17- Beşer, Faruk, İslâmda Zenginlik ve Fakirlik Kavramları, İstanbul 1991.
18- Bilmen, Ömer Nasuhi, Hukuki İslâmiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu,İstanbul 1969.
19- Bilmen, Ömer Nasuhi, Kur'ân’ı Kerîm'in Türkçe Meal’i Âlisi ve Tefsiri, İstanbul, ts.
20- Buhârî, Ebû Abdullah Muhammed b. İsmail, Sahih, Çağrı Yayınları, İstanbul 1981.
21- Cahşiyârî, Ebû Abdullah Muhammed, el-Vüzerâ ve'l-küttâb, Mısır 1938.
22- Canan İbrahim, Kütübi Sitte Muhtasarı, Terceme ve Şerhi, Ankara 1990.
23- Celal Yeniçeri, İslâm Açısından Tüketim, Tüketicinin Korunması ve Ev ' İdaresi, İstanbul 1996.
24- Celal Yeniçeri, İslâm İktisadının Esasları, İstanbul 1980.
25- Celal Yeniçeri, İslâmda Devlet Bütçesi, İstanbul 1984.
26- el-Ceziri, Abdurrahman, Kitabu'l-fıkh ala mezahibi'l-erbaa, Kahire, ts.
27- Coşkun Ahmet, "Ayetler Işığında Fakirlik ve Açlık Problemi", Erciyes Ü. İlh. Fak. Dergisi, sy. 7.
28- Duman, Zeki, İslâmda Âdâb-ı Muaşeret Kuralları, İstanbul 1989.
29- Ebû Dâvûd, Süleyman b. el-Esân es-Sicistânî, Sünen, Çağrı Yayınları, İstanbul 1981.
30- Ebû Ubeyd, Kasım b. Sellâm, Kitabu'l-emvâl, Kahire 1968.
31- Ebû Ubeyd, Kazım, b. Sellâm, Kitabü'l-emvâl, Mektebetü'l-Külliyyeti'I-Ezheriyye, Dârü'1-Fikr,
Kahire 1395/1975.
32- Ebû Yusuf, Kitabu'l-harac, Kahire 1352.
33- Ebû Zehra, Muhammed, et-Tekafülu'l-ictimaiyyefi'l-İslâm, Dârü'l-Fikri'l-Arabi, Kuveyt, ts.
34- Ebû Zehra, Muhammed, İslâmda Sosyal Dayanışma, (trc. Cesman Eskicioğlu), İstanbul 1981.
35- Emîre, Abdüllatif Meşhur, el-İstismarft'l-iktisadi'l-İslâmî, Kahire 1991.
36- Es'ad Efendi, Teşrifatı Kadime, İstanbul 1287.
37- Fahrüddin er-Râzî, Mefatihu'l-gayb, Mısır 1938.
38- Gazzâlî, İhya-i ulumi'd-din, Mısır 1958.
39- el-Gazzâlî, Abdülhamid, el-Üssü'l-fıkriyye ve'l-mâddiyye li-ameliyyeti tatavvuri'l-iktisâdiyye, Darü'n-Neşr li'1-Camiati'l-Mısriyye, Kahire1970.
40- Hadimi, Ebû Said Muhammed b. Mustafa b. Osman (1113-1176), Beriatı Mahmudiyye fi şerhi tarikatı Muhammediyye, İstanbul 1326.
41- Hamidullah, Muhammed, İslâm Peygamberi, (trc. M. Sait Mutlu, Salih Tuğ,İrfan Yayınlan, İstanbul 1969), 42- Mecmuatu'I-vesaiki's-siyasiyye, Kahire 1956.
43- Hamitoğulları, Beşir, Çağdaş İktisadî Sistemler, Ankara 1975.
44- A Hansen a Guide to Keynes, Mc Graw Hill Book Co., London-New York 1953.
45- Hasan İbrahim Hasan, Tarihu'l-islâm, Kahire 1964.
46- el-Hattab, Muhammed b. Muhammed, Mevahibu'l-celil şerhi muhtasarı Halil, Mısır 1329.
47- Hâzin, Ali b. Muhammed, Lübâbu't-te'vil, (Hâzin Tefsiri), Kahire 1300.
48- Hindî, Alaeddin Ali el-Muttakî, Kenzu'l-ummâl, Beyrut 1985.
49- İbn Abidîn, Muhammed Emin b. Ömer, Reddu'l-muhtar, Mısır 1386.
50- İbn Hacer el-Heysemî (Heytemî) (909-974/1504-1567), ez-Zevaciraniktirâfi'l-kebâir, c. 1-2, Mısır 1310.
51- İbn Hacer, Şihabüddin, Ebü'1-Fadl, Ahmed b. Ali el-Eskelânî, Fethu'l-bârîbi-şerhi sahihi'l-Buhân, (Ayni), Mısır 1959.
52- İbn Haldun, Abdurrahman b. Muhammed, Mukaddimetu İbni Haldun, Cezair,1984.
53- İbn Hanbel, Ahmed, el-Müsned, Çağrı Yayınları, İstanbul 1982,
54- İbn Hazm, Ebû Muhammed Ali el-Endelüsî, el-Muhalla, Mısır 1347.
55- İbn Hişam, es-Siretu'n-Nebeviyye, Kahire, ts.
56- İbn Hişâm, es-Siretu'n-Nebeviyye, Beyrut 1391/1971.
57- İbn Kesîr, Ebü'1-Fidâ İsmail, Tefsîru'l-Kur'âni'l-azîm, (iht. ve thk. M. Ali Sâbûnî), Beyrut 1400.
58- İbn Kesir, el-Hafız İmadüddin, Ebi'1-Fida İsmail, Tefsirü'l-Kur'ân'i'l-azîm,İsa el-Babi'1-Halebi, Mısır, ts.
59- İbn Manzûr, Cemalüddin Muhammed b. Mükerrem, Lisanü'l-Arab, Dârü's-Sâdır, Beyrut, ts.
60- İbn Teymiyye, Ebü'l-Abbas, es-Siyasetu'ş-şer'iyye fi islâhi’r-râî ve'r-râîyye,Kahire 1971.
61- İbnü'l-Cevzî, Ebü'l-Ferec, Cemalüddin Abdurrahman, b. Ali (508-597),Zâdü'l-mesir fi ilmi't-tefsır, el-Mektebetü'1-İslâmiyye, Şam 1384/1964.
62- İmam Süyûtî, Celalüddin Abdurrahman b. Ebî Bekr, el-Camiü's-sağir fi ehadisi'l-beşiri'n-nezir, Dârü'1-Fikr, Beyrut 1981.
63- Kahf Manzer, İslamic Economic System a Review in: Al Ittihad, January1978, The îslamic Society of North America, Indiana.
64- Kal'acî, M. Revvâs, Mevsuatu fıkhi Ömern b. el-Haîtâb, Dârü'n-Nefais, Beyrut 1986.
65- Kandil, Abdulfettah, ed-Dahlu'l-kavmî, Dârü'n-Nehdati'I-Arabiyye, Kahire 1979.
66- Kandil, Abdulfettah, İktisâdiyyatu't-tahdid, Mektebetu Garib, Kahire 1979.
67- Karaman, Hayreddin, Mukayeseli İslâm Hukuku, İstanbul 1974.
68- Kardâvî, Fıkhu'z-zekât, Beyrut 1969.
69- Kâsânî, Alaüddin Ebû Bekr b. Mesud el-Hanefî (587/1191), Bedâi' el-senâi fi tertibi'ş-şerâi, c. 1-7, Mısır 1327-28.
70- Keynes, J. M., General Theary, London 1957.
71- Köprülü, Fuat, İslâm Medeniyeti Tarihi, Ankara 1973.
72- Köprülü, M. Fuad, "Vakıf Müessesesinin Hukuki Mahiyeti ve Tarihi Tekamülü", c. II, Vakıflar Dergisi.
73- el-Kudûrî, Ahmed b. Muhammed, Muhtasaru'l-Kudûri, Mısır 1384.
74- Kutub, Seyyid, İslâmda Sosyal Adalet, (trc. Harun Ünal), İstanbul.
75- Mahmud Şeltut, el-İslâm akide ve şeria, Kahire.
76- el-Mâverdî, Ebü'l-Hasan Ali b. Habib (364-450), en-Nekt ve'l-uyun tefsiri'l Mâverdî, (thk. Hıdır Muhammed Hıdır), Vezaretü'l-Evkaf, Kuveyt 1402/1982.
77- el-Mâverdî, Ebü'l-Hasan Ali b. Muhammed b. Habib, el-Ahkamu's sultaniyye, Beyrut 1960.
