İnsanın Bütünlüğü Ve Ktşisel Özellikleri:
A-Însanın Maddî -Manevî Bütünlüğü:
B. İnsanın Kişilik Özellikleri
2. Küfr Kökündentüreyen Kavramlar
1. Nankörlükle Anlam Yakınlığı Olan Kavramlar
2. Nankörlükle Zıt Anlamlı Olan Kavramlar Arasında İlişkiler
İnsanın kalp, ruh ve düşünce hayatını tanzim edip ona en yüksek hedef-I ieri gösteren, hidayet ve hakka ulaştırarak dünya ve âhiret saadetini ona -L temin eden Kur'ân-ı Kerim'dir.
O öyle bir kitaptır ki, kendisine inanıp gönül veren ve ona yönelenlerin ruhlarında hürriyet düşüncesi, adalet anlayışı, kardeşlik, sevgi ve saygı ruhunu tutuşturarark onları iki cihanda mutlu kılacak prensipleri temin ve telkin eder.
O, sadece Allah'a kuİ olmayı emreder, öğütler ve bu sayede insanoğlu-nun diğer varlıklardan ayrılmasını sağlayarak "en güzel mertebeyi" ona bahşeder.
Kur'ân, bütün dünyada fitne ve fesadın, gaflet ve dalâİetin hakim olduğu bir dönemde inerek, insanları her türlü sapıklıklardan kurtarmış, onları hidayete ulaştırmış ve onlara ihsan, adalet, merhamet, şefkat, sadakat ve feragat gibi insanı kemale ulaştıracak yolları öğretmiştir.
Kur'ân-ı Kerim, ilk inmeye başlamasıyla, doğuyu, batıyı, kuzeyi ve güneyi nurlu mesajlarıyla kuşattığında, ulaştığı her yere ilim ve irfan götürmüştür. O gün, bugün ve gelecekte onun çizdiği ve ortaya koyduğu yolda yürüyenler ve onu hayat düsturu olarak kabul edenler, insanlığın onuruna yakışan "Kur'ân Medeniyetleri" kurmayı başarmış ve başaracaklardır. İnsanlık, bu medeniyetle insan olmanın şeref ve haysiyetini yaşamış ve bu medeniyetin aydınlık ikliminde bereketli ve feyizli bir dönem ve hayatı yaşama imkanı bulmuş ve bulacakiardır.
Kur'ân, ebedî ve değişmeyen ilâhi prensipleriyle, bütün insanlığın mutluluğunu sağlayan ve o mutluluğa ulaştıran en kestirme, en kısa ve en ay-dmhk yolu gösteren eşi ve benzeri olmayan tek kitaptır. Kur'ân, bir hidayet kitabıdır. Bu nedenle insanoğlunu hidayete ulaştırmak İçin meşru her yolu ve usûlü ortaya koymaktan ve denemekten geri durmaz.
İnsana, insanın mana ve özelliğini, hakki, hikmeti, Allah'ın zat, sıfat ve isimlerini en hassas dengelerle öğreten tek kitap Kur'ân'dır. Bu sahada ona denk ikinci bir kitap gösterilemez.
İnsanlık için en mükemmel hayat, Kur'ân'ın ortaya koyduğu hayattır. Dünyada takdirle anılan ve sitayişle bahsedilen medeniyetlerin özünde Kur'ân'm asırlarca önce teşvik ettiği prensiplerin yattığını görmemek mümkün müdür?
Kur'ân, ezelî ve ebedî olarak sınırsız ve sonsuz bir varlığın bir Vacibü'l-Vücûd'un ifadesidir. Bu sebeple buna tamamen tercüman olabilmek elbette zordur. Çünkü o yüce gerçekleri, ulvi prensipleri ihtiva etmektedir. Ona ancak, temiz gönüllere ve saf akıllara sahip olanlar vakıf olabilirler. Esasen Kur'ân, anlaşılmaz bir kitap değildir. "Muhakkak biz Kur'ân'ı, düşünüp ibret alasınız diye kolaylaştırdık. Hiç düşünen var mı?" (Kamer, 53/17) ilâhî buyruğunda belirtildiği üzere Kur'ân, manası açık, seçik ve kolay olan, su gibi akan, nur gibi parlayan apaçık bir kitaptır. O, kendisini bütün insanlığa duyurmak ve anlatmak için indirilmiştir.
Tefsir, tebyin, açıklama ve tebliğ görevi kıyamete kadar devam edecektir. Her araştırma ve incelemede Kur'ân'î hakikatlerden biri daha ortaya çıkacaktır, ilim ve teknoloji ne kadar ilerlerse ilerlesin, Kur'ân'm sırları tükenmeyecektir. O, taze, canlı ve diri olarak indiği günkü gibi İnsanlığa kurtuluş reçetesi olmaya devam edecektir. Hasta gönüllere ancak bu eczanenin ilaçlan çare olacaktır.
Kur'ân'î Öğrenmek, öğretmek, anlamak, anlatmak ve açıklamak ilâhî bir görevdir. Bu sahada meşgul olan herkesin ilmî kudreti gereğince böyle bir gayreti sarfetmesi ve sergilemesi gerekli ve şerefli bir vazifedir.
"Kur'ân'a Göre Nankörlük Kavramı" konulu çalışmamızı bu gaye ile ele aldık. Böyle bir araştırmaya, Allah'ın geniş rahmetine ve bağışlamasına ve ilim erbabının engin hoşgörüsüne güvenerek cesaret ettik. Bu çalışmamızı bir giriş ve ^°rt ^ölüm halinde sunduk.
Girişte, insan ve insana mahsus temel kuvvetleri tanıtmaya ve bunların genel bir çerçevesini çizmeye çalıştık. İnsan kavramı, diğer bütün kavramların temel noktası ve merkezidir. İnsanın, İnsan hakkındaki görüşü, insanın kendine bakış ve yorumlayışı, onun bütün diğer kanaat ve görüşlerini tem ellendirecek ve onları derinden etkileyecektir. Bu sebeple diğer bütün prensiplerin çözüme kavuşması, insanın kendi kendini çözmesine bağlıdır. Bu açıdan biz, giriş bölümünü az da olsa geniş tutmaya çalıştık.
Birinci bölümde, konumuzun temelini oluşturan kavramlar üzerinde durduk. Nankörlükle anlam yakınlığı olan kavramları, nankörlükle zıt anlamlı olan kavramlar arasındaki ilişkileri ve nankörlüğü oluşturan sebepleri izah etmeye gayret ettik.
İkinci bölümde nimetin mahiyetini, maddî ve manevî açıdan nimetin kısımlarını ve nimet-şükür ilişkisini inceledik. Zİra Küfrân-ı nimet yani, nimete karşı nankörlük söz konusu olunca ilk önce akla gelen nimetlerdir. Nimet-şükür ilişkisinin bu bölümde ele alınmasının nedeni de bu münasebetten kaynaklanmaktadır.
Üçüncü bölümde, geçmiş milletlere sunulan nimetleri ve bu nimetlere karşı yapılan nankörlükleri izah ettik. Kur'ân-ı Kerim'in bir meseleyi zikretmesi, geçmişteki bir hadiseyi dillendirmesi kuru bir hatırlatma ve anlatmadan ibaret değildir. Herhangi bir kıssadan veya hadiseden bahsedilirken ana tema, ibret ve Öğüt alınmasının sağlanmasıdır.
Dördüncü bölümde, nankörlüğün sonuçlan olan toplumsal çöküşü, semavî ve arazî (yersel ve göksel) afetleri, enflasyonu, lüks ve israfı çeşitli yönleri ile beyan ettikten sonra ulaştığımız neticelere temas ettik. Kur'an'da, hadiselerin ve kıssaların sebep ve sonuçlarının açıkça zikredilmesi, nankörlükle İlgili dünyevî cezaların bu âlemde uygulama sahasına konulduğunun bir işaretidir ki, bu ilâhî kanunun inceden inceye düşünülmesi ve değerlendirilmesi gerekir.
Araştırmamızda öncelikle ilk kaynaklardan istifade etmekle birlikte, konumuzla ilgili diğer kaynaklara ve bu konuda günümüzde yapılmış araştırmalara başvurduk. Alıntı yaptığımız kaynaklar, ilk olarak geçtikleri yerlerde yazar ve eser hakkında gerekli bilgilerle gösterilmiştir. Daha sonraları, önceden geçen kaynaklar kısaltılarak verilmiştir. Ayrıca çok meşhur olan yazarların adları, meşhur oldukları ad ile sunulmuştur. Taberî, Zemahşerî, Beydâvî, Râzî gibi.
Bu çalışma sırasında değerli düşüncelerinden istifade ettiğim tüm hocalarıma, arkadaşlarıma ve eserlerinden yararlandığım müelliflere en derin şükranlarımı sunmayı bir görev telakki ediyor ve onlara hayırlı uzun ömürler diliyor, vefat edenlere ise Allah Teâlâ'dan bol bol rahmet ve mağfiret temenni ediyorum. Bu arada öğretim hayatımın her safhasında kendilerinden ilim ve irfan aldığım bütün hocalarımı, bana her konuda destek olan anamı, babamı ve ailemi de hayırla yâd etmeyi tahdİs-i nimet ve şükrân-ı nimet açısından bir vazife sayıyorum. Bu tezi hazırlarken çalışmajaızın her kademesinde bizi aydınlatan, yönlendiren ve tezimizin biçim kazanmasını sağlayan danışmanım muhterem hocam Prof. Dr. İsmail Karaçam Bey'e bize gösterdikleri sabır, metanet ve hoşgörüden dolayı teşekkürlerimi ve saygılarımı sunarım. Ayrıca, bilgisayarda tezimin mizanpajı konusunda değerli katkıları olan Üsküdar İlçe Vaizi sayın İsmail Özelbaş'a teşekkür ederim.
Eğer bu çalışmamızla Kur'ân'm ihtiva ettiği hüküm ve esrardan bir neb-zecik de olsa bir şeyîer izah edebilmişsek, bunu en büyük başarı ve şeref sayarız. Bizim muvaffakiyetimiz sadece Allah Teâlâ'ya aittir. O'nun en son ve mükemmel kitabı olan Kur'ân-ı Kerim'deki bir mesajın anlaşılmasına katkıda bulunmuş isek kendimizi en bahtiyar insanlardan sayarız.[1]
Yaptığımız araştırmanın konusu, "Kur'ân'a Göre Nankörlük Kavramı" olduğuna göre, ilgi alanımız insandır. Bu nedenle biz, öncelikle insanı tanıtmaya ve tabiatında var olan bir kısım özelliklerini kısa da olsa izah etmeye çalışacağız. Zira insan ve insana mahsus temel kuvvetleri tanımak ve bunların genel bir çerçevesini çizmek, çalışmamızı daha da kolaylaştıracak ve anlaşılmasına yardımcı olacaktır. Bunu yaparken temel kaynağımız olan Kur'ân'ın insanla ilgili ortaya koyduğu beyanları, nazar-ı itibara alacağız. İnsanı en iyi tanıyan ve tanıtan onu yaratandır. İnsanın tüm sırlarına vâkıf olmak, maddî ve manevî bütün yönlerini incelemek mümkün değildir. Ancak bunu Kur'ân âyetleri ışığı altında gücümüz yettiğince yapmaya çalışacağız.
Yüce Allah'ın, insanı en güzel biçimde yaratmış ve yaratıkların en şereflisi kılmıştır. Ayrıca onu, melekler dahil, bütün âlemlere tercih etmiştir. Allah, insanı yeryüzünde halife yaparak ona olan güvenini ve yakınlığını önemle beyan etmiştir.[2] Allah sırlarının hazinesi olan insan; bütün evrenlerin yaratılış sebebidir"[3]
İnsan bedeni, pek çok hasleti içinde bulundurmaktadır. İnsan büyük bir evrendir. Pek çok şey onda gizli olarak bulunur. İnsanın içinde bir çok şeye Karşı sevgiler gizlidir, ilk anda gözükmez. Ama çeşitli vesilelerle insanın
'Çmdeki bu eğilimler ortaya çıkarak bir hareket haline gelir. Bunlar, bedenen ve dıştan anlaşılamaz. İnsanda ne varsa, içindeki anlamdadır. İyilik, kötülük, doğruluk, yalancılık, mal sevgisi, makam sevgisi bunların hepsi insanda gizli haldedir. Topraktan olan beden kalıbının içinde insanlık cevheri gizlidir.[4]
Elmalılı Muhammed Hamdı Yazır (ö. 1942), gerek ahlâk ve gerekse maneviyat açısından insanın en güzel kabiliyetleri sergileyecek bir biçimde yaratıldığını şöyle ifade etmektedir: "Gerek fızîkî ve cismânî bakımdan, gerek ahlâk ve maneviyat itibariyle ruhani açıdan insan, en güzel bir kıvama ere-bilecek, en güzel kabiliyetleri sergileyecek bir biçimde yaratılmıştır. Gerçekten insanın mahiyet ve aslına, insanlık âlemine, derin bir araştırıcı bakışla bakan, onun dışında ve içinde bulunan incelikleri düşünüp fikir yürüten kimse onu, bazı ulu kişilerin dediği gibi, görünen ve görünmeyen âlemlerin aktıkları yerlerin birleşme noktası, Hak kelâmı ile yaratılış kitabına yazılmış enteresan satırlardan oluşan metin ve ibareleri kapsayan, onlardaki ilahî sırların, eşi ve benzeri olmayan güzelliklerin olmuş ve olacak manalarını açıklayan, kısa fakat birçok manaları toplayan bir nüsha olarak görür."[5]
İnsanın, yüksek duygularla donatılmış, faziletli ve kabiliyetli, ebediyete tutkun bir varlıktır. Fethullah Güîen'e göre, en düşük görünen bir insan ruhunda dahi ebediyet düşüncesi, güzellik aşkı ve fazilet duygusundan meydana gelen gök kuşağı gibi bir iklim mevcuttur. Onun yükselip ölümsüzlüğe ermesi de, içindeki bu kabiliyetlerin geliştirilip ortaya çıkarılmasına bağlıdır. İnsanın insanlığı, fani olan hayvani cesedinde değil, ebediyete tutkun ve müştak olan ruhunda aranmalıdır. Bu itibarladır ki o, ruhuyla ihmale uğrayıp, sadece bedeniyle ele alındığı zamanlarda kesinlikle doyuma ulaşamamış ve tatmin edilememiştir.[6]
Kendi mahiyetini tanımayanları, sırtlarında yük taşıyan hamallara benzeten Gülen, "Her insanın birinci vazifesi, kendini keşfedip tanıması ve bu sayede aydınlanan mahiyet merceğiyîe dönüp Rabbine yönelmesidir. Kendi mahiyetini tanıyıp bilmeyen ve yüce yaratı acısıyla münasebet kuramayan bahtsızlar, sırtlarında nasıl bir hazine taşıdıklarını bilmeyen hamallar gibi bu dünyadan geçer giderler"[7] demektedir.
İnsan, ruh ve beden unsurlarından oluşan bir bileşimdir. Bu bileşim, kâinatı temsil eden bir özelliğe ve dünyayı etkileyecek bir güce sahiptir. İnsan kâinatın en mükemmel sentezidir. Zira: İnsan en güzel surette yaratılmıştır. Yaratıkların en şerefi isidir. İslam, insana en yüksek değeri vermiştir-[8]' Kur'ân, Allah'ın varlığına delil olarak bizzat insanın kendi varlığını ve yaratılışını vukufla işler. Allah'ın varlığının belgelerinin, insanların kendi nefislerinde olduğu beyan edilir.[9] "Kesin olarak inananlar için yeryüzünde âyetler vardır. Kendi nefislerinizde de öyle. Görmüyor musunuz ?"[10]
Yeryüzünün dağlarında, ovalarında, denizlerinde, ağaçlarında, bitkilerinde, madenlerinde ve her türlü canlılarında Allah'ın kudretine, İlmine, azametine ve vahdaniyetine delalet eden alâmetler açıkça sergilenmektedir. Hücrelerden vücut yapısına kadar kâinatın hülasası olan insanda bu daha da belirgindir.
Günümüzde tıp gibi beden ilmiyle, psikoloji ve sosyoloji gibi insanın manevî dünyası ile uğraşan ilimlerin araştırmalarının verilerine bakıldığında, insanın ne denli karmaşık bir yapıya sahip olduğu ve buna rağmen beden ve ruhun ahenginin nasıl tesis edilerek onun şuurlu bîr varlık olarak hayatını sürdürdüğü görülür. İşte insan maddi ve manevî yönüyle Allah için en büyük delil olarak ayaktadır.[11]
İnsan, kendi kendine var olmuş ve olgunlaşmış, başlangıcı olmayan bir varlık olmadığı gibi, bir anda yaratıl ive rmiş basit bir yaratık da değildir diyen Elmalılı, insanın, zamanın başlangıcından bu yana devir devir, aşama aşama yaratıla gelmiş, adı şanı geçmeyen şeylerden süzülüp birbirlerine katıla katıla birleştirilmiş ve terbiye edile edile bir takım nitelik ve özellikler ilave olunarak yetiştirilmiş karışımlardan meydana getirilmiş bir nutfeden yaratılmış olduğunu belirttikten sonra şu değerlendirmeyi yapmaktadır: "Evet, insan kendi kendine olmadığı gibi basit bir yaratılışla da yaratılıver-medi. Yüce Allah insanı ululuk şanı ile gittikçe mükemmelleştirmek ve en aşağı mertebeden kendine doğru en yüksek mertebelere erdirmek üzere, işe yaramazlarım atıp temizlerini süzmek suretiyle karışımlardan meydana gelen bir nutfeden yarattı."[12]
insan kavramının, diğer bütün kavramların doruk noktası olduğunu, insanın insan hakkındaki görüşü, yahut insanın kendine bakışı ve yorum iayışı, onun [)utun diğer kanaat ve görüşlerini temellendireceğini ve onları
derinden etkileyeceğini belirten Hasan Şahin, "diğer bütün prensiplerin çözume kavuşması, insanın kendi kendini çözmesine bağlıdır. Çünkü insan, endi yorumlayışına ve kendi kendine biçtiği değere göre, öteki meselelere Çözüm getirmekte ve değer biçmektedir"[13] açıklamasında bulunmaktadır.
un m belirttiği gibi insanın kendisini çözmeden, tanımadan başka şeyle-
Çozıime kavuşturması kolay değildir. İnsanın kendisini tanıması ve çöznıesi de ancak Allah'ın yardımı ile ve insana gösterdiği yolda yürümek ve beyanlarına uymakla olur.
Hasan Şahin, İnsan hakkındaki görüşlerin, insanın kendi kendisini tek yanlı veya iki yanlı yahut bütün halinde görmesi ve yorumlamasının ifadesi olduğunu belirtmektedir. Ona göre, tek yanlı insan anlayışları, insanı ya sıfır düşünce ve ruh olarak görmekten, ya da sadece beden ve madde oSarak kabul etmekten ibarettir. Böyle bir insan anlayışı, esasen mürekkep yapılı olan insanı, bölünmez bir tek öz olarak görür. Bu anlayış, insanın bir yanını ihmal edip görmezlikten geldiği için, insanı tam olarak tanıyamamaktadır. Şahin, böyle bir insan anlayışını yeterli bulmamaktadır. Çünkü o, insanı eksik ve yarım göstermekten kurtulamayan bir görüştür.[14]
Varlık dünyası içindeki yeri ve varlık tabakaları ile irtibatı açısından insanı "tabiî varlık" alanı ile "akıl varlığı" alanından ibaret gören anlayışın, iki yanlı bir insan anlayışı olduğunu vurgulayan Şahin, "insanı birbirinden ayrı iki alana yerleşmiş mürekkep bir varlık olarak görmenin temelini, varlık dünyasının bilinebilirliği açısından, "görünüş" ve "kendi basma varlık" diye iki alana ayrılmış olarak idrak edişimizde aramak lazımdır"[15] demektedir.
Şahin, insanın tabiî varlık yanıyla diğer varlıklara benzediğini belirtmektedir. Ona göre, insan tabiî varlık yanıyla diğer varlıklara benzer. Hatta o, diğer canlılardan daha zayıf ve daha az donatılmış olmasıyla dikkati çeker. Çünkü diğer canlılar hayatlarını devam ettirebilmeleri için gerekli her şeyi beraberlerinde getirmiş ve onlarla donatılmış durumdadırlar. Üstelik onlar, doğarken beraberinde getirdikleri bu tabiî güçlerden hemen yararlanırlar. Onlar, hayatta kalmalarına yarayacak bütün kabiliyetleri ve onları kullanma tecrübelerini, doğuştan beraberlerinde getirmektedirler, (bkz. Şahin, a.g.d., 112-113))
Halbuki insan böyle değildir. Çünkü o, akıl varlığı yanından Ötürü, tabiî varlık yanı, diğer canlılara nispetle daha az donatılmış olarak ve her şeyi kendisi yapacak şekilde dünyaya gelmektedir. Nitekim insan, beslenme ve giyecek ihtiyaçlarını karşılayacak ve dış güvenliğini sağlayacak araç ve güçlerden mahrum olarak dünyaya gelmektedir. O hayat için lazım olan her şeyi kendisi hazırlamaya mecburdur.[16]
İnsanı insan yapan ve kişi kılan yanı, akil varlığı yanıdır. Onun bu yan! her kişi için aynı karakterdedir. Ancak bu yanı, kişiye tamamlanmış ve hazır bir şekilde verilmiş değildir. Elde ettiği derecede kişi bu alana sahip ola-
'Imfiktedir. Kişinin bir manevi yanı niyet alam, bir de fiil ve eylem yanı rdır Onun birinci yanı ve alanı, niyet ve mana olarak görülmeyen âleme ttir Ful ve eylemleri ise görünüşten ibaret olan reel dünyada olup biterler Kişinin niyet alanı, zaman ve mekan şartına bağlı olmayan, değişmeyen ve ebedî olan bir alandır. İnsan ancak bu yanıyla, kendini mutlak bir değerin taşıyıcısı ve kişisi olarak görür.[17]
İnsan, akıl varlığı yanıyla Allah'a dönük ve O'ndan aldığı pay ile O'na katılırken, tabiî varlık yönüyle canlı ve cansız varlıklar dünyasına katılır ve orada geçerli kanunlara boyun eğer. İnsan Allah'a yönelen bir hareket, bir yönelme ve bir geçit olarak kavranabilir ve ancak bu kavrayış, insan hakkında doğru bir kavrayış olabilir. Yalnızca insan, maddi yanının engellerine rağmen, bu engelleri aşarak şuur ve seçimiyle Allah'a yönelen ve bağlanan yegane varlıktır. O, ilâhi alana saçılan reel ve görünüş dünyasının bir penceresidir. Ancak onun şuurlu ve seçimli fiilleri ile varlıklar ve bu dünya kıymet kazanır.[18]
İnsanın maddî yapısı ile manevî yapısının bir bütün olarak değerlendirildiğini belirten Gölcük, "Kur'ân'da insanın manevî yapısı, bağımsız bir varlık kabul edilerek, işaretlerde bulunulmuştur. İnsanın maddi yapısı ile manevî yapısı bir bütün olarak değerlendirilmiş, teklif böylesi bir yapıya sahip insana yapılmıştır. Teklifin bütün yönleriyle geçerliliği her bakımdan tam ve mükemmel insan için söz konusudur"[19], demektedir.
Mukaddes kitabımız Kur'ân-ı Kerim'in hemen hemen bütün hitapları, insanın iki yanlı bir varlık olduğunu ifade etmektedir. Misal olmak üzere Asır sûresini zikredebiliriz. Bu sûrede sözü edilen inanma işi, insanın akıl varlığı yanma ait bir iştir. Ve bu iş, görünmeyen gayb alanında olur. Barıştırıcı sahih iş ise, inanma işinden ayrı ve fakat onun üzerine kurulan bir iş olup, insanın tabiî varlık yanma aittir. Ve bu iş, tabiî varlık yanımızın (bedenimizin) icrasıyla görünüş dünyasında olup biter.[20]
Beşerî hayatta mantık, estetik, ahlak gibi birinci planda geîen mazhariyetlerin olduğuna işaret eden Sekip Tunç, "Bu mazhariyetlerin temeli şüphe yok ki evvela uzviyet yapımızda, sonra da bu yapının geliştirmek iktidarında bulunduğu "manevî hayat" tadır. Beşerî bütün hadise ve eserlerde insanı aramak, onun kendine has kabiliyetlerini tanımak zarureti vardır"[21] değeriendirmesini yapmaktadır.
"iz de bu düşünce ve tespitler çerçevesinde insanı her iki yönüyle bir bütünlük içinde ele alıp anlatmaya çalışacağız. İnsan bir bütündür. Bu bütünlük içinde insanı ele almak, bugünkü ilmi verilere de uygundur. Eğitimciler, psikologlar ve sosyologlar da insanı bir bütün olarak değerlendirmektedirler.
İnsan ruh ve maddeden ibarettir. İnsan, maddi ve manevî yapısı ile diğer varlıklardan ayrılmaktadır. İnsan, düşünebilen, konuşabilen ve akimi kullanabilen bir varlık olarak diğer canlılardan farka bir konuma ve mevkie sahiptir. Bu yönüyle "mesuliyet ve mükellefiyet" yükünü omuzlarında taşıyan insanoğlu, yeme, içme, çoğalma ve nefsî arzularını yerine getirme gibi tabiî olarak diğer canlılarla ortak özelliklere sahiptir. Fakat, insan her iki yönüyle yani, maddi ve manevî başka bir deyişle "akıl ve tabiî varlık" yanıyla bir bütünlük içinde ele alınmalıdır. İlâhî emirler, insanın bu iki alandan oluşan bütünlüğüne yöneliktir. Her ne kadar akıl ve irade bu konuda belirleyici, sevk ve idare edici bir durumda olsa da, tabiî varlık alanından bunları ayrı ve müstakil düşünmek mümkün değildir.
İnsanın manevî dünyasında oluşan her türlü tepki, etki ve faaliyetin fizyolojik yapıya, fizyolojik yapıda oluşan her çeşit müspet veya menfi etki ve tepkilerin de manevî hayata tesir ettiği muhakkaktır. İnsanın bu iki yanını bir bütün olarak ele alan Kur'ân, maddî ve manevî yapının birlikte eğitilmesini ve her ikisinin de İhmal edilmemesini önemle beyan etmiştir. [22]
"Maddî bütünlük" (benlik bütünlüğü), "Manevî bütünlük" (ruhî bütünlük) konusunu bir arada anlatmaya çalışacağız. Çünkü insanın bu iki yanı, birbirinden ayrılmaz bir bütün olarak karşımıza çıkar. İnsan elbette madde ve ruhtan müteşekkildir ve bunlar birbirlerini tamamlarlar.
iç âlemimizin derinliklerine daldığımız zaman, madde ve mekanın şahsiyeti dağıtıcı ve parçalayıcı etkisinden kurtularak yüksek bir amelle şahsiyette bütünlüğe, ruhi, enfüsî âleme ulaşırız. Çünkü yüksek aksiyonlar şahsiyetin bütünlüğünden c^aya çıkarlar. Dağınık düşünce ve dağınık işlerde şahsiyetimiz mekana doğru inmeye başlayacaktır. Fazilet ve fedakarlıklarda
hür aksiyon ile, şahsiyet bütünlüğüne ulaşır. Benlik bütünlüğü, ruh sağlığı ve manevî hayatımızın yükselmesi bakımından önemlidir. Kur'ân-ı Kerim, his ve fikir bakımından birük ve bütünlük arar. Kur'ân, böyle bir fert ve bu fertlerden oluşan bir toplum oluşturmayı hedefler. Bunun yolunun ise "te-debbür ve tefekküre" dayalı bir îman ve amel bütünlüğünden geçtiğini ifade eder.[23]
"Ene" veya "benlik" bizim nefsî keyfiyetlerimizin kütlesinden tamamen ayrı ve zaman geçişinin asla tesiri altında olmayan sade, bölünmez ve değişmez ruhanî cevherdir. Bizim hissedilen ve bilinen tecrübemiz bir vahdettir. Çünkü nefsî keyfiyetlerimiz, sıfatının tek tek değişmesine rağmen, değişmez halde sabit kalan bu sade şeyin bir çok sıfatına bağlıdır.[24]
"Ene", zâtı hislerden müteşekkildir. Ve bu haysiyetle, fikir nizamının bir kısmıdır. Fikrin her hareketi, ister mevcut olsun, ister geçmiş olsun, bilen ve hatırlayan bölünmez bir vahdettir. Şuur; bütün zihnî hayat için ilk şart olan bir vahdettir, mütemadiyen birbirine haberler ulaştıran şuur parçalan değildir.[25]
"Her biri kendi aslî tabiatına göre hareket eder. O halde kimin daha doğru yolda bulunduğunu, Rabbin daha iyi bilir."[26]
İkbal (ö. 1939), bu âyet-i kerîmeyi yorumlarken şu mütalaada bulunur: "Benim hakiki şahsiyetim bir şey değil, bir ameldir. Benim tecrübem ise sadece, karşılıklı olarak birbirine delâlet eden sevk ve idare edici bir maksadın vahdeti ile bir arada duran bir amel silsilesinden ibarettir. Bütün hakikatim, benim sevk ve idare edici davranışımda kaimdir."[27]
Günlük tecrübe ve fizik İlmi, maddenin varolduğu faraziyesi üzerinde yürür. Ruh ve bedenin kendi kendine müstakil olduğu fikrini ilk ortaya atan Descartes (1596-1650) oldu. Bu görüşe göre ruh ve beden karşılıklı olarak müstakildirler, birbirine müessir olmazlar ve önceden teessüs etmiş bir ahenk sayesinde tamamen paralel hatlar üzerinde yürürler. Bunların birbirine müessir olduğunu farz edecek olursak, bu birbirine tesir etmenin nasıl, nerede vuku bulduğunu ve hangisinin ilk adım attığım bize gösterecek gözle görülür keyfiyet bulamayız. Bana kalırsa kendi kendine müstakil olarak maddenin mevcudiyeti faraziyesi tamamen asılsızdır.[28]
Bu itibarla, ruh ve bedenin birbirlerine paralel yürüdükleri görüşü birbirine tesir etmede tatminkar değildir. Bununla beraber ruh ve beden fiilde birleşir. Ben masanın üstünden bir kitap alırsam, bu fiilim tek ve bölünmez
hur'an'da nankörlük kavramı bir keyfiyettir. Bu fiilde, zihin ile bedenin hissesi arasında bir ayrılma hattı çizmek imkansızdır. Bunlar şu veya bu suretle aynı nizama aittir ve Kur'ân-ı Kerîm'de beyan oiunduğu üzere "halk" ve "emir" (bkz.A'raf, 7/54) O'na aittir. Ruh veya ene diye adlandırdığımız tecrübeler sistemi de bir fiiller sistemidir. Bu, ruh ve beden farkını ortadan kaldırmaz; bilakis onları birbirine daha yakmlaştırır.[29] Buna göre beden bir boşlukta olmadığı gibi, ruhtan ayrılması da söz konusu değildir.
Bir insanın kendisini ve çevresini algılayış tarzının, onun genel tutumunu ve davranışlarını büyük ölçüde etkilediğini belirten Feriha Baymur, "Benlik, kişiliği çok etkilemekle birlikte, kişilikten biraz farklı bîr anlam taşımaktadır. Benlik, kendi kişiliğimize ilişkin kanılarımız ve kendi kendimizi görüş tarzımızdan oluşur. Bu bakımdan benlik, kişiliğin özel yanı olarak tanımlanabilir. Benlik, içimizde kendimizi gözetleyen, yargılayan, değerlendiren ve davranışlarımızı düzene koyup bizi yöneten bir güçtür"[30], açıklamasında bulunmaktadır.
insan, duyularla müşahede edilen bir beden, diğeri de akıl ile idrak olunan ruhtan müteşekkil bir bütünlük İçindedir. Bunun için insan, hayvan İle melek arasında yaratılmıştır, diyebiliriz, insanî nefs, insanın ruh ve beden bütünlüğü ile ilgilidir. Bu bütünlüğün aldığı maddî-manevî şekil ve mahiyete göre keyfiyet kazanmakta ve isim almaktadır. Nefs, alçaldıkça "nefs-i emmâre", yükseldikçe "levvâme" "mülhime" ve "mutmeinne"... gibi isimlerle anılmaktadır.[31]
Merhum Elmalılı, bu bütünlüğü şöyle açıklamaktadır: "Tam hayatı, insanların kimisi yalnız aklî ve ruhanî, kimisi de duygusal ve cismanî (bedene ait) kabul ederler. Fakat gerçeğini henüz bilemediğimiz hayatın bizce kemali (olgunluğu), hem aklî ve hem hissî oluşundadır. Kur'ân'm bize bildirdiği âhiret hayatı ise, "hayatın en mükemmeli" olduğundan biz ona inanır ve felsefî derinlikleriyle uğraşmayı lüzumsuz sayarız. Ben "ben" dediğim zaman ruh ve bedenimin birliği noktasına basıyorum ve hayatı da bunda biliyorum."[32]
"Nefs" bütünü ile kişidir. Kur'ân, düalist insan kavramına iltifat etmemektedir. İnsan bedeni ile ve "Allah'ın nefhettiği ruh" ile bir bütündür.[33]
Benlik bütünlüğünü Krech David'e dayanarak Mahmut Çamdibi şöyle açıklamaktadır: Tam bir bütünlük olmadan şahsiyetin yükseltilmesi mümkün değildir. Sosyal psikolojide tetkikler göstermiştir ki, yüksek derecede organize olmuş felsefî-dînî hisler, bu hislere sahip fertleri müspet istikamete götüren birer ego standardıdır. Buna mukabil daha az organize olmuş felsefî-dînî hisler ise "ben"in korunmasına yarayan bir müdafaa vazifesi görürler.[34]
Şahsiyeti eritip İnsanları standart hale getirmek, insana değer vermemek ve insanı anlamamak olduğunu söyleyen Çamdibi, "Her insan ayrı bir âlem, ayrı bir sahifedir. Her insan aynı ilâhî eserin bir nüshasıdır. Fakat tek nüsha. İnsanlık âlemi, sayfaları, birbirinden tamamen ayrı; bağımsız ve birbiriyle sıkı münasebette olan, birbirlerine yardım eden, eksikliklerini tamamlayan sonsuz derecede büyük bir kitap gibidir"[35] demektedir.
İnsan tek olan, İntibak eden ve organizasyon sağlayan bir bütündür. Herkes şahsiyet olarak tektir. Şahsiyetin iki Özelliği vardır. Tek oluş ve istikrar, (bkz. Çamdibi, Şahsiyet Terbiyesi ve Gazali, s.30 )
İsmail Hakkı, bütünlüğü şöyle açıklar: "Şahsiyet hayatında parça, ek, yama, yekûn, kemiyet fikri yoktur. Şahsiyet hayatı, ilmî bir keşif, ahlâkî bir fiil, bir tablo, bir senfoni, bir piyes gibi bir bütün, ahenkli bir hayattır."[36]
İnsan şahsiyetinin biyofizik unsurlarının başında, sinir sistemi gelir. Sinir sistemi, kendi aralarında sayısız liflerle bağlantılar kurmuş, kendine has ve bir bütün halinde davranışta bulunan bir ünitedir.[37]
İnsan yaşamının tüm faaliyetlerini sinir sisteminin düzene koyduğunu ve insanın enerjiyi çeşitli şekillere dönüştüren bir makinaya benzediğini belirten Pierre Daco, "Sinir sistemi enerjiyi çeşitli şekillerde alır (ışık, koku, ses, mekanik karakterler, ısı vb) biriktirir ve dönüştürür. Daha sonra hareket, düşünce, konuşma şeklinde dışa yansıtır. Sinir sistemi milyarlarca dallanmalardan oluşmuş olmasına rağmen, tek bir organ gibi tepkide bulunur. Dolaşım, solunum, psikolojik bilinç, düşünce, duyum gibi insan yaşamını oluşturan işlevleri yönetir. Yaşamın tümünü düzenler ve birleştirir. Sİnİr sistemi, tüm güçleri saldırıya uğrayan noktaya toplar, damarları açar, akyuvarları toplar. Bu akyuvarların çok sayıda mikropları öldürmesine imkan sağlamak için dolaşımı yavaşlatır. Daha sonra ölü mikropları temizlemek amacıyla aynı dolaşımı hızlandırır. İnsan olarak sürdürdüğümüz tüm yaşam boyunca, en ufak bir eylemde bile, bu olağan üstü olay yaşanır"[38] demekledir.
Ord. Prof. Dr. Sekip Tunç (ö. 1958), Dcscarters'in varlıkları ikiye ayırdığını, düşünceyi sadece insana verdiğini ve bedeni, düşünceye karıştırmaksızın insanın, maddi mahiyetle teiakki edilen bir bedenle, ona güçlükle bağlanan müstakil, gayri maddi, manevî ve ruhî telakki edilen bir düşünceden ibaret çifte bir varlık oîarak kabul ettiğini belirttikten sonra şu değerlendirmeyi yapmaktadır: "îlim düşüncesine uymayan böyle ayrı iki mahiyet telakkisi devam edemezdi. Er geç birliğe doğru gidilecekti. Bu birlik ya "mad-de"de yahut "ruh" ta toplanacaktı. Maddede toplanınca ruh hayatı tabiat ilimlerinin konusuna girecek, ruhta toplandığı takdirde idealist, yahut spi-ritüaiist bir psikoloji doğacaktı. Nitekim bunlardan ikisinin de doğduğunu ve türlü şekiller alarak birbirleri ile çarpıştıklarını biliyoruz."
Ruh ve bedenin ayrılmaz bir bütün olduğuna işaret eden Sekip Tunç, "Ruh ile beden en cüzi hadiselerine kadar birbirlerinden ayrılmaz bir birliktir; aralarında karşılıklı münasebetlerin olmaması kabil değildir. Hatta sırf fizikî bir hadise olarak mütalaa edilmeleri mutat oian hazım, hayız, te-ğaddi ve fizyolojik fonksiyonların bir çokları ruhî hadiselere bağlıdırlar. En yüksek ruhî hadiselerin kısmî sebepleri de fizyolojik şartlardır"[39] diyerek iki yanlı insan görüşünü reddetmektedir.
Max Scheler'e göre, "ben"in basit, bedenin ise karışık bir "hücre devleti" olduğu ileri sürülemez. Ayrıca Scheler'e göre, sinir sisteminin fonksiyonlarının summativ oldukları, yani bir bütünlük göstermedikleri, sadece bir yere bağlı olarak birlikte meydana çıktıkları görüşü de bugün artık terk edilmiştir.[40]
Psiko-fızik hayat bir bütündür. Fİzİk ve psişik fonksiyonlar arasındaki bu birlik, bütün canlılarda hatta insanlarda kesin olarak geçerü olan bir olaydır. İnsanla uğraşan batı ilminin, tabiat ilimleriyle tıbbın, her şeyden önce insanın sadece bedeni ile uğraşmaları, ona dış koridor yolu tesir etmeğe çalışmaları, genel olarak batı tekniğinin her yerde çok taraflı olan ilgisinin bir sorunudur, (bkz. Max Scheler, a.g.e., s. 85-86)
Ruh hayatının vetireleri (süreçleri) birbiri içine girmiştir; ruh fonksiyonunun parçalarına bütünlük hakimdir; nihayet ruh faaliyetini bir denge, gerçek bir varlık olan bir ferdiyete bağlamak zarureti vardır; bütün bunlar, ruhî sentezi tarif eden karakterlerdir. Bu karakterlerden hiçbiri kaldırılamaz. Hepsi birbirlerine bağlıdır; birbirlerini tutarlar. Bunu ruh hayatının her tarafında bulduğumuz gibi, bunlardan tek bir tanesi kaldırılırsa bu hayat anlaşılır bir şey olmaktan çıkar.[41]
Bütünlük konusunda Wilhelm Dilthey (1833-1911) şöyle demektedir:
"Manevî psikolojinin organik bir karakteri vardır. Organizma nasıl parça-lanamazsa ve maksatsız değilse, bir organizma olan ruhî hayat da maksatlıdır ve bölünmesi mümkün olmayacak şekilde bir bütünlük halindedir. Ruhî hayatın bu karakterini, açık olarak onun manasını düşündüğümüz zaman daha iyi anlarız. Ruhî hayat, basit ve birbirinden ayrı parçalardan teşekkül etmez. Bunun için ruhî olayları parça parça araştıran ve açıklayan ve sonra bunlardan bir sentez yapan psikolojinin ilmi kıymeti çok azdır."[42]
Görüldüğü üzere, insanın biyolojik, fizyolojik ve ruhî yapısında bir vahdet mevcuttur. Öyle bir birliktelik ki, Allah, en mükemmel ve en şerefli yarattığı insanın üzerinde, kâinatında gösterdiği ahenk ve nizamı, cismen küçük ve fakat taşıdığı muhteva ve mükellefiyet açısından büyük bir kâinatı andıran bu şerefli varlıkta da en bariz bir şekilde göstermiştir. "Nefislerinizde de birçok alâmetler var (ki Allah'ın kudretine, İlmine, azamet ve iradesine delâlet ederler). Hala görmeyecek misiniz?" [43] âyet-i kerîmesi de bu gerçeği vurgulamaktadır. [44]
İnsanda bulunan temel kuvvetleri anlatmaya geçmeden önce insan kişiliği üzerinde birazcık durmaya çalışacağız. Kişilik ve benlik, psikolojinin İlginç konulanndandır. Psikolojiye ilgi duyulmasının nedenlerinden biri, bilinçli ya da bilinçsiz olarak insanın kendi benliğini anlamak ve geliştirmek istemesidir. Daha çekici, daha sevilen ve daha etkili bir insan olmak emeli bes-lemesidir. Ayrıca, kişilik ve benliğin neden bu kadar çeşitlilik gösterdiği merak konusu olmuştur. Niçin bir insan güvençİi ve iyimser, bir başkası ise kuşkucu ve kötümserdir. Neden kardeşlerden biri korkak ve çekingen, bir diğeri cesur ve atılgandır? Niçin bazıları sıcak kanlı, insancıl, bazıları ise soğuk kanlı münzevî tabiatlıdır. Bu niçin ve nedenler çoğaltılabilir. Çünkü canlılık, neşeîilik, özgürlük, bağımsızlık, mutluluk, karamsarlık, maymun iştahlılık gibi çok çeşitli kişilik nitelikleri vardır. Kişiliği tarif eden 18.000 kadar sözcük bulunduğu ve bunlardan hiçbirinin tam olarak eş anlamda olmadığı saptanmıştır.[45]
Kişiliğin tanımı: Feriha Baymur, kişiliğin kendine has ve ahenkli bir bütün olduğunu belirterek şu tespitlerde bulunur. "Psikolojide kişilik, kapsamı en geniş olan bir kavramdır. Kişilik, bir insanın bütün ilgilerinin, tutumlarınm, yeteneklerinin, konuşma tarzının, dış görünüşünün ve çevresine uyum biçiminin özelliklerini içeren bir terimdir. Bununla beraber, dikkate değer bir husus, kişiliğin kendine özgü ve ahenkli bir bütün olmasıdır. Öyle ki, bir insana ilişkin her nitelik, o insanı anlamada bize bir ipucu verir."[46]
Kişiliğin, bir insanın duyuş, düşünüş, davranış tarzlarını etkileyen faktörlerin kendisine özgü bir Örneği olduğunu söyleyen Baymur, "Kişilik, çok kapsamlı bir kavram olup bireyin, biyolojik ve psikolojik, kalıtsal ve edinik (bireyin doğduktan sonra öğrendikleri) bütün yeteneklerini, güdülerini, duygularını, İsteklerini, alışkanlıklarını ve bütün davranış özelliklerini içine alır. Kişilik bitmiş duruk bir ürün değildir; doğuştan yaşamın sonuna kadar bir oluşum süreci içindedir"[47] demektedir.
Kişilik, ferdi karakterize eden oluş tarzları topluluğunu gösterir. Daha özel bir anlamda bu kelime, istisnaî, enerjik, otonom, vs. gibi sözlerle vasıflandırılan bir kişiliğe uyar, aynı bir değer yargısını gerektirir, ilk anlama göre herkesin bir kişiliği olduğu, ikinci manaya göre de, herhangi bir kimsenin sözü edildiği vakit onun bir kişilik sahibi olduğu veya bir kişiliğe sahip buiunmadiğı söylenir.[48]
Şahsiyet, bir fertte yapıların, davranış tarzlarının, alakaların, ruhî davranışların, yeteneklerin, kabiliyet ve isteklerin en karakteristik bir bütünleme-sidir. Bir kimsenin şahsiyetini tetkik ederken, insanı bir bütün olarak ele almak gerekir.[49]
Kişilik, kendine has bir bütündür. Bir kimsenin şahsiyetini incelerken insanı bir bütün olarak ele almanın lüzumlu olduğunu yukarıdaki açıklamalardan anlamaktayız. İnsan biyolojik ve ruhî açıdan bir bütündür. Bütün insanlar birbirierine eşit olarak şahıstırlar. Çünkü hepsi Allah tarafından yaratılmıştır. Onların aralarında ki fark, sadece vasıf bakımındandır. Kazandıkları vasıf, ilâhî vahye ve fıtrata uygun olursa makbul ve üstün sayılır; aksi olursa aşağı kabul edilir. Her insan, kendisine has vasıf ve karakterleri bakımından tektir. Her insan diğerlerinden farklıdır. Hiçbir insan diğerinin aynı değildir.(geniş bilgi için bkz. Mahmut Çamdibi, Şahsiyet Terbiyesi Ve Gazali, s. 135-137)
Kişilik hakkında yapılan tarif ve değerlendirmeleri daha uzatmak istemiyoruz. Asıl konumuza ulaşmak ve daha iyi anlamak amacıyla bunları bir basamak kabul etmekteyiz. [50]
Kur!ân-ı Kerîm'in birçok sûre ve âyetinde, dünyadaki varlık ve olayların bir çoğunda, insanlar için alınacak ibretler bulunduğu, insanların bunları düşünmeleri gerektiği belirtilmektedir.
"Biz bu örnekleri insanlara veriyoruz, onları ancak bilenler anlayabilir. Allah, gökleri ve yeri gerektiği gibi yaratmıştır. Doğrusu bunda inananlara bir ders vardır."[51]
Birçok âyetlerde yüce Allah, "Düşünmez misiniz?", "Akletmez misiniz?", "Belki artık düşünürsünüz", "Ne az düşünüyorsunuz" buyurmaktadır.[52]
"Allah size işte böylece âyetlerini açıklar ki, düşünüp hakikati aniayası-nız"[53]
"Doğrusu bunda iyi düşünen, işiten ve aklını kullanan bir kavim için ibretler vardır"[54] gibi âyetler düşünmeyi emretmektedir. Kur'ân-ı Kerim, düşünmeyenleri de ayrıca yermekte ve onların düşüncesiz olduğunu beyan et-mektedir.(Bakara, 2/171)
İnsan fikir ve düşünceden ibarettir; geri kalan kemik ve sinirlerdir. Bu söz doğrudur, güneş gibidir. İnsanlar onunla dirilir. Güneş her zaman mevcuttur, hazırdır ve her şey onun sayesinde sıcaktır. Fakat güneş göze sığmaz ve insanlar da onun sayesinde diri olduklarını, ısındıklarını bilmezler. "Ey kardeş! Sen yalnız o düşüncesin. Sende bundan başka ne varsa kemik ve sinirdir. [55]
İnsanın düşüncesinin amacı, insana bir yol göstermektir. Yolun amacı da insanı, Tanrının gerçekler dünyasına götürmektir.[56] Bir insanın bütün hareketlerini yönlendiren düşüncedir.[57] İnsanların gönlündeki düşünce ışığı zayıfsa veya duyu organları vasıtasıyla alman veriler ışığın, düşüncenin işlemeyeceği kadar ham ve kaba ise, insan düşüncesi artık bir ışık olmaktan Çıkar, nefsin emrinde bir ateş olur.[58]
Mevlanâ, insanın bedenini gül yığınına, düşüncesini de gül suyuna benzetir ve bu konuda şöyle der. "Her solukta baharda değilsen, kutlu neşeli değilsen, gül yığınına benzeyen bu bedenin neyin ambarı ya? Gül yığını bedenindir. Düşünce de gülsuyuna benzer. Gülsuyu, gülü inkar ediyor, işte sana şey![59]
Yaratılışın esas amacı insandır, bu bakımdan evrende ki en değerli şey o ve onun düşüncesidir, insan, düşünceden var olmuştur.[60]
Düşünce insana mahsus bir özelliktir. Her insanda düşünme kabiliyeti vardır, insan, fıtratında var olan bu özelliği çeşitli eğitim ve faaliyetlerle geliştirir. Basit bir insan uzun uzadıya muhakeme etmeğe lüzum görmeden düşünür; o, doğrudan doğruya şuurunda beliren neticeleri iptidaî bir mu- . hakeme ile kabul etmeye mütemayildir. Yalnız düşünce kabiliyetsizi iğinin sebebi evvela seziş kuvvetlerinin noksanlılığından ileri gelir. Yalnız bu nok-s-anlık çok vakit zahiridir, aldatıcıdır. Zira bu kabil iye ts izi ik, çözümlenmek üzere verilen bir konuya, mesela bir filoloji veya matematik konusuna karşı öğrencinin ilgisizliğinden ileri gelebilir. Bu ilgisizliği kabiliyet noksaniyîe izah etmek doğru olamaz. Sonra düşünce kabiliyetsizliği, pozitif bilgi ve mevsuk bilgi noktasından veya hafıza zayıflığı yüzünden sönük veya sakat bir hale gelmiş bulunan bilgilerin ve hükümlerin emniyetini kontrol etmeğe alışkın olmamaktan ve rahata düşkünlükten ileri gelebilir.[61]
Gazali, "Akıl, insanoğlunun en üstün vasfıdır. Çünkü Allah Teâlâ'nm emanetleri akıl sayesinde kabu! edilir ve yine akıl sayesindedir ki insan, Allah Teâlâ'nm rızasına mazhar olur. Hikmet de akılla elde edilir" [62] diyerek Allah'ın emir ve yasaklarının akılla kavranılabileceğine işaret etmektedir.
Allah'ın varlığının, birliğinin ve geniş rahmetinin akılla anlaşılacağını ifade eden Elmahlı bu konuda şöyle demektedir: "Akıl, kalp ve ruhun madeninde, beynin ışığında bulunan manevi bir nurdur ki, insan bununla duyu organları ile hissedilmeyen şeyleri anlar. Bütün ilimlerin, fenlerin ve insanın elde edebileceği her şeyin, dönüp dolaşacağı yer olan "illiyet" (nedensellik) kanununu güzelce anlayıp tatbik etmek sayesinde akıl, Allah'ın varlığını, birliğini ve geniş rahmetini zaruri olarak anlar, keşfeder."[63]
Gazali, akim iki manada kullanıldığını belirtmektedir: Birincisi, eşyanın hakikatini bilmekten ibaret olan akıldır ki, kalpte bulunan ilim sıfatından ibarettir, ikincisi, ilimleri anlayan manası murat edilir ki, o zaman da, kalbin kendisi olur.[64] Hz. Ali (r.a )'den yapılan şu rivayet, aklın fıtrî ve kesbî olduğunu da ayrıca belirtir.
"Aklı iki çeşit gördüm, biri fıtrî, diğeri de kesbtdir. Fıtrî akıl olmasa, kesbî akii bir fayda sağlamaz. Gözü kör olan kimselere, güneşin faydası olmadığı gibi."[65]
Mevlanâ da aklı ikiye ayırmaktadır. Birincisi, çalışarak kazanılan akıldır ki, okulda çocukların Öğrendikleri hususlar, hocalardan, düşünerek, okuyarak ve ezberleyerek elde edilen bilgiler bu kısma girer. İkincisi ise Tanrı ihsanıdır. Onun kaynağı can içindedir.[66]
Merhum Elmalıh, aklın İki türlü yürüyüşünden bahseder. Ağır ve zamana bağlı olan inceden inceye düşünme seyrine "fikir", bir anda, bir hamlede arzuya ulaşıverecek olan ani seyre de "hads, tahmin, zan", denilir diye belirttikten sonra, "hads"i de iki kısma ayırarak şu değerlendirmeyi yapar:
Her birinde konusuna göre uzun süre meydana gelen tahsil, tecrübe ve alıştırmadan elde edilen çalışkanlık sıfatıdır ki, çalışmakla kazanılır. Pratik tahsil ve ilmî eğitim, bu gayeye ermek içindir. Buna "akl-ı mesmu' " (işitilmiş akıl) da denir. Doğrudan doğruya yaratılışa yerleşmiş ve sırf Aîiah vergisi oian bir melekedir ki, buna kutsî kuvvet ya da makbul veya tabiî akıl denir. Bunda esas itibariyle gayretin, çalışıp kazanmanın hiçbir hükmü yoktur.[67]
Akıl, Allah'ın her şeyden önce yarattığı bir güçtür. Bu güç, Allah'ın her emrini tartışmasız yerine getiriyordu. Allah, daha sonra çeşitli varlıkları yaratmasını büyük ölçüde, kendi emirlerini eksiksiz yerine getiren akıl vasıtasıyla yapmıştır. "O, yüceler yücesi iki dünyadan da önce aklı yaratmadı mı?"[68] Bu açıdan bütün evren, insanın aklı ile anladığı şeylerin ışığının vuruşundan başka bir şey değiidir. Akıl, Allah'ın yarattığı en yüce şeydir. Allah, akılla tanınır ve O'na kulluk ancak akıl ile yapılabilir.[69]
insan, hayvan ile melek arasmda yaratılmıştır. Bundan dolayı insanda hayvan ve melek kuvvet ve sıfatlarının İkisi de vardır. Beslenme ve üreme yönünden insan nebattır. Hissetmek ve hareket etmek yönünden hayvandır. Yaratılış gayesi olan eşyanın hakikatini idrak ve akıl kuvveti de insana mahsustur.[70]
islam'ın dayandığı en birinci esas, akıl ve muhakemedir. Müslümanlığa göre sahih ve sarsılmaz bir imanın ilk şartı akıldır, islam, aklı hâkim tanıdığı içindir ki, onun nazarında ihticaca sahip olunacak yegane hüccet, ancak kâinat ve tabiat üzerinde tefekkürdür. Müslümanlık aklı hakim tanıdığı için hüküm ve nüfuzunu ona teslim etmiş ve ona her şeyden önce tabiat denilen muazzam kitabı[71] okumayı emretmiştir.[72]
Fıtrat: Dini kabul etmeye müsait olan bir yaratılış anlamındadır.[73]
Allah, kendisini tanıyacak ve iman edecek kuvveti, insanların içine yerleştirmiş ve yaratmıştır. Allah Teâlâ'nm şu âyetlerinde buna işaret edilmektedir:
" Andolsun ki, onlara kendilerini kimin yarattığını sorsan elbette "Allah" derler.. "(Zuhruf, 43/87).
"Gökleri ve yeri yaratan Allah'a hamdolsun..." (Fatır, 34/1 ).
"Hayır, dedi, sizin Rabbiniz yarattığı göklerin ve yerin Rabbidir.. "("Enbiya, 21/56).
"Dediler ki: "Seni, bize gelen açık açık mucizelere ve bizi yaratana tercih edemeyiz..."(Tâ Hâ, 20/72).
Bu âyetlerin Arapça metninde geçen ve "Fıtrat" kelimesinin aslı olan "Fatara"nın anlamı, icat etmek ve yaratmaktır.[74]
Müfessirler, Rûm Sûresi'nin 30. Âyetini tefsir ederlerken, âyette geçen "Fıtrat" kelimesini, dini kabul, hakkı idrak, Allah'ın birliğini ve İslam dinini itiraf edebilecek kabiliyet, diye açıklamışlardır. Yaratılışın başlangıcında her doğan kimse bu tabiatta ve bu istidat üzere doğar. Âyette geçen "Fıtratla din murat edilmiştir ki, o da islam ve tevhittir.[75]
İnsanların hepsi yaratılış sözleşmesinde " Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" (A'raf, 7/72) hitabına "belâ" (evet Rabbimizsin) demiştir, insan olarak yaratılmayı kabul etmekle yaratanın Rabliğine şahit olmağa söz vermiştir. Yaratılışın, yaratanına delâleti tabiî (doğal) olduğu için her insanın yaratılışında, kendine dair bilincinin aslında, vicdanının derinliğinde bir hak duygusu, Allah'ı tanıma gizlidir. Onun içindir ki, başlarının son derece sıkıldığı zaruret zamanlarında inatçı kafırier bile, derinden derine yaratanına bir sığınma hissi duyarlar.[76]
Fıtrat, ilk yaratma demek olan "Fatara'dan "mastar bina-i nevi" olarak yaratılışın ilk tarz ve şeklini ifade eder. Her ferdin kendine mahsus cüzî yaratılışı değil, bütün insanların, insan olmaları bakımından yaratılışlarında esas olan ve hepsinde ortak bulunan genel yaratılıştır. Dış etken, kazanma ve âdet gibi ikinci derecede bulunan sebeplerden sarf-ı nazarla düşünülmesi gereken ilk yaratılış ve aslî yaratılış da denilen aslî fıtrattır, insanın, İnsan
oluş yönünden tabiatı budur. Ferdin cüz'î yaratılışında herhangi bir sebeple eksiklik bulunabilirse de asıl fıtrat, sağlık ve sağlamlıktır. Bütün organların aslolan bir fıtratı (yaratılış amacı) vardır. Fıtrat, hep hak ve hayra yönelik bir istikamet takip eder. [77]
însan fıtratının aslı, Hakkı tanımak ve gerçek yaratanından başkasına kul olmamak içindir, insanlar çeşitli yaratılış ve karakterlerde bulunabilir-lerse de asıl insanlık fıtratı, insan tabiatı bakımından birdir, insanın, insan olma yönüyle asıl fıtratı (yaratılışı), yaratıcısına boyun eğmek, "Ben insanları ve cinleri ancak bana kulluk yapsınlar, diye yar attım" (Zâriyât, 51/56) buyurduğu üzere yaratan Allah'a kulluktur. Dinsizlik fıtrata aykırı bir sapıklık olduğu gibi, Allah'tan başkasına tapmak da öyledir.[78]
Dinin iki kaynağı vardır. Biri fıtrat, biri kazanç. Fıtrat, sadece ilâhîdir. Gerçek bir yöneliştir. Allah'ın emrini yerine getirerek Allah'a ermek için, hep Hakk'a doğru bir gidiş ifade eder. Fıtratın sağlamlığı, düşünce alanında ve sosyal şartlarla terbiye çerçevesinde, âdetlerin akışı içinde ya bozulur veya güzel bir gelişme ile kendini bulur. Din, fıtratı değiştirmek İçin değil, fıtrattaki güvenceyi geliştirmek içindir.[79]
Bütün insanların, insan olmak bakımından müşterek bulundukları, külli ve aslî bir fıtrat vardır ki, o da: hayvanî ve melekî, cismânî ve ruhanî iki hayatı içeren ve görünen ile görünmeyen âlemi bilmeye, görülenden görülmeyeni sezmeye müstait olarak yaratılmış olmalarıdır. Allah, insanı bu fıtratta, bu cibilliyette yaratmıştır. Binaenaleyh kendisini yaratan Allah'ı bilip O'na yönelmesi, hak ve hayra doğru gitmesi fıtratın, tabiatının mukte-zasidır. Allah tarafından insanın samimi ruhuna tevdi edilmiş, insanda fıtrî olarak mevcut olan mutlak din, âlemde her şeyin varlığı ve nizamı kendisine dayanan yüce kudreti, yerleri ve gökleri yaratan tek Allah'ı vicdanında duymak, pak ve halis bir kalp ile yüzünü O'na çevirmektir. Demek ki Kur'ân'm hak din dediği "fıtrî din", fıtrî iman, Müslümanlık, insanın kalbine Allah tarafından yerleştirilmiş bir imandır. Kur'ân'm tabirine göre Allah'ın boyasıdir. Fıtratta esas olan varlığı inkar değil tasdiktir, ikilik değil Ir ı*tır; görülende kalmayarak görülmeyene de geçebilmek ve yalnız bir Ulah'a inanmak, yalnız O'na tapmaktır.[80]
nsan, insanî hayatla ilgili ihtiyaç ve isteklerini tatmin etmek ister. In' u isteklerini tatmin eden gerçek dinden, fıtrî dinden uzaklaşınca az-8m a?makta, aşırılıklara, çılgınlıklara, asosyal davranışlara yönelmektedir.
Bu durum da cemiyeti menfi yönden etkilemektedir. Fıtrî dinden uzaklaşan insanlar, çeşitli anormalliklere saplanmakta, alkolizme, uyuşturucu maddelere müptela olmakta, birlikte samimi ilişkileri geliştirme yerine ferdî, içtimaî tahrip, işgal, bozgunculuk ve sömürü pİanları yapmaktadırlar. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyuruimaktadir: "insanların bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu." (Kur'ân-ı Kerim, Rûm, 30/41). insanlar, fıtratın hilafına olarak, şirk, ahlaksızlık,[81] hevâ ve ihtiraslarının çarpışması sebebiyle fıtrî nizam bozuldu. [82]
îrade, dilemek, istemek, arzu etmek, seçmek ve tercih etmek gibi manalara gelmektedir. Yapılması imkan dahilinde bulunan şeylerden birinin seçilip tercih edilmesine irade denilmektedir. İki türlü irade vardır. Birincisi İlâhî îrade: Bu, külli ve umumi bir iradedir. Kâinatta mevcut olan her şey Allah'ın iradesiyle var olur, olmayan şeyler de O irade etmediği için vücut bulmaz, ikincisi insan iradesi: Allah insanlara, değişik durumlar ve farklı hareketler karşısında tercih ve seçme yapma imkanı lütfetmiştir, işte bu imkana "beşeri irade" diyoruz.[83]
irade, Bediuzzaman Hazretleri'nin sehl-İ mümteni (kolay ve sade görüldüğü halde bulunup söylenmesi ve taklidi zor olan) diye nitelendirebileceğimiz o en güzel üslûbu ile ifade ettiği gibi, bir temayül (eğilim) veya eğilimdeki tasarruftur. Evet irade, bir eğilim veya eğilimde tasarruftur. Yani iki şeyden birini seçme durumunda bulunan bir insanın o iki şeyden her hangi birini seçme ceht ve gayretini ortaya koymasıdır.[84]
irade, eğilimlerin bir organizasyonudur. İrade, bütün ayrı bulunan elemanlarından birine karşı vaki olan tepkisi, birleşik eğilimlerin özel bir eğilim aleyhine uyuşup anlaşmasıdır. îrade, her Özel fiilin sebeplendirilmesin-de bütün kişiliğin işe karışması demektir. İrade, zekaya ve akla dayanır.[85]
irade fiili, ruhun büyümesi, serpilmesi zamanında fıtrî temayüllerin kör cihetinden, daha doğrusu temayüllerin kendi kendine faal olmağa müteveccih gelişmesinden meydana gelen şuur olayıdır. Bu kendiliğinden faaliyet, bu kendi kendine gelişme cehti ve meyli tabiîdir, yaratılıştandır ve herhangi bir tasavvura bağlı değildir.[86]
Kerschen Steiner, iradenin basit bir psikolojik olay olmadığını ve çok karmaşık olduğunu şöyle ifade eder: "îlk irade hareketleri, tabiatımızda bulunan temayüllerin çok defa tekrar etmesi neticesinde gelişmektedir. İrade, basit bir Psikolojik olay değildir. Uyarımları, temayülleri irade olarak göstermek yanlıştır. Sonra dikkat, ancak ihtiyarî olduğu takdirde bir irade sayılabilir, ihtiyarî olmayan dikkatin irade ile herhangi bir Ügİsi yoktur. îrade, çok karmaşık bir olaydır; hatta düşünce olaylarının bir çoğundan daha karmaşıktır. Düşünce, irade fiilinin bir kısmını teşkil eder. Umumiyetle irade, zahmetli bir manevî faaliyettir. Bir irade fiilinde başlıca dört vasıf vardır. Bunlardan ilk ikisi iradenin istiklâli ve karar verme kabiliyetidir. Diğer ikisi sağlamlık ve sebattır."[87]
îrade ile birlikte kullanılan çok Önemli bir kavramın niyet olduğunu belirten Gazaîİ, "Niyet, irade ve kast aynı manaya gelen tabirlerdir. Her amel, ihtiyarî olan her hareket ve sükûn üç şey ile tamamlanır. Bunlar ilim, irade ve kuvvettir. Çünkü insan bilmediği şeyi irade edemez. Önce bir bilgi ister. İrade demek, şimdiki halde veya gelecekte maksadına uygun bulduğu şeye kalbin meyletmesidir. Aİlah Teâlâ, insanda istek denen şeyi ve kalbin, onu almaya yöneltİci olan iradesini yarattı. Allah Teâlâ, insan için kudret, imkanlar ve hareket eden âlet ve azalar yaratmıştır. Bu kudret, irade ve istek ister. Kudret, iradenin hizmetçisidir"[88], demektedir.
Kişinin devamlı meşgul olduğu işler ve nefsin içinde bulunduğu durum, iradeye yön vereceğinden, iradenin istenen istikamete çekilmesi, kalbin önce diğer meşguliyetlerinden boşalması veya istenen prensip doğrultusunda ruhun derin ve devamlı etkilenmesine bağlıdır ki, bu da uzun bir mücadele vetiresidir.[89]
insanı hayvandan ayıran önemli farklardan biri de "irade" dir. Ancak, iç ve dış iptidaî sâikîerin (motiflerin) eseri olarak ortaya çıkan fiiller " hür" olmadıklarından bu tip fiillerle ilgili olarak iradeden bahsetmek yerinde olmayacaktır. Hürriyetten kastettiğimiz, zaruretlerin ve ilkel sâikîerin esaretinden kurtulmaktır ki, bu da son derece güçtür.[90]
Yukarıda işaret edildiği gibi iş yapabilmek, faaliyette bulunabilmek, hareket halinde olabilmek için insanın önce iradeye, sonra güce ihtiyacı vardır. Kur'an'da insana her İki sıfatın yani irade ve gücün verildiğine, insanın isteğe bağh fiillerini böylece yaptığına şahit oluyoruz. Kur'an'da Özellikle ırâdî, ihtiyarî, yani isteğe bağlı fiiller yönünden insan büyük değer taşır. ^ an m bütün muhtevası, insanı irade sahibi olarak takdim ederken, bü-
iradeleri kuşatanın mutlak irade sahibi Allah olduğunu özellikle beyan eder. Allah'ın mutlak iradesiyle insanın izafî, nisbî iradesi arasında tam bir uyum vardır.[91]
Konuyu daha fazla uzatmadan insana irade bahsedildiğini beyan eden Kur'ân'in ifadesine dönelim:
"De ki: Ey insanlar! Size Rabbinizden Hak (Kur'ân)gelmiştir. Artık kim doğru yola gelirse, ancak kendisi için gelecektir. Kim de saparsa, o da ancak kendi aleyhine sapacaktır. Ben sizin üzerinize vekil değilim ." (Yûnus, 10/108) [92]
İslam literatüründe "hürriyet", kişi haklarına sahip olma diye tanımlanır. Bunun tam tersi, kişinin haklarına başkasının sahip olması demek olan esirlik ve köleliktir. Hakların aslı ise, Allah'ın koymuş olduğudur.(bkz. El-malılı, a.g.e., 1,128, s ad eleştiril en eserden).
İslam'ın en değerli ilkelerinden birinin hürriyet olduğunu ve bunun insanlara doğuştan Allah tarafından bahsedildiğini belirten Abdu'î-Kerim | Osman, "İnsan yaratılışında hürdür ve hürriyet onun tabiî haklarından bi- i rİdir. Hürriyet, insanın varlık olarak yaşaması için zaruridir. Başka bir anlamda; insan, insan olarak yaratıldığı için hür olarak yaşamak mecburiye- | tindedir. İnsanları diğer varlıklardan ayıran etken, hürriyettir. İnsanın İra- i de ve düşünceleri ancak tam bir hürriyetin çatısı altında gerçekleşir. Yalnız 1 bu hürriyetin sınırları toplumun temelini yıkıcı, başkalarının hürriyetini ihlal edici nitelikte olmamalıdır."[93] değerlendirmesini yapmaktadır ki, bu tespitlere katılmamak mümkün değildir. Çünkü insan olarak yaşamanın vazgeçilmez unsuru hürriyettir:
Fethullah Gülen, hürriyet kavramını daha değişik bir şekilde yorumlamaktadır. Ona göre hürriyet, ruhun, yüksek duygu ve yüksek düşüncelerden başka herhangi bir kayıt kabul etmemesi, hayır ve faziletten başka prensibin esiri olmaması demektir. Gülen, hürriyeti mutlak serbestiyet içinde anlayanların, bile bile veya bilmeyerek, hayvanî hürriyetle insanî hürriyeti birbirine karıştırdıklarını belirtmektedir. Gülen, "Hürriyet, lâkay- 3, dîlik ve laubaliliğe düşmeden, insan dimağının, onu maddî-manevî terak- 1 kîden alıkoyacak bağlardan azade olmasıdır. Hürriyet insana; 'hak düşüncesine bağlı olup ve başkalarına zarar vermedikten sonra istediğini yapabi- :| lirsin' demektir. Makbul hürriyet, hürriyetin medenî olanıdır. O da, din ve ahlakın elmas zincirleri, salim düşüncenin altın tasmasıyla bağlı bulunan hürriyettir"[94] demektedir.
İslam'ı esaslardan biri de hürriyettir. İslam Dininin hürriyet kelimesinden maksadı, insanlığın felaketine sebep ve medeniyetin en müthiş âfeti olan hayvanî bir hürriyet olmayıp, insanlığın ve medeniyetin ilerlemesine ve yücelmesine sebep olan yüce bir hürriyettir.[95] Her fert için Üahî bir bağış olan hürriyet, "serbest düşünebilmek, serbest söyleyebilmek, serbest hareket etmek hakkına malik olmak" demektir. Bunun bir sının varsa, başkasının hürriyetidir. Hayat, her insanın tabiî bir hakkı olunca, onu muhafaza edebilmek için insanın hürriyet hakkına malik olması da tabiîdir. Faziletin esas temeli ve tekliflerin dayandığı sebep te hürriyettir. İslam, hürriyetin bütün insanlar için tabiî ve zaruri bir hak olduğunu açıkça ilan etmiştir. Her insan bunda müsavidir.[96]
Eski ve yeni felsefenin ahlak için keşf ve tayin eylediği prensiplerinin en mühimi "ihtiyar" dır, yani, insanın işlerinde dilediği gibi hareket etmesi, hür ve iradesine sahip olmasıdır. Şüphe yok ki, ihtiyar ve hürriyetine sahip olmayan bir İnsanın yaptığı şeylerde ahlakî bir kıymet aranüamaz. İslam akidesine göre her insan, amelinde hürdür. İnsan, mutluluğa sebep olabilecek şeyleri irade ve kudretini sarf etmekle elde eder. İnsan, ihtiyarî fiillerinin hiçbirinde mecburi değildir.[97] Şu âyetler, insanın yaptığı işlerde hür ve serbest olduğunu açıkça göstermektedir.
"Gerçekten insan için kendi çalıştığından başka bir şey yoktur.[98] "Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür.![99]"Ve de ki: Hak, Rabbinizdendir. Öyle ise dileyen iman etsin, dileyen inkar etsin..."[100]
Hür fillerin çok az olduğunu belirten Ziya Somar, "Hür karar bütün ruhtan doğar. Çünkü bağlandığı dinamik haller, bizim en derin "ben" imiz-le ne kadar kaynaşırsa, bir fiil o kadar hür olur. Hür fiiller çok azdırlar ve kendilerini içten görmeğe ve yaptıkları üzerinde düşünmeye en çok alışmış olanlarda bile çok az görünürler"[101] demektedir.
Hür filler akmakta olan zaman içinde doğar, yoksa, akmış bulunan zaman içinde onun kadar aşikar bir vakıa daha olamaz. Eflatun'un bir ifadesiyle "bütün şahsımızdan sızıp çıkan hürriyet, ancak bütün ruhumuzla düşünülebilir" diyebiliriz. Hakikatte hür kimse, bütün ve derin bir kimse demektir.[102]
Bayraktar Bayraklı, insan şahsiyetinin temelinde hürriyetin var olduğunu belirterek şu değerlendirmeyi yapmaktadır: "Hürriyetsiz davranış, sorumluluk taşımaz. İslam, ilk önce bu hürriyeti kendi içimizde arar. Dıştaki insanların motive etmesinden önce, nefsin duygu ve arzularının motive etmesinden kurtulmayı, gerçek hürriyet olarak tanır. İç zincirlerinden kurtulamayan insanlar için, dış fikirlere tutsaklığın ne sözü olur. Nefsin arzularına tutsak olan kişiyi, dıştaki insanların motive etmesi tabiîdir."[103]
"Dinde zorlama yoktur. Artık doğruluk sapıklıktan tamamen ayrılmıştır..." (Bakara, 2/256)
Görüldüğü üzere Kur'ân açıkça ilan etmektedir ki, ilâhî hakikat her yönüyle aydınlanmıştır. Her insan iki yoldan birini seçmede serbesttir. Yarın ilâhî huzurda hesap vermesi için, ancak böyle bir hürriyetin kendisine sağladığı, iki taraftan birisini seçme yetkisine sahip olmasıyla mümkündür."[104]
Gerçek beili olduktan sonra inanıp inanmamanın insana bırakıldığını söyleyen Gölcük, seçme hakkının insana, yaratmanın ise Allah'a ait olduğunu belirterek şöyle der: "O halde açıkça İnsanın kendi yönünde ve kendi seviyesinde hür olduğunu söyleriz. Onun iradî fiiller arasında hürriyeti olduğunu kabul ve beyan ederiz. Kur'ân'm açık ifadeleri de bu yönde olup insana, İnanç ve amel söz konusu olduğunda, hürriyetinin verildiği şeklindedir."[105] Bütün bu açıklamalar gösteriyor ki, insan İnanıp inanma açısından serbest ve hürdür. Kendi iradesi ile imanı seçmekte ve yine kendi iradesine göre amel yapmaktadır. [106]
Hürriyet, marifet, irade ve sevgi gibi insanı hayvandan ayıran bu temel faktörler, insanın, fizyolojik yapıdan ibaret olmadığını göstermekle birlikte insan, tamamen ruhî bir varlık, sırf irade de değildir. İnsanla hayvan arasında derece farkı değil; mahiyet farkı vardır. İnsan bazen maddî yapısının tesiri ile yanlışlıklara düşen, alçalan, bazende yüksek insanî değerlerin ve hasletlerin tesiri altında iyiliklere yönelip yükselen bir yaratıktır. İnsanın bu yükseliş ve alçalışları onun özelliğidir; imtihan ve sorumluluk yüklenmesi-nin gereğidir.[107]
Hürriyeti tamamlayan ve onunla birlikte düşünülen manevî hal sorumluluktur. Hürriyet, sorumlulukla bir anlam taşır. Sorumluluk olmayınca hürriyetten bir zevk alınmaz. İşte bunun için Kur'ân'da, pek zalim ve çok cahil olan insanın sorumluluğu şöyle açıklanır: "Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumlulu-öundan) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o cok zaiim, çok cahil-d ir." (Ahzab, 33/72). İnsanın hürriyetine en büyük delil, ona sorumluluğun tanınmış olması değil midir?[108]
İslam'ın tesis ettiği mesuliyet, her akl-ı selimin tereddütsüz olarak kabul edeceği şahsî sorumluluktur. Bunun içindir ki, İslam nazarında hiçbir kimse başkasının amelinden dolayı sorumlu olmaz; kınanamaz ve paylanmaz. Yine bu esasa bİnâendir ki: İslam Dini babaların ve ataların günahlarından evlat ve torunların sorumlu olmasını içeren (masiyet-i asliye) nazariyesini pek açık ve kesin bir surette reddeder. Bu hususta pek'çok âyet vardır.[109] İslam, mesuliyet kaidesini gayet sarih ve metin olarak tesis etmiştir. İslamiyet, hayır ve şer yollarını pek açık olarak göstermiştir. İslam'ın tesis eylediği mesuliyetin umumi olup bundan enbiyâ ve peygamberlerin de kurtulamayacağı belirtilmiştir. Mesuliyet prensibinin bu derece kuvvetli bir surette teessüs edilmesinden de anlaşılır ki; seçme ve hürriyet prensibi, İslam'da mühim bir mevki işgal etmektedir. Çünkü bir taraftan insana ait işlerin ayrılmaz bir gereği olan mesuliyet vasfını ve mesuliyetin dayanacağı kudreti, insandan çekip alıp ta diğer taraftan yine emirler ve yasaklar verecek, şunu yap bunu yapma diyecek bir din tasavvur edilemez.[110]
İnsanın terbiyeye son derece uygun ve hayvânî tabiatının sâikleriyle (motifleriyle) aklın ve ilâhî prensiplerin bildirdikleri arasında şuurlu bir denge kurabilmek özelliği, insan şahsiyetinin yapılanmasında "sorumluluk" esasının temellerini teşkil etmekte olduğu söylenebilir, insan, aşırılıklardan, taşkınlıklardan uzak, doğru yolda (istikamet üzere) gitmek ve doğru olmak sorumluluğundadır. Ancak istikamette gitmek bir takım güçlükler arz etmektedir. Önce doğru yolun tayini, sonra çeşitli alakalardan sıyrılıp, sarsılmadan doğru yolda sebat etmek güçlülüğü geliyor. Bu güçlükleri yüklenen insan, Allah'a karşı sorumlu bir şahıs olma durumundadır. İnsan şahsiyetinin esasında bu sorumluluk vardır.[111]
İnsanın, kendisini hem de sorumluluğu altındakiler! Allah'ın belirttiği doğru yola göre yaşama ve yaşatma, kötülüklerden, aşırılıklardan ve taşkın-nklardan koruma sorumluluğu vardır. Bunun için her şahsın Allah'tan kendisini doğru yola iletmesini istemesi görevidir. " Gerçekten hiçbir günahkar, başkasının günahını yüklenmez." (Necm, 53/38), "Ey Muhammedi Sen beraberindeki tövbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru ol..."
(Hûd,11/112) mealindeki âyetler, sorumluluğun, doğru yolun, çalışmanın karşılığının birbirine bağlı olduğunu göstermektedir.[112]
Her insan, sorumluluk duygusu ve hissi ile yaratılmıştır. İnsan olma şerefine nail olan her ferdin yaratılışında bu duygu mevcuttur. Ailah Teâlâ, insanoğlunun aksiyon ve hareketini sağlayan bu mesuliyet hissini, insanın tabiatına yerleştirmiştir. İnsan, bir bakıma bununla insaniyet vasfını kazanmaktadır. Dünya ve âhİret saadetini kazanabilmek bu duygunun varlığına bağlıdır. İnsanı, diğer varlıklardan ayıran en önemli vasıfta budur. "İnsan, kendisinin başı boş bırakılacağını mı sanır.!"[113] "Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sîzin hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?" [114] gibi âyetler, insanoğlunun sorumlu olduğunu vurgulamakta ve insanın böyle bir görevi taşıyabilecek bir kapasitede yaratıldığını haber vermektedİr
İnsan başı boş gayesiz yaratılmamıştır. Kâinatta hiçbir şey boş, anlamsız, hikmetsiz ve gayesiz değildir.[115] Canlı ve cansız her şey hayat düzeyinde -J yerini almıştır. Tabiî ki insanın bu düzeydeki yeri farklıdır. Hayat denilen ™ ilâhî nimet, eğer bir kaç yıl dünyada yaşamaktan ibaretse, onun hiç bir de-, geri, anlamı ve kıymeti yoktur. Oysa kâinatta gayesiz, amaçsız ve hikmetsiz hiç bir şey ve olay göremiyoruz. Her şey bu gaye ve hikmete yönelik yaratılmıştır. [116]
"İnsanın hayvandan ayrıldığı bir husus da "sevgi" dir. Sevgi, insanın özelliklerindendir. İdrak ve marifetten mahrum olan kişi sevmez. Her canlının ilk sevdiği kendisidir. Bu sevgi tabiî olarak her canlıda vardır. Bunun dışında kalan, güzelliklere yönelen ve güzelliğin idrâkiyle ilgili estetik sevgi, insana has yüksek heyecanlardandır."[117]
Sevgi ve aşk her şeydir ve bütün dünyayı kapsar. Bütün varlıkların ve oluşların sebebi sevgidir. Yoksa varlıkların birbirlerine dönüşleri, cansız maddelerin canlı hale gelmeleri mümkün değildir.[118]
Bütün varlıkları ve oluşu sevginin İdare ettiğini belirten Mustafa Ergün, bütün varlıkların sevgiyi bildiklerini ve her oluşum safhasında sevgiyi görmenin mümkün olduğunu ifade eder. Ona göre, sevgi sonsuzluk evrenin' den gelir, sonsuzluk evrenine gider. Kökleri hem başlangıcın sonsuzluğun' da, hem de sonun sonsuzluğundadir. Sevgi denizinde yok olmanın dışında hiçbir şey tam sevgi değildir.[119]
Sevgi, evrenlerin en büyük gücüdür; zehirler onunla bal olur, günahlar onunla sevaba dönüşür, ölüler onunla dirilir, bütün yollar onunla aydınlanır. Sevgi ışıktır, gönüle gelen yeni ışıkla artar. Ancak bu ışık dışarıdan gelmez, gönlün kendisinden doğar.[120]
İnsanın temel ihtiyaçlarından biri olan sevgi, en üstün şekliyle ilâhi sevgide gerçekleşmektedir, insan, Allah aşkıyla kendisini aşmaktadır. Varlığımızın şahsiyet kazanması ve şahsiyet haline gelmemiz, ancak ilâhî aşkla olmaktadır.[121] Kur'ân-ı Kerim'de ilâhi sevginin şartlan şu âyetlerde belirtilir:
"Allah temizlenenleri sever." (Bakara, 2/222), "Allah sabredenleri sever." (Âl-i İmran, 3/146), 'Allah iyilik yapanları sever." (Bakara, 2/195). İman sevgi alakası Kur'ân'da şöyle anlatılmıştır: " Hem biliniz ki içinizde Allah'ın Resulü vardır. Eğer o, birçok işlerde size uysaydı sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah, size imanı sevdirmiş ve onu gönüllerinize sindirmiştir."(Hucurât, 49/7)
Merhum Elmaiıh Muhammed Hamdi Yazır, bu âyetteki sevgiyi şöyle i/ah eder: Allah, size imanı sevdirdi. Binâenaleyh iman ettiniz; bu gösteriyor ki, iman etmek için yalnız marifet yeterli değil; bir iradenin fiil olabilmesi için sevmek de gereklidir. Bundan dolayı dinin başı muhabbettir, sevgidir. Âlimler sevgiyi, tabiî ve aklî olmak üzere ikiye taksim etmişlerdir. Tabii sevgi, yaratılışa uygunluktur. Aklî sevgi gayede.bir hayır ve fayda idrakinden doğar ki, sağlık için ilâcı sevmek olabileceğinden gayeye nazaran tabiî, başlangıcına nazaran aklî ve mecazî bir sevgi demek olur.[122]
Muhammed Kutup, sevginin hem fıtrî hem de çok derin temellere dayandığını ve insanın varlığını hissettiği sevginin, bütün insanların sevgisi olduğunu belirtir. İnsan, bu sevgi bu nefret duygusuyla birlikte bir denge temin ederek faaliyetini sürdürür.[123]
Muhammed Kutup, sevginin zorluklarla değil, hürriyet altında gerçekleşebilecek bir Fiil olduğunu belirterek şu değerlendirmeyi yapar: Sevgi, İnsanın hayvani tabiatını aşmaya yönelik en önemli faaliyettir. İnsanî tabiatı gerçekleştiremeyenler, çeşitli sapıklıklara ve tahripkar davranışlara yönelmekte, ruh sağlıkları bozulmaktadır. Sevgi, insan İçin temel İhtiyaçtır. Te-1el 'htıyaçları karşılanmayan insan, yapıcı olmaktan uzak, kendisi ve çev-resı ıcın yıkıcı ve anormal olur.[124]
Sevgi, insanın asıl fıtratında mevcuttur. Fıtratımızda sevgi olmasaydı, işimizi, eşimizi, aşımızı, çoluk çocuğumuzu, anamızı, babamızı, akrabalarımızı, dostlarımızı ve her şeyden önce Allah'ımızı ve peygamberimizi nasıl sevebilirdik. Bütün fillerimizde öncü kuvvet sevgidir. Allah, her insanın ve hatta her varlığın gönlüne sevgi tohumunu ekmiştir. Filizlenen ve yeşeren bu sevgi sayesinde yaşamayı anlamlı kılmaktayız. Bu da Allah'ın biz insanoğluna sunduğu en latif bir ikramıdır. [125]
"Hikmet" kelimesi hüküm, hükümet ve sağlamlaştırmak demek olan "ihkâm" manalarıyla ilişkili olarak mastar ve isim olur. Mastar olarak kullanıldığında, kötülükleri ortadan kaldırmak, iyilikleri elde etmek manası vardır ki; hüküm ve hükümet, sağlamlık ve muhkemlik hep bu kökten alınmıştır. En genel anlamda hikmet, fayda ve yarar ve ihkâm anlamlarından dolayı her güzel bilginin ve her faydalı işin ismi olmuştur.[126]
Hikmet kelimesinin çeşitli anlamlarda tefsir edilmesi, onun muhtevasının geniş olduğunu göstermektedir. Bu hususu dikkate aiarak meselenin daha da iyi anlaşılması için hikmet kelimesinin bazı anlamlarını kısaca hülasa etmeye çalışacağız:
Hikmet, sözde ve fiilde doğruyu tutturmaktır. Hikmet, hem bilgi, hem de iştir. Hikmet, ilim ve fıkıh demektir. Hikmet, varlıkların özündeki manaları anlamaktır. Hikmet, Allah'm emrini anlamaktır. Hikmet, icat etmektir. Hikmet, varlık düzeninde her şeyi yerli yerine koymaktır. Hikmet, doğru ve güzel işlere yönelmektir.[127]
Hikmet, İnsanın gücü nispetinde Allah'ın ahlakıyla ardaklanmaktır.[128] Hikmet, Allah'ın emirlerini düşünmek ve ona uymaktır. Hikmet, doğru ve hızlı karar verebilmektir. Hikmet, Allah'a itaattir. Hikmet, doğruya iletmektir. Hikmet, ruhların sükun ve güvenliğinin son durağıdır. Hikmet, bütün hallerde hakkı tanımaktır. Hikmet, din ve dünya düzenidir.[129]
Sağlam bilgi, güzel huy, faydalı sanat, herkesin faydasına olan hizmet, bir kötülüğü Önlemek veya bir iyiliği elde etmek için yapılan herhangi bir şey, ibret ve ders almayı gerektiren herhangi bir söz ve nasihat, tuhaf bir şeyin sırrını anlamaya yönelik çaba, peygamberlik, sağlam gelenekler, Allah'ın değişmez kanunları, peygamberin sünneti, şeriat, din, kitap, Kur'ân, incil, İşte bunların hepsi hikmetin çeşitli manalarından birer tanesidir.[130]
Hikmet, Kur'ân'da dört türlü tefsir edilmiştir; Birincisi Kur'ân'ın öğütleri, ikincisi anlamak ve bilmek, üçüncüsü nübüvvet ve peygamberlik, dördüncüsü acayip sırlar ile Kur'ân demektir.[131] Râzî, bu dört mananın araştırılması durumunda hikmetin "ilim" manasına geldiğinin anlaşıldığını söylemektedir.[132]
Hikmet, Kur'ân'ın nâsih ve mensûhunu, muhkem ve müteşâbihini, mukaddem ve muahharın!, helal ve haramını bilmektir. Hikmet, Kur'ân'ın tefsiridir. Hikmet, sözde isabettir. Hikmet, akıl ve ilim vasıtasıyla doğruyu tutturmaktır. Hikmet, Kur'ân'ın âyetlerini ve hikmetlerini bilmek ve hakikatlerini anlamaktır.[133]
Gerçeğe uygun olan her söze hikmet denilmiştir. Her türlü lüzumsuz fazlalıklardan korunmuş olan makul kelâma da hikmet denilmiştir. Hikmet, varlıkların özünde bulunan gerçekleri, insanın bilgisi dahilinde ortaya çıkarmaktır.[134]
Allah Teâlâ'nm, hikmeti dilediği kimseye vereceğini Kur'ân-ı Kerim şöyle haber vermektedir:"Allah, hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır verilmiş demektir. Ancak akıl sahipleri düşünüp İbret alırlar."[135]
Hikmete ermenin başlangıcı düşüncedir. Bu da temiz akıl ve temiz kalp ile olur. Allah'ın verdiği aklı şehvetlere ve şeytanın vesveselerine kaptıranlar, ne kendi iç dünyalarındaki ki ilhamları, ne de dış dünyada olup biten ibretli sahneleri düşünüp anlayamazlar, kavrayamazlar, zihinlerinde güç bulamazlar veya düşünseler bile, neyin gerçek, neyin hayır olduğunu kestiremezler. Bu suretle büyük bir ilâhî lütuf olan hikmet, ancak temiz yürekle, temiz düşünceli gerçek akıl sahiplerine nasip olabilir. Bundan dolayı akıl ve iyi seçim hikmetin şartı, düşünce de başlangıcıdır. Bunlar hep Allah vergisi ve ilâhî irâdenin eseri olan kabiliyetlerdir.[136]
Hz. Alî (r.a): "Resûl-i Ekrem, bizim nezdimizde gizli bir sır bırakmamıştır. Ancak Allah Teâlâ'nm kuluna verdiği fehim ve anlayış, kitabını anlama kabiliyeti vardır ki, bu da öğrenmekle değil, Allah vergisi ile elde edilir", demiştir.[137]
Allah, sırf kendi kerem ve fazlından dilediğine hak ile batılı, şeytanî olanla rahmani olanı anlayıp ayırdedebilecek ve ona göre doğru olanı yapacak, kötülüğü giderip iyiliği elde edecek bir hikmet ve hakimiyet bahşeder. Her akıl sahibinin kendi akıl derecesine göre hikmetten bir hissesi vardır.[138]
Her varlıkta kendine mahsus bir gaye, bir maksat, bir fayda ve bir netice takip edildiği göze çarpmakta ve bir zerrede dahi abes, gayesi/.lik, manasızlık ve israf sayılacak herhangi bir durum müşahede edilmemektedir. Halbuki ne madde âleminde, ne bitki ve hayvanât dünyasında, ne de eşya ve hadiselerde şuur ve idrâk mevcut değildir ki, bu gayeler silsilesi takip edilebilsin. Öyle ise kâinattaki bu şuurlu işleyişi, bu hikmet ve gayeleri ancak Allah'a isnat etmekle makul bir yol tutmuş oluruz.[139]
Fıtrat-din bağlamında, hikmet kavramının taşıdığı anlamlan düşündüğümüzde, her varlığa, özellikle insana bundan bir payın ihsan edilmiş olduğunu anlarız. Hakikati araştırma, doğruyu kabul etme gibi duygular, insan fıtratına Allah tarafından yerleştirilmiştir. Varlıkların hikmet sebebinden çok, biz insanlara ihsan edilen böyle bir lütfü söz konusu etmekteyiz. Zira kâinatta mevcut olan her varlığın bir hikmet sebebi vardır. Böyle bir konu başlı başına bir araştırma sahasıdır. Herkesin akıl, zihin, iman, irfan, amel ve ilim derecesine göre hikmetten bir payı vardır. [140]
ilim, lügatte "bilmek" manasına gelmektedir. İlim için iki şey gereklidir: Birisi bilinecek suret ve mesele, diğeri de "bilmek," kendisi ile devam edecek bir kuvvet ve melekedir. "Marifet" kelimesi de "ilim" iafzı gibi "bilmek" manasına gelirse de, aralarında üç şekilde fark vardır. "îlim" umumî ve bileşik şeylerde, "marifet" ise cüzî ve sade şeylerde kullanılır. îlim, bir şeyin içyüzünü ve hakikatini, marifet İse, bir şeyin eserlerini ve özelliklerini kavramak manasında kullanılır.[141]
"ilim, vakıaya mutabık olan katı İnançtır." Cenab-ı Hakk'ın bilgisi sonsuz, ebedî ve değişmeden münezzeh mutlak bir ilimdir, kaynağı yoktur. Kaynağı kendisidir. İnsanın bilgisine gelince, Cenab-ı Hakk'ın bilgisinin aksine, sınırlı, sonradan elde edilmiş, değişmeye maruz, izafî bir bilgidir. Dıştan bazı kaynaklardan gelmektedir, ilim sıfatı esas olarak Cenab-ı Hakk'm, cahillik sıfatı insanındır. Allah Teâlâ insanların bazı yollardan bir miktar bilgi sahibi olmalarını sağlamıştır.[142]
İlimlerin, nefislerin aslında bilkuvve (düşünce halinde) mevcut olduğunu belirten Çamdİbi, "Arza tohum ekmek gibi, öğretim bir şeyi kuvveden (düşünceden) fiile çıkarmayı istemektir. Öğrenci istifade de arz gibi, muallim İse faydalandırmakta tohum eken gibidir. İlim bilkuvve tohum gibidir. Olgun ve kâmil bir hale gelince, meyveli bir ağaca benzer"[143], demektedir.
Kur'ân-ı Kerîm'in çeşitli âyetlerinde belirtildiğine göre, Allah bütün verleri ve gökleri insan için yaratmıştır. İnsan yaratılmadan önce, yaratılan canlı ve cansız yaratıklar ile melekler, Allah'ın kendilerine verdiği bilgi ile Tanrıyı ve çevreyi tanıyorlar ve Allah'ın iradesini yerine getiriyorlardı. Ancak bu şekilde bir bilme ve Allah'a kulluğu belli bir çabalama ve belli bir hürriyet içinde başaracak varlık olarak insan yaratıldı.[144]
Yüce Tanrı insana bilgi, anlayış, derine dalma ve araştırma yapma zevki bağışlamıştır. Bu nedenle insanlar durmadan bilgi peşine koşmakta, bildiklerini başkalarına öğretmekte, başkalarının bildiklerini öğrenmeye çalışmaktadırlar. Yüce Tanrı da bu yönde insana yardım etmekte, onu her solukta yeniden yaratmakta, gönlüne ve düşüncesine her zaman yeni ve orijinal şeyler göndermektedir. Fakat Tanrı bilgisinin başlangıcı, insanın kendisini bilmesidir.[145]
Mevlanâ (1207-1273 ), bütün varlıkların ana özelliklerini teşkil edecek var oluş bilgilerinin, varlıkların çekirdekleri içine, hücrelerin derinliklerine yerleştirilmiş olduğunu belirtir. Ayrıca, bu var oluş özelliklerini gösteren bilgilerin yanı sıra, onlara canlı hayvanların varlıklarını sürdürebilmeleri için gerekli bilgilerin verilmiş olduğunu söyler.[146]
İnsanı diğer varlıklardan ayıran ve onları öne geçiren ilimdir. Aslında meleklerin Hz. Âdem'e ister inkıyat, isterse büyüklüğünü kabullenme manasına secde etmeleri de bu hikmete mebnîdir. Allah, İsimleri öğretmekle Hz. Âdem'i üstün kılmıştır. Cenab-ı Hakk, Hz. Âdem'e İsimleri de, isimlendirilen eşyayı da talim etmiş ve ona eşyanın perde arkasını öğretmiş; sonra da eşya ve hadiselere müdahale İmkanı vermiştir. İsimleri öğretme unvanı altında Hz. Âdem'e öğretilen esasen bilgidir. Buna isterseniz günümüzdeki ayırımı nazara alarak "bilim" dersiniz, isterseniz bilime esas teşkil eden; araştırmalar, tespitler ve başlangıçtan sonuca, sonuçtan başlangıca gelip gitmekle eide edilen en doğru, en gerçek anlamıyla bilgiler manasına "ilim" dersiniz, netice değişmez. Hz. Âdem'in meleklere üstünlüğünün arkasında •Şte bu ilim vardır.[147]
Allah, insanların fıtratına bilgi ve öğrenme kabiliyetlerini yerleştirmiştir. Nitekim şu âyetler buna işaret etmektedirler.
Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir aşılanmış yumurtadan ya-lattı. Oku! İnsana bilmediklerini belleten, kalemle! yazmayı) öğreten Rab-bın, en büyük kerem sahibidiı."(Alak, 96/1-5)
Allah, bilme ve öğrenme kuvvetlerini yaratmak, deliller getirmek ve âyetlerini indirmek suretiyle insana bilmediğini öğretmiştir. Allah insana bilmediği beyanı, hidâyet yollarını ve çeşitli ilimleri öğretmiştir. Onları cehalet karanlığından ilim nuruna nakletmiştir.[148]
Rahman Sûresinde "Rahman olan Allah, Kur'ân'ı öğretti, insanı yarattı, ona konuşmayı öğretti." (Rahman, 55/1-4) denilmektedir. Allah topraktan yarattığı Âdem'e öğrettiği bilgi, tâ yedinci kat göğe kadar her yanı aydınlatmıştır.[149] Topraktan yaratılan bu varlık, Tanrının verdiği bilgi ile göklerden de ileri geçmiş, onlardan üstün olmuştur. Âdem'de bilgi olarak gözüken, ona vuran Tanrı ışığıdır, insanlar arasında dolaşan, nesilden nesİle gittikçe güçlenen de bu ışıktır. Âdem'den sonraki'bütün insanlar o ışıkla bilgilenmişlerdir; Tanrıdan gelen o ışık, bütün peygamberleri yüceltmiştir.[150]
Her insana az da olsa ilmin verildiğine şu âyet işaret etmektedir: "...Ve size ilimden ancak biraz verildi..." (îsrâ, 17/85)
Elmalılı bu âyeti şöyle tefsir etmektedir: Hiç verilmedi değil, fakat az verildi. Bilginiz de az, bilişiniz de azdır. Çünkü ilminiz sonradan olmuştur, bağıntılıdır. Sofistlerin dediği gibi hiçbir şey bilmez değilsiniz. Haktan bazı şeyleri bilirsiniz, ama gerçeğin bütün derinliğine değil, bazı yönleri ile ruhunuzun mertebelerine göre, Rabbinizi tanıyacak, vazifelerinizi anlayacak kadar orantılı bir şekilde bilirsiniz, insanın ilmi, Allah tarafından verilmiştir, yok olabilir de.(bkz. Elmalılı, a.g.e., V, 3203-3204) [151]
Gazap, intikam almak isteğiyle kalpteki kan (atışı) nın hızlanmasıdir. (bkz. Isfehanî, a.g.e., s. 361). Öfke, insanı inciten veya yararına dokunan bir olay karşısında duyulan iç kaynaşması. Eş anlamlısı kızgınlık ve hiddettir. Gazap, Öfke, kızgınlık, hiddet anlamına gelir. Öfke ile gazap eş anlamlı bir kelimedir.( bkz. Kemal Demiray, a.g.e., s. 225, 501 ). Gazap, Arapça, öfke ise Türkçe kökenlidir.
Gazap: Dışarıdan gelecek tehlikeleri def etmek için Allah Teâlâ tarafından kullarına ihsan buyurulmnş bir kuvvettir. Bir kişi akıl ve hikmetin tedbirine uyarak, yumuşaklık gereken yerde yumuşaklık, şiddet gerekli olan yerde şiddet gösterirse, övülen bir tutuma sahip olmuş olur. Bunun aksi ifriit tefrit olacak davranışlara sürüklenirse çirkin durumlara düşer. Aklın âfetler içinde, yerinde olmayan gazabın ifrat derecesine varması kadar akh giderici bir âfet yoktur.[152]
Tehlikeli şeyleri defetmek için kalbin iki kuvvete ihtiyacı vardır. Bunlardan birincisi batinîdir ki, buna gazap denir. Bu helak edici şeylerden alıko-yar ve düşmanlardan intikam almayı sağlar, ikincisi, zahirî kuvvettir ki, bunlar da el ve ayak gibi vasıtalardır. Gazabın muktezası, bunlar vasıtasıyla yerine getirilir.[153]
Şehvet (arzu, meyil), bir fayda için yaratılmıştır. Bu, insanın fıtratında zarurî olan bir şeydir. Şayet insanın yemek arzusu inkıtaya uğrarsa, insan helak olur. Şehevî arzu yok olsa idi nesil tükenirdi. Aynı şekilde gazap, tamamen yok olsaydı, insan gelebilecek tehlikelere karşı nefsini koruyamaz ve helak olurdu. Şehvet sıfatının tamamen yok olması istenilen bir durum değildir. Bu konuda arzu edilen husus, onu ifrat ve tefrit arasında olan itidal noktasına çekmektir. Gazap sıfatında aranan husus ise, korkaklık ve saldırganlığın tümünden uzak durarak güzel bir gayret ve samimiyet sahibi olmaktır. Hülâsa insan, kendi zatında kuvvetli iradeye sahip olması ve bu kuvveti ile birlikte akla boyun eğmesidir. Bu sebeple Allah, mü'minler hakkında:
"{Mü'minler), kafirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler..." (Feth, 49/29 ), buyurmuştur. Allah onları, şiddet sıfatı ile vasıflandır-mıştır. Şiddet ise, ancak öfkeden doğar. Şayet öfke yok olsaydı, cihad da olmazdı. Buna göre nasıl olurda öfke ve şehvet tamamen kökünden sökülmek istenir. Halbuki peygamberler bile bu sıfatlardan kurtulamamışlardır. Başka bir âyette Allah Teâlâ,
"Hiddetini yenerlerve insanları affederler..." (Âl-i İmran, 3/134 ) buyurmuş ve hiddetini yok edenler buyurmamıştır.[154]
Gazap ve şehvet, insani hayat ve ubudiyet yolunda her zaman yardımcı olmadıkları gibi her zaman zararlı unsurlar da değildir. Bu enerjilerin muayyen hudutlar içinde hareket etmelerini sağlayacak başka kuvvetlere ihtiyaç vardır. O kuvvetler de ilim, hakikat, tefekkür ve 'itidal kuvvetleridir.[155]
Bu kuvvetlerden başka kalbin, hikmet ve tefekkür gibi başka kuvvetleri-nın de olduğunu belirten Gazali, bu kuvvetlerden faydalanmak, Allah yolcusunun başta gelen vazifesidir. Çünkü bunlar ilâhî bir kuvvettir, demektedir. Ayrıca, insanların çoğunun gazap ve şehvetlerinin esiri olduklarını söyleyen Gazali; bunların akıllarının, şehvetlerini, tatmin hususunda onların ellerinde oyuncak olduğunu, aslında şehvet ve gazabın aklın iradesinde olması gerektiğini ifade etmektedir.[156]
Allah Teâlâ, canlıları bozulma tehlikelerine ve bir de iç ve dış sebeplerle bedenini ölüme maruz bıraktığı için, kendisini fesattan ve Allah'ın kitabında zikrettiği malum ecele kadar helak olmaktan koruyacak olan şeyleri de, kendisine ihsan etmiştir, insanoğlunun, içten gelen bir kuvvete ve İzzet-İ nefse ihtiyacı vardır. Bunun için Allah, ateşten öfke tabiatını yarattı ve insanın fıtratına onu yerleştirdi ve onu insanın tinetiyle yoğurdu. Her ne zaman insanoğlu, hedeflerinden ve arzularından birine ulaşmaktan men edilirse, öfke ateşi alevlenir, kalbin kanını kaynatacak şekilde kabanr coşar. O kan damarlara yayılır, yüze doğru akar, dökülür, bu sebeple de yüz ve gözler
Görülen kötülüklere susmak gazap kuvvetinin zayıfhğındandır. Kur'ân-ı Kerim'de, "...Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız, Allah'ın dininde (hükümlerini uygularken) onlara acıyacağınız tutmasın...." (Nûr, 24/2) buyu-rulmuştur. Hatta öfke kuvvetini kaybedenler, nefislerini terbiye etmekten I aciz kalırlar. Zİra nefsi terbiye ancak gazabın hakimiyeti ile mümkündür. [157] Görülüyor ki, gazabın tamamen yok olması zemmedilen bir davranıştır. Övülen öfke ise, akıl ve dinin işaretini bekleyen öfkedir. İnsan, izzet-i nef- J sin gerektirdiği yerlerde hiddetini gösterebilmeli, icap ettiği yerlerde ise hiddetini yenebilmeli ve bu suretle 'itidali, orta yolu bulmalıdır. Allah Te-âlâ'nm kullarına teklif ettiği istikamet de budur.[158] Gazali'nİn bu tespiti, mü'minlerin nerede ve niçin hiddet ve öfke göstermeleri gerektiğini belirt- 1 mesi açısından Önemlidir.
Öfkenin nefis terbiyesi ile yok olup olmayacağı hususunda iki görüş vardır. Birincisi, öfke riyazet yoluyla yok edilebilir. İkincisi, hilkat gibi değiştirilemez. Gazali bu iki görüşün zayıf olduğunu, insanın hoşuna giden ve gitmeyen şeyler olduğuna göre, öfke ve hiddetten hali kalmayacağını, öfkenin bunlara bağlı olduğunu belirtir.[159]
Öfkenin kökünü kalpten söküp atmağa çalışmak, tabiatımıza aykırı olduğu için mümkün değildir. Mümkün olan ise onun saldırganlığını azaltmak, onu zayıflatmak, şeriatın istediği ve aklın güzel gördüğü çerçevede onu kullanmaktır.
Musa {a. s), Tûr'dan Allah'tan aldığı emirlerle dönünce, kavminin buzagi heykeline taptıklarını gördü. Bunun üzerine kızgın ve üzgün bir halde elinde bulunan Tevrat levhalarını yere attı ve kardeşi Harun {a. s) nun basını tutup kendine doğru çekmeye başladı. Öfkesi dinince, levhaları yerden aldı. Kur'ân bu durumu şöyle haber vermektedir:
"Musa'nın Öfkesi dinince levhaları aldı..."[160] Gazabı söndü ve geçti, kızgınlığı sükûnete döndü, yani sakinleşip o hal kendisinden gitti. (bkz. Elma-h'h,a.g.e.,ıV, 139)
Görüldüğü üzere gazab kuvveti, her İnsanda mevcut olan bir kuvvettir. Âyetten açıkça anlamaktayız ki, gazap kuvveti tamamen yok olmuyor, kontrol altına almıyor, akim ve iradenin emrine verilerek sükûnete kavuşuyor. Bu kuvvet olmasa insan, kendisine, aile efradına, dinine, malına, namusuna gelebilecek tehdit ve tehlikeleri önleme ve müdafaa etme şuurundan mahrum olurdu. O halde bu kuvvet, insan olarak yaşamanın ve var olmanın bir gereğidir. Zaman zaman peygamberimizin de öfkelendiği, hatta bu yüzden yanaklarının ve yüzünün kızardığı rivayet edilmiştir.[161] Bütün bunlar, öfkenin bir ilâhî hikmet gereği insan tabiatında bir kuvvet olarak yaratıldığını göstermektedir.
Psikolojik bakımdan öfke, İnsanda ve bütün canlılarda doğuştan var olan tabiî bir heyecan halidir. Öfke, duygusal ve oldukça şiddetli bir tepkidir. İrade dışı bitkisel reflekslerle birden meydana gelir. Çarpıntı, heyecan (sok) halleriyle sevinç ve keder, korku ve öfke, sevgi ve nefret gibi temel heyecanlar arasındadır. İnsanda en kuvvetli temel eğilim kendini koruma iç-güdüsüdür. Bir tehlike karşısında bu içgüdünün saldırganlık şeklinde görünmesi öfke, korunmak ve .saklanmak şeklindeki görüntüsü de korkudur. Öfke, çoğu zaman bir engelin İsteğimize karşı çıkmasından doğar. Bugünkü psikoloji ve Pedagojide üç çeşit öfke kabul edilmektedir. Birincisi, ilkel ve hayvanı şekilde olan öfkedir. İkincisi, duygusal türden olan öfkedir. [162]Üçüncüsü, fikrî ve medenî olanıdır ki, burada öfke, akıl ve muhakemenin etkisiyle gizlenmiş ve yön değiştirmiş haldedir. [163]
İnsan, tezcanlı, çabuk kızan, acele karar veren, yapacağı işlerin önünü ve arka planını gereği gibi düşünmeyen bir varlıktır. İnsanın aceleci ve atılgan olan bu yönü, Kuran-ı Kerim'in birçok âyetinde belirtilmiştir.
"tnsan, hayrı istediği kadar şerri de ister. İnsan pek acelecidir."( Lsrâ, 17/11)
İnsan çok acelecidir. Sonra olacak şeyin vaktinden evvel olmasını ister. Sabır ve tahammül zoruna gider de, iman ile yararlı işleri önceye alarak o büyük mükafatı isteyecek yerde, acelesinden imansızlar hakkında hazırlanmış olan acı azaba dua eder. Onun bir an Önce hemen yerine getirilmesini, bir iyilik ister gibi ister ve bu şekilde kötülüğü kendisine davet etmiş olur.[164] insanın çok aceleci olması bir de şu manayı kapsar: İnsan peşincidir. Veresiyeden daha fazla peşine heves eder. Âhireti, dünyada görmek ister. Onun için insanların bir çoğu âhireti bırakır da dünyayı ister. O büyük âhiret ücretine önem vermez. O acıklı azabı hesaba almaz. Özetle, her kişisinde veya bütün durumlarında değil, cinsi itibarı ile veya bazı durumlarda insan çok acelecidir ve acelesinden iyilik ve kötülüğü birbirinden ayıramaz, sonunu gözetmez. Zaman âyetlerini hesaba almaz da, kendine iyiliği davet ediyormuş gibi bir tehlike ile kötülüğe davet eder.[165]
Kişi, sıkıntı ve öfke anında kabul edilmesini istemediği halde "Allahim! Onu helak et" gibi hususlarla kendisine ve aile efradına afiyet, rızk vs, verilmesi İçin dua ettiği gibi, çocuğuna ve kendi aleyhine dua eder. İnsan, hatırına gelen ve kalbinde vuku bulan her şeyi talep etmeye çarçabuk koşar. Basiretli bir kimsenin yavaş hareket ettiği gibi hareket etmez.[166]
İnsanın aceleci bir tabiatla yaratıldığı konusu, başka bir âyette şöyle ifade edilmektedir: "İnsan aceleci (bir tabiatta ) yaratılmıştır..."[167]
Acele: Bir şeyi vaktinden önce yapmaktır. Buradaki insandan murat, insan cinsidir. Onun bünyesine acelecilik yerleştirilmiştir." O aceleden yaratılmıştır." Çünkü ondan acele çok sudur eder. Onun acele etmesi sonradan ihdas edilen bir şey değildir. Zira insan bu cibilliyette yaratılmıştır. Onun tabiatı ve seciyesi budur. Onun içine acelecilik terkip edilmiştir. Böyle bir tabiatta yaratıldığı halde neden acele davranmaktan men edilmiştir? gibi bîr soruya karşı şu cevap verilmiştir: Allah Teâlâ, insana aceleciliği terk etme kuvvetini vermiştir. Nitekim, İnsanın bünyesine şehvet de yerleştirilmiştir. Fakat Allah insana, şehvete hakim olma gücünü de vermiştir,[168]
Acelecilik bizim tabiatımızda yaratışlımızdan vardır. Bazı davranışlarımız ondan kaynaklanır. Bizi yanlış davranışlara sevk etmesine rağmen onsuz da yapamayız. Allah , insanın aceleciliği yaratılıştandır diyerek, bizim
dikkat etmemizi istiyor. Zira, birçok davranışlarımızı bu sıfat yönet-mektedir.( bkz. Bayraktar Bayraklı, a.g.e., s. 118 )
Olaylar karşısında acele tavır sergilemek, hayatta her an karşılaşılan hususlardan biridir, insanı aceleciliğe sevk eden âmil, kendi yaratılışında bulunan özelliğinden ileri gelmektedir. İnsanın, aceleci bir tabiatla yaratılışında önemli bir hikmet vardır. Doğumu, yaşamı ve hayatının her safhasında ki faaliyetleri ile bir hareket ve bir değişim içinde olan insan, bir cihetten kendi hilkatinde olan acelecilik sayesinde dinamizm kazanmaktadır. Hadiseler karşısında insanın başarısı, tepkisi ve süratle meselelere intikal ve intibakı, temelde yaratılışında ki bu esprinin ürünüdür. Süratli bir şekilde akıp giden zamanın en verimli ve dolu bir şekilde maddî ve manevî yönden değerlendirilmesi, fıtratımıza ekilen acelecilik tohumunun yeşermesi ile olmaktadır. Allah Teâlâ'nın, en büyük sanatının sergilendiği insan vücuduna yerleştirilmiş her özellik, büyük bir nimettir. Allah'ın emrettiği ve razı olduğu şekilde işlerimizde ve amellerimizde süratli davranmak, kısacık bir ömür sermayesinin kazançlı bir hale getirilmesi açısından önem kazanmaktadır. İnsanın vücut iklimine yerleştirilen hiçbir özellik boşuna değildir. İnsanın üzerine düşen görev, bunu yerli yerinde sarf etmesidir. 'İtidal sınırında bu kuvvetleri tutabilmesi onun en önemli başarısıdır. İfrat ve tefrit noktasına işin vardırıimasi ve bu anlamda yapılan acelecilik ve ağır davranmak, zaten Allah ve Rasûlü'nün emir, arzu ve rızalarına muhalif bir davranıştır. [169]
Cimrilik, cimrice hareket, cimri olanın hali şeklinde tarif edilir. Cimri ise, parasını harcamamak için her türlü sıkıntıya katlanan kimse olarak tanımlanır. Pinti ve hasis kelimeleri ile eş, cömert ve eli açık kelimeleri ile de zü anlamlıdır.[170]
Kur'ân-ı Kerim'de cimrilik anlamına gelen "buhl" kelimesi müştakları ııe birlikte oniki yerde geçmektedir.[171] insanın cimri bir karaktere sahip olduğu ise şu âyette belirtilmektedir. "Deki: Rabbimin rahmet hazinesine eger siz sahip olsaydınız, harcanır korkusuyla kıstıkça kısardınız. İnsanoğlu da pek eli sıkıdır."[172]
Ayette geçen "katur" kelimesi, cimri ve eli sıkı manasınadır.[173] İlgili -tte insanın çok cimri olduğu "katur" sıfatıyla ifade edilmektedir. Bu daha çok hem kendine, hem de çoluk çocuğuna yeterince harcamayıp kendini de, onları da sıkıntıya sokan kimseye sıfat olarak kullanılır. Müfessirler-den bir kısmı bu sıfatın sadece müşrikler hakkında indiğini söylemislerse de, cumhur (âlimlerin çoğu) bunun, bütün insanlar hakkında genel bir sıfat olabileceğini belirterek, insanın karakterinin bir tezahürü olduğuna dikkatleri çekmişlerdir.[174] Allah'ın muvaffak kıldığı ve hidayet ettiği kimseler hariç, insanları Allah bu şekilde vasıflandırmaktadır. Çünkü cimrilik ve sabırsızlık insanın sıfatıdır.[175]
Hadiseler karşısında acele tavır belirtmek, hayatta her an karşılaşılan hususlardan olurken, insanın söz konusu olan yönünü tamamlayan bir,^ başka özellik onun cimri oluşudur.( Bkz. Şerafettin Gölcük, a.g.e., s.20).
Yaratılışımızdan cimriyiz. Mayamızda bu özellik vardır. Cimrilik, mad-i de İle ilgili bir özelliğim izdir. Tabiatımızdan bunu söküp atmamız imkansızdır. Ancak ona, ayarlayıcı bir görev verebiliriz. Çünkü israfa gitmemize: mani olmak için bu sıfatı kullanabiliriz. Ona regülatör (ayarlayıcı) bir gö-. rev verilebilir. İnsanın, şeref ve servetini boş yere harcamasına karşılık cimrilik sıfatında bir görev düşebilir. Cimriliğe, israfla mücadele görevi veriür- 4 se, şahsiyeti kaplayacak kadar faaliyet yapamaz. Ayrıca cimriliğe, cömertliği hakim kıİmak gerekir. Mal yığma ve servet edinme gibi fiiller bu sıfatın mo- !i tive ettiği davranışlardır.[176]
insanın cimrilik yönü Kur'ân-ı Kerim'in birçok yerinde anlatılmaktadır.
"Gerçekten insan, pek hırslı ( ve sabırsız ) yaratılmıştır. Kendisine fenalık dokunduğunda sızlanır, feryat eder. Ona imkan verildiğinde ise pintilesır. [177]
Yukarıdaki âyetlerde insanın aceleci, tamahkar, sabırsız, dayanıksız, ça-:[ buk usanan, mızıkianan, başına bir kötülük geldiği zaman sızlanan, bir iyi- J lige, mala, servete, sağlığa, mevkie erişince de cimrilik edîp başkalarına yar-J dım etmeyen bir karakterde yaratıldığı, yani böyle bir karakter taşıdığı be- \ lirtilmektedir.[178]
insanın aslında ( tabiatında ) cimrilik vardır. Çünkü insan, muhtaç bir j varlık olarak yaratılmıştır. Muhtaç bir kimsenin ise, ihtiyaçlarını giderecek şeyleri istemesi ve kendisi için bunları tutması bir bakıma gereklidir. Ancak insanın cömert olması haricî bir takım sebeplerden dolayıdır. Bu sebepledir ki, insanın tabiatında cimrilik sabittir, insan, bazen övülmek, meth edil-ve bazen de dînî bir vecibenin uhdesinden çıkmak için infakta bulunur Kişi ancak böyle bir karşılığı elde etmek için yardım eSini uzatır. Ama insan, yine de hakikatte cimridir.[179]
İnsanda, biri hayvanı, diğeri insanî olmak üzere iki ayrı ruhun olduğunu sövleyen Celal Yıldırım, "Hayvanı ruh nefsin kaynağı, insanî ruh akıl, idrâk, düşünme ve belleme gibi yeteneklerin, sonra da bunlarla birleşen Allah'a dosdoğru imanın membaıdır. Bu bakımdan cimrilik, nefsin vasıflarından biri sayılır. Din, ahlâk, sağlam örf, milli kültür ve aile terbiyesi insanın cehaletini, hırçınlığını, zorbalığını yenebileceği gibi, cimrilik duygusunu, mai ve servete olan hırs ve iştiyakını, meşru sınırları içine alır ve bir takım aşırılıklarını frenleyip faydah düzeye getirir"[180] demektedir.
Peki ama neden İnsanda böyle bir vasıf veya duygu vardır? Diyebiliriz kî, bu da diğer vasıflar ve duygular gibi, insan olarak yaratılmamızın Özelliklerinden bîridir, içimizde mal ve makama karşı hırs ve istek olmasaydı, atâlet başlar hayat canlılığını kaybederdi. Servet edinme, çok çalışma gibi sosyal hayatımıza renk ve mana katan sistemli çalışma vücut bulmazdı. O halde hırs, cimrilik, maddeye aşırı istek, makam ve şöhret arzusu insanın içinde yaratılıştan mevcuttur. Bu bakımdan peygamberler müstesna, hemen herkesin mayasında cimrilik duygusu yer etmiştir. Onu yararlı hale getirmek için dîne, ahlâka, eğitime ihtiyaç vardır.[181] Bu tespitlere katılmamak mümkün değildir. Çünkü insanda bu sıfat olmasaydı, elinde avucunda ne varsa saçıp savurur, aile ve çoluk çocuğu mağdur kalırdı. Yaşama zevki ölür, insana hareketlilik veren his, heyecan, aşk, şevk anlamını yitirirdi. [182]
Za'f (tjjuiaif, Dad harfinin ötre ve fethası ile kuvvetin zıddı anlamındadır. Güçsüz kuvvetsiz kimseye "zaîf" denir. Zafiyet bazen ruhta, bazen bedende, bazen de tavır ve harekette olur.[183] Zafiyet, Zayıflık, kuvvetsizlik, bir şeye karşı düşkünlük gibi anlamlara gelir.[184]
Kur'ân'a göre, insan fıtratı icabı zayıftır. Yanlış hareketlerinde, hafifliklerinde, şeytanın etkisine tepki gö s terem eyiş inde, üzerine düşen görevi yerine getiremeyişinde bu özelliğinin tesiri vardır.[185]
İnsanın zayıf yaratıldığına işaret eden âyetler, insanın bu yönünü önemle ele alır.
"Allah sizden (yükünüzü) hafifletmek ister. Zira insan, zayıf yaratılmıştır." (Nisa, 4/28)
"Sonra onun (insanın ) zürriyetinİ dayanıksız bir suyun özünden türetmiştir." [186]
"(Ey insanlar!) Biz sizi dayanıksız bir sudan yaratmadık mı?" [187] Bütün bu âyetler, insanın zayıf tabiatlı olduğunu göstermektedir.
insan zatında aciz bir varlıktır ama; sonsuz kudrete dayanması sayesinde, fevkalâde bir iktidar gösterdiği de gözden kaçmamaktadır. Evet o, böyle bir sonsuz kudrete dayandığı içindir ki, zerre iken güneş ve bir dilenci iken sultan olur.[188]
insan, şehvetler karşısında her zaman zaaflara maruzdur. Ne var ki bu zaafın yanı sıra aynı insan, Allah'a yönelerek bu zaaftan kurtulacak kudret ile donatılmıştır. Tabiatının derinliklerinde her ikisini de yapacak güç vardır, insan, zaaf noktaları bulunan bir yaratıktır. Şehvet ve arzusu vardır. Allah'a verdiği sözü unutup doğru yolu hatırlamayacak ve Allah'ın âyetlerini inkar edecek zaaf noktaları mevcuttur .[189]
Kur'ân-ı Kerim'in çeşitli âyetlerinde insanın önce güçsüz ve bilgisiz olarak yaratıldığı, sonra kuvvetlendiği ve kuvvetliliğinin ardından, Allah tarafından güçsüz ve ihtiyar kılındığı belirtilmektedir. Hatta bu arada yaratılışın, âdeta geriye döndürüldüğü, bilirken bir şey bilmez olduğu ve çocuklaş-tığı üzerinde durulmaktadır, insanın dünyadaki güç ve kuvveti, Allah'ın verdiği güçtür; bir bakıştır, bir görüştür. Bunun dışında insan, çok zayıf ve çaresiz bîr varlıktır.[190]
Birçok yaratıklara nispetle İnsanın fizikî açıdan yaratılışı zayıftır. Özellikle hayvanlara nispetle bu durum daha belirgindir. Bundan dolayı insanın, zarurî hallerde başkaları ile muamelede bulunmaya, harp aletlerine, elbiselere, meskenlere, ilaçlara, gıdalara, medenileşmeye ve yardımlaşmaya şiddetli İhtiyacı vardır. Azim ve hisleri açısından ise zafiyeti daha da aşikardır.[191]
İnsandaki temel karakterlerden birisi de onda zayıf yönlerin bulunmasıdır. Hemen belirtelim ki, burada zayıflık ya da zaaf kelimeleri İle belirttiğimiz şey, kelime anlamı İtibariyle zayıflık ve zayıflığın mutlaka her insanda bulunması gerekli bir unsur olduğu iddiası değildir. Burada zaaf ya da zayıflıkla ifade etmek istediğimiz nokta kişinin sabırsızlık gösterdiği noktalardır.[192]
"Allah sizden (ağır teklifleri) hafifletmek istiyor. Çünkü insan, zayıf yarılmıştır"[193] âyetinde kastedilen zayıflık, bedenî ya da fiziki bir zayıflık debidir Bu zayıflık, insanın şehvet ve lezzetlerine çokça tabi olması yönündeki zafiyettir. Allah Teâlâ, İnsanın zayıf oluşundan dolayı ona teklifi hafifletmiş, ağırİaştırmamıştır.[194] insan arzu ve istekleri, şehvet ve temayüller karşısında zayıf bir karaktere sahiptir.[195]
insan yavrusu, büyüme ve gelişmesini diğer canlılara nazaran daha uzun zamanda tamamlar. Canlıların çoğu daha doğdukları anda veya çok kısa bir süre sonra kendi türüne has birçok davranışlar yapabilme kabiliyetinde olduğu halde, insanoğlu, yürüyemez, yiyemez, içemez, konuşamaz bir halde dünyaya gelir. Dolayısıyla uzun süre yardıma ihtiyacı vardır. Çünkü insan zayıf yaratılmıştır. Bu sebeple hayata intibak edebilmek için çok şey öğrenmek zorundadır, insanın diğer canlılara göre daha fazla ihtiyaç sahibi olduğu göz önüne alınırsa onun aczi daha iyi[196] anlaşılmış olur.'[197]
Cehl: sözlükte bilgisizlik, bilmezlik anlamındadır. İlmin zıddıdır. Cehl üç türlüdür: Birincisi, nefsin ilimden uzak olmasıdır ki, aslolan da budur, ikincisi, hakikatin hilafına bir şeye inanmaktır. Üçüncüsü, bir şeyi, yapılması gerekli olanın zıddına yapmaktır.[198] Cahillik; bilgisizlik, görgüsüzlük, gençlik, toyluk, tecrübesizlik ve bu yüzden işlenen kusurları ihtiva eder. (bkz. Kemal Demiray, a.g.e., s. 107 )
Arap filologları (filoloji ile uğraşan bilginler), çok uzun süre "cehlin" "ilim" (bilgi) sözcüğünün tam zıddı, dolayısıyla da temel anlamının (bilgisizlik) olduğunu düşünmüşlerdi. Daha sonraki kullanımlarda ve hatta bazen islam öncesi şiirde "cehrin, ilmin antitezi olarak kullanıldığını görmekteyiz.[199]
İnsanın tabiatında, bildiğini uygulamama Özelliği vardır. Onun cahilliği, zalimliği ile beraberdir. Yapıp yapamayacağını bilmeden bu görevi yüklenmesi ise bu sıfatından kaynaklanmaktadır. Kendini her şeye lâyık görür. Emâneti kendisine lâyık olup olmadığına bakmasızm yüklenir.[200]
" Biz emâneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (Sorumluluğundan ) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir."[201]
Kur'an-ı Kerim'de sadece bu âyette insan "cehûl" sıfatı İle anılmaktadır. cağını bilmiyor. Onun için zulüm ediyor.[202]
İnsanın tabiatında zulüm ve cehalet sıfatı vardır. Yağız oian ata "ferasün.' şemûsun" serkeş olan hayvana "dâbbetün cemûhun", temiz olan suya "maun tahûrun" denir. Yani bunların tabiatında bu Özellikler vardır. İnşa- , mn tabiatında da zulüm ve cehalet olduğu için "insanün zalûmün cehûlün" (insan zalimdir cahildir) denilir. İnsanın tabiatında zulüm ve cehalet olmasına rağmen emânet tevdi edildiğinde, bazıları bu emânete riayet ederek zulmü terk etmişlerdir. Nitekim bu hususta Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Onlar o kimselerdir ki, iman etmişler ve imanlarına zulüm bulaşttrma-mışlardır."[203] Bazı kimseler de cehaleti terk etmişlerdir. Bu duruma,"Allah Âdem'e isimlerin tümünü öğretti"[204] âyet-İ kerîmesi işaret etmektedir.[205]
Allah, gerek kendi hakları ve gerekse insanların hakları ile ilgili emirlerinin ve yasaklarının yerine getirilmesi emanetini göklere, yere ve dağlara teklif etti. Onlar da onu yüklenmekten çekindiler. Başkalarının haklarını yüklenmek manasını ifade eden emanet, kendilerine teklif olunduğu zaman çekindiler ve ondan korktular. İnsan ise onu yüklendi. Teklif ve halifeliği kabul etti. O insan çok zalim ve çok cahil bulunuyor. Her ferdi değil, tüm insan cinsi.[206]
İnsan, yalnız diğer mahlukların, hatta kâinatın kabul etmediği yükü yüklendiği içîn cahil değildir. Bir şeyin doğruluğunu bildiği halde yapmaması da onun cehaletini ortaya koyar ( Ahkâf, 46/23). İnsan inanmadığı bir şeye inanmak için delil ister. Hatta görmek ister. Halbuki bu isteği onun doğruyu kabul edeceği için değildir. İşte böyîe kabul edemeyeceği şeyi görmek istemesi anında cehaleti ortaya çıkar. Bu tip kişiler metafizik olaylara inanmazlar. { bkz. En'am, 6/111). Cahillik sıfatının en fazla tezahür ettiği ortam cinsel ilişkilerdir. Anormal cinsel ilişki cehalet özelliğimizden gelir. [207]
Zalûm:. Zulüm, bir şeyi kendi lâyık olduğu yerinden başka bir yere koymak, anlamındadır. Istılahı manası ise, haktan vazgeçip batıla yönelmekten ibarettir. Başkasının mülkünde tasarruf etmek, haddi aşmak anlamları da verilmiştir. Lügatçılar ve birçok âlime göre zulüm, bir şeyi noksan ve ziyadesiyle mahsus olduğu yerin dışına koymaktır.[208]
İnsanın cahillik ile beraber zikredilen bir de"zalûm" sıfatı vardır. Kur'ân-i Kerim'de insana mahsus bir sıfat olan "zalûm" kelimesine iki yerde işaret edilmekted
"...Eğer Allah'ın nimetini sayacak olsanız sayamazsınız. Doğrusu insan cok zalim, çok nankördür![209] "...Doğrusu o çok zalim, çok cahildir."[210]
Zulmetmek, yani yakışıksız hareket etmek, insan neslinin en önemli özelliklerindendir. Cennette yasaklanan ağaçtan yeyip yeryüzüne indirilince, Âdem (a.s) yaptığı tövbede şahsiyetine aykırı hareket ettiğini itiraf etmiştir. Bu vasfı ile insan melekten ayrılır. Zulmetme, daha doğrusu yanlış davranışta bulunma, yine bir toplum içinde düşünülür. İnsan, düşünce ve iman nurundan mahrum kalıp karanlıkta kaldığı zaman " yanlış yapma" faaliyetini gösterir. Yani zulüm sıfatımız ortaya çıkar. Bunun için zulüm, karanlık manasına da gelir. Zulüm sıfatı, bilgisizlik ve mala duyulan aşırı arzu alanlarında ortaya çıkmaktadır. Fitratımızdaki zulüm sıfatı bizi yalana sevk etmektedir. Buradaki zulüm, yanlış yapma özelliğidir.[211]
Bu açıklamalardan anlaşıldığına göre, insanın tabiatında zulme, haksızlığa meyil vardır. İnsan bu özelliğini, adalet sıfatı ile eğitebilir ve onu itidal noktasına çekebilir. Zira Allah, her insana kendisinde bulunan bu gibi özellikleri yenme gücü vermiştir. [212]
Türkçe'de tartışma; bir konu üzerinde karşılıklı olarak yapılan fikir savunması, münakaşa, fikir yürütme anlamlarına gelmektedir. Tartışma kelimesi, Kur'ân-ı Kerim'de CDL ve bu kökten türeyen kelimelerle ifade edilir. "Cedel" kişinin arkadaşını sert bir şekilde yere yıkması, ipin bükülmesi, binanın sağlam yapılması, birbirini yenmeye çalışmak ve münakaşa yapmak suretiyle karşılıklı konuşmak anlamlarına gelir.[213]
Tartışmanın sözlük manasının özü, husûmete (çekişmeye) muktedir olmak, onda şiddet göstererek uzatmak ve sözü peşi peşine yetiştirmektir. Is-tılâhî yönden tartışma, çekişme yoluyla fikir alış verişi ve hasmı ilzam etmek için (yani iddiayı kabule mecbur bırakmak için) üstün gelmeye çalışmaktır.[214]
Tartışma duygusu insanda yaratılıştan mevcuttur. Sonra doğup büyüdüğü çevre ya bunu geliştirir, ya da köreltir; ya meşru sınırlar içine alıp insaf ölçülerine döndürür, ya da başı boş bırakıp onu mütecaviz, kırıcı, say-gisjz yapar. Bilindiği gibi tartışma; benzerleriyle yarışa çıkıp üstün gelme isteğinden kaynaklanır. Ancak bu istek ve doğurduğu tartışmanın temelinde cehalet ve bencillik varsa, kötü ve tehlikeli sonuçlar doğurur veya doğabilir.
Kur'ân-ı Kerim, insanın psikolojik yapısında yer alan bu duyguyu, küfür ve cehaletle birleştirdiği için yermekte, fakat insanı bu duygu ile doğduğuna işaret ederek yararlı bir seviyeye getirilmesini, meşru sınırlar içinde tutulmasını Öğütlemektedir.[215]
Kur'ân-ı Kerİm'in konusu insan ve insanın eğitimidir, insanın mücadeleye düşkün olduğunu ve bu tabiatla yaratıldığını Kur'ân-ı Kerim haber vermektedir. Kur'ân-ı Kerim'i tetkik ettiğimizde bu gerçeğin pratik olarak Kur'an'da var olduğunu ve hem de çokça geçtiğini görürüz. "...Tartışmaya en düşkün varlık insandır." {Kehf, 18/50)
"Bilmeden, doğruya götüren rehberi olmadan, aydınlatıcı bir kitabı da bulunmadan, Allah yolundan saptırmak için büyüklük taslayarak Aİlah hakkında tartışan insan vardır."(Hac, 22/8, 9)
Allah hakkında yapılan tartışmalar (îsrâ, 17/42; Enbiyâ,21/ 22; Mü'mi-nûn, 23/91; Zuhruf, 43/9, 87); Firavunun rablık iddiasıyla ortaya attığı tartışmalar (Kasas, 28/38; Zuhruf, 43/51-53); Nuh (a.s ) un milleti ile yaptığı tartışmalar (Hûd, 11/25-32; Nuh, 71/7, 23, 24, 26 ); Hûd (a.s ) un kavmiy-le yaptığı tartışmalar (Hûd, 11/34; A'raf, 7/65-71); ibrahim (a.s ) in Kav-miyle yaptığı tartışmalar (Yunus,10/18; En'am, 6/83, Meryem, 19/41-48, Enbiya, 21/51-69; Sâffât, 37/83-93 ve diğer peygamberlerin kavimleriyle yaptığı tartışmalar, Muhammed (a.s) m Arap müşrikler ile yaptığı tartışmalar (Mâide, 5/72; En'am, 6/95; A'raf, 38, 191-195; Enbiyâ, 21/26, 29, 98-102 ) ve benzerleri gibi birçok konuiar göstermektedir ki, insanoğlunun mayasında tartışma vardır ve Kur'an'da belirtilen misaller de bunu bariz bir şekilde göstermektedir.
Insanm tartışmacı bir yapıya sahip olduğunu şu hadis-i şeriften de açık bir şekilde anlamaktayız.
Peygamber (s.a.v) bir gece kızı Fatımâ ile Ali'yi ziyaret etmiş ve "Siz namaz kılmıyor musunuz? diye sormuş. Bunun üzerine Ali: Ya Rasûİelliah! Bizim nefislerimiz ancak Allah'ın yed-i kudretindedir. O, bizi uyandırmak isterse uyandırır, dedim. Ben bunu söyleyince, Rasûlüllah çekilip gitti. Sonra dönüp giderken onun dizlerine vurarak: "Zaten insan pek münakaşacı bir şeydir" buyurduğunu işittim.[216]
Düşünme ve tartışma insan olmanın en belirgin Özelliklerinden biridir. Her insan, almış olduğu kültür ve elde ettiği bilgi çerçevesinde problemlerini çözmek, mükemmele doğru yükselmek, dünyaya geliş ve gidişin gaye- grenmek ister. Özellikle inanç bakımından huzurlu olabilmek için dümeye ve tartışmaya kendisini mecbur hisseder.[217] Tartışma insani bir olgudur. Hatta melekler ve şeytan gibi insan cinsidışındaki varlıklarda da görüldüğünden aynı zamanda evrensellik taşır. Allah Teâlâ insanı, konuşabilen, düşünebilen ve fikir üretimi yapabilen bir rhk olarak yaratmıştır. Doğal olarak insan kendisini, bu düşünceleri ve bilgileri açıklamaya, başkalarına aktarmaya meyilli bulur. Bu olgu birçok durumlarda kendisini açıkça belli eder. Konuşabilen hiçbir kimse tartışma olgusunun dışında kalamaz, insan nefsi kendisini savunma, isteklerini kabul ettirme ve amaçlarının sınırlarını açıklama eğiliminde yaratılmıştır. Hatta, kıyamet gününde bile bu doğal söz çekişmesinden kurtulamamaktadır. "O gün herkes gelip kendi canını kurtarmak için uğraşır..."{Nahl, 14/111). Tartışma, genel anlamda yaratılıştan verilmiş olan açıklama, aktarma duygusu ile ilgilidir. Bir anlayışı yöniendirmek, yanlışlığı düzeltmek, hakka yardım etmek, bir prensibi açığa çıkarmak için insanın içinde kaynayan duygular ve etkilerden ibarettir, insandaki bu mücadele hangi faktörden kaynaklanırsa kaynaklansın, genel anlamda kesin bir zarurettir.[218]
Kur'ân, akla değer verir, onun şanını yüceltir, ihmal edilmesinden sakındırıp işletilmesini emreder. Birçok âyette hikmeti, düşünceyi, delili ve belgeyi ön plana çıkartır. Allah, peygamberine kafirleri imana daveti emrettiği gibi, onlarla tartışmayı emretmiştir, iki emir aynı âyetin içinde verilir.[219] " Rabbinin yoluna hikmetle, güzel Öğütle çağır. Onunla en güzel şekilde tartış."[220]
Bütün bu açıklamalar gösteriyor ki, insan tartışmadan vareste kalamaz. Çünkü insan konuşabilen, okuyabilen, öğrenebilen ve bunları aktarabilen bir varlıktır. Bu sebeple tartışma onun ayrılmaz bir özelliğidir. Gerçekler, tartışma ile ortaya çıkar. Fikirler tartışa tartışa billurlaşır. İnsanların doğru istikameti bulmaları için yapılacak en önemli faaliyet tartışmadır. Tartışma olmadan insanların kazanılması, onlara doğruların anlatılması oldukça zordur. [221]
Yaratılış amacı Allah'a kulluk olan insanoğlu, iman ve ahlâkî açıdan birbirinden farklıdır. Kimisi "...Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (onlar da), evet (buna) şahit olduk, dediler." (A'raf, 7/172) âyet-i kerî-mesin'de beyan edilen mîsak ve taahhüdüne bağlı (Ra'd, 13/20); kimisi mü'min, kimisi kâfir (Teğabûn,13/2); kimisi alabildiğince cimri ve servete düşkün (Nisa, 4/37; Fecr, 89/17-20; Âdiyat,100/8); kimisi cömert ve Allah yolunda infak edici (Bakara, 2/262,274); kimisi ümitsiz ve nankör (Hûd, 11/19; Şûra, 42/48); kimisi şımarık ve kibirli (Hûd, 11/10); kimisi nimete erişince haktan yüz çevirici (Fussılet, 41/51), kimisi inatçı ve hayra mani olucudur. ( Müddessir, 74/16; Kaf, 50/24-25).
Allah Teâlâ, insanların inanç ve fiillerini, ahlâkî davranışlarını ve temayüllerini çeşitli kelimeler, kavramlar ve ifadelerle açıklar, metheder veya zemmeder. Kur'an'da; insanı inancı (İman, inkar, şirk, nifak), sözü (doğru, yanlış, yalan), fiili (fayda ve zararlı) ve davranışı (iyi ve kötü) yönü ile anlatan, niteleyen ve değerlendiren kavramlar ön plana çıkmaktadır, insan ile 'lgili kavramların büyük çoğunluğu, insanın bu yönüyle ilgilidir.[222]
Kur'an, insan karakteri ve psikolojisi üzerinde ısrarla durmakta, bıkmadan usanmadan insanı, iman ve inkar yönünden ele almaktadır. Bu açıdan Kur'an, başlı başına bir şaheserdir. însan ancak Kur'an'm verdiği beyan ve mesajla anlaşılır ve değerlendirilir. Zira Kur'an, insanı yaratan yüce Allah'ın kelamıdır, insanın bütün his ve düşüncelerine, fiil ve hareketlerine vakıf olan ve insanı tüm yönüyle bilen ve tanıyan sadece Allah'tır.
Kur'an'ın, insanın nankörlük yönünü anlatan ve çalışmamızın da aslır^ teşkil eden "nankörlük" konusuna geçmeden Önce "kavram" kelimesi üzç. rinde durmaya çalışacağız.
Kavram: Bir nesnenin zihindeki soyut ve genel tasarımı, mefhum, nosyon. Nesnelerin veya olayların ortak özelliklerini kapsayan ve ortak ad altında toplayan genel tasarım. Nosyon: Fransızca "nation" kelimesinin karşılığıdır. Bir şeye ilişkin gerekli bilgi, kavram anlamına gelir.[223]
Nesnelerin, durumların, hareketlerin ve çeşitli tasavvurların dildeki ifadesi.[224] Dildeki bütün kelimelerden bağımsız, sonradan dilde kelime olarak karşılığını bulan veya bulmayan zihinsel tasarım.[225]
Kavram, soyut ve genel fikirdir; soyuttur, çünkü nesnelerin bazı özelliklerini dikkate almak ve algılandıkları halde diğer bazı özelliklerini ise bir yana bırakmak yoluyla elde edilir; geneldir. Çünkü bu yolla ele alman özellikleri, bu özelliklere sahip bütün nesnelere yayar. Kavram insana özgüdür ve insanın hayvana üstünlüğünün temelini meydana getirir. Hayvanda duyumlar ve hatta gelişmemiş halde hayal gücü vardır. Ama kavrama ve dolayısıyla düşünceye sahip bulunan varlıklar, yalnız ve ancak insandır.[226]
Kavram, bir şey hakkında mümkün olduğu kadar soyut ve genel veya en azından genelleştirilmeye elverişli fikir, tasavvur, nesnelerin veya olayların ortak özelliklerini belirten (kapsayan) ve bir ortak ad altında toplayan genel ve soyut tasavvur; bir başka deyişle tek bir nesnenin veya nesneler sınıfının özünü belirleyen, birbirleriyle bağlantılı niteliklerin yahut özelliklerin bir kelime altında düşünülmüş birliği.[227]
Kavram, bir şeyin nitelikleri hakkında edinilen fikir, mefhum.[228] Konsept, idea, nation anlamına da gelir.[229]
Tariflerde geçen "mefhum" sözcüğü Arapça bir kelimedir. "Mefhum" kelimesi, FHM kökünden ismi mefuldür. FHM: Muhatabın lafzından {elde edilen) manayı tasavvur etmektir.[230] Mefhum ise; bir şey hakkında ve özellikle o şeyin nitelikleri hakkında taşıdığımız genel fikir ve kavramdır.[231]
Kur'ân'm dünya görüşünün teşekkülünde önemli rol oynayan kelimelere, Kur'an'ın anahtar terimleri (key terms) denir. Allah, islam, iman, kâfir, Nebi, Resul kelimeleri, önemli örneklerdir. Anahtar terimler, kendi aralarında bir kelime hazinesi meydana getirirler. Bu kelime hazinesi, kelimele I irİvle değişik ve çeşitli ilişkilerinden doğarlar. Kelimeler birbirinden olamazlar, çok çeşitli ve karışık yollardan birbirlerine bağlanırlar.[232]
Hiçbir anahtar sözcük tek başına bulunmaz ve değişik önem derecele Ae ki diğer anahtar sözcüklerden mücerret olarak gelişmez. Her bir htar sözcüğe, başka bir anahtar sözcük eşlik eder. İlahiyat yahut felsefe 'bi bir ilim dalında, anahtar sözcük genel olarak teknik terim adı altında bilinen kavramlardır.[233]
Arapça olan sözcükler, Kur'ân-ı Kerim'de kullanılırken Cahiliyye dönemindeki anlamlarını aynen koruyamamışlardır. Dilbilimi açısından, İslam'ın gelişi ile birlikte, Cahiliyye devrinin ahlâkî terimlerinden bazılarının belli bir anlam değişimine uğradıkları söylenebilir. Bu değişim içinde, bu kelimelerin anlam kategorilerinden bazıları genişlerken, diğer bazıları daralmış, bazıları da tamamiyle yeni yönlerde bir gelişme izlemiştir.[234]
Kur'ân; Arapların, inanç, fikir ve hayat tarzını kökten değiştirdiği gibi kelimelerin, özellikle anahtar terimlerin anlam sahasını, kullanım alanını ve biçimlerini de değiştirmiştir. Kur'ân'm anlaşılmasında, bu değişikliğin ve anahtar kelimelere yüklenen değişik ve farklı manaların dikkate alınması gerektiğini belirten Karagöz, bir anahtar terimin sadece sözlüklerde belirtilen anlamlarıyla yetinilmesi o terimin Kur'ân'daki gerçek anlamını ortaya koymaz. Belki o konuda bir fikir ve ön bilgi verebilir. Ama asıl ve hakiki manasını anlamada yeterli değildir demektedir.[235]
Özellikle Kur'ân'm anahtar sözcükleri başka bir dile aktarıldığı zaman, sözlük manası ile verilmesi yeterli değildir. Örneğin: Kur'ân'm en mühim değer sözcüklerinden biri de "zulüm" dür. Zulüm kavramını "kötülük eden", veya "haksızlık yapan" diye anlamlandırdığımızda yanlış olmaz. Fakat bu kavramın Kur'ân'da ifade ettiği çeşitli manaları tamamen yansıtmaz. Zalim, sadece "haksızlık eden" veya "kötülük eden" değildir.[236]
Bir fikir ve düşüncenin, bir sistemin, bir konunun anlatılmasında ve anlaşılmasında kelime ve kavramların öneminin çok büyük olduğunu belirten İsmail Karagöz, "kelime ve kavramlar değiştikçe cümleler, dolayısıyla anlatılmak İstenilen şeyler de değişir. Kelime ve kavramlara yüklenen manalar iyi anlaşılırsa o fikir ve sistem de iyi anlaşılır. Aksi durum o fikrin ve sistemin yanlış ve hatalı anlaşılmasına sebep olur. Bu itibarla bir düşünce sistemindeki kavramların çok iyi anlaşılması lazımdır" demektedir.[237]
Her kelimenin kendine has bir manası vardır ki, biz o kelimeyi, bulun duğu münasebet sistemi dışında da mütalaa etsek, kelime yine o manayı ta şır. Örneğin, "kitap" kelimesi, gerek Kur'ân'da, gerek Kuf'ân'ın dışında qL sun daima aynı şeyi ifade eder. Konuşma dilinde kitap deyince her zaman belli şey anlaşılır, işte kelimenin bu sürekli manasına "esas mana" diyoruz. Fakat kelimenin manası bundan ibaret değildir. Kur'ân için de kitap, dini kutsallıkla çevrili önemli bir mana kazanır. Asıl kitap kelimesi, özel sistem içerisinde yer alınca, sistemin diğer düşünce ve kanaatlarıyla irtibat kurar Onlardan yeni elemanlar alır. Çoğunlukla yeni elemanlar, kelimeyi öyle etkiler ki, onun asıl manasını kökünden değiştirir.[238]
Kitap kelimesi islam düşünce sisteminde Allah, vahiy, tenzil, nebî ve ehl-i kitap kelimeleri ile yakından irtibat kurar. Bundan dolayı Kur'ân'da bu kelime geçince, iigili bulunduğu diğer kelimeler ile olan münasebeti içinde anlaşılmalıdır. Kitap kelimesi, kendi başına bildiğimiz basit anlamı ifade eder. Aynı kelime, vahiy alanında Kur'ân demektir. Buna göre, kelimenin kökünden gelmeyen, fakat içinde bulunduğu münasebet sisteminden doğan bu manaya "izafî mana" denir. (bkz. Izutsu, aynı yer)
"Kefere" aslında birinin yaptığı İyiliğe veya verdiği nimete karşı kadirbilmeyip nankörlük etmek demektir. Teşekkür anlamındaki "şekere" m'n tam karşıtıdır. Arap dilinde "küfür" kelimesinin asıl manası budur. Bu kelimeyi ister Müslüman Araplar kullansın, ister Müslüman olmayan Araplar kullansın, bu nankörlük anlamı değişmez. Fakat kelime, İslam Teolojisi sının içinde kalınca çok özel bir anlam kazanır. Kur'an çağında ilâhî vahiy tarafından kullanılan bu kelime, islam öncesi dilden alınarak Allah'a iman merkezi etrafında dizilen çok Önemli bir düşünce alanına getirilmiştir. Artık bu kelime, inanç ve imanın karşıtıdır, basit bir nankörlük hareketi değildir. Evet nankörlüktür, ama Allah'a karşı, daha doğrusu Allah'ın yaptığı iyiliğe, O'nun verdiği nimetlere karşı nankörlük. Böylece kelimenin Kur'an'da uğradığı ilginç semantik gelişmenin ilk aşaması budur.[239]
Semantik, bir dilin anahtar terimleri üzerindeki tahlili çalışmadır. Bu çalışma, yalnız konuşma aleti olarak değil, bundan daha Önemli olmak üzere kendilerini kuşatan dünya hakkındaki düşüncelerinin de aleti olarak o dili kullanan halkın, dünya hakkındaki düşüncelerini kavramak için yapılır. Semantik, etimolojinin gösterdiği gibi mana ile ilgilenen geniş kapsamlı bir bilimdir. Manası olan her şey semantiğin konusu olabilir.[240]
ntik, linguistik (dilbilgisi) nin dili, anlam açısından inceleme ko-an dalı, anlam bilimi. Kelime, terim, anlam, şümul, eşanlamlılık, hmlıhk, istiare, anlam değişmeleri, sesdeşlik vb. semantiğin konusu-'kil eder.[241] Semantik, kelimeleri anlamları bakımından inceleyen dildalı, anlam bilgisi. Anlam bilimi, semantik olarak da bilinir.[242]
Birbirleriyle kurduğu mana ilişkisi ile bir "semantik alan" meydana gen anahtar terimlerden biri "odak" kelime kabul edilirse, bu odak kelimenin etrafında birçok önemli "anahtar kelime" dizilir ve birlikte Kur'ân'm kelime hazinesinde önemli bir "mana alanı" meydana getirirler. Bu anahtar terimler olumlu veya olumsuz mahiyettedirler. Örneğin : Bir zulüm kavramını, odak kelime kabul edersek bu odak kelimenin etrafında "olumlu" veya "olumsuz" mahiyette anahtar terimler yer alır. Burada "zulüm kavramı" odak kelimedir. Bu kelimenin etrafındakiler ise anahtar terimlerdir. Şirk, küfür, nifak, fısk ve tekzib kelimeleri, zulüm odak kelimesi ile "olumlu", iman, ibadet, İhlas, itaat ve tasdik kelimeleri ile olumsuz mana ilişkileri içerisindedirler. Başka bir ifade ile şirk, küfür, nifak, fısk ve tekzib, zulüm ile eş anlamda, iman, ibadet, ihlas, itaat ve tasdik kelimeleri ile zıt anlamdadır.[243]
Kur'ân'ın kelime hazinesi (vocabulary) büyük bir semantik alandır. Bütün kelimeler birbirleriyle doğrudan veya dolaylı bir anlam ilişkisi içindedirler. Bütün semantik alanlar, Allah fikriyle temas halindedir. "Allah" kelimesi en büylik odak kelimedir. Kur'ân sisteminde bütün semantik alan ve anahtar sözcükler, "Allah" odak kelimesinin nüfuzu altındadırlar.[244]
Yukarıda işaret edildiği gibi, her bir anahtar sözcüğe, başka anahtar sözcükler eşlik eder ve birlikte bunlar, semantik biliminde semantik saha denilen karmaşık bir anahtar kelam örgüsü oluştururlar. Semantik saha az çok girifti iği olan bir anahtar sözcükler örgüsüdür. Özellikle önemli olan anahtar kelime, gelişiminin her safhasında etrafına belli sayıda anahtar sözcük toplar ve bir ya da daha fazla semantik saha teşkil eder. İki ya da daha fazla anahtar kelimenin birbiri ile yakın biçimde ilgili bulunup, saha adını verdiğimiz sıkı bir semantik örgü oluşturuşu, belli başlı üç şekilde olur. Birincisi, anlamdaşlık ilişkisi. İkincisi, zıt anlam ilişkisi. Üçüncüsü, bir anahtar kavramm her biri, bir anahtar sözcük tarafından ifade edilen belli sayıda °ğeye ayrılması.[245]
Kur'ân'da üç değişik ahlâkî kavram kategorisi mevcuttur. Allah'ın ahlâki vasfını anlatan kavramlar; insanın kendisini yaratmış olan Allah'a karşı temel tutumunun çeşitli cephelerini tasvir eden kavramlar, İslam toplu]u ğuna mensup olup bu topluluk içinde yaşayan bireylerin .arasındaki ahlâk-ilişkileri tanzim eden ilke ve kaidelere ilişkin kavramlar.
Yukarıda sözü geçen birinci grup, Allah'ın isimleri diye adlandırılan kelimelerden oluşur. Rahîm, Kerîm, Gafur, Âdil, Azîm gibi. İkinci grup, insa^ nın Allah ile olan temel ahlâkî ilişkisi ile ilgilidir. İnsanoğlunun Allah'ın emir ve uyarılarına karşı şöyle ya da böyle bir davranışta bulunması gerektiğinin söylenmesi, hem ahlâkî hem de dinî Öğreti niteliğindedir. Bu anlamda, ikinci sınıfa mensup bütün kavramlar dinî ve ahlâkî kavramlar olarak tanımlanabilirler. Üçüncü grup, insanın, kendisi ile aynı topluluk içerisinde yaşayan kardeşlerine karşı olan temel ahlâkî tavrı ile ilgilidir. Bireyin sosyal hayatı, belli bir takım ilkeler ve bunların tüm türevleri ile kayıt aitına alınmış ve tanzim edilmiştir. Tabiîki bu üç grubun hiçbir şekilde birbirlerinden ayrılmadıkları, son derece birbirleriyle yakın ilişki içerisinde bulundukları akıldan çıkarılmamalıdır. Genel olarak Kur'ân'daki hiçbir ana kavram, kolayiıkla Allah kavramından bağımsız olarak var olamaz. Birinci grup kavramlar, haliyle bizim çalışmamızın dışındadır. Ancak az önce belirttiğimiz gibi birinci grupta ki kavramların odak kelimesini teşkil eden Allah kavramından müstağni kalmak mümkün değildir.[246]
Nankörlük (küfran-ı nimet) konusunun iyi anlaşılabilmesi için öncelikle "küfür" kelimesinin anlamını incelemek gerekmektedir. "Küfür" Bir şeyi tamamen örtmektir.[247] "Küfür" kelimesinin asıl anlamı, bir şeyi örtüp yok etmektir. Daha sonraları bu kelime belirli bir hususiyet kazanarak nimeti örtmek ve imanın karşıtı anlamında yaygınlaşmıştır. Çünkü "küfür" kelimesinde, hakkı ve nimetleri örtmek anlamı da vardır.[248] Buna göre "küfür" kelimesinin iki anlamı vardır. Birincisi, imanın zıddı. İkincisi ise, şükrün zıddı olan nimeti inkar manasıdır.[249]
"Küfür" kelimesi kâf harfinin ötresi ile sözlükte "küfrân" gibi nimeti örtmek, yani nankörlük etmektir. Bunun aslı da kâf harfinin üstünü iîe "kefir" şeklindedir ki, mutlak örtmek demektir. Şu halde üstün ile "kefr", mutlak örtmek anlamında genel, ötre ile "küfr" nimeti örtmek anlamında özeldir. Dinde küfür ise, imanın zıddıdır, imansızlık demektir.[250]
"Küfür" kelimesi kâf harfinin ötre ve üstünü İle "el-küfrü - el-küfrâ' imanın zıddı anlamındadır ki, Allah'ın varlığını ve birliğini (vahdaniyetin^ yahut nübüvvet ve şeriatı inkar etmekten ibarettir. İnanmayan ve nankÖi|
i 'ci için "keferar racülü küfran ve küfûran ve küfrânen" denilir ki, liik ed^n kış» ıır
u ntan gelir, "k f r" maddesi din ve şeriat ve küfran-ı nimet inkarm-
b--f"r ise her ikisinde kullanılmaktadır.[251]
' v arılıs> de 'ıer Şe^' ortt;üğü için geceye, tohumu eken ziraatçıya, Al-nimetlerini ve hakki örten kişiye, üzerine elbise giyerek zırhını gizle-
kimseye ve denize kâfir denilmiştir.[252]
Küfür tabirinin bazen nimeti inkar ve nankörlük etme manasına kulla-ıldığmı şu âyetlerde görmek mümkündür:
"Allah'ın nimetine nankörlükle karşılık veren ve sonunda kavimlerini helak yurduna sürükleyenleri görmedin mi?" (İbrahim, 14/28). "Aliah, ibret için bir ülkeyi örnek verdi: Bu ülke güvenli ve huzurlu idi; ona rızkı her yerden bol bol gelirdi. Sonra onlar, Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük ettiler. Allah da onlara yaptıklarından ötürü açlık ve korku sıkıntısını tattırdı." (Nahl, 16/112). "Biz insana katımızdan bir rahmet tattırdığımız zaman ona sevinir. Ama elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir kötülük gelirse, işte o zaman insan pek nankördür." (Şûra, 42/ 48)
"Küfür" kelimesinin temel manası büyük ihtimalle "setr" (örtmek) dir. Özellikle hayırların bahşedilişi ve kabulü ile ilgili konumlarda, kelimenin doğal anlamı, "ele geçen menfaatleri örtmek, yani bilmemezlikten gelmek" ve bu suretle "nankör" olmaktır.[253]
Esasen küfür, çok sık olmak kaydıyla, İman ve İnancın tam zıddı oİarak kullanılmaktadır. Kur'ân'da kuşkusuz mü'min, ya da Müslim, yani kelime anlamıyla teslimiyet içindeki kişi için en belirgin karşıt kâfirdir. Öyle görünüyor ki, o denli sıkı biçimde imanın karşıtı olarak kullanılan küfür, zamanla aslen anlam çekirdeğinde bulunan "nankörlük" (kıymet bilmeme) öğesinden iyice sıyrılarak, gittikçe daha çok "İnançsızlık" anlamını taşımaya başlamış ve nihayet en yaygın şekilde, ortada minnetle ilgili hiçbir şeyin bulunmadığı durumlarda ve bu ikinci anlamda kullanılan bir kelime haline gelmiştir.[254]
Küfür, sadece diğer menfi vasıfların çerçevesinde dolaştıkları destek noktasını teşkil etmekle kalmayıp, Kur'ân'î ahlak sisteminin tümü içinde öyle önemli bir yer işgal etmektedir ki, bu kelimenin anlamsal yapısının nasıl olduğunun açık bir biçimde anlaşılması, olumlu niteliklerinin ekserisinin, lâyıkınca değerlendirilmesinde adeta bir ön şarttır. İslam'ın en yüksek dınî-ahlâkî değeri olan inanç yahut iman bile, en iyi tarzda, direkt olarak değil, küfür bakış açısından, yani olumsuz cepheden tahlil edilebilir.[255]
"Küfür" kelimesinin nankörlük, kadirbilmezlik anlamından aynlarat inançsızlık anlamını taşıması ve bu şekilde muhteva kazanması konumuzu direkt olarak ilgilendirmemektedir. Biz daha ziyade şükrün zıddı oİan yönüyle meseleye bakmaktayız. Kur'ân-ı Kerim'de "kfr" maddesinin kök ve türevleriyle birlikte yaklaşık olarak 542 yerde geçmesi[256], aslında bu kelimenin önemini belirtmeye yeter. Ancak konumuzu nankörlük kapsamı ile sınırlı tutacağımıza göre, sadece nimetlerin zikredildiği yerlerdeki "kfr" ve müştakları ilgi alanımıza girecektir. Gerek âyetlerin sibak ve siyakında ve gerekse İçinde olsun nimetlerin geçtiği yerlerde "küfür" kelimesi, nankörlük ve şükrün zıddı anlamında kullanılmıştır.[257]
İnsan, her şeyini, varlığım, hayatını ve geçimini, Allah'ın sınırsız merhametine borçludur. Bu demektir ki, insan, hayatın her safhasında kendisine göstermekte olduğu iyilik karşısında, Allah'a karşı minnet beslemek görevini üstlenmiştir. Kâfir ise, Allah'ın lütfuna muhatap olduktan sonra, davranışında hiçbir minnettarlık ifadesi taşımayan ve hatta yaratıcısına karşı isyankar davranan kişidir.[258]
AİIah insanı, varlıkların en güzeli, en mükemmeli ve en üstünü olarak yaratmıştır. Ayrıca onları çeşitli maddî ve manevî nimetlerle donatmıştır, insanın dışındaki varlıklarda da oîan göz, kulak, burun, dil, dokunma gibi organlarla onu tezyin etmiştir. En iyi gören, en iyi duyan, koku alan, hisseden, tat alan varlık insan değildir. Ancak bunların verilerini işleyip bilgi haline getiren, daha sonra da bulup geliştirdiği araçlarla en iyi gören, duyan, koklayan, hisseden, tat alan varlık insandır.[259]
Nimetlerin başında gelen ve insanın kendisini yaratan yüceler yücesini tanımasına, yaratılış gayesindeki ubudiyet çekirdeğini filizîendirmeye ve iman gibi fıtratmdaki muazzam bir cevheri ortaya çıkarmaya vesile olan akıl ve muhakeme nimeti, insana ihsan edilmiştir.
Çeşit çeşit, rengârenk nimetlerle çepeçevre kuşatılan ve kâinatın efendisi ve halifesi makamına oturtturulan insandan öncelikle istenen görev, Allah'a iman, kulluk ve O'nun rızasına uygun bir hayat tarzının yanında, nimetleri ikram eden kâinatın ve tüm varlıkların sahibine şükürdür. Nimeti sunana saygı göstermek ve minnet duymak, insan olmanın bir gereğidir. Böyle bir iman, his ve duygudan uzak bir şekilde gerçek mün'ımi tanımamak, O'na karşı şükürsüzlükte bulunmak nankörlüğün en bariz şeklidir.
yapılan bir iyiliğe, verilen bir nimete, insanlık onurunun ve çelişmesi için gösterilen her türlü faaliyete karşılık gösterilen ,--/tik hatirtanımazlık ve kadirbilmezlik olarak tanımlayabiliriz, cröre nankörlük kavramı, geniş bir alam kapsamaktadır. Önceliklecına anne-babasma, hocasına, ustasına, dinine, vatanına ve mİlle-kendi şansına,
<h karşı yapılan bütün menfi eylemler nankörlükle ilişkilidir. Bu açı-hiz nankörlüğü çeşitli açıdan yorumlamaya çalışacağız. Zira insanoğ-ı a sunulan her türlü nimet, şükrü ve nimetin sahibine karşı minnet duymayı gerektirir.
Vücut organlarından her birinin bir yaratılış hikmeti vardır diyen El-malılı, bunun bir kısmının genel olarak herkes için belli olduğunu, diğer bir kısmının da "organların faydalan bilimi" (fizyoloji) denen ilimle yavaş yavaş, artarda tetkik etmenin mümkün olduğunu belirtir. Ona göre, neslin devamı için verilmiş olan bir organı, nesli kaybetmek için kullanmak, yine aynı şekilde gerçekleri keşfedip, Allah'ı tanımak için bahşedilmiş olan aklı, bozgunculuğu körüklemek ve hukuku iptal için sarf etmek, nimete karşı büyük bir nankörlüktür. İnsanlığın kıymetini bilmeyerek pis ve haram şeyleri yiyenler ve içenler böyle bir nimete karşı nankörlüğe düşecekleri gibi, nimete nankörlük edenler de maddi ve manevî pislikten kurtulamazlar.[260]
Elmalı]], Bakara Sûresinin 172. âyetini şöyle tefsir eder: "Ey iman edenler! Siz o hayvanlar gibi olmayınız. Size kısmet ettiğimiz azıkların maddî ve manevî olanlarından yeyiniz. Çünkü yaradılış âleminde nzkm haramı da var, helâli de; pisi de var, temizi de. Fakat siz, temizlerinden ve kimsenin hakkı geçmeyecek meşru şekilde kazanılan helallerinden insanca yeyiniz. Onları yaratan, veren Allah'a şükrediniz. O helal ve temiz azıklarla beslenen vücudunuzu, görünen ve görünmeyen organlarınızı, ne için yaratıl-mışlarsa onda, yani yaratılış gayelerinde kullanın."[261]
Demek ki, İnsana bahşedilen organların yaradılış gayeleri dışında kullanılması şükrün zıddı olan nankörlüktür. Buna göre nankörlüğü sadece kfr" kalıbının içerisine sıkıştırarak küfür kavramı veya kavramdaşları ile 'zah etmek, konunun kapsamını daraltmak olur kanaatindeyiz. Zira nankörlük, sadece iman kavramının zıddı olan küfür kavramının içinde yerini alan kimselere mahsus bir sıfat değildir. Belki küfür, nankörlüğün en sivri ucudur. Dolayısıyla nankörlük, kavram olarak az veya çok her insanı içine alan bir terimdir. Kısaca söylemek istediğimiz, bu kavramın .sadece inancı olmayanlara mahsus bir kavram olmadığını vurgulamaktır. İİim ve bilP; öğrendiği hocasına, sebeb-i hayatı oian ana-babasına vb. teşekkür etmesini bilmeyen ama buna rağmen mü'min kavramının bir namzedi olduğunu ve bunu fiil ve davranışlarıyla ortaya koymaya çalışan kimse de, nankörlük çemberinin dışına çıkamaz.
insanın sıkıntılı zamanlarındaki davranışları incelendiğinde, insanın küfür ve nankörlüğe meyilli bir yapıya sahip olduğu anlaşılır. Aşağıda âyetlerde bu açıkça görülür:
"Denizde başınıza bir musibet geldiğinde, O'ndan başka bütün yalvar-dıklarmız kaybolup gider. O sizi kurtarıp karaya çıkardığında (yine eski halinize) dönersiniz. İnsanoğlu çok nankördür."[262]
"Biz insana katımızdan bir rahmet tattırdığımız zaman ona sevinir, ama elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir kötülük gelirse, işte o zaman insan pek nankördür."[263]
Şûra Sûresinin 48. âyetinde zikredilen İnsan kelimesinden, insan cinsi murat edilmiştir. İnsan cinsi çok nankördür. Elde ettiği nimeti unutur, başına gelen musibetleri hatırlar ve onları büyütüp sebeplerini düşünmez. Bu nimete karşı nankörlükte bulunma, her ne kadar mücrimlere (günahkarlara) mahsus olsa bile, bütün insan cinsine böyle bir sıfatı isnat etmek uygun olabilir. Çünkü insanların nimetlere karşı nankörlükte bulunmaları ve böyle bir duruma düşmeleri ekseriyetle vuku bulan bir olgudur. Âyette birinci olarak insan kelimesi zikredildikten sonra ikinci geçen insan kelimesinin zamirle " şeklinde söylenmeyipte insan kelimesinin tekrar edilmesi, insan cinsinin küfran-ı nimetle damgalanmış olduğunu tescil etmek içindir.[264]
Allah'ın kendisine bağışladığı nimetlere karşı takındığı küfür (nankörlük) tavrı yüzünden insan, zalûm, yani çok zalim, adaletsiz, yahut haksız ve çok nankör olarak suçlanmaktadır.
"O size İstediğiniz her şeyden verdi. Allah'ın nimetini sayacak olsam^j sayamazsınız. Doğrusu insan çok zalim, çok nankördür.[265]
Bu âyette zikredilen insan kelimesinden, insan cinsinin kastedildiği çej şitli müfessirler tarafından vurgulanmıştır.[266]
Hz.Ömer'in şöyle dua ettiği nakledilir: "Allah'ım! Yaptığım zuimü (haksızlığı) ve küfrümü bağışla." Bunun üzerine orada hazır bulunan biri "Eyf mü'minlerin Emîri! Zulüm sözünü anladık. Küfür sözünden neyi kasdedi-nankörlük (küfrân-] nimet) ,?"deyince Hz. Ömer: "İnsan çok zalim, çok nankördür." Âyetini yo rs unuz okumuştur."[267]
Hac Sûresinde de Allah Teâlâ'ııın kullarına olan lütuf ve ihsanı anlatıl-, sonra, insanın çok nankör olduğuna, bunca nimet ve ihsana karşılık ' nettarhk duymadığına işaret edilmektedir. "O, önce size hayat veren, ıra sizi Öldürecek, sonra yine diriltecek olandır. Gerçekten İnsan çok kördür."[268] Burada geçen insan kelimesinden de insan cinsinin murat dildigi beyan edilmiştir.[269] İbn Abbas'a göre, burada zekredilen insan kelimesinden kâfir olan insan kasdedilmiştir. Ebû Cehl, As b.Vâil ve Übey b Halefin kasdedildiği de söylenmiştir. Ancak en uygun olanı bütün insan cinsini içine alacak şekilde umûmi olmasıdır.[270]
İnsanlarda ekseriyetle hakim olan durum, nimete karşı nankörlüktür.[271] Nitekim Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır: "...Kullarımdan şükreden azdır."[272] Âyette geçen "şekûr", çok şükreden, bütün gücünü şükretmeye harcayan, kalbi, dili ve organları hem İtikad, hem itiraf, hem çalışmakla ve çoğu zamanlarda şükür ile meşgul olandır.[273] Bu âyetten de anlıyoruz ki, nimetlere karşı çok şükreden, minnettarlık hissi ile dopdolu olan kişiler oldukça azdır. Az şükür ise, nankörlüğün bir göstergesidir.
Bütün bu zikredilenlerin ışığı altında, insanın bünyesinde, yaratılışında, insan tabiatının manevî hücrelerinden birinin çekirdeğinde nankörlük vardır. Birçok davranışları ondan kaynaklanmaktadır. Müsait şartlarını bulunca, insan şahsiyeti bu özelliğini ortaya koyar.[274] Bu özellik ileride de belirteceğimiz gibi şükür ve hamd düsturu ile eğitilerek yararlı hale getirilebilir. Bu kabiliyeti ve kudreti Allah insana vermiştir. İnsan, bu kabiliyetini geliştirerek Allah'a şükreden bir kul olmakla yükümlüdür. Bu yükümlülüğü kavrayanlar ancak nankörlükten uzak olabilirler. [275]
Küfran Mün'imin (nimet verenin) nimetini setr ve inkar eylemek manasınadır ki, şükrün mukabilidir. Bir kimse, Allah'ın nimetini inkar ve setr eylediğinde "kefera ni'metallâhi küfran ve küfrânen" denilir.[276]
"Küfür", islam'ın zıddı anlamındadır. Küfrân kelimesi "kefe-ra-yekfüru" kökünden gelir. Gufran, hüsran, fü'lan vezninde gelen mastarlardan birisidir. Bir kimse kendisine verilen nimete şükretmediği zaman "kefera fülânün en-nimcte" "Filan kişi nimeti inkar etti", denilir.[277]
"Küfrân", nimetleri inkar etme anlamında daha çok kullanılır. Küfr daha çok dini inkarda, "Küfür" ise hem dini hem de nimeti inkarda kullanılır.[278]
Nimeti inkar etmek hakkında Kur'an'da şöyle buyurulmaktadır: "(Süleyman) dedi ki, bu, şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim, diye beni sınamak üzere Rabbim'in (gösterdiği) lütfundandır. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur, nankörlük edene gelince, o bilsin ki, Rab-bim'İn hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, çok kerem sahibidir." [279] Âyetin Arapça metninde geçen"k f r" maddesinin müştakları, şükrün karşıtı olan nankörlüğü anlatmaktadır. Şu âyeti de bu anlamda zikredebiliriz: "Sonunda o yaptığın (kötü) İşi de yaptın. Sen nankörün birisin!"[280] Bu âyette, Musa (a.s)ı küçükken himaye edip büyüten Firavunun bir serzenişine işaret edilmektedir. Bu âyetin Arapça metninde geçen "k f r" maddesinden türeyen "kâfir" kelimesinin çoğulu olarak kullanılan "kâfirin" kelimesi, imanın zıddı anlamında kullanılmamıştır. Yapılan iyilik ve yardımlara karşı hatır bilmezlik, minnet duymazlık anlatılmıştır
Nimeti inkar etmek ve nimete karşı nankörlük etmek demek, nimetin şükrünü eda etmeyi terk etmek suretiyle nimeti setretmektir. [281] Kur'an'da Küfrân kelimesi bir yerde geçmektedir. "Bu durumda her kim mü'min olarak iyi davranışlar yaparsa, onun çabasını görmemezlikten gelmek olmaz.'[282]
"k f r" maddesinden türeyen birçok kelime, nimeti inkar yani küfran-ı nimet anlamında kullanılmıştır. Şeyhzâde'nin belirttiği gibi, nimetle beraber zikredilen " küfür" kelimesi ile nimete karşı yapılan nankörlük kastedilir ve bunun karşıtı da şükürdür.[283] Bu anlamda Kur'an'da birçok âyet vardır. Biz sırası geldikçe onları zikretmeye çalışacağız. Bir fikir verme açısından birkaçım sunalım ki, konumuza ışık tutsun ve mesnedimiz sağ- lam olsun.
"Onlar Allah'ın nimetini bilirler ( itiraf ederler ). Sonra da onu inkar -| ederler..."[284]
Ayette zikredilen nimetten maksat Allah'ın Resulü Muhammed (a.s) in peygamberliğidir. Bu nimeti, kendilerine gösterilen bunca mucizelerle tanıdıkları halde inatları yüzünden yine de inkar ederler. İşte onlar Allah'ın adını andığı bu benzeri nimetleri çok iyi bilirler, hatta onların Allah'tan oldu-il [285]i-.nl ederler. Fakat ibadetlere gelince, Allah'ın emirlerini değil
"Allah (ibret İçin ) bir ülkeyi örnek verdi: Bu ülke güvenli ve huzurlu O lUn rızkı her yerden bol bol gelirdi. Sonra onlar Allah'ın nimetlerine nankörlük ettiler..."[286] "...Ve sizi temiz gıdalarla rızıklandırdı. Onlar hâ-1 "ula inanıp Allah'ın nimetine nankörlük mü ediyorlar?"[287] Görüldüğü re her iki âyetin Arapça metinlerinde nimetlerle zikredilen "k f r" madiğinin türevleri nankörlük anlamını taşımaktadırlar. [288]
Kefûr Kendisine in'am eden ve nimet bahşeden Iütufkar Rabbi-ne karşı pek nankör olan ve az şükreden kimsedir.[289] "Kefûr"kelimesi, mübalağa için bina edilmiştir. Çok çok nankör olan kimseye denir.[290] "Kefûr", nimete karşı nankörlükte çok aşırılığa giden kimsedir. Çünkü böyle bir kimse Rabbini, yaratıcısını inkar eder. O'nu tenzih etmek ve takdis etmek için gayret sarf etmez.[291]"Kefûr", kendisine bahşedilen nimetlere şükretmeyen, nimetleri inkar eden kişidir.[292] "Kefûr", geçmişte kendisine verilen nimetleri unutarak büyük bir nankörlük gösteren kişidir.[293] "Kefûr", sabûr vezninde pek kafir olan kimse demektir. Çok çok kafir olan kimseye "racülün keftirıın) denilir. Mübalağa için bina edilen "Kefûr" kelimesinin çoğulu "küfürün" gelir.[294]
Nankörlükle ilgili âyetlerden bazılarını sunarak konumuzu aydınlatmaya çalışalım. Bu kelime Kur'an-ı Kerim'de oniki yerde geçmektedir.[295] Genelde bu yerlerdeki "kefûr" kelimesi imanın zıddı olan küfür manasına değil de, şükrün zıddı olan nankörlük anlamındadır. "Eğer insana tarafımızdan bir rahmet(nimet) tattırır da sonra onu bundan çekip alırsak, tamamen ümitsiz ve nankör olur." (Hûd, 11/9)
O, (önce) size hayat veren, sonra sizi Öldürecek, sonra yine diriltecek olandır. Gerçekten insan, çok nankördür"( Hac, 22/66) Bu âyette, Allah'ın en büyük lütfü olan hayata; sonra, insanın ölümü ile birlikte en büyük korku duyduğu yokluğa mahkum edilmeyip yeniden kavuşturulacağı ikinci hayata işaret buyurulmakta ve bütün bu ikramlar karşısında bile Allah'a saygısızlık gösteren insan, artık nankör olarak nitelendirilmektedir.[296]
Denizde başınıza bir musibet geldiğinde, O'ndan başka bütün yalvardıklarmiz kaybolup gider. O sizi kurtarıp karaya çıkardığında, (yine eski halinize) dönersiniz, tnsan çok nankördür."[297]
" Şüphesiz biz ona (insana) doğru yolu gösterdik, ister şükredici oisun ister nankör."[298]
Sunduğumuz ve yukarıda dip notta numaralarını verdiğimiz âyetlerin ya bizzat içinde veya kendilerinden önceki âyetlerde insana sunulan İütuf, İkram, dünyevî ve uhrevî nimetlerden bahsedilmekte ve bunların kıymetini, değerini ve bu nimetleri sunan yüce Allah'ın kudretini idrak edemeyen insanoğlu nankörlükle vasıflandırılın akta ve insanın bu özelliği "kefûr" sözcüğü ile İfade edilmektedir. "...Gerçekten insan çok nankördür." Halbuki Allah, insanın bu davranışına razı değildir. Nitekim mealini sunacağımız şu âyette bu açıkça ifade edilmektedir. " ...Ö> kullarının küfrüne razı olmaz. Eğer şükrederseniz sizden bunu kabul eder..." {Zümer, 39/7). "insan çok nankördür" denilmesi, insan tabiatında küfran-ı nimet duygusunun ve şükrü edâ edebilecek hususların (güç ve kuvvetin) az oluşunun varlığına bir[299] tembihtir. [300]
Keffar şeddâd vezninde çok kâfir olan kirn-u şeye denir, Şiddetli derecede kâfir olan bir kimse için "racülün keffârun kefûrun" denilir. Keffâr, kâfir olan kişi anlamındadır ,[301]
Keffâr kelimesi, nimete karşı çok nankör olan anlamındadır. Keffâr limesinin "küfran" kökünden gelmesi muhtemeldir. Bu takdirde mar "çok nankör" şeklinde olur. Yine küfür kökünden gelmesi de muhtemeldi Buna göre keffâr 'm manası, "şiddetli inançsız" anlamındadl Fe'âl lafzının şeddeli oluşu, mananın şiddetli oluşuna delâlet eti ği gibi, keffâr lafzı da böyledir. Eğer keffâr, küfran kelimesinden türemiş isi bu takdirde Allah'ın nimetlerini, inkar eden anlamındadır.[302] "Keffâr" keli* meşinin "küfür" kelimesinin çoğulu olduğu da söylenmiştir.
Keffâr kelimesi, kâfir anlamındadır ve kefûr kelimesinden dalf ha mübalağalıdır yani, kâfir kelimesinin ihtiva ettiği anlamdan daha İleri bir mana taşır. Buna göre Keffâr, aşırı derecede nankör veya inançsız kimse demektir. Nitekim şu âyette şöyle buyurulmaktadır " Haydi ikiniz her inatçı kâfiri cehenneme atın." [303] Keffâr kelimesi bazen kefûr kelimesinin yerivulur ve o anlamda kullanılır.[304] Şu âyette bu anlamdadır. "Doğrusu n çok zalim, çok nankördür."[305]
Kur'an- Kerim'de "keffâr" kelimesi beş yerde geçmektedir.[306] Sadece bir Ae (İbrahim, 14/34 ) küfran-ı nimet anlamında, diğer yerlerde ise imazıddı olan küfür ve inançsızlık manasınadır. Aslen " k f r" kökünden ge-ı bu kelime, aşırı bir derecede inançsız olan kişi için kullanılmakta oldu-"unu görmekteyiz. Küfür ve nimete karşı nankörlükte ileri gidip en uç noktada bulunan kimseyi böyle bir vasıfla nitelendirmek mümkündür. [307]
"Küfür" kelimesi, "bürdün" kelimesinin çoğulu olan "bürûd" gibi "küfür" kelimesinin çoğuludur. "Küfür" kelimesi "kefr" kelimesinin de çoğulu olduğu ve karye manasına geldiği söylenmiştir. Hatta Hz.Muâviye "küfür ehli, kabir ehli gibidirler. Yani onlar, ölüler menzilesindedirler (kültür ve medeniyetten nasipleri yoktur)", demiştir.[308]
"Küfür" kelimesi, Süryânî dilinde karye manasına gelmektedir. Şam halkının da bu şekilde konuştuğu belirtilmektedir. "Küfür" den maksat, şehirlerden, ilim ehlinin ve Müslümanların toplandığı yerlerden uzak olan karyelerdir. Cehalet onlarda hakimdir. Onlar, bid'atlere, insanı sapıtan he-vâ ve heveslere çabucak koşmaktadırlar. Onlar ölüler gibidirler. Onlar şehirlere gitmezler, cemiyetlere, topluluklara ve benzeri yerlere iştirak etmezler. Cürcânî (ö. 816/1413), "küfür" kelimesi hakkında "hiç kimsenin uğramadığı ve insanlardan uzak olan yerdir", demiştir. Küfür halkı, şehirlilere nispetle, dirilerin ölülere nispeti gibidir. Sanki onlar, kabirdedirler.[309]
Bu açıklamalardan anlaşıldığına göre "küfür" sıfatı ile muttasıf olan kimseler, medeniyetten, kültürden, ilim ve İrfandan uzak, toplum ve cemiyet hayatından kopuk olarak yaşayan bedevi halkına benzerler. Cehalet ve gaflet kendilerine o derece hakim olmuştur ki, kendilerine verilen nimetlerin kadrini bilmedikleri gibi bu nimetlerin hakiki sahibine şükretmeyi ve O'na kulluk etmeyi de başaramazlar, işte bu gibi insanları Kur'ân, "kefûr" sıfatı ile nitelendirmektedir.
"Küfür", hem küfran-ı nimet ve hem de imanın zıddı olan küfür anlamında kullanılır.[310] Bu kelime Kur'ân-ı Kerim'de üç yerde geçmektedir.
"Muhakkak ki biz, bu Kur'an'da insanlara her türlü misali çeşitli şekillerde anlattık. Yine de insanların çoğu inkarcılıktan başkasını kabul etme? ler." »?[311]
Kendilerine, Kur'ân'da kesin delillerle dünya ve âhiret saadetini temin edecek her şey açıklandığı halde onlar, Hz. Muhammed (a.s) dan yerden bir su kaynağı fışkırtmasını, kendisinin bir hurma ve üzüm bahçesinin olmasını yahut altından bir evinin olmasını yahut göğe çikmasî gibi isteklerde bulunmuşlardır.[312] Bu onların koyu bir cehaletin içinde kıvranan çok nankör bir millet olduğunu gösterir. Mekke halkının, Kur'ân ve onu tebliğ eden Muhammed (s.a.v) gibi büyük bir nimetin kıymetini bilmemeleri neticesinde nankörlükle nitelendirilmeleri, aslında Kur'ân'a ve Muhammed (s.a.v) in risâletine karşı direnen ve lakayt davranan herkesi ve her topluluğu kapsamaktadır.
"...Ama zalimler, inkarcılıktan başkasını kabullenmezler."[313] Bu âyetin Arapça metninde geçen "küfür" kelimesinden hem nankörlük ve hem de imanın zıddı olan küfür anlaşılmaktadır. "Andolsun bunu, insanların öğüt almaları için, aralarında çeşitli şekillerde anlatmışızdır; ama onların çoğu ille nankörlük edip diretmişlerdir." [314] Bu âyetten önceki âyetlerde nimet çeşitlerinden olan gölge, insanm istirahatı için muazzam bir lütuf ve ihsan olan uyku, hayat kaynağı olan su, insanların menfaatına yaratılmış olan hayvanlardan bahsedilmektedir.[315]
Görüldüğü gibi âyette insan hayatı için gerekli olan bunca nimetler karşısında, insanların çoğunun nankör olduğuna işaret edilmektedir. Böylece bu âyette geçen "küfür" kelimesinin de nimete karşı nankörlük anlamında olduğu anlaşılmaktadır. [316]
Küffâr kelimesi imanın zıddı anlamında olan "kâfir" kelimesinin çoğulu olarak kullanılır. Çiftçilere de "küffâr" denilmiştir. Zira onlar, kâfirlerin, Allah Teâlâ'nm hakkını örtmesi gibi, tohumu toprağın içine gizlerler. Nitekim şu âyette bu manada kullanılmıştır.[317] ...Tıpkı bir yağmur gibidir ki, bitirdiği, ziraatçıların hoşuna gider..." [318]
Kalpteki inancı örten ve iman etmeyen manasına gelen "kâfir" kelime- « sinin çoğulu "küffâr" ve "kefere"gelir. Küffâr kelimesi, Kur'an-i Kerim'de 20 i yerde geçmektedir.[319] "Kfr" kökünden gelen bu kelime geçtiği yerlerde ekseriyetle imanın zıddı anlamında kullanılmıştır. [320]
kelimesi, kfr maddesinden gelmekte olup "fail" ismi faildir. Hakkı örten, gizleyen kişiye kâfir denir. Kâfir mutlak veznie
Allah'ın birliğini (vahdaniyetini) veya nübüvveti veya şeriatı veya birden inkar eden kimse olarak bilinir.[321]
"Kâfir"' imam olmayan kimseye verilen bir addır. Karanlığı ile her şeyi trüeü için geceye, tohumu toprakla örttüğü için ziraatçıya, kâfir denil-'stir Allah'ın nimetlerini örttüğü için inanmayan kimseye de kâfir denilmektedir.[322] Allah'ın nimetlerini inkar eden kişiye "raculün kâfinin" deniriz örtmek anlamından türetilmiştir.[323]Kâfir, kalbini küfürle Örten kimseye de denir.[324]
Daha önce belirttiğimiz gibi, İslam öncesi edebiyatının tetkik edilmesi halinde kelimenin semantik yapısının gerçek nüvesinin daha ziyade "nankörlük", yahut "minnet etmezlik" olduğu görülür. Kâfir, aslen şâkirin zıddı İdi. Kâfir, davranışında hiç bir şükür işareti taşımayan, taşımaya yanaşmayan kişidir. Kâfir kelimesi, inanan anlamındaki mü'mİn ve kendisini Allah'a teslim etmiş olan Müslüman sözcüklerinin karşıtı olarak sık sık görüldüğü cihetle, "Allah'a inancı olmayan" şeklinde bir anlam yüklenmiştir.[325]
Kâfir kelimesinin şümulü aslında geniştir. Sadece Allah'ı inkar eden veya Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük eden anlamıyla sınırlı değildir. Biraz önce de ifade ettiğimiz gibi, "Risâlet" müessesesini ve onun ihtiva ettiği ilâhî emir ve prensiplerden birini veya birkaçını kabul etmeyen veya beğenmeyen bu kavramın içine girmektedir.
"Kâfir" sözcüğü, tekil ve çoğulu ile birlikte Kıır'ân-ı kerim'de 134 yerde geçmektedir.[326] Kur'ân'da bu kelimenin bu kadar sık geçmesi, bunun önemini göstermektedir. Küfür kelimesini sadece "inançsız" anlamında ele ahr-sak, ilk mühim semantik öğe tümüyle kaybolmaktadır. Yani bu kelimenin, hem küfran-i nimet ve hem de imanın zıddı anlamını düşünerek tahlilini yapmalıyız. Çünkü nankörlük bazen kafirin sıfatı olurken kimi zamanda da nimete karşı nankörlük yapan herkesin sıfatı olmaktadır. [327]
İslam Öncesi edebiyatın tetkiki, "k f r" maddesinden gelen "kâfir" kelimesinin semantik yapısının gerçek nüvesinin hiç de " inanmamak" olmadığını, daha ziyade "nankörlük" yahut "minnet etmezlik" olduğunu göstermekte dir. "Kâfir" kelimesi Kur'an'da bir şeyi mutlak sahih kabul eden, yahut ina nan anlamındaki "mü'min" ve kendisini tamamiyle Allah'ın iradesine bı rakmiş anlamındaki "Müslüman" sözcükleri karşısında sık sık görüldüğü cihetle, "Allah'a inancı olmayan" şeklinde ikinci bir anlam yüklenmiştir. Birinci durumda "nankör"ün, ikinci durumda ise "inançsızın" karşılığı duru-mundadır. "Kâfır"i, yalnızca "inançsız" ile telife kalkıştığımızda onda, jl^ mühim ve aslî olan semantik öğe tümüyle kaybolmaktadır.[328]
insan için nasıl lütufkar fiillerden dolayı Allah'a şükran duymak dinî bir vazife ise, o şekilde Allah da insanın, elçisi vasıtasıyla iletmiş olduğu ilâhî çağrıya cevaben tekvâ sahibi bir mü'minin ifa ettiği iyi hizmetleri asİa "göz ardı etmemekte", onlara şükranla mukabele etmektedir.[329] Nitekim Kur'an'da şöyle buyuruİmaktadir:
"...Her kim gönüllü olarak bir iyilik yaparsa şüphesiz Allah kabul eder ve (yapılanı) hakkıyla bilir." (Bakara, 2/158)
Tanrı cephesindeki bu küfürden azadelik ilkesi, en görünür biçimi ile kendisini, Kıyamet Gününde cennet bahçelerinin ödül olarak bahşedüme-sinde gösterecektir.'[330]
"Bu durumda her kim mü'min olarak iyi davranışlar yaparsa onun çabasını görmezlikten gelmek olmaz. Zira biz onu yazmaktayız" (Enbiyâ, 21/94).
Izutsu bu âyeti şu şekilde yorumlamaktadır: Bu açıkça demektir ki, Allah hiçbir muttaki eylemi değersiz kılmayacak, bilakis bol bir karşılıkla karşılayacaktır. Bu forma indirgendiğinde hemen hemen yukarıda zikrettiğimiz bölüm acayipliğinden sıyrılır ve tamamıyla Kur'an'daki genel dönüş gidişatının bir cüzü halini alır. Bu alıntıyı, amacımız açısından özellikle ilginç ve önemli kıian şey, onun bu temel düşünüşü küfür açısından ifade etmesi ve o şekilde de küfrün esasının "nankörlükten" ibaret olduğu ve sözcüğün, aynı manada, Allah'ın mü'minlere karşı olan tutumu için dahi kullanılabileceği şeklindeki gerçeğe şahadet edişidir.[331]
Aşağıdaki âyetlerin Arapça metninde zikredilen küfür kelimeleri, açık bir şekilde şükrün ve minnettarlığın antitezi olarak görülmektedir. "Öyle İse siz beni (ibadetle)anın ki ben de sizi anayım. Bana şükredin; sakın banaj
nankörlük etmeyin."(Bakara,2/152) "Allah'ın nimetine nankörlükle karşılık'
iLinda kavimlerini helak yurduna sürükleyenleri görmedin14/28)
karşıt1 olan ve " k f r" maddesinden gelen "küfür" kelimesi, "ka-. -7Hk" ve "imansızlık" gibi iki temel anlamı taşımasından dolayı ka-, p^mektedir. Konum olarak iki anlamdan hangisinin kastedildiği - vurulmadığı takdirde, bu kökün anlaşılması konusunda ilk Müslü-ların zihninde oluşan bir istifhamın varlığına işaret eden ilginç bir hadis vardır.
Resûl-i Ekrem (s.a.v): "Bana (rüyamda) ateş (cehennem) gösterildi. Bir i ne göreyim! Sakinlerinin çoğu (dünyada) küfre düşmüş kadınlardı." Kendisine soruldu: Allah'a İnanmamışlar mıydı?' Peygamber (s.a.v): "Hayır, kocalarına ve yapılan iyiliklere karşı nankörlükte bulunmuşlardır. Şayet onlardan birine senelerce iyilikte bulunsan, daha sonra senden bir eksiklik eörse, 'senden asla hiçbir hayır (iyilik) görmedim' der buyurdu."[332]
Taatlara iman ismi verildiği gibi, masiyetlere de "küfür" ismi verilmiştir. Fakat bununla kişiyi dinden çıkaran küfür kastedilmemİştir. Masiyetlerin küfür olarak zikredilmesi, küfran-ı nimeti kastetmek üzere mecazendir. Yoksa inkar anlamındaki küfür değildir. Yukarıda hadiste geçen "kocalarına küfrederler" tabiri İle şu hadisin murat edilmesi ihtimal dahilindedir.[333] "insanlara teşekkür etmeyen, Allah'a da şükretmez."[334]
Bütün bunlardan anlıyoruz ki, küfür sadece imanın zıddı anlamında değildir. Bu sebeple "nankörlük" anlamında olan "küfür" kelimesini, sırf imanı açıdan değerlendirenleyiz. Şunu da belirtmek gerekir ki, "nankörlük" sadece inanmayanlara mahsus bir hareket ve davranış da değildir.
O halde mü'min olan kimselerde de bu ahlakî tavra pekala rastlamak mümkündür, diyebiliriz. Her halükarda şu kesindir ki, Kur'ân, k f r kökünü, bu iki farklı manada kullanmaktadır. Ne var ki bazen biz, bu ikisi arasında kesin bir ayırım hattı çekemem ekteyiz. îzutsu'nun belirttiği gibi bu ikisi, Kur'ân'î düşünüşte birbirlerine sıkı bir kavramsal bağ ile irtibatlı-[335]
"Ama onlar, kullarından bir kısmını, O'nun bir cüzü kıldılar. Gerçekten msan apaçık bir nankördür.[336]" (Zuhruf, 43/15 ). İnkar ve şirk, nankörlüğün en açığıdır. Allah hepsini yaratmış iken, sonra dönüp yaratıcıyı yaratılmıştan veya yaratığı, yaratıcıdan parça kılmak apaçık küfür ve nankörlüktür. [337]
Kenûd anûd vezninde, nimete karşı çok nankörlük eden kimseye denir. Çok kötüİeyen ve küfreden İnkarcı manasına da geldiği söylenmiştir. Bir şey bitirmeyen verimsiz araziye ve kocasının haklarını ve iyiliklerini inkar eden nankör karıya, yemeğini misafirden sakınarak yalnızca yiyen cimriye ve kazanmışa ücretini vermeyen kötüye, cimrilik eden pintiye, inadına isyan eden günahkara, kenûd denilir.[338]
"Kenûd kelimesi, kâfir anlamında da tefsir edilmiştir. Meveddete (sevgiye) karşı çok nankörlük eden (sevgisizlik gösteren) diye de mana verilmiştir.[339] Kenûd, kötülükleri sayıp döken, kendisine bahşedilen nimetleri ise unutan şahsa denir. Kenûd kelimesi, çok nankör anlamına geîen "kefûr" kelimesi ile de tefsir edilmiştir.[340]
Ibn Cerîr, Ebu Ümame (r.a) den şöyle bir hadis rivayet etmiştir. Resû-mllah (s.a.v): "Muhakkak insan Rabbi'ne karşı çok nankördür."[341] âyetini okumuş ve şöyle buyurmuştur: "însan öyle nankördür ki, yalnız başına yer, kölesini döver ve vergisini vermez."[342]
Babasından ayrılıp uzaklaşan ve babasına karşı nankörlük eden meşhur b'r adama "kenede" İsmi verilmiştir. Kelbî, "kenûd" kelimesinin "kenede" <Min.de, âsi, Benî Mâlik dilinde cimri, Mudar ve Rabia dilinde ise "kefûr" anlamına geldiğini söylemiştir[343]
Araplar, bir kimse bir kimsenin ikram ettiği nimeti inkar ettiği "kenede fülânün ni'mete fülânin" "Filan kimse, filan kimsenin iyiliği,, nankörlük etti, "fülânün kenûdün li ni'metillâhi" ve filan kimse Allah'ın w metine karşı çok nankördür" ifadesini kullanırlar.[344]
Kenûd, Kur'ân'da "kefûr" kelimesi ile aynı anlamda kullanılmaktadır Kök "k n d" dir ve anlamı, "nankörlük etmek, elde edilen herhangi bir menfaati kabule yan aşmam aktır." içinde kullanıldığı konum itibariyle kelime burada; insanın aşırı derecede nankör ve hırslı olması ve diğer insanlara Allah'tan aldığı güzel şeylerin küçük bir bölümünü bile çok görmesi şeklinde kullanılmıştır.[345]
"Şüphesiz insan, Rabbine karşı çok nankördür."(Âdiyât, 100/6). Yani, bir takım fertleri itibariyle insan cinsi, üzerindeki nimetin hakkını tanımaz, şükrünü eda etmez yahut gördüğü nimetlerini, ulaşmış olduğu feyizlerini hesaba almaz, O'na karşı görevini yapmaz, unutur da hep uğradığı [346]musibetleri ve müşkülleri anarak şikayet ve itiraz eder durur. [347]
Kanût) kelimesi, sabûr veznindedir. Hayırdan, Allah'ın rahmetinden ümidini kesen kimseye denir. Başına gelen bir sıkıntının savuşup gitmesinden ümitsiz olan kişi.
Kur'ân-ı Kerim de "kaneta" Çrû'4, ) isim ve filleriyîe birlikte altı yerde geçmektedir. Kanût olarak ise bir âyette "yeûs" kelimesi ile birlikte geçmektedir . "İnsan hayır istemekten usanmaz. Fakat kendisine bir kötülük dokunursa hemen ümitsizliğe düşer, üzülüverir." (Fussılet,41/49)
Görüldüğü gibi bir anahtar kelime olan "kanût", başka bir anahtar kelime olan "yeûs" ile birlikte bulunmaktadır. Kanût kelimesinde iki türlü mübalağa vardır. Birincisi, mübalağa için olan "feûl" vezninde olmasıdır. İkincisi tekrar yönündendir. "Kanût" kelimesi, lafız yönünden "yeûs" kelimesi ile zıt olsalar bile, mana cihetinden birdir ve "yeûs" kelimesinin tekrarı sayılır. Ye's, kalbin sıfatıdır. Kanût ise, ye's halinin yüzde ve insanın dış görünüşünde belli olmasıdır.
Yeûs, duanın icabetinden ümitsiz olan, kanût ise Rabbine karşı kötü zanda bulunan insan, yeûs, başa gelen musibet ve sıkıntıların gitmesinden ümidini kesen, kanût ise, bunların devam edeceği zannında bulunan kirnedilmiştir. Bu duruma göre mana yönünden bu iki kelime birse di)'e tetsu birine yakındır.[348]
rahmeîinden ümit kesmenin, imanın zıddı olan "küfürle" bağ-. âyetlerin ışığı altında daha iyi anlayabiliriz... "Sana gerçeği müjsajun ümitsizliğe düşenlerden olma dediler, (ibrahim) dedi ki; . . -n rahmetinden, sapıklardan başka kim ümit keser." (Hicr,15/55,56) * retlere göre, Allah'ın rahmetinden kâfirler ve zalimler ümitlerini keser-Mü'minler ise her halükarda Allah'a şükür ve hamd ederek ilâhî rah-rten Allah'ın lütuf ve ihsanından asla ümitlerini kesmezler. "De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin..!"[349] Allah'ın rahmetini ummak ve beklemek mü'minin vasfıdır. Şükran duygusu ile Rabbine bağlı olan mü'min, başına gelen sıkıntı ve zarardan dolayı asla ümidini yitirmez. Nankörlük bir yönüyle Allah'ın nimetini unutmanın bir tezahürüdür. Ümitsizliğe düşmek de, nankörlüğün bir sonucudur. "Kanût" kelimesi, "yeûs" kelimesi ile eş anlamlıdır. "Kanût" kelimesinin anlamdaş olduğu "yeûs" kelimesi, Hûd Sûresinin, 9. âyetinde nankör anlamına gelen "kefûr" kelimesi ile beraber bulunmaktadır. Dolayısıyla "kanût" kelimesinin de nankörlükle yakınlığı vardır diyebiliriz. [350]
Yeûs, sabûr vezninde bir sıfattır. Ümitsiz olan kimseye denir. Ye's yanın fethası, hemzenin sükûnu ile bir arzunun gerçekleşmesinden ümitsiz olmak anlamındadır. Ümidin (recânın) zıddı-dır. Bir nesneden ümidi kesmiş olmak manasına da gelir ki, kendi kalbinden o ümidi kesmek ve feragat eylemekten ibarettir.[351]
Yeûs" kelimesi, "feûl" veznindedir. Bir kimse bir şeyden ümidini kestiği zaman şöyle denilir: "yeise fülânün min keza" Bu ümit kesme fiili o kimsede bir sıfat halini alırsa o kişiye "yeûs" denir.[352]
Bu kelime, "yeise-yeyesü-ye'sen" kökünden dördüncü baptan gelmektedir. Bir şeyden ümitsiz olmak veya arzuyu kesmek anlamındadır, "yeise-yeyısü-ye'sen" şeklinde altıncı baptan da gelir. Fakat bu şaz ( kaide dışı) dır. Ümitsiz olan kimseye "raculün yeûsün" denir.[353]
Kur'an-ı Kerim'de bu kelime çeşitli kalıplarda 14 yerde geçmektedir.[354] ir yerde nankör anlamında olan "Kefûr" kelimesi ile bulunmaktadır. "Eğer kısana tarafımızdan bir rahmet (nimet) tattırır da sonra ondan çekip alırsak, tamamen ümitsiz ve nankör olur.[355] Bir yerde de "kanût" limesi iie birlikte gelmektedir. "İnsan hayır istemekten usanmaz. Fakat ken dişine bir kötülük dokunursa hemen ümitsizliğe düşer, üzülüverir."'» [356] iki âyetten de anlaşılacağı üzere "yeûs" kelimesinin nankörlükle yakın iliş. kişi vardır. Yukarıda belirttiğimiz gibi bu kelime, kimi yerde küfran-ı nimet ifade eden bir sözcük ile bulunurken, kimi yerde de imanın zıddı olan kelime grubu ile beraber bulunmaktadır. "...Ey İman edenler! Kendilerine Allah'ın gazap ettiği bir kavmi dost edinmeyin. Zira onlar, kâfirlerin kabirler-dekiierden (onların dirilmesinden) ümit kestikleri gibi âhiretten de ümit kesmişlerdir."[357] "...Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden ümit kesmez." (Yûsuf, 12/87)
insana bir sıkıntı, bir zarar, bir musibet dokunduğu zaman ümitsizliğe düşer. Allah'ın sıkıntıları giderecek, daralmış göğüslere nefes aldırıp ferahlatacak yardımından, lütuf ve rahmetinden ümidini keser. Kendisinden çekilip alınan nimetler gibi bir nimetin tekrar geriye dönmesinden şiddetli bir ümitsizlik içinde bulunur. Kur'ân bunu şu şekilde ifade eder: "İnsana nimet verdiğimiz zaman (bizden) yüz çevirip yan çizer; ona bir de zarar ve ziyan dokunacak olsa iyice karamsarlığa düşer."[358]
Bu âyette geçen "yeûs" kelimesi, nankörlüğün tam karşılığıdır. İnsan cinsine sıhhat ve zenginlik gibi şükrü gerektiren nimetler verildiğinde, şükür ve zikirden yüz çevirmekte, hastalık ve fakirlikle baş başa kaldığında ise, Allah'ın rahmetinden şiddetli bir şekilde ümidini kesmektedir.[359] Bütün bu izahların ışığında şiddetli karamsarlık, ümitsizlik nankör insanın sıfatı ve özelliğidir diyebiliriz.[360]
İnsanın rahatlıkta sevinçli, sıkıntıda üzüntülü oluşu, birinden diğerine süratli bir tarzda geçebilecek bir tabiatta yaratılışı, Kur'an'm insanı anlatırken üzerinde durduğu önemli konulardandır. [361]
Zalûm, nimetin şükrünü terk ederek, nimete karşı haksızlık (kusur) eden kimseye denir. Sıkıntı anında şikayet eden ve sabırsızlanan kişiye de "zalûm" denir. İnsan bezgin ve unutkanlık fıtratı üzerine yaratılmıştır. İnsan, bir nimeti elde edince, nimete karşı kusurda bulunur. Unutmasa bile nimetten İstifade esnasında bıkkınlık oluşur ve küfran-ı nimete drser.[362]
"Sabûr" vezninde ismi faildir. Zulüm ve işkence eden zalim[363] "Zalûm" cok zalim, zulme, haksızlığa cok meyyal, Allah'ın kims[364] 'aii h'ın kullarının hukukunu yüklendiği halde layıkıyla ifâ etmeyip kendine yazık eden kimsedir.'"
"Zulüm" zı harfinin zammesiyle bir nesneyi mahalline koyarak, husûsi mahallinin dışına koymaya denir ki, bu takdirde isimdir.
şeyj mahallinin (layık olduğu yerin) dışına koymaktır. "Zulüm" iaddesi zulmetten alınmıştır. Zulüm üç türlü olur. Birincisi, Ailah ile insan arasında olur. Bunun en büyüğü küfür, şirk ve nifaktır. İkincisi, zalim ile insanlar arasında olur. Üçüncüsü, zalim ile nefsi arasında olur. Sülâsl (üç harfli) baplardan gelen "zulüm" maddesi, nefse zulmetmek manasınadır. Zî (is ) harfinin fethasıyla "ez-Zalmü" kelimesi hakiki mastardır. Bir şeyi hususi mevkisinin dışına koymak anlamındadır. Örneğin: Adi ve ihsan yerine, bir insana zulüm ve işkence etmektir. Bir kimse bir kimseye zulüm yaptığında "zaleme, yezlimühû zalmen" denilir ve ikinci baptan gelir. Buna göre mana, bir kimsenin hakkına zulmetmek anlamındadır ki, hakkını men etmek suretiyle ya noksan vermek yahut malını gasp etmekten ibarettir.[365]
Yukarıda da belirttiğimiz gibi "zulüm" isimdir ve mastar yerine kaimdir. "Zâlim" ve "zalûm" şeklinde ismi fail olur. İbn Manzur'a göre zulmün asıl anlamı, haksızlık etmek (zulmetmek) ve haddi aşmaktır. Zulüm, doğru yoldan meyletmek manasına da gelir.[366]
"Zalûm" kelimesi, Kur'an'da iki yerde geçmektedir. "... Doğrusu insan çok zalim, çok nankördür."[367]
Allah Teâlâ insana her istediği nimetten vermiştir. İnsan bu nimetleri saymaya kalkışsa, bunu yapabilmesi mümkün değildir. İnsan bu nimetlerin şükrünü yerine getirmemek suretiyle zalim olmakta ve bu nimetlere karşı alabildiğine nankörlük ettiği için de "keffâr" (çok nankör) olarak anılmaktadır.
Bu âyette "zalûm" kelimesi "çok nankör" anlamına geien "keffâr" sözcüğü ile beraber gelmiş ve insan cinsinin özelliği olmuştur. İnsanın nankörlük özelliği ile "zalûm" vasfının beraberce zikredilmesi, bunların birbirlerine olan anlam yakınlığını ifade etmektedir. "Zalûm" kelimesi başka bir âyette cehûl" sözcüğü ile beraber zikredilmektedir."... Doğrusu o çok zalim, çok cahildir."[368]
ZLM kökü Kur'an'da önemli derecede rol oynamaktadır. Buntın Kur'an'ın en [369]mühim ve kayda değer sözcüklerinden biri olduğunu söyle mek mübalağa olmaz. Gerçekten bu kök, kitabın her sayfasında birçok farklı şekillerde karşımıza çıkmaktadır. [370]
Cehûl "sabûr vezninde bilmez, kaba ve terbiyesi kıt olan kimse anlamında ismi faildir. Çoğulu "Cühlün, cühülün, cühhelün, cühhâ-lün, cühelâü" şeklinde gelir. Bir şey hakkında bilgisi olmayan bir kimse için, "hüve câhilün minhü" denilir. Bu cehl (bilmemezlik), zemmedilen bir durum değildir. Bir şey bilmeyen kimseye "racülün câhilün" denilir. Racülün cehûlün" cümlesi de "cahil kimse" anlamındadır yani, "racülün câhilün" demektir. Cehl, ilmin zıddı anlamındadır. Cehalet ise, ilimsiz bir şeyi yapmaktır. Cehileşşey'e "cehlen ve cehâleten" şeklinde 4. baptan gelir. Bir şeyi bilmemek manasınadır.[371]
Yukarıda insanın menfi vasıfları bölümünde de açıkladığımız gibi, cehl, üç çeşittir. Birincisi, nefsin ilimden boş olması. İkincisi, hakikatin hilafına bir şeye inanmak. Üçüncüsü, yapılması gerekli olan bir şeyin zıddını yap-mak.[372] Şu âyeti buna misal verebiliriz: " ...O da: cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım, demişti."[373] Câhil, bazen kötü bîr anlamda anılır ki, ekseriyetle böyledir. Bazen de kötü anlamda zikredilmez. Şu âyeti buna örnek verebiliriz: "... Bilmeyen kimseler, iffetlerinden dolayı onları zengin zanne-[374]
Kur'an'da CHL mastarından çeşitli türevlerin yer aldığı bir takım âyetler vardır, "cahiliyye" olarak dört kez; Âl-i îmran Sûresinin 54, Mâide Sûresinin 50, Ahzab Sûresinin 33 ve Fetih Sûresinin 26. âyetlerinde görülür. Bizim maksadımız açısından en önemlisi şu âyet-i kerimedir. " O zaman i kar edenler, kalplerine taassubu, cahiliyye taassubunu yerleştirmişi[375]
İslam'ın görüşü açısından "cahiliyye", iyi ile kötüyü birbirinden ayırt ejf meyi bilmeyen, yaptıkları fena işler için asla af dilemeyen, hayra sağır, ger! çeğe dilsiz, ilâhî rehberliğe de kör olanları tanımlayan öylesine kör ve detli bir saplantıdır.[376]
Başka bir örnek daha verebiliriz: "Eğer biz onlara melekleri indirseydik, ölüler de onlarla konuşsaydı ve her şeyi toplayıp karşılarına getirsevdik, Allah dilemedikçe yine de inanacak değillerdi; fakat çokları bunu bilmezler.[377]
bunu takip eden örneklerde "câhil" özde inanç-inançsizlık konuİntilidir. Açıkça görüldüğü gibi, kelime burada, ruhî amacı itibariyrok Önemli açıdan putperest Araplarınki ile kesinlikle bağdaşmaz niojan yeni dine teslim olmayacak derecede mağrur ve küstah olanları latmaktadır. Tabi bu, Arap putperestliği açısından da, onların bu putperlifc ruhunun gerçek temsilcileri oİduklan ve her ne olursa olsun, gelefksel aşiret erdemlerine sarsılmaz sadakatlerini muhafaza edecekler de-[378]
"De ki: Ey cahiller! Bana Allah'tan başkasına kulluk etmemi mi emrediyorsunuz? (Resulüm) Şüphesiz sana da senden öncekilere de şöyle vahyo-lunmuştur ki: Andolsun (bilfarz) Allah'a ortak koşarsan, işlerin mutlaka boşa gider ve hüsranda kalanlardan olursun. Hayır! YaSnız Allah'a kulluk et ve şükredenlerden ol. [379]
Bu örnekte "câhil" kelimesi, putperestliğin çoktanrıcı adetlerine saplanıp kalmış, Allah'a ortak koşmakla yetinmeyip bir de başkalarına aynı şeyi yapmayı emredenleri tanıtmak için kullanılmıştır. Bu noktada, "câhil" in minnettarlık duyan anlamındaki "şâkir" in zıddı olduğu anlaşılmaktadır.[380]
Yukarıdaki açıklamalardan anlaşılacağı üzere, "C H L" kökünden türeyen "cehûl" kelimesi, nankörlük anlamındaki "keffâr" kelimesi ile birlikte bulunan "zaiûm" sözcüğü iie aynı âyette geçmekte ve insan cinsinin özelliğini belirtmektedir, (bkz. Ahzab, 23/72). Bu açıdan "cehûl" kelimesinin, nankörlükle ilgili ve irtibath olduğunu söyleyebiliriz. [381]
Hattar, mübalağa veznindedir. Gaddar (acımasız) ve çok hainlik eden kimseye denir. "Hatr" mastarından müştaktır. "Hatr" ise, ihanetin en kötüsüdür. Çok gaddarlık ve hainlik eden kimseye "Racülün hâtirun ve hattârun" denilir. "Hatr", gadr ve hilenin bir benzeridir "çok hainlik eden" anlamındadır. "Hattar, ahdi bozmak anlamına da gelir.[382]
"Hattar", sözünde durmayıp çok ahdini bozan, çok hain veya çok şiddetli bir şekilde sözünde durmayan kimseye denir.[383]
Araplar nezdinde " hatar" gadrin en çirkinidir. Amr b. Madîkerib'in şu sözü buna delildir: "Şayet sen Ebû Umeyr'i görürsen, elini ihanet ve gadir-'a (ahde vefasızlıkla) doldurmuş olursun." Mücahit, Hasan Basrî, îbn Zeyd v^ Dahhâk "hattar" kelimesini "gaddar" diye tefsir etmişlerdir.[384]
"Hatr, hutur", "kuûd" vezninde bir insanı aldatıp ona gadr ve zulüm İçmektir. En kötü ve çirkin bir şekilde gadr eylemek manasınadır. "Hatera hû hatran ve hatûran" şeklinde ikinci ve üçüncü baptan gelir. "El-hattâr e] hatır, el-hıttîr", devamlı şekilde İnsanlara hile, yaian ve doianla gadr ve zu lüm eden hilekar ve zalim kimseye denir.[385]
"Hattâr" kelimesi, Kur'an'da bir yerde geçmektedir. Bu kelimeden önce Allah'ın lütfü ile gemilerin denizde yüzmesi ve dağlar gibi dalgaların gemi-dekİleri kuşattığı zaman Allah'ın, onları karaya çıkararak kurtarması gibi nimetlerden bahsedilmekte ve bunda, çok sabreden, çok şükreden herkes için ibretler olduğu belirtilmektedir[386]
Daha sonra onlardan kimisinin orta yolu tuttuğu zikredilerek şöyle buyu rulmaktadır: "Bizim âyetlerimizi, ancak nankör hainler bilerek inkar ederler."[387] Daha önceki âyette (Lokman,31/31) zikredilen çok şükreden anlamındaki "şekûr" sözcüğünün hemen ardından çok nankör manasına gelen "kefûr" kelimesi ile "hattâr" kelimesinin aynı âyette bulunması ve nankör bîr insanın özelliğinin böyle bir ifade ile belirtilmesi, bu kelimenin nankörlükle ilintili olduğunu gösterir. Her ne kadar bu âyette geçen "kefûr" kelimesi imanın zıddı anlamında kullanılmış gibi görünse de, nimetlerin sayılmasından sonra gelmesi nankörİük anlamını çağrıştırmaktadır. Bu sebeple "hattâr" sözcüğünün "kefûr" kelimesi ile yakın alakasının olduğunu söyleyebiliriz. [388]
Havvân fe'âl vezninde hıyanet mastarından tedir.[389] Hıyanet", kitap vezninde, "el-hânetü, el-mehânetü şeklinde "mekâ-le" vezninde emanete gadr eylemek manasınadır. Bir şey emanet edilip ona saygılı davranılmadığmda, "hane yehûnühû havnen ve hıyâneten ve mehâ-neten" denilir. Hâin olan kimseye ise "recülün hainün ve hâinetün" denilir. Hâline kelimesindeki te'nis tâ (ö) sı mübalağa içindir. Sabûr "vezninde "ha-ûn" "şeddâd" vezninde olan "havvân" kelimeleri "hıyanet" mastarından ismi faildirler. "Hâin" lafzının çoğulu/'hâne, havane, huvvân" şeklinde gelir. Havvân ise, Cahiliyye devrindeki günlerin isimlerinden bir isimdir.'[390]
"Havvân" Allah'ın emanetlerine cok hainlik eden anlamına da selir.[391] Şu ayeti buna misal verebiliriz: "Ey iman edenler! Allah ve Resûl'üne hainlik et (sonra) bile bile kendi emanetlerinizi hainlik etmiş olursu-'[392]
ân" verdiği sözü yerine getirmeyen, anlaşmalara ve ahitlere karşı hainlik eden kimseye denir[393]
Kur'an'da bu kelime çeşitli türevleri ile 18 yerde geçmektedir.[394] Sadece . ercîe nankörlük anlamını ifade eden "kefûr" kelimesi ile beraber bulunktadır. "Allah; iman edenleri korur. Şu da muhakkak ki, Allah, hain ve ankör olan herkesi sevgisinden mahrum eder."(Hac, 22/38)
Bu âyetten önceki âyetlerde Allah'ın insanlara rızık olarak verdiği hayvanlardan, özellikle kurbanlıklardan, insanlar için gerçekten büyük faydalar ihtiva eden helal kılınmış hayvanlardan söz edilmektedir. Ayrıca, insanın hayatı için zarurî ve gerekli olan bu hayvanların, insanoğlunun hakîki Mün'ime şükretmesi için verüdiği Önemle vurgulandıktan sonra (bkz.Hac, 22/33-37), Allah'ın hâin ve nankör olan hiçbir kimseyi sevmeyeceği belirtilmekte ve nimeti verene karşı minnet duyup şükretmeyi bilmeyecek derecede kulluk görevinden uzak olan nankör kimsenin hâin olduğuna işaret edilmektedir. Âyette, çok nankör anlamına gelen "Kefûr" anahtar keümesi ile "havvân" sözcüğünün birlikte bulunması ve şükretmeyen, kıymet ve iyilik bilmeyen bir insanı vasıflandırmaları, bu iki kelimenin anlamdaş olduğunu gösterir. Başka bir ifade ile "hainlik" nankör insandan zuhur eder. Zeccac bu âyeti tefsir ederken şöyle der: "Kim hayvanı keserken Allah'tan başkasının adını anar ve kestiği kurbanı ile putlara yaklaşmayı İsterse, o kimse çok hain, çok nankördür.[395]Bu İzahtan anlaşıldığına göre, Allah'ın verdiği nimete başkasını ortak etmek, hakîkî Mün'imîn adını unutup, başkalarının namına hayvan kesmek, asıl sahibinin kendisi veya Allah'tan başka birinin olduğuna itikat etmek, hem hainlik ve hem de nankörlüktür. [396]
Anîd (.maJI) , emîr vezninde, hakkı bildiği halde zıddıni yapan kimseye denir. Küfr-i inâdî (inatçı küfür) bundandır. Anîd, devamlı yoldan sapan deve için de kullanılır. Çoğulu "rükka' " vezninde "unned" şeklinde gelir. Anîd" kelimesi, "unûd" mastarından gelir. Doğru yoldan sapmak manasına anedc ani't-tarîki yenidü unûden ve aneden" şeklinde birinci, ikinci ve uÇüncü baptan gelir. Hakkı bilerek reddedip karşı çıkan kimse için kullanılmıştır.[397]
Hakka karşı çıkan kimseye "raculün anîdün" denilir. Yolculukta
kimse bir kimseye muhalefet ederek karşı çıkar ve inatlaşırsa "l muânedeten ve İnâden" denilir. Haktan meyleden, hakkı kabul etmeyen v hakka boyun eğmeyen kimseye de"anîd" denilir.[398]
Anîd, hakkı kabul etmeyen ve hakka boyun eğmeyen zalime, azgın kim şeye denir.[399] tnatlaşan, muhalefet eden, nezdinde bulunanlarla övünen ve böbürlenen kimseye "anîd" denilmiştir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyur-maktadır: "haydi ikiniz her İnatçı kafiri, cehenneme atın." "Asla (ummasın)! Çünkü o, bizim ayetlerimize karşı alabildiğine inatçıdır."[400]
"Anîd" kelimesi, Kaf Sûresi 24. ayette "keffâr" kelimesi ile beraber bulunmaktadır. Keffâr kelimesinin, bulunduğu ayetteki terim anlamı, imanın zıddı olan "küfür" olduğu anlaşılmaktadır. Zaten en büyük nankörlük, küfür ve inançsızlık sahasında görülmektedir. Başka ayetlerde mesela: İbrahim Sûresi 34. ayette ise "keffâr" kelimesi nankörlük anlamını içermektedir. Müddessir Sûresinde kendisine geniş servet, göz önünde buİunan oğullar ve önüne serilen nimetler ihsan edilen ve buna rağmen hakkı kabul etmeyen şahıstan bahsedilmekte ve bu şahıs "anîd" olarak nitelendirilmektedir. Üstelik bu kişi bütün buniara rağmen nimetin artırılmasını istemektedir. Âyetin iniş sebebini ve söz konusu olan şahsı bir tarafa bırakırsak, zikredilen davranış ve tutumun nankörlükle doğrudan bağlantılı olduğunu anlamakta güçlük çekmeyiz ve "anîd" kelimesinin "Keffâr" sözcüğü ile anlam yakınlığı olduğunu ifade edebiliriz. [401]
Men', bir kimseyi bir nesneden savmak ve geri durdurmak manasınadır. "Mânİ1, menû', mennâ'" kelimeleri, ismi faildirler.
Nankörlük anlamına gelen kelimelerle bu kelimeyi ilişkilendirmemizin sebebi şudur: Kaf Sûresinin 24. Ayetinde çok nankör ve inatçı olan kimseden bahsedilmektedir. Akabinde bu nankör kimsenin iyiliğe çok çok mani olan mütecaviz ve şüpheci özelliği anlatılmaktadır. "Keffâr ve anîd" olan kişi, aynı zamanda hayra mani olan cimrilik özelliği ile de vasıflandırılmak-tadır. Bu açıdan "mennâ"' lafzının "nankör" anlamına gelen sözcüklerle irtibatlı olduğunu dolaylı yönden anlamaktayız. Mennâ' kelimesinin asıl kökü olan "menea" çeşitli varyantlarıyla Kur'an'da on yedi yerde geçmektedir. [402]
kelimesi, "esime, ye'semü, esemen, ismen, esâmen, me'secimim esimün, esîmün" kökünden gelir. "Ism" kelimesinin çoğulu ırı, asi'1 eelir. insanı sevaptan alıkoyan, geciktiren fiillere verilen isimdir. ' asam
r-nah işlemek, helal olmayan iş yapmak anlamındadır. "Esîm" ise günah leven kimseye denir. Günah yüklenen kimseye de "âsim" denir. Günah ünitesinden olduğu için yalana da "ism" adı verilmiştir.!
Ism, tab'an (fıtratan) ve şer'an kaçınılması gereken şeydir. "Esîm", mübalağa veznİndedir ve çok günahkar kişi için söylenir. Râzî, Bakara Sûresinin 76. âyetini tefsir ederken şu açıklamayı yapmaktadır: "Esîm", "fe-îlün" veznindedir, fail manasında olup günah işleyen kimseye denir. Aralıksız ve devamlı olarak günah işleyen kimse için mübalağa olarak ifade edilmiştir. Bu sıfat, ribanın haram oluşunu kabuî etmeyen kimse için uygun bir sıfattır ve bu takdirde böyle bir sıfatı haiz bir kimse, inkarcı bir kimse olmuş olur. Buna göre "keffâr" ribayı helal sayan kimseye; "esîm" ise ribanın haramlığına inanmakla birlikte böyle bir fiili yapan kimseye racidir.
inançsız olan bir kimse nasıl olurda "esîm" (çok günahkar) sıfatı ile nitelendirilir? Halbuki inançsızlık başlı başına bir suçtur, vebaldir-ve günahların en büyüğüdür gibi sorular akla gelebilir. Böyle bir soruya karşılık şu cevap verilebilir: "Esîm" inançla ilgili günahları işleyen kimseleri içine aldığı gibi, ahlakî günahları işleyenleri de içerir. "Esîm" in çok nankör anlamına gelen "Keffâr" ile aynı ayetin içinde birlikte bulunması (Bakara, 2/ 276), bu kelimenin nankörlükle alakalı olduğunu gösterir. Nankör insan, ister inanç yönünden olsun, isterse şükrün zıddı anlamında Küfrân-ı nimet açısından olsun, sağiık, sıhhat, servet, gibi benzeri nimetlerin asıl sahibinin kendisi olduğunu sanır. Bu açıdan malını, servetini ve en Önemlisi olan sağlık ve afiyetini ilahî irade doğrultusunda kullanmaz. Nefsânî ve şehevânî arzularını tatmin etmek arzusu ile bir bakıma mide ve şehvetinin kulu olmayı yeğler. Böyle bir karaktere sahip olan kişi günahlarında ısrarcı ve çok nankördür. Nitekim şu âyette buna işaret edilmektedir: "Allah küfürde ve günahta ısrar eden hiçbir kimseyi sevmez."(Bakara, 2/276)
EsînV'sÖzcüğünün, çok hain anlamına gelen "havvân" kelimesi ile beraber geldiğini görmekteyiz. "...Çünkü Allah, hainliği meslek edinmiş günahkarları sevmez."[403]
Buradaki havvân-i esim, hiyanet ve günah işleme fıtratını istila etmiş bozguncu ve terörist birini gösterir.[404] Havvân-ı esîm şeklinde mübalağalj gelmesi, Allah'ın kendilerinden bir defa ve o da yanılarak ve kasıtsız hiyanet ve günah sadır olan kimseyi değil, ama hıyanet ve günahı âdet haline getirenleri, devamlı surette sevmediğini belirtmek İçindir.[405]
Çok nankör anlamına gelen "kefûr" sözcüğünün, çok hain anlamına gelen "havvân" kelimesine (Hac,22/38) eşlik etmesi, "havvân" kelimesi Üe de "esim" kelimesinin yukarıda zikrettiğimiz ayette görüleceği üzere birlikte bulunmaları, "esîm" sözcüğünün nankörlükle yakınlığının bulunduğunu gösterir kanaatindeyiz. [406]
Cebbar, insana mahsus bir sıfat olup, kusurunu, hiç hak etmediği yüksek bir mertebe iddiasıyla gidermeye çalışan kimse için söylenir. Bu da ancak kınama yoluyla söylenir.[407] Şu ayetleri buna örnek verebiliriz: "...İşte Âd (kavmi). Rabbinin ayetlerini inkar ettiler; O'nun peygamberine asî oldular ve inatçı her zorbanın emrine uydular."[408]
(Peygamberler) fetih istediler (Aİlah da verdi). Her inatçı zorba da hüsrana uğradı."[409]
Cebbar kelimesi, Kur'an'da on yerde geçmektedir. Kimi yerde müstakil olarak bulunurken[410], kimi yerde yukarıda sunduğumuz ayetlerde olduğu gibi değişik sıfatlarla beraber bulunmaktadır.[411]
Cebbar kelimesi, bulunduğu her yerde mübalağa sığası iie gelmektedir. Cebbar Kelimesinin kök manasını incelediğimizde, kahhâr (Kaf,50/ 45; Haşr, 59/23); haksız yere öldüren (Şuarâ, 26/130; Kasas, 28/19); güç, kuvvet ve boy-bos bakımından üstün olan (Mâide, 5/22);[412] büyüklenen, tekebbür eden (Meryem, 19/14, 32; tbrahim,14/15) anlamlarına geldiğini görürüz.[413]
Allah Teâlâ'nın sıfatı olan "cebbar" kelimesi ise, istediği şeyleri yapmağa insanları zorlayan, nimetini bol bol akıtarak insanların İhtiyacını gideren anlamındadır.[414]
Cebbar kelimesi iki yerde (Hûd, 11/59; İbrahim, 14/15) "anîd" kelimesi ile birlikte bulunmaktadır. "Anîd" kelimesi, "çok nankör, çok inançsız" anlamındaki "keffâr" sözcüğü İle (Kaf, 50/24) bulunmasından hareketle, "cebr-nfsinin ek nankörlükte en azından anlamdaş olduğunu söylememkündür. Nankör bir kimsenin, kibir, gurur, büyiiklenme, zuiüm mi?. mL"'
-iftarla muttasıf olduğunu sırası geldikçe anlatacağız. O zaman görü-Vf'r ki, "cebbar" sıratını taşıyan bir kişinin bize, nankör bir kimseyi llacaktır anımsattığı anlaşılacaktır. [415]
"Esir" kelimesi, "esire, ye'şerü, eşeren, eşİrün, eşenin" şeklinde dördüncü baptan gelir. Eşer, şiddetli ve aşırı derecede neşeli olmak manasınadır ki, taşkınlık ve büyüklük taslamak anlamı ile tabir olunur.[416]
Esir, neşeden dolayı şımaran, kibirlenen, büyüklük taslayan kimseye de denir. Söylediğine aldırış etmeyen kimseye "kezzâbun eşİr" denilir.[417]
Eşer, şımarmak anlamına gelen "batar" kelimesinden daha şiddetli bir anlama sahiptir. Yani çok şımarmak anlamındadır. Neşelenmek, şımarmak anlamındaki "batar" ise, sevinip böbürlenmek anlamını ifade eden "ferah" sözcüğünden daha şiddetlidir. Eşer, aşırı şımarıkhlığı ifade eder. Kur'an'da bazen zem, bazen medih şeklinde gelen "ferah" (Kasas, 28/76; Yûnus, 10/58) kelimesinden farklı olup, heva ve hevesin durumuna göre meydana gelen sevinç "eşer" olurken, akim hükmüne göre ortaya çıkan sevinç, "ferah" olmaktadır.[418]
Şımaran kimseye "betırun" dendiği gibi, çok şımaran kimseye de "eşi-run" denilir.[419] "Eşer", nimetten dolayı neşelenmek ve sevinmek, nimeti kibirlenerek ve büyüklenerek karşılamak ve şükrünü yerine getirmeyerek nankörlükte bulunmaktır. Şimararak sevinmek ve nimeti İnkar etmek zemmedilmiş ve yasaklanmıştır. Mutlak manada ferah ise böyle değildir.[420]
Semûd kavminin Salih (a.s)'a gelen iiâhî vahyi reddederken kullandıkları ifadeyi, Kur'an şöyle haber vermektedir: "Vahiy aramızda ona mı verildi? Hayır o, yalancı ve şımarığın biridir" dediler.[421] "Aramızda vahiy, nübüvvet ona mı tahsis edildi? Halbuki içimizde buna ondan daha layık kimse vardır" diyerek onun peygamberliğine itiraz ettiler ve onu yalancılık ve Şımarıklıkla suçladılar. Böyle bir Peygamberin kıymetini takdir edemiyerek nankörlükte bulundular. Allah da onlara cevaben şöyle buyurdu: " Yarın onlar, yalancı ve şımarığın kim olduğunu bileceklerdir."[422] Konumuza ışık tutması açısından şu hadisi misal verebilirz.
Muhammed'in nefsini yed-i kudretinde tutan Allah'a yemin ederim ki, ümmetimden bazı insanlar, kibirlenerek, şımararak, oyun ve eğlenceye Ha larak geceleyecekler, ipek elbiseler giymeleri, faiz yemeleri, şarap içmeleri şarkıcı kadınların şarkılarını ve haramları helal saymaları sebebiyle de may. mun ve domuz olacaklardır.."[423]
Bu hadis ve yukarıda zikrettiğimiz ayetlerden anlaşılıyor ki, çok şımarık anlamına gelen "esir" kelimesinin nankörlükle anlam alakası vardır. Zira nankör kimse, hadiste de belirtildiği üzere, günaha dalmaktan ve haramla-rı işlemekten sakınmaz, helal ve haram tanımaz, ayrıca lükse, konfora ve zevklerine de çok düşkündür. Bu açıdan biz, esir kelimesinin muhtevasını göz önünde bulundurarak nankörlükle irtibatlandırmayı uygun gördük. [424]
Fehûr, sabûr vezninde mübalağa sığasıdır. Çok iftihar edici demektir. Övünme, böbürlenme ve büyüklenmeye müsait bir yaradılışta olan insana denir. Memeleri büyük ve sütü az olan deveye "nâkatün fehûrun koyuna "şâtün fehûrun", yumru olup delikleri dar ve sütü az olan memeye "dar'un fehûrun", dallan ve budakları kaim olan hurma ağacına "nahletün fehûrun" denilir.[425]
Fahr, mal, makam vs. gibi insanın dışındaki eşyalarla övünmek, böbürlenmek, büyüklük taslamak anlamındadır. Çokluk ifade etmek üzere "racü-lün fâhirun , fehûrun, fehîrun" denilir ki, çok böbürlenen kişi demektir.[426] Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "... Muhakkak ki Allah, kendini beğenmiş övünüp duran kimseleri asla sevmez."[427]
Fahr ve fahar, çeşitli meziyetlerle övünmek, iftihar etmek ve geçmişteki-İeri sayıp dökmektir. Bu kelime, "Fehara, yefharu, fehran, ve fahratan, fe hü-ve fahirun ve fehûrun" şeklinde üçüncü baptan gelir. Fehûr, mütekebbir anlamına da gelir. Fahr, büyüklük, kibir ve şeref iddiasında bulunmaktır. Peygamberimiz bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır: "Ben Âdem oğlunun efendisiyim. Bundan dolayı da kibirlenmem, büyüklenmem, övünmem."[428] Hadiste "fahr" kelimesi geçmektedir. "Bunu övünmek için söylemiyorum. Fakat bunu Allah'a şükretmek ve O'nun nimetini anmak maksadıyla söylüyorum" [429] anlamındadır.
Fehûr, Allah'ın kendisine ihsan ettiği nimetler, lütuf ve ihsan sebebiyle Allah'ın kullarına karşı övünen, böbürlenen, Allah'ın kendisine verdiği güç ve imkana hamdetmeyen ve fakat başkasına karşı büyüklük taslayan müftehir kimskimsedir. Mücahid, "Allah, kendisini beğenmiş övünüp duran asla sevmez." (Lokman, 65/18) ayetindeki "fehûr" kelimesini, "Al-A\e.i nimetleri sayar durur. Ama Allah'a şükretmez" diye tefsir et-[430]
hûr kelimesi, çeşitli menkıbelerini, üstünlüklerini sayarak insanlara - Kikte yarışmak, Allah'ın kendisine tattırdığı nimetler sebebiyle insankarşı büyüklenmek, nimetin şükrünü yapmamak ve hakkını yerine gememek suretiyle övünme şeklinde de izah edilmiştir. [431]
Kur'an'da bu kelime değişik şekillerde beş yerde geçmektedir. Üç yerde kibirlenme anlamında olan "muhtâî" sö7.cüğü İle bulunmaktadır [432] Kibirlilik, nankör insanın vasfıdır. Nezdinde bulunan nimetlerin asıl sahibini unutur da, nimetleri kendi becerisi, çalışması ve zekası ile elde ettiğini sanır. Böyle bir duygu ile kendinde üstünlük ve şeref görür. "Fehûr" kelimesinin böyle bir kelimeye eşlik etmesi de, nankör kimsenin böyle bir sıfatla muttasıf olduğunu gösterir. "Fehûr" kelimesi, iki yerde de aynı anlamdadır. (Hûd,ll/10; Hadîd,57/20)
Hûd Sûresinin 9.ayetinde, Allah tarafından tattırılan nimet, yine Allah tarafından çekilip alındığında, insanın tamamen ümitsiz ve nankör olduğu belirtilmektedir, insanın bu nankörlük sıfatı "kefûr" kelimesi ile anlatılmaktadır. 10. Ayette ise, kendisine dokunan bir sıkıntıdan sonra bir nimet tattırılınca , insanın "kötülükler benden gitti" diyerek şımardığı ve çok kibirlendiği beyan edilmekte ve insanın bu yönü "fehûr" kelimesi ile ifade edilmektedir. Bir Önceki ayette karakteri vurgulanan nankör insanın, sonraki ayette de başka bir Özelliği anlatılmaktadır. O halde "fehûr" kelimesinin anlamsal açıdan, çok nankör anlamına gelen "kefûr'1 sözcüğü ile yakm alakasının olduğunu söyleyebiliriz. [433]
Şükür, nimeti tasavvur etmek ve açığa çıkarmaktır. Bunun zıddı küfürdür kı o da, nimeti unutmak ve setretmekten ibarettir. Şükür sözcüğü, r arı'da sık rastlanan bir kavramdır. Ş K R kökünden türeyen bu kelime, Çeşitli şekillerde yaklaşık olarak Kur'an'da 74 defa geçmektedir.[434] Şükür, "sanı bilip neşreylemek, yani, muhsin ve mün'imin lütfettiği nimet ve ihsanın kadir ve kıymetini bilip insanlara anlatmak, onları irşad eyW, mün'imi medh etmek ve yüceltmekten İbarettir. Nankörlüğün zıddıdırio-'
Şükür, saygı iie ve nefsi o yola alıştırmak suretiyle, nimeti verenin nim tini itiraf etmek demektir. Kur'an, "..Eğer Şükrederseniz, elbette size (nm, timi) artıracağım..." (ibrahim, 14/7), "...Allah, şükredenleri mükafatland racakür." (Âl-i İmran, 3/144), "Hayır! Yalnız Allah'a kulluk et ve şükreden lerden ol." (Zümer, 39/66) gibi âyetler gösteriyor kİ: Yaratıcı olan RaK man'm kullarından istediği en önemli iş, şükürdür. Kur'ân-Hakîm de gayet ehemmiyetle şükre davet etmekte ve şükür etmemeyi, nimetleri tekzib yp inkar suretinde gösterip, "O halde Rabbİnizin nimetlerinden hangisini ya. lanlayabilirsiniz?" {Rahman, 55/13, 16, vb) fermaniyle Rahman Sûresinde şiddetli ve dehşetli bir surette otuzbir defa bu âyetle tehdit ediyor, şükür-süzlüğün bir tekzib ve inkar olduğunu gösteriyor.
Evet, Kur'ân-i Hakîm, nasılki şükrü, yaratılışın neticesi gösteriyor. Büyük bir Kur'ân olan şu kainat dahi gösteriyor ki, âlemin yaratılış neticesinin en mühimmi şükürdür. Çünkü kâinata dikkat edilse görürüz ki, kâinatın teşkilatı şükrü üretecek bir surette her bir şey, bir derece şükre bakar ve ona müteveccih olur. Güya şu yaratılış ağacının en mühim meyvesi şükürdür. Şu kâinat fabrikasının çıkardığı mahsulatın en âlâsı şükürdür.
Minnettarlık, şükür ve takva, insanın Allah'ın ayetlerine karşı yerli yerinde iki tepki türünün adıdır. "Minnettarlığın" tüm İslamî ahlak sistemi içinde işgal ettiği yer kayda değerdir. Gerçekten, mühim bir mana da, İslam'da şükür, "İman" için bir başka isimdir. Her şeyden önce şükrün Kur'an görüşüne göre özde ve temelde nasıl küfre zıt olduğunu şu örnekler göstermektedir. "...(Süleyman) onu (melikenin tahtını) yanıbaşma yerleşmiş olarak görünce: Bu, dedi: şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak üzere Rabbimin (gösterdiği) lütfundandır. Şükreden, ancak kendisi için şükretmiş olur, nankörlük edene gelince, o bilsin ki, Rabbimin hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, çok kerem sahibidir." [435]
Şirk, ya da Allah'a ortak koşmanın, nankörlüğün en simgesel tezahürü olarak küfrün yerine ikame olunduğunu ve şükrün karşıtı konumunda bulunduğunu söyleyen İzutsu, şu ayeti misal olarak sunmaktadır. "Deki: "karanın ve denizin karanlıklarından sîzi kîm kurtarır ki? (o zaman) O'na gizli gizli yalvararak "Eğer bizi bundan kurtarırsan andolsun şükredenler-den olacağız" diye dua edersiniz. De ki: Ondan ve bütün sıkıntılardan siz'
Sonra siz yine O'na ortak koşarsınız."avetleri vardır ki bunlar, insanların zihinlerinde derin bir hissi uyandırmak içindir. Kur ân, durmak ve dinlenmek bil-
Allah'ın insanlara yaptığı iyilikleri vurgular. Kendisine bahşedilen [436] crerli ikramlar karşılığında, insandan beklenen ise, Allah'a karşı derin bir şükran beslemesidir.
"O (Allah) ki, yarattığı her şeyi güzel yapmış ve ilk başta insanı çamur-ratmıştır. Sonra onu tamamlayıp şekillendirmiş, ona kendi ruhun-A üflemiştir. Ve sizin için kulaklar, gözler, kalpler yaratmıştır. Ne kadar az şükrediyorsunuz."[437]
"Şayet nankörlük ederseniz, Allah size muhtaç değildir. Bununla beraber O, kullarının küfrüne razı olmaz. Eğer şükrederseniz sizden bunu kabul eder." [438]
"Hatırlayın ki Rabbiniz size: Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi)
artıracağım ve eğer nankörlük ederseniz hiçşüphesiz azabım çok şiddetlidir! diye bildirmişti."[439] "Öyle ise siz beni (ibadetle) anın ki ben de sizi anayım. Bana şükredin; sakın bana nankörlük etmeyin.! [440]
Yukarıda sunduğumuz ayetler ve benzerleri gibi birçok ayette, şükür kelimesinin, ya aynı ayette veya öncesinde veya sonrasında "küfür" kelimesi ile irtibatlı olduğu ve zıt anlamda bulunduğu görülür. Öyle ki, birinin bittiği veya başladığı yerde öbürünün varlığı söz konusudur. Yani kısacası, şükrün olmadığı yerde nankörlük hakimdir.
Gece ve güdüzün birbiri ardınca gelişi (bkz. Kasas, 28/73), ölü toprağı diriltmek için Allah'ın yağmur bulutları göndermesi ve gemileri yüzdürmesi (bkz. Câsiye, 45/5, 12; Lokman,31/31, Vakıa, 56/69-70), zenginlik olarak insanlara verdiği sürüler (bkz. Yâsîn, 36/71-73) ve kısacası bu dünyada insan varlığının devamına ve muhafazasına şu ya da bu şekilde katkıda bulunan her şey. Kur'an, bu ilâhî kerem ayetlerine sürekli olarak döner ve Örneklerin çok büyük bir kısmında söz, insanın her zaman kadirbilmez olduğu şikayeti ile sona erer.[441] Şu ayetleri buna misal verebiliriz:
Allah insanlara karşı lütuf sahibidir. Fakat onların çoğu şükretmez-ler." (Yûnus, 10/60)."... Kullarımdan şükreden azdır." (Sebe1, 34/13).
Aşağıdaki alıntı, Allah'ın, insana bahşetmiş olduğu her şey karşılığında, nun kendisine minnet duymasının muhakkak beklediğini açıkça ortaya oymaktadır. Nimetlerin neler olduğunu teker teker sıralayarak anlatmakta, onların hepsini insana, belki hamdeder diye bahşetmiş olduğunu ifac[ etmekte, ama ne var ki, insanın, Allah'ın ihsanını, göz göre göre inkara sar tığını açıklamakta ve nihayet "insanların ekserisinin kafir olduğu" hükmü nü belirtmektedir.[442]
"Siz, hiçbir şey bilmezken Allah, sizi analarınızın karnından çıkardı-şükredesiniz diye size kulaklar, gözler ve kalpler verdi." (NahI, 16/ 78)
Bu ayetten sonra gelen ayetlerde Allah Teâlâ'mn insanlara verdiği çeşit, li nimetler sayılmakta ve bu nimetlerde inanan bir topluluk için ibretlerin bulunduğu belirtilmektedir. Ayrıca bu nimetlerin müslüman olmak için tamamlandığına işaret edilmektedir. Bütün bunlara rağmen ilâhî tebligatı kabul etmeyenlerin çoğunun kafir olduğu vurgulanmaktadır. "Onlar Allah'ın "nimetini bilirler (itiraf ederler). Sonra da onu inkar ederler. Onların çoğu kafirdir."[443] Görüldüğü gibi burada "küfür" imanın zıddı gibi görünse de nimetlerin zikrinden sonra geldiği için nankörlük anlamını içermektedir.
Şükrün çeşitli kalıpları olan "şekere, yeşkürü, şükren, şâkirun, şekûrün, şükûrün, meşkûrun" gibi kelimelerin, nimetlerin zikredildiği yerlerde bulunarak insanın şükre davet edilmesi, "kefûr, küfür, keffâr, küffâr" gibi nankörlük ifade eden terimlerle bunun zıt anlamda olduğunu gösterir.
Allah, insana çeşitli imkanlar vermiş ve sayısız nimetlerle onu donatmıştır. Bu imkan ve nimetleri yerli yerinde kullanırsa şükretmiş ve Allah'ın sevgisini kazanmış, isyan ve kötü yollarda kullanırsa nankörlük etmiş ve Allah'ın gadabma uğramış olur. Her itaat eden, bu uğurda harcadığı nimetler nisbetinde Allah'a şükretmiş veya meşru olmayan yollarda nimetleri sarf eden her isyankar ise, nankörlük etmiş olur. Birbirine zıt olan şükür ile nankörlük, birbirinin aynası durmunda olup bir birliktelik oluştururlar. Nankör insan şükürsüz, şükürsüz İnsan da nankördür. Birinin varlığı diğerinin varlığını ispat eder. İnsan fıtratında var olan nankörlük duygusunu eğiterek ve itidal sınırına çekerek şükreden bir insan olabilmeyi sağlamak, Kur'an'in hedefidir. [444]
Kanaat kelimesi, "semaha" vezninde, "...Onların geçimlerini biz paylaştırdık..." (Zuhruf, 32) matbahında (mutfağında) tayin olunan kısmete razı olmak manasınadır. Bir kimse, kendisine verilene razı olup da fazlasını istemediği zaman "kania, yekneu, kanaaten" denilir ve dördüncü elİr. Kanaatkar adama ve kadına "racülün kâniun ve kaniim ve tun kaniun ve kaııîatün" denilir. "Kani" kelimesi, dilenci kimse anla-ia gelir. Arapçada bir kimse dilenip istediğinde, "kanea, yekneu, kudenilir ve üçüncü baptan gelir. İffetli ve nezih bir kimseye de "kani'1 lir Kanaat kelimesi, bir kimseye boyun eğmek anlamında da kullanıl-[445]
Kur'an'da kanaat mastarından gelen "kani' " kelimesi şu ayette geçmek-dir "...İhtiyacını gizleyen ve gizlemeyen fakirlere yedirin." [446] Ebû Ubey-,e (210/^25) şöyle der: "el-kâni1, topluluğun içinde bulunupta, onların lü-tufta bulunmalarını talep eden ve onların bağış ve atiyyelerini isteyen kimsedir." Ferrâ (207/822) "kani' kelimesinin ikinci manası, kanaatkarlığından dolayı istemeyen kimsedir", demektedir. Yine Ebu Ubeyde'ye göre, doğruya en yakın olanı şudur: "kani'", istemeksizin ve asılmaksızm kendisine verilene razı olan kimsedir.[447]
Bu hususta şu hadisleri sunabiliriz: "Kanaat bitmez tükenmez bir hazinedir."[448]
"Şüpheli şeylerden sakın ki, insanların en âbidi olasın. Kanaatkar ol ki, insanların en şükredeni olasın..." [449]
"...Haramlardan kaçın ki, insanların en âbidi olasın. Allah'ın sana verdir-ğine razı ol ki, insanların en zengini olasın." [450] "Zenginlik mal çokluğundan ibaret değildir. (Hakiki) zenginlik, gönül zenginliğidir."[451]
Hakiki zenginlik, mal çokluğundan ibaret değildir. Hakikî zenginlik, gönül zenginliği, yani dünyaya tamah etmemektir. Bir çok mal sahipleri vardır ki, gönülleri fakirdir. Çünkü ellerindeki malı ziyadeleştirmek için geceyi gündüze katarlar. Böyleleri bir türlü mala doyamadıkları için manen fakirdirler. Çünkü gani ve kanaatkar olan kimse ise, Allah'ın takdirine razıdır. O, Allah'ın ihsan hazinelerinin sarfetmekle tükenmeyeceğini bildiği için, fazla kazanmaya hırs ve tamah göstermez. Daima gözü toktur. İşte hakiki zenginlik budur.[452] '
Nankör insan mala, mülke, servete doymaz. Kanaatsizlik onun ruhuna işlemiştir. Rabbisi kendisine ikram ettiğinde "Rabbim bana ikram etti" diyerek sevinir durur. Ama onun rızkını, maişetini daralttığı zaman ise "Rab-bim beni önemsemedi" diye söylenip durur. Cimridir, yetime ikram etmez, yoksulu yedirmeye teşvikte bulunmaz, haram helal demeden mirası yer,malı asın biçimde sever.[453] Şükretmek, aza kanaat etmek onun hf.- u
saö'rıda kitabında yer almaz. Durmadan malının artmasını arzu eder.[454]
Bayezîd (ö. 234/848 veya 261/874)'e ulaştığın mertebeye ne ile e ' diye sorulmuş, o da "bütün dünyevî sebep ve vasıtaları topladım bı kanaat ipiyle bağladım, sıdk mancınığına koydum, ümitsizlik denizin tim ve istirahat ettim", demiştir.[455]
Ebu Bekr Kettânî (ö. 322/933), "hırsı satarak onun parası ile kanaat tın alan izzet ve mürüvvetle zafere ulaşır" demiştir.[456]
Bütün bu İzahlardan anlaşılıyor ki, kanaat, göz tokluğu, elinde olanla ik tifa etmek, hırs ve tamah gibi insanın keremini zedeleyen hastalıklardan be ri olmak ve başkalarının elindekilere göz dikmemektir. Kanaatsizlik, ar gözlülük, fazla kazanma hırsı, fert ve toplumun ahengini, birliğini, dirliğini bozan, İnsanlar arasındaki sevgi ve ülfeti öldüren en Önemli bir hastalıktır Nankörlük, şükürsüzlük ve kanaatsizlik bir toplumda hakim ise, o toplum için başka bir düşmana ihtiyaç yoktur. Menfaatlerin at başı gittiği toplumlarda huzur, güven ve adaletten söz edilemez. Bunları hazırlayan en önemli etken de kanaatimizce, nankörlüğün bir sebebi olan kanaatsizliktir. Kanaatsizlik, nankörlüğün oluşmasında birinci derecede rol oynar. Kanaatsizlikte bir bakıma, Allah'ın verdiği nimetlere ve taksimata razı olmamak gibi bir baş kaldırma hareketi yatar. [457]
Sabır kelimesi "cebr" vezninde olup, bir kimseyi bir nesneden alıkoymak manasınadır. "Sabera, yasbİru, sabran" şeklinde ikinci baptan gelir. Bir kimse bir kimseyi, bir şeyden alıkoyduğunda "sebera fülânen anhu sabran" denilir. Sabır kelimesi, cezi' kelimesinin zıddı anlamındadır ki, bir insana bir musibet ve bela geldiğinde telaş ve feryat etmeden ve muzdarip olmadan, bunların savuşmasını bekleyerek sükun ve tehammu ile katlanmaktan ibarettir.[458]
Sabır, şeriatın ve akim gerekli kıldığı şeylere karşı nefsi tutmak ania na gelir. Sabır kelimesi umumi bir lafızdır. Musibetlere karşı nefsi tutm y sabır adı verilir. Zıddı ise sabırsızlıktır. Savaşta nefsi tutarak sebat ettir ye cesaret denir. Bunun zıddı korkaklıktır. Sıkıntı ve bunalımlara karşı si sebat ettirmeye ise, gönlü geniş tutmak, geniş olmak denir. Bütün ıa Allah Teâlâ sabır adını vermiştir.[459] Şu âyetleri buna misal ver stalık ve savaş zamanlarında sabreder..." (Bakara, 2/177).
eeienlere sabrederler." (Hac, 22/35). "...Başlaba^na gelen olaylara karşı sabırsızlık göstermeyen, fer-Musibet mülehammil olarak davranan kimseye "sâbir, sabır, acıya katlanmak, onu geçirmek için dayanmak ve karşı koymaktırf rahm, her başarının anahtarıdır. Baştaki darlığın, sıkıntının geç'n Allah'ı" yardımını celbedecek sebeplerin birincisidir. Sabırsız ,. [460] her zaman darlık içindedirler. Onların, dünyaya ait olaylara hiç dadılıkları yoktur. Her şey ister, her şeyden rahatsız olurlar. Genişlik zamda eldeki nimetin kıymetini bilmezler, gözleri daima başkasmdadır-lar Halbuki, dünyada değişmeyen, tahavvül etmeyen hiçbir şey yoktur. Bundan dolayı, bir darlığa düşmüş olanlar, Allah'a kalbini bağlayarak, bunun da Allah'ın izniyle geçeceğine iman eder ve Allah'ın yardımını, mutluluk ve ferah gününü temiz kalp ve olgun iman içinde beklerlerse, sonuç kurtuluş olur.[461]
Sabır, her başarının başıdır. İmandan sonra takip edilecek yolun başı sabır, ahlakın başı sabır, ilmin başı sabır, amelin başı sabır, kısacası varlık âlemini tanımanın başı sabırdır. Sabırsızlık, ivmek ve bir anda her şeyi istemektir. Halbuki yaratıklar, zamana bağlı olup, terbiye kanununa tabidirler, zaman ise peşpeşe gitmek, yavaş yavaş olmak demektir. Bunun için yaratıkların tam başarıya ulaşmaları derece derece bir silsile takip eder. Bu da sa-bıra bağlıdır. Her şeyi bir anda istemek, hiçbir şey istememektir. Hatta yaşamak sabretmektir.[462]
İtidali muhafaza", "kolayca vazgeçmeme", ya da "tehammüî gösterme" emek olan sabır, Cahiliyye" zamanında çöl koşullarında mütemayiz bir fa-zı et, cesaretin bir kısmı veya daha doğrusu onun zarurî bir öğesi idi.[463]
emantık açıdan kelime, başlarına gelene itidal ile dayanıklılık göstere- ve kolaylıkla öfkeye kapılıp şiddete başvuranların özelliği demek ceze a nın tam zıddıdır. Bu, sabrın; ruhen belalar ve acılar karşısında faraza ve her türlü zorluğun orta yerinde kişinin, davasının bay yapmakta sebat etmesi için gerekli güce sahip olması anlamını
^'ğ-rn ima etmektedir.[464]
k°lav! w 'SaVaŞ alanmda> savaşçının cesaretini yansıtan bir fazilet olduğu 'ütecektir diyen İzutsu, sabır erdemi olmaksızın cesaret olamayacağını, İslam'ın bu eski göçebe faziletini de, ona belirli bir dini istikamet-vermek suretiyle kendisinin en belli başli erdemlerinden birine dönüştür-' düğünü ifade etmektedir.[465]
Mü'minlerin katlanmak zorunda oldukları acılar, hiçbir zaman bedenî ıstıraplarla sınırlı olmadığını belirten Izutsu, kafirlerin alay edişi, hakir görüşü şeklinde ortaya çıkabilir. Bu anlamda tekzip v; kafirlerin bir niteliği olarak gördüğümüz o taciz edici tepeden bakış, mü'minlerin basma bela olan ve şehadet ruhuna davet eden pek çok musibetten sayılır, demektedir, Görülüyorki sabır, Allah'a beslenen hakiki inanışın ve imanın esaslı bir cephesini yansıtır özelliktedir. Sabır, inanışın o özel cephesidir ki, inanç bunu olmayacak durumlarda bulunduğu zaman göstermektedir. Sabır, bilhassa düşmanın bitmek bilmeyen taarruzları karşısında gerçek inançta sebat etmek yolundaki bu bükülmez kararlılığa atıfta bulunmaktır.[466]
Sabırda asıl olan, sıkıntı ve musibetin başa gelmesi anında ilk planda te-hammül göstermektir. Anlamını sunacağımız şu hadis buna işaret etmektedir. "Sabır, ancak (musibetin) ilk başa geldiği anda yapılan tehammül-dür."[467] Asıl sabır, başa bela geldiği anda tehammül göstererek sükûn ve sükutla karşılamaktır. Zira bela gelip geçtikten sonra sükûnete varmak çoğunlukla sabır değil, teselli olur. Belanın geldiği anda kalp anî sarsıntı geçirir ki, o anda kadere razı olarak sükûneti muhafaza etmek, sabırdan başka bir şey değildir.[468]
Sabrın çeşitli kısımları vardır: Kulun iradesiyle kazandığı şeylere gösterdiği sabır, iradesi dışında olan şeylere gösterdiği sabır, Allah Teâlâ'nın emrini yerine getirmede ve yasakladığından uzak kalmada göstediğı sabır. Kulun iradesi dahilinde olmayan şeylere gösterdiği sabır, kulun kendisi ile ilgili Allah'ın meşakkatli hükümlerine ve bunlardan neşet eden sıkıntılara göğüs gererek sabretmesi d ir.[469]
Zunnûn Mısrî (ö. 245/859), " Sabır (Allah'ın emirlerine) muhalif olan davranışlardan uzaklaşmak, musibetin elemlerini yudum yudum içerken sükûneti muhafaza etmek ve maişet alanlarını fakirliğin istila etmesine rağmen zengin görünmektir" der.[470]
iman, biri sabır ve diğeri şükür olan iki yarımdan meydana gelen bir bütündür. Aynı zamanda sabır ile şükür, Allah'ın vasıflarından iki vasıf ve Esmâ-i Hüsnâ' sından iki isimdir. Allah Teâlâ, sabredenleri birçok iyi niteliklerle vasıflandırmış, Kur'ân'm yetmiş küsur ayetinde sabırdan bahsetmiş, iyilik ve derecelerin çoğunu sabra bağlamış ve bütün bunları sabrın sonuçları ve neticeleri kılmıştır.(Secde, 32/24; Zümer, 39/ 10). Her iyiliğin belli başlı mükafatı olduğu halde, yalnız sabrın mükafatının sınırsız olduğu bildirilmiştir, (bkz. Zümer, 39/10). Yine Aİİah Teâlâ, bizzat kendisinin sabredenlerle beraber olacağını vadetmiştir.( Bakara, 2/153; Enfal,8/46). Ayrıca, diğer hiçbir ibadete toptan vadetmediği birçok iyilikleri, toplu halde sabredenlerde toplamıştır. Hidayet, rahmet ve bağışlamaların hepsi sabredenlerde toplanmıştır.[471]
Sabır, insan hayatında önemli bir faktördür. Sabır ve tehammül etmesini bilemeyenlerin hiçbir alanda başarılı olması söz konusu değildir. Nankörlüğün en mühim öğesi, sabırsızlıktır. Nankör bîr kimse, eğitim, öğretim, iş güç ve kısacası hayatın her alanında yapacağı faaliyetlerde beklenmedik olaylarla karşılaşması durumunda hemen bezginlik gösterir ve ardından şikayet ve sızlanmalara başlar. Mutluluk ve saadet içinde geçirdiği günleri unutur. Nimet, bolluk, refah ve huzur içinde tükettiği zamanları bir çırpıda yoksayar. Ümitsiz, karamsar bir İnsana dönüşüverir, isyana kalkışır ve şükürden uzaklaşır.[472] Hûd Sûresi, 11. âyette ancak sabredenlerin bu çeşit nankörce davranışlardan uzak olabileceğine işaret edilmektedir. Dolayısıyla sabır kelimesi ile nankörlük anlamı taşıyan kelimeler arasında zıt anlam bakımından bir irtibat söz konusudur. [473]
Zikr bir şeyi unutmayıp hatırda tutmak manasınadır. "Zeke-ra'ş-şey'e zikran ve tezkâran" şeklinde birinci baptan gelir. Zikir, unutmanın zıddıdır. Zikir, bir şeyin lisanda ceryan etmesidir. Zikir, lisanla zikredilen ve açığa çıkarılan şeydir. Zikir, Peygamberlerin getirdiği her kitaba denilir. İçinde dinin açıklandığı ve dinlerin vaz' edildiği kitap, namaz, dua, Kur'ân'm kıraati, teşbih, şükür, itaat anlamlarında olduğu da söylenmiştir.[474] Zikir, Hak Sübhânehû ve Teâlâ'ya giden yolda kuvvetli bir esastır, hat-, ta bu yolda temel şart zikirdir. Devamlı zikir müstesna, hiçbir kimse başka bir amelle Allah'a ulaşamaz.[475]
Allah Teâlâ Dâvud (a.s) a şöyle vahyetmiştir :"(Kullanm) benim (ihsan ve lütfum ile) ferahlansınlar, sevinsinler, zikrimi nimet bilsinler." Sehl b. Abdullah Tusterî (273/886) "Allah'ı unutmaktan (O'nu zikretmemekten) daha büyük günah bilmiyorum" demiştir.[476]
Zikrin Özelliklerinden biri, belli bir vaktinin olmayışıdır. Bütün vakitlerde kul, Allah'ı zikretmekle emrolunmuştur. Farz veya nafile olarak zikrin yapılmadığı bir zaman yoktur. Namaz bütün ibadetlerin en şereflisi iken bazı vakitlerde kılınması caiz değildir. Halbuki kalp ile zikre her halükarda devam edilir. Allah: "Onlar ki, ayakta iken, otururken, ve yatarken Allah'ı zikrederler." (Âl-i tmran, 3/191) buyurmaktadır. [477]
Kur'an'da, zikir ve şükür emredilmiş, nankörlük ise yasaklanmıştır. Bu konuda bir örnek teşkil etmesi açısından şu ayeti zikredebiliriz: "O halde beni anın, bende sizi anayım. Bana şükredin de nankörlük etmeyin." (Ba-kara,2/152). Elmalık, bu ayeti şöyle tefsir eder: Beni zikrediniz, layıkıyla anınız, ben de sizi bana layık bir anişla anayım, imdat ve yardımımı devam ettireyim. Bana şükrediniz, nimetlerime karşı kalp ile, dille, yahut bedenle, ya hepsiyle birden bana saygı gösterin, benim emirlerime itaat edip, nimetlerimi yerine harcamak suretiyle onlardan yararlanın. İnkar ve isyanla bana küfür ve nimetlerime karşı nankörlük etmeyiniz, unutkan ve nankör olmayımz
Zikir de şükür gibi ya dille, ya kalp ile veya bedenle olur.[478] Dil ile zikir, Allah'ı en güzel isimleriyle anmak, hamd etmek, teşbih etmek, tenzih etmek, kitabını okumak ve dua etmektir. Kalp ile zikir, Allah'ı gönülden anmaktır ki, başlıca üç çeşittir. Birincisi, Allah'ın varlığını gösteren delilleri düşünmek, şüpheleri atarak, Allah'ın isim ve sıfatlarını tefekkür etmektir, ikincisi, Allah'ın koyduğu hükümleri, kulluk vazifelirimizi yani, Allah'ın bildirdiği sorumlulukları, onlarla ilgili hükümleri, emir ve yasakları, Allah'ın vadini, tehdidini ve bunların delillerini düşünmektir. Üçüncüsü, maddi ve manevî varlıkları, bunlardaki yaratılış sırlarını seyredip düşünmekle, zerrenin kutsal âleme bir ayna olduğunu görmektir. Beden ile zikir, bedenin organlarından her birinin görevli bulundukları vazife İle meşgul ve dopdolu olması, kendilerine yasaklanan şeylerden boş ve uzak bulunmasıdır.[479]
Şükrün de bu mertebelerden biriyle yerine getirilebilmesi ve bunların şükür olması için, şükreden kimsenin, kendisine ulaşmış olan nimeti hissetmesi ve bunları o nimete karşılık bir saygı vazifesi olarak yapması şarttır. Zikir ise, nimetin ulaşmasına bağlı olmaksızın genel olarak bir sevginin, t"1 olgun aşkm eseridir. Buna göre, her ilerleme adımında zikir bir başlangıç şükür ise bir sonuçtur "(Bkz. Elmalık, a.g.e., I, 541)
Kısacası, kulluğun başı zikir, sonu ise şükürdür. "...Onların dualar»
âlemler'11 Rabbi olan Allah'a hamd olsun" (Yunus, 10/10) buyurul.
Cenab-ı Hak, bütün kullarını, özet olarak başlangıcı ve sonucu iki vazife ile görevlendirmiştir. Bu görevler, güzel, bir şekilde getirildikçe, o nimet de ulaşacağı yere ulaşarak tamamlanacaktır.
Allah'ın zikri ile O'ndan yardım diler ve kendine verilen kabiliyeti sarf eder.[480]
Kur'ân'da zikir kökünden türeyen kelimelerin adedi takriben ikiyüz alt-a]tıvı bulmaktadır.[481] Bu kadar sık geçen bu kelime ve türevlerinin genel olarak anlam içeriği, hatırlamak, hatırlatmak, öğüt ve ibret almak anlamlarında yoğunluk kazanmaktadır. İnsan, sahip olduğu her türlü nimetin asıl sahibini hatırlamakla emredilmiştir. Nankör insan ise, nimetin ve sunulan her türlü lütuf ve ihsanın kadrini bilmez ve bunların asıl sahibini hatırlamaz. Nimetin asıl yaratıcısını hatırlayarak ona yönelmek ve bunları o yüce İradenin istediği doğrultuda harcamak bir şükür ve zikrin sonucudur. Zikir ile, nankörlük kavramlarını ifade eden kelimeler arasında tam bir zıddiyet mevcuttur. Nankörlük, bir yönüyle unutmakla başlar diyebiliriz. Zira Allah'ı unutmak ve O'nun verdiği nimetlere karşı şükürsüzlük göstererek ilgisiz kalmak, ancak nankörce bir davranıştan doğar. [482]
Hamd ha, harfinin fethasi ve mimin sükûnu ile şükür ve hamd etmek manasınadır. "Hamd" den murat, güzel övgüdür. Hamd, fazilet ve erdemi Övgüden ibarettir. Medihten daha hususi ve şükürden daha umûmidir. Çünkü medih, ihtiyarî olarak güzel yaratılış mukabilinde vuku bulur. Örneğin: insan, ilmi, cömertliği ve malını harcaması sebebiyle medh edildiği gibi, yüzünün güzelliği, boyunun uzunluğu sebebiyle de bazen medhedilir. Hamd ise, cömertliği, ilmi ve malını harcaması mukabilinde 0 Llr' güzellik mukabilinde olmaz. Şükür ise, ancak nimet karşılığında olur. er şükür hamd olup, her hamd şükür değildir. Her hamd bir medihtir ve her medih ise hamd değildir. [483]
Hamd, zemmin zıddıdır. Bir kimseden güzel bir hareket, övülmeye, tak-'re layık bir İŞ görüldüğünde "hamidtü'r-racüle denir.
ğde hamidtürracüle denir, nmcd (s.a.v)'in ismi de bu kökten türemiştir. Araplar hamdeden bir >e namid" çok hamdeden bir kimseye "hammâd", çok övülmüş, leye layık kimseye de "Muhammed, Mahmûd" derler. Şükür, verilen nimetler için bir övgüdür ve bütün nimetleri kapsar. Hamd, bazen yapılan bir iyilik ve ihsan için teşekkür mahiyetinde olur ve başlangıçta kişiye karşı yapılan bir övgüden ibarettir.[484]
Hamd, isteğe bağlı yapılan veya onun başlangıç noktası olan bir iyiliğe karşı gönül alçaklığı ile o iyiliğin sahibine saygı ifade eden bir övgü sözüdür. Hamd, Türkçe'de çoğunlukla mastar ismi olarak kullanılır. Diğer kiplerde hamd etmek veya edilmek, hamdediş veya ediliş, hamd eden veya kendisine hamdedilen, hamidiyet (hamd etmek niteliği), mahmûdiyet (övülmeye değer olmak) denilir ve bugünkü dilimizde bunun öz türkçe olan eş anlamlısı yoktur. Hamd, kesinlikle bir iyilikten sonra yapılır.[485]
Türkçe'de bir övme var ki, o da medhetme ve sena (övme) ile eş anlamlıdır. Hamd ise, medih ile şükür arasında bir nevi övme ve özel bir medih-tir. Çünkü medih, canlılığı ve istediği gibi hareket etme yeteneği olana da olmayana da yapılır. Örneğin: Güzel bir inci ve güzel bir at övülmüş olabilir. Fakat onlara hamd edilmez. Hamd, inci ve atı bağışlayan, istediğini yapmakta serbest olan Allah'a ve O'nun lütfuna, ilmine yapılır. Ayrıca medih, bağıştan önce de yapılır. Hamd ise, delile dayanan haklı bir ümidin sevinci ile yahut minnettarlık gibi gerçekleşmiş bir nimet içinde bulunarak rahat etmenin mutluluk zevki ile yapılır.[486]
Dil ile yapılan medih, zikirler ile yad etmeler, saygı ifade eden lafızlar, özel saygılar hep hamddırlar. Hamd kelimesi de, saygı ifade eden bu kelimelerin hepsinin manasına uygun olduğundan "hamd olsun" denildiği zaman bütün bu saygılara yaraşır bir iyilik veya bağışlama karşısında, bir mutluluk sevinci, bir bahtiyarlık duygusu ilan edilmiş olur ki bu, bir taraftan o iyilik ve bağışlamanın seçkin sahibini övmek, diğer taraftan hakkıyla o mutlulukla övünmek manalarını ifade eder ve her iki bakımdan da şeriata ve ahlaka çok uygun bir iyiliktir. Çünkü nimeti anlatma, böbürlenmeden ileri gelen bir gurur değü, nankörlüğü ortadan kafdıran büyük bir fazilettir. Daha doğrusu hamd, herkesin ermek istediği fakat pek az kimsenin erebildiği en yüksek bir olgunluk gayesidir.
İnsan kendisine sunulan her türlü nimet ve ihsan karşılığında, hakiki Mün'imi layık olduğu şekilde övmeli ve yüce İtmelidir. "Övülmeye, takdir edilmeye layık" anlamında olan "haırûd" sıfatı Allah* m sıfatlarından biridir. Ayrıca Kur'an'da "hamd" kelimesinin müştakları ile birlikte 68 yerde geçmesi[487] bunun önemini vurgulamaktadır. Kainat içerisinde her varlığın Allah'a hamd etmesi (îsrâ, 17/44), Fatiha ve En'am Sûrelerinin "hamd" ile başlaması, "hamd"in insan hayatında ne derece mühim olduğunu beyan etmeye kafidir. Nankör olan bir kimse, Allah'a şükretmeyi ve O'nu zikretmeyi unuttuğu gibi, hamdetmeyi de unutmaktadır. Kendisine verilen nimetleri şükredip, nimetin sahibini övmesi ve yüceltmesi yerine, elde ettiği mal, mülk ve serveti kendi gayreti, becerisi ve ilmi ile elde ettiğini iddia edecek kadar ileri gider ve Allah'ı anmaktan yüz çevirip yan çizer, (bkz.îsrâ, 17/83; Zümer, 39/49; Fussılet, 41/51). Halbuki insan, her durumda Allah'a hamd etmeli ve O'nu hakkıyla sena etmeye çalışmalıdır. Hamd kelimesinin muhtevasını düşündüğümüz takdirde, nankörlükle tamamen zıt bir anlam oluşturduğunu görürüz. [488]
Tevekkül "vekl" mastarında ve "ekele" vezninde, her hususta Allah Teâlâ'ya itimat ve boyun eğmekten ibarettir. Bir kimse Cenab-ı Hakka itimat edip bağlandığı zaman "vekele billahi veklen" denir ve İkinci baptan gelir. "Tevekkül", "tefa'ul" vezninde olup, bu şekilde de Allah'a itimat ve boyun eğmek anlamına gelir. Bir kimse, Allah'a teslim olup boyun eğdiğinde "tevekkele alellâh" denilir. Tevekkül, bir işi başkasına sipariş etmek, ısmarlamak ve güvenmek manasına da gelir. Bir kimse bir işte aczini itiraf edip başkasına itimat ettiği zam an" tevekkel e fi'l emri" denilir. [489]
Mütevekkil, tevekkül eden kimseye denir. Mütevekkil, Allah'ın rızkına, işine kefil olduğunu bilen, kalbi bunlarla mutmein olan ve başkasına itimat etmeyen, güvenmeyen kimsedir.[490]
Râzî, Âî-i tmran Sûresinin 160 ayetini tefsir ederken bu konuda şu değerlendirmeyi yapmaktadır: Tevekkül, bazı cahillerin zannettiği gibi, insanın kendini ihmal etmesi değildir. Şayet böyle olsaydı "müşavere" emri tevekkül emrine zıt olurdu. Tevekkül, insanın zahirî sebeplere uyması fakat kalbini onlara bağlamayıp Allah'ın korumasına dayanması demektir.[491]
Tevekkül, Allah ve Allah ehlinin sevdiği bir haslettir. Mü'minlerin hırsla üzerinde durmaları gereken bir hususiyet ve hatta mü'minleri diğerlerinden ayıran bir vasıftır. Allah'a tevekkül, işin sonucunu O'na bırakmak; islam tasavvufunun ve İslam hayatının en son muvâzene hattıdır. Bu, Allah'ın büyük hakikatiyle birlikte gelişir, bütün işlerin sonunun Allah'a varması ve Allah'ın dilediğini yapması gerçeğidir.[492]
Gazali, tevekkülü şu şekilde değerlendirmekte ve müşahhaslaştırmakta-dır: "Tevekkül, vekâletten alınmadır. Filan zat işine filanı "tevkil" etti, yani işini ona havale etti ve ona güvendi, denir. Kime vekalet verdi ise ona "vekil", vekalet verene de "müvekkil" denîr. Müvekkil, vekile inanır, onu bir kusur ile itham etmez ve onda kusur ve acizlik bulunmadığına kanaat getirdiği müddetçe bu hal devam eder. Tevekkül, kalbin yalnız vekile itimat etmesinden ibarettir. Aleyhinde haksız dava açılan bir kimse, bu haksızlığı kaldırmak için bir vekil arar. Vekile güvenebilmesi için de onda dört şart ister. Bunîar, son derece doğruluk ve gerçeği kavramak, son derece bilgi, son derece fesahat ve son derece şefkattir. Şayet bu dört vasıfta veya birinde şüpheli olur ve hasım tarafını daha kuvvetli görürse, vekiline itimadı azalır, kalbi sıkıntı içinde kalır. Bu misaldeki tevekkülü anladıktan sonra, Allah'a olan tevekkülü de buna benzetebilirsin." [493]
Tevekkülün yeri kalptir. Zahirde tedbir ve sebeplere tevessül ile çalışmak, hareketle meşgul olmak, kalpteki tevekküle zıt değildir. Tevekkül, kendisi hakkında Allah'ın yaptığı muameleye razı olmaktır. Bedeni kulluğun içine atmak, kalbi ile Allah'a bağlanmak, Allah kafidir, diye itminan içinde bulunmak, verilirse şükretmek, verilmezse sabretmek tevekkülün şartıdır. Tevekkül, kaza ve kaderin hükmüne kayıtsız şartsız teslim olmaktır.[494]
Tevekkül, İslam Dininde önemli bir prensiptir. İrade ve azmi güçlendirir, kaibe kuvvet ve cesaret verir, ruhdaki hürriyet ve istiklal ateşinin devamlı yanmasını sağlar. Tevekkül, insana hem sabretmesini hem de şükretmesini öğretir. Peygamber Efendimiz, bunun en güzel Örneğini hayatı boyunca ve özellikle hicretiyle göstermiştir.[495]
Tevekkül, maddî sebeplerin tümüne sarıldıktan ve bu hususta yapılması gerekenleri yaptıktan sonra Allah'a itimat etmek ve ondan ötesini Allah'a bırakmaktır, insan, bir şeyi yapabilmesi için bütün gücünü ve enerjisini o yolda sarf ederek çalışmalı ve sonunda "işte bu işi meydana getirebilmek için her çareye başvurdum; bütün sebeplere yapıştım" diyerek sonucu, ümitsizliğe düşmeden ve kedere kapılmadan Allah'tan beklemelidir. Görülüyor ki, tevekkülden önce, müslüman kendine düşen işi, en iyi bir biçimde götürülebileceği yere kadar götürecek ve neticeyi Allaha havale edecektir. Zaten insan için bundan başka da yapılacak bir şey yoktur. Artık iş insanın kendi güç ve kuvvetinin üstüne çıkmıştır. Tevekkülün bu anlamda olduğu Kur'an'm birçok ayetlerinde ve Peygamber (s.a.v)'in pekçok hadis-i şeriflerinde açıkça anlaşılmaktadır.[496] Bu hususta birkaç ayet-i kerime sunarak konunun daha iyi anlaşılmasını sağlamaya çalışacağız.
"...Kim Allah'a tevekkül ederse O, ona kâfidir..." (Talak, 65/3), "...Eğer mü'min iseniz, Allah'a tevekkül ediniz." (Mâide, 5/23), "...Mü'minİer Allah'a tevekkül etsinler." (İbrahim, 14/11), "...İş hakkında onlara danış. Kararını verdiğin zaman da artık Allah'a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendine dayanıp güvenenleri sever." (Âî-i îmran, 3/159) gibi ayetler tevekkülü emretmektedir. Ayrıca bu âyetlerin öncesine ve sonrasına baktığımszda "tevek -kül"ün sadece kuru bir avuntudan ibaret olmadığını, tembellerin, acizlerin, korkakların, ürkeklerin sığınacağı bir kavram olmadığını görürüz. Tevekkül, gayreti, çalışmayı, çabalamayı, daha fazla plan, program yapmayı ve düşünmeyi, herkesten daha çok var gücüyle hareket etmeyi ve enerji tüketmeyi gerekli kılmaktadır.
Nankör insan, psikolojik açıdan rahat ve huzuru kaybetmiştir. Devamlı muzdarip, sıkıntılı, ümitsiz, karamsar, şikayetçi ve olaylar karşısında teslimiyetçi ve bezgin bir özelliğe sahiptir.[497] Nankör insanların sabır ve tahammülleri olmadığı için tevekkülleri de yoktur. Tevekkül kelimesinin, asıl ve müştakları ile birlikte Kur'an'da 70'e yakın yerde geçmesi,[498] Allah'ın sıfatlarından birinin "vekil" olması, bu kavramın önemini göstermektedir. İnanan açısından gerçekten gönlü okşayan bu sözcük, nankör insan açısından da o kadar değeri anlaşılmayan bir kelimedir. Çünkü nankör, hayatında, iş ve güçlerinde tevekkül ile bütünleşmemiş bir şahsiyetin temsilcisidir. Tevekkül kelimesinin, nankörlük anlamına gelen sözcüklerle tamamen zıt bir anlamda olduğunu bu izahlardan sonra anlaşılacağı kanaatindeyiz. [499]
Ahd bir kimseyi inandırıp itimat verecek sözden ibarettir. Yemin, teminat, vasiyet,eman ve zimmet, korumak, bilmek, bir kimse ile buluşmak, zaman ve vefa anlamlarına gelmektedir.[500] Bir kimse vadini yerine getirdiğinde "ahede va'dehû" denilir. İki kişi arasında yapılan sözleşme ve va'dleşmeye ( randevüleşmeye) "ahd:' denir. İnsanlar birbirleriyle v'adleştikleri zaman "teâhedû" denilir.[501]
"Ahd", asıl sözlükte bir şeyi halden hale saklayıp gözetmektir. Böyle gözetlenmesi istenen, gerekli görülen belgelere de "ahid" (anlaşma) ismi verilmiştir.[502] "Vefa" ahid ve akdin gereğini yerine getirmek, icabını tamamen icra eylemektir.[503] Vefa, "seha" vezninde ahd ve sözleşmelerini bozmayıp muhafaza eylemek manasınadır. "Vefa", gadrin (hainliğin) zıddır.[504]
Ahde vefa ile ilgili Kur'an'm beyanları oldukça ilginçtir. Ahde vefa, verdiği sözde durmak, yaptığı anlaşmalara ve sözleşmelere bağlı kalmak imanın temeli sayılmıştır. Zira îman, başlı basma bir akittir. Mü'min bu akit ile Allah'a karşı bir takım sözleşmeler ve akitler yapmıştır. Sonra birbirleri arasında bir takım akitler veya bütün insanlar arasında bazı anlaşmalar da vuku bulmuştur. Bütün bunları îfâ etmek mü'minin vazifesidir. Dinin kökü, imanın hükmü, Allah'ın emri kısacası bu doğrultudadır.
"Ey iman edenler, bağlandığınız bütün akit (anlaşma)ieri îfa ediniz." [505] Elmalıh'nm beyanına göre dinin özünün, Allah ve kullarla sağlam bir takım anlaşmalar ve mukaveleler yapmak ve sahih olarak akdedilen anlaşmaları ve akitleri îfa etemek suretiyle hükmünü yerine getirmek olduğu bu ayetle genel bir esas olarak Özetlenmiştir.[506]"Hayır!(Gerçek onların dediği değii.) Her kim sözünü yerine getirir ve kötülüklerden sakınırsa, bilsin ki Allah sakınanları sever." [507]
"Siz söylediğiniz zaman akrabanız dahi olsa adaletli olun, Allah'a verdiğiniz sözü tutun, işte Allah size, iyice düşünesiniz diye bunları emretti."[508]"... Antlaşma yaptığı zaman sözlerini yerine getirirler."[509] "Onlar, Allah'ın ahdini yerine getirenler ve verdikleri sözü bozmayanlardır."[510] "...Verdiğiniz sözü yerine getirin. Çünkü verilen söz, sorumluluğu gerektirir." (îsrâ, 17/34)
Kısacası Kur'an'da, ahde vefa üzerinde çokça durulmuş ve her türlü antlaşmanın şartlarına riâyet edilmesine, verilen her sözün yerine getirilmesine sıkı sıkıya tembihte bulunulmuş, ahde vefa göstermeyenlerin zarar ve ziyana uğrayacakları beyan edilmiş ve bu fasıkhğm bir alameti sayılmıştır, (bkz. Bakara, 2/26-27 )
Bakara Sûresi 26. ve 27. âyetlerini Cerrahoğlu, şu şekilde yorumlamaktadır. Ailah Teâlâ insanları yarattığı zaman, onlara akıl, idrak, ve his vererek bunların yardımıyla bütün varlıkların bir yaratıcısı bulunduğunu, O'ndan başka yaratıcı, O'ndan başka mabut olmadığını bilip anlamalarını istemiştir. Ayrıca Allah, kullarının akıl ve idraklerinin Allah'ın kanunlarını kolayca kabul edebilecek bir fıtrat üzere yaratmak, sonra da reddi mümkün olmayan delillerle peygamberler göndererek onları irşat etmek suretiyle bu ahdi teyit ve takviye etmiştir. O halde insan için, Allah'ın teyidinden sonra, artık bu ahde sadık kalarak onun gereğini yerine getirmekten başka yapacak başka bir şey yoktur.[511]
Allah Teâlâ, yarattığı her insandan, ona bahşettiği akıl ve idrake karşılık ahd almıştır. A'raf Sûresinin 172. Ayetinde işaret olunduğu üzere, her bir insan belinden zürriyetinİ alıp onları kendilerine şahit tutarak "Ben sizin Rabbİniz değil miyim?" buyurmuş onlar da: " Evet sen bizim Rabbİmizsin, buna şehadet ederiz" diye cevap vermişlerdir. Hiçbir insan, akıl ve idrakini yitirmedikçe, kendisini bu şehadetin yükümlülüğünden kurtaramaz. Çünkü o akıl ve idrak sayesindedir ki, insanın Rabbine karşı teahhüt eylediği bu şehadetten artık dönülmeyecektir.[512]
Ahde vefanın zıddı hainlik ve nankörlüktür. Allah hain ve nankörleri sevmeyeceğini Kur'an'da haber vermektedir. "...Allah, hain ve nankör olan herkesi sevgisinden mahrum eder." (Hac, 22/38). Nankör insan, bir taraftan nimetin sahibini tanımamakta, diğer taraftan da minnettarlık duymayarak şükürden uzak bir hayat sürdürmektetir.
Böylece hem iman sözleşmesini bozmaları ve hem de nimetlerin şükrünü eda etmemeleri gibi çifte ve katmerli bir vebalin altına girmektedirler. En büyük ihanet ve nankörlük bu noktada başlamaktadır. Artık bundan sonra, inançsızlık ve nankörlük ekseninde ömür tükenecektir. Öyle ki, herhangi bir yükümlülük altında olmayan fakat yaradılış gayelerine uygun hİz-met eden hayvanların hayatından daha aşağı bir hayat serüveni başlayacaktır. Zira hayvanların hayatlarında bile bir minnet duygusu, sahiplerine karşı bir sadakat ve ihanetten uzak bir yaşam düsturu vardır. Bu açıdan ahde vefa, nankörlüğün tam karşıtıdır. [513]
Sıkıntı, duygularımızı inciten hallerin verdiği geçici tedirginlik, diye tarif edilir.[514] Nankörlük sıfatını oluşturan ve onu insan davranışlarıyla ortaya çıkmasına vesile olan sebep, sıkıntıların ortadan kalkmasıdır. Bu sıkıntı maddi sebeplerle olacağı gibi, diğer psikolojik sebeplerden de olabilir. Hangi yönden gelirse gelsin sıkıntının ortadan kalkması nankörlüğü doğurmaktadır.[515]
Bu konuyu destekleyen ayetlerin birkaçını sunmaya çalışacağız, "İnsana bir zarar geldiği zaman, yan yatarak, oturarak veya ayakta durarak (o zararın giderilmesi için) bize dua eder; fakat biz ondan sıkıntısını kaldırınca, sanki kendisine dokunan bir sıkıntıdan ötürü bize dua etmemiş gibi geçip gider..." (Yûnus, 10/12)
İnsanın, belalar ve sıkıntılar başına geldiği zaman sabrı, nimetleri elde ettiği zaman ise şükrü azdır. Ona bir zarar dokunduğunda, bu musibetlerin giderilmesi ve nimete tebdil edilmesini ister ve oturarak, ayakta durarak veya yatarak Allah'a dua ve niyazda bulunur. Allah, ondan bu sıkıntıları gide-rince şükürden yüz çevirir, bu sıkıntıyı bir daha hatırlamaz ve nimetlerin kadrini bilemez. Böylece, sıkıntının giderilmesi için sanki Allah'a hiç dua etmemiş kimsenin durumuna düşer. Bu da, insan tabiatının zayıflığını gaflet ve şehvetin onu şiddetli bir şekilde kapladığını gösterir. Akıllı insana gereken, basma belaların gelmesi ve nimetleri elde etmesi gibi durumlarda Allah'a şükretmesidir. Rahat ve huzur hallerinde dua ve yakarışı çokça yapmalı kİ, musibet anında duası kabul edilsin. Sadece musibet anında Allah'ı anıp, refah anında O'nu unutmak inancı ve iradesi zayıf olan, aciz insanların tutumudur.[516]
"Deki: Karanın ve denizin karanlıklarından (tehlikelerinden) sizi kim kurtarır ki? (O zaman) O'na gizli gizli yalvararak 'Eğer bizi bundan kurtarırsan andolsun şükredenlerden olacağız' diye dua edersiniz. Deki: Ondan ve bütün sıkıntılardan sizi Allah Kurtarır. Sonra siz yine O'na ortak koşarsınız." [517]
"Sizi karada ve denizde gezdiren O'dur. Hatta siz gemilerde bulunduğunuz, o gemiler de içindekileri tatlı bir rüzgarla alıp götürdükleri ve (yolcular) bu yüzden neşelendikleri zaman, o gemiye şiddetli bir fırtına gelip çatar, her yerden onlara dalgalar hücum eder ve onlar çepeçevre kuşatıldıklarını anlarlar da dini yalnız Allah'a halis kılarak: "Andolsun eğer bizi bundan kurtarırsan mutlaka şükredenlerden olacağız" diye Allah'a yalvarırlar. Fakat Allah onları kurtarınca bir de bakarsın ki onlar, yine haksız yere taşkınlık ediyorlar. Ey insanlar! Sizin taşkınlığınız ancak kendi aleyh in izedir." [518]
"insanların başına bir sıkıntı geldiğinde, Rablerine yönelerek O'na yalvarırlar. Sonra Allah, katından onlara bir rahmet (nimet ve bolluk) tattırınca, bakarsınız ki, onlardan bir grup yine Rablerine ortak koşarlar. Kendilerine verdiklerimize nankörlük etsinler bakalım."[519]
"Gemiye bindikleri zaman, dini yalnız O'na has kılarak ( ihlasla ) Allah'a yalvarırlar. Fakat onları salimen karaya çıkarınca, bir bakarsın ki, (Allah'a) ortak koşmaktadırlar. Kendilerine verdiklerimize karşı nankörlük etsinler ve sefa sürsünler bakalım. Ama yakında bilecekler."[520]
insan psikolojisindeki sıkıntı ritmi, çoğu zaman insanı Allah'a yaklaştırmaktadır. Sıkıntı veren hususlar geçince, insanın nankörlük sıfatı ortaya çıkmaktadır. Sıkıntıdan sükûnete geçiş anı ve eşiği, insanın nankörlük yönünün gözüktüğü zaman ve yerdir.[521]
"Denizde başınıza bir musibet geldiğinde, O'ndan başka bütün yalvar-dıklarınız kaybolup gider. O sizi karaya çıkardığında (yine eski halinize) dönersiniz, insanoğlu çok nankördür." (îsrâ, 17/68)
Bu ayette geçen sıkıntıdan murat, şiddetli korku ve boğulma endişesi- idir. İnsan böyle bir durumda puta, güneşe, aya, meleğe, göğe yalvarmaz. Ancak Allah'a yalvarır. Fakat Aüah, onları denizden ve boğulmaktan kurtarıp karaya çıkarınca iman ve ihlastan yüzçevirirler. İnsan sıkıntı ve şiddet anında Allah'ın rahmetine ve lütfuna sarılır. Bolluk ve rahat anında ise O'ndan yüz çevirir ve O'nun dışındakilere tutunur.[522]
.İnsanoğlu fıtratı icabı konfor ve lükse düşkündür. Rahat bir hayat sürmek onun en önemli emellerindendir. Ancak refah ve mutluluk çoğu kere onu nankörlüğe sevkeder. Gerçekten her insanın sıkıntı, ıstırap ve her türlü musibet esnasında Allah'a yöneldiği görülmektedir. Sıkıntıların başından gitmesi ve rahatlaması için içtenlikle Allah'a yalvarır yakarın Esenliğe, rahata, huzur ve saadete kavuşunca bir anda her şeyi unutuverir. Koyu bir nankör kesilir. Halbuki ne suretle olursa olsun bütün durumlarda ve zamanlarda insana yaraşan Allah'a hamdetmesi ve şükretmesidir. [523]
Bu konuyu da Kur'ân ayetlerinin ışığı altında incelemeye çalışacağız. Bolluk ve refahtan maksat, İnsanın maddi açıdan geniş imkanlara sahip olması, servet ve zenginliğin verdiği güçle azami derecede nimetlerden istifade ederek hayatını sürdürmesi, bolluk ve refahın verdiği kibirle nankörce bir tavır takmmasıdırr. Tabiiki bu tesbit, her ferdi kapsamamaktadır. Aşağıda sunacağımız âyetler, konumuzun daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacaktır.
"Eğer insana tarafımızdan bir rahmet (nimet) tattırır da sonra bunu ondan çekip alırsak, tamamen ümitsiz ve nankör olur. Eğer kendisine dokunan bir zarardan sonra ona bir nimet tattırırsak, elbette, 'kötülükler benden gitti' der. Çünkü o (bunu) derken şımarıktır, kibirlidir."{Hûd,ll/9-10)
Seyyid Kutup, bu ayetlerin aceleci ve eksik yapılı olan insanın resmini çizdiğini belirterek şu izahta bulunmaktadır:
Âyette, içinde bulunduğu anı yaşayıp geleceği hiç düşünmeyen, geçmişi de hiç hesaba katmayan, sonra karşılaştığı şeylerden dolayı çabucak isyan eden bir insanın gerçek resmi çizilmiştir. Böyle bir insan, elinden nimet alınınca da hemen nankörlük eder. Halbuki Allah onu, bir lütuf ve ihsan eseri olarak vermiştir. Bu karakterdeki bir insan, sıkıntılı anları geçip bolluk günleri gelince şımarır ve öğünür. Sıkıntılı zamanlarda sabrederek, tahammül ederek ilâhî rahmeti ve bolluk anını beklemez. Bolluğa erişince de sevincini normal seviyede tutup, nimet ile övünmekten vazgeçmez veya bir gün bu nimetin yok olacağını hesaba katmaz.[524]
İnsana nimet verilince haktan yüz çevirdiğine ve bir zarar dokununca da karamsarlığa düştüğüne şu âyet işaret etmektedir. "İnsana nimet verdiğimiz zaman (bizden) yüz çevirip yan çizer; ona bir de zarar ve ziyan dokunacak olsa iyice karamsarlığa düşer." [525] İnsan, nimetlerle şımarır, nimeti verenden yüz çevirir, nankörlük eder. İşte böyle nimet halinde teşekkür, zarar halinde ümit ve dua özelliği bulunmayan insanlardır ki, o zalimlerdir.[526]
"İnsana bir nimet verdiğimiz zaman (bizden) yüz çevirir ve yan çizer. Fakat ona bir kötülük dokunduğu zaman da yalvarıp durur."[527]
Böyle bîr İnsanın Allah'ın emrini yüceltmekten ve Allah'ın yaratıklarına şefkatten yüz çevireceğini, kibirlenip büyüklük taslayacağını belirten Râzî, ona bir sıkıntı ve fakirlik isabet edince devamlı dua etmeye yönelir, yalvarmaya ve yakarmaya başlar, demektedir.[528]
İnsan, bolluk ve refaha erince itaatten yüz çevirir ve Allah'ın emirlerine boyun eğmeyerek üstünlük iddiasında bulunur. Allah, kendisine nimet verdiği zaman şımarır, azıtır, kibirlenir, hakka karşı arkasını döner gider. Ama bir kötülük dokunacak olursa küçülür, düşer, yalvarır ve bıkmadan usanmadan dua eder durur. Bu ayetİer, insan ruhundaki yüce ve basit değerleri ne kadar titizlik ve dikkatle tescil etmektedir. Çünkü onu vasıflandıran, onun giriş ve çıkış noktalarını bilen ve hangi noktada ne gibi harekette bulunacağını, Allah'ın dosdoğru yolu olmaksızın nerede yanılacağını bilen yaratıcıdır.[529]
Aşağıda sunacağımız ayet, sıkıntı anında Rabbine yönelen insanın, sıkıntı geçip rahata ve nimete kavunşunca, önceden yaptığı yalvarışları unuttuğunu belirtmektedir. Ayrıca bununla da yetinmeyerek Allah yolundan saptırmak için Allah'a ortaklar koştuğunu beyan etmektedir.
"İnsanın başına bir sıkıntı gelince, Rabbine yönelerek O'na yalvarır. Sonra Allah kendisinden ona bir nimet verince, önceden yalvarmış olduğunu unutur. Allah yolundan saptırmak için O'na eşler koşar."[530]
İnsan karakteri, kendisine bir zarar dokunduğunda apaçık ortaya çıkar. O zaman maskesi düşmüş, önündeki perde kalkmış ve vehimleri dağılmış-tır. Artık derhal Rabbine yönelir. Yalnızca O'na döner, O'ndan başka kendisini kurtaracak olmadığını idrak eder. İddia edegeldiği ortak ve şefaatçıla-rm yalan ve asılsız olduğunu anlar. Ne zaman darlıktan kurtulup bolluk ve genişliğe kavuşur, Allah'ın nimeti gelir, başındaki bela giderse, bir de bakarsın ki, bu insan derhal dönüş yapmış, maskesini tekrar yüzüne geçirmiş, Rabbine karşı tevbesini, yalvarıp yakarışını, O'nu teşbih ve tenzih edişini, sıkıntılı ve darlık anlarında yalnız O'na avuç açıp tazarru ve niyazda bulunduğunu unutur. İlk Cahüiyye dönemindeki gibi ya bir takım tanrılara tapar yahut bazı uydurma değerlere, şahıslara ve şekillere tapar, boyun eğer. Artık o, nefsânî arzularına, meyillerine, ihtiraslarına, malına , çocuklarına, hükümdarlara, ekâbir takımına Allah'a tapar gibi tapar.[531]
"Eğer yüz çevirirlerse, bilesin ki biz seni onların üzerine bekçi göndermedik. Sana düşen sadece duyurmaktır. Biz insana katımızdan bir rahmet tattırdığımız zaman ona sevinir. Ama elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir kötülük gelirse, işte o zaman insan pek nankör olur."(Şûra, 42/48). Âyette geçen "kefûr" kelimesi ile daha önce kendisine verilmiş nimetleri inkar eden, sadece hal-i hazırda bulunan nimetleri bilen, kendisine nimet sunulunca şımaran, çalım satan, sıkıntı ve belalar isabet edince de üzülen ve ümitsizliğe düşen kişi tasvir edilmektedir. Allah'ın hidayet ettiği ve doğru yolu gösterdiği kişiler hariç, insanların çoğu böyledir. Genelde toplum yapısına bakıldığında, Kur'ân'ın, varlık sahipleri olarak vasıflandırdığı "müt-refler"in, Allah'a kulluk etmede oldukça isteksiz oldukları görülmektedir, Allah Teâlâ'nm emir ve yasaklarına karşı oldukça lakayıt davrandıkları, ayrıca sefahat ve eğlencelere düşkün oldukları gözden kaçmamaktadır.
Bütün bu izahlardan sonra şunu söylemek mümkkündür. Bolluk ve refah, insanı nankörlüğe sürükleyen önemli etkenlerdendir. Bolluk ve refahın neticesinde şımaran ve nimetin asıl sahibini unutarak şükürden yüz çeviren herkesin, nankörlüğün etki alanına girmesi kaçınılmazdır. [532]
Cehl, ilmin zıddıdır. "Cehile, yechelü, cehlen ve cehâleten" şeklinde 4. baptan gelir. Cehalet mastarı da bu kökten türemiştir, insanın menfi vasıflarını anlatırken açıkladığımız gib üç türlü cehalet vardır. Birincisi, nefsin ilimden boş olmasıdır. Aslolan da budur. İkincisi, yapılması gerekenin hilafına bir şeyi yapmaktır. Bu hususta ister, sahih bir itikada sahip olsun, İsterse fasit bir itikada sahip olsun durum müsavidir. Namazı kasden terk etmek gibi. Şu ayetî buna misal verebiliriz. "...Bizimle alay mı ediyorsun? Demişlerdi. O da cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım, demişti."[533]
Alay etmek cehalet olarak belirtilmiştir. Üçüncüsü, hakikatin hilafına bir şeye inanmaktır. "Cahil" kelimesi bazen kötülemek yoluyla zikredilir ki, çoğunlukla bu şekilde kullanılır. Bazen de zem maksadı olmaksızın zikredilir. Şu ayette olduğu gibi. "...Bilmeyen kimseler, iffetlerinden dolayı onları zengin zanneder..." (Bakara, 2/273) Ayette geçen "cahil" kelimesinden, zemmedilen cahillik kastedilmemektedir.
Gazaliye göre insanları, Allah'ın nimetlerine şükretmekten alıkoyan, cehalet ve gaflettir. Nimetleri bilmemeleri bu iki sebebe bağlıdır. Nimete şükür ise, ancak onu bildikten sonra mümkündür. Nimeti tanıyanlar olmuş ise de, şükürden maksadın, nimetle murat edilenin, Allah'a ibadet hikmetini tamamlamaktan ibaret olduğunu bilmemişler ve yalnız Allah'a hamdol-sun, Allah'a şükrolsun," demekle yetinmişler ve bunu da şükür sanmışlardır. Nimetten gaflete gelince, bunun da iki sebebi vardır. Birincisi, insanlar cehaletleri sebebiyle umuma ait olan ve kendilerini de selâmete erdiren birçok şeyi nimet saymamalarıdır. Umumi olup yalnız kendilerine mahsus olmayan sebepleri nimet saymazlar. Örneğin: Hava nimetine karşı aldırış etmez ve bunun şükrünü eda etmezler. Bilmezler ki, boğazlan sıkılıp bir an havasız kalsalar ölürlerdi. Şayet bazı kimseler hamamın sıcak havasında veya kuyunun ağır rutubetli havası içinde bir müddet alıkonsalar, havasızlıktan ölürlerdi. Şayet onlardan biri, bu iki husustan biriyîe sıkıntıya maruz bırakılıp, sonra kurtularak temiz havaya kavuşsa, o zaman havanın ne büyük bir nimet olduğunu anlar ve hemen Allah'a şükrederlerdi. Zira böyle kimselere şükrettirebilmek için önce ellerindeki nimeti alıp bazen de iade etmek lazımdır. Halbuki, devamlı eîde bulunan nimete şüküretmek daha evladır.
Gözleri gören bir kimse, bu nimete şükretmez. Ancak gözleri kor olduğu zaman, onun kıymetini takdir eder. Şayet gözü tekrar ona iade edilse o vakit nimetin kıymetini hisseder ve şükreder ve onun bir nimet olduğunu anmaya başlar ki, bu doğru bir davranış değildir. Doğrusu, devamlı olarak gören göz nimetine şükretmektir. Allah'ın rahmeti geniştir. Herkese her hal-ü kârda nimetini bol bol vermişitr. İnsanlar umumi nimetleri görme-mezlikten gelirler. Ancak özel olarak kendilerine verilen servetin azlığı veya çokluğu nisbetinde şükrederler. Yani çok olursa şükreder, az olursa şikayet ederler. Ama Allah'ın herkese ve bu meyanda kendilerine verdiği umumi nimetin farkında olmazlar.
İnsanın fıtratında cahillik ve bildiğini tatbik etmeme özelliği vardır. Onun cahilliği zalimliği ile beraberdir. Yapıp yapamayacağını hiç düşünmeden bir görevi üstlenmesi, bu sıfatından kaynaklanır. Kendisini daima her şeye layık görür. Emaneti, ona layık olup olmadığına bakmaksızın yüklenir. Nitekim şu ayette insanın bu yönlerine işaret edilmektedir. "Biz emaneti gökİere, arz ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler. Ondan korktular da onu insan yüklendi. İnsan cidden çok zalim, çok cahil bulunur." (Ahzab, 33/72). insan yalnız, diğer yaratıkların, hatta kâinatın kabul etmediği mesuliyeti yüklendiği için cahil değildir. Bir şeyin doğruluğunu bildiği halde yapmaması da onun cehaletini ortaya koymaktadır.[534] Şu ayeti buna misal verebiliriz. "Hûd da! Bilgi ancak Allah'ın katındadir. Ben size, bana gönderilen şeyi duyuruyorum. Fakat ben sizin cahil bir kavim olduğunuzu görüyorum, dedi." (Ahkâf, 46/23)
İnsan, inanmadığı bir şeyi kabul etmek için delil ister. Hatta görmek ister. Halbuki bu isteği, onun doğru yolu benimseyeceği için değildir, işte böyle kabul edemeyeceği bir şeyi istemesi anında cehaletini ortaya çıkarır. Yani, böyle bir durumu istemesinin temelinde cehalet sıfatı yatmaktadır.[535] Şu âyetleri bu konuya örnek verebiliriz.
"Eğer hakikaten biz onlara melekleri indirseydik, Ölüler de kendileriyle konuşsaydı, bütün varlıkları karşında toplayarak senin doğruluğuna şahit ve kefil gösterseydik, Allah dilemedikçe, yine şüphe yok ki, iman edecek değillerdi. Fakat onların çoğu cahiüik ediyorlar." (En'am, 6/111)
Çok cahil anlamına gelen "cehûi" sıfatının, "çok zalim" manasına gelen sıfatla birlikte insanın özelliğini aynı âyette bildirmeleri (Ahzab, 33/72), insanın mayasında cehaletin varlığına işaret ettiği kanaatindeyiz. Cahil, nimeti görmemezlikten gelip şükre yanaşmayan bir insandır. Bu karakter, onun fıtratında var olan cehalet sıfatından neşet etmektedir. [536]
Gaflet dikkat ve hafıza azlığından dolayı insanı kaplayan bir yanılmadır. "Ğafele, yağfülü, ğufûlen, ğafelen, ğafleten" şeklinde birinci baptan gelir. Dikkatsiz, ihmalkar kimseye "gafil" denir.[537] Nefsin arzularının peşinden gitmeye ve vakti boşa harcamaya da gaflet denmiştir. Bir şeyden gafil olmak, onu aklına , hatırına getirmemek anlamına da gelir.[538]
Zekası olmayan aptal kimseye "muğaffel" denilir. "Gufûl" İse, hayrı umulmayan ve şerrinden de korkulmayan kimse demektir.[539] Nitekim bir ayettte şöyle buyurul m aktadır. "Kalbini bizi anmaktan gafil kıldığımız, kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme."( Kehf, 18/28 ).
Kur'ân'da GFL kökünden türeyen "gaflet" kelimesinin çeşitli durumlarda zikredildiği gürülür. Bunlardan bir kaçmı sunmaya çalışacağız.
a. îmandan yüz çevirmek suretiyle aldanmış kafirlerin gafleti. "İnsanların hesaba çekilecekleri (gün) yaklaştı. Hal böyle iken onlar, gaflet içindedirler." (Enbiyâ, 21/1).
b. Kur'an'm aleyhlerine şahitlik ettiği gaflet. "(Resulüm) Sen onları pişmanlık ve üzüntü günü hakkında uyar. Çünkü onlar bir gafletin içine dalmış oldukları halde henüz iman etmemişken (bakarsın) iş olup bitmiş-tir."(Meryem, 19/39).
c. Mukarrabin meleklerinin şehadetiyle kayıtlanmış olan gaflet. "Andol-sun! Sen bundan gaflette idin." (Kaf, 50/22).
d. Kurâ'n âyetlerinin hükümlerinden habersiz olmaları ile meydana gelen gaflet. "Biz de ayetlerimizi yalanlamaları ve onlardan gafil olmaları sebebiyle kendilerinden intikam aldık ve onları denizde boğduk."(A'raf, 7/136).
e. Kalpleri, gözleri, kulakları hakikate kapalı olan insanların hayvanlara benzetilmeleri dolayısıyla zikredilen gaflet. "...İşte onlar hayvanlar gibidirler, hatta daha da şaşkındırlar, işte asıl gafiller onlardır." (A'raf, 7/179).
Nankör insan, kendisini çepeçevre kuşatmış olan nimetlerin asıl sahibini unutur, gafil davranarak O'na şükretmeyi ihmal eder. Aşağıda sunacağımız ayetler, insanın böyle bir gaflet içinde olduğunu vurgulamaktadır.
"Denizde başınıza bir sıkıntı geldiğinde, O'ndan başka bütün yalvardik-larmız kaybolup gider. O, sizi kurtarıp karaya çıkardığında, (yine eski halinize) dönersiniz. İnsanoğlu çok nankördür. O'nım, sizi kara tarafında yerin dibine geçirmeyeceğinden, yahut başınıza taş yağdırmayacağından emin misiniz? Sonra kendinize bir koruyucu da bulamazsınız. Yahut O'nun, sizi bir kez daha oraya (denize) gönderip üzerinize kasırga yollayarak, inkar etmiş olmanız sebebiyle sizi boğmayacağından emin misiniz? Sonra, bundan dolayı kendinize (intikamınızı almak için) bizi arayıp soracak bir destekçi de bulamazsınız." (İsrâ, 17/67-69)
Seyyid Kutup bu ayetleri şöyle izah etmektedir. Beşeriyet, her yerde ve her zaman Allah'ın kontrolü altındadır. Denizde olduğu gibi karada da kendisini, O'nun murakabesinden kurtaramaz, insanoğlu kendisini nasıl emniyet içinde hissedebilir? Allah'ın, onları karada felaketle karşı karşıya getirmesinden nassl emin olabilir? Allah dilediği takdirde depremler, volkanlar veya başka türlü âfetlerle onları yok etmeye kadir değil midir? yahut onları tekrar denize gönderip küfür ve nankörlüklerinden dolayı büyük fırtınalara maruz bırakarak tayfaları yok edip gemilerini parçalasa, kendilerini bu felaketten kim kurtarabilir? İnsanları, Rablerine karşı nankörlüğe sevk edip O'ndan yüz çevirttiren gafletleridir. Hem bu gaflete devam ederler, hem de kendilerini emniyet içinde görmek isterler ve sadece felaket anında Allah'a yönelir, felaket savuşunca da O'ndan yüz çeviriler. İşte böyle bir tavır gafletin bir neticesidir.[540]
Aşağıda sunacağımız âyet, insanın değişik bir gafletini sergilemektedir. " İnsana bir zarar dokunduğu zaman bize yalvarır. Sonra kendisine tarafımızdan bir nimet verdiğimiz vakit, 'Bu bana ancak bilgimden dolayı verilmiştir' der." (Zümer, 39/49 )
Bu âyette , insanda görülen çeşitli durumlar beyan ediliyor. Elde ettiği servete ve nimetlere kendi biîgi ve becerisi i!e ulaştığına inanan bir portre çiziliyor, "Bu bana ancak bilgimden dolayı verilmiştir" diyerek bir bakıma benlik İddiasında bulunan insan, sıkıntılı durumlarda Allah'a dua ederken, huzurlu ve mutlu anlarında böyle bir dik başhlkta bulunmaktadır . İşte böyle bir tavır, kalb gözü körelmiş ve gaflet içinde ömrünü tüketen nankör bir insanın hal ve davranışıdır. Bu hareket, İmanın zıddı olan küfür İçinde bocalayanların davranışı olduğu gibi, İnanmasına rağmen , mal, servet ve her türlü imkanı elinde bulunduran fakat imanını amelle bütünieştireme-miş kimselerden ve dünya malım bir ideal haiine getirerek âhireti unutan insanlardan zuhur edebilir. Kısacası, gaflet nankörlüğe yol açan Önemli bir etkendir, diyebiliriz. [541]
Anid yanında bulunan şeylerle övünen ve kendini beğenen kimseye denir. "Anîd", inatlaşan ve bir şeye muhalefet eden kimseye de denir.[542]
"Anîd" kelimesi, iıpkı"celis, aşîr (arkadaş), "ekil" (yiyen), kelimeleri vezninde muannit (inatçı) manasınadır.[543]
"Anîd", haktan yüz çeviren kimseye denir."Anede, ya'nidü, unûden" şeklinde ikinci baptan gelir. Bildiği halde hakkı inkar eden kimseye "anîd" ve "ânid" denir.[544]
Kur'ân'da bu keiime şu âyetlerde geçmektedir. "Haydi ikiniz de her inatçı kafiri cehenneme atın." (Kaf, 50/24 ). "Asla (ummasın)! Çünkü o, bizim ayetlerimize karşı alabildiğine inatçıdır."( Müddessir, 74/16). Bu âyet Velid b. Muğîre hakkında inmiş ve Velîd'in pek çok özelliklerine işaret edilmiştir. O, Cenab-ı Hakkın birliğine, kudretine, nübüvvete, öldükten sonra dirilmenin doğruluğuna delalet eden bütün delillerin karşısına çıkan inatçı bir kimse idi. Onun küfrü, "küfr-i inâdî" dir. Çünkü o, bütün bu şeylerin doğruluğunu kalbiyle biliyor, ancak bunları lisaniyle inkar ediyordu. Muannidin küfrü ise, küfür türlerinin en çirkini ve en kötüsüdür. Cenab-ı Hakk'm bu ifadesi, onun inatçı oluşunun, sırf Allah Teâlâ'nın âyet ve delilleri hususunda olduğunu gösterir. Onun inadının sadece Allah'ın ayetlerine tahsisi, onun bu konuda son derece büyük bir ziyan ve iflas içinde olduğunu gösterir.[545]
Allah, kendisine dünyada nimetler ihsan ettiği halde, o nimetleri inkar edip küfürle mukabele eden, Allah'ın ayetlerini kabul etmeyerek O'na iftira eden ve Allah'ın kelamını beşer kelamı sayan o habis kimseyi tehdit ediyor. Ona sunduğu nimetleri bir bir sayıyor. "Tek olarak yaratıp, kendisine geniş servet ve gözü Önünde duran oğullar verdiğim, kendisi için (nimetleri önüne) serdikçe serdiğim o kimseyi bana bırak! Üstelik (o nimetlerimi) daha da artırmamı istiyor." (Müddessir, 74/11-13). Çocuklarının o kimsenin yanında ikamet etmesi de Allah'ın ona sunduğu nimetinin en büyüğüdür. Bütün bunları bildikten sonra Allah'ın nimetlerini küfür ile mukabele edip direnmiştir.[546] Velid b. Muğîre'nin şahsında, bu Özellikte olan bütün insanlar, âyetin muhtevası içinde değerlendirilebilir. İnatçı ve hakka karşı ayak direyenin en belirgin özelliği, inançsızlık ve nankörlüktür. înat, nimetlerin ve hakkın örtülmesine sebep olan bir nankörlüktür. [547]
Kibir, tekebbür, İstikbar birbirlerine yakm manalar ifade ederler. Kibir, kendini beğenme gibi, insana mahsus bir haldir. İnsanın kendisini başkasından daha büyük görmesidir. Kibir, tepeden bakma ve başkalarını küçük.! görmektir. İstikbar, kendi kendine büyüklerime, gururlanma, şişme demek olup KBR kökünden türetilmiştir. Tekebbürün en büyüğü, İbadet ederek Cenâb-ı Hakk'a boyun eğmemek ve hakkı kabulden imtina etmek suretiyle Allah'a karşı yapılan tekebbürdür.[548]
Küfür kavramının mana yapısındaki mühim Öğe, "tepeden bakma" ya-hut"küçük görme" dir. Kur'an anlayışında, doğal olarak kendini beğenmişlik, yalnızca küfrün çeşitli niteliklerinden biri değildir. Kur'an, küfrün yapısındaki bu öğeyi özellikle vurgulamaktan, hiçbir zaman usanç duymamaktadır. Öyîeki, birçok hallerde bu öğe ile, kafirin en tipik vasfı temsil olunmaktadır. Dinî manada kâfir, insanları küçük gören ve kendisi ile övünen bir kişidir.[549]
Gazaliye göre kibir, batınî ve zahirî olmak üzere ikiye ayrılır. Batıni kibir, nefisteki bir ahlaktır. Zahiri kibir ise, azalarda görülen kibirdir. Esasen içteki ahlaka kibir demek en doğrusudur. Görünüşteki hereketier, bu iç duygunun neticeleridir. Zaten bu hareketleri meydana getiren içteki kibir ahlakıdır. Bunun için bu hastalık, azalarda kendini gösterdiği zaman "kibirlendi" denir. Görünmediği zaman, o "kibirlidir" derler. Demek ki, kibrin aslı, insan tabiatında bulunan ahlaktır. Bu da kendisini başkalarına karşı üstün görme isteğidir. Kibir, kişinin kendisini kemal bakımından başkasından üstün görmesidir.[550]
İnsan karakteri devamlı değişim üzeredir. Kendinde bir güç bulursa, kibir ve büyüklük taslamada aşın gider. Zayıflık ve acizlik hissederse, aşırı derecede zillet ve meskenet gösterir. İnsanın bu durumu şu ayetlerde beyan edilmektedir.[551]
"însan hayır istemekten usanmaz. Fakat kendisine bir kötülük dokunursa, hemen ümitsizliğe düşer, üzüiüverir. Andolsunki, kendisine bir zarardan sonra, biz ona bir rahmet tattırırsak: Bu benim hakkımdır, kıyamet kopacağını sanmıyorum. Rabbime döndürülmüş olsam bile muhakkak O'nun katında benim İçin daha güzel şeyler vardır." (Fussüet, 41/49-50)
Mütekebbir bir kimsenin kendisinden başkasını sevmeye güç yetireme-yeceğini söyleyen Nadim Macit, kibirlenmenin birkaç nedeni olduğunu ifade etmektedir. Bunlardan birinin varlık sahibi olmak, diğerleri İse ise, muhitin tesiri, insanların kişiyi övmesi, şişirmesi, nefsinde ve kainatta Allah'ın varlığının ve birliğinin delillerini gördüğü halde başkalarının kınamasından korkarak fikrinden vazgeçmek, yeni mevki makam sahibi olmak gibi bir düşünceyle şöhrete kapılmak.[552]
Kibir, kişinin kendisini yaratıkların en faziletlisi, başkalarına değil de hakkın sadece kendisinde olduğunu sanmaktır. Halbuki herhangi birisi için olmayan fa/ilet ve kudret yalnız Allah içindir. Şüphesiz sadece O mütekeb-bir olma hakkına sahiptir. Tekebbür, kişinin başkasına karşı büyüklüğünü izhar etmesidir. Tekebbür sıfatı, bütün kullarda kötü bir sıfat, Allah hakkında ise Övgü sıfatıdır. Kendi zatının dışındaki kişilere karşı bunu izhar etmesi O'na müstahaktır. Çünkü bu, Allah hakkında hak, diğerleri hakkında ise batıldır.[553]
Kibir, nankörlüğü oluşturan bir etkendir. Çünkü kibirli insan kendisini insanlardan üstün görmekte ve her türlü hakkın kendisine mahsus olduğunu sanmaktadır. "Bu benim hakkımdır."(Fussılet, 41/50) diyerek bolluk onu baştan çıkarmakta ve nimetin kaynağından gafil bulunmaktadır. "Bu nimeti kendi emeğimle kazandım ve artık bu devamlı bana aittir" gibi sözlerle kendisini üstün görerek, Alah'ın katında bir makama sahip olduğunu sanır. Allah'ı ve âhireti inkara kalkışır. Buna rağmen Allah'a döndürülecek olsa bile O'nun yanında kendisinin önemli bir yeri olduğunu sanır. "Rabbi-me döndürülmüş olsam bile muhakkak ki O'nun katmda benim için daha güzel şeyler vardır." (Fussılet, 41/50) diyerek kuruntulara kapılır. Neticede nankör bir kişi olur.
insanoğlunun kalbi, kâinatın hakiki ve mutlak hakimi olan Allah'ı idrakten mahrum olursa, elinde bulunan servet, saltanat, kuvvet veya güzellik kendisini şımartır ve böbürlenmeye sevk eder. Elindeki her şeyin Allah'a ait olduğunu, O'nun lütfü ve nimeti olarak kendisine verildiğini ve Allah'ın azameti karşısında kendisinin zayıf bir yaratık olduğunu düşünebildiği an, şımarıklık ve böbürlenmekten kurtulacak mütevazİ ve olgun bir insan olacaktır. Mal, servet, sıhhat, afiyet ve çoluk çocuk gibi nimetleri kendi becerisi ve bilgisine bağlamak, bu nimetleri yaratan ve İhsan eden Allah'a karşı bir saygısızlık ve nankörlüktür. Her şeyin sahibi ve yaratıcısı Allah olduğuna inanarak O'na şükürde kusur etmemek her insanın temel görevidir. [554]
Hırs bir şeyi şiddetle istemek, aşırı derecede aç gözlülük yapmak manasına gelir. Kur'ân'da iki şekilde geçmektedir. Birincisi arzu etmek ve istemek manasına gelir. "(Rasûlüm) Sen, onların hidayete ermelerine çok düşkünlük göstersen de bil ki Allah, saptırdığı kimseyi (dilemezse) hidavete erdirmez..."[555] İkincisi, şefkat ve merhamet etmek ve acımak anlamlarına gelir. "...O, size çok düşkün, mü'minlere karşı çok şefkatli, merhametlidir."[556] Şu şiirde geçen "hırs"kelimesi istemek ve arzu etmek anlamındadır.
"Ey ufuklarda çalışarak rızık talep eden kişi! Yularını geri çekerek kas, zira rizık taksim edilmiştir. Ulaşamadığın şeylere karşı hırslı olma. Mahbû-ba karşı çok haris olan kişi bundan mahrumdu*r.[557]
Hırs, sonu gelmeyen istek, bir şeyin üstüne şiddetle düşme, aç gözlülük anlamlarını ihtiva eder.[558]
İnsanın vermekle yükümlü olduğu mali yardıma mani olan, başkasının malını zulmen almaya teşvik eden, akrabalarla olan münasebetin kesilmesine sebebiyet veren ve başkasında bulunan herhangi bir şeyin yok olması-nı temenni etmek manasında olan hasedi gerektiren tek âmil hırstır.[559]
Nitekim bir ayette şöyie buyurulmaktadır. "Doğrusu insan hırslı yaratılmıştır." (Meâric, 19). Bu ayette geçen "helu' " kelimesi; esasında çabukluk manasını ifade eden, bir taraftan tahammülsüzlük, mızıkçılık, bir taraftan şiddet ve hırs gibi farklı kavramlar arasında bir huysuzluk ifade eden, manası tam açık olmayan bir vasıftır.[560]
Bir hadis-i şerifte de şöyle buyuruîmaktadir: "Hırstan kaçınınız. Çünkü o, sizden öncekileri helake götürmüştür. Hırs, onlara cimriliği emretti, onlar da cimri oldular. Onlara (akrabalarla münasebetlerini) kesmeyi emretti, onlar da kestiler."[561]
Hırs, tamah ve aza kanaat etmemek insaoğlunun fıtratında mevcuttur. Nitekim Rasûl-i Ekrem şöyle buyurmaktadır:"Şayet âdemoğlunun iki vadi (dolusu) malı olsa, üçüncüsünü isterdi. Âdemoğlunun karnını topraktan başka bir şey doyurmaz. Ama Allah tevbe edenin tevbesini kabul eder."[562] "Âdemoğlu ihtiyarlar. Fakat onunla beraber İki şey büyür; mala ve uzun yaşamaya olan arzu ve hırsı ise devam eder."[563]
Anlamını sunduğumuz bu son hadiste, özellikle yaşama arzusu ile mala karşı olan hırsın (sevginin) birlikte zikredilmesi, insanın en fazla nefsini sevdiğine işaret içindir. Bundan dolayıdır ki, bu iki şeye sahip olma uzun bir ömür ister. Yaşamak ise mal sayesinde olur. insan ecelinin yaklaştığım hissedince bu iki sevgi daha da ziyadeleşir. Uyku bile sabaha karşı yani, gecenin sonunda daha tatlı olur. Bu da gösterirkİ, bir şeyin sonu yaklaştıkça kıymet ve lezzeti artar.[564]
Mal ve servete olan düşkünlük, davarların içine salman aç kurtların onlara verdiği zarardan daha fazla insanın dinini ve şerefini ifsat eder.[565]
Hırs, mihnet, meşakkatt, tamah ve zilletten hali değildir. Hırs ve tamah sebebiyle insanlarda izzet-i nefis ve hakka tabi olma gücü kaybolur. Çünkü hırs ve tamahı çoğalan kimsenin, insanlara olan ihtiyacı çoğalır. Onları hakka davet edemez olur. Onlara yağcılık yapmak mecburiyetinde kalır. Bu ise, kişinin dini için tehlikelidir. Hırstan kurtuluş ancak Allah Teâlâ'nın, kullarına takdir ettiği rızkı vereceğine kesin olarak İnanmakla mümkün olur. Bu da rızkın meşru yoldan aranmasıyla sağlanır. Hatta beklemediği ve ummadığı taraftan bile, kulun rızkını Allah'ın vereceğine inanmaktır.(Gazalİ, İhya, III, 256-257)
Mala ve servete aşırı derecede hırslı oîan bir kimse, hep kendi menfaatini düşünür. Yetime ikramda bulunmayı istemez. Yoksulu yedirmeye yanaşmadığı gibi teşvikte bile bulunmaz. Helal ve haram demeden mirası yemeye devam eder ve malı çok sever. (bkz. Fecr, 89/17-20)
îşte bütün bu özellikler haris kişiyi nankörlüğe sevk eder. Mal sevgisine aşırı derecede bağlı (Âdİyât, 99/8) olduğu için nankörce davranış sergiler. Kavuştuğu nimetlerin Allah'ın takdiri ile olduğunu hiç akhna getirmez, Allah yolunda sarfetmez ve Allah'ın kullarına ihsanda bulunmaz.[566]
Merhum Said Nursi, hırsın şükürsüzlük olduğunu ve nimetten mahrum olmaya sebebiyet verdiğini şöyle ifade eder: "Hırs; şükürsüzlük olduğu gibi, hem sebeb-i mahrumiyettir, hem vasıtay-ı zillettir. Hatta hayat-ı içti-maiyeye sahip olan mübarek karınca dahi, güya hırs vasıtasıyla ayaklar altında kalıp ezilir. Çünkü: kanaat etmeyip, senede birkaç tane buğday kafi gelirken elinden gelse binlerce taneyi toplar. Güya mübarek arı, kanaatin-dan doiayı başlar üstünde uçar. Kanaat ettiğinden, balı insanlara emr-i ilâhi ile ihsan eder, yedirir." [567]
istihza (alay etmek)), bir kimseyi şaka yoluyla maskara etmek, şeref ve onurunu kırmak istemektir. "Kırmak" veya "seri halinde öldürmek" manasına "hez'ün" den alınmıştır. Bilinen bir durumdur ki, alaydan maksat şaka değil, şeref ve haysiyeti kırarak maskara etmek ve budalalığı gizlice anlatıp sezdirmeden hakaret etmek, hafife almak ve bunlardan hoşnutluk duymaktır.[568]
Kur'ân, kafirlerin Allah'a ve O'ndan gelen her şeye dudak bükmelerini sürekli anlatır. Kur'ân'da yansıtıldığı kadarı ile, Cahiliyye insanlarının belirleyici özelliklerinin hafifmeşreplilik ve gamsızlık olduğu görülür. Bir de onların bu başıboşluklarının sebebi dünyaya bağlı olmalarından ileri gelmektedir. Önlerindeki dünya hayatının ötesinde hiçbir şey görmeyen insaniar için, ilerideki ebedî hayatı ortaya koyan bir dinin bir gülüşme vesilesi olmaktan başka bir sonucu olmasına imkan yoktur. Bu tür hafife alma tutumu için Kur'ân'daki en olağan ifadelerin her ikisi de HZE kökünden türeyen "ittehaze huzûen", alaya almak ve "istihza", şaka konusu yapmaktır. Her biri kendisince şirk-küfür ile istihza arasındaki yakın ilgiyi dile getirdiğinden aşağıdaki alıntılar semantik açıdan ehemmiyet taşır.[569]
"(Resulüm!) Kâfirler seni gördükleri zaman: 'Sizin ilahlarınızı diline dolayan bu mu?' diyerek seni hep alaya alırlar.." (Enbiyâ, 21/36), "(Seninle) alay edenlere karşı biz sana yeteceğiz." (Hicr, 15/95), "İşte, inkar ettikleri, ayetlerimi ve resullerimi alaya aldıkları için onların cezası cehennemdir." (Kehf, 18/ 106)
insan cinsinde öyle "zalûm ve "cehûl" bir ruh hali vardır ki, çokları nimeti düşünür de , nimeti vereni düşünmez. Nimet veya sıkıntının esas gayesini ve hikmetini göz ardı eder. Onun hikmetiyle ilgilenmez, nimet tecrübesi gördüğü halde o nimet elinden alınınca da derhal her şeyi unutur, bir karamsar ve bir nankör oluverir çıkar. Buna karşılık yokluk ve sıkıntı tecrübesi gördüğü halde, bir nimet tadınca , bir daha acı görmeyecekmiş ve o nimet sırf kendisinin emeği ve icadı imiş gibi, artik geleceğinden emin olarak ferahlanır, iftihar eder, şımarır, kibirlenir ve böbürlenir. İşte yukarıda sözü edilen Kur'ân'la ve kutsal şeylerle alay etme psikolojisi de bu ruh hali ile ilgilidir.[570]
İstihza kelimesi kökleri ile birlikte Kur'ân'da 34 yerde geçmektedir.[571] Bu kelimenin genel muhtevası ve geçtiği yerler araştırılınca, en büyük nankörlük demek olan "küfür" kelimesi ile çok yakından ilgili olduğu ve "imansızlık" sıfatını taşıyan kafirleri kapsadığı açık olarak görülür. Ancak bolluk, refah ve konfor içinde hayatlarını idame ettirenlerin de, kendilerinden servet, mal mülk ve imkan bakımından düşkün olan kimseleri alaya aldıkları, onları hor ve hakir gördükleri müşahade edilir. Bu konuda şu ayetin verdiği mesaj önemlidir kanaatindeyiz."( İnkarcılar) derler ki: Kendilerini dünyada iken saydığımız kimseleri burada niçin göremiyoruz? Alaya aldığımız onlar değil miydi? Yoksa (buralarda) onları gözden mi kaçırdık.""»[572]
Müşriklerin, nübüvvetin ilk yıllarında vahyin kesilmesi sebebiyle "Rab-bin seni unuttu" (Duhâ, 93/3) demeleri, fakir ve düşkün insanlarla oturmasını kınamaları {En'anı, 6/52), Kur'ân'ı masal olarak nitelemeleri (Sebe* 34/43), Allah senden başka peygamber gönderecek kimse bulamadı mı? şeklindeki çıkışları, hep istihza kapsamına girmektedir. Halbuki kendi içlerinden böyle bir peygamberin gelmesi, onlar için şükrü gerektiren büyük bir nimettir.
Hz Musa'dan cihadın farz kılınmasını isteyen îsrailoğulları, cihad farz kılındıktan sonra, "...Sen ve Rabbin gidin savaşın; biz burada oturacağız" dediler.(Mâide, 5/24). Onların bu tavrı istihzanın en iğrenç şeklidir.
istihza (alay etmek), insanın hakikati kabul etmesine mani olan kötü bir davranıştır, inkarcıların peygamberleri kabul etmemeleri ve hakka karşı ayak diremelerinin en başında gelen sebep istihzadır. Şu âyet, alaycıların karakter yapılarını açık bir şekilde göstermektedir. "Andolsun ki, kendisine dokunan bir zara dan sonra biz ona bîr rahmet tattınrsak, bu benim hakkımdır der. Kıyametin kopacağını sanmıyorum, Rabbime döndürülmüş olsam bile muhakkak O'nun katında benim için daha güzel şeyler vardır..." (Şura, 42/50 ). Kaba, kibirli ve alaylı bir şekilde yapılan böyle bir söylem, insanı nankörlüğe götüren önemli etkendir. Varlık ve bolluk içinde yüzenlerin bir çoğu, tarih boyunca bu alaylı tavırlarından vazgeçmemişlerdir. Başta kutsal şeylere inanan ve saygılı olan herkese reva gördükleri en önemli husus, istihza olmuştur. Küfür ehlinin en tipik karakteri istihzadır. Bu açıdan diyebiliriz ki, istihza, nankörlük anlamına da gelen "küfr"ün önemli bir tamalayıcısı ve sebebidir. Diğer bir tabirle, "küfür" istihza ile beslenir ve ondan ayrılmaz bir parçadır. Bu anlamda, Allah'ın peygamberleri vasıtasıyla gönderdiği emir ve prensiplere karşı dudak bükmek, onları hafife almak ve beğenmemek gibi tavırlar, istihza kavramının içine girmektedir. [573]
insanın genel karakteristik özelliklerinden birisi de, nimetler karşısında şımarıp böbürlenmesi, zararlar karşısında İse ümitsizliğe, bedbinliğe düşmesidir.[574]
İnsan, Allah'ın nimetlerini tadar, sonra ondan uzak kalırsa umutsuz bir nankör olur. Başına gelen bir sıkıntıdan sonra ona Allah tarafından bir nimet ihsan edilirse, "Musibetler başımdan gitti" der ve şımarıp durur. Kur'an diliyle böyle bir davranış sahibi insan, şimarıp böbürlenen biridir. "Eğer kendisine dokunan bir zarardan sonra ona bir nimet tattınrsak, elbette, 'kötülükler benden gitti1 der. Çünkü o (bunu) derken şımarıktır, kibirlidir."[575]
Yukarıda sunduğumuz âyette söz konusu olan, bir yönüyle nankör, diğer yönüyle şımarık böbürlenen insan tipidir. Bu âyetten önceki âyette ise, nimet elinden çekilip alınınca nankör ve ümitsiz bir tavır sergileyen insandan bahsedilmektedir.(Hûd, 11/9). Şımarıklık böyle bir karaktere sahip insandan zuhur etmektedir. Yani şımarıkhk nankörlüğe yol açmaktadır.
İnsanoğlu, nimet içinde kendi haline bırakıldığı zaman şımarmaya başlar. Böyle bir durumda Allah'a itaatten ve O'na şükürden uzaklaşır. Başına bir kötülük geldiği zaman Allah'ın rahmetinden ümidini keser ve hayatın yılları ona zindan olup kendi içine kapanır. İnsan, kendisine nimetleri bahşedeni hatırlamaz, O'na şükür ve hamdetmez ise, o nimetler kendisini şımartır, yoldan sapıtır. Allah'a bağlanmayıp O'nun lütuf ve rahmetine sığınmayan, O'na güvenip ümitvar olmayan insanlar, bir kötülükle karşılaştıkları zaman derhal ümitsizliğe düşer, çırpınmaya başlarlar.[576]
insanoğlunun kalbi, kâinatın yaratıcısı ve mutlak hakimi olan Aliah Te^ âlâ'yı idrak etmekten mahrum olursa, elinde bulunan servet, saltanat, kuvvet, makam, şöhret ve çeşitli imkanlar kendisini şımartır . Elinde bulundurduğu her şeyin, Allah tarafından kendisine verildiğini hiç hesaba katmadan nankörce bir yaşantının içine girer.
Servet ve her türlü imkan ve zenginliğin insanı şımarttığı noktada nankörlük başlamaktadır. Bunun belirgin numunesini Karun'un şahsında görmekteyiz. Kur'an'in bu konudaki ifadesine göz atalım: "..Karun, Musa'nın kavminden idi de, onlara karşı azgınlık etmişti. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki, anahtarlarını güçlü-kuvvetli bir topluluk zor taşırdı. Kavmi ona şöyle demişti: Şımarma! Bil ki, Allah şımarıkları sevmez." [577]
Kasas, 76. âyetini merhum Seyyid Kutup şu şekilde tefsir etmektedir: "Şımarma! Malınla gururlanarak, servetine güvenerek, hazinene dayanarak, gücüne ve kudretine aklanarak gururlanma, aşırı sevinme ve şımarma. Kendine o malı veren gerçek nimetin sahibini ve O'nun verdiği nimeti unutma, bu yüzden hamd ve senada bulunmayan azgın ve şımarık kimseler gibi olma. Kendisini mal sevgisine kaptıran, gönlünü hep onunla mp ğul eden, zihnini tamamen malî konulara hasreden ve böylece Allah'ın kul lan üzerinde kuruntu yapan kimseler gibi şımarma."[578]
Mücahid, "Şımarma! Allah şımaranları sevmez" kavl-İ şerîfindeki "fer; hîn" kelimesini "Allah'ın kendilerine verdiği nimetlere şüküretmeyen $ıma rıklar, övünenler ve sevinenler" diye tefsir etmişitir.[579]
Aşağıda mealini sunacağımız âyette nimetten şımaran nice memleketin helak olduğunu haber vermektedir ki, bu konumuzu doğrudan ilgilendirmektedir. "Biz, refahından şımarmış nice memleketi helak etmişizdir."[580] Taberi bu âyeti şöyle tefsir eder: "Şımardı, azdı, taşkınlık gösterdi ve Rabbi-ne küfretti." "Batar" kelimesi, batıl ve gaflet sahibi kimselerin şımarması taşkınlık göstermesi ve Allah'a karşı isyan etmeleri anlamındadır. Bu âyette geçen "batar" kelimesi, verilen nimet karşılığında şımarmak, anlamına gelmektedir.[581]
Her türlü nimet ve zenginlikten dolayı şımarmak, aşırı gitmek, azgınlaşmak nankörlüğü oluşturmaktadır. Refah içinde yaşayan ve zenginliğin vei--diği imkanlarla şımaran kimselerin nankörlüğe daha yatkın oldukları mü-şahade edilmektedir. Varlığın şımarttığı her insannın, nankörlüğün içine düşmesi ve bu karakterle hemhal olması kaçınılmazdır. İnsan hiçbir zaman varlık, servet ve çeşitli meziyetlerle şımarmamah ve alçak gönüllü olmayı bir prensip haline getirmelidir ki, zaten İslam Dini de bunu emreder. [582]
"Kendini beğenme" ifadesinden kasdımız, zenginlik, bolluk, refah, güç-kuvvet ve çeşitli imkanlara kavuştuktan sonra kendini diğer insanlardan üstün gören ve her şeyi madde planında ele alıp insanları buna göre değerlendirerek kendisini imtiyazlı sayan bir anlayışı kastetmekteyiz. Aşağıda anlamını sunacağımız âyetlerde böyle bir anlayışın sergilendiğini görüyoruz.
"İnsana bir zarar dokunduğu zaman bize yalvarır. Sonra kendisine tarafımızdan bir nimet verdiğimiz vakit, 'Bu bana ancak bilgimden dolayı verilmiştir' der. Hayır o, bir imtihandır, fakat çokları bilmezler[583]
"Andolsun ki, kendisine dokunan bir zarardan sonra biz ona bir rahm tattınrsak: Bu, benim hakkımdır, kıyametin kopacağını sanmıyorum. Ka bime döndürülmüş olsam bile muhakkak O'nun katında benim için da güzel şeyler vardır, der."[584]
mlarını verdiğimiz bu âyetler, nimetle donatılan bir insanın karak rtflva sermektedir. Varlık, bolluk ve rahata kavuşan bir kimsenin ter cim anlatan bu âyetler, insanın ruh âleminin resmini çizmektedir. davranışı
Afiyet, refah ve servet gibi arzularına kavuşup sıkıntı, fakirlik ve açceşitli musibetlerden kurtulunca da alabildiğince kibir ve gurura ka-ak kendini üstün gördüğünü ayrıca bu ifadelerden anlamaktayız. Ken Kesenme, üstün görme, imandan yoksun olup da nefsini terbiye ede-emiş kişilerin özelliğidir. Şayet insan, nimete kendi çabası, gayreti ve be-erisi ile kavuştuğunu sanır, buna Allanın lütuf ve keremi ile kavuştuğuna 'nanmaz ve şükürden gafil olursa, işte nankörlük bu noktada başlamaktadır. Üstünlük eğiliminin kuvve denmesiyle ruh hayatında büyük bir çatışma bassösterir. Bunun sonucu olarak, güçlülük ve üstünlük amacı daha acik-seçik belirmeye başlar ve bu amacına yaklaşmak için daha bariz hareketler yapar. Bu insanın hayatı büyük bir zafer bekleyişine benzer. Böyle bir insan gerçekçi olamaz. Hayat ilişkileri bozulur. Sürekli olarak başkalarına nasıl bir izlenim verdiğini ve onların kendisi için neler düşündüğünü merak eder. Hareket serbestliği kısıtlanır. Böylelikle en sık rastlanan karakter özelliklerinden biri olan kendini beğenmişlik ortaya çıkar. Onun bunun beğenisini kazanmak için her türlü role giren ve servetini Allah rızası için değil de başkalarının takdirine layık olmak için harcayan insanların ahlâkî yapıları bu değerlendirmeden anlaşılmaktadır.[585]
Her insanda az da olsa, kendini beğenmişliğin izlerine rastlandığı söylenebilir. Bir kimse kendini beğenmişliğini açıkça gösteremiyorsa, bunu çok iyi gizliyor demektir, ya da bu başka biçimler altında da görülebilir. İnsan belli bir Ölçüde alçak gönüllü olmasına rağmen kendini de beğenebilir. Kendini beğenen bir insan başkalarının yargılarıyla hiç ilgilenmez, bunları kendi kendi çıkarına kullanmaya çalışır. Kendini beğenme duygusu, belirli bir dereceyi geçtikten sonra çok tehlikeli olur. En fazla kendisini düşünür, başkalarının kendisi hakkında ne düşündüklerini bilmek ister. Böylece ger-Çekle ilişkisini kaybeder, insanlar arası ilişkilerden habersizdir. Hayata kar-?ı ilgisiz kalır.[586]
endıni beğenmek kadar insanı her türlü gelişmeden alıkoyan kötü niik yoktur diyen Adler, kişinin her şeyin sonunda çıkarını düşüneceeıırtır. Bazen kendini beğenmişlik ve gurur yerine, kulağa daha hoşırs kelimesi, bazen de gayret kavramının kullanılacağına işaret eden
Adler'e göre, bütün bu kavramlar genellikle fazla miktarda görülen kendini beğenmişliliği gizlemeye yarar. Ona göre, kendini beğenme eğilimi gizli, başka bir kılıkta ya da sapma şeklinde görülür. Kendini beğenen kişi, bu eğilimini tatmininde gerekli gördüğü bıütadargösteriş ve üstün gelmek çabasında başarılı olup olamayacağından en dehşetli bir şekilde endişe eder. Bu tip insanlar durmadan imtiyazlı bir durum gözetirler. Daha yakından bakıldığında, herkesten üstün olmak gayreti akla gelebilecek her türlü biçimde dışa yansıtmaktadır. Bu eğilim ferdin tutumunda, giyiminde, konuşma tarzında ve insanlarla ilişkilerde kendini belli eder.[587]
Kendini beğenen kişi, başkalarından üstün olmak istediği için herkesi tenkit etmekten zevk alır. Her şeyi tenkid eden, hiçbir şeyi beğenmeyen, kö-tüleyen bu kişiler oldukça yaygın olan bir karakter özelliğine "değersizlik duygusuna" (kompleksine) sahiptirler. Bu duygunun tesiri ile başkalarının değerlerini ve önemlerini küçümserler.
Bugünkü medeniyetimizde, sihirli bir güce sahip olduğu kabul edilen şeyin para oİduğunu ve birçok insanın, para ile istediği her şeyi yapabileceğine inandığım belirten Adler, bu gibi insanların hırs ve kendini beğenme duygularının paraya, mal ve mülk kazanmaya yönelmiş olduğunu, bu kimselerin dünya nimetlerini elde edebilmek için durmadan çaba gösterdiklerini şimdi daha İyi anlayabiliriz, demekte ve bu durumun patolojik bir durum olduğuna işaret etmektedir.
Adler'in yukarıda sunduğumuz görüşleri, bizim konumuzun anlaşılmasına yardımcı olabilecek tesbitlerdir. Konunun başında sunduğumuz âyette belirtildiği gibi, bu tip kişiler, değil insanların yanında, Allah'ın katında bile imtiyazlı olduğunu iddia edecek kadar işi ileri götürmektedirler. Kendilerini beğenme ve başkalarını küçük görme, kendi fikirlerini ve görüşlerini beğenip başkalarmmkine değer vermeme gibi hususiyetler, bu karaktere sahip insanların ayrılmaz özellikleridir. Bu özellikler ise, nankörlüğü oluşturacak önemü etkenlerdir. Çünkü bu yapıya sahip insanların değer ölçüsü, zenginlik ve servettir. Halbuki zenginlik ve servet Allah'ın bir lütfü ve ihsanıdır. [588]
Sabırsızlık, başa gelen olaylar karşısında tahammülsüzlük göstermek, direnme gücünü kaybetmek, her türlü acı, yoksulluk, haksızlık gibi üzücü şeyler karşısında sogukkanhhkia işin sonunu bekleme kudretini yitirmek anlamlarına gelmektedir. Ailah tarafından emredilen ve yasaklanan hükümlerin uygulanması hususnda metanet göstermemek de bu konunun kapsamı içine girmektedir.
Gerek Allah'ın emriyle olan ibadet ve taatlar olsun, gerek Allah'ın yarat-masıyla meydana gelen kaza ve kader olsun, gerekse Allah'ın nehyetmiş olduğu yasaklar olsun, bütün bunların hepsi sabra bağlıdır. Nitekim Hz. Lokman oğluna şöyle öğütte bulunmuştur:"Yavrucuğum! Namazı dosdoğru kıl, iyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış, basma gelenlere sabret. Doğrusu bunlar, azmedilmeye değer işlerdir." [589]
Allah'ın kullan üzerinde iki hükmü vardır. Biri, serî ve dinî hükmü, diğeri ise, kevnî ve kaderi hükmüdür. Serî hüküm, Allah'ın emriyle ilgilidir. Çünkü yaratmak ve emretmek yalnız Allah'a mahsustur. Allah Teâlâ'nm kevnî ve kaderi hükmü ise, kulun herhangi bir tesiri olmaksızın, Allah'ın kulu üzerine kaza ve takdir ettiği musibetlerdir. Kulun, bu musibetlere sabretmesi farzdır. Dinin temeli şu üç esastan ibarettir. Birincisi, emredilenleri yapmak. İkincisi, yasaklan terk etmek. Üçüncüsü, takdir edilmiş olan şeylere sabretmektir.[590]
Aüah Teâlâ, şikayetini, yalvarmasını ve duasını dinlemek için kuluna dert verir. Nitekim Allah, musibet ve bela zamanlarında kendine yalvarma-yanları ayıplayarak, "Andolsun ki biz onları (evvelce de açlık) azabına musallat kıldık da yine Rablerine baş eğmediler. Onlar yalvarıp yakarmazlar." (Mü'minûn, 76) buyurmaktadır. Kul, Allah'a karşı yiğitlik gösterme bakımından çok zayıftır. Allah, kulunun kendisine karşı yiğitlik taslamasını istemeyip bilakis boyun bükerek yalvarıp yakarmasını ister. Cenâb-ı Hak, kulun derdini insanlara-değü ancak kendisine şikayet etmesini ister.[591]
İnsanın, kendisine yapması ve uygulaması gerekli olan emirler, sakınması ve terk etmesi lüzumlu olan yasaklar, kesinlikle uygulanacak mukadderat ve sahibine şükretmesi vacip olan nimetler arasında bulunduğunu söyleyen İbn Kayyım (ö. 751/1350), bunların hiçbir zaman insanın peşini bırakmayacaklarını, sabrın da ondan ölünceye kadar ayrılmaması gerektiğini belirtmektedir. Ona göre bu dünyada insanın karşılaştığı şeyler iki kısımdır. Birinci kısım, insanın nefsinin arzu ve isteklerine uygun olanlardır. Diğeri, bunlara zıt olanlardır. Bu durumda insan, her iki kısımda da sabra muhtaçtır. İnsanın arzu ve isteklerine uygun olanlar sıhhat, selâmet, mevki ve mal gibi tatlı ve mubah olan şeylerdir.[592]
"Eğer insana tarafımızdan bir rahmet (nimet) tattırır da sonra bunu ondan çekip alırsak, tamamen ümitsiz ve nankör olur. Eğer kendine dokunan bir zarardan sonra ona bir nimet tatürırsak, elbette 'kötülükler benden gitti' der. Çünkü o (bunu derken) şımarıktır, kibirlidir. Ancak (musibetlere) sabredip güzel iş yapanlar böyle değildir. İşte onlar için bir bağış ve bir büyük mükafat vardır."[593]
Allah, sabredip salİh amel işleyenleri, kendilerine musibet dokunduğunda umut kesip nankör olmakla ve bir nimet taUırıldığmda da şımarıp böbürlenmekle yerilmiş olan insan cinsinden istisna kılmıştır. İnsan, yerilmekten ancak sabırla ve iyi amellerle kurtulur. Allah, musibetlere sabretmeyi azmedilecek işlerden kılmıştır. Yani bu işler çok büyük, çok şerefli olduğundan mutlaka yapılmaları gerekir.[594]
Sunacağımız şu âyet, insanın fıtratında sabırsızlığın bulunduğunu vurgulamaktadır. "Gerçekten insan, çok hırslı (ve sabırsız) yaratılmıştır. Kendisine fenalık dokunduğunda sızlanır, feryat eder. Ona imkan verildiğinde ise pinti kesilir."[595]
Râzî (ö. 606/1210), âyette geçen "helû"'kelimesini şöyle tefsir etmektedir: "Bu psikolojik bir durumdur ki, bundan dolayı insan sızlanmaya ve yalvarmaya başlar. Gerek söz ve gerekse fiillerle ortaya çıkan bu haller, insanın psikolojik durumunu gösterir. Bu psikolojik durum, şüphesiz Allah'ın ya-ratmasıyia meydana gelmiştir. Dolayısıyla ruhu bu hal üzerine yaratılan kişinin, kendi nefsinde olan bu durumu gidermesi mümkün değildir. Fakat gerek fiil ve gerekse söz olarak ortaya çıkan hallerin terki, mümkün olan bir hadisedir. Yukarıda âyette geçen "kötülük" ve "hayır" kelimelerinden maksat "fakirlik, zenginlik veya hastalık anlamlarındadır. Buna göre mana, insan kendisine fakirlik veya hastalık isabet ettiğinde sızlanmaya ve şikayet etmeye başlar. Fakat sıhhatli ve zengin olduğunda İse menetmeye girişir, malı ile cimrilik yapar ve insanlara iltifat etmez.[596]
insanın başına bir sıkıntı, bir darlık, bir musibet, bir bela geldiği zaman sızlanmaya başlar. Sabırsızlanarak tahammülsüzlüğünü ve dirayetsizliğini ortaya koyar. Sunacağımız şu âyetler de insanın bu özelliği açıkça görülür, "insana bir zarar dokunduğunda, bize yalvarır..."[597] "İnsanın başına bir sı-kmtı gelince, Rabbine yönelerek O'na yalvarır. Sonra Allah, kendisinden ona bir nimet verince, önceden yalvarmış olduğunu unutur."[598] "...Her yerden onlara dalgalar hücum eder ve onlara çepeçevre kuşatıldıklarını anlarlar da dini yalnız Allah'a halis kılarak 'Andolsun eğer bizi bundan kurtarırsan mutlaka şükredenlcrden olacağız' diye Allah'a yalvarırlar." (Yûnus, 10/ 22 ), "İnsana bir zarar geldiği zaman, yan yatarak, oturarak veya ayakta olarak (o zararın giderilmesi için) bize dua eder. Fakat biz ondan sıkıntısını kaldırınca, sanki kendisine dokunan bir sıkıntıdan ötürü bize dua etmemiş gibi geçip gider." (Yûnus, 10/12)
Yukarıda meallerini sunduğumuz âyetler gibi daha pek çok âyet, insan portresini özellikle bu sıkıntı ve olumsuzlukların gitmesinden sonraki nankörce davranış hallerini ortaya koymaktadır. Daha önceleri yaşadıkları rahat, huzur ve mutluluklarını unutarak başlarına gelen bir sıkıntıdan dolayı hemen sabırsızlık göstermeleri de tenkit edilmektedir.
Allah, insanı imtihan edip nzkmı daraltınca insan şöyle der: "...Rabbim beni önemsemedi." (Fecr, 89/16). Fakat ikram edince de "Rabbim bana ikram etti" der (Fecr, 89/15). Böyle bir davranış tam bir nankörlük örneğidir. Başa gelen bir takım sıkıntı, buhran ve bunalım gibi insanın canını sıkan olaylardan dolayı sabırsızlık, metanetsizlik, tahammülsüzlük göstermek, insanı nankörlüğe götüren önemli ve etkili sebeplerden sayılır. [599]
Ye's Ümitsizlik, ümit kesme anlamlarına gelir, "yeise, yey'esü, ye'sen" şeklinde Dördüncü baptan gelir.[600]
Allah Teâlâ, insanı bazen darlıkla, bazen de genişlikle imtihan eder. Bolluk, nimet, refah ve huzurla yapılan imtihanın derecesi, kimi zaman şiddet, sıkıntı ve musibetle yapılan imtihandan daha fazla olabilir. Bolluk bir başka imtihan şeklidir. Tıpkı sıkıntı ve darlıkla yapılan İmtihan gibi. Allah, kendisine iman ve itaat edenleri çeşitli şekillerde dener. Darlık ve sıkıntı ile imtihan edilen mü'min sabreder, bollukla imtihan edilince de şükreder. Neticede her iki husus da mü'min için hayırlı olur. Nitekim bir hadis-i şerifte:
"Ne tuhaftır ki, mü'minin bütün işleri hayırdır. Ve bu hayır mü'minden başka kimse için yoktur. Ona bir bolluk isabet edince şükreder ve bu onun İçin hayır olur. Ve yine ona bir sıkıntı dokununca da sabreder. Bu da onun için hayır olur." buyurulmaktadır.[601]
Bol rızık ve çeşitli nimetlerle imtihanın yapıldığını şu âyet gayet açık bir şekilde ifade etmektedir.
"Kendilerine yapılan uyarıları unuttuklarında, üzerlerine her şeyin kapılarını açtık. Nihayet kendilerine verilenler yüzünden şımardıkları zaman onları ansızın yakaladık, birden bire onlar bütün ümitlerini yitirdiler."[602]
Önceki ümmetler, kendilerine gönderilen Peygamberlere iman etmedikleri için, Allah onlara çeşitli darlık ve musibetler verdi; fakat onlar, yine inanmadılar. Cenâb-ı Allah, cezalarım daha da artırmak için onlara bütün nimetlerin kapılarını açtı, bol rızık ve nimetlere gömüldüler. Nimetin gerçek sahibine şükredecekleri yerde zevk ve sefaya daldılar, O'nu unutup şehvetlerine teslim oldular. İşte böyle tam bir sarhoşluk ve dalgınlık anında Allah onları yakaladı da neye uğradıklarını bilemediler. Ne yapacaklarını düşünmekten aciz kaldılar ve helak olup gittiler.[603]
Onlara hürriyet ve refahın verildiğini, maddi ve manevî bütün engellerin kaldırıldığını, her taraftan üzerlerine nimetler gönderildiğini, iyi kötü her şeyin kendilerine bol bol açık bulundurulduğunu ifade eden Elmalılı, bu âyeti şöyle tefsir eder: Her türlü rahatlar, sıhhatler, zaferler, başarılar, zevkler, sefalar önlerinde amade idi. Ne arzu etseler bulacak, ne isteseler yapabilecek hale geidiier. Kendilerine, kendi iradelerinden başka yasaklayacak ve kayıtlayacak bir şey görünmüyordu. Öyle serbest bir imtihana kondular ve öyle derece derece yükselmeleri arttı ki, nihayet bu hürriyet ve refah ile ferahlandılar. Tuttukları yolun iyi olduğuna ve bütün bunların kendi hakları olduğuna ve her sorumluluktan kurtulmuş olduklarına hükmetti-ler.Hiçbir kayıt, hiçbir kaygı duymaz olduİar, keyiflerini çattılar. Tam böyle ferahlandıkları, "gel keyfim gel" dedikleri bir sırada kendilerini birden bire bastırıp yakaiayıverdik. O saat iblis gibi bütün ümitleri kesildi. Ümitsizlik ve tam mahrumiyet içinde donakaldılar.[604]
İnsan, elindeki nimetlerin, yaşadığı huzur ortamının elinden alınması ile de İmtihan olunmaktadır." Eğer insana tarafımızdan bir rahmet (nimet) tattırır da sonra bunu ondan çekip alırsak, tamamen ümitsiz ve nankör olur." [605] "insana nimet verdiğimiz zaman (bizden) yüz çevirip yan çizer; ona bir de zarar ziyan dokunacak olsa iyice karamsarlığa düşer."[606] "...Şayet yaptıklarından ötürü başlarına bîr fenalık gelse hemen ümitsizliğe düşüve-rirler."[607] Yukarıda meallerini sunduğumuz âyetlerde insanın karakteri çizilmektedir. Âyetler, huzur, refah, mutluluk ve nimet içinde yüzerken haktan yüz çeviren bir ruh halini, sıkıntı, musibet, darlık ve yokluk anında ise ye'se düşen, karamsar, bezgin ve üzgün bir tavır sergileyen insanın durumunu ne kadar da güzel tasvir etmektedir. Ye's, karamsarlık ve üzüntü hali insanı nankörlüğe sevk etmektedir. Önceki halini, bol bol nziklarla geçirdiği o mutlu yaşayışını hiç hesaba katmadan ve nimetleri hiç hatırlamadan içinde bulunduğu fakirlik ve zaruret halini ve musibetin verdiği sıkıntıları ve ıstırapları anlatır durur. Önceden bol bol veren ve ihsanda bulunan yine verir demez de ümitsizliğe, karamsarlığa kapılır. Nimetin sahibine ve nimetlere nankörlük etmeye başlar. Ye's, karamsarlık, bezginlik, üzüntü ve yılgınlık nankörlüğü oluşturan sebeplerdir.
Sunacağımız şu âyette Peygamberler başta olmak üzere hiçbir mü'mi-nin Allah'ın yardımından ümidini kesmemesi ve ye'se düşmemesi gerektiğini bize bildirmektedir. "Nihayet peygamberler ümitlerini yitirip de kendilerinin yalana çıkarıldıkları sırada onlara yardımımız gelir ve dilediğimiz kimse kurtuluşa erdirilir. (Fakat) suçlular topluluğundan azabımız asİa geri çevrilmez." [608]
Ye's Konusunda Kur'ân'm şu mesajları bizim için çok önem arz etmektedir. "..Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin..."[609] Mü'min hangi durumda olursa olsun Allah'ın rahmetinden ümidini asîa kesmez. Zira Allah'ın rahmetinden ümit kesmek kafirlere mahsustur. Nitekim Mealini sunacağımız şu âyet bunu açıkça ifade etmektedir."...Çünkü kafirler topluluğundan başkası, Allah'ın rahmetinden ümit kesmez." (Yûsuf,12/87 )
îbn Abbas (r.a): "Mü'min her durumda Allah'tan gelecek bir hayır ümidi içindedir. Çünkü mü'min bir sıkıntıya düştüğünde, Allah'a yönelir, bolluk anında ise, O'na hamdeder" demiştir. Allah'ın rahmetinden ümit kesmek, ancak insanın, âlemin ilâhının kamil manada eşyaya kadir olmadığına veya tam malumatının bulunmadığına veya cömert değil, cimri olduğuna inandığında söz konusu olur. Halbuki bu üç şeyden her biri o insanın küfrünü gerektirir. Allah'ın rahmetinden ümit kesmek ise ancak kafir kimseler için söz konusudur.[610]
Adler'e göre ye's ve bu vesile ile oluşan karamsarlık bir hastalıktır. Üzüntü, sevilen bir şeyin veya kimsenin yitirilmesi sonucu, kişinin kendini avutamaması halinde ortaya çıkan bir duygudur. Üzüntü, bir sıkıntı veya zayıflık duygusunu telâfi etmekte ve daha iyi bir duruma geçmek gayretini kapsamaktadır. Bu açıdan öfke nöbeti ile eşdeğerdir. Öfkeli bir kişi kendi değerini yükseltmeye ve rakibini yıpratmaya çalışmaktadır. Oysa üzüntülü bir kimse, ruhî yönden tamamen içine kapanmakta, fakat bir süre sonra kendisini yüceltmek ve tatmin etmek için açılmak ihtiyacını duymaktadır.
v insan tabiatı için üzüntü tabii bir duygudur. Bununla beraber aşın bir halaldığı takdirde düşmanca tavır kendisini belli eder. Üzüntülü bir insan ağlayarak ya da yakınarak ruhen boşalmakta, çevresine karşı şikayetçi veya bir hakim tavır takınmaktadır. Ağlayıp sızlayarak çevreden daha fazla şeyler beklemektedir. Üzüntü, çevrenin ilgisini kendi üzerine çekmek için başvurulan bir mazeret olarak ortaya çıkmaktadır.[611]
Görüldüğü gibi ye's, karamsarlık ve buna bağlı olarak aşırı üzüntü, şi-.' kayet, sızlanma gibi hususları oluşturmaktadır. Nankörlük de bu sebeplerin ;7 verdiği ruh haletinden kaynaklanmaktadır. [612]
I'tidâ hakka tecâvüz etmek anlamındadır.(bkz. îsfehânî, ( a.g.e., s. 326 ) "Mıı'tedî" i'tidâ fiilinin yaklaşık olarak "kişinin, normal had-. dinin ötesine geçmesi" ve bu yüzden "birisine karşı saldırganlık ve haksız-; lık etmesi" demek olan bir sıfat halidir. Bu sözcük ile zulmün, genişçe bir ,.. ortak anlam alanına sahip olduklarını görmek zor olmayacaktır. Nitekim birçok mühim konuda mu'tedî (haddi aşan), zalimin tam zıddı görevini ' üstlenmektedir. Bu konuda şu âyeti misal verebiliriz. "Size karşı savaş açan-1 lara siz de Allah yolunda savaş açın. Sakın aşırı gitmeyin. Çünkü Allah, haddi aşanları sevmez."[613] Daha somut bîr şekilde ifade edilecek olursa, "haddi .. aşmayın" kelimelerinin manası, "sizin taraftan düşmana savaş için meydan okunmasın" demektir. Aynı düşünce öz olarak pekâla zulüm açısından da 'ifade olunmuş olabilirdi.[614]
"...Andolsun bizim şehadetimiz, onların şahitliğinden daha gerçektir ve biz (kimsenin hakkına) tecavüz etmedik, aksi takdirde biz, elbette zalimJer-ı den oluruz" diye Aliaha yemin ederler.[615]
Bu noktada zulmün önemli bir cihetinin, "Allah'ın hudutlarına" tecavüz olduğunun hatırlanması, yararlı olacaktır. I'tidâ sözcüğü de tamamiyle benzer durumlarda, bu anlamda kullanılmaktadır.[616] Şu âyetler de geçen i'tida bu anlamda kullanılmıştır. "İçinizden cumartesi günü hakkında haddi aşıp da bu yüzden kendilerine: Aşağılık maymunlar olun! dediklerimizi "',: elbette bilmektesiniz."[617] "Ey iman edenler! Allah'ın sîze helal kıldığı iyi ve temiz şeyleri (siz kendinize) haram kılmayın ve sınırı aşmayın. Allah sınırı aşanları sevmez." (Mâide, 5/87)
Bu bahiste, livâta fiilinin bazen bir "sınır aşma" eylemi kabul edildiğine dikkat çekebiliriz. Allah'ın hudutlarının ihlali" nosyonu, "pislik" yani daha somut ifadesi ile Allah'ın tiksinti duyduğu herhangi bir nesne kavramına, kayda değer bir derece de yakındır. Livatanm tam karşılığı vasfmdakİ "fahişe" sözcüğü ile tarif edilmesi bu görüşü teyit etmektedir.[618]
"Rabbinizin sizler için yarattığı eşlerinizi bırakıpta insanlar içinden erkeklere mi yaklaşıyorsunuz? Doğrusu siz sınırı aşmış (sapık) bir kavimsiniz.[619]
"îsrailogullarından kafir olanlar, Davud ve Meryemoğlu İsâ diliyle lanetlenmişlerdir. Bunun sebebi söz dinlememeleri ve sınırı aşmalarıdır."[620]
Baş kaldırmak ve aşırı gitmek, onların haraketlerinde ve itikadı düşüncelerinde belirmektedir. Gerçekten tsrailoğullannın tarihi, isyanlarla ve haddi aşma olayları ile doludur. Allah, onların bu özelliklerini Kur'ân'ın çeşitli yerlerinde tafsilatlı olarak açıklamıştır. Israiloğulları arasındaki isyan ve haddi aşma olayları bireysel bir şekilde ceryan etmiş değildir. Yahudiler, Allah'tan mukaddes bir istirahat günü temenni ettiler. Bunun üzerine Hak Te-âlâ Cumartesi gününü onlar için mukaddes bir istirahat günü yaptı. O gün hiçbir iş yapmazlardı. Sonra Allah, onları imtihan etmek için Cumartesi günleri denizlerde balıkları çoğalttı. Diğer günlerde ise çok az balık bulunuyordu. Yahudiler bu imtihanı da kazanamadılar. İlahî hududu tecavüz ederek Cumartesi günü Allah'ın emirlerini ihlal ettiler. Tekrar sapıklıklarına döndüler.[621]
Allah'ın ihsan ettiği servet, sıhhat, afiyet, gençlik gibi nimetler karşılığında şükretmeyip haddi aşanlar, bu nimetlerin kıymetlerini bilmeyen nankörlerdir. Allah'ın verdiği nimetleri O'nun tayin ettiği ölçü ve hudutlar dahilinde sarf etmeyip azan ve taşkınlık gösteren kişiler de bu grubun içine girmektedirler. Allah'ın ikram ettiğini, O'nun emrettiği şekilde harcamayıp lüks, konfor, gösteriş ve zevkleri uğruna harcayanlar haddi aşan Karun gibi nankörlerdir.
"Karun, Musa'nın kavminden idi de, onlara karşı azgınlık etmişti. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki, anahtarlarını güçlü kuvvetli bir topluluk zor taşırdı. Kavmi ona şöyle demişti: Şımarma! Bil ki Allah şımarıkları sevmez. Allah'ın sana verdiğinden {O'nun yolunda harcayarak) âhiret yurdunu iste; ama dünyadan nasibini unutma. Allah sana ihsan ettiği gibi, sen de (insanlara) iyilik et.. "[622]
Karun Allah yolunda infak etmekten yüz çevirdiği gibi, bu servetini, kendi gücü, imkanı, becerisi ve bilgisi sayesinde elde ettiğini iddia etti..Süs ve gösterişe aldandı. Bütün ihtişamı ve zineti ile kibirlenerek kavminin yanma çıktı. (bkz. Kasas, 28/78-79 )
Hiçbir sınır tanımadan servetini Allah'ın rızası ve emrettiği yerlerin dışında kullananlar ve bu servet ve imkanlarını şahsî kabiliyetlerine ve maharetlerine bağlayanlar, haddi aşan kimselerdir. Haddi aşmak, nankörlüğü oluşturan önemli bir sebeptir. Büyüklük taslamak, tepeden bakmak, her türlü güç ve kuvvetin kendisinde olduğunu sanmak, haddi aşmayı gerekii kılan unsurlardır. Nankörlük de bu sebeplerin neticesidir.
Allah'ın tayin ettiği haram ve helal sınırına riayet etmemek de haddi aşmaktır. Allah'ın verdiği gücü, kuvveti, serveti, malı, mülkü, ilmi, irfanı, tecrübeyi ve sanatı, Allah Teâlâ'nın razı olmadığı bir şekilde harcamak ve yerli yerinde kullanmamak haddi aşma kapsamına girmektedir ki, bunlar nankörlüğün oluşmasını hazırlayan önemii âmillerdir. [623]
Serveti kötüye kullanma tabirinden kastımız, insanın elinde bulunan her türlü maddî ve manevî imkanları ve nimetleri ilâhî irade ve arzunun dışında kullanmak, itidal noktasını aşarak ölçüsüz bir şekilde hareket etmektir.
Servet, zenginler veya devletin elinde baskı aracı olarak kullanılırsa, toplumda sosyal dengenin mihengi bozulur. O zaman servet toplumun yararına değil de belli kişiler adına kullanılır hale gelir. Böyle bir durumda servet zulüm aracı olur. Toplumun belli bir kısmi saadet, diğer bir kısmı da sefalet içinde yaşar. İki konum artı ve eksi kutbu gibi birbirine zıttır. Yüce Allah "Muhakkak insan kendini sahip olduğu mal ile Allah'tan müstağni görmekle azgınlık eder." (Alak, 96/6-7) buyurmaktadır. Âyet böyle bir yapılanmayı azgınlık olarak tanımlamıştır.[624]
Cemiyetin menfaatleri her zaman ferdin menfaatinden üstün tutulmalıdır. Sosyal adalet, dayanışma ve güvenlik toplumun hepsine şamildir. Serveti cemiyetin zararına kullanmak, toplumsal dayanışmaya aykırıdır. Böyle bir uygulama fertlerin sorumsuzluğundan kaynaklanır. Sorumsuzluk, saygı ve merhamet duygularının yok edilmesine sebeptir. Kur'ân, toplumların yok oluşunu hazırlayan ana sebeplerden bahsederken, ilk önce toplumun
inancı, sonra etki bakımından önemli bir yer tutan ekonomik eşitsizliği zikreder. Bunların ikisi aynı paranın ön ve arka yüzleri gibidir.[625]
Aslında iktisadî gücün farklı oluşu fertler arasında tabiîdir. Allah Teâlâ bu hususta: "Rabbinİn rahmetini onlar mı taksim ediyorlar? Onların dünya hayatında ki geçimlerini biz taksim ettik. Bir kısmını derecelerle diğerlerinin üzerine çikarttık ki, bazısı bazısını tutsun çalıştırsın. Rabbinin rahmeti ise, onların toplayıp durduklarından hayırlıdır." (Zuhruf, 43/32) buyurmaktadır.[626]
Kur'ân anlayışında servet, İslam inancının yaşanması ve işlerlik kazanması içindir. İslam'ın iktisadî görüşü, insan ve toplum yapısı, ekonominin örgütlenmesi ve işleyişi bakımından farklıdır. Irk, cins, soy, sop ve gelir farklılığı ayırımı yapmadan entelektüel bir sisteme göre hayatın tanzimidir. Kur'ân, iktisadî sistemini; İslam inancının yaşanması ve maddî ve manevî hayatın dengesi olarak sunar. Zekat, karşılıksız borç verme, sadaka gibi hususlar, işbirliği ve dayanışmayı sağlayarak sınıflar arası dengeli bir ortamın oluşmasını temin ederler. Servetin kötüye kullanılmasına izin vermez. Kur'ân, bunların dışındaki sistemleri, yardımlaşmaya ve benzeri unsurlara sahip olmadıklarından dolayı kuvvet ve menfaate dayanmakla suçlar.[627]
İslam'a göre mülkün asıl sahibi Allah'tır. "...Göklerin, yerin ve içindekilerin mülkiyeti Allah'a aittir..." (Mâide, 5/17). Kulların sahip oldukları servet, onlara Allah tarafından verilen ve imtihan edilmelerini sağlayan emanetlerdir. İnsanın gayesi, sahip olduklarını Allah'ın rızasını kazanmak için kullanmak olmalıdır.[628]"Biliniz ki, mallarınız ve çocuklarınız ancak birer imtihan sebebidir. Asıl büyük mükâfat ise şüphesiz Allah katmdadır." (En-fal, 8/28), "Şüphesiz ki Allah, inananlardan kendilerini ve mallarını cennet karşılığında satın almıştır."[629]
İslam'da servet ve zenginlik konusunda söylenecek şey aslında her şeyin Allah'a ait oluşudur. Bir âyette: "Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır." (Nisa, 4/126) buyurulmaktadır. Bu gerçek bir kere kabul edildimi daha işin başında para ve servete karşı aşırı hırs ve tamah önlenmiş olur. En meşru kazanma yolu çalışmadır. İnsan ancak çalışmak suretiyle mal, mülk ve servet sahibi olabilir. Böyle meşru bir şekilde elde edilmiş kazanç, helaldir. İslam böyle bir kazanca kötü gözle bakmaz. Bir kimse islam'ın koyduğu sınırlan içinde dilediği kadar zengin olabilir. İslam'ın inceliği bilhassa bu kazanılan servetin harcanması sırasında göze batar. Mal ve para kazanılırken nasıl bazı kayıtlar konmuşsa, harcanması sırasında da bazı kayıtlar konmuştur. Bir Müslüman kazancı için "Ben kazandım, istediğim gibi harcarım" diyemez. Derse bu kapitalizm olur. Kapitalizmde kazanmaya bir kayıt ve şart konulmadığı gibi, harcamaya da konulmamıştır. Bir Müslüman kazanırken olduğu gibi, harcarken de sorumluluk altındadır.[630]
Müslüman bir zengin mal ve parasını kendisinin, ailesinin, yakınlarının meşru ihtiyaçlarından başlamak üzere derece derece toplumun tümündeki fakirlik, yokluk ve sefaletin ortadan kaldırılması, silinmesi uğrunda kullanır. Açlığın, fakirlik ve yoksulluğun ortadan kalkması için her Müslüman zengin, kendini vazifeli saymak zorundadır. Bir Müslüman parasını lüks ve gösterişe harcayamaz. Başkalarının kıskançlığını celp edemez. Bir toplumun fakirlerinin o toplum içinden çıkmış zenginlerin servetinden bir pay sahibi olduğu dinimizce kabul edilmiştir. Kur'an'da zekat ve sadakanın çok sık bir şekilde zikredilmesi, kazanılmış servetten mümkün olduğu kadar başkalarının da yararlandırılması amacına yöneliktir.
Müslüman'ın hareketlerine Allah'a kulluk şuuru yön vermelidir. Müs-lümanın davranışları, yalan söylememek, tekelcilik, ihtikar, karaborsacılık yapmamak; sözleşmelere uymak gibi ahlakî ve İktisadî kayıtlara tabidir. Ayrıca toplumun menfaatlerini , kendi çıkarlarının üstünde tutmalıdır. Müslüman rasyonel olmakla birlikte bu rasyonalite, Allah'ın kullarına hizmet şuurunun emrinde olmalıdır. Rasyonaliteden, İslâmî tabirle "sebeplere başvurmayı" yani her türlü tedbiri aldıktan sonra Allah'a tevekkül etmeyi an-lıyoruz.[631]
Mal, mülk, servet ve çeşitli imkanlar Allah'ın lütfü ve ihsanı ile oluşmaktadır. Serveti iyi yolda kullanmak, yani Allah'ın rızası doğrultusunda harcamak İslam'ın Müslümana yüklediği en önemli bir sorumluluktur. Karaborsa, ihtikar, lüks, konfor, itidal ve helal sınırım aşarak nefsin, zevk, şehvet ve ihtirasları peşinde serveti tüketmek, Allah Teâlâ'nm razı olmadığı bir eylemdir.
Toplumu oluşturan fertlerin birçoğu, zarurî İhtiyaçlarını bile temin edebilecek bir imkana sahip değillerse, eğitim, öğretim, sağlık ve dengeli beslenme gibi temel ihtiyaçlarını asgarî ölçülerde dahi temin edemiyorlar-sa, bu takdirde zenginlerin, lüks, konfor ve eğlence âlemlerinde servetlerini tüketmeleri, sosyal adaletin gerçekleşmesini engelleyen en Önemli unsurlardır.
Çok cüzî imkanlarla geçinen, barınan ve oturduğu meskenin bile insanî şartlara uygun olmadığı bir toplumda, zenginlerin astronomik değerleri haiz villa ve yazlık evleri edinmeleri ve paralarını böyle bir ölü yatırıma sarf etmeleri, kanaatimizce serveti kötüye kullanmanın bir Örneğidir. Bu tutum, şükrün zıddı olan nankörce bir davranışın sonucudur. "Ben kazandım, becerimle, bilgimle bu servete ulaştım, istediğim gibi harcarım," felsefesi nankörlüğün en önemli âmilidir. [632]
Günah İnsanı hayırdan ve sevaptan geri koyan fiillere ad olarak verilmiştir. Birkaç istisnaî kullanılışı olmakla beraber genel çizgide, Allah'a karşı olan günahlara işaret eden "zenb" akıbeti vahim ve tehlikeli olan her fiile ıtlak olunur.(îsfehânî, a.g.e., Esime Maddesi, s. 10, Zenebe Maddesi, s. 181)
Kur'an'da günahm tanımına bizi çok yönden yaklaştıracak birçok kelime ve deyimin olması yanında genel bir tarzda görmekteyiz ki, günah, bireysel ve sosyal hayatı derinliğine ilgilendiren bir olay olarak sunulmaktadır. İyi bir neticeye yaklaştıran sevap fiilinin karşısında kulu, bazen başkalarının meşru hakları, bazen kendisinin öz hakkı, bazen de Allah Teâlâ'nm Öz istek ve yasaklan karşısına baş kaldırmış olarak çıkaran günahlar bulunur. Ferdin kendi içinin kararmasını, en isabetli sonuçtan uzaklaşmasını hazırlayan günah olduğu gibi, toplumların en ürpertici şekilde cezalandırılmasını hazırlayan da günahtır. Kur'ân'm genelinden bir tarif yakalamaya çalışırsak, şunu diyebiliriz; "Günah, meşruiyetini Allah'ın varlığından alan her şeye saldırı ve rneşrû olmama durumunu yine Allah'tan alan her şeyi yapma, irtikap etme."[633]
Kur'ân'm değer tablosunda yerine oturtulmuş olan günah, iç derinlikten ve derûnî oluştan mahrum değildir. Kur'ân-ı Kerim'de, derûnî ve ruhî -manevî tabakalaşma ve oluşların kaynağı olan kalp ile ilgili semantik bir alan oluşturulmuştur. Böyle bir tespit bizi, şu gerçeğe götürecektir. Kur'an'ın sunduğu günah kavramı, insanın dışındaki, kendi bilinçlerine sahip olmayan varlıklar gibi objektif türden olmayıp, insanın şuur fonksiyonuna katılan, duygularından ve hislerinden belli bir yeri işgal eden insanî bir vakıadır.[634]
Hadis-i şeriflerde de günahla ilgili tabirlere rastlamaktayız. Nevvâs b. Sem'an el-Ensârî (r.a) şöyle rivayet etmektedir: Resûllullah (s.a.v)'a iyilik ve günahtan sordum. Bunun üzerine şöyle buyurdular: "iyilik (birr), güzel ahlaktır. Günah ise, kalbini tırmalayıp, insanların da muttali olmasından hoşlanmadığın şeydir.[635]
Günah kavramı, yaşayan insanı ve sonra da onun geleceğini ilgilendiren canlı bir kavramdır. Davranışlarının yönüne müessirdir veya vicdanın hüküm vermesine çoğu kez bir ölçüdür. Günah, kavram olarak dışımızdaki varlıklarla olan ilişkilerde belirirken zahirî bir görünüm arz eder.[636]
Günaha dalış biçimleri her ne kadar farklı İse de, ferdî planda günahkarların ortak hususiyetleri şudur: Toplumun üst kısmından olmaktır. Bu gerçek vahy ile şöyle tespit edilmiştir: " Böylece biz, her kasabada, orada bozgunculuk yapmaları için, günahkârlarını liderler yaptık. Onlar, yalnız kendilerini aldatırlar, ama farkında olmazlar.'^En'am, 6/123) ilâhî takdire göre, bu mevkide liderlerin ve idarecilerin bulunmasının hikmeti ise, bulundukları mevkinin İmtihan yeri olma bakımından daha kritik önemi haiz olması cihetiyledir ve ayrıca böyle bir mevkide kaybetme ihtimalinin daha fazla bulunması bakımındandır.[637] Çünkü riyaset ve bollukta inkar ve dine tuzak kurmaya sevk edici çok şey bulunur.[638]
Çok günahkar anlamına gelen "esim" kelimesinin, çok nankör manasını ifade eden "keffâr" kelimesi ile birlikte bulunması, böyle bir sıfat ile vasıflanmış olan kişinin çok nankör olacağını göstermektedir. Nitekim bu konuda şöyle buyurulmaktadır: "Allah faizi tüketir (faize karışan malın bereketini giderir). Sadakaları ise bereketlendirir. Allah küfürde ve günahta ısrar eden hiç kimseyi sevmez."[639]
Âyette geçen "keffâr", mübalağalı sığa olup, küfürde çok ileri giden, adete küfrün içine gömülüp onu kendine adet edinen kimseye denir.[640] "Esîm" ise, günah işlemeye devam eden, günahın içinde boğulan, kısacası çok günah işleyen kimseyi göstermektedir. Bu iki kelime iki ayrı günahkarı teşhis etmektedir. Haram olduğunu reddedip, helaİ olduğunu savunarak faiz yiyen "keffâr" ve haram olduğunu bildiği halde bu işi yapan "esîm" ki, bu takdirde âyetin hükmü her iki sınıf için geçerlidir.[641]
Muhammed Abduh bu iki vasıf hakkında şu görüşü belirtmektedir: "Keffâr" Allah'ın kendisine mal vermek suretiyle yaptığı in'amı gizlemeye devam eden kimsedir. Çünkü bu malı ne Allah yolunda harcamakta ve ne de muhtaçlara vermektedir. "Esîm" ise, insanların mallarını ellerinden çekip almak için, kendi malını bir vasıta yapan, onların sıkıntı ve çaresizliklerini sömürendir.[642]
Buna göre bu günahkar, kendi menfaati uğruna insanların maddi yönden zayıflamasına hiç aldırmayan, biriktirdiklerini de yardım olarak kimseye sunmayan, sunsa bile verdiğinden daha fazlasını almak için vasıta edinen, haramı heîal, helali haram addedecek kadar içi kararmış bir tiptir.[643]
Çok nankör anlamına gelen "kefûr" sözcüğü, çok hain manasına gelen "havvân" kelimesi ile beraber bulunmaktadır( Hac, 22/38). Aşağıda sunacağımız âyette "havvân" kelimesi ile "çok günahkar" anlamını ifade eden "esîm" sözcüğü bir birliktelik oluşturmaktadır. Dolayısıyla günaha dalma fiili, insanı nankörlüğe götüren önemli bir sebeptir diyebiliriz. "...Çünkü Allah, hainliği meslek edinenleri sevmez."[644]
Zenginlik ve varlık sahibi olmak, azgınlığın meydana gelmesine sebep teşkil eden şeylerden biridir. Nefis, şerre yöneldiğinde, şerri yapabilecek araç ve gereçleri kaybetmiş ise (böyle bir ortam yoksa) kötülüğü yapmak daha aza iner. Şayet, bu alet ve edevatı bulursa, şerri yapmak daha çok (mümkün) olur. Bu sebeple mal (servet) m bulunması kişinin azgınlığını artırır. İnsan tabiatı gereği, kibirlidir. Zenginlik ve kudret bulduğunda aslî yaratılışının icabı olan tekebbüre döner. Bir sıkıntı, bela ve istenmeyen bir durumun içine düştüğü zaman hayal kırıklığına uğrar ve hemen itaat ve te-vazuya yönelir.[645]
istisnalar hariç, genelde her türlü nimet ve İmkanı elinde bulunduran kişiler, kulluk görevini yapmaktan çekinmektedirler. Servet ve zenginlikleri arttıkça şükürlerini ve kulluk görevlerini daha da artırmaları gerekirken sürekli kulluk kulvarından uzaklaşmaktadırlar. Lüks, konfor, sefahet ve eğlencelere dalarak günahlarla barışık hayatı tercih etmektedirler. Kendilerini ibadet ve itaattan müstağni görmek, onların bir karakteri haline gelmiştir. "Gerçek şu ki, insan kendini kendine yeterli görerek azar" (Alak, 96/6-7) âyelerinde İfade edildiği gibi kendisini üstün, yeterli, değerli, itibarlı, hatırlı, zengin ve varlıklı görür de toplumdaki görevini, sorumluluğunu kötüye kullanır. Zevke, sefaya bir türlü doymazlar, işte bu durum kişiyi, ister inançlı olduğunu İddia etsin, isterse inançsızlığını alenen söz ve fiilleriyle ilan etsin, nankörlüğe sürüklemektedir. [646]
Bu konuyu aşağıda sunacağımız âyetler ışığı altında incelemeye çalışacağız. Bir Önceki konuda serveti kötüye kullanmayı açıklarken bu meseleye dolaylı da olsa değinmiştik, "insana nimet verdiğimiz zaman (bizden) yüz-çevirip yan çizer; ona bir de zarar ziyan dokunacak olsa iyice karamsarlığa düşer" (Isrâ, 17/83)
İnsan emsinin özelliğindendir ki, istediğini elde edince ve arzuladığı bir şeye ulaşınca aldanır ve Allah'a itaattan uzaklaşarak Hak Teâlâ'ya kulluktan gafil olur. Âyette geçen "neâ" kelimesi sözlükte uzaklaşmak, bir şeyden yüz çevirmek, yan çizmek, sırtım dönmek anlamlarına gelir. Kibirlilerin adeti de budur. Yani haktan yüz çevirmek onların adetidir.[647]
Merhum Elmalılı bu âyeti şöyle tefsir eder: Biz o insana, o çok zalim ve çok bilgisiz olan insana nimet verdiğimiz zaman, yüz çevirir ve yan çizerek uzaklaşır. Nimetle şımanr, nimet verenden yüz çevirir, nankörlük eder. Ona zarar ziyan dokununca da son derece ümitsizliğe düşer. İşte böyle nimet ha-Hnde teşekkür, zarar halinde ümit ve dua etme özelliği bulunmayan insanlardır ki, o zalimlerdir. Kur'an böylelerİnin zararım artırır. Boyleleri müjdelemekle de yola gelmez, korkutmakla da.[648]
"insana bir nimet verdiğimiz zaman (bizden) yüz çevirir ve yan çizer. Fakat ona bir şer dokunduğu zaman da yalvarıp durur."( Fussılet, 4Î/51)
İnsana, nimet verildiği zaman, Allah'ın emrine saygı duymaktan ve mahlukatma şefkat etmekten yüz çevirir, bir kenara sıvışır, böbürlenir, büyüklük taslar. Ama daha sonra onu fakirlik ve sıkıntılar yakalarsa, yalvarıp yakarmaya ve dua etmeye başlar. Âyette geçen geniş ve uzun anlamına gelen, "arız" kelimesi, duanın çokluğunu ve devamlılığını ifade için istiare yoluyla kullanılmış bîr kelimedir. "Genişlik" kavramı, maddi varlıkların sıfatlarından olmakla birlikte, bu manevî niyaz halini ifade etmek için istiare yapılmıştır.[649]
"Eğer yüz çevirirlerse bilesin ki biz seni onların üzerine bekçi göndermedik. Sana düşen sadece duyurmaktır. Biz insana katımızdan bir rahmet tattırdığımız zaman ona sevinir. Ama elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir kötülük gelirse, işte o zaman insan pek nankördür." (Şura, 42/48)
Bu âyette Ailah'm, onların inançlarının sebebini de beyan ettiğini söyleyen Râzî, "çünkü onlar, dünyada bir saadet ve ikrama nail olmuşlardır. Dünyalık elde etmek ise, aldanmaya, kibirlenmeye ve hakka boyun eğmemeye sebep olur. Allah'ın, dünyadaki nimetleri ne kadar büyük olursa olsun, yine de âhirette hazırlanan mutlulukların yanında denize nispetle bir katre gibidir. İşte bundan dolayı Allah, bu nimetleri "tatma" ile ifade etmiş-tir." demektedir. Ona göre insanoğlu, dünyada bulunan, aslında önemsiz olan bu nimetleri elde ettiğinde sevinip gururlanır, kendini beğenir ve kibi-re kapılır, bütün arzularını elde ettiğini, en yüce mutluluklara ulaştığım sanır. Bu ise, âhiret saadeti hususunda ki inancı zayıf olanların düşünecekleri bir durum ve takip ettikleri bir yoldur. Böyle bir davranış, mü'minlerin yoluna ters olan bir yol ve tutumdur."[650]
Taberı bu âyeti şöyle tefsir eder: "Biz Âdemoğlunu zenginleştirip ona tarafımızdan bir genişlik verdiğimizde- ki o da Allah'ın âyette zikrettiği rah-mettir-kendisine ihsan ettiğimiz zenginlik, mal çokluğu ve imkan genişliği sebebiyle sevinir. Eğer ona kendi elleriyle yaptığı isyan yüzünden bir ceza gelse, Allah'ın nimetini inkar eder ve hayırdan ümidini keser. Çünkü insan, Rabbinin nimetlerini çok inkar edicidir. Yani, çok nankördür. Musibetleri sayar döker ama nimetlerini inkar eder."[651]
insanın elde ettiği mal, servet, makam vs. ile aklanmaması gerekir. Zira her şeyin sahibi Allah'tır. Elde ettiği her imkan, Allah'ın kudreti dahilindedir. Her şey Allah'ın mülküdür. İnsan, sahip olduğu her şeye Allah'ın dilemesiyle kavuştuğuna inanmalıdır, işte böyle bir itikat, insanı daha fazla ibadet ve itaate sevk eder. Ama insan, bu nimetlere, kendi aklı, gayreti ve çalışması sayesinde sahip olduğuna inanırsa bu takdirde kendi kendisini beğenir ve Allah'tan yüz çevirir. İşte böyle bir noktada nankörlük başlar. Nankör İnsan, kendisine nimet verildiğinde şımarır, azıtır, büyüklenİr ve hakikati kabule yanaşmaz. Gerçeklere ve gerçeklerin hatırlatılrnasma asla tahammülü yoktur. Tahammül etse bile, kendisinin üstün ve faziletli olduğunu iddia eder. Gerçeklere sırt çevirmek, onlardan uzaklaşmak nankörlüğün oluşmasına bir vesiledir. [652]
îsraf "eşrefe, yüsrifü, isrâfen" şeklinde SRF kökünden gelir. Her ne kadar israfın, infak hususunda kullanılması meşhur olsa da, insanın yaptığı her fiilde, haddini aşmasıdır. Nitekim Allah, şöyle buyurmaktadır:
"(O kullar) harcadıklarında ne israf ne de cimrilik ederler, ikisi arasında orta bir yol tutarlar" (Furkân, 25/67)
İsraf bazen ölçüde, bazen keyfiyette olur. "... O malları İsraf ve tez elden yemeyin." (Nisa, 4/16)
Allah'a itaatin dışında harcanan her şey, velevki az da olsa, israf kapsamına girmektedir. Kur'ân harcamada ölçülü olmayı, israf ve cimrilik gibi ifrat ve tefrite düşmemeyi mü'minin bir özelliği olarak saymaktadır. Müsriflerin, işlerinde haddi tecavüz etmelerinden dolayı cehennem ehli oldukları zikredilmektedir.[653]
israf, "doğru Ölçüyü aşmak, ya da ihlal etmek" anlamındadır. Ne var ki, kesin olarak bir başkasının haklarına husumet, saldırganlık ya da tecavüz anlamında olan zulüm ve 'itidadan ayrı olarak israfın birinci anlamı, başkalarının hakları söz konusu olmaksızın "meşru sınırların ötesine geçmek", "aşırı sarfiyatta bulunmak" ve o nedenle de '"itidal sahibi olmamak", "aşırılık yapmak" şeklînde görünmektedir. Bu nedenledir ki, aşağıdaki iki örnekte israf vasfı ölçüsüz biçimde yeme ve içme eylemine affolunmaktadır; eylemin kendisi kendi içinde tabiî ki yanlış değildir, gülünç bir aşırılığa ve darlığa vardığı zaman ahlaken hatalı olmaktadır. İşte israf adı verilen ve Allah'ın nefretine konu olduğu tebliğ edilen budur.[654]
"Ey Âdemoğulları! Her secde edişinizde güzel elbiselerinizi giyin; yiyin, için fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez." (A'raf, 7/31) "..Her biri meyve verdiği zaman meyvesinden yeyin. Devşirilip toplandığı gün de hakkını (zekat ve sadakasını) verin, fakat İsraf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez." [655]
İsrafın bazı anlatımlarda küfür ile hemen hemen anlamdaş bir davranış gösterdiğini hiçbir şey daha açık gösteremez diyen Izutsu, Allah'ın âyetleri hakkında büyük şüpheler, Allah hakkında boş tartışmalar, aşırı derecede kibir sahibi ve tavizkar oldukları için O'na iman etmeyen kalpler, bunların hepsinin kafirlerin bilinen alametleri olduğunu belirtmektedir.[656] (ayrıca bkz. Mü'min, 10/42-43)
israf, herhangi bir şeyde haddini aşmaktır. Masraf (harcama) ya bir zaruret veya bir güzellik için yapılır. Ne zaruret, ne ihtiyaç ve ne de güzellik için olmayan, faydasız, zararlı, meşru olmayan yönlere yapılan harcama herkes için bir israf olduğu gibi, insanların ihtiyacı karşısında fazla yiyip içmek de güzel bir şey değil, hatta israf sınırına girmiş olur. iyilik ve yarar sağlayan şeylere harcamak ise, boşa harcamak değil, üretmek olacağından israf sayılmaz.[657]
Kur'ân'da israf kelimesi, birçok yönleriyle, Allah inancına karşı gelerek normal sınırın dışına çıkmak anlamına gelmektedir. Müsrif; bu çok yaygın olan anlamıyla, imana karşı koyarken, şiddet gösteren ve Allah'ı inkarda ileri giden kimse olmaktadır (bkz. Yûnus, 10/83). Firavun'un taşkınlığı onu müsriflerden, yani Allah ve risâletine karşı gelmekte ileri gidenlerden olmaya dönüştürmüştür.[658]
Kur'ân'da israf, Allah'ı inkar ederek normal ölçünün dışına çıkmak, Allah'ın dinine karşı gelerek meydan okumayı sürdürmek manasına gelmekle beraber, nadiren de olsa harcamada ölçüsüz davranmak anlamına da geldiğini yukarıda belirtmiştik. Biz burada daha ziyade israfın "harcamada ölçüsüzlük" anlamına ağırlık vereceğiz.
Kur'ân-ı Kerim, malın, içtimaî vazifesini yerine getirecek şekilde kullanılmasına özen gösterir. Bu görev, malın mülkiyeti her ne kadar Özel ise de, genel yarar ve tüm insanların iyiliğine harcanmasıdır. Zira islam, özel mülkiyetin sadece özel maksatlarla harcanmasına izin vermez. Şu ilâhî ifade, malın kullanımının sırf kendisine ait olduğunu bilen ve başkasına verdiğini kendi mülkünden vermiş gibi düşünen mal sahibini inkarcı ve Allah'ın verdiği nimetleri tanımayan kişi olarak kabul etmektedir[659]
"Allah rızık verirken kiminizi diğerlerine üstün tutmuştur. Üstün kılınanlar, emirleri altında bulunanların nzıklannı vermiyorlar. Oysa onda hepsi eşittirler. Allah'ın nimetini büe bile inkar mı ediyorlar?"(Nahl, 16/71) Kur'an, kişinin sahip olduğu malı dağıtma hususunda, şaşırma ve sapma için tebzîr ve sefih tabirini kullanmış, böyle olanları da "mübezzir" veya sefih olarak isimlendirmiştir.
"Bir de akrabaya, yoksula, yolcuya hakkını ver. Gereksiz yere de saçıp savurma. Zira böylesine saçıp savuranlar şeytanların dostlarıdırlar. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür." (Isrâ, 17/26-27 )
"Saçıp savurma" ifadesinden anlaşılan, belirlenen yerler dışında yapılan ve umumun menfaatini zarara uğratan uygunsuz harcamadır. Bu sebeple ikinci âyet, saçıp savurmayı yasakladıktan sonra, saçıp savuranları şeytanlara bağlamış ve Allah'a nankörlük edenler olarak tanıtılmıştır. O halde saçıp savuranlar, az veya çok dağitsalar bile mallarını kötülük ve haksız yollarda harcayacaklardır. Çünkü şeytanın ameli, kendi niteliği ile değil, sınıfı ile kı-yaslanmıştır. Aynı şekilde mallarını şerre harcayanlar, şeytan olarak tanımlanmıştır.[660]
Lüks ve israf ferdin İradesini zayıflatır, israf ile şımaranlar her türlü ıslahın düşmanıdırlar. Tüketimde lüks ve zararlı maddelerin yasaklanması bir dengeleme, zaruri ihtiyaçları temin etmeye matuf bir İsİâmî prensiptir. O kadar hassas bir prensiptir ki, nehirde bile abdest alırken fazla su harcamayı Peygamber (s.a.v) uygun görmemiştir.[661] İnançta hak akim, tüketimde ölçü iktisadî hayatın israftan korunmasını hedefler, islam, akim, ruhun, toplum hayatının dengelenmesinden ibaret bir dinamizmdir.[662]
İsraf, "şükre zıt ve nimeti hafife almaktır" diyen Nadim Macit, israfın, insanı izzetsizliğe götürdüğünü, özellikle maddî değerlerin ön planda tutuldu-ğu bu çağda israfa dayanak olan değerlerin çok kıymetli olduğunu, Batı Medeniyetinin zaruri olmayan ihtiyacı, zaruret derecesine çıkardığını, görenek tiryakiliği ile, heves ve arzuları tahrik ederek insanları ağır yükler altına soktuğunu ve meşru olmayan alışkanlıklara sevk ettiğini belirtmektedir.[663]
Zemahşerî, "İslam Dini, az olsun çok olsun, israfın her türlüsünü yasaklamıştır. Malından yersizce bir müd veren, saçıp savurmuş olur. Müd ise, en küçük ölçü birimidir..."demektedir.[664]
İslam her şeyde ölçülü olmayı ve itidal sınırını aşmamayı emretmiştir. Mal ve serveti gereksiz yere dağıtmak, israf etmek, "saçıp savurma" olarak nitelendirilmiştir. Böyle bir davranış içinde olanlar, Rablerine karşı çok nankör olan şeytan ve yandaşlarına benzetilmiştir. Demek ki, her türlü maddî ve manevî imkanları şer yolunda tüketmek ve Allah Teâlâ'nm emrettiği yerlerin dışında harcamak, nankörlüğün bir belirtisi olarak göze çarpmaktadır. O halde israf, başlı başına nankörlüğü oluşturan kuvvetli bir etkendir. İsrafın, bireyleri ve toplumları maddî ve manevî açıdan çökerten bir unsur olduğunu unutmamak gerekir. Çünkü israfta, hem Allah'ın hem de kulların hakkına tecavüz vardır. [665]
Zevk ve sefaya düşkünlük, insanı çeşitli menfi yönlere sürükler. Haram ve helal sınırını gözetmeksizin kazanma ve harcamaya sevk eder. insanı itidal noktasından uzaklaştırıp en uç noktaya sürükleyerek, insanın azgınlaşmasına ve şımarmasına sebep olur. Zevke düşkünlükten kastımız, islam'ın çizdiği sınırların dışına çıkarak eğlenmek, nefsanî ve şehevi arzuların peşine takılmak ve neticede Allah'ın rızasına muhalif hareket etmeyi alışkanlık haline getirmektir.
Akıl, Allah'ın emri dairesinde kullanılmazsa, insanı taciz eden bir alet halini alır. Aklın verdiği uyarmadan kurtulmak için, çoğu zaman insan eğlenceye ve sarhoşluğa dalar. Bu hayat, sadece bazı güzellikleri görüp, onlara prestij etmekten ibaret olarak görülürse, insan ruhu, bununla tatmin olmaz. Bütün lezzetleri tadarak insanın mutlu olabilmesi için hiç zaaflarının olmaması gerekir. Hastalık, ihtiyarlık, zayıflık ve ölüm hadiseleri karşısında çaresizlik, insanı faniliğe mahkum etmektedir. İnsanın çok sevdiği bu hayat ve gençlik her gün ölüme doğru gidiyor. Allah'ı bilen bir insan, bu dünyayı, fani âlemden ebedî bir âleme geçiş olarak görür. Allah'a inanmanın ve O'na itaat etmenin en büyük lezzet ve Özgürlük olduğunu kabul eder.[666]
Fiil ve söz itibariyle çirkinliği göze çarpan belirgin davranışlar, "kötülük" kavramının kapsamına girer.[667] Sahih bir akim, çirkinliğine hükmettiği her fiil, kötü olarak tanımlanır.[668]
Kötü ve çirkin davranışlar ve sözlerin tümü, ilâhî dinler tarafından yasaklanmıştır. Bunun anlamı şudur: Çirkin fiil ve sözler ilâhî dinlere inanan insanların hem İtikatlarına hem de ruhlarına zıttır. Kur'ân'ın insanlığa takdim etmiş olduğu bütün hükümlerin güzelliği ve doğruluğu ortaya çıkmıştır. Bugün insanlığın düştüğü acı durum bunu kanıtlamaktadır, ilâhî bir dinle, insanın düşüncesine dayanan felsefî düşüncelerin arasındaki en büyük fark budur." (Bkz. Nadim Macit, a.g.e., s. 271)
Ellerindeki imkanları zevk için kullanmak, maddî imkanlara güvenmek, bu imkanları kötülüklerde kullanmak, gaflete dalmak, yapıcılıktan ve güzellikten uzak davranışlardır. Kur'an, bu davranışları yapan toplulukları "fısk" tabiri ile anlatmaktadır, (bkz. Enbiyâ, 2117A). Bozguncu, çirkin, ayırımcı davranışları alışkanlık haline getiren Yahudilerin: " Biz bunları yaparız, çünkü bizim kalplerimiz kabuk bağlamıştır." (Nisa, 4/155; Mâide, 5/13) demeleri ise ilginç bir ruh bozukluğunu ortaya koymaktadır.[669] Kendilerine verilen bunca nimetlerden sonra Yahudilerin isyankar davranmaları ve günahlarla içli dışlı olmaları, onların nankörlüklerini ortaya koymaktadır.
Zevk haline getirilen kötülükler, yayılıcı bir özelliğe sahiptirler. Kalbin ve akim baskısından kurtulmak için kötülükleri alışkanlık haline getiren insanlar, düşünme melekelerini kaybederler. Özellikle ilâhî emirlerden habersiz olan toplumlarda, kötülükleri ortadan kaldırmayı hedefleyen caydırıcı ahlakî kurallar olmadığından önemli bir oranda bağımlı insanlar görülür.
Tiryakilik, önemli bir ölçüde ferdin enerjisini yok eder ve düşünme melekesini söndürür.[670]
Gerçekten bütün kötülüklerin temelinde insan şahsiyetinin bozulması söz konusudur. Kötü alışkanlıklar insana gaflet verir. Gaflete dalanlar ise ciddi meselelerle ilgilenmezler. Kötü alışkanlıkların pençesinden kurtulamayan toplumlarda verimli bir değişim çok zor oİur.fbkz. Nadim Macit, a.g.e., s. 274)
Zevke düşkünlük ve buna bağlı olarak kötülükleri alışkanlık haÜne getirmek nankörlüğe vesile olmaktadır. Kötülüklerden zevk almak ve bu uğurda vakit, mal ve her türlü gayreti sarf etmek insanı nankörlüğe götüren bir unsurdur. Bu konuda şu âyetlere bir göz atmak yeterlidir. "Nimet olarak size ulaşan ne varsa, Allah'tandır. Sonra size bir zarar dokunduğu zaman da yalnız O'na yalvarırsınız. Sonra da sizden o zararı giderdiğinde, içinizden bir zümre, hemen Rablerine ortak koşarlar. Kendilerine verdiklerimize karşılık nankörlük etmeleri için (öyle yaparlar). O halde bir süre daha faydalanın; fakat yakında bileceksiniz."[671] "Kendilerine verdiklerimize karşı nankörlük etsinler ve sefa sürsünler bakalım. Ama yakında bilecek-[672]
Zevke düşkünlük ve kötülüklerin bir adet haline gelmesi, kalbin katılaşmasına sebep olur. Kalbin katılaşması ise, Allah Teâlâ'nın zikrinden yüz çevirerek ibadetlerden uzak bir hayat sürmenin zeminini oluşturur. Bu da insanın yapabileceği en çirkin bir nankörlük hareketidir.
Bu dönemde maruz kaldığımız çılgınlıkların, bundan önceki çağların önüne geçtiğini söyleyen Fethullah Gülen, örf, âdet ve geleneklerin tamamen kapı dışarı edilerek ülkenin bir baştan bir başa âdeta serbest bölge haline getirildiğini ileri sürdükten sonra şu önemli tespitleri yapmaktadır: "Bu bulanık dönemde haysiyet ve şerefimiz .payimal oldu ve varlığımızın esası sayılan tarihî dinamikler bir bir bünyemizden sökülüp atılarak, bu ölümsüz değerlerin yeri çocukça heveslerle, aptalca fantezilerle doldurulmaya çalışıldı. İnançların yerine ruhlarımıza ilhad pompalandı. Kalbî ve ruhî hayatımız tezyif edilerek hemen hemen her kesimde kabaca maddeci ve nefsî zevklerini düşünen nesiller yetiştirilmeye çalışıldı."[673]
Zevk ve eğlencelere düşkünlük, gerek ferdin, gerek aile ve cemiyetin ve gerekse devletlerin zenginliğinin boş yerlere harcanmasına vesile olduğu gibi, fakirlik ve yoksulluğa sebep olmaktadır. Ayrıca fert başına düşen mn gelirin aşırı bir şekilde farklılaşmasına ve sosyal dengenin bozulmasına vesile olmaktadır. Bütün bu durumlar, nankörlüğü oluşturan önemli etkenlerdir. Nimetleri yerli yerinde kullanmamak nankörlüğün en önemli belirtisidir. [674]
Menfaat, kâr, kazanç, fayda, çıkar anlamına gelir. Menfaatperest ise, yalnız kendi çıkarını düşünen kimseye denir.[675]
İnsan, Rabbine karşı pek nankör ve gerçekten menfaatma düşkün oluşuna kendisi şahittir. İnsanın bizzat kendisinin inkar etmeyip kabullendiği gerçek onun nankör ve menfaatma düşkün bir yapıya sahip oluşudur.[676]
"O, mal sevgisine de çok düşkündür." (Âdiyât,100/8). Âyette geçen"ha-yır" kelimesi, Kur'ân'm "Eğer bir hayır bırakacaksa," (Bakara, 2/180) âyetinde olduğu gibi, birçok âyetlerinde mal manasına ve özellikle çok mal ve servet anlamına geldiği gibi, burada da genellikle "mal" diye tefsir edilmiştir. Mala, "hayır" denilmesinin sebebi, insan yaratılışının ona meyledici olmasından, dünya menfaati bulunmasından dolayı çoğu insanların onu mutlaka hayır gibi zannetmeleridir ki, burada o zannetme kotü-lenmiştir. Âyette geçen "şedîd", cimri veya çok güçlü olmak üzere iki şekilde açıklanmıştır. Yani mal ve serveti mutlaka "hayır" sanarak sevdiği için cimridir, sıkıdır. Allah için o malın hakkını vermek, hayıra sarf etmek, genel mefaatlara hizmet etmek istemez, kıskanır. Yahut malı ve dünya menfaatini sevmekte çok kuvvetlidir. Onu kazanmak, eline geçirip toplamak hususunda güçlüdür, hırslıdır. Fakat onun hakkını, şükrünü ödemeye, Allah için kulluk etmeye gelince zayıflığım ileri sürererk ona para vermek istemez, kaçınırda kaçınır, nankörlük eder.[677]
Anlamını sunacağımız şu âyette İnsanın karakteri çizilmektedir."lnsan, hayır istemekten usanmaz. Fakat kendisine bir kötülük dokunursa hemen "mitsizliğe düşer, üzülüverir."(Fussılet, 41/49)
insanın istediği hayır, mal, sıhhat, refah gibi dünyalık arzulardır. Şer ise; lik, sıkmtı ve musibetlerdir. İnsan menfaatma bir zarar geldğinde üzü- ümitsizliğe, karamsarlığa düşer, sızlanır, feryadı basar. Menfaatinin tefa- eye girmesi onu çok sarsar. İşte asıl nankörlük bu noktada başlar. Insam run hali ve karakteri böyle bir anda ortaya çıkar.
ukarıdaki âyet, bu karakterdeki kişilerin her an nasıl değiştiklerini, zaafa düştüklerini, hayrı övdüklerini, nimeti inkar ederek bollukla gururlandıklarını, sıkıntıyla bağırıp çağırdıklarını inceden inceye tasvir etmektedir. Böyle bir İnsan, kendisi için iyilik ve hayır istemekten bıkmaz usanmaz. Ama kendisine bir kötülük dokunacak olursa, ümit ve heyecanını yitirir. Bu halde kurtuluşun ve çıkışın olmayacağını zanneder, bütün sebeplerin yok olduğunu kabul eder. Bu yüzden İçi sıkılır ve üzülür. Allah'ın rahmetinden ve yardımından ümidini keser.
Çağımızda pozitivist düşünce; enaniyetîn bu derece ileri gitmesi, birçok insanı birer küçük ilah haline getirmiştir. Ben susuzluktan ölürsem yağmur yağmasın, bir saadeti paylaşmıyorsam, o saadet olmasın gibi bencil ruhların tezahürü olan bu anlayış, insanları bunalıma, yalnızlığa itmiştir.[678]
Menfaatperest insan sevimsizdir. Toplum tarafından pek itibara alınmaz. Durmadan kendi menfaatini öne çıkaran ve kollayan insanın, cemiyetteki mevkii de en alt sıralardadır. Her insan az çok menfaatini sever. Ancak menfaatin, duyguların ve hislerin, merhamet ve şefkatin önüne geçerek putlaştırüması ve insanların menfaatlarım hiçe sayarak, şahsî menfaatin yü-celeştirilmesi insan haysiyeti ile bağdaşmayan bir davranış ve nankörlüğe açılan bir kapıdır. Nimetin asıl sahibini unutmaktır.
Menfaatına düşkün insan kendisi için yaşar. Düşünce, iş ve tüm faaliyetlerinde beceri ve gayretini bu yöne teksif eder. Menfaatperest kişi, istek ve arzularının* tatminini arzu eder. Başkalarının zarar ve ziyanı onun ilgisi dışındadır. Ruhunu saran menfaat hissi, âdeta onu başkalarım düşünmekten mahrum etmiştir. Nankör ve menfaatçı bir insan, kendi menfaatim başkalarının menfaatinden daha üstün ve öncelikli görür. Görmese bile ileride veya hali hazırdaki bir İstifade bekleyişinden kaynaklanır. "...Kendileri bir zaruret içinde bulunsalar bile, onları kendilerine tercih ederler." (Haşr, 59/9) âyetinde belirtilen sınıfın içinde yer almaya güç yetiremezler. [679]
Parasını harcamamak için her türlü sıkıntıya katlanan kimseye cimri denmektedir. Cimrilik ise, cimrice hareket, cimri olan kimsenin hali demektir. Hasis ve pinti kimseye de cimri denir. [680]
Hadiseler karşısında acele tavır sergilemek, İnsanın özelliklerinden bindir. İnsanın söz konusu olumsuz yönünü tamamlayan bir başka ÖzelIıK onun cimri oluşudur. İnsandaki cimrilik yapısını tamamlayan diğer zel de onun mal sevgisi ile donatılmış olması teşkil eder. Bu hususta şu âyeti örnek verebiliriz. "Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, nişanlı atlar ve develere karşı aşırı sevgi beslemek insanlara güzel gösterilmiştir. Bunlar dünya hayatının nimetleridir. Halbuki varılacak güzel yer, Allah'ın katmdadır." (Âl-İ îmran, 3/14). Cimrilik ve mal sevgisi birbirini tamamlayan iki Özellik olup insanın gerektiğince bunlardan nasibini almış olduğunu Kur'an çeşitli âyetleri ile bize açıklamaktadır.[681] insanın cimriliği ile ilgili olarak îsrâ Süresindeki şu âyet oldukça ilginçtir.
"Deki:Rabbimin rahmet hazinesine eğer siz sahip olsaydınız, harcanır korkusuyla kıstıkça kısardınız, insanoğlu da pek eli sıkıdır." [682] Âyette geçen "katur" kelimesi, Katâde ve İbn Abbas'a göre, cimri ve sıkı olmak anlamındadır.[683] Çünkü, "Yoksa onların mülkten bir payı mı var? Öyle olsaydı insanlarabir çekirdek zerresi bile vermezlerdi." (Nisa, 4/53) âyetinde de Ce-nâb-ı Allah, insanı olduğu gibi vasfetmektedir. Ancak Allah'ın hidayet ve muvaffak kıldığı kimseler bundan müstesnadır. Zira cimrilik, feryat etmek, sızlanmak ve hırslı olmak onun sıfatıdır.[684] Nitekim Allah: "Ona İmkan verildiğinde pinti kesilir" buyurmaktadır.[685]
İnsanın tabiatında cimrilik vardır. Çünkü insan ihtiyaç sahibi bir varlık olarak yaratılmıştır. İhtiyaç sahibi canlıların, ihtiyaçlarını gidermeleri ve bu gereksinimlerini defedecek malzemeleri nefisleri için yanlarında bulundurmaları, tabiî bir olaydır. Ama kişinin cömert olması, harici bir takım sebeplerden dolayıdır, insan, bazen övüldüğü, bazen şeref bulduğu ve bazen de uhdesinde bulunan dini bir görevin sorumluluğundan kurtulmak için harcamada bulunur. Kişinin zekat, sadaka vermesi vb. tutum ve davranışlar göstermesi bu sebepledir. Yoksa insan, yine de hakikatte cimridir.[686]
Hayır! Doğrusu siz yetime ikram etmiyorsunuz, yoksulu yedirmeye birbirinizi teşvik etmiyorsunuz. Haram helal demeden mirası yiyorsunuz. Malı aşırı biçimde seviyorsunuz." (Fecr, 17-20)
Bu âyetlerin izahını Elmalih, şöyle yapmaktadır: "Allah size ikram ettiği
aide sız 'Allah bize ikram etmedi' diyorsunuz. Allah'tan çok ikram bekliyorsunuz ama siz kendiniz yetime ikram etmiyorsunuz. Mirası helal haram «neden büyük bir iştahla toplayıp yutuyorsunuz. Kadınlara ve çocuklara iras Verm'yor, onların payını da kendiniz alıyorsunuz. Olmaz böyle şey.
Siz başkalarına ikram etmediğiniz halde, Allah'tan daha fazla ikram bekliyorsunuz." [687]
insanın hep kendini düşünmesinin ve maîa düşkün olmasının çok ci kin bir şey olduğunu söyleyen Süleyman Ateş, "elinde imkan varken faki düşünmeyen, yetime ikram etmeyen insanın, Allah'tan ikram bekleme? hakkı yoktur, insan , Allah'ın aciz kullarına yardım etmeli, ikramda bulun malı ve kollamahdır ki, Allah da kendisine İkram edip kollasın. Servet ni met ve mevki bulunca başkalarını hiç düşünmeyen, hatta onları ezen, köle gibi kullanmak isteyen insanlar, aynen o eski zalim kavimler gibi davranmış olur" demektedir.[688]
"Yemin olsun ki, eğer ona dokunan sıkıntıdan sonra, kendisine tarafımızdan birNrahmet tattırırsak, mutlaka, 'Bu, benim hakkımdır, kıyametin kopacağını da zannetmiyorum.' der." (Fussılet, 41/50)
Böyle düşünfen bir insan, "Bu, benim hakkımdı, gelip beni buldu. Çünkü ben bunu bendeki çeşitli faziletler, iyi ameller ve Allah'a olan yakınlığım sebebiyle hak etmişimdir." şeklinde bir kuruntuya kapılır. Halbuki bu sefil varlık bilmez ki, hiç kimse için, Allah'a hiçbir şey vacip olmaz.[689]
"İnsana bir zarar dokunduğu zaman, bizi çağırır. Sonra kendisine tarafımızdan bir nimet verdiğimiz vakit, 'bu bana ancak, bilgimden dolayı verilmiştir.' der. Hayır, bu bir imtihandır. Fakat çokları bilmezler."[690] Cimrilik bu noktada doğmaya başlar. Sıkıntı ve darlık anında Allah'a yalvarıp yakarmak, bolluk, sıhhat ve afiyete kavuşunca da, bunların kendi gayreti, çalışması ve çabasıyla meydana geldiğini sanmak, büyük bir cehalet ve nankörlüktür. Çünkü insana sunulan her nimet ve lütuf Allah'ın bir in'am ve ihsanıdır. Mal ve serveti kendi gayreti ve çabası ile kazandığım söyleyen ve bu itikatta olan kimse, cimrilik yapmaktadır. Halbuki, "Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır," Bu ifade şu şekilde izah edilmiştir. Yerdeki ve göktekilerin, miras yoluyla sahip oldukları mallar ve diğer şeyler, Allah'a aittir. Bundan dolayı insanların Allah'ın mülkü ile, Allah'a karşı cimrilik edip, O'nun yolunda infak etmemeye hakları yoktur. Bunun bir benzeri de, "Sizi kendisinde vekil kıldığımız (mallar) dan (Allah yolunda) infak edin." fHadîd, 57/7) âyetidir.[691]
Âlimlerin çoğu, cimriliğin, farz ve vacip olan şeyi vermemekten ibaret olduğu ve nafile olanı vermemenin cimrilik sayılmayacağı kanaatindedır-ler.[692]
İnsanın hem kendisi, hem de bakmakla mükellef olduğu kimseler ıÇın yapacağı harcamalar, zekata giren infaklar, Müslümanların canlarına ve il rina kasteden bir düşmanı defetmek mecburiyetinde kaldıklarında, Tianı savuşturabilecek Müslümanlara mallarını infak etmek, bir Müslü-cok muhtaç olması durumunda, diğer Müslümanların ona hayatını rfürecek kadar mal vermeleri vaciptir, işte bütün bu infak çeşitleri, vacip faklardan olup, onu yerine getirmemek cimrilik babından sayılır.[693] Hasetle çok yakından ilgili ve genellikle onunla birlikte ortaya çıkan İliklerden cimriliktir. Cimrilik denilince, sadece para biriktirmek seklinde bir davranış değil, aynı zamanda bir insanın başkalarını memnun edecek şekilde davranıştan uzak olması, topluma veya tek tek şahıslara karsı cimri bir tavır alması, zavallı hazinelerini koruyabilmek için kendi çevresine âdeta bir duvar çekmesi gibi, daha genel bir davranış şekli anlaşılmalıdır.[694]
Bir insanın kaba davranışı, kendini beğenmesi ve başkalarım memnun edecek davranışta bulunmaması cimrilik sayıldığına göre, bu sıfat geniş kapsamlıdır. însan, sahip olduğu akıl, fikir, sağlık, afiyet ve ayrıca elinde bulunan her türlü nimet, bolluk ve imkanların Allah'ın bir lütfü değil de, kendi gayret, çaba ve maharetinin bir neticesi sayar ve bunlarla cimrilik yaparsa, nankörce bir tavır sergilemiş olur. Kısacası cimrilik, nankörlüğe götüren önemli bir sebeptir. Zira Allah'ın verdiği nimetlerden başkalarını istifade ettirmemek, nimetin sahibine karşı bir vefasızlık ve nankörlüktür. Böyle hareket eden insanları ne Allah, ne de insanlar sever. [695]
isyan taatm zıddidır.[696] isyan, emre itaatsizlik, taattan çıkmak anlamındadır.[697] Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır. "...Âdem Rabbine âsi olup yolunu şaşırdı." ( Tâ-Hâ, 20/121 ). Âdiyât Sûresinin 6. Ayetinde geçen "kenûd" kelimesine de âsî manası verilmiştir.[698]
Allah Teâlâ, insanoğluna doğru yolu da, eğri yolu da göstermiştir. Ona iyilik ve kötülüğün ne olduğunu açık ve seçik olarak bildirmiştir. Buna rağmen kimi inanmış şükretmiş, kimisi de inanmamış nankörlük etmiştir. Biz ona eğri ve doğru iki yolu da gösterdik." (Beled, 90/10). "Şüphesiz ona yol gösterdik. Buna kimi şükreder, kimi de nankörlük eder." (insan, 76/3). e«e ve ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilham enc yerr|in ederim ki, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, °nu kötulüklere gömen de ziyan etmiştir." (Şems, 91/7-10).
Allah'a şuurlu ve İdrak sahibi olarak ibadet eden yegane varlık, kâinat içinde insandır. Yine hidayet yolundan ayrılıp sapıklığa dalarak kâinat içinde Allah'ın buyruğuna uymayan ve isyan eden tek varlık da insandır. İnsan isyan ettiği ve Allah'a baş kaldırdığı zamanda sadece Allah'ın buyruklarına isyan eder, hidayet ve hakikat yolundan kaçar, temizlik ve yücelik istemez Ama, Allah tarafından kendisi için konulmuş olan kanunlara ters hareket edip oniara karşı gelmek kudreti yoktur. Bu kanunlar çerçevesinde onun müstakil olduğu nokta, hidayet ve dalâlet yolunu seçme hürriyetine sahip olacak kapasitede yaratılmış olmasıdır.[699]
insanın bolluk, huzur ve refah ortamında takındığı tavır ile, sıkıntı ve meşakkat halinde ortaya koyduğu tavır arasında ne kadar büyük bir farkın olduğunu, insanın ne hızlı değiştiğini ve nankörleştiğini aşağıda sunacağımız âyetler açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
"Gemiye bindikleri zaman, dini yalnız O'na has kılarak {ihlasla) Allah'a yalvarırlar. Fakat onları salimen karaya çıkarınca, bir bakarsın ki (Allah'a) ortak koşmaktadırlar. Kendilerine verdiklerimize karşı nankörlük etsinler bakalım!..."[700]
"Sizi karada ve denizde gezdiren O'dur. Hatta siz gemilerde bulunduğunuz, o gemiler de içindekileri tatlı bir rüzgarla alıp götürdükleri ve (yolcular) bu yüzden neşelendikleri zaman, o gemiye şiddetli bir fırtına gelip çatar, her yerden onlara dalgalar hücum eder ve onlar çepeçevre kuşatıldıklarını anlarlar da dini yalnız Allah'a halis kılarak: 'Andolsun! Eğer bizi bundan kurtarırsan mutlaka şükredenlerden olacağız' diye Allah'a yalvarırlar. Fakat Allah onları kurtarınca bir de bakarsın ki onlar yine haksız yere taşkınlık ederler..."[701]
İnsanoğluna kah karada, kah denizde seyir ve hareket edebilmek güç ve kabiliyetini veren ve önündeki engelleri kaldıran, yaya ve binekli olarak gezip dolaşmasına izin veren ve bunu sağlayan Allah'tır. Onları karada dağlardan, taşlardan aşırarak, denizlerde ise kaypak ve oynak sular üzerinde akıtarak seyrettirerek dolaştıran O'dur. Allah, insanoğlunun hayatına ağaçlardan ve daha pek çok canlı türünden farklı bir özellik, bir hareketlilik vermiştir. Onlar gemilerde hoş bir rüzgarla, içindekilerle akıp gittikleri ve neşelendikleri bir sırada, onları dalgalar her taraftan kuşatmıştır. Böyle bir durumda kendilerini her taraftan düşmanların kuşattığını ve artık hela olacaklarını sanmaktadırlar. İşte o vakit kalplerinden şirk ve inkarı tamaı-mıslar ve Allah'tan başka ümit bekleyecek, sığınacak hiçbir ma. ıunrnadıömı anlamış ve dini, bütün bir ihlasla Allah'a tahsis ederek -ivle dua etmişlerdir: "Ahdîmiz olsun ki, ey Rabbimiz, bizi bundan, hlikeden kurtarırsan her halükârda şükredenlerden olacağız." Bunlar hep böyle olur ve olmaktadır.[702]
İnsanın hayatı böyle gidişat ve değişim içindedir. Bazen bir acıyı, bir seizler, bazen de bu âyette belirtildiği gibi, en ferahli bir anda bütün 'mitleri yıkan bir acı durum birden bire insanın omuzlarına çöker. Nimet bolluk anında Allah'ı tanımak istemeyen ve ilâhî âyetleri anlamak ve uygulamak konusunda türlü türlü hilelere sapan imansızlara Allah, bütün rnâsivâyı gözlerinden ve gönüllerinden silen, böyle tehlikeler ve belalar vererek onlara kendisini duyurur ve yalvartır. Her ümidin yıkıldığı, her sebebin kesildiği böyle zamanlarda, bütün sebeplerin üstünde ve ötesinde olan ilâhi varlık, en inkarcı kalplere bile varlığını şirksiz ve seksiz olarak duyurur, kabul ve tasdik ettirip iman ettirir.[703]
Sonra Allah, kendilerini o sıkıntıdan kurtarınca, o küstahlar yeryüzünde hemen taşkınlığa başlarlar. Daima şükretmek üzere verdikleri sözlerinden cayar, ahitlerini ve yeminlerini çiğnerler, yine bu ahdi aşıp saldırganlık yapmaya, yine küfür ve şirke, yine fitne ve fesada ve isyana başlarlar.[704]
İnsan, gemiye binip, maksadına uygun yönden esen rüzgarı bulunca böyle bir anda mutluluk ve kuvvetli bir sevinç meydana gelir. Daha sonra birden bire helak olma emareleri belirince hiç şüphesiz gayelerine uygun olan o güzel hallerden, bu korkunç ve kahredici hallere geçişleri büyük bir korkuya ve dehşete sebebiyet verir. Hem denizde bu çeşit halleri ve korkunç şeyleri müşahede etmek, daha fazla korku ve dehşete kapılmaya vesile olmaktadır. Böyle bir durumda insan, sadece Allah'ın rahmet ve lütfünu umar, bütün yaratıklardan ümidini keser, kalbi, ruhu ve bütün uzuvları Allah a yalvarıp yakarmaya başlar. Sonra da Allah onu, büyük beladan kurta-np bu dehşetli zarardan kurtuluş ve necata erdîrincei işte tam o esnada o s«nse nimetleri unutur da alışmış olduğu batıl inançlarına, kötü huylarına tekrar döner.[705]
Genelde çoğu insanın karakteri böyledir. Nimet ve huzur içinde yaşar- Allah a kulluğu ve âhiretle ilgili hususları unutur. Bolluğun verdiği şıık ve sefahetle isyana kalkışır ve nankörlük eder. Ama başına bir sı-geldiği zaman Allah'ayalvarmaya başlar, mütevazileşir, alçak gönüllü olur. Boynunu bükerek tazarru ve niyazda bulunur. Fakat bu durum, h0 makul bir tavır değildir. Her durumda Allah'ı hatırlamak, O'na teslim mak ve elindeki nimetin kadrini bilmek samiyetin ve kulluğun bir siarıd İnsanın feragat ve vefakarlığı dar ve sıkıntılı günlerde sergileyeceği tavra göstereceği sabra bağlıdır. İnsanın metaneti, musibetlere karşı tahammül" fedakarlığı ve sadakati böyle bir anda ortaya çıkar. [706]
Unutmak tabirinden, akhnda kalmamak, aklına gelmemek, hatırına gelmemek ifadelerini kastetmemekteyiz. Burada anlatmaya çalışacağımız iyiliği unutmak, kadir bilmemek anlamını çağrıştıran unutmadır. Bu konuda şu âyeti misal verebiliriz.
"İnsanın başına bir sıkıntı gelince, Rabbine yönelerek O'na yalvarır Sonra Allah kendisinden ona bir nimet verince, önceden yalvarmış olduğunu unutur..."[707]
İnsanın karakteri, kendisine bir sıkıntı dokununca belli olur. O zaman sabrı, metaneti, azmi ve kararlılığı ortaya çıkar. Yukarıda sunduğumuz âyetten de anlaşıldığına göre, insan, başı dara girince Allah'a yöneliyor, O'na dönüyor ve O'ndan başka kendisini bu sıkıntıdan kurtaracak bir kimsenin olmadığını anlıyor. Fakat aynı insan, sıkıntılardan, problemlerden ve kendisini üzen musibetlerden kurtulup esenliğe kavuşunca, ikinci ve belki de maskelediği karakteri ortaya çıkıyor. Allah'a karşı yalvarış ve yakarışlarını unutuyor, sıkıntı ve ıstırapların bir daha gelmeyeceğini sanıyor. Tabiî ki, böyle bir tavır hoş karşılanacak bir durum değildir. Üstelik Allah'a karşı en büyük saygısızlıktır.
Zemahşerî'nin belirttiği gibi insan, ihtiyaç halinde ortağı ve şeriki olmayan Allah'tan yardım ister, O'na yalvarır. Ama başındaki dertler gidince, yalvarıp yakardığı ve niyazda bulunduğu Rabbini unutur ve O'na iltica etmez.[708]
İnsan, hayatının en küçük fiillerini İcra ederken Rabbini hatırlar. O'nunla birlikte olup O'na yalvarır. Ama darlık, sıkıntı gidince sanki daha önce Rabbİne yalvaran o değilmiş havasına bürünür. Eğer bir insan bollu la karşılaşırsa, Rabbinin âyetlerine dil uzatmaya kalkışır. Bolluğa kendisi den bilip Rabbini unuttuğu gibi O'na hasım kesilir.[709]
Âdiyât Sûresinin 6. âyetinde geçen "kenûd" kelemesini Hasan oa
- Pikleri savıp döken (anlatan), Rabbinin nimetlerini unutan nankör" fcjr etmiştir.[710] Musibetleri, meşakkatleri sayan, nimetleri ve rahat-unutan nankör anlamında da izah edilmiştir.[711] Nitekim Allah şöyle maktadır: " Onu imtihan edip rızkını daralttığında ise ' Rabbim beni Misemedi' der." (Fecr, 89/16). İnsanın karakterinde iyilikleri unutup gelme, kötülükleri ve sıkıntıları sayıp ortaya dökme özelli&i vardır.
Sunacağımız şu âyette insanın, sıkıntılı ve mutlu anlarmdaki karakteri sergilenmektedir. "İnsana bir zarar geldiği zaman, yan yatarak, oturarak veya avakta durarak (o zararın giderilmesi için) bize dua eder, fakat biz ondan sıkıntısını kaldırınca, sanki kendisine dokunan bir sıkıntıdan ötürü bize dua etmemiş gibi geçip gider..."[712]
Bu âyette kastedilen, insanın kendisine bir musibet geldiğinde sabrının; bir nimete mazhar olduğunda da şükrünün az olduğunun açıklanmasıdır. Bundan ötürü kendisine bir zarar dokunduğunda, insan ayakta iken, oturarak, yan üstü yatarak duâ ve ibadete yönelip Allah'tan o sıkıntısının giderilmesini arzu eder ve sıkıntısının nimet, lütuf ve ikrama dönüştürmesi için yalvarıp yakarır. Cenâb-ı Hak, ondan bu sıkıntıyı giderip onu güzel bir neticeye dönüştürdüğünde, o insan şükretmez, daha önceki sıkıntıyı hatırlama?, ve kendisine yapılan nimetin kıymetini bilmez. Bu sebeple de sıkıntısını kaldırıp gidermesi için Allah'a hîç dua etmemiş kimseler gibi olur. Bu da insanın yapısının zayıf olduğuna delâlet eder. İşte bundan dolayı, Allah bu tavrın kötü bir yol olduğuna, aksine akıllı insana yakışan ise, başına bela ve musibet geldiğinde sabırlı, nimet elde ettiğinde şükreden birisi olması gerektiğine, yine, insana yakışanın, sıkıntı anında duasının kabul edilmesi için, bolluk ve refah zamanlarında da çokça dua edip yalvarıp yakarması gerektiğine işaret edilmiştir.[713]
İnsan zayıf ve sabırsız olarak yaratılmıştır. Yine insan, mağrur, şımarık, unutkan, inatçı ve âsi olarak yaratılmıştır. Basma bir bela geldiğinde acizliği ve zayıflığı onu çokça dua etmeye, yalvarıp yakarmaya, alçak gönüllü ve ı aatkar biri olmaya sevk eder. Başındaki sıkıntı gidip, o rahata kavuştuğu zaman, kendisine unutkanlık hakim olur da, böylece Allah'ın kendisine an luttunu unutur, haddi aşma, azgınlık ve tuğyan, küfür ve açıktan inkar uşer. İşte bütün bu durumlar, onun tabiatının ve karakterinin bir neticesi ve yaratılışının ayrılmaz bir vasfıdır.[714]
Allah, insana bir nimet ihsan eder de bu nimetten dolayı şımarır, hakiki Mün'imi unutur ve şükürden yüz çevirirse, küfrân-ı nimette bulunmuş olur. Nimetin sahibini unutmak, nimetin kadrini bilmemek ve ilgisiz kal mak nankörce bir davranıştır. Allah'ı unutan kimseye, Allah kendisini de unutturur ve böylece fasık (yoldan çıkan) kimse olur (bkz. Haşr, 59/19) Halbuki insanın, hangi şartlarda olursa olsun Allah'a hamdetmesi ve şükürde bulunması asli vazifesidir. [715]
Sık sık görmüş olduğumuz gibi, zalim sözcüğü genellikle, "haksızlık yapan", ya da "kötülük eden", zuiüm ise, "haksızlık", "kötülük", "adaletsizlik", ve "tahakküm" gibi değişik şekillerde tercüme edilmiştir. "ZLM" nin Ük plandaki manası, "bir şeyi yanlış yere koymak"tır. Ahlak ilmi sahasında ilk ve en mühim anlamı, "muayyen haddi aşmak ve bir başkasının hakkını ihlal etmek" gibi gözükmektedir. Kısaca ve genel olarak zulüm, kişinin kendi sınırlarını aşması ve yapmaya hiç hakkı olmayanı yapması anlamında adaletsizlikte bulunmasıdır.[716]
"...Doğrusu insan çok zalim, çok nankördür." (İbrahim, 14/34). insan nefsine zulüm ediyor, Rabbinin nimetlerine karşı çok nankörlükte bulunuyor. Âyette geçen "zalûm" kendisine nimet verene değil de başkasına teşekkür eden kimse demektir ki, bu sebeple şükrü kendi mahallinin dışına koymuş oluyor.[717] Zalûm, şükrünü yapmamak suretiyle nimete zulmeden veya nefsini mahrumiyete maruz bırakan kimse demektir.[718]
Başka bir âyette de insan çok zalim ve çok cahil olarak vasıflanmaktadır. "Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklen-mekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir. (Ahzab, 33/32)
İnsan, büyüklenmek, başkasına karşı kendini üstün görmek gibi hislerle doludur. Bazen başkasının haklarına tecavüz ettiği gibi, kötü arzu ve istekleri sebebiyle kendisine de zulmetme eğilimindedir.
Râzî, "Doğrusu insan çok zalim, çok nankördür" âyetini şöyle tefsir eder: Cenâb-ı Allah, Nahl Sûresinde, ''Allah'ın nimetini saymaya kalksanız, onu sayamazsınız. Hakikaten Allah çok bağışlayan, pek esirgeyendir. (Nan > 16/18) buyuruyor. Bu âyet, İbrahim Süresindeki 34. âyetin sonu olan ' muhakkak ki insan, çok zalim, çok nankördür" âyeti i!e düşünüldüğü zami bir incelik ortaya çıkar. Cenâb-ı Hak bir anlamda şöyle buyuruyor, .'e 'man! Birçok nimetleri elde ettiğinde, bunları alan sensin, veren benim, bu nimetleri alırken İki vasfın ortaya çıkıyor. Bunlar, senin "zalûm ve ffâr" olmandir. Benim de iki vasfım ortaya çıkmaktadır: Bunlar ise "Ğa-f* ve Rahim" oluşumdur. Sen zalim isen, ben Gafurum, sen "keffâr" isen, h Rahîmim. Kusur ve aczini biliyorum. Ama kusurlarına nimetle muka-helede bulunuyor, sana ceza vermiyor, ancak vefa ile muamelede bulun uyo-m"[719] Bu izahtan da anlaşılacağına göre, insandan bu İki sıfat ayrılmamaktadır. İnsanın zafiyeti durumunda bunlar ortaya çıkmaktadırlar.
Allah, insanlara çok lütufkardır. Onların isyanlarına, haddi aşmalarına ve zulümlerine bakmaksızın onları bol bol nzıklan dır makta ve çeşitli nimetler sunmaktadır. Şu âyet-i kerimeler bu gerçeği en güzel bir şekilde beyan etmektedir:
"(O öyle lütufkar) Allah'tır ki, gökleri ve yeri yarattı, gökten suyu indirip onunla rızık olarak size türlü meyveler çıkardı; izni ile denizde yüzüp gitmeleri için gemileri emrinize verdi; nehirleri de sizin ( yararlanmanız) için akıttı. Düzenli seyreden güneşi ve ayı size faydalı kıldı; geceyi ve gündüzü de istifadenize verdi. O size istediğiniz her şeyden verdi. Allah'ın nimetini sayacak olsanız, sayamazsınız. Doğrusu insan çok zaiim, çok nankördür."[720]
Seyyid Kutup'un belirttiği gibi, bu âyetlerde kâinat kitabı açılmakta ve Allah'ın sayılması mümkün olmayan nimetleri dile getirilmektedir. Gökten inen yağmur ve yerden biten meyveler...Bütün bu kâinat sayfaları gözler önüne serilmiş, yaratıcılarının varlığını ve kudretini bütün insanlığa haykırmaktadır. Ama, cahiliyyet içinde kıvranan insanlık bunlara bakmıyor, okumuyor, düşünmüyor ve şükretmiyorlar. Çünkü insanlar pek zalim ve pek nankördürler.[721]
İnsan unutkanlık ve bıkkınlık fıtratı üzerine yaratılmıştır. Bir nimet el-e ettiği zaman hemen O'nu unutur ve şükrünü terk etmek suretiyle nİme-e zulmeder. Unutmasa bile zaman içinde ondan usanır, küfrân-ı nimet içersine düşer. Aynı şekilde, Allah'ın nimetleri çoktur. Her ne zaman bunlar- bir kısmı hakkında derin bir şekilde düşünse, diğerlerinden gafil olur. [722]
in nimetleri sayılamayacak kadar çok ve engindir. Her insanda gerektiren sayısız nimetler vardır. Düşünce, akıl, muhakeme gibi nimetlerden tutun da azalara, organlara ve tüm vücudun mekanizmalarına kadar insanı her yönüyle ilâhî nimetlerle ve ihsanlarla kuşatılmıştır. Bu hakikatler karşısında insan, Allah'a kullukta, insanlar arasındaki muamelelerde, kendi nefsi ile olan münasebetlerde haksızlık yapmaktadır. Bu haksızlık yani zulüm onu, nankörlüğe, nimetlerin kadrini bilmemeye sevk etmektedir. Zulüm, nankörlüğün oluşmasına yardımcı bir unsur durumundadır[723]
Her türlü zenginlik ve varlık servetin içine girmektedir. Servete düşkünlükten maksat, servete karşı aşın istek neticesinde Allah'a olan kulluk vazifesini ihmal etmeyi, insanlara ve topluma olan görevleri yerine getirmemeyi kastediyoruz.
îman ile olgunlaşmayan insanlar, dünya varlıklarına düşkün olurlar. Çünkü onlar için ne varsa bu dünyalıktır, ötesi yoktur. Bunun için malı severler, helal haram demeden mirasa konarlar, başkalarının miras hakkını dahi almak isterler.[724]
Bu husustaki Kur'an âyetleri böyle bir insanın davranışını ne güzel sergilemektedir. "O, mal sevgisine aşın derecede düşkündür."(Âdiyât, 100/8). "Doğrusu siz yetime ikram etmiyorsunuz, yoksulu yedirmeye birbirinizi teşvik etmiyorsunuz. Haram helal demeden mirası yiyorsunuz. Malı aşırı bir biçimde seviyorsunuz." (Fecr, 89/17-20)
Öyle insan vardır ki, mal ve servet onun için her şeydir. Bunun ötesinde onun için kıymeti haiz bir şey yoktur. O yüzden de mala karşı aşırı bir sevgisi vardır. Esir olurcasma mala tutkundur. Gözü, gönlü doymak bilmez. Halbuki servet, zenginlik ve her nevi varlık Allah tarafından verilmekte ve imtihan olarak insana sunulmaktadır. Nitekim şu âyetlerde buna işaret vardır. "Biliniz ki, mallarınız ve çocuklarınız birer imtihan sebebidir..."(Enfal, 8/28). "Doğrusu mallarınız ve çocuklarınız sizin İçin bir imtihandır. Büyük mükafat ise Allah'ın yanındadır." (Teğâbûn, 64/15)
Allah, mal ve diğer varlıklarla öğünmenin insanları âhiretten ve onun için hazırlanmaktan alıkoyduğunu haber vermektedir: "Çokluk kuruntusu sizi, o derece oyaladı ki, nihayet kabirleri ziyaret ettiniz. Hayır! Yakında bileceksiniz! Elbette yakında bileceksiniz." (Tekâsür, 102/1-3) Allah, övünmenin dünya ehlini ölünceye kadar Allah'tan ve âhiretten alıkoyduğunu ve övünme uykusundan uyanmadıklarını haber vermektedir. Cenâb-ı Hak, o kabirleri ziyaret edinceye kadar." buyurup, ölünceye kadar mamıstır. Çünkü insanlar dünyada misafirler olup devamlı olmadık-,bi kabirlerde de ziyaretçiler gibi bir müddet kalıp, oradan âhirete gi-klerdir. Devamlı kalacakları karar yurdu, cennet ile cehennemdir. Bu , je inSanm, mal, makam, köleler, cariyeler, bina yapımı, bağ, bahçe, ağaç Alla!1 rızası talep edilmeyen İlim, Allah'a yaklaştırmayan amel gibi ,.. a jje ilgili olan herhangi bir şeyle başkasına karşı övünmesi murat edilmistir-[725]
Mal ve çocukların çokluğu ile övünmek insanın tabiat ve karakteridir.
tnsan bundan kurtulamaz. Ancak Allah'ın, temizleyip âhireti dünyaya tercih ettirdiği kimse bu tabiat ve karakterinden kurtulur. Hayatı boyunca ölünceye kadar çoklukla övünen, kendisini oyalayan ve oyalama uykusundan uyanmayan, hatta bu çoklukla övünerek kalbini uyutan ve bu uykudan ancak ölüler ordusuna katıldığı zaman uyanan kimseye bu Sûrede büyük bir tehdit vardır, (bkz. İbn Kayyım, a.g.e., s. 228)
Servete karşı düşkünlük, insanı ibadet ve taatan alıkoyar. Servetin ıslahı ile meşgul olmak sebebiyle Allah'ın zikrinden mahrum kalmak bir âfettir. İnsanı Allah'tan alıkoyan her şey hüsran ve zarardır. Bunun için İsâ (a.s), "Servetin üç âfeti vardır. Birincisi, onu helalinden temin etmemek, ikincisi, helalinden kazansa bile meşru olmayan yerlere sarf etmektir. Üçüncüsü, meşru yollara sarf etse bile, o malı düzeltmekle meşgul olmaktır kî, bu da onu Allah'tan alıkoyar." demiştir. Gazali'ye göre, ibadetlerin aslı, özü ve sırrı Allah'ı zikir ve onun büyüklüğünü tefekkürdür. Bu ise boş bir kalp İster, huzur ister. Halbuki servet sahibi, tarlasını, bağını, bahçesini, vergisini, işçilerini, kârını, zararını düşünür.[726]
"Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır..." (Şûra, 42/49), "Göklerde ve yerde ne varsa Allah'ındır..." (Âl-i İmran, 3/109, 129), "(Rasülüm) Deki: Mül-kuii sahibi olan Allahım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri ahrsm." (Âl-i İmran, 3/26) gibi âyetler, gerçek malikin Allah olduğunu vurgulamaktadır. O halde servet, mal ve mülk Allah'ındır. İnsan, bu Şekilde inandığı ve düşündüğü müddetçe hakikî mü'mîn ve şekûr (çok şük-en' bir kul olur. Ancak bir insanın "malı, nimeti, ben elde ettim, nimetana an«k bilgim sayesinde verilmiştir" (bkz. Zümer, 39/49) "Servet bana ancak kendimdeki bilgi sayesinde verildi." (Kasas, 28/78) gibi bencil, egoistr tavır sergiler ve gerçek Mün'ımi inkara kalkışırsa nankörce davranmış ve Kur'aıı'm bildirdiği şükürsüzler, kıymet bilmezler, hatır tanımazlar prı buna girmiş olur. Eğer bir insanı, servet, kazanç, mal, mülk sevgisi Allah1 kulluktan ve insanî değerlerden uzaklaştırıyorsa, böyle bir insan nankör bi kişidir. Allah'ı ve yaradılış gayesini unutturan her türlü servet, nankörlüğün oluşmasında yegane âmildir.
insanın servete düşkünlüğü ve servetin ne maksatla insana verildiğini anîatan hadislerle bu konuyu noktalayalım. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Ben malı, namaz kılınması, zekat verilmesi İçin indirdim. Ademoğlu-nun bir vadi (dolusu) maİı oİsa ikincisini ister. Şayet İki vadi (dolusu) malı olsa üçüncüsünü ister. Ademoğlunun karnını topraktan başka bir şey doldurmaz. Allah tevbe edenin tevbesini kabul eder."[727]
Allah, malı (serveti) kendi hakkı olan namazın kılınması, kulların hakkı olan zekatın verilmesine yardımcı olması için indirmiştir (vermiştir). Yoksa hayvanların yeyip içtiği gibi, yalnız faydalanmak ve lezzet almak için indirmemiştir. Bir kimse Allah'ın vermiş olduğu mal ile bu iki hakkı eda etmezse, toprak (yerin altı) o kimseye daha layıktır, insan, Rabbini, yaratıcısını tanımak, O'na iman etmek, O'nu sevmek, O'nu zikretmek için yaratılmıştır. İnsanın içi (gönül âlemi), iman, ilim ve hikmet için yaratılmıştır. Fakat birçok cahil kimse, İçlerini Allah'ın birliğinden, isimlerinden, sıfatlarından, emirlerinden boşaltıp fani olan mal sevgisiyle doldurmuşlardır. Bununla beraber bunların içleri dolmaz. Kendisinin ve malının yaratılmış olduğu asıl maddesi olan toprağa dönünceye kadar fakirlikleri, aç gözlülükleri ve mala düşkünlükleri devam eder."[728]
Şu hadis-i şerif de verdiği mesaj yönünden gayet manidar görünmektedir, "altının, gümüşün ve dünyanın kulu olan kimse tamamen helak oldu."[729] Gazali, onları seven kimsenin, onlara taptığını ve bu gibilere tapanların putlara tapmış gibi olduğunu söyler. Hatta Allah'tan başka ne olursa olsun bir şeye tapan, yani Allah'ın yolundan kendini alıkoyup, Allah'ın hakkını yerine getirmeye mani olan herhangi bir şeyin peşinden giden kimsenin, puta tapan gibi olacağını belirtir.[730]
Şu hadis de konumuzu aydınlatmak için ayrı bîr önemi haizdir:' O halde sevininiz ve sizi sevindirecek şeyi ümit ediniz! Vallahi! Ben sizin namınıza fakirlikten korkmuyorum. Fakat sizin namınıza dünyanın sizden öncekilere serildiği gibi size de serilmesinden ve dünya için onların yarıştık n gibi, sizin de yarış etmenizden, dünyanın onları helak ettiği gibi, sızı helak etmesinden korkuyorum."[731]
Mal servet, zenginlik gibi varlık unsurları, insanı Allah sevgisinden ve , dulluktan alıkoyuyorsa, bunda hayır yoktur. Nankörlükte zaten bu noktada başlar. [732]
İnsan şeref ve mevki sayesinde zulüm ve zilletten korunabilir. Düşmansız bir insan bulunmadığına ve zulümle karşılaşmamak imkansız olduğuna söre, bundan kimse kurtulamaz diyen Gazali, insanın mutlak surette kendisine eziyet edecek bir düşmanı, ilmine, ameline ve huzuruna engel olacak ve kalbini meşgul edecek bir zalim bulunur. Bundan ancak mevki sayesinde korunabilir, ifadesinde bulunmaktadır.[733]
Câh: Gönülleri hürmetle kendisine bağlayıp itaat ettirmektir. İnsanları maksat ve arzularına hizmet ettirmek için, onların gönüllerine sahip olmak demektir. Servet aşıkları, köle edinmek sevdasında olduğu gibi, mevki aşıkları da hür insanları emirlerine almak, onları iradeleri altında bulundurup kendilerine bağlamak isterler. Onların gönüllerini kendilerine çevirmekle, onları, iradelerine almak peşinde koşarlar. Mevki sahipleri, hür olan insanları, kendi istek ve ihtiyaçları ile kendisine itaat ettirmek isterler.
Akın, gümüş ve diğer servetleri sevmeyi gerektiren sebep ne ise, ma-kam-mevkinin sevilmesi de odur, diyen Gazali, mevki ile servet arasındaki farkı şöyle değerlendirmektedir: insan, altın ve gümüş sayesinde kendine yararlı birçok neticelere ulaşacağı gibi, mevki sahipleri de gönülleri fethetmek sayesinde bütün arzularına kavuşabilirler. Servet ile mevki sahibi olmaktan, mevki ile servet sahibi olmak daha kolaydır. Gönüllere yerleşen bir ahm veya zahidin arzu ettiği takdirde servet sahibi olması kolaydır. Çünkü onda kemal olduğuna inanan zenginler, servetlerini ona feda ederler. Fakat cimri bir zengin ne kadar servet sahibi olursa olsun, mevki sahibi olamaz, emek ki mevki, servete vesiledir. Mevki sahibi aynı zamanda servet sahi-»dır. Fakat her servet sahibi mevki sahibi değildir. Bu bakımdan mevki, servetten daha sevimlidir.[734]
onüllen fethetmek, hiç zahmet çekmeden başkalarına da geçer, artar İnsan tabiatı, anılıp övülmeyi sever. Zira insan, ün ve şöhret kagönüller ona bağlanır ve ona saygı duymaya başlar. Bu, böylece ? a anr>a sirayet eder gider. Gittikçe yükselir. Bunun için bir adam meşhurlar sınıfına girdiği zaman, artık servete ehemmiyet vermez. însana yav, şan bunların hiç birini sevmemektir.[735]
Servet gibi mevki de dünya varlığıdır. Servet gibi o da ölümle son bulur İnsanlarla geçim sağlamak için az da olsa mevki sahibi olmaya ihtiyaç var dır, diyen Gazali, gayeye ulaşmak için bunu sevmenin kötü görülemeyeceğini ve bu sevgi, insanı yalana, hileye ve günah işlemeye sevk etmedikçe bu kişi fısk ve isyanla vasıflandırılmayacağım belirtmektedir.[736]
Mevki sevdasına yakalanan, bütün gayretini insanların gönüllerini avlamaya hasreder. Kendisini sevdirmek ve takdirlerini kazanmak için riya yapmakla uğraşır. Söz ve hareketlerinde, insanlarm nezdinde kendisini yüceltecek iltifatlar da bulunur. Bu davranış, nifak tohumunu saçmanın ve fesadın aslını teşkil eder. Bu hal, kişiyi bazen İbadetlerde gevşeklik ve riyakarlık göstermeye sevk eder. Bunun için Rasûl-i Ekrem, mal ve dünyada üstün olma sevgisinin dine olan zararını, koyun sürüsüne saldıran iki aç kurdun verdiği zarardan daha fazla zarar vereceğini beyan buyurmuşlardır.[737] İnsanların kalbinde yer almak isteyen, mutlak surette onlara karşı nifak hastalığına düşer ve kendisinde olmayan hasletlerle onlara görünmek ister ki, bu da nifakın ta kendisidir. Bu sebeple mevki sevgisi helak edici şeylerdendir. Onu tedavi ile kalpten çıkartmak gerekir. O gönülde bulunan bir tabiattır (huydur). Tıpkı mal sevgisi gibidir.[738]
Makam-mevki ileride de göreceğimiz gibi, bir nimet sayılmaktadır. Ancak kişiyi Allah'a kulluktan, ibadetlerinden, fazilet ve meziyetlerinden uzaklaştıran bir makam, nimet yerine mihnet, rahmet yerine zahmet olur. Makam-mevki hırsı ve ne olursa olsun onu devam ettirme arzusu, kişiyi dinî hayatından uzaklaştırabileceği gibi, vakar ve şahsiyetini de yok edebilir. Nitekim insanlık tarihine baktığımızda, hayat ve yaşayışları sade, berrak ve temiz olan insanların, herhangi bir makama eriştiklerinden sonra belirgin bir şekilde değiştiklerini görmekteyiz. Dine ve kutsai değerlere bağlı olan ve belki de toplumda iffet ve haysiyet örneği dediğimiz kişileri, makam hırsı değiştirmektedir. Öyle ki, böyle bir kimsenin, toplumu toplum yapan inanç, Örf ve âdetlerin gereklerini ve toplumun değerlerini itmeye ve horlamaya başladığını görürüz. İman kulvarında yürümesi gereken ve bunun s vunucusu durumunda olan kişiler, makam ve mevki hırsının tesiri ile baş ka kulvarlarda koşmaya başladıklarını görmek mümkündür. İşte bu mm, büyük bir nankörlük örneğidir.
Allıh'ın kendisine nasip ettiği nezih, temiz, ve katışıksız kutsal değerler 7iımesini ve böyle bir nimeti hasis, basit, geçici ve kıymetsiz değerlerle etırıek, nankörlüğün en önemli tezahürüdür. Makam-mevki hırsı-nankörlüğe götüren bir sebep olarak zikretmemizin altında bu gerçek aktadır, topluma ve kendi öz değerlerine sırt çevirten ve bunların raü-savsaklatan makam- mevki hırsı elbette nankörlüğün bir netice-
Geçici bir mevki uğruna ebedî hayati saadete erdirecek olan dinî ya-ve onun ölmez, eskimez değerlerini terk etmek asla doğru değildir ve bu nankörce bir davranıştır. [739]
Bu konuya, Kur'an'm dünya hayatını anlatan âyetleri ile açıklık getirmeye çalışacağız. "Biliniz ki, dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, bir süs, aranızda bir Övünme ve daha çok mal ve evlat sahibi olma isteğinden ibarettir. Tıpkı bir yağmur gibidir ki, bitirdiği, ziraatçıların hoşuna gider. Sonra kurur da sen onun sapsarı olduğunu görürsün; Sonra da çörçöp olur. Âhiret-te ise çetin bir azap vardır. Yine orada Allah'ın mağfireti ve rızası vardır. Dünya hayatı aldatıcı bir geçimlikten başka bir şey değildir."[740]
Dünya ve âhiret hayatının mukayesesinin yapıldığı bu âyette, özellikle dünyanın aldatıcı tarafları açıklanmış ve onlardan kaçınılması tavsiye edilmiştir. Çünkü dünya ve dünyadakîlerin boş yere yaratılmadıkları çeşitli âyetlerde beyan edilmiştir. Dünya hayatı elbette kötü değildir. Zira âhiret hayatı burada kazanılmaktadır. Kötü olan, onu Allah ve Peygambere itaate yöneltmemek, âhireti ve kulluk görevlerini unutarak, sırf dünya hayatının cazibesine kapılarak yaşamaktır.
insan, dünya hayatı için her şeyini feda ederken, âhireti için bu gayreti göstermez. Bütün planı ve programı yoğun bir şekilde dünyaya matuftur. hususu Kur'an gayet veciz bir şekilde anlatmaktadır: "...Onlar, dünya hayatının görünen yüzünü bilirler. Âhiretten ise tamamen gafildirler."[741]
Wmalıh bu âyeti şöyle tefsir eder: Onlar sadece dünya hayatından bir za-
«ugün kim galip gelir, ne yüze çıkarsa ona bakar, onu bilirler.
en ]se hep gafildirler. Bu dünyanın sonunun nereye varacağını dü-) ı'eı ısmde ne olacağının farkında olmazlar. Bu dünya hayatının ge-guna ve bunun bir sonu, hak ve sabit bir âhireti bulunduğuna, büyüzü Ve yeryüzü delaiet edip dururken, kendi kendilerine vicdanlarında veyahut kendi nefisleri hakkında neye bir düşünüp de bilmiyorlar k' Allah gökleri ve yeri ve ikisinin arasındakiler! başka türlü değil, hak ile m, ayyen bir müddetle yaratmıştır.[742]
"Fakat siz. {ey insanlar) âhireti daha hayırlı ve devamlı olduğu halde dünya hayatını tercih ediyorsunz."[743]
insan, dünyanın eğlencesini, zinetini, yemesini, içmesini, kadınlarını lezzetlerini öne geçirmekte, onlarla meşgul olmakta ve o yolda mallar tüketip sarf etmektedir. Fakat âhiret huzurunu ve saadetini hazırlayan temiz ve güzel amelleri arkaya atmakta ve gelip geçici dünya lezzetlerinden zevk almaktadır. Halbuki âhiret, daha hayırlı ve daha devamlıdır. Fani olan dünya hayatı ne kadar zevkli olursa olsun akıllı ve zeki olan insanların âhireti tercih ederek kendilerini temizlemeleri ve kurtuluş için çalışmaları ve daima sonu önünden hayırlı olacağını bilmeleri gerekir.[744]
insan, kıyamet ve âhiret söz konusu olduğunda şüphe ve tereddüt içinde olmuştur. Dünya hayatını ebedîleştirmek düşüncesine kapılmış, ama ölümden sonraki ebedîliği bir türlü kabullenememiştir. Onun için şöyle bir iddia daha sevimli ve daha tatmin edici olmuştur, insanlar da devamlı şöyle diye gelmişlerdir: "Hayat ancak bu dünyadakinden ibarettir, biz diriltilecek değiliz.[745]
insanı böyle bir iddiaya sevk eden faktör, hiç şüphesiz onun bu dünya hayatının bütün nimetleriyle devam etmesini arzu etmesidir. Veya kayıtsız, şartsız kendi gönlünce bir hayat sürme isteği ile akıl, ruh vb. manevî melekeleri ile kendini iyice değerlendirmeme düşüncesidir. Oysa dünyanın cennet olma arzusu ile ebedîliği asla söz konusu olmadığı halde büyük bir insan kitlesi bir türlü kıyamet konusunda doğruya yaklaşamamıştır.[746]
Şu âyette insanoğlunun dünya hayatını arzuladığını ve âhireti umursamadığını beyan etmektedir "...Siz bu dünya hayatının tükenen güzelliklerini arzu ediyorsunuz. Aİlah ise {sizin için), âhireti istiyor..."[747]
islam öğretisine göre bu dünya beyhude ve geçicidir. Bu sebeple ona gu-ven duyulmamaktadır. Eğer gerçekten ölümsüzlük ve ebedî saadet arzu ediliyorsa, öteki hayat ilkesi, hayatın temeli kılınmak zorundadır. Onlar yalnız bu dünyanın zevklerinin peşinde koşmaktadırlar. Oysa istikbaldeki hayat kıyaslanınca bu dünyadaki tüm hayat, geçici bir eğlenceden başka bir şey değildir. [748]
Muhammed Kutub'a göre, ortada bir ruh ve bedenle oluşan bir malcı
Ruhun faaliyeti ayrı, bedenin faaliyeti ayrıdır. Ama her ikisinin da buluştuğu nokta birdir. Ortada bir dünya vardır, bir de âhiret. -anın işi ayn âhiretin işi ayrıdır. Ama her ikisinin de yolu birdir. Asla lmaz Dünya için çalışmak âhiret için ibadetten, âhiret için ibadet, dün-. çalışmaktan ayrı değildir. Çünkü her ikisinin yönü de Allah'tır. Di-sistemler, yollarını yitirmiş olduklarından bedenî faaliyet ile ruhî faaliyeti birbirinden ayırmaktadırlar.[749]
Dünya ne mutlak Övülmüş bir yerdir, ne de mutlak olarak yerilmiş bir verdir lyiüği, övülmüşlüğü veya çirkinliği ancak insanların hal ve hareketlerine göre muteber olur. Bu dünyaya şimdiye kadar gelip geçenlerden birçokları iyi itikat, sabır, sebat ve Allah'ın emirlerine boyun eğmek sayesinde yüksek derecelere ulaşmışlardır. Niceleri de mal, mülk ve gösterişine alda-nıp pişmanlık deresine düşmüşlerdir. Dünyanın içindekiler geçici olduğu gibi bir gün kendisi de yok olacaktır. Bu manada dünya, emanet bir eşyadan farksızdır. Zerre kadar akıl ve dirayeti olan ona sevgi besiemez. Çünkü ona sevgi besleyenin kalbinde Aliah sevgisi durmaz... Bu ifadelerimizden mal ve serveti kötülemekte olduğumuz sanılmasın. Bizim anlatmaya çalıştığımız husus, hırs ve tamah ile dünyanın gösterişine kapılarak hakkı unutup yanlış yollara sapmaktır. Yoksa hırs olmaksızın ve eğri yollara sapmak-sızın servet sahibi ve zengin olmanın hiçbir zararı yoktur.[750]
Dünya sevgisinin insanı nasıl etkilediğini ve ne gibi zararlara uğrattığını îbn Kayyım el- Cevziyye şöyle anlatır. Dünya sevgisi, kul ile âhirette kula fayda sağlayacak amellerin arasına girip, kulu o amellerden ahkoyar. Dünya sevgisi birçok kimseleri iman etmekten ve Müslüman olmaktan ahkoyar. Dünya sevgisi bazı kimseleri taat ve ibadet yapmaktan tamamiyle alıkoyduğu gibi, insanlar için gerekli olan hakları da ödemekten tamamiyle gen koyar. Dünya sevgisi, bazı kimselere, İbadetlerin vaktinde yapılmasında veya eda edilmesinde kusur yaptırır. Dünya sevgisi, bazılarının kalbini oldurur, kalp Allah için boş olmadığından ibadetleri içten değil, dıştan eda e erler. Dünya sevgisinin en aşağı derecesi kulu saadetten alıkoymasıdır.[751] Dünya hayatı bir oyundur, heves edilir, uğraşılır, boğuşulur. Yense de ye-e de netice itibariyle hiçe doğru sürüklenip gider, insanı faydalı olan en, gücünden, vazifesinden alıkoyan ve vaktini öldürmekten başka bir ) ramayan eğlencedir ve süstür. Herhangi bir şeref bahşetmeyen, kadın V uklar gibi gafilleri aldatan giyimler, kuşamlar, ciciler, biciler kabİlinden sadece bir gösteriştir ve aranızda bir övünmedir. Mal ve evlatta bir çok luk yarışı, bir gururdur, işte sırf dünya için yaşayanlara hayat bundan ibarettir.[752]
Dünya metama, dünyanın cazibesine karşı ilgi duymayan pek az kişi vardır. Çünkü dünya hayatı bir süsten ibarettir. Zinetin, süsün herkesi az çok büyüleyen bir tarafı vardır. Dünya hayatı insan için çok önemli bir yaşam sürecidir. Ebedî olan âhiret saadeti, bu süreçte kazanılacağı için Önemi daha da artmaktadır. Ancak geçici ve sonlu olan bu zamanı, Allah'ı tanıyarak ve O'na kulluk ederek geçirmek insanın en önemli vazifesidir. Allah, insanı kendisini tanıtmak İçin yaratmış ve bir gaye için dünyaya göndermiştir. Dünyanın geçici güzelliğine aldanarak kulluktan, insana hayat gibi büyük bir nimet ihsan eden yüce yaratıcıya şükürden uzak bir hayatın, mükellef olmayan diğer varlıkların hayatından ne farkı vardır. Aslî görevi kulluk olan insanın, bütün ömrünü dünyada ebedî kalacakmış gibi, servet üstüne servet yığarak geçirmesi ve neticede yaradılış gayesinden uzaklaşması kadar nankörce bir davranış olamaz. Dünya hayatına aşın bağlılık göstermek, sevgi beslemek ve hırsla mal biriktirme peşinde koşmak, hakikî mâliki ve mün'imi unutturur. Bu da nankörlüğün oluşmasını hazırlayan önemli bir sebeptir.
Birinci bölümü burada tamamlamış olduk. Tekrar gibi görünen anlatımların sebebi, alıntı yaptığımız âyetlerin aynı oluşundan kaynaklanmaktadır. Yani, bir âyetten hareketle birkaç konuyu anlatma gereği bizi bu yöne sevk etmiştir. Diğer bir sebebi, konumuzun insanın nankörlüğü ile ilgili oluşudur. Her anlattığımız konuyu, bu ana mesele ile irtibatlandırma zarureti, tekrarların olmasına sebep hazırlamıştır. [753]
Nimet, bir karşılık ve maksat güdülmeksizin kendisi ile fayda ve ihsan kastedilen şeydir.[754] Nimet, refah, rahat, güzel yaşayış, mal manalarına da gelir.[755] Nimet, cins bir isimdir. Tekil ve çoğul mana ifade etmek için kullanılır.[756] Nimet, iyilik, iyi yaşamak için gerekli her şey, diye de tarif edilmiştir.[757]
Kur'ân-ı Kerim'den vereceğimiz birkaç misalle konumuzu aydınlatmaya çalışalım:
"...Allah'ın nimetlerini sayacak olsanız sayamazsınız..." (İbrahim, 14/34). "Ey îsrailoğulları! Size verdiğim nimetlerimi hatırlayın..." (Bakara, 2/40, 47, 122). Bu âyette geçen "nimet" kelimesi, mastar manasına olduğu için, çoğul olarak getirilmemiştir. Âyetlerde zikredilen "nimet" kelimesi, cins isimdir. CemiJ manasında müfred (tekil) olarak gelmiştir.[758] "...Üzerinize nimetimi tamamladım..." (Mâİde, 5/3). "Bunun üzerine kendilerine hiçbir fenalık dokunmadan, Allah'ın nimet ve keremi ile geri geldiler..." (Âl-i mran, 3/174). Görüldüğü gibi son iki âyette de tekil olarak kullanılmıştır. Nimet şöyle de tarif edilmiştir: "Başkasına ihsan etmek yolu ile yapılan, n en güzel menfaat ve faydadır."[759] Sırf zarar için olan şey nimet olamaz, andaki tarife "güzel" kelimesi eklenmiştir. Çünkü nimet ile nimeti ve-' $ukre hak kazanmış olur. Eğer o kötü bir şey olursa, o zaman şükre ellaK olamaz. Râzî'nin de belirttiği gibi, tarife böyle bir kayıt (ilâve) ge-rek[760]
Menfaatin tanımında "fayda" sözü de geçmektedir. Zira, sırf zarar nl bir şeyin nimet olması caiz değildir, "ihsan etme yoluyla'1 tabiri de tar'ft zikredilmiştir. Şayet bir menfaat olsa, iyilik yaptığı kimsenin bir zarara e' girmesini ve bir tuzağa düşmesini kasdetmiş olsa, bu yaptığı nimet olm Ama menfaat, başkasına iyilik yapmak kastı ile yapılmış olsa, o zaman h nimet olur.[761]
Nimet, aslında insanın tat aldığı durum yani, hoş ve güzel durumdur ki mutluluk tadı demektir. Bundan alınarak bu tat almaya sebep olan şeylere ad olmuştur. Aslı yumuşaklık olan "Nüûmet" ile ilgilidir. Arapça'da ilk manadan daha çok üstün ile "na'met" ( <LajıJ ) olarak kullanılır. Çünkü (4İ iUsJû ^ â-ftju ^Ii pJ£ denilmiştir. Yani, nice nimet sahibi vardır ki nimet ve bolluk içinde yaşaması yoktur. Mesela; ekmeği vardır yiyemez, yese tadını bulama?,. Allah'ın nimet vermesi esas tadını bulmadadır.[762]
Râzî'ye göre, nimet, şu üç husus bir arada bulunduğu zaman tam olur. Birincisi, nimetin bir menfaat olması. Bir şeyden faydalanma, faydalanan varlığın canlı ve idrak sahibi olmasına bağlıdır. O şeyin canh ve idrak edici olması ise, ancak Allah'ın yaratmasıyla mümkün olur. İkincisi; menfaat, ancak zarar ve keder şaibesinden uzak olduğu zaman tanı bir nimet olur. Menfaatleri zarar şaibesinden uzak tutmak ise, ancak Allah tarafından gerçekleştirilebilir. Üçüncüsü, menfaat, kesintiye uğrama korkusundan emin olduğu zaman, tam bir nimet olur. Bu da ancak Allah tarafından temin edilir. Bunun böyle olduğu sabit olunca, tam nimetin ancak Allah'tan olacağı, binâenaleyh tam hamde de ancak Allah'ın müstehak olacağı anlaşılır.[763]
Allah Teâlâ'nın kullarına verdiği bütün nimetleri saymak, insan gücünün dışındadır diyen Gazali (ö. 505/1 î 11), her iyilik, zevk ve hatta faydalı her şeye nimet denirse de gerçek nimetin âhiret saadeti olduğunu belirtir. Gazali'ye göre diğer şeylere nimet demek ya yanlış veya mecazendir. Meselâ, âhirette hiçbir faydası olmayan şeylere nimet demek yanlıştır. Bunun gibi görünüşte bazı şeylere nimet denirse de birkaç vasıta ile âhiret saadetine ulaştıran şeye nimet demek en doğrusudur. Çünkü gerçek nimet odur.
"Gerçek nimet, hem dünyada hem âhirette faydalı olandır" diyen Gaza-lî, buna ilmi ve güzel huyu misal göstermektedir. Hem dünyada hem âhire te zararlı olan bir şeyin nimet olmadığını belirten Gazali, bunlara da cen let ve kötü huyu Örnek olarak vermektedir. Gazali'ye göre, dünyada tay > âhirette zararlı olanlar, her ne kadar cahillere göre nimet sayılırsa da, ıtrîne eöre bu da sırf beladır. Bu tıpkı, aç bir insanın eline zehirli ırtisi vakit bunu bir nimet saydığı, fakat zehirli olduğunu ve zehİ-bir bal gt-v[764]» nnı bildiği vakit, bunun bir nimet değil, bir bela olduğunu bilmesi gibidir.[765]
Minıet demek, zevk veren her şey demektir. Zevklerin de insana has ol-ve başkası ile ortak olması itibariyle insana nispetle üçe ayrılır. a-Aklî 1 r b- Bir kısım hayvanlarla birlikte müşterek olmak üzere bedenî olur. c-Ritün hayvanlarla müşterek olmak üzere bedenî olur. Aklî zevkler, ilim ve hikmetten alman zevklerdir. Zira ilim ve hikmetten alman zevkten beş du-organları bir şey anlamadığı gibi, mide ve şehevî arzular, ilimden zevk almaz. îüm ve hikmetten ancak kalp zevk alır. Çünkü akıl sıfatı ile mevsuf olan ancak kalptir. Bir kısım hayvanlarla müşterek olan bedenî zevklerde insanlar, bazı hayvanlarla bu konuda ortaktırlar. Galip gelmek, üstünlük ve riyaset duyguları gibi. Bütün hayvanlarla müşterek olan bedenî zevkler, mide ve şehevi arzular gibi zevklerdir ki, bunlar zevklerin en çoğu olmakla beraber en adileridir. Bunun için bütün canlı varlıklar bunda müşterektirler.[766]
Nimetler, bizzat istenilen gaye ve bu gayeyi elde etmek için talep edilen nimetler olmak üzere iki kısma ayrılır. Bizzat arzu edilen gaye, âhiret saadetidir. Bunun meydana gelmesi de dört şeye bağlıdır. Sonu gelmeyen beka, sıkıntısız neşe, cehaleti olmayan ilim ve fakirliği gelmeyecek olan zenginliktir. Gerçek nimet bunlardır. Bunun için Rasûl-i Ekrem, "Hayat, ancak âhiret hayatıdır"[767] buyurmuştur. Rasûl-i Ekrem, bu sözünü bir defasında en sıkıntılı zamanı olan Hendek savaşında, hendek kazarken kendini teselli için söylemiş, bir defasında da Veda Haccm'da insanlar etrafını sarıp gözler hep kendisine çevrildiği vakitte, kendisinin dünya sevgisine meylini önlemek için söylemiştir.[768]
Adamın biri, "Allah'ım, nimetinin tamamını senden isterim" dedi. Ra-sul-ı Ekrem "Nimetin tamamının ne olduğunu bilir misin?" buyurdu. dam bilmem" deyince, Rasûl-i Ekrem, "Nimetin tamamı, cennete girmektir", buyurdu.[769]Oda Nimetlerin üç türlü kaynağı vardır. a-Allah'in bizzat verdiği nimettir ki,
nisanın ve rızkının yaratılmasıdır. b-İnsana başkası vasıtası ile ulaşan |rnet. Fakat bu imkanı da insana Allah vermiştir. Burada gerçekte mün'im, ne Allah'tır. c-Taat sebebiyle insan için oluşan nimet. Bu da aynı şekilde
Allah'tandır. Hakikatte mutlak mün'im, Allah'tır. Nimetlerin tümünün a (kaynak) lan Allah'tandır.[770]
Aslî nhnetier sayılmayacak kadar çoktur. Aslî nimtlerin ilki, Allah'a v Allah tarafından gelenlere iman etmek ve Allah Teâlâ'nm emrettiği ve far kıldığı şeylerin gereğine göre amel etmektir. Sıhhat, azalar; kalp, güz ve ku İağm sağlıklı olduğu afiyet nimeti de aslî nimetlerdendir. Keza İlim nimeti de aslî nimetlerdendir. îlim büyük bir nimettir. Dünyevî ve uhrevî saadetin tümünün elde edilmesi, insanlığın yücelmesi ilme bağlıdır. İlim yüce bir nimettir. Onu tahsil etmek de bir nimettir. Onunla faydalanmak ve ondan istifade etmek, insanlar içersinde onu yaymak ayrıca bir nimettir.[771]
Kur'ân-ı Kerim'de "nimet" kelimesi ve aynı kökten gelen çeşitli kalıplarıyla birlikte 89 yerde [772] geçmektedir. Bunun dışında nimet kapsamının içerisine giren ve şükürle ilişkisi olan birçok kelime vardır. Zira insan, nimetlerle çepeçevre kuşatılmış bir varlıktır. Hayatın her alanında ve her safhasında nimetle içiçedir. insanın nimetsiz geçen bir zaman ve mekanı yoktur. Nefes alış verişinde bile iki nimeti aynı anda yaşamaktadır. Allah'ın iütııf ve keremi insanı öylesine ihata etmiştir ki, her anını "şükran liiîâh"f Allah'a şükürler olsun), "hamden HHâh"(Allah'a hamdolsun) diyerek geçirse yine de azdır. [773]
Kur'ân'm ifadesiyle Allah Teâlâ'nm insanoğluna lütfettiği nimetleri sayıp dökmek mümkün değildir. İnsan, öylesine nimetlerle donatılmıştır ki, bunların tesbiti ve sayılması beşer gücünün dışındadır. Nitekim Allah, "O size istediğiniz her şeyden verdi. Allah'ın nimetini sayacak olsanız sayamazsınız. Doğrusu insan çok zalim, çok nankördür"[774] buyurmaktadır.
Şevkânî bu âyeti şöyle tefsir etmektedir: "Allah'ın size verdiği nimetleri bırakın tafsîlî olarak saymayı, icmali (kısa ve özet ) olarak saymaya kalkış-sanız dahi, onları hiçbir şekilde sayamaz ve onları hiçbir durumda simrla-yamazsmız. Şurası bilinen bir gerçektir ki, Allah'ın kullarından herhangi bir kimse, duyu organlarından veya azalarından birinin yar ad dışındaki Allah in kendisine ihsan ettiği nimetleri saymayı arzu etse, buna bile kesinlikle güç yetiremez ve asla imkan bulamazdı. Durum böyle olunca, bu nimeterm dışında, Allah'ın, bedeninde yaratmış olduğu nimetlerin hepsini nasıl sayabilir? [775]
arıdaki âyette geçen "mâ"harfmin sıla, mastariyye ve mevsufe olma-sı muhtemeldir. "Külli" kelimesi tenvinli (küllin seklinde) de okunmuştur.mana, "ihtiyaç duyduğunuz ve lisan-ı hal ile istediğiniz her şeyd verdı şeklindedir. "Mâ" harfinin hal mevkiinde olmak üzere ziuk manasında olması da caizdir. Buna göre mana, "istemediği-e sıze 'ıer Şeyi verdi" demek olur. Çünkü siz, Allah'ın nimetlerini istemek suretiyle sınırlandıramazsınız. Bırakınız tek tek saymayı, veril metlerin cinsini bile saymaya güç yetiremezsiniz. Zira Allah'ın nim ti sonsuzdur.[776]
Allah Teâlâ'nm insana ihsan ettiği nimetler sayılamayacağına eöre metleri kısımlara ayırmak da haliyle zordur. Çünkü nimetler çok çeşitli ı dukları gibi aynı zamanda birbirlerini tamamlamaktadırlar. Onları birb1 lerinden ayırarak taksimata tabi tutmak ve adlandırmak sanıldığı kadar kn lay değildir. Zira nimetlerin bir kısmı açık olarak gözle görülebilmesi müm kün iken, bir kısmı gözle müşahede edilememektedir. Ancak etki ve tesirleri açısından birbirlerini tamamİamakta ve varlıklarım hissettirmektedirler Bu konudaki Kur'ân'ın şu ifadesine bir göz atalım:
"Allah'ın, göklerde ve yerdeki (nice varlık ve imkanları) sizin emrinize verdiğini, nimetlerini açık ve gizli olarak size bolca ihsan ettiğini görmediniz mi?..."[777]
İbn Abbas, âyette geçen zahirî nimetleri, İslam ve Kur'ân, bâtmî nimetleri ise, Allah'ın günahları örtüp, ceza vermede acele etmemesi, diye tefsir etmiştir. Azaların düzgün ve suretinin güzel olması, rızık, şer'î hükümlerin hafifletilmesi, İslamın zuhuru ve düşmanlara karşı yardım gibi nimetlerin zahirî, kalpteki İtikat, güzel ahlak, şefaat, meleklerle yardım gibi nimetlerin ise, bâtını nimetler olduğu söylenmiştir.[778]
Müşahede ile bilinen her şey, zahirî nimetler, ancak delillerle bitmen veya asla bilinmeyen nimetler ise bâtmî nimetlerdir. însanm vücudunda nice nimetler vardır ki bilinmez ve ilimle de onlara ulaşılamaz. Zahirî nimetlerle, göz, kulak, dil ve diğer görünen uzuvlar, bâtmî nimetlerle kalp, akıl, düşünce ve bunlara benzer şeyler murat edilmiştir.[779]
Zahirî olan nimetlerle, akıl veya hisle idrak edilen şeyler, bâtmî nimetlerle marifet ve akıl murat edilmiştir, Zahirî nimetlerle, gözle görülen mal, makam, cemal (güzellik) ve taatlarm yapılması (na muvaffak olunması), bâtmî nimetlerle ise, kişinin nefsinde Allah'ı bilmesi, Allah'ın, âfetlerden uzaklaştırmak suretiyle def ettiği şeyler kastedilmiştir.[780]
Azaların sağlam olması zahirî, azaların içindeki kuvvetler bâtmî nıme lerdir. Çünkü aza (görünen) ve içindeki kuvvet ise (görünmeyen) nıme dir.[781]
Beydâvî, nimetleri dünyevî ve uhrevî, dünyevî nimetleri de kesbi {Ç şarak elde edilen) ve vehbî (Allah vergisi) olmak üzere kısımlara ayırmış metleri de ruhanî (ruhla ilgili) ve cismânî (bedenle ilgili) oİarak iki iı«t-ır Ona eöre, ruhun yaratılması ve akılla aydınlatılması, fe-
t konuşma kuvvetleri gibi akia tabi olan hususlar, ruhanî nimetler-[lirnı Hpnin yaratılması ve bedenin içindeki kuvvetler, sıhhat, azaların tam ?İbi hususlar ise, cismânî nimetlerdir. Nefsin kötülüklerden temizci eüzel huylarla ve üstün melekelerle süslenmesi, bedenin fıtrî şey-lenrnesı, g 1 f?7Vİn edilmesi ve güzelleştirilmesi, makam ve malm elde edilmesi kes-bî nimetlerdir.[782]
Râzî, nimetleri zahirî, bâtmî, muttasıl, munfasıl, dinî, dünyevî kısımlara vırmıstır. Râzî'ye göre saadet nevileri üçtür. Birincisi nefiste olur. Bunlar da ilim ve ahlâk-i fâdiladır. Devamlı saadete ve ebedî bekaya bunlarla ulaşılır. İkincisi bedende olur. Bunlar da sıhhat ve cemaldir ve bu ikinci mertebedir. Üçüncüsü bedeni hariçten kuşatan şeylerde olur. Bunlar da mal, makam gibi zarurî olanlar, akraba ve dostlar gibi zarurî olmayanlardır[783]
Bu izahlar ve taksimleri göz önüne alarak nimetleri, maddî ve manevî olmak üzere iki kısım altında incelemeyi uygun gördük. Aslında bu ayırımı yapmada da bir zorluk vardır. Maddî veya manevî diye adlandıracağımız nimetin, nerede başlayacağını ve nerede biteceğini tespit etmek oldukça zordur. Diğer taraftan insanın bir bütün olduğunu düşünmek zorundayız. Ruh ile bedeni daha doğrusu maddî yönü ile manevî yönünü birbirinden ayırmamız mümkün değildir. İnsan, bir bütündür. Biz de bir bütünlük içinde bunları ele almaya çalışacağız. Ancak konunun biraz müşahhaslaş-ması ve biraz daha kolay anlaşılması ve anlatılmasını sağlamak amacıyla böyle bir taksimat yaptık. Bir insana verilmiş olan "düşünce ve muhakeme"[784] nimetini ele aldığımız takdirde, bu nimetin dışa dönük ve insanın yapacağı faaliyetlere doğrudan doğruya tesir ve sevk edici bir rolünün olamayacağını nasıl tasavvur edebiliriz? Bu açıdan biz, insanın istifade ettiği görünen ve görünmeyen nimetlerin, bir bütünlük arz ettiği kanaatindeyiz. [785]
Biyolojı ilminde hayat, "canlı varlıkların irkilme, hareket, beslenme, büyü-' gelişme ve üreme gibi hallerde cansızlardan ayrılan karakterlerin topd*ye tarif edilmektedir. Biz, "hayatı" ele alırken, nimet yönünü izah etmeye gayret edeceğiz. Bütün canlılarda çok önemi haiz ve birinci sır A yer alan bu nimetten şuurlu ve bilinçli olarak öncelikle istifade eden im dır. Çünkü göklerde ve yerde ne varsa hepsi insanın hizmetine sunuİm tur. Nitekim anlamlarını sunacağımız âyetlerde buna işaret edilmektedir
"O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından (bir lütuf olmak üzere) size boyun eğdirmiştir. Elbette bunda düşünen bir toplum için ibret vardır."[786] "Allah'ın, göklerde ve yerdeki (nice varlık ve imkanları) sizin emrinize verdiğini, nimetlerini açık ve gizli olarak size bolca ihsan ettiğini görmediniz mi?..."[787] "O, yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı....""
Canlı ve cansız tüm varlıklar insana hizmet için yaratılmıştır. Gerek bitkiler ve gerekse hayvanlar âleminde olsun, her canlının hayatiyeti ve buna bağlı olarak üremesi, gelişmesi, büyümesi, yeşermesi vs. insan içindir. Bir arı, ilâhî ilhamla hazırladığı balı, kendi menfaati için hazırlamamakta, bir meyve ağacı, kendisi için meyve vermemekte, bir sebze kendisine fayda sağlamak için yeşermemektedir. İnsanın kâinatta istifade ettiği cansız varlıklarda aynı amaca yöneliktir. Hepsi, insanın hayatına hizmet etmek üzere, insanı mükerrem olarak yaratan ve tüm varlıkların sahibi ve yaratıcısı olan Allah tarafından var edilmiş ve insanın emrine amade kılınmıştır, insana verilen en değerli ve kıymetli nimet, hayat nimetidir, insanın, insan olarak ..' yaratılması başlı başına bir nimettir. Biz, bu başlık altında insanın yaradılışını ve en güzel biçimde diğer varlıklardan temerküz etmesini ele alacak dcğiliz. Çünkü bu, müstakil ve etraflı araştırmayı gerektiren ayrı bir konudur. Bu sebeple biz, sadece insana sunulan "hayat nimetini" âyetler ışığı altında anlatmaya çalışacağız.
Allah Teâlâ'nm kullarına lütfettiği ilk nimeti, onlara hayat ve can ver-, mesidir. Buna delil olarak şu âyeti sunabiliriz: "Allah'ı nasıl olup da inkar ". [788] ediyorsunuz. Halbuki siz ölüler iken O, sizi diriltti. Sonra sizi yine öldürecek, tekrar sizi O diriltecek ve nihayet O'na döndürüleceksiniz."[789]
Bu âyet, asıl nimetin, hayat nimeti olduğunu açıkça göstermektedir. Çünkü Cenâb-ı Hak, nimetlerin ilki olarak hayat nimetini zikretmiş, peşinden de diğer nimetlerden bahsetmiştir. Hak Teâlâ, mü'minlere dünya hayatının gayesinin, âhiret hayatı ve uhrevî mükafatlar olduğunu beyan etm için bir hatırlatmada bulunmuştur. Böylece Allah, nimetler içersinde a lan nimetin "hayat vermek" olduğunu hatırlatmıştır.[790]
Merhum Elmalık, bu âyeti daha detaylı olarak tefsir eder. "Ey in-san idini taşıyanlar ve özellikle ey kâfirler, ey münafıklar, ey fasıklar! AI-, S|[ nankörlük eder de ilmî, amelî olarak küfür ve İnkara sapabilirsi- ? Az çok irfan ve ahlakı olanlar için bu nasıl düşünülebilir? Halbuki siz gerek her biriniz, gerek tümünüz başlangıçta hep ölü idiniz, ölüler halindeydiniz, hayatınız yoktu "[791]
insanın, babasının belinde bir nutfe (sperm) halinde olduğunu hatırla- gereğine işaret eden Eimahlı, Allah Teâlâ'nın insanı, nefes alıp verme, dalanma, üreme, duyma, düşünme, istediği yere gitme, istediğini yapma, çevresindeki dışa ait olaylara fizikî ve ruhî kuvvetleriyle dayanma, karşı kovma gibi faaliyetleri yapabilecek kabiliyette akıllı, canlı fikir ve düşünceli bir varlık olarak yarattığını ifade etmekte ve bu hayatın insanın şahsi malı olmadığını vurgulamaktadır.-[792]
Eimahlı, hayatın çok önemli bir nimet olduğunu şöyle açıklar. "Kendinizi, bundan önceki halinizi, geleceğinizi düşünecek olursanız, bu hayatın sizin kendi malınız olmadığını anlarsınız. O halde bu hayatı size bahşeden Allah'ı nasıl inkar eder ve O'na nasıl nankörlük edersiniz? Ediyorsunuz? Allah size hiçbir şey yapmamış ve yapmayacak olsa bile hayatınızın sahibi olduğu için, sizin O'na iman ve kulluk etmeniz, hayat sevdasıyla Allah'ı unutmamanız gerekir."[793]
Allah'ın verdiği hayatı, körü körüne ve çılgıncasına değil, meşru (dine uygun) bir şekilde harcanmasının gereğine işaret eden Eimahlı, bu hususta şu Önemli izahatı yap maktadır. "Allah, sizi öldükten sonra yine diriltir ve di-riltecektir. Size önce verdiği gibi ve hatta ondan daha yüksek yine bir hayat verir, verecektir, öldükten sonra dirilme vardır. Eğer o olmasaydı sen kâinatta hiçbir kanun göremezdin. Bir yaptığını bir daha yapamazdın, ilimden, sanattan hiçbir hissen olmazdı. Sen bu sayededir ki, hangi şeyi bilirsen onu bir daha ve bir daha yapabilirsin. Tohumlarını bu sayede eker, çiftleri-nı u Sayede sürer, hasılatını bu sayede kaldırırsın. Atlara, arabalara, trenle-' otomobillere, vapurlara, uçaklara bu sayede biner; onları da bu sayede yapabilirsin."[794]
? gıda sunacağımız âyet, "hayat" verilmeden önce insanın anılmaya e£er bir varlık olmadığını beyan etmektedir.
anın üzerinden, henüz kendisinin anılan bir şey olmadığı uzun bir SUregeçmedi mi?" (İnSan, 76/1)
ölümünde de belirttiğimiz giibi insan, kendi kendine var olmuş ve olgunlaşmış, başlangıcı olmayan bir varlık değildir. Bir anda da var ı vermiş basit bir varlık da değildir. Zamanın başlagıcındanbu yana devir A vir, aşama aşama yaratılagelmiş, adı sanı geçmeyen şeylerden süzülün W birlerine katıla katıla birleştirilmiş, karışımlardan meydana getirilmiş k-spermden yaratılmıştır. Basit olmayan böyle bir spermin yaratılması, özel likle her şeyi bilen, dilediğini yapabilen bir yaratıcının yaratmasına bağlıdır Böyle bir maddeden insanı yaratan ve ona hayat bahşeden Allah Teâlâ'dır Allah, onu yaratmış, terbiye etmiş ve ona canlılık vermiştir.[795]
Seyyid Kutup, bu âyeti şöyle tefsir eder: "Allah, insanoğluna yoklukta iken hayat bahşetmiş ve varlıklarını ölümden hayata çevirmiştir. Yeryüzündeki Ölü, cansız varlıklardaki neşvü nemanın yaratıcısı Allah'tır. Şüphesiz cansızları kaplayan Ölümün manası ile hayat âlemi başlı başına ayrı şeylerdir. Hayat varlığının, ilâhî kudret olmadan meydana gelmesi mümkün değildir. Yeryüzündeki cansız varlıkların hiçbiriyle mukayese kabul etmeyen ve apayrı olan insan hayatının bu hale gelmesi elbetteki Allah'ın güç ve kudretiyle olmuştur. İnsanoğlu, yeryüzünde etrafını çevreleyen cansızlardandı. Allah ona ruh verdi, hayat bahşetti. Hayatı kendisinden aldığı Allah'ı, insan nasıl olur da inkar eder ve nasıl O'na karşı nankörlükte bulunur?"[796]
insana hayat nimetini bahşeden Allah, onun hayatını yeryüzünde yaşamaya uygun kılmıştır. Allah, yeryüzünde bulunan her şeyi insanoğlunun emrine müsahhar kılmış, kâinat kanunlarını insanın fıtratı ve kabiliyeti İle uyuşur şekilde yaratmıştır, diyen Seyyid Kutup, "Şayet insanın fıtratı ve terkibi ile yeryüzünün kanunları arasında bir ayrılık söz konusu olacak olsaydı, insanoğlu, yeryüzünde faydalanmayı bir yana bırakın, orada hayat dahi süremezdi. Şayet insanın organik yapısı, yeryüzündeki atmosfer basıncına tahammül edecek derecede olmayıpta farklı olsaydı, teneffüs ettiği hava, yediği gıda ve içtiği su, onun hayatına elverişli bileşkelere sahip bulunmasay-dı, bir an bile yaşayamazdı".görüşünü ileri sürmektedir.[797] İnsan hayatının kâinat kanunları ile uyum sağlaması yani, yeryüzünün onun hayatına e v rişli kılınması "hayat nimeti"ni bütünleyen Önemli bir lütuftur.
İnsan bedeninin yoğunluğu yeryüzünün çekim gücü ile uyum sağla saydı, oksijen ve hidrojen gibi insana lüzumlu olan maddeler kâinat a lunmasaydı, insanın hayat sürdürmesi mümkün olabilir miydi? Alla . y yüzünün kanunları ile fıtrat arasında bir uygunluk yaratmıştır ki, bu hayatı için çok çok Önemlidir. İnsan buna rağmen nankörlük eder v
insana bahşedilen nimetler nıetinin kadrini bilmez. Şu âyet insanoğlunun bu özelliğini vurgulamaktadır
O, ( önce) size hayat veren, sonra sizi öldürecek, sonra yine diriltecek landır. Gerçekten insan, çok nankördür."[798]
İnsanın ilk hayata başlaması en büyük bir mucizedir. Gece gündüz, her yenilenen hayat mucizesi ile gerçekleşir durur. Fakat ilk hayat mucizesinin engin sırrı hala insan aklını hayretlere düşürmekte ve mahiyetini kavramakta aciz bırakmaktadır.
HYY maddesi Kur'an'da oldukça çok kullanılmıştır. Fiil olarak en fazla "hayat vermek" anlamına gelen if 'al şekli, Allah'a izafe edilmiştir. Ihyâ fiilinin başlıca mefulleri: Yeryüzü, yeryüzündeki bütün canlılar. Özellikle insanlar ve âhiret hayatı için diriltilecek ölüler (bütün insanlar) dır. Nadiren "mânevi hayat verme" manasına da kullanılır. (En'am, 6/122). Bu fiilin her yerde failî Allah'tır, iki âyette, " hayat vermek " anlamında değil de "diri bir kimseyi hayatta bırakmak, öldürmemek" anlamında insanlara muzaf kılınmıştır. (Bakara, 2/258; Mâide, 5/32). Ancak bir âyette ölüyü diriltme, Allah'ın izniyle Hz. İsa'ya izafe edilmiştir. (Âl-i İmran, 3/49). Bu istisna sayılmaz. Zira mucize söz konusu olduğundan gerçek fail yine Allah'tır.[799]
Ta başından beri Ölü varlıklardan canlı organizmayı meydana getirme gücüne Allah'tan başka kimse sahip olamaz. Yine Allah'tan başka hiç kimse ölü atomları canlı hücreler haline döndürüp, canlı varlık meydana getirme gücüne sahip değildir. Bir başka defa canlı hücreleri ölü atomlar haline dönüştürebilme gücü yine Allah'tan başka kimsede yoktur.[800]
İnsan ancak Allah'ın izni ile yaşama ve yaşatma sırrına vakıf olabilir. Henüz bunları bilmiyor, yapamıyor, hayat kanununun aslına eremiyorsa, ortada var olan yaşamayı ve yaşatmayı da inkar edemez. Hayat ve hayat kanununu yapan ve bilen Hak Teâlâ'dır. Şu halde olan yine olacak, ölen yine dirilecektir ve bunu ancak Allah yapabilecektir.[801]
Kısacası, hayatı yaratan ve bahşeden hakîkî hayat sahibi olan Allah'tır, 'usan için de en önemli nimet hayat nimetidir. Yaşatan O, hayat veren O, öldüren O, hastalığa şifa veren O, yediren O, içiren O, öldüren O, dirilten Odur. (bkz. Şuarâ, 26/78-81). Hayatın bütün safhalarına o hakimdir. Hayat ^nun elindedir, insanın yapması gereken şey, bu hayatı kendisine bahşe-öen Allah'a kulluk ve O'na şükürdür. [802]
Akıl, iimi kabul etmeye hazırlayan kuvvete denir. Bu kuvvetle insanın istifade ettiği ilme de akıl denir. Aklın asıl anlamı, tutmak, bağlamaktır. Deveyi İple bağlamak, kadının saçını bağlaması, dili konuşmadan menetmek gibi ifadeler "akale" sözcüğü ile ifade edilir.[803] "insanın düşünme, anlama kudreti" diye de tarif edilir.[804]
Akıl, kalp ve ruhun madeninde, beynin ışığında, duyu organlarıyla hissedilmeyen şeyleri anlar. Akıl yürütmek; sebeplerle, sebeplerin meydana getirdiği şeyler ve eserler ile eseri meydana getiren şeyler arasındaki ilgiyi, yani "illiyet kanunu" dediğimiz sebebi neticeye bağlayan kanunu ve ona bağlı olarak gerekli ilgileri idrak ederek eserden müessire veya müessirden esere yahut da bir müessirin iki eserinin birinden diğerine intikal etmektir. Mantık denen bu intikal sayesinde duyu organlarıyla hissedilenden hissedilmeyene intikale sebep olan veya hissedilmeyen bir manayı bizzat ve açıklıkla keşfeden idrak vasıtasına akıl denir.[805]
Elmahh, aklın başlıca iki çeşit yürüyüşünden bahseder. Birincisi, ağır, derece derece ve zamana bağlı olarak inceden inceye düşünme sayesindedir ki, buna "fikir" denir. İkincisi, bir anda bir hamlede arzuya ulaşıverecek derecede hızlı olan ani seyirdir ki, buna da "hads, tahmin, zan" denir. Bu hads de iki kısımdır. Birincisi, her birinde konusuna göre uzun süren tahsil, tecrübe ve alıştırmadan elde edilen alışkanlık sıfatıdır ki, çalışmakla kazanılır. Buna "akl-ı mesmu1" (işitilmiş akıl) denir, ikincisi doğrudan doğruya yaratılışta yerleşmiş ve sırf Allah vergisi olan bir melekedir ki, buna da kutsî kuvvet ya da makbul veya tabiî akıl denir. Bunda esas itibariyle gayretin, çalışıp kazanmanın hiç hükmü yoktur. Herkesin bu çeşit hads, tahmin ve akıldan az çok bir nasibi vardır. Bu olmayınca öbür akl-ı mesmu'un hiçbir hükmü olmaz.[806]
İnsanın diğer canlılardan ayrılmasını sağlayan hasletin akıl olduğunu söyleyen Gazali, insanların, yaradıhşindaki bu akıl ile nazarî ilimleri öğrenmeye istidat kazanacakların], birçok gizli hüner ve sanatları elde edeceklerini belirtir. Ona göre akıl, Allah'ın kalbe attığı bir nurdur ki, iman onunla eşyayı anlamağa imkan bulur. İlimlerin inkişafını sağlamada, Kur'ân ve şeriatın akla nispeti, güneş ışığının göze nispeti gibidir. İlmin kaynağı, doğum yeri ve kökü akıl olduğuna göre, aklın şerefinin ortaya çıktığını İfade eden Gazalî, akla nispetle ilim, ağaca nispetle meyve, güneşe nispetle nur ve göze nispetle görmek gibidir. (Yani akıl, asıldır ve ana gövdeyi teşkil eder.) Dünya ve âhiret saadetine vesile olan akıldır, demektedir.[807]
Mevlânâ, aklı daha değişik açsdan değerlendirmektedir. O'na göre, Tanrı, altın tacı olan aklı yaratıp insanoğullarımn başına koymuştur. Mevlâ-nâ'ya göre akıl, en ulu âlemin kandili, Tûr-i Sina'nın nuru " ve andolsun bu emin şehre" (Tin, 95/3} âyetininde bildirilen adalet işlerini düzene koyan beyi, âlemler Rabbi'nin harîminin adalet sahibi halifesidir. Akıl, Allah'ın rahmet gölgesidir. Temizlik sofasının en üstün erleri, onun yolunda oturmuşlardır. Akıl, zorlukların düğümlerini çözen, gönülde saklanan en gizli sır gelinlerini süsleyip bezeyen, canlara kılavuzluk edip tan yerlerini ağartan, sabahlan izhar eden, Hakka alıp götüren bir manevî varlıktır.[808]
Akıl, insana has bir kavramdır. Her ne kadar hayvanlarda buna benzer düşünce kuvveti varsa da insan aklı seviyesinde değildir. Akıldan sadır olan ve insana has durumlar ise hayvanda yoktur. Akıl, hayvanlardaki hayal ve vehimden farklıdır; çünkü insan akıl vasıtasıyla, "yalan kötüdür, doğruluk İyidir, adalet güzeldir", gibi ahlakî genellemelere gidebilmektedir.[809]
Aklın, insanı diğer hayvanlardan ayırteden rûhânî bir nur olduğunu ve insan ruhunun onunla zarurî ve nazarî ilimleri idrak ettiğini belirten Ah-med Rifat, "Allah, meleklerde şehevetsiz akıl ve hayvanlarda akılsız şehveti, insanlarda ise, hem aklı ve hem de şeheveti yaratmıştır. Allah insanlara akıl, idrak, düşünme ve konuşmayı ihsan etmiştir. İnsan, bunları kullanarak, zararlarını giderip menfaatlerini elde etmeye, hayvanları zabt ve idaresi altına almaya ve dağlan taşlan söküp koparmaya güç yetirebilir[810], demektedir.
İnsanın akü ve duyularının gücünü tahlil ederken de kâinatın bilmece-siyle karşılaşırız diyen Agah Çubukçu, akim insan için bir ışık ve tabiatı yenmeye çalışan bir enerji olduğunu ve fakat akim da bir sınırının olduğunu belirtmektedir.[811] Ahmet Rifat ise, aklın başlı başına Hakk'a delil ve Rubûbiyet sırlarım idrak etmeye muktedir olamayacağını, o yüce mertebeye kavuşabilmenin ancak din ve hidâyet nurunun cazibesiyle olacağını ifade eder.[812]
Kur'ân, akla itimat eder ve aklını kullanmayanları kınar. Kur'ân, akıl kelimesini müştakları ile birlikte kırkdokuz [813], akıl manasına gelen "el-lübb" (çoğulu elbâb) kelimesini, ona[814] ve yine akıl manasına gelen, "en-nühye" (çoğulu en-nühâ) kelimesini ise iki yerde [815] zikretmektedir.
Kur'ân, aklın büyük bir nimet olduğunu açıklamaktadır. Bunun için onu Allah'ın arzu ettiği ve rızasının bulunduğu doğrultuda kullanmak gerekir. Allah, birçok Kur'ân âyetlerinin sonunda, "aklınızı kullanmıyor musunuz?" diyerek aklı kullanmayı emretmektedir. Ayrıca gömekteyiz ki, Kur'ân, aklını doğru dürüst kullanmayanlara, okuyucusunu ve dinleyicisini de tesir altına bırakan uyarmalarda bulunmakta ve ayıplamaktadır. En ağır cezalar dahi böyle bir tesir bırakmaz. Kur'a'nın ifadelerinden birkaçına göz atmamız bunu görmeye kafidir. "Şüphesiz Allah katında hayvanların en şerlisi, düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir." (Enfal, 8/22), "Yoksa sen, onların çoğunu gerçekten (söz) dinleyeceğini yahut düşüneceğini mi sanıyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidirler, hatta onlar yolca daha da sapıktır." (Furkân, 25/44)
Yine Allah, aklı yerli yerinde kullanmayıp, iman ve irfan caddesinde yürümeyenlerin âhiretteki pişmanlıklarını şu şekilde dile getiriyor. "Ve: şayet kulak vermiş veya aklımızı kullanmış olsaydık, (şimdi) şu alevli cehennemin mahkumları arasında olmazdık, derler." (Mülk, 66/10)
Akıl, Allah'ın yarattığı en yüce şeydir. Allah, akılla tanınır ve O'na kulluk ancak akılla yapılabilir. Allah'ın ihsan ettiği akıl, gönül ve candan beslenir; onun bilgileri Levh-i mahfuzdan gelir. Öğretimle elde edilen akıl, ırmaklara benzer, birisi çıkar, ırmağın akışını engeller ve değiştirirse, bu akıl susuz kalır. Tanrının ihsan ettiği bilgi kaynağı içeride olduğu için sürekli beslenir.[816]
Akıl, insanın bütün hareketlerini idare eden bir güçtür. Akim emir ve komutu olmadan hiçbir organın faaliyeti, yaradılışına uygun olarak doğru hareket edemez. Akıl, insanın her işini ayarlayan bir organizatördür. İslam Dini, prensiplerini sunarken aklı öncü kabul eder. Zira İslam ve onun hükümleri akılla kavranılır. İnsan ancak akılla insan olur ve kemâle erer. İnsan hayatında akıl, o derece önemli bir yer kaplar ki, aklı olmayan kimseye dînî yükümlülükler yüklenemez. Çünkü aklı olmayan düşünemez, anlayamaz, kavrayamaz, bilemez ve öğrenemez. Bütün bu beyanların ışığı altmda diyebiliriz ki, akıl büyük bir nimettir. Hem de öyle bir nimet ki, dünya ve âhiret saadetine onunla ulaşılır. Allah'ı tanıyan, Allah'a kul olan akıl, iki cihanda da kişinin nuru ve ışığıdır. [817]
İnsanın yaradılış amacı, Allah Teâlâ'ya İnanmak, O'nu tanımak ve O'na kulluk etmektir. İnsanın kâinat sarayında kısa bir müddet hayat sürmesinin asıl sebebi, Allah'ın rubûbiyyetini itiraf etmek ve o iradenin çizdiği istikamette yürümektir. Ebedî saadetin eide edilme mahalli bu dünyadır. Bütün mutlulukların aslı ve başı olan böyle bir hedefe ancak iman ve kullukla ulaşılmaktadır. Kur'ân, bu gayeye ulaştıracak prensibi şöyle özetlemektedir. "Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım." (Zâri-yât, 51/56). Âyette belirtilen kulluk mertebesine iman nimeti ile ulaşılmaktadır. Kulluk, insanın ulaşabileceği en büyük şeref ve elde edebileceği en kıymetli nimettir. Bu sebeple mü'minlere, kılacağı her namazda şu duayı yapmaları emredilmiştir. "Bize doğru yolu göster. Kendilerine lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yolunu." (Fatiha,1/6-7)
Bu âyette murat edilen nimet, iman nimetidir. Çünkü imanın dışındaki her dînî nimeti elde etmek ancak imanın varlığı iîe mümkündür. Fakat iman nimeti böyle değildir. Diğer dinî nimetler olmadan iman nimetinin elde edilmesi mümkündür. "Bize doğru yolu göster. Kendilerine lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yolunu..." sözünde iman nimetini talep anlamı vardır. Çünkü nimetlerin en büyüğü imandır.[818]
Sözünü ettiğimiz âyet, başka bir âyetle tefsir edilmiştir. "Kim Allah'a ve Resulüne itaat ederse işte onlar, Allah'ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberlerle, sıddıklarla, şehitler ve salih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır!" (Nisa, 4/69) Bu âyette murat edilen, kendilerine lütuf ve ikramda bulunulan kimselerin derecesine ulaşmak değildir. Çünkü peygamberlerin, sıddıkların, şehitlerin ve salihlerin nail olduğu makamlar yüce makamlardır. Asıl maksat, onların iman, irfan ve ubudiyette ilerlemelerini sağlayan tevhid yoludur. Onlara verilen asıl nimet budur.
İslam'ın büyük bir nimet olduğunu şu âyette daha açık olarak anlamaktayız.
...Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak islam'ı beğendim..." [819] Râzî, "üzerinize nimetimi tamamladım" ifadesini şöyle tefsir eder: Din ve şeriat işini ikmal etmem sebebiyle, üzerinize olan nimetimi tamamladım. Çünkü İslam nimetinden daha tamam bir nimet yoktur. Bu âyet, imanın yaratıcısının Allah olduğuna işaret etmektedir. İslam Dini, bir nimettir. Her nimet Allah'tandır. Bu da İslam Dini'nİn Allah'tan olmasını gerekli kılar. İslam'ın İki şekilde nimet olduğunu söyleyebiliriz. Birincisi, ümmet-i Muhammed'in dilinde meşhur olan şu sözdür. "İslam nimeti üzerine Allah'a hamd olsun." İkincisi, Allah, yukarıdaki âyette nimet lafzını müphem olarak zikretmiştir. Bu nimetle murat edilen şeyin, daha önce zikri geçen din olduğu açıktır.[820]
İnsanın asıl enerji kaynağının manevî alan olduğunu söyleyen Muham-med Kutup, insanı hayvandan ayıran vasfın da bu olduğunu belirtir, islam'ın bu sahayı bir bütün olarak ele aldığını ve kucakladığını, insanlık hayatının esasının ona bağlı olduğunu ifade eden Kutup, insanın insanlığını ortaya çıkaran en önemli unsurun bu olduğunu açıklar. Ona göre mânevi alan, genişliği, enginliği ve kapsamı ile, Allah'ın varlığını ve birliğini bildiren akideyi, Allah'a kulluğu ve Allah'ın dinine samimiyetle bağlanmayı temin eder. İman, mü'mİnleri yapıcı, inşa edici, atılımcı, çalışkan, enerjik bir hale getirir. Onları, gayretli, şerefli ve başarılı olarak hayat mücadelesine atar. İman, "Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer inanmışsa-niz, üstün gelecek sizsiniz." (Âl-i Imrân, 4/139) "...Halbuki, asıl üstünlük, ancak Allah'ın, Peygamberinin ve mü'minlerindir" (Münâfıkûn, 63/8) iîâhî mesajlarının diriltici nemaları arasında mü'mine şahsiyet, vakar, şeref, itibar, güç, kuvvet, üstünlük ve hayat sunmaktadır.[821]
Mervan b. Hakem (ö. 620-685), İslam'ı andığı zaman şöyle derdi: "Ben, İslam'a Allah'ın nimeti ile ulaştım. Yoksa yaptığım iyilikler ve İrademle ulaşmış değilim. Allah, beni kötülüklerden muhafaza ederek bana en büyük nimet olan İslam nimetini nasip etti."[822] Hasan Basrî (ö. 10/728), "Allah'ım! Bizi Müslüman kıldığın için ve bize Kur'ân'ı ihsan ettiğin için yalnız sana hamdederiz." demiştir.[823] Vehb b. Münebbih (ö. 110/728) de şöyle der: "Nimetlerin en büyükleri üçtür. Birincisi, îsiam nimetidir ki, nimetler ancak onunla tamam olur. İkincisi, afiyet nimetidir ki, hayat ancak onunla hoş olur. Üçüncüsü zenginlik nimetidir ki, hayat ancak onunla tamam olur."[824]
Said Nursî, İmanın nurânİ bir gözlük olduğunu ve insana ferahlık verdiğini belirterek şöyle der:" Felsefe; her şeyi çirkin, korkunç gösteren, siyah bir gözlüktür. İman İse; her şeyi güzel ve ünsiyetii gösteren, şeffaf, berrak, nûrânî bir gözlüktür. İmanın insanlara verdiği sevinç, ferahlık, itmİ'nan, inşirah binlerce "elhamdü lillah" dedirten bir nimettir."[825]
İnsan cinsinin aczi ve düşmanlarının çokluğu dolayısıyla bir istinat noktasına ihtiyacı vardır ki, düşmanlarını defetmek için o noktaya sığınsın. Keza, ihtiyaçlarının çokluğu ve şiddetli fakirlik dolayısıyla yardım isteyecek bir noktaya muhtaçtır ki, onun yardımı ile ihtiyaçlarını defetsin. Bu konuda Said Nursî şöyle der: "Ey insan! Senin dayanak noktan, ancak ve ancak Allah'a olan imanındır. Ruhuna, vicdanına nokta-i istimdat ise, ancak âhi-rete olan imanındır. Binâenaleyh, bu her iki noktadan haberi olmayan insanın kalbi, ruhu yalnızlıktan dolayı korku içinde kalır ve vicdanı daima azap içinde olur. Fakat birinci noktaya istinat ve ikincisinden yardım isteyen adam; kalben ve ruhen pek çok zevk ve lezzetleri, ünsiyetleri hisseder ki, hem müteselli, hem vicdanı mutmein olur."[826]
Seyyid Kutup, îslam akidesinin ihtiva ettiği mananın gayet büyük ve İslam'ın, risâletlerin ve akidelerin en sonuncusu olmaya yaraşan tek ve mükemmel bir nizam olduğunu vurguladıktan sonra şu açıklamayı yapar: "İslam, yaradılışın başlangıcından sonuna kadar gelmiş ve gelecek bütün iman kafilesini içine alan âlemşümul bir tasavvur ve akide nizamıdır. Peygamberler kafilesi tarafından elden ele uzatılarak getirilen hidâyet manzumesidir. Bütün terakki merhaleleri boyunca, insanoğlunun elinden tutan bir rahmet müjdecisidir."[827]
Ahmet Rifat (ö. 1312 h.), İslam'ın kalbimizi aydınlatan ve insanî vazifeleri tanıtıp özelliklerini açıklayan bir din olduğunu belirterek şu görüşlere yer vermektedir." Bunca nefsanî arzuların ve şeytanî isteklerin sürüklemek istediği kötülükler arasında kalbimizi değiştirip aydınlatan, itiraf ettiğimiz ilâhî kudret ve azamete karşı âciz ve noksan oluşumuzu bildirip nefsimizi kibir ve gururun pisliğinden kurtaran şefkat, hamiyet, dürüstlük ve haklan gözetmek gibi insanî vazifeleri tanıtıp özelliklerini açıklayan dîn-i mübin-dir, yani İslam'dır."[828]
Allah'ın varlığını bilmenin, bütün nimetlerin fevkinde çok büyük bir nimet olduğunu söyleyen Said Nursî, bunun, sonsuz nimetlerin nevilerini, nihayetsiz ihsanların cinslerini, sayısız âyetlerin sınıflarını havi bir menba, bir kaynak olduğuna işaret eder ve bunun da ancak iman nuru ile bilineceğini ifade eder. Bundan dolayı da âlemdeki zerreler adedince iman nimetlerine hamd ve sena etmenin bir borç olduğunu hatırlatır. Ayrıca Said Nursî, maddî ve manevî nimetlerin bütün çeşitlerine fihriste ve kaynak olan İslamiyet ve Kur'ân nimetinin de sonsuz hamdleri gerekli kıldığını belirtir.[829]
Islamiyetin, geleceğe yürümemiz adına âdeta bir dinamik olduğunu, ona sığınmamız sayesinde Önemli bir kuvvet kaynağını elde etmemizin her zaman mümkün olacağını söyleyen Fethullah Gülen, dinin lâhûtî ve sarsılmaz gücünün bir kere ortaya çıkmasından sonra, böyle bir kaynağa karşı kayıtsız kalmanın tam bir aldanmışlık olduğunu, ifade etmektedir.[830]
islam nimeti, insanı, toplumları, milletleri, devletleri aziz, güçlü, itibarlı, hatırlı kılan bir nimettir. Bu nimetin hakkını veren bir millet "ve bu nimetten istifade etmesini bilen her topluluk yücelmiş, medeniyet kurmuş, ilim, irfan ve ahlakda öncülük etmiştir.
Allah'ın, bu dindeki nimetinin hakikatini idrak etmemek, onun değerini takdir etmemek, cahiliyye hayatının bela ve musibetlerini görmeyen insanların işi olduğunu söyleyen Seyyid Kutup,, îslamiyetin, Arapları cahiliyye bataklığında bulduğunu, onları o hayattan kurtarıp düz yola çıkarttığını, sonra zirvelere ulaştırdığını belirtmektedir. İslam onları, putların, meleklerin, cinlerin, yıldızların, geçmiş atalarının ve basit efsane ve hurafelerin rububİyyetine imandan, itikadi tasavvurlarda da cahiliyye hayatından kurtarıp tevhid ufkuna çıkarmıştır. İslam onları, içtimaî yönden de cahiliyye bataklığından kurtarmıştır. Onların her türlü cahiliyye geleneklerini, âdetlerini, ahlâkî davranışlarını yıkmış ve bu insanlardan yeni bir millet meydana getirmiştir.[831]
İslam sadece Arapları değil, tarih süreci içinde bütün müntesiplerini yüceltmiştir. Mesela, İslamiyetin kabulü Türklere yeni bir ruh ve kuvvet vermiş ve Asya steplerinden Avrupa içlerine kadar uzanan sahalarda büyük ve uzun ömürlü imparatorluklar kurulmasında başlıca âmil olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu gibi, dünya tarihinde en büyük ve uzun ömürlü imparatorluklardan birinin kurulmasında İslam Dini'nin oynadığı rol son derece önemlidir. Bunlardan daha önemlisi, dünyanın çeşitli bölgelerine dağılan Türk milleti, varlığını İslam Dini sayesinde koruyabilmiştir. İslamiyet, Türk Milletinin ilham kaynağı olmuş ve bu sayede ölümsüz eserler meydana getirilmiştir.[832]
Ahmet Arvâsî'nin, İslamiyetin milletleri yücelttiğine dair şu değerlendirmesi oldukça doğru bir tesbit olmasının yanmda, olaylar da bunu tam tamına teyit etmektedir. "İslamiyet, milli kültür değerlerini inkar ve tahrip etmeden yücelten "âlem şümul bir din" olduğundan, "milli medeniyetlerin" - gelişmesine büyük imkan sağlar, islamiyet milletleri zayıflatmaz, yok etmez; aksine güçlü kılar. Nitekim îslamiyeti kabul eden milletler, bu dine sarıldıkları müddetçe, güçlü ve parlak medeniyetler geliştirmeye muvaffak olmuşlardır. İslam ile kaynaştıktan sonra, Türkler, Araplar, Farslar, Hintliler, Ber-beriler tarihi hayran bırakan medeniyetler meydana getirmişlerdir."[833] Bu tesbit ve görüşlere katılmaya, tarihî hadiseler bizi mecbur bırakmakta ve İlmî araştırmalar da bunu gerekli kılmaktadır. İslam nimetinin kadrini bilenleri, İslam'ın her sahada yücelttiğini artık ispata gerek yoktun Tarih bunun kararım vermiştir. [834]
Peygamber kelimesi farsçadır. Haber manasına gelen "peygam" ile "getiren" veya "götüren" manasına gelen "ber" kelimelerinin birleşmesinden meydana gelen birleşik bir kelimedir. Nebi ( çoğulu, enbiya ve nebiyyîn ): Bu kelime haber veren ve haberci manasına gelir. Haber verme işine "nübüvvet" denir. Rasûl ( çoğulu, rusül ): Bu kelime elçi ve sefir manasına gelir. Sefaret ve elçilik görevine "risâlet" denir. Peygamber, Allah'tan vahiy suretiyle aldığı bilgileri insanlara tebliğ etmek için Allah tarafından seçilen bir zattır. Peygamberler, vahyi ve dînî bilgileri doğrudan doğruya veya bir melek aracılığı ile Allah'tan alırlar. Kendisine vahiy gelen ve yeni bir şeriat tebliğ etmekle görevlendirilen peygambere "Resul" denir. Kendisine vahiy gelen ve fakat diğer bir peygamber tarafından tebliğ edifen dinin çerçevesi içinde irşat faaliyetinde bulunan, ana hatlarıyla önceki bir şeriata tabi olan peygambere "nebî" denir. Peygamberler, Hak Teâlâ tarafından seçilirler. Nübüvvet ve risâlet makamına atama yapma yetkisi sadece Allah'a aittir. Allah, dileyeni değil, dilediğini nübüvvet ve risâlet makamına atar. Peygamberlik çalışma ve çaba harcanarak elde edilemez. Allah'ın bir lütfü ve ihsanı olarak bahşedilir. Onun için de vehbîdir.[835]
İnsan aklının ve duyu organlarının sınırlı şeyleri bilebileceğini ve bu sebeple akim vahiy ile aydınlanmaya ihtiyacı olduğunu belirten Süleyman Uludağ, bu konuda şu değerlendirmeyi yapmaktadır: "İnsanın aklı ve duyu organları, kendisi gibi sınırlı ve sorumludur. Sınırlı ve muayyen şeyleri bilir. Kendisi için bazen şart, bazen faydalı, bazen de lüzumlu olan her şeyi kavrama ve anlama kabiliyetine sahip değildir. İdrak gücü sınırlıdır. Gözün bir görme, kulağın bir işitme sahası ve sınırı olduğu gibi aklın da bir anlama ve bilme sahası ve sının vardır. Akıl ve zekâ, bu sınırın ötesinde kalan şeylerden bazılarını yarım, hatalı ve kapalı bir şekilde sezer ve bilir. Diğer bir kısmını ise hiç bilmez. İşte bu noktada aklın, vahiy ve peygamber tarafından aydınlatılmasına ve tamamlanmasına ihtiyaç vardır. Bu sayede insan, yarım ve hatalı bilgilerini tam, hiç bilmediği hususları ise kısmen ve kendisine lazım olacak ölçüde bilir."[836]
İnsanın bilgisinin sınırlı, nisbî ve izafi olduğunu belirten Uludağ, kâinatın sırlarının insanlara göre sonsuz denecek kadar çok olduğunu ifade eder. Bütün insanlık, kâinatın sırlarını ve gerçeklerini çözmek ve öğrenmek için milyarlarca sene çalışsa yine de bilmedikleri şeyler, bildiklerine nazaran çok daha fazla olacaktır. Allah'ın sıfatları ve isimleri gibi konulan, insanın tam olarak kavraması mümkün değildir. İbadet ve âhiret gibi hususları akıl tek başına kavrayamaz. Akıl tek başına ibadetlerin miktarını, şeklini, vaktini, kabir azabı, mahşer, sırat, mizan, hesap, şefaat, cennet ve oradaki nimetleri, cehennem ve oradaki türiü türlü azap çeşitlerini bilemez. Bunun için bütün bunları kavramak ve Öğrenmek için peygamberlere ihtiyaç vardır.[837]
"Allah kendi emriyle melekleri, kullarından dilediği kimseye vahiy ile, "benden başka tanrı olmadığına dair ( kullarımı ) uyarın ve benden korkun" diye gönderir."[838]
Merhum Seyyid Kutup,, Allah'ın ihsan ettiği nimetlerin en önde geleni ve en önemlisinin "vahiy" olduğunu belirterek şu önemli değerlendirmeyi yapmaktadır; "Allah, sadece gökten yağmur indirip bedenleri ve toprakları diriltmekle kalmaz. Bunun yanı sıra ruhları diriltmek için melekleri vahiy ile indirir. Âyet-i Kerîme'nin metnindeki "ruh" ifadesinde ayrı bir anlam vardır. İnsandaki hayat unsurunu ve hayatın kaynağını ruh teşkil eder. Bu meleklerin indirdiği de, ruhları, vicdanları, duygu ve düşünceleri hayata kavuşturur. Cemiyeti bozukluktan, anormallikten, çeşitli çözülme ve ihtilallerden koruyarak canlandırır. Allah'ın gökyüzünden insanlara indirdiği en büyük nimet odur. Kullarına verdiği ihsanların en yücesi budur. O vahyi, Allah'ın en temiz yaratıkları olan melekler, Allah'ın kulları arasından seçtiği peygamberlere indirirler."[839]
Peygamberlik müessesesi, meydana getirdiği ahlâkî neticeler ve dünyevî mutluluklar bakımından da oldukça büyük önemi haizdir. Peygamberlik müessesesi ve vahiy, insanoğlunun eksikliklerini ve noksan olan bilgilerini tamamlar, yanlış kanaatlerini düzeltir. Batıl akide ve hurafelerin önüne geçer. İnsanların akıl ve zekalarını kullanmaları halinde bile kavr ayam ayacakları yeni ve akıl üstü gerçekler, nübüvvet ve vahiy sayesinde Öğrenilir. Bu sayede içtimaî ve ahlâkî hayata huzur gelir. Kİn, nefret, haset, düşmanlık ve hırs gibi kötü duygular ortadan kalkarak, savaşları, kavgaları, çekişmeleri, döğüşmeîeri, toplumları ve fertleri huzursuz ve tedirgin eden ayrılıkları yine bu müessese önler. İnsanlar arasında sevgi, saygı, yardımlaşma, dayanışma ve dostluk gibi hisleri hakim kılarak onları birleştiren, kaynaştıran, barış ve güven içinde kardeşçe yaşama inancını gönüllere yerleştiren de yine risâlet ve vahiydir.[840]
Kültür ve medeniyette flozofiann etki ve rolünün küçümsenemeyeceğini, ancak kültür ve medeniyetlerin doğuş ve kuruluşlarında peygamberlerin rolünü ve değerini küçümsemeye kalkışanların uyandırılmasımn gerekli olduğuna işaret eden Arvâsî, "Tarihi inceleyiniz, kültür ve medeniyetlere, hiçbir fîozof, peygamberlerin getirdiği ruh ve heyecanı getirememiştir. Beşer tarihînin en önemli simaları daima peygamberler, en çok okunan kitaplar ise "mukaddes kitaplar" olmuştur. Kültür ve medeniyetler," mukaddes kitapların" ışığında kurulup gelişti."[841] değerlendirmesini yapmaktadır ki, bu tesbite katılmamak mümkün değildir.
Bize, insanlık haysiyetimizi öğreten, bize Allah'tan başkasına rükû ve secde etmememizi bildiren, bizi objektif ve sübjektif putların boyunduruğundan kurtaran "Allah'tan başka tanrı yoktur" muhteşem cümlesinin peygamberlere vahiy yoluyla geldiğini belirten Arvasî, "Bu cümle, bütün sahte mabutların, sahte tanrıların, insanları alçaltan sahte dinlerin, inançların, felsefelerin, kanlı diktatoryalarm kara ve kızıl zulüm idarecilerinin ölüm fermanı olmuştur ve olmaya da devam edecektir. Dünyamız peygamberlerden mahrum kalsa idi, her halde akıl, müşahhasa tapmaktan kurtulamayacaktı. Sahte dinleri, tanrıları kahreden şanlı peygamberler dizisine selam olsun."[842], diyerek risâletin ve rasüllerin önemini vurgulamaktadır.
İnsanlar kendi ihtiyarî işlerinde, fiil ve hareketlerinde, birbirleriyle temaslarda, birbirlerine karşı olan bağlılık, iş, güç ve muamelelerinde bir arada yaşamaya, birbirlerine yardım etmek sureti ile hayatlarını idame ettirmeye mecburdurlar. İnsanlık fertleri, toplu bir halde yaşamayıp yalnız başlarına kalsalardı, ne hayatın, ne malın, ne izzetin, ne namus ve haysiyetin, hiçbir şeyin muhafazası mümkün olmazdı. Can, mal, namus, haysiyet gibi ve özet olarak söylemek gerekirse insanlığı ilgilendiren her türlü maddî ve manevî varlıkların muhafazası ve korunması için bir usul, bir takım kanunlar ve nizamlar konmuştur. İşte bu kanun ve nizamların ismine "şeriat" diyoruz. Bütün beşer fertlerini şümulüne alan ilâhî prensipler ve talimatlara, insanoğlunun ihtiyacı vardır. Allah, insanlara buniarı iletecek, tebliğ edecek peygamberler göndermiştir ki, bu insanlara yapılan en Önemli ihsan ve lü-tuftur.[843]
Bir hareketin, bir işin hayır ve şerrini ayırmak için bir rehberin, bir yol göstericinin bulunması zarurîdir. Akıl bunu icab ettirmektedir. İşte bu rehberin, bu yol göstericinin adı peygamberdir. Âlemin nizamı bu tedbirle cereyan eder. îlâhi irade melek vasıtası ile kudsî nefislere, o vasıta ile de insanlara ulaşır. îşte bu kudsî nefislerin sahipleri peygamberlerdir. İnsanların his ve vicdanlarını, tozlanmış olmaktan âzâde kılabİlmf k için doğru yolu gösteren rehberlere ihtiyaç zarurîdir.[844]
Peygamberlerin gönderilmesinin maksadı, halk arasında şeriat nizamına mutabık adalet temin eylemek, mevcut olan dünya nizamının, emniyet ve selametini sağlamaktır. Bugünkü dünya, adalet ve denge dünyasıdır. Fakat bu adalet ve denge, Yunan bilginlerinin, yahut Avrupa filozoflarının talim ve teliflerinin, takrir ve hitabelerinin bir eseri değildir. Ancak mevcut olan bu denge, şerefli peygamberlerin doğrudan doğruya yahut vasıta ile zamanımıza kadar gelmiş olan talimlerinin neticisidir. Bu talimler dünyanın binbir köşesine yayılmış olan adalet, ihsan, dert ortaklığı, iyi amel, güzel ahlak, hep bu davet ve tebliğin neticesidir, peygamberlere tabi olanların eseridir. Bu itibarla peygamberlerin varlığının bütün dünya için tam bir rahmet olduğu apaçık ortaya çıkar.[845] Bu görüşü dünyadaki bugünkü gelişmeler doğrulamaktadır. Bu açıdan bu tesbitlere bizim de İştirak ettiğimizi belirtmeye bile gerek yoktur.
Kur'an'da ve diğer semavî kitapların çeşitli yerlerinde "rahmeten ve hü-den" tabirleri vardır. Yani peygamberlerin rahmet ve hidâyet için gönderildiği beyan edilmektedir. Bunların hepsinden daha yüksek, daha kâmil bir şekilde bu maksat ve gayenin açıklanması için Hak Teâlâ peygamberlik müessesesinin son temsilcisi Muhammed (s.a.v) in yüce zatını bütün kâinata rahmet olsun diye göndermiştir. Bu açıdan Muhammed fa.s) in risâleti mü'minler için muazzam bir lütuftur. Bu ümmet, bu nimet sayesinde, gerek maddi ve gerekse manevî sahalarda üstün medeniyetler kurmuştur. Kur'an'da bu lütuf ve ihsan şöyle dile getirilir:
"Andolsun ki içlerinden, kendilerine Allah'ın âyetlerini okuyan, (kötülüklerden ve inkardan) kendilerini temizleyen, kendilerine kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle Allah, mü'miniere büyük bir lütuf-ta bulunmuştur. Halbuki daha önce onlar apaçık bir sapıklık içinde idiler."[846]
Elmahlı, müminlere peygamber gönderilmesinin büyük bir ilâhî lütuf olduğunu belirterek şöyle der: "Bütün insanlık âlemine bir hidayet tarihi açan, âlem ve âlemlere halis ilâhî rahmet oİan böyle yüksek şanlı bir Peygamberin ümmeti olan ve özellikle sohbet ve arkadaşlık şerefiyle şereflenmiş bulunan mü'miniere ne mutlu! O öyle bir Resul ki, onlara vahyi anlatarak Allah'ın âyetlerini okur, İlâhî bilgilere ulaştırır ve bakış güçlerini terbiye eder, onları ıslah ve tasfiye eder de amelî kuvvetlerini, ahlaklarını tamamlatır..."[847]
Onunla konuşabilsinler, ona sual sorabilsinler, onunla arkadaşlık kurabilsinler ve ondan faydalansınlar diye kendi cinslerinden Allah onlara peygamber göndermiştİr.(bkz. Kehf, 110; Furkan, 20; Yûsuf, 12/109 ). Onlara kendilerinden bir peygamber gönderilişi lütuf ve ihsan bakımından en beliğ olanıdır. Çünkü onların onunla konuşması ve onun sözünü anlamak için ona müracaat etmeleri bu şekilde mümkün olur.[848]
Bütün nimet hazinelerini açmak selahiyetine sahip ve iman nimetine vesile olan Hz. Muhammed, öyle bir nimettir ki, insan cinsi sonsuza kadar o zatı methetmeye ve övmeye borçludur.[849]
Seyyid Kutup,, Âl-i İmran 164. âyeti şöyle tefsir etmektedir: Bu âyette, büyük risâlet gerçeğine ve bu risâlette ortaya çıkan ilahi lütuflara işaret edilmiş olması, Kur'ân'm kendisine mahsus biricik terbiye metodunun ihtiva ettiği derin temaslara bir numunedir. Bu ilâhî gerçekler yanında, yeryüzünün bütün ganimetleri, bütün eşyaları, dünya ile alakalı bütün değerleri hiç zikre değer olmayan basit şeyler halinde kalmaktadır. Allah Teâiâ'nın bir peygamber göndermesi ve peygamberin kendi içlerinden olması, hiç şüphe yok ki, mü'minler İçin büyük bir lütuftur. Bu ilâhî lütuf ve ihsan karşısında hiçbir beşerî değerin sözü olamaz. Bu gelen peygamberin kendi içlerinden olması da bu ilâhî lütfü kat kat fazlalaştirmaktadır. Gerçekten peygamber ile mü'minler arasındaki münasebetler, kendi içlerinden bir kişinin diğer kişi ile münasebetleri gibi olmuştur. Onların nefislerinin peygamberin nefsi ile münasebettar olması ayrı bîr lütuf ve ihsan örneğidir.[850]
Bu peygamberin onlara Allah'ın âyetlerini okuması da ayrı bir nimettir. Şayet insanoğlu tek başına bu ilâhî lütfü düşünüp idrak etseydi, bütün benliği ile titrer, bütün varlığı ile Hak Teâiâ'nın huzurunda teslimiyetle secdeye kapanır, O'na şükreder ve O'na ibadet ederdi. Allah'ın kelâmı ile muhatap olmanın, zatı ve sıfatlarına dair malumatlar edinmenin kıymetini insan anlasaydı, ne büyük ikramlara muhatap olduğunu o zaman fark ederdi.
Peygamberin onları, Allah'ın kelâmı üe buluşturması ve Allah adına onları İslam'a davet etmesi gerçekten büyük bir saadettir ve onlara sunulan büyük bir ikramdır.
Hz. Peygamberin, peygamber olarak gönderilmesi, bütün âlemlere bir lütuf ve ihsan olduğunu belirten Râzî, "Onun peygamber olarak gönderilmesiyle gerçekleşen lütfün şekli, onun insanları, Allah'ın azabından kurtaracak ve ilâhî mükafata ulaştıracak şeye davet edici olmasıdır ki, bu bütün âlemleri içine alan bir husustur. Zira o, bütün-âlemlere peygamber olarak gönderilmiştir. Nitekim Allah, "Biz seni ancak bütün insanlara peygamber olarak gönderdik." {Sebe', 31/28) buyurmuştur. Ama ne var ki, bu lütuftan sadece Müslümanlar istifade edince, bundan dolayı Allah, bu lütfü sadece mü'minlere tahsis etmiştir", demektedir.[851]
Bu konuda şu âyeti de sunmakta yarar vardır. "Nitekim kendi içinizden size âyetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size Kitab'ı ve hikmeti talim edip bilmediklerinizi size öğreten bir Rasûl gönderdik." (Bakara, 2/151)
insan cinsinin yine beşer olarak bir peygambere kavuşması ne büyük bir saadettir, ne büyük bir nimettir, diyen Elmalili,"Allah'ın insanlara gönderdiği peygamber, insanlardan başka diğer yaratıklardan biri olsaydı, insanlık adına büyük bir şeref olmaz ve genel bir toplum için o kadar istifadeye uygun bulunmazdı. İnsana yine içlerinden "Ben de ancak bir insanım" (Kehf, 110) diyen bir peygamberin gönderilmesi, insan cinsinin, Allah'a doğrudan doğruya yakınlaşmasına, Âdem kıssasında açıklanan halifeliğine büyük delil olan sonsuz bir şereftir. O peygamberin içinde yetiştiği kavim için de ayrıca bir şeref, elbette daha kuvvetli ve daha katmerlidir"[852] açıklamasını yapmaktadır.
Râzî'ye göre, Bakara sûresinin 151. âyetinde izah edilen durum, nimetlerin en büyüğüdür. Çünkü o peygamber onlara, ebedî mucize olan Allah'ın âyetlerini okumaktadır. Bunlar, o gelip geçici mucizeler ve gelip geçici nimetler cinsinden değildir. Onlarla hem dünyevî, hem de uhrevî türlü türlü hayırlar elde edilir.[853]
O peygamberin, onları her türlü şirk ve günahtan, insanlığın yüceliğini lekeleyecek maddî ve mânevi çirkinliklerden, pisliklerden temizlemesi önemli bir ihsandır. Ayrıca onları hakkın temiz, pak, adâletü bir şahidi haline getirecek ve çoğaltıp düzenleyecek bir hayata sevk etmesi önemli bir nimettir. Onları cahiliyye davranışlarından temizlemesi ve onları karanlıklardan aydınlığa çıkarması da onlar için önemli bir saadet kaynağı olmuştur.[854]
O öyle bir peygamber ki, onîara bütün filozoflara ders verecek kitap ve hikmeti öğretiyor, okuma yazma bilmezken onlara kitap ve yazıyı belletiyor. Her türlü hikmeti içine alan hukuk ilmi ve şartlarını, kanun koymadaki hikmeti, yüksek ahlakı, İnsanlığın menfaatim, dünya ve âhiret ilmini, kâinat nizamında geçerli ve hükümran olan kanunları ve ilâhî sünnetin sonucunu, bunları tatbik ve uygulama şeklini sözlü ve fiili sünneti ile öğretiyor.[855]
O peygamber, onları tertemiz yapmış ve onları yüceltmiştir. Düşünce ve fikirlerini, gönül duygularını arıtmış, evİerini, eşyalarını, hayatlarını, cemiyetlerini, sosyal nizamlarını bir düzene koymuştur. Onları putperestliğin, şirkin, hurafe ve efsanelerin pisliklerinden kurtarmıştır. O peygamber, onlara, akıl ve düşünce ile bilinme imkanı olmayan gayba ait haberleri ve âhi-retle ilgili durumları vahiy ile öğrenip öğretmiştir. Öyle ki, onları, dünyanın üstadı, cihanın hakimi olacak ve bütün insanların örnek alacakları, orta yolu tutan bir ümmet haline getirmiştir. "Muhammed aleyhisselâm, insanlığa ne getirdi?" diye sorulacak olursa bu âyeti okumak (Bakara, 2/151) yeterlidir. Hz Muhammed'in peygamber olarak gönderilişinde gerek dünya ve ge-. rekse âhiretle ilgili böyle büyük bir nimeti tamamlama vardır.[856]
Muhammed (a.s) m bi'seti, sadece Araplara has bir lütuf değildir. Bütün beşeriyet, Arap olan veya olmayan herkes, onun risâleti ile aydınlanmış ve ondan faydalanmıştır. İnsanlığın karanlık ufkunu risâlet nuru ile o aydınlatmıştır. Onun ziyası ile gönüller, aileler, toplumlar, milletler ve devletler hayata kavuşmuştur. Onun risâleti ve tebliği olmasaydı, insanlık hilkatin gayesini öğrenemezdi. Maddî ve manevî açıdan insanlığa izzet ve şerefi, onun peygamberliği sunmuştur. O, Allah'ın bu ümmete sunduğu en muazzam bir nimet ve ihsandır. Bu ümmet, o nimet sayesinde şan, şeref, şahsiyet, vakar ve ciddiyet kazanmıştır. Ancak onun sunduğu ilâhî umdeler, bu ümmetin her yönüyle dirilmesini ve ayağa kalkıp şahlanmasını, güçlenmesini ve yükselmesini sağlamıştır. Özellikle onun ve genelde bütün peygamberlerin nübüvvet ve risâleti insanlık için bir hayat iksiri olmuş ve insanlık bu sayede kendini bulmuş ve tanıyabilmiştir. İşte bu açıdan diyebiliriz ki, insanlık için nübüvvet ve risâlet başlı başına muazzam bir nimet ve lütuf olmuştur. [857]
Giriş bölümünde insanın müspet vasıflarını izah ederken bu konuya değinmiştik. Nimet açısından bu konuyu değerlendirirken tekrardan kaçınmak maksadıyla hikmetin anlamını uzun uzadıya ele almak istemiyoruz.
Sağlam bilgi, güzel huy, faydalı sanat, herkesin faydasına olan hizmet, bir kötülüğü önlemek veya bir iyiliği elde etmek için yapılan herhangi bir şey, ibret ve ders almayı gerektiren her hangi bir söz ve nasihat, tuhaf bir şeyin sırrını anlamaya yönelik çaba, peygamberlik, sağlam gelenekler, Allah'ın değişmez kanunları, peygamberlerin sünneti, şeriat, din, kitap, Kur'ân, în-cil. Bütün bunlar hikmetin çeşitli manalarından birer tanesidir."[858]
Hikmet kavramının taşıdığı anlamları düşündüğümüzde, her varlığa, özellikle insana hikmetten bir payın ihsan edildiğini görürüz. Gerçeği araştırma, doğruyu kabul etme, güzel huy, başta insan olmak üzere çeşitli varlıklara faydalı olma ve hizmet etme gibi duygular, sözlerinde ve işlerinde doğru hareket etme, güzel işlere yöneime, bilgi, beceri, Üİm ve marifet sahibi olmak gibi insanın İçinde tutuşan bu meşaleler, Allah tarafından ikram edÜen bir hikmetin eseridir. Herkesin, iman, irfan, ilim ve amel derecesine göre hikmetten bir nasibi vardır.
Büyük bir ilâhî lütuf olan hikmet, ancak temiz yürekii, temiz düşünceli gerçek akıl sahiplerine nasip olabiiir. Bundan dolayı akıl ve iyi seçim hikmetin şartı, düşünce de başlangıcıdır. Bunlar hep Allah vergisi ve ilâhî iradenin eseri olan kabiliyetlerdir.[859]
Hikmet, ilimlerin membaı ve faziletlerin anasıdır. Maddî ve mânevi saadet hikmetle meydana gelir. Cehaletle ölen kalpler, hikmetle hayat bulur. Her varlıkta kendine has bir gaye, bir amaç, bir fayda ve bir netice takip edildiği göze çarpmaktadır. Gayesiz, anlamsız, hedefsiz ve bîr amaca hizmet etmeyen hiçbir varlık yoktur. Her varlığın mevcudiyeti bir hikmete yöneliktir. Âdeta bütün varlıkların hikmet zırhı ile kuşatıldığını müşahede ederiz. Madde âleminde, bitki ve hayvanât dünyasında, eşya ve hadiselerde şuur ve idrakten söz edilemez. Buna rağmen bütün bunların yaradılışında bir hikmet vardır. Akıl, idrak, şuur sahibi olan ve kâinattaki her varlığın kendisine hizmetkar olarak sunulduğu insan, daha geniş hikmetlerle donatılmıştır.
Allah tarafından peygamberlere ihsan edilen hususî nimetlerden biri de hikmettir. Kur'ân'da bu hikmetten çeşitli yerlerde bahsedilmektedir. Bu hususla ilgili bazı âyetleri sunmaya çalışalım. "...İbrahim soyuna kitabı ve hikmeti verdik ve onlara büyük bir hükümranlık bahşettik." (Nisa, 4/54), "An-dolsun biz Lokman'a: Allah'a şükret! diyerek hikmeti vermiştik..." (Lokman, 31/12). Hz. Dâvûd (a.s) hakkmda"Onun hükümranlığını kuvvetlendirmiş, ona hikmet ve güzel konuşmayı vermiştik." (Sâd, 38/20). Hz. İsa (a.s) hakkında "Sana kitabı (okuyup yazmayı), hikmeti, Tevratı ve incili öğretmiştim..." (Mâide, 5/110) buyurulmaktadır. Umum Peygamberlere hitaben ise şöyle buyurulur: "Hani Allah, Peygamberlerden: "Ben size kitap ve hikmet verdikten sonra nezdinizdekileri tasdik eden bir peygamber geldiğinde ona mutlaka inanıp yardım edeceksiniz" diye söz almıştı..." (Âl-i İm-ran,3/81)
Hz. İbrahim (a.s) m Resûl-i Ekrem'in zuhuru için dua ettiğini, Kur'ân şöyle haber vermektedir. "Ey Rabbimiz! Onlara içlerinden senin âyetlerini kendilerine okuyacak, onlara kitap ve hikmeti öğretecek bir peygamber gönder..." (Bakara, 2/129). Hz. İbrahim'in duasının kabui edildiğine dair de şu bildirilmektedir. "Nitekim kendi içinizden size âyetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size kitabı ve hikmeti talim edip bilmediklerinizi öğreten bir Resul geldi" (Bakara, 2/151). Resûl-i Ekrem'e hitap edilirken yine şöyle buyurulmaktadır." İşte bunlar Rabbinin sana vahyettiği hikmetlerdir., "(îsrâ, 17/39). Umum Müslümanlar irşad edilirken de şöyle buyurulmaktadır. "...Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetlerini (size verdiği hidâyeti), size öğüt vermek üzere indirdiği kitabı ve hikmeti hatırlayın...." (Bakara, 2/231).
Hikmet nimetinin kabiliyetlerine göre bütün Müslümanlara verildiği ise şu şekilde beyan edilmektedir: "... AÎİah hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır verilmiş demektir..." (Bakara, 2/269).
Allah'ın kendisine hikmet verdiği kimseler öncelikle peygamberler, ilmiyle amel eden âlimlerdir. Bilgili olmanın en çok değer verilen tarafı, in-' sanlığa yararlı olmaktır. Doğruluk, adalet, ihlas, sevgi, saygı, ağırbaşlılık, ! başkalarına faydalı olmak, cömertlik, âlicenaplık gibi yüksek vasıfları taşı-,ı yan kimseler de hikmet ehlinden sayılır. İslam'a tam olarak inanan, Kur'ân'm emirlerini öğrenip noksansız uygulamak için çaba sarfeden, tüm ' kötülüklerden uzak duran kimse hikmet sahibidir ve kendisine büyük hayır verilmiştir.[860]
Hikmetin lütfedilmesinin, Allah Teâlâ'nın verdiği diğer kabiliyetler ve fıtrî ihsanlar gibi, aynı derecede olmadığını belirten Süleyman Nedvî, alelade hikmetten en yüksek, kâmil derecesine kadar her çeşit hikmet, kâbiliye-; te göre ihsan edilmiştir, demektedir. Ona göre, hikmetin muhtelif derece ve mertebelerinin aleladesi, liyakat ve istidatlarına göre bütün insanlara verilmiş, fakat en yüksek ve en kâmil derecesi yalnız peygamberlere verilmiştir.[861]
İlâhî lütuflara, nûrâni kuvvetlere, dinî anlayışa da hikmet denmektedir. Bu suretle bu kuvvetin eser ve neticelerine, talimlerine de hikmet denir. Nitekim bir âyette "Lokmana hikmet verdik" (Lokman, 31/12) diye beyan bu-yuruİmuştur. Bu lokmanî hikmetin aşağıdaki prensipleri ihtiva ettiği zikredilmektedir: Allah'a şükretmek, şirkten kaçınmak, anaya babaya hizmet ve iyilikte bulunmak, namaz kılmak, sabretmek, kibir ve gururdan kaçınmak, itidalli hareket etmek ve yavaş konuşmak. İsrâ Sûresinin 39. âyetinden ön-' çeki âyetlerde de Muhammedi hikmetler anlatılmaktadır.[862]
Görüldüğü üzere hikmet, bazı mühim talimatları da ihtiva etmektedir. Öyle ki hikmet, kitabın bir hülâsası olarak vahyi ile birlikte peygamberlere indirilmiştir. Kur'ân'ın, "Kur'ânü'l-Hakîm" (hikmet dolu Kur'ân), "Kita-bu'1-Hakîm" (hikmet dolu kitap) diye vasıflandırılması, hikmetin önemini belirtmektedir. Ayrıca hikmetin, büyük bir nimet olan Kur'ân'ın sıfatı ol-ması, bunun önemli bir nimet olduğunu gösterir kanaatindeyiz. [863]
İlüm, Vakıaya uygun olan kati inançtır. İlim, bir şeyin suretinin akılda meydana gelmesidir. İlim, nefsin bir şeyin manasına ulaşmasıdır, ilim, külli ve cüzî hususların kendisi ile idrak edildiği sabit bir sıfattır, ilim, bir şeyin hakikatini anlamaktır, ilim, bir şeyin künhünü ve hakikatini idrak manasında kullanılır, ilim, cehlin zıddıdır.[864]
İlmin nimet oluşunu şu çerçevede ele alacağız. İlim, öğrenme, eğitim, öğretim, insanın dünya ve âhiret mutluluğunu elde etmesi için yaptığı tüm uğraşlar ve her türlü faaliyetler, Allah'ın insanoğluna verdiği fıtrî kabiliyetlerle mümkündür. Her insana bu fıtrî kabiliyet ihsan edilmiştir.
İnsanların elde ettiği bilgiler, Allah'ın kendilerine ihsan ettiği ilim kabiliyetinin eseridir. Şu dünya adı verilen gezegen üzerindeki hayatlarını devam ettirmeleri bu sayede mümkün olmaktadır. İnsanlara şu varlıklar âlemindeki çevre içinde hayatlarını sürdürmeleri için gerekli bilgileri Allah lütfetmiştir.
İnsanı yaratan yüce kudret, şerefli kıldığı insana önce kalemle yazmayı öğretmiş ve bilmediklerini ona belletin iştir. Kur'ân, bu gerçeği şöyle dile getirmektedir.
"Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir alak (aşılanmış yumurta) dan yarattı. Oku! İnsana bilmediklerini belleten, kalemle (yazmayı) öğreten Rabbin, en büyük kerem sahibidir. (Alak, 96/ 1-5)
İsmail Karaçam, Alak sûresinin 2. Âyetinde geçen "alaka" kelimesini "bağlı kaian şey" diye terceme etmiştir. Karaçam, "alaka" kelimesinin "kan pıhtısı", "yapışkan" şeklinde terceme edilmesinin yanlış olduğu kanaatindedir. Bu konuda Maurice Bucaille'den yaptığı nakilden "şayan-ı dikkat" bir görüş diye bahsetmesi bunu göstermektedir. (Bkz. ismail Karaçam, Sonsuz Mucize Kur'ân, istanbul, 1990, s. 307}
Şevkânî'nin belirttiği gibi kalem, Aziz ve celil olan Allah tarafından (lütfedilen) büyük bir nimettir. Şayet kalem olmasaydı, din ayakta duramaz ve uygun bir yaşayış olmazdı. Kullarını cehalet karanlığından ilim nuruna ulaştırması ve bilmediklerini onlara öğretmesi, Allah Teâlâ'nın kereminin kemâline delâlet eder. Allah tarafından İndirilen kitaplar, geçmiş milletlerin sözleri ve haberlerinin zabt edilmesi, hikmetlerinin kaydedilmesi ve ilimlerin tedvin edilmesi ancak kitabetle (yazmakla) olur. Eğer kitabet olmasaydı din ve dünya işleri istikrar bulmazdı.[865]
Bir kan pıhtısından (aşılanmış yumurtadan) yaratılmış olan insanlar ne kalem bilirlerdi ne yazı diyen Elmahh, insanlarda olmayan kuvvetleri, yetenekleri, kabiliyetleri yaratarak, deliller getirererk ve âyetler İndirerek vehbî (Allah vergisi) olarak da, çalışıp kazanarak da Allah'ın öğrettiğini belirtir.[866]
İnsan bilgisiz ve muhtaç bir varlık olarak dünyaya gelmektedir. Onu bilgilendiren ve bilgi vasıtalarını ona ihsan eden, Allah Teâlâ'dır. Nitekim şu âyette buna işaret edilmektedir. "Siz, hiçbir şey bilmezken Allah, sizi analarınızın karnından çıkardı; şükredesiniz diye size kulaklar, gözler ve kalpler verdi." (Nahil, 16/78)
Bu âyette, onlara doğduklarında bir hayvan yavrusundan daha cahil ve muhtaç oldukları ve fakat Allah'ın onlara işitecek kulaklar, görecek gözler ve düşünen akıllar verdiği hatırlatılmaktadır. Bu nimetler, onların dünyevî işlerini mükemmel bir şekilde yürütmelerine yarayan bilgileri elde etmelerini sağlamaktadır. Bu duyu organları, insanın dünyadaki her şeye hükmetmesini sağlayan yegane araçlardır. O halde insaoğlu, bu gibi nimetleri veren Allah'a şükretmelidir. Eğer onlar, kulakları ile Allah'ın kelâmı dışındaki her şeyi işitir, gözleri ile Allah'ın âyetleri dışındaki her şeyi görürlerse, bu onların nankörlüğüdür.'[867]
Kur'ân-ı Kerim, yaratılan ilk insan ve hilâfet makamına nasbedilen Âdem (a. s) a Allah tarafından bütün isimlerin öğretildiğini haber vermektedir. " Allah, Âdem'e bütün isimleri öğretti..." (Bakara, 2/31). Elmalılı, Mu-hammed Hamdi Yazır, bu âyeti şöyle tefsir eder: Ya o isimleri Allah, kendi koyup Âdem'in ruhuna nakış ve ilham etti veya Âdem'e bunları gerektiğinde koyup kullanacak bir özel yeteneği haiz bir ruh üflemeyi takdir etti ki, önceki açık, ikincisi muhtemeldir. Burada, bu öğretimin geçmişinin takdi- . ri ve bizzat Âdem'in kendine özgü sıfatı açıklanıyor ki, bu sıfat beşer türünün mahiyeti ve ilk fıtratı demektir. Lisan hususunda bütün Âdemoğulla-rmm zamanımıza kadar vaki olan çeşitlenme ve ilerlemelerinin hepsi, esas itibariyle, Hz. Âdem'in yaradılış bakımından şereflendirildiği bu isimleri öğrenme özelliğine borçludur. Allah Teâlâ, bu isimleri Âdem'e ilham veya kesin ilim ile peyderpey Öğretmiştir.[868]
îlmİn insana emniyet ve huzur kazandırdığını belirten Gazali, insan hiçbir zaman ilimden usanmaz, ama kişi doyunca, yemekten usanır, cinsî yakınlıktan sonra ise isteksiz olur, demektedir. Nimet demek, zevk veren her şey demektir. Gazali, aklî zevklerin ilim ve hikmetten alman zevkler olduğunu, mide ve şehevî arzuların ve beş duyu organının bundan zevk almayacağını söyler. Ona göre ilim ve hikmetten insan usanmaz. İlim, yardımcılara ve koruyuculara ihtiyaç duymaz. îlim insanı korur, fakat malı insan korur. Mal çalınır, mevkî elden alınır, ama ilme hırsızların eli uzana-maz. Mal ve mevki sahibi daima tehlikededir.[869]
Bilgi (marifet, ilim): Kendimize, çevremizdeki eşyaya, toplum hayatına, matematik kavramlara ve dinî konulara ait malumata bilgi ismi verilmektedir. Bilginin zıddı cehalettir. Yanlış bilgiler de cahillik sayılır. Biîgi öyle bir vasıftır ki, onun sayesinde bilinmesi mümkün olan her şey eksiksiz ve şüphesiz bir şekilde malum olur. Allah'ın bilgisi sonsuz, ezelî, ebedî, değişmeden münezzeh mutlak bir ilimdir, onun ilminin kaynağı yoktur, eğer bu kaynak aranırsa bu Allah'ın zatıdır. İnsanın bilgisi ise sınırlı, sonradan elde edilmiş, değişmeye maruz, izafî bir bilgidir. İlim sıfatı esas olarak Allah'ın, cahillik sıfatı ise insanındır. Allah, insanların bazı yollardan bir miktar bilgi sahibi olmalarım sağlamıştır. Haber kaynaklan, duyu organları, doğru haber ve akıldır.[870]
Seyyid Kutup, bilginin yegane kaynağının Allah olduğunu söyler. Ona göre, insan her bildiği şeyi o kaynaktan almaktadır. Bu varlıklar âleminde insanın Önüne açılan her esrar, kendi hayatında ve nefsinde tecelli eden her husus, O'nun eseridir ve o kaynaktan sudur etmektedir.[871]
Bütün varlıkların ana özelliklerini teşkil edecek varoluş bilgileri, varlıkların çekirdekleri içine, hücrelerinin derinliklerine yerleştirilmiştir. Bu varoluş özelliklerini gösteren bilgilerin yanı sıra, onlara canlı hayvanların varlıklarını sürdürebilmeleri için gerekli bilgiler de verilmiştir. Allah, bütün yaratıklarına bilgi öğrettiği gibi, Âdem'e de bilgi öğretmiş, her damarına yüz binlerce bilgi yüklemiştir.[872]
Yüce Allah, insana bilgi, anlayış ve araştırma zevki vermiştir. Bu sebeple insanlar daima bilgi peşinde koşmakta, bildiklerini bir başkalarına öğretmekte, başkalarının bildiklerini öğrenmeye çalışmaktadır. Yüce Allah da bu yönden insana yardım etmekte, onu her solukta yeniden yaratmakta, gönlüne ve düşüncesine her zaman yeni ve orijinal şeyler göndermektedir.[873]
ilim öyle bir nimettir ki, her nimete onun vasıtasıyla ulaşılır. Dünya ve âhiretin saadeti onunla temin edilir. İnsan, dinini, namusunu, iffetini, şahsiyetini, şerefini, vakarını ve her türlü insanî değerlerini, ilimle korur ve yükseltir. îlim nimeti, Allah'ın insana sunduğu ve insanın diğer varlıklardan bu sayede ayrıldığı bir vasıtadır. İlmi, Öğrenmeyi, ve marifeti elde edebilecek kabiliyetleri insanoğluna Allah bahsetmiştir. Herkes çaba, gayret ve çalışmasına göre bu nimetten istifade eder, bu nimetin kadrini ve kıymetini bilerek Allah'a şükreder. "...Allah size gerekli olanı öğretiyor..." (Bakara, 2/282) ilâhî mesajı, insana gerekli olan bilgilerin Allah tarafından öğretildiğini beyan etmektedir. O halde bilgi (ilim, marifet), Allah'ın kullarına çok büyük bir lütfü ve ihsanıdır. [874]
Beyan, sözlükte, açık olma, sözün düzgün ve kapalılıktan açık olması ve fesahat, anlamlarına gelir.[875] "Ortaya çıkarmak, açık seçik olmak, açıklamak, anlaşılır hale getirmek"gibi manaİara da gelen beyan kelimesi, Kur'ân-ı Kerim'de üç yerde geçmekte olup buralarda "ilân etme" (Âl-i Im-ran, 3/138), "açıklama" (ei-Kıyâme, 75/19) , "ifade etme" (Rahman 55/4 ) anlamlarında kullanılmıştır. İ jimai ^UfcM &A qI "ifadenin öylesi vardır ki, büyüleyici bir etkiye sahiptir." (Buharı, Nikah, 47, Tıb, 51) hadisinde ise söz ve ifade manasına gelmektedir. Düşündüğünü ve dış dünyadan algıladıklarını ifade etme anlamındaki beyanın, insanın yaratıimasıyla başladığı söylenebilir. Duygu ve düşüncelerini en çok ve en güzel şekilde-anlatma melekesine sahip tek canlı, insandır.[876]
Edebiyat terimi olarak, manayı ifade, lafzı açıklığa kavuşturmak için gereken melekeyi kazandıran duygu ve düşünceleri inceleyen ilim demek olan "beyan ilmi" ve bu konuda yapılan izah ve bu sahada gerçekleştirilen araştırmalar konumuzun dışındadır. Biz, burada sadece Allah tarafından insana lütfedilen İfade, beyan ve konuşma nimetinden bahsedeceğiz. Zira bu nimet, kâinat içinde varlıklar arasında sadece insana bahşedilmiştir. Kur'ân'm bu konudaki ifadesi şöyledir: "Rahman Kur'ân'ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona açıklamayı öğretti." (Rahman, 55/1-4)
Bazı âlimler, bu âyette geçen insandan murat, Âdem (a.s), bazıları da Kur'ân'm işaretiyle Muhammed (a.s) m olduğunu soylemişlerse de, hepsini içine almak üzere insan cinsinin kasdedilmesi daha doğrudur.[877]
Allah, insana birbiriyle anlaşacağı, konuşabileceği, dünya ve âhiret faydalarını temin edebilmenin kendisine bağlı olduğu beyan ilmini vermiştir. Zira gönülde ve iç dünyada cereyan eden hususları ortaya çıkarmak ve açıklamak ancak beyan sayesinde mümkündür.
Allah, insana kendini, vicdan ve gönlünde meydana gelen duygu ve anlayışlarını başkalarına açık ve güzel bir şekilde ifade etmek, maksadını anlatmak ve anlama demek olan konuşma ve dil nimetini belletti ki, ilmin elde edilmesi ve Kur'ân öğretimi nimeti de bununla meydana gelir. Hz. Âdem yaratıldıktan sonra kendisine eşyanın isimlerinin öğretilmesi sayesinde, meleklerin bilmediklerini bildi, onların ulaşamadıklarına ulaştı. Peygamberlerin nübüvvete nail olmaları, Allah tarafından tebliğ yapabilmeleri, kitaplar getirmeleri, ümmetlerin onlardan istifade edebilmeleri hep beyan ilmi, dil nimeti sayesinde olduğu gibi, Kur'ân ve Kur'ân'm tefsiri ve tercümesi nimetine ulaşmamız ve ondan faydalanma derecemiz dahi o nimetten aldığımız hisse oranındadır.[878]
Allah Teâlâ insana, insanlığını ortaya koyan ve kalbindekini güzel bir şekilde ifade etmek ve bildirmek olan beyanı, yani bilgi ve öğrenmenin en başta gelen sebeplerinden biri olan lisan nimetini ihsan etmiştir. Allah insana, arzu ve niyetlerini açıklayabilmek için konuşmayı ilham etmiştir, insan, diğer canlılardan bununla ayrılır.
Konuşma vasıtası olan dilin insan hayatında büyük bir yeri vardır, insanları birbirleriyle konuşma yoluyla anlaşabiliyorlar. Uzaktakiler ise, yazışma yoluyla birbirlerine istedikleri fikir ve duygulan iletebiliyorlar. Konuşma ve yazma (sözlü ve yazılı iletim) dilin iki biçimidir, insanlar birbirlerine dil yoluyla değil, başka yollarla da istek, düşünce ve duygularım iletebilirler. Ancak iletişim yolu olarak en çok gelişen Önce sözel, sonra yazılı işaretler olmuştur.[879]
Dilin toplumsal çevre ile, yani çevremizdeki insanlarla bir etkileşme aracı olduğu gözden kaçmamalıdır. Bir toplulukta insanlar genel olarakko-nuşnıa yolu ile birbirlerini uyarmaktadırlar. Aslında dil bir sembol, bir ipucu niteliği kazanmış bir takım uyaranlardır. Dilin duyguları etkilemekte, heyecanlan uyarmaktaki rolü de gözden kaçmamalıdır. Dil sadece fikirleri ve yapılacak hareketleri iletmede değil, bazı duygusal halleri meydana getirmede de baş vurulan bir araçtır.[880]
Dil, bir insanda kendi iç dünyasının ve dış dünyadan gönlüne yansıyanların ifade edilme, açıklanma, anlatılma aracıdır. Bir insanın içinde olup bitenleri, düşüncesinden gelip geçenleri ancak dil vasıtasıyla öğrenebiliriz. İnsanın iç denizindeki güzellikler ve çirkinlikler ancak dil vasıtasıyla ortaya çıkarlar. Dil, insan gönlünün ve aklının ürünü olan çeşitli seviyelerdeki bilginin geçici tutulma yeridir. Dil, insanın elindeki en büyük kuvvetlerden, en iyi savunma ve saldırı araçlarından biridir.[881]
insanın konuşma mekanizması son derece şaşırtıcı bir mekanizmadır. Dil ve dudaklar, diş ve damaklar, hançere ve ses telleri ve akciğerler. Hepsi birlikte bir ortak faaliyete girişerek beyan zincirinin bir aleti olan konuşmayı ve ses çıkarma ameliyesini meydana getirirler. Ses tellerinin yapısı İse ayrı bir hayret, bir incelikle doludur, insanın yapısı olan hiçbir ses âleti veya telli çalgıyla onu kıyas yapmak mümkün değildir. Çeşit çeşit nağmeler çıkaran ses âletlerinden hiçbirisi ona uymaz. Akciğerlerden gelen hava gırtlakta aklın istediği biçimde sesler çıkarır. Bu hayret verici mekanizma Rahmanın bir eseri ve O'nun bir keremidir.[882]
Gerçekten İnsan için konuşma, beyan, ifade etme muazzam bir nimettir. Diğer canlılardan insanın ayrılmasına vesile olan bu özellik, bu nokta, Allah'ın insana önemli büyük bir hediyesidir. İnsanoğlu, ilim, irfan, kültür, sanat, medeniyet, ahlak, eğitim, öğretim ve benzeri sahalarda beyan nimeti ile yükselmiş ve kemâle ermiştir. Mükerrem olarak yaratılan insanın terakki etmesi, dünya ve âhiret mutluluğunu elde etmesi buna bağlıdır. Allah Te~ âlâ'nın insanoğluna ihsan ettiği beyan nimetinin kıymetini bilmek, hep doğruyu ve hakkı konuşmakla, duygu ve düşünceleri doğru beyan etmekle ve her şeyden Önce onu ihsan eden Allah Teâlâ'nm rızasına uygun' bir şekilde onu kullanmakla olur. [883]
Ömür, bedenin hayatla devam ettiği müddete verilen isimdir.[884] Doğduktan ölünceye kadar geçen zaman, yaşam veya var olma süresi.[885] Bu kelime müştakları ile birlikte Kur'ân-ı Kerimde on yedi yerde geçmektedir.[886] Sunacağımız şu âyette Allah Teâlâ her ümmete bir ecelin tayin edildiğini belirtmektedir:
"Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri gelince ne bir an geri kalır, ne de bir an İleri gidebilirler."[887] Her ümmet, her millet ve her devletin Allah tarafından tayin edilmiş bir ömrü vardır. O vakit geldiğinde onu ne bir saat ileri, ne de bir saat geri alabilirler. Milletler ve devletler, fertler gibidir, kurulur, gelişir, duraklar, geriler, nihayet yıkılır ve yok olur. Bunların uzun ya da kısa ömürlü oluşu, toplumun maddî ve mânevi yapısının sağlamlığına bağlıdır. Bu durum tayin edilmiş ecele aykırı değildir. Zira yüce Allah, toplumun durumuna göre eceli tayin eder.[888]
Hayat veya var olma süresi dediğimiz Ömür, Allah Teâlâ'nm tayin ve takdir ettiği ilâhî bir süreçtir. Her varlığın tayin edilmiş bir ömrü vardır. Ancak bizi doğrudan ilgilendiren insanın ömrüdür. Zira mükellef olan ve mesuliyet taşıyan insandır. Kendisine tayin edilen ömrü, israf etmeden, kötü yolda kullanmadan ilâhî iradenin arzusu doğrultusunda harcamakla yükümlü varlık insandır. Bu sürenin ona verilmesinin asıl amacı, ona bunu lütfeden yüce Allah'a kulluktur. Bu zaman dilimi içersinde İnsan, hem dünya ve hem de âhiret saadetini kazanmak zorundadır.
islam, ferdî mesuliyet esasına dayanır. Kişi hayatını, hep bu dünyaya bakan ideal ve hederlerin ışığında değil, ölüm sonrası hayatı da düşünerek planlamak zorundadır. Gerek Kur'ân'da ve gerekse hadislerde insanın bütün ömür dakikalarından hesaba çekileceği, verilen hayat sermayesini ne yolda, nasıl harcadığının sorulacağı açık İfadelerle beyan edilmektedir. [889] Şu âyetleri bu konuda zikredebiliriz:
"İnsan, kendisinin başı boş bırakılacağını mı sanır!" (Kıyâme, 75/36), "Andolsun ki, biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir..." (An-kebût, 29/3), "Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?" (Mü'minûn, 23/115).
İslam Dinİ, insan ömrünü belli başlı ana safhalara ayırır. Çocukluk, gençlik, ihtiyarlık. Bu taksimat her yerde, her devirde yapılan tabiî bir taksimattır. Ancak dinimiz, bu ayırımda açık seçik bir gaye güder. Kişi hangi safhada bulunuyorsa o devrede yapması gereken işleri gerçekleştirmeli, o devrenin ana vasıflarıyla nefsini, yaşayışını, halini muttasıf kılmalıdır. Elli, altmış hatta yetmiş, seksen yaşma gelse bile, zamanımızın insanlarının çoğunda olduğu üzere, gençlik psikozu ile yani, yaşlanmış olsa bile kendini genç zannetme kuruntusuyla nefsin hevesleri peşinde koşmamak hususunda dikkatli, uyanık, hazırlıklı olup, her devrenin hakkını vermelidir.[890]
Şüphesiz ki insanoğlu, yaradılışı icabı hayatı sever, ömrünün uzamasını hatta elinden gelse ebedî olmasını ister. İslam Dini, uzun ömrü, şayet hak yolunda tüketilmiş ise büyük bir nimet ve güzel bir hayır olarak değerlendirir. Bir adam Peygamberimize, hangi insanlar daha hayırlıdır ya Resûlül-lah diye sorar. Bunun üzerine Peygamberimiz şöyle buyurur: "Ömrü uzun olup ameli güzel olandır." Adam, hangi insanlar daha şerlidir, diye sorunca da Peygamberimiz "Ömrü uzun olupta, ameli kötü olandır" buyurmuşlardır.[891]
Allah Teâlâ, mükellef olan her insana düşünüp danışacağı, öğüt alacağı ve hakkı kabul edebileceği kadar bir hayat müddeti, bir ömür, bir süre vermiştir. Nitekim şu âyette buna işaret edilmektedir.
"Onlara orada (cehennem de): Rabbimiz! Bizi çıkar, ( önce ) yaptığımızın yerine iyi işler yapalım! diye feryat ederler. Size düşünecek kimsenin düşünebileceği kadar bir ömür vermedik mi? Size uyarıcı gelmedi mi? (niçin anlamadınız?)..." [892]
Tecrübe zamanı dahi denilen bu süreyi yaşayan bir kimse için, yaratanı bilmemekte bir özür kalmamıştır. Bu süre hakkında çeşitli rivayetler gelmiştir. Altmış, kırk altı, kırk, buluğ yaşı, yirmiden altmışa kadar geçen süre denilmişse de, gerçek mahiyetini Aliah bilir. Erginlik çağma ulaştıktan sonra her ölen hakkında bu süre gerçekleşmiş demektir. Altmış yaş, Peygamber (s.a.v)'den rivayet edildiği üzere en üst sınır demektir. Bundan sonra kâfirlere hiç mazeret kalmıyor.[893] Mucâhid {ö. 103/721), lbn Abbas'tan şöyle işittiğini söyler: "Size düşünecek kimsenin düşünebileceği kadar bir Ömür vermedim mi?" kavlinde beyan olunan Allah Teâlâ'nm insanoğlunu mazur göreceği ömür süresi, kırk senedir..." Mesrûk (ö.63/683), "Sizden biriniz kırk yaşma ulaşınca Allah'a karşı tedbirini alsın (Allah'tan korksun)" demiştir. Mücâhid, îbn Abbas'tan yaptığı başka bir rivayete göre bunun altmış yıl olduğunu söylemiştir. Bu sürenin altmış yıl olduğuna dair Taberî de bir hadis zikretmektedir.'
Bir canlıya Ömür veren, onun ömrünü uzatıp kısaltan ancak Allah'tır. insanı yaşatan, büyüten, çocukluk, gençlik ve yaşlılık çağma onu hazırlayan Allah'tır, insanın ömrü, ilâhî kanun çerçevesinde seyrini tamamlamaktadır. Şu âyeti bu manada zikredebiliriz. "Allah, sizi (önce) topraktan, sonra meniden yarattı. Sonra sizi çiftler (erkek-dişi) kıldı. O'nun bilgisi olmadan hiçbir dişi ne gebe kalır, ne doğurur. Bir canlıya ömür verilmesi de onun ömründen azaltılması da mutlaka bir kitaptadır. Şüphesiz bunlar, Allah'a kolaydır."[894]
Yaşatılana çok ömür verilmesi ve ömründen eksütilmesi, yani doğmadan ölmesi veya az yaşaması veya yaşadıkça Ömrünün tükenmesi mutlaka bir kitapta yazılıdır. Hiçbirisi gelişi güzel bir tesadüf ile değil, her biri mutlaka ilâhî ilimle takdir edilmiş ve İevh-i mahfuzda yazılmış olarak meydana gelir.[895]
Said b, Cübeyr (ö. 95/714), "Bir kimsenin ömrü kaç sene, kaç ay, kaç gün, kaç saat olduğu bir kitapta yazılır. Sonra başka bir kitapta eceli tamamlanıncaya kadar ömründen noksanlaşan saat, gün, ay, sene yazılır. Ece-• linden geçen şeyler noksanlaşan ömrü, gelecek olanlar da onun yaşayacağı ömrüdür" demiştir. Katade (ö. 117/735), âyette zikredilen "verilen ömürden" maksat, altmış yıl ömrü olan, noksanlaşandan maksat altmış yaşından önce ölen kimsedir", demiştir.'[896]
Tıbbî gelişmeler baş döndürücü bir şekilde ilerlemesine rağmen, insanın yaşlanmasını durduracak bir çare bulamamış, insanı gençleştirecek ve zinde kılacak formülleri ortaya koyamamış ve koyamayacaktır da. insan, kendine tayin edilen ömrü harcadıkça güç ve kuvvetten düşmektedir. Zevki, neşesi ve şevki günden güne kaybolmaktadır. Kısacasi, bütün hayatiyet fonksiyonları azala azala ömrün sonuna doğru yani, eceline doğru koşar adımlarla ilerlemektedir. Bu koşuyu durduracak hiçbir güç ve kuvvet yoktur Zira bu "SünnetüllatTtır yani, ilâhî bir kanundur. Bu kanunu yapan, yürüten ve son bulduran Allah Teâlâ'dır. Nitekim şu âyetlerde bu açıkça ifade edilmektedir.
"Kime uzun ömür verirsek biz onun gelişmesini tersine çeviririz. Hiç düşünmüyorlar mı?"[897] "Sizi Allah yarattı; sonra sîzi vefat ettirecek. Daha önce bilgili iken hiçbir şeyi bilmez hale gelsin diye sizden bazı kimseler ömrün en kötü çağına kadar yaşatılacak. Şüphesiz Aiîah bilgilidir, kudretlidir.[898]
Seyyid Kutup bu âyeti şöyle izah eder: "ihtiyarlık hali tekrar çocukluk haline dönüşür. Fakat bu yaşlı çocukta, o sabideki tatlılık, sevimlilik yoktur. İhtiyar adam yavaş yavaş geriler, bildiğini unutur, sinir sistemleri zayıflar, aklî dengesi, fikrî muvazenesi, direnci azalır ve nihayetbir çocuğa döner."[899]
Râzî bu geçişlerde insan iradesi ve tabiatının rolünün olmadığını belirterek şöyle der: "İnsanın gençlikten ihtiyarlığa, sıhhatten düşkünlüğe ve yaşlılığa, kâmil akıl mertebesinden bunaklığa ve her şeyden habersiz olma durumuna geçişinin tabiatının gereği değil de, tam aksine bunu yapan hür ve idrak sahibi bir failin yaptığına kesin olarak hükmetmek gerekir."[900]
Ömrünün en kötü çağı denilen "erzeli'l-umr"u Taberî, ömrün en aşağs, en düşük zamanı anlamında olduğunu, bu durumun ise, 75 yaşının içinde olduğunu söyler. Böyle bir kimse çocukluk çağında olduğu gibi bir şey bilmez hale gelir. Gençliğinde bildiklerini artık bilemez. Yaşlılık halinde gençlikte bildikleri şeyler gider ve unutulur. Gençliğinden bir şey kalmaz.[901]
"Erzeli'1-umr", Müslüman kimseyi de içine alır. Bu sebeple erzeli'l-um -run, uzun bir ömür demek olduğu ileri sürülmüştür. Hz Ali (r.a) den "er-zeli'I-umr"un yetmiş sene olduğu rivayet edilmiştir. Katâde, doksan olduğunu söylerken, Süddî bunun bunaklık olduğunu belirtmiştir. Birinci görüş daha uygundur. Erzeli'1-umr hakkında ki ikinci görüşe göre bu, Müslüman olan kimseyi kapsamaz. Ömrünün uzun olması sebebiyle, Müslüma-nın Allah'ın nezdinde değeri daha da artar. Bundan dolayı Müslüman için, Allah onu "erzeli'l- umr"e düşürmüştür denilmez. Bunun delili şu âyetlerdir: "Andolsun biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağîların aşağısına indirdik."[902] Allah Teâlâ, iman edip güzel amel işleyenlerin esfei-i sâfılîn"e (en aşağı tabakaya) düşürülmeyeceklerini beyan buyurmuştur. İk-rime de: "Kim Kur'ân okursa, 'erzeli'l umre düşürülmez" demiştir.[903]
Allah'ın insana ihsan ettiği ömür bir emanettir. Emaneti, sahibinin istedi' . diği şekilde muhafaza etmek ve çizdiği sınırlar dahilinde ondan istifade et-I;.?;'. mek herkesin görevidir. Emanete hıyanet etmek ve maksadının dışında kul- İanmak en büyük nankörlüktür. Yalnız mideyi doldurmak ve hayvanı arzulan tatmin etmek için kulluktan uzak durarak harcanan ömür nimetinin,
israf edilerek hoyratça sarf edilen bir servetten ne farkı vardır, insanın uh-revî saadetini de bu müddet içinde kazanacağı düşünüldüğünde, bu nimetin çok İnce hesaplarla hak ve hakikat doğrultusunda tüketilmesinin ne derece mühim olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü biten, harcanan ve geçmişin değirmenleri arasında boş ve gayesiz öğütülen bir ömrün tekrar geri getirilmesi mümkün değildir. [904]
Kur'an'da ve hadislerde çeşitli vesilelerle ve değişik şekillerde zamana temas edilip, dikkat çekilmektedir. Bunların başında ise zamanın ehemmiyeti ve Allah'ın büyük bir nimeti olduğu beyan edilmektedir. Aİlah, vaktin önemini beyan için birçok Mekkî Sûrelere yeminle başlar. Birkaç âyet sunarak bunu izah etmeye çalışalım.
"(Karanlığı ile etrafı) bürüyüp örttüğü zaman geceye, açılıp ağardığı vakit gündüze andolsun" (Leyi, 92/1-2), "Fecre, on geceye (haccın on gecesine) andoisun" (Fecr, 89/1-2), "Asra yemin ederim ki insanoğlu zarardadır." (Asr, 103/1-2)
Yusuf Kardâvî'nin belirttiğine göre, müfessirler ve hassas Müslümanlar-ca biiinen bir gerçektir ki, Allah'ın yaratıklarından herhangi birine yemin etmesi, onun önemini, yararını ve tesirinin ne kadar fazla olduğunu belirtmek ve Müslümanların dikkatini o noktaya çekmek içindir.[905]
Dindeki farz ve vacipler ve diğer usuller de vakte gereken ehemmiyeti verir, her anın kıymetine dikkat çeker. Gece ve gündüzün peş peşe gelmesi, güneşin ve yıldızların akıp gitmesi, kâinatın (zaman) içinde durmadan dönmesi, böylece mevsimlerin oluşması akl-i selimin dikkatini çekip uyarmaktadır. Farz namazların dışında, Allah'ın sevgili kullarının seher vakitlerinde kıldığı teheccüd namazları, Rableri için geceyi rükû ve secde ile geçirenler, kuşluk namazları, her an kılmabilen nafile namazları... Çeşitli evrâd ve zikirler...Bütün buniar Müslümana yaşadığı anın kıymetini haykırmak-ta ve uyarmaktadır.[906]
Zaman, insanın sahip olduğu, asla paha biçilmez bir değerdir. Mademki zaman çok çabuk geçmekte ve geri dönmemekte, onun yerine başka bir şey konmamaktadır. O halde zaman, insanoğlunun sahip olduğu ve değerlendirilmesi gereken en kıymetli nimettir. Zamanın bu kadar kıymetli olması onun, her amelin ve her hasadın kabı olmasındandır. Gerçekten zaman fertlerin ve cemiyetlerin ana sermayeleridir.[907]
Müslüman bir insanın zamanına karşı ilk vazifesi; mallarını korumak için nasıl dikkat ediyorsa, zamanını korumak için ondan daha dikkatli, daha hassas olması ve o zamandan, hem dini, hem dünyası ve hem de ümmet-i Muhammed ve insanlık için en iyi şekilde istifade etmesini bilmesi-dir.ı«[908]
Zamanın önemini belirtmek için "vakit nakittir" denir ki, bu ne kadar Önemli ve etkili bir sözdür. Değer biçilmez ilâhî bir cevheri, beşeri ağırlık ve değersiz bir kıymetle tartmak ne mümkün! Parayı zaman sayesinde herkes kazanabilir; ya giden zaman? Herkes bir araya gelse tutabilir mi? Boşa geçen zamanı telâfi etmeye hangi sermayenin gücü yeter, diyen İbrahim Canan, "Zaman hayattır. Zamanı idrak eden, kıymetini hakkıyia takdir eden insan yaşıyor demektir" ifadesinde bulunmaktadır. Ona göre, dünya ve âhi-retin anahtarı olan ilim zamanla kazanılır. Eser te'lif etmek, zamanı değerlendirmenin billurudur. Medeniyet, zamanı idrak ve takdirin serveti, zamanla izdivaç ettirilen beşeri gayretin mahdumudur. Hayat zamanla verilen eserle beka kazanır. [909]
İnsanların gaflet edip değerini bilmediği ve bunun sonucu olarak ta şükrünü edâ edemediği nimetlerin birisi de boş vakittir.
"îki nimet vardır ki, insanların birçoğu o ikisinde aklanmıştır; o da sıhhat ve boş vakittir."[910]
Boş vakitten maksat, kişinin kendini dünya hayatına kaptırması veya tam tersine hiç umursamadan başı boş dolaşması, hiçbir işle meşgul olmamasıdır. Yani, sırf dünyevî meşgalelere dalıp, Allah'a karşı görevlerini ihmal etmesidir. Günlük çalışmalar dışında kalan zaman, insan için büyük bir nimettir. Eğer bu nimeti takdir edip ilimle, zikirle değerlendirmez, aksine he-vâ ve hevesinin peşine takılırsa, Allah onun kalbinden safiyeti alır, karanlığı ve tutarsızlığı doldurur.[911]
Mü'min bîr insan, ister dîni olsun, ister dünyevî olsun, zarurî vazifeleri ile, zarurî olmayan vazifeleri için ayıracağı zamanı çok iyi ayarlaması gerekir ki, bunların vakitleri birbirinin içine girmesin, insanın, herhangi bir işi ' rasgele bir zamanda yapması mühim değildir. Asıl mühim olan, işin veya ibadetin münasip bir zamanda yapılmasıdır. Onun için Rabbimiz, farz olan birçok ibadetin zamanını tayin etmiştir. Bunları tehir etmek veya Öne al-. mak mümkün değildir. Rabbimiz böylece, önce veya sonra yapılan ibadetlerin, istenilen bir ibadet olmadığını, ancak zamanında yapılan işlerin kabule şayan olduğunu bildirir ve bu yolla bize vaktin tanzimini öğretir.[912]
Görüldüğü üzere islam Dini, namazın dışındaki birçok dinî emirler için ,' de vakit tayin etmiştir. Haccm hükümlerinde, zekat, oruç, sadaka-ı fttır, kurban, yolculuk, teyemmüm, mest, süt kardeşliğinin tahakkuku, boşanma, iddet, rica't, nafaka, borçlanma, rehin, akîka, hayız, nifas ve bunların dışındaki hususlarda vakit tayin etmiştir. Bütün bunlar, şerîatm vakitleri belirlemede tertip ve intizama önem verdiğini gösterir. Bugün Müslümanların birçoğu, İslam Dini tarafından kendilerine yapılan bu son derece da-kîk îslamî tevcihten habersizdir. İşleri belirli vakitlere bağlamanın ehemmiyetini başkalarından Öğrenmeye ve almaya başlamışlardır. Sanki onlar, islam Dinin hükümleri ile mükellef oldukları ilk günden itibaren bu konular üzerinde terbiye edilmemişler ve alıştırma yaptırılmamışlardır. Bu hükümlerin İlki de namazdır.[913] Bu görüşe ve değerlendirmeye katılmamak mümkün değildir. Çünkü zamanı değerlendirme açısından Müslümanların durumu pek iç açıcı değildir, islam'ın bu kadar hassasiyetle üzerinde durduğu konuyu ne yazık ki, göz ardı etmişlerdir. Gelişmiş ülkelerin zamanı nasıl değerlendirdiklerine baktığımız takdirde bu daha da iyi anlaşılmaktadır.
Müslüman, hayatında vakte karşı uyanık olmalı ve her bir işini uygun olan vakitte yapmalıdır. Vakit bu açıdan zamanın mi'yarıdır. Allah'ın insana bağışladığı kıymet biçilmez bir değerdir. Zaman, âlimin ve ilim talep eden kimsenin hayatında ana sermaye ve kârın tümüdür. Aslî nimetlerin en değerlisi ve en yücesi zaman nimetidir. Zaman hayatın ömrüdür. Kur'ân, nimetlerin aslından olan bu nimetin büyüklüğüne ve zaman nimetinin, diğerlerine karşı olan yüksek mertebesine İşaret etmektedir. Zamanın kıymetini, onun tesirinin büyüklüğünü ve şerefinin yüceliğini gösteren birçok âyet gelmiştir.[914]
Hayata atılan bir kimsenin, hangi meslekten olursa olsun, başarılı olma-İ; smda onun zaman anlayışının büyük rolü vardır. Bu bireyler için olduğu gi-i} bi, cemiyetler için de böyledir. "Zaman" meselesinde sınırlanmış, iş hayati-jil, sosyal münasebetlerini, bu şuurun ışığı altında tanzim edip yürütmeve koymuş cemiyetler, diğerlerine nazaran daha müreffeh, daha gelişmişlerdir. Bir başka ifade ile, teknikte ileri giden memleketlerde zaman meselesinde şuurlanma meydana gelmiştir.[915]
Bu sahada araştırma yapan sosyologlar, ileri ülkelerle geri ülkeler arasında mevcut en mühim farklardan birinin "zaman" telakkisi olduğunu müşahede etmişlerdir. Onlara göre, ileri ülkelerde işlerin önceden tayin edilen zamana göre tanzimi ve her bir işin, ona tahsis edilen zaman dilimi içinde görülmesi esastır. Geri kalmış ülkelerde ise, zuhurata ve tesadüflere tabi olmak esastır.[916]
İslam'ın ilk asrı, asırların en hayırhsıdır. O zamanki Müslümanlar, daha sonraki Müslümanların para- pula verdikleri değerden daha çok vakitlerine değer verirlerdi. Bunun sonucu olarak da faydalı ilim, güzel amel, cihad ve feth-İ mübîn elde ediyorlar ve kökü sağlam, dalları ulu bîr kültür bırakıyorlardı. Bugün ise, dünya Müslümanlarında görülen vakti boşa geçirme, ömrü heder etme hususu, âdeta gafletten Öte çılgınlığa varmaktadır. Ne dünya için çalışan insanlar gibi dünyalarını, ne de âhiret için çalışan insanlar gibi âhiretlerini imar edebilmektedirler. Her ikisini de ihmal etmektedirler. Eğer birazcık ferasetleri olsaydı hiç ölmeyecekmiş gibi dünyalarını, hemen Ölecekmiş gibi âhiretlerini imara gayret eder ve Kur'an'da öğretilen şu duaya kulak verirîerdi. "Ey Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, âhi-rette de iyilik ver..." (Bakara, 2/201)
Günlük programın olmayışını bir musibet ve bir bela olarak gören Kar-dâvî, günlük hayatın İslam'a göre yapılmasının zorunlu olduğuna işaret ederek şöyle der: "Bugünkü Müslümanların (istisna kaideyi bozmaz) müptelâ oldukları belâlardan biri, günlük hayat programların! yapmayışları, diğer bir ifadeyle günlük îslamî hayat nizamını değiştirmiş olmalarıdır. Onlar gecenin geç saatlerine kadar yatmazlar, sabah namazına da uyanamayıp kuşluğa kadar yatarlar. Bİr Müslüman, ömrünün mübarek, hayatının saadet ve selametle geçmesini istiyorsa, günlük hayatını İslam'a göre tanzim etmek zorundadır."
Bugün Asyalı'yı en çok şaşırtan hususlardan birinin Avrupalının zaman anlayışı olduğunu ifade eden Canan, şu önemli tespiti yapmaktadır: "O varlığın gereği olan hareketlerini tanzim etmek, İşlerini ve hatta en faydasız olan eğlenme anlarını bile programlamak için zamana muhtaçtır. Asyalı da zamana muhtaçtır, ama bir işi gerçekleştirmek için değil, hiçbir şey yapmamak için, sadece nefes alıp verme hazzını tatmak için zamana muhtaçtır" demektedir.( Bkz. ibrahim canan, a.g.e., s. 15)
Bugünün Müslümanları zaman hususunda kaygısız hale gelmişlerse de, dinimiz, ana kaynaklarında zaman meselesi üzerinde ısrarla durur. Kur'ân, zaman üzerinde dikkatleri canlı tutan, hatırlatan tabirleri sıkça kullanır. Âyet ve hadisler, yıllık, aylık, haftalık ve bilhassa günlük hayatın tanzimi Ue İlgili çok ince teferruatlar vermektedir. Her çeşit farz, vacip ve nafile namazları, zaman tanzimine de yönelik gayeler taşımaktadır. Bu açıdan dinimiz, emirlerinin büyük çoğunluğu ile insana zamanı, azami Ölçüde değerlendirmeyi öğretmektedir, hatta asıl gayesi de budur, denilebilir.
Kur'ân-ı Kerim'de zaman mefhumu, çok çeşitli kelime ve tabirlerle ifade edilir. Buna rağmen bizzat zaman mefhumuna rastlanmaz. Kur'ân, zaman yerine daha çok "vakit" kelimelerini tercih eder ve kullanır. Bu kelime sözlükte "Bir iş için belirlenen zamanın nihayeti." demektir. Yani belirli, sınırlı bir zaman ifade eden kelime, diğerine tercih edilmiştir. Başka manalar yanında zaman manasını taşıyan "asır" kelimesi bir defa, başlangıcından nihayetine, âlemi kucaklayan zaman manasına gelen (tsfehanî,a.g.e., s.73) "dehr" kelimesi iki defa; zamandan müphem ve uzun bir müddet manasına (îsfehanî, a.g.e., s. 401) "karn, kurun" kelimeleri yirmi defa geçer. Bu sonuncu kelime ile her defasında geçmiş devirler kasdedilir.[917]
Kur'ân'da daha müşahhas, daha sınırlı zaman ifade eden kelimelerden "vakit" kökünden gelen on üç ayrı kelime geçer.[918] Kur'ân'da saat kelimesine çok yer verilmiştir. Kırk sekiz defa geçen bu kelime (bkz. Fuad Abdu'l-Bâkî, a.g.e., s. 370) "zamanın bir cüzü, bir parçası" (îsfehanî, a.g.e., s. 248) demektir. Kıyamet, ân, lemhu'l-besar (göz açıp kapama vakti), hm (bir şeyin husul bulma vakti), ebediyet, huld mefhumları gibi zaman ifadeleri, Kur'ân'da çokça geçmektedir. Mutlak manada veya mutlaka yakın müphem, belirsiz müddette zamanı ifade eden kelimelerin azlığına mukabil, mutlak ve sonsuz zamanın yıl, ay, gün, gece, gündüz gibi çeşitli uzunlukta, fakat sınırı belli ve insan hayatı ile sıkı alakalı muhtelif dilimlerini ifade eden tabirler çokça geçmiştir. Mesela, "yevm" yani gün kelimesi en çok zikredilen kelimedir.[919]
Bu açıklamaların bize, zamanın önemli bir nimet olduğunu gösterdiği kanaatindeyiz. Ancak zamanın değerlendirilmesi ve teoriden pratiğe aktarılmasmda önemli bir zaafıyet ve kayıp söz konusudur. Zaman nimetini iyi kullanan ve bu konuda kılı kırk yararcasına israftan kaçınan toplumların her alanda geliştiğini görmekteyiz. Bugün gelişmiş ülkelerde özellikle Batı toplumlarında fert, aile, toplum ve devlet hayatında zaman israfı oldukça aza indirilmiştir. Toplumun en önemli maddî ve manevî alanındaki gelişmesi, zaman faktörünün iyi anlaşılmasına ve kullanılmasına bağlıdır. Şu andaki hali İle Batı toplumları, zamanın değerlendirilmesi konusunda, ts-lam toplumlarının fersah fersah Önündedir. Gerek bireyler arasında, gerek bireylerle devlet arasındaki resmi ve gayriresmi işlerde ve gerekse sosyal hayatta, iş hayatında, eğitim vs. alanlarında vakit israfı yok denecek kadar bir limitte olduğunu söylemek mübalağalı değildir kanaatindeyiz.
Gelişmiş ülkelerde her şey ve her iş "randevu" ye göre tanzim edilmiştir. Hastanesi, fabrikası, belediyesi, emniyeti ve devletin her kademesinde artık bu sistem yerleşmiştir. "Bugün git yarın gel" gibi tutarsız bir anlayışın yerini, "randevunu önceden al, randevuna göre gel" düsturu hakim olmuştur. Bütün özel ve resmî iş takiplerinde hangi müessese olursa olsun, saatlerce bekleme ve bundan mütevellit zaman İsrafı yoktur. Basit bir iş ve basit bîr imzanın peşinde saatlerce, bugün git yarın gel, şu anda sorumlu yok, mantığı ile belki de günlerce, en Önemli sermaye kabul edilen vakitlerin harcandığı ve çarçur edildiği hangi İslam toplumu, dünya sahnesinde ilim ve teknolojik alanda kendini ispatlamıştır.
Tabu ki bu iddiamızı, bugünkü konjonktüre göre söylemekteyiz. Bu durum basit bir şekilde geçiştirebileceğİmiz bir hadise değildir. Aşın bürokratik formalitelerin etkisi ile, resmî ve gayriresmî işlerin takibinde, hastana, belediye, emniyet, eğitim ve öğretim müesseselerinde yapılan uğraşlarda ve daha değişik kurumların önünde boşa harcanan zamanların millî sermayedeki tahribatının hesabını yapabilir miyiz?[920]
Ne hazindir ki, İslam toplumları bunu yapmaktan dahi acz içindedirler ve bu konuda kendilerini belli kurallara uymaktan vareste saymaktadırlar. Zaman israfının olduğu toplumlarda sözünde durma, ahde vefa gibi yüce değerler de kaybolmaktadır. Böyle toplumlarda hiçbir kültürel faaliyet; seminer, sempozyum, konferans, panel, brifing, özel ve resmi toplantılar, çoğu kere belirtilen saatinde başlamaz. Çoğunluk artık böyle bir ortama alıştığı için bu durum, kınanmaz, yadırganmaz hale gelir. Böyle bir cemiyetin fertleri, nasıl olsa toplantı, program vs. geç başlar varsayımıyla kendini şartlandırırlar. Zamanında yapılmayan bir faaliyetin seyri de elbette buna göre şekillenecektir.
Kendilerine islam toplumu veya çoğunluğu Müslüman olan ülke tanımını yapan milletler ve devletlerin zaman konusunda böyle bir anlayışa sahip olmaları, aslında geri kalmalarının Önemli bir sebebidir. Kısacası, vakti iyi değerlendirmesini bilemeyenlerin, bilenlerin her türlü hegemonyasına girmeleri kaçınılmazdır. Zamanı planlı, programlı ve en ince ayrıntısına kadar hesaplı kullanmayı öğrenmeden, bilmeden islam toplumunun yükselmesi mümkün değildir. O halde, bu nimeti iyi değerlendirmek, israf ve ifrata kaçmadan harcamak, islam toplumunun dirilmesini, şahlanmasını, ve kıyamını sağlayacaktır. [921]
Emniyetten kastımız, güvenlik ve korkusuzluk halinin varolmasıdır. Şehirlerin, ülkelerin mamur olmasının yegane ölçüsü ve insan refahının en önemli unsuru emniyettir. Emniyet ve güven içinde olmayan bir memleket, görünüşte ne kadar imarlı, gelişmiş ve tezyin edilmiş olursa olsun harap olmuş, yıkılmış ve döküİmüş bir viraneye benzer.
Mal, can ve ırz emniyetinin yok olması, bu hususlarda çeşitli tehlikelerin belirmesi, insanlık dünyasının başhca can düşmanıdır. Emniyet, ancak din, Allah'ın emirlerine ve kanunlara itaat ve bunların korunması ile görevli hükümet sayesinde meydana gelir. Bilge kişiler şöyle demişlerdir: "Emniyetsizlik yüz gösterince dostluk ve insaf ortadan kalkar." Demek oluyor ki, dostluk ve insaf güvenin varlığı ile ayakta durmaktadır.[922]
Güvenin kalmadığı bir toplumda, insanlar arasında gerçek dayanışmanın var olması mümkün değildir. Şu da bilinen bir gerçektir ki, korkunun hakim olduğu, güvenin kalmadığı bir toplumda, Allah'ın yeryüzünde halife olarak gönderdiği insanın şeref ve haysiyeti yok olmaya mahkumdur. Fakat, " Kim bir kimseyi haksız yere öldürürse, bütün insanları Öldürmüş gibidir." (Mâide, 5/32) mealindeki âyette ifade edilen gerçek, insanlar arasında yerleştiği takdirde, kendilerine ikram edilen şerefi hissedecek ve gerçek düşmana karşı işbirliği yapmak suretiyle tam bir dayanışma içersine gireceklerdir. Böylece kendilerini savunmak için bir güce sahip olacak ve sükûneti temin edeceklerdir. Çünkü İnancı olmayan kimse, isteklerini elde etmek için kaba kuvvet kullanacak ve bazı kimselerin canını yakarak hukukuna tecavüz edecektir. Ayrıca bu kimse katı davranarak Allah'ın verdiği cana kıyacak ve bu yolda başkalarına kötü örnek olacaktır. [923]
Emniyetin önemi ve özellikle herkes tarafından arzu edilen bir nimet olduğu, Kur'ân-ı Kerim'de açıklanmaktadır. Hz İbrahim (a.s) m Mekke'nin güvenilir ve emniyetli bir belde olması için yaptığı dua bu açıdan önemlidir, "ibrahim de demişti ki: Rabbim! Burayı emin bir şehir yap..." (Bakara, 2/126). "Hatırla ki ibrahim şöyle demişti: "Rabbim! Bu şehri { Mekke'yi ) emniyetli kıl..." (ibrahim, 2/35).
Allah Teâlâ, Mekke'nin bir emin belde olduğunu ve bunun nankörlükle değil de şükranla kıymetinin bilinmesinin gerekli olduğunu belirtmiş ve bu emin beldeyi misal olarak getirmiştir.
"Allah, (ibret için) bir ülkeyi Örnek verdi: Bu ülke güvenli, huzurlu idi; ona rızkı her yerden bol bol gelirdi. Sonra Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük ettiler."[924]
Allah Teâlâ, bu memleketin bazı sıfatlarını söylemiştir. Birincisi, oranın emniyetli ve emin olması, ahalisine baskın yapılmaması, ikincisi, âyetteki "mutmain" kelimesinin ifade ettiği husustur. Ayette geçen "âmineten" kelimesi, emniyete, "mııtmeinneten" kelimesi ise, sıhhate işaret etmektedir. Çünkü bu beldenin havası onların mizacına uygun düşünce, orada huzur bulmuşlar ve oraya yerleşmişlerdir. Fakat o belde halkı, Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük etmiştir. Yukarıdaki âyetin içinde bu nimetlerin emniyet, sükûnet, huzur ve her taraftan bol bol rızkın gelmesi şeklinde sayılması, bunların önemini belirtmek ve bunları bir nimet çeşidi olarak zikretmek içindir.[925]
Yukarıda anlamını verdiğimiz âyette birinci olarak emniyet nimetinin zikredilmesi, bu olmadan diğer nimetlerin insanı huzur ve sükûna erdiremeyeceğine bir işaret sayılabilir. Çünkü diğer nimetler onunla tamam olur. Bu nimet olmadan, can, mal ve namusu korumak, dini yaşamak, her türiü tahsil, bilimsel çalışma, ticaret, sanat, ziraat gibi faaliyetlerin istenilen kıvamda sürdürülmesi mümkün olmaz. Olsa da büyük bir kıymeti haiz değildir. Başka bir âyette de şöyle buyurulmaktadır: "Çevrelerinde insanlar kapılıp götürülürken, bizim (Mekke'yi) güven içinde kutsî bir yer yaptığımızı görmediler mi? Hala batıla inanıp Allah'ın nimetine nankörlük mü ediyorlar?"( Ankebût, 29/67)
Allah Teâlâ harem bölgesinde yerleştirdiği için Kureyş'i minnet altında tutuyor. O harem belde ki, orayı insanlar için harem (saygı değer) bir yer kılmıştır. Kim oraya girerse emniyette olur. Bu sebeple Kureyş, büyük bir emniyet içindedir. Halbuki, çevrelerindeki Araplar, birbirlerini soymakta, birbirlerini öldürmektedirler. Bu büyük nimete karşılık onların şükretmeleri gerekir. Ama onlar, bu büyük nimete şükretmeleri gerekirken Allah'ın peygamberi, kulu ve elçisini inkara kalkışmışlardır.
Bu örnek sadece Mekke ahalisinin durumunu izah için getirilmemiştir. Emniyet ve güven içinde olan her toplum, bunun şükrünü eda etmelidir. Emniyet, güven ve huzur olmadan insanlar, hiçbir sahada ilerleyemezler, medeniyet ve uygarlık tesis edemezler. Hatta, dinin gereklerini bile yaşayamazlar. Bu açıdan emniyet, bir toplumun en fazla ihtiyaç duyduğu bir nimettir.
Emniyet, şükür ve kulluğu gerektirir. Birçok kişi, toplum ve milletler korku, dehşet, yağmalama, öldürülme, gasp gibi korkularla yaşarken güven içinde yaşayan kişilerin, toplumların ve milletlerin bunun kadrini, kıymetini biierek hareket etmeli ve Allah'a daha fazla minnet duymalıdırlar.
Allah'ın, Mekke dışında yaşayanların birbirlerinin mallarını yağmalar ve birbirlerini öldürürlerken, Mekke içinde ikamet edenlerin emniyet ve huzur içinde yaşamalarını bir ibret olarak sunması boşuna değildir. Mekke halkının rızıkları rahat rahat, bol bol geliyor, emniyet ve huzur içinde her nimetten istifade ediyorlardı. Ama buna rağmen onlar, Muhammed (s.a.v) e inanmama ve İslam'a sahip çıkmamaları yüzünden nankör olarak nitelendirilmişlerdir. Bu kadar nimete karşılık Kureyş'ten istenen Allah'a kulluk ve şükürdür. Bu talep şu âyetlerde açıkça görülmektedir. "Kureyş'e kolaylaştırıldığı, evet, kış ve yaz seyahatleri onlara kolaylaştırıldığı İçin onlar, kendilerini açlıktan doyuran ve her çeşit korkudan emin kılan şu evin Rabbine kulluk etsinler."[926]
Allah Teâlâ, burada kışın ve yazın emniyet içinde yaptıkları seyahat nimetini ve bu arada elde ettikleri bol kazançları hatırlatıyor, ister evlerinin yanındaki Mekke'de olsun, ister ticaret için yaptıkları seyahatlerde olsun onları, korkudan emin olarak yaşattığını hatırlatıyor. Allah bu lütuflarını hatırlatırken onlara, Allah'tan başka şeylere tapınmamalarını ima edip bun-dan kaçınmalarını, böyle bir duruma düşmekten utanmalarını istiyor. Çevresinde emin ve rahat yaşadıkları ve o yüzden her tarafta saygı gördükleri, selametle geri döndükleri için o mübarek evin Rabbine kulluk etmelerini onlara emrediyor.[927]
Bu sûrede, nimeti verene şükür ve kullukla mukabele etmenin gerekliliğine işaret vardır. Allah'ın Kureyş halkına verdiği emniyet, güven ve korkudan onları emin kılması gibi nimetlere, şükür ve kullukla mukabele edilmesi üzerinde duruluyor ki, aslında bu nimetlere sahip olan her ferdin ve milletin şükürde ve kullukta gafil olmamalarına da bir tembih vardır.
Fesat ve anarşinin hakim olduğu bir dönemde insanlar, hiçbir görevini doğru dürüst yapma imkanları yoktur. Korkunun, tedirginliğin, güvensizliğin olduğu bir ortamda, sağlıklı düşüncenin olması da mümkün değildir. Bir devletin en önemli görevi, emniyet ve güveni temin etmektir. Bunu sağlamanın en başında can güvenliği geiir. Can güvenliği olmadan her faaliyet ve her türlü gelişme akim kalmaya mahkumdur. [928]
Kur'ân-ı Kerim, insanların hayatını değişik yönlerden ele almış ve onu korumak için önemli prensipler getirmiştir. Bu yüzden Kur'ân, insan varlığına, Allah'ın inşa ettiği ve hiçbir kimsenin onu yıkmaya ve yok etmeye hakkı olmadığı bir bina gözüyle bakmaktadır. Mesela, insanın kanının haksız yere akıtılmasına kesinlikle müsaade etmez ve böyle bir cürüme karşı en ağır cezayı verir. Kur'ân'm bu konudaki uyarısı şöyledir:
"Haklı sebep olmadıkça, Allah'ın muhterem kıldığı cana kıymayın." (İs-râ, 17/33; En'am, 6/51), "Bir kimse haksız yere bir başkasını Öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur ve kim bir canı himaye eder ve onu korursa, bütün insanları himaye etmiş ve korumuş olur." (Mâide, 5/32). Bu hükümler, insan hayatının dokunulmazlığını ifade eden önemli prensiplerdir.
Bu âyet-i kerime, insan hayatını güven ve istikrar içinde tutmayı hedeflemektedir. Çünkü insan, diğer varlıklar gibi hayatını sürdürmek için mücadele verirken bazen kaba kuvvete baş vurabilmektedir. Bu da, toplum düzeninin bozulmasına, hatta yok olmasına sebebiyet verecektir. Ayrıca bu durum, kaba kuvvetin hüküm sürdüğü bir toplumda yaşayan insanlar arasında korku yayılacak, panik başlayacak ve yaşama düzeni karmaşık hale gelecektir.[929]
İnsan, Allah'ın değer verdiği, en güzel biçimde yarattığı ve yaratılmış varlıkların tamamını hizmetine sunduğu önemli ve kiymetli bir varlıktır.
Onun canı ve hayatı Allah için Önemlidir. Bir insanın yaşamının devamına katkıda bulunmak, Aliah katında, insanların tamamına hayat vermek kadar önemli ve güzel bir davranıştır. Allah'ın insana lütfettiği en önemli emaneti onun canı ve hayatıdır. Bu sebeple insan, kendi hayatına veya bir başkasının hayatına son vermek hakkına sahip olmadığı gibi, onu tehlikeye atacak olan hal ve davranışlardan da koruma sorumluluğunu taşımaktadır. Ayrıca, haksız yere ve kasten bir insanı öldürenin, öldürülenin velisi tarafından diyet karşılığında affedilip kısastan vazgeçümediği takdirde öldürülmesi (Bakara, 2/ 178), kaza ile bir adam öldürenin bir köle azat etmesi ve maktulün yakınlarına diyet ödemesi ( Nisa, 4/92 ) de yine Kur'an'da beyan edilen, insan öldürmenin cezalandır. Dikat edilirse görülecektir ki, îslamda en ağır cezalar insan hayatına son vermeye yönelik suçların cezalarıdır.[930]
Kur'ân, insan hayatını "kısas" prensibiyle koruma ve güven altına almıştır. Ulamın sunduğu bu garantiyi hiçbir felsefe ve idoloji daha doğrusu hiçbir hukukî sistem sağlayamamıştır. "Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı. Hüre hür, köleye köle, kadına kadın ( öldürülür ). "Ey iman edenler! Kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki suç işlemekten sakınırsınız."[931]
"Kısasta hayat vardır" sözü önemli bir düsturdur[932]. Zira kısas tatbik edildiği takdirde bir kişinin öldürülmesiyle pek çok kimsenin yaşaması sağlanır. Çünkü cazasmm ölüm olacağını bilen kimse, bu suçu işlemeyecektir. Ardı arkası kesilmeyen kan davaları neticesinde çoğu ailelerin söndüğü, nice masum insanların öldürüldüğü görülmektedir. Çeşitli vesilelerle adaletten uzak haksız aflar ve öldürülen kimsenin velisinin rızası dışında gerçekleşen infaz yasalarının icrası ile katiller cesaret bulmaktadır. Kısa bir zaman sonra dışarı çıkma ümidi ile cezaevlerinde yatanların bir çoğunun ıslah olmaları bir tarafa, çıkınca tekrar cinayet işlemekte veya maktulün velileri tarafından öldürülmektedirler. Böylece ardı arkası kesilmeyen zincirleme cinayet serüvenleri devam etmektedir. İşte İslam bu noktada, ası! caninin öldürülmesini emrederek, binlerce, onbinlerce vs. insanın hayatını kurtarmaktadır.
Kısasta hayat vardır; İslam'da kısas müessesesinin mevcudiyeti sayesinde her fert kendini emniyet içinde hisseder. Kısas adaletine güvenerek huzur içinde işiyle gücüyle meşgul olur. Böylece İslam ümmeti hayat dolu bir yaşayış içinde bulunur.[933]
Kan kavgası yüzünden öfkelenip kızmak, insan için fıtrî ve tabiî bir hal-dİr. İslam buna karşı kısas hükmünü yerleştirerek insana daha çok yakışan ve onu daha tedbirli olmaya davet eden bir prensiple cevap veriyor. Kesin adalet, nefıslerdeki şirretliği kırar; göğüslerdeki kini dağıtır; caniyi daha ileri gitmekten alıkoyar.[934]
Kısas, intikam almak ve kin duygularını dindirmek değildir. Kısas, hayat içindir. Kısas, hayat uğrunadır. Haddi zatında kısas, hayatın ta kendisidir. Kısastaki hayat, başlangıçta canileri başkalarına tecavüz etmekten alıkoymakla başlar. Bir başkasını öldürdüğü takdirde, kısas yoluyla öldürüleceğine inanan kimse, öldürme işinden ve böyle bir fiilin içine düşmekten süratle vazgeçecektir. Böylece bu, insanların canlan için bir hayat menzile-sindedir. Bu beliğ bir belagat çeşidi ve yüce bir fesahat türüdür. Kısas, öldürme hadisesinde kan sahiplerinin kin ve intikam duygusunu bertaraf ettiği İçin bir hayat unsurudur.[935]
İslam Dini'nin, insanın canına çok değer verdiğini belirten Elmalıh,"İs-lam toplumunda yaşayan kim olursa olsun, hangi dine mensup olursa olsun, hangi ırktan gelirse gelsin herkesin canı azizdir", demektedir. Ayrıca El-malili, âyette geçen hüküm, kasden ve haksız öldürülenlerin hür, köle, erkek, dişi, Müslüman ve Müslümanların himayesinde bulunan diğer din mensuplarının hepsini kapsamaktadır. Herbirinin katili kim olursa olsun, karşılığında kısas yapılır, açıklamasını yapmaktadır.[936]
Her öldürülen kimsenin kendi katili aynı şekilde öldürülür. Öldürülen kimse kim olursa olsun, onun katilleri, öldürülenden daha fazla bir yaşam hakkına sahip değildir. Kısas, yaşama hakkında, masumlukta, eşitliğe dayanır. Kısas uygulamak, ümmete ve imama farzdır, İmamın kendisi de haksız yere birini öldürürse, o da bu hükümden müstağni değildir. O da ayni şekilde kısas edilir. İslam yurdunda gerek Müslümanların ve gerekse antlaşma ile duran gayrimüslimlerin yaşama hakları böyle eşit olarak saygın ve canları eşit olarak suçsuz ve korunmuştur. İslam yurdu içinde yaşayan hür, köle veya kadın, Müslüman veya gayrimüslim insanların hepsinin kanlarının, canlarının, yaşama haklarının kardeş gibi bilinmesi ve bunların birbirlerini öldürmesinin kardeşini öldürmek gibi kötü bir şey olduğuna "kardeşinden" ifadesiyle âyette işaret edilmektedir.[937]
Seyyid Kutup kısasla ilgili şu değerlendirmeyi yapmaktadır ki, bizce de önemlidir. "Kısasta hayat en şümullü manasıyla mevcuttur. Bir ferdin hayatına tecavüz, bizzat hayata tecavüzdür. Canlılık vasfını taşıyan bütün insanlığın hayatına tecavüzdür. Şayet kısas hükmü, bir caniyi başkasının hayatına kıymaktan alıkoyuyorsa, bütün hayata tecavüzden alıkoymuş demektir. Kısastaki hayat bundandır. Kısasta bir ferdin hayatı veya bir ailenin hayatı yahut da bir cemiyetin hayatı değil; bütünüyle hayat vardır."[938]
Elmalık, kısasta iki türlü hayatın olduğunu belirterek şöyle der:[939] "Birincisi, katil olmak isteyen kişi, öldürdüğü takdirde kendisinin Öldürüleceğini bilirse, öldürmekten vazgeçer. Böylece hem kendi hayatta kalır, hem de karşısındaki. İkincisi, genel toplumun yaşama hakkını da güvenceye alma vardır. Çünkü bu şekilde öldürmenin önüne geçilmesi, bu ikisinden başka bunlarla uzaktan yakından ilgisi olduğu düşünülen insanların hayatlarının devamına ve güvenliğine bir garantidir. [940]
İnsanların refah kaynağı olan mal, Kur'ân-ı Kerim'in koruması altındadır. Bir başkasının malını çalan kimsenin, çok ağır cezalarla cezalandırılması, malın korunmasına verilen değeri göstermektedir. Kur'ân, bu konudaki gerçeği şöyle dile getirmektedir:
" Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık bir ceza ve Allah'tan bir ibret olmak üzere ellerini kesin." (Mâide, 5/38). İnsanların, başkalarına ait malları haksız yere gasbetmeieri, kendi mallarını rüşvet, kumar, içki, lüks,israf gibi meşru olmayan yollarda harcamaları yasaklanmıştır.
İnsanların malları da, korunması icap eden haklardandır. Karşılıklı rıza ve meşru düzeyde yapılan alış verişin dışında bu hakkın ihlali birbirlerine helal değildir. Ancak Allah'ın meşru sayıp helal kıldığı, insanlar arasındaki özel münasebetler sebebiyle sunulan hediyeler, karşılıklı bağışlar, ödüller vs. alış verişler, özellikle miras yolu ile intikal eden mallar ile, savaş sonucu elde edilen ganimetler bu hükmün dışmdadırlar. Allah Teâlâ, bu hususta şöyle buyurmaktadır: "Mallarınızı, aranızda haklı bir sebep yokken batıl olarak yemeyiniz. Kendiniz bilip dururken, insanların mallarından bir kısmını haram yollardan yemeniz için o mallan hakimlere (idarecilere veya mahkeme hakimlerine) vermeyin." (Bakara, 2/188).
Bu âyetle alış veriş ve karşılıklı rıza gibi meşru sebeplerin haricinde Müslümanların birbirlerinin mallarını yemeleri yasaklanmıştır. Şu hadis, bu konuda gayet açık bir mesaj vermektedir: "Her Müslümanın kani, mah ve namusu başkalarına haramdır."[941] Resûlüliah (s.a.v) bu hadisinde Müs-jümanin kanı, malı ve namusu dahil her şeyinin, başkalarına karşı koruma altma alındığını belirtmiştir.[942]
Elmalık,yukarıda anlamını sunduğumuz Bakara Sûresi, 188. âyetinin, çok büyük bir hukukî ve sosyal esası ihtiva ettiğini söylemektedir. Elmak-lı,"Bu öyle bir sosyal hayat tesisinin başlangıcıdır ki, buna riayet eden insanlar mahkumluk bağından kendilerini kurtararak mutlulukla yaşarlar, zalimlerin zulüm pençesine düşmezier"demektedir.[943]
Ayrıca Elmalıh, bu âyeti şöyle izah eder: muamelelerinizde birbirinizin malına ve hukukuna riayet ederseniz, yaptığınız anlaşma ve sözleşmelerde haksızlıktan, tartışmaya sebep olacak ve işi mahkemelere düşürecek bozuk şartlardan sakınırsanız, hükümlere hükümetlere boyun eğmekten kurtulursunuz. Her nasılsa mahkemeye düştüğünüz zaman, gerek hakimi ve gerekse birbirinizi yalan, dolan, şarlatanlık ve rüşvet gibi batıl sebeplerle İkna ve bağlamaya uğraşmazsanız, hakimlerinizi bozmamış, zulme meydan vermemiş, haksız yere birbirinizin malını yememiş, yedirmemiş olursunuz.[944]
Haksız yere mal yemenin bütün kötülüklerin başı olduğunu belirten El-malılı,bundan sakınmanın, dini terbiyenin istenen en büyük neticesi olduğu ve bu âyetin, oruç âyetini takip etmesinden anlaşılır, demektedir.[945]
Şu âyet de malların haksız yere yenilmeyeceğine işaret etmekte ve karşılıklı rıza olmadan hiçbir kimsenin malına dokunulamayacağtni ilan etmektedir. "Ey iman edenler! Karşılıklı rızaya dayanan ticaret olması hali müstesna, mallarınızı, batıl (haksız ve haram yollar) ile aranızda (alıp vererek) yemeyin..."[946]
Âyette geçen "batıl": hırsızlık, hainlik, gasbetmek, kumar, faiz, geçersiz (haksız) değiştirmeler, sefıhlik, israf ve bütün meşru olmayan sebepler ve maksatların hepsini, yani hem kazanma sebebini ve hem de harcama şeklini kapsar. Ancak karşılıklı rızadan meydana gelen bir ticaretin bulunması, bunlardan istisna kılınmıştır. Karşılıklı rıza iie yapılan ticaretten ve bu şekildeki mallan yemekte bir yasaklama yoktur. Bu istisnanın ticaretten başka, bağış, sadaka, temlik, mubah kılma ve miras gibi diğer meşru sebeplerin varlığına engel olmayacağı açıklanmıştır.[947]
Âyetin gelişi, evlenme ve harcama için malî hazırlıklarla da ilgili olduğundan daha fazla iktisadî yönü ağır basmaktadır. Yani malların elde edilmesi, meşru vasıflarla olsa dahi harcamalarında iktisatlı davranmak gerekir.
Eldeki mallar çoğaltılmalı ve zarurî bir sebep olmadıkça sermayeye dokunmayıp gelirden ve kârından yenilmeli, ticaret esnasında da karşılıklı rıza esasına iyi riayet edilmelidir. Başkalarının malı şöyle dursun, insan kendi mallarının bile boşuna yenip yedir il memesine dikkat etmelidir.[948]
Kur'ân-ı Kerim, aklî dengesi olmayan, aklı veya dini noksan olan kimselerin mallarım koruma altına almış ve bunların mallarım saçıp savurmalarına ve heder etmelerine müsaade etmemiştir. Bu gibi kişilerin mallarını, âmmenin malı mesabesinde addederek, yetkili kişilere bunları koruma görevi vermiştir. Kur'ân bu noktaya şöyle temas eder: "Allah'ın geçiminize dayanak kıldığı mallarınızı aklı ermezlere (reşit olmayanlara) vermeyin; o mallarla onları besleyin, giydirin ve onlara güzel söz söyleyin."[949]
Görüldüğü üzere Allah, malı, insanın yaşayışının sebebi kılmış ve onun hayatını onunla devam ettirmiş ve malın tedbir ve idaresinin sorumluluğunu da insana vermiştir. Allah, malları, akli zayıf, akla ve dine aykırı hareket eden veya günah işleyerek malları saçıp savuran kimselere teslim edilmesini de yasaklamıştır. Gerek şahsî ve gerekse kamu mallarının aklı zayıf, kârını zararını tayin edemeyen ve malın idaresinden aciz olan kimselere vererek zayi edilmemesi prensibi, islam'ın, toplumun ve bireyin menfaatine getirdiği en önemli iktisadî bir düsturdur.
Kur'ân, hırsızlığı, yağmacılığı, gasbı, kumarı, faizi ve her türlü israfı haram kılarak serveti koruma altına almış ve bunları irtikâp edenlere en ağır cezalar verileceğini haber vermiştir. Meşru olmayan nefsanî ve şehevî arzular uğrunda mal harcamayı, her türlü lüks, sefahat ve gösteriş uğrunda serveti tüketmeyi yasaklamış ve hatta lüzumsuz yere saçıp savuranları, "şeytanların dostları" (Isrâ, 17/27) olarak vasıflamıştır. Ayrıca israf edenlerin Allah tarafından sevilmeyeceğim Önemle vurgulamıştır (Araf, 7/31 ). Bütün bunlar, İslam'ın serveti korumaya önem verdiğini gösterir. Can, namus, iffet, şeref, haysiyet ve kısacası her türlü insanlık onuru, helal ve meşru yoldan elde edilen servet nimeti sayesinde muhafaza edilmektedir. Dinin tebliği, neşri ve çeşitli hurafelerden korunması, servetle doğrudan bağlantılıdır. Hele hele bugünkü iletişim çağında ve bilgi asrında bu daha da belirginlik kazanmıştır. Bu sebeple servet, can gibi korunmalıdır. Malın tehlikede olduğu yerde can da tehlikededir. Malın korunma altında olmadığı, her çeşit hırsızlığın, yağmanın, tefeciliğin, soygunun ve rüşvetin hakim olduğu gelişmemiş ülkelerde bugün can güvenliği istenilen düzeyde değildir. Şiddet ve öldürme olayları daha fazla yaygındır. Zira mal güvenliği ile can güvenliği birbirinden ayrılmayan ikiz kardeştir. Birinin olmadığı yerde öbürüde yoktur. [950]
Kur'ân-ı Kerim, insan hayatına son derece önem verirken, haksız yere kanın akıtılmaması için aldığı tedbirlerin yanısıra, insanın ırzını ve namusunu korumak için de aynı titizliği göstermiş ve bir kimsenin başkasının ırzına göz dikmesine asla müsaade etmemiştir. İslam bu konuda çeşitli müeyyideler getirerek namusu koruma altına almıştır.[951]
Kur'ân'm getirdiği evlilik sisteminde nikah akdi esastır. Nikah, İslam Dini açısından birbirleri ile evlenmeleri caiz olan kadın ile erkek arasında, meşru şartlar dahilinde yapılan bir akittir. İslam Dininde gayrimeşru evlilikler, neslin korunmasına ve nesebin sıhhatine ters düştüğü için zina ve fuhuş adıyla yasaklanmıştır.[952] Bu konuda Kur'ân'in aldığı tedbirler şöyledir:
"Zinaya yaklaşmayın. Zira o, bir hayasızlıktır ve çok kötü bir yoldur."[953] "Zina eden kadın ve zina eden erkekten her birine yüz sopa vurun; Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız, Allah'ın dininde (hükümlerini uygularken) onlara acıyacağınız tutmasın."[954]
islam hukuk dilinde bu cezalandırma şekline "had" denir. Âyette emredilen bu uygulama yalnız bekar olup da zina edenler içindir. Eğer evli bir erkek ve kadın zina etmişlerse, buna "recm"cezası tatbik edilir.[955]
Yukarıdaki âyetlerde belirtilen yasaklama ve cezalarla, bir yandan fertlerin namus ve onurları korunurken, öte yandan da, toplumun ahlakî yapısı muhafaza edilmiş olur. Çünkü ahlakın izmihlali, korkunç bir yıkımdır. Ahlakın çöküşü öyle bir virüstür ki, ne millet bırakır, ne din, ne de hürriyet. Onun iflası bütün miletin ölümüdür. Zina ise, toplumun ahlaken çöküşüne ivme kazandıran en önemli âmildir. "Zinaya yaklaşmayın." Bu yasak, hem birey, hem de bir bütün olarak topluma hitap etmektedir. Bu emir, kişiyi sadece zina ve fuhşa karşı uyarmakla kalmaz, aynı zamanda ona yönelten ve sebep olan her şeye karşı da uyarır. Topluma gelince âyet, toplumun zinayı önleyici ve ona yönelten sebep ve araçları ortadan kaldırıcı önlemler almasını emretmektedir. Bu nedenle toplum, zinayı ortadan kaldırıcı bir çevre oluşturmak için tüm eğitsel ve hukukî araçları kullanmalıdır. Bu maddenin ifade ettiklerinin uygulanabilmesi için zina ve zina iftirası hukûkî suçlar olarak belirlenmiş ve "hicab" ile ilgili düzenlemeler yapılmıştır Müstehcen neşriyat ve fuhuş şiddetle yasaklanmış, sarhoş edici içkilerin içilmesi haram kılınmıştır. Zinaya teşvik eden müzik, oyun ve resimler de yasaklanmıştır. Daha sonra da evliliği kolaylaştırıcı ve zinanın kökünü kesen yasaklar konulmuştur.[956]
"Zinaya yaklaşmayın" (îsrâ, 17/32) hükmünün, "Geçim endişesiyle çocuklarınızın canına kıymayın" (İsrâ, 17/31) âyeti ile(Haklı bir sebep olmadıkça Allah'ın muhterem kıldığı cana kıymayın" {Isra,17/33) âyetinin arasına alınmış olması bunların birbirleriyle olan münasebet ve benzerlikleri dolayısıyladır. Bir çok yönleriyle zina katil manasını taşır. Çünkü hayat dolu bir madde meşru olan yerine akıtılmayıp gayrimeşrû bir yere akıtılmak suretiyle meşru olmayan bir zürriyetin meydana gelmesine yol açmaktadır. Çoğu zaman bu meşru olmayan çocuklar dünyaya gelmesinler diye, ana rahminde iken, ya henüz hayat bulmadan, yahut hayat bulduktan sonra da katledilirler. Şayet canına kıyılmamış da hayata terk edilmişse, bu çocuklar çoğunlukla hakir ve kötü bir hayat yaşarlar ki, bu da cemiyet için bir canlının kaybı demektir.[957]
Zina, bir başka yönüyle de, intişar ettiği her toplumu katletmiş olur. Çünkü zinanın yayıldığı toplumlarda soylar bozulur, gayrimeşrû yolla kanlar karışır, ırz ve nesil yönünden güvenler sarsılır, cemiyetteki İrtibatlar zayıflar ve o cemiyet yıkılmaya mahkum olur. Böyle bir durum ise toplumlar için Ölümdür.[958]
Zinanın cemiyet için ölüm sayılan taraflarından biri de şudur: Şehevî ihtiyacın, zina yoluyla giderilmesi sonunda, karı koca hayatı felce uğrar ve zaruret halinden çıkar. Böylece aile yuvası değerini kaybederek geri planda kalır. Fuhuş hangi millette yaygın hale gelmişse, o milletin sonu yıkım olmuştur. Tarihin ilk devrelerinden asrımıza kadar bu gerçeğe şahit olunmaktadır.[959]
İnsanların ırz ve namuslarına tecavüz etmeye kimsenin hakkı olmadığı gibi, aynı şekilde onların iffet ve haysiyetleriyle de oynamaya kimsenin se-lahiyeti yoktur. Böyle çirkin davrananlar hakkında Kur'ân şu prensipleri getirmiştir.
"Namuslu kadınlara zina isnadında bulunup, sonra (bunu ispat için) dört şahit getiremeyenlere seksener sopa vurun ve artık onlann şahitliğini hiçbir zaman kabul etmeyin. Onlar tamamen günahkardırlar."[960] "İnsanlar rasında çirkin şeylerin yayılmasını arzulayan kimseler için dünyada da âhirette de çetin bir ceza vardır.."(Nûr, 23/19). "Namuslu, kötülüklerden habersiz mü'min kadınlara zina isnadında bulunanlar, dünya ve âhirette lanetlenmişlerdir.. ." (Nûr, 23/23)
Görüldüğü üzere islam, namusu güvence altına almış, namus ve iffeti zedeleyecek ve yok edecek her türlü fiili ve hareketi yasaklamıştır. Bunun için de en caydırıcı tedbirleri almış ve bu hususta iffete saldıranlara ve iffetsiz hareket edenlere verilecek en ağır cezaların tatbikini yürürlüğe koymuştur. Zira namus güvenliği de en az can güvenliği kadar büyük önemi haizdir. Nesillerin bozulmaları ve fesada uğramaları da bu kutsal mefhumun sarsılması veya değersiz kabul edilmesiyle doğrudan orantılıdır. [961]
Servet, zenginlik ve varlık anlamındadır. Bir kimsenin sahip olduğu varlık ve servete de mal denir.198 Bu tanımları yapmamızın sebebi, bazen servet, bazen de mal tabirlerini kullanacağımız için bir fikir verme gayesine matuftur. Kimi zaman mal tabiriyle serveti, kimi zaman da servet tabiri ile maiı kastedeceğiz. Allah Teâlâ Kur'ân-1 Kerimin birçok âyetinde mala, "hayır" adını vermiştir[962]"...Eğer bir hayır bırakacaksa..." (Bakara, 2/180) âyetinde olduğu gibi, Resûl-i Ekrem bir hadis-i şeriflerinde "Salih insan için temiz servet ne kadar güzel şeydir."[963] Sadaka ve hacan fazileti hakkında varid olan âyet ve hadisler, malı medhederler. Zira bu malî ibadetlere servet sayesinde ulaşılır. Servet, aslında doğru ve dürüst bir maksada ulaşmak için bir vesile ve alettir. Servetteki gaye de budur. Bununla beraber servet kötülükte de kullanılabilir. Bu da ilim ve amelin kapısını kapatıp âhiret saadetinden alıkoyan yerlerde kullanılan servettir kİ, Kur'ân'da bu tür servet yerilmiştİr. Demek ki, servetin iyilik ve kötülüğü bizatihi değil, maksada nispetledir. Helâlinden kazanılır ve ebedî saadet İçin harcanırsa makbul, aksi ise yerilmştir.[964]
Servetin faydası ya doğrudan ibadette olur veya ibadete yardımcı olan işte olur. Hac yapmak ve cihad etmek için servetten yararlanılır. Bunlara ancak servetle ulaşılır. Yoksul olan kimse bu faziletlerden mahrum kalır, ibadet için lüzumlu olan her şeyi temin etmek için çalışmak da bir ibadettir. Dine yardımcı olacak dünyalığı temin etmek de bir ibadettir. Mürüvvet ve ırzı korumak, sadaka vermek ve hizmet etmek gibi hususlar servetle olur.
Faydası umuma ait olan hizmetler yine servetle olur. Cami, köprü, kervansaray, hastane, çeşme ve benzeri şeylere sarfedilen paralar ve yapılan vakıflar gibi. Bunlar öldükten sonra da yaşayan hayırlardır.[965]
Eğitim, öğretim, ilim için seyahat, araştırma, sanat ve bunlar için gerekli olan araç ve gereçler, sağlık, tedavi, savunma, ticaret, ziraat, tarım gibi tüm faaliyetler servetle olmaktadır. Küreselleşen dünya şartlarında her sahada başarılı mücadele edebilmek servetle doğrudan ilintilidir. O halde servet büyük bir nimettir.
Gazali, mal, aile, mevki, akraba gibi hususları haricî nimetler olarak zikretmekte ve bu haricî nimetlerin kişiyi menziline ulaştıracak kanatlar ve maksadını kolaylaştıracak âletler gibi olduğunu belirtmekte ve bu konuda şu değerlendirmeyi yapmaktadır. "II i m ve kemal peşinde olup nafakası olmayan kimse silahsız savaşa hazırlanan ve kanatsız ava gönderilen şahin gibidir. Bunun için Resûl-i Ekrem "Allah'tan korkmaya yardımcı olan mal, ne güzeldir"[966] buyurmuşlardır. Geçimi olmayan kimse, bütün zamanını yemek, giymek, mesken ve diğer ihtİyçları uğrunda harcar. Sonra kendisini zİ-kir ve fikirden alıkoyacak birçok meşguliyetlerle karşılaşır. Bütün bunlardan ancak servet siiahı ile korunabilir. Serveti olmayan kimse, hac, sadaka, zekat ve diğer hayırlardan da mahrum kalır."[967]
Kur'ân-ı Kerim'de geceyi istirahat, gündüzü de maişet temini için yarattığını {Kasas, 28/73) buyuran yüce Rabbimiz, insan için çalışıp çabalamaktan başka bir çıkar yol olmadığını (Necin, 53/39) beyan etmiştir. A'raf Sûresinin 32. âyetinde dünya nimetleri için "Allah'ın zinetleri" ifadesinde bulunmuş, Cuma Suresinin 10. âyetinde de yeryüzüne dağılarak bu güzel rı-zıklardan kazanıp yararlanmamızı öğütlemiştir. "Hiçbir kimse el emeğinden daha hayırlı bir lokma yememiştir" (Buharı, Büyü1,159), buyuran îslam Peygamberi, dağdan odun toplamak bile olsa bir iş tutmanın başkalarına el-avuç açmaktan çok daha İyi olduğuna (Buhârî, Zekat, 50) işaret etmiştir.[968]
Çalışıp kazanmak suretiyle ileri ve güçlü bir cemiyet olmanın, Allah ve Resulünün kesin emri olduğunu gönüiden kabullenen Müslümanlar, bir ibadet şevki ile çalışmaya koyulmuşlar ve başlangıçta ciddi geçim sıkıntısı çekmelerine rağmen kısa bir süre sonunda en büyük orduları dize getirecek kadar gelişip güçlenmişlerdir. O kadar ki, daha İslam'ın 50. yıllarında sadaka ve zekat verilecek fakirlerin bulunmadığı zamanlar olmuştur.[969]
Her şeyden önce insan, maddî ihtiyaçlarını karşılamak ve sıkıntılarını gidermek suretiyle Allah'a karşı kulluk vazifelerini gönül huzuru ile yerine oetirmek için çalışmak zorundadır. Fakirliğin insan ruhuna yaptığı ve bazen kendisinin de istemeyeceği isyankar davranışlara sevk ettiği bir gerçektir. Peygamberimiz (s.a.v) fakirlikten, yoksulluktan Allah'a sığınmıştır. Hatla küfürle birlikte bunu zikretmiştir.[970] Kur'ân, ailenin bir huzur ve sükûn yuvası olması gerektiğine, aile üyeleri arasındaki sevgi ve şefkatin Allah'ın bir lütfü olduğuna (Rûm, 30/31) işaret eder. Yokluk ve sıkıntının ailenin bu huzur ve sükûnuna zarar verdiği, bazen ailenin yıkımına bir sebep oiduğu da bilinen bir gerçektir.[971]
Müslüman bir kimse, hayır faaliyetlerine katılmak, zor durumda olanların elinden tutmak, hayır kurumlarının yaşamasını sağlamak gibi sosyal mahiyetteki amelleri yerine getirmek zorundadır. Müslümanların dinlerini, vatanlarını ve her türlü mukaddes değerlerini düşmanlarına karşı korumak için de çalışmak zorundadırlar. Nitekim İslam'da "cihad" başta gelen dinî ve içtimaî vazifelerden biridir. Cihad, düşmana karşı sadece cephede savaşmak değildir, aynı zamanda barış zamanlarında savaşa hazırlıklı olma çabasıdır ki, Kur'an'da bu çabanın adı "mal ile cihad" dır. Özellikle çağırmzda savaş gücünün genel ekonomik gelişmeye bağlı ve bağımlı olduğunu göz Önüne alırsak, Kur'ân'ın "düşmanlarınıza karşı kuvvet hazırlayınız" (Enfal, 8/69) buyurmasının mana ve kıymetini daha iyi anlarız.[972] Bu tesbit ve görüşler bizim de iştirak ettiğimiz hususlardır.
Müslüman, hareketlerine Allah'a kulluk şuuru ile yön vermelidir diyen Tabakoğlu, Müslüman rasyonel olmalıdır. Bu rasyonalite, Allah'ın kullarına, hizmet şuurunun emrinde olmalıdır. Rasyonaliteden, İslamî tabirle "sebeplere başvurmayı", yani her türlü tedbiri aldıktan sonra Allah'a tevekkül etmeyi, güvenmeyi anlıyoruz, demektedir. Bizzat Hz. Peygamber'in yaşayışının bu konuda birçok örneklerle dolu olduğunu ifade eden Tabakoğlu, kendisi bizzat çalışıp çabalayan ve İnsanlara çalışmayı emreden Peygamber Efendimizin, asırlar sonra onun getirdiğinin dışında bir zihniyet oluşmuş ve bu zihniyet îslam dünyasının geri kalmasında en önemli rolü oynamıştır, görüşünü ileri sürmektedir. Ona göre, Müslümanlar arasında sebeplere baş vurmadan ve rızık peşinde koşmadan tevekkül etme ve kanaat gösterme anlayışları yerleşmiştir. Böylece kapitalizm dünyası gelişirken İslam dünyası teknolojik gelişmeyi besleyecek bir bilgi ve zihniyet alt yapısından mahrum kalmıştır.[973] Bu tesbit ve görüşlerin ne kadar isabetli olduğuna bugünkü îslam dünyasının hali açık bir Örnek teşkil etmektedir, islam dünyasının geri kalmasının ardında bu yanlış zihniyetin rolü büyüktür.
Kâinat ve her türlü dünya nimetleri insanlar için yaratılmış ve onların emrine verilmiştir. Bunlar, meşru yoldan kazanılması şartıyla insana helal kılınmıştır, insanın çalışıp çabalayarak bu nimetleri elde etmek için gayret sarf etmesi, helal ve meşru yollardan servet biriktirmesi, islam'ın hoş karşıladığı bir harekettir. İslam'a göre mülkün asıl sahibi Allah'tır. "Göklerin, yerin ve içindekilerin mülkiyeti Allah'a aittir."(Mâide, 5/17; Şûra, 42/49), "...Halbuki göklerin ve yerin mirası Allah'ındır..." (Hadîd, 56/10) gibi âyetler buna işaret etmektedir, islam Dininin mensupları bu şuurla dünyanın gelişen şartları doğrultusunda zengin olmak ve belli ekonomik güce sahip olmak zorundadırlar. Servete, varlığa ve belirli bir ekonomik güce sahip olmadan bugünkü çağımızda Müslümanların bir yere varmaları mümkün değildir. Aslında servet, İlâhî iradenin doğrultusunda harcanıldığı takdirde, her yönüyle bir nimettir. Her iki dünya mutluluğunu kazandıran bir unsurdur. Çünkü bu olmadan, başta dini yaşamak, tebliğ etmek, hürriyet ve istiklâli, İnsan onuruna yakışır bir şekilde muhafaza etmek oldukça zordur, belki de mümkün değildir. [974]
Aile, bir çatı altında yaşayan ana, baba ve çocukların meydana getirdiği bir topluluktur. Aralarında kardeşlik veya yakınlık bulunanların tümü.[975]
insanlığın ilk kurduğu kurum, ailedir. Aile, insan toplumunun çekirdeğini oluşturmaktadır. Bir toplumun aile kurumu ne kadar sağlam ve sağlıklı olursa, onun teşkil edeceği toplum yapısı ve devlet de o kadar sağlam ve sağlıklı olur. Bunun için islam Dininin kutsal kitabı Kur'ân, insan kurumlarından en çok aile kurumu üzerinde durmuştur. Kur'ân, aile kurumunu oluşturan karı-koca, ana-baba ve çocukların birbirleriyle olan organik, psikolojik, sosyal ve hukukî bağları hakkında genel ve özel hükümler ve ilkeler koymuştur.[976]
Aile, cemiyetin çekirdeği, en küçük bir numunesi kabul edilmektedir. Cemiyetin yapısı, sıhhatli ve sıbhatsiz oluşu aile yapısına, ailenin sağlıklı ve sağlıksız oluşuna bağlıdır. Bu mukayeseyi, cemiyetle ilgili birçok meselelere teker teker teşmil etmek mümkündür. Bireylerinin münasebetleri sıhhatli, istikrarlı, huzurlu ve kötü alışkanlıklardan uzak ailelerde yetişen çocuklar ve bu çocukların oluşturacağı toplumlar da o nispetle sağlam ve istikrarlı olacaktır.[977]
Ferdî, içtimaî ve çeşitli açılardan günümüzde ailenin öneminin her zamankinden daha iyi anlaşıldığını söyleyen Canan, yapılan araştırmalar beşer neslinin sağlıklı devamında ailenin zaruret ve Öneminde ittifak etmişlerdir, demektedir. Canan, bu durumun, özellikle ileri ülkelerde, bir kısım kanunî tedbirlerden başka, çeşitli iktisadî ve sosyal tedbirlerle aile müessesesinin korunmasına ağırlık verilmesine yol açtığını ifade etmektedir[978].
Her milletin, ülkesini, insanını, millî ve manevî değerlerini emanet edeceği genç kuşakları, kendi düşünce dünyası istikametinde ve kendi kültürüyle yetiştirme mecburiyetinde olduğunu belirten Canan, aile hakkında şu değerlendirmeyi yapmaktadır: "Nesillerin yetiştirilmesinde hemen herkesin kabul ettiği iki hayatî müessese vardır ve Önemi itibariyle, birini diğerine tercih etmek de oldukça zordur. Bunlardan biri yuva, öteki de mekteptir. Duygu ve düşünceler, ilk defa yuvada bir tohum gibi çocukların ruhlarına saçılır, sonra da yeşerip çimlenmeye terk edilir. Uzun bir sessizlik ve beklemeden sonra tıpkı toprağı delip yeryüzüne çıkan rüşeymler gibi; göz kulak ve his yoluyla onların bağrına saçılan her insanî ve İslamî değer de öyle yeşerir, boy atar, gelişir ve bütün hayatı emri altına alacak seviyeye ulaşır."[979]
Aİle İslam toplumunun en temel sosyal ünitesidir. İslam'ın şümullü bir sosyal karakteri vardır ve aile bu toplumun Özüdür. İslam, aileye kesinlikle olumlu bakar, hatta neredeyse kutsal sayar. İlk dini eğitim, ahlâki karakterin yükseltilmesi, yakın sosyal ilişkilerin kurulması, fertler arasında ve toplumla ilgili sorumlulukların kazanılması hep aile içinde gerçekleşir. "Sizi bir tek candan ( Âdem'den ) yaratan, ondan da yanında huzur bulsun diye eşini (Havva'yı) yaratan O'dur..."[980] âyeti bu ilk aileyi hatırlatmaktadır.[981]
Beşerî hayatın temelini aile oluşturmaktadır, Nitekim şu âyette buna işaret vardır. "Ey insanlar! Sizi bîr tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üreten yayan Rabbinizden sakınınız."[982]
Allah, ilk aile çatısını, bir erkek ve bir dişi esası üzerine kurmuştur. Her ikisi tek bir nefisten, bir tek tabiattan, bir tek fıtrattan. Allah, bu ilk aileden, birçok erkek ve kadınlar üretmiştir. Hepsi de başlangıçta rubûbiyet bağın da birleşmişlerdir. Sonra da insanî cemiyet nizamının, akideden .sonra üzerine oturduğu aile bağları ile kucaklaşıyorlardı. Bu sebeple aileye hürmet İslamî nizamın emridir. Bu hususiyet, ona olan alakayı kuvvetlendirmek bünyesini tespit etmek ve bu bünyeyi tahribe yönelen bütün yıkıcı kuvvetlere karşı himaye etmek içindir.[983]
islam, fertle birlikte aileyi de güven altına almayı hedefler. Ahİakî değerleri ön plana geçirerek, duygusallıktan uzak, biyolojik ve fizyolojik zevkleri tatminden azade bir ehilliği, insanlığın devamı ve o ailede meydana gelecek nesillerin mutluluğu bakımından İslam, aiieyi zaruri görür. Günü birlik ai-leliği, aile hayatını veya duygusallığı İslam hiçbir zaman aile temelinin tesisinde uygun bir şart olarak kabul etmez. Niçin İslam aileyi ön planda tutar? Çünkü, dinî, ahlakî ve millî değerlerin, örfün ve kültürün devamı ancak aile ile mümkündür.[984]
Sıcacık ve mutlu bir aile yuvası kadar insanı huzurlu ve mutlu kılan bir müessese yoktur. Aile müessesesi, herkes için büyük bir nimettir. Her türlü rabbani feyizler, lütuflar bu ocağa akmaya devam eder. Diğer canlılara nispetle insanın bu yuvaya daha fazla ihtiyacı vardır. Bir aile yuvasında ve muhitinde yetişmek, insanın yetişmesinde çok önemli bir rol oynar. Bu nimeti Allah, bütün insanlığa ilk insanla bahsetmiştir. Aile, insanlığın onur, vakar, şeref ve haysiyet müessesesidir. İnsan bu müessese ile onur ve şahsiyetini geliştirir ve korur. Bu açıdan aile önemli bir okuldur. Bu okulun, insan neslinin yetişmesinde, gelişmesinde ve hayata hazırlanmasındaki rolü, diğer eğitim müesseselerine nazaran daha etkili ve tesirlidir. Hatta bu konuda aile müessesesi öncüdür diyebiliriz. [985]
Karı -koca bir ailenin temelidir. Kur'ân, evlilikte karı-koca ilişkilerinin iki esasa bağlı olduğunu söyler. Sevgi (şefkat, dostluk ve arkadaşlık) ve merhamet (anlayış, barışıklık, hoşgörü ve affedicilik). Bu hususu Kur'ân şöyle dile getirir:
"Kaynaşmanız için size kendi ( cinsi) nizden eşler yaratıp aranızda sevgi ve merhamet peyda etmesi de O'nun (varlığının) delillerindendir."[986]
Bu âyet, ailenin gayelerini izah ederken sık sık dile getirilmektedir. Âyet önce eşler arasındaki birliğin kaynağına atıfta bulunuyor ki, bu eşler arasındaki uyumun esası ve eşitliğin tasdikidir. Daha sonra eşlerin birbirlerinde daha fazla huzur ve sükûnet bulmaları gerektiği ortaya konuyor. Âyet son olarak eşler arasında sevgi, şefkat, merhamet ve hoşgörü temellerine dayalı ilişkilere işaret eder. Kutsal evlilik bağı ile bir arada yaşayan iki insanın arasındaki, ilişkiyi bundan daha iyi şekilde ifade etmek mümkün değildir. Böyle bir ilişki o kadar önemlidir ki, Allah, bunu kendi âyetlerinden yani varlığının delillerinden saymıştır, islam'da aile kurmak için evlilik şarttır. Evlilik (cutsal bir akittir; boşanmak mümkün fakat hiç tavsiye edilmemiştir. Evlilik İslam'da aile teşekkülünün temelidir. Peygamberimiz (s.a.v) onu, kendi sünneti olarak tavsiye etmiştir[987]
Kadının yaratılması, erkeği yalnızlıktan kurtarmış ve bu iki hayat arkadaşının ünsiyeti ve muhabbeti ile aile oluşmuştur. Kadın, tabiri caizse erkeğin can arkadaşı, hayat yoldaşı ve sır arkadaşıdır. Bu açıdan iyi bir eş Allah'ın en önemli bir lütfudur. Âdem (a.s ) yaratıldıktan sonra ona eş olarak Havva anamızın yaratılmasında bu açıdan büyük bir hikmet vardır. "..O bir candan eşini de yarattı."(Nisâ, 4/1). Allah, böyle bir nimet ihsan etti. Biri diğerinin canından kopmuş bir çift meydana getirdi. "Bütün çiftleri yaratan Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir." (Yâsîn 36/36). Ondan dolayı bu nimet ve gücün değerini ve büyüklüğünü takdir etmeli ve yaradılışın eşyanın tabiatının eseri değü, eşyanın yaratıcısı olan Allah'ın kuvvetinin eseri olduğunu bilmeli, O'na itaat etmeli ve azabından korkmalıdır.[988]
Sunacağımız şu hadisler, saliha bir hanımın dünya nimetleri arasındaki seçkinliğini ve üstünlüğünü belirtmektedir. "Dünya bir metadır ( faydalı bir şeydir ) Dünya metaının en hayırlısı ise saliha bir kadındır."[989] "Dünya metalan içinde saliha kadından daha faziletli bîr şey yoktur."{îbn Mace, Nikah, 5). Herhangi bir şekilde faydalanılan her şeye, ev içinde faydalanılan yiyecek ve giyecek gibi istifade edilen maddelere "meta' " denir. Kısacası, dünyada insanın zevk aldığı her şey, bunun içerisine girer. Saliha kadından murat, namuslu, dindar ve terbiyeli olan kadındır. Böyle bir kadının hayatı boyunca kocasını ne derece mutlu edeceği, izaha bile İhtiyaç duyulmayacak bir hakikattir. Evinde huzur, dirlik bulunmayan bir erkek ne kadar zengin olursa olsun, mutsuzdur, huzursuzdur. Yukarıdaki hadisler bu gerçeği vurgulamaktadır. Başka bir hadiste de saliha bir kadının mutluluk kaynağı olduğundan bahsedilmektedir. "Üç şey Âdemoğlunun mutluluğunu temin eder. Saliha kadın, uygun bir mesken ve iyi bir binek."[990]
Resûlüllah (s.a.v) m azadlısı Sevbân (r.a ) anlatıyor: Gümüş ve altın (biriktirme) ile ilgili âyet (Tevbe, 10/34) indiği zaman halk: "Öyleyse hangi malı biriktirmeliyiz?" diye birbirlerine sordular. Hz. Ömer: "Bunu, ben sorup size haber vereyim!" dedi ve hemen devesine binip gitti. Bende peşinden gittim. Hz. Ömer: "Ey Allah'ın Resulü hangi maldan edinelim?" diye sordu. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v) "Her biriniz, şükreden bir kalp, zikreden bir diî, âhiret işinize yardımcı olacak mü'mine bîr kadın edinsin" buyurdular[991]. Tirmizîde "âhiret" kelimesinin yerinde "iman" kelimesi rivayet edümiştir.[992] Aslında bu önemli bir hususa işaret etmektedir. îman, inanç, ibadet ve amel konularında eşine yardımcı ve destek olan bir hanım, başh basma bir nimettir. Nimetlerin en önemlisi ve kıymetlisi olan iman nimetini kazanmada ve gereklerini yerine getirmede yardımcı olacak bir hanım, nimeti elde etmeye vesile olduğu için elbette bir nimet ve lütuftur.
Mü'min bir kimse için en hayırlı amel takva, yani Allah korkusudur. Mü'minin, kullukta kemale ermesi, dünya ve âhiret mutluluğunu elde edebilmesi yine buna bağlıdır. Kur'ân'da çeşitli âyetlerde "ittikâ"dan, Allah'a saygıdan ısrarla bahsedilmektedir. Mü'minin hayatında takva en önemli hususdur. Takvadan sonra en fazla hayır göreceği husus da saliha bir kadın olduğunu Peygamberimiz şöyle buyurmaktadır: "Mü'min, Allah'a takvadan sonra en ziyade saliha bir zevceden hayır görür. Böyle bir kadına em-retse İtaat eder, ona baksa mutluluk duyar, bir şeyi yapıp yapmama hususunda yemin etse, kadın bunu yerine getirerek onu yeminden kurtarır, kadından ayrılıp uzak bir yere gitse, kadın hem kendi namusunu hem de adamın maîı hususunda hayırhah ve dürüst olur."[993]
Kadın, hem aile hem de toplum İçin Allah'ın bir lütfü, bir rahmetidir. Nesillerin yetişmesinde en büyük emek ve feragat!, çaba ve gayreti o sergilemektedir. Cemiyetin hamurunu yoğurup şekillendiren, cemiyetin fidanını sulayan odur. Onun soluğu ile cemiyet dirilmektedir. Merhum Muham-med İkbal (1873-1939) Müslüman kadınlara yaptığı bir hitabında bu hususu çok veciz bir şeküde ifade etmektedir.
"Ey örtüsü, bizim namusumuzun perdesi olan Müslüman kadın, senin parıltın bizim fanusumuzun sermayesidir. Senin temiz yaradılışın; bize Hakk'm bir rahmetidir. Dinin kuvveti, milletin temelidir. Çocuğumuz sütten kesilir kesilmez ona evvelâ Lâ ilahe Illallah'ı sen öğrettin. Senin muhabbetin, bizim tavrımızı, fikrimizi, sözümüzü, işimizi tanzim eder. Ey hak dinin nimetlerinin kendisine emanet edildiği İslam kadını, hak dininin yananaSkı senin nefeslerindedir...Cemiyetin fidanına su veren sensin. Milletin sermayesini muhafaza eden sensin. Senin yaradılışının ulvî cazibeleri var-, dır. Akıllıca hareket et, Hz. Fatıma, Müslüman kadını için bir örnektir. Ondan gözünü ayırma. Ta ki senin daim da bir Hüseyin meyvesi versin; gülistana eski mevsimi getirsin.[994]
Gerçekten kadın, nazik, narin, nezih, ince ruhlu bir yaradılışa sahiptir. Neslin, an, saf, temiz oîarak yetişmesi onun bu asaletinden kaynaklanmaktadır. Onun ulvi cazibesi her yönüyle insanın huzurunu ve sükûnunu temin etmektedir. Evliük sadece cinsî arzulan tatmin için bir gaye değiîdir. Evlilik hayatında, cinsî arzuların tatmini Önemli olmakla birlikte, tek başına saadeti tamamlayan bir etken değildir. Bir yuvanın sıcak, hoş, latif ve ilıklılığı ka-dının ahlak ve fazileti sayasindedir. O halde, dindar, namuslu ve şerefli bir kadın başta aile olmak üzere bütün toplum için, vazgeçilmez bir sermaye, önemli bir güç- kuvvet kaynağı ve hatırı sayılır bîr nimettir. [995]
Mal, yani varlık, servet, zenginlik ve çocuklar dünya hayatının süsüdür. Herkes, yuvasının, iş yerinin, bürosunun ve oturduğu her mekanın tertipli, intizamlı, dayalı ve döşeli olmasını arzu eder. Kim istemez evinin, iş yerinin, bürosunun bir köşesinde bakıldığı zaman, insanın içini ferahlatan bir saksı içinde tiril tiril boy atan bir çiçeğin, bir gülün, bir fidanın olmasını? Kim İstemez, imkan bulduğu takdirde bahçesinin rengârenk çiçeklerle, güllerle donatıp içinde bülbüllerin şakırdamasını? Evet, içinde yaşama zevki olan herkes, bu gibi istek ve arzulardan asla geri kalmaz. İşte bir aile içinde çocuk da böyledir. O, evinin, cemiyetinin, milletinin, ümmetinin, anasının, babasının gülüdür, çiçeğidir, lâlesidir, fidanıdır, bülbülüdür. Bu sebepledir ki, herkes göz nuru, kalbin sürûru olan çocuk sahibi olmayı ister. Evinde bu bülbüllerin şakırdamasını, bu kuşların cıvıldamasını arzu eder ve bu nimetten hisseyap olmasını talep eder. Bu fıtrî bir duygudur.
Bütün varlıkların ve hususen bütün varlıkların kendisine hizmetkar kılındığı insan, çoğalmayı, cıvıl cıvıl olmayı temenni eder. Bu duygu Allah tarafından bütün varlıkların tabiatında yaratılmıştır. Bu sebeple Müslümanm hayatında şu dua çok önemlidir. "(Ve o kullar): Rabbimiz! Bİze gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takva sahiplerine önder kıl! derler."[996] Bu âyette geçen "min" harfinin beyâniyye (açıklama) veya ibtidaiyye (başlangıç) için olduğu düşünülürse, bu \akdirde iki mana söz konusudur. Birincisi, "bizlere gözlerimizi aydınlatacak eşler ve zürriyetler ver" demek; İkincisi, "eşlerimiz ve zürriyetler imiz sebebiyle bizlere gözümüzü aydınlatacak nimetler, mutluluklar ver", demektir.[997] Aslında her iki manada neticede aynı gayeyi ifade etmektedir. Gözleri aydınlatacak eşler ve çocuklar, mutluluk ve huzuru temin edecek nimetlerin elde edilmesine bir sebeptir. Gözlerin aydınlığından maksat, sevinç ve saadete eriştirecek nimetlerdir.
Dünya hayatının süs ve nimetlerinden faydalanmayı îslam yasaklamaz. Ama onlara verilen değer, inancının doğrultusunda olmalıdır. İnanan insanın, bunların geçici ve bir gün solacağını, yok olup gideceğini ve asıl sürekliliği olan işin saüh amel olduğunun biiincinde olması gerekir. Silinmeyecek, solmayacak ve devamlılığı olan zinetin, yararlı ve imanla bütünleşen işler olduğunu, hiçbir zaman hatırından çıkarmamak, Müslümanın temel görevidir.
Müslüman, amelini şu âyetin ışığında tanzim etmek ve bu ilahî mesajda anlatılan espriyi kavrayarak dünya hayatını buna göre düzenlemek durumundadır. O, geçici ve fani olan nimetlerle ebedî nimetleri kazanmak için ömür sermayesini harcamakta olduğunun bilincinde olmalıdır. Sunacağımız âyet bunu çok güzel bir şekilde ifade etmektedir. "Mai (servet) ve oğullar, dünya hayatının süsüdür; ölümsüz olan iyi işler ve Rabbinin nez-dinde hem sevapça, hem de ümit bağlamaya daha layıktır." [998]
Gözü aydınlatacak çocuklar arzu etmek, derin bir imandan gelen fıtrî bir duygu olduğunu söyleyen Seyyid Kutup, Allah'a ulaşan yolcuların çoğalma arzusu fıtrî bir arzudur. Bu yolda gidenlerin öncelikle aynı nesiller ve eşler olması da, bir başka fıtrî istektir. Yakınlarının aynı yola gitmesi, sorumluluk itibariyle kişilerin mesul oldukları ilk emanet olmalarındandır, demektedir.[999] Bu konuda İbrahim (a.s) m Müslüman bir ümmet talebi dikkate şayandır. "Ey Rabbimiz! Bizi, sana boyun eğenlerden kıl, neslimizden de sana itaat eden bir ümmet çıkar.." (Bakara, 2/128). Zekeriyya (a.s) m hayırlı bir nesil istemesini bu konuda zikredebiliriz. "Orada Zekeriyya, Rab-bine dua etti: Rabbİm! Bana tarafından hayırlı bir nesil bağışla, dedi..." (ÂI-İ Imran, 3/38)
Mutluluk ve göz aydınlığının kaynağı olan çocuklar, aynı zamanda kişinin neslini de devam ettirir. İslam, bize çocuk sahibi olmamızı söyler, fakat onların iyi ve doğru yetiştirilmeleri gerektiği hususunda ısrarla durur. Bu £|a çok ciddi bir meseledir. Doğru, sağlam nesiller yetiştirmek, İslam'da nikahın Özelliklerinden birisidir. Müslümanlar, çocuğun Allah'ın bir hediyesi olduğuna inanırlar.[1000]
Çocuk aynı zamanda aile ve toplum için bir değerdir. Küçük yaştan itibaren çalışmaya başlarlar, aile ve toplumun bütçesine katkıda bulunurlar. Çocuklar aynı zamanda anne-baba için hastalıkta, yaşlılıkta ve işsiz kalmaları durumunda tabiî bir güvence duygusu da vermektedir. Çocuk sahibi olmak, anne ve babaya bu duyguyu tattırdığı için bir saadet kaynağıdır. Mal, mülk, servet, İtibar ve haysiyeti korumak gibi değerler, ileride güçlü ve kuvvetli bilgi ve kültürlü olarak hayata atılacak çocuklarla mümkündür. Bunun içindir ki, bu nimeti iyi koruyan, kollayan, israf etmeden onu toplum ve milletin hizmetine ve istifadesine sunan milletler, her yönden yükselmişler ve yücelmişlerdir. Bu nimetin kıymetini takdir edemeyenler ise, kuru ve boş kalabalıktan başka avunur tarafları olmamış, üstelik vatanları, bağımsızlıkları, inançları, kültürleri, gelenek ve görenekleri hep tehdit altında kalmıştır. Dünyada bunun örnekleri sayılmayacak kadar çoktur. [1001]
Akraba deyince, soyca veya evlenmek suretiyle yakın olanlardan her biri anlaşılmaktadır. îlk önce bir tek insan yaratılmış ve bütün insanlık da ondan üreyip yeryüzüne yayılmıştır. Bu tek insanın Hz. Âdem olduğunu Kur'ân şöyle bildirmektedir. "Sizi bir tek candan (Âdem'den) yaratan, ondan da yanında huzur bulsun diye eşini (Havva'yı) yaratan O'dur..." (Kur'ân-ı Kerim, A'raf, 7/189). O bütün insanların kendisinden türetildiği ilk insandır. Nisa Sûresinde ise bu durum daha geniş olarak ifade edilmektedir. " Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden bir çok erkekler ve kadınlar üretip yayan Rabbinizden sakının. Adını Kullanarak birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık haklarına riayetsizlikten sakının." (Nisa, 4/1)
Âyette, İnsan hayatının ilk başlangıcının tek bir insanın yaratılmasıyla meydana geldiğinden ve o insandan eşinin yaratılıp ilk ailenin oluşmasından ve bu çekirdek aileden birçok erkekler ve kadınların üretilip yayıldığından bahsedilmektedir. Ayrıca akrabalardan, akrabalık bağlarından söz edilmektedir ki, bu, akrabalık unsurunun önemine ve iyi korunması gerektiğine dair bir işarettir.[1002]
Merhum Seyyid Kutub'un dediği gibi, Allah Teâlâ isteseydi hayatın ilk basamaklarında birçok kadınlar ve erkekler yaratır ve çiftleştirirdi. Böylece hayatın ilk başlangıcında muhtelif aileler meydana gelirdi. Fakat aralarında hayati prensiplerden birini teşkil eden akrabalık bağları bulunmazdı. Ancak Allah, aradaki bağları kat kat fazlalaştırmak istedi. Bu yüzden rubûbiyet bağı ile başladı ki, bu asıldır ve bağların ilkidir. Sonra da akrabalık bağını ele aldı. Bir tek tabiattan, bir tek fıtrattan, bu ilk aileden, birçok erkek ve kadınlar türemiş ve çoğalmıştır.[1003]
îslam, hem aile yapısını arızasız ayakta tutmak, hem sosyal bünyeyi güçlendirmek amacıyla akrabalık bağlarına önem verir. Aslında bu iki yapıyı ayakta tutan ana kolonlardan biri de budur. Peygamber Efendimiz bu hususta bazı dikkat çekici benzetmelerde bulunarak akrabalığı, sıkı biçimde birbirine bağlanmış bir ağacın köklerini hatırlatıp misal vermiştir. Ayrıca akrabalar arasındaki yakın ilgiye, rahmet kökünden gelen "Stla-i Rahm" demiş ve böylece konunun dindeki yerini en duyarlı biçimde göstermiştir.[1004] Akrabaları ziyaret ve onlarla irtibat kurma hususuna işaret eden hadisler, bu müessesenin çok Önemli, canlı ve diri tutulmasının gerekli olduğunu göstermektedir.
"Rahim (akrabalarla ilişkiyi sürdürmek) Arşa asılıp şöyle der: Beni gözeteni Allah gözetsin, beni terk edeni Allah terk etsin."[1005] Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: "Ben Rahmanım, o rahimdir. Ben ona ismimden bir isim ürettim. Bundan dolayı onunla ilgilenen, akrabalarla İlişkisini sürdüren ve iyilik yapana ihsanda bulunurum, akrabalarla ilişkisini keseni de mahrum ederim."[1006]
Gazali, servet, mevki ve akraba gibi nimetleri harici nimetlerden saymaktadır. Ayrıca harici nimetler olmayınca, bazen dahilî nimetlerin (hidayet, rüşd vs.) arızaya uğrayabileceğini belirtmektedir. Haricî nimetlerin, kişiyi menziline ulaştıracak kanatlar ve maksadı kolaylaştıracak âletler gibi olduğunu ifade eder.[1007]
Bir insan ne kadar evlat ve mala sahip olursa olsun akrabasından, onların maddî ve manevî imkanları ile onu müdafaa etmesinden kendisini müstağni sayamaz. Akrabalar her yönüyle onu, diğer insanlardan daha fazla koruyucu ve savunucudurlar. Kişi zorluklarla, sıkıntılarla karşılaştığında veya basma bir belâ, musibet geldiğinde İlk Önce ona acıyan ve koşan akrabalarıdır. Akraba, bir bakıma insanın gören gözleri, tutan elleri, yürüyen ayaklarıdır. Bu yüzden akrabalık ve buna bağlı olarak "sıla-ı rahim" in em- . redilmesi, Allah'ın kullarına bir lütfü ve ihsanıdır ve bir rahmetidir, [1008]
Kâinatta hiçbir varlık tek başına yaşayamaz. Bütün varlıkların, kendi aralarında ilâhî fıtratın gereği, bir birlikteliği mevcuttur. Aralarında ünsiyet ve yardımlaşmaları inşam şaşırtacak niteliktedir. Mükemmel, mükellef ve mesuliyet gibi kavramlar üçlüsünün doğrudan muhatabı olan insan, elbette bireysel olarak hayatını idame ettiremez. Bütün varlıkların sahibi ve yaratıcısı olan Allah, insanı bu noktada yalnız bırakmamış ve ilk insanı yarattıktan sonra hemen ona ülfet, muhabbet ve ünsiyet temin edecek olan eşi-:;.;. ni yaratmıştır. Ve o iki şahıstan çoğalan insanlar, aileler ve akrabalık mües-'.!' seseleri kurmuşlardır ki, bu Allah Teâlâ'nın bir İhsanıdır. Bu açıdan akraba-'1 lar da insanın kolu kanadıdır. Kişinin derdini, tasasını, üzüntüsünü, mutluluğunu, huzur ve refahını öncelikle paylaşanlar akrabalardır. Başa gelen musibet ve felaketlerden dolayı insana ilk önce acıyan, arka çıkan, destekleyen ve korumak isteyen ve her türlü maddî ve manevî yardımlarla onu yalnız bırakmayan yine akrabalardır. Bu açıdan akrabalık bağlarının kuvvetli ve sağlam tutulması, İslam'ın Önem verdiği bir husustur. [1009]
Genç, yaşlı olmayan, henüz yeni yetişmiş kimse demektir. Gençlik ise, genç olmak hali, tazelik anlamlarına gelir.[1010]
Gençlik çağı, insanın ferdî hayatında, ömrünün baharıdır, ümitlerin ve arzuların yeşerip çiçeklendiği bir dönemdir. Millet hayatında da gençlik hasretle gözlenen semereli bir İstikbalin ümit kaynağıdır. Milletin bekası ve ilerlemesi için gerekli zeka ışığı, gönül zenginliği, duygu asaleti ve beden kuvveti gençlerde aranır.[1011]
Genç adam güç, kuvvet ve zekanın fidanıdır. Terbiye ve ıslah edildiği takdirde, zorlukları yenen bir Heraklit, gönüllere aydınlık ve dünyaya ni-£am va'deden bir dimağ olabilir. Cemiyet bir kristal kap, gençler de onun içinde tıpkı her hangi bir sıvı gibidirler; onun renk ve şeklini alır, onunla görünürler.[1012]
"Terbiye ile imdadına koşulacağı ana kadar genç yetiştiği çevre, heves ve zevkin pervanesi, ilim, basiret ve mantığın uzaklarında dolaşan bir deli ve kanlıdır," diyen Gülen, geçmişiyle bütünleştirip geleceğe hazırlayacak terbiye verildiği takdirde gencin, millî duygu ve düşünceyi temsil eden bir delikanlı olacağını söylemektedir.
Genç insan, ferdiyetçi olmaktan ziyade toplumcudur. Bencil değildir. Milletin dertleri ile ilgilenmeyi arzu eder. îster dini, ister dünyevî olsun, ferdiyetçi ve bencil gayretler ona pek dar gelecek ve himmetlerinin yüksekliğini tatmin etmekten çok uzak görecektir. Bu takdirde ruhların geniş ufuklarını dolduran dünyaya ve insanlara açılma arzulan, onları başka ideallere yöneltecektir. Bir tarafıyla "deliliğin bir nev'i" olan gençlik, tecrübesizliğinden ve hasbiliğinden istifade etmek isteyen nice batıl emellerin hırslarına hedef teşkil etmektedir. Kâh bir idoloji onun beynini yıkar, kâh aydınların afyonu bir doktirin onun hayal alemine saldırır, kâh bir hamiyet davası onu tüketince-ye kadar harcar, kâh dimağını ve kalbini dünya şehvetleriyle karartıp sön-dürmk isteyen bir sefahat tellalı onu aldatır. Kısacası genç adam, her taraftan kurulmuş tuzakların baskısı altındadır. Kapana yakalanmaması için genç adamın uyanık ve ferasetli olması, millî ve manevî değerlerle bezenmesi gerekmektedir. Aksi takdirde kurulan tuzaklara takılması an meselesidir.
Bir milletin yükselip alçalması, o millet içindeki genç kuşakların alacakları ruh ve şuura, görecekleri talim ve terbiyeye bağlı olduğunu söyleyen Fethullah Gülen, gençleri iyi yetiştirilmiş milletler, her zaman yükselmeye namzet olmalarına karşılık, onları ihmal etmiş milletlerin bir adım İlerlemelerine dahi imkan yoktur, demektedir. Ona göre, bir milletin hakkında kehanette bulunmak isteyenler, o milletin gençlerine verilen terbiyeye bak-salar, hükümlerinde yüzde yüz isabet ederler.
Gençlik her milletin ve toplumun övünç, kuvvet, ümit ve arzu menba-ıdır. Her sahada, ülkesinin ve milletinin kalkınmasında ve yükselmesinde lokomotif vazifesi görür. Her türlü savunma ve taarruz hareketlerinde en önde yer alan, uçak sırtlarında, denizlerin dalgaları arasında boğuşa boğu-şa bütün enerjisini dini, milleti ve ülkesi adına hiç gözünü kırpmadan tüketen gençlerdir. İstiklal, bağımsızlık, kurtuluş hareketleri gençlerin omuzlarında yümselmekte ve kazanılmaktadır. Bu sebeple gençliğe önem vermek, güzel terbiye etmek, bir milletin en önemli vazifesidir. Genç nesillere değer veren her millet, yükselmiş, onları ihmal edenler ise bunun fatursını ağır bir şekilde ödemişlerdir. Devletin ve milletin ayakta kalması, dinin muhafazası ve ncşv-ü nema bulması en başta gençlerin enerjisi ve aksiyonları sayesinde olur.
En aktif faaliyetler, genç yaşlarda olmaktadır. Hicret esnasında Resûlul-lah (s.a.v) in yatağında hiç tereddüt etmeden kendini fedaya hazır bir şekilde metanet ve cesaretle bekleyen Hz. Ali idi. Sahabenin büyükleri arasından seçilip orduya komutan tayin edilen Üsâme b. Zeyd, Kuzey Afrika'nın fatihi Ukbe b. Nafı', Peygamber (s.a.v) in müjdesine nail olan ve İstanbul'u fetheden Fatih Sultan genç delikanlı idiler. Bütün bu misaller gösteriyor ki, gençlik dönemleri muazzam bir aktİvite yıllarıdır ve büyük bir nimettir.
Gençlik, Allah'a şükrü gerektiren önemli bir lütuf ve ihsandır. Bu nimetin nasıl ve ne uğurda harcandığı konusunda herkesin sorguya çekileceğini Peygamberimiz (s.a.v) şu mübarek sözleri ile beyan buyurmuşlardır. "İnsanoğlu kıyamet gününde dört şeyden sorulmadıkça ayağını yerinden ki-mıldatamaz. Birincisi, ömrünü nerede tükettiği, ikincisi, gençliğini hangi yolda harcadığı..."[1013] insanoğlu böylece umumi olarak ömründen, husûsi olarak gençliğinden sorguya çekilecektir. Çünkü gençlik, çocukluk ve ihtiyarlık denilen iki zayıflık dönemi arasında, Allah Teâlâ'nm insana ikram ettiği kuvvetlilik ve hareketlilik dönemidir, (bkz. Rûm, 30/ 54)
Ashab-ı Kehf, Rablerine inanmış birkaç genç idi. Allah, onların hidayetlerini artırmıştı. Onlar burhan ve delile tabi olan, gerçeği araştıran kimselerdi. Kör taklitle: "gelenektir veya toplum böyle istiyor, şartlar bunu gerek-tiriyor"diye hakikatten sarf-ı nazar etmediler ve taviz vermediler. Hakkın hatırının, her hatırdan üstün olduğunu düşündüler. Açık kalpliliğin, riya-sızhğm kahramanı oldular. O gençler bedenen kuvvetli oldukları gibi, iman yönünden ise daha da kuvvetli idiler. Çevreleri onlara inandıkları şekilde yaşama imkanı vermeyince, hakikati haykirarak oradan hicret etmekten başka çareleri kalmamıştı. Uzleti, hayatın rahat ve refahına tercih ederek tam bir teslimiyetle mağaraya girdiler.[1014] Gençliğin hakkını verdiler, onurunu kurtardılar, şükrünü ifa ettiler.249
Allah Teâlâ, kıyamete kadar sürecek olan risaletini tevdi ettiği son eiçisi Muhammed (a.s) i gençliğin kemal çağında resul yapmış, ebedî mesajını onun lisaniyle göndermiş ve tarihî realite olarak uygulamasını onun hayatıyla göstermiştir. Onu ilk benimseyenler Hz. Ebu Bekir adındaki bir genç ile, Hz. Ali, Zeyd gibi çocuk denecek yaştaki gençlerdi. Tebliğin gizli yapıldığı üç yıllık devrede Müslümanların çoğu gençlerdi. İslam çağrısının yayılmasında bu gençlerin paylan olmuş, ekserisi şehid olarak dünya hayatına veda etmiştir.
Bütün bu açıklamalar gösteriyor ki, gençlik hem fert, hem iyi illet ve hem de davanın serpilip büyümesi için büyük bir sermayedir. Her Hareketin yücelmesinde, devamında ve muhafazasında gençlerin etkisi ve gücü oldukça Önemli ve zaruridir, ihmal edildiği veya kötü yönlerde harcandığı takdirde telâfisi mümkün olmayan bu servetin, kıymetini bilmek ve onu, bu nimeti veren yüce kudretin iradesi doğrultusunda harcamak, her insanın görevi-dir. Bu nimete karşı yapılacak nankörlük, ferdin, milletlerin ve devletlerin yıkımını, buhranını hazırlayan önemli bir faktördür.
Bîr milletin düzelmesine, kötüleri yok etmekle değil, nesilleri milli kültür ve milli terbiye ile yetiştirerek, insanlığa yükselterek hizmet edilmelidir. Din ve tarih şuuru, gelenekler ve göreneklerin birleşiminden ibaret mukaddes bir tohumu, ülkenin dört bir yanında çimlendirdikten sonra, yok edilen her kötülüğün yerine birkaç tane yenisi bitecektir.[1015]
Hayatın en verimli, bereketli ve zinde çağını bize ihsan eden yüce Allah'tır. O halde bu dönemi iyi değerlendirerek bu gençlik nimetini, Allah Teâlâ'nm emri doğrultusunda harcayarak, hem dünya ve hem de âhiret saadetini temin etmek için kullanmak gerekir.
Önceki nesillerin, gençlerin kabiliyetlerini geliştirecek her türlü imkanı seferber etmeleri, onlara kaliteli bir eğitim ve öğretim vermiş olmaları gerekir. Küçüklüğünden itibaren ona öğretilecek en mühim şey, yaradılışımızın gayesi olacaktır. Önceki nesle düşen işlerden biri de, gençlerin hayatlarına dikkat etmek, onlara anladıkları lisanla hitap etmeyi bilmektir. Gençlerin içinde bulundukları dinî, iktisadî, içtimaî, psikolojik ve kültürel prop-lemlerin çözümleri için, tecrübeli nesillerin öğütlerinden çok, ihtimamlarını beklemektedirler.[1016]
Genç insan, muhtaç olduğu her sahada, tevhid gençliğinin gerçekleştirdiği ideali sergileyen ve Kur'an'da ebedîleşen canlı Örnekler bulabilecektir. Kur'ân'm bu manzaraları, dünyanın ufuklarında niçin temaşa ettirdiğini böylece daha iyi anlayacağız.
Kur'ân-ı Kerim, Hz İbrahim (a.s) ı, ilkin ferdi bir kurtuluş tefekkürünün çilesini çeken gence Örnek göstermektedir. Henüz çocuk denecek yaştaki genç İbrahim, gök ve yer hayatının gerçek mahiyetini öğrenmeye yönelir. Müşrik milletine, yıldızlara tapılmayacağım, onların da fani olduğunu anlatır. "Fanilere bağlanmam" (bkz. En'am, 6/74-81) der. Kur'ân onun babası, ailesi, din adamları ve çevresindekilerle her neviden insanla diyaloglarını, tebliğ ve tartışmalarını nakleder, (bkz. Enbiyâ, 21/51-73). îbrahim(a.s) bütün bu mücadelelerden sonra ailesini, yurdunu, milletini terk edip Rab-bine hicret eder. Kutlu beldede saadet ve berekete nail olur, tek İken bir millet olur. Tevhidin atası İbrahim olur.[1017]
Israiloğulları Mısır'da, Firavun'un zulmü altında inliyordu. Zillet vergisi ödüyor ve angaryaya koşuluyorlardı. Firavun, erkek çocuklarına hayat hakkı vermeyerek, kızları hayatta bırakma hayasızlığına kadar işi ileri götürmüştü. Firavun, onları grup grup bölerek hakimiyetini devam ettiriyordu. Allah, Hz. Musa'yı peygamber yaparak, onun lisaniyle insanları hak yola çağırdı. Şirke, sömürgecilere, zulme ve ahlaksızlığa karşı koymalarını istedi. Bu çağrı sadece gençlerde yankı uyandırdı, inançlarını sadece gençler açığa vurdular. Babalar nesli de, hakka içlerinden inandıkları halde, işlerinin aksamaması veya işkence korkusu gibi sebepler yüzünden geri durmuşlardı. «[1018]
Kur'ân'nın gençlere gösterdiği bir başka örnek Hz Yusuf'tur. Yusuf (a.s) in iffeti, namus anlayışı, vezirinin hanımına karşı sabır ve metanetle yüz vermemesi, aşkı, serveti ve rahatı reddetmesi ve neticede zindana girmesini Kur'ân, ısrarla anlatır. Yusuf'un iffet kahramanı olduğuna işaret eder. Kaldığı hapishaneyi iman mektebine çeviren yine bu genç Yusuf'du.[1019]
Bu izahların ışığında şunu diyebiliriz. Gençlik, büyük bir nimettir. Zulüm, baskı, haksızlık gibi insan onuruna, şahsiyetine ve şerefine yakışmayan bütün kötülüklerin karşısına dikilen gençlerdir. Cesaretle, metanetle ve korkusuzca davalarını açığa çıkaran yine gençlerdir. Gençler, bir ülkenin dinî, millî, iktisâdi ve içtimâi varlığının temel taşıdır. Bu temel taşı, her türlü haricî ve dahilî etkenlere karşı korumak, onların aşınmasını önlemek bir milletin ayakta kalmasının temel şartıdır. Milleti millet yapan güç budur. [1020]
Sağlık, vücudun hiçbir hastalığının olmaması hali.[1021] Sağlık tabiri ile ruhî, fizikî, psikolojik ve kısacası, maddî ve manevî insanın sağlığını ilgilendiren bütün hususları kastetmekteyiz, insan biyolojik, fizyolojik ve ruhi yönden bir bütünlük içindedir. Dolayısıyla ruhî yönden hasta olunca bu durum, fizikî yönüne, fizikî yönden rahatsız olunca da ruhî cihetine tesir edecektir. Bu sebeple biz, bu bütünlüğü nazar-ı itibara alarak insanın sağlığını tek yönlü düşünmemekteyiz.
Sağlık, Allah Teâlâ'mn verdiği en önemli nimetlerden biridir. Zira sap lık, insanın her şeyidir. Sağlığı bozuk olan kimse, hiçbir sahada başarı sağ-layamayacağı gibi, Allah'a karşı yapmakla sorumlu olduğu ibadetlerini de yerine getiremez, ailesi ve içinde yaşadığı cemiyetle gerektiği şekilde ilgile. nemez. Bu sebepledir ki islam Dini, sağlığa büyük önem vererek insana kendi sağlığını muhafaza etme görevini verdiği gibi, aile ve çevresinin ve hatta içinde yaşadığı topiumun sağlığını korumakla da onu mesul tutmuştur. Çocuğun dinî terbiyesi ve eğitimi kadar, sağlığı ile de ilgilenilmesi hususunda anne ve babaya, topluma ve hatta devlete de sorumluluk yüklemiştir. Dinimiz, sağlık için lüzumlu olan temizliği ibadetin temel şartlarından saymıştır. Bedenin, elbisenin ve namaz kılınacak yerin temiz olması gerektiğini ve temiz olmadan kılınacak namazın sahih olamayacağını bildirmiştir. Sağlığın korunmasını şart koşan dinimiz, "Temizlik imanın yansıdır" ilkesini getirerek sağlığın en temel prensibini ortaya koymuştur. Çünkü sağlıklı olmak, ancak temizlikle sağlanır, ibrahim Canan'ın şu değerlendirmesi konumuza daha da ışık tutacaktır.
"Sıhhat, fiillerin selâmette olduğu beden halidir. Afiyet, Allah'ın insana islam'dan sonra verdiği en efdal nimettir. Zira insan, onsuz ne iyi bir tasarrufta bulunabilir, ne de Rabbine İbadet edebilir. Sıhhat kadar ehemmiyet taşıyan başka bir şey yoktur. Kişi, bunun kıymetini bilip şükrünü eda etmeli, nankör olmamalıdır." [1022]
Sıhhatin bir nimet olduğunu ve insanların bunu doğru dürüst değerlendiremediğini Peygamberimiz (s.a.v) şöyle açıklamaktadır:"Iki nimet vardır ki, insanların çoğu, onları değerlendirme konusunda aldanmişlardır. Sıhhat ve boş vakit:"[1023] Yine başka hadislerinde, "Sıhhat ve boş vakit Allah'ın nimetlerinden iki nimettir."[1024] "Allah'tan afiyet isteyin. Bir kula afiyetten daha değerli bir şey verilmemiştir."[1025] "Allah'tan, afiyetten daha sevimli bir şey istenmemiştir."[1026] "Allah'tan afiyet isteyiniz. Zira hiçbir kimseye yakın (kendinde şüphe olmayan ilim) den sonra afiyetten daha hayırlı bir şey verilmemiştir"[1027] buyurarak, sıhhatin önemine ve onun büyük bir nimet oluşuna işarette bulunmuşlardır. Bütün bunlar, sağlık ve afiyetin ne kadar önemli olduğunu gösteren mühim delillerdir.
Bİze her konuda örnek olan Peygamberimiz, gerek yaşayışıyla, gerekse ilgili hadisleri ile sağlık açısından da-bİze en güzel örnek durumundadır. Yukarıda bir kaçım vermeye çalışdiğımz mübarek hadisler gibi sağlık alanda da o kadar çok beyanları vadır ki, hadis kitaplarında, bu konu için eI bölümler ayrılmıştır. Hatta bu sahada "Peygamberimizin Tıbbı"(Tıbb-ı Klpbevî) adıyla birçok müstakil eser yazılmıştır. Prof. Dr. Abdurrahma Çe'in bu konuduki değerlendirmesi konumuzun daha da aydınlanmasına vesile olacaktır:
"Bilindiği üzere tıb ilminin başlıca iki alam vardır. Bunlardan birisi koruyucu hekimliktir ki, hastalıkları önlemek ve kamu sağlığını korumak demektir. Diğeri de mevcut hastalıkları teşhis ve tedâvî etmek ve bunun için
«erekli araştırmaları yapmaktır. Bunlardan en etkili ve ekonomik olanı, e şüphesiz koruyucu hekimliktir. Peygamberimiz (s.a.v) in tipla ilgili hadislerinden çoğu, sağlığı koruma, yani koruyucu hekimlik alanındadır. Resûlül-lah (s.a.v), her şeyden önce, Müslümanlara, sıhhat şuuru aşılayarak, sağlığın kıymetinin bilinmesini istemi[1028] ve bunu sağlamanın yollarını da göstermiştir. Bunları ana hatları ile özetlersek, temizlik ve düzenli bir hayat, yiyip içmede itidal, yani ölçülü ve dengeli beslenme, sağlığa zararlı şeylerdan sakınmak ve bulaşıcı hastalıklardan uzak durmaktır."[1029]
Abdurrahman Çetin, çağımız tıbbının bunca gelişmesine rağmen "koruyucu hekimlik" alanını çok az bir zaman önce keşfettiğini ve bu konuda gerekli çalışmaları başlatttığmı, İslam Peygamberi'nin ise, onbeş asır önce bu sahada önemli prensipler ortaya koyduğunu belirtmekte ve bunun, hem islam'ın ve hem de onun mübelliği Peygamber (s.a.v) in tıbba, sağlık ve afiyete ne kadar büyük önem verdiğini gösterdiğini ifade etmektedir 265 ki, bu tesbite katılmamak mümkün değildir.
Şu bilinen bir gerçektir ki, birçok hastalığın sebebi pisliktir. Bu sebeple Peygamberimiz, öncelikle temizlik üzerinde durmuş ve bunu vurgulamak için de "Temizlik imanın yarısıdır."(Müslim, es-Sahih, Tahare, 1; Tirmizî, es-Sünen, Daavât, 86) buyurmuştur. O gusletmeyi gerektiren sebepler olmasa dahi, haftada en az bir defa bütün vücudun yıkanmasını emretmiştir. (Müslim,es-Sahih,Cuma, 1). Uykudan kalkınca, yemekten önce ve sonra ellerin yıkanmasını, tırnakların kesilmesini, küçük ve büyük abdesten sonra temizlenmeyi, sünnet olmayı ve sık sık ağız ve burun temizliğini emretmiştir. Bütün bunlara gerektiğinde gusletmeyi ve beş vakit İçin alınması gereken abdesti de ilave edersek; onun vücut temizliğine verdiği önemi anlamış oluruz.[1030]
Sağlıklı olabilmek için, temizlikten sonra en önemli konu dengeli beslenmedir. Allah Resulü, "Kuvvetli mü'min, zayıf mü'minden hayırlı ve A] lah katında daha sevimlidir." (MüsHm,es-Sahih, Kader, 34; İbn Mace, es-Sü nen, Zühd, 14) buyurarak bu konuya gereken önemin verilmesine işaret etmiştir. Ancak yiyip içmede aşırı gitmekten sakınmamızı emretmiş ve az yemeyi tavsiye etmişitr. İnsan sağlığını bozan etkenlerden biri de, zararlı yiyecek ve içeceklerdir ki, bunların başında alkollü içkiler gelir. Bu sebepledir ki her türlü alkollü içkiler ve uyuşturucu Özelliği
olan her çeşit maddeler haram kılınmıştı.[1031]
Her türlü pislikten ve insan vücuduna zararlı olan her türlü mikroplardan insanın korunması, yukarıda belirtilen tavsiyelere uyması ile mümkündür. Bu prensiplere uymak bir bakıma vücudu çeşitli mikroplara karşı korumak maksadıyla yapılan aşılara benzer. Bu konuda vereceğimiz şu misal, bir gerçeği vurgulamakta ve bu husutaki İslam'ın emir ve tavsiyelerinin mükemmelliğini göstermektedir. UNICEF'in programlarını görmek, tetkik etmek ve incelemelerde bulunmak için Türkiye'ye gelen UNICEF genel başkanı yardımcısı Tazie Vittachi, hastalığa yakalanmamak için temizliğin birinci şart olduğunu söylemiş ve "en etkili aşı, el yıkamaktır" diyerek'el yıkamanın ehemmiyetini bildirmiştir.[1032] Bu gerçeği iki cihanın peygamberi onbeş asır önce söylemiştir. Buna göre diyebiliriz ki, Hz. Muhammed bugünkü tıbbın en Önemli kolu olan "koruyucu hekimliğin" öncülerindendir.
Resûlüllah (s.a.v) in tedavi olmaya teşvik edici beyanları da çoktur. Şahsî fiilleri meyanmda ilaç almak, doktor çağırmak, kan aldırmak, rukye yapmak gibi tıbbî ameliyenin hemen her çeşidi mevcuttur. Bazı kitaplarda "ilim ikidir, biri beden ilmi, diğeri din ilmi" buyurduğu rivayet edilmiştir. Zehebi (ö.748/1347) bu sözün imam Şafiî merhuma ait olduğunu belirtir. Bazı araştırmacılar, Kur'ân'da kırktan fazla âyetin tıbba müteallik olduğunu tesbit etmişlerdir. İslam'ın verdiği dersle Şafiî hazretleri: "İki sınıf vardır ki, insanlar onlardan müstağni kalamazlar. Âlimler ve tabipler. Âlimler dinleri, tabipler bedenleri için vardır" der. Şafiî Hazretleri, tıp sahasında Müslümanların, öncülüğü Yahudi ve Hıristiyanlar a kaptırdığından hayıflanmış ve böylece ilmin üçte birini, onların lehine zayi ettiklerini söylemiştir. İkinci hicrî asırda söylenen bu söz, maalesef günümüzde de hala geçerlidir.[1033]
Bugün tıp sahasında baş döndürücü bir gelişme yaşanmaktadır. Gerek tedavi alanında ve gerekse tıp ilminin diğer sahalarında kullanılan araç ve gereçlerin üretiminde, Yahudi ve Hıristiyan dünyası yine öncüdür. Bilgi çana doğru dünyamız hı^.lı adımlarla ilerlerken, bu sahada Müslümanların poz doldurucu bir etkinliğinden ve ağırlığından bahsetmek oldukça zor görünmektedir. Çağımızın gelişmişlik ölçüsü, tıbbî ve askerî alanlarda kullanılan cihaz ve silahların buluş ve keşfi ile değerlendirilmektedir. Bunda da başı çeken Yahudi ve Hıristiyan'lardır. Dünyada söz ve itibar sahibi olmak, bu sahada onları geride bırakan çalışmalar yapmaya bağlıdır. Nitekim öyle de olmaktadır. Allah Resulü "Allah bir hastalık göndermişse, onunun şifasını yaratmıştır"[1034] buyurmuşlardır. Başka bir hadiste Efendimiz,
"Allah Teâlâ her ne hastalık indirmişse onun devasını da indirmiştir. Ancak tek bir hastalığın ilacı yoktur." Kendisine: "O hangi hastalıktır?" diye sorulunca o "ihtiyarlıktır" cevabını vermiştir.[1035] "Tıp dünyasında ve ilme teşvik babında, bugüne kadar söylenmiş sözler arasında en cami ve en şümullü ifade, Allah Resulünün bu sözleri olsa gerektir"[1036] diyen Fethullah Gülen'in görüşüne katılmamak mümkün değildir.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Efendimiz'in bizzat tıpla ve bilhassa "koruyucu hekimlik" denen hijyenle ilgili olarak söylediği sözler, bugün daha da iyi anlaşılmaktadır. Tıbbın büyük bir bölümünü bu koruyucu hekimlik teşkil eder ve etmelidir de. Çünkü esas olan, ortaya çıkan arızayı tedâvî değil, kişiyi hasta olmaktan korumaktır ve bu husus daha da kolaydır. Hasta olduktan sonra tedâvî ise gayet zor, müşkil ve pahalıdır. Onun içindir ki Efendimiz, her şeyden önce bu hususa ehemmiyet vermiş ve tıbbî tavsiyelerinin çoğunu koruyucu hekimlik üzerinde merkezleştirmİştir.[1037]
Sıhhat ve afiyet her işin başında gelir. Onlar olmadan ne dünyalık, ne âhiret kazanılır. Allah'ın bize en büyük ihsanı olan sıhhatimizin kıymetini bilmek ve bu nimeti Allah'ın rızası dışında harcayarak nankörlük etmemek en başta gelen vazifemizdir. [1038]
Gök denilince, yeryüzünün üzerini kubbe gibi kaplayan boşluk, gökyüzü denilince de, mavi bir kubbe gibi yeryüzünü çevreleyen sonsuz boşluk akla gelmektedir. Gök cisimlerinin durumlarını, hareketlerini ve birbirlerine olan uzaklıklarını, fizikî ve kimyevî açıdan yapılarım inceleyen bilim anlamındaki "astronomi", bizim konumuzun dışındadır. Yani biz, gökyüzü tabiri ile, astronominin alanına girmek istemiyoruz. Bu saha, hem bizim alanımız değil ve hem de konumuzla alakalı değildir. Biz, daha ziyade gökyüzünü, maddî ve manevî rızkın ve nimetin kaynağı olarak ele alıp değerlendireceğiz.
Kur'ân-ı Kerim'de gök anlamına yeleri "semâ" kelimesi 120 gökler anlamına çoğul olarak gelen "semâvât" kelimesi jse 190 yerde geçmektedir.[1039] Semâ kelimesi, müzekker vf. müennes olarak da kullanılır. Çoğulu "semâvât ve "esmiye" dir. Üzerinde olan ve seni gölgelendiren her şeye "semâ" denir. Semâ, yükseklik, yücelik manalarmada gelir. Bu yüzden evin tavanına da "semâ" denilir.[1040] Semâ kelimesinin Kur'ân'da bu kadar çok geçmesi, semânın varlık alemindeki önemini göstermektedir.
Gök denilince ne kastedilirse edilsin, bütün gözler, sınırları bilinmeyen milyonlarca semavî cismin içinde yüzdüğü, birbirleriyle karşılaşmadığı, hiçbirinin diğeri İle çarpışmadığı akıllan durduran korkunç feza boşluğuna dikilmektedir. Zaman zaman gökyüzündeki cisimlerin sayısı milyarlara ulaşır ki, her birisi bizim güneş sistemimizin de mensubu bulunduğu galaksi (Samanyolu) kümelerinin büyüklüğünde ve bizim Güneşİmiz'den binlerce defa daha büyük veya küçük varlıkları ihtiva etmektedir. Bütün bu yıldızlar ve gezegenler sistemi, feza boşluğunda korkunç hızla hareket etmektedirler. Ama hepsi de birbirinden uzak, birbirleriyle çarpışmadan ve karşı karşıya gelmeden boşlukta yüzen zerreler gibi akıp gitmektedirler. [1041]
Nitekim Kur'ân'da bu dengeye ve gezegenlerin seyrine şöyle işaret edilmektedir. "Göğü Allah yükseltti ve mizanı (dengeyi) O koydu" (Rah-man,55/7 ). "O geceyi, gündüzü, güneşi, ayı yaratandır. Her biri bir yörüngede yüzmektedirler." (Enbiyâ, 21/33) Allah Teâlâ'nın gök cisimlerini birbirine çarptırmadan, insanlığın başına düşürmeden kendi yörüngelerinde yüzdürmesi O'nun sonsuz kuvvet ve kudretine delalet etmesi kadar insanlık için de büyük bir nimettir. Ayrıca göğün direksiz olarak durması ve insanlığın basma düşmeyen bir tavan şeklinde yaratılması da ayrı bir nimettir. Sunacağımız şu âyetler bu konuyu dile getirmektedir.
"Görmekte olduğunuz gökleri direksiz olarak yükselten O'dur..."(Râd, 13/2), "Biz, gökyüzünü korunmuş bir tavan gibi yaptık. Onlar gökyüzünün âyetlerinden yüz çevirirler." (Enbiyâ, 21/32). "Korunmuş tavan" bir benzetmedir. Dünyayı saran atmosfer ve onun ötesindeki gök cisimleri, akılları hayrete düşürecek bir düzen ve bir denge içinde yaratılmıştır ve bu düzen korunmaktadır. Müfessirîere göre, burada inkarcıların yüz çevirdikleri ifade buyuruları "gökyüzünün âyetleri"n den maksat, her biri Allah'ın varlığı-insana bahşedilen nimetler ve kudretinin birer delili olan ay, güneş ve diğer gök cisimleridir.[1042]
Kâinat üzerindeki insanların ve bütün varlıkların muhtaç oldukları rı-ık besin, tahıl gibi nimetlerin oluşumuna, gökyüzünden gelen yağmur sebep olmaktadır. Sadece bu yönünü düşündüğümüzde gökyüzünün insanlıca ve tüm canlılara ne kadar hizmetkarlık yaptığını görür ve anlarız. Bu hususta Kur'ân'm beyanlarına kulak vermemiz meseleyi daha iyi anlamamıza yardımcı olacaktır.
"Size âyetlerini gösteren, sizin için gökten rızık indiren O'dur.." (Mü'min, 40/13). "O, gökten su indirendir. İşte biz her çeşit bitkiyi onunla bitirdik. O bitkiden de kendisinden üst üste binmiş taneler bitireceğimiz bir yeşillik; hurmanın tomurcuğundan sarkan salkımlar; üzüm bağları; bir kısmı birbirine benzeyen, bir kısmı da benzemeyen zeytin ve nar bahçeleri meydana getirdik." (En'am.,6/99). Öyle kudret ve rahmet ki, gökyüzünden su iniyor, insanlar ve hayvanlar gibi bitki ile gıdalanan her şeye rahmet oluyor. Kâinattaki her varlık bu rahmetle büyüyor, gelişiyor, besleniyor, gıda alıyor. Bu rahmet sayesinde çoğalıyor, medeniyet kuruyor, ilim ve irfan sahibi oluyor. Onsuz hiçbir varlığın hayatiyetini devam ettirmesi mümkün değildir. Fıtrat kanununu yüce Allah, böyle hazırlamıştır. Bir başka âyete göz atalım. "Gökten suyu indiren O'dur. Ondan hem size içecek vardır, hem de hayvanlarınızı otlatacağınız bitkilere. Allah, su sayesinde sizin için ekinler, zeytinler, hurmalar, üzümler ve diğer meyvelerin hepsinden bitirir. İşte bunlarda düşünen bir toplum için büyük bir ibret vardır" (Nahl, 16/10-11) Semâda, rızkın var olduğunu şu âyet ifade etmektedir. "Semada rızkınız ve size va'd edilen şeyler vardı." (Zâriyât, 51/22). Semada rızkınız, yağmur, sıcaklık vs. gibi rızık sebepleri ve size va'd edilen şeyler var yahut mukadder kılınmıştır. "(Onlar mı hayırlı) yoksa gökleri ve yeri yaratan, gökten size su indiren mi? O suyla, bir ağacını bile bitirmeye gücünüzün yetmediği güzel bahçeler bitirdik" (Nemi, 27/60). Âyette ifade edilen "size" tabiri öncelikle bu hizmetin insana sunulduğuna işaret ediyor. Elmalı, bu âyetin tefsirini şöyle yapar. "Bütün âlemin yaradılışı insanlar içindir denmezse de yukarıdan suyun indirilmesinde, yağmurun yağmasında, insanoğlunun hayat ve faydasının hedef ve gaye olduğu gerçeğinde şüphe yoktur. Su ile hayat arasındaki ilgiyi kuran ve bu sebeple hayatı meydana getirme hikmeti ile suyu indiren yüce Allah'tır." [1043]
Su ihtiyacımızın gökten inen su ile karşılandığına şu âyet işaret etmektedir. Ayrıca insanın gökten inen suyu bile tutacak, depolayacak gücünüı olmadığını âyet sarahaten belirtmektedir. "Biz, rüzgarları aşılayıcı olaral-gönderdik ve gökten bir su indirdik de onunla su ihtiyacınızı karşıladık-(Biz bunları yapmasaydık) siz onu (yeterli) suyu depolayamazdınız." (Hicr 15/22 ). Bu âyette gökten inen suİarın yer tabakalarında depo edildiği ve bunlardan insanlığın ihtiyacının karşılandığı beyan edilmektedir.
Kur'ân-ı Kerim'de göklerin ve yerin durumları çeşitli âyetlerde zikredilmiştir. Onun, gökleri ve yeri çokça zikretmesi, bunların kıymetlerinin büyüklüğüne ve bu ikisinde büyük ilâhî sırları ile yaratıkların akıl ve anlayışlarının yetişenieyeceği yüce hikmetlerin bulunduğuna delalet eder.[1044]
Râzî, göğün renginin insan gözüne faydalı bir şekilde yaratıldığını ve renklerin en faydalısı olduğunu belirterek şöyle demektedir: "Göğün rengi, göze uygun ve onu kuvvetlendiren renklerin en güçlülerindendir. Öyle ki, doktorlar gözü ağrıyan kimselere, mavi renge bakmalarını söylerler. Cenabı Allah, onun rengini, renklerin en faydalısı, şeklini ise, şekillerin en üstünü kılmıştır. Allah, göğü, dua edenlerin Kabesi kılmıştır. Buna göre eller, göğe doğru kalkar, yüzler ona çevrilir. Orası, nurların, saflığın, temizliğin, bozuk ve fesattan korunmanın yeridir."[1045]
Kısaca ifade etmek gerekirse, maddî, rızkımıza sebep olan yağmur nasıl gökten iniyorsa, manevî rızkımıza, feyzimize sebep olan Kur'ân ve ilim de gökten indirilmiştir, insanlığın hidâyetine vesile olan bütün ilâhî mesajların gökyüzünden geldiğini düşünürsek, gökyüzünün, Kur'ân'da neden bu kadar sıkça zikredildiğini kolayca anlamış oluruz. Maddî ve manevî bütün lütuflarm membai gökyüzüdür. Bu açıdan gökyüzü, bütün insanlık için muazzam bir rahmet ve nimettir. Allah'ın varlığma ve kudretine bir delil olan güneş, ay ve diğer gezegenler, gökyüzünde bulunmaktadır ki, bütün bunlar, maddî ve manevî açıdan Allah'ın insanlığın hizmetine sunduğu nimetlerdir. [1046]
Yeryuvarlağınm üstü. Dünyanın toprak ve sudan meydana gelen üst kısmı demek olan "yeryüzü"nü, dünyanın yapısını, geçirdiği değişiklikleri inceleyen bilim dalı olan Jeolojik açıdan ele alacak değiliz. Zira bu, hem branşımızın ve hem de konumuzun dışındadır. Kur'ân'da yeryüzü, "arz" kelimesi ile ifade edilmekte ve semanın karşılığı olarak zikredilmektedir. Çoğulu "eradun" gelir. Bu kelimenin Kur'ân'da çoğul, kipi yoktur. "En yukarıda, yüksekte olan şey", sema şeklinde tabir edildiği gibi, "arz" dan ise "en aşağısı" tabiri ile bahsedilir.[1047]
Kur'ân-ı Kerim'de "arz kelimesi 460 yerde geçmektedir.[1048] Arz kelimesinin bu kadar yoğun olarak geçmesi, başta insan olmak üzere, tüm varlıkların hayatında, yeryüzünün çok önem arz ettiğini ortaya koymaktadır. Hatta onsuz yaşam mümkün olmaz. "Kesin olarak insanlar için yeryüzünde âyetler vardır" âyetinde sarahaten beyan edildiği gibi, yeryüzünün dağlarında, ovalarında, denizlerinde, bitkilerinde, ormanlarında, madenlerinde ve canlılarında, Cenab-ı Allah'ın kudret ve azametine delalet eden alametler açıkça sergilenmiştir. İşte Kur'an bu alametleri görmeleri için zaman zaman yeryüzünden ve gökyüzünden bahsederek bütün insanlığa ışık tutmaktadır. Kur'ân, yeryüzünde ilâhî kudreti gösteren canlı ve tesirli delilleri, bıkmadan usanmadan çeşitli şekillerde anlatmaya devam etmektedir. Yeryüzünün varlığı ve içindeki hayatın devamı ve akışı başlı başına ilâhî sanatın inceliğini, büyüklüğünü ve eşsizliğini göstermektedir. Bu, yüce Allah'ın kudretinin ve varlığının en büyük delilidir.
İnsanın çok yakınında olan ve hayatını kendileriyle devam ettirme zorunda olduğu yakın çevre ve onun unsurlarıyla da Allah'ın varlığına ve kudretine deliller getirilmiştir. Yakın çevre unsurlarının başında toprak gelir. Toprağın ölümünden sonra diriltilmesi, insanın ölümünden sonra diril-tilmesine delil olmakla birlikte, onun, insanın hayat kaynağı olması, insan hayatının devamının toprağa sımsıkı bağlılığı Kur'ân'da sıkça tekrarlanır. Topraktan taneler çıkartan Allah, orada hurmalıklar, üzüm bağları var etmiş ve aralarında pınarlar fışkırtmıştır, (bkz. Yâsîn, 36/33-35). Yerin, yaratıkların oturmasına elverişli kılınması ve ayrıca yeryüzünün iyice yarılıp bitkilerin yetişmesine müsait hale getirilmesi de dikkate şayandır, (bkz. Nemi, 27/61; Abese, 80/26-32).
Toprağın, ölümünden sonra diriltilmesi, Allah'ın kudret eliyle olmaktadır. İnsan hayatının toprağa bağlı oluşu, onun ilk ve asıl maddesinin toprak oluşuyla yakından İlgilidir. İnsanoğlu, yaptığı araştırmalar sonunda, üzerinde yaşadığı ihtiyar kürenin dışında başka kürelerde henüz canlı toprağa rastlamış değildir. İnsan hayatının devamı, havaya, suya, ışığa, ısıya bağlı olduğu kadar toprağa daha çok bağlıdır. Çünkü bu unsurların hepsi bir bütün teşkil ederek hayatın devamını sağlamaktadırlar. Su, hava, ısı, ışık gibi unsurlar, toprağa hizmet eden, ona yardım eden unsurlar olup, ona hayatiyetini sağlamaktadırlar. Toprağa canlılığı ve hayatiyeti kazandıran ise inşa mn canlılığı ve hayatiyeti olmaktadır.[1049]
Yeryüzü, insanoğlu için bir beşik, bir döşek kılınmıştır. İnsan, hayatı boyu bu beşikte sallanmakta, bu döşekte yatmakta ve bu mekanda hayatını tamamlamaktadır. Acı, tatlı, sıkıntılı, mutlu, mutsuz, ağlaya sızlaya, güle oynaya bütün zamanlarını burada geçirmektedir. Allah Teâlâ, yeryüzünün bir döşek gibi insanın hizmetine sunmakla insanoğluna ne büyük bir lütufta bulunmuştur. Şu ilâhî beyan bunu anlatmaktadır. "Biz, yeryüzünü bir döşek, dağları da birer kazık yapmadık mı?" (Nebe', 78/6-7).
"Mihâd", bir beşik ve karyola gibi döşenmiş, hazırlanmış döşek demektir. Yeryüzü, insanlar için uzay boşluğu içinde döşenmiş bir döşek gibidir. Önce bu döşek hazırlanmış ve insan da bu döşekte doğmuş, bu döşekte yaşamakta, yine bu döşekte konaklamaktadır. Bu âyette, dağların da bu döşeğin durumunu sabitleştirmek için çakılmış kazıklar gibi bazı faydaları bulunduğuna ve dağlar kaidınverilmiş olsa, o döşek üzerinde kalmanın ve huzurun yok olacağına işaret edilmiştir.[1050]
Allah Teâlâ, yeryüzü kabuğunu, yaşamaya uygun bir şekilde yaratmıştır. Yaşamaya elverişli bir şekilde oluşumu için, yer çekiminin merkezinden çevre yüzeyine doğru yayılışını çeşitlilik ve denkliğini ve iç püskürtmelere karşı koymayı sağlamlaştırmıştır. Ayrıca deniz ile karaları birbirinden ayırmak suretiyle, kara kısımlarını deniz seviyesinden yükseklerde kılarak, deniz sularının çekilip çoğalmasıyla olabilecek tufanlardan kurtarmıştır. Değişik iklimlerle değişik hayat şartlarının, yiyecek ve içeceklerin çeşitli şekillerde hazırlanması gibi hususlar, yeryüzünün hayata elverişli olmasını temin etmektedir. Şayet yüce Aliah'm hayat bakımından özel lütfa olup da yeryüzü döşenmemiş olsaydı, tabiat bakımından üzerinde rahatça durula-bilmesi mümkün olmayacak, sürekli bir çalkantı ve sallantı olacaktı. Görülmekte olan hayat ve hayat şartları olmayacak, merkez ve çevreden gelen tabiî akımlara karşı direnme ve savunma olmayacaktı. Yetiştirilen bağ ve bahçeler şöyle dursun bir hububat tanesi ve hücrecik bile yeryüzünde tutuna-maya çaktı.[1051]
Seyyid Kutub'un bu konudaki değerlendirmesi şöyledir: "Biz uzun süredir yeryüzüne yerleşmiş ve onun gerçeklerine alışmış olduğumuzdan dolayı, yeryüzünü insanlar için yaratmış olan kudret elinin azametini hissetjyoruz. Halbuki o el, bizim farkına varamadığımız ve büyüklüğünü dik-, tjmizin çekmediği bir rahatlık ve kolaylık içerisinde bizi buraya yerleştirmiştir. Biz. Allah'ın nimetindeki bu büyüklüğü ancak, zaman zaman mey-ı n3 gelen yer sarsıntısı (deprem) veya volkanik patlamayla anlayabiliriz. Bu gibi hadiselerle ayağımızın altındaki yerimiz kayıp sarsılmaya başladığında, işte o zaman Allah'ın bizi yeryüzüne yerleştirmesindeki nimetin kıymetini anlamaktayız. Yüce Allah, hem kendi ekseni etrafında, hem de güneşin çevresindeki yörüngesinde dönen, güneş manzumesindeki diğer uydularla birlikte hayret verici bir hızla dönen bu gezegenin üzerinde, insanların hayatini temin etmiş, yiyeceklerini, nzıklarmı takdir eylemiştir." [1052]
Aşağıda sunacağımız âyetlerde de, yeryüzünün Allah tarafından döşendiğine ve yaşamaya elverişli kılındığına işaret edilmektedir. "Yeri de döşe-dik-(Bak) ne güzel döşeyiciyiz." (Zâriyât, 51/48). "O Rab ki, yeri sizin için bir döşek yaptı." (Bakara, 2/22). "Yeri uzatıp yaydık, orada sabit dağlar yerleştirdik, yine orada miktarı ve ölçüsü belirli olan şeyler yerleştirdik. Orada, hem sizin için hem de rızıklan size ait olmayanlar için (gerekli) geçim vasıtaları yarattık." (Hicr, 15/19-20). "Yeri döşeyen, onda oturaklı dağlar ve ırmaklar yaratan ve orada bütün meyvelerden çifter çifter yaratan O'dur." (Ra'd, 13/3) "Yeryüzünde birbirine komşu kıtalar, üzüm bağları, ekinler, bir kökten ve çeşitli köklerden dallanmış hurma ağaçları vardır. Bunların hepsi bir su ile sulamr.(Böyle iken) yemişlerinde onların bir kısmını bir kısmına üstün kılarız. îşte bunlarda akıllarını kullanan bir toplum için ibretler vardır." (R'ad, 13/4). "O, yeri size beşik yapan ve onda size yollar açan, gökten su İndirendir. Onunla biz çeşitli bitkilerden su çıkardık." (Tâ Hâ, 20/53). "Gökten uygun bir Ölçüde yağmur indirip onu arzda durdurduk. Bizim onu gidermeye elbette gücümüz yeter." (Mü'minûn, 23/8).
Görüldüğü gibi, bu âyetlerde yeryüzünün insan hayatına elverişli olarak yaratıldığı ve çeşitli nimetlerle donatıldığı haber verilmektedir. Âyetlerin verdiği mesajı dinlerken kulaklara Öyle hoş, Öyle latif, Öyle yumuşak mesajlar geliyor ki, insanı âdeta büyülüyor, rahatlatıyor ve şevkini artırıyor. Beşik ve döşek...insan bu kelimeleri terennüm etmeye başlayınca sanki döşekte yatıyormuş, sanki beşikte sallamyormuş gibi gönlü zevkle doluyor, hayal âlemi süsleniyor. Çünkü nimet, insana zevk veren bir husustur. Yeryüzü de nimetlerle tezyin edilmiş ve donatılmıştır . O halde insan çeşitli nimetlerle donatılan ve süslenen bir beşikte, bir döşekte yaşadığının farkına vararak Allah'a kullukta ve O'na şükürde kusur etmemelidir. [1053]
Güneş, gezegenlere ve bu arada dünyamıza ışık ve ısı veren gök cismi; ay ise, dünyanın uydusu olan 6.91 km. çapında bir geze gen \plarak tarif edilir.[1054]
Kur'ân-ı Kerim'de güneş ve ayın İnsanlığın hizmetine sunulduğu ve bunların Allah Teâlâ'nın varlığına ve birliğine delalet eden âyetler olduğu, aym ve güneşin insanların vakitlerinin tayini için birer hesap ölçüsü kılındıkları beyan edilmektedir. Bu husustaki bazı âyetleri sunarak konumuza ışık tutalım: "O, düzenli seyreden güneş ve ayı size faydalı kıldı; geceyi ve gündüzü de istifadenize verdi." (ibrahim, 14/33)
Her ne kadar insanlar güneş ve aydan, denizlerden, nehirlerden, meyvelerden ve sulardan faydalandıkları gibi direkt olarak faydalanamazı arsa da, dolaylı yoldan onlardan istifade etmektedirler. Âyette güneş ve ayın düzenli ve sürekliliğinden bahsedilmektedir. Bu da gösteriyor ki, kâinatta ve kâinat içinde bulunan gezegenlerde bir devamlılık, bir düzen, bir intizam hakimdir. İnsan, hayatı ve geçimi için, hatta hücresinin terkibi ve yenilenmesi için bu kâinat kanunlarından istifade eder. Mevdûdî'nİn belirttiği gibi, gök cisimleri (güneş, ay vs.), yeryüzü, gece ve gündüz, belirli sabit kurallara bağlı olmasaydı, değil medeni bir insan gibi yaşama, hayatın idamesi bile söz konusu olmazdı.[1055]
Güneş ve ay bir hesaba göre yaratılmıştır. Onların bu ölçülü ve intizamlı oluşu, insanların da aynı şekilde ölçülü ve intizamlı olmalarına ışık tutmuş ve ön ayak olmuştur. Bugün vakitler, güneş ve aya göre ayarlanmaktadır. İşlerin, ibadetlerin tertipli, sistemli ve hesaplı yürütülmesi yine bunlarla doğrudan alakalıdır. Kur'ân-ı Kerim, ayın ve güneşin bu fonksiyonunu şöyle beyan etmektedir: "O, sabahı aydınlatandır. O, geceyi dinlenme zamanı , güneş ve ayı (vakitlerin tayini için) birer hesap ölçüsü kılmıştır, işte bu, aziz olan (ve her şeyi) pek iyi bilen Allah'ın takdiridir." (En'am, 9/96)
Âyet-i Kerime'de yüce Allah, yaratıkların geçimlerini temin için sabahı, yani gündüzü yarattığını, gündüzün meydana gelen bedenî ve ruhi yorgunlukların giderilmesi için geceyi dinlenme zamanı olarak, ayı ve güneşi de bir çok faydaları yanında, özellikle işlerin sistemli, tertipli, hesaplı ve programlı yürütülmesi için de yarattığını bildirmektedir.[1056]
Güneş ve ayın hareketi bir nizam ve ölçü içinde olmaktadır. Yeryüzünün çevresinde ve kendi ekseni etrafında dönmesi, aym ve güneşin hac-mi ve yeryüzünden uzaklıkları, ilmi her şeyi kuşatan Allah'ın takdiri iledir. gu nizam olmasaydı, yeryüzünde bu tarzda bir hayat görülmezdi. Bitkiler yeşermez, ağaç büyümezdi. Tane ve çekirdek varılmazdı. Kısacası hayatın kıymeti kalmazdı.[1057]
Güneş ve ayın bir hesapla hareket ettiğine şu âyette de işaret edilmektedir. "Güneş ve ay bir hesaba göre (hareket etmekte) dİr."(Rahman, 55/5). Söz konusu âyet, ay ve güneşin bütün hareketlerinde hassas bir denge ve hesabın bulunduğunu ifade etmektedir. Şüphesiz güneş, gökyüzünde bulunan cisimlerin en büyüğü değildir, insanların, mahiyetini bilemedikleri milyonlarca yıldız vardır. Bu yıldızlardan birçoğu güneşten daha büyük, ısı ve ışığı daha çok olduğu söylenmektedir. Mesela: Cirius yıldızı, güneşten 20 kere daha ağır, ışığı da güneşin ışığından elli'defa daha fazla olduğu bildirilmektedir. Ancak bize nispetle en önemli yıldız güneştir. Çünkü bizim gezegenlerimizin sakinleri güneşin ışığında yaşar, ısısından istifade eder. Ay da böyle. O da dünyamızın küçük bir uydusudur. Fakat dünya yaşamında kuvvetli tesiri vardır. Dünyadaki med ve cezir olayının en büyük amilidir. Güneşin ve ayın dünyamıza uyguladığı çekim gücünün yeryüzünün dengesinde ve feza boşluğundaki hareketlerinin kontrolünde ayrı bir yeri vardır. İçinde bulunduğumuz güneş manzumesi, saatte yirmi bin millik bir hızla hareket etmektedir. Buna rağmen milyonlarca yıldız, seyirleri esnasında başka hiçbir yıldızla çarpışmamaktadırlar. Feza boşluğunda hiçbir yıldız, kendi yörüngesinden ufak bir sapma yapmaz. Hacim ve hareket halindeki denge hiçbir şekilde bozulmaz. Gezegenlerin hiçbiri sakin değil, hepsi fezanın boşluğunda nizam ve düzen içinde yollarına devam ederler. Bütün bunlar Allah'ın yüce kudretini ve sanatını gösteren âyetlerdir.[1058]
Allah, bütün hayatın kaynağı olan güneşi, bir ziya, ayı da bir nur yapmıştır. Ayrıca aya bir takım menziller takdir etmiştir. Ay, menzilden menzile seyreder ve her birinde nuru değişik tehavvülat ile belli bir miktar arz eyler. Allah, o ziya ve nuru, senelerin hesap ve sayısının bilinmesi için yaratmıştır. O ziya ve nurun çeşitli değişiklikleri sayesinde, gök cisimlerinden, yer cisimlerinden, maddeden ve mekandan, başlangıç ve sonuç noktalarını anlamaya, idrak etmeye yarayacak olan madde, mekan ve zaman fikrine, adet ve hesap bilgisine geçip dinî ve dünyevî işlerimiz için bilgi sahibi ot-maktayız. Doğumumuzdan Ölümümüze, dünyadan âhirete doğru ömürlerimizin akışım gösteren senelerin adedini, aylar, günSer; bizi ilgilendiren ve ilgilenmemiz gereken vakitlerin ^hesabını bilmekteyiz.[1059]
Bizden ortalama 150 milyon km. uzaklıkta olduğu söylenen güneş, neşrettiği muazzam enerjisiyle, kullandığımız yakıttan, yiyecek ve içeceklerimize, nefes aldığımız havadan okyanusların tabakalarına kadar her türlü hayatî maddelerde, fizikî ve biyolojik olaylarda tesiri olan bir enerji kaynağıdır. Dünyamızın güneşten uzaklığı o şekilde tanzim edilmiştir ki, sönmek biimeyen bu ateş bize gerekli olan tam ısıyı veriyor. Bu mesafe şaşılacak derecede sabittir. Eğer güneşin yeryüzüne olan sıcaklık derecesi, bir senede 50 derece fazlalaşsaydı, yeryüzündeki bütün bitkiler kurur, aynı zamanda insan da yanmak suretiyle Ölürdü. Şayet 50 derece azalsaydı, bu takdirde insan ve bitkiler donardı. Senelik bir program dahilinde, her sabah tesbit edilen vakitte, bir saniye bile şaşırmaksızm tatlı berrak ışıklarını salarak, gözlerimizin önünde ve kalbimizde huzur parıltıları meydana getiren güneşimiz, elbette bu ince hesapları kendi hesabına yapmıyor. Hergün imdadımıza enerji vagonlanyla yetişen güneşin böylesine hesaplar yapması mümkün değildir. "Bu, Aziz olan ve her şeyi hakkıyla bilen Allah'ın takdiridir."[1060]
Arzın dev enerji üreticisi ve belli saatlerde yanıp sönen lambası şeklinde çalıştırılan bu seyyar atom santralinin içinde her an binlerce hidrojen bombası patlamaktadır. Bu suretle meydana gelen muazzam enerjiden tam insanlığın ihtiyacı kadar dünyaya gönderilmektedir. Bu kadar hassas bir hesabı elbette güneş yapamaz ve bu tesadüfi olamaz. Güneşin merkezinde sıcaklık 15 milyon santigrat dereceyi bulmaktadır. Burada cereyan eden zincirleme termo nükleer reaksiyonlarda her saniye 616 milyon ton hidrojen, 612 milyon ton helyuma çevirilmektedir. Bu hesaba göre güneşin bir günlük masrafı 53. 222. 400 milyon ton hidrojeni bulmaktadır. Bu termonükleer reaksiyonlar neticesi, her metre kare yüzeyinden 64 milyon watt enerjiyi dünyamıza göndermektedir. Bundan başka Samanyolu* etrafında saniyede 250 km. hızla gezegenleri ile birlikte bir seyahat yapmaktadır. Son derece ince hesaplara dayanan bu nizam, milyonlarca senedir, ufak bir aksaklık olmadan işlemektedir. Şüphesiz bu hassas hesapları yapan, programlayan ve güneşi idare eden bir güç vardır. O da Allah'ın gücüdür. Bütün bunlar O'nun takdiri ile cereyan etmektedir." Güneş ve ay bir hesaba göredir" ilâhî mesajı bunu haykırmaktadır.[1061]
Güneşin ve ayın çapı, kütlesi ve bunları oluşturan elementleri ve hareketlerini uzun uzadıya anlatmak konumuzun dışındadır.[1062] Bizim maksa-dımız> sadece yukarıda bazı rakamlarla bu koskocaman kütlelerin, yörüngelerinde hızlı bir şekilde hareket etmelerine rağmen hiç şaşmadan ve herhangi bir arızaya sebebiyet vermeden seyirlerine devam etmelerinin, ilâhî kudrete dayandığına işaretle bunun insanlık için bir lütuf olduğunu beyan etmektir.
Gece ve gündüz, güneş ve ay, gök cisimleri ve yıldızlarda göze çarpan nimetler ve yaradılışlarındaki acayip sırlar, tamamen insanın yeryüzündeki hayatı ile ilgili ihtiyaçlarım karşılayacak nitelikte şeylerdir. Yeryüzündeki hayatın güneş ve ay İle yakından ilgisi vardır ve hayatın temelinde bunların fonksiyonu önemlidir. Güneşin ve ayın varlık âleminde çok önemli rolünün olduğunu Allah Teâlâ'nm bunlar üzerine yemin etmesinden anlamaktayız. "Güneşe ve kuşluk vaktindeki aydınlığına, güneşi takip ettiğinde aya yemin ederim."(Kur3ân-ı Kerim, Şems, 91/1,2)
Güneş âlemin ışık saçan kandilidir. Doğmasında da, batmasında da görülen özellikleriyle sistemindeki hareket ve hayat değişimlerinin başlıca bir kaynak ve yörüngesidir. Güneş, ışıklan ile bize ufuklarımızdaki maddî âlemin en büyük aydınlatma ve ortaya çıkarma vasıtasıdır. Böylece yaratıcının lütuf ve inayetini, kudret ve büyüklüğünü tanıtan, kendimizde ve içimizde bulunan aydınlıkları anlamaya vesile olan en açık bir ibret âyetidir.[1063]
Güneşin hareketi ve seyrinde bir kısım faydalar olduğu gibi, doğup batmasında da önemli hikmetler vardır. Eğer güneş doğup batmasaydı kâinat nizamı alt üst olurdu. Güneşin doğmasındaki faydalar son derece açıktır. Batışında ise ayrı bir menfaat söz konusudur. Fahruddin Râzî, bu konuyu şöyle açıklamaktadır "Şayet güneşin batışı olmasaydı insan, Allah Teâlâ'nm, "İçinde rahatlamanız için geceyi ve araştırmak için gündüzü yaratan O'dur" (Yunus, 6-7) âyetinde buyurduğu, dinlenme ve istirahat hususunda çok muhtaç oldukları sükûnet ve istikrar ortamını bulamazlardı. Yine şayet güneşin batışı olmasaydı, Cenâb-ı Hakk'm: "Geceyi bir örtü, gündüzü de maişeti temin zamanı yaptık" (Nebe', 10-11) âyetlerinde buyurduğu rahatı bulamazlar, ihtirasları devamlı insanları çalışmaya zorlardı."[1064]
Güneşin ışığından önemli derecede istifade ettiğimiz gibi, ısısından da o derece İstifade etmekteyiz. Güneş, o kadar uzak mesafede olmasına rağmen varlıkları ısıtmaktadır. Ancak kimi zaman az, kimi zaman da daha fazla ısıtır ve kimi zaman da ısıtmaz. Soğuğa ihtiyaç duyulduğunda soğuk, sıcağa ihtiyaç duyulduğunda ise sıcaklık vermek üzere bir ilâhî programla görevine devam eder durur. Ayda da ayrı bir hikmet vardır. Nasıl kî bitkilerin toprak içinde ısınarak çimlenmesi, 'filizlenmesi ve büyüyüp gelişmesi için güneşe ihtiyaçları varsa, aya da değişik yönden ihtiyaçları vardır. Bitkiler yerden yükseldikleri vakit, meyvelerin\sertleşip kuvvetlenmeğe ihtiyacı olur. Bunun için de rutubet ister. Bu sebeple Allah, ayı yaratmıştır. Güneşin ısıtıp kuruttuğu gibi, ay da yaşlık ve rutubet verir, meyveleri olgunİaştırır ve çeşitli renklerle süsler. Bütün bunlar Allah'ın takdiri ile olan şeylerdir. Bunun için bitkiler, güneş, ay ve diğer yıldızlardan faydalanamayacak gölgeli ve kapalı bir yerde olsalar zayıf ve cılız düşerler. Hatta büyük bir ağacın gölgesindeki küçük ağaç da cılız kalır, büyüyemez. Meyveler geceleyin aydan rutubet alırlar ve kuvvetlenirler.[1065] Görüldüğü gibi ay ve güneşin insanların ve bitkilerin hayatında çok önemli fonksiyonları vardır. [1066]
[1] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları:9-12.
[2] Bkz. Kur'âıv! Kerim, Bakara, 2/30
[3] Mustafa Ergün, İnsan ve Eğitimi I Mevlanâ Üzerine Bir Deneme), Ankara, 1993, s. 19-20.
[4] Ergim, Mustafa, a.g.e., s. 40
[5] Eimalılı, Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, Sadeleştirenlcr, İsmail Karaçam ve Arkadaşları, Almanya, ts. IX, 312
[6] M. Fethulîalı Gülen, Öiçü ve Yoldaki Işıklar 2, izmir, 1997, s. 36-37
[7] Gülen, Fethullah, a.g.e., s- 37
[8] Bkz. Ömer Çam, (Bayraktar Bayraklı, İslam'da Eğitim, İstanbul, 1989 içinde), Eser hakkında sunuş, s. 10
[9] Şerafeftin Gölcük, Allah Kur'ân İnsan, Konya, İ990, s. 27
[10] Kur'ân-i Kerim, Zâriyât, 51/20-21
[11] Gölcük, Şerafeltin, a.g.e., s 27
[12] Elmalm, a.g.e,, VIN/457-458
[13] Hasan Şahin, İnsan-Dİn İlişkisi, Erciyes U. İlahiyat R Dergisi, Kayseri, 1983, sy, I, s. 111
[14] Bkz. Şahin, Hasan, a.g.d., s. 112
[15] Şahin, Hasan,a.g.d., s. 112
[16] Bkz. Şahin, Hasan, a.g.d., s. 113
[17] Bkz. Şahin, Hasan, a.g.d., s.115
[18] Şahin, Hasan, a.g.d., s.II6-117
[19] Bkz. Gölcük, Şerafettin, a.g.e., s. 15
[20] Şahin, Hasan, a.g.d,, s. 117
[21] Mustafa Sekip Tunç, Psikolojiye Giriş, İstanbul, 1949, s.227
[22] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 13-18.
[23] Mahmul Çamdibi, Din Eğitiminin Temel Meseleleri, İstanbul, 1994, s. 30,32
[24] Muhammed İkbal, İslam'da Dîni Tefekkürün Yeniden Teşekkülü, trc. Sofi Huri, İst. 1964, s İ17-118
[25] İkbal, Muhammed, a.g.e., s. 119-120
[26] Kıır'ân-ı Kerim, isrâ, 17/84
[27] Bkz. İkbal, a.g.e., s. 120
[28] Bkz. İkbal, a.g.e., s, 121-122
[29] Bkz. İkbal, a.g.e., s. 123
[30] Feriha Baymur, Genel Psikoloji, İst., f994 ,s. 264, 266
[31] Çamdibi, Mahmut, a.g.e., s, 11
[32] Elmalih, a.g.e., 1/185 (Sadeleşfİrenler, İsmail Karaçam ve Arkadaşları)
[33] Geniş bilgi için bkz. Mehmet Aydın, Din Felsefesi, izmir, 1987, s. 204-205
[34] Çamdibi, Mahmut, Din Eğitiminin Temel Meseleleri, s. 31
[35] Çamdibi, Mahmut, Şahsiyet Terbiyesi ve Gazali, İst., 1994, s. 18
[36] İsmail Hakki, Felsefe Yıllığı, (1931-1932), Ankara, 1932, s. 19
[37] Pierre Daco, Çağdaş Psikolojinin Olağanüstü Başarılan, trc. O.A. Gürün, lsl.1983, s. 277 Tunç, M. Sekip, a.g.e., s. 227
[38] Ayhan Songar, Modern Psikiyatri, îst., 1977, s. 68
[39] Tunç, M. Sekip, a.g.e., s. 234
[40] Max Scheler, İnsanın Kosmostaki Yeri, çev. Tomris Mengüşoğlu, İsı., 1968, s. 80
[41] Dvveîshauvers G, Psikoloji, trc. Sekip Tunç, İst., 1938, s. 67
[42] H. Fikret Kanad, Pedagoji Tarihi, İstanbul, 1963, İT, 373; Çamdibi, Mahirini, Şahsiyet Terbiyesi've Gazali, s. 61
[43] Kur'âo-ı Kerim, Zâriyât, 51/21
[44] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 18-23.
[45] Bkz. Feriha Baymur, Genel Psikoloji, s. 251
[46] Baymur, Ferihaa.g.e.s.255
[47] Raymur, Feriha. a.g.e., s. 253
[48] Jatımme Paul, Psikoloji, trc, Rcfİa Semin, İsi., 1970, s. 228
[49] Mu'i'i» Psikolojide İnsan İntibakının Esasları, trc, Nalı il Tendar, Is!., 1967. s. 395 ,
[50] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 23-24.
[51] Kur'ân-ı Kerim, Ankebût, 29/ 43,44
[52] Kur'ân-ı Kerîm, Mü'minûn, 2S/80; Nemi, 27/62, Kasas, 28/60; Ankebût, 29/63
[53] Kur'ân-ı Kerim, Bakara, 2/242; Nur, 24/61; Rûm,30/28 .
[54] Kur'ân-ı Kerim, Bakara, 2/164; Rûm, 30/21, 23, 24; Câsiye, 45/5, 13; Hadîd, 57/17
[55] Mevlanâ, Cclalüddİn Rûmi, Fihimâ Fih, çev. Meliha Ülker Tankahya, İst.,1985, s. 299
[56] YIevlanâ, Mesnevi, İl, 3211 (Abdulkadir GölpmaHı, Mesnevi Şerhi, İst., 1985 )
[57] Mevlanâ, Mesnevi, IV, 3051-3060; Ergün, Mustafa, İnsan ve Eğitimi, s. 162
[58] Mevlanâ, Mesnevi, II, 1257-1260; Ergün, Mustafa, a.g.c., s. İ62
[59] Mevlanâ, Mesnevi , VI, !830, 1831
[60] Mevlanâ, Mesnevi, I, 1820-1821; Ergün, Mustafa, a.g.e., s. 165
[61] Kerschen Steiner, Karakter Kavramı ve Terbiyesi, çev., Kanat, Fİkreî, Ankara, 1977, s. 62
[62] Gazali, Ihyâ-u Ulûmi'd-Din, Beyrut, ts., I, 24
[63] Bkz. Elmaİilı, a.g.e., I, 467-468 ( sadeleştirilen eserden )
[64] Bkz. Gazali, a.g.e., III, 5
[65] Gazali, a.g.e., III, 18; Abdulbaki Gölpınarlı, Mesnevi Şerhi, ist., 1985, IV, 284
[66] Bkz. Gölpınarh, Abdulkadir, a.g.e., IV, 1960-1968; Ergün, Mustafa, a.g.e., s. 128
[67] Bkz. Elmalılı, a.g.e., I, 468
[68] Mevlanâ, Mesnevi, VI, 1939, F.rgün, Mustafa, a.g.e., s. 125
[69] Mevlanâ, Mesnevi, VI, 1939; Ergün, Mustafa, a.g.e., s. ! 25
[70] Bkz. Gazali, İhya, İN, 10; Çamdibi, Mahmut, Şahsiyet Terbiyesi ve Gazali, s, !60
[71] Bkz. K.Kerim, Bakara, 2/165; Araf, 7/186; Yunus, 10/101; Fussilet, 4 i/51
[72] Bkz. Ahmet Hamdi Akseki, İslam (İslam Tabiî, Umûmi Bir Dindir), İst., 1966, s. 326
Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 25-27.
[73] Ali b. Muhammed eJ- Cürcânî, Kitabu't-Ta'rifat, yy. ts. s. 168
[74] Ebu'l-Kasım, Hüseyin b- Muhammed ei-tsfehânî, el-Müfredât fi Garibi'l-Kur'ân, Beyrut, ts, s. 255
[75] Fahruddin Râzİ, Mefâtîhu'1-Ğayb, Beyrut, 1990, XXV, Î05; Ebû Said, Abdullah b. Ömer el-Beydâvî, Envâru't-Tenzîl ve Esrârıi't-Te'vil, Beyrut, ts. V,44; Abdullah b. Ahnıed b. Muhammed en -Nesefî, Medârikü't-Tenzİİ ve Hakâikut-Te'vil, V, 44; Ali b. Muhammed b. ibrahim el -Hazin, Lübâbu't-Tc'vil fi Meâni't-Tenzîi, V.44 (Bcydâvİ, Nesefî, Hazin Bir arada, Beyrut, ts. Kitabu Mecmua mine't-Tefâsir içinde); İbn Kesir, Tefsîru'1-Kur'âni'l-Azîm, ist., 1984, Vî, 320; Ali b. Muhammed eş-Şevkânî, Fethu'l-Kadir, Beyrut, 1994, !V, 279
[76] Elmahlı, a.g.e., VI, 255 (sadeleştirilen eserden)
[77] Bkz. Elmalih, a.g.e., VI, 255
[78] Elmalih, a.g.c., VI, 256
[79] Ekz. Flmahlı.a.g.e., VI, 256-257
[80] Akseki, Ahmet Hamdi, a.g.e,, s. 355
[81] Geniş bilgi için bkz. Çamdibi, Mahmut, Din Eğitiminin Temel Meseleleri, s. 70; Dİn Eğitimine Giriş, ist., 1989, s. 42-45
[82] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 28-30.
[83] Süleyman Uludağ, İslam'da İnanç Konulan ve İtikadı Mezhepler Tarihi, ist., 1996, s. 173-175
[84] Gülen, Fethullah, Prizma, İst. 1997,1, 212-213
[85] Guillaumme Paul, Psikoloji, s. 224-225
[86] Steiner, Kerschen, a.g.e., s. 55
[87] Steiner, Kerschen, a.g.e., s. 55-57
[88] Gazali, İhya, IV, 384-385;'Çamdibi, Mahmut, Din Eğitiminin Temci Meseleleri, s. 22
[89] Çamdibi, Mahmut, a.g.e., s. 24
[90] Çamdibi, Mahmut, a.g.e., s. 20
[91] 15kz. Gölcük, Şerafettin, Allah Kur'ân İnsan, Konya, s. 87-88
[92] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 30-32.
[93] Abdu'î-Kerim Osman, İslam'da Fikir ve İnanç Hürriyeti, trc. Ramazan Nazlı, İst. ts. s. 25
[94] Bkz. Gülen, Fethullah, ölçü 2, İzmir, 1997, s. 82-83
[95] Bkz. Şeyhu'l-İslam Musa Kâzim Efendi, Dini İçtimaî Makaleler, İstanbul,-h. 1336, s. 280-281
[96] Bkz. Akseki, Ahmet Hamdİ, a.g.e., 359-360
[97] Akseki, A. Hamdi, a.g.e., s. 308
[98] Kur'ân-ı Kerim, Necm, 53/39
[99] Kur'ân-ı Kerim, Zilzâl, 99/7,8
[100] Kur'ân-ı Kerim, Kehf, 18/29
[101] Zİya Somar, Bergson, İst, 1939, s. 145
[102] Bkz. Somar, Ziya, a.g.e., s. 158, 160
[103] Bayraktar Bayrakh, İslam' da Eğitim, İst. 1989, s. 137
[104] Bkz. Abdu'İ-Kerim Osman, a.g.e., s. 29
[105] Bkz. Gölcük, Şerafettin, a.g.e., s. 23
[106] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 32-34.
[107] Çamdibi, Mahmut, Din Eğitiminin Temel Meseleleri, s. 25
[108] Bkz. Gölcük, Şerafettin, a.g.e., s. 23-24
[109] Bkz. Kur'ân-ı Kerim, Bakara, 2/134; Nİsâ, 4/60; En'am, 6/165; Lokman, 31/33; Nahl, 16/26
[110] Bkz. Akseki, Ahmet Hamdi, a.g.e., s. 311-313
[111] Bkz. Çamdibi, Mahmut, Din Eğitiminin Temel Meseleleri, s. 37; Din Eğitimine Giriş, s. 23- '= 24
[112] Bkz. Çamdibi, Mahmut, Din Eğitiminin Temel Meseleleri, s. 38; Din Eğitimine Giriş, s. 23-24
[113] K.Kerim, Kıyâme, 75/36
[114] K.Kerim, Mü'mİnûn, 23/115
[115] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur'ân Tefsiri, İst., 1991, XII, 6496-6497
[116] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 34-36.
[117] Çamdibi, Mahmut, Din Eğitiminin Temel Meseleleri, s. 20
[118] Ergün, Mustafa, a.g.e., s. 242
[119] Bkz. Ergün, Mustafa, a.g.e., s. 242
[120] Ergün, Mustafa, a.g.e., s. 247-248
[121] Çamdibi, Mahmut, a.g.e., 97
[122] Elmalıh, a.g.e., VII, 197, 198
[123] Bkz. Muhammed Kutup, İslam'a Göre İnsan Psikolojisi, trc. Akif Nuri, İst., 1977, s. 107
[124] Muhammet Kutup, a.g.e, s. 118
[125] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 36-38.
[126] Bkz. Elmahh, a.g.e., II, 204-205
[127] Geniş bilgi için bkz. Elmalıh, a.g.e., II, 205-210
[128] Bkz. Râzî, a.g.e., VII, 60
[129] Bkz. Elmalıh, a.g.e., II, 214 -215
[130] Bkz. Zemahşerî, Keşşaf, Beyrut, ts., 1,189, 316,436; İbn Kesir, a.g.e., i, 269; Şevkânî, a.g.e., I; 181, 363; Elmalıh, a.g.e., II, 216
[131] Bkz. Kur'ân-ı Kerim, Bakara, 2/ 231, 251; Nahl, 16/125; Lokman, 31/12; Sâd, 38/20
[132] Fahruddin Râzî, a.g.e., VII, 59; Elmalıh, a.g.e., I, 216-217 ( sadeleştirilen eserden )
[133] Bkz. îsfehânî, a.g.e., s. 127-128; Hazin, a.g.e., 1,424; İbn Kesir, a.g.e., 1,486-487
[134] Cürcânî,Ta'rifât, s. 91
[135] K.Kerim, Bakara, 2/269
[136] Elmahh, a.g.e., 11,204
[137] Bkz. Gazali, İhya, III, 26
[138] Bkz. Elmahh, a.g.e., I, 212-213
[139] Güİen, Fethullah, İnancın Gölgesinde, İst, 1996,1, 15-16
[140] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 38-40.
[141] Bkz. Şeyhu'İ-İslam Musa Kâzim, a.g.e., s. 280-281
[142] Uludağ, Süleyman, a.g.e., 77, 79
[143] Çamdibi, Mahmut, Şahsiyet Terbiyesi ve Gazali, s. 199
[144] Bkz Ergün, Mustafa, a.g.e.. s. 209
[145] Ereün, Mustafa, a.g.e., s. 218
[146] M vlanâ, Mesnevi, III, 3619-3623; Geniş biigî içîn bkz., Ergün, Mustafa, a.g.e., s. 210-216
[147] J Gü'|en, Fethuliah, Prizma, ist, 1997,1, 248-249
[148] Bevdâvi, a.g.e.A'i, 540; Nesefi, a.g.e., VI, 540; Hazin, a.g.e., VI, 540
[149] Mevlanâ, Mesnevi, 1, 1018; Ergün, Mustafa, a.g.e., 211
[150] Mevlanâ, Mesnevi, H, 909; Ergün, Mustafa, a.g.e.,s. 211
[151] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 40-42.
[152] Bkz Ahmet Rıfat, Tasvir-Î Ahlak, İstanbul, ts. s. 87-88
[153] Gazali, İhya, 111,7
[154] Gazali, İhya, 11,62
[155] Çarndİbİ, Mahmut, Şahsiyet Terbiyesi ve Gazali, s. 184
[156] Bkz. Gazali, İhya, 111,7; Çamdibi, Mahmut, a.g.e., s. 184-185
[157] Bkz. Gazali, İhya, III, 178
[158] Bkz. Gazali, lhyâ, III, 179-180
[159] Bkz. Gazali, İhya, III, 180
[160] K.Kerim, A'raf, 7/154; geniş bOgî için bkz. A'raf, 7/148-154
[161] Buhârî, Muhammed b. Ebu'l-Hasan İsmail b ibrahim, Sahihü'I- Buhâri, ist. 1981, İlim, 28, Lukata, 9, Edeb, 75, İsti'zan, 47; Müslim, Haccac b. Müslim el-Kuşeyrî, Sahihu Müslim, tst. 1981, Lükata, 2; Tirmizi, Ebû îsa Muhammed b. tsa, Sünenü't-Tirmizi, ist 1981, Kader, 1; Nesâi, Ebû Abdi'r-Rahman Ahmed b. Şuayb, es-Sünen, İst. 19S1, Mesâcİd, 35; İbn Mâce, Muhammed b.Yezid el-Kazvîni, es-Sünen, İst. 1981, Mesâcid, 10; Ahmed b. Muhammed b. Hanbel, el-Müsned, ist, 1981, IV, 116, 165
[162] Osman Pazarh, îslam Ahlâkı, ist. 1972, s. 314-315
[163] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 42-45.
[164] Elmalıh, Hak Dini Kur'ân Dili, İst., 1971, V, 3168
[165] Elmalıh, a.g.e., V, 3168
[166] Bkz. Zemahşerî, a.g.e., II, 651; Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed el-Kurtubi el-Ensari, el-Cami' li Ahkâ-mi'l-Kur'ân, Beyrut, 1993, c.V, ez. X, 203
[167] K.Kerim, Enbiya, 21/37
[168] Bkz. Zemahşeri, a.g.e., III, 117; Nesefi, a.g.e., IV, 248
[169] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 45-47.
[170] Demiray, Kemal, a.g.e., s. 116
[171] Bkz. M. Fuad Abdulbaki, a.g.e., s. 115
[172] Kur'ân-ı Kerim, İsrâ, 17/100
[173] Bkz. Taberî, a.g.e., c. VIII, ez. XV, 114; Keşşaf, a.g.e., II, 696
[174] Bkz. Kurtubi, a.g.e., c.V, cz.X, 301; Şevkânî, a.g.e., III, 324; Celal Yıldırım, a.g.e., VII, 3590
[175] Bkz. İbn Kesir, a.g.e., s. V, 122
[176] Bkz. Bayraklı, Bayraktar, a.g.e., s. 117-118
[177] Kur'ân-ı Kerim, Meâric, 70/53
[178] Süleyman Ateş, Yüce Kıır'ân'ın Çağdaş Tefsiri, tst. 1991, X, 62
[179] Fahruddin Razi, a.g.e., XXI, 53
[180] Yıldırım, Ceial, a.g.e., VII, 3590
[181] Yıldırım, Ceial, a.g.e., VII, 3590-3591
[182] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 47-49.
[183] İsfehâni, a.g.e., s. 326
[184] Demİray, Kemal, a.g.e., s. 751
[185] Bayraklı, Bayraktar, a.g.e., s. 117
[186] Kur'ân-ı Kerim, Secde, 32/8
[187] Kur'ân-ı Kerim, Mürselât, 77/20
[188] Gülen, Fethullah, Ölçü 2, s. 37,38
[189] Muhammed Kutub, İnsan Psikolojisi, s. 45,47
[190] Kıır'ân-ı Kerim, Nahl, 16/78; Rûm, 30/45; Hac, 22/5; Ergün, Mustafa, a.g.e., s. 29-30
[191] Muhammed b. Hüseyin el-Kummî en-Nisâbûrî, Garâibü'l-Kur'ân ve Reğaibü'l-Furkan, Kahire, 1987, c. IV, ez.V, 26 < Taberi Tefsirinin kenarında, Kahire, 1987, c.lV, a,. V, 26 )
[192] Musa Kaziın Gülçür, Kur'ân'da Karakter Eğitimi, İzmir, 1994, s. 54
[193] Kur'ân-ı Kerim, Nisa, 4/28
[194] Fanruddİn. Râzi, a.g.e., X, 56; Muslihucldin Mustafa d-Kûcevî, Şeylızâde, İst. 1990, İl,
[195] Seyyid Kulub, a.g.e., V. 2776
[196] M. Faruk Bayraktar, İslâm Eğitiminde Öğretmen-Öğrenci Münasebetleri, İst. 1994, s.;
[197] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 49-51.
[198] Cürcâni, a.g.e., s. 80
[199] İzulsu, Kur'ân'da Dinî ve Ahlâki Kavramlar, s. 52
[200] Bayraklı, Bayraktar, a.g.e., s. 113; Gülçür, Musa Kazim, a.g.e, s. 28-29
[201] K.Kerim, Ahzab, 33/72
[202] Elmalık a.g.e., Vi, 343
[203] Kur'ân-ı Kerim, En'am.6/82
[204] Kur'ân-ı Kerim, Sakara, 2/31
[205] Fahruddin Râzi, a.g.e., XXV, 203
[206] Elmalık a.g.e., VI, 342-343
[207] Bkz. Kur'ân-ı Kerim, Nemi, 27/55; Bayraklı, Bayraktar, a.g.e., s. 113
[208] Cürcâni, Ta'rifat, Zulm Maddesi, s. 144
[209] Kur'ân-ı .Kerim, İbrahim, 13/34
[210] Kur'ân-ı Kerim, Ahzab, 33/12
[211] Bayraklı, Bayraktar, a.g.e., s. 114-115
[212] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 51-53.
[213] Bkz. İsfehâni, a.g.e., s. 89-90
[214] Zahir b. Awad el- Elmaî, Kur'ân'da Tartışma Metotları, trc. Ercan Elbinsoy, İst. 1984, s. 26
[215] Yıldırım, Celal, a.g.e., Vlî, 3657
[216] Buhârî, Tehecoki, 5, Tevhid, 31; Müslim, Müsâfîrûn, 206; İbn Kesîr, a.g.e., V, 168
[217] Yusuf Şevki Yavuz, Kur'ân-ı Kerim'de Tefekkür ve Tarüşma Metodu, Bursa, 1981, Önsöz,}
[218] Zahir b. Awad el-Elmaî, Kur'ân'da Tartışma Metodlan, trc, Ercan Elbinsoy, İst. 1984,33-3
[219] El-Elmai, a.g.e., s. 23
[220] Kur'ân-ı Kerim, Nahl, 16/125
[221] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 53-55.
[222] Rkz Pr. ismail Karagöz, Diyanet İlmi Dergi, c.31. sy. 3, s. 37-3S
[223] . .,;onnaıre Larousse, Ansiklopedik Sözlük, Almanya, 1993-1994, V, 1786
[224] ımil l'arlatıt ve Arkadaştan, Türkçe Sözlük, Ankara, 1994, s. 436-437; Dictionnaire Ansiklopedik Sözlük, IV, 1322
[225] Dictionnaire Larousse, Ansiklopedik Sözlük, İV, 1322,V.l 786 ; Meydan Larousse, ts.-yy. XI, 87
[226] Meydan Larousse, XI, 87
[227] Yeni Türk Ansiklopedisi, istanbul, 1985, V, 1756
[228] Kemal Demiray-Ruşen Alayiioğlu, Ansiklopedik Türkçe Sözlük, İstanbul, 1993, s. 352
[229] Rcdlıousc, Türkçe-İngilizce Sözlük, İstanbul, 1988, s. 622 (New Redhouse, Türkish-Engilish Dictionary)
[230] Cürcâııî,a.g.e.,s.l69
[231] Demiray, Kemal a.g.e., s. 438
[232] Bkz. İzutsu, Toshihiko, Kur'an'da Allah ve İnsan, trc, Süleyman Ateş, Ankara, 19S3, s. 26-27
[233] İzutsu, Toshihiko, İslam Düşüncesinde îman Kavramı, çev. Selahattin Ayaz, İst. 1984, s. 276-277
[234] Bkz.İzutsu,Toshihiko, Kur'an'da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, çev. Selahattin Ayaz.. İst. 1991, s.110
[235] Bkz. Karagöz, İsmail, a.g.d., s. 39
[236] Bkz. İzutsu, Kur'an'da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, s.46-47, 221; Karagöz, İsmail, a.g.d., s.41
[237] Karagöz, İsmail, a.g.d., s .41
[238] Bkz.Toshihiko, İzutsu, Kur'an'da Allah ve İnsan, s. 21-22
[239] İzutsu, a.g.e., s,23-24; Kur'an'da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, s. 48-49
[240] Bkz. İzutsu, Kur'an'da Allah ve İnsan, s. 14-15
[241] Yeni Türk Ansiklopedisi, IX, 3493
[242] Demiray, Kemal, a.g.e., s 573; Ana Brıtannİca, îst.1986-1987, II, 87; Dictionnaire Larousse, VI, 2101
[243] Bkz. Karagöz, İsmail, a.g.d., s. 42-43; Geniş bilgi için bkz. İzutsu, Kur'an'da Allah ve İnsan, s. 30-31
[244] İzutsu, Kur'an'da Allah ve İnsan, s. 31; Karagöz, İsmail, a.g.d., s. 43
[245] İzutsu, İslam Düşüncesinde İman Kavramı, s. 277
[246] Bkz. İzui.su, Kur'ân'da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, s. 37-38
[247] Cemalü'd-Din Muhammed b. Mükrim b. Manzur el-Efrîkî, Lısanü'I-Arab, Beyrut, ts. V, 145
[248] Muhammed Murtazâ ez-Zebîdî, Tâcü'1-Arûs min Cevâhiri'l-Kâmûs, Beyrut, 1975, XIV, 52-53
[249] İsmail b. Hammad el-Cevherî, Es-Sıhah Tacü'1-Luğa, Kahire, 1964, X, 193
[250] Bkz. Muhammed b. Ebı Bekr er-Râzî, Muhtaru's-Sıhah, İst. 1980, s. 492; Beydâvi, a.g.e., I, 50; Nesefı, a.g.e.,
1,50; Elmaiılı, a.g.e., 1,191 (sadeleştirildi eseri; Saim Kılavuz, İman Kütür Sınırı, îst. 1984, s. 69
[251] ' ^ebîdî' a-g-c, XIV, 50; Asım Efendi, Kamus Tercemesi, İst. 1886, II, 662
[252] pIuhaînmed b- Ccrîr et-Taberî, Câmiu'l-Beyan fi Tefsiri'I-Kur'ân, Kahire, 1987, I, 85-86; Xiv -'" a-?'e" X' 196"197; Cevheri, a.g.e., II, 808; İbn Manzur, a.g.e.,V,H7; Zebîdî, a.g.e., l J-34:>5; Be>'dâvî- a.g.e., I,150; Nesefı, a.g.e., I, 50; Mecdii'd-Din Muhammed b. Yakub 32. Bk ^bâdi' B«âir Zevit-Temyiz fl Letâifı'1-Kitabi'l-Aziz, Kahire. 1969, IV, 361
[253] Izutsu, Kur'an'da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, s. 165-166
[254] İzutsu, a.g.e.,s. 166
[255] Izutsıı, a.g.e., 165
[256] Bkz. Muhammed Fuad Abdu'1-Bakî, El-Mucemü'1-Müfehres li Elfâzi'l-Kur'âni'l-Kerim İst. ts. s. 605-613
[257] Bkz. Şeyhzâde, III, 135
[258] Bkz. İzutsu, Kur'an'da Ahlâkî ve Dinî Kavramlar, s. 166
[259] Ergün, Mustafa, İnsan ve Eğitimi, s. 63
[260] Bkz. Elmalıh, a.g.e., I, 485 (sade! eştir ilen eser)
[261] Bkz. Elmalıh, a.g.e., 1,484-485 (sa d eleştir il en eser)
[262] Kur'ân-ı Kerim, îsrâ, 17/67
[263] Kur'an-ı Kerim, Şûra, 42/48
[264] Beydâvî, a.g.e., V, 417-418; Ncsefî, a.g.e., V, 417-418
[265] Kur'an-i Kerim, İbrahim, 14/30
[266] Râzî, a.g.e., XIX, 103, Nesefi, a.g.e., III, 530; Nîsâbûrî, a.g.e., XII, 140; Şevkânî, a.g.e., II, 557
[267] Zemahşerî, a.g.e., III, 137
[268] Kur'an-ı Kerim, Hac, 22/66
[269] Râzî, a.g.e., XXIII, 56
[270] Bkz. Nîsâbûrî, a.g.e., e. IX, ez. XVII, 126
[271] Kurtubî, a.g.e., c. VI, ez. XII, 87
[272] Kur'an-ı Kerim, Sebe', 34/13
[273] Elmalın, a.g.e., VI, 3953
[274] Bkz. Bayraklı, Bayraktar, islam'da Eğitim, s. 111
[275] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 63-73.
[276] Asım Efendi, Kamus Tercemesi, II, 662
[277] İbn Düreyd, Muhammed b .Hüseyn Düreyd el-Ezdî el-Basrî, Kitab'u Cemherati'1-Luğa, Haydarabat, 1345 h., III, 401
[278] Firûzâbâdî, Besâİr, IV, 361-362; Isfehânİ, a.g.e., s.443
[279] Kur'an-ı Kerim, Nemi, 27/40
[280] Kur'an-ı Kerim, Şuarâ, 26/40
[281] İsfehânî, a.g.e., s. 433
[282] Kur'ân-ı Kerim, Enbiya, 21/94
[283] Şeyhzâde, III, 135
[284] Kur'an-ı Kerim, Nahl, 16/83
[285] Özek, Ali ve Arkadaşları, Kur'an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı, Medine, 1992, Nahl, 83. ayetin izahı.
[286] Kur'an-ı Kerim, Nahl, 16/112
[287] Kur'an-ı Kerim, Nahl, 16/72
[288] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 73-75.
[289] Taberi, a.g.e., e. VII, ez. XII, 6
[290] Bkz. Nîsâbûrî, a.g.e., c. VII, ez. XII, 11
[291] Bkz. Nîsâbûrî, a.g.e., c. XII, ez. XXV, 56
[292] Taberî, a.g.e., ez. X, c. XXI, 54
[293] Zemahşerî, a.g.e., II, 381; Beydâvî, a.g.e., III, 305; Nesefî, a.g.e., II, 305
[294] Asım Efendi, a.g.e., II, 663
[295] Kur'an-ı Kerim, Hûd, 11/9, Hac, 22/38, 66; Lokman, 31/32; Sebe', 34/37; Fâtır, 35/36; Şûra, 43/15; İsrâ, 17/27,67; insan, 76/3, 24
[296] Ali Özek ve Arkadaşları, a.g.e., Hac Sûresi, 66. âyetin izahı.
[297] Kur'an-ı Kerim, İsrâ, 17/16
[298] Kur'an-ı Kerim, İnsan, 76/3
[299] Bkz. İsfehânî, a.g.e., s. 424; Fiıüzâbâdî, Besâır, IV, 362-363
[300] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 75-76.
[301] İbn Manzur, a.g.e., V, 144; Zebîdi, a.g.e., XIV, 53; Asım Efendi, a.g.e., II, 663
[302] Z b'n Manzur. a.g.e, V, 144;
[303] Kur'an-ı Kerim, Kaf, 50/24
[304] Bkz İsfehânî, a.g.e, s.435; Zebidi, a.g.e, XIV, 53
[305] ' Kur'an-ı Kerim, İbrahim, 14/34; Bkz. Fîrûzâbâdî, Besâİr, IV, 363
[306] Kur'an-ı Kerim, Bakara, 2/276; İbrahim, 14/34; Zümer, 39/3; Kaf, