KUR’AN’DA MÜ’MİNLERİN ÖZELLİKLERİ
İman ve İslâm'ın Karşılaştırılması
Akide ve İslâm Yönünden İnsanlar
Ahde Vefa, Emânete Riayet ve Doğru Sözlülük
Şirk'ten Kaçınma ve Ana-Babaya İtaat Etmek:
Akrabaya, Yoksula, Yolda Kalmışa Yardım Etmek:
Mü'min, Rızk Endişesiyle Çocuklarını Öldürmez:
Mü'min Haksız "Yere Hiç bir Cana Kıyamaz:
Mü'min Yetimi Korur; Malını Yiyerek Onlara Zulmetmez:
Mü'min Ölçü ve Tartıda Hile Yapmaz:
Mü'min Zanna Uymaz ve Ondan Sakınır:
Mü'min Tekebbüre Kapılıp Böbürlenmez
Mü'minin Kaçınması Gereken Diğer Yasaklar:
Mü'min Helal ve Haram Koyma Yetkisini Yalnızca Allah'a Verir:
Mü'min, Mü'mini Bırakıp da Kafiri Dost Edinmez
Mü'mîn, Yeryüzünde Allah'ın Dini Hakim Oluncaya Kadar Cihadla Görevlidir:
Kur’an-ı Kerim'de 230 civarındaki ayet mü’nin ve mü'minlerden söz eder. İmanla ve iman edenlerle ilğili olarak" da 530 kadar ayet vardır. Bunlara bir de müslimûn veya müslimin kelimelerinin geçtiği 50'yı aşkın ayeti ilave edersek; Kur'an'ın onda birinden fazlasının mü'min ve müslimler etrafında dönüp dolaştığını görürüz. Burada şunu hemen ifade edelim ki; Kur'ân, mü'minlerin kitabı olması hasebi ile kelime kelime, ayet ayet, süre sûre müslümanla doğrudan doğruya alakalıdır. Mü'minin, bütünüyle okuması, öğrenmesi ve uygulaması gereken bir kitapdır o. Ancak, “ey iman edenler” diye başlayan ve mutlaka bir emir veya yasakla devam eden ve ayrıca “o mü'minler ki” şeklinde başlayıp mü'minlerin taşıması gereken özellikleri sıralayan ayetleri bir arada incelediğimiz zaman ilginç bîr tablo ile karşılaşırız. Günlük hayatımız için oldukça pratik ve yalan prensipler vaz' eder bu ayetler.
Gerçek mü'minle müşriki birbirinden ayırmak için gerekli ölçüler hangileridir? Bu tür sorular sık sık gelir gündemimize. “Mü'min” tanımının, müslümanların İslâmi anlayışlarına, meşreplerine ve kafa yapılarına göre değiştiği ve farklılıklar gösterdiği bir ortamda bu sorular daha bir önem kazanır. Bazan öyle olur ki, bir müslüman, hata ve günahlarından dolayı bir diğerini eleştirirken ona “mü'min” sıfatını yakıştıramaz, ama buna karşılık “kâfir” veya “müşrik” yaftasını yapıştırmakta bir beis görmez. Bazan da aleni şirk ve küfür içinde olan bazı şahışlar birkaç sahte söz ve davranışına bakılarak mü'min kabul edilir. Özekle, her konuda olduğu gibi bu konuda da kavram kargaşası içindedir müslümanlar. Öyle sanıyoruz ki, bu kargaşanın ve belirsizliğin bir tek temel nedeni vardır:
O da, aslî kaynak olan Kur'ân ve Sünnet'e dönerek, Kur'ân ve Sünnet'in önündeki engelleri, talî kaynakları bir türlü aşamamak...
Bir önceki paragrafta yer alan sorulara doğru, kesin ve net cevaplar bulabilmek ve bu konudaki kargaşadan kurtulabilmek için Kur'ân ve Sünnet'e müracaat tek çaredir. Elinizdeki çalışma, Kur'ân ve Sünnet'i kaynak alarak mü'minin tanımını ve taşıması gereken özellikleri belirlemeye gayret ediyor. Kur'ân ayetlerinde ifade edilen mü'min özelliklerinin, eserde, pratik hayat açısından yorumlanmış olması kitaba dinamik bir canlılık getiriyor.
Bütün çaba ve gayretler, “imanlarına zulüm karıştırmayan” mû'minlerden olabilmek için... [1]
Bütün insanlık tarihi boyunca, İslamın esas dayanağı olan nazari kaide, “La ilahe illallah” (Allah'tan başka îlah yoktur.) kaidesidir. Yani uluhiyyeti, yaratıcılığı, Rabliği, saltanat ve hakimiyeti sadece Allah'a tahsis etmek kaidesi... Bu kaide; gönülde inanç; duygu ve hareketlerde ibadet, hayat sahasında da kanun ve nizam olarak tezahür etmelidir. Allah'tan başka ilah olmadığına şahadet etmek; Böyle mütekamil bir şekilde olmadıkça ne fiilen onun varlığı düşünülür, ne de Şer'an mevcudiyeti kabul edilir... Ancak bu mütekamil anlayış, ona ciddi ve yeni bir varlık izafe eder ve insanın mü'min veya gayrı mü'min diye isimi endirilmesinin mihenk taşı olur.
Nazari yönden bu kaidenin tatbiki ve pratiği ise; insanlık hayatının bütünüyle Allah'a yönelmesidir. Böylece insanoğlu bütün işlerinde ve hayatın her meselesinde Allah'ın hükmüne müracaat ederek ona tabi olur ve Allah'ın hükmünü kendi görüşlerine tercih eder. Bu da İslamı asli hüviyeti içinde anlamak ve uygulamakla olur. Sağlam bir inanç ve sağlam bir akideye sahip olabilmek için bu kaynağın aslından beslenmek lazımdır.
Sağlam ve dürüst bir inanç olmadan uygulamanın olması mümkün değildir. Eğer bir insan sağlam bir akideye sahip değilse, hayatında iman ile şirk içiçeyse, bütün çabaları faydasızdır. Çünkü Allah Teala:
“İman edip te imanlarını zülüm ve şirkle bulaştırmayanlar (var ya), işte korkudan emin olmak onların hakkıdır. Ve hidayete de erenler onlardır.” [2] diye buyurmaktadır. Mü'min, her türlü zülüm ve şirki reddedip, Allah'a iman ve itaat etmeyi asli bir vazife bilmelidir. Çünkü itaat, imanın gereğidir. İman muhafaza eden, güçlendiren, mutluluğa kavuşturan yegane amildir.
İşte biz bu kitapçıkta Kur'an'da gerçek anlamda Allah'a ve Rasulüne itaat edenler kimlerdir? Bunların belirgin sıfatları, vasıfları ve işaretleri nelerdir? Acaba ağız alışkanlığıyla her mü'min dediğimiz kimse gerçekten mü'min midir? Acaba sadece “La ilahe illallah” deyip, Allah'ın Dininden sadece namaz gibi bir iki ibadeti yerine getirip de geri kalan ömrünün tümünü cahiliyye adetleriyle, şer güçlerin sistemleriyle geçiren ve bundan rahatsız bile olmayan insanlar da mü'min olup kurtuluşa erecekler midir? Acaba bunlann varacağı yer Allah'ın ateşi midir, yoksa Cenneti mi?
İşte bu ve buna benzer istifhamlara çözüm bulmak için Allah'ın Kitabına başvurarak bu mevzuları tahlil etmeye çalıştık. Allah Teala'dan beni bu gayretimde muvaffak kılmasını, mü'min olarak yaşatıp, mü'min olarak öldürmesini niyaz ederim. Bu çalışmamı da yüce rızasına vesile yapmasını, yararını umumi kılmasını ve kabule mazhar buyurmasını temenni ederim. O bize yeter, O ne güzel mevladır.
Beşir İslamoğlu [3]
Bu kavram kısaca “La ilahe illallah Muhammedun Rasûlüllah” ifadesiyle açıklanmaktadır. Bu sözcük İslam Dininin temel rüknüdür, İslam Dini, rükünler olmadan ayakta duramadığı gibi şahadet olmaksızın diğer rükünler de ayakta duramaz. Hatta tevhid olmayınca İslam da yoktur. Tevhidin bütünüyle ilişkisi, ruhun cesedle ilişkisi gibidir. Cesedin her zerresi ancak ruhla canlı olacağı-gibi, “La ilahe illallah Muhammedun Rasûlüllah” da İslam'ın her cüzünün hayatıdır. İslâm'da, insanın yaptığı her hareket bu kaynaktan beslenmiyorsa ölüdür, Allah'ın terazisinde hiç bir ağırlığı yoktur. Onun için kafirlerin amelleri faydalı da olsa, Tevhide dayanmadığı için Allah'ın yanında hiç bir değeri olmaz. Hatta müslüman bir kimsenin bile yaptığı bir iş ne kadar yararlı olursa olsun, o işte tevhidin ruhu yoksa, hiç bir değeri yoktur. Zira Rasûlüllah (s.a.s.):
“Ameller niyetlere göredir, Her kişi için niyyet ettiği vardır.” diye buyurmaktadır.
Tevhid, mü'minin hayat metodudur. İslami rükünler de Tevhid esasının gerekleridir. Allah'a, Meleklerine, Kitaplarına, Peygamberlerine, Ahiret günü ile hayır ve şer olsun Kadere inanmak, bütünüyle Tevhid ilkesine dayanır. Bunun yanında namaz kılmak, zekat vermek, oruç tutmak, haccı ifa etmek; yine hadler, cezalar, haram ve helal, sosyal işlemler, İslam hukuk sistemi, gibi rükünler bizzat Rasûlüllah (s.a.s.)m yaşadığı ve Rabbinden alarak bize bildirdikleridir. İşte Tevhid (La ilahe illallah) bunların mutlaka yapılmasını emreder. Tevhid bunlardan ayrı olamaz. Bunlar tevhidin kendisidir. Tevhid, sadece inandık demekle yerine getirilecek bir vazife değildir. Tek Allah'a ibadet etmek, hayatı, Allah'a iman temeli üzerine kurmak ve bu imanın gerektirdiği biçimde yaşamak demektir. Tevhid, hiç bir zaman iman ve amel ayırımı gibi saçma bir ayırıma yer vermez.
Allah'a iman ettiğini söyleyip, sonra Allah'tan gayrisinin dinlerine uymak ve bu dinlerin hükümleri doğrultusunda yaşamak, o dinlerin gereğini yapmak hiç bir, zaman Tevhid, yani Tek Allah'a ibadet etmek değil, doğrudan doğruya uyduğu dinlere ibadet etmek demektir. Tarihi süreç içerisinde tıpkı günümüzün insanları gibi nice insanlar Allah'a inandığını, Allah'a ibadet ettiğini sanmışlardır. Fakat, Allah'a değil, tağuta ve diğer şer güçlere itaat etmişlerdir. Cenab-ı Allah Rasûlüllah'a hitaben şöyle buyuruyor:
“Sana indirilene ve senden öncekilere indirilene inandıklarını sananları görmüyor musun? Onlar, kendilerine onu tanımamaları emredildiği halde tağutun egemenliğine sığınmak isterler. Şeytan ise, onları çok açık bir sapıklığa düşürmek ister.” [4]
Bu ayet-i kerime, insanların inandıklarının gereğini yaşamayıp, bunlarla birlikte başka dinlere ibadet etinekle, onlara sığınmakla, açıkça dalalete düştüklerini gözler önüne sermektedir. Allah Teala geçmişte Yahudi ve Hıristiyanlar!, şirkle, küfürle ve Allah'a kul olma ilkesinden sapmakla kınamıştı. Onlar, papazlarını ve Rahiplerini Rabb edinmişlerdi. Bu hususta Allah Teala onlar hakkında şu ayetleri indirmiştir:
“Yahudiler “Üzeyr, Allah'ın oğludur” dediler. Hıristiyanlar da “Mesih (Hz. İsa) Allah'ın oğludur” dediler. Bu onların ağızlarından çıkmış (asılsız) sözleridir. Daha önceki kafirlerin sözlerini taklid ediyorlar. Allah onları kahretsin ne biçim iftira ediyorlar.” [5]
“Allah üçün üçüncüsüdür, diyenler kafir olmuşlardır. Tek îlahtan başka hiç bir îlah yoktur. Eğer vazgeçerlerse, aralarındaki kafirler acı bir azaba çarpılacaklardır.” [6]
“Yahudiler, “Allah'ın eli bağlıdır” dediler. Elleri tutulasılar, sözleri yüzünden lanet onlara. Oysa ki O'nun elleri açıktır ve dilediğine varlık verir.” [7]
“Yahudiler ve Hıristiyanlar “Biz Allah'ın çocukları ve O'nun sevdikleriyiz” dediler. De ki, “O halde günahlarınıza karşılık size niye azap ediyor? Oysa ki siz O'nun yarattığı birer beşersiniz.” [8]
Görüldüğü gibi, Yahudi ve Hıristiyanlar Allah'a inanmakla beraber kimi, “Mesih Allah'ın oğludur” demekle, kimi “Allah üçün üçüncüsüdür” demekle, kimileri de “Biz Allah'ın çocuklarıyız” demekle Allah'a şirk koşmuşlardır. Tüm cahiliyye toplumlarında bu durum açıkça görülmektedir. Cahiliyye toplumu ve onun fertleri, Allah'ı Uluhiyette tek kabul etmeyerek O'na çeşitli şekillerde ortak koşarlar. Bu ortak tanıma, ister O'na oğul isnad etmek veya O'nu üç saymak (teslis) şeklinde olsun, isterse Allah Teala'nın zatı hakkında gerçeğe aykırı düşünceler ileri sürmek yahut O'nunla yaratıkları arasında gerçeğe uymayan görüşlere sahip olmak, veya egemenlik hakkını başkalarına vermek biçiminde olsun... Bütün bu hareketler insanları Tevhidden uzaklaştırıp batıla saptırır. Allah Teala bu konuda şöyle buyurur:
“Allah'ı Bir yana bırakarak papazlarını ve rahiplerini Rabb edindiler. Meryem oğlu Mesih'i de. Oysa ki, onlara sırf tek Allah'a kul olmak emredilmişti kî O'ndan başka tlah yoktur. O onların koştukları ortaklardan münezzehtir.” [9]
Oysa ki, papazlarının ve rahiplerinin rabb olduğunu onlar kabullenmemişlerdi. İbadet kasdı taşıyan davranışlarını da onlara takdim etmiyorlardı. Onlar sadece, papaz ve rahiplerinin helal dediklerine helal, haram dediklerine de haram deyip onlara uyuyorlardı. Böylece Allah Teala onların ve benzerlerinin müşrik olduklarını, Allah'tan başkalarını rabb edindiklerini beyan etmektedir. Bu vasıf, sadece Allah'ı bırakıp kulların teşriatına uymaları sebebiyle onlara itlak edilmektedir. Çünkü onlar, dini emirleri Allah'tan değil, alim ve rahiplerinden alıyorlar; onlardan aldıkları emirlere itaat ediyor ve tabi oluyorlardı. İşte onlar bilginlerini böylece Rabb edinmişlerdi.
Günümüz toplumu da eski cahiliye toplumundan pek farklı değildir. Kendi kendine “müslüman” diyen bu fertlerin bazıları açıkça laik olduğunu, ilan ederler. Bazıları da Allah'a inandığım iddia etmekle beraber, Allah'ın yasasını, Allah'ın ayetlerini bir tarafa iterek, egemenliği fiilen Allah'tan başkasına dayandırarak keyfine göre sistem hazırlarlar, sonra da arkasından kendi keyfine göre hazırladıkları sistemlere “bunlar Allah'ın şeriatıdır”, “Ülkemiz şer'i bir ülkedir” derler. Bütün bunlar cahiliyenin tavırlarıdır, İslam Dini ise, bu toplumların taşıdığı unvanlara, ileri sürdükleri sloganlara bakmaz. Bunların tümü bir tek gerçekte birleşir; o da, bu toplumların hayat tarzlarının kâmil manada Allah'a kul olma ilkesine dayanmasıdır... Bu yüzden bu toplumlar, diğer toplumlar gibi, aynı nitelikte, “cahiliye toplumu” olma niteliğinde birleşirler. Şahadet veya bir başka deyimle Tevhid, iki ana temelden oluşur; biri diğerini tamamlar. Biri olmadan diğeri olumsuz kalır. “La ilahe illallah” kelime-i tevhidini “Muhammedün Rasûlüllah” cümlesi tamamlar. “La ilahe illallah” bir hareket tarzını gerektirir. Bu kelimenin yüklediği mânâlar vardır. Tevhidi kabullenen kimse artık bu riskin altına girmiştir. O yükümülülükleri yerine getirenler için büyük mükâfat, terkeden kimseler için de büyük cezalar vardır Allah'ın indinde. Onun için (La ilahe illallah” şahadetiyle “Muhammedün Rasûlüllah” şahadeti kesinlikle biribirinden ayrılmazlar. Îkisi beraber olunca ancak bir bütünlük arzederler.
Allah Teala'ya kul olma ilkesi kesinlikle Rasûlüllah (s.a.s.)'in rehberliğine dayanır. Rasûlüllah'ın rehberliğine dayanmayan her hareket sapıklıktır. Ancak O'nun verdiği alınır, O'nun yasakladığı da terk edilir. Bu konuda Cenab-ı Allah şöyle buyurur:
“Rasûlüllah size ne getirdiyse onu alınız, kabul ediniz, size neyi de yasaklıyorsa, onu yapmaktan vazgeçiniz.” [10]
Allah'ın Dini “Muhammedün Rasûlüllah” ifadesiyle tamamlanıp, onunla sınırlandırılmıştır. İslam'ın temel konulan Rasûlüllah (s.a.s.)'in tebliğ ettiği delillere bağlıdır. Delilsiz hiç bir hükmün İslam'da önemi olmaz. Bütün hükümler delillere dayandırılmak zorundadır. Bir mesele hakkında delil variken ictihad sözkonusu olamaz. Ancak Rasûlüllah'ın tebliğinde (İslam'da) delil yoksa, istek ve arzulara göre değil, İslam metodunda belirtilen ilkeler uyarınca içtihadın fonksiyonuna sıra gelir. Kısaca her mesele Allah ve Rasûlü'ne dayandınlmadığı takdirde, o mesele önemsiz ve batıl olur. Bu konuda Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Ey îman edenler; Allah'a itaat edin, Rasûlü'ne ve sizden olan emir sahiblerine itaat edin. Sonra bir şey hakkında çekiştiniz mi, Onu hemen Allah'a ve Rasûlü'ne havale ediniz; eğer Allah'a ve Ahiret gününe inanıyorsanız... Bu müracaat hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.” [11]
Allah'ın dini anlaşılmaz ve bulanık değildir. Tevhide inanan mü'minler kendi dinlerini bütün teferruatıyla iğrenmek zorundadırlar. Bütün meselelerini Allah'a ve Rasûlü'ne götürmelidirler. Allah'ın hükümlerine, Rasûlüllah'ın tebligatına teslim olmadan İslâm veya tevhîd inancı diye bir inanç olamaz. Kur'ân-ı Kerim'in bu husustaki beyanı şöyledir:
“Rabbin hakkı için onlar, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümlerden nefisleri hiç bir darlık duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça, iman etmiş olmazlar.” [12]
Allah'ın hükmü, ancak kesin vahyin bulunması ve sadık peygamberin haber vermesiyle öğrenilebilir. Durum bu olunca, insan mantığı Allah'ın emrine teslim olmayı gerektirir. Çünkü insan Allah'ın bir yaratığı ve kuludur. Allah Teâlâ ilmiyle her şeyi ihata etmiştir. Öyle ise insanların Allah'ın ve Rasûlü'nün hükümlerine teslim olmaları kaçınılmaz bir zarurettir. İnsanların kendiliklerinden koydukları hükümlerin hiç bir değeri yoktur, onlara itibar da edilemez. Ekseriyetle bu ölçülerin kendisi bozuk olur. Elbette sabit ve ilahi ölçülere başvurulmadıkça, koyacakları her ölçü bozuk ve itibarsız olur.
Allah Teâlâ insanları yarattığı gibi, onlar için sabit ve hiç değişmeyen ölçüler de koymuştur. İslam'ın hududunu gayet güzel bir şekilde belirtmiştir. Yukarıdaki ayetlerden bu husus açıkça anlaşılmaktadır. Bu ayetlerde Allah Teâlâ, hakimiyetin kaynağını, İslam toplumunun yasasını ve kısaca hayat için gerekli olan bütün ölçülerin kaynağını belirtmiş oluyor. Sonra hakkında kat'i hüküm bulunmayan, zamanla ortaya çıkan ve nesiller değiştikçe değişen fer'i ve cüz'i meselelerde, düşünce ve görüş farklılıklarının bulunduğu noktalarda Allah'ın hükümlerine ve Rasûlü'nün tebligatına dönüş ile her şey bitiyor.
Tevhid'in gerektirdiği hususlardan biri de ister açık olsun, ister gizli olsun; ister büyük ister küçük olsun... her hususta hakimiyetin yalnız Allah'a ait olmasıdır. Allah Teâlâ kendi dinini Kur'ân'da açık bir şekilde belirtmiş, Rasûlü de onu en güzel bir şekilde insanlara açıklamıştır. O'nun Rasûlü kendiliğinden ve arzusundan hiç bir şey söylemez. O'nun sünneti seniyesi Allah'ın va'z ettiği şeriatın bir bölümü, bir parçası ve açıklayıcısı mahiyetindedir. Bu itibarla iman edenler önce Allah'a sonra da Rasûlüllah'a uymak zorundadırlar. Çünkü Rasûlüllah'a uymak Allah'a uymak demektir. Kur'ân'ın açık beyanına göre imanın varlığı ve yokluğu Allah'ın dinine ve Rasûlüllah (s.a.v.)'ın sünnetine uymaya bağlıdır.
Tevhid insanları Allah'ın diniyle yöneten idarecilere de itaati gereklî kılıyor. "Çünkü, yönetim olmadan bu din istenildiği gibi yaşanamaz. Allah'ın dinini her yönüyle koruyacaklar onlardır. Mü'minlerin her hususta problemlerini çözenler yine bunlardır. Onun için bu yöneticilere itaati Allah Teâlâ şart kılıyor. Fakat Allah Teâlâ bunu da bir başka şarta bağlıyor:
“Sizden” olması kaydıyla... itaat ediniz. Yani o idareciler "Allah'a ve Rasûlü'ne itaat ettikleri müddetçe siz onlara itaat ediniz. Bu itaatin hududu ayrıca hadis-i şeriflerle kesin olarak belirtilmiştir.
Buhari ve Müslim'in rivayet ettikleri bir hadiste Rar sûlüllah (s.a.s.) :
“İster hoşunuza gitsin, ister hoşunuza gitmesin, masiyeti emretmedikçe ûlülemre itaat müslüman kişinin boynunun borcudur. Masiyeti (Günah şeyleri, Allah'a isyanı) emrederse ne emri dinleme ne de itaat vardır.”
Bir diğer hadiste de şöyle buyurur:
“Ûlülemre itaat ancak ma'ruf (Allah'ın ve Rasûlü'nün iyi karşıladığı) şeylerde olur.” [13]
İster Allah'a itaat olsun, ister Rasûlü'ne itaat olsun, isterse de idarecilerine itaat olsun, bunlar akideye, inanca ve tevhide bağlı olan hususlardır. Hatta ihtilaflı şeyleri Allah ve Rasûlü'ne götürme olsun... hepsi imanın şartıdır. Çünkü bu hususta Allah Teâlâ kendi zatına yemin ederek itaati İmana bağlıyor. Evet, Allah'ın hükmüne gönülden rıza göstermek, Rasûlüllah (s.a.s.)'ın emrini canı gönülden benimsemek, aralarındaki bütün ihtilafları bu kaynağa götürmek imanın kendisidir. Bunları düşünmek ise açık bir sapıklıktır. Böylece herkes kendini bir yoklasın. Bağlılığı ve itaati Allah'ın dinine mi? Yoksa kulların dinine mi?
İnsanlar millet olarak iki milletten müteşekkildirler:
Tevhidi kabullenip onun gereğini yapanlar bir millet, inkâr edenler ise ayrı bir milleti teşkil ederler. Tevhidi millet, küfrî millet. Tevhidde olanlar bu dünyada ve ahirette şeref ve izzet sahibi olup yükselecekler; reddedenler ise, hem dünyada hem de Ahirette zillet ve pişmanlığa düşeceklerdir.
Bu inananlar ile inanmayanlar arasındaki fark sadece Kelime-i Tevhid'i dille söylemekten meydana gelmez. Nasıl ki bir hasta, doktorun yazdığı reçeteyi ilaç alıp kullanmadan okuyup tekrar etse hastalığına şifa bulmazsa, aynı şekilde “La ilahe illallah”ın anlam ve mesuliyetini kavramadan sadece dil ile ikrar etmekten hiç bir netice elde edilmez. Tevhidin mânâsı kalplerimizin derinilklerine öyle inmeli ki, nasıl ki ateşin yaktığını bildiğimiz için ona dokunmazsak, “La ilahe illaîlah”ın da kalbimiz ve dilimiz üzerinde en az ateş ve zehir kadar tesiri olmalıdır günaha yaklaşmak hususunda. İşte tevhidi bir iman ancak o zaman mümkün olup bizi kurtuluşa ulaştırır.
Tevhid, başta Ulûhiyeti yani Allah Teâlâ'nın varlığını tasavvur etmektir. İnsanın zekası, O'nun başlangıcını ve sonunu düşünüp hayal etmekten aciz kalır. Her şeyin sahibi, ezeli ve ebedi olan, her şeyi elinde tutan, hiç bir kimseye muhtaç olmayan fakat herkesin kendisine muhtaç olduğu Kadir-i mutlak ancak O'dur. Kainatta hiç bir şey ondan gizli kalamaz. O'nun her şeye gücü yeter ve kimse O'na karşı çıkma cesaretinde bulunamaz. Kainattaki her şeye hayat ve rızık veren O'dur. Bütün ayıp ve noksanlıklardan, zaaflardan beridir. O'nun işlerinde hiç bir ortağı olmadığı gibi, O'nun işlerine müdahale etme hakkı da yoktur. Ancak böyle eşine rastlanmayan bir varlık, kainatın yaratıcısı, kontrol edicisi ve idarecisi olma durumundadır.
Yukarıda sıraladığımız sıfatların tek bir varlıkta toplanması mutlak surette zaruridir. Aynı sıfatları iki ayrı varlık birlikte taşırsa, bunların beraberlik içinde yaşamaları, düzeni sevk ve idare etmeleri mümkün olamaz. . Böyle bir durum hayatı tamamen felce uğratır. Onun için kainatı ve içindekilerini idare edecek tek bir Rabbiri olması şarttır. Bu sıfat ve selahiyetleri bir kaç Rabb arasında paylaştırmak imkânsızdır.
Örnek olarak, bir kaç rab olsaydı ve bu rabblerden biri rezzak, biri hakim ve bir diğeri de ğabir olsaydı bunlar mutlaka birbirlerine muhtaç olacaklardı ve aralarında işbirliği yapamayacaklardı. Dolayısiyle hayat ile kainat infilak ederdi. Bu sıfatların bir rabbdan başka bir rabbe geçmesi de mümkün değildir. Çünkü, kendi hayat ve kudretini muhafaza edemeyen, başkasına da hayat veremez. Hayat bahşedemediği gibi onu idare etmeye de asla gücü yetmeyecektir. İnsanoğlunun inancı, ilim ilerledikçe ilahi kudret ve sıfatların sadece tek bir varlıkta, yani “La ilahe illallah” cümlesinde toplanması lüzumu artacaktır. Fakat tarihi süreç içerisinde bir çok insanlar bu sıfatların gerçek anlamda kime lâyık olduğunu bildikleri halde sırf kibir, gurur, heva ve heveslerinden dolayı bu sıfatlara zaman zaman sahip çıkmak istemişlerdir.
Geçmişte olduğu gibi bu gün de bir çok insanlar Allah'a ait olan bir takım sıfatları kendilerinde görmek istiyor ve şöyle diyorlar. Allah Teâlâ bir yaratıcıdır. Güneşi, ayı, yıldızları ve diğer gezegenleri; yağmuru, kan, suları, nehirleri, denizleri, bitkileri ve bütün nebatat ile kainat hadiselerini sevk ve idare eder. Bunların dışında kalan ictimai, iktisadi ve hukuki meseleleri Allah değil biz düzenleriz. Allah bizim sosyal münasebetlerirmze karışmaz” derler. Bunlar müşriklerin ta kendileridir. Bunlar isterse her gün-Allah’ın adını dillerinden düşürmesinler, isterse namaz kılıp hac etsinler... Durumlarında hiç bir değişiklik olmaz.
O halde “Lailahe illallah” cümlesini tekrarlamak insana mü'minlik sıfatını kazandırmaz. Bu Kelime-i Tevhidle birlikte onun taşıdığı hakikati da yaşamak gerekir. Bu hakikatlere gönül verilmediği müddetçe, bu insanlar namaz da kılsalar, oruç da tutsalar, Kabeyi tavaf da etseler durumlarında bir değişiklik olmaz. Çünkü bu insanlar bu ibadetleri yapmakla birlikte, Allah Teâlâ'yı yeryüzü egemenliğinden, içtimaî, iktisadi ve hukuki sahalardan uzaklaştırarak sadece, göklerin Rabbi kılmak istiyorlar. Allah'ın insan hayatı için koyduğu ölçüleri geçerli saymayıp, sadece kiliselerde, mescid ve camilerde ibadet etmeyi insanlara mubah görmektedirler. Böylece, içtimai hayatta Allah Teâlâ'nın dininin hükmetmesini yasaklayan bir toplum olarak ortaya çıkmaktadırlar. Bunlar ister Allah Teâlâ'nın yeryüzündeki hakimiyetini inkâr etsinler, isterse askıya alsınlar...
Allah Teâlâ insanları bu konularda şöyle uyarıyor:
“O gökte de yerde de İlah olandır,” [14]
“Egemenlik yalnız Allah'a mahsustur. O sırf kendisine kul olmayı emretti. Dosdoğru din ancak budur.” [15]
“Onlar hâlâ o cahillik devrinin hükmünü mü istiyorlar? Kimmiş Allah'tan daha güzel hüküm verecek? Fakat bunu gerçek anlayış sahibi olan bir toplum bilir.” [16]
“Dikkat ediniz, hem yaratmak, hem de emretmek Allah'a mahsustur. Alemlerin Rabbi olan Allah ne kadar yücedir.” [17]
Bu ayet-i kerimelerde hakimiyetin ancak Allah'a mahsus olduğu açıkça beyan edilmektedir. İnsanlara ancak Allah hükmeder. İnsanın insana hükmetmesi cahiliyettir. Çünkü o, Allah'ın kulluğundan uzaklaşmak ve kulların kullara kulluğudur. Cahiliyet, muayyen bir zamana mahsus değildir. Geçmişte olduğu gibi, bugün de yarın da olabilir.
İnsanlar ya Allah'ın dini ile hükmedip Allah'ın dinine girerler... Veya beşeri sistemleri kabul edip, cahiliye bataklığına düşerler. Allah'ın hükmünün olduğu yerde cahiliyet, cahiliyet hükmünün olduğu yerdede Allah'ın hükmü yoktur. İkisi hiç bir zaman bir arada olamaz. Kısaca ya Allah'ın, ya da cahiliyenin... İşte bu nokta, yolların ayrılış noktasıdır.
Aslında bizce önemli olan bu yolların bilinmesidir. Bu yollarda herkes ihtiyar sahibidir. Yollar ayrıldıktan sonra orada münakaşa ve mücadeleye lüzum yoktur, Burada ya iman, ya da küfür. Ya İslam ya da cahiliyet...
Çünkü her hususta olduğu gibi, bu hususta da Allah Teâlâ ölçüsünü koymuştur:
“Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenler; kafirdirler, zalimdirler, fasıktırlar... İşte sonunda ya Allah'ı birleme (yani tevhid), ya da birden çok Rabb (yani şirk)..” [18]
Tevhid, daha önce de açıkladığımız gibi, yi birlemek ve hayatın tümünü ona bağlamaktır. Allah Teâlâ'yı bir kabul ederken, sayı yönünden bir olmaktan ziyade, eşi ve benzeri olmama yönünden bir kabullenmek gerekir. Bakarsınız ki sürüler halinde insanlar Allah Teâlâ'yı bir olarak kabul ederler, fakat O'na çeşitli hallerde eşler bulurlar. İşte bunlar tevhidi çizgide olamazlar. Aksine bunlar, tevhidi bozmuş ve değiştirmişlerdir.
Bu sebeple, tevhidden nasıl uzaklaşılır? Tevshidi değiştiren fiiller nelerdir? Bunlar üzerinde kısaca durmak istedik:
a- Allah Teâlâ'dan başkasına, helal ve haram etme, kanun koyma ve hakimiyet hakkını verme gibi haller tevhidi bozan hallerdir. Bu konuda şu ayetler delildir:
“Egemenlik yalnız Allah'a mahsustur. O sadece kendisine kul olmayı emretti. Dosdoğru din ancak budur.” [19] “Dikkat ediniz, Yaratmak ve emretmek Allah'a aittir. Âlemlerin Rabbı olan Allah ne kadar yücedir.” [20]
“Onlar Allah'ı bırakıp bilginlerini, rahiplerini, Meryem'in oğlu Mesih'i Rablar edindiler. Halbuki onlar da bir olan Allah'tan başkasına ibadet etmekle emrolunmamışlardı. O'ndan başka hiç bir ilah yoktur. O, bunların eş tutageldikleri her şeyden münezzehtir.” [21]
İslâm'da sayılan haklar tamamen Allah'a aittir, İslam'da seçilen meclis veya şura Allah'ın dinine aykırı hareket edemez. Kur'ân ve sünnete aykırı kanun çıkaramaz. Bu durumlar İslam'la bağdaşamaz. Allah'ın koyduğu ölçüler bir yana bırakılarak, hakimiyeti din adamlarına vermek, siyasilere vermek, bir partiye vermek veya bazı sınıflara vermek tamamen şirktir. Bunlar insanı tevhidden uzaklaştırır. Zira bu haller çoğunluk, sistemine dayanır. Bu sistemin kökeni ise batıl düşüncelerdir. Bir sistemlerde, kanun koyma, helal ve haramı, tayin etme yetkisi insanlara verilmiştir ki, bu da insanı tevhidden şirke götürür.
b- Allah ve Rasûlü'nden geldiği kesinlikle sabit olan naslara bîr bütün olarak inanmamak:
Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyuruyor:
“Yoksa siz kitab'ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Şimdi sizden bu ahdi bozan kimsenin cezası, ancak dünyada rüsvaylık ve bayağılık, kıyamettede en şiddetli azaba atılmaktır. Allah sizin bu ahdi bozmanızdan gafil değildir.” [22]
Kim Kur'ân'ın naslarından herhangi birine inanmıyorsa veya günümüzde geçersizdir derse, işte o kimse tevhid'den ayrılmış müşrik olmuştur. Bununla beraber nas niteliğinde olan bir sünnete inanmamak da imam götürür. Çünkü Kur'ân'ın tefsirini daha açık bir şekilde izahını Rasûlüllah (s.a.v.) yapmıştır. Bir hadisi şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Aranızda iki şey bıraktım. Onlara tutunduğunuz müddetçe sapıtmayacaksınız. Bu iki şey; Allah'ın kitabı ve sünnetimdir.”
Başka bir hadisi şerifte de;
“Olabilir ki bir adama benim bir hadisim ulaşır da d adam sandalyesine yaslanmış olduğu halde şöyle der: 'Bizimle sizin aranızda Allah'ın kitabı vardır. Onda helal bulduğumuzu helal ve haram bulduğumuzu da haram kılarız.' Şüphesiz ki Rasûlüllah'ın haram kıldığı, Allah'ın haram kıldığı gibidir.” (Tirmizi) diye buyurmuştur.
Ceriab-ı Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır.
“Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasak ettiyse onu da bırakın.” Allah'tan korkun? Çünkü Allah çok şiddetli azab sahibidir.” [23]
Gerçekten dîn, sadece Kur'ân'dan ibaret değildir; Rasûlüllah (s.a.s.) in sünneti ve Hayatı ile beraber tamamlanmaktadır. Bu nedenle mütevatir derecesinde olan bir hadisi yalanlamak veya sünnet olmayan bir habere de sünnettir demek Tevhid akidesini zedeler ve bozar. Zira Rasllullah (s.a.s.) şöyle buyuruyor:
“Kim hadis olmadığı halde bile bile bendenmiş gibi hadis naklederse, o yalancılardandır ve cehennemdeki yerini hâzırlasın.”
Rasûlüllah'm söylemediği bir haberi Rasûlüllah'a isnad etmek gerçekten açık bir terbiyesizliktir. Ona her hususta saygılı olmak lazımdır. Bu konuda yüce Allah Şöyle buyuruyor:
“Seslerinizi Peygamberin sesinden yüksek çıkarmayın ve biribirinize bağırır gibi O'na bağırmayın; haberiniz olmadan amelleriniz boşa çıkar.” [24]
Bugün belki Rasûlüllah (s.a.s.) aramızda yoktur, ama O'nun sünneti bütün teferruatıyla aramızdadır. O'nun hadisleri, pratik kılavuzluğu, tutumu ve tüm hayatı aramızdadır. Onun için geçmişte şahsına karşı yapılan hakaretler, bugün O'nun sünnetine karşı yapılmaktadır. Bugünkü hakaret ve alay şekli, O'nun Sünnetini tanımamak, kitap, makale ve konferanslarda O'na dil uzatmak veya O'nun kılavuzluğu artık geçersizdir demek şeklinde sürmektedir. Bu kesinlikle tevhid'den uzaklaşmaktır.
c- Kafir grubunda olan insanlar dost tanıyıp, mü'minleri sevmemek.
Bu konuda Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Ey îman edenler! Yahudilerle hıristiyânları dost edinmeyin. Onlar, birbirlerinin dostlarıdır. İçinizden kim onları dost ve yardımcı edinirse, o da onlardandır. Allah, düşmana dostluk etmekle nefislerine zulüm edenleri hak yola eriştirmez. Onun için kalplerinde nifak hastaIığı olanları görürsün ki onlar kafirlerle dostluk yapmak hususunda yansırlar. Korkarız bir zaman inkılabı ile İslam mağlub olur, derler. Fakat yakındır ki, Allah, müslümanlara zaferi veya kendi katında bir emri getirir de nefislerinde gizlediklerine pişman olurlar.” [25]
“Ey iman edenler! ne sizden önce kitab verilenlerden dininizi oyuncak ve eğlence yerine tutanları ne de diğer kafirleri dost edinmeyin. Eğer gerçek mü'minler iseniz Allah'tan korkunuz.” [26]
Geçmişte olduğu gibi bugün de bir takım insanların; mü'min ve müslüman olduklarını iddia ettikleri halde, maddi bir takım menfaatler ve çıkarları yüzünden yahudi ve hıristiyânlan (kafirleri) dost edindiğini, onları çok dürüst saydıklarını, onları sevdiklerini görürüz. Bununla beraber, mü'minleri de sevmediklerini ve mü'minlere yardımcı olmadıklarını görürüz. Bu insanlar tevhidde olduğunu ne kadar söylerlerse söylesinler, yüce Allah'ın emrine muhalif davrandıklarından dolayı İslam'dan sapmışlardır.
d- Allah Teâlâ'nın isim, sıfat ve fiillerinden herhangi birini inkâr ederek O'nu gereği gibi tanımamak.
Bu Konuda Yüce Allah şöyle buyuruyor:
“De ki O Allah'tır. Tektir, Samed'dir (Her varlığın muhtaç olduğu eksiksiz bir varlıktır). Doğurmadı ve doğrulmadı da. Hiçbir şey de ona denk olmamıştır.” [27]
“Allah'ın azametini gereği gibi takdir edip bilmediler. Muhakkak ki Allah çok kuvvetlidir, her şeyden üstündür.”[28]
“En güzel isimler (esma-i hüsna) Allah'ındır. O halde Allah'a bu isimlerle dua ediniz. O'nun isimlerinde sapıklık edenleri terkedin. Yarın kıyamette onlar yaptıklarının cezasını çekeceklerdir.” [29]
Hz. ibrahim'in dilinden de şöyle buyurulmaktadır:
“O'dur ki beni yediriyor ve içiriyor. Hastalandığım zaman'da bana O şifa veriyor. Beni öldürecek ve sonra da diriltecek O'dur.” [30]
Kainatta olmuş ve olacak her-şeyin Allah'ın fiili olduğuna inanmamak, Allahı'n isimlerini ve kemal sıfatlarını tanımamak veya Allah Teâlâ'ya herhangi bir eksiklik izafe etmek tevhidi bozan hallerdendir.
“Allah "fakirdir, biz zenginiz, diyen Yahudilerin sözünü elbette Allah işitmiştir...” [31]
“Bir de Yahudiler: Allah'ın eli bağlıdır (cömert değildir) dediler. Bu dedikleri söz sebebiyle elleri hayır yapmak hususunda bağlandı ve lanetlendiler. Doğrusu Allah'ın kudret eli açıktır.” [32]
“Allah Teâlâ'yı gereği gibi tanımamak, zatına yakışmayacak vasıflan O'na atfetmek, O'nu yaratıklara benzetmek veya yaratıklarını O'ndan bir cüz saymak küfürdür. Çünkü bu durumda İlahlık hakiki sahibindep alınıp başkasına verilmiş olur. Allah'ı tanımayan, O'nun cahilidir. O'nun cahili olan O'nu birleyemez. Böylece, O'nun zatını, kendisiyle vasıflandırdığı vahyini yalanlamış olur.
e- İbadeti Allah'tan başkası adına yapmak:
“De ki, şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm alemlerin Rabbı olan Allah içindir. O'nun ortağı yoktur. Ben onunla emrolundum.” [33]
“Makbul olan dua, ancak Allah'a olan duadır. O'ndan başka (müşriklerin) yalvarıp durdukları putlar ise, kendilerine hiçbir şeyle karşılık vermezler. O kâfirlerin hali, kuyu başında su ağzına gelsin diye, suya doğru iki avucunu açıp uzatana benzer ki su ona yükselip gelmez. Kafirlerin dua ve ibadetleri, sapıklıkta ve boş yere olmaktan başka bir şey değildir.” [34]
Allah Teâlâ en mükemmel şekliyle her şeyden sıyrılmaktadır. Kalbin bütün çırpınışı ve hayatın bütün hareketleri, namaz, gece ibadeti, ölmek ve dirilmek... Mutlak tevhidi ve tam mânâsı ile kulluğu birleştiren sebeplerdir. Bu sebepler bir birlik halinde Allah'a tahsis edilir. Bunlardan sonra artık ne nefislerde ne de hayatta başkasına ibadet diye bir şey söz konusu olamaz. Artık ne pratik hayatta ne de vicdanlar aleminde O'ndan başkasına sığınmak imkânı kalmaz.
Allah'tan başkası için secde etmek, Allah'a yaklaşmak niyetiyle Kabe hariç herhangi bir yeri tavaf etmek, Allah'tan başkası adına kurban ve adak kesmek, menfaat ve zararı dokunur inancıyla Allah'tan başkasına yalvarmak ve dua etmek, tevhidi sarsan ve insanı şirke götüren hallerdir. Yine Allah'tan başkasını yücelterek onun adına yemin etmek, onu herşeyin üstünde tutmak şirktir.
f- Kur’an’ın zahiri mânâsına ters düşen batini mânâsının olduğunu ve bu batini mânânın, ancak ilham vasıtasıyla, onu da ancak insanlardan fcir kısmının bilebileceğini iddia etmek Tevhid davasını yalanlamaktır.
Bu konuda Yüce Allah şöyle buyuruyor:
“Biz, bu Kur'ân'ı anlayasınız diye arapça bir kitap olarak indirdik.” [35]
“Sana Kur'ân'ı indiren O'dur. Kur'ân'ın bir kısım ayetleri açık ve kesindir. Bunlar Kur'ânın esasıdır. Diğer bir kısım ayetler de vardır ki (onların, mânâsı sizce bilinmez) müteşabihtir. İşte kalplerinde şüphe olanlar, fitne aramak ve teviline gitmek için Kurân'ın müteşabih ayetlerine uyarlar. Halbuki o müteşabih ayetlerin tevilini Yalnız Allah bilir. İlimde kökleşmiş ve metin olmuş kimseler ise:
“Biz ona (mânâsı anlaşılmayan müteşabite) inandık; açık ve kapalı bütün ayetler Rabbimiz taralıdandır, derler. Bunları ancak akılları tam olanlar iyi düşünür.” [36]
Kur'ân-ı Kerîm arapça bir dilden müteşekkildir. Bu dilin anlaşılmaz bir yanı yoktur, ama müfredat ve kaideleri vardır. Kur'ân ve Sünnet bu kaide ve müfredatların bilinmesiyle anlaşılır. Kim bu yollardan ayrılır başka yollara başvurursa açık bir sapıklığa düşmüştür. Bu durum ise, şeriat ve naslara engel olmak ve müslümanları tefrikaya düşürmekten başka bir şey değildir. Çünkü Kur'ân'ı tanımak için herkes te'vile veya başka ifade ile Kâtım manaya kaçarsa, o zaman muslumanların başvuracakları sağlam bir kaynak, sağlam bir temel kalmaz. Şüphesiz ki bu iddialarda bulunanlar tevhidden sapmış zındık insanlardır. Zira bu tür insanlar, müteşabih ayetler üzerinde kendilerine göre te'vil yürüterek bu ayetleri istismar ediyorlar. Bununla beraber, akideleri sarsıp, ihtilaflar çıkararak sağlam düşünceleri bulan diriyorlar. “Halbuki onun te'vilini ancak Allah bilir.”
g- Ahîret hayatını bir tarafa bırakarak, dünya hayatını her şeyden üstün tutmak.
Bu konuda Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor:
“Kim dünya hayatını ve onun gösterişli zevklerini isterse, biz onlara, amellerinin karşılığını tamamen öderiz. Bu hususta onlara noksanlık yapılmaz. Onlar o kimselerdir ki, ahirette kendilerine ateşten başka bir şey yoktur. Yaptıkları ameller boşa gitmiştir. Zaten bütün yaptıkları şeyler boştur.” [37]
“De ki, babalannız, oğullarınız, kardeşleriniz, karılarınız “soylarınız, kazandığınız mallar, geçersiz olmasından korktuğunuz bir ticaret, hoşunuza giden meskenler, size Allah'tan ve Rasûlün'den ve O'nun yolunda cihaddan daha sevgili, ise, artık Allah'ın emri, (azabı) gelinceye kadar bekleyîn. Allah fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez.” [38]
Görüldüğü gibi Tevhidi sahada bulunmak için, Allah'a oîan sevgi ve bağlılığımızın her şeyin üzerinde olması lazımdır. Dünyaya bağlanıp ahireti tamamen ihmal etmek sapıklıktır. Çünkü asrı saadet mü'mirılerî ahiret hayatını dünya metaına tercih ettiler. Cihadı terkedip, dünyalıklarına, ticaret ve kazançlarına dalmadılar. Hatta bu konuda Hz. Ömer (r.a.) :
“Ya Rasûlüllah, Kisralar, papazlar, hahamlar ve diğer ateşperestler zenginlik, zevk-sefa, bolluk ve refah içerisinde eğlenip dolaşıyorlarken, niçin biz bu kadar yoksul bir hayat içerisindeyiz? Dediler. Rasûlüllah (s.a.v.) de cevaben: Şöyle buyurdu:
“Ey Ömer, istemez misin fani dünya hayatı onların, ebedi hayat olan ahiret de bizim olsun.”
h- Allah'ın indirdiği emirlerle hükmetmemekye bu hükmü kabul etmemek de insanı Tevhid'den uzaklaştırır.
Çünkü Yüce Allah bu konuda şöyle buyuruyor:
“Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler kafirlerin ta kendileridir.” [39]
“Sana indirilen Kur'ân'a ve senden önce indirilen kitablara inandığını iddia edenleri görmedin mi? Tağutun önünde muhakeme olmak istiyorlar. Halbuki tağutu reddetmekle emrolunmu'şlardı. Şeytan ise onları çok uzak bir sapıklığa düşürmek ister. Onlara Allah'ın indirdiği Kur'ân'a ve Peygamber'in hükmüne gelin denildiği zaman, münafıkları görürsün ki sana düşmanca bir dönüşle yüz çevirirler.” [40]
Görüldüğü gibi Allah'ın dinini bir tarafa bırakıp tağutların önünde muhakeme olmak bizzat onların hükümlerini benimseyip onlara bağlanmak mutlak surette insanı tevhidden uzaklaştırır, sapıklığa düşürür.
i- Allah'tan başkasına tevekkül etmek, itimad edip güvenmek, maddi ve manevi yardım beklemek ve'ona ihtiramda bulunmak:
Mü'min, rızkı verenin sadece Allah olduğuna inanır, ona göre çalışıp -kazanır. Sadece O'ndan yardım bekler, O'na itimat edip tevekkül eder. Bu konuda Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor:
“Mü'min iseniz Allah’a tevekkül ediniz.” [41]
Kafir olanlar bütün gücünü harcar ama sadece çalışmasına güvenir. Mü’min ise bütün gücünü harcar fakat sadece Allah'a güvenir. İşte mü'minle kâfir arasındaki fark budur. Sebeplere güvenerek Allah'tan gafil olmak masiyettir. Ama sebeplere güvenerek Allah'ın bu sebeplerle ilişkisi olmadığını iddia etmek Tevhid'e aykırıdır ve şirktir. Bu durumda olan insan her şeyi Allah'ın irade, ilim ve kudretine nisbet eden Kur'ân'ın bir çok ayetini yalanlamaktadır. Cenab-ı Allah şöyle buyurmaktadır:
“... Ve Huneyn gününde Allah size yardım etti. O vakit çokluğunuz size güven vermişti de bir faydası olmamıştı. Yeryüzü o genişliği ile başınıza dar gelmişti. Sonra da bozularak arkanıza dönmüştünüz.” [42]
“Siz Bedir'de o kafirleri kendi kuvvetinizle öldürmediniz. Lâkin Allah size yardımetmekle nnlan öldürdü. Ey Rasûlüm, düşmanların gözlerine bir avuç toprak attığın zaman da sen atmadın ancak Allah attı ve bunu güzel bir ganimet ve zafer tecrübesi vermek için (yaptı). Muhakkak ki Allah (söylenenleri) işiten ve her şeyi bilendir.” [43]
Aslında bütün bunların “Lailahe illaîlah”ın anlamında mevcut olduğu aşikârdır. “Lailahe illallah” diyen, Allah'tan başkasına güvenmez, itimat etmez, maddi ve manevi bütün nimetlerin Allah'tan olduğuna inanmış ve tasdik etmiş demektir. Nimeti vermek de vermemek de Allah'ın hakkıdır. Bize düşen sadece rıza göstermektir. Cenab-ı Allah bu konuda şöyle buyunryor:
“Görmedin mi ki Allah, göklerdekini ve yerde olanı hep menfaatiniz için birer sebep kılmıştır. Hem aşikâre, hem gizli olarak her türlü nimetlerini üzerinize tamamlamıştır. Böyle iken, insanlar içinde kimisi de, ne bir ilme, ne bir delile ne de aydınlatıcı bir kitaba dayanmaksızın Allah'ın dini hakkında mücadele ediyor.” [44]
“Eğer Allah'ın bunca nimetini yaymaya kalkışsanız, onu kısım kısım bile sayamazsınız. Gerçekten insan çok zalimdir, çok nankördür.” [45]
Saydığımız bu şirk çeşitlerinden başka bir çeşit şirk daha vardır ki, bir yönden Tevhid'i bozmamakla beraber imana zarar getirir. Bu şirk çeşidine küçükvşirk (Şirk-i hafi) denir. Bu çeşit şirkin dış tezahürleri çoktur:
İnsanlar, hakkında güzel konuşsun ve onu övsünler diye malını, servetini veya gücünü hayırlı yollara sarfetmek; yine şöhreti, ismi her tarafa yayılsın diye cihada çıkmak, insanların takdirini kazanmak için gösterişli ve ağır ağır namaz kılmak veya zikir halkalarında bulunmak, yine insanlar arasında değerli yüksek bir makam elde etmek için ilim öğrenmek; çok iyi bir hatiptir desinler diye vaaz ve nasihatlerinde çeşitli rollere girmek y.b.
Ahmed Bin Hanbel Rasûlüllah (s.a.s.)'den şu hadisi rivayet etmektedir:
“Sizin için Mesih Deccal'den daha çok korktuğum mi? Buyur ya Rasûlüllah dediler. Şirki Hafi (gizli şirk)dir. Kişi kalkar namaz kılar ve bakanlar görsün diye güzel kılar.” buyuruyor.
Müslim de Rasûlüllah (s.a.s.)'den şöyle rivayet etmektedir:
“Allah (c.c.) buyurdu:
Ben en çok ortak koşulmaya ihtiyacı olmayanım. Kim bir iş yapar da başkasını o işte bana ortak koşarsa, onu ve bana ortak koştuğunu başbaşa bırakırım.”
Ebu Davud da, Ebu Umame'den şöyle rivayet eder:
“Ebu Umame dedi ki:
Bir adam Rasûlüllah'a gelip şöyle dedi:
Bir adam savaşa hem sevap hem de şöhret için katılırsa ne dersin; ona ne vardır? Rasûlüllah (s.a.s.) :
“Onun için bir şey yoktur.” buyurdu. Adam sorusunu üç defa tekrar etti. Her üç defasında da Rasûlüllah:
“Onun için bir şey yoktur” cevabını verdi ve son defasında şöyle buyurdu:
“Allah ancak sırf kendisi için yapılan ve ondan başkasının rızası gözetilmeyen ameli kabul eder.”
Neşeî, Ubade'nin Rasûlüllah (s.a.s.)'dan şu sözü naklettiğini rivayet eder:
“Kim Allah yolunda yapılan bir savaşa girer de deveden başka bir şeye niyet etmezse, onun için ancak niyet ettiği vardır.”
Yani Allah yolunda yapılan savaşlarda ganimet elde etmek için katılan kimsenin kazancı elde ettiği ganimetten başka bir şey değildir.
Yukarda verdiğimiz hadisler genelde şirk çeşitleriyle ilgili olup, insanların hangi hallerde şirke düştüğünü göstermektedir.
Tevhid'i bozup insanı şirke götüren halleri kısa da olsa açıklamış bulunuyoruz. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki asrımızda şirk ve küfür çok azgınlaşmıştır. Öyle ki Tevhid'in safiyetini devam ettiren ve tevhidden ayrılmayan insanlar gerçekten çok azdır. Allah'tan imanımızı kurtarmasını ve Tevhid'i bozan hallerden bizi uzak kılmasını niyaz ederiz. [46]
Allah Teâlâ'ya iman etmenin farziyeti hakkında tüm ulema ittifak etmiştir. Allah'ı inkâr etmenin de mümkün olamayacağını yine ittifakla kabul etmişlerdir. Ancak Allah'a imanın insan üzerine farz oluşunun akıl yoluyla mı, nakil yoluyla mı sabit olduğu noktasında ihtilaf vardır. Sonra kendisine Peygamber davetinin ulaşmadığı kimsenin durumu nedir? Bu mevzular kelam konuları olup, tartışma götüren mevzulardır.
Ebu Hanife'ye göre, göklerin, yerin, kendi vücudunun ve diğer yaratıkların fevkalade yaratılışını müşahade edebilen bir insan için yaradanını bilmek konusunda hiç bir mazeret mevcut değildir. Şayet Allah Teâlâ hiç bir Peygamber göndermemiş olsaydı bile, yine de insanların, akıllarını kullanmak suretiyle: Allah'ı bilmeleri gerekli olurdu.)
Şşarî'ye göre ise, hiç bir şey akıl yoluyla insan üzerine gerekli olmaz. Akıl vasitasiyle olsa olsa bazı şeylerin iyiliği ve kötülüğü anlaşılabilir. Bir de onun yanında kâinatın hadis (sonradan olma), Yüce Allah'ın da kadim (ezeli) olduğu bilinebilir. Hevaric ve bazı mezhepler de, akılla hiçbir şey bilinemez, akılla hiçbir şey insana vacib olamaz, diyorlar.
Bizim mevzumuz kelami tartışmalara girip iman konusunu işlemek değildir. Biz sadece imanın insanlar üzerine nasıl gerekli olacağını kısaca görmüş olduk. Asıl açıklamak ve üzerinde durmak istediğimiz imanın mahiyetidir, îmanın tarifi veya imanın mahiyeti üzerinde dururken hadisçilerin iman tariflerini vermekle başlayacağız bu konuya.
Hadis Âlimleri (Allah kendilerinden razı olsun) imanı şöyle tarif etmişlerdir:
İman dil ile ikrar, kalb ile tasdik, uzuvlarla amel etmektir. Cehm b. Safvan ile kaderiyeden bazılan da, “iman sadece bilmekten ibarettir.” derler.
İmam Ebu Hanîfe de; El-Âlim vel-Muteâîlim' adlı eserinde imanı şöyle tarif eder:
“İman; tasdik marifet, yakin, ikrar ve İslamdır. İnsanlar tasdik konusunda üç "halde bulunurlar:
a) Allah'ı ve Allah'tan gelen şeyleri kaîb ve lisan ile tasdik ederler,
b) Allah ve Allah'tan gelen şeyleri lisan ile tasdik ederler,
c) Allah'ı ve Allah'tan gelen şeyleri kalb ile tasdik ederler, lisanlanyla da yalanlarlar.”
“Allah ve Allah katından gelen şeyleri kalb ve lisanı ile tasdik eden kimse Allah katında ve insanlar yanında mü'mindir. Lisanıyla tasdik, kalbiyle tekzib eder, Allah katında kafir, insanlara göre mü'min olur. Çünkü insanlar onun kalbinde olanı bilmezler. İkrar ve şahadetinden dolayı onu mü'nün diye bilirler. Zira kalbindekini öğrenme külfetine girme durumu yoktur. Bir kısım kimseler de, Allah katında Mü'min, insanlara göre kafir olur. Bu, imanını gizleme durumunda lisanı ile küfür izhar etmiş kimsenin halidir. İmanını gizlemek için böyle yaptığını bilmeyen kimse, onu kafir olarak isimlendirir. Fakat o kimse Allah katında mü'mindir.”
İmam-ı Ebu Hanifeye göre, imanın tarifinde geçen tasdik, marifet, yakin, ikrar ve İslâm'ın hepsi birbirinden farklı ve fakat hepsi de bir mânâya, iman mânâsına gelen kelimelerdir. Yani Allah Teâlâ'nın Rabb olduğunun ikrar-ı tasdiki, kesin inancı ve kesin bilgisidir. Bütün bunlar muhtelif lafızlar olmasına rağmen mânâları birdir. Mesela bir kimseye, ey adam, ey falanca, ey kimse denmesi gibi. Söylenen kimse, bu kelimelerle aynı mânâyı kastettiği halde, muhtelif isimlerle çağrılmış olur.
İmam-ı Ebu Hanife, iman ile ameli birbirinden ayırarak şöyle der:
“Eğer farz kılman şeyler bizatihi iman olsaydı, Allah o amelleri işleyinceye kadar kullarını mü'min olarak isimlendirmezdi. Oysa ki Allah, iman ile ameli birbirinden ayırmıştır:
“İman eden kullanma söyle namazı dosdoğru kılsınlar.” [47]
“Ey iman edenler! Size kısas farz kılındı.” [48]
“Ey iman edenler! Allah'ı çok anın.” [49] ayetleri ile benzeri ayetler bu hususu belirtmektedir. Yine başka ayetlerde, “îman eden ve salih amel işleyenler...” [50] diye buyurulmaktadır.
O halde mü'minler, imanlarından dolayı namaz kılar, oruç tutar, zekat verir, hacc eder ve Allah'ı zikrederler... Yoksa namaz, zekat, oruç ve hacc etmekten dolayı iman etmiş olamazlar. Bu onların iman ettikten sonra amel işleme durumlarım ortaya koyar. Farz olan şeyleri işlemeleri de iman etmiş olmalarından dolayıdır. Yoksa onların imam, farz olan şeyleri yaptıklarından dolayı değildir,
Görüldüğü gibi ehli hadis ile ehli rey başka bir deyişle, İmam-ı Ebu Hanife ile muhadisler imanın tarifi konusunda görünürde ayrılığa düşmüşlerdir. Her bir ekol kendi iddiasını doğrulayıcı deliller ileri sürmektedir. Aslında pek büyük bir ayrılık da yoktur aralarında. İmam Ebu Hanife, iman ile amelî birbirinden ayırırken hiç bir zaman imanı tek başına yeterli saymamıştır. O'nun üzerinde durduğu nokta, önce iman, sonra da amel gereklidir. Zira, Ebu Hanife imam tarif ederken, iman; tasdik, marifet, yakin, ikrar ve İslamdır demektedir. Bu tarifinden de amelin imandan sayıldığı aşikârdır. Çünkü, bu tarifte geçen 'İslam' teslimiyet demektir. Teslimiyet ise, ancak amellerle mümkün olur. Amelsiz teslimiyet mümkün değildir. Öyle ise, Ebu Hanife sadece imanı tek başına yeterli görmemektedir. Ancak iman olmadan da amelin hiç bir fayda veremeyeceğini vurgulamaktadır, işte, iman ayrı, amel ayrı şeydir' dediği budur.
Bizim bu tarif kargaşasından ziyade asıl mevzumuz; gerçek imanın hakikati nedir, nasıl olmalıdır? Aynca imanın gerekleri nelerdir, kapsamı nedir? Bunlar üzerinde durmaya çalışacağız. [51]
Allah'a iman, insan ile yaratıcısı arasında en şerefli bağı teşkil etmektedir. Zira yeryüzünde en şerefli varlık insandır. İnsanın en şerefli yeri kalbdir. Kalbin de en şerefli şeyi imandır. Bu bakımdan imân ve hidayet, nimetlerin en üstünü ve Yüce Allah'ın en büyük lûtfudur. Yüce Allah şöyle buyurur:
“Onlar İslam'a girdiklerini basma kakıyorlar. De ki, Müslümanlığınızı başına kakmayınız. Bilâkis sizi imana muvaffak ettiği için size Allah minnet eder.” [52]
“Fakat Allah imam size sevdirdi. Onu kalplerinizde süsledi. Küfrü, aşıklığı, isyanı size çirkin gösterdi. İşte rüşdünü bulanlar da onların ta kendileridir.” [53]
İmanın aslı, kalb ile tasdik, dil ile ikrar ve erkanınca amel etmektir. Zira imanın amellerle tezahürü olmalıdır. Güneşten ısı, gülden koku saçıldığı gibi, imandan da" ameller saçılmalıdır. Mesela diyoruz ki, Allah ve Rasûlü'nün her şeyden sevimli olması lazımdır bir mü'min için. Bu bir iman ve bir akide meselesidir. Bunun mutlaka ispatı olması lazımdır. Çünkü İslâm'da delilsiz, ispatsız hiçbir şey geçerli değildir. İmam Taberânî bu konuda şöyle bir hadise nakleder:
Haris b. Malik bir gün, Rasûlüllah (s.a.s.)'a geldi. Rasûlüllah (s.a.s.) O'na sordu:
“Ey Haris, nasıl sabahladın? Haris:
Gerçek mü'min olarak sabahladım' dedi. Rasûlüllah da:
'Her iddiayı ispat eden bir delil olmalıdır, senin imanının delili var mıdır? dedi. Haris:
'Kendimi bildim bileli geceleri (ibadet etmekle) uykusuz, gündüzleri (oruç tutmakla) susuz kaldım. Sanki Rabbimin arş-ı âlâsını açıktan açığa seyre dalıyorum. Şu sözlerimle cennet ehlinin birbirlerini çekiştiklerini görür gibi oluyorum... Rasûlüllah- (s.a.v.):
“Tamam, bilmişsin, devam et dediler.”
İşte O sahabenin imanının ispatı böyleydi. İmanın söz, fiil ve tasarrufla ispatlanması zaruridir. Yoksa iman, birtakım istek ve temennilerden ibaret değildir. Rasûlüllah (s.a.s.) bu konuda şöyle buyuruyor:
“İman, istek ve süsten ibaret değildir. Ancak iman, kalpte yerleşip, amelde kendisini gösterendir.” [54]
“Yukarıdaki misalde, bir mü'min için Allah ve Rasûlü'nün her şeyden sevimli olması lazımdır, dedik. Bu sevginin mutlaka amel ve fiillerle ispatı olması lazımdır. Yoksa, sadece söz ile Allah ve Rasûlü sevilemez. Allah'ı ve Rasûlü sevmek demek, Allah'ın hükümlerine ve Rasûlüllah (s.a.s.)'ın tebligatına fiilen bağlanmak demektir.
Bu konuda Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“De ki, eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, elinize geçirdiğiniz mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret ve hoşunuza gitmekte olan meskenler... Size Allah'tan, O'nun Peygamberinden ve O'nun yolundaki cihaddan daha sevimli ise, artık Allah'ın emri gelinceye kadar, bekleye durun. Allah fasiklar güruhunu hidayete erdirmez.” [55]
İman, ancak gerçek bir sevgiyle; Allah'a karşı sevgi, Rasûlü'ne karşı sevgi ve şeriatın tümüne karşı sevgi ile tamamlanır. Allah Rasylü şöyle buyuruyor:
“Şu üç şey kimde olursa, o kimse imanın zevkini alır:”
1- Kendisine, Allah ve Rasûlü'nün her şeyden sevimli olması,
2- Sevdiği kişiyi sadece Allah için sevmesi,
3- Ateşe atılmaktan nefret ettiği gibi, küfre dönmekten de nefret etmesi.”
Başka bir hadis-i şerifte de şöyle buyuruyor:
“Sizden birimiz beni anasından, babasından, oğlundan, kendi nefsinden ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş olamaz.”
Yine bir hadis-i şerifte şöyle buyuruyor:
“Sizden birinizin arzusu, getirdiğim şeriata tabi olmadıkça iman etmiş olamaz.”
Bir defasında Hz. Ömer (r.a.) Rasûlüllah )s.a.s.)'e gelerek şöyle dedi:
“Ey Allah'ın Rasûlü, sen nefsim dışında bana herkesten daha çok sevimlisin.” Rasûlüllah (s.a.s.):
“Olmadı ey Ömer, nefsinden de sevimli olmadıkça iman etmiş olamazsın.” Bunun üzerine Hz. Ömer:
“Seni hak ile gönderene yemin ederim ki, nefsimden de bana sevimlisin.” dedi. Bunun üzerine Rasûlüllah: “Şimdi oldu ey Ömer,” dedi.
İman dediğimiz bu nesne, Allah ve Rasûlü'ne karşı sevgide şekillendiği gibi, Allah'ın dinini yüceltmek ve üstün kılmak için cihad etmede, yeryüzünde zulmü ve fesadı önlemek için mücadele vermede Allah'a yaklaşmak için namaz ve oruca devam etmede, haram ve helale ittiba etmede de şekillenmelidir. Allah Teâlâ imandan söz ederken, iman ile birlikte amellerden de söz ediyor. Bu amellerin ekseriyeti de cihad kavramında birleşir. Çünkü cihad,, imanın ruhu ve ameli olarak tezahürdür. Zaten amel olarak tezahür etmeyen bir İman, iman olamaz. Kur'ân-ı Kerîm iman edenleri şöyle tanıtıyor:
“Mü'minler ancak o kimselerdir ki, Allah'a ve Rasûlü'ne iman ettikten sonra şüpheye sapmayıp, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaşırlar, işte onlar, imanlarında sadık olanların ta kendileridir.” [56]
“Şüphesiz ki Allah, Hak yolunda öldürmekte, kendileri de öldürülmekte olan mü'minlerin canlarını ve mallarını cennet karşılığı satın almıştır. Tevrat'ta, incil'de ve Kur'ân'da kendi üzerinde bu hak bir vaaddir. Allah kadar ahdine vefa eden kim olabilir? O halde yapmış olduğunuz bu alış verişten dolayı sevinin (ey mü'min) Bu en büyük saadettir.” [57]
İlk nesil mü'minleri bu emre (cihada) koşmuş ve Yüce Allah'ın övgüsüne lâyık olmuşlardır. Daha sonra asırlar ilerledikçe, az da olsa (parmakla gösterilecek kadar) Allah'ın bu emrine (cihada) icabet ederek, Allah'ın övgüsünü hak eden mü'minler olmuştur:
“Allah'a verdikleri sözde sebat gösteren nice erler vardır. İşte onlardan kimi adadığını ödedi, kimi de (bunu) bekliyor. Onlar hiçbir şekilde ahidlerini değiştirmediler.”
İmanın mutlak eseri ve meyvesi görülmelidir. İmanın meyvesi, Allah'tan korkup, Allah'ın murakabesi altında olduğumuzu bilmektir. Şüphesiz Allah'ı tanıyan ve yüce azametini bilen, büyüklüğünü ve yüceliğini anlayan, hakkında yaptığı kusurları idrak eden bir kişi ondan korkar ve ona göre hazırlığını yapar.
“Allah'tan... hakkıyla ancak alimler korkar.” [58]
“Allah'ın gönderdiği risaleti tebliğ edenler, O'ndan korkanlar ve başka hiç kimseden korkmayanlar (var ya) işte bu, Allah'ın dinine dosdoğru uyan hak ehlinin sıfatıdır.” [59]
Kim Allah'ı ne kadar tanır, ne kadar O'na güvenir, ne kadar O'ndan korkarsa imanının derecesi de o kadardır. Rasûlüllah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Ben Allah'ı hepinizden daha çok bilir, hepinizden daha çok O'ndan korkarım.”
İmanın varlığının en güzel isbati vahye sarılmaktır. Çünkü vahiy (Kur'ân) arzu şüphelerinin ve zan afetlerinin karışmadığı en temiz ve en sağlam kaynaktır. Vahye sarılmak, Allah'a bağlanıp, araya aracılar koymadan doğru olnı kendisinden almaktan başka bir şey değildir. Vahye sarılmaksızın Allah'a bağlanmak mümkün değildir. Vahyin nıü'minlerden istediği, onu dinlemek ve ona tabi olmaktır. Yoksa vahyin istediği, “Dinledik, inandık fakat isyan ettik” demek değildir. Çünkü Yüce Allah ayeti kerimede şöyle buyuruyor:
“Aralarında hükmetmek üzere, Allah'ın Rasûlü'ne davet olundukları zaman, mü'rninlerin sözü ancak, dinledik ve itaat ettik' demelerinden ibarettir. İşte asıl amaçlarına erenler bunlardır. Kim Allah'a ve Rasûlü'ne itaat ederse, Allah'tan korkar ve ondan sakınırsa, işte bunlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” [60]
“Allah ve Rasûlü-bir işte hüküm verdikleri zaman gerek mü'min olan bir erkek ve mü'min olan bir kadın için işlerinde muhayyerlik yoktur. Kim Allah'a ve Rasûlü'ne isyan ederse, muhakkak ki o, apaçık bir sapıklığa sapmıştır.” [61]
“Öyle değil, Rabbine and olsun ki onlar aralarında kimi oraya, kimi buraya çekiştikleri şeylerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı yürekleri hiç bir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olamazlar.” [62]
İşte imanın şartı budur. Allah'a teslim olmadıkça iman yoktur. 'Başka bir söze veya kelamı münakaşalara girmeye asla gerek yoktur. Allah Teâlâ'nın bu açık ifadesinden sonra artık hiç bir açıklamaya ihtiyaç yoktur, îman kesinlikle teslimiyet ister, itaat ister.
Görüldüğü gibi, mü'min erkek ve mü'min kadınlara muhayyerlik hakkı yoktur. İman ettikten sonra, kendi heva ve hevesine göre hareket edemezler. Allah'a ve Rasûlü'ne itaat etmek zorundadırlar. Allah'a iman, sonra arkasından isyan apaçık bir sapıklıktır. Allah'a iman teslimiyetle beraber, bütün işlerde Allah'ın Rasûlü'nün hakemliğini şart koşar. İman ettiğini iddia eden herkesin hakemi mutlaka Allah ve Rasûlü olmalıdır. Bütün işlerde Rasûlüllah (s.a.s.)'ı hakem yapmamak, işlerini O'na götürmemek apaçık bir sapıklıktır. [63]
Îmanın semeresi ve meyvesi salih ameldir. Salih amel, nefsi tezkiye eden, kalbi temizleyen, hayata nur veren bir gıdadır. Onun içindir ki iman, ekseriyetle Kurân'da salih amelle birlikte zikredilmektedir. Çünkü iman amelden yoksun olunca anlamsız kalır. Meyvesiz ve gölgesiz bir kuru ağaca benzer ki, böyle bir ağacın, kalmaktansa kesilmesi daha uygundur. Çünkü orada çürüyeceğine odun olup yakılması çok daha faydalıdır.
İman olmadan yapılan amel ise, gösteriş ve nifaktır, içi kof olup bomboştur, öyle bir amelin hiçbir önemi ve anlamı yoktur. Sonu ise pişmanlık ve rüsvayhktır. Allah Teâlâ bu gerçeği şöyle ifade ediyor:
“Asra yemin olsun ki, insan muhakkak ziyandadır. Ancak iman edip salih amel işleyenler, hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesna.” [64]
İşte, kişinin sahib olması beklenen iman, salih amelle beslenen imandır. Allah'ın kullarından beklediği Kur'ân'î anlamdaki iman budur. Bu iman gerçekleştiği an, hayatı müsbet bir kuvvete dönüştürür. Bu iman, zayıflığı kuvvete, hezimeti zafere, ümitsizliği emele, emeli de amele çevirir.
“Şüphesiz biz, gönderdiğimiz peygamberlere ve iman edenlere hem dünya hayatında hem de şahitlerin dikileceği günde muhakkak yardım ederiz.”
“Mü'minlere yardım etmek, üzerimizde bir hakür.” [65]
İman ve amel tahlilini yaparken gayet vasat bir tavrın takımlmasını oldukça faydalı görüyorum. Bu mevzumuzda amelsiz imanm mümkün olamayacağını söylerken, birini suçlamak, küçük düşürmek, veya bir başkasına üstünlük vermek değil, sadece mevzunun açıklık bulması için bu izahatlarda bulunduk.
İman ayrı, amel ayrı bir nesne olabilir; fakat şunu iddia ediyorum ki ne iman amelsiz, ne de amel imansız olabilir. İkisi birbirlerini tamamlayan iki kavramdır, iman ettiğini iddia eden bir insan, imanın gereği olan amelleri yerine getirmiyorsa, O kimsenin iman iddiası boştur, hayal ve sadece bir istekten öte bir şey değildir. Onun için iman, mutlaka amel ve hayırlı olan işlerle beslenmelidir.
İmam Ebu Hanife şöyle bir misal veriyor:
“Köleler efendilerinin kölesi olduklarını bildikleri için, onların namına hizmet ederler; yoksa onlara hizmet ettiklerinden' dolayı onların kölesi olduklarını kabul etmezler. Öyleyse kişi mü'min olduktan sonra amel edecektir.” Yine, “Mü'minlerin farz olan şeyleri işlemeleri iman etmelerinden dolayıdır. Yoksa onların imanı, farz olan şeyleri yaptıklarından dolayı değildir.”
Görüldüğü üzere, îmam Ebu Hanife, 'iman ettikten sonra artık amele lüzum yoktur, bu iman fertlere yeterlidir' diye bir şeyden bahsetmemiştir. Sadece, imanın amellerden önce olması gerektiğini söylemektedir.
“Köleler efendilerinin kölesi olduklarını bildiklerinden dolayı onların namına hizmet ederler” cümlesi doğrudur, fakat kölenin efendisinin yanında kaldığı müddetçe de ona hizmet etmesi gerekir. Efendisine hizmet etmeyip, onun gibi yiyip içmesi, heva ve hevesine göre çıkıp dolaşması, istediği zaman istediği şekilde hareket etmesi düşünülemez. O'nun yanında köle kaldığı müddetçe, ona itaat etmek, emirlerini yerine getirmek zorundadır. Aksi takdirde orada barınması mümkün değildir.
Bir an için her şeyden soyutlanarak düşünelim:
Bir hizmetkâr efendisine vefasızlık etse, hemen onu sadakatsiz olarak isimlendiririz. Bir subay devlete karşı sadakatsizlik gösterse, onu vatan hainliğiyle suçlarız. Bir kimse iyilik gördüğü şahsa karşı hilekârlık yaparsa, onu nankör olarak tanımlarız... Bütün bunların yanında Allah'a inandığını söyleyip, Allah'a isyanda bulunan, Allah'a itaat etmeyip hudutlarını çiğneyen kimse için acaba ne demeliyiz?
İman ettikten sonra insanların serbest bırakılacaklarına dair hiç bir delil yoktur. Aksine imandan sonra, mutlaka insanların hesaba çekilecekleri ayetlerle sabittir:
“O insanlar zannettiler mi ki, 'iman ettik' demeleriyle bırakılacaklar da hesaba çekilmeyecekler? Doğrusu biz, onlardan öncekileri de denedik. Allah sadık olanları da bilecek, yalancıları da elbet bilecek.” [66]
Görüldüğü gibi, iman ve akideden sonra mü'minlerin mutlaka hesaba çekilecekleri bizzat Allah Teâlâ tarafından zikredilmektedir. Başka bir ayette de:
“Ben insanları ve cinleri bana ibadet etsinler diye yarattım.” [67]
Başka ayetlerde ise, imandan sonra nelerin yapılacağı açıkça beyan edilmiştir:
“O mü'minler ki, namazlarında tevazu ve vakar sahibidirler.” [68]
“O mü'minler ki zekatlarını verirler ve mahrem yerlerini korurlar.” [69]
“Kim de mü'min olup, ahireti ister ve çalışmasını da onun için yaparsa, işte onların çalışmaları makbuldür.” [70]
Kasûlüllah (s.a.s.) da bu konuda şöyle buyuruyor:
“Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed (s.a.s.) in Rasûlüllah olduğuna (zahirde) şahadet, "nama-ikame, zekatı eda edinceye kadar insanlarla muharebe etmekle emrolundum. Onlar bunları yapınca -Müslüanlık hakkının gereği (olan hudud) müstesna olmak üzere- mallarını ve canlarını benim elimden kurtarırlar. (Batınlarından dolayı olan) hesaplarına gelince, o (hesabı görmek) Allah'a kalmıştır.” (Müslim, Abdullah b. Ömer'den rivayet etmiştir.)
Görüldüğü gibi mü'minler namazla, zekatla ve ahit için gerekli olan bütün emir ve yasaklarla yükümlü Hımışlardır. Rasûlüllah (s.a.s.), imandan sonra namaz ve zekatın da mutlaka ödenmesini istiyor. Hatta imanın gereği olan ibadetleri terkedene karşı savaş açacağını ilan tmiştir.
Yine Hz. Ebu Bekir döneminde 'namaz kılıp zekat ermeyiz' diyenlere karşı Ülülemr olan Hz. Ebu Bekir'in abı şöyle olmuştur:
“Vallahi namaz ile zekatın arasını açanlarla ölünceye kadar savaşacağım.”
Onlar da hemen zekatlarını verip, İslâm'ın bütünlüğünü sağlamış oldular.
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“İman edip iyi ameller işleyen, namazı kılan ve zekatı veren kimselerin rableri katında muhakkak "ecirleri fardır. Onlara hiç bir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır.” [71]
Ayeti kerimede açıklandığı gibi, 'inanıp iyi ameller işleyenler' ancak Rableri tarafından mükâfatlandırılacaklardır. İman hiç bir zaman tek başına övülmemiştir. İmandan maksat, Allah'ın emirlerini yerine getirmek, yatlarından da kaçınmaktır. Bu husus Kur'ân'da da açık bir şekilde belirtilmiştir. Kur'ân, ya mü'minleri bir işe teşvik eder, ya da bir işten kaçınmalarını ister. Yani, ya bir şeyi yapınız der, ya da bir şeyi yapmayınız der. Allah'ın emrini yerine getirenler sevap ve mükafat, yasaklarından sakınmayanlara da ceza ve ikâb vardır. Meselâ, faiz yasağından kaçınmayanları Allah şöyle vasıflandırıyor:
“Ey mü'minler, Allah'tan korkun ve faiz hesabından arta kalanı bırakın (almayın). Eğer gerçekten inanıyorsanız... Yok eğer bu faizi terketmezseniz bilin ki Allah ve Rasûlü'ne karşı harbe girmişsinizdir. Eğer ribâ almaktan tevbe ederseniz, ana paranız sîzindir. Böylece ne zalim olursunuz, ne de zulme uğramış olursunuz.” [72]
Allah Teâlâ bu ayeti kerime ile faizi terketmeyi imana bağlıyor. Yani Mü'minlerin iman etmiş olabilmeleri için faizi terketmelerini şart koşuyor. Bu ayet-i Kerime, mü'min olduğunu iddia eden herkesin mutlak surette faizi bırakmalarını açıkça emrediyor. Aksi takdirde faizden vazgeçmezlerse, imanla alakaları kalmıyor artık. Ne kadar mü'min olduklarım iddia ederlerse etsinler... Allah'ın emirlerine itaat etmedikçe, onlara başeğip teslim olmadıkça iman olamaz. Yukandaki ayet şüpheye mahal bırakmayacak kadar açık ve kat'idir. Artık, îman kavramının arkasına gizlenip de, Allah'ın şeriatına boyun eğip, itaat etmeden, günlük hayatında onu tatbik edip hükmüne razı olmadan bu isimden yararlanmak boşunadır, îman edilen akide ile, yaşanan muamelatın arasını tefrik ederek Allah'ın dinini ikiye bölenler mü'min olamazlar. Hatta bir takım ibadetleri ifa etseler de Allah'ın dinini ikiye bölenler ve bir kısmını kabul edip, bir kısmını reddedenler mü'min değildirler. Ne kadar mü'min olduklarını iddia etseler ve bunu dilleriyle bağıra bağıra duyursalar bile, yine de onların iman ile alakaları yoktur.
Allah ve Rasûlü'ne harb açmış bir kimsenin imanla ne alakası olur acaba?
“Yok eğer faizi terk etmezseniz, bilin ki Allah ve Rasûlü'ne karşı harbe girişmişsinizdir.” İşte, Allah'ın yasaklarından biri olan faizcilikle uğraşanın hali ancak budur.
“İman; dil ile ikrar, kalb ile tasdik ve uzuvlarla amel etmekten ibarettir,” diyen hadis âlimleri gerçekten isabetli bir tarif yapmışlardır. Meselâ bunlardan Ebu Talib El-Mekkî şöyle der:
“Azalarla amel etmek imandandır. İman ancak amellerle tamamlanır.” Ve bu hükmün de ulemanın icmaı olduğunu iddia etmiştir.
Başta Rasûîüllah (s.a.s.)'in, sahabenin ve onlara uyanların pratik hayatları bu durumu ispatlamaya yeterlidir. Fakat biri kalkıp şöyle bir soru sorabilir:
“Kalbinde mıskal, (zerre) kadar îmanı olan kişi cehennemden çıkar,” yine, “mü'min, ikrar ettiği hakikati inkâr etmedikçe küfre girmez;” hadis-i şerifleri hakkında ne dersiniz?
Öncelikle şunu belirtelim ki, bu hadislerdeki hükmün hangi mânâlara geldiği hususunda ulema ihtilaf etmiştir. Bu hükme vesile olan temanın' ne olduğu hakkında şöyle söylemişlerdir:
a- İtman kalbin tasdikidir,
b- Kalble tasdik, hem de lisanen ikrardır,
c- Kalbin tasdiki, lisanın ikrarı ve zahiri azaların çalışmasıdır.
İkinci olarak şunu deriz:
Bu girift mesele üzerinde ancak kelamcılar uğraşmışlardır ve yıllar boyu birbirlerini tekfir edip durmuşlardır: Mü'min büyük günah işlediği için Cehennem'de ebedi olarak kalır mı, kalmaz mı? Büyük günah işleyenler veya sürekli günahla iştigal edenin imanla alakası kalır nu kalmaz mı? Sonra İslâm'ın hangi mevzuları imanı (akideyi) ilgilendirir, hangileri ilgilendirmez?... Gibi meseleler tartışma (kelam) mevzulandır.
Biz, kelami tartışmalara girmeden, sadece Kur'ani anlamda 'mü'min' kime denir? Mü'minin yükümlülükleri nelerdir? Kimler gerçekten Allah ve Rasûlü'nün gösterdiği İslâm Dini üzeredirler? Allah'ın razı olduğu insanlar kimlerdir? Acaba “Ey itaatkâr (Allah'a teslim olmuş) nefis, dön Rabbine, sen ondan razı, o da senden razı olarak... Haydi gir (salih) kullarınım arasına, gir cennetime,” ayet-i kerimesine kim mazhar olacak? Yine kıyametin vuku bulduğu sıra, “O gün kişi, kardeşinden, anasından, babasından, zevcesinden ve oğullarından kaçacaktır.” O gün kimler mesut olacak kimler gülecek, kimler sevinecek? Bu ve buna benzer mevzuları Kur'ân'dan çıkarıp, ortaya mü'minlerin tablosunu koymaya çalışacağız.
Kelami konulara girmeyeceğiz çünkü, Kelam âlimleri münazara ve münakaşalarında birbirlerini sapıklıkla itham etmişlerdir. Hatta bazıları daha ileri giderek birbirlerini tekfir yoluna gitmişlerdir. Her fırka kendi görüşünün doğruluğunu ayet ve hadislerle ispatlamaya çalışmıştır. Her fırka kendi yolunun doğru ve Ehli Sünnet yolu olduğunu iddia etmiştir. Hangisinin gerçekten Sünnet Ehli olduğunu Allah daha iyi bilir.
Yukarıda da söylediğimiz gibi, gayemiz sadece mü'mini tanıtmaktır. Mü'minin, bir iki ufak tefek hata dışında günahlarla hiç bir alakası olamaz. Onun için günahlarla hayat süren kimsenin hayatım konu edemeyiz. Ancak şunu söyleyelim ki, Allah'ın haram kıldığını yapıp, emrettiğini yapmayanlar zamanında tevbe eder, bu çirkef hayattan tamamen vazgeçerlerse, inşaallah cennete dönerler. Fakat günahı her taraftan kendisini kuşatırsa, artık o kimse için söyleyecek hiç bir şey kalmaz. Çünkü Allah Teâlâ bu hususu Kur'an'da açıkça zikretmektedir:
“Gerçekten bir kimse günah kazanır da, günahları onu her taraftan çepeçevre kuşatırsa, işte böyle kimseler
Cehennem ehlidirler. Orada ebedi olarak kalıcıdırlar. İman edip safin ameller işleyenler ise, onlar da Cennet ehlidirler ve orada ebedi kalıcıdırlar”. [73]
Günah işleyenin durumu bu ayette açıkça belirtilmiştir. Onun için meseleyi uzatmaya hiç gerek yoktur. İman edip, imanın gereğini yapmamak hiç bir mânâ taşımadığı gibi, bu iman her an zulüm ve şirkle içice kalır, İmanın şikten uzak, saf ve berrak kalabilmesi için muamelatla beraber olması lazımdır. Yam iman, ya salih amellerle beraber olur ya da iman şirk ve zülüm ile beraber olur. Üçüncü bir şık olamaz... İşte önemli olan ve üzerinde durulması gereken husus budur. Yüce Allah bu konuda şöyle buyurur:
“İman edip de imanlarını zulüm ve şirkle bulaştırmayanlar (var ya) işte korkudan emin olmak önların hakkıdır. Ve hidayete erenler de onlardır.” [74]
Aslında insanların ekseriyetinde iman vardır fakat, insanların ekseriyeti mü'min değildir. Ancak çok az insan gerçek îmana sahiptir. Sebebi ise, imanlarını şirke bulaştırmalarıdır. [75]
İman bahsinden sonra kısa da olsa İslâm kavramı üzerinde durmaya çalışacağız. İslâm bir dinin adıdır. Bu din Hz. Adem'den Peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed'e kadar bütün nebi ve rasûllerin dinidir. Kur'an bu tarifi kesinlikle te'yid eder. Kur'ân-ı Kerîm'de, Nuh'un dilinden şöyle buyurulur:
“Müslümanlardan olmakla emrolundum.” [76]
Hz. İbrahim ve Hz. İsmail dilinden;
“Ey Rabbimiz, bizi müslümanlardan kıl” [77]
Hz. İsa'nın havarilerinin dilinden:
“Allah'a iman ettik ve sen şahid ol ki, biz gerçekten müslümanlardanız.” [78]
Daha örnekleri çoğaltmak mümkündür. Görüldüğü gibi, bütün peygamberler de müslümandı ve dinleri de ancak İslâm'dı.
Aslında İslam, vahiy diliyle gelen Allah'ın emir ve yasaklarına teslim olmaktır. Kim bütün işlerinde yüzünü ve, kalbini Allah'a teslim ederse, işte müslüman odur. Nebi ve rasûller diğer insanlardan daha çok İslâm'a teslim olan müslümanlardır.
İslâm mutlaka teslimiyet ister. Allah'ın hükümlerine, emir ve yasaklarına teslimiyet yoksa, İslâm da yoktur. Allah'a teslim olmaksızın İslâm olmaz.
“Rabbin hakkı için onlar aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem yapıp verdiğin hükümden dolayı nefisleri hiç bir sıkıntı "duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olamazlar.” [79]
Rasûlüllah (s.a.s.) İslâm için bir çok tarifler yapmıştır. Fakat bütün bu tarifler temel olarak beş ana rükn üzere kurulmuştur. İbn-i Ömer'in rivayet ettiği sahih bir hadiste Rasûlüllah (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır:
“İslâm beş şey üzere kurulmuştur:
Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in O'nûn kulu ve elçisi olduğuna şahadet etmek, namaz kılmak, zekat vermek, Beyti hacc etmek ve ramazan orucunu tutmaktır.”
Bu Hadis-i Şerifte, İslâm binasının beş temel üzerine kurulduğu görülmektedir. Bu beş esas İslâm Dininin temel taşlandır. Fakat İslâm'ın tamamı değildir. Yani bir bina inşa edilirken mutlak onun temeli olmalıdır. Temel atıldıktan sonra bina tamamdır denemez. Sadece binanın temelleri mevcuttur denilebilir. Binanın geri kalanı ise, bu temeller üzerine kurulur. O halde İslâm'ı sadece bu beş temelden ibaret saymak büyük bir yanlışlıktır. Kur'ân ve Sünnet'e müracaat edildiği zaman görülecektir ki, bu beş husustan başka, ahlâktan, siyaset'ten, cihaddan, hayırdan, serden, ahkâmdan, hukuktan, siyerden fertten/toplumdan devletten... kısaca hayat için gerekli olan her şeyden bahsedilmektedir.
İslâm Dini, başlı başına insanların yaşantılarına yön veren yegane sistemdir. Bu sistemin sahibi ve kurucusu Allah Teâlâ'dır. Yüce Allah, kullarını yarattığı gibi, onların hayatlarında lazım olan bütün kanun ve müeyyideleri en güzel şekilde zikr etmiştir. Bir makinayı yapan mühendis nasıl ki herkesten daha'iyi onu tanırsa, her şeyi yaratan Allah da kulların durumunu, onlar için neyin gerekli olacağını en iyi bilendir. Öyle ise insanlar kendi Rabbinin beyanlarından başka hiç bir beyana yer vermemelidirler. Yüce Rabbimiz bu hususu şöyle bildiriyor: “Kim İslâm'dan başka bir din ararsa, o istediği din asla kendisinden kabul olunmayacaktır. Ahiret'te de ebedi zarar çekenlerden olacaktır.” [80]
(Allah yanında makbul olan din ancak İslâmdır.”
“Her kim kendisine doğru yol (İslâm) apaçık belli olduktan sonra, Peygamber'e aykm harekette bulunur, mü'minlerin yolundan başkasına uyar giderse, onu döndüğü sapıklıkta bırakmz. Ahiret'te de kendisini Cehennem'e koyanz ki o ne kötü bir dönüş yeridir,” [81]
İslâm'ın temeli beş rükündür. Binası ise, beşer meseleleriyle ilgili İslâm'ın diğer hükümleridir, İslâm'ın müstakil siyasi sistemi, ümmet, devlet, başkanlık (halifelik), vatan, şura, kaza, yasa, idare hükümleri mevcuttur.
Yine içtimai meselelerde erkek, kadın ve aile münasebetleri “müstakil ahlak sistemi kendine has eğitim ve öğretim sistemi, müstakil iktisat sistemi... Kısaca beşer hayatıyla ilgili hiç bir mesele yoktur ki onun hakkında
İslâm'ın bir hükmü obuasın. İşte bu hükümlerin tümü, rükünleri üzerinde kurulan İslâm binasıdır.
İslâm Dininin, İslâmi toplumlarda tam yerleşmesi için, “emri bil ma'ruf nehyi anil münker” emri vardır, İslâm toplumu dışındaki fitneyi yok etmek için de İslâm'ın cihad emri vardır. Müslüman her iki görevle yükümlüdür. Yüce Allah şöyle buyurur:
“Yeryüznde fitne kalmayıp din tamamıyla Allah'ın oluncaya itada onlarla savaşın...” [82]
İslâm'ın uygulanması için, cihad, iyiliği emretmek, kötülüklerden sakındırmak beşeri müeyyidelerdir, İslâm'dan sapmaktan dolayı doğan fıtrî cezalarla dünya ve ahiretteki Rabbani müeyyideler bunların dışındadır.
Bezzâr, Rasûlüllah (s.a.s.)'den şöyle bir hadis nakleder:
“İslâm sekiz paydır; selam bir paydır, namaz bir paydır, oruç bir paydır, Beyti hac etmek bir paydır, münfcerden sakındırmak bir paydır, cihad bir paydır. Bunlardan payı olmayan kaybetmiştir.”
Hakîm de Rasûlüllah'ın şöyle buyurduğunu rivayet eder:
“İslâm, Allah'a bir şeyi ortak koşmadan ibadet etmen, namazı kılman, zekat vermen, ramazan orucunu tutman, hacca gitmen, ma'rufu emretmen, münkerden sakındırman ve ehline selam vermendir. Kim bunlardan bir şey terk ederse, İslâm'dan bir pay terketmiştir. Ve Kim bunların hepsini terketmişse Allah'a sırt çevirmiştir.” [83]
Allah'a sırt çeviren birinin artık Allah'ın dini ile hiç bir alakası kalmaz, Bilakis o, Allah'ın Dinine karşı cahiliyeti seçmiştir. Halbuki İslâm, her yönüyle cahiliyetin karşısmdadır. Çünkü İslâm'dan her cüz, Allah ilminin eseridir. O'na karşı olan her düşünce ve hareket de mutlaka cahiliyettir. İslâm, Allah ilminin eseridir. Cahiliyet ise, insanların heva ve heveslerine, şehvet ve zanlarına dayanmaktadır.
İslâm her zaman hak ile beraberdir, hatta hakkın kendisidir. Cahiliyet ise, batıl ile beraberdir, hatta batılın kendisidir. İnanç ve ibadetlerdeki cahiliyet, cahiliyetlerin en tehlikelisidir. Bu tür cahili hareketler şirktir. Şirk ise hiç bir zaman bağışlanmaz. Bunun dışında îtâtan ufak tefek hatalar bağışlanabilir.
“Allah kendisine ortak (şirk) koşmayı affetmez. Ama bunun dışında dilediğini affeder.” [84]
Ayeti bu hakikati açıkça beyan etmektedir.
Allah Teâlâ kendi dinini (İslâm'ı) bir bütün olarak kullarından ister. İslâm bir bütündür. O'nun bütünü alınmalıdır. Bir kısmını almak, bir kısmını almamak sapıklık ve küfürdür. Kim İslâm'ın bütününü alır, onu hayatına tatbik ederse Müslüman ancak odur. Fakat İslam’ın bir kısmını alıp, diğer bir kısmı yerine cahiliyet adet ve geleneklerini alıp karma bir sistemle hayatım idame etmek sapıklık ve küfürdür. Kur'an-i Kerîm, İslâm'ın bir kısmını alan veya dinin bir ucundan yapışanları, şöyle nitelen diriyor:
“İnsanlardan kimi de Allah'ın dininin bir ucundan ibadet eder; eğer kendisine bir hayır isabet ederse ona razı olur, eğer bir bela isabet ederse, yüzüstü döner (dinden çıkar). Dünya ve ahireti perişan olur. İşte bu aldamş apaçık bir ziyandır.” [85]
Bugün yeryüzünde cahiliyet düzenini söküp yok etmek müslümanların vazifesi olması gerekirken, tam tersine hücuma uğrayan, sökülüp yokedilen İslâm (müslümanlar) olmuştur. Hatta bu durum o kadar ilerlemiş ki, daha önce İslâm topraklarına katılan memleketler bile şer güçlerin eline geçmiştir. O topraklarda dahi cahiliye hakim olmuştur. Bu durum o kadar gariptir ki, bu şer güçlerin idarecilerini ayakta tutan da kendilerine 'Müslüman' adını veren zavallılardır. Hatta bazı memleketlerde şer güçlerin kendileri bile, müslüman olduklarını ve kendi memleketlerinin de 'İslâm ülkesi' olduğunu iddia edecek kadar ileri gitmektedirler. Bu insanlar ne kadar İslâm'da olduklarını iddia ederlerse etsinler, bunlar İslâm'ın bütününe teslim olmadıkları müddetçe müslüman olamazlar.
Şer güçlerin veya cahiliyenin İslâm dünyasına hakim olmasını iki ana sebebe bağlayabiliriz:
Müslüman geçinenlerin İslâmı bilmemesi, tanımaması ve İslâm'ın ruhu olan cihadı terketmesi.
Gerçekten bu insanlar Allah'ın dinini (İslâm'ı) tanımıyorlar, bilmiyorlar. Cahili kültürün egemenliği altında İslâm'ı tanımak da gerçekten güçtür. Ancak bazı özel çalışmalar, özel gayretler gösterilirse tanınabilir. Sonra toplumda bilinen İslâm, bütünüyle İslâm değildir. Zira yıllar boyu İslâm'a sokulan bid'at ve hurafelerle İslâm dini bir çok konularda değiştirilmiş oldu. Asıl kaynak olan Kur'ân ve Sünnet'e Yunan felsefesi ve mantığı, eski İran düşüncesi, Hint kültürü, Yahudi hurafeleri, hıristiyan putçuluğu ve eski cahiliye kültür ve uygarlık tortulan karıştırılmış oldu. Bugün cahili toplum arasında İslâm diye bilinen şeyler, gerçekte saf ve berrak olan Allah'ın dini değildir, İslâm kaynakları ile beşeri kaynaklar birbirine karıştırılarak bulanık ve karma bir kaynak oluşturmuştur.
İslâm'ı tanıyıp bilmek için, bu satıhta olan şeylerle, meşgul olmak yerine, asıl kaynağına inmek, oradan tanıyıp öğrenmek lazımdır. Bu kaynak, Kur'ân, Sünnet, Rasûlüllah (s.a.s.)'ın hayatı ve seçkin sahabeleridir. Onun içinde, bir an için herşeyden soyutlanarak selefi bir anlayışla meseleye yaklaşmak gerekir. Seçkin sahabe nesline baktığımızda görürüz ki onlar, İslâm'ı hem kaynağından (Rasûlüllah'tan) öğrenip tanımış, hem de İslâm'ı yaşatmak için sürekli cihada koşmuşlardır. Onların tek gayesi vardı, o da. Allah'ın dinini öğrenmek, yaşamak ve ya İslâm nizamı hayat sahnesinden uzaklaştırılıp çekilince, düzen ve hayat tamamen sarsılır ve felce uğrar. Yeryüzünde hiç bir şey yerli yerinde kalamaz. Helal ve müstehab olan şeyler haram, haram ve yasak olan şeyler helal olur. Bugün kabul edilen yarın reddedilir, yarın reddedilen de bir sonraki gün kabul edilir. Böylece insanların arzu ve istekleri, çeşitli ve çelişkili nazariyelerle kendilerini aldatır. Bu nazariyeleri müslüman ne kabul edebilir ne de onlardan gerçek anlamda kurtulabilir. Cahili toplumda şaşkına döner kalır. Çünkü her nesil daha cahilce yaşamak için bir önceki nesilden daha değişik görünmek ister. Adeta cahilî nesiller birbirleriyle yarışırcasına gayret sarfederler. Bu toplumlarda insanların başvuracağı sabit ve adil bir hüküm yoktur. Bu toplumlarda bazı yargı organları varsa da, bunların önünde herkes eşit değildir. Sonra bu toplumlarda adaletli bir gelir dağılımı da yoktur. Bazılarının günlük masrafı bir kısım insanların bir ayda kazandıklarından fazla olabilir.
İşte günmüz toplumlarının hayat tablosu budur. Hatta bu acı durum güngeçtikçe müntesipleri tarafından daha da hızlandırılmak tadır. Kısaca İslâm hayat sahnesinden çekilince, hayat tamamen felce uğrar, her şey altüst olur. İslâm'dan başka bir dine tabi olanların durumunu yüce Allah şöyle açıklıyor:
“Kim İslâm'dan başka bir din ararsa, o istediği din asla kendisinden kabul olunmaz ve ahirette de o, ebedi zarar çekenlerdendir.” [86]
Bu ayet-i kerimeden sonra artık İslâmî hakikatleri te'vil etmenin imkânı yoktur. Allah'ın ayetlerini eğip bükerek, hükümlerini tahrif etmenin hiç bir yolu yoktur. Bu yol gayet açık ve gayet aşikârdır. Sadece Allah'ın varlığına, meleklere, kitaplara, peygamberlere, kıyamete ve gayba iman edip, kalb ile tasdik ederek, bu tasdikin ameli numunesi görülmeden, pratik hayatta eserlerine rastlanmadan İslâmiyet olamaz.
İslâm, sadece bir takım hareket ve adetlerden, bir takım zikir veya teşbihlerden, nefsi cihadlardan, ahlak güzelliğinden ve ruhi irşaddan ibaret değildir. Bunların etkisinde bir hayat nizamı olarak ortaya çıkmadıkça bunlardan hiç birinin anlamı kalmaz. İslâm hem ubudiyet, hem de hareket birliğidir. Hem uluhiyeti, hem de kadiriyeti birleştirir. Allah'tan başka Allah yoktur ve Muhammed (s.a.s.) Allah'ın kulu ve Rasûlü'dür deyip de, onun mânâ ve hakikatma ittiba etmeden İslâmiyet olamaz... Bunların anlamı ise, Rasûlüllah (s.a.s.)'m Allah'tan getirdiği nizama tabi olmak, Allah'ın gönderdiği şeriata ittiba etmek, O'nun Kitabıyla hükmetmektir. [87]
İnsanlık tarihi devam ettiği müddetçe, İslâm, herkese tebliğ edilmelidir. Bu davet ve tebliğin asıl gayesi, insanları kula kulluktan kurtarıp; sadece tek olan Allah'a bağlamaktır. Bu görevi yapacak insanlar mutlaka olmalıdır. “İçinizden insanları- hayra çağıracak, iyliği emredip, kötülükten alıkoyacak bir cemaat bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” [88] ayeti kerimesi bu durumu te'yid etmektedir. İslâm, herkese ama, özellikle Müslüman geçinenlere götürülmelidir. Çünkü onların İslâm bildikleri şeyler İslâm değildir. Bu durum mutlaka düzeltilip, onlara hakikat gösterilmelidir.
İslâmi davetin gayelerinden biri de, İslâm'ı tekeline alıp, ona kimseyî ulaştırmayanların elinden İslâm'ı alıp, herkesin ona ulaşmasını sağlamaktır. İslâm, hiç bir gücün tekelinde olamaz. Hiç bir güç İslâm'ın bazı ibadetlerini elinin altına alıp zorlaştıramaz. Bunu yapanlar, ister İslâm adına yapsınlar, isterse cahiliye adına yapsınlar; her iki durum, da, Allah'a karşı büyük bir edepsizliktir. Çünkü Allah Teâlâ, kendisine ulaşma yolunda ne kadar engeller varsa kaldırılmasını ister. Hatta o engellere karşı cihadı her Müslümana farz kılmıştır. Ta ki, insanlar saf ve berrak olan İslâm'ı kendi istekleriyle tanısınlar, öğrensinler ve onu kabullensinler. İnsanları, insanların hakimiyet ve sultasından, değer verdikleri ağalardan, ağabeylerden, babalardan, efendilerden, şeyh bildiklerinden ve bağlanıp kaldıkları adetlerden kurtarıp, hayatın er safhasında Allah'ın nizam ve hakimiyeti olan İslâm'a ulaştırmak... İşte, İslâm budur ve bütün rasûller de buun için gönderilmişlerdir.
Kâinat bütünüyle nasıl Allah'a bağlı ise, bütün inanlar da Allah'a bağlı olmalıdır. Allahu Teâlâ nasıl kainatı nizam ve intizam içerisinde yürüyüyorsa/aynı şekilde insanların hayatlarını da yaratılışlarına uygun bir nizam içerisinde ancak O yürütebilir. O halde, kâinatı yöneten Allah'tan başka hiçbir kuvvet ve güç insanları bağlamamalıdır. Bilakis o ilahî kudret, insanların istek ve arzularına bağlı kalmadan onların hayatlarında tek tasarruf sahibidir. İnsanlar, ister istemez fıtri kanunlara mahkûmdurlar. İnsanların gelişmelerinde, sıhhat ve hastalık ilerinde, hayat ve menfaatlerinde geçerli olan kanunu üce Allah koymuştur. Keza insanlar, içtimai hayatlarında ve ihtiyari davranışlarının sonucunda başlarına gelen Hallerde de bu kanunlara mahkûmdurlar. Bütün bunlara dair, Allah'ın kendileri için koymuş olduğu İlahi kanunu değiştirmek kudretine sahip olamazlar. [89]
İnsanlık tarihi boyunca, İslâm'ın esas dayanağı olan nazari kaide “La ilahe illallah” kaidesidir. Yani uluhiyyeti, rububiyeti, saltanat ve hakimiyeti sadece Allah'a tahsis etmek kaidesi... Bu kaide gönülde ve kalpte inanç, duygu ve hareketlerde ibadet, hayat sahasında da kanun ve nizam olarak tezahür etmelidir. Allah'tan başka ilah olmadığına şahadet etmek, böyle kamil bir şekilde olmadıkça ne fiilen O'nun varlığı düşünülebilir, ne de nazarî olarak mevcudiyeti kabul edilir. Ancak bu mütekamil anlayış, O'na ciddî ve yeni bir varlık izafe eder ve insanın müslim ve gayri müslim diye isimlendirilmesinin mihenk taşı olur.
Bu kaidenin tatbiki insan hayatının bütünüyle Allah'a yönelmesidir. Böylece insanoğlu bütün işlerinde ve hayatın her safhasında Allah'ın hükmüne müracaat ederek buna tabi olur ve Allah'ın hükmünü kendi düşünce ve görüşüne tercih eder.
Allah'ın hükümlerini insanlara ulaştırıp tebliğ eden Rasûlüllah (s.a.s.)'dır. Bu kaide ise, İslâm'ın ilk şartı olan şahadet kelimesinin ikinci rüknünü temsil eder.
“Şüphesiz Muhammed (s.a.s.) Allah'ın resûlü'dür.” [90]
İşte İslâm'ın dayandığı ve temsil ettiği nazarî kaidenin ikincisi. Bu kaide bütün yönleriyle hayata tatbik edildiği zaman, en mütekamil bir nizam ortaya çıkar. İşte Allah'ın razı olduğu nizam budur.
İslâm, hiçbir zaman nazari inanç ve bir takım ibadetlerden ibaret değildir. Bir yandan bir takım ibadetler yapmak, diğer taraftan da fiilen mevcut olan cahiliye toplumunun faal bir üyesi şeklinde çalışmak bir arada bağdaşamaz. Bu durumda olan insanların sayısının çokluğu,
İslâm'ın fiilen var oluşunu ortaya koyamaz. Çünkü nazariyatta müslüman göründüğü halde, pratikte bilinçli veya bilinçsiz, istekli veya isteksiz cahiliyye toplumunun yaşamasını sağlayan şartlan yerine getirmeğe çalışır, bu toplumu müdafaa eder. Zira üyesi bulundukları toplumun gelişip yaşaması yolunda çalışmak, isteseler de istemeseler de her üyenin vazifesidir; Asıl vazifeleri İslâm toplumunu oluşturmak olduğu halde, tüm güç ve enerjilerini cahiliyye toplumunun kuvvetlenmesi yolunda harcarlar.
İslâm'ın hedefi, cahiliyeyi ortadan kaldırmaktır. Bunun için de yeni ve faal bir kadronun oluşturulması lazımdır. Bu kadro, yaşama tarzıyla, düşünce yapısıyla, içtimai düzeniyle, değer kaynak ve yargısıyla, kısaca her şeyiyle İslâm metoduna uygun hareket eden bir cemaattir. İşte, böyle bir kadro ancak yeniden İslam ümmetini oluşturur ve Allah'ın bu beyanatına mazhar olur:
“Sizler, insanlar içinden seçilip çıkarılmış iyi bir ümmetsiniz. İyiyi emreder, kötülüğe karşı çıkar ve Allah'a inanırsınız.” “İşte böylece sizleri (Peygamberlerle insanlar arasında) aracı bir ümmet kıldık. İnsanlara örnek olasınız ve Peygamber de size örnek olsun diye...” [91]
Şunu bilmek gerekir ki, hangi zamanda ve hangi mekânda olursa olsun, cahili bir toplumun gölgesinde İslâm'ı bütünüyle yaşamak ve yaşatmak güçtür. Onun için öncelikle yapılması gereken şey, cahiliyeyi kaldırıp atmak ve yerine İslâm cemiyetini oluşturmaktır. İslâm cemiyetinin teşekkülünde, Onun kendine has bir metodu vardır. Bu metod, onu yüce hedeflere yönelten, ona müstakil bir şahsiyet kazandıran ve onu hareketli bir toplum haline getiren Peygamberi bir metottur. Fakat ne gariptir ki, insanlar Asr-ı Saadet hayatından uzaklaştıkça bu metoddan da uzaklaşmışlardır. Bu peygamberi metod yerine, yeni ve batı tipi metodlar uydurarak yola çıkmak istemişlerdir. Fakat şunu hemen belirtelim ki, İslâm, ancak İslâm metodu dediğimiz Peygamber metoduyla kâim olur. İslâm metoduyla komünizm gelmediği gibi, komünizm ve buna benzer yöntemlerle de İslâm gelemez. Her dinin kendine has bir metodu vardır. İşte, İslâm'ın da metodu ancak Rasûlüllah'ın örnek metodu ve hayatıdır. [92]
Bu kavramlar üzerinde, yıllar boyu tartışılmış, kimilerine göre iman, kimilerine göre de İslâm üstün kabul edilmiştir. Bazıları, İslâm ayrı şeydir, iman da ayrı şeydir, bazıları da, İslâm ile iman aynı şeylerdir, demişler. Kinline göre de, iman İslâm'ın bir bölümüdür veya birbirini tamamlayan iki kavramdır.
İman ayn, İslâm ayrıdır diyenlerin delilleri şöyledir:
“Ganimet hevesiyle görünüşte İslâm'ı kabul eden bazı Bedeviler:
“Biz gerçekten iman ettik, dediler. De ki: Siz kalplerinizle iman etmediniz, ancak siz (kılıç korkusundan ve İslâm nimetinden faydalanmak için) müslüman olduk deyin. Henüz iman kalplerinize girmemiştir”.[93]
Bu ayetteki 'biz müslüman olduk deyiniz' cümlesinin anlamı, zahire teslim olduk 'demektir. Binaenaleyh, ayette iman kelimesinden sadece tasdik kasdedilmiştir. İslâm'dan ise, lisan ve azalarla zahirde teslim olmak mânâsı kastedilmiştir derler.
Yine, Cibril hadisinde, Rasûlüllah (s.a.s.) imanı ayn, İslâm'ı da ayrı olarak tanımlamıştır. Başka Bir hadiste: “Allah'ın Yüce Rasûlü bir kişiye bir şey verdi. Fakat orada olan başka birine hiç bir şey vermeyince, Saad (r.a.) Rasûlüllah (s.a.s.)'a:
“Ey Allah'ın Rasûlü! Filan adama mü'min olduğu halde bir şey vermedin,” deyince; Allahı'n Rasûlü şu cevabı verdi:
“Yoksa o müslim midir?” Bunun üzerine Saad (r.a.) pym suali tekrar etti. Rasûlüllah (s.a.s.) da aynı cevabı verdi.”
Yukarda geçen ayette ve bu hadiste, İmanın ve İslâm'ın ayn ayrı şeyler olduğu ileri sürülmektedir.)
Ehli Sünnet âlimlerine göre ise, İslâm ile iman aynı anlamlara gelmektedir. Bunların bu konudaki delilleri şöyledir:
“Musa kvmine şöyle, dedi: Ey kavmim, siz gerçekten iman ettiniz ise, O'nun birliğine ihlas île teslim olmuş müslümanlarsınız. Artık Allah'a tevekkül ediniz.” [94]
“Nihayet Lût'un memleketinde bulunan mü'minleri (oradan) çıkardık. (Ki falan kafirleri helak edelim). Fakat bir evden başka orada müslüman bulamadık.” [95]
Bu ayetlerde “müslim” ile “mü'min “aynı anlamda kullanılımştır.
Bazi alimlere göre de unan, İslâm terimi içerisinde bir ameldir. İman amellerden birisi hatta en üstünüdür, feslim anlamına gelen İslâm' ise, ya kalble ya lisanla veyahut da azalarla gerçekleşir. Bu amellerin en üstünü, kalple olan teslimiyet ve iman diye adlandırılan tasdikten ibarettir.
Bir defasında Rasûlüllah'tan şöyle soruldu:
“Amellerin hangisi üstündür?” Rasûlüllah (s.a.s.):
“İslâm'ı” Soran kimse:
“İslâm'ın hangisi efdaldir?” Rasûlüllah (s.a.s.):
“İmandır”, dediler. (Ahmed b. Hanbel, Taberânî) Bu Hadisi Şerifte, iman İslâm kavramının içerisinde yer almıştır. Öyle ise, iman İslâm'ın bir cüzüdür, denilmektedir.
Bu üç görüş üzerinde bir genelleme, bir tahlil yaptığımızda göreceğiz ki, her üç görüşün de kendilerine göre haklı delilleri mevcuttur, fâkat şunu belirtelim ki, bu iki kavram (iman-İslâm) ayrı ayrı terîmler olarak görünse bile bunlar, birbiri içerisinde, birbirini tamamlayıcı kavramlardır. Biri olmadan diğeri olamaz. Bunlardan biri eksik olursa (yok olursa) diğeri yaşayamaz. Hayatın yaşanabilmesi için ikisinin de olması şarttır. Allah'ın dininde olmak için de hem îmanın, hem de İslâm'ın olması şarttır. Bunlardan biri yok olursa, Allah'ın dini de yoktur.
Şöyle de diyebiliriz; İslâm kelimesi lügat yönünden 'âm', iman kelimesi de hâs'dır. İslâm umumi bir mânâ için, iman ise hususi bir mânâ için kullanılır. Böylece iman, İslâm'ın şerefli bir cüzü olarak ortaya çıkar.
Bütün bunların yanı sıra, Rasûlüllah (s.a.s.) döneminde olsun, sonraki dönemlerde olsun, Allah'ın dininde olan kimseye hem müslüman, hem de mü'min denilmiştir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi bunlar ayrı anlamlara gelseler bile, netice itibariyle aynı ifadede birleşirler. Zira, bir kimseyi mü'min kabul ettiğimiz zaman, aynı zamanda o kimseyi müslüman olarak da kabul ederiz. Yine, bir kimseyi müslüman olarak kabul ettiğimizde, aynı zamanda o kimseyi mü'min olarak da kabul etmek zorundayız. Onun için bu mevzuyu uzatmadan deriz ki, ne müslümanın mü'minden, ne de mü'minin müslümandan her hangi bir üstünlüğü yoktur. Demagoji ve kelime oyununu bırakarak, Allah için ne gerekiyorsa onu yapmak ve ona koşmak lâzımdır. Ulemanın ekseriyeti de bu görüştedir.
Biz bu çalışmamızda bu iki kelimeden 'mü'min' kavramını tercih ettik. Hiç bir art niyetimiz yoktur. Sasıralamaya göre davranmış olduk. Çünkü önce arkasından da İslâm gelir. İkinci olarak da Kur’an'da mü'min terimi daha fazla kullanılrmştır.
İman ve İslâm karşılaştırmasından sonra da kısaca, 'îmanın artıp artmadığı' meselesine değinelim.
İman, bazı bilginlere göre artıp eksilmezken, bazılarına göre de artıp, eksilir. Şunu belirtelim ki, inanılacak şeylerin bütünlüğü açısından iman artıp eksilmez. Yani bir mü'mine inanmak için neler zikrediliyorsa, diğer bir mü'min için de aynı şeyler zikredilir. Hatta bu konuda Ebu Hanife'nin de dediği gibi bir mü'minin imalyla meleklerin imanı aynıdır. Mü'minler de, melekler de hatta Peygamberler de aynı şeylere inanırlar.
Fakat, imanın dereceleri açısından iman artıp eksilir. Bu konudaki deliller şöyledir:
“Fakat mü'minlere gelince, her inen sûre onların imanını artırmıştır. Ve onlar (bundan) sevinip müjdele.” [96]
“Allah o dur ki, imanları üstüne iman artırsınlar diye, mü'minlerin kalbine manevi huzur indiren.” [97]
Bu ayetlerde olduğu gibi, Rasûlüllah (s.a.s.) de îmanın artıp eksildiğini beyan etmiştir. İmanın artışı, tâatlerin kalbdeki tesirinden doğar. Salih amelin imanın arışında büyük rolü vardır. Suyun, ağaçların üzerindeki esiri gibi, Salih amelin de iman üzerinde tesiri vardır, atta belki ağaçlar susuz yaşayabilir, ama, iman salih amelsiz yaşayamaz, Tâatlerin imanı artırması, ibadetlere devam edildikçe, nefsini murakabe altında tutan biri tarafından hemen sezilir.
Diğer taraftan, ibadetlerde gevşeklik gösterip, kalb huzuru ile onlara bağlamlmadığı zaman, imanın nasıl zayıflayıp, şek ve şüpheye düştüğü açıkça görülür. Meselâ, cihad ibadetine inanan bir kimse, bu inancından şirler.” dolayı cihada çıkıp savaşırsa, kalbinde engin bir mânâ hisseder ve kalbi bu ibadet için galeyana gelir, işte, kalbin zahiri amellerin çıkış noktası olan bütün sıfatları böyledir. Zahiri amellerin eseri ve tesiri kalbe bağlıdır; kalp, sıfatlarına dönüş yaparsa sıfatlarını kuvvetlendirir ve artırır. [98]
“İman önce beyaz bir nokta olarak görünür. Kul salih amel işlediği zaman o nokta gelişir, fazlalaşır ve bütün kalbi kaplar. Ve kalp bembeyaz kesilir. Nifak da önce siyah bir noktadır. Allah'ın yasakları irtikab edildikçe, o siyahlık gelişir, fazlalaşır. Sonunda bütün kalbi kaplar. Ve kalp simsiyah kesilir. Adeta kalbin üzerine mühür vurulur. İşte manevi mühürleme budur,” diyerek şu ayeti okudu:
“Hayır (zannettikleri gibi) değil, doğrusu onların kazandığı günahlar kalplerini kaplamıştır.” [99]
Görüldüğü gibi, salih amel iman mefhumunun zorunlu şartı olduğu zaman îmanın fazlalaşması veya eksilmesi artık gizlenmez bir hakikat olarak görülür.
Netice itibariyle deriz ki, iman, bütünlük açısından artıp eksilmez; fakat îman, derece itibariyle eksilip artar. [100]
Akide ve İslâm yönünden insanlar guruplandırılırken, temel olarak iki gurup insan karşımıza çıkar:
a) Mü'minler (müslümanlar),
b) Kafirler topluluğu.
Müslümanlar kendi aralarında iki ayrı isimle isim-îendirilirlerse de netice itibariyle pek farklı değildirler. Bunları kısa da olsa tanımlamaya çalışalım.
İnanmış-anlamına gelen mü'min, Rasûlüllah (s.a.s.)'ın Allah'tan getirdiği dini (İslâm'ı) kaîble tasdik, dille ikrar ve erkanınca yaşamasıdır. Daha önce de değindiğimiz gibi, mü'min kavramı üzerinde ulema arasında ihtilaf olmuştu.
Müslüman: Teslim olmuş anlamına gelen müslüman, Rasûlüllah (s.a.s.)'in Allah'tan getirdiği dine (İslâm'a) kalble, lisanla ve azalarla teslim olmuş kimsedir. Kalbi yönü bilinmediğinden dolayı, lisan ve azalarla teslim olan kimse de müslümandır. Bu kavramlar üzerinde daha ön ce de durduğumuz için artık daha fazla durmayacağız. Ayrıca 'mü'minlerin vasıfları bölümünde de değineceğiz.
Fâsık: İtaatten çıkan veya herhangi bir anlamda itaatsizlikde bulunan kimse demektir. Genelde fâsık, kâfir ve münafık anlamında kullanılmıştır. Kur'an'da [101]. Bazen müslümanlar da fısk işleyebilirler, [102]. O halde Fısk; küfür, nifak, şirk ve günah anlamlarına gelip geniş anlamlıdır.
Kâfirler topluluğuna gelince; kâfirler de temelde üç guruba ayrılırlarsa da bunlar da netice itibariyle pek farklı bir durum arzetmiyorlar.
Kâfir: Yalanlayan ve inkâr eden anlamına gelen kâfir, İslâm Dininin tümünü veya bir cüzünü inkâr edip yalanlayan kimsedir.
Müşrik: Ortak koşan anlamına gelen müşrik, Allah'ın zatına, isimlerine ve sıfatlarına başka bir şeyi Ortak eden kimsedir. Başka bir ifadeyle Allah'ı kabullenmekle, beraber, O'na ait hakları başkasının kendisinde görmesi veya bu hakları başkasına vermek şirktir.
Şirk olayı aslında önemlidir. Çünkü insanlık tarihinden bu yana insanların ekserisi bu kutuba dahil olmuştur. Kur'ân-ı Kerîm bu hususu şöyle açıklar:
“Onların çoğu, şirk koşmadan Allah'a iman etmez.” [103]
Allah Teâlâ'nın varlığını inkâr edenler pek az olmuştur. Fakat Allah ile beraber bir çok güçleri kabul edip onlara tapma durumu oldukça fazladır. Böylece insanların ekserisi bu durumdadır. Bu konuda Yüce Allah şöyle buyurur:
“Eğer yeryüzündeki insanların ekserisine (ki onlar, cahil, müşrik ve kâfirdir) uyarsan, seni, Allah yolundan saptırırlar. Onlar ancak zan ardına düşerler ve sadece yalan uydururlar.” [104]
İnsanların ekserisi iman ettikleri halde, saf ve berrak olan imanının koruyamayip, ona söz ve fiilleriyle şirki bulaştırıyor. Allah Teâlâ ise, îman edip imanlarını zulüm ve şirke bulaştırmayanlan emin kılıyor:
“İman edip de, imanlarım zulüm ve şirkle bulaştırmayanlar (var ya), işte korkudan emin olmak onların hakkıdır ve onlarhi-dayete erenlerin ta kendileridir.” [105]
İnsanlar Allah'a şirk koşarlarken ekseriyetle ya kendileri ile Allah araşma putlar (vasıtalar) koymuşlar veya Allah'ın yeryüzündeki hakimiyetine ve sultasına sahib olmaya çalışmışlardır. Çünkü Allah'ın dini dışındaki her
sistem şirktir.
Kelime-i şahadetle Allah'ın dinine girmiş olduklarını ve fiilen kıldıkları namaz, tuttukları oruç ve ifa ettikleri hac dolayısıyle kendilerini mü'min sananlar, Allah'ın dininin dışındaki sistemleri kabullenip, o sistemlere bağlanıp hareket ediyorlar. Sonra bununla da kalmayıp, bu sistemler uğrunda mallarını ve canlarını, ırz ve namuslarını, ahlâk ve haysiyetlerini seferber ediyorlar. Ayrıca Allah'ın emirleriyle kendi istek ve arzuları çatıştığında, Allah'ın emirlerini arkaya atıp, istek, arzu ve zanlarını her şeye tercih ediyorlar.
Bütün bunlardan sonra, hâlâ Allah'ın dininde olduklarını sananlar bir kere kendilerine gelsinler de içinde bulundukları durumu (şirki) bir görsünler.
Allah'ın dini gerçekten sanıldığı gibi basit ve zayıf değildildir. Bilakis o din, hayatın bütün meselelerine şamil, tam ve mükemmel bir hayat sistemidir,.Onun için gerçekten Allah'ın dininde olmak isteyen herkes, Allah'ın bütün emir ve yasaklarına uymak zorundadır. Bir kısmını alıp, bir kısmım terkedemez.
Şirk mefhumunun, tarihte putçulukla büyük alakası olmuştur. Yüce Allah şöyle buyurur:
“Makbul olan dua, Ancak Allah'a olan duadır. Ondan başka (müşriklerin) yalvarıp durdukları putlar ise, kendilerine hiç bir şekilde karşılık vermezler. O kafirlerin, hali, kuyu başında, su ağzına gelsin diye, suya doğru iki avucunu açıp uzatana benzer ki, su ona yükselip gelmez. Kâfirlerin dua ve ibadeti, sapıklık ve boşa gitmekten başka bir şey değildir.” [106]
Görüldüğü gibi, Allah Teâlâ müşriklerin ve yalvarıp durdukları putların halini açıkça gözler önüne sermektedir. Onların bu çabalarının boşuna olduğunu ve sapıklıktan başka bir şey olmadığını vurguluyor.
Çok eski zamanlarda puta tapınma şekli çok basit şekillerden ibaret idi. Arapların da ilkel cahiliyet döneminde yaptıkları putlar, basit ve alelade şekillerden ibaretti. Hatta, tarihi süreç içerisinde, insanların, güneş, ay, yıldız, taş, ağaç, ateş çeşitli hayvanlar ve çeşitli ruhlara taptıkları olmuştur.
Bugünkü modern cahiliyetin putçuluk mefhumu çok daha değişiktir. Bu günkü putçuluk, eski putçuluğa göre daha medenice (!) yapılmaktadır. Bugünkü putçuluk, bir kaç işaret ve bir kaç alametin arkasına gizlenerek, oradan insanları kendilerine kul-köle yapmak şeklinde devam ediyor.
Gerçekten put, putlaşmak isteyenlerin arkasına gizlendikleri birer işaret ve sembolden başka bir şey değildir. Putçular, insanları kendilerine kul-köle yapmak için o dikili putların arkasına gizlenerek, kendi istediklerini rahatlıkla yürütürler. İşte modern putçuluk budur.
Bugünkü beşeriyetin içine saplandığı şirk, modern cahiliyet şekillerinin gerçek yüzlerini ortaya koyuyor. Bugünkü putun, çağdaş cahiliyetlerde, yönünün ve şeklinin çok değişik olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu modern putçuluğu tanımak gayet basittir. 'LaiIahe ilallllah'ın zıddı olan her hayat modeli şirkin ta kendisidir. Yani, hayatın her safhasında, Allah'ın dinine dayanmayan her sistem şirktir, tağuttur.
Münafık: Gizli bir haslet olan ifak'a sahib olan kimsenin adıdır. Başka bir deyişle; kalbiyle, İslâm'a inanmadığı halde, müslümanların yanında müslüman görünmek isteyen kimseye münafık denir. Yani, mü'minlerin yanında mü'min, müşriklerin yanında müşrik görünen, iki yüzlü insanlardır.
Münafıklar daima Allah'ı ve mü'minleri aldatmak isterler. Bu onların belirgin sıfatlarındandır. Fakat, onlar haddizatında Allah'ı değil kendilerini aldatırlar; ama bunun farkında değillerdir. Yüce Allah münafıkların dururnlanin şöyle beyan ediyor:
İnsanlardan bir kısmı vardır ki, biz Allah'a ve kıyamet gününe inandık derler. Halbuki onlar iman edenler değillerdir. Allah'ı ve mü'minleri aldatmak isterler. Bilmezler ki, ancak kendi nefislerini aldatırlar. Onların kalplerinde nifak ve hased marazı vardır. Cenâb-ı Allah, onların marazlarını artırmıştır. Yalan söylemeleri sebebiyle onlar için şiddetli bir azab vardır. Onlara yeryüzünde nifak çıkarmayın denildiği zaman:
Bizim işimiz ıslah etmektir' derler, iyi bilin ki onlar, ortalığı ifsad edenlerdir. Lâkin şuurları yok, farkında değillerdir. Onlara mü'minlerin iman ettikleri gibi, siz de iman edin, denildiği zaman; 'biz akılsız cahiller gibi iman eder miyiz?' derler.
“Doğrusu akılsızlar, sefihler ancak onlardır ve takat bilmezler. Bir de mü'minlerle karşılaştıkları zaman biz de iman ettik' derler. Halbuki şeytanları ile (kendilerini aldatan dostlarıyla) yalnız başına kaldıkları zaman; 'biz sizinle beraberiz, biz ancak (mü'minlerle) alay edicileriz, derler. Cenab-ı Allah münafıkları, ettikleri istihzanın cezası ile cezalandırır ve azgınlıkları içinde başıboş dolaşmalarına mühlet verir.” [107]
Bu ayetlerde bu hasta ve münafık ruhlu insanların durumu açıkça zikredilmektedir. Münafıkların bu tablosu, insanlar tarafından bazan hissolunur, bazan hissolunmaz; bazan göze çarpar, bazan da görünmez. Bu tablonun şaşırtıcı bir hali vardır. Bu ayeti kerimeler, bir taraftan tarihi bir vak'ayı canlandınrken, diğer taraftan, hak yolda yürüyen samimi mü'minlerin karşısında böyle münafık grupların da bulunacağına işaret etmektedir.
Münafıkların tarihçesine baktığımızda, Onları ilk defa Medine sitesinde görürüz. Münafıklar, Rasûlüllah (s.a.s.)'in Mekke'den Medine'ye hicretini müteakip, hicretin Medine'de doğurduğu durum ve şerait neticesinde meydana geldi. Mekke'de bu durumu göremiyoruz. Çünkü, Mekke'de İslâm'ın bir devleti, bir kuvveti yoktu. Mekke ahalisini endişeye düşürüp münafıklık yapmaya sevkedecek bir İslâm toplumu da yoktu. Bilâkis Mekke toplumunda İslâmiyet baskı ve zulüm altında bulunduğu gibi, İslâm'a davet ve tebliğ de yasaktı. Ancak İslâm safına katılanlar imanlarında samimi idiler. Bunlar imanlarını her şeyin üstünde tutarak, bu uğurda her türlü fedakârlığa katlanıyorlardı. Ama Medine'de Rasûlüllah'ın hicretinden sonra İslâmiyet kuvvet bulup, herkes tarafından Savgı gösterilen bir din olmuştu. Onun için az veya çok İslamiyet'e karşı iyi görünmek mecburiyeti vardı. Fakat bu durum Bedir savaşında müslümanların galip gelmesinden sonra daha fazla kendini gösterdi. Nihayet bunlar kendilerine bir başkan (Abdullah İbni Selûl) seçerek harekete geçtiler.
Münafıklık hareketleri sadece Medine'ye has olan hareketler -değildir. Zaman ve mekan hudutlarını aştığımızda aynı manzara insanlık zincirinin her neslinde görülebilir. Bunlar, kendilerini yüksek naevilerle geçirmek, halk arasında kendilerini münevver olarak göstermek, dürüst mü’minleri aldatıp menfaat sağlamak, siyasi sahalarda otorite olmak için mü'minlere karşı iyi görünmek gibi hususlarda rahatlıkla bu metoda (münafıklığa) başvururlar.
Her zaman ve her asırda münafıkları tanımak için Rasûlüllah (s.a.s.)'ın hadislerine bakmak lazımdır. Bu hususta Rasûlüllah (s.a.s.) şöyle buyuruyor:
“Dört haslet vardır ki, onların dördü bir kimsede bulunursa, o kimse namaz da kılsa, oruç da tutsa ben mü'minim de dese, yine de katıksız münafıktır O hasletler şunlardır:
a- Konuştuğu zaman yalan söylemesi,
b- Sözüne muhalefet edip, vaadinden dönmesi,
c- Emin sayıldığı zaman hainlik etmesi,
d- Herhangi bir kimseye düşmanlık ettiğinde yalandan delil uydurmasıdır.” (Buhari ve Müslim'in ittifakıyla)
Huzeyfe b. Yeman da münafıklar hususunda şöyle buyuruyor:
“Rasûlüllah (s.a.s.) zamanında, kişi bir kelime konuşur vetflünceye kadar"o kelime yüzünden münafık kalırdı. Fakat ben bugün, herhangi birinizden, aynı kelimeyi günde on defa işitiyorum”. [108]
“Bu gün münafıklar, Rasûlüllah (s.a.s.)'ın zamanındam daha fazladır. O devirde münafıklar gizlenirdi. Bugünkü münafıklar ise, gizlenmeye ihtiyaç görmemekte ve açıkta kol gezmektedirler.” [109]
Görüldüğü gibi, Rasûlüllah (s.a.s.)'in devrinden hemen sonra münafıkların sayıları oldukça artmıştır. Huzeyfe (r.a.) malum olduğu üzere Rasûlüllah (s.a.s.)'ın sır katibidir. Rasûlüllah (sağlığında bu zata münafıkların listesini vermiştir. Hz. Huzeyfe, münafıkların alâmetlerine tvaraf olduğu için, Hz. Ömer (r.a.) Huzeyfe'den kendi nefsini sorar ve 'acaba ben de münafıklardan mıyım?' der.
Hz. Ömer gibi bir sahabe kendi durumundan şüphelenirse, acaba günümüz insanlarının hali nicedir?
Yine münafıklarla ilgili Hasan Basrî'den sordular:
“Ya imam, bugün nifalan mevcut olmadığını söylüyorlar, ne dersin? Hasan:
“Ey kardeşim, eğer münafıklar helak olsaydı, inanınız ki, siz yollardan nefret edecektiniz.” (Yani münar fıkların çokluğuna ve yolları cesetleriyle işgal edeceklerine işaret etmektedir.)
Yine, Haccac-ı Zalim'in aleyhinde atıp tutan bir kimseye, İbn Ömer şöyle dedi:
“Eğer Haccac burada olsaydı, senin bu konuşmalarını dinleseydi, acaba aleyhinde konuşabilir miydin?”
“Hayır konuşamazdım”, dedi. Bunun üzerine İbn Ömer:
“İşte, biz böyle hareket etmeyi Rasûlüllah (s.a.s.)'-in devrisaadetinde nifak sayardık,” dedi.[110]
Rasûlüllah (s.a.s.) münafıklığı en şerli olarak tanıtarak şöyle buyurdu:
“İnsanların en şerlisi, ikiyüzlüsüdür. O ikiyüzlü ki, bazılarına bir yüzle, bazılarına da başka bir yüzle gelir.” [111]
Gerçekten ikiyüzlülük kadar kötü bir davranış olamaz. Onun için Rasûlüllah (s.a.s.) onları insanların en kötüsü, en şerlisi olarak nitelendiriyor. Hatta Cehennem'in en alt tabakası münafıklara aittir. İşte bunun içindir ki, Hz. Ömer ve diğer sahabeler nifaktan korkuyorlardı. Gerçekten nifaktan emin olup, korkmamak mümkün değildir.
Hasan Basrî'ye şöyle soruldu:
'Falan kavim; 'biz nifaktan korkmayız' diyorlar, ne dersiniz?” Hasan ise şu cevabı verdi:
“Allah'a yemin ederim ki, eğer nifaktan beri olduğumu bilsem, bu benim için dünya dolusu som altından daha sevimlidir.” Devamla:
“Lisan ile kalbin, gizli ile açığın, giriş ile çıkışın aynı olmaması nifaktandır” buyurdu.
Biri de Huzeyfe b. Yemân'a, “ey Huzeyfe, ben münafık olmaktan korkuyorum, ne dersiniz diye sordu. Bir söz üzerine Huzeyfe hazretleri şöyle dedi:
“Eğer münafık olsaydın nifaktan korkmazdın. Çünkü, münafık herkesten daha fazla nifaktan emindir.”
İbn Ebî Müleyke; “yüz elli sahabe-i kirama ulaştım, hepsi de nifaktan korkuyorlardı,” demiştir.
Sırrı es-Sakafî de şöyle demiştir:
“Eğer bir kişi, dünyanın bütün ağaçlarını bir yerde toplasa ve dallarında dünyanın bütün kuşları cıvıldaşarak bir bostana girse ve oradaki her mahlûk kendi lisanıyla o insana:
“Ey Allah'ın velisi, sana selam olsun,” deseler ve buna binaen o kişinin nefsi de velilik hevesine kapılsa, o kişi nefsinin elinde esirdir.”
Yukarıda zikredilen ayet ve hadîslerden, selef-i salülihinden nakledilen hadiselerden nifak durumunun ne kadar tehlikeli olduğu ve bu tehlikenin, nifakın gizliliği sebebiyle ortaya çıktığını öğrenmiş bulunuyoruz.
Ancak şu hususu belirtmek gerekir ki, insanı dinden çıkarıp, küfre sokan nifak vardır. Bir de insanı dinden çıkarmayıp, sadece sahibini bir müddet için Cehennem'e götüren nifak vardır. İşte mü'minlerde bulunmasından endişe edilen nifak budur. Bu çeşit nifak, ufak tefek işlerimizde olur. Fakat, inanç ve ibadetlerimizde olursa, bu gerçekten tehlikelidir, insanı küfre götürür.
Netice itibariyle şunu belirtelim ki, bahsettiğimiz kâfir, müşrik ve münafık terimleri ayrı ayrı görünse bile, sonuçta aynıdır. Bir müşrik, şirk işlemekle kâfirler zümresine giriyorsa, bir münafık da nifak işlemekle kâfirler zümresine girmi solur. Yani müşrik de münafık da kâfirdirler. Kâfir kavramı diğerlerine göre daha geniş ve şumûllüdür. Bu üç zümrenin de son yeri Cehennem'dir ve ebedî olarak orada kalacaklardır. Çünkü bunlar, hidayeti bırakıp, dalaleti satın almışlardır; ticaretleri de kendilerine hiç bir kazanç sağlamamıştır. Zira Allah Teâlâ, daha önce bakara sûresinden vermiş olduğumuz ayetin devamında şöyle buyuruyor:
“Onlar, o kimselerdir ki, hidâyet karşılığında sapıklığı satın aldılar da ticaretleri kâr sağlamadı, doğru yolu da bulamadılar.”[112]
Bunların durumu, tıpkı karanlık içinde kalıp da, aydınlanmak için ateş yakan adamın durumuna benzer ki, adam ateş yakar yakmaz, Allah onun görme duygusunu almış, ateş çevreyi aydınlattığı halde adam yine eskisi gibi, karanlıklar içinde kalmıştır. İşte, Rasûlüllah (s.a.s.)'in getirdiği İslâm'a inanmama veya şirk koşmanın neticesi budur ancak. [113]
Mü'minlerin vasıflarını tanıtırken önce onların akidelerini anlatmakta fayda vardır. Çünkü sağlam bir akide sağlam bir inanç olmadan mü'min kalmak imkânsızdır. Mü'minin akidesi sağlam olduğu ân, iman hakikatleri de tezahür eder.
Mü'minde iki unsur vardır. Akide ve amel yani pratik hayat. Mü'mini daha önce tanıtmış olmamıza rağmen, yine de onun kimliğini belirtmede yarar vardır: Mü'min, sağlam bir akideye sahip olup, bu akidesini pratik hayatında ispatlayan kimsedir. İşte, mü'minin kısa ve öz kimliği.
Mü'minin kısaca akidesi de şudur:
Rasûlüllah (s.a.s)ın Allah'tan getirdiği dinin tümüne inanmaktır. Bu ifadeyi biraz açarsak, Allah'a, Meleklerine, Kitaplarına, Peygamberlerine, Ahiret gününe, Kadere (Herşeyin Allah'tan geldiğine) inanmaktır. Bunlar topluca mü'minin âkidesini teşkil eder. Fakat sayılan bu altı şartın ayrıntıları vardır. Öyle ise, imanın şartı altı değil, altı ana maddeden oluşur. [114]
Bunların başında Allah'a iman gelmektedir kif iman mefkuresinin dayandığı en büyük kaidedir. Bu kaide diğer bir adıyla tevhîd kaidesidir. Bu Tevhid kaidesi olmadan ne inançtan, ne itikattan, ne mü'minlikten ne de amelden... hiç birisinden söz edilemez. Onun için Allah'ın mevcudiyeti üzerinde hiç bir zaman aklı selim (sağduyu) sahipleri münakaşa yapmamışlardır. Allah'ın zatı, sıfatları, isimleri, mahlûkatla olan alâkaları hususunda muhtelif düşünceler vardır. Ama dediğimiz gibi varlığını inkâr edenler pek olmamıştır. İnsan fıtratının bu hakikati unuttuğu da asla varid değildir. Yani insanın fıtratında mutlaka tapınma duygusu vardır. Bunu, bazıları iyi değerlendirir ve gerçek Rabbine münhasır kılar, sadece O'na tapar; bazıları da fıtratında olan bu tapınma ruhunu başka nesnelere münhasır kılar ve onlara tapar. Yani, kimisi gerçek Rabbini tanır, O'na tapar, kimisi de sahte rabler bulur, onlara tapar. Onun için fıtrata tapınma ruhu vardır ve bilakis tapınmama diye bir ruh yoktur.
Bu açıklamadan sonra, artık Allah'ın varlığı üzerinde durup, “Rabb var mıdır, yok mudur?” meselesini tartışmak gerçekten sapıklıktır. Fakat gerçek Rabb kimdir? Sıfatları nelerdir? Hem yer yüzünü hem de gökyüzünü idare edecek mi etmeyecek mi? Veya bunların sayılan kaç tanedir? Gibi istifhamlar, bütün dünya müşrikleri gözönüne alınırsa belki üzerinde durulması gereken bir mesele haline gelebilir. Çünkü insanların ekserisi yıllar boyu kainatın sahibi olan Allah'a değil, kendi içlerinden rabbler türeterek onlara tapınışlardır. Bu yüzden, o sahte rabblerin sahteliğini ortaya koyabilmek için, kainatına sahibi olan Rabbimizi hakkıyla tanımamız gerekir; ki, O'na ait sıfatları başkalarına münhasır kılmayalım. Çünkü, Allah'ı Rabb olarak bilip de O'na ait sıfatları başkasında görmek, başkasına vermek, birden fazla rabb kabul etmek şirktir.
Allah Teâlâ, kendi Rabliğini şöyle açıklıyor:
“Hepinizin İlahı bir tek İlahtır. Ondan başka hiç bir İlâh yoktur. O hem Rahman hem de Rahimdir.” [115]
Şimdi, Rabb konusunun gönüllerde istifhamlar bırakmaması için, bu kelimenin Kur'an'da nasıl geçtiğine bakmak gerekir. Kur'an'da Rabb kelimesi bir çok anlamda kullanılmıştır. Bunlardan bir kaçını Kur'ân'dan çıkaralım:
“İşte o taptıklannız benim düşmanımdır. Fakat alemlerin Rabbi böyle değil. O Rabb ki beni yaratan ve bana doğru yolu gösterendir. Bana yediren, bana içiren O'dur. Hastalandığım zaman bana şifa veren O'dur.”[116]
“De ki, “O her şeyin Rabbi iken ben Allah'tan başka bir Rabb mi arayacağım?” [117]
“Yerde yürüyen hiç bir hayvan ve iki kanadı ile uçan hiç bir kuş hariç olmamak üzere hepsi sizin gibi ümmetlerdir. Biz o kitapta hiç bir şeyi eksik bırakmadık. Nihayet hepsi de ancak Rablerine toplanıp getirilirler.”[118]
“O sizin Rabbinizdir. Ve nihayet ancak O'na döndürüleceksiniz.” [119]
“Onlar, Allah'ı bırakıp bilginlerini, rahiplerini rabler edindiler.” [120]
“Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi rabler diye tanımayalım.” [121]
“İkinizden biriniz efendisine (rab) şarap içirecek.” [122]
“Bu ikisinden kurtulacağını bildiği kimseye dedi ki, 'beni rabbinin (efendinin) yanındaan' fakat şeytan efendisine anmayı ona unutturdu.” [123]
Bu son dört ayette rablerden amaç, genellikle insan topluluklarının önder ve rehber edindikleri kimselerdir. Bu topluluklar, onların şeriat ve kanunlarına, emir ve yasaklarına boyun eğerler. Allah'ın gönderdiği hiç bir delile dayanmaksızın onların helal ve haram dediklerini kabul ederler ve kendi heva ve hevesinden emir ve yasaklar koyabileceklerine inanırlar. Ayeti kerimede açıkça görüldüğü gibi, Hz. Yusuf Mısır hükümdarını rabb kelimesiyle isimlendiriyor. Zira Mısır halkı o hükümdarın yüce otoritesine ve üstün değerine inanıyorlardı. Böylece onun emir ve yasaklarına boyun eğip, onu rabb diye kabul ediyorlardı.
Fakat mü'min bilir ki:
“Arşın Rabbi olan Allah, onların vasfedegeldikleri her şeyden yücedir, münezzehtir.”[124]
“O göklerin, yerin ve bunlar arasında ne varsa hepsinin Rabbidir.”[125]
“O doğunun da,'batının da Rabbidir. Ondan başka hiç bir îlah yoktur.” [126]
işte mü'minin Rabbine karşı inancı budur.
Başta da belirttiğimiz gibi, tarihi süreç içerisinde bütün cahili toplumlar rububiyet mefhumunu başkalarına vermekle büyük hata etmişlerdir. Bu hata (şirk) bugüne kadar devam etmekte ve devam edecektir de. Kur'an, ikna edici kuvvetli delilleriyle rububiyete ait herhangi bir hususun, elinde hükmetme selahiyeti olan başka birine raci olamayacağını belirtmesine rağmen yine de kör ve sağır insanlar bunu anlamadılar ve anlamayacaklardır da.
Netice itibariyle deriz ki; kim bu nizam içinde yaşadığı halde, hangi şekliyle olursa olsun, rububiyeten cüzlerinden bir cüzünün Allah'tan başkasına raci olduğunu kabul ederse, o kimse hakikate ters düşmüş, isyan etmiş ve eliyle kendini hüsrana ve tehlikeye atmıştır.
Allah'ın varlığı hususunda daha fazla sözü uzatmadan, mü'minin akidesini teşkil eden 'meleklere inanmak' üzerinde de kısaca duracağız. [127]
Meleklere iman gaybîdir. Mü'min gayb alemine inanmakla yükümlüdür. Allah'ın ve Rasûlü'nün bildirdikleri ister zahirî, isterse gaybî olsun mü'min ona inanandır. Müşrikler Allah'a şirk koşarlarken, bazıları görünen maddi cisimleri, bazıları da görünmeyen manevi cisimleri Allah'a eş tutuyorlardı. Müşrikler bazı hallerde görünmeyen varlıklara daha çok bağlılık göstermişlerdir. Görünmeyen varlıkları tanrılar ve tann çocukları diye kabul ediyorlardı. Onları kendi hayallerine göre şekillendiriyorlar ve adaklar adıyorlardı.
İşte, mü'minin melek kabul ettiği varlığı müşrikler tanrı, tanrı çocukları veya tanrı kızları olarak kabul edebilmektedir. Mü'min bilir ki, melekler Allah'ın yaratıklarıdır. Onlar Allah'ın emrindedirler ve ona ittiba etmektedirler. Allah'ın emrinden asla dışarı çıkmazlar, Allah Teâlâ, îlahi saltanatının idaresi için onları vazifelendirmiştir. Onlar da Allah'ın emirlerini harfiyyen yerine getirirlen Kendi nam ve hesaplarına hiç bir selahiyete sahib değillerdir. Herhangi bir kimse için Allah'ın huzurunda şefaatte bulunmaya dahi selahiyetleri yoktur. Onlara tapmak, onlardan yardım beklemek insanlar için olur.
Çünkü, ilk insanın yaratılışında Allah Teâlâ onları Adem (a.s.)'ın önünde secde ettirdi. Ve Hz. Adem'e onlardan fazla bilgi verdi. Sonra da Hz. Adem'i kendisine halife yaptı. İnsan için kendisine secde etmiş bir mahlûktan yardım istemek ve ona tapmaktan daha büyük bir zillet olur mu?
“Hani Rabbin meleklere : 'Adem'e secde edin' demişti de onlar da hemen secde edivermişlerdi.” [128]
Kur'ân-ı Kerîm'de yetmişten fazla ayette meleklerden söz edilmektedir. Onun için, mü'minlere yakışan, meleklerin Kur'ân'daki vasıflarına göre onlara inanmak ve bu inancını başka şeylerle zedelememektir.
Mü'min sadece meleklere, değil, gaybi olan ne varsa hepsine Allah ve Rasûlü'nün bildirdiği şekilde îman eder. Yüce Allah, bu hususta mü'minlere görevlerini şöyle bildiriyor:
“Onlar ki, gaybe inanırlar, namazı dosdoğru kılar ye kendilerine "rızık"olarak verdiğimiz şeylerden de infak ederler.” [129]
Mü'minlerin ilk vasfı yapıcı bir şuur birliğine sahip olmalarıdır. Bu şuur birliği gaybe inanmayı, bütün peygamberlere, meleklere ve ahiret gününe inanmayı sağladığı gibi, farzları ifa etmek ve haramlardan kaçınmakla da onları bir araya getirir. İşte, mü'minlerin kazandığı bu yüksek meziyet olgunluğun eseridir. Bu olgunluğu ile mü'min, programlı ve şuurlu bir hayat yaşar.
Mü'minler gaybe inanmakla yükselme ve ilerleme yolundaki ilk adımlarını atmış olacaklardır. Ancak heva ve hevesinden, hayvanlık mertebesinden bu ilk adımla kurtulabilir ve gerçek insanlık mertebesine yükselirler. Kâinat, mevcut olan, bilinen ve görünen varlıklardan ibaret değildir. Bu görünüp bilinen şeylerden daha başka varlıklar da mevcuttur. Ki biz bunları görmeden sadece doğru haber üzerine verilen bilgiden bilir ve kabul ederiz.
İnsan aklının bilinmeyen âlemleri idrak etmemesi, onların mevcudiyetinin inkârını gerektirmez. Bu konuda mü'mine düşen işi akıl kuvvetinin fevkindeki diğer kudrete (doğru, habere) bırakmasıdır. Mü'min öğrenmek istediklerini Alîm ve Habîr olan, görüneni ve görünmeyeni, gizliyi ve aşikârı bilen Allah'tan ve O'nun Rasûlü'nden öğrenmesi lazımdır. Fakat, eskiden olduğu gibi, bugün de materyalist kafalılar Allah'ın ilmini tepeleyerek insanoğlunu gerilere, hayvanlık mertebesine götürmek istemektedirler. . . .
Gaybe iman büyük bir imtihandır. Çünkü insanlar gördükleri ve görebildikleri şeylere inanmak zorundadırlar. Bunlara karşı gözlerini yumamazlar. Fakat Yüce Allah'ın imtihanı öyle değildir. İnsanların görmediği ve göremediği şeyleri yaratması ve sonra da bunlara 'inanın' demesi azim bir imtihandır, O'nun için de mükafatı büyüktür. Mü'min bunlar üzerinde herhangi bir araştırmaya girmeden, sadece Allah'ın ve Rasûlü'nün haber vermesiyle onlara inanır ve teslim olur. Mü'minlere düşen, 'dinledik ve itaat ettik' demeleridir. [130]
Mü'minlerin akidelerinin temel taşlarından biri de Kur'ân'a ve Kur'ân'dan önceki kitap ve suhuflara inanmaktır. O kitaplar ki Allah tarafından Rasûllerine gönderilmiş ve Rasûller de hiç bir kapalılık bırakmadan insanlara tebliğ etmişlerdir. Mü'minler, ancak kendilerine bildirilen kitap ve suhufları bilir ve inanırlar; haber verilmeyen kitap ve suhuflardan mesul değildirler. Onun için bildirilmeyen şeyler hakkında sapık düşünceler ileri süremezler.
Mü'minlerin, Kur'an'a ve önceki kitaplara inanması, Adem'den kıyamete kadar insanların tek bir dini, tek bir Rabbi olduğunu ispatlıyor. Onun için de bu akide büyük bîr değer taşır. Bu akide mü'minlerin ruhlarından kötü taassubu kökünden söküp attığı için büyük öneme haizdir. Bu akideye sahip olan her mü'min, hak olan bütün geçmiş din ve peygamberlere inanır.
Bu akideye sahip olan insanlar, peygamberden peygambere intikal eden tek dini (İslâm'ı) bulmuş olurlar. Böylece sağlam bir akideye sahip olduktan sonra Kur'an (İslâm)a uymaları, onları pratik hayatlarında yaşamaları kaçınılmaz bir görevdir. Çünkü hayat tarzını ancak Kur'an tesbit eder. Kur'an'ın dışındaki bütün hayat modelleri yanlıştır ve sapıklıktır. Eğer Kur'an ölçüsüne göre değil de insanların akıllarına göre hayat modelleri tesbit edilmeye çalışılırsa, o zaman ne kadar insan kafası varsa o kadar da hayat modeli ortaya çıkar. Bu modellerin hiçbiri vahye dayanmadığı gibi değersizdir. Mü'mînin hayat modeli, onu yaratan Allah tarafından çizilmiştir. Mü'min ondan başkasını kabullenemez. Bu hakikati Allah Teâlâ şöyle ifade ediyor:
“Kim İslâm'dan başka bir din (yol) ararsa, o istediği din kendisinden kabul olunmayacaktır. Ve ahirette de ebedi zarar çekenlerdendir.”[131]
Mü'minler bilmelidir ki, İslâm dille söylenen lâflardan ibaret olmadığı gibi, sadece kalble tasdik edilen bir inanç de değildir. İslâm Allah'ın dinine teslimiyet demektir. Bu teslimiyet pratik hayatta bizzat görülmelidir. Yukarıdaki ayettede açıklandığı gibi, mü'minin dini sadece İslâm'dır; İslâm'ın kaynağı da Kur'ân'dır. Onun ne başka bir dîni, ne de başka bir kitabı olabilir. Bu o kadar açıktır ki, hiç bir te'vile mahal bırakmaz. Allah Teâlâ'nın naslarını eğip bükerek hükümlerini tahrif etmek, İslâm'ı Allah'ın ve Rasûlü'nün bildirdiğinden başka bir şekle sokmak için hiç bir yol yoktur. Kâinatta olan her şeyin fıtri bir dini vardır; o da İslâm'dır. Kâinatta olan her şey kendi lisanıyla Allah'ı teşbih eder. Fakat insan ve cinlerin çoğu nankördür bu emri yerine getirmezler.
İslâm'dan bahsettik; çünkü İslâm, Kur'an ve sünnettir. Herkes Müslüman olduğunu söyleyer; fakat, Kur'an ve Sünnet'e ittiba etmiyorsa Müslüman olamaz. Sadece Allah'ın varlığına, meleklerine, kitaplarına, kıyamete ve gaybe iman etmek yeterli değildir. Bu imanın numunesi görülmeden, pratik hayatta eserlerine rastlanmadan İslâmiyet olamaz, İslâmiyet, bir takım hareket ve detlerden, zikir veya teşbihlerden, ahlak güzelliğinden ve ruhi irşaddan da ibaret değildir. İnsan hayatının bükünü bu yüce kaynaktan (Kur'ân'dan) beslenmediği müdetçe İslâm'dan söz edilemez.
Yüce Allah Kur'ân'ı şöyle tanıtıyor:
“Bu o kitaptır ki, kendisinde hiç bir şüphe yoktur, ve daha önceki kitaplarda Allah'ın inzal edeceğini vaad yurduğu kâmil bir kitaptır. Ahirete zarar verecek şeylerden korunanlar (takva sahipleri) için delildir, yol göstericidir.” [132]
“Kur'an insanları hakka ulaştırır, helal ile haram-ve din hükümlerinde hakkı batıldan ayırır.”[133]
“İşte bu Kur'an muazzam bir kitaptır. Onu biz indirdik, çok mübarektir, (fayda ve bereketi çoktur). Artık Kur'ân'a uyun, emirlerine bağlanın ve Allah'tan korkun, ta ki merhamet olunasınız.”[134]
Görüldüğü gibi, bu kitabın hakikati hidayet, tabiatı “dayet, varlığı hidayet ve mahiyeti hidayettir. Fakat kimler için hidayettir? Kimler için aydınlıktır? Kimler için yol gösteren apaçık bir kılavuzdur? Evet kimler için?.. Sadece mü'min müttakîler (Allah'tan korkan mü'min içindir bütün"bu hidayet... Mü'minler, Allah tarafından kendilerine indirilen Kur'ân'ın mübarek bir kitap olduğunu, mü'minlere şifa vereceğini, hakkı batıldan ayırdığını, kendinden önceki kitapları da tasdik edici olduğunu bilip ona göre iman eden kimselerdir. İşte Kur'ân'dan başka yol, İslâm'dan başka din olamaz.
Kur'ân-ı Kerim, kendinden önceki kitapları tasdik eder, fakat onlarla amel etmeyi emretmez. Kur'an geldikten sonra artık önceki kitapların hükmü tamamen neshedilmiştir (kaldırılmıştır).
Allah Teâlâ hiç bir insanı tebliğsiz bırakmamıştır. Her millete kendi dinini bildirmiştir. Beşer hayatını peygamberlerine gönderdiği kitaplarla tanzim etmiştir. Her millete itikad, şeriat, ahlak ve edeplerini gerçekleştiren hak kitaplar göndermiştir. Ki ahirette itirazları kalmasın.
Tarihte kimileri bu kitapları alıp kabul etmişler, kimileri de reddetmişlerdir. Kimileri ise alıp kendilerine göre değiştirmişlerdir. Bugün yahudüerde bulunan Tevrat ve hıristiyanlarda bulunan incil tamamen değişikliğe uğratılmıştır. Bir çok kısımlar çıkartılmış, bir çok kısımlar da ilave edilmiştir. Dolayısıyle önceki ilahî kitapların aslı kalmamıştır. Allah Teâlâ da onları nesh etmiştir. Öyle ise bu kitaplara tabi olan hiç kimse hak yolda (İslâm'da) değildir. Hatta bir defasmda Hz. Ömer'in elinde Tevrat'ın sahifelerini gören Rasûlüllah (s.a.s.):
“Ey Ömer, Vallahi Hz. Musa da aramızda olsaydı bana uymaktan başka bir şey yapmazdı,” diyerek onun elindeki Tevrat sahifelerini yok etmesini buyurmuştur.
öyle ise mü’min de Kur'ân'dan başka hiç bir kaynağa bağlanamaz. Çünkü Kur'ân geldikten sonra -ister değiştirilsinler ister değiştirilmesinler- hiçbirine uyulmaz. Onların hükmü kalmayıp, nesholunmuştur. [135]
Mü'minlerin akidelerini teşkil eden bir diğer madde de Allah'ın Peygamberlerine inanmaktır. Yüce Allah, her millete İslâm'ı tebliğ için Peygamberler göndermiştir. Ki Allah'ı bilsinler ve O'ndân başkasına kulluk etmesinler. Kendisine peygamber göndermediği bir millete asla azab etmez! Kur'ân-ı Kerîm bu hakikati şöyle açıklıyor:
“Bir de biz bir peygamber göndermedikçe azab etmeyiz.” [136]
Peygamber gönderilen milletlerin ekserisi, peygamberlerini tekzib etmiş ve onlara uymamışlardır. Bugün olduğu gibi, geçmişte de peygamberlerine tabi olan insanlar çok az olmuştur. Meselâ, Hz. İsa'ya on iki kişilik “havariler” dediğimiz kimseler tabi olmuştur. Diğerleri tabi olmadığı gibi, onu öldürmek istemişlerdir.
Bütün peygamberlerin getirdiği dinin adı İslâmiyet idi. Ne Hz. İsa'nın dini hıristiyanlık, ne de Hz. Musa'nın dini yahudilik idi. Hz. İsa'nın da Hz. Musa'nın da, bütün peygamberlerin de dini ancak İslâm idi ve bütün peygamberler müslüman idiler. Bu hakikat Kur'ân'ın dilinden şöyle ifade edilmektedir:
“İbrahim ne bir yahudi, ne de bir hıristiyandı. Fakat Allah'ı bir tânıyan gerçek bir müslürnandı. Ve müşriklerden de değildi.”[137]
“Musa da kavmine şöyle dedi: Ey kavmim, siz gerçekten Allah'a iman ettinizse O'nun birliğine teslim olmuş müslümansınız. Artık Allah'a tevekkül edin.” [138]
“Hani havarilere (Hz. İsa'ya bağlı olanlara); bana ve peygamberime iman"edin' diye ilham etmiştim de onlar, iman ettik, bizim hakiki müslümanlar olduğumuza şahid ol' demişlerdi.”[139]
Görüldüğü gibi, Allah tarafından gönderilen bütün dinlerin adı İslâm, peygamberlerinin ve onlara tabi olanların da adı müslüman idi. Fakat sonradan, bu saf ve temiz olan isim (İslâm), çeşitli isimler adı altında değiştirilmiştir, İslâm, her asır ve her peygamberin dinidir. Fakat her peygamberin şeriatı ayrıdır. Buna göre din (İslâm) geniş, şümullü bir kavram; şeriat ise, bu, dinin içerisinde her bir peygamberin takip ettiği yoldur. Kıyamete kadar artık hiç bir peygamber gelmeyeceğine göre, bu insanların takip edeceği yol veya şeriat İslâm'dan başkası olamaz. Bu ümmet ile geçmiş ümmetlerin şeriatları ayrı olabilir; fakat bizim ile onlar arasında müsavi olan bir kelime vardır ki bu özdür, temeldir, hiç bir zaman ve hiç bir şarta göre değişemez. Bu hakikati yüce Allah şöyle beyan ediyor:
“De ki; ey ehli kitap, hepiniz bizimle sizin aranızda müsavi olan bir kelimeye gelin; şöyle diyerek: Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, O'na hiç bir şeyi eş tutmayalım. Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi rabler tanımayalım.”.[140]
“Senden önce gönderdiğimiz her peygambere: “benden başka ilâh yoktur, bana kulluk edin ve putlardan kaçının,” diye vahyetmisizdir.” [141]
And olsun ki her ümmete; “Allah'a ibadet edin ve putlardan kaçının” diye peygamberler gönderdik.” [142]
İşte, Adem (a.s.)'dan kıyamete kadar her insanın ve her cinnin hatta bütün kâinatın uyması gereken kaide, uyması gereken hakikat budur. Mü'minler bu ayetlere kulak verdikten sonra, artık bu konuda en ufak bir şüpheleri kalamaz. Mü'min bilir ve inanır ki geçmişte ne kadar nebî ve rasûl varsa, tabîleriyle beraber müslüman idiler. Allah'tan başkasına kulluk etmiyorlardı.
Tevhid dininin (İslâm'ın) son halkasını Rasûlüllah (s.a.s.) teşkil etmektedir. Artık, Rasûlüllah (s.a.s.) gönderildiğinden itibaren, Rasûlüllah'sız bir din, Rasûlüllah'sız bir akide ve inanç olamaz öyle ise, yeryüzünde Allah'a bağlanmak isteyenlerin ve müslüman olarak kalmak isteyenlerin rehberi, kılavuzu Rasûlüllah'tan başkası olamaz. Zira, Rasûl'e itaat Allah'a itaattir. Bu konuda Yüce Allah şöyle buyuruyor:
“Kim Rasûl'e itaat ederse, muhakkak ki Allah'a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, bu seni üzmesin. Zira seni onlara koruyucu ve gözetici olarak göndermedik (ancak tebliğci olarak gönderdik)”.[143]
Allah Teâlâ bu ayeti kerimede Rasûlü'ne itaat edenin Allah’a etmiş olduğunu, Rasûl'e isyan edenin de Allah'a isyan etmiş olduğunu haber veriyor. Bunun sebebi, Rasûlüllah (s.a.s.)'ın kendi heva ve hevesinden konuşmaması ve Allah'ın dinini tebliğ etmesindendir.
Rasûlüllah (s.a.s.)'in kendi nevasından konuşmadığını Necm suresinde şöyle ifade ediyor:
“Yıldıza, battığı zaman kasem olsun ki; arkadaşınız (Rasûlüllah) şaşırıp sapmadı ve azıtmadı da O kendi nevasından (kendi nefsinden), konuşmuyor.”
Evet, Rasûlüllah (s.a.s.) sadece kendisine vahy olunanı bildirir. Allah adına hiç bir zaman kendi kafasından bir şey konuşmaz. Onun için Allah ile Rasûlü arasında ayrılık-gayrılık olamaz. Allah sözü ile Rasûlü'nün sözü arasında bir fark yoktur. Kim yalanlayarak Rasûl'den yüz çevirirse bunun hesabı ve cezası Allah'a aittir. Zira Allah Teâlâ Rasûlü'nü insanları zorla hidayete çekmek için göndermedi. O'nun vazifesi sadece tebliğden ibarettir.
Buharı ve Müslim'in Ebu Hureyre'den naklettikleri oir hadiste Rasûlüllah (s.a.s.) şöyle buyuruyor:
Bana itaat eden, Allah'a itaat etmiş olur. Bana isyan eden de Allah'a isyan etmiş olur. Emire (başkana) itaat eden, bana itaat etmiş olur. Emîre isyan etmiş olan da bana isyan etmiş olur.
İslam ve akide açısından peygamberlik müessesesi gerçekten büyük değer taşır. Bu müessese, akidenin ikinci yansıdır. Peygamberlik inancının tezahürleri pratik hayatta mutlaka görülmelidir. Normalde her insan, peygamberlere inandığını söyleyebilir. Fakat bu akide gerçeklere dayandırılırsa görülür ki, mü'min olduklarını iddia eden pek çok insan bu bağdan kopmuştur. Rasûllere iman olsun, diğer şeylere iman olsun, her zaman kulluk ye itaat gerekir. İtaat ve kullukla beslenmeyen bir iman, iman olarak kalamaz. Günün birinde tamamıyla söner veya yön değiştirir. Bunun içindir ki, itaat imana bağlı kılınmıştır. Böylece, Allah'a inanan Rasûl'e bağlanmak zorundadır. Rasûl'e bağlanmayanlar, Allah'a bağlanmamışlardır.
Kur'an-ı Kerim itaat hususunu şöyle açıklıyor:
“Ey iman edenler, Allah'a itaat edin, Peygamber'e itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de.. Eğer bir şeyde çekişirseniz, onu Allah ve Rasûlü'ne götürünüz. Eğer Allah'a ve ahiret gününe inanmışsanız; bu hem hayırlı ve hem de netice itibariyle en güzeldir.” [144]
“Hayır, Rabbine and olsun ki, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin edip, sonra haklarında verdiğin hükümden idolayı içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen kendilerini vermedikçe iman etmiş olamazlar.” [145]
“Biz peygamberleri ancak itaat olunsun diye gönderdik.”[146]
“Allah ve O'nun rasûllerine itaat edin ve onların emirlerine ve yasaklarına aykırı hareket etmekten sakının. Eğer itaat etmekten yüz çevirirseniz, biliri ki Peygamberimiz'e düşen sadece açık bir tebliğdir.” [147]
“Allah'a ve Peygamber'e itaat edin ki, rahmete erdirilesiniz.” [148]
“Ey iman edenler, Allah'a itaat edin, Rasûle de itaat edin. (Küfür ve nifak gibi şeylerle) amellerinizi boşa çıkarmayın.” [149]
Bu ve bunlara benzer ayetlerde mü'minlerin, Allah ile beraber Rasûlü'ne de itaat etmeleri şart koşuluyor. Rasûle Resule itaat etmeden İslâm yaşanamaz. Zira, İslâm'ın emri:
“Muhakkak ki, rasûller sadece kendilerine itaat edilsin diye izn-i îlahi ile gönderilmişlerdir.”[150]
İtaat, imanin ve İslâm'ın şartı ve hudududur. İman edip de Allah'a ve Rasûl'e itaat etmemek boş bir iddiadan başka bir şey değildir. Bu yalan, tağut ile hükmetmek isteyen her yalancının iddiasıdır. Çünkü, münafıkların alameti, devamlı surette itaatten kaçınmaktır. Zira Yüce Allah şöyle buyurur:
“Onlara Allah'ın indirdiğine ve peygambere gelin denildiği zaman, senden büsbütün kaçtıklarım görürsün.”[151]
Rabbani nizam, İslâm ümmetinin hayatında vaki olan gelip geçici her türlü problem ve meselelere ebediyyen hakim oluyor. Bu ilahi nizam hayatta tahakkuk etmeden ne îman'dan, ne akîde'den, ne de İslâm'dan söz edilebilir. Zira ortaya çıkan her türlü düşünce ve görüş, son hükmü Allah ve Rasûlü'ne bırakmak kaydıyla iman ve İslâm'dan söz edilebilir. Bundan başka bir merci olamaz mü'min için.
İtaat bir akide meselesidir. Bu ister Allah’a ister Rasûlü'ne ve isterse de ûlülemr'e olsun... Mü'min akidesini sağlam temeller üzerine oturtmalıdır. İslâm'ın ve îmanın hududunu çok iyi bilmelidir. Daha önce belirttiğimiz gibi; imanın şartlarını altı ile sınırlandırmak yerine, îmanın hududunu bilmek ve ona göre iman etmek lâzımdır.[152]
Mü'minlerin akidelerini teşkil eden temel maddelerden biri de çaybî olan ahiret âlemine yakînen inanmaktır.
Ahiret âlemine iman, Kur'ân'da ekseriyetle Allah'a imandan hemen sonra zikr edilmiştir. Yani Allah'a iman ile ahirete iman birbirine bağlı olarak zikredilmiştir. Biri başlangıç, öbürü ise sonuç. Çünkü, yapılan her iyilik, yapılan her amel, işlenen her suç, çiğnenen her ayet ve reddedilen her hükmün karşılığı ancak o adil mahkemede hall olunacaktır. O "mahkemede hiç bir şey karşılıksız bırakılmayacaktır.
“Kim zerre miktarı bir hayır işlerse, onun mükafatını görecek kim de zerre miktarı bir kötülük işlerse onun cezasını görecektir.” [153]
Evet, dünya bir imtihan yeri, ahiret de o imtihanın değerlendirileceği bir başka yerdir. O yerde Allah'tan başka hiç bir yardımcı, O'nun izni olmadan hiç bir şefaatçi bulunamaz. Ârtık bütün işlemler bitmiş ve bütün hesaplar neticelendirilmiştir. Kur'an-ı Kerîm bu manzarayı şöyle dile getirmektedir:
“Bir de öyle bir azab gününden sakının ve korunun kir o günde (kıyamette) hiç bir kimse, hiç bir kimse adına bir şey ödeyemez. Kimseden şefaat da kabul edilmez. Azabdan kurtulmak için kimseden bedel ve karşılık alınmaz. O kafirlere yardım da yapılmaz.”[154]
Mü'minler bilmelidir ki, o gün mesuliyet ferdidir, hesaplar şahsidir. Herkes kendi nefsinden mesuldür. Hiç kimse başkasının günahını taşıyamaz. Hiç kimse kimseyi kurtaramaz.
Ahirete iman, İslâm itikadının son halkasıdır. Bu itikad, mü'mine, mutlak adalete dayanan ferdi mesuliyeti yükler. Bu prensip, mü'mine, kendi değerini öğreten ve iç aleminde uyanıklığı hakim kılan en kuvvetli bir prensiptir. Ferdi mesuliyet ve şahsi hesap prensibi mü'mün bir değer olmaktan ziyade, bir terbiye prensibi ve mü'mine gerçek değerini veren İslâm'ın bir faziletidir. Ahirette mü'mini kurtaracak, onu himaye edecek ancak salih amelidir. Bunun dışında ona şefaat edecek hiç bir kuvvet yoktur. Hiç bir fidye onu küfür ve masiyetinini cezasından kurtaramaz. Bunun içindir ki, ahirete imanın, mü'minin hayatında büyük bir tesir icra etmesi kaçınılmazdır. Öyle ise mü'min, bütün hazırlık ve çalışmasını ahirete yönelik yapmalıdır. Bunun dışında hiç bir menfaat beklememelidir. Yaptığı icraatlarda hiç kimseyi ortak etmemelidir. Çünkü, icraatında başkasını ortak eden (yani, Allah'tan başkası için iş yapıp, başkaları takdir etsin diye çalışan) ahirettede kimi ortak yapmış ise, ecrini ondan isteyecektir. Ahirette Allah'tan başkası mükafat ve ceza veremediğine göre, o halde mü'min Allah'tan başkası için iş yapamaz.
Ahirete iman, akidenin son noktası olmakla beraber, dünyayı ahirete bağlayan, başı sona ulaştıran ve ameli, karşılığı ile birleştiren bir inançtır. Bu akide, aynı zamanda insanoğlunun başıboş olmadığını, lüzumsuz yere yaratılmadığını, kendi heva ve hevesiyle başbaşa bırakılmadığını insana öğretir. Bu inanç, insanoğluna kati bir duyuru ile bildiriyor ki mutlak bir adalet kendisini beklemektedir. Mü'min bu akideyle Allah'ın adalet gününe kendini hazırlar.
Bu akide, mü'min ile kafiri birbirinden yaşantı itibariyle de, ayırır. Mü'min, ahirete inandığı için dünyayı bir imtihan yeri olarâk kabul eder ve çalışmasını da ona göre yapar. Kâfirler ise, ahirete inanmadıkları için, hayatı sadece bu dünyadan ibaret sayar ve çalışmasını da hep bu dünyaya münhasır kılar. Böylece onlar, ahirete boş olarak gider ve orada onlara sadece ateş arkadaşlık eder. Başka yardımcıları yoktur onların.
Ahirete iman, onun için çalışmayı da beraber getirir. Yani ahirete inandığını iddia eden herkes, çalışmasını ona göre yapmalıdır. Asrı saadetteki mü'minler bütün bu hakikatleri kendilerinde toplamışlardı. Onun için onlar seçkin ve pek büyük insanlar olmuştu.
“İşte onlar, Rabblerinden gelen bir hidayet üzeredirler. Kurtuluşa erenler de ancak onlardır.”[155]
Allah'a ve ahire t gününe îman, akidenin özünü teşkil eder. Bu akideye sahip olanların görev ve sorumlulukları Allah tarafından şöyle zikrediliyor:
“Allah'a ve ahiret gününe iman eden bir kavim, babaları, oğulları, kardeşleri akrabaları dahi olsa Allah ve Rasûlü'ne muhalefet eden kimselere sevgi beslediklerini göremezsin. İşte onların kalbine imam Allah yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir. Onları altından ırmaklar akan cennetlere sokacaktır. Orada ebediyyen kalacaklardır. Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah'tan hoşnut olmuşlardır. İşte bunlar Allah'tan yana olanlardır. İyibilin ki Allah'tan yana olanlar kurtuluşa erenlerin kendileridir.”[156]
Allah'ın safında olmak gerçekten büyük bir mükâfattır. Çünkü, bir, insan ya Allah'ın taraftarı (hizbullah), ya da şeytanın (tağutun) taraftandır. Üçüncü birinin taraftarı olamaz. İşte burada saflar tamamen ayrılmıştır. Ya Allah'ın askri olrnaktya da tağutun... Bir kalbde ya Allah'ın sevgisi olur, ya da şeytanın sevgisi olur, Çünkü, Allah Teâlâ bir insana bir kalb vermiştir. Şayet iki kalb verseydi belki bunlar o zaman düşünülürdü. İnsana bir kalb verdiği için bu kalbde ya Allah'ın sevgisi, ya da Allah'ın düşmanlarının sevgisi olur. Kalb birini sevince diğerini mutlaka atmalıdır. Karma bir sevgi olamaz, olsa bile hiç bir değer ifade etmez.
İşte, Allah'a ve ahiret gününe inanıp mü'min olduğunu iddia eden kimse, karşısındaki kim olursa olsun onun sevdiği Allah'tır, Rasûlü'dür ve mü'minlerdir. Kalbinde diğerlerine en ufak bir sevgi besleyemez. Allah'ın mü'minlerden istediği ancak budur.
Burada şunu da belirtmemiz gerekir ki; savaş ye düşmanlık dışında kalan sulh zamanında putperest anne ve baba ile kardeş ve akrabalar gibi yakın akrabalarla iyi muamele edip görüşmek vardır. Ama düşmanlık ve savaş sürdürülüyorsa, iman ile bağlanmamış bütün akrabalık bağları kopar gider. Bedir savaşında Hz. Ebu Bekr'in, oğlu Abdurrahman'ı öldürmeye kasdetmesi, Hz. Ebû Ubeyde'nin babasıyla savaşması, Mus'ab b. Umeyr'in, kardeşi Ubeyd'i, Hz. Ali, Hz. Ömer, Hz. Hamza ve Hz. Haris gibi sahabelerin kendi akraba ve yakınlarını öldürmek üzere harekete geçmeleri gibi. Bunlar kan ve akrabalık bağlarından sıynlarak, din ve akide bağına sarılmşlardı. İşte, Allah'ın ölçüsündeki değer ve bağlılıkların ulaşabileceği en üstün seviye örneği bunlar idi:
“İşte, onların kalbine Allah imanı yazdı ve katından bir ruh ile onları destekledi. İşte, altından ırmaklar akan cennetlere ancak bunlar gireceklerdir. Allah'tan yana olanlar işte bunlardır”.[157]
Allah'tan razı olduğu cemaat, Allah'ın sancağı altında toplanıp, O'nun kumandası ile hareket eden, O'nun yolunda yürüyen, O'nun nizammı gerçekleştiren mü'minlerdir. Bunlar Cennet'e girmeyecek de kimler girecektir? Bunlar kurtuluşa kavuşmayacak da kimler kavuşacak? Evet, yeter ki bu mü'minler Allah'ın istediği şekilde mü'min olsunlar. Yeter ki, hak bayrağı altında toplansınlar. Yeter ki, soy, aile, akraba, vatan, ırk, kavim ve asabiyeti imana tercih etmesinler...
İşte kim Allah'ın fırkasından yana olur ve hak bayrağı altında toplanırsa onlar birbirlerinin kardeşleridirler. Bu kardeşlerin renkleri, ırkları, vatanları, ana-babaları ayrı olabilir... Ama hepsi de kopmayan bir bağ ile birbirlerine bağlanırlar.
Bütün bunları bu başlık altında yazmamızın sebebi, Allah'a ve ahiret gününe inanan mü'minlerin görevleri olduğu içindir.
Ahirete imanı bütün rasûller telkin etmişlerdir. Ahireti (ölümden sonraki hayatî) inkâr etmek, Allah'a imanı, peygamberlerine imanı ve diğer iman edilen şeyleri anlamsız kılar, her şeyi boşa çıkarır; Böylece bütün hayatı hüsrana uğratır, insanın, bir şeyin kârını ve zararını düşünmesi fıtrattandır. Bu alemden başka alem olmayan kimse, yalnızca bu dünyadaki kârı ve zararı düşünür; dünyevi faydalar beklemediği hiç bir işe yanaşamaz. Fakat, ahiret gününe inanan, dünyevî fayda ve zararlara pek aldanmaz. Çünkü onun bütün kazancı ahirete yöneliktir. O sadece mükafatını Allah'tan bekler. Ona hayırlı bir iş götürüldüğünde, madden kaybedeceği bir şey olsa bile onu kaçırmaz. Karşısına kötü bir iş de çıktığında, maddi faydası ne kadar olursa olsun ondan kaçınır. Kısaca mü’min ahrete yönelik çalışmalarda bulunarak, geçici dünya menfaatının para, mal, mülk servet, mevki, şöhret gibi aldatıcı meta'larına aldanmaz. O bilir ki, dünya üzerinde bulunan bütün varlıklar geçicidir, günün birinde hepsi yok olup gidecekler.
Yine günün birinde, güneşin soğuyup bütün enerjisini kaybettiğini, yıldızların dökülüp yok olacağını ve bütün kainatın altüst olacağını yakinen bilmelidir. Kıyametten sonra da insana yeni baştan hayat bahşedileceği, insanların bu dünyadaki fiillerinin kayıtlar altında tutulup, kıyamet gününde ortaya' konulacağı, kıyamette herkesin Allah tarafından hesaba çekileceği, bir kısım insanların (salih amel sahiplerinin) Cennet'e, bir kısım insanların (isyankârların) da Cehennem'e gireceğini yakînen bilir ve inanır.
Kur'an-ı Kerim'de Cennet ve Cehennem ehlinin tasviri şöyle yapılmaktadır:
“Kıyamet gününde bir takım yüzler ak, bir takım yüzler de kara olacak. O vakit yüzleri kara olanlara şöyle denilecek. “imanınızdan sonra küfrettiniz ha. İşte o küfrün cezası olarak tadın azabı.” Ama yüzleri ak olanlar Allah'ın rahmeti içindedirler. Onlar orada (Cennet'te) ebedi olarak kalacaklardır.”[158]
Mü'min ahiret alemine iman ederken, bunu sözde bırakmayarak ahiret için ne gerekirse onu yapar, çünkü ahiret mutluluğunu kazanabilmek için önceden ahirete yönelik gayret ve çalışmalarda bulunur. Çünkü Allah Teâlâ:
“Kim de mü'min olduğu halde ahireti ister ve çalışmasını da onun için yaparsa işte bunların çalışmaları makbuldür,” [159] diye buyurmaktadır. [160]
İmanın temel maddelerinden biri de kadere yani hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna inanmaktır.
Şunu belirtelim ki Kur'ân'da kadere iman, iman esaslarından sayılmamaktadır. Ancak hadisi şerifte, vebilkaderi hayrihi ve şerrihi' imanın temellerinden sayılmış ve böylece imanın temel maddesi altı olarak belirtilmiştir.
Mesela, ayetinde iman esasları sıralanırken şöyle geçmektedir:
“Peygamber ve mü'minler Rabbinden kendilerine indirilen Kur'ân'a iman ettiler. Hepsi Allah'a, meleklerine, kitaplarına peygamberlerine iman eylediler.” [161]
“Yine, ayetinde de yüce Allah şöyle sıralıyor:
“Kim Allah'ı meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse, muhakkak ki hidayetten uzak bir sapıklığa düşmüştür.” [162]
Bu ayetlerde kader, îmanın esaslarından sayılmamıştır; fakat, kadere iman, iman esaslarının ayrılmaz bir parçasıdır. Kur'ân-ı Kerîm'de bir çok ayette kaderden bahsedilmektedir. Mesela ayetinde buna şöyle işaret edilmektedir:
“Allah'ın izni olmadan hiç kimseye ölmek yoktur. Ölüm zamanı Allah'ın ilminde (kaderde) kararlaştırılmış bir yazıdır.” [163]
Yine ayetlerinde şöyle buyurulmaktadır:
“İşledikleri her şey defterlerindedir. Küçük ve büyük hepsi (Levhi Mahfuzda) yazılıdır.” [164]
“Şüphesiz biz, her şeyi bir kader ile yaratmışızdır.” [165]
“Ne varsa hepsinin hazinesi bizim nezdimizdedir. Biz onları belirli bir miktar ile indiriyoruz.”[166]
Bu ve buna benzer bir çok ayetlerde kader bahsi geçmektedir, imanın temci esasları arasında sayılmaması pek önem arzetmez. Çünkü kadere iman, Tevhid inancı içerisinde işlenmiştin Nasıl ki, hadisler Cennet, Cehennem, sırat ve Mizan'a imanı, imanın bir cüzü olarak ortaya koyuyorsa ve bunlar ahiret inancı içerisinde birer parça ise, kader de Allah'a imanın bir parçasıdır.
Allah Teâlâ, bu alem için kanunlar, esaslar ve düzenler koymuştur ve bütün eşya bu kanun ve esaslara göre hareket etmektedir. Bunlar hiç bir zaman icbar (zorlanma) anlamına gelmez. Kaderde zorlama diye bir şey yoktur. Kader, kulun işleyeceği şeyleri Yüce Allah'ın ezelde bilmesi ve hayır ile şerri kendisinin yarattığını haber vermesidir. Meydana gelecek şeyleri Allah'ın bilmesi ve bu bilmeye göre o şeylerin meydana gelmesinin insan üzerinde hiç bir etkisi yoktur. Çünkü, bilme (ilim), tesir( etki) sıfatı değil, meçhul olan şeyleri açığa çıkarmanın sıfatıdır.
Kadere iman, insana kainatta her şeyin yüce bir hikmete göre cereyan ettiğini gösterir. Mü'min kendisine bir zarar geldiği zaman feryadı basmaz. Başarı ve iyilik dokunduğu zaman da her şeyi unutarak sevinip şımarmaz. Mü'min kadere inanmakla başarısızlık ve kayıp anında feryattan çekinir. Basan ve fayda anında şımarmaktan uzak durursa dengeli ve mutedil bir olgunluk kazanır, yüceliğin ve üstünlüğün zirvesine ulaşır. Bu konuda yüce Allah şöyle buyurur:
“Gerek yerde, gerek nefislerinizde hiç bir musibet yoktur ki bizim onu yaratmamızdan evvel bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu Allah'a göre kolaydır. Allah bunu, kayıplarınıza üzülmey'esiniz ve onun size vereceği ile sevinip şımarmayasınız diye yazmıştır. Allah böbürlenen her kibirliyi sevmez.”[167]
İşte, Rasûlüllah (s.a.s.)'ın ve ona tabi olanların kader anlayışı budur.
Rasûlüllah (s.a.s.) bir gün Hz Ali'yi yatsı namazından sonra ziyarete gittiğinde, Hz. Ali'nin erken yattığını görünce şöyle dedi:
“Gece namazına kalkmalıydın değil mi?” Hz. Ali şöyle dedi:
“Ey Allah'ın Rasûlü! Nefislerimiz Allahı'n elindedir. Dilerse yayar, dilerse tutar.” Rasûlüllah bu söze öfkelendi ve dizine vurarak:
“İnsan her şeyden fazla tartışmacıdır”, dedi ve şu ayeti okudu:
“Celalim hakkı için, biz, bu Kur'ân'da insanlara (muhtaç oldukları) her çeşit misali açık olarak verdik, insan ise, düşmanlık ve münakaşa etmekte her şeyden fazladır.”[168]
Hz. Cabir (r.a.)'den nakledilen bir hadise göre Rasûlüllah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“O zamanlarda bir kavim olacak, hem günah işleyecek hem de Allah bize takdir etti diyecek. Ogün kendilerine karşılık verenler, Allah yolunda kılıcını sıyırmış gibidirler.”
Rasûlüllah (s.a.s.) her zaman kaderi yanlış anlayanlara karşı konulmasını istemiştir. Kader hiç bir zaman tembelliğin sebebi, masiyetlerin vesilesi ve cebriliğin varlığını iddia etmenin yolu yapılamaz. Aksine büyük işlerin ardında büyük gayelerin gerçekleştirilmesi için bir yol kabul edilmesi lazımdır.
Hz. Ömer (r.a.)'in karşısına hırsızın biri getirildiğinde ona niçin hırsızlık yaptığını sorar. Hırsız, “Allah böyle takdir etti “deyince, Hz. Ömer:
“Buna otuz kamçı vurun ve elini kesin.” Sebebi sorulduğunda da şöyle cevap vermiştir:
“Hırsızlık yaptığı için eli kesilir, Allah'a iftira ettiği için de kamçı vurulur.”
Kader, ancak kader ile önlenir. Meselâ, açlık kaderi, yeme kaderiyle giderilir. Susuzluk kaderi, su içme kaderiyle önlenir. Hastalık kaderi, tedavi ve sağlık kaderiyle önlenir. Tembellik kaderi, çalışma ve gayret kaderiyle önlenir. Dolayısıyle kaderin baskı aracı olması söz konusu olamaz. Mü'min, kaderi bahane ederek çalışmamazlık edemez. Mü'min fakirliğe karşı, çalışma ile, cehalete karşı ilim ile, hastalığa karşı ilaç ve tedavi ile, küfür ve isyana karşı cihad ile karşı koyması lazımdır. Mü'min, keder ve hüzünden, acizlik ve tembellikten her türlü nifak ve şirkten Allah'a sığınır.
Ebu Ubeyde b. Cerrah, veba hastalığından kaçan Hz. Ömer'e şöyle dedi:
“Allah'ın kaderinden mi kaçıyorsun?” Bu, soruya Hz. Ömer:
“Evet, Allah'ın kaderinden yine Allah'ın kaderine iltica ediyorum” diye cevap verdi. Veba hastalığından, yine sıhhat ve afiyet kaderine kaçıyorum' demek istemiştir. Sonra, çorak arazi ile verimli araziyi örnek verdi ve develerinin otlaması için çorak araziden verimli araziye geçmesiyle bir kaderden diğer bir kadere intikal ettiğini ifade etti.
Kader hususunda bir mü'minin bileceği bunlardır. Bunun dışında kader konusunda çatışıp çekişmek caiz delildir. Çünkü bundan ziyadesi Allah'ın bireşimdir akılların idrak etmesi mümkün değildir.
Ebul Hureyre'nin şöyle söylediği rivayet olunur:
“Biz kader konusunda tartışırken Rasûlüllah (s.a.s.) yanımıza çıkıp geldi. Kaderi tartıştığımızı görünce, öfkelendi ve yüzü kızardı, sonra şöyle dedi:
“Size bununla mı gönderildim? Sizden öncekiler bunu tartışma konusu yaptıkları için helak oldular. Bu konuda tartışma istemiyorum.”
Artık Rasûîüllah (s.a.s.)'in bu mübarek sözünden sonra bu konuyu uzatmanın hiç bir anlamı kalmamıştır. [169]
Buraya kadar kısaca mü'minlerin akidesini oluşturan altı ana maddeyi beyan etmiş olduk. Başta da söylediğimiz gibi, akide yalnız başına hiç bir anlam ifade etmek. Akide atık hayatta mutlaka de ancak amellerinden, İslâm'ı görtermelerinden tanınır.
İnsan için hava, güneş, su ve diğer maddeler ne kadar önemliyse, bir mü'min için salih amel olan namaz, zekât, cihad ve diğer ibadetler de o kadar önemli olmalıdır.
Şimdi de mü'minin vasıfları nelerdir hangi özelliklere sahiptir, belirgin sıfatları nelerdir... Gibi sorularla mü'mini tanıtmaya çalışalım.
Şunu belirtelim ki Yüce Allah, mü'minleri tanıtıcı mahiyette bir çok ayetler indirmiştir. Hatta bu hususta mü'minler' diye bir sure indirmiştir. Bu sure, mü'minlerin hususiyetlerini ve vasıflarını bildirmektedir. Bu surede mü'minlerin vasıflarını bildiren ayetlerle mevzuyu sürdüreceğiz. Yüce Allah, Müminûn suresinin ilk ayetlerinde mü'minleri şöyle tanıtıyor:
“Mü'minler gerçekten felah bulmuşlardır.”
Allah Teâlâ vaad ediyor. Bu vaad ile mü'minlerin kurtulacağını kesin olarak öğrenmiş oluyoruz. Çünkü Allah, hiç bir zaman vaadinden dönmez. Allah'ın verdiği kararı değiştirecek, reddedecek hiç bir kuvvet de yoktur. Öyle ise, mü'minler mutlaka felah (kurtuluş) bulmuşlardır. Hem dünyada hem de ahirette. Hem ferd olarak, hem de toplu olarak Mü'min bu kurtuluşu kendi iç dünyasında rahatlıkla sezebilir, doğruluğunu pratik hayatında görebilir.
Allah Teâlâ'nın 'mutlak kurtuluşa ereceklerdir' dedikleri mü'minler acaba nasıl insanlardır. Bu, insanların mü'min belledikleri veya dil alışkanlığı ile söyledikleri mü'minler midir? Hayır, o mü'minler yine Allah Teâlâ'nın Kur'ân'da niteliklerini belirttiği kimselerdir. O mü'minler, ahiret aleminde felaha kavuşan, kendileri için sevap ve hoşnutluğun garanti edildiği mü'minlerdir. İçinde ebediyen kalacakları Firdevs cennetlerine, varis olacak mü'minler yine onlardır. Kur'an-i Kerim bunların vasıflarını şöyle beyan ediyor:
“Onlar ki namazlarında huşu içindedirler.
Onlar ki boş sözlerden yüz çevirirler.
Onlar ki zekat'larını verirler.
Onlar ki mahrem yerlerini korurlar; sadece eşleri ve cariyeleri müstesnadır. Doğrusu bunlar verilemezler. Kim de bunun ötesinde isterse şüphe yok ki onlar, haddi aşanlardır.
Onlar ki emanetlerine ve sözlerine riayet ederler.
Onlar ki namazlarına devam ederler. İşte bu vasıfları toplayanlar varis olanlardır.”[170]
Acaba sayılan bu vasıflara hangi insanlar sahiptirler? Gerçekten bu vasıflar, ufuklarda bulunan mü'minlerin şahsiyetini çizmektedir. Şüphesiz ki bu ufkun en üst noktasında Allah'ın Rasûlü, yaratıkların en üstünü Hz. Muhammed (s.a.s.) bulunmaktadır. Çünkü onu Rabbi terbiye etmiş ve en mükemmel bir şekilde terbiyesini vermiştir. Kur'ân-i Kerîm'de onun ahlâkının yüceliğine şahadet ederek şöyle buyuruluyor:
“Muhak ki yüce bir ahlak üzeresin.” Hz Aişe (r.a.)'ye Rasûlüllah'ın ahlakı sorulduğunda şöyle buyurmuştur: “Onun ahlakı Kur'ân'ın kendisiydi. Sonra da yukarıda verdiğimiz dokuz ayeti okumuştur. Ve işte, Rasûlüllah'ın ahlakı böyleydi.” [171] .
Yüce Allah’ın onlar namazlarında huşu içindedirler' dediği insanlar, Allah'ın huzurunda olmalarından dolayı sükun bulurlar ve rahatlarlar. Bu huşu bütün uzuvlarına kadar yayılarak hareket ve fiillerinde rahatlıkla kendini gösterir. Ruhları Allah'ın huzurunda bulunmanın vecdiyle kaybolur. Bu yüzden zihinlerin deki bütün meşguliyetler silinir. O anda Allah'tan başkasını düşünmez, tamamıyla Allah ile meşgul olur; sadece Allah'ı düşünmüş olur. O mukaddes huzurunda her şey kişinin gözlerinden uzaklaşır, silinir. Artık Allah'tan başkasını göremez ve hiç bir şey duyamaz. İşte onun gönlünde Allah'tan başkası yoktur o anda.
Mü'minler sadece Kur'ân'ın ifade ettiği namazdan zevk alırlar. İç dünyaları her türlü kirlilikten böylece temizlenmiş olur. Allah'ın huzurunda iç dünyaları'nda O'ndan başka bir şey kalmaz. İşte o zaman şaşkın ruh gideceği yolu görür ve asıl dostunu tanımış olur.
Namaz imandan sonra mü'minlere yüklenen ilk görevdir. Mü'mini Allah'a bağlayan, İslâmî hayata hazırlayan, İslâmî düzenin temel yasalarını teşkil eden Kur'ân’la rabıta kurduran bir ibadettir. Namaz, imamın gerçek ölçüsü, dışa dönük fiili ve belgesidir. Namazı terketmek İslâm dininde büyük bir suç olduğu için, İslâm yönetiminde cezası müebbed mahkûmiyet olan bir ibadettir. Namazın kılınması ahiret saadetinin, kılınmamasi ise ahiret felaketinin temel sebebidir.
Namaz gerçekten bir şahsiyet oluşturur mü'minlerde. Namazın önemi ve onu terkedenin durumu hakkında bir çok deliller (ayet ve hadisler) mevcuttur. Bu konuda Yüce Allah şöyle buyurur:
“Sana vaad edilen Kur'ân-ı oku ve namazı kıl. Gerçekten namaz, kötü işten ve uygunsuzluktan alıkor. Muhakkak ki Allah'ı zikr etmek (namaz kılmak) daha büyüktür. Allah her ne yaparsanız onu bilir.”[172]
“Bir de sabır ve namazla Allah'dan yardım isteyin gerçi bu (nefsinize) ağır gelir. Fakat huşu duyan kimselere değil...” [173]
“Farz namazlarının vakit ve erkanlarını gözeterek devam edin. Bilhassa orta (ikindi) namazına dikkat edin. Ve Allah'a itaat ederek namaza durun.” [174]
“Mü'minler kimselerdir ki namazı gereği gibi kılarlar. Kendilerine verdiğimiz rızıktan hak yolunda harcarlar.”[175]
“İma eden kullarıma söyle, namazı gereği gibi kılsınlar ve kendinde ne bir alış-veriş ne de bir dostluk olmayan kıyamet günü gelmezden önce, kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden gizli ve aşikâr harcasınlar.”[176]
“Rabbim beni, gereği üzere namaza devam eden kıl; zürriyetimden de böyle kimseler yarat... Ey Rabbimiz dualarımızı kabul buyur.” [177]
“(Ey Rasûlüm,) ailene ve ümmetine namazı emret. Kendin de ona devam eyle. Biz senden bir rızık istemiyoruz. Seni biz rızıklandınrız. Güzel akibet takva sahiplerinindir.” [178]
“Onlar o mü'minlerdir ki, kendilerini yeryüzünde iktidar mevkiine getirirsek namazı kılarlar, zekatı verirler, iyiliği emrederler ve fenalıktan da alıkoyarlar. Bütün işlerin sonu Allah'a dönecektir.” [179]
Kur'ân-ı Kerîm'de yüze yakın ayet, namazdan bahsetmektedir. Biz bunlardan sadece bir kaçını zikretmiş olduk.
Namaz mü'mini olgunlaştırarak, ona şahsiyet kazandırır. Namaza devam eden kul, gerçeklik aleminin sırtarına vakıf olur. Günde beş defa Allah'a boyun eğen, O'nun önünde yerlere kapanan ve Allah korkusunu ruhunda duyan mü'min, Rabbinin her yerde kendini gözetlediğini bilir ve onun için de büyük ve küçük hiç bir günaha yaklaşmaz.
Raşûlüllah ile kâfiri birbirinden ayıran namaz hususunda şöyle buyuruyor:
“Bizim ile kafirler arasında ayırıcı fark, İlahi bir taahhüd olan namazdır. Her kim onu bile bile kılmazsa, küfretmiş, İslâm dairesinden çıkmış olur.” [180]
“Namazı olmayan dinde, namaz kılmayan mü'minde hayır yoktur.”[181]
Namaz, günde beş defa, fakat devamlı kılınan bir ibadettir. Hiç bir zaman bu ibadette ara vermek yoktur. İnsan, aklı başında olduğu müddetçe onu kılacaktır. Hiç bir sebep onu tehir edemez. Çünkü namazsızlık, günahların en büyüğü ve en şiddetli cezalara sebebiyet veren suçlardan biridir. Bu öneminden dolayıdır ki, Rasûlüllah (s.a.s.) döneminde ashabı kiram, yalnız namazsızlığı küfür alameti olarak görürlerdi. Kur'ân-ı Kerîm, değil namazı terketmek, namaza tembel tembel kalkmayı bile münafıklık alameti olarak Çünkü namaz, münafık tipli kimselere devamlı ağır gelir Yüce Allah, Bakara suresinin 45. ayetinde bu durumu şöyle zikreder:
“Gönülleri başkaları için namaz gerçekten çok ağır bir yüktür.”
Gerçekten şuurla, huzurlu bir kalble devamlı olarak namaz kılmak mü'minlerin kândır. Mü'mîn, bütün mesuliyetini idrak eden, gerçek vasıflara haiz olan, namazı sadece Allah'ın emri olduğu için kılan, gafletten ve gösterişten kaçman kimsedir. Çünkü yüce Allah namazı, şartlarına ve zamanlarına ehemmiyet vermeksizin insanlara gösteriş olsun diye kılanların Cehennem'in azabına çarptırılacaklarını şöyle haber veriyor:
“İşte (şu) namaz kılanların vay haline ki onlar namazların gafirdirler onlar gösteriş yaparlar. Ve ufacık bir yardımı (veya zekatı) engellerler”, [182]
Mü'minler namaz hususunda hiç tembellik yapamadıkları gibi, dînin direği olan bu ibadeti hiç bir maddi kazançla değiştiremezler. Onlar, namaz hususunda oldukça titizdirler. Namaz kılmadığı halde mü'min geçinmekten haya ederler, Allah'tan korkarlar. Onlar bilirler ki, hesap gününde ilk muhatap olacakları sual, namazdır. Namazın ehemmiyetini bütün teferruatıyla bildiklerinden dolayı onu asla ihmal etmezler. Mü'minlerin durumu, ister fakir ister zengin, ister amir ister me'mur, ister mustaz'af (zayıf) ister muktedir (güçlü) olsun... bu yüce ibadetten kaçamazlar. Onlar mü'min oldukları müddetçe (baygınlık ile cinnet halleri müstesna) namazı ihmal edemezler, işte, mü'minlerin namaz hakkındaki inançları budur. [183]
Mü’minûn sûresinde Allah. Teâlâ mü'minlerin vasıfsız zikrederken, 'onlar boş sözlerden yüz çevirirler', diye buyurmaktadır.
Mü'minler sadece boş sözden değil, her şeyin boşundan yüz çevirirler. Bu boş olan şeyler bir söz olabilir, bir olabilir, dikkat ve şuursuzluk olabilir... Kısaca mü’minler boş ve lüzumsuz olan şeylerle uğraşmaz ve zamanlarını onlarla öldürmezler. Müzminler ancak lüzumlu e gerekli iş, davranış ve sözlerde bulunabilirler Bu lüzumlu ve gerekli olan şeylerin başında onların akidesi olmalıdır. Mü'minler akidelerinin yüklediği mükellefiyetlerini yerine getirerek kalblerini temizlemeli, vicdanlarını arıtmak ve nefislerini tezkiye etmelidirler. Tavranışlarını sözlerini akidelerine uygun hale getirmek için boş şeylerden kaçınmalıdırlar, imanın gereği olan meziyetlere tırmanmak igin sebat etmeleri ye kötülülderden sakındırmak konusundaki itikadı mükellefiyetlerini yerine getirmeleri gerekir. Yine toplum ve fert hayatını bozukluk ve sapıklıklardan kurtarmak, akidesini korumak ve şerefini (halifeliğini) ayaklar altına aldırmamak için gece gündüz çalışmaları, çırpınmaları lâzımdır.
işte mü'minler, bu saydığımız ve daha sayamadığımız bir çok mükellefiyetlerle sorumludurlar. Her mü'min yeryüzünde Allah'ın bir halifesidir. Dolayısiyle Allah'ın dinine sahip çıkmak zorundadır. Mü'min, “bana değmeyen yılan bin yaşasın” yahudi sözüne itibar edemez. Mü'minin mesaisi, mü'min olduğu için doludur. Allah'ın emir ve yasaklan onun zamanını kapsamıştır. O, kendini bu görevler altında hissederse, artık onun boş yere ne zamanı ne de birsözü olduğunu anlamış olur.
Gerçekten mü'mînin hem sözü hem de zamanı kıymetlidir. Onun için vakit nakittir. Onun için söz, altındır. O, ya hayır söyleyecek ya da susacaktır. Çünkü o bilir ki, kulak, göz ve dil de kıyamette hesaba çekilecekler. Zamanın ve gençliğin hesabı kendisinden sorulacaktır. Kısaca, mü'min her şeyin boşundan uzak kalarak mesuliyetini idrak eden kimsedir. [184]
Kur'âh-ı Kerim kurtuluşa efen mü'minlerin vasıflarını zikrederken, “onlar ki zekatlarını verirler” diye buyurmaktadır.
Zekat, kalbin ve malın her türlü kirden, pasdan temizlenip annmasıdır. Zekat, insan kalbini cimrilikten, şeytanın ileri sürdüğü şeytanî vesveseden uzâklaştırır ve insanın ruhunu yüceltir. Zekat, malı temizleyip, helal olmasını sağlar. Kur'an-ı Kerim'de zekatla ilgili doksana yakın ayet vardır. Bu ayetlerden bir kaçı şöyledir:
“Namazı gereği gibi kılın, zekatı verin ve hayır işlerinde nefisleriniz için önceden ne gönderirseniz Allah katında onun sevabını bulursunuz. Şüphesiz Allah bütün yaptıklarınızı görücüdür.” [185]
“Ey iman edenler, ne bir alış-verişin, ne bir dostluğun ve ne de bir şefaatin bulunmadığı bir gün (hesap günü) gelmeden önce size verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcayın. Kâfirler (yok mu) işte onlar zalimdirler.” [186]
“Sevdiğiniz şeylerden sadaka vermedikçe siz, Cennet'e giremezsiniz. Allah yolunda her ne harcarsanız muhakkak Allah onu bilendir.” [187]
“Sadakalar (zekatlar) Allah tarafından bir farz olarak ancak şunlar içindir. Fakirler, miskinler, zekat toplayıcıları, kalpleri müslümanlığa ısındırmak istenenler, mükateb köleler, borçlular, Allah yolundaki gaziler ve yolda kalmışlar. Allah Alimdir, Hakimdir.” [188]
“Onların mallarında ihtiyacını arzeden ve arzedemeyen yoksullar için bir hak vardır.” [189]
Zekat, dinî, içtimai, iktisadi bir kurumdur. Bu kurum zevale uğradı mı İslâm'ın hem içtimai hem de iktisadi düzeni tamamen sarsılmış olur, Zira zekatın, İslâm cemiyetinin kalkınmasında buyuk katkısı vardır. Mü’minlier zekat ibadetini yerine getirmekle bu cemiyeti ayakta tutarlar. Zekat, İslâm tarihinde devamlı devlet tarafından alınıp, gerekli yerlere harcanmıştır. Ancak müşrik toplumlarda mü'minler zekatlarını müşrik devlete veremedikleri için, kendileri zekata muhtaç olan kimseleri tesbit ederek zekatlarını öderler. Zekat, mali bir ibadettir. Hiç bir zaman cahili toplumlardaki vergi yerine geçmez. Vergi zekattan ayrıdır. İslâm toplumunda da devlet isterse bu vergiyi zekattan ayrı olarak alabilir. Onun için zekat ibadetiyle diğer vergiler hiç bir zaman birbirine karıştırılmamalıdır. Kur'ân-ı Kerîm'de zekatın nerelere verileceği açıkça beyan edilmiştir. Yukarıda Tevbe suresinin 60 ayetinde bu sınıfları belirtmiştik. Bu ayeti hiç kimse kendi heva ve hevesine göre değiştiremez. Bu sınıflardan başka yerlere zekat verilemez. Fakat, sadaka, bu sınıfların dışında başka yerlerede verilebilir.
Kur'an-ı Kerîm'de zekat, ekseriyetle namaz ile beraber zikredilmiştir. Onun için Rasûlüllah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Her kim namazını kılar da zekatını vermezse, onun için namaz da yoktur.”[190]
Mü'minler ibadetlerin bütününü yerine getirmek zorundadırlar. İbadetlerden bir kısmını alıp, bir kısmını terkedemezler. Bunun içindir ki Hz. Ebu Bekir (r.a.) zamanında bir kısım araplar zekat vermek istememişlerdi.
Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir onlarla harb etmeye karar vermişti. Hz. Ömer:
“Sen onlarla nasıl harb edersin?” diyerek Rasûlüllah'ın şu hadisini hatırlattı:
“Lailahe illallah deyinceye kadar halk ile huharebe etmeye me'mur edildim. Şahadet getiren kimse Allah'ın hakkı müstesna olmak üzere, malını ve canını benden muhafaza etmiş olur. Kalbi inanışları hakkındaki hesapları Allah'a aittir.” Hz. Ebu Bekir de Hz. Ömer'e şöyle cevap verdi:
“Allah'a yemin ederim ki, namaz ile zekatın arasını ayıran kimse ile behemehal harb ederim. Çünkü zekat malın hakkıdır. Yine Allah'a yemin ederim ki Rasûlüllah'a vermekte oldukları deve yularını bile benden esirgeseler bu yüzden onlara harb açarım.” Hz. Ömer:
“Allah'a yemin ederim ki, bu hususta Allah Teâlâ'nın, Hz. Ebû Bekir'in kalbini aydınlatmış olduğunu gördüm ve hak olduğunu anladım.”[191]
Görüldüğü gibi, Halife Ebu Bekir, İslâm "devletinin başkanı olarak zekatı bir vecibe kabul etmiştir. İbadetlerde herhangi bir ayırımın yapılmasına şiddetle karşı çıkmıştır. Fakir ne kadar zekat almaya muhtaç ise, zengin de zekatını vermeyi o kadar bir vecibe bilecektir. Zekatı alan kimsenin sevinci geçicidir. Fakat, zekat sahibinin sevinci, daimidir ve daha güzeldir.
Rasûlüllah (s.a.s.) zekat ibadetini yerine getirmeyenleri şöyle tanıtıyor:
“Zekat ve nafaka gibi dini-mali vazifelerinizi yapmaktan kaçınmayın. Bu vazifelerden kaçınma, sizden önceki toplulukları helak etmiş, onları kan dökmeye haram olan can ve mal dokunulmazlığını helal görmeye sevketmiştir.” [192]
Kendilerine kurtuluş vaad edilen, cennete girmeyi garanti eden, onlara hidayet ve müjde verilen müminler zincirinin halkalarından biri olabilmek, zekatı vermeksizin mümkün değildir. Onun için Yüce Allah şöyle buyurur:
“Mü'minler muhakkak felah bulmuşlardır. Onlar ki namazlarına huşu ile riayetkardırlar, boş lakırdılardan yüz çevirirler ve zekatlarını verirler.”
Zekat, cemiyet önler, Mü'minin hayatını lüks ve israftan kurtarır. Zekat, fakirlerin ve kimsesizlerin halini düzeltir ve onları sosyal bir sigortaya bağlamış olur. Böylece cemiyette huzur sağlanır, anarşi önlenir ve diğer kötülükler giderilmiş olur. [193]
Surede bahsedilen mü'minlerin vasıflarından biri de mahrem yerlerini korumalarıdır. Bu nitelik gerçekten cemiyet açısından büyük Önem taşır. Bu husus cemiyeti, aileyi, her türlü kötülüklerden koruduğu gibi, mü'minin ruhunu ve nefsini de arındırır. Mü'minler kötülüklerden mahrem yerlerini koruyarak temizlenirler. Aynı zamanda Allah'ın ayetlerine karşı gelmekten de sakınırlar.
Ailelerin, soyların ve cemiyetlerin mahvu perişan olmaları ve şehevi duyguların patlamasına neden, mahrem yerlerin korunmamasıdır. Şunu bilmek gerekir ki şehevi duygularına yenilmiş olan toplumlar, yıkılmaya ve yok olmaya mahkûmdurlar. Zira, şehvetin kol gezdiği bir toplumda aile yuvasının huzurundan, namusların lekesiz kalmasından söz edilemez. Halbuki, toplumun temel taşı evdir, ailedir. Öyle ise, aile yuvasının emniyetini, güvenim, temizliğini, istikrarınî ve her türlü felakete mâruzkalmasını önlemek mü'minlerin başta gelen görevlerindendir. Böyle bir ailede ancak ebeveynler birbirine güvenir ve yuvanın şeref ve haysiyetini koruyabilirler. Böyle bir yuvada yetişen nesil, mesuliyetlerini idrak ederek kendini Allah'ın davasına vakfeder. İşte sağlıklı bir toplum ancak bu şartlarla yetişebilir.
Mü'minler, mahrem yerlerini koruyarak, ırzlarını muhafaza ederek ailevi bir hayat yaşarlar. Onlara sadece eşleri ve cariyeleri helaldir. Bunun ötesinde meşru bir yol aramak mümkün değildir. Zira Yüce Allah:
“Kim de bunun ötesini ararsa, şüphe yok ki onlar haddi aşanlardır diyor”. İşte İslâm bunun ötesinde hiç bir yol tanımaz. Bu yolun dışındaki bütün yolları kapatmıştır. Hiç bir mü'min artık bunun dışında bir yol aramaz. Bu yolun dışında başka bir yola başvurarak Allah'ın ayetlerini çiğneyemez. Mü’nin ancak kendisine ya nikâhla eş edinir veya savaş neticesinde cariye elde etmekle yetinir. (Cariye günümüzün meselesi olmadığı için değinmedik. Bu hususta geniş bilgi edinmek isteyenler, Muhammed Kutub'un 'İslam’ın Etrafındaki şüpheler' adlı eserine bakabilirler.)
Yüce Allah, mü'minlere ırzlarının korunmasını emrederken, buna sebebiyet veren bütün yolları da kapatıp yasaklamıştır. 'Irzlarını korumak' derken sadece zina yapmak anlaşılmamalıdır. Irz veya namus, kadın ve erkek için gösterilmesi yasak olan her organdır. Zina ve fuh-şiyata götürecek hareketlerin başında çıplaklık, arzulu bakışmalar ve arkdaşlık gibi fiiller gelir, İslam, bu ve buna benzer cinsi arzuları tahrik edici, kalpleri şehevi heyecanlarla karartıcı davranışları yasaklamış ve haram kılmıştır.
Çıplaklık maskarası, ırzların korunmasını heder eden, zina fiiline götüren yegâne âmildir. Çünkü çıplaklık, yaratılış düzenine ve dinimizin düsturlarına göre açık bir hayasızlıktır. Çıplaklık hayvanlara veya hayvanlaşmış insanlara has bir aşağılıktır. Mü'min buna asla cesaret edemez. Zira Yüce Allah şöyle buyuruyor:
“Ey Rasûl, eşlerine, kızlarına ve müminlerin kadınlarına söyle: (Toplum içine çıktıklarında, yabancı erkeklerle muhatap olduklarında), vücutlarının baştan aşağı örtecek örtülerini üstlerine alsınlar. Onların inançlı ve iffetli olarak tanınmalarına ve (bakışla, dille, elle) incitilmemelerine en uygun olan tutum budur.”[194]
Ve siz mü'min kadınlar, ilk cahiliye kadınlarının açılıp saçılmaları gibi açılıp saçılarak kırıta kırıta yürümeyin. Namazı kılın, zekatı verin. Allah'ın ve Rasûlü'nün diğer bütün emirlerine ve yasaklarına da itaat edin.
Rasûlüllah (s.a.s.) de şöyle buyurur:
“Allah'a ve ahiret gününe inanan hiç bir kadın yüz ve bileklere kadar eller müstesna, yabancı erkeklere vücudunun hiç bir yerini gösteremez.”[195]
Yine bir defasında baldızı Esma üzerinde teninin rengini gösteren ince bir elbise gördüğünde Rasûlüllah (s.a.s.) ondan yüz çevirerek şöyle demiştir:
“Ey Esma, kadın erginlik çağına geldikten sonra onun yüz ve ellerinden başka bir yerinin görülmesi haramdır.”[196]
Ayeti kerime ve hadisi şerifte, fuhşiyata sebebiyet veren her türlü açıklık kesinlikle yasaklanmıştır. Mü'min kadınlar ve mü'min erkekler bu emri çiğneyip, tabii güzelliklerini açığa vuramazlar. Çünkü bu durum kokuşmuş cahiliye geleneğinden başka bir şey değildir.
Mü'minler ırzlarını korurlarken, gözlerini de haramdan sakınmaları gerekir. Zira arzulu, bakışma zinaya ve fuhşiyata sebebiyet veren bir haldir. Kur'ân-ı Kerîm bu hususu şöyle açıklıyor:
“Ey Rasûlüm, mü'min erkeklere söyle, gözlerini haramdan beri alsınlar ve ırzlarını zinadan korusunlar. Bu, kendileri için daha temizdir. Muhakkak ki Allah, onların bu yaktıklarından haberdardır.
“Mü'min kadınlara da söyle, gözlerini haramdan sakındırsınlar, ırzlarını korusunlar. Zinetlerini açıp göstermesinler. Ancak bunlardan zaruri olan (yüz, eller ve ayak) müstesnadır. Baş örtülerini yakalarının üzerine koysunlar...” [197]
Bu ayeti kerimelerde nikahlarına düşebilecek erkek ve kadınların birbirlerinin uzuvlarına bakmaları yasaklanmaktadır. Dinimizin bu emri sadece kadın, veya sadece erkekler için değildir. Bilakis her iki sınıf için de durum aynıdır. Erkeklerin de kadınların da birbirlerine arzulu bakışlarla bakmaları haramdır. Zira Rasûlüllah (s.a.s.) sahabei kiramdan a'mâ olan Abdullah b. Mektubun çıkıp gelmesinde, zevcelerine hitaben şöyle buyurmuştur:
“Bu zattan korununuz.” Onlar da:
“Ya Rasûlüllah, bu zat amâ değil midir? O bizi görmez, tanımaz ki; ondan nasıl sakınalım,” Rasûlüllah (s.a.s.) mü'min kadınlara ölçü olan şu cevabı verdi:
“'Evet o a'mâdır, görmüyor. Ama siz de mi a'mâsmız? Siz de mi görmüyorsunuz? Gözlerinizi koruyunuz” dedi.[198]
Kur'an ve Sünnet'in yasalarında açıkça görülmektedir ki, kadınların da erkeklerin de birbirlerine arzuyla, şehvetle bakmaları yasaktır. Kadınların vücut organlarını belirtici giysileri nasıl erkeklerin cinsi duygularını kamçılıyorsa, erkeklerin vücut organlarını belirtici giysileri de kadınların cinsi duygularını tahrik eder. Her iki durumda da mü'minler uyanık olmalıdırlar. Irzlarını korumak için, namuslarını zedeleyen, cinsi arzularını azgınlaştıran, hayat duygularını yaralayan sinema ve televizyon filmleri, tiyatro temsilleri, şehvet saçan resimli ve resimsiz romanlar, hikayeler, duvar takvimlerinden her türlü ticari mallara kadar yayılan müstehcen resimli reklam ilanları ve her gün binlerce tirajı olan ahlak dışı gazete ve mecmualara asla ilgi duyamazlar. Hatta bunları yok etmek veya İslâm'a uygun hale getirmek görevleridir.
Irzları koruma yollarından biri de yanında mahremi bulunmayıp, nikahına düşebilecek bir kadınla yalnız başına kalmamaktır. Zira Rasûlüllah (s.a.s.) bu konuda şöyle buyuruyor:
“Sizden biriniz, yanında mahremi bulunmayan nikahına düşebilecek bir kadınla yalnız kalmasın, (Zira) üçüncüleri şeytan olur.”
“Kocaları bulunmadığı zaman evlere girip de mahreminiz olmayan kadınlarla yalnız kalmayın. Çünkü şeytan kan damarlarınızda şehvet duyguları ile akar. Bu sebeple kadınlarla ancak mahremleri varken bir arada bulunun.” [199]
Birbirleriyle evlenebilecek bir kadınla bir erkeğin bir arada yanlız kalmaları (akraba fertleri için de durum aynıdır). Haramdır. Amca çocukları, dayı çocukları, kaynı veya kayın çocukları gibi akrabalar da bu konuda yabancı gibidirler. Zira Rasûlüllah, 'yanında mahremi olmayan kadınların yanına girip yalnız kalmayın', dediği zaman, bir sahabi şöyle sormuştur:
“Ya Rasûlallah, kocanın kardeşi (kaynı) ve bu koca kardeşinin çocukları ve amcaoğlu gibi akrabaya ne dersiniz? Rasûlüllah da şu cevabı vermiştir:
“Asıl felaket buradadır.”
Mü'minlerin ırzlarını koruma yollarından biri de kadın ve erkeğin birbirleriyle tokalaşmamalarıdır. Çünkü tokalaşma ırzların bozulmasına, şehevi duyguların galeyana gelmesine nedendir. Onun içindir ki Rasûlüllah (s.a.s.) :
“Ben kadınlarla tokalaşmam. Bir kadına söyleyeceğim, yüz kadına söyleyeceğim gibidir.”
Hz. Aişe validemizin rivayetine göre, Rasûlüllah (s.a.s.) biat almak için dahi hiç bir kadına elini vermemiştir. Onun için mü'minlik iddiasında bulunan herkesin ölçüsü budur. Bundan başka ölçü aramak isteyenlerin İslâmla, müminlikle hiç bir alâkaları yoktur. Fakat, günümüzde bir kısım insanlar haram olduğunu bildikleri halde yine de bu çirkefliği rahatlıkla yapmaktadırlar. Bazıları da kendilerine bir sıfat (şeyhlik, âlimlik, ruhbanlık... gibi) takarak bu isim altında bu çirkefliği yapmaktadırlar ki, bunların durumu daha korkunçtur. Allah mü'minleri böyle sapıklıklardan uzak kılsın.
Bu saydıklarımızdan, açıklık, arzulu bakışma, aşıkdaşlık, kadın-erkeğin yalnız başına kalmaları ve tokalaşmalarından başka, kadının tek başına sefere çıkması, süslenip püslenip caddelere çıkması da aynıdır. Kocasından başkalarına karşı koku sürmek gibi hareketler, ırzları sarsan, zinaya, ve fuhşiyata götüren başlıca amillerdir. Zira ırzların korunmadığı toplumlarda, zina yaygınlaşır, soylar bozulur, ırz ve nesil yönünden güvenler sarsılır, cemiyetteki irtibatlar zayıflar ve o cemiyet tümden yıkılır. Artık o cemiyette İslâm'dan söz edilemez.
Zina yoluyla şehevi arzular giderilirse, aile hayatı olan karı-kocalı hayat felce uğrar ve onlardan artık İslâm için nesil beklenemez. Böyle bir aile yuvası artık aile olmaktan çıkmıştır. Halbuki yeni yetişen neslin sağlam bir aile yuvasına ihtiyacı vardır. Çocuklar bu yuvada yeti sürümezlerse artık onlardan birşeyler beklemek zordur.
İnsanları fuhuşa ve zinaya sevkeden şehvet duygusu şiddetli bir duygudur. Onun için bu yola götürecek bütün yolları da yasaklamıştır İslâm. Hatta durumu iyi olanların hemen evlenmeleri, durumu iyi olmayanların da oruç tutmak suretiyle kendilerim korumaları lazımdır. Âynca, İslâm, evlenemeyen kişilere yardımda bulunarak onları sıcak bir aile hayatına kavuşturmayı emreder. Çünkü İslâm mü'minlerin dünya ve ahiret saadetini garanti altına almış her taraftan onları sigorta etmiştir. İslâm, önce bütün tedbirleri alır, ondan sonra da uymayanları şiddetle cezalandırır. Yani, önce insanların kapanmasını ister, ondan sonra da zinayı yasaklar. Beşerî sistemlerin yaptığı gibi yapmaz. Onlar herkesi açıklığa teşvik ederler, sonra da kendi anlayışlarına göre zina yapana arasıra ceza verirler. İnsanları doyurmazlar, iş vermezler, sonra da hırsızlık yapanı hapsederler. İşte bu yolların ayrılış noktalarıdır.
40 yıllık İlk İslâm toplumunda zina suçundan cezaya çarptırılmış insan pek nadirdir. Çünkü, bütün ön tedbirler zamanında alınmıştır. Şayet ön tedbirler alınmamış olsaydı (ki o İslâm toplumunda düşünülemez) belki bu rakam daha çok yükselebilirdi. Onun için cahili toplumlarda gerçekten ırzları korumak, zinanın her çeşitinden uzâk kâlmak, fuhşiyattan sakınmak mü'min için en ağır bir yüktür. Çünkü, şeytanın en kolay başardığı iş bundan başkası olamaz. Bu yolda şeytan mü'minlere rahatlıkla vesvese verebilir. Sanırım bundan daha zor bir imtihan olamaz bir mü'min için. Bu imtihanı başaran, bütün imtihanları rahatlıkla başarır. Çünkü yaşadığı toplum her şeylyle onu bu noktaya çekiyor. Allah mü'minler için bu imtihanı kolaylaştırsın ve buna benzer ağır yükler yüklemesin...
Zina fiilinin cezası hem bu dünyada hem de ahirette vardır. Hatta zina, insanı imandan bile uzaklaştırır. Zira Rasûlüllah (s.a.s.) :
“Allah'ın zatına ve kanunlarına ortak koşmak günahından sonra, Âllah katında zinadan daha büyük günah yoktur.” [200]
“(Zira) kişi mü'min olduğu halde zina yapamaz. (Çünkü) zina eden kişiden (zina fiili sırasında) imanı çıkar da başı üzerinde gölge gibi olur.” [201]
Bu mevzuyu şu ayetlerle kapatalım:
“Allah'tan başkasını ilâh edinerek ona yalvaran, haksız yere cana kıyan ve bir de zina edenler yok mu? Bunlar günahlarının cezasını bulur. Kıyamet günü bu kimseler için azab kat kat artırılır. Ve azabın içinde hor aşağılanmış olarak kalırlar.” [202]
“Sakın zinaya yaklaşmayın. Zira o, açık bir kötülüktür.” [203]
Mü'minûn sûresinde mü'minlerin vasıflarından bahsederken “Onlar emanetlerine ve sözlerine riayet ederler” diye buyrulmaktadır.
Mü'minler fert halinde de olsalar, cemiyet halinde de olsalar verdikleri sözlere riayet ederler, emanetlere de hiyanet etmezler. Mü'minlerin omuzlarında pek çok emanet vardır. Mü'min olan insanlar her ne suretle olursa olsun emanetlerini yerine getirirler. Çünkü doğru olmak insanların fıtratındandir. Onun için mü'minler fıtratlarının doğru yoldan sapmasına müsade etmezler. Mü'minin fıtratı, kainatın yaratıcısının varlığına ve birliğine şahadet eden emanetlere hiyanet etmez. Geriye kalan emanetler ise, bu büyük emanetin ardından ve ona bağlı olarak gelişir.
Bütün insanların Allah'a vermiş oldukları bir söz ve ahit vardır. Bu da bütün insanların Allah'ı tanımaları, O'na kulluk etmeleridir. Yüce Allah, insanların fıtratına kendi varlığını ve birliğini ilkaa etmiştir. İnsanların bozduğu her ahdin şahidi yüce Allah'tır. Bunun için mü'min ahde vefa gösterirken Allah'tan korkar ve sakınır.
Mü'minler umumî mânâda emanetlerden ve verdiği sözlerden sorumludurlar. Ayeti kerime nassın hududunu geniş tutarak kısaca her emaneti ye her ahdî içine alacak tarzda hüküm bildiriyor. Bu nitelikler her zaman ve her yerde mü'minlerin nitelikleridir. Müslümanlar bu niteliklere riayet etmedikleri takdirde İslâm cemaati doğru istikameti bulamaz. Böyle bir İslâm cemaatinde, ortak hayat için konulacak temel kaidelere herkesin bağlanması, güvenmesi ve dayanabilmesi için ahde vefa ve emanete riayet prensibi zaruridir. Bu prensibi mü'minlerin örneği Rasûlüllah (s.a.s.)'in hayatında açıkça görmekteyiz. O'na müşrikler bile güvenmiş, emanetlerini zaman zaman ona teslim etmişlerdir. Bir yandan düşmanlık öbür yandan o'na güvenmek gerçekten düşündürücü bir haldir. İşte, kısa bir süre içerisinde İslâm'ın dünyaya hakim olmasında Rasûlüllah'ın bu prensibinin büyük katkısı olmuştur.
Yüce Allah (c.c.) Ali İmrân sûresinde ahidlerle ilgili şöyle buyuruyor:
“Hayır. Kim ahdini yerine getirir ve sakınırsa şüphe yok ki Allah sakınanları sever.” [204]
“Allah'ın ahdini ve kendi yeminlerini az bir pahaya değiştirenlerin; işte onların ahirette hiç bir nasibi yoktur. Allah kıyamet günü onlarla konuşmaz, onlara bakmaz, onları temize çıkarmaz ve onlar için elim bir azap vardır.” [205]
Ahde vefa ve emanete riyate Allah korkusuyla yakından alâkalıdır. Bunun için sosyal muamelelerde dost ile düşman arasında herhangi bir ayrım yapılamaz. Her ikisi için de durum aynıdır. Ahde vefa bir menfaat karşılığında değiştirilecek bir husus değildir. Çünkü verilen söz Allah adına verilmiştir. Buradaki mesele Allah'a karşı verilen ahde vefa meselesidir. Onun için de karşıdaki insanlar değil, Allah'ın emri gözetilir.
Onun için de karşıdaki insanlar değil, Allah'ın emri gözetilir.
Ahde vefa bir ahlak kaidesidir. Bu kaideye uyan, Allah'a verdiği ahde riayet eden, bu şuura varan kimseyi Allah Teâlâ sever ve ikramına nail eder. Fakat Allah'ın ahdini ve verdiği yeminleri az bir pahaya değiştiren bir kimsenin ahirette hiçbir nasibi yoktur. Allah'ın indinde 'hiçbir değere sahip değildir. İnsanlar arasında da kimse ona değer vermez ve onu tezkiye edip temize çıkaracak kimse de olamaz. Çok elim bir azaptan başka bir şey beklemez onları.
Ahde vefa diğer hususlardaki ahlaki kaide şudur ki; önce bütün muamelelerde mesuliyet Allah'a karşı olmalıdır. Öyle ise, Allah'ın gazabını icap ettiren hareketlerden sakınıp, rızasına nail olmaya çalışmak lâzımdır. Bu konuda menfaat duygusu hiçbir zaman amil olamaz ve bu prensibi asla değiştiremez. Cemiyetler topyekün sapıtsa, hak yolundan inhiraf etse bile mü'min için değişen hiçbir şey olmaz. Bu kaide yine olduğu gibi kalır. Zira bu, Allah tarafından vaz edilmiştir. Rasûlüllah (s.a.s.) müşrik bir toplumda bile bu kaideye uymuştur. Bu kaide Allah'ın rızasını mucib, takvasını kazanacak bir ahlak kaidesidir.
Fakat Allah'ın ahdini bozanlar, emanetlere hıyanet edenler, “Allah'ın ahdini ve kendi yeminlerini az bir pahaya değiştirmiş” oluyorlar. İctimai muamelelerdeki münasebetler kendileri ile insanlar arasında olmadan önce Allah ile kendi aralarındadır. O takdirde dünya hayatında ahde riayet etmeyen kişinin ahirette nasibi yoktur. Şayet verdikleri ahidleri hiçbir değer ifade etmeyen az bir paha mukabilinde değişip bozarlarsa bu taktirde Allah'ın huzurunda hiç bir pây isteyemezler. Allah'a verdikleri ahidleri bozmalarının cezası olarak ahirette hiçbir nasipleri yoktur onların...
Asıl gerçek şudur ki, bütün adem oğullarının Allah'a verdikleri bir sözü vardır. Allah ile yaptıkları bir akidleri vardır. Bu antlaşma gereğince Adem'in bütün zürriyetinin, Allaha' inanmak, O'nun yüce uluhiyyeti için gerekli kulluk vecîbelerini bilmek ve yerine getirmek mecburiyeti yardır. Allah'a iman akdi, O'nun uluhiyet ve rububiyetini itiraf etmek, bu itirafın kâmil bir kulluğu gerektiren vecibelerini bilmek, mutlak bir itaat, derin bir teslimiyet ve şümullü bir kabullenmedir. İşte Allah Teâlâ bu akdi önce Hazreti Adem'e yüklemiştir. Allah Teâlâ yeryüzünün hilafet anahtarını önce Hz. Adem'e teslim etmiştir. Bu hilafet, ancak Allah'a teslimiyet ile O'na tabi olmaya bağlı bir hilafettir. Bunun tersi ise hilafet akdine muhalefettir. Yüce Allah Hz. Adem'in zürriyeti ile yaptığı akidi A'râf sûresinin 172. ayetinde şöyle zikrediyor:
“Hani rabbin adem oğullarının sırtlarından zürriyetlerini çıkararak onları biribirine şahit tutmuş ve 'Ben sizin Rabbiniz değil miyim?' demişti. Onlar da 'evet şahadet ettik' demişlerdi. Bu da onların kıyamet günü, 'bizim ikrardan haberimiz yoktur' yahut 'bizden önce annelerimiz, babalarımız Allah'a şirk koşmuşlar, biz ise onlardan sonra gelen zürriyetiz (onların izinden gittik), o halde bizi batıl işleyen ve haksızlık edenler uğruna helak mı edeceksin? dememeleri içindir.”
Yüce Allah bu ahdi bütün fertlerle ayrı ayrı yapmıştır. Babalarının sulblerinde oldukları halde bütün adem oğullarından akit aldığını, bizzat Allah Teâlâ söylemiştir. Artık “nasıl olur” diye bir soru soramayız. Çünkü biz bilemeyiz, ancak Allah bilir. Allah yarattığını elbette daha iyi bilir.
Rasûlüllah (s.a.s.)'e iman edenler aynı zamanda da Allah ile de akitleşmişlerdir. Zor günlerde, kolay günlerde, onu dinleyip itaat edeceğimize, O'nu daima kendimize tercih edeceğimize ve O'na ait meselelerde asla münakaşa etmeyeceğimize dair umûmi bir akidleşme ile akidleşmişlerdir. Bununla beraber bazı müslümanlar Rasûlüllah ile hususi akitler de yapmışlardır. Meselâ Rasülüllah'ın Mekke'den Medine'ye hicret hadisesini tertip ettiği ikinci akabe biatında ensarın ileri gelenleri ile yapılan akid... Hüdeybiye'den sonra “biatur-Rıdvân” diye yâd olunan ağaç altındaki akid gibi...
Bütün akidler, Allah'a imait ve sadece Allah için kulluk akdine dayanır. Bu akidler ister ilahî şerîatın her 'emrini ve her yasağını hususîleştiren meseleler olsun, ister şu kainatta Allah'ın tayin ettiği şeriat dahilinde insanlarla her türlü münasebete müteallik hususlar olsun... Hepsi de, Allah'ın iman edenlerle yaptığı akillerdir. Ama bu akidler insanların onları yerine getirmeleri şartına bağlanmıştır. Çünkü iman sahibi olmak onlara bu şartı gerekli kılar. İman onları bu şartları yerine getirmeye teşvik eder. Bundan dolayıdır ki, Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Ey îman edenler akidleri yerine getirin, Allah ve insanlar arasındâ ve verdîğîniz söz ve yaptığınız anlaşmaları yerine getirin.” [206]
Rasûlüllah (s.a.s.) döneminde, Kur'ân'a ilk defa muhatab olan mü'minler kendi şahıslarında, hayatlarında, cemiyetlerinde ve etraflarındaki bütün insanlara karşı olan durumlarında akidlerine bağlı idiler. Onlar sadece “işittik ve itat ettik” diyorlardı..
Bugün de bu işin hakikatini anlayıp idrak eden her mü'min verdiği sözü ve yaptığı akdi yerine getirmelidir. Onun sözü de sadece “işittik ve itaat ettik” olmalıdır. Mü'min kısaca her halükârda bu vasıflara sahip olmalıdır.
İnsanlar arası muamelelerde güven unsurunun hakim olabilmesi için verilen ahde, vefa göstermek şarttır.
Bu güven kazanılmadan sıhhatli bir toplumun oluşması mümkün değildir. Onun için İslâm, ahde vefa prensibinde son derece titiz davranır ve bu hususta asla müsamaha göstermez. Zira ahde vefa, toplum hayatını birbirine bağlayan en kuvvetli bağ ve en kuvvetli unsurdur. Bir toplum ahde vefa prensibine riayet etmezse, o toplum kısa ömürlü olmaya mahkûmdur. Allah Teâlâ ahde vefayı emrederek şöyle buyurur:
“Ahitleştiğiniz zaman Allah'ın ahdini yerine getirin; pekiştirdiğiniz yeminlerinizi bozmayın. Çünkü Allah üzerinize kefil yapmışsınızdır. Muhakkak ki Allah yaptıklarınızı bilir.”
“İpliğini iyice eğirip katladıktan sonra söküp bozan kadın gibi olmayın. Bir ümmetin diğerinden daha fazla olmasından ötürü yeminlerinizi aldatma vasıtası yapıyorsunuz. Allah onunla sizi imtihan eder. Kıyamet günü ihtilaf ettiğiniz şeyleri elbette beyan edecektir.” [207]
Ayet-i Kerîme, ahdini bozan insanları budala kadınlar gibi gösteriyor. Bir kadın ki ipliğini iyice eğirip sardıktan sonra tekrar söküp dağıtmaktadır. Bu gerçekten çok yerinde bir teşbihtir. İnsanlar da şayet bir ahitleşme yaparlarsa bu kadının durumuna düşmesinler diye, uyarılmaktadır. Özellikle mü'minlefin şahsiyetli olmaları, budala kadınların derecelerine düşmemeleri için ikaz edilmektedir. Bununla beraber, sabırsızlıktan zayıflıktan ve iradesilzikten kurtulmaları için uyarılmaktadırlar.
Mü'minler, verilen sözlerin, yapılan andlaşmaların hile ve oyun vasıtası kılınmasına göz yumamaz. Bununla beraber, iyilik ve Allah korkusu dışında hiç bir muhadeye ve yardım andlaşmasına itibar edilemez. Mü'minler günah, isyan, kötülük esasları üzerine kâim olan muahedeleri ve yardım andlaşmalarını, kabul edemezler, insanların haklarını sömürüp, devletleri ve milletleri ezme gayretine binaen yapılacak andlaşmaları kabul edemezler, işte, İslâm devletinin yapısı bu esaslara göre kurulup inşa edilir. Bunun örneği, insanlığın kumandasının İslâm'ın elinde olduğu yıllarda, en güzel ferdî münasebetler en iyi devletler arası ilişkiler şeklinde yaşanmıştır. Bu düzenlemeyle hem ferd, hem toplum, hem de devlet emniyet ve güven esasları üzerine kâim olmuştu.
Kur'ân-ı Kerîm'in naslarına binaen mü'min, sudan sebeplerle ahde vefa prensibine aykırı harekette bulunamaz. Yapılan yeminleri hile ve aldatma vasıtası yapamaz. Basit menfaatler temin etmek için, şu fani âlemin küçük değerlerine sahib olmak için yalancı güven havasına giremez. Çünkü Kur'ân, ahitlerine vefa etmeyerek elde edecekleri basit menfaatlere mukabil Allah nezdindeki büyük menfaatlere dikkati çekiyor. Sonra dünya menfaatlerinin çabuk biteceklerini, Allah katında kilerinin ise, her zaman daim kalacağını hatırlatıyor.
“Allah'ın ahdini az bir pahaya satıp değiştirmeyin, eğer bilirseniz Allah katında olan sizin için daha hayırlıdır. Sizin yanınızdakiler tükenir; Allah'ın katında olanlar ise sonsuzdur. Sabredenlere mükafatlarını, yaptıklarının daha güzeli olarak ödeyeceğiz.” [208]
Her şeyden önce, yapılan yeminleri ve verilen sözleri yerine getirmemek ve hile vasıtası yapmak, vicdanın derinliklerinde yatan inançları sarsar, insanlar arası münasebetlerde inançlara olan bağlılık ve güven de yok olur. Aldatmak için Allah Teâlâ'yı şahid tutan kimse hiç bir zaman sıhhatli bir imana sahib olamaz. Allah'ın yanında bir değeri olmadığı gibi, insanlar arasında da böyle bilinirse artık hiç bir tarafta ona itibar edilemez.
İslâm tarihinde (40 yıllık ilk İslâm devleti) mü'minlerin verdikleri sözleri yerine getirmelerinin, kısa bir zaman içerisinde bir çok insanın İslâm'a girmesine büyük katkısı olmuştur. Müslümanlardaki sadakat ve doğruluk, inançlarındaki samimiyet ve ihlas, muamelelerindeki temizlik ve dürüstlük onların İslâm'a girmesini sağlamış tır. Mü'minler ahiretteki kazançlarını düşünerek ahidlerini yerine getirmek zorundadırlar. Bu ahidler, ister Allah ile kul arasında olsun, ister beşeri münasebetlerde olsun... hiç bir değişiklik arzetmez. Kısaca mü'minler, akitlerinde, ahidlerinde, andlaşmalarında ve diğer verdikleri sözlerde vefalıdırlar.
Mü'minûn sûresinde bahsedilen bu özellikler, mü'min bîr toplumun ve onun yaşadığı hayat tarzının hususiyetlerini belirtmek için kesin neticeleri bulunan ölçülerdir. Bu ölçüler ideal bir hayat, ideal bir cemaat için mutlaka gerekli olan özelliklerdir. Her zaman ve her yerde bu özelliklere sahib olan mü'minler Allah'ın vaadiyle Firdevs Cennetine varis olacaklardır. Onlar bu Cennet'te ebedi olarak kalacaklardır.
İşte Yüce Allah'ın mü'minlere bahşettiği huzurun, refahın ve kurtuluşun son noktası budur. Mü'min kimsenin de bundan başka bir isteği olamaz.
Yüce Allah Müminun sûresinde sadece mü'minlerin bir kısım özelliklerinden bahsetmiştir. Mü'minlerin bütün özelliklerini tahlil edebilmemiz için diğer ayetlere de bakmamız gerekmektedir. Ki mü'minleri bütün yönleriyle tanıtmış ve kimliğini tesbit etmiş olalım. [209]
Yüce Allah, İsrâ sûresinde de mü'minlerin görevlerini şöyle zikrediyor:
“Allah ile birlikte başka bir ilah edinme! Sonra kınanmış ve kendi başına bırakılmış olursun. Rabbin yalnız kendisine tapmanızı ve ana-babaya iyilik etmeyi irade buyurdu. Eğer ikisinden biri veya her ikisi, senin yanında iken ihtiyarlayacak olursa, onlara karşı 'of bile deme, onları azarlama. İkisine de hep tatlı söz söyle. Onlara acıyarak alçak gönüllülük kanatlarını ger ve 'Rabbim, küçükken beni nasıl yetiştirdilerse sen de onlara merhamet et', de.” [210]
Bu ayetlerde Allah Teâlâ kendisine şirk koşulmasını yasaklayıp, sadece kendisine ibadet etmemizi emretmektedir. Allah'a şirk koşmamak veya sadece O'na ibadet etmek, beraberinde bir takım yükümlülükler getirmektedir. Bu yükümlülükler yerine getirilmeden, sadece Allah'a ibadet etmek mümkün olamaz, boş bir sözden ibaret kalır ki bu da hiç bîr anlam ifade etmez. Bunun içindir ki, Yüce Allah, 'Allah ile birlikte başka bir ilah edinme!' derken hemen arkasından ve buna bağlı olarak mü'minin yapacağı görevleri zikretmektedir. Bu görevleri de 'Allah ile birlikte başka bir ilah edinme' prensibine bağlıyor, sonunda. Mü'minin bu görevleri şöyle sıralanıyor:
“Anaya-babaya yilik etmek, akrabaya, yolcuya ve düşküne hakkını vermek, israfa ve cimriliğe düşmemek geçim endişesiyle çocukları katletmemek, zina yapmamak, herhangi bir kimseyi haksız yere öldürmemek, yetimlerin malını muhafaza etmek, ahdi yerine getirmek, ölçü ve tartıyı doğru yapmak, hakikati araştırmadan gaybî hüküm vermemek, kibirlenip böbürlenmemek... Evet bütün bunları. Yüce Allah Tevhid akîdesiyle beraber zikrediyor ve sonunda da tevhidle bitiriyor bu görevleri. Kim Allah ile beraber bir ilah edinirse, sonra yerinmiş, Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılmış olarak cehenneme atılır. Artık orada hiç bir yardımcı bulamaz. Evet, Allah'ın yardımı kesildikten sonra kimdir ona yardım edecek?..” [211]
Bu sûrede dikkatimizi çeken hususlardan biri; Allah Teâlâ insanları şirkten uzaklaştırıp, sağlam bir akideye bağladıktan sonra, aile hayatından başlıyor görevlerini sıralamaya, Çünkü, mü'minlerin içtimai hayatta en yakınları ana ve babasıdır. Bu hususta bir çok deliller mevcuttur. Öyle ise, Allah'a imandan sonra anaya, babaya iyilik etmek zorundadırlar. Anne ve baba gerçekten iyiliğe en yakın olan kimselerdir. Çünkü, onların çocuklarına verdiği emeği Allah'tan başka hiç bir varlık veremez. Bu zaten insanın fıtratındandır. Ana-baba her hususta yavrularına fedakârlık etmeye hazırdır. Hatta yeri geldiği zaman onlar için canını seve seve verebilirler. Ana-baba çocukları yetiştirip büyütmek için ne gerekirse onu hemen yaparlar. Kısaca, ana-baba bütün hayatını çocuklarına vakfeder. Fakat karşılığında sadece onlardan, kendilerine iyilikte bulunmalarını ve yaşlandığı zaman da kendilerine her türlü yardımda bulunmalarını ister.
Evlatlara gelince, bunların tabiatı da hemen onlan unutuvermektir. Birinin fıtratında kendini feda etme varken, öbürünün fıtratında da her iyiliği unutuvermek vardır. Artık onlar (çocuklar) büyüdükleri için başkalarına ihtiyaçları olmuyor pek. Onlar sadece kendilerini, kendi eşlerini, kendi çocuklarını düşünürler. Fakat mü'min kimseler, fıtratta olan bu duyguları frenleyerek, Allah'ın ayetlerine bağlanırlar. Anne ve babasından biri yardıma muhtaç olsun veya olmasın, onları terkedemez. Onlar ihtiyarlamasalar bile, onlara yardımda bulunur ve onlara 'of bile demez. Çünkü, mü'min Allah'a ve Allah'ın bütün emirlerine iman edip bağlanmış olan kimsedir. Onun için mü'min değil onlara 'of demek, onlara her zaman tatlı söz söyleyerek, iyiliklerde bulunur. Onlara daima acır ve alçak gönüllülük gösterir. Çünkü onlar artık daima bunlara muhtaçtırlar.
Yüce Allah, Lokman sûresinde de mü'mine ana ve babası hakkındaki görevlerini şöyle hatırlatıyor:
“Biz insana, ana-babasına (iyilik yapmasını) emrettik. Anası onu (karnında) meşekkat üstüne meşakkatle taşımıştır. Sütten kesilmesi de iki sene içerisindedir. Ve insana dedik ki, hem Bana hem de ana-babana şükret, dönüş ancak Banadır.”
“Bununla beraber, ana-baban bilmediğin bir şeyi Bana ortak koşman için seni zorlarlarsa, bu takdirde kendilerine itaat etme. Onlara dünyada iyi bir şekilde sahiblik et ve Bana yönelenin (mü'min kimsenin) yolunu tut. Sonra dönüp Bana geleceksiniz ve Ben size yaptıklarınızı haber vereceğim.”[212]
Yine bu hususta Ahkâf sûresinde de şöyle buyurulmaktadır:
Biz insana, ana-babasına iyilik yapmasını tavsiye ettik. Anası onu (karnında) zahmetle taşıdı rahmetle doğurdu. Onun taşınması ile sütten kesilmesi müddeti otuz aydır. Nihayet insan kemaline erdiği ve kırkyaşına geldiği zaman şöyle demiştir:
“Ey Rabbim, bana öyle ilham et ki, hem bana, hem de ana-babama ihsan buyurduğun nimetine şükredeyim ve razı olacağın salih bir amel işleyeyim. Zürriyetim hakkında da benim için salah hali nasib eyle. Çünkü ben, tevbe edip Sana döndüm ve ben gerçek müslümanlardanım”! [213]
“Biz insana, ana ve babasına iyili kyapmasını tavsiye ettik. Bununla beraber, hakkında bilgi sahibi olmadığın (ilah tanımadığın) bir şeyi bana ortak koşman için sana emrederlerse, (bu hususta) artık onlara itaat etme. Dönüşünüz ancak banadır. Ben de yaptığınızı (amellerinizin karşılığını) size haber vereceğim.” [214]
Yukarıda vermiş olduğumuz ayeti kerimelerde; anne ve babalarla çocuklar arasındaki münasebetler, ince bir düstur içerisinde anlatılmaktadır. Bu münasebetler şefkat ve incelik dolu alakalarla çevrilidir. Bu şefkat ve incelik dolu alakadandır ki, anne ve babalar, çocukları için vücutlarından, sinirlerinden, hayatlarından ve sahip oldukları her türlü pahalı ve değerli şeylerden hiç sıkılmaksızın, üzülmeksizin, şikayet etmeksizin bol bol verirler. Hatta verdikleri şeylerin farkında bile olmazlar. Harcama yaparken sevinç ve neşe içerisinde sanki kendi canları için harcarlar. Aslında fıtrat tek başına anne ve babaların çocuklarına bakmalarını tekeffül eden bir teminattır. Bunun için ayrı tavsiyelere gerek yoktur.
Çocuklara gelince, onlar, kendileri uğruna sonsuz zahmetlere katlanmış tarifi mümkün olmayan fedakârlıklarda bulunmuş anne ve babalarına ömürlerini dahi verseler haklarını karşılayamazlar. Fakat bu ikisinden, anne daha layıktır hizmete.. Çünkü yükün en ağırı annededir. Bu yüzden o, daha çok şefkatle dolu, daha derin duygularla, daha nice hislerle doludur. Zira Raslullah (s.a.s.) “ben kime iyilik edeyim?” diye soran sahabiye.(a.s.) şu cevabı vermiştir:
“Annene.” Sahabe üç defa sorusunu tekrar etti, her üç defasında da “annene” diye cevap aldı. Ancak dördüncü defada, “babana” diye buyurmuştur.
Fakat şunu belirtelim ki, ana-babaya yapılan iyilik ve itaat bir noktaya kadardır. O noktadan sonra artık itaat yoktur. 'Şayet onlar seni körü körüne bana şirk koşman için zorlarlarsa onlara itaat etme'. İşte itaat buraya kadar vardır, bundan sonra artık itaat yoktur. Çünkü akide bağı bütün bağların üstündedir, Anne ve baba ne kadar çaba sarfederlerse etsinler, çocuklarını şirke sevketmek için ne kadar çalışırlarsa çalışsınlar, onlar Allah'tan başkasına itaat edemezler.
Fakat, itikadı konudaki ihtilaf; anne ve babaya bu durumda itaat etmeme emri, onlarla iyi geçinmeyi, onlara saygı göstermeyi engellemez. 'Ve dünya işlerinde onlarla iyi geçin' ve 'Bana dönenlerin yoluna insanın en yakını elbette anne ve babasıdır. Üstünlük ve şefkat bakımından onların ayrı bir yeri vardır. Ve onlara kesin olarak uymak lâzımdır. Bu, sevginin gereği, saygının icabıdır. Ama Allah'ın hakkı söz konusu olduğu zaman onlara itaat mevzu bahis olamaz.
Allah'ın emri en başta gelen emirdir. Ve Allah'a bağlılık ilk bağ ve en kuvvetli halkadır. Eğer anne ve baba Allah'a şirk koşuyorlarsa onları korumak ve kendilerine iyi davranmak gerekir, ama emirlerini dinleyip isteklerini yerine getirmek gerekmez. Çünkü bu hayat geçicidir, dönüş ancak Allah'a aittir.
Allah'a bağlananlar bir tek cemaattir. Aralarındaki et, kan, akrabalık, soy ve evlilik bağı ortadan kaldırılarak, yerine iman bağı yerleştirilmiştir. Çünkü bu bağlar asıl değil, arızi bağlardır. Dünya hayatının son bulmasıyla onlar da yıkılır gider.
Tirmizi'nin rivayetine göre, Sa'd b. Ebî Vakkas annesine karşı çok iyi davranırdı; bir gün annesi ona dedi ki;
“Bu senin bağlandığın din de ne? Allah'a and içerim ki, eski dinimize dönmezsen, yemem ve içmem. Yahut acımdan ve susuzluğumdan ölür giderim. Ebedîyyen sana utanç vesilesi olurum. Herkes seni gördüğünde annesinin katili der. Kadın bir süre -bir gece bir gündüz- ne yemek yemiş, ne de su içmiş. Bunun üzerine Sa'd: Anneciğim, eğer senin yüz tane ruhun olsa ve her biri teker teker çıksa ben dinimden yine vazgeçmem. İster ye, ister yeme. Kadın, oğlunun vaz geçmeyeceğini anlayınca yemeğine vesuyuna devam etmiştir.”
İşte böylece iman, akrabalığı ve yakınlığı altetmiştir. Ama onlara iyi davranmak bir hüküm olarak kalmıştır. Şüphesiz ki her mü'min her yerde bu gibi imtihan ve fitnelere maruz kalabilir. İşte o zaman Allah'ın emri ve Sa'd b. Ebi Vakkas (r.a.)'ın hareketi mü'minlerin sancağı olur.
Rasûlüllah (s.a.s) anaya ve babaya karşı gösterilmesi gereken saygının ve yapılması gerekli olan yardımın ölçüsünü öğrenmek isteyen bir mü'mine de bu mukaddes görevin sürekli ve sınırsız olduğunu açıklamak için şöyle buyurmuşlardır:
“Anan ve baban senin cennetin ve cehennemindir.” [215]
Yani onlara itaat etmen ve ikramda bulunman Cennet'e girmene, saygısızlık ve ilgisizlik göstermen de Cehennem'e düşmene sebeptir.
Başka bir hadisinde de şöyle buyurmaktadır:
“İyi bilin ki cehennem azabına sürükleyecek büyüt günahlar, Allah'a ortak, koşmak, adam öldürmek ve ana-aya isyan etmektir.” [216]
Allah Teâlâ ana-babaya iyilikten sonra “Akrabaya, yoksula ve yolda kalmışa hakkını ver. Bununla beraber (malını) büsbütün saçıp savurma. Çünkü israf yapanlar, şeytanların kardeşleridir, şeytan ise, Rabbine karşı çok nankördür,” emrini zikretmektedir.
Nisa sûresinde de bu ayete benzer bir ayette şöyle buyurulmaktadır:
“Allah'a ibadet edin ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayın. Sonra anaya ve babaya iyilik edin, Akrabaya da, öksüzlere de, yoksullara da, yakın komşuya da, yakın arkadaşa da, yolda kalmışa da, ellerinizdeki kölelere de... Allah kurumlu ve böbürleneni sevmez. Onlar ki hem kıskanır cimrilik ederler, hem de herkese cimrilik tavsiye ederler ve Allah'ın kendilerine fazlından verdiği şeyleri saklarlar. Biz de böyle nimetleri gizleyen nankörlere hor ve rüsvay edici bir azap hazırladık.” [217]
Akrabalık müessesesini, yüce dinimiz kaynaştırıcı bir unsur olarak takdim etmiştir. Onun için de fazilet ve fedakârlık ölçüleri içerisinde yaşatılmasını ısrarla emir buyurmuştur. Yakın akrabaları dışındaki hısımlarımızın her bir ferdine mü'min olduğu sürece kalbî bir sevgi beslemek, münasebet kurmak, alakayı devam ettirmek bir mü'minin mukaddes görevidir. Onları hakka çağırıp batıldan sakındırmak, gerekli maddi ve manevi yardımı yapmak yine mü'minlerin görevlerindendir.
Ayeti kerime, görüldüğü gibi, yapılan ibadeti sadece Allah'a tahsis etme emri ve ona herhangi bir şeyi ortak koşma yasağı ile başlamaktadır. Bu emir ve yasak aile müessesesinin tanzimi ile yakından alakalıdır.
Allah'ın dini, kalplerin dar kalıpları içine yerleştirilen, vicdanlara hapsedilen kuru bir inançtan ibaret olmadığını mü'min kimseler rahatlıkla bilmelidirler. Ve yine bilmelidirler ki, Allah'ın dini mücerred duygular ve ibadetler silsilesi olmadığı gibi, akide ile olan alakasını koparmış, sadece dünyevi meselelerin tanzimi ile uğraşan bir sistem değildir. Ancak Allah'ın dini bütün hayata şamil bir nizamdır. Hayatın her cephesini içine alan, hayati olaylar arasındaki rabıtayı temin eden ve bütün yaşayışı en köklü ve en sağlam asla rapteden bir esastır. Hayatı tanzim eden esasları sadece ondan alan, O'nun dışında hiç kimseye boyun eğmeyen, ilah olarak sadece O'nu tanıyan, insan hayatı için lüzumlu olan her şeyin kaynağı olarak sadece onu kabul eden bir esastır.
Yüce Allah, aile müessesesinin fertlerine güzel muamele edilmesini emreden, cimriliği, övünmeyi, kendini beğenmeyi, insanlara cimriliği emretmeyi ve ister maldan, ister ilimden, ister dinden olsun Allah'ın keremini gizlemeyi yasaklayan, şeytana itibardan sakındıran, ahiret azabına ve oradaki rezillik ve rüsvaylığı resmeden ifadeleri Tevhid esasına raptediyor. Onun içindir ki, serdedilen ahkâmın herbiri, eşsiz bîr tenasüpla birbirine bağlıdır. Onun herhangi bir parçasını diğerinden ayırmak mümkün değildir. Yapılacak tüm çalışmalar esas kaynağa dönmedikçe neticesiz kalmaya mahkûmdur. Bir kısmıyla amel etmek, diğer bir kısmını tefle etmek “mü'min veya müslüman' isminin tahakkuku için yeterli değildir.
İnsanların birbirleriyle olan alakalan ve alem şümul nizamıyla olan alakalan hep tevhid inancına dayanır. Zira Rasûlüllah (s.a.s.)
“Allah'a ve ahiret gününe iman eden kimse, akraba arasında iyi muameleyi devam ettirsin.”[218]
Görüldüğü gibi, inanan kimseler akrabalık münasebetlerini en iyi şekilde devam ettirmelidirler. Onu hiçbir zaman ihmal edemezler. Akrabalık münasebetlerinde birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye etmeleri, iyiye ve doğruya çağırmaları, vahyin, ilmin ve olgun aklın çirkin gördüklerinden sakındırmaları vazifeleridir. İnsanlar Allah'ın dinine davet edilirken de yine en yakın akrabalardan başlamak İslâm'ın emridir. Zira Yüce Allah Rasûlü'ne hitaben şöyle buyurmaktadır:
“Önce en yakın soydaşları Allah'ın dinine davet ederek kendilerine öğüt ver ve cehennem- azabı ile korkut. Sana tabi olan mü'minlere kanadını indir.” [219]
İslâm nizamının uygulayıcısı Rasûlüllah (s.a.s.) de kendisine bu ayet vahyedildiğinde en yakın olan eşinden tebliğe başlamıştır. Biz mü'minler de insanları hakka davet etmek ve batıldan uzaklaştırmak için Rasûlüllah'ın metodunu takip etmek zorundayız. Bu davete en yakınımızdan başlamak suretiyle çemberi genişletmeliyiz. Fakat bütün bunlardan önce de kendimizi buna hazırlamalıyız. Her yönümüzle onlara örnek olabilelim ki muvaffak olalım.
Mü'minlerin akrabalarına karşı olan görevlerinden biri de onlarla yardımlaşmak ve onları ziyaret etmektir. Zekât ve sadakalar verilirken en yakın akrabalardan başlamak lâzımdır. Adamın biri Rasûlüllah (s.a.v.)'e gelerek şöyle dedi:
Ya Rasûlallah, benim akrabam var, onları ziyaret ediyorum. Onlar ise benimle münasebeti kesiyorlar. Onlara iyilik ediyorum, onlar bana fenalık ediyorlar.
Rasûlüllah, bu zatın tutumunu tasvip ederek şöyle buyurmuştur:
“Bu hale devam ettiğin müddetçe Allah'ın lütfü, yardımı seninle beraberdir.”
İslâm dininin toplumsal nizamı bir yönüyle akrabalık bağlarına dayanır. Çünkü İslâmî dayanışma önce aile muhitinden başlıyor. Buradan da cemiyete yayılıyor. Bu bağlar ebeveyn ile başlar, sıra ile yakın akraba, uzak akraba, yetimler, miskinler yakın komşu uzak komşu, yolda kalmışlar ve köleler gelir, İslâm bütün bunlara yardımda bulunulmasını emrediyor. Allah Teâlâ bu emirden sonra da mü'minleri övünmekten, cimrilikten, Allah'ın nimetini gizlemekten, infak ederken riyakârlık yapmaktan ikaz ederek sakındırıyor.
Yüce Allah, akrabalarla ilgili olarak mü'minleri şöyle uyarıyor:
“Âkrabaya, düşküne, yolcuya hakkını ver, elindekileri saçıp savurma. Saçıp savuranlar, şeytanların arkadaşı olurlar. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür. Rabbinden umduğun rahmeti elde etmek isterken onlardan yüz çevirmek zorunda kalırsan, onlara hiç değilse tatlı bir söz söyle.” [220]
İslâm, mü'minlerin üzerinde, akrabaların, düşkünlerin ve yolcuların hakları bulunduğunu haber vererek, bu hakları, Allah Teâlâ kendisine yapılan ibadetler ve vahdaniyetle birlikte zikretmektedir. Bu hak mü'minlere bir borçtur; hiç bir zaman ikram mânâsında olan bir hak değildir. Her mü'min bu inançta ve idrakta olmalıdır.
Fakat şunu belirtelim ki müşrik ve cahili bir toplumda yardımlaşma değişik bir durum arzeder. Böyle bir toplumda, mü'minler, kendileri gibi mü'min olmayan akrabalarla her türlü yardımlaşmada bulunamaz. Kendi mü'min kardeşi varken bir müşrik akrabasını kollayamaz. Ancak, müşrik akrabasına sadece bazı hallerde iyi davranmaya çalışır ki, onu inancına getirebilsin. Bunun ötesinde aralarında pek maddi yardımlaşmalar olamaz. Mü'minler, sayılan insanlara yardımlarda bulunurlarken, israfa düşmemeleri için Allah Teâlâ tarafından uyarılmaktadır. İsraf, bir şeyi yerli yerinde harcamamaktır. Lüzumsuz ve yersiz verilen "her şey israftır. Fakat luzumlu olan yerlere malın tamamı da harcansa israf olamaz. Bunun için mü'min bir diğer mü'min kardeşine yardımda bulunurken, bu yardımın azlığına ve çokluğuna bakmayıp, sadece verilen yardımın ihtiyaç olan yere verilip verilmediğine dikkat eder. Mü'min bunun dışında başka bir alternatife baş vurmaz. Ona düşen sadece gerekli yerlere harcama yapabilmektir. Bunun içindir ki, servetini sapık yollarda günah uğrunda sarfeden kimseleri Yüce Allah, şeytanın kardeşleri olarak isimlendiriyor. Halbuki şeytan Rabbine karşı çok nankördür. O hep cimriliği ve israfı tavsiye eder. Fakat, mü'min ona değil, Allah'a bağlanır. Şeytana ancak israfçılar ve cimriler tabi olur.
Mü'minler şayet akrabalarına yardım edecek durumda değilse, Allah'a yönelip, hem kendisine, hem de onlara hayırlı nimetler vermesini niyaz eder. Hiç olmazsa onları güzel ve tatlı sözle memnun eder. Onların acı durumlarına katıldığını onlara hissettirir.
İslam şeriatinde temel kaidelerden biri de, her hususta orta yolu tutmak ve ölçülü hareketlerde bulunmaktır. Onun için, mü'min ne israf yaparak malını dağıtabilir, ne de cimrilik yaparak malını stok yapabilir. Çünkü, Yüce Allah bu konuda şöyle buyuruyor;
“Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme. Büsbütün de saçıp savurma. Yoksa pişman olur açıkta kalırsın.” [221]
Mü'min kimseler, rızık korkusuyla cimrilik edemezler. Çünkü bu onların inancına ters düşer. Rızık, sadece Allah'a aittir. Rızkı genişletmek ve daraltmak kudretine sadece Allah sahiptir. Ancak mü'minlere düşen, sadece o rızka sebep olmak için çaba sarfetmektir. Allah, yine dilediği gibi insanları rızıklandırır. Zira ayeti kerimede: “Doğrusu senin Rabbin dilediği kimsenin rızkını genişletir ve bir ölçüye göre verir. O, kullarını gören ve haberdar olandır.” [222]
Mü'min fertler, kendi aralarında gerekli yardımlaşmayı yapmazlarsa, fakir mü'minler çok güç durumlara düşerler. Bir çok değerlerini kaybedebilirler. Çünkü fakirlik, iman ve ahlak değerlerim zedeleyen içtimai istikran sarsan, kamplaşmalara iten, insanlar arasında büyük uçurumlar açan bir haldir. Fakirlik problemi çözülmedikçe sıhhatli ve müreffeh bir cemiyet hayatından sözedilemez. Müreffeh bir cemiyetten söz ederken herkesin zengin olmasını kastetmiyoruz. Sadece dengeli bir hayatın olması sözkonusudur. Yani kimi kuş tüyü içerisinde yatarken, kimi soğan ve ekmekle karnını doyurmasın. Kimi haftalık elbise değiştirirken, kimi de yamalı ceketle dolaşmasın... Gaye, mü'minler arasında maddi uçurumlar olmasın.
Fakirlik, dini ve içtimaî hayat için oldukça tehlikelidir. Bazı insanların rahatlıkla imanlarını sarsabilecek bir afettir. Bilhassa aşırı zenginliğin bulunduğu bir toplumda bu uçurum ve bu tehlike daha da artmaktadır.
Rasûlüllah (s.a.s.) kendi arzularıyla sade bir hayat yaşamışlar, fakat maddi imkânsızlıkların doğurabileceği fakirlikten Allah'a sığınarak şöyle dua ve niyazda bulunmuşlardır:
“Allah'ım, açlıktan ..şana sığınırım, o insanı kuşatan ne kötü bir arkadaştır. Allah'ım, kâfirlikten ve fakirlikten sana sığınırım. Allah'ım, azlıktan, zilletten zulmetmek ve zulme uğramaktan sana sığınırım.”
Fakirlik ve yoksulluk, iman ve akide için tehlike olduğu gibi ahlaki hayat ve davranışlar için de aynı derecede tehlike teşkil eder. Rüşvet, hırsızlık ve fuhuş gibi gayri ahlaki fiiller mühim ölçüde iktisadi zaruretlere dayanmaktadır. Bilhassa çevresine karşı ilgisiz ve alakasız kalan, muhtaçlara yardım etmeyen zengin insanların bulunduğu cemiyetlerde, rüşvet had safhasına ulaşır ve fakirliğin de hased, kıskançlık, nefret gibi gayri ahlaki hastalıkları geliştirmesi her zaman beklenebilir.
İslâm'da infak, gerçekten önemli bir yer işgal eder. Mü'min kimseler mutlaka bu inanç ve bu şuurda olup, bütün imkânlarını seferber edip yardımlaşmalıdırlar. Hele cahili toplumlarda parmak ile sayılabilecek mü'minler bu yardımlaşmaya ne kadar da muhtaçtırlar. Şayet zengin mü'minler bu mücadeleyi vermezlerse, bir çok mü'min arzu ettiği aile yuvasına kavuşamaz, iffetini koruyamaz, şeref ve haysiyetini muhafaza edemez ve bunlarla birlikte bir çok kıymetli değerlerini de kaybedebilir. Evet, zengin mü'minler görevlerini terk ederlerse, bir çok mü'min gayrı meşru yerlerde çalışmaya zorlanabilir, sonra bu görevin ihmale uğratılmasmdan dolayı fakir mü'minler şer güçler tarafından doyurularak aldatılabilir ve neticede de imanlarını kaybedebilirler. Nitekim tarihte bunun örneği sayılmayacak kadar çoktur. O halde, zengin mü'minlere büyük mesuliyetler yüklenmektedir. Gerçekten zengin ile fakirin mesuliyeti çok farklıdır. Onlar her türlü lüks üretim ve tüketime son vererek, kendi aralarında küçük dahi olsa, mevcut mevduatlarıyla şirketleşme yoluna gitmelidirler. Bu şirketleşme" kanalıyla bir çok mü'mine iş ve meşguliyet sağlamış olurlar.
Mü'min kimseler, infakta bulunurlarken veya bu alanda bazı çalışmalar yaparken, kesinlikle gösterişten ve riyadan uzak kalmalıdırlar. Zira bu hususta Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Ey iman edenler, sadakalarınızı insanlara gösteriş için harcayan, Allah'a ve ahiret gününe inanmayan kimse gibi başa kakmak ve eziyet etmek suretiyle boşa çıkarmayın. Çünkü onun bu gösterişinin hali, üzerinde az bir toprak bulunan bir kayanın haline benzer ki ona şiddetli bir yağmur isabet edince, üzerindeki toprağı temizleyip kendisini katı bir taş halinde bırakır. Onlar (gösteriş için amel edenler) yaptıkları şeyden hiç bir sevap kazanamazlar. Allah kafirler topluluğuna hidayet etmez.” [223]
Gerçekten infak etmek ayrı şey, gösteriş için malını harcamak ayrı şeydir. Tarihte nice insanlar vardır ki, mü'min olduğunu iddia eder; fakat harcadığı malını ya gösteriş için harcar veya gayrı meşru yerlere harcar. İkisinde de Allah'ın rızası gözetilmediği için, boş yere harcanmıştır. Çünkü o insanların beklediği, insanların görüp takdir etmeleridir. Onların arzuları sadece budur. Onlar ancak isim ve şöhret peşindedirler. Onlar, îmanın bahşettiği huzur ve seadetten, habersizdir. Onlar kıtlıkları riyadan örülmüş bir kabukla kapatmak istemektedirler. Riya örtüsüne bürünmüş kaskatı kalpleri 'üzerinde toprak bulunan kaya' temsil eder. Yumuşaklıktan ve bitkiden eser bulunmayan bir taş parçası. Kıtlığını gizlemek için üzeri hafif bir toprak ile örtülmüştür, tıpkı iman nurundan kalplerin kıtlığını, riyanın örtüp kapatması gibi...
'Şiddetli bir yağmur isabet ettiğinde onu katı bir taş halinde bırakır. 'Kaskatı kaya apaçık meydana çıkar, ne bir bitki var üstünde, ne de bir meyveden eser. İnsanlara gösteriş için malını infak eden kalpler de aynen o kaya gibidir. Ne hayırlı bir semere verir ne de ahirette bir sevaba ulaşır.
Fakat sırf Allah'ın rızasını kazanmak için infak eden mü'minlerin hali de apayrıdır. Çünkü onlar gösterişten uzaktır. İnfak ettiği şeyi sadece Allah'ın rızasını gözeterek verirler, infak ettiği şey, imanından coşup gelmektedir. Kökleri ta vicdanın derinliklerine kadar inmektedir. Üzerinde bir avuç toprak bulunan kayaya mukabil, mü'minin kalbi de üzerinde toprak yığını bulunan yemyeşil bir bahçe gibidir. Üzerine bir avuç toprak serpilmiş kaya yerine, bir tepenin başına konmuş bir bahçe temsil ediliyor. Şiddetli bir yağmur geldiğinde beriki gibi alıp götürmüyor. Bilakis toprağı canlandırıyor ve verimli bir hale getirerek yemyeşil yapıyor.
Üzerine düşen sağnak yağmur, tıpkı sadakanın mü'minin gönlünü temizleyip arıtarak, Allah ile oları alakalarını geliştirmesi, malını da tertemiz kılıp, Allah Teâlâ'nın dilediği kadar artırması gibi toprağı canlandırıyor. Sadakanın, İslam cemiyetinin hayatını ıslah edip geliştirmesi gibi, o sağnak da toprağı geliştiriyor ve ihya ediyor. İşte ayeti kerime:
“Allah rızasını kazanmak ve kalplerindekini sağlamlaştırmak için mallarını infak edenlerin hali, bir tepedeki güzel bir bahçenin haline benzer. Kuvvetli bir sağnak düşünce yemişlerini iki kat verir. Bol yağmur yağmazsa bile bir çisenti bulunur ve Allah işlediklerinizi görür.” [224]
İşte mü'min kimselerin infak tablosu budur.
Yüce Allah, îsra sûresinde mü'minlerin yapmaması gereken hususları beyan ederken, rızk endişesiyle veya fakirlik korkusuyla çocuklarını öldürmemelerini kendilerine hatırlatarak şöyle buyuruyor:
“Çocuklarınızı fakirlik korkusuyla öldürmeyin, onlara da size de rızık veren biziz. Onları öldürmek şüphesiz ki büyük bir suçtur.” [225]
Akidedeki bozukluklar sadece ibadet sahasına has olmaz. Akidedeki bozukluklar toplumun yaşayış tarzında da derhal kendisini gösterir. Gerçek anlamda bir manca sahip olmayanlar, çocuklarını öldürdüğü gibi sonu gelmeyen cinayetleri de rahatlıkla işlerler. Fakat sağlam bir akideye sahip insanlar, hiç bir cinayet işlemedikleri gibi, Allah'ın üstün emirlerini de yerine getirirler. Böyle sağlam akideye sahip olan insanlar, cemiyetin yaşayışı üzerinde büyük bir etki yaparlar. Akideler sağlam olur olmaz, toplumun yaşayış tarzında da derhal düzelmeler görülür. Fertler de toplum da şuuru ve salim bir hayat yaşamaya başlar. Cahiliye döneminde, kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesiyle, İslâm'dan sonra durumun tamamen ortadan kalkmış olması bu mevzuda canlı bir örnektir. O halde insanlara İslâm'ı sunarken, Allah'ın haram ve helalinden ziyade onlara gerçek bir inanç, sağlam bir akide kazandırmak gerekir. İşte bu sağlam akideye sahip olan insanlar ancak Allah'ın emirlerine ve yasaklarına uyar. Sağlam bir akideye sahip olmayan insanlardan, Allah'ın emirlerine ve yasaklarına uymayı beklemek ahmaklıktır. Zira akide hayatın dışında yaşanan bir inanç değildir. Rasûlüllah (s.a.s.) peygamber olarak gönderilmeden önce arap müşrikleri damat edinmemek için kız çocuklarını diri diri toprağa gömüyorlardı. Çünkü o insanlar imandan, itikattan, Allah korkusundan yoksundular. Hatta Hz. Ömer (r.a.) dahi, iman nuruyla aydınlanmadan önce, böyle bir hadisede bulunmuş ve iman nuruna gark olduktan sonra bunu şöyle itiraf etmiştir: “Ben cahiliyeye ait yaptığım bir olayı hatırlarken gülerim, bir olayı da hatırlarken ağlarım. Güleceğim nokta şudur ki; biz helvadan putlar yapardık, kendilerinden şefaat beklerdik, fakat acıktığımız zaman da onları yerdik. Bu olayı hatırlarken kendimi gülmekten tutamıyorum. Bir de ağladığım olay vardır ki, o da kız çocuğumu vahşice diri diri toprağa gömmek için çukur kazdığımda, o zavallı, sakalıma sıçrayan toprakları temizlemek istiyordu. Ben onu öldürmek istiyordum, o ise beni temizlemek istiyordu... İşte bu olayı her hatırladığımda kendimi ağlamaktan tutamıyorum.”
İşte İslam inancından, İslâm akidesinden ve Allah korkusundan yoksun, insanların hali budur. Bunlardan başka şeyler beklenemez zaten. Bunlar cahili toplumların adet ve gelenekleridir. Bunları iman ve akideden başka hiç bir şey yok edemez. Bu adet ve gelenekleri silip yok eden ancak imandır, akidedir. Tıpkı Hz. Ömer'in sahip olduğu iman ve akide gibi...
Dünkü cahiliye döneminde olduğu gibi, bugünkü cahiliyye döneminde de aynı cinayetleri görmek mümkündür. O gün eğer çocuklarını diri diri toprağa gömüyor idiyseler, bugün de bunu rahatlıkla değişik şekilde yapabilmektedirler. Nitekim bugün ana rahminde canlanan bir bebek rahatlıkla, alınıp hastahane çöplüklerine atılabilmektir. Belki sadece bu cinayetin adını değiştirmişlerdir. Öncekine vahşice bir hareket, şimdikini de medenice (!) bir hareket... Bundan başka bir anlam verilmez. Bugün mü'min olduğunu iddia eden bir sürü insan bu cinayetten pek uzak kalmıyor. Rızk endişesiyle olsun, diğer sebeplerle olsun bu işe tevessül edenlerin haddi hesabı yoktur. Netice itibariyle, ister çocuk ana rahminden alınsın ister çocuk doğduktan sonra alınsın hiç bir fark foktur. Her iki durumda da cana kıymaktır, çocuğu öldürmektir, yapılan.
Mü'min Allah Teâlâ'nın bu emrine muhalefet ederek bu vahşi ve cahiliyeye ait olan harekete asla cür'et edemez. O bilmelidir ki “bir insanı öldüren bütün insanları öldürmüş, bir insanın kurtulmasına vesile olan da bütün insanları kurtarmış olur.” Yine mü'min bilmelidir ki rızk ancak Allah'tandır. Çocukların azlığı veya çokluğu rızk üzerinde herhangi bir etki yapmaz. Ailelerin azlığı veya kalabalık oluşları zenginlik ve fakirlik üzerinde bir tesir icra etmez. Belki böyle bir aile israfil ve lüks bir hayat yaşayamaz. Fakat, eğer sahabenin hayatı örnek alınırsa, o zaman her şey gün gibi açığa çıkar. Zira bugün de nice kalabalık aileler biliriz ki oldukça servet sahibi ve zengin kimselerdir. Çünkü böyle ailelerde çalışan fertlerin sayısı fazladır. Diğer taraftan sayıca çok az aileler de biliriz ki bir parça ekmeğe muhtaçtır, fakirlik içinde kıvranmaktadır. Bu akideye sahip olmak, böyle bir inanç taşımak gerçekten insanı tehlikeye düşürür. Zira her şey Allah'ın elindedir. Allah dilediğini fakir, dilediğini de zengin yapmaktadır. Bu iş ancak tembellik veya çalışkanlığa bağlanabilir. Çünkü sebeplere sarılmak imanı bir mevzudur.
Bu konuda Yüce Allah En'am suresinde de şöyle buyurmaktadır:
“De ki: Geliniz, size Rabbiniz neleri haram etmiştir, okuyayım: “Ona hiç bir şeyi ortak koşmayın, anaya babaya iyilik edin, fakirlik yüzünden çocuklarınızı öldürmeyin. Sizin de onların da rızkını biz veririz. 'Zina gibi kötülüklerin açığına da, gizlisine de yanaşmayın, Allah'ın muhterem kıldığı nefsi (canı) haksız yere öldürmeyin, işte bu yasaklara riayet etmeyi, Allah tavsiye etti, olur ki düşünür ye akıl erdirirsiniz.” [226]
Allah Teâlâ, bir emri belirtmeden önce, kendisine şirk koşmamayı belirtmektedir. Hem de Kur'ân'ın akışı içinde bütün emirlerin başlangıcı durumunda olan şirk koşmama emrinin mânâ hudutlarının belirtildiği noktalarda. İşte kişi basiret gözü ile kendisini ancak bu kaide yolu ile Allah'a bağlayabilir. Toplum her türlü münasebetlerinde ve insanlık hayatına hakim olan temel ölçülerinde bu değişmez miyar ile Allah'a ulaşabilir. Buna ulaşıldığı an artık hiç bir kötülüğe yer kalmaz. Çünkü o kimse Allah'a bağlanmış ve mü'min olmuştur. Artık mü'min olduktan sonra Allah'ın bu hükümlerini hiç bir şekilde kendi heva ve hevesine göre te'vil edemez. Rızk sebebi ile mü'min çocuğunu öldüremez. Zira Allahü Teâlâ hem kendilerine, hem de çocuklarına rızk vermede kefil olmuştur. Allah'ın kefil olduğu bir işe, artık şüpheyle bakmak açık bir sapıklıktır. Mü'min böyle sakat bir inanç taşıyamaz; müşriklerin oyununa da gelemez. O, her şeyiyle Allah'a bağlı olan kimsedir. Allah'ın kelamı dışında hiç bir söze kulak veremez. Bütün yeryüzü insanları Allah'ın dininden vazgeçse, mü'min vazgeçmez. O, ancak Allah'a bağlanır ve O'na teslim olur.
Allahü Teâlâ yukarda vermiş olduğumuz ayette olduğu gibi, daha bir çok ayette de önce insanları şirkden uzaklaştırır, sonra da zinadan ve daha sonra da adam öldürmeden meneder. Esas itibariyle bunların tümü öldürme suçuna denktir. En büyük suç olan şirk, fıtratı öldürmektir. Çünkü tevhid esasına dayanmayan bir fıtrat gerçek mânâda ölü bir fıtrattır. Zira fıtratta tevhid vardır. Bunu çiğnemek fıtratı öldürmektir.
İkinci olarak da zinanın, fuhuşun yaygın olduğu toplumlar da ölü toplumlardır. Netice itibariyle bir gün mutlaka yok olacaktır. Eski Roma, Pers ve Hint topluluklarının yok olup gitmeleri gibî 'bü gün de Batı veya Doğu medeniyetleri aynı durum ile karşı karşıyadırlar. Geçmişte İslâm hakim olur olmaz bu topluluklar nasıl yıkılmışlarsa, bugün de İslâm hakim olursa bu toplumlar da yıkılacaktır.” [227]
Daha önce de belirttiğimiz gibi açlık korkusu ile çocukları öldürmek yasaklanmıştı. Şimdi de ayeti kerime bütün canlıları öldürmeyi yasaklıyor ve açıkça ifade ediyor ki bir ferdi öldürmek bütün canlıları öldürmek gibidir:
“Şüphesiz ki kim bir canlıyı bir başka canlı ile kıyas yapmaksızın öldürürse veya yeryüzünde bozgunculuk yaparsa bütün insanlan öldürmüş gibidir. Kim de bir canlıyı diriltirse bütün insanlan diriltmiş gibidir.” [228]
Bu temel bir kaidedir. Çünkü cana tecavüz, hayat hakkına tecavüzdür. Allah Teâlâ bu temel kaide dolayısiyle cana kıymayı yasaklamıştır. Bu yasaklama İslâm toplumunda bir teminattır. Her kişinin rahat çalışması, hayatından emin olarak verimi artırması ve kimsenin hakkına tecavüz etmemesi garanti altına alınmıştır. Allah Teâlâ cana bedel olarak alınacak hakkı da açıkça beyan ederek, kişinin te'viline bırakmamıştır:
“Allah'ın öldürülmesini haram kıldığı hiç bir cana haksız olara kıymayın. Haksız yere öldürülenin velisine bir selahiyet vermiştir. Oda katil de israf edip aşırı gitmesin. Zira kendisi yardıma mazhar edilmiştir.” [229]
Mü'min kasden bir mü'mini öldüremez şayet öldürürse, kendisi de öldürülür.
Rasûlüllah (s.a.s.) Allah'tan başka ilah olmadığına, Muhammed'in de Allah'ın Rasûlü olduğuna tanıklık eden bir müslümanın canının kimseye helal olmadığını, ancak kasden adam öldürenin, evli iken zina edenin, dinden dönenin öldürülebileceğini söylemiştir. Ancak bu kimseleri de öldürme yetkisi herhangi bir ferdin değil, devleti temsilen imamın (başkanın) hakkıdır. Yani bir kişinin idamına (ölümüne) ancak Allah'ın mahkemesi karar verir ve bunu kişiler değil, ancak devlet uygular. Devlet başkanının onaylayacağı bir idam kararı kesinlik kazanır. Ancak şunu belirtelim ki bu söylenenler İslami toplumlar içindir.
Hata ile bir mü'mini öldüren kimse, bir köle azad eder ve sahibine de diyet öder. Bir mü'min hata ile bir kafiri öldürürse, bir köle azad etmesi gerekir. Ayrıca diyet ödemez. Şayet mü'minler ile kafirler arasında anlaşma varsa, hem köle azad edecek, hem de diyet ödeyecektir. Kefaret için köle yoksa iki ay üstüste oruç tutarak tevbe ve istiğfarda bulunacaktır.
Bu gerçekleri Allah Teâlâ Nisa sûresinde şöyle açıkmaktadır.
“Bir mü'min bir mü'mini öldüremez. Ancak yanlışlık1a bir mü'mini öldüren kimsenin, mü'min bir köle azad etmesi ve (ölenin) ailesine bir diyet ödemesi gerekir. Eğer (ölenin) ailesi bağışlar (diyetten vazgeçerlerse başka. (Öldürülen) mü'min, düşmanınız olan bir topluluktan ise, mü'min bir köle azad etmesi gerekir. Eğer sizinle kendileri arasında anlaşma bulunan bir topluluktan ise, ailesine verilecek bir diyet ile bir mü'min köle azad etmek gerekir. Bunları bulamayan kimsenin, Allah tarafından tevbesinin kabulü için iki ay ardarda oruç tutması gerekir. Allah bilendir hikmet sahibidir. “Her kim bir mü'mini kasden öldürürse, onun cezası, içinde ebedi olarak kalmak üzere cehennemdir. Allah ona gazab etmiş, lanet etmiş ve onun için büyük bir azab hazırlamıştır.”[230]
"Yüce Allah hata ile bir mü'mini öldürüp sonra tevbe edeni affeder. Fakat nefis savunması olmadan kasden bir mü'mini öldüren kimse, büyük bir cezaya çarptırılarak ebedi olarak Cehennem'de kalır. Çünkü adam öldürmek şirke yakın bir günahtır. Dolayısiyle Allah, onu şirkle beraber zikretmiştir:
“Ve o mü'minler ki Allah ile beraber başka ilaha yalvarmazlar. Allah'ın haram kıldığı canı haksız yere öldürmezler, zina da etmezler...” [231]
Rasûlüllah (s.a.s.)'de şöyle buyurmuştur:
“Kıyamet gününde insanlar arasında hükmü verilecek ilk dava, kan davalarıdır.” [232]
“Dünyanın yok oluşu, Allah'ın indinde müslüman bir adamın öldürülmesinden daha hafiftir.” [233]
“Her kim yarım sözlükle de olsa, bir mü'minin öldürmesine yardım ederse kıyamet gününde, iki gözünün arasına (Allah'ın rahmetinden umutsuzdur) yazısı yazılmış olarak gelir. (İbn Mace) yukarıda vermiş olduğumuz her kim bir mü'raini kasden öldürürse onun cezası içinde ebedi olarak kalmak üzere cehennemdir' ayeti üzerinde ihtilaf olmuştur. Kimilerine göre, kasden bir mü’mini öldüren kimse tevbe eder, iyi amel işlerse tevbesi kabul edilir. Allah onların kötülüklerini iyilikle değiştirir. Fakat bazı alimlere göre de tevbesi kabul değildir. Ebedi olarak Cehennem'de kalacaktır. [234]
Kısaca İslami toplumlarda adam öldürmenin karşılığı da ölümdür, kısastır. Zira Allah Teâlâ 'kısasta sizin için bir hayat vardır, ey tam akıl sahipleri, gerek ki haksız yere adam öldürmekten sakınasınız' diye buyurmaktadır.
Kısası uygulamak Ümmetin adına ümmet başkanına farzdır. Bu Eüküm ilk bakışta ağır bir ceza gibi görünürse de ağır değildir, Allah'ın adaletine uygundur. Çünkü kısas, nefs müdafaa gibi meşru bir sebep olmadan bir kimseyi zulmen öldürene uygulanır. Bir insanın yaşama hakkını boş yere, kaba gücüne dayanarak elinden alan kimseye, kendisinden daha güçlünün olduğunu bildirmek, onun da elinden hayat hakkını almak lâzımdır. Bir kimseyi haksız yere öldürdüğü takdirde, kendisinin de öldürüleceğini bilen kimse, kimseyi öldürmeye cesaret edemez. Böylelikle toplumda öldürme olayları kaldınlmış veya en azından azalmış olur. Ara sıra gözü dönmüş katiller çıkarsa, onlar da Allah'ın yasalarıyla ortadan kaldırılır ve toplum tam bir huzura kavuşmuş olur. Daha önce de belirttiğimiz gibi, kısası uygulayan imam (başkan)dır. Çünkü fertler bunu uygulamaya kalksa, kan davalarının sonu gelmez. Herkes kendi akrabalarını kayırır ki bu işin sonu gelmez artık. Kısas yapılmadığı takdirde, öldürülen kimsenin akrabası katilden öç almak isteyecek, karşı taraf da aynı duruma girecektir. Böylece ortaya bir kan davası çıkmış olur, nesilden nesile de devam edip gider. Fakat kısası ümmet uygularsa, bütün kin duyguları teskin olur ve artık bu adil kısas hükmünün dışında başka yola başvurulmaz. Böylece kan davaları ve kavgalar son bulur. Belki bir kaç yılda bir kaç insan öldürülür ama İslâm toplumu (ümmet) yaşar. [235]
Yüce Allah İsra sûresinde mü'minlerin sakınması gereken hususlan zikrederken şöyle buyuruyor:
“Yetimin malına erginlik çağına gelene kadar güzel bir şeklin dışında yaklaşmayın. Ahdi yerine getirin, zira verilen ahidde sorumluluk vardır.” [236]
Yetim erginlik çağına gelmeden babasını ve annesini kaybeden çocuktur. Babasını kaybeden çocuk, koruma ve yardımdan, annesini kaybeden çocuk da anne şefkatinden mahrum olur. Çünkü, baba koruma ve yardımın, anne de şefkatin sembolüdür.
Rasûlüllah (s.a.s.) gönderilmeden önce, cahili insanlar ve şer güçler yetimlerin mallarını yerler, onların mallarından yararlanmak için yetimlerle evlenmeye kalkışırlardı. Fakat İslâm gelince, bu ayetler nazil olunca artık mü'minler bu işten tamamen uzaklaştınlmış oldular.
Böylece mü'minler yetimlerin malından elçektiler. Yetimlerin malını yemek şöyle dursun, onların mallarının kendi mallarına karışmaması için özen gösterdiler. Yetim hakkında mü'mine düşen görev yetimi güzel yetiştirmek, onun malını da ıslah edip geliştirmektir. Yetimlerle beraber oturmak, onların mallarını kendi malına katıp beraber çalıştırmakta bir sakınca yoktur. Ancak elde edilen gelirden masraf çıktıktan sonra paylarına düşeni onlara vermek veya onların hesabına kaydetmek lâzımdır. Kısaca velisi, yetimin faydasına ne yapılması gerekiyorsa onu yapar.
Yetimler hususunda diğer ayetlerde de şöyle buyurulmaktadır:
“Zulüm ile yetimlerin mallarını yiyenler, karınlarına sadece ateş yemektedirler ve çılgın bir ateşe gireceklerdir.”[237]
“Yetimin malına yaklaşmayın; yalnız erginlik çağına erişinceye kadar (Onun malına) en güzel şekilde (yaklaşabilirsiniz).” [238]
Rasûlüllah (s.a.v.) de; “yetime bakanla ben, Cennet'te şu ikisi gibiyiz” diyerek işaret parmağı ile orta parmağını göstermiş, yetime bakanın cennette kendisiyle bu iki parmak gibi yan yana olacağını belirtmiştir.” [239]
Zayıfı himaye etmek, yetime bakmak ve korumak mü'minin şiarıdır. Onu hiç bir zaman ihmal edemez. Çünkü yetim kişiler, henüz küçük yaşta oldukları için, servetini, malını idare edecek bir güce sahip değildirler. Malını ve servetini korumaktan mahrumdurlar. Büyüyüp buluğ çağına gelinceye kadar hem kendisinin hem de servetinin muhafaza edilmesi mü'minlerin veya İslam toplumunun görevidir. Mü'minler kendi malları gibi onların mallarını da korumalıdırlar.
Yetim malının korunması, toplum için ahdi yerine getirmektir. Nitekim yetim hakkının korunması emrinin peşinden mutlaka ahdin de yerine getirilmesi emr ediliyor:
“Ahdi yerine getirin, doğrusu verilen ahidde sorumluluk vardır.” [240]
Allah Teâlâ ahdin mutlak surette yerine getirilmesini istemektedir. Ahdi bozupta yerine getirmeyenler şüphesiz hesaba çekileceklerdir. Bu konuya daha önce değindiğimiz için burada tekrar açmayı uygun görmedik. [241]
Allah Teâlâ, İsra sûresinde mü'minlerin yapması gereken hususları zikr ederken şöyle buyuruyor:
“Ölçtüğünüz zaman tam ölçün, doğru terazi ile tartın. Bu (doğru ölçmek ticaretiniz için) daha hayırlıdır. Netice itibariyle de daha güzeldir.”
“Hakkında bilgi sahibi olmadığın bir şeyin ardına düşme. Çünkü kulak göz ve kalb onların hepsi ondan sorumludur.”
“Yeryüzünde kibir ve azamet ile yürüme, çünkü sen, asla arzı yaramazsın ve boyca da dağlara erişemezsin.” “Rabbin katında bunların hepsi beğenilmeyen kötü şeylerdir.” [242]
Ahde vefa ile tartı ve ölçüde doğru olmak arasında büyük bir münasebet vardır. Muamelelerin dürüstlüğü ve kalbin temizliği ölçü ve tartıda hile yapmamaya bağlıdır. Ölçü ve tartıda hile yapılmazsa cemiyet içindeki diğer muamelelerde dürüst yürür; karşılıklı güven ortamı doğar ve hayat tümden bereketlenir.
Ölçü ve tartıda yapılan hileler, küçüklük ve pisliktir; sahtekârlık ve hilekârlıktır. Bunlar asla mü'min vasfı olamaz; mü'min bunlara asla yanaşamaz. Bu aşağılığı, bu sahtekârlığı kabullenemez. Sonra bu sahte şeyler, İslâm toplumundaki hayır ve bereketi kaldırır, güveni sarsar, alış-verişlerde bir durgunluk meydana getirir ve neticede de mü'minlerin aleyhine olur. Çünkü başta kazanç gibi görünen bu fiiller kişiye çok pahalıya mal olur.
Ticaret hayatında ileriyi görebilen mü'minler bu gerçeği rahatlıkla kavrarlar. Zira her şeyde olduğu gibi bu sahada da dürüstlüğe büyük bir ihtiyaç vardır. Sadece kazanç için dürüstlüğü kendine prensip edinenler, aynı zamanda inanç ve itikad yönünden de dürüstlüğe sahiptirler. Dürüstlüğünü itikad temelleri üzerine oturtanlar, hem ticari yönden, hem de ahlaki yönden büyük kazançlar elde ederler. Zira İslâm'da dürüst bir mü'rain tacir, ahirette sıddîklar ve şehitlerle beraber olacaktır, işte mü'minin ticari şian budur.
Mü'min hangi halde, hangi şartlarda ve hangi zamanda olursa olsun ölçüde ve tartıda hile yapmamalı ve dürüst olmalıdır. Bütün insanlar dürüstlük hususunda bir mü'mine güvenmelidirler. Zira dürüstlük prensibim, zaman, şartlar veya insanların durumları değiştiremez. Rasûlüllah (s.a.s.) bu vasıflara hem Mekke toplumunda hem de Medine toplumunda sahip idi. Hatta O'nun dürüstlüğü sayesinde kendisine ticaret kervanları teslim edilir veya teslim alınırdı. Hz. Hatice bu dürüstlüğü için onu kabul etmiş ve servetine ortak etmiştir. “El-Emin” sıfatı da Mekke toplumunda kendisine verilmişti. Müşrik kimseler hem kendisine düşmanlık ve kin besliyorlar, hem de kıymetli ve değerli eşyalarını ona teslim ediyorlardı". Zira kendi arkadaşlarına güvenmiyorlardı.
İşte mü'minler bu sıfatlara sahib olmalıdırlar. Çünkü Rasûlüllah (s.a.s.) her hususta olduğu gibi bu hususta da örnektir. [243]
Allah Teâlâ ölçü ve tartıda dürüst olmayı beyan ettikten sonra da zandan kaçınmayı emrederek şöyle buyuruyor:
“Hakkında bilgi sahibi olmadığın bir şeyin ardına düşme, çünkü kulak, göz ve kalb bunların hepsi ondan sorumludur.”[244]
İslâm'ın asıl metodu, bir haber veya bir hadise hakkında kesin hükme varmadan önce ciddi bir araştırma yapmaktır. Bu metod, mü'minin şiarıdır. Mü'minler bütün haber ve hadiseleri araştırarak, kaynağına inerek ve metoda bağlı kalarak hüküm verirlerse İslâm, hurafelerden, batıl şeylerden uzak kalır. Hüküm ve icraat sahasında zan ve şüphe rol oynayamaz. İlim; tecrübe ve araştırma alanında tahmini faraziyelere ve sathî hükümlere kıymet vermez.
İnsanoğluna kulak, göz ve kalb gibi nimetler emanet olarak verilmiştir. Bu nimetler Allah'a karşı sorumludur. Göz gördüğünden, kulak duyduğundan, ağız söylediğinden ve kalb de kendisine düşenden sorumludur. O halde mü'min yakinen bilmediği bir meselenin iç yüzünü öğreninceye kadar o mesele hakkında kat'i bir söz söyleme hakkına sahib değildir. Bu mesele ister bir söz, ister dilden dile dolaşan bir rivayet, ister kulaktan kulağa gelen bir haber, ister birhadisenin tahlili, isterse de şeriat ve itikadla alakalı bir hüküm olsun... Hepsi için bir yakînî bilgi elde ettikten sonra hükme varmak lâzımdır.
Yüce Allah zan ile ilgili diğer ayetlerde de şöyle buyurmaktadır:
“Eğer yeryüzündeki insanların ekserisine uyarsan seni onlar Allah yolundan sapıtırlar. Onlar ancak zan ardında yürürler ve sadece yalan uydururlar.” [245]
“İnsanların çoğu, sırf kuru bir zan ardında gider. Fakat zan gerçekten hiç bir şey ifade etmez. Muhakkak ki Allah, onların yaptıklarını tamamen bilmektedir.” [246]
“Ey iman edenler! Zannın bir çoğundan sakının, çünkü zannın bir kısmı günahtır; araştırmayın. Bir kısmınız bir kısmınızı çekiştirmesin. Hiç sizden biriniz ölü kardeşinizin etini yemek ister mi? Bundan tiksindiniz (değil mi). O halde Allah'tan korkun, muhakkak ki tevbeleri kabul edendir ve çok merhametlidir.” [247]
Bu ayetlerde Allah Teâlâ insanları kesin olarak zandan uzaklaştırarak asıl kaynağa davet etmektedir. Bu insanların ekserisi gerçekten zanna uymaktadır. Tıpkı günümüzde olduğu gibi o gün de yeryüzünde yaşayanların çoğunluğu cahil insanlardı. Onlar hiç bir meselede Allah'ı hakem kabul etmiyorlardı. Gerek düşünce ve tasavvurlarını, gerekse hayat ve düşünce sistemlerim Allah'tan almak istemiyorlardı. Bu sebeple tıpkı günümüzde olduğu gibi cahiliyetin sapıklığı içerisinde hayat sürüp gidiyorlardı. Hakka dayalı ve haktan alınmış hiç bir sözleri, hiç bir hükümleri yoktu. Peşlerinde gidenleri de sapıklıktan başka hiç bir yere götürmüyorlardı. Tıpkı günümüz cahiliyesinde olduğu gibi o gün de gerçek ilmi bir kenara bırakarak, bir takım zan ve tahminlere bağlanıyorlardı. Halbuki zanlar ve tahminler insanı çok defa sapıklıktan başka bir yere götürmez. İşte Allah Teâlâ, kendi Rasûlü'nü ve dolayısıyla mü'minleri onlara uymaktan böyle sakındırıyordu. Böylece Allah'ın Rasûlü ve ona tabi olan mü'minler bu ayetlere binaen hiç bir zaman kendi asıl kaynağını (Kur'ân'ı) bırakarak insanların zanlan peşine düşmediler. Onlar sadece Allah'a bağlandılar ve böyle yürüdüler kendi yollarında... Bugünün mü'mini de hiç bir zaman insanların çoğuna uyarak aldanmamalıdır. Çünkü İslâm da çoğunluk veya zan değil nass (kaynak; Kur'ân ve sünnet) geçerlidir, öyle ise mü'minler sadece bu kaynaktan beslenip, zannın her çeşidini bırakmalıdırlar. Rasûlüllah (s.a.v.) de zan hakkında şöyle buyuruyor:
“Zan ile hüküm vermekten kaçının; zira sözlerin en yalanı zandır.”
“Üzerine binilen en kötü binek tahmindir.” Bu konu gerçekten günümüz mü'minlerini çok yakından ilgilendirmektedir. Çünkü cahili toplumlarda bir haber veya bir söz çok. değişik şekilde söylenebilir. Onun için mü'mine bir haber veya bir söz geldiğinde onu hemen alıp bağrına basmamalıdır. Onu her yönden araştırdıktan sonra bir hükme varmalıdır. Bu gelen haber isterse büyük bir önemi haiz olsun, netice itibariyle değişmez. Çünkü bu metod Allah ve Rasûlü tarafından konmuştur. Dolayısiyle bu metod ile verilen hükümlerde sadece aklın görüşü ile iktifa edilmez. Mesele bütün teferruatı ile incelenip her cephesi ile aydınlığa çıkarılmadan, ne dil o mesele hakkında konuşup rivayetlerde bulunabilir, ne de akıl kendi cephesinden hüküm verebilir. Böylece mesele hakkında hiç bir şek ve şüphe kalmaz. [248]
Yukarıdan beri saydığımız bu hükümler Allah'ın yasalarıdır. Hem tevhidi bir inanca sahib olmak hem de tevhidin gereklerini yapmamak fıtrata uygun düşmez. Tevhid akîdesiyle zıt bir hayat yaşamak ekseriyetle kibir ve gururdan ileri gelmektedir. Tarihi süreç içerisinde tevhidden uzaklaşanların ekserisi de bu yüzden helak olmuştur.
Onun içindir ki Yüce Allah, bu emir ve yasaklardan sonra, kibire ve böbürlenmeye düşmemeleri için mü'minleri şöyle uyarıyor:
“Yer yzünde böbürlenerek yürüme. Çünkü sen ne yeri delebilirsin, ne de boyca dağlara ulaşabilirsin.” [249]
İnsanoğlu bazı dünyalık imkânlara ulaşınca fıtratı gereği hemen şeytanın ve nefsin yardımıyla sımadır ve böbürlenmeye başlar. Sanki elindeki her şeyi kendisi kazanmıştır.
Fakat mü'minler, ellerindeki her şeyin Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın azameti karşısında kendilerinin zayıf birer yaratık olduğunu düşünebildikleri ve buna inandıkları için şımarıklık ve böbürlenmekten kurtularak, mütevazi ve olgun insanlar haline gelirler.
Mü'min, Kur'an'ın kendisine yerdiği ilhamla bilir ki, ne yeri delebilir ne de boyca dağların tepesine ulaşabilir. O bilir ki insan, cüssesi itibariyle oldukça zayıf ve cılızdır. Allah'ın yarattığı azametli şeylerle boy ölçüşemez. Ancak, onun kuvvetli oluşu, Allah'tan aldığı güç iledir. Allah'ın kendisine verdiği ilahi ruh ile şerefli, onun izzetiyle azizdir. Öyle ise, mü'minin kendisine bahşedilen bu vasıflar sayesinde Allah ile irtibatını kesmemesi, onun murakabesi altında bulunduğunu bilmesi ve onu unutmaması lâzımdır.
Kur'an, mü'minleri her an için tevazu ve olgunluğa davet eder. Zira tevazu hem Allah'a karşı hem de insanlara karşı bir edeptir. Ancak mü'minlerin dışındaki insanlar bu tevazünün önemini bilmeyip, kibir ve gurura saplanırlar. Böylelikle Allah'ın nimetini unutup, büyüklendikleri için Allah'ın gazabını, insanlara karşı böbürlendikleri için de insanların nefretini kazanırlar.
Allah Teâlâ kibir ve böbürlenme ile ilgili diğer ayetlerde şöyle buyuruyor:
“Hayır, sana ayetlerim geldi de onlara yalan dedin. Kibirlendin ve kâfirlerden oldun. Kıyamet günü, Allah'a iftira edenleri görürsün ki yüzleri kapkara kesilmiştir. Büyüklük taslayanların yeri Cehennem değil mi?” [250]
“Şüphe yok ki Allah, onların gizlediği ve açıkladığı şeyi hep bilir. Doğrusu Allah, kendilerini büyük görüp hakkı kabul etmeyenleri sevmez.” [251]
“O halde, içinde ebedi kalmak üzere, hepiniz Cehennem kapılarından giriniz bakalım! işte büyüklenenlerin yeri ne kötüdür.” [252]
“Bizim ayetlerimize öyle kimseler inanır ki, onlar, kendilerine öğüt verildiği zaman, secdelere kapanırlar ve Rablerini hamd ile teşbih ederler de kibirlenmezler.”[253]
Allah'ı ve dinini inkâr edenler, önlerinde deliller bulunmadığından ve karşılarında ayetler eksik olduğundan ötürü inanmıyor değiller. Bilakis onların bünyelerinde bir sakatlık ve eksiklik var da onun için inanmıyorlar. Onların kalplerinde inkâr illeti vardır. O yüzden gördükleri gerçekler karşısında ikrara gelmemekte, inkâra sapmaktadırlar. Büyüklenip kibirlendikleri için burhanlar ve deliller karşısında ikrara gelip, Allah'a ve Rasûlü'ne teslim olmamaktadırlar. Çünkü onların kalplerinde illet, hastalık ve maraz vardır.
Evet, büyüklenen bir kalb, kibirlenen bir nefis gerçekler karşısında ne teslim olur, ne de ikna. Bu yüzden onlar, Allah'ın nefretine ve gazabına muhatab olmaktadırlar. Zira Allah onların büyüklendiğini bilmekte ve onlardan hoşlanmamaktadır. O büyüklük taslayanlar için ne kötü, ne rezil ve ne rüsvay edici bir hayat vardır. Onları bekleyen hayat onları bekleyen ceza;
“Girin Cehennem'in kapılarından, temelli olarak kalacaksınız orada. Büyüklenenlerin durağı ne kötüdür.” [254]
“Fakat Allah'ın ayetleri kendilerine hatırlatıldığı zaman büyüklük taslamayarak secdeye kapanıp Rablerini hamd ile teşbih eden mü'minlerin yeri ne güzeldir!.. Onların yerleri me'va cennetleridir.” [255]
İşte Allah'ın razı olduğu mü'minler bunlardır. O mü'minler ki, Rabbinden bağışlanmayı taleb ederek, büyüklük taslamadan, bobürlenmeksizin O'na yönelirler. Bu ruhlardır zaten Allah'ın ayetlerine inanan ve uyanık bir duygu, hassas bir kalb ve aydınlık bir vicdanla hazırlanmaya çalışanlar. Onlar Allah'ın ayetleri karşısında hemen teslimiyet gösterip secdeye kapanırlar. Onlar asla büyüklük taslamazlar. Onlar, Yüce Allah'ın azamet ve celalini bilip hisseden, huşu ve taat içerisinde O'na yönelen sevgili kullardır.
Allah Teâlâ, insanoğluna, hakka ve hayra çeken melekiyet vasfına haiz ruhlar ile, batıla ve şerre çeken şeytani vasıflara haiz ruhlardan etkilenme kabiliyeti vermiştir. Birinci etkilenmenin neticesi, melek ve insan tabiatının icabı olan iki dünyada huzurdur, mutluluktur. İkincisinin sonucu ise, insan ve şeytan tabiatında mevcut olan her iki alemdeki mutsuzluk ve şekavettir. Ancak insan bu ikisinin seçiminde, birinciye koşmak ve ikincisinden kaçınmak için kendisini doğruya sevkeden îlahi vahyin hidayetine muhtaçtır.
İşte mü'minler herhâlükârda kibiri ve gururu bir kenara bırakarak Allah'ın hidayetine koşmalıdırlar. Kendilerini devamlı olarak Kur'ân'in verdiği ilhamla beslemelidirler. Kur'an'daiî uzak kaldıkları an şeytan onlara vesvese vererek onları aldatır ve sapıklığa düşürür. Çünkü şeytan Allah'a karşı kibirlenip isyan ettiği için, insanları da kendine dost edip Allah'tan uzaklaştırmak ister. Bu hususta şeytanın insanlar üzerinde büyük etkinliği vardır. Çünkü şeytan Allah'ın huzurundan kovulunca, kendisine dost aramak için Allah'tan mühlet istedi. Allah da ona kıyamete kadar mühlet verdi. Kur'ân-ı Kerim bu hadiseyi şöyle beyan etmektedir:
“And olsun ki, sizi yarattık. Sonra şekil verdik. Sonra meleklere: 'Adem'e secde edin' dedik; hemen secde ettiler. Ancak iblis secde edenlerden olmadı. Allah: 'sana emrettiğim halde seni secdeden alıkoyan neydi?' dedi. Şeytan/ beni ateşten onu çamurdan yarattın; ben ondan üstünüm' cevabım verdi. Allah, ona, 'in oradan (cennetten); orada büyüklenmek senin ne haddine! Defol, sen alçaklrdansın' dedi. Şeytan; 'insanların tekrar dirilecekleri güne kadar bana mühlet ver' dedi. Allah, 'sen mühlet verilenlerdensin' dedi. Şeytan, 'madem ki sen beni azgınlığa mahkûm ettin, and olsun ki ben de onları saptırmak için senin doğru yolunda pusu kurup oturacağım. Sonra önlerinden, arkalarından, sağ ve sollarından onlara sokulacağım. Çoğunu sana şükreder bulmayacaksın' dedi. Allah: 'Ayıplanmış ve kovulmuş olarak defol ordan. And olsun ki insanlardan sana kim uyarsa, hepinizi birlikte Cehennem'e dolduracağım' dedi.” [256]
Ayetlerde görüldüğü gibi şeytan Allah'ın emrini yerine getirmekten imtina etti ve asi oldu. Aslında şeytan, bu davranışın içine düşerken Rabbinin kendisini yarattığını, kendisinin ve bütün kainatın sahibi olduğunu biliyordu ve bunda hiç bir şüphesi de yoktu. Fakat buna rağmen, sebep ve illet beyan ederek itaate yanaşmadı. Kendi mantığını yürüterek emri yerine getirmedi. Ve hemen cezaya çarptırıldı. Sadece Allah'ı tanıması, sıfatlarına inanması ona yarar sağlamadı. O alçaklık damgasını yedi ve laneti hak etti. Fakat o lanetli varlık bunu unutmadı. Tabiatına uygun olan vazifesini yapmaya hazırlanarak, Allah'tan mühlet istedi. Çünkü o biliyordu ki bu iş ancak Allah'ın takdir ve iradesiyle mümkün olabilir. Allah'da bu isteğe müsbet cevap veriyor.
Şeytan, kibir ve günahından ötürü azgınlığa mahkûm edilişini sebep ittihaz ederek, insanoğlunu azdıracağını iftiharla ilan etmektedir. Onun tardedilme faciasına güya bu varlık (insan) sebep olmuştur. Bu yüzden, şeytan Allah'a giden doğru yolda oturacak, insanoğlunun karşısında dikilecek, bu yoldan geçmek isteyen herkesi engellemeye çalışacaktır. O, insana her yönden musallat olacak, onların önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından gelip iman etmelerine mani olacaktır. Bu açık ve canlı tablo beşeri azıtmak için şeytanın tükenmez gayretini göstermektedir. Bu yüzden insanlar pek az nisbette İblis'in şerrinden kurtularak Allah'ı tanıyıp şükredebilmektedir. İşte şeytanın tablosu budur.
İnsanlardan şeytana uyanlar, aynı zamanda Allah'ı tanımak ve ilahlığına inanmak mevzuunda da ona uyarlar. Fakat şeytan gibi onlar da Allah'ın hükmü ve hakimiyeti üzerinde şüpheyle durarak ortaya fikirler sarfediyorlar ve ilahi hükümleri tartışmaya yetkili olduklarını iddia ediyorlar. Bazan da insanlar, Allah'a yolbulmaya hiç yönelmemek suretiyle şeytana uyarlar. Şeytana uymanın öylesi de böylesi de aynıdır. Bunun da cezası şeytan ile birlikte cehennemdir.
Fakat Allah'ın taraftarları, imanını sağlam tutarak, Allah'ı hatırdan çıkarmazlar. Onlar, şeytanın her türlü tahrik ve desiselerinden sakınır, şehvetin sesine kulak vermez ve heveslerini hidayete tercih etmezler. Mü'minler, şeytanla aralarında esaslı bir savaş olduğunu hatırdan çıkarmazlar. Çünkü bu savaş, heva ve hevesi bırakıp, hidayete uymakla, iradeyi hislere galip kılmakla, yeryüzünü ifsad ederek şerre boğan şeytanın dostlarını bırakıp Allah'ın dinine uymakla kazanılır. İnsanları isyana götüren her şeyin arkasında şeytanın bulunduğunu asla unutmazlar.
Yeryüzünde şeytanlara uyan insanlar, kula kulluğu emrederek insanları kendi hakimiyetleri altına almak isterler; değer ölçüleri ve kıstasları kendi taraflarından hazırlanmıştır. Kanunlar onlara aittir. Allah'ın koyduğu kanunları bir tarafa iterler. İslâm'a dayalı değer ölçülerini ve kıstasları kabul etmek istemezler. Bunlar insanların şeytanlarıdır. İlhamı öteki şeytanlardan alırlar. Bunlarla savaş şeytanla savaş demektir.
Mü'minler, şeytanın vesveselerini bırakır, Allah'ın amirlerine tabi olurlarsa; Allah, mü'minlere yardım eder ve şeytanın hilesini yok eder; kendi davetini korur. Şayet mü'minler, Allah'ın dinini terkeder de şeytana uyarlarsa, o zaman Allah'tan yardım göremezler ve hayatlarına şeytan hakim olur. Böylece kibirlenip şeytana tabi olan insanlar Allah'ın yasaklarını, haram kıldıklarını rahatlıkla işlemeye başlarlar. Bu hususta Yüce Allah şöyle buyuruyor:
“Böylece onlar, kibirlenerek yasak edildikleri şeyi yapınca kendilerine: 'Hor ve zelil maymunlar olun' dedik.” [257]
Mü'min fertler hangi halde bulunurlarsa bulunsunlar kibirlenmezler. Onlar şeytanın dostu değil, Allah'ın dostudurlar. Onlar ancak Allah'ın azabını düşünürler. Zira yüce Allah:
“Allah'tan korkanlar, kendilerine şeytandan bir vesvese dokunduğu "zaman, Allah'ı ve azabı düşünürler. Bir de hemen bakarsın ki onlar doğru yolu bulup şeytanın vesveselerini atmışlardır bile” [258] buyurur.
Kur'ân-ı Kerîm'in akışı, dava adamının ruhunda rıza ve kabul duygusunu geliştirmek, kızgınlık anında şeytanın hareketlerini tersyüz ederek onu kapı dışarı etmek ve doğru yolda yürümesini sağlamaktır.
Şeytan bir kimseye dokunursa, onu körleştirir, duygularını yok eder ve gözünü kapattırır. Fakat Allah'tan korkanlar ise, onun murakebesini, haşyetini, gazabını ve ikazını hissederler. Bu durum ise onları Allah'a bağlayan, gafletten uyararak hidayet yolunu sağlayan bir bağdır. Şayet mü'minler bunları hatırlarlarsa görüş ufukları açılır, gözlerinin önüne çekilmiş olan perdeler kalkar ve gerçeği görürler. Şüphesiz ki şeytanın dokunuşu kişiyi kör eder; Allah'ı anmak, O'nu zikretmek ise, birden gözleri ve gönülleri açar. Şeytanın dokunuşu karanlığın ifadesidir. Allah'a yönelmek ise aydınlıktır. Şeytanın temasını ancak mü'minlerin takva duygusu silip aydınlatabilir. Şu halde Allah'tan korkanlar için şeytanın hakimiyeti nasıl sözkonusu olabilir?
Rasûlüllah (s.a.s.) şeytana uymayıp tevazu gösterenler hakkında şöyle buyuruyor:
“Allah için tevazu gösteren kimseyi Allah yükseltir. O kendisini hakir görse de halk nazarında büyük insandır. Kibirlenen kimseyi Allah alçaltır. O kendini büyük görse de halk nazarında hakir insandır. Bu hali, insanların ona köpekten ve domuzdan daha adi bir gözle bakmalarına sebep olur.” [259]
İsra sûresinden vermiş olduğumuz ve ekseriyetini yasakların teşkil ettiği bu ayetlerin sonunda Allah Teâlâ yasakladığı şeylere karşı duyduğu nefreti belirterek şöyle buyuruyor:
“Rabbin katında bunların hepsi beğenilmeyen kötü şeylerdir.”
“Bunlar Rabbinin sana bildirdiği hikmetlerdir. Sakın Allah ile beraber başka ilah edinme. Yoksa kınanmış ve kovulmuş olarak Cehennem'e atılırsın.” [260]
Bu açıklamalar daha önce geçen emir ve yasakların bir özeti mahiyetindedir. Bu emir ve yasaklar, mevzuun başlangıcında Allah ile tevhid akidesiyle ve şirkten sakınmakla irtibatlı olarak beyan edildiği gibi, bitiminde de yine aynı irtibatla son buluyor. Ayrıca bu emir ve yasaklarda büyük hikmetler olduğu belirtilmektedir. [261]
Kur'ân-ı Kerîm bu sûrede belirtilen emir ve yasaklardan başka daha pek çok emir ve yasaklardan bahsetmiştir. Bu yasaklardan bazıları da şöyledir:
“Size şunlar haram kılındı: Ölü hayvan, akmış kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına kesilen hayvan, bir de henüz canı üzerinde iken yetişip kesmediğiniz boğulmuş, yuvarlanmış, başka bir hayvan tarafından boynuzlanmış, canavar tarafından parçalanmış hayvanlar, dikili taşlar üzerinde kesilenler, fal okları ile kısmet aramanız... İşte bunlar yoldan (İslâm'dan) çıkıştır.” [262]
Bütün bunlar iman esaslarına aykırı düştüğü için haram kılınmıştır. İnsan ilmi ister bu haramların hikmetine ulaşsın, ister ulaşmasın; ilahi ilim bu kararı vermiştir ve bunlar haram kılınmıştır. Artık bu kâfidir. İnsanlar bunların sebeplerini ister bilsinler, ister bilmesinler... Onlara düşen sadece uymaktır. Çünkü insan aklı, Allah'ın haram kıldığı her şeyin hikmetini bilmeyebilir. Onların hikmetini bilmek ancak Allah'a aittir. Mü'min böyle bir gayenin ardına düşmeden, her türlü niyet ve işte, sadece Allah'a teveccüh ederek O'nun adını anar. Mü'min her hareket ve işin sadece onun ismiyle yapılmasını bilendir. O Allah'ın emir ve yasaklarına uyarak, Allah'ın adı anılmamış hiç bir şeye yaklaşmaz. Bunlar fıkıh mevzuları olduğu için burda tafsilatlı olarak üzerinde dumayacağız. Mevzumuzu ilgilendiren yönü, bütün haramların iman esaslarına aykırı oluşunun bilinmesidir. Böylece, helal ve haram kılma Allah'a aittir. Mü'minler, Allah'ın helal kıldığı temiz şeyleri haram, haram kıldığı şeyleri de helal yapamazlar. Bu yetki Rasûlüllah (s.a.s.) dahil olmak üzere hiç bir insana verilmemiştir. Bu, vahdete aykırıdır. Allah Teâlâ bu mevzuda mü’minleri şöyle uyarıyor:
“Ey iman edenler; Allah'ın size helal ettiği temiz şeyleri haram kılmayın. Hududu da aşmayın. Doğrusu Allah aşırı gidenleri sevmez.”
“Allah'ın size verdiği rızıktan temiz ve helal olarak yeyin, iman etmiş olduğunuz Allah'tan korkun.” [263]
Helâli haram, haramı da helal kılmak yani hüküm koymak uluhiyet davasıyla içiçedir. Uluhiyet davasının dayandığı hakiki esas, insan hayatını kanun ve nizamlar koymaktır. Bu da Allah Teâlâ'nın bütün insanların yaratıcısı ve rızıklandırıcısı olmasından ibarettir. Öyle ise, insanlar için dilediğini helal, dilediğini de haram kılmaya yetki sahibi olan sadece Allah'tır. Hz. Adem'den günümüze kadar insanların ihtilaf edip sapmalarının temel nedeni budur. Yoksa Allah'ın varlığı, kainatın ve mülkün sahibi oluşu üzerinde pek ihtilaf yoktur. Bu hususlarda müşrikler mü'minlerle müttefiktirler. Onlar da kainatın ve mülkün Allah'a ait olduğunu bilmektedirler. Ancak içtimai hayatın tasarrufu bize aittir, diyorlar. Yani Allah, insanların içtimai muamelelerine karışmaz, O sadece kainatın ve mülkün sahibidir, derler. Kainatın sahibinin, Allah olduğunu müşriklerinde kabullenmesini Kur'ân şöyle zikrediyor:
“De ki: Kimindir o arz ve ondaki bütün varlıklar biliyor musunuz? Onlar diyeceklerdir ki: 'Allah'ındır. Sen de ki: 'O halde düşünüp Allandın kudretini anlamaz mısınız?
“Yine de ki: O yedi göğün Rabbi kimdir? O çok büyük arşın Rabbi kimdir? Allah'dır diyeceklerdir. De ki: O halde Allah'tan korkmaz mısınız?”
“De ki: Her şeyin mülkiyet ve hazineleri elinde olan kimdir ki daima o koruyup hüküm ediyor kendisi asla korunmaya muhtaç olmuyor? Eğer biliyorsanız cevap verin? Yine 'Allah'ındır' diyecekler. Onlara de ki: Nereden aldatılıyorsunuz (da hakkı inkâr ediyorsunuz)” [264]
Gerçekten müşrikler inanç yönünden çok dağınık bir vaziyet arzediyorlardı. Hem Allah'ı inkâr etmiyorlardı, hem de bir takım uydurma ilahlara tapıyorlardı. Hem göklerin ve yerin sahibi olduğunu, göklere ve yere hükmettiğini, gökleri ve yeri idare ettiğini kabulleniyorlar, hem de içtimai hayatta Allah'ın hakim olmasını istemiyorlardı. Buradaki ayeti kerimeler onları, kabul ettikleri mantıki gerçeklerle yakalıyor. Ve böylece inançlarındaki sakatlıkları düzeltmeye çalışıyor. Aynı mantık kaidelerinden hareket ederek halis tevhide çekiyor.
Geçmişte olduğu gibi, bugün de aynı durumla karşılaşmak mümkündür. Mülkün ve kanatın Allah'a ait olduğunu pek inkâr eden olmaz. Fakat İslâm bir bütün olarak kendilerine sunulursa, onların bundan kaçtıkları görülür. Asıl olan şudur ki; mülkün sadece Allah'a ait olduğu kanıtlanınca, o halde mülk sahibinin mülkünde dilediği gibi tasarruf yetkisine sahib olması lazımdır. Bu prensibin dışına çıkıp da mantıkî oyunlarla bu tasarruflara sahib olmaya çalışmak şüphesiz ki haddini bilmeyen mütecaviz kimselerin işidir. İman eden mü'minler ise, tabiatiyle iman ettikleri Allah'a karşı haddi tecavüz etmekten sakınırlar. Mutlak surette Allah'a iman duygusuyla Allah'ın hududuna tecavüz hali asla birleşemez. Kur'ân-ı Kerim, böyle mütecavizleri müşrik olarak vasıflandırıyor. Çünkü onlar, Allah'a inanmakla beraber, helal ve haram yetkisine sahib olmak arzusundadır. Allah Teâlâ bunların durumunu şöyle beyan ediyor:
“Onlar, alimlerini ve rahiplerini, Allah'tan başka rabler edindiler; Meryem oğlu mesih'i de. Halbuki onlar da, ancak bir olan Allah'a ibadet etmekle emrolunmuşlardı. Allah'tan başka hiç bir ilah yoktur. O, müşriklerin ortak koştukları şeylerden tamamen münezzehtir.” [265]
“Allah’ı bırakıp, da kimimiz kimimizi rabb diye tanımasın.” [266]
Bu ayetlerdeki rablerden maksat, genellikle ümmet ve toplulukların önder ve rehber edindikleri kimselerdir. Bu önder ve rehber edindikleri kimselerin emir ve yasaklarına boyun eğerler, şeriat ve kanunlarına tabi olurlar; Allah'ın gönderdiği hiç bir delile dayanmaksızın helal ve haram dediklerine inanırlar. Bütün bunlardan öte, kendiliklerinden emir ve yasaklar koyabileceklerine inanırlar. Rasûlüllah (s.a.v.) Tevbe sûresinin 31. ayetini şöyle tefsir etmiştir:
Tirmizî, Adiy b Hatem'in şöyle söylediğini rivayet eder:
“Rasûlüllah, Tevbe süresindeki 'Onlar, alimlerini ve rahiplerini Allah'ın dışında rabler edindiler; ayetini okurken, onun yanına geldim, şöyle buyurdular:
'Şüphesiz ki bu insanlar, onlara ibadet etmiyorlardı Fakat onlar bu insanlara bir şeyi helal ettiler mi, onu derhal helal olarak kabul edelerdi; bir şeyi de haram ettiler mi, onu derhal haram olarak benimserlerdi. İşte onların alim ve rahiplerine ibadetlerinin anlamı budur.”
Yahudi ve hıristiyanlar, dini emirleri alim ve rahiplerinden alıyorlardı. Onlardan aldıkları bu emirlere itaat ederek onlara bağlanıyorlardı. Yoksa onlar, rahiplerin ve papazların uhıhiyetlerine inanmak veya kulluk vecibelerini onlara takdim etmek gibi bir mânâ ile rab edinmemi şlerdi.
Yüce Allah, her türlü dini emirleri alimlerinden alıp, ona itaat ve ibadet eden yahudilerle, Mesih'in uluhiyetine inanıp, dini ibadetleri ona takdim eden hıritsiyanları şirkte ve Allah'tan başka rablar edinmekte aynı derecede tutmaktadır.
Mü'min İslâm'a teslim olmakla mü'mindir. İslâm ise, sadece Âllah’ın ulihyetine' inandıktan ve kulluk vecibelerini sadece O'na takdim ettikten sonra, hüküm ve kanunda da sadece O'na ittiba etme esasına dayanır, insanlar Allah'ın şeriatinden başka bir şeriata tabi olurlarsa, her ne ka'dar davaları iman olsa dahi, imanları asla kabul olunmayan ve müşrik olarak tavsif edilen yahudi ve hıristiyanlar hakkında söylenen söz, onlar hakkında da geçerli olur.
İslâm'ın ilk şartı, Allah'a tabi olmak, boyun eğmek ve teslim olmaktır. Bu durum hem ibadetler, hem de inanç esasları için aynıdır. Allah'ın dini ve emirleri ciddidir. Allah'tan başkalarının şeriatlarına tabi olanların sadece Allah'ın uluhiyetine inanmaları kendilerine hiç bir şey sağlamaz. İslâm, onların mü'min ve müslüman addedilmeleri şeklinde bir kaypaklığı kabul etmez. Maalesef bugün İslâm'ın maruz kaldığı en büyük tehlike bu kaypaklıktadır. Geçmişte olduğu gibi, günümüz insanları da bir yandan mü'min ve müslüman olduklarını söyler, diğer yandan da çeşitli inanç ve davranışlarıyla Allah'a şirk koşar... Din düşmanları bu tür İslâm levhalarına çok dikkat edip, aslına uymayan bu “İslâm” yaftasını, destekleyerek istismar ederler. Çünkü din düşmanları bu açık kapıdan çok rahatlıkla sokulabiliyorlar. Yüce Allah da, onlar ve benzerlerinin müşrik olduklarını, İslâm'ı din edinmediklerini ve Allah'tan başkalarını rabb edindiklerini açıkça beyan etmektedir.
Gerçekten helal ve haram mevzuu ciddi bir mevzudur. Başka insanlar rahatlıkla Allah'ın helal dediğine haram, haram dediğine de helal diyebilmektedir. Fakat mü'min, ne bu safsataları kabul eder, ne de onlara tabi olur ne de bilmediği bir şey hakkında bu helâldir, bu haramdır der. O, bütün bunlardan sakınır ve Allah'a sığınır. Zira Allah bu konuda şöyle buyurmuştur:
“Dillerinizin 'bu helaldir, şu haramdır' diye yalan olarak vasfettikleri şeyi söylemeyin, ki Allah'a yalan iftira etmiş olursunuz. Şüphe yok ki, Allah'a yalan uyduranlar asla kurtulamazlar.” [267]
Mü'minlerin bir şeye helal veya haram diyebilmeleri için delilleri olması lâzımdır. Delile dayanmaksızın bir şeye helal ve haram demeleri büyük bir iftira ve yalandır. Allah'a yalan atfederek iftira edenlerin ise, dünyada pek az eğlenip sonunda varacakları yer acıklı azap ve hüsrandır. Mü'minler hiç bir zaman Allah'ın izni olmaksızın kendiliklerinden hükümler koyamazlar; Allah'ın vaaz ettiği şeriatına dayanmaksızın kanunlar koyamazlar.
Kur'ân-ı Kerîm, mü'minlere yasaklanan diğer haramları da şöyle açıklıyor:
“Ey mü'minler! Şarap (içki), kumar oynamak, ibadet için dikilen putlar, fal okları hep şeytanın işinden pis birer şeydir. Onun için bunlardan sakının ki kurtulasınız.” [268]
“De ki Rabbim şunları haram etti: Bütün fuhşiyatı açığı ve gizlisini, her türlü günahı haksız isyanı, Allah'a hiç bir zaman bir burhan indirmediği herhangi bir şeyi ortak koşmanızı ve bilmediğiniz şeyleri Allah'a isnad etmenizi...” [269]
Eski cahiliye döneminde arap müşrikleri son derece israf içerisinde içki içerlerdi. Bunu kendi meclislerinde müsabaka mevzuu ve iftihar vesilesi yaparlardı. Gerçekten içki, kumar, fal okları ve putlar o günkü cahiliye hayatının en belirgin işaretleri ve adetleri idi. Bütün bu alışkanlıklar, o cemiyetin adeti ve alameti olması bakımından biribiri ile çok derinden ve çok yakından alakalı idi.
Bugünkü cahili cemiyetlerde de bunların tıpkısını görmek mümkündür. Fakat, mü'minler bu cahili adetlerden, bu ilahi yasaklardan kesinlikle uzak dururlar; asla yanaşmazlar. Hem mü'min olmak, hem de bu ilahi yasakları çiğnemek birarada olamaz; birinin mutlaka terkedilmesi gerekir.
Mü'minlerin, cahiliyeye ait bu kötü davranışlara sahib olmaması, onlardan hep uzak kalabilmesi için, öncelikle sağlam bir akideye sahib olması lazımdır. Şunu unutmamak gerekir ki kişinin inancı ne ise ancak onu yaşar. İnancına ters, düşündüğüne ters bir iş yapmaz. Hz. Ömer (r.a.)'in, 'kişi inandığı gibi yaşamazsa, yaşadığı gibi inanır' sözü ne kadar doğrudur. Beşer fıtratım üzerinde birleşeceği ilk bağ, akide bağıdır. Bu bağ bir gönülde yer etmedikçe, o gönülde ne ahlaki duygular, ne eğitim prensipleri, ne de içtimai ıslahat metodları yerleşebilir. Hiç şüphesiz beşer fıtratının anahtarı işte oradadır.
İslâm nizamı, ilk önce cahiliye devrinin binlerce rezalet ve sapıkhklarını tedavi etmekle işe başlamadı. Bunun yerine evvelemirde akideden işe başladı. Allah'tan başka ilah yoktur sancağını çekerek başlattı davayı. Onüç yıldan fazla bir zaman hep buna yer verildi. Onüç sene boyunca bundan başka bir hedef güdülmedi. Gaye sadece insanlara hak olan ilahını bildirmek. O'na kulluk ettirmek ve O'nun hakimiyeti önünde boyun eğdirmekti. İşte o zaman cahiliye devrinden kalma içtimai, iktisadi, ahlaki ve ruhi hareketlerle alakalı temizlik ameliyesi başladı. Mü'minler, hiç münakaşa etmeksizin itaat ediyorlardı. Zira onlar, artık ne olursa olsun Allah'ın emrettiği veya nehyettiği şeylerde kendilerinde bir seçme payı bulunmayacağını öğrenmişlerdi.
Bugünkü toplumlarda da mü'minler bundan başkasını yapamazlar. Şirkin içine batmış bu insanlara içki içmeyin, kumar oynamayın denilmesi yerine, öncelikle onların kafalarındaki putları atmak, Tevhid'e çağırmak gerekir. Yani onlan bazı ibadetlere çağırmak veya bazı haramlardan sakındırmak yerine, onları sağlam bir akideye bağlamak gerekir. Allah'ın emir ve yasakları, inanç ve akideden sonra başlar. Bu inanç ferde verildiği an, artık Allah'ın emrettikleri yanında kendi payına düşen bir seçme ve görüş payı olmayacağını bilir.
Allah Teâlâ, yukarıda vermiş olduğumuz yasaklardan başka daha bir çok yasaklar koymuştur. Biz sadece bunlardan bir kaçını verdik. Allah'ın koyduğu bütün yasaklan burada zikretmeyi uygun görmedik. Akide ile haram (yasak)ların birbirleriyle olan münasebetini kısaca izah ettikten sonra, cahili toplumlarda mü'minlerin stratejisi nasıl olmalıdır, mü'minlerin kendi dışındaki insanlarla ilişkileri nasıl olmalıdır? Bu gerçekten günümüz toplumlarında büyük bir problemdir. Kimin kime kulluk ettiği bilinmeyen, kimin neye iman ettiği tesbit edilmeyen toplumlarda... [270]
Allah Teâlâ, mü'minin stratejisini en iyi şekilde çizmiştir. Mü'minlerin her toplumda insanlarla nasıl ilişkilerde bulunacağını tesbit etmiştir. Mü'minlerin kimi dost edinip, kimi dost edinemeyeceğini şöyle beyan etmiştir:
“Allah'a ve ahiret gününe iman eden hiç bir kavmi, Allah'a ve peygamberine muhalefete kalkışan kimselerle sevişir bulamazsın velev ki o muhalifler, babaları veya oğulları veya kardeşleri veya hısım ve hemşireleri olsun... İşte Allah böyle kimseleri sevmeyen bir kavmin kalplerine imanı tesbit buyurmuş ve kendilerini yüce katından bir rahmet ile kuvvetlendirmiştir. Onları, altından ırmakları akar cennetlere koyacak, içlerinde ebedi olarak kalacaklardır. Öyle ki, Allah onlardan razı, onlar da Allah'tan razı... İşte bunlar Allah taraftandırlar. Allah taraftan olanlar, gerçekten onlar zafer bulanlardır.” [271]
İşte Allah'ın ölçüsü budur. Diğer ayetlerde de şöyle buyurmaktadır:
“Ey iman edenler; sizden olmayanı dost edinmeyin. Onlar sizi şaşırtmaktan geri kalmazlar. Sıkıntıya düşmenizi isterler. Öfkeleri ağızlarından taşmaktadır. Sinelerinin gizlediği ise daha büyüktür. Eğer düşünürseniz ayetlerimizi size açıkladık.” [272]
Ali İmran sûresinin 118-120. ayetleri mü'minleri açıkça uyarmakta ve dıştan dost görünen, fakat içleri kin ve nefret dolu kişilere sırlarını açmamaları, işlerinin iç yüzlerine, o yüzleri dost, fakat özleri düşman olan kimseleri vakıf etmemeleri emredilmektedir. Çünkü onlar dost görünseler bile aldatmadır. Mü'minlerin iyiliğini istemezler .mü'minleri sevemezler. Halbuki mü'minler temiz yürekli insanlardır, içleri dışları birdir. Kendilerine inen kitabın tümüne inandıkları gibi Allah'tan gelen bütün kitaplara da inanırlar; içleri fesatlıktan arınmıştır. Onlar, herkesin iyiliğini isterler. Kendilerine dost görünen kimselere iyi zan beslerler. Vicdanları temiz olduğu için herkesi kendileri gibi temiz sanır, dostluk gösterene bazen herşeylerini anlatmak isterler. Fakat herkese ver şeyi anlatmak hele cemaatın güvenliğini ilgilendiren sırları, samimiyetleri iyice belli olmayan kimselere açıklamak asla doğru bir deyremş değildir. Çünkü dost görünüp düşman olan kimseler vardır. Bunlar, mü'minlerin ilerlemesini, zafere ulaşmasını istemez; tersine felakete, zarara uğramasını isterler. Mü'minlerin yenik düşmelerinden sevinç duyarlar. O halde şüpheli kişilerle konuşurken ihtiyatlı konuşmalı, dost seçerken de dikkatli davranmalıdır. Mü'minler dikkatli ve ihtiyatlı davrandıkça, mü'min olmayanların, yahut münafıkların tuzağı onlara zarar vermez.
Mü'minlerin dostu ancak mü'minlerdir. Yüce Rabbimiz Maide sûresinin 51. ayetinde şöyle buyuruyor:
“Ey mü'minler, yahudi ve hiristiyanlan dost edinmeyin! Onlar birbirlerinin dostudurlar.” [273]
“Ey mü'minler! mü'minleri bırakıp kafirleri dost edinmeyin”, diye buyurulmuştur.
Hakikat şu ki; geçmişte olduğu gibi, bugün de mü'minlerin böyle bir tavsiyeye şiddetle ihtiyaçları vardır. Nasıl ki asr-ı seadette bazı mü'minlerin yahudilerle bazılarının da kureyşli akrabaları ile alaka ve irtibatları devam edip gidiyor idiyse, bugünde bunun gibi irtibatlar devam etmektedir. Nefsi ve hissi sebeplerle dahi olsa, aralarındaki sevgi ve bağlılık duyguları varlığını muhafaza etmektedir. Fakat asıl olan şudur ki, mu'minin cahiliyet hayatıyla olan bütün alakasını, hatta babası ve evladı dahi olsa her türlü irtibatını kesip, onun yerine sadece akide ve inanç duygusunu yerleştirmesi gerekmektedir. Mü'min, Allah'ın, ve Rasûlü'nün ve mü'minlerin dostluğundan başka, hiç kimsenin dostluğunun yerleşmesine müsaade etmez. Çünkü mü'minler birbirlerinin dostudurlar. Müşrikler de birbirlerinin dostudurlar. Tarihi süreç içerisinde onlarla müslümanlar dost olmamışlardır. Asırlar birbirini kovalamış fakat bu sözün doğruluğuna gölge düşmemiştir. Onlar Allah'ın Rasûlü ve müslümanlarla savaşmakta daima birbirlerine yardımcı olmuşlardır.
Bu kaide bir defa olsun bozulmamıştır, 'Onlar birbirlerinin dostudurlar' ibaresi köklü ve daimi bir vasfa delalet etmektedir. Ayeti kerime, “Sizden kim onlara dost olursa, o da onlardandır, Allah zulmeden kimseleri doğru yola eriştirmez.” [274] buyurur. Böyle bir hale giren kimse haliyle hem kendine, hem Allah'ın dinine, hem de müslüman bir cemiyete zulmetmiş olur. Bu zulümden dolayıdır ki Allah Teâlâ onu, dostlukla bağlandığı yahudi ve hıristiyan zümresinden biri olarak mütalaa ediyor. Artık Allah, o kimseyi hak yola eriştirmez ve mü'minlerin cemaatine de sokmaz.
İşte günümüz mü'minleri (!) hep bu aldatmaca içerisindedirler. Bir taraftan yahudi hıristiyan ve diğer müşriklerin dostluğuna sığınırken, diğer taraftan da iman ve İslâm vasfının üzerinde taşımak isterler. Bu halde onlar Allah ve Rasûlü'nün dostu olamazlar. Bir yandan mü'min görünmek, diğer taraftan da beşeri sistemlere gönül vermek bir arada olamaz. Hem tağutların dostluğuna sığınmak, hem de İslâmî harekette değer ifade eden bir faaliyete girişmek asla bağdaşamaz. Mü'minlerin safları ile ilahi sancağın dalgalanmadığı, Rasûlüllah'ın önderliğine uyulmadığı saflar arasında büyük bir ayrılık vardır Yüce Allah, iman edenlere iman vasfına uygun tek dostluk hedefini gösteriyor ve dost edinilecek kimseleri kendilerine şöyle açıklıyor:
“Sizin dostunuz ancak Allah, O'nun Rasûlü namaz kılan, zekat veren, rükû eden mü'minlerdir.” [275]
Namaz her halükârda mu'minin başta gelen sıfatlarındandır. O hep bundan tanınır. O namaz ki insanları hayasızlıktan ve kötü işlerden uzaklaştırıp, iyiliğe ve doğruya götürür. Bir insanın kıldığı namaz onu hayasızlıktan ve kötü işlerden alıkoymuyorsa, o insan namaz kılmamıştır. Şayet kıldığı şey namaz olsaydı onu bu kötülüklerden alıkoyardı. Çünkü Yüce Allah, Ankebut sûresinde bu hususu şöyle açıklamaktadır:
“Gerçekten namaz, hayasızlıktan ve kötü işlerden alıkoyar.” [276]
Hakiki bir namaz (şeklî değil) kişiyi kötülüklerden ve fenalıklardan alıkor. Çünkü namaz, kalbi Allah'a bağlar. Kalbi Allah'a bağlı olan kişi ise günah işlemekten, hayasızlık yapmaktan çekinir. Her an temiz, her an arınmış olarak Allah'a gitmek ister. Hayasızlığın ve fenalığın, kiri, pisi ve ağırlığı namaz kılan mü'mine ulaşmaz. Rasûlüllah (s.a.s.) de bu konuda şöyle buyuruyor;
“Bir kimse namaz kılar da namazı onu hayasızlıktan ve fenalıktan alıkoymazsa, o namaz kendisini Allah'tan uzaklaştırmaktan başka bir şey yapmaz.” [277]
Çünkü namaz namaz olduğu için kılmmayıp, sadece namaz kılmak için kılarsa onu Allah'tan uzaklaştırır. Halbuki namazı namaz kılmak için kılmakla, gerçek mânâda namaz kılmak arasında çok büyük farklar vardır. Namaz kılındığı zaman Allah zikredilmiş olur ve şüphesiz ki Allah'ı anmak en büyük ibadettir.
Kur'ân-ı Kerîm, Mü'minlerin dostunu tayin ederken 'namaz kılan, zekat veren rükû eden mü'minler' olarak vasfediyor. O halde sadece bir lakab veya bir isim olsun diye kendilerine bu ismi takanların mü'minlikle hiç bir alakaları yoktur. Çünkü iman bir iddiadır ve ispatlanması gerekir. Mü'minliği sadece bir sıfat olarak taşıyan kimseler, mü'minlerin dostu olamazlar. Mü'minin dostu, ancak onlar gibi namaz kılan, zekat veren ve diğer emirleri yerine getiren kimselerdir. Çünkü bu sıfatları bizzat Allah Teâlâ zikrediyor. Onun için hiç bir te'vil ve değiştirme imkânı olamaz.
Mü'minler sadece Allah'a güvenirler, ona iltica ederler. Sadece O'nun dostu, Rasûlü'nün dostu ve sıfatları Allah tarafından belirtilen mü'minlerin dostudurlar. İşte Allah'ın yardımı, Allah'ın zaferi ancak bu mü'minleredir. Bu hususta Kur'ân-ı Kerîm şöyle buyuruyor:
“Kim Allah'ı, Rasûlü'nü ve müzminleri dost edinirse, katıyetle bîlsinki Allah'tan yana –olanlar üstündürler” [278]
Bu üstünlük iman akidesinin beyanından sonra geliyor. Bu kaide ise, sadece Allah'ı, Rasûlü'nü ve mü'minleri dost edinmektir. Bu kaideye bağlı olan mü'minler Allah'tan yana olan insanlardır. Allah'tan yana olan insanlar ise, mutlak üstündürler. Mü'minler bazı muharebelerde zahiren mağlup olsalar dahi, manen üstündürler, kaybedecekleri hiç bir şeyleri yoktur. Çünkü zahiren kaybedilen her değere karşılık, ahirette büyük mükafatlar vardır.
Mü'minler, sıfatları ne olursa olsun dinlerini alay ve istihza mevzuu yapan insanları hiç bir zaman dost edinemezler. Velev ki bu insanlar kendilerine mü'min de deseler, namaz da kılsalar, bir takım ibadetler de yapsalar... Zira örnek hayat olan asrı seadette bu tür davranışlarda bulunanlar asla dost edinilmemişlerdi. Mü'minlerin dinleriyle alay ve istihza tarih boyunca sürüp gelmiştir. Onun için mü'minler oldukça uyanık olmalıdırlar. Kur'ân-ı Kerîm, dini eğlenceye alanların durumunu şöyle açıklıyor:
“Ey iman edenler! Kendilerine sizden önce kitap verilenlerden dînînizi alay ve eğlenceye alanları ve inkarcıları dost edinmeyin. Eğer mü'minlerdenseniz Allah'tan korkun.” [279]
Allah Teâlâ bu ayetle mü'minlerin vicdanlarında, hislerinde ve akıllarında esaslı bir iman kaidesi yerleştiriyor. Bu konuyu ısrarla vurgulayarak bu kaidenin İslâm mefkûresindeki yerinin önemini ve İslam hareketindeki fonksiyonunun ehemmiyetini ifade ediyor. Düşmanlarının alay ve istihza mevzuu yaptıkları namaz ve ibadetlerine karşı gönüllerinde imanı heyecanı coşturduğunu görmekteyiz. Sonra dostluk kurmaktan nehyettikleri arasında kafirler ile müşrikleri zikrederken her ikisini de aynı seviyede tutuyor. Nihayet, bu yasağı Allah korkusuna bağlıyor ve bunlara kulak vermemeyi iman sıfatı olarak belirtiyor.
Mü'min, dini duyguları küçümsediği zaman, ibadet, ve namazı küçük görüldüğü vakit, Rabbinin huzurunda divane durduğu demleri alay ve oyun vasıtası yapıldığı an, elbette buna rıza göstermeyecektir. Bu nevi fiilleri irtikab edenlerle nasıl bir dostluk kurulabilir? Akıldan noksan, düşünceden yoksun kişilerle mü'minler arasında nasıl bir sevgi sözkonusu olabilir? Normal bir akla ve sağlam bir düşünceye sahib kimseler, Allah'ın dini ve mü'minin yüce rabbine olan ibadeti ile alay edemezler. Eğer gerçek bir akıl ve düşünceye sahib olsalardı zaten mü'min olurlardı. Kur'ân-ı Kerîm, mü'minlerin dostluğunun ancak Allah'a, Rasûlü'ne ve mü'min kimselere olacağını açıkça gösteriyor. Böylece hıristiyan, yahudi ve diğer müşrikleri dost edinmekten sakındırıyor.
Mü'minler hiç bir şekilde onlan dost edinemezler. Fakat belki müsamaha ve iyi muamelede bulunabilirler. Müsamaha ile dostluk birbirine kanştınlmamalıdır. Zira müsamaha ve iyi muamele bir hareket ve ahlak meselesidir. Dostluk ise, bir inanç ve nizam meselesidir. Dostluk, yardımlaşma demektir. Dostluk bir cemaatin diğer bir cemaate yardım etmesidir. Halbuki mü'min cemaat, hiç bir şekilde müşrik bir cemaate yardımcı olamaz. Çünkü biri Allah'ın yanında, diğeri şeytanın, tâğutun yanındadır. Allah ile şeytan ise, birbirine düşmandır. Yardımlaşma mü'minlerin hayatında sadece din mevzuunda olur. Allah nizamını insanların hayatında hakim kılmak için yapılacak cihad hususunda olur. Bu konularda ise bir mü'min ile mü'min olmayan birisi arasında dostluk niçin ve nasıl olur?
Mü'minler Allah yolunda, kafirler ise şeytan yolundadırlar. Yani dünya üzerindeki insanlar iki guruba ayrılırlar, iman edenler küfredenler... İman edenler Allah yolunda ve Allah'ın dinini gerçekleştirmek için savaşırlar; Allah'ın şeriatını insanlık hayatına hakim kılmak, insanlar arasında adaleti tahakkuk ettirmek için çarpışırlar...
Küfr edenler ise; onlar tağut yolunda savaşırlar. Allah'ın nizamı dışında beşeri sistemleri gerçekleştirmek için çalışırlar. Allah'ın dini dışında diğer dinleri hayata hakim kılmak için tağut yolunda savaşırlar. Böylece; iman edenler Allah'ın himayesine, velayetine sığınırlar. Küfredenler ile çeşitli bayrakları, çeşitli sistemleri, çeşitli nizamları, çeşitli değerleri ve çeşitli ölçüleriyle şeytanın himayesine sığınırlar. Hepside şeytanın dostudurlar. Bu hususta Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“İman edenler Allah yolunda savaşırlar. İnkâr edenler ise tağut yolunda savaşırlar. Şeytanın dostlarıyla savaşın; şeytanın hilesinin zayıf olduğundan şüpheniz olmasın.” [280]
İman edenler Allah yolunda, küfredenler de tağut yolunda savaşırlarsa nasıl birbirlerinden yardım isteyebilirler? Eğer bugün mü'mirilerle tağutun safları henüz belli değilse bu büyük bir eksikliktir. Zira Rasûlüllah (s.a.s.) tek başına Allah'ın dinini temsil etmeye başladığı andan itibaren bu saflar kendiliğinden ayrılmış oldu. Bir beldede mü'minler varsa, mutlaka karşılarında da tağuti güçler vardır. Eğer bu durum açıkça fark edilmiyorsa orada hiç bir canlılık yok demektir. Sonra hem mü'min olarak yaşamak, hem de hiç bir sıkıntı ve darlık çekmemek... Bu asla mümkün değildir. Eğer bir beldede şer güçler mü'mini her haliyle rahatsız etmiyorsa; o mü'minin varlığından bahs edilemez. Zaten mü'min mü'mince yaşadığı andan itibaren -tıpkı Rasûlüllah'ın davasını açıkladığı gibi- şer güçler tarafından her çeşit hakareti görecektir. Mü'minin refah ve huzur içinde yaşadığı zaman: ancak bütün insanların İslâm'ın hakimiyeti altında oldukları zamandır. Bunun ötesinde böyle bir halden bahsedilemez. [281]
İslâm'ın cihad mefkuresi bir mü'min için en az namaz kadar, zekat kadar, belki bazı anlarda daha da önemlidir. Evrensel ve ilahi nizam davetim, bütün insanlığa ulaştırmaya ve tebliğ etmeye çalışırken, karşısına dikilecek bütün sulta ve engellerin yıkılması şarttır. Fakat ilahi davet her tarafa ulaştıktan sonra kabul edip etmemekte herkesin hür olup, itaat edenleri engelleyici bir mania ve sultanın bulunmaması da elbette bir insani haktır. Bir takım kimseler Allah'ın, davetini kabule yanaşmayıp kaçınabilirler, ama ilahi davetin yoluna devam etmesini önlemeye hakları yoktur. Allah'ın hidayet verdiği bir kimse İslâm'a gönül verirse, artık kimse onu eziyet veya fitne taktikleri ile yolundan çevirmeye kalkışmamalıdır. Allah yolundan insanları men eden ve insanları hidayetten uzaklaştıran bir nizamın sultasının olmamasını istemek de mü'minlerin gayet tabii bir hakkıdır. Eziyet ve fitnelere maruz kaldıkları vakit, mü'minlerin kuvvet kullanarak kendilerini müdafaa etmeleri, dini bir vazifedir, inanç hürriyetini teminat altına almak Allah'ın hidayetine ulaştırdığı insanların emniyetini temin etmek Allah'ın dinini yeryüzünde hakim kılmak elbette mü'minin meşru bir görevi ve hakkıdır.
Mü'minin cihad hususundaki görevim yüce Allah (c.c.) şöyle belirtiyor:
“Fitne kalmayıp, din de yalnız Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın. Bununla beraber vazgeçerlerse, artık zalimlerden başkası için hiç bir husumet yoktur.” [282]
Yine bu ayete benzer diğer ayette de şöyle buyurur:
“Yeryüzünde fitne (şirk) kalmayıp din tamamıyla Allah'ın oluncaya (Ondan başkasına ibadet edilmeyinceye) kadar onlarla savaşm. Eğer küfürden vazgeçerlerse Allah yaptıklarını görür ve mükafatlarını verir.” [283]
Allah Teâlâ'nın bu hükmü umumidir. Zamana bağlı değildir. Her zaman bu hükmün yürürlükte olması lazımdır. Çünkü cihad kıyamete kadar devam edecektir. Her gün insanları Allah'ın dininden alıkoyan, Allah davetinin işitilmesine kanaat getirdikten sonra da kabul edilmesine mani olan, Allah'ın dinini emniyet içerisinde müdafaa etmeyi engelleyen zalim bir kuvvet her zaman olabilir. Müminler ise, bu-şer kuvvetleri yıkmak, devirmek, insanları o kuvvetin kahrından kurtarmak ve Allah'ın kelamını onlardan korkmadan dinleyecekleri, işitecekleri, Allah yolunu seçecekleri ve yönelecekleri bir ortam vücuda getirmekle mükellefti.
İslâm nazarında fitne katilden daha şiddetlidir. Onun için her fitneyi men etmek mü'minin görevidir. Şunu hemen belirtelim ki günümüz insanları fitneyi yanlış te'vil etmektedir. Bu kavramı lastik gibi herkes kendine çekmektedir. Esas fitne veya fitne çıkarmak, insanları dinlerinden döndürmek isteyen, sırf müslüman oldukları için müslümanlara eziyet edenlerdir. Evet asıl fitne çıkaranlar insanları Allah'ın dinini yaşamaktan mahrum bırakan ve Allah'ın nizamıyla insanlar arasında engeller koyan kimselerdir. İslâm ise cihad mefkûresiyle, insanlığı kula kulluk etmekten kurtarıp Allah'a kulluk ettirmesini sağlar. Gerçek yol da budur. Bu yol yeryüzünden bütün putları kaldırma yoludur. İnsanları kula kulluktan kurtarıp kulların yaradamna kulluk etme yoludur. Bu yol insanlara zorla inancı kabul ettirme yolu değildir. Fertlere baskı yapmadan, vicdanlara tahakküm etmeden, hürriyet içinde dilediği sistemi seçme yoludur. İşte İslâm'ın cihad metodu budur. İslâm, sadece tek kelimeyle, insanları kula kulluktan kurtarıp yalnız Allah Teâlâ'nın uluhiyetini ve onun Alemlerin Rabbi oluşunu ilan etmekle olur. Ne şekilde olursa olsun beşerin ilahlaştırdığı sistemlere karşı girişilen bir hareketle bu mümkün olabilir. Beşerin ilahlaştırması demek; bütün işlerin sonunda hükmü insanların vermesi ve bütün sultanın Allah'tan alınıp insanlara verilmesi demektir. Beşeri ilahlaştırmak, kendine çıkardıkları sistemlerle millete tahakküm edenlerin insanları köleleştirip, beşeri de tanrılaştırmaları demektir. Mü'min kimselerin Allah'ın “Alemlerin Rabbi” oluşunu ilan etmeleri lâzımdır. Yani gasb edilen topraklardan zalim ve mütecavizleri kovmaktır. İşte böyle bir dâr veya böyle bir memleket Allah'ın ülkesi, dolayı sı ile de müslümanların ülkesi haline gelir. Bu ülke tek kelimeyle Allah'ın dininin hakim olduğu ülkedir.
Mü'minler, her bulunduğu bölgede beşerin hakim olduğu yeri yıkıp yeryüzünde Allah'ın ilkesini inşa etmeye çalışmalıdırlar. İnsanların ilkesini yıkıp, Allah'ın ilkesini hakim kılmak mü'minlerin başta gelen görevlerindendir. Evet bu görev öyle sanıldığı gibi basit ve sadece tebliğ yoluyla yapılacak bir görev değildir. Çünkü Allah'ın yeryüzündeki hakimiyetini gasb edenler, ellerine geçirmiş oldukları bu sultalardan sadece tebliğle vazgeçmezler. Eğer böyle kolay olsaydı; sadece tebliğ ve beyanla vazgeçecek olsalardı, peygamberler Allah'ın dinini hakim kılmak için bu kadar zorluk çekmezlerdi. Halbuki peygamberler tarihi ve nesiller boyu bu dinin karşılaştığı engeller tamamen bunun aksini gösteriyor. Bakara sûresinin 214. ayetinde de yüce Allah şöyle buyurur:
“Yoksa siz, sizden evvel geçenlerin hali başınıza gelmeden Cennet'e gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluk ve sıkıntı geldi ve sarsıntıya uğradılar ki hatta peygamber ve beraberindeki mü'minler: 'Allah'ın yardımı ne zaman' diyorlardı. Gözünüzü açın! Allah'ın yardımı pek yakındır.”
Burada Kur'ân, mü'minlerin dikkatini geçmiş imanlı toplulukların tecrübelerine çekiyor. Onlar böylesine zor ve mihnetli günlerle karşılaştılar. Bu tecrübe çok derin, korkutucu ve dehşetli bir tecrübedir. Hatta bu imtihana dayanamayarak Allah'ın yardımı ne zaman' diye sual sormuşlardır. Böyle bir sual, Allah'a bağlanan gönülleri sarsan mihnetin derecesini anlatır. Anlatılması gayet güç olar” bir mihnet olacak ki, onlardan böyle bir sual sudur etsin.
Bu ayette Allah Teâlâ mü'minlere seslenerek, onların sıkıntılara, güçlüklere ve belalara düşmeden, geçmiş mü'minlerin zor imtihanlardan geçmeden, onlar gibi düşmanlardan korku çekerek sarsılmadan ve “Allah'ın yardımı nerede” diyecek duruma gelmeden cennete gireceğini sanmasınlar.
Bu ayet, mü'minlere, Allah'ın rızasına ancak metanet ve sabır göstermekle erişebileceklerini hatırlatmaktadır. Allah Teâlâ tarih boyunca kendine inananları böyle sıkıntı ve cefalarla imtihan etmiş, imanlarını olgunlaştırmıştır. Bu Allah'ın bir vadi ve kanunudur. Sonunda sabredenler başarıya ve zafere ulaşırlar. İşte mü'minler böylece Cennet'e müstehak olurlar. Cihad ve imtihandan, sabır ve sebattan sadece Allah'a sığınıp, onu düşündükten, Allah'tan başka her şeyi ve herkesi unuttuktan sonra Cennet'i hak ederler.
İşte Allah dininin temsilcileri olan mü'minlerin karşılaştıkları ıstıraplara, elem ve acılara bedel olarak tercih edilen bir kazanç... Bu kurtuluş en nihayette cennet ehli olanlar içindir. İşte Allah'ın ilk müslüman cemaate anlattığı ve her nesilden gelen mü'min cemaate de belirttiği yol budur:
İman ve cihad, mihnet ve bela, sabır ve sebat, sadece Allah'a yöneliş... Yardım ve cennet bunlardan sonra gelir, her şey imtihandan sonradır.
Buharı, Ebu Davut ve Nesi’nin rivayet ettikleri bir hadis şöyledir:
“Habbab b. Eret anlattı:
Rasûlüllah (s.a.s.) Kâbe’nin gölgesinde, abasının üstünde oturmuş gölgeleniyordu. Ona müslümanların uğradığı eziyetlerden şikayetlenerek:
'Ya Rasûlüllah bize dua etmeyecek misin, Allah'tan yardım dilemeyecek misin?' dedik. Rasûlüllah şöyle buyurdu:
“Sizden önceki milletler, hakka inananları tutarlar yere gömerler, başını testere ile biçerler, cesetini demir taraklarla tararlardı da onlar yine de davalarından vazgeçmezlerdi. Vallahi Rabbim bu davayı öyle muzaffer kılacak ki yolcu San'a'dan atına binecek, Hadramut'a kadar gelecek de Allah'tan başka kimseden korkmayacak. Fakat siz acele ediyorsunuz.”
İşte geçmiş mü'minlerin imtihanları böyleydi. Yüce Allah imtihanla ilgili bir başka ayette şöyle buyuruyor:
“Anayolsun ki sizi biraz korku, açlık, canlardan, mallardan ve mahsullerden eksiltmeyle imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele ki onlar bir musibete duçar olduklarında 'Biz Allah içiniz ve yine ona döneceğiz' derler.”[284]
İslâm, fertleri terbiye etmek hakk savaşında samimi olanlarla olmayanları ayırd etmek için, korku, açlık gibi imtihanlar koymuştur. Gerçekten de ancak bu zor imtihanlar safları ayırır. Yoksa kimin ne olduğu tesbit edilemez. Eziyetlere katlandığı oranda gönüllere iman yerleşir. Zahmet çekilmeden sıkıntı görülmeden kolaylıklar içerisinde kabul edilen inançlar ilk hamlede yok olur gider. İman uğrunda ile zaman ki eziyetlere katlanır, ne zaman ki Allah yolunda canlar verilirse, işte o zaman iman gönüllere yerleşir.
Mü'minin imanı, şiddet darbeleri altında daha da kuvvetlenir. Gerçek ölçü ve değer, zorluklara karşı sabır ve tahammüldür. Şiddette ve zorlukta, çekingenlik ve hilekârlık söz konusu olamaz. Şiddet anında mü'min sadece Allah'a bağlanırsa bütün perdeler kalkar; basiret tecelli eder. Göz, alabildiğine ufukları seyre dalar ve mü'min kainatta Allah'tan başkasını görmez artık. O zaman onun gücünden başka hiç bir güç yoktur. Ondan başka hiç bir sığınak yoktur. Kur'an bu mertebeyi gayet güzel açıklamaktadır:
“Sabredenlere müjdele ki onlar bir musibete dûçâr olduklarında 'biz Allah içiniz ve yine ona döneceğiz' derler.”[285]
İşte “sabredenler yalnız Allah'a teslim olan kimselerdir. İşte Allah Teâlâ'nın gerçek sabır mükâfatı olarak müjdeler in'am ettiği kimseler onlardır:
“İşte onlar için Rableri tarafından mağfiret ve rahmet vardır. Hidayete erenler de onlardır.” [286]
Gerçekten bu ne yüce bir makamdır. Hem rahmet vardır; hem de Allah tarafından onların hidayete ermiş kimseler olduklarına şehadet edilmek. Bütün bunlar dehşet ve azamet sahneleridir.
Allah Teâlâ kefenin bir gözüne; açlık, korku, malların ve nefislerin azlığı, şehadet ve ölüm, meşakkat ve çırpınma, nihayet yorgunluk... Diğer kefesine de hak yolunda şehadet, Rableri tarafından mağfiret ve rahmet... İşte mü'minin hedefi bundan başka hiç bir şey olamaz.
Mü'min Allah yolunda yürürken, Allah'ın rızası, mağfireti, rahmeti ve şehadet arzusundan başka hiç bir şeye sarılmaz ve bağlanmaz. İşte mükafatların en büyüğü de budur. Bu mükafat, korkunun, açlığın, şiddetin, ölümün ve şehadetin mükafatıdır.
Çünkü Allah yolunda savaşıp ölenler bizim zahiren bildiğimiz ölüler değildir. Kur'ân-ı Kerim onları şöyle tanıtıyor:
“Allah yolunda öldürülmüş olanlara 'ölüler' demeyin. Bilakis onlar diridirler. Fakat siz bilmezsiniz.” [287]
Şüphesiz ki, Allah uğrunda savaşanlar, hak davasında kurban olanlar, temiz ruhlu ve yüce kalpli kimselerdir. Allah yolunda, Allah'ın dini için ölenler ölü değildir. Hatta bütün diller onlara ölü dese de Allah şahittir ki onlar ölü değildirler. Allah yolunda öldürülenler sadece dış görünüş itibariyle ortadan kaybolmuşlardır. Çünkü ölüm onlar için kurtuluştur.
Allah yolunda öldürülenler, uğrunda öldükleri davanın zafere ulaşması bakımından cemaatlerinde büyük bir tesir uyandırıyorlar. Onların ölümüyle davaları daha fazla büyüyor ve gelişiyor. Onların şehadeti geride kaiantlara güç veriyor. Bu itibarla onlar, insanların dünyasında yaşarlar. Fakat bunun da ötesinde mahiyetini sadece Allah Teâlâ'nın bildiği bir dirilik sözkonusudur.
Onlar diri oldukları için ölüler gibi yıkanıp kefenlenmezler. Onların kefenleri şehitlik elbiseleridir. Yıkanmak ölünün cesedini temizlemek demektir. Fakat onlar zaten temizdirler. Yaşarken giydikleri elbiselerini ölürken de giyerler. Zira onlar öldükten sonra da yaşarlar.
Müslim, şehitler hakkında şöyle bir hadis rivayet eder:
“Şehidlerin ruhları yeşil bir kuş halinde Cennet'te diledikleri gibi gezerler. Sonra arşın altına asılmış olan kandillere yaklaşırlar. Allah Teâlâ onlara muttali olur ve buyurur ki; ne istiyorsunuz?' Onlar derler ki; 'ey Rabbimiz ne arayalım? Sen bize hiç bir kuluna nasib olmayan şeyler bahşettin'. Sonra Allah Teâlâ onlara yine aynı soruyu tekrar sorar, isteksiz bırakılmayacaklarını görünce derler ki; 'ey Rabbimiz! bizi tekrar dünyaya döndürüp ölünceye kadar tekrar senin yolunda cihad ettirmeni istiyoruz'. Allah Teâlâ; 'Ben onların tekrar dünyaya döndürülmeyeceklerini yazmıştım,” buyurdu.
Eneş b., Malik (r.a.)'dan rivayet edilen bir hadiste de Rasûlüllah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Cennete giren hiç bir kimse tekrar dünyaya dönmek istemez. Fakat şehitler müstesna. Onlar tekrar döndürülüp, on defa öldürülmesini isterler. Zira onlar şehadetin yüceliğini görmüşlerdir.”
İşte Allah davası uğrunda kaybolanların (ölenlerin) tablosu budur. Onlar Sadece Allah yolunda, Allah'ın indirdiği hakikatler uğrunda ölen kimselerdir. Onlar bunun dışında hiç bir gaye için ölrnemişlerdir. Yalnız ve yalnız O'nun için...
Ebû Musa el-Eşarî (r.a.) den' Âdamın biri Rasûlüllah (s.a.s.)'a gelerek:
'Ya Rasûlüllah! Kimi şecaat için, kimi hamiyyet için, kimi de riya için savaşıyor. Bunlardan hangisi Allah yolundadır?' Rasûlüllah:
“Kim Allah kelamı yücelsin diye savaşırsa, o Allah yolundadır” buyurdu.”[288]
Meta elde şöyle buyurmuş:
“Onun mükafatı yoktur.”
Allah Teâlâ yukarıda vermiş olduğumuz Bakara sûresinin 154. ayetine benzer diğer bir ayette de şöyle buyuruyor:
“Sakın Allah yolunda öldürülenleri ölü sanmayınız. Onlar Rableri katında diridirler, Cennet meyvelerinden rızıklandınhrlar.” [289]
Ayeti kerime, Allah yolunda öldürülenlerin diri olduklarını, hayatın bütün hususiyetlerine sahib olduklarını, Rableri nezdinde rızıklandırıldıklarını, Allah'ın kendilerine verdiği ihsandan dolayı sevinç içinde bulunduklarını, geride kalan mü'min kardeşlerini de varacakları yerin ihtişamıyla tebşir ettiklerini, hayatta kalan müslümanların baslarına gelen hadiselerden dolayı, onlara yardım, için bir araya gelip toplandıklarını sarahatle ifade ediyor.
Mü'min için hayat, iman ye cihaddir. İmandan sonra en mühim ibadetlerden biri de cihaddır. Cihad, mal ve can ile yapılan bir ameliyedir. Cihad; Allah'ın dinini ferdî, ailevî ve içtimaî hayatta ve bütün insanlık camiasında hakim kılmak ameliyesidir. Allah Teâlâ cihad ile ilgili şöyle buyuruyor:
“Mü'minler hicret edenler, Allahyolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşanlar, Allah katında daha büyük derecelere sahiptirler. İşte onlar dünya ve ahiret saadetine kavuşanlardır.” [290]
“Ey mü'minler, gerek hafif, gerek ağırlıklı olarak seferber olun ve mallarınızla canlarınızla Allah yolunda muharebe edin. Eğer bilirseniz bu sizin için pek hayırlıdır.” [291]
“Allah'a ve Ahiret gününe iman edenler, mallarıyla canlarıyla cihad etmek hususunda senden izin istemezler. Allah takva sahiplerini pek iyi bilendir.” [292]
Mü'minler cihad farizasının edası için kendilerine izin verilmesini katiyyetle beklemezler. Mallarıyla canlarıyla Allah yolunda savaşa katılmakta asla tereddüt göstermezler. İzin verilmesi bir tarafa teşvik edilmeye bile ihtiyaçları yoktur. İzin isteyenler kalpleri imandan uzaklaşmış kimseler içindir. Onlar, belki dini mükellefiyetlerle, aralarında bir engel teşkil eder diye mazeretler uydururlar, sebepler icad ederler. Allah'a giden yol açık ve dosdoğrudur. Bu yolu tereddüde düşmez, hiç bir şüpheye kapılmaz.
Mü'minler Allah yolunda savaşmayı her şeye tercih etmelidir. Çünkü bu hususta yüce Allah ayetinde şöyle buyurur:
“De ki: Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, durgunluğa uğramasından korktuğunuz alış-verişler, hoşlandığınız yurtlar sizin için Allah ile peygamberden, Allah yolunda savaşmaktan daha değerli ise o halde Allah, emrini gönderinceye kadar bekleyin. Allah fasıklar güruhunu hidayete erdirmez.” [293]
Bu ayeti kerimede mü'minler için gerçekten büyük dersler ve azametli imtihanlar mevcuttur.
Allah Teâlâ, terazinin bir kefesine Allah'ı, peygamberi ve onun yolunda cihadı; diğer kefesine de babaları, oğulları, kardeşleri, eşleri, kabile fertlerini, malları, ticareti (fıtratın arzu ve hevesini) rahat meskenleri (hayatın tadı ve lezzeti) ve diğer zevk ve lezzetleri koyuyor. İşte bu imtihanı kazanmak, kendine ismen müslüman diyen veya mü'min diyenlerin işi değildir. Bu iş ancak gerçekten mü'min olan ve bu mü'minliğiyle Allah'a teslim olan kimselerin harcıdır. Zira şehadete bunlar taliptirler. Ahiret mükafatına bunlar talipdirler. Çünkü bu yolda bela, ıstırap, sıkıntı, mahrumiyet, acılar, fedakârlıklar, yaralanmak, kaybetmek ve nihayet şehid düşmek vardır. Bu yolda yürüyen kimsenin hiç bir iç rahatsızlığı olmayacaktır. Bu yolda yürümek isteyenin Allah yolunda ölmekten başka hiç bir düşüncesi hiç bir sevgilisi bulunmayacaktır. En küçük bir nifak bu imtihanı başarmaya engeldir. Bu yolda, şöhret, ün yapmak ve kendini göstermek gibi unvanlar da yoktur. Övünmek, iftihar etmek, kibirlenmek bu yola aykırıdır.
Aksi halde ne mükâfat, ne de sevab kazanılır. İşte bu yolda meşakkatler, zorluklar, eziyetler ve arkasından dünyaya ait ne varsa kaybedilecektir. Bu yol işte böyledir. Yoksa:
“Allah'ın emri (azabı) gelinceye kadar bekleye durun!..”
Bu bölüme dahil olanlar; yani zevk ve sefayı tercih edenler; babaları, oğulları, eşleri tercih edenler; malları, ticareti ve meskenleri tercih edenler; evet bunlar fasıklar zümresine dahil olanlardır. Allah bunları asla sevmez. Onlara Allah'ın azabından başka bir şey yoktur. Fakat diğer taraftan Allah'ı ve Ahiret hayatını tercih edenlerin hali başkadır. Allah'a kavuşmanın zevki başkadır. Aşağılıktan düşüklükten kurtulup yücelmenin zevki, kan ve etin ağırlığından kurtuluşun zevki başkadır.
Çünkü, Allah yolunda cihad ve arkasından şehadetin zevki gerçekten büyüktür. Rasûlüllah (s.a.s.) onun için: “Her kim cihad etmeden ve cihad arzusunu ruhunda duymadan ölürse, nifaktan bir şube üzerine ölür,” buyurmuştur.” [294]
Mü'minlerin, cihad görevlerini yerine getirmeden kurtuluşa ermeleri mümkün değildir. Bu husustaki ayeti kerimeler müminlere şöyle sesleniyor:
“Yoksa Allah içinizden cihad edenleri ve sabr edenleri belirtmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?” [295]
“Kim (Allah yolunda) mücahede ederse kendisi için mücahede eder.” [296]
“Allah uğrunda gerektiği gibi cihad ediniz. Allah kendi dinini muzaffer kılmak için sizi seçti.” [297]
Mü'minler, hiç bir zaman, 'biz artık iman ettik; Cennet'e gideceğiz' diyemezler. Çünkü Cennet ancak pratik tecrübelerden ve ameli imtihanlardan sonra gelir. Cennet, sadece Allah için cihad eden, belalarla karşılaştığı halde onlara katlanan, cihadın ağırlıklarına göğüs geren kimseler içindir.
Mü'mînlerin sadece cihad etmeleriyle de iş bitmiyor. Aynı zamanda bu davetin meşakkatlerine sabretmek de lazımdır. Çünkü savaşla birlikte bir çok sıkıntı ve meşakkat başlar. İşte mü'min bütün bunlara rağmen sabredicidir, Bunlardan ayrı olarak da düşünce ve gidişatta İmanlarının icaplarını tamamen yerine getirme meşakkati vardır....Bu esnada insanın kendi benliğinin zaafına ve günlük hayatında karşılaştığı diğer kimselerin zaafına karşı sabır... Batılın su yüzüne çıkıp yükseldiği ve muzaffer bir kumandan edasına büründüğü devrelerde sabır... Yolunun uzaklığına, engellerin çokluğuna, meşakkatlerin fazlalığına karşı sabır... İnsan nefsinin zorluklardan, darlıklardan, çırpınışlardan, zahmetlerden kaçıp rahat etmeyi arzulamasına karşı sabır. Daha nice şeylere karşı sabır... İşte Cennet bütün bunlardan sonradır. Yoksa, hayallerle ve bir takını laflarla Cennet'e ulaşılamaz. Bir çok insan, ölümle karsı karşıya gelmeden savaşa çıkmayı, cihad etmeyi arzular. Fakat onunla karşılaştıklarında donup kalabilirler. Ayet-i kerime bu hususu şöyle hatırlatmaktadır:
“Gerçekten siz ölümle karşılaşmadan önce, onu arzulamştımız. Fakat işte onu gördüğünüz halde bakıp duruyorsunuz.” [298]
Bu ayeti kerime dilden çıkan uçucu laflarla, kanatlı hayallerle Cennet'e ulaşılmayacağını insanlara öğretiyor. Cennet, lafların tahakkuku, hayallerin de cisirnlenmesiyle birlikte cihad ve meşakkatlerden sonra elde edilir.
Şüphesiz ki, Allah Teâlâ isteseydi, Rasûlü'nü ve kendi dînini; mü'minleri hiç bir eziyete duçar etmeden ilk anda muzaffer edebilirdi. Aynı zamanda geçmişte Âd, Semûd ve Lût kavmine yaptığı gibi müminlerle birlikte çarpışan melekleri gönderir ve bütün müşrikleri taru-mâr edebilirdi. Fakat mesele zaferden öte, müslüman cemaatın yetiştirilmesi, terbiyeden geçmesi ve imtihanı kazanabilmesidir. İşte asıl gaye budur.
Mü'minlerin; kibiri, başıboşluğu ve şımarıklığı ne derece yenip Allah'a şükür ve tevazuya nasıl kavuşabileceklerini ölçmek için bu yola başvurulmuştur. Zira zaferlerde ve hezimetlerde mü'minler için büyük dersler vardır. Fakat Allah'ın takdiri kendi kanununa uygun olarak hiç sapmadan devam ediyor. Mü'minler katiyyetle bilmelidirler ki cihad olmadan ve mücadele verilmeden bu din kaim olamaz. Yorulmadan, mücadele verilmeden bu din kalblere yerleşemez. Onun için, Allah'a boyun eğer insanlardan oluşan bir cemaat, mutlaka insanları Allah'ın dinine dayat etmek için çalışarak ter dökmelidir. Bu cemaat insanları kula kulluktan kurtarıp tek bir Allah'a kul olmalarını sağlavacaktır. Bu cemaat Allah'ın hakimiyetini gasb edenlerin elinden bu hakkı tekrar çekip almalıdır. Bu cemaat insanların hayatında Allah'ın şeriatını hakim kılmalıdır. Bu cemaat, insanları Allah'ın dinine göre hareket ettirmek için gece-gündüz çalışmalıdır. Allah'ın dinini hakim kılmaya engel olanlara karşı kararlı bir mücadeleye girmelidir.
İşte mü'minler bu vasıflara haiz olmalıdır. Allah'ın mü'minlerden istediği ancak budur. Kur'ân-ı Kerîm bu cemaatı şöyle vasıflandırıyor:
“İçinizden insanları hayra çağıracak, iyiliği emredip, kötülükten alıkoyacak bir cemaat bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır.” [299]
“Siz insanlar için ortaya çıkarılmış bir ümmetsiniz; ma'nifu emreder, münkerden nehyedersiniz ve Allah'a inanırsınız.” [300]
“Allah'a ve ahiret gününe inananlar, iyiliği emreder kötülükten vazgeçilirler, hayırlara koşuşurlar. İşte onlar salihlerdendir.” [301]
Bu ayetlerde mü'minlere yüklenen vazifeler, mü'minin, yeryüzünde hayrı şerre, ma'rufu münkere, hakkı batıla galip kılmak ve Allah nizamım ikame etmek için üzerine düşeni yapmasıdır? Bu vazifeyi mü'min bir cemaatin veya öncü cemaat dediğimiz bir cemaatin yapmasıdır? Bu cemaat, insanları hayra çağıran, ma'rufu emredip münkeri nehyeden bir cemaattir. Bu cemaat; birlikleri toplayıp, hayatında Allah nizamını tahakkuk etmek için oluşturulmuş bir cemaattır.
Allah'ın yeryüzündeki nizamı mücerret olarak vaaz, irşad ve beyanla gerçekleşmez. Ma'rufu tahakkuk ettirip insanlığın hayatından münkeri silip atacak emir ve nehiy kuvvetinin var olması zaruridir. Allah'ın nizamını her heves sahibi, her şehvet sahibi ve her maslahat sahibinin oyuncağı olmaktan kurtaran bir cemaat olmalıdır. Ma'rufu emreden, münkerden sakındıran cemaat, bir sürü meşakkatlerle karşı karşıya gelir. İnsanların şehvetleri hevesleri, menfaat ve faydaları, kibir ve gururlan... hepsi birer problem olarak mü'min cemaatın karşısına çıkar. Bunların hepsine sabır gerekir. Onun için bu cemaata Allah Teâlâ kurtuluşu vaad ediyor. “Ve onlar kurtuluşa erenlerdir”. Bu cemaatin var oluşu ilahî nizamın tesisi için zaruridir. Bu cemaat ancak iman ve takva esasına dayanarak ortaya çıkar. Bu cemaat Allah'tan nasıl korkması gerekiyorsa öyle korkar. Allah'a nasıl iman ediliyorsa öyle iman eder. İşte bunlar insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı bir ümmettir. Mü'minler bunun idrakinde olmalıdırlar. Mü'minler yükselmek için çıkarıldıklarını, kumandanlık için getirildiklerini,, ümmetlerin en hayırlısı olduklarını bilmelidirler. Müslümanın başkalarına teslim edeceği hiç bir şeyi yoktur. Daima yücelerde olmak, daima kumanda mevkiinde bulunmak onun vazifesidir.
Bu vazifenin icaplarından biri de hayatın şer ve fesattan korunması ve hak esası üzerine oturtulmasıdır. Mü'minin ma'rufu emredip münkeri nehyetmesi için kendisine has kuvveti bulunması lâzımdır. Mü'minler, insanlar arasından çıkarılmış ümmetlerin en hayırlısıdırlar. Bu, övünmek ve teşvik etmek için değil, sadece insanlık hayatını münkerden koruyup, imanla birlikte ma'ruf üzerine oturmak için müsbet bir ameliyedir. Belki bu ameliye ile beraber bir çok sıkıntılar var olacaktır ama, salih bir cemiyeti ikame ve muhafaza etmek, Allah'ın istediği hayat şeklini tahakkuk ettirmek için bu zaruridir. Allah Teâlâ bu ameliyeleri getirip imana bağlamaktadır. Çünkü, değerler için sağlam ölçüler koyabilmek, ma'ruf ve münker içinde sağlar bir tanım yapabilmek için Allah'a iman şarttır. Allah'ın rızasına ulaşıp, gazabından korunma amacı, inananları bu kaideleri gerçekleştirmeye sevk eder. Vicdanlar dahi Allah'ın kudreti ve cemiyetteki Allah'ın şeriati sayesinde o kaideleri koruyabilirler.
İyiliği emredip kötülüklerden sakındıran ve insanları hayra çağıranların bu sıkıntılı yolda yürümeleri ve o mükellefiyetlere katlanmaları için sağlam bir imana sahip olmaları şarttır. Bu şiddetli yolda onlar her türlü sıkıntılarla, meşakkatlarla karşılaşabilirler. Her zaman şerrin putu ile karşılaşabilir, şehvetin putu ile düşük ruhlarla, kırık azimlerle, ağır duygularla, karşı karşıya kalabilirler, işte o zaman sağlam bir iman gereklidir. O zaman onların azıkları ancak imanlarıdır. Cephaneleri, imandır. Dayanakları da Allah'tır. Çünkü imandan başka her şey tükenir. Allah'ın desteğinden başka bütün destekler devrilir. İşte bu esnada o cemaat sadece ve sadece Allah'a dayanır ve ondan yardım ister.
Mü'minler, ya ma'rufu emredip münkeri nehy eden, Allah'a imanla birlikte hayra davet eden bir cemaat olur, (ki o zaman müslümanlık mevcut olur,); ya da bunlardan hiç birini yapmaz, (ki o zaman da İslâm'dan söz edilmez.)
Rasûlüllah (s.a.s.) de bu hususta şöyle buyurur:
“Sizden biriniz bir münker görünce onu eliyle değiştirsin. Eğer yetmezse dili ile değiştirsin. Ona da gücü yetmezse kalbiyle buğzetsin. Kalbiyle buğetmek ise, imanın en zayıf derecesidir.” [302]
“Nefsim yedi kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki, siz ya ma'rufu emreder münkeri nehyedersiniz, yahut da Allah üzerinize kendi azabını gönderir. Sonra da dua edersiniz de duanızı kabul etmez.” [303]
“Cîhadın en büyüğü zalim sultana karşı söylenilen.” [304]
“Şehitlerin şahı Hamza'dır. Bir de zalim sultanın yanına.” (Cabir b. Abdullah'tan Hâkim rivayet etmiştir).
Bu hadisi şeriflerin hepsi de, İslâm cemiyetindeki bu özelliğin asıl olduğunu ve böyle bir topluluğun lüzumunu açıkça beyan etmektedir.
Mü'minler Allah yolunda, ister mallarını, ister canlarını, isterse her şeylerini kaybetsinler... Aslında onların kaybettikleri bir şey yoktur. Çünkü dünya hayatı Ahiret içindir. Dünyada kim Allah için ne harcarsa, ne kaybederse, Ahiret'te çok daha fazlasını bulacaktır. Dolayısiyle müminlerin kaybettikleri hiç bir şeyleri yoktur. Yeter ki Allah'ın hakimiyetini yeryüzüne yerleştirmek ve bu hakkı gasbetmek isteyen küstahlara gereken dersi vermek için gayret sarfetsinler. Yeter ki mü'mirilerin alış-verişleri Allah için olsun...
Allah Teâlâ bu kazançlı alışverişi şöyle beyan etmektedir:
“Şüphesiz Allah, kendi yolunda savaşıp öldüren ve öldürülen mü'minlerin canlarını ve mallarını -Tevrat, İncil ve Kur'ân'da söz verilmiş bir hak olarak- Cennet karşılığı satın almıştır. Verdiği sözü Allah'tan daha çok tutan kimdir? Öyle ise yaptığınız bu alış-verişe sevinin. Bu en büyük saadettir.” [305]
Bu gerçekten korkunç bir ayettir. Bu ayet, mü’minleri Allah'a bağlayan alakaların gerçek yönünü ortaya koyuyor. Sonra müslüman olarak Allah'a verdikleri biatin hakiki çehresini açıklıyor. Allah Teâlâ bu biat ile mü'minlerin mallarını ve canlarını satın almıştır. Mü’mnler de herşeylerini Allah'a satmışlardır. Bu inançta olan mü'minlerin artık Allah yolunda esirgeyecekleri hiç bir şeyleri yoktur. Harcadıkları her şeye karşılık Allah'ın Cennet'i vardır. Bundan daha büyük bir nimet düşünülemez. Çünkü bu alışverişte satın alan yüce Allah, satan ise mü'mindir. Bu muameleden sonra bir biat muamelesi başlıyor ki, bu muamele sonunda mü'min için ne kendi nefsini, ne de inalını Allah yolunda sarfetmekten kimsenin alıkoyabilimesi tasavvur olunamaz. Mü'min Allah için savaşırken her varlığını seve seve verir. Allah'ın dinini insanlık alemine hakim kılmaktan öte bir gaye taşımaz. Bu alış-verişte mü'min hem nefsini, hem de servetini Allah'a satmıştır. Karşılığında malûm bir bedel var; o da cennet'tir. Fakat yeryüzünde bu bedeli karşılayacak hiç bir eşya mevcut değildir.
Allah'ın bu biatına evet deyip karşılıklı el sıkışanlar, bu alış-verişi yapanlar, insanlar arasından seçilmiş özel vasıflara sahip olan “öncü” bir kitledir. Bu kitle yeryüzünde Allah'ın uluhiyetini hakim kılmak için cihad nedir bilmeyip oturanlar güruhu değildir. Bu kitle, kulların hayatına musallat olan ve Allah'ın hakkını gasbetmiş bulunan putları yıkmak için kımıldamayanlar kitlesi de değildir. Bu kitle sadece Allah'a teslim olmuş ve bu uğurda her şeyini seferber etmiş bir kitledir.
Asrı Seadet mü'minlerini müşahade ettiğimizde onların, Allah ve Rasûlü'ne, Cennet karşılığı her şeylerini feda ettiklerini görüyoruz. Bunun en canlı örneğini Akabe Biatı'nda görmekteyiz. Akabe Biatı'nda Rasûlüllah (s.a.s.) Medineli müslümanlarla biat yaptığında, onların reisi olan Abdullah b. Reyaha Allah Rasûlü'ne şöyle dedi:
Ya Rasûlallah! Hem Allah için, hem de kendin için dilediğin şeyleri şart koş.” Bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.s) “Rabbim için şartım; O'na kulluk etmeniz ve O'na başkasını eş koşmamanızdır. Kendim için ileri "süreceğim şart ise; kendi canınızı ve malınızı koruduğunuz gibi beni de korumanızdır.” Bunun üzerine Abdullah b. Reveha dedi ki:
“Bunları yerine getirdiğimiz zaman elimize ne geçecek? Karşılığında ne var bizlere?” Allah'ın Rasûlü:
“Tek kelime ile 'Cennet' vardır buyurdu.” Orada bulunanlar da hep birlikte:
“Kârlı bir kazanç. Ne azaltırız, ne de vazgeçeriz,” dediler.
Evet, Asrı Saadet mü'minleri için artık mesele bitmiş, akid tamamlanmıştı. Bundan bir daha geri dönmenin ve onu te'vil etmenin imkânı kalmamıştı artık. Çünkü bu alış-verişin karşılığında alman bedel, Cennet'ti. Herkesin, arzulayıp da varamadığı yer. Bu bedel bir vaadden öte, doğrudan doğruya Allah tarafından verilen ve satın alınan bir bedeldir. Zira Allah'tan daha doğru sözlü olamaz. O verdiği sözden caymaz.
Cihad mefkuresi, mü'min hayatta olduğu müddetçe vardır. Yeryüzünde insanın şeref ve haysiyetini ayaklar altına alan, insanı köle haline getiren bir otorite bulunduğu müddetçe Allah yolunda cihad devam eder. Yeryüzünde küfür ve fitne bulunduğu müddetçe, Allah uğrunda savaş devam edecektir; velevki, yeryüzünde bir tek mü'min kalmış da olsa.
Mü'min, ganimet toplamak, şahsî ve millî şöhret kazanmak, yeryüzünü istilâ etmek, insanlara baskı yapmak endüstri ürünleri için açık pazarlar bulmak, sömürge kurmak sevdasında değildir. Bunların hiç biri için de savaşmaz. (Ancak mecburi durumlar hariç) Mü'min, bir şahsın, bir ailenin, bir kabilenin, bir milletin veya bir ırkın yaran için de savaşmaz. Mü'min sadece Allah için, Allah'ın adini yüceltmek için savaşır. Allah'ın kelâmı yücelsin "ve hayata hâkim olsun diye savaşır. Bu yol için hiç bir korku yoktur. Galip gelse de, yenik düşse de, hatta ölse de...
Fakat bu gayenin dışında başka bir gaye ile savaşmanın akabinde böyle bir mükâfat yoktur. Allah'ın dinini yüceltmenin dışında başka bir gaye ile savaşıp ölürse, ancak uğrunda savaştığı kimseden mükâfatını bekleyecektir. [306]
Allah yolunda cihad canlarla yapıldığı gibi, mallarla da yapılır. Mü'minler mal ile yaptığı cihadda infak ettiklerini sadece Allah için infak etmelidirler. Malın kıymetini, önemini hesaba katmadan neyi infak edebilirlerse onu Allah için harcamalıdırlar. Hatta bazen en sevdiği şeyleri bile vermekten çekinmeyecektir. Zira yüce Allah, Âl-i İmrân sûresinde şöyle buyuruyor:
“Sevdiğiniz şeylerden infak. etmedikçe iyiliğe eri sermezsiniz. Her ne infak ederseniz şüphesiz Allah onu bilir.”[307]
Asrı saadette, mü'minler bütün sevdiklerinden fedakârlık ederek ecrine nail olabilmek için en çok sevdikleri mallarını Allah yolunda infak ettiler. Bu ayet indiği zaman Hz. Ömer (r.a.):
“Ya Rasûlallah! Hayber'de benim malım var. O malımdan daha fazla sevdiğim başka malım yok. Bana bu hususta ne emir buyurursun?” dedi. Rasûlüllah (s.a.s.) buyurdu ki:
“O malın asimi muhafaza et, gelirini de Allah yolunda harca.” [308]
Hz. Ömer gibi nice mü'minler bu ayete uyarak en çok sevdikleri malların Allah yolunda harcadılar. İşte o seçkin insanların İslâm anlayışları ve pratik yaşantıları böyle idi. Allah'ın bir ve ihsana garkeden fermanına böyle ittiba ettiler. Seçkin ve örnek mü'minler gönüllerini paranın ve servetin kölesi olmaktan uzak tutmuşlardı. Onlar, nefis ve şahıslara köle olmaktan kurtulup, İslâm'ın zevkine mazhar olmuşlardı.
Mü'minler bilmelidir ki, kendilerine verilen her mal ve servet, eğlenip dilediği gibi harcanmak için verilmemiştir. Bu verilen mal ve servetle insanları kendilerine köle edinemezler. O malı ve serveti ancak Allah için harcamalıdırlar. Çünkü, kendilerine verilen bu mal ve servetle imtihan olacaklardır. Allah Teâlâ bu hususta şöyle buyuruyor:
“And olsun ki mallarınız ve canlarınız hususunda imtihana çekileceksiniz. Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve Allah'a şirk koşanlardan bir çok incitici şeyler işiteceksiniz. Eğer sabreder ve sakınırsanız; bu, azme değer işlerdendir.” [309]
Mallar ve canlarla imtihan zaruridir. Sabır, mukavemet ve azim de gereklidir. Cehennem'e nasıl ki şehvetle, hırsla ve kinle vanlırsa; Cennet'e de zorluklarla ve meşakkatlerle vanlir. Bu yolda mallar ve canlar birer imtihandır. Allah Teâlâ diğer bir ayette şöyle buyuruyor:
“Bilin ki mallarınız da evlatlarınız da ancak birer imtihandır. Büyük mükafat ise Allah katındadır.” [310]
Allah Teâlâ insanın mala ve evlada karşı zaafiyetini bildiği için, insanı mal ve evlat konusunda uyarıyor. Çünkü bunlar dünya hayatının süsleri ve sevgileridir. Mü'min bu geçici süsleri Allah'a değişmeyecek, gerekirse ikisini de Allah yolunda feda etmesini bilecektir. Allah Teâlâ, mal ve çocuklarla ilgili olarak mü'minleri şöyle uyarıyor:
“Ey iman edenler! Sizi ne mallarınız, ne de çocuklarınız Allah'ı anmaktan alıkoymasın. Her kim bunu yaparsa, (mal ve çocukların meşguliyeti altında kalırsa) işte onlar, hüsrana düşenlerdir.” [311]
“Mü'minler o kimselerdir ki, Allah'a ve Rasûlü'ne iman etmişlerdir; sonra şüpheye düşmemişler ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaşmışlardır, işte böyle kimseler imanlarında sadık olanlardır.” [312]
Gerçekten iman sadakat isteyen bir haldir. Sadakatsiz iman olmadığı gibi, ainelsiz mü'min de olamaz. Mü'min, Allah'ın cennetine talib olan ve bu uğurda her şeyini feda etmeye hazır olan kimsedir. Mü'min, imanın gereği olan salih ameli terketmeyen ve iman ile amel arasını ayırmâyân kimsedir. Zira o bilir ki, amelsiz iman asla fayda vermez. [313]
Mü'minin imanını koruyan ancak salih ameldir. Zira salih amel cihaddır; malları ve canları Allah yolunda feda etmektir. Salih amel, iyiliği emredip kötülükten sakındırmaktır. Namazı kılıp zekatı vermektir. Kısaca tevhidin kapsadığı her eylem, salih ameldir. İşte, imanı koruyan, coşturan ve artıran bu eylemlerdir. Bu amellerin neticesinde kurtuluş ve huzur vardır. En kazançlı iş de bunlardır.
Allah Teâlâ Saf sûresinde mü'minlere kârlı kazançtan şöyle bahsediyor:
“Ey iman edenle size öyle bir kazanç göstereyim ki, sizleri acıklı bir azaptan kurtarsın: Allah'a ve Rasûlü'ne iman edip, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda mücahede edin. Eğer bilirseniz bu sizin için çok hayırlıdır.” [314]
İşte bu dünyada kazanılan en hayırlı kazanç budur. Mü'min kimseler daima bu kazanca taliptirler. Onlar, her an Allah'ı zikreder ve ahiret kazancı için ne gerekiyorsa onu yaparlar. Onlar, “ey iman edenler, Allah'tan korkun, herkes yarın için önden ne gönderdiğine baksın, Hem Allah'tan korkun. Çünkü Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” [315] ayet-i celilesine uyarak, bu dünya hayatında daima kârlı kazançlar peşinde koşarlar. Bu kazançları hiç bir an ihmal etmezler. Çünkü bunları ihmal ettikleri an Allah'tan yardım göremezler. Eğer Allah bir kimseye yardım etmezse artık o kimse helak olmuştur. Eğer bir kimseye yardım ederse ona hiç bir sıkıntı yoktur. Allah, kendi dostlarına, kendi sevdiklerine hiç bir sıkıntı vermez. Zira bu hakikati ayetlerinde şöyle beyan eder:
“Biliniz ki Allah'ın velîleri (şeriata bağlı kulları) için hiç bir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır. Veliler o kimselerdir ki, Allah'a iman edip, emirlerine aykırı hareket etmekten sakınırlar. Onlar için dünya hayatında da ahiret hayatında da müjdeler vardır. Allah'ın" kelimelerinde asla bir değişme olmaz. İşte bu en büyük kurtuluştur.” [316]
Bu ayeti kerimelerde velî kulların vasıfları açıkça belirtilmektedir. Onlar Allah'a imandan sonra emirlerine aykırı hareketten sakınan kimselerdir. Mü'minlerin tümü Allah'ın dostu ve sevdiği kimselerdir. Zaten Allah'ın sevdiği kimseler, Allah'a iman edip, emirlerine aykırı hareket etmekten sakınırlar. Böylece mü'min kimseler, Allah'ın velisi (dostu) oluyorlar. Yani veli yine mü'min olan biridir. Mü'minin dışında başka bir şey değildir. Fakat Allah Teâlâ, kimi mü'minleri daha çok sever (O'na bağlılığından dolayı) ve onlara bazı haller (keramet) nasib eder.
Allah, keramet vermediği mü'mini sevmiyor diye bir kayıt yoktur. Zira Allah, kendisine iman edip, bu imanının gereğini yerine getiren herkesi sever ve Cennet'te de mükâfatlandırır. Olabilir ki Allah, bir mü'mini, keramet verdiği bir mü'minden daha fazla sevebilir ve onun mükafatının tümünü Ahiret'te verebilir. Çünkü O, dilediği gibi yapar.
Şunu belirtelim ki, kendilerine İman sıfatını yakıştırıp, imanın gereğini yerine getirmeyenler bu sınıfın dışındadırlar. İman edip imanın mecburiyetlerini yerine getirmeyenler bizim mevzumuzun dışındadır. Biz onları bu kategoriye almaktan Allah'a sığınırız. Çünkü iman edip günahlar içerisinde yüzen kimsenin iman sahibi olup olmadığı tartışma mevzuu olmaktan çıkar. Günah işleyip, günahı kendisini kuşatan kimse hakkında yüce Allah şöyle buyuruyor:
“Gerçekten bir kimse günah işleyipte günahı kendisini kuşatırsa, o Cehennem ashabıdır, orada ebedi olarak kalacaktır. İman edip salih amel işleyenler, işte onlar Cennet ashabıdırlar. Orada ebedi olarak kalacaklardır.” [317]
Şunu açıkça belirtelim ki, günah irtikab eden kimse, onu bir âdet, bir alışkanlık olarak yapar ve ondan hoşlanır. Bu bakımdan günahını kendisi için bir kazanç sayar. Şayet yapmış olduğu o günah düşüncesine göre ters olsaydı zaten onu yapmazdı. Sonra yaptığı günahın kendisine zararlı olduğunu bilseydi, hırsla yapmaya kalkışmaz ve kendisini ona vermezdi. Allah'ın yasak ettiği bölgeye yaklaşıp günah irtikab eden kimse bu hareketi kendisi için zararlı kabul etse, günah işlemeye zorlansa bile onu yapmaktan kaçınması, yaptığı hareketten dolaya Allah'tan affını dilemesi gerekirdi. Gerçekten günah ile iç içe olan, günah ile el ele veren, günahın havasını daima teneffüs eden, günah için yaşayan ve günah dairesinde hayat süren, hayatını günaha bağlayan, günahın mahkumu olan kimseye tevbe kapıları kapanınca artık o her şeyden mahrum olur. Onun cezası da artık ateştir. Ebedî bir cehennem. Çünkü öyle bir hale gelen kimseye artık tevbe bile nasib olamaz, işte, bugünkü toplumun hali bundan başka bir şey değildir.
Bu insanlar iman ettikten sonra ne kadar günah işleseler de bir gün tevbe edip Cennet'e gireceklerini zannediyorlar. Bilmiyorlar ki, günahları onları kuşatıp tevbe etmesine engel oluyor, işte onlar bunun farkında değillerdir. Günah işleyenlerin durumunu ayet-i kerime açık olarak ortaya koyuyor. Fakat günah değil salih amel işleyenler, bunlar cennet ehlidirler. Orada ebedi kalıcıdırlar, imanın doğal olarak, kalpten, salih amel şeklinde tezahür etmesi gerekir. Mü'min vasfına haiz olan Ferfcesin bunu bu şekilde bilmesi gerekir. Salih amel olarak tezahür etmeyen bir iman, iman değildir. Hem Allah'a ve Ahiret gününe iman etmek hem de yeryüzünde bozgunculuk yapmak... Hem Allah'a ve Ahiret gününe iman etmek hem de salih amel işlememek... Hem Allah'a ve Ahiret gününe iman etmek hem de Allah'ın şeriatını yok etmek için mücadele etmek... Hem iman etmek hem de tağut'a itaat etmek... Hem iman etmek, hem de Allah'ın hükmüyle hükmetmemek... Hem iman etmek, hem de imana ters hareket etmek... Kesinlikle bunlar bir arada olamaz. Çünkü Allah'ın kanununa göre birinin olmasıyla diğeri yok olur. Hem iman, hem küfür bir arada olamaz. Bunlar zıt ve ters şeylerdir. Onun için iman eden herkesin o imanın gereği olarak salih amel işlemesi zaruridir, işte Cennet yaranı, imanları salih amel olarak tezahür eden mü'minlerdir.
Allah Teâlâ hayat nizamını her türlü şirk ve günaha karşı, iman, ıslah, ibadet, cihad ve yardımlaşma temelleri üzerine kuruyor. Ve arkasından kim bu temellere bağlanırsa onlara mükafat ve ihsanlarını vaad ediyor. Dünyada huzur ve emniyet bahş ediyor. Onlar ne korkarlar ne de üzülürler. Çünkü onların, Rableri katında mükafatları vardır.
Bu mükafatlar, mü'min insanların dünya hayatlarına karşılık verilen bir mükafattır, öyle ise mü'minlerin kalblerini ve gözlerini bu mükafata bağlamak lâzımdır. Şu karışık hayatın çapraşık arzularından tamamen tecerrüd ederek sadece Allah için faaliyet göstermelidir, mü'minler.
Kur'ân-ı Kerîm, mü'minlerin görevlerini kendilerine hatırlatmak için sık sık “îman edip salih amel işleyenler” ibaresini kullanıyor. Biz burada, artık Kur'ân'da geçen bu ibareleri ayrı ayrı vermeyeceğiz. Ancak biz, bu ibareden istenen nedir; niçin Allah imanla birlikte salih amel istiyor; bunun üzerinde durmaya çalışacağız:
Niçin Allah Teâlâ insanlardan kulluk ve ibadeti sadece kendilerine tahsis etmelerini istiyor? Acaba Allah'ın buna ihtiyacı mı vardır? Hâşâ!.. Allah böyle bir ihtiyaçtan münezzehtir. Aciz olan insandır. Onun ibadeti, Allah'ın yüce makamında ve mülkünde hiç bir şeyi artırmaz; hiç bir şeyi de noksanlaştırmaz. Öyle ise Allah niçin insanlardan kulluk ve ibadet istiyor? İstediği şunun içindir ki; insanoğlu rubûbiyet, ulûhiyyet ve ubudiyetin hakikatini idrak etsin; düşünce ve duygularını sağlamlaştırsın; hayatları istikamet bulsun. Duyguların düşüncelerin ve tüm hayatın sağlam bir şekilde devam edebilmesi için ulûhiyet hakikatini kalben itiraf edip lisanen ikrar etmek, sonra da bu ikrarın amelî tatbikatını gerçekleştirmek zaruridir. Mü'minler Allah'a kulluk etmekle, salih amel işlemekle kainatta hakimiyet ve saltanatın kime ait olduğunu öğrenirler... Sadece onun huzurunda boyun eğmeyi, sadece onun nizam ve şeriatına gönül bağlamayı, hayatlarına sadece onun nizam ve şeriatını uygulamayı, onun dışındaki herşeyi terketmeyi, zalimlerin ve putların karşısında İslâmi izzetlerini muhafaza etmeyi, Allah'tan başka hiç kimsenin huzurunda eğilmemeyi, daima Allah'ı hatırlamayı ve sadece O'ndan çekinmeyi, yeryüzünde Allah'ın hakimiyetini devam ettirmeyi... Ve nihayet, ancak takva ve salih amel işlemekle Allah'a yaklaşabileceklerini anlasınlar.
İşte salih amel işleyen mü'minlere Allah'ın müjdesi şudur:
“İman edip salih amel işleyenler, altlarından ırmaklar akan cennetlere konurlar. Rablerinin izniyle orada ebediyen kalırlar. Onların birbirine söyledikleri “selam” dır.” [318]
“İşte bu bir şereftir. Elbette takva sahipleri için dönüp varılacak güzel bir yer vardır. (O güzel yer) bütün kapıları kendilerine açık olduğu halde Adn cennetleridir. Orada bir çok yemişler, içkiler isteyecekler. Yanlarında da gözlerini zevcelerinden ayırmayan hep aynı yaşta dilberler var. İşte hesap günü size vaad olunanlar bunlardır. Bu bitmez tükenmez rızkmızdır. Bu, mü'minlere mahsustur. Azgınların varacağı yer ise, muhakkak ki fena bir yerdir.”
“Muhakkak ki takva sahibi olanlar, emin bir yerde, bahçelerde ve pınarların başlarındadırlar. Sündüz ve İstebrak'dan elbiseler giyerek karşı karşıya gelirler. İşte mü'minlerin Cennet'teki yerleri böyledir. Hem onları iri gözlü hurilerle de eşlendirdik. Orada emin oldukları halde her türlü yemişi isterler ve getirirler. Orada ilk ölümden başka ölüm tadmazlar. Allah onları cehennem azabından korumuştur. (Bütün bunlar kendilerine) Rabbinden bir kerem ve ihsan olarak verilmiştir. İşte bu en büyük kurtuluş ve saadettir.” [319]
“Doğrusu-iman edip salih ameller işleyenler; işte bunlar yaratıkların en hayırlısı olanlardır. Onların mükafatı Rableri katında altından ırmaklar akan Adn cennetidir. İçlerinde ebedi olarak kalacaklardır. Allah onlardan razı olmuştur. Onlar da O'ndan hoşnut... İşte bu (mükafatlar ve Allah'ın rızası) Rabbinden korkanlara mahsustur.” [320]
“İman edip güzel amel işleyenlere Cennet ve bir de Allah'ın cemalini görmek var. Onların yüzlerine ne bir leke bulaşır, nede bir zillet. İşte bunlar cennetliktirler. Kendileri orada ebediyyen kalıcıdırlar.” [321]
Gerçekten bu sayılan mükafatlar, mükafatların en üstünüdür. Bunların hiçbiri dünya mükafatlanyla kıyas edilemez. Hepsi imtihanı, kulluğu ve ibadeti başaranlar içindir. Acaba bu mükafatları hak edenler, fani dünyada neler yapmışlardır? Ne ile meşgul olmuşlardır? Zamanlarını, hayatlarını ne ile geçirmişlerdir. İşte şimdiye kadar anlattıklarımız ve kısa da olsa özet şeklinde vereceklerimiz bunlardır. İşte bu vasıflara haiz olan insanlar o mükafata, o kurtuluşa taliptirler. Onların hakkıdır bütün bunlar; başkası dokunamaz adil mahkemede onlara, sadece ve sadece onlarındır artık o mükafat ve o kurtuluş.,.
işte onların da aradığı budur ancak. [322]
Allah Teâlâ, Cennet'te ikram olunan mü'minlerin vasıflarını-şöyle beyan ediyor:
“Namaz kılıp da, namazlarında devamlı olanlar.
“Onlarki malarında
“Hem dilenen hem de iffetinden dolayı dilenmeyen için...
“Onlar ki, hesap gününü tasdik ederler.
“Onlar ki, Rablerinin azabından emin bulunmazlar.
“Onlar ki, avret yerlerini, korurlar, ancak zevcelerine cariyelerine müstesna. Çünkü onlar kınanmazlar. Fakat bundan ötesini arayanlar, işte onlar haddi aşanlardır.
“Onlar ki, emanetlerine, verdikleri sözlere riayet ederler.
“Onlar ki, şahidlikîerinde dürüstlük yaparlar.
“Onlar ki, namazlarını korurlar. (Şartlarına riayet ederek gereği üzere devamlı olarak kılarlar.)
“ İşte cennetlerde bunlar ikram olunurlar.”
Allah Teâlâ; kendini hakkıyla tanıyan, sadece kendine kulluk eden, kullara kulluğu reddeden kulların vasıflarını Furkân sûresinde belirgin bir şekilde şöyle açıklıyor.
“Rahman'ın kulları onlardır ki yeryüzünde mütevazi olarak yürürler. Bilgisizler kendilerine muhatâb oldukları zaman onlara güzel sözler söylerler.
“Onlar ki gecelerini Rableri için kıyama durarak ve secdeye vararak geçirirler.
“Onlar ki; 'Rabbimiz bizden Cehennem azabını uzaklaştır. Doğrusu onun acısı sürekli ve acıdır; derler. Orası şüphesiz kötü bir yer ve kötü bir duraktır.
“Onlar ki, infak ettikleri zaman, ne israf ederler ne cimrilik; ikisi arasında orta bir yol tutarlar.
“Onlar ki Allah'ın yanında başka bir ilaha tapıp yalvarmazlar. Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar, zina etmezler. Kim de bunları yaparsa günahının cezasına kavuşur. Kıyamet günü azabı kat kat olur. Ve orada alçaltılarak ebediyen kalır. Ancak tevbe eden, inanıp salih amel işleyenlerin, işte onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Ve Allah Ğafûr ve Rahim olandır. Kim de tevbe edip salih amel işlerse şüphesiz ki o, Allah'a gereği gibi yönelmiş olur.
“ Onlar ki kendilerine Rablerinin ayetleri hatırlatıldığı vakit onlara karşı kör ye sağır davranmazlar.
“Onlar ki, 'Râbbimiz, eşlerimiz ve çocuklarımız hususunda gözümüzü aydın kıl, bizi Allah'a karşı gelmekten sakınanlara önder yap' derler. İşte onlar sabrettiklerinden dolayı Cennet'in en yüksek dereceleriyle mükafatlandırılırlar. Ve orada sağlık ve selâmla karşılanırlar. Orada ebediyyen kalırlar ne güzel bir yer ve ne güzel bir duraktır orası.
Allah Teâlâ, mü'min kulların, Rahman'a kulluk edenlerin niteliklerini ve özelliklerini en belirgin bir şekilde ortaya koyuyor. Onların kibir ve gururu olmadığını, yeryüzünde sakin ve mütevazi adımlarla yürüdüğünü beyan etmektedir. Bununla beraber, onlar hiç bir zaman omuzları sarkık, yanları eğik bir o yana bir bu yana sallanarak yürümezler. Bir takım kimseler gibi, böyle yürüyüşü, takvanın tezahürü olarak kabul etmezler. Rahman'ın kulları olan mü'minler, yücedirler; bu yüceliklerinden ye üstünlüklerinden dolayı, ahmakların ahmaklığına, beyinsizlerin beyinsizliğine bakmadan, zihinlerini onlarla meşgul etmeden bunlarla tartışmaya girmeden vakitlerini-değerli şeylerle geçirirler. Bilgisizler kendilerine takıldıklarında güzel sözler söylerler.
Rahman'ın kulları gecelerini namazla geçirirler, Cehennem'den uzak kalmak için rahat uykulardan daha tatlı olan şey Allah'a ibadet etmek ve namaz kılıp dua etmektir. Onlar bu ibadet tatlılığını uyku tatlılığıyla değiştirmiyorlar. Bunun büyük ve kârlı bir kazanç olduğunu biliyorlar. Rablerine yönelerek ruhları ve bedenleri ile ona bağlanarak insanlârın uyudukları zamanlarda Allah için kıyama duruyorlar, secdeye varıyorlar.
Rahman'ın kulları bu ibadetleriyle Cehennem'den kesin, olarak kurtulacaklarını sanmadıkları için, bu ibadetleri bir teminat olarak görmedikleri için “Rabbimiz bizi Cehennem azabından uzaklaştır,” derler. Geceleri hem ibadet hem de dua ve niyazda bulunurlarken sanki Cehennem her insanın önüne serilmiş, ağzını açmış herkesi kendine çekiyor, yutmak istiyor. Onun için hep korkuyorlar endişe duyuyorlar.
Cehennem azabının kendilerinden uzak kalması için Rablerine niyazda bulunuyorlar.
Rahman'ın kulları bilirler ki, İslâm, kendilerine şahsi mülkiyet hakkını vermişse de, kendi malını dilediği gibi harcamak hürriyetini vermemiştir. Onun için onlar ne cimrilik ederler ne de israfa kaçarlar. İkisi ortasında bir yol takip ederler.
Kur'ân'ın vasfettiği kullar Allah'a ne şirk koşarlar, ne haksız yere adam öldürürler, ne de zina işlerler. Onlar bilirler ki onlar büyük günahlardandır. Bunları yapmaktan Allah'a sığınırlar. Bu günahların karşılığında Cehennem ateşinin olduğunu bilirler ve bu hududu çiğnemezler.
Rahman'ın mü'min kulları, yalan yere şahitlikle hakların zayi edildiğini bildikleri için bu hareketten uzak dururlar. Yalanın geçtiği topluluklara da uğramazlar. Onlar, kimlerle oturup kalkılacağını, kimlerle oturup kalkıl-mayacağını da fevkalade iyi bilirler. Böylece Rahman'ın kulları, boş ve gereksiz şeylerden kaçınıp, bunlarla vakit öldürmezler. 'Boş ve kötü lakırdıya rastladıkları zaman vüz çevirip vakarla geçerler.' Çünkü boş söz, insam oyalayan, vakti öldüren, hayır getirmeyen, mahsûlü olmayan, insanın yeryüzünde halife kılınışındaki, dünyanın iman, hayır ve adaletle İslahı gibi bir takım insanlık vazifelerine uygun düşmeyen neticeler çıkartacak sözlerin hepsidir. Mü'minin böyle bir uğraşıya zamanı yoktur. Mü'minin uğraşısı ancak, inancı, davası ve bu davanın mükellefiyetleridir.
Rahman'ın kulları, gerçekleri şuurlu bir şekilde idrak ederler ve Allah'ın ayetlerindeki doğruluğu bilip görerek inanırlar. Yoksa bir takım insanların yaptıkları gibi, kör bir taassupla yüzüstü tıkanıp kalmazlar.
“Rablerinin ayetleri kendilerine hatırlatıldığı zaman onlara karşı kör ve sağır davranmazlar.” [323]
Ayetlere karşı kör ve sağır davrananlar ancak müşrikler ve münafıklardır. Rahman'ın kulları bundan beridirler.
Rahman'in kulları, Allah erlerinin sayılarının çoğalmasını isterler. Eşi ve yakınlannın da Allah yoluna gitmesi için Allah'tan niyazda bulunurlar. Ayrıca hayırlı olan her işin önderi olmak için de dua ederler. Zira Allah'a ve Cennet'e giden kervanın önderi olmak imani bir duygudur.
İşte bütün bu eylemleri cânı gönülden yapan Rahman'ın kulları için mükafat ise; “işte onlar sabrettiklerinden dolayı Cennet'in en yüksek dereceleriyle mükafatlandrılır ve orada sağlık ve selamla karşılanırlar. Orada ebediyyen kalırlar. Ne güzel yer, ne güzel duraktır...” [324]
Böylece Rahman'ın kulları yani mü'minlerin belirgin vasıflarını açıklamış olduk. Sonuç olarak diyoruz ki baştan beri sıraladığımız bu vasıflar (ki onlar akideye bağlı olan temel vasıflardır) ve daha mevzuya alamadığımız bir çok vasıflara sahib olan kimseler ancak mü'mindir. Çünkü Allah Teâlâ imanla birlikte bu vasıfları şart koşuyor: “Eğer mü'minlerseniz, Allah'tan korkun, aranızdaki münasebetleri düzeltin. Allah'a ve Rasûlü'ne itaat edin.” [325]
“Yoksa insanlar inandık demeleriyle bırakılacaklarını ve kendilerinin imtihana çekilmeyeceklerini mi sandılar? Andolsun ki biz, onlardan öncekileri de denedik. Allah elbette doğruları bilir, elbet yalancıları da bilir.” [326]
“Yoksa kötülük yapanlar bizden kaçabileceklerini mi sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar...”
Şüphesiz ki iman, dille söylenen bir laftan ibaret değildir. Bilakis kendisine has yükümlülükleri olan bir cihad ve tahammülü icap ettiren bir iştir. Bu yüzden insanların sadece iman ettik demeleriyle mesele halolmaz. Onlar, her türlü fitneye maruz kalsalar bile inançlarında diretip bu tür sınavlardan halis kalble çıkmadıkça görevleri bitmiş olmaz. Nasıl ki altın, ocakta eritilerek çeşitli maddelerden ve sonradan girmiş nesnelerden arıtılırsa; mü'min de fitnelere duçar olup gönlünün temizlenip arınması lâzımdır. Çünkü iman eden kimselerin fitne ve belalarla denenip imtihandan geçirilmesi değişmez bir esas ve Allah'ın dininde cari olan bir kanundur. Zira imtihan, pratikte Allah'ın ilmi tarafından belli olup da insanlar tarafından bilinmeyen gerçekleri ortaya çıkarır. Bununla beraber yüce Allah, insanların onların hakkında bildikleri mücerret şeylere göre değil, yaptıklarına göre hesaba çeker. Bu ise, .Allah'ın bir yandan lütfunun, bir yandan adaletinin, bir yandan da insanları terbiye edişinin belirtisidir. Zira hiç kimse birini aklından geçenlerle muaheze edemez. Ancak fiilen yaptığı şeylerle muaheze eder.
Gerçek şu ki, iman yeryüzünde Allah'ın bir emanetidir. Onu ancak iman ehli olanlar taşır. Bu imana sahib olabilenler, ihlas ve samimiyetle gönlünü Allah'a bağlayanlardır, iman emanetini, ancak onu rahat ve huzura, emniyet ve selamete, eğlence ve keyfe tercih edenler omuzlayabilirler. İman emanetini, insanları Allah'ın dinine getirmek ve Allah'ın kelamını insanların hayatında tahakkuk ettirmek isteyenler ancak taşıyabilir. Bu emanet, son derece yüce ve son derece ağır bir yüktür. Onu ancak Allah'ın hidayet verdiği kimseler yüklenebilir.
Bu yüce davayı omuzlayan mü'minler bir çok imtihan ve bir çok fitneye maruz kalacaklardır. Mü'mirilerin şer güçler tarafından işkencelere maruz bırakılması, sonra onları destekleyecek ve savunacak yardımcıların- bulunmaması bir imtihan, mü'minlerin kendisine yardım edecek bir destekten mahrum bulunması, zulüm sahiplerine karşı çıkacak güçten yoksun bulunması da bir başka sınavdır. Yine kendisini sevenlerin, aile efradının kendisi yüzünden başlarına bir bela gelmesi korkusu ve onları koruyamamak durumu belki fitnelerin en büyüğüdür. O dostlar, yakınlar ve aile fertleri, dostlukları adına gelirler ve mü'minlere; “Bizi seviyorsanız eziyetlere ve felaketlere duçar olmamak için teslim olun, küfür ile anlaşma yapın” derler, işte fitnelerin en korkuncu budur.
Yine, küfür ehline hürmet ve saygı beslenilmesi, onlara yaşama imkânının hazırlanması, herkesin onları muvaffak olmuş görmesi ve alkışla karşılaması, bir sürü insanların onları övgülerle kucaklamaları ve onlara sevinç duygularını belirtmeleri de korkunç fitnelerdir. Sonra mü'min bunlara karşı dikildiği an, herkes tarafından reddedilip ihmale uğratılırken, kimse tarafından korunmazken, mü'min sıfatı altında küfür ve inkâr ehline karşı bir takım insanların alkış tutması gerçekten zor bir imtihandır. Yine, dini uğruna, davası uğruna aileden, yakınlarından uzak kalıp yalnızlığa düşmesi de başka bir imtihan şeklidir. Mü'min, etrafına bakıp da çevredekilerin hepsinin dalalet seline kapıldıklarını, bataklıklara doğru yuvarlandıklarını görünce kendisini yapayalnız, toplumdan ayrı, garip ve kovulmuş hisseder ki, bu da çok güç olan bir sınavdır. Günümüz toplumlarında görülmekte olan bir başka fitne de rezaletlere diz boyu batmış, kötülüklere gömülmüş milletlerin sosyal hayat yönünden gelişmeleri, medeni seviyelerinin yüksekliği ve oralarda fertlerin insanın değerine yaraşan bir himaye ve korunma görmesidir, insanlık hak ve hürriyetlerini şerefsizce kullanıp Allah'a isyan etmekle beraber güçlü ve müreffeh bir hayat sürmeleridir.
Bütün bu saydıklarımızdan da zor ve korkunç bir fitne var:
Nefis ve şehvet fitnesi yeryüzünün cazibesi et ve kanın ağırlığı, eğlenmek, güçlü ve refahta olmak arzusu... Ayrıca imanın gerektirdiği doğru istikamette yürümeye, İslâm'ın gerektirdiği üstün seviyede yaşamaya karşı nefsin derinliklerinden, hayatın içinden, toplumun değer ve mantığından, günümüz insanlarının düşüncesinden gelen baskılar ve karşı koymalar...
Allah'ın nusreti, tecellisi gecikince ve zaman uzayınca, fitne kat kat artar ve şiddet kazanır. Gelişen teknik; radyosuyla, televizyonuyla, basınıyla, yayınıyla fitneyi daha da katılaştırıyor. Böylece imtihan daha zorlaşır ve daha şiddetlenir, işte bütün bunlara Allah'ın koruduğu kimseler, yani mü'minler ancak dayanabilirler. Bunlar da ruhlarında imanın gerçekten yer ettiği o büyük ilahi emaneti hak kazanan mü'minlerdir. Bu mü'minler gökyüzünün ve yeryüzünün emanetini yüklenirler. Şüphesiz ki Allah bu imtihanlarla nıü'minlere azab çektirmek, bu fitnelerle işkence yapmak istemez. Fakat ilahi emaneti omuzlamak için bu şarttır. Meşakkat dolu çalışmalara katlanabilmek için, böyle özel bir eğitim görüp hazırlanmak gerekir.; Şehvete karşı tam bir galibiyet elde etmek, acılara karşı gerçek mânâda sabır göstermek ve diretmek fitnenin uzamasına, imtihanın şiddetine rağmen her zaman Allah'ın nusretini samimiyetle beklemek için böyle bir özel eğitimden geçmek şarttır. Şiddetler insanların ruhlarını arıtarak pislikleri izale eder iç duygularını harekete geçirir, uyanr. Şiddet darbeleri bütün ağırlığına, bütün zorluğuna rağmen bunun gücünü daha da kuvvetlendirir. Şiddet ve zorlukların toplum için de böyle bir önemli yeri vardır. Toplumlarda ancak Allah'a tam olarak bağlanan Allah'ın zafer ve mükâfatına gönülden teslim olan, sarsılmaz inançlı, sağlam frtratlı kimseler geriye kalır. İşte Allah'ın sancağını en son teslim alacaklar bunlardır. İmtihanın ve çalışmanın uzaması onları sıkmaz. Çünkü onlar neticeden emindirler. Mü'minler iman emanetine son derece saygı gösterip kuvvetle sarılırlar. Çünkü onlar emaneti ağır bedeller ödeyerek, büyük kıymetler vererek elde ettikleri, mihnetlere dayanarak kazandıkları için o uğurda bir sürü acılara ve fedakârlıklara katlanırlar. Zira kanını ve iliğini harcayanlar, rahatını ve güvenini feda edenler, arzularını ve işleklerini feda edenleri her türlü işkence ve mahrumiyete dayananlar elbette ki uğrunda fedakârlıklara katlandıkları emanetin değerini en iyi bilenlerdir. O mü'minler bunca fedakârlıklardan ve acılardan sonra basit değerler uğruna o emaneti başka ellere teslim etmezler. İnanan kimselerin en sonunda muzaffer olacağı hususu Allah'ın vadi ile teminat altına alınmıştır. İnanan bir kişi Allah'ın vaadinden asla şüphe etmez. Şayet uğrunda çalıştığı zafer gecikirse gizli bir hikmete mebni olarak gecikir ve bu da iman ehlinin hayrınadır. Mü'minler için fitnelere duçar olmak, musibetlere maruz kalmak, Allah tarafından seçilen ehliyetli kimseler olmak şerefi yeter. Allah'ın kendilerinin dini duygularını ve dayanma güçlerini belirlemek üzere imtihan ettiğini bilmeleri kafidir.
Nitekim sahih bir hadisi şerifte şöyle buyuruluyor:
“İnsanların en çok musibete uğrayanı peygamberlerdir, sonra salihler, sonra ardarda gelen iyilerdir. Kişi dinine göre belalarla imtihan olunur. Dinine sadakatına nisbetle belası da artar.”
Mü'minlere işkence edenler, onlara karşı kötü davranışta bulunanlar Allah'ın azabından kaçıp kurtulacak değillerdir. Düştükleri batıl yolda ne kadar şişip kabarırlarsa kabarsınlar, başardıkları ve galip geldikleri sanılırsa sanılsın, onlar Allah'ın azabından kurtulamazlar.
Allah'a iman, Allah'tan başkasına kul olmamanın özüdür. Hiç bir mü'mini Allah'a imanla başkasına kulluk ve başkasına tevekkülü birleştiremez. Allah'tan başkasına kulluk edenler, başkasına dayanıp tevekkül edenler önce kalblerinde imanın olup olmadığına bir baksınlar...
Mü'minler insanın bizzat imanını yaşamasının gerektiğini, onun boş laflardan ibaret olmadığını, yanlış temennilerle işin bilmeyeceğini çok iyi bilmelidirler. Ashab hep bu inanç ve bu şuurda idiler. Haris b. Malik el-Ensarî'den rivayetle şöyle anlatılıyor:
“Haris birgün Rasulullah’a (s.a.s.) geldi. Rasûlüllah"ona sordur 'Nasıl sabahladın ey Haris?'
Haris; 'gerçek mü'min olarak sabahladım ya Rasûlallah' (s.a.s.) dedi. Rasûlüllah da; her iddiayı ısbat eden bir delil olmalıdır. Senin imanının delili var mıdır?' dedi Haris:
'Kendimi bildim bileli geceleri (ibadet ederek) uykusuz, gündüzleri (oruç tutarak) susuz kaldım, Sanki Rabbinin arşı alasını açıktan açığa seyre dalıyordum. Şu sözlerimle Cennet ehlinin birbirini ziyaret edişini, Cehennem ehlinin birbiri ile çekiştiğini görür gibi oluyorum!.. Rasûlüllah 'Tamam. Bilmişsin, devam et' dediler ve bunu üç defa tekrarladılar.” [327]
İşte mü'min sahabe, imanını böyle ispatlıyordu. Gerçekten delilsiz ispatsız bürhansız hiç bir şey muteber değildir. Ne olursa olsun her işin bir delili olmalıdır. .Rasûlüllah (s.a.s.)
“İman, istek ve süsten ibaret değildir. Ancak iman kalbde yerleşip amelde kendini gösterendir,” diye buyurmuşlardır.” [328]
Ashab, sıraladığımız bu vasıflara sahib olmayan, bu amelleri pratik hayatlarında göstermeyen insanları mü'min saymıyorlardı. Çünkü seçkin sahabe Kur'ân'dan zevk alırlardı. Kur'ân'ın hakikatlerini idrak etmekle kalmayıp onu bilfiil ve pratik olarak günlük hayatlarında tatbik ederlerdi. Onlar her an Rablerini anarak yaşarlardı. Kur'ân'ın ışığı altında yaptıkları bu pratik hareketler zevklerini kat kat artırıyordu. O mutlu devir insanlık hayatında her ne kadar bir daha tekerrür etmezse dahi, yeryüzünde Allah'ın dinini insanların pratik hayatlarına uygulamak için çırpman imanlı bir kitle bulundukça o mutlu devire benzer bir devir olacaktır. Kur'ân'ın ve imanın zevkine ancak Allah'ın dinini insanların pratik hayatına hakim kılmak için çalışan bir topluluk erişebilir.
İşte o sahabe, geceleri uykusuz, gündüzleri aç ve susuz olarak imanlarının emrettiği şekilde çalışarak yaşıyordu. Bu günün mü'minlerinin de tıpkı onlar gibi imanlarının icaplarını yerine getirmesi şarttır. Özellikle müşrik sistemlerinin çoğaldığı ve şirkin boyasını her yere sürdüğü bir zamanda Allah'ın dinini tekrar diriltip hayata hakim kılmak isteyenlerin, imânı lafla söylenip hareketle ispat edilmeyen bir hareket olmaktan kurtarmaları lâzımdır. Gerçekten mü'min olmayı ve neticede altından ırmaklar akan cennetlere girmeyi arzulayanların temennilerle, laflarla ve süslemelerle iman sahibi olmamaları lâzımdır. Allah'ın cemaline ve onun cennetine talip olan insanların dinin tamamını yaşamaları lâzımdır. Sadece bir kaç ibadetle yetinip içtimai “iktisadi ve hukuki vasıftaki emir ve yasakları bırakmak kurtuluş olamaz. Mü'min, kısaca her şeyi ile mü'mindir.
Mü'min, eğitim müesseselerinde Allah'a imanın ve onun dininin talim edilmediği, Rasûlüllah'ın tanıtılmadığı bir cemiyet düzenini isteyemez. Mü'min, faiz müesseselerinin sömürdüğü, içki ve uyuşturucu maddenin kirlettiği, fuhuş merkezlerinin kararttığı ve sokakların cinsi manzaraların çirkini eştirdiği bir toplumu sevemez ve ona rıza gösteremez... Mü'min, istismarın önlenmediği, muhtacın aranmadığı, yetimin okşanmadığı bir toplumu isteyemez... Onun istediği cemiyet her şeyi ile Allah'ın hakim olduğu cemiyettir.
Mü'mün olarak yaşamak ve mü'min olarak can vermek isteyenlerin küfrün karanlığında değil İslâm'ın aydınlığında hayat sürmeleri lazımdır. Mü'minler inanarak, itaat ederek, güvenerek Allah'ı seven, güçlü inançları ve güzel amelleri sebebiyle Allah'ın kendilerini sevdiği kişilerdir. Bu mü'minler kendi aralarında merhametli, yardım sever; kafirler ve müşriklere karşı onurlu ve şiddetli, tavizsiz ve izzetli olan kimselerdir. Mü'minler Allah'ı, onun Rasûlü'nü ve namaz kılan, zekat veren Kur'ân'ın bütün emirlerine, Rasûlün buyruklarına boyun eğen mü'minleri dost edinen, onlarla işbirliği yapan kimselerdir. Alllah'a ve Rasûlü'ne itaat etmeyenler babaları, kardeşleri, akrabaları da olsa onları sevmezler.
Mü'min, bütün insanlar Allah'tan uzaklaşsalar bile, yeryüzünde yalnız kalmış olsa dahi davasından vazgeçmez. İslâm'ı hakim kılmak için gayret sarfeder. Hiç bir durum onu üzüp gücünü kıramaz. İşte Allah'ın mü'minlere son hitabı:
“Ey mü'minler içinizden kim dininden dönerse şunu bilsin" Mü'minlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı onurlu ve güçlü, kendisinin onları seveceği, onların da kendini seveceği bir millet getirir. Ve onlar Allah yolunda savaşırlar, hiç bir kınayıcının kınamasından da korkmazlar. Bu Allah'ın dilediğine verdiği bol nimettir. Allah geniş ilim sahibidir.” [329]
Allah kendi nizamını gerçekleştirmek, yeryüzünde salâhı, hayrı, temizliği ve gelişmeyi tahakkuk ettirmek için mü'min kulları seçer. Bu, Allah'ın hudutsuz lütuf ve ihsanının bir ifadesidir. Kim bu lütuf ve ihsanı reddeder ve bu iyiliği kendine haram ederse kendisi bilir... Allah ondan müstağni olduğu gibi bütün alemlerden de müstağnidir. Yüce Allah bu azm, lütuf ve ihsana layık olduğunu bildiği başka kullarını seçme yetkisine ve gücüne sahiptir.
En iyisini bilen Allah'tır. Tevfik ve hidayet ondandır. [330]
[1] Beşir İslamoğlu, Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Pınar Yayınları: 7-8.
[2] Enam: 5/82
[3] Beşir İslamoğlu, Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Pınar Yayınları: 9-10.
[4] Nisa: 4/60
[5] Tevbe: 9/30
[6] Maide: 5/73
[7] Maide: 5/75
[8] Maide: 5/15
[9] Tevbe: 9/31
[10] Haşr: 59/7
[11] Nisa: 4/59
[12] Nisa: 4/65
[13] Buharı ve Müslim
[14] Zuhruf: 43/84
[15] Yusuf: 12/40
[16] Maide: 5/50
[17] Araf: 7/54
[18] Beşir İslamoğlu, Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Pınar Yayınları: 11-22.
[19] Yusuf: 12/40
[20] Araf: 7/54
[21] Tevbe: 9/31
[22] Bakara: 2/85
[23] Haşr: 59/ 7
[24] Hucurat: 49/2
[25] Maide: 5/51
[26] Maide: 5/57
[27] İhlas: 112/1-4
[28] Hacc: 22/74
[29] Araf: 7/180
[30] Şuara: 26/73
[31] Âli İmran: 3/181
[32] Maide: 5/64
[33] Enam: 6/162
[34] Ra'd: 13/14
[35] Yusuf: 12/2
[36] Âl-i İmrân: 3/7
[37] Hud: 11/15-16
[38] Tevbe: 9/24
[39] Maide: 5/44
[40] Nisa: 460-61.
[41] Maide: 5/23.
[42] Tevbe: 9/25.
[43] Enfal: 8/17
[44] Lokman: 31/20
[45] İbrahim: 14/34
[46] Beşir İslamoğlu, Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Pınar Yayınları: 23-35.
[47] İbrahim: 14/31
[48] Bakara: 2/178
[49] Ahzab: 33/41
[50] Asr: 103/2-3
[51] Beşir İslamoğlu, Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Pınar Yayınları: 37-40.
[52] Hucurat: 49/17
[53] Hucurat: 49/7
[54] Enes ra.
[55] Tevbe: 9/24
[56] Hucurat: 49/15
[57] Tevbe: 9/111
[58] Fatır: 35/28
[59] Ahzab: 33/39
[60] Nur: 24/51-52
[61] Ahzab: 33/36
[62] Nisa: 4/65
[63] Beşir İslamoğlu, Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Pınar Yayınları: 40-46.
[64] Asr: 103/1-3
[65] Rum: 30/47
[66] Ankebut: 29/2-3
[67] Zariyat: 51/56
[68] Mü'minûn: 23/2
[69] Mü'minûn: 23/-5
[70] İsra: 17/19
[71] Bakara: 2/277
[72] Bakara: 2/278, 279
[73] Bakara: 2/81, 82
[74] Enam: 8/82
[75] Beşir İslamoğlu, Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Pınar Yayınları: 46-53.
[76] Neml: 27/91
[77] Bakara: 2/168
[78] Âl-i İmran: 3/72
[79] Nisa: 4/65. Beşir İslamoğlu, Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Pınar Yayınları: 53-54.
[80] Ali İmran: 3/85
[81] Nisa: 4/115
[82] Enfal: 8/30
[83] Beşir İslamoğlu, Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Pınar Yayınları: 54-56.
[84] Nisa: 4/48, 116
[85] Hacc: 22/11
[86] Âl-î İmran: 3/85
[87] Beşir İslamoğlu, Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Pınar Yayınları: 56-60.
[88] Âl-i İmran: 3/104
[89] Beşir İslamoğlu, Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Pınar Yayınları: 60-61.
[90] Feth: 48/29
[91] Bakara: 2/143
[92] Beşir İslamoğlu, Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Pınar Yayınları: 62-64.
[93] Hucurat: 49/14
[94] Yunus: 10/84
[95] Zariat: 51/35-36
[96] Tevbe: 9/124
[97] Fetih: 48/4
[98] Hz. Ali (r.a.) :
[99] Mutaffifîn: 83/15
[100] Beşir İslamoğlu, Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Pınar Yayınları: 64-68.
[101] Tevbe: 9/8, Mâide: 5/81, Âl-i Îmran: 3/110 gibi
[102] Bakara: 2/28
[103] Yusuf: 12/106
[104] Enam: 6/116
[105] Enam: 6/82
[106] Ra'd: 13/14
[107] Bakara: 2/8-15
[108] İmam Ahmed
[109] Buhârî
[110] Ahmed b. Hanbel ve Taberânî
[111] Buharî-Müslim
[112] Bakara: 2/16
[113] Beşir İslamoğlu, Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Pınar Yayınları: 68-77.
[114] Beşir İslamoğlu, Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Pınar Yayınları: 79-80.
[115] Bakara: 2/163
[116] Şuara: 26/77-80
[117] Enam: 6/164
[118] Enam: 6/38
[119] Hud: 11/34
[120] Tevbe: 9/31
[121] Al-i İmran: 3/64
[122] Yusuf: 12/41
[123] Yusuf: 12/42
[124] Enbiya: 21/22
[125] Meryem: 19/65
[126] Müzemmil: 73/9
[127] Beşir İslamoğlu, Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Pınar Yayınları: 80-83.
[128] Bakara: 2/34
[129] Bakara: 2/3
[130] Beşir İslamoğlu, Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Pınar Yayınları: 83-85.
[131] Al-i İmran: 3/85
[132] Bakara: 2/2
[133] Bakara: 2/85
[134] Enam: 2/155
[135] Beşir İslamoğlu, Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Pınar Yayınları: 85-88.
[136] İsra: 17/15
[137] Al-i İmrân: 3/67
[138] Yunus: 10/84
[139] Maide, 112
[140] Al-i İmran: 3/64
[141] Enbiya: 2125
[142] Nahl: 16/36.
[143] Nisa: 4/80
[144] Nisa: 4/59
[145] Nisa: 4/65
[146] Nisa: 4/64
[147] Maide: 5/92
[148] Al-i İmran: 3/132
[149] Muhammed: 47/33
[150] Nisa: 4/64
[151] Nisa: 4/61
[152] Beşir İslamoğlu, Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Pınar Yayınları: 89-93.
[153] Zilzal: 99/7-8.
[154] Bakara: 2/48
[155] Bakara: 2/5
[156] Mücadele: 58/22
[157] Mücadele: 58/22
[158] Al-i İmran: 3/106-107
[159] İsra: 17/19
[160] Beşir İslamoğlu, Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Pınar Yayınları: 94-99.
[161] Bakara: 2/ 2-5
[162] Nisa: 4/136
[163] Al-i İmran: 3/145.
[164] Kamer: 54/52 ve 53.
[165] Kamer: 54/49.
[166] Hicr: 15/21
[167] Hadid: 57/22-23
[168] Kehf: 18/54
[169] Beşir İslamoğlu, Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Pınar Yayınları: 99-103.
[170] Mü'minun: 23/2-10
[171] Beşir İslamoğlu, Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Pınar Yayınları: 103-105.
[172] Ankebut: 29/45
[173] Bakara: 2/45
[174] Bakara: 2/238
[175] Enfal: 8/3
[176] İbrahim: 14/31
[177] İbrahim: 14/40
[178] Ta-ha: 20/132
[179] Hacc: 22/41
[180] Tâc
[181] Ebu Davud
[182] Maun, 4-7
[183] Beşir İslamoğlu, Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Pınar Yayınları: 105-108.
[184] Beşir İslamoğlu, Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Pınar Yayınları: 109-110.
[185] Bakara: 2/110
[186] Bakara: 2/254
[187] Al-i İmran: 3/92
[188] Tevbe: 9/ 60
[189] Zariyat: 51/19.
[190] Kitabul Emval, 496
[191] Riyazûs-Salihîn, C. 2
[192] Riyazu's-Salihîn
[193] Beşir İslamoğlu, Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Pınar Yayınları: 110-113.
[194] Ahzab: 33/59
[195] Mevdudi; Hicab
[196] İbni Kesir
[197] Nur: 24/30-31.
[198] İbni Kesir
[199] Tac, 2/239
[200] İbn Kesir
[201] Buharı ve Müslim
[202] Furkan: 25/68-69
[203] İsrâ: 17/32. Beşir İslamoğlu, Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Pınar Yayınları: 113-120.
[204] İnsan: 76
[205] A’raf: 7
[206] Maide: 5/1
[207] Nahl: 16/91-92
[208] Nahl: 16/95-96
[209] Beşir İslamoğlu, Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Pınar Yayınları: 120-127.
[210] Mü’minün: 23-24
[211] Bk: İsrâ: 17/26-39
[212] Lokman: 31/14-15
[213] Ahkâf: 46/15
[214] Âhkâf: 46/8
[215] İbni Mace, 3662
[216] Beşir İslamoğlu, Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Pınar Yayınları: 127-133.
[217] Nisa: 4/36-37
[218] Riyazus Salihîn, 348
[219] Şuarâ: 26/214-215
[220] İsra: 17/26-28
[221] İsra: 17/29
[222] İsra: 17/ 30
[223] Bakara: 2/264
[224] Bakara: 2/265. Beşir İslamoğlu, Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Pınar Yayınları: 133-141.
[225] İsra: 17/31
[226] Enam: 6/151
[227] Beşir İslamoğlu, Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Pınar Yayınları: 141-145.
[228] Maide: 5/32
[229] İsra: 17/33
[230] Nisa: 4/52-93
[231] Furkan: 25/68
[232] Buhari ve Müslim
[233] Tirmizi
[234] İbn. Abbas, Zeyd b. Sabit, Ebu Hureyre ve Abdullah b. Ömer gibi alimler bu görüştedirler.
[235] Beşir İslamoğlu, Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Pınar Yayınları: 145-149.
[236] İsra: 17/34
[237] Nisa: 4/10
[238] En'am, 152
[239] Buhari, Müslim, Ebu Davut, Tirmizî
[240] İsrâ: 17/34
[241] Beşir İslamoğlu, Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Pınar Yayınları: 149-151.
[242] İsra: 17/35-38
[243] Beşir İslamoğlu, Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Pınar Yayınları: 151-152.
[244] İsra: 17/36
[245] En'am: 6/116
[246] Yunus: 10/36
[247] Hucurat: 49/12
[248] Beşir İslamoğlu, Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Pınar Yayınları: 153-155.
[249] İsra: 17/37
[250] Zümer: 39/59-60
[251] Nahl: 16/23
[252] Nahl: 16/29
[253] Secde: 32/15
[254] Nahl: 16/29
[255] Secde: 32/15-19
[256] A'raf: 7/11-18
[257] A'râf: 7/166
[258] A'râf: 7/201
[259] İbnî Kesir
[260] İsra: 17/38-39
[261] Beşir İslamoğlu, Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Pınar Yayınları: 155-162.
[262] Maide: 5/3
[263] Maide: 5/1-2. Beşir İslamoğlu, Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Pınar Yayınları: 163-164.
[264] Mü'minûn: 23/84-89
[265] Tevbe: 9/31
[266] Al-i İmran: 3/64
[267] Nahl: 16/116
[268] Maide: 5/90
[269] Araf: 7/33
[270] Beşir İslamoğlu, Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Pınar Yayınları: 164-170.
[271] Mücadele: 58/22
[272] Al-i İmran: 3/118
[273] Nisa: 4/144.
[274] Maide: 5/51
[275] Maide: 5/55
[276] Ankebut: 29/45
[277] Müslim
[278] Maide: 5/56
[279] Maide: 5/57
[280] Nisa: 4/76
[281] Beşir İslamoğlu, Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Pınar Yayınları: 170-177.
[282] Bakara: 2/193
[283] En'fal: 8/39
[284] Bakara: 2/155-156
[285] Bakara: 2/156
[286] Bakara: 2/157
[287] Bakara: 2/154
[288] Ebu Davud
[289] Âl-i İmrân: 3/16
[290] Tevbe: 9/20
[291] Tevbe: 9/41.
[292] Tevbe: 9/44
[293] Tevbe: 9/24.
[294] Müslim H. No: 157
[295] Âl-i İmrân: 3/142
[296] Ankebut: 29/6
[297] Hacc: 22/78
[298] Âl-i İmrân: 3/143
[299] Âl-i İmrân: 3/105
[300] Âl-i İmrân: 3/110
[301] Âl-i tmrân: 3/1I4
[302] Müslim
[303] Tirmizî
[304] Tirmizi ve Ebû Dayud
[305] Tevbe: 9/III
[306] Beşir İslamoğlu, Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Pınar Yayınları: 178-196.
[307] Al-i İmran: 3/92
[308] Buhari ve Müslim
[309] Al-i İmrân: 3/186
[310] Enfal: 8/28
[311] Münafikun: 63/9
[312] Hucurat: 49/15
[313] Beşir İslamoğlu, Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Pınar Yayınları: 196-198.
[314] Saf: 61/10
[315] Haşr: 59/18
[316] Yunus: 10/62-63
[317] Bakara: 2/81-82
[318] İbrahim: 14/23
[319] Duhan: 44/51 - 57
[320] Beyine: 98/7-8
[321] Yunus: 10/26
[322] Beşir İslamoğlu, Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Pınar Yayınları: 198-204.
[323] Furkan: 25/73
[324] Beşir İslamoğlu, Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Pınar Yayınları: 204-208.
[325] Enfal: 8/l
[326] Ankebut: 29/2
[327] Taberanî
[328] Enes (r.a.)'dan
[329] Maide: 5/54
[330] Beşir İslamoğlu, Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Pınar Yayınları: 209-216.