78- Mehmed Zihni, Nimet-i İslâm, İstanbul 1326.
79- Meraği, Ahmed Mustafa, Tefsiru'l-Meraği, Beyrut 1974.
80- Muhammed el-Mübarek, Nizamu'l-İslâmi' l-iktisad, Beyrut 1972.
81- Muhammed Es'ad, Tarih-i Din-i İslâm, İstanbul 1983.
82- Muhammed Raşid Rıza, el-Menâr, Beyrut, ts.
83- Muhyiddîn-i Nevevî, Riyâzü"'s-salihîn, (trc. Kıvamüddin Bursları, H. HüsnüErdem), Ankara 1976.
84- Müslim, Ebü'I-Hüseyin Müslim b. el-Haccâc, Sahihu Müslim, (trc. MehmetSofuoğlu, Sahih-i Müslim Tercemesi, İstanbul 1969) Mısır 1375.
85- en-Nebhân, Muhammed Faruk, İslâm Anayasa ve İdare Hukukunun Genel Esesları, (trc. Servet Armağan), İstanbul 1980.
86- Nesâî, Ebû Abdurrahman b. Şuayb, es-Sünen, İstanbul 1981,
87- Nevevî, Muhyiddin Ebû Zekeriyya Yahya b. Şeref, el-Minhâcfi sahihi Müslim, Mısır 1349.
88- Osman Nuri Ergin, Türk Şehirlerinde İmaret Sistemi, İstanbul 1939.
89- Osman Nuri Ergin, Türkiye'de Şehirciliğin Tarihi İnkişafı, İstanbul 1936.
90- Ömer Hilmi Efendi, İthafu'l-ehlaf fı ahkami’l-evkaf, Vakıflar Genel Müdürlüğü Yayınları, Ankara.
91- Ömer Lütfı Barhan, "İstila Devirlerinin Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zaviyeleri", Vakıflar Dergisi, 1942.
92- Ömer, Ferruh, Tarihu sadri’l İslâm ve'd-Devletü'l-Emeviyye, Beyrut 1976.
93- Özek, Ali, İbadet ve Müessese Olarak Zekât, İstanbul 1984.
94- Öztürk, Nazif, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Gözüyle Vakıflar, Ankara 1995.
95- Pakalın, M. Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1971.
96- Rı'at el-Mahcub, el-İktisâdu's-siyasî, Kahire 1973.
97- es-Sâbûnî, Muhammed Ali, Safvetü't-tefasir, Dârü'l-Kur'âni'l-Kerîm, Beyrut 1981.
98- Samuelson, Economic, an Introductary Analysis, Mc Graw Hill, New York 1961.
99- es-Serahsî, Muhammed b. Ahmed, el-Mebsût, Mısır 1324.
100- Seyyid Sabık, Anasıru'l-kusve fi'l-İslâm, Beyrut 1398.
101- Seyyid Sabık, Fıkhu's-sünne, (trc. Ahmet Sarıoğlu, Tayyar Tekin), PınarYayınları, İstanbul 1986.
102- Sıddîkî, M. N., Some Espects ofthe Islamic Economy, Merkez MektebeIslamiyye, Delhi 1972.
103- Sabra, Muhammed Umer, "en-Nizamü'n-nakdî ve'1-masrafı fi iktisadin İslâmî", Mecelletu Ebhari'l-İktisâdi'l-İslâmî, c. 1, sy. 11, KralAbdüîaziz Üniversitesi, İslâm Ekonomisi Araştırmaları Enstitüsü, 1984.
104- Şeker, Mehmet, İslamda Sosyal Dayanışına Müesseseleri, Ankara 1987.
105- Şemseddin Sami, Kâmus-i Türkî, İstanbul 1317-1318.
106- Şevkânî, Muhammed b. Ali (1255/1874), Neylü'l-evtâr, c. 1-8; Mısır 1357.
107- eş-Şirbâsî, Ahmed, el-Mu'cemu'l-iktisadi'l İslâmiyye, Dârü'1-Cil, 1401/1981.
108- Şükrullah, Behcetu't-tevarih, (nşr. Atsız), Osmanlı Tarihi 1).
109- Tabakoğlu, Ahmet, İslâm ve Ekonomik Hayat, Diyanet İşleri Başkanlığı, Ankara 1996, İslâm İktisadi Araştırmaları, İstanbul 1988.
110- Taberî Muhammed b. Cesir, Camiu'l-beyan an te'vili âyi’l-Kur'ân, Mısır 1372.
111- Tirmizî Ebû İsa, Muhammed b. İsa, Sünen, Çağrı Yayınlan, İstanbul 1981.
112- Tuğ, Salih, İslam Vergi Hukukundan Ortaya Çıkışı, İstanbul 1984 .
113- Udeh, Abdülkadir, el-İslâm ve evdaune's-siyasiyye, Beyrut 1988.
114- Ülken, Hilmi Ziya, "Vakıf Sistemi ve Türk Şehirciliği”, c. IX Vakıflar Dergisi, Ankara 1971.
115- Yavuz Yunus Vehbi, İslâmda Zekât Müessesesi, İstanbul 1972
116- Yazır, Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul 1960
117- Yediyıldız Bahaeddin, "XVIII. Asır Türk Toplumu ve Vakıf Müessesesi", c XV, Vakıflar Dergisi,
Ankara 1982.
118- Zebidî, Zeynüddin Ahmed, Sahih-i Buhârî Muhtasarı, (trc. Ahmed Naim Kamil Miras, Tecrid-i Sarih Tercemesi), İstanbul 1936
119- ez-Zemahşerî Carullah Muhammed b- Umer, el-Fâik fi garibi'l-hadis, Mısır 1364/1945.
120- ez-Zemahşerî Carullah Muhammed b. Umer, el-Keşşaf an hakaiki' t tenzil, Mısır 1367/1949.
121- Zeydan, Abdülfettah, Kaden Menhecü'l-iktisad fi'l-Kur'ân, Dünya İslâm Davet Cemiyeti Neşri 1990.
122- Zeytinoğlu, Erol, İslâmiyette İktisâdi İbadeti, İstanbul 1995.
123- Ziya Kazıcı, İslâm Medeniyeti ve Müesseseleri Tarihi, İstanbul 1999.
[1] Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 9-11.
[2] Asım, Necmüddin el-Fîrûzabâdî, el-Kâmûsu'l-muhît, (trc. Âsım Efendi), s. 111-112, İstanbul l304-I305 İbnu Manzur, Cemâlüddin Muhammed b. Mükerrem, Lisânu'l-Arab, X/357, Dâru's-Sâdır, Beyrut, trs.
[3] Udeh, Abdulkadir, el-İslâm ve evdaune's-siyasiyyet, s. 47, Beyrut 1988; İsrâ 17/100.
[4] Udeh, Abdulkadir a.g.e., s. 47.
[5] Abdullatif Meşhur, el-İstismar fi'l-iktsadi'l-İslamî, s. 116-117, Kahire 1991.
[6] a.g.e, s.117.
[7] Bakara: 2/177.
[8] Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 17-19.
[9] Bakara: 2/263.
[10] Muvatta, Hüsnü'l-hülk, 8; Aclûnî, Keşfu'l-hafâ, 1/244.
[11] Zebidî, İthafu's-sâdeti'l-muttakin, III/65.
[12] en-Nahl: 16/155.
[13] Bakara: 2/5; Âli el-Kâzımî, "Risaletu'l-Kur'ân", Mecelletu'l-Ezher, c. 55, sy. 32-37, s. 119. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 19.
[14] a.g.e., s. 119.
[15] Zümer: 39/9.
[16] Bakara: 2/174.
[17] Risaletü'l-Kur'ân, s. 120. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 20.
[18] Asr: 103/1.
[19] Duha: 93/1-2.
[20] Fecr: 89/1-2.
[21] Hakim, IV/306; Suyûtî, Camiu's-sagîr, 1/78; Aclûnî, 1/166-167.
[22] Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 20-21.
[23] Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 21.
[24] Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 21.
[25] Bakara: 2/287.
[26] Tevbe: 9/34.
[27] Risaletü'l-Kur'ân, s. 118.
[28] Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 21-23.
[29] Risaletü'l-Kur'ân, s. 122.
[30] Zâriyat:.51/19.
[31] En'am: 6/141.
[32] Nur: 24/33.
[33] Hadid: 57/18.
[34] İnsan: 76/8.
[35] Heysemî, Mecmeu'z-zevâid, VIII/167.
[36] Erol Zeytinoğlu, İslâmiyette İktisadî İbadet, s. 117, İstanbul 1995.
[37] Kutub, İslâmda Sosyal Adalet, s. 249.
[38] İsra: 17/29.
[39] A'raf: 7/31.
[40] A'raf: 7/32-33.
[41] Kutub, Seyyid, İslâm'da Sosyal Adalet, (trc. Harun Ünal), s. 250, İstanbul.
[42] Kutub, a.g.e., s. 252.
[43] Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 23-28.
[44] İbn Manzur, a.g.e., X/193.
[45] Asım Efendi, a.g.e., 111, 916; İbn Manzur, a.g.e., X/294.
[46] İbn Manzur, X/194.
[47] Bkz. a.g.e., ay.
[48] Yazır, Mııhammed Hamdi, Hak Dini Kur'ân Dili, 11/220, İstanbul 1960.
[49] Yazır, a.g.e , II/220.
[50] İbn Manzur, a.g.e,X/195.
[51] Yazır, a.g.e., 11/223.
[52] Kutub, a.g.e., 11/1114. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 28-30.
[53] Ömer Ferruh, Tarihu sadri'l-İslâm ve'd-Devleti'l-Emeviyye, s. 212, Beyrut 1976.
[54] F. Köprülü, İslâm Medeniyeti Tarihi, s. 8-118, Ankara 1973.
[55] Cahşiyârî, Ebû Abdullah Muhammet) (331h), el-Vüzera ve'l-küttab, s. 60, Mısır 1938.
[56] Âl-i İmrân: 3/92.
[57] Bakara: 2/267.
[58] Sebe: 34/39; Hud: 11/6.
[59] Muhyiddin-i Nevevî, Riyazu's-salihîn, (trc. Kıvamüddin Burslan, Hasan Hüsnü Erdem), 1/554, 524, Ankara 1976.
[60] Talak: 65/7.
[61] Riyazü's-salihîn, 1/577, 558, 578, 579, 559.
[62] Sebe: 34/39.
[63] Riyazü's-salihîn, 1/332.
[64] a.g.e., 1/572.
[65] Furkan: 25/67.
[66] Bakara,:2/273.
[67] Riyazü's-salihîn, 1/559, 529.
[68] a.g.e., 1/559, 529
[69] Müslim, Ebu'l-Hüseyin Müslim b. el-Haccac, Kitabü'l-vasiyye, (trc. Mehmet Sofuoğlu, Sahih-i Müslim ve Terc.), V/182-183, İstanbul 1969.
[70] Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 30-32.
[71] Zebidî, Zeynüddin Ahmed, Sahih-i Buharı Muhtasarı ve Tecrid-i Sarih, (trc. Kamil Miras), V/366-367, İstanbul 1936.
[72] Mehmed Zihni, Nimet-i İslâm, 11/72-77, İstanbul 1326. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 32-33.
[73] Mehmed Zihni, Nimet-i İslâm, 11/72-77.
[74] a.g.e., 11/61; Muhammed Ebû Zehra, İslâm'da Sosyal Dayanışma, (trc. Osman Eskioğlu), s. 192, İstanbul 1981.
[75] Riyazü's-salihîn, 1/585-591: Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 33-34.
[76] Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 37.
[77] Bakara: 2/195.
[78] Bakara: 2/272.
[79] Bakara: 2/262.
[80] Bakara: 2/263.
[81] Bakara: 2/264.
[82] Nesâî, Ebû Abdurrahman b. Şuayb, es-Sünen İstanbul 1981; Sadaka, 47; İbn Hanbel, Ahmed, el-Müsned, 11/322, Çağrı Yayınları, İstanbul 1982; İbn Hanbel, 11/322.
[83] İbn Hacer Şihabuddin, Ebu'1-Fadl, Ahmed b. Ali el-Askalani, Fethu'l-bari bi-şerhi sahihi'l-Buhari, (Aynî), IX/428, Mısır 1959. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 37-39.
[84] Canan İbrahim, Kütüb-i Sitte Muhtasarı, Terceme ve Şerhi, X/42, Ankara 1990.
[85] Buharı, Fiten: 24; Zekât: 9; Müslim: Zekât: 58; Nesâî: Zekât: 64; İbn Hanbel, 11/306.
[86] Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 39-40.
[87] Müslim: Zekât: 92-93; İbn Hanbel, 11, 231, 250, 415, 447.
[88] İbn Hacer, IV/27-28; Aynî, IV/309.
[89] İsrâ: 17/31.
[90] İbn Hacer, IV/27-28.
[91] Ebû Dâvud, Süleyman b. el-Esas es-Sicistani, Sünen, Çağrı Yayınları, İstanbul 1981, Vesâyâ, 3.
[92] İbn Hacer, VI/302. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 40-41.
[93] Âl-i İmrân: 3/92.
[94] Bakara: 2/267.
[95] Canan, X/36.
[96] Dâvud, Zekât, 16; Nesâî, Zekât, 27. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 41-42.
[97] Talâk: 65/7.
[98] Bakara: 2/195.
[99] Bakara: 2/219.
[100] İbn Kesîr, Ebu’l-Fida İsmail, Tefsiru'l-Kur'âni'l-azîm, (ihtisar ve tahkik M. Ali Sâbûnî), 1/193, Beyrut 1400.
[101] Buharı, Zekât: 18.
[102] Dâvûd, Zekât: 39.
[103] Canan, X/46-47.
[104] Nesâî, Cuma, 26; Zekât, 59. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 42-44.
[105] Buhari, Zekât, 16; Ezan, 36; Müslim, Zekât, 91.
[106] Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 44.
[107] Mâide: 5/48.
[108] Bakara: 2/247.
[109] Bursalı, İsmail Hakkı, Râhu'l-beyan, 1/435, İstanbul ts.
[110] Tirmizî, Ebu İsa Muhammed b. İsa, Sünen, Çağrı Yayınlan, İstanbul 1981, Zekât, 28.
[111] Buhârî, Zekât: 2.
[112] İbn Hacer, IV/41-42. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 45.
[113] Buhârî, Zekât, 16; Ezan, 36.
[114] Nevevî, Muhyiddin Ebu Zekeriyya Yahya b. Şeref, el-Minhâc fi şerhi sahihi Müslim, VII/122, Mısır 1349.
[115] İbn Hanbel, VI/150.
[116] Bakara: 2/271.
[117] Bakara: 2/274.
[118] Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 46-47.
[119] Bakara: 2/264.
[120] Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 47.
[121] Nesâî, Nahl: 1.
[122] Müslim, Hibat: 13-16.
[123] Aynî, IV/324; İb'n Haver, IV/139-140. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 47-48.
[124] Aynî, VI/324. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 48-49.
[125] Buhârî, Zekât, 59; İbn Mâce, Sadakat, 2; Nesâî, Zekât, 100.
[126] Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 49.
[127] Nisa: 4/38.
[128] Nisa: 4/39.
[129] Nisa: 4/40. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 49.
[130] Furkân: 25/67.
[131] İbn Kesir, 11.639.
[132] Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 50.
[133] Ebû Dâvûd, Zekât: 39.
[134] Aynî, IV/325; İbn Hacer, IV/36
[135] Aynî, IV/325; İbn Hacer, IV/36
[136] İbn Hacer, IV/36, 38; Aynî: IV/325
[137] İsâr, Kendisi muhtaçken başkasını kendine tercih etmek.
[138] Nesâî, Kıble, 13; Buhâri, İmân, 22, Rikâk, 18.
[139] Buhari, Farâiz, 6. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 50-51.
[140] Nesâî, Zekât, 72.
[141] Mahir İz, Din ve Cemiyet, s. 80, istanbul 1998. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 52-53.
[142] İbn Hanbel, 111/56.
[143] Tirmizî, Zekât, 23; Dârimî, Zekât, 15,
[144] İbn-i Hümam, 11/259.
[145] Haşr: 59/7.
[146] Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 53-54.
[147] el-Mümtehine: 60/9.
[148] el-Mümtehine: 60/8.
[149] Kardavî, Fıkhu'z-zekât, 11/703, Beyrut 1969.
[150] Bakara: 2/272.
[151] Bilmen, Ömer Nasuhi, Kur'ân-ı Kerîm'in Türkçe Meâl-i Âlisi ve Tefsiri, 1/288-289, İstanbul.
[152] Elmalılı, Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, 11/225.
[153] Ebû Ubeyd, el-Kasım b. Sellâm, Kilabü'l-emvâl, s. 613-614, Kahire 1968.
[154] Buhârî, Zekât, 1; Ebû Dâvûd, Zekât, 5.
[155] Özek, Ali, İbadet ve Müessese Olarak Zekât, s. 147, İstanbul 1984.
[156] Ebû Bekr b. Ebî Şeybe, Musannef, IV/40.
[157] Aynı eser, IV/40.
[158] Ebû Yusuf, K. el-Harac, s. 126, Kahire 1352.
[159] Belâzurî, Futuhü'l-büldan, s. 177, Mısır 1932.
[160] Taberî, Tefsir, XIV/3O7, Kahire 1958.
[161] Kardâvî, a.g.e., II/707-708.
[162] Ebû Ubeyd. a.g.e., s. 46.
[163] Kardâvî, e.g.e., II/709-710. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 54-58.
[164] Buhârî, Zekât, 612-62; Müslim, Zekât, 161-164.
[165] Müslim, Zekât, 167; Ahmed b. Hanbel, IV/166.
[166] Buhârî, Zekât, 57, 60; Cihad, 188.
[167] Fey: Bu, gayri müslim tebaa (ehlü'l-zimme) den sulh yoluyla alınan vergilerdir. Dr. Celal Yeniçeri, İslâmda Devlet Bütçesi, s. 234, İstanbul 1984.
[168] Kardâvî, a.g.e., XI/732.
[169] Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 58-61.
[170] Şemseddin Sami, Kamus-i Türki, II/1469, İstanbul 1317-1318.
[171] İbn Hişam, es-Siretü'n-Nebeviyye, II/29, Kahire ts.
[172] Hz. Peygamber'in torunu olan Hz. Hüseyin neslinden gelenler için kullanılan bir tabirdir.
[173] Hz. Peygamber'in torunu olan Hz. Hasan neslinden gelenler için kullanılan bir tabirdir.
[174] Ziya Kazıcı, İslâm Medeniyeti ve Müesseseleri Tarihi, s. 258, İstanbul 1999.
[175] Esad Efendi, Teşrifat-ı Kadime, s. 113, İstanbul 1287.
[176] Pakalın, M. Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, 1/648, İstanbul 1971. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 61-63.
[177] Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 63-64.
[178] Kumus, Zekât maddesi, el-Mu'cemü'l-vasit, 1/398.
[179] ez-Zemahşerî, el-Faik fı garbi'l-hadis, 1/5, 536, Mısır 1364/1945.
[180] Tevbe: 9/103.
[181] Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 64-65.
[182] Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 65-66.
[183] el-Cezirî, Abdurrahman, el-Fıkh ala Mezahibü'l-erbaa, I/622 vd., Kahire ts.; el-Mâverdî, Ebu'l-Hasan Ali b. Mııhammed b. Habib, el-Ahkamu's-sultaniyye, s. 117, Beyrut 1960.
[184] Mâverdî, a.g.e., s. 117.
[185] Ö. N. Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 473
[186] Kardâvî, Fıkhü'z-zekât, II/554, Beyrut 1969. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 66-67.
[187] en-Nevevî, el-Mecmû şerhu'l-mühezzeb, VI/167.
[188] Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 67-68.
[189] Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 68.
[190] Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 69.
[191] Ebû.Dâvûd, Zekât, 25; İbn Mâce, Zekât, 27.
[192] Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 70.
[193] Fahrüddin er-Râzî, Mefatihü'l-gayb, XVI/111, Mısır 1938.
[194] Kardâvî, a.g.e., II/597. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 70-72.
[195] Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 72-73.
[196] Fahreddin er-Râzî, a.g.e., XVI/111.
[197] Muhammed Reşid Rıza, Teftir (Menar), 1/586-590, Beyrut 1354; Mahmut Şeltût, el-İslâm akide ve şerîa, s. 111-113, Kahire.
[198] Kardavî, 11/621. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 73-75.
[199] Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 75-76.
[200] Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 76-77.
[201] Zimmîler, Devletin müslüman olmayan tebaası, ehl-i zimmet devletin vatandaşıdır; aynı haklardan faydalanmakta ve aynı ölçülerde devletin imkanlarından yararlanmaktadırlar.
[202] Kardâvî, a.g.e., 11/634.
[203] a.g.e., 11/634. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 77-78.
[204] Elmalılı Hamdi Yazır. a.g.e., IV/2579.
[205] a.g.e., IV/2579.
[206] Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, 11/1038.
[207] Yavuz, Yunus Vehbi, İslâmda Zekat Müessesesi, s. 391-398, İstanbul 1972.
[208] a.g.e.,s.401.
[209] Buhârî, İlim, 45; Cihad, 15; Müslim, İmare, 149-151.
[210] Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 78-80.
[211] Mesela bk. İsrâ: 17/26; Rûm: 30/38; Nisa: 4/36; Enfâl: 8/41; Hazr: 59/7.
[212] Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 80-81.
[213] Tevbe: 9/34, 35.
[214] Bakara: 2/168.
[215] Bakara: 2/172.
[216] Bakara: 2/198. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 81-82.
[217] Cuma: 62/10.
[218] Buradaki teraküm (biriktirme) servet fazlasını atıl bırakma demektir.
[219] Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 83.
[220] Şeker Mehmet, İslâmda Sosyal Dayanışma Müesseseleri, s.151, Ankara 1987.
[221] Kurtubi, 111/29.
[222] Bakara: 2/2 12.
[223] Bakara: 2/247-248.
[224] Kurtubi, III/283.
[225] Bakara: 2/258.
[226] Al-i İmran: 3/14-15.
[227] Al-i İmran: 3/26.
[228] En’am: 6/32.
[229] Kurtubi, Vl/426; İbn Kesir, III/251.
[230] En’am: 6/44.
[231] Al-i İmran: 3/26.
[232] A’raf: 7/31.
[233] A'râf: 7/32.
[234] A'râf: 7/96.
[235] A'râf: 7/100.
[236] A'râf: 7/128.
[237] Tevbe: 9/24.
[238] Ebû Dâvûd, Buyu, 54; Müsned, XI/84.
[239] Bk. Taberî, X/106; XII/106; İbn-i Kesîr, XI/135.
[240] Tevbe: 9/28.
[241] Tevbe: 9/31.
[242] Tevbe: 9/34.
[243] Bu konuda daha geniş açıklamalar için bkz. Kur'ân tefsirlerinin bu âyetle ilgili yerleri. Mesela, Kurtubi, 8/12 vd; İbn-i Kesir, (muhtasar) XI/138 vd. Taberî, VIII/117 vd.
[244] Tevbe: 9/35.
[245] Tevbe: 9/55.
[246] Tevbe: 9/59.
[247] Tevbe: 9/74-84.
[248] Tevbe: 9/85.
[249] Ahmed Coşkun, "Ayetler Işığında Fakirlik ve Açlık Problemi", Erciyes Ü. İlh. Fak. Dergisi, sy. 7, s. 47-64; Faruk Beşer. İslâmda Zenginlik ve Fakirlik Kavramları, s. 26, 47, İstanbul 1991. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 87-91.
[250] Kureyş: 106/154.
[251] Müddesir: 74/42, 44.
[252] Beled: 90/11-16.
[253] Salih Tuğ, İslâm Vergi Hukukunun Ortaya Çıkışı, s. 19-20, İstanbul 1984.
[254] Ahmet Coşkun; s. 49. Bilahare Medine döneminde, zekât mecburi bir mükellefiyet olarak ortaya konmuş. Peygamberimiz (s.a.v) altın, gümüş ve bazı eşya için 1640, arazi, bağ ve bahçe içinde 1/10 olarak zekât miktarını belirlemiş, ayrıca belli miktardaki hayvanlarda zekâta tabi tutularak, açlığa ve yoksulluğa karşı kesin tedbirler alınmıştır. Ahmet Coşkun, s. 62. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 91-92.
[255] Bakara: 2/29.
[256] Haşr: 59/7.
[257] Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 92-94.
[258] Yusuf: 12/42.
[259] Kazan: 28/26.
[260] M. Reşit Rıza, Menar, XI/477.
[261] Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 94-95.
[262] Ebû Alâ el-Mevdûdî, İslâm Nazarında Doğum Kontrolü, (trc. Ramazan Yıldız), s. 107, Sebil Yayınevi, İstanbul 1967.
[263] a.g.e., s. 107.
[264] Ahmet Coşkun, ".........", Erciyas Ü., İlk. Fak. Dergisi, sy. 7, s. 58.
[265] Meraği, Ahmet Mustafa, Tefsirü'l-Meragi, I. cüz, 3-30, Beyrut 1974.
[266] Elmalılı, 1/897.
[267] Müslim, Eşribe, s. 152-153.
[268] Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 95-97.
[269] Aclûnî, İsmail b. Muhammed, Keşfü'l-hafa, XI/68, Beyrut 1399.
[270] Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 98.
[271] Bk. el-Mu'cemü'l-vasıt, md. "fa-ka-ra"
[272] a.g.e., a.y.
[273] Bk. el-Mu'cemü'l-vasıt, md. "se-ke-ne”
[274] Tevbe: 9/60.
[275] Kardâvî, Fıkhü'z-zekât, XI/545.
[276] Taberî, XIV/3O8-3O9.
[277] Bk. el-Müslim, Zekât, 102.
[278] Bk. Buhari, Edeb, 102; Müslim, Birr, s. 106, 108.
[279] Cessâs, Ebû Bekr Ahmed b. K\\,Ahkamu'l-Kur'ân, IV/322, İstanbul 1335-1338.
[280] Cessâs, IV/223, 224; Taberî, XIV/3O8; M. Ravvâs Kal'acî, Mevsuatu fıkhu Ömer b. Hattab, s. 469, Daru'n-Nefais, Beyrut 1986.
[281] Kurtubî, VIII/174.
[282] Bkz. Hamidullah, İslâm Peygamberi, (trc. M. Sait Mutlu, Salih Tuğ), 11/221, İstanbul 1969. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 99-101.
[283] Aclûnî, İsmail b. Muhammed, XI/141, Beyrut 1399.
[284] Aclûnî, II/141; Hindi, Alaüddin Ali el-Muttakî, Kenzu'l-ummâl, V/12898, 13017, Beyrut 1985.
[285] Kardâvî, Müşkiletü'l-fakr, 15, (Ebû Nuaym'dan zayıf bir senetle).
[286] Buhârî, Ezan, 149.
[287] Abdülfettah Ebû Gudde, Safahat min sabri'l-ulemâ, s. 48, Beyrut 1974.
[288] Seyyid Sabık, Anasırü'l-küsve fi'l-İslâm, s. 107, Beyrut 1398.
[289] Ebû Dâvûd, Zekât, 27; Tirmizî, Zühd, 61.
[290] Buhârî, Zekât, 553; Nesâî, Zekât, 85; İbn Mâce, Zekât: 25.
[291] Özek Ali, İbadet ve Müessese Olarak Zekât, s. 198-199, İstanbul 1984.
[292] Buhârî, Zekât, 507; Büyü, 15; Müslim, Zekât, 106.
[293] Müslim, Zekât, 103; Ahmed b. Hanbel, 11/15, 88.
[294] Tirmizî, Zekât, 22; Dârimî, Zekât, 15.
[295] Ebû Dâvûd, Zekât, 24; Ahmed b. Hanbel, IV/171.
[296] Heyet, İbadet ve Müessese Olarak Zekât, s. 199.
[297] Duhâ: 93/10.
[298] Mâlik, Sadaka, 1.
[299] Duman, Zeki, İslâmda Adâb-ı Muaşeret Kuralları, s. 271, İstanbul 1989.
[300] Hâzin, Ali b. Muharamed, Lübabu't-te'vil (Hazin Tefsiri), VI/529, Kahire 1300. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 101-105.
[301] Haşr: 59/8-9.
[302] Mâide: 5/27-32.
[303] Müslim, Zekât, 109.
[304] Komisyon: İbadet ve Müessese Olarak Zekât, s. 203.
[305] Muhammed Esad, Tarih-i Dini İslâm, s. 547-548, İstanbul 1983.
[306] Hasan İbrahim Hasan, Tarihu'l-İslâm, 1/103, Kahire 1964; Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, (Said Mutlu, Salih Tuğ), 1-11, s. 116, İstanbul 1966-1980.
[307] Hasan İbrahim Hasan, a.g.e., 1-101, 103; M. Hamidullah, a.g.e., 123-134; Ali Himmet Berki, Osman Keskioğlu, Hatemü'l-Enbiya Hz. Muhammed ve Hayatı, s. 189-190, Ankara 1966; Muhammed Faruk en-Nebhan, İslâm Anayasa ve İdare Hukukunun Genel Esasları, (Servet Armağan), s. 63-64, İstanbul 1980.
[308] Muhammed Hamidullah, a.g.e., s. 1/160-163.
[309] M. Şeker, İslâmda Sosyal Dayanışma Müesseseleri. 56.
[310] Özek, a.g.e.,s. 200.
[311] Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 105-112.
[312] Zeytinoğlu, İslâmiyette İktisadî İbadet, s. 118.
[313] M. Şeker, İslâmda Sosyal Dayanışma Müesseseleri. 56.
[313] Kureyş: 106/4.
[314] Özek, 203.
[315] Bkz, aynı yer.
[316] Peygamberimiz (s.a.v) bir hadisinde, istemenin üç kişiye helal olduğunu belirtirken birisinin de "Bir bela yüzünden malı helak olan kimsenin durumunu düzeltinceye kadar istemenin" helal olduğunu belirtmiştir. Müslim, Zekât, 109; Dâvûd, Zekât, 26; Tirmizi, Zekât, 23.
[317] Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 112-114.
[318] Taberî, Tefsir, (ed. Mahmud Muhammed Şakir), VII/272.
[319] Râzî, IV/207.
[320] İbn-İ Hazm, Ebu Muhammed Ali el-Endelüsî, el-Muhalla, VII/428, Mısır 1347.
[321] Gazzâlî, İhya-i ulumi'd-din, 11/299, Mısır 1958.
[322] Zeytinoğlu, İktisadi İbadet, s. 104.
[323] S. Kutub, İslâmda Sosyal Adalet, (çev. Harun Ünal), s. 252.
[324] Tevbe: 9/86.
[325] A'râf: 7/31.
[326] En'âm: 6/141.
[327] İsraf: 17/27.
[328] A'râf: 7/80-81.
[329] İktisadi İbadet, s. 109.
[330] Hadimi, Ebu Saîd Muhammed b. Mustafa b. Osman (111-1176h.), Barikatı Mahmudiyye fi şerh-i tarikat-ı Muhammediyye, c. 1-4, III/50, İstanbul 1326.
[331] Elmalılı, Hak Dini Kur'ân Dili, III/2153; V/3613.
[332] Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 114-119.
[333] Bakara: 2/268.
[334] İsrâ: 17/100.
[335] Muhammed: 47/38.
[336] İsrâ:17/29.
[337] Âl-i İmrân: 3/180.
[338] Furkan: 25/67.
[339] Zeytinoğlu, 115.
[340] İsrâ: 17/100.
[341] et-Teysiru'l-vusul ilâ camü'l-usül İbn Deyba' Abdurrahman b. Ali (950/1543), 1/570, Beyrut.
[342] Haşr: 59/9. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 119-122.
[343] Buhârî, İstitabe, 2; Müslim, İmare, 15; Dâvûd, Hudud, 1.
[344] Buhârî, Savm, 10; Nikah, 302.
[345] Nûr: 24/32.
[346] Tirmizî, Fedâilü'l-cihâd, 2; Nesâî, Cihâd, 12; İbn Mâce, 3.
[347] Özek, 205.
[348] Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 122-123.
[349] Ş. Mehmet, İslâmda Sosyal Dayanışma Müesseseleri, s. 7.
[350] Nûr: 32/16; Nahl: 72/13; Ra'd: 38.
[351] Hucurât:19/13; Âl-i İmrân: 3/103.
[352] Muhammed Hamidullah, İslâmda Devlet İdaresi, Ankara 1979-1980.
[353] Ebû Zehra, s. 27; İslâmda Sosyal Dayanışma, (trc. E. Ruhi Fiğlalı), İstanbul 1969.
[354] Ebu Zehra, 28.
[355] Bkz. aynı yer.
[356] Aynı yer, 28.
[357] Tabakoğlu, Ahmet, İslâm ve Ekonomik Hayat, s. 35, Diyanet İşleri Başkanlığı, Ankara 1996.
[358] Mâide: 5/2.
[359] Şuara: 26/214.
[360] Nahl: 16/90.
[361] Haşr: 59/9.
[362] Tabakoğlu, 34.
[363] Mâide: 5/105.
[364] Bakara: 2/177; Nisa: 4/36; Tevbe: 9/18, 71.
[365] Bakara: 2/215.
[366] Buhârî, Vesaya, 2.
[367] Müslim, Zekât, 39.
[368] Tevbe: 9/34.
[369] İsra: 17/29; Furkân: 25/67.
[370] İsrâ: 17/26-27.
[371] Buhârî, Edeb, 2.
[372] Buhârî, Büyü, 73.
[373] Buhârî, Edeb, 28.
[374] Nisa: 4/37; Mâide: 5/64; Haşr: 59/9; Hümeze: 104/1-4.
[375] Kutub, s. 30.
[376] Buhârî, Edeb, 33; Müslim, Zekât, 52.
[377] Buhârî, Nefekât, 2.
[378] Tevbe: 9/102-103.
[379] Bakara: 2/219.
[380] Sebe: 34/39.
[381] Bakara: 2/264.
[382] Bakara: 2/270-274.
[383] Bakara: 2/254.
[384] Vakıa: 57/7.
[385] Âl-i İmrân: 3/92.
[386] Münafıkûn: 63/9-10.
[387] Bakara: 2/267-268.
[388] Bakara: 2/195.
[389] Bakara: 2/267; Nisa: 4/92.
[390] Mâide: 5/89.
[391] Buhârî, Ferâîz, 4; Nefekât, 15; Müslim, Ferâiz, 14-17.
[392] Karaman, Hayrettin, Mukayeseli İslâm Hukuku, s. 352, İstanbul 1974.
[393] Karaman, a.g.e., s. 346-350. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 123-133.
[394] Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 133-136.
[395] Değişik mânalar için bk. Şemseddin Samı, Kamus-î Türkî, 11, 1495-1496, İstanbul 1318.
[396] Ali Himmet Berki, Vakıflar, s. 40, İstanbul 1940.
[397] Ömer Hilmi Efendi, İthafu'l-Ahlaf fi Ahkâmi'l-Evkaf,, s. 13, Vakıflar Genel Müdürlüğü, Ankara; M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, III. 577; Ö. Nasuhi Bilmen, İstılâhat-ı Fırhiyye Kamusu, N. 2944, İstanbul; Ali Himmet Berki,
Vakıflar, s. 12, Ankara 1950.
[398] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslâmiye ve Isılahat-ı Fıkhiye Kamusu, IV/284, İstanbul 1969.
[399] Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 136-137.
[400] Ziya Kazıcı, İslâm Müesseseleri Tarihi, s. 184, istanbul 1991.
[401] H. Ziya Ülken, "Vakıf Sistemi ve Türk Şehirciliği", Vakıflar Dergisi, c. IX, sy. Ankara 1971.
[402] et-Tevbe: 9/60.
[403] Bahaeddin Yediyıldız, "XVIII. Asır Türk Toplumu ve Vakıf Müessesesi", Vakıflar Dergisi, c. XV, s. 34, Ankara 1982.
[404] Bahaeddin Yediyıldız, a.g. makale, 27-28.
[405] Mehmet Şeker, İslâm'da Sosyal Dayanışma Müesseseleri, s. 122, Ankara 1987.
[406] Ziya Kazıcı, Dr. Mehmet Şeker, İslâm Türk Medeniyet Tarihi, s. 247, İstanbul 1982.
[407] Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 137-140.
[408] Ali Himmet Berki, Vakfa Dair Yazılan Eserlerle Vakfiye ve Benzeri Eserler, s. 57, Ankara 1965.
[409] Abdül-Hayyu't-Kettani, Nizamü'l-Hükumeti'n-Nebeviyye (et-Teratibü'1-İdariyye), 1/405, Beyrut.
[410] Aynı eser, 1/405.
[411] M. Z. Pakalın, Osmanlı Tarifi Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, III/577, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1971. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 140-141.
[412] Köprülü. M. Fuad, "Vakıf Müessesesinin Hukuki Mahiyeti ve Tarihi Tekâmülü", Vakıflar Dergisi, 11,458.
[413] M. Z. Pakalın, a.g.e., 11,557.
[414] Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 141-142.
[415] Âl-i İmrân: 3/92.
[416] Hac: 22/77.
[417] A'râf: 7/2.
[418] Bakara: 2/177.
[419] Bakara: 2/215.
[420] Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 142-143.
[421] Nazif Öztürk, Elmalılı M. Hamdi Yazır Gözüyle Vakıflar, s. 118, Ankara 1995.
[422] a.g.e.,s. 118.
[423] Müsned, 11/114, Çağrı Yayınlan, İstanbul 1981.
[424] Müslim, Vasiyye, 14; Ebu Davud, Vasâyâ 14; Tirmizi, Ahkâm 36, Bu hadis-i Şerif diğer muteber hadis kitaplarında vasiyyet ile ilgili bölümlerde yer almaktadır.
[425] Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercümesi ve Şerh-i, VIII/221-222, Ankara 1974.
[426] A.g.e., VIII/206-207.
[427] A.g.e., VIII/235-236.
[428] Doç.Dr. Ali Şafak, İslâm arazi Hukuku ve Tabiatı, s. 257, İstanbul; el-Kettâni, a.g.e., 1- 409.
[429] Bilmen, Istılah, IV/304.
[430] Doç.Dr. Ziya Kazıcı, İslâm Müesseseleri Tarihi, s. 192, İstanbul 1991.
[431] Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 143-145.
[432] Bu konularda daha geniş bilgi için bk. Kazıcı, İslâm Müesseseleri Tarihi, s. 199-202.
[433] Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 145-146.
[434] Hilmi Ziya Ülken, "Vakıf Sistemi ve Türk Şehirciliği", Vakıflar Dergisi, IX/31. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 146-147.
[435] Süleyman Ateş, Sülemi ve Tasavvufi Tefsiri, s. 10, İstanbul 1969.
[436] Mustafa Akdağ, Türkiye 'nin İktisadî ve İçtimaî Tarihi, 1 -38, İstanbul 1974.
[437] Ömer Lütfi Barhan, "İstila Devirlerinin Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zaviyeleri": Vakıflar Dergisi, (1942),II, 290.
[438] Osman Nuri Ergin, Türiyede Şehirciliğin Tarihi İnkişafı, s. 19, İstanbul 1936.
[439] Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 147-149.
[440] Osman Nuri Ergin, Türk Şehirlerinde İmaret Sistemi, s. 19, İstanbul 1939.
[441] Şükrüllah, Behcetu't-Tevârih, (nşr. Atsız), (Osmanlı Tarihi 1), s. 53.
[442] Aşıkpaşazade, Tarih, s. 42, İstanbul 1332.
[443] Ziya Kazıcı, Dr. Mehmet Şeker'in birlikte kaleme aldıkları, İslâm Türk Medeniyeti Tarihi, (s. 261-267, İstanbul 1982) adlı eserinden alınmıştır.
[444] Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 149-151.
[445] Yrd. Doç.Dr. Mehmet Şeker, İslâm'da Sosyal Dayanışma Müesseseleri, s. 124, Ankara 1987.
[446] el-Bakara: 2/129.
[447] Şemsettin Sami, Kamus-u Türkî, II, 1313-13)4. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 151-152.
[448] Aslan Terzioğlu, "Ortaçağ İslâm-Türk Hastahaneleri ve Avrupaya Tesirleri" Belleten (1970) XXXIV/133, 128.
[449] Doç.Dr. Ziya Kazıcı, İslâm Müesseseleri Tarihi, s. 215, İstanbul.
[450] Geniş bilgi için bk. Kazıcı, Vakflar, s. 143-158. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 152-153.
[451] İbn Hişâm, IV7250-252; Muhammed Hamidullah, el-Vesaikü's-siyasiyye, s. 281-283, Kahire 1056; İslâm Peygamberi, 1/176-177.
[452] el-Vesâik, s. 282.
[453] M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, 1/177.
[454] el-Vesâik, s. 283; İslâm Peygamberi, 1/176.
[455] el-Vesâik, s. 213; İsâm Peygamberi, 1/177.
[456] el-Vesâik, s. 282-283; İslâm Peygamberi, 1/176-177.
[457] el-Mâide: 5/3.
[458] Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 154-156.
[459] Karaman, 1/286.
[460] Talak: 65/7.
[461] Buhari, Nafaka, 1-4; Dâvûd, Menerik, 56.
[462] Bilmen, 11/446. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 156-157.
[463] Bakara: 2/233.
[464] Seyyid Sabık, Fıkhü's-Sünne Tercümesi, (Ahmet Sarıoğlu, Tayyar Tekin), 111/27, Pınar Yayınları, İstanbul 1986.
[465] Talak: 65/6.
[466] Talak: 65/7. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 157-158.
[467] Miras, V/183.
[468] İbn Hacer, VI, 427; Nevevi, VII, 83.
[469] Hattab, Muhammed b. Muhammed, Mevahip, IV/210-211.
[470] Mevâhibu'l-celil şerh-i muhtasarı Halil, s. 418, Mısır 1329; Kudurî, Muhtasar, 106.
[471] Karaman, 1/286.
[472] Karaman, 1/286. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 158-159.
[473] İbn-i Abidin, Muhammed Emin b. Ömer, Raddu'l-Muhtâr, 111/572-573, Mısır 1386.
[474] İtaatsizlik (en-Nuşur) Karının müşterek meskende bulunma vecibesini, kocanın rızası dışında ihlali ve kocasının meşru taleplerinden haksız olarak kaçınmasıdır.
[475] el-Kudurî, Ahmed b. Muhammed, Muhtasaru'l-Kudurî, 11/317, 324, 325, Mısır 1384.
[476] es-Serahsi, Muhammed b. Ahmed, el-Mebsut, V/190, Mısır 1324.
[477] Mümtehine: 60/10; Talak: 65/6.
[478] Yazır, 11/1350.
[479] Bakara: 2/215.
[480] Nevevi, VII/86.
[481] İbn Hacer, VI/428.
[482] Bilmen 11/446.
[483] İsra: 17/23-24.
[484] İbn Hanbel, 111/56.
[485] Bkz. Miras, V/183; Demir, 261, 262. Nafakayı konumuzla ilgisi kadarıyla işlemeye çalıştık; geniş bilgi için Bkz İslâm Hukukunda Evlilik ve Hısımlık Nafakası, Doç.Dr Celal Erbay, ist. 1998. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 159-161.
[486] Tabakoğlu, İslâm ve Ekonomik Hayat, s. 13.
[487] Tabakoğlu, s. 15.
[488] Tabakoğlu, İslâm İktisadi Araştırmaları (heyet) 1988, s. 13-14.
[489] Ebû Zehra, 138; bkz. Yeniçeri, 28.
[490] Bkz. İbn Hanbel, IV, 264; Nesâî. Sehv, 62.
[491] Yeniçeri, 27.
[492] Kasas: 28/58.
[493] Nahl: 16/112.
[494] Yeniçeri, 27.
[495] Bkz. Nisa: 4/32; Kasas: 28/77; Necin: 53/39; Şuâra: 26/20.
[496] Ebu Zehra, 13.
[497] Yeniçeri, 135.
[498] Hamitoğulları, Beşir, Çağdaş İktisadî Sistemler, s. 51, Ankara 1975.
[499] Hamitoğulları, 51. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 165-169.
[500] Ahmed eş-Şirbâsî, el-Mu'cemu'l-iktisadi'l-İslâmî, s. 41, Darü'1-Cil, 1401/1981.
[501] İbn Teymiyye, es-Siyâsetü'ş-şer'iyys, s. 72-75.
[502] el-Hadîd: 57/7.
[503] İbn Haldun, a.g.e., 1/372
[504] Dr. Rifat el-Mahcûb, et-ikisâdü's-siyâsî, I/408, Kahire 1973.
[505] Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 169-172.
[506] Abdülfettâh Kandil, İktisâdiyyâtü't-tahtît, s. 44, Mektebetu Ğarîb, Kahire 1979.
[507] Abdülhamîd el-Ğazzâlî, Muhâdarât fi'l-İştirakiyye, (Dâru'n-neşr Ii'1-câmi'âti'l-Mısrîyye, Kahire 1970) adlı eserde yer alan el-Üsüsü'l-fikriyye ve'l-mâddiyye li'ameliyyeti tetavvuri'n-nizâmi'l-iklisâdî, s. 179-186.
[508] Abdülfettâh Kandil, a.g.e., s. 63-66.
[509] Abdülhamîd el-Ğazzâlî, el-Üsüsü'l-fikriyye ve'l-mâddiyye li-ameliyyeti tatavvuru'l-iktisadiyye, s. 187, Daru'n-Neşr li'1-Camiatu'l-Mısriyye, Kahire 1970.
[510] Muhammed Ebu Zehre, et-Tekâfülü'l-ictimâi fı'l-İslâm, s. 63, Daru'l-Fikri'l-Arabî, Kuveyt ts,
[511] Dr. Rif'at el-Mahcûb, el-İküsâdü's-siyâsi, II/77.
[512] Abdülfettâh Kandîl, a.g.e., s. 42-43.
[513] Keynes, J. M., General Theory, s. 90-91, Londra 1957.
[514] Ackley, G., Macroeconomic Theory, s. 288-289, MacMillan Co., New York 1961.
[515] Geniş açıklama için bkz. Dr. Rif'al el-Mahcûb, el-İktisâdü's-siyâsî, I/409-431.
[516] M. N. Sıddîkî, Some espects of the İslamic economy, s. 15-16, Merkez Mektebe İslâmiyye, Delhi 1972.
[517] Kahf, Monzer, Islamic Economic System a Review in: Al Ittihad January 1978 The İslamic Society of North America-lndiana.s. 32-43.
[518] Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 172-177.
[519] Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 177.
[520] el-İsrâ 17/16.
[521] İmam Süyûtî, Celalüddin Abdurrahman b. Ebi Bekr, el-Camiu's-sagir fi ehadisi'l-beşiru'n-nezir, I, 46/272, Daru'1-Fikr, Beyrut 1981.
[522] İmam Süyûtî, a.g.e., II, 691/9400. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 177-178.
[523] Ahmed-eş-Şirbâsî, a.g.e., s. 28.
[524] İbn Kesîr, el-Hafız İmadüddin Ebi'l-Fidâ İsmail, Tefsiru'l-Kur'âni'l-azim, II/210, İsâ el-Babi'l-Halebî, Mısır ts..
[525] Mecdüddîn el-Fîrûzâbâdî, el-Kamûsü'l-muhît, III/152, Matbaatü's-Saâde, Mısır 1332/1913.
[526] el-A'râf: 7/31.
[527] Mecdüddîn el-Fîrûzâbâdî, a.g.e., 1/370.
[528] İbn Kesîr, a.g.e., 111/36.
[529] el-İsrâ: 17/26, 27.
[530] en-Nisâ: 4/5. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 178-179.
[531] el-İsrâ: 17/29.
[532] et-Tevbe: 9/34.
[533] İbn Haldun derki: “Medeniyet nakit parayı insan çalışması karşılığında ortaya koyar;bunu arttırır veya eksiltir.”(a.g.e., II/5. bölüm, s. 461).
[534] Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 179.
[535] el-Furkan: 25/67. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 179-180.
[536] Abdülfettâh Kandil, ed-Dahlü'l-kavmî, s. 221, Dâru'n-Nehdati'l-Arabiyye, Kahiri 1979.
[537] A Hansen, A guide to Keynes, s. 117-118, Mc Graw Hill Book Co., Londra-New York 1953.
[538] Samuelson, Economic -An Inîroducîory analysis-, s. 283, Mc Graw Hill, New York 1961.
[539] Dr. Rıfat el-Mahcûb, et-Talebü'l-fi'lî, s. 292, 293, el-Cem'iyyetü'l-Mısriyye li'I-iktisâdi's-siyâsi ve'1-ihsâ ve't-teşrî', Kahire 1963.
[540] Yatırım harcamalarının esas olarak ziraî projeler, tekstil ürünleri, gıda mamulleri, imar ve iskân projeleri ve eğitîm-öeretim kurumları inşa etmek gibi zaruri alanlara yönlendiriimesi mümkündür. Toplumun ikinci derecede ihtiyaç duyduğu tüketim maddeleri ile hizmetlerin üretilmesi ise ikinci sırada gelir. Son olarak, bunları tamamlayıcı mahiyetteki ürünler de üçüncü sırada gelir.
[541] Muhammed Umer Şâbrâ, "en-Nizâmü'n-nakdî ve'1-masrifî fî iktisâdin İslâmî", Mecelletü ebhâsi'l-iktisâdi'l-İslâmî, sy II, c. 1, Kış 1404/1984, Kral Abdülaziz Üniversitesi, İslâm Ekonomisi Araştırmaları Enstitüsü, s. 7-8.
[542] el-Bakara: 2/3.
[543] Muhammed Ali es-Sâbûnî, Safvetii'l-tefâsîr, 1, 32.
[544] İmam Mâlik, a.g.e., s. 259/736.
[545] İmam Süyûtî, a.g.e., 1/130/850.
[546] Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 180-183.
[547] en-Nûr: 24/33.
[548] Verilen sadakanın boşa gitmeyip yeni kazançlarla telâfi edilmesi (çev.).
[549] el-Bakara: 2/177.
[550] İmam Süyûtî, a.g.e., I, 356/2333.
[551] Ebu Ubeyd, Kazım b. Sellam, Kitabu'l-emval, s. 709/191, Mektebetu'l-Kulliyyati'l- Ezheriyye, Darü'1-Fikr, Kahire 1395/1975.
[552] Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 184-186.
[553] Dr. Emire Abdüllatif Meşhur, el-İstismaru fi'l-iktisadi'l-İslâmî, s. 131, Kahire 1991. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 186.
[554] Hûd: 11/6.
[555] A'raf: 7/10; Hicr: 15/20.
[556] İbrahim: 14/34.
[557] Bakara: 2/36.
[558] Bkz. Muhammed el-Mübarek, Nizâmü'l İslâmi'l-iklisadi, s. 32, Beyrut 1972.
[559] Zeydan Abdülfettah Ka'den, Menhecü'l-iktisad fi'l-Kur'ân, s. 112, Dünya İslâm Davet Cemiyeti Neşri 1990.
[560] Müslim, İman, 78; Tirmizi, Fiten, 11; İmân, 17; Ahmed b. Hanbel, 111/20, 49.
[561] Menhecü'l-Kur'ân, s. 113.
[562] İsrâ: 17/29.
[563] Furkan: 25/67.
[564] Menhecü’l-Kur'ân, s. 113.
[565] Ebu Dâvud, Büyü. 62; İbn Mâce, Ruhun, 16; Ahmed b. Hanbel. V/364.
[566] Taha: 20/81.
[567] Taha: 20/81.
[568] Bakara: 2/168-169.
[569] Menhecü'l-Kur'ân, s. 114.
[570] Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 187-192.
[571] Bakara: 2/172.
[572] En'âm: 6/142; Bakara: 2/168-169.
[573] A'raf: 7/32.
[574] A'raf: 7/87.
[575] Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 192-193.
[576] Mâide: 5/90.
[577] Bakara: 2/173.
[578] Bakara: 2/172-173.
[579] En'am: 6/145.
[580] Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 193-195.
[581] En'âm: 6/142.
[582] A'raf: 7/31.
[583] Tâhâ: 20/81.
[584] İsrâ: 17/27.
[585] İsrâ: 17/16.
[586] Bakara: 2/219.
[587] Bakara: 2/215.
[588] Hadîd: 57/7.
[589] Tevbe: 9/103.
[590] Tevbe: 9/60.
[591] Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 195-198.
[592] Menhecü'l-İktisad fi'1-İslâm, s. 118.
[593] Menhecü'l-iktisad fı'1-Kur'ân, s. 119. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 198-200.
[594] Menhecü'l-iktisad, s. 121.
[595] Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 201.
[596] En'âm: 6/141.
[597] İsrâ: 17/29.
[598] Furkân: 25/67.
[599] Menhecü'l-iktisad fi'1-Kur'ân, s. 126,
[600] Menhecü'l-iktisad fi'1-Kur'ân, s. 127.
[601] Zaira Sabahattin, İslâm, İnsan Ekonomi, s. 73. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 202-206
[602] Haşr: 59/7.
[603] Menhecü’l-iktisad, s. 129.
[604] Haşr: 59/7.
[605] Menhecü'l-iktisad, s. 130.
[606] Tevbe: 9/34-35.
[607] Haşr: 59/7.
[608] el-Haytemi (909-974/1504-1567), ez-Zevacir an iktiraf el-kebâir, 1/67, Mısır 1310. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 207-209.
[609] Kasas: 28/78.
[610] Kasas: 28/78-83.
[611] Elmalılı, M. H. Yazır, Hak Dini, Kur'ân Dili, V/3755.
[612] İbni Mace, II/728.
[613] Kamil Miras, VI/449.
[614] Müslim, Müsakat, 26.
[615] Kamil Miras, VI/449.
[616] Kamil Miras, VI/450.
[617] Münziri, et-Tergib, 11/590-591.
[618] C. Yeniçeri, İslam İktisadının Esasları, s. 285.
[619] Yusuf, 12/47,49,55.
[620] Bak. Kâsânî, Alaüddin Ebu Bekr b. Mes'ûd el-Hanefî (587/1191), Bedâi' el-senâi fi tertib eş-şerâi V/129, Mısır 1327-28; Şevkânî, Muhammed b. Ali (1255/1874), Neylü'l-evtar, V/221, Mısır 1357.
[621] Müslim, Müsakat, 26.
[622] Şevkânî, V/220.
[623] Menhecü'l-iktisad, s. 131. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 209-212.
[624] el-Bakara: 2/265.
[625] el-Mâverdî, Ebu'l-Hasan Ali b. Habib (364-450), en-Nakdü'l-uyun tefsirü'l-Maverdî, (thk. Hıdır Muhammed Hıdır), 1/282, Vezaretü'l-Evkaf, Kuveyt 1402/1982.
[626] el-Bakara: 2/272.
[627] İbnü'l-Cevzî, Ebu'l-Ferec Cemalüddin Abdurrahman b. Ali (508-597), Zâdü'l-mesir fi ilmi't-tefsir, 1/327, Mektebetü'l-İslâmiyye, Şam 1384/1964. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 215-216
[628] el-Bakara: 2/262.
[629] Îbnû'l-Cevzi, 1/317. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 216.
[630] et-Tevbe: 9/99.
[631] el-Mâverdî, 11/160. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 216-217.
[632] et-Tevbe: 9/98
[633] el-Furkan: 25/65.
[634] el-Mâverdî, 11/159. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 217.
[635] es-Sebe: 34/39.
[636] İbn Kesir, V/558. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 218.
[637] el-Bakara: 2/274.
[638] İbrahim: 14/31.
[639] en-Nahl: 16/75.
[640] el-Fâtır: 35/29.
[641] er-Râzî: 11/351. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 218-219.
[642] el-İsrâ: 17/100.
[643] İbnü’l-Cevzî, V/92. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 219.
[644] el-Enfal: 8/60.
[645] er-Râzî, IV/381. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 220.
[646] Hadîd: 57/10.
[647] el-Mâverdi, 46/185. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 220-221.
[648] el-Bakara: 2/270.
[649] Âl-i İmrân: 3/92.
[650] İbn Kesir, 1/571.
[651] el-Furkân: 25/67.
[652] el-Kurtubi, 13/74. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 221.
[653] et-Tevbe: 9/121.
[654] İbnû'l-Cevzî, 111/515. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 222.
[655] el-Bakara: 2/219.
[656] el-Mâverdî, I/231. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 222.
[657] Âl-i İmrân: 3/92.
[658] Îbnû'l-Cevzî, 1/420.
[659] el-Hadid: 57/7.
[660] el-Mâverdî, IV/184. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 223.
[661] en-Nisâ: 4/39.
[662] İbn Kesîr, II/286.
[663] el-Hadîd: 57/7. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 224.
[664] Âl-i İmrân: 3/15.
[665] Âl-i İmrân: 3/16.
[666] Âl-i İmrân: 3/17. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 224-225.
[667] el-Bakara: 2/195.
[668] el-Mâverdî, I/212. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 225-226.
[669] es-Secde: 32/16.
[670] İbnü'l-Cevzî, VI/339. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 226.
[671] el-Bakara: 2/264.
[672] en-Nisâ: 4/38.
[673] el-Mâverdî, I/281. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 226-227.
[674] Et-Teğabün, 64/16.
[675] İbnü'l-Cevzî, VIII/286. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 227.
[676] el-Kehf, XVIII/42. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 227-228.
[677] el-Enfâl: 8/3.
[678] er-Ra'd:13/22.
[679] İbrahim: 14/31.
[680] Fatır: 35/29.
[681] İbnü'I-Cevzî, I/26. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 228-229.
[682] et-Talâk: 65/6.
[683] İbn Kesîr, VII/43. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 229.
[684] et-Talâk: 65/7.
[685] el-Mâverdî, IV/257. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 230.
[686] et-Tevbe: 9/53.
[687] er-Râzî, IV/450. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 230.
[688] en-Nisâ: 4/34.
[689] el-Mâverdî, I/385. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 231
[690] ÂI-i İmrân: 3/116.
[691] Âl-i İmrân: 3/117.
[692] el-Enfâl: 8/36.
[693] et-Tevbe: 9/54.
[694] İbnü'l-Cevzî, III/452.
[695] Yâsîn: 36/47.
[696] el-Mâverdî, III/394.
[697] el-Mâide: 5/64.
[698] İbnü’l-Cevzî, 11/393. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 231-233.
[699] el-Münâfikûn: 63/10.
[700] İbnü'l-Cevzî, VIII/278. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 233-234.
[701] el-Münâfîkûn: 63/7.
[702] İbnü'l-Cevzî, VIII/276. Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 234.
[703] Y. Doç. Dr. Nihat Temel Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 235-238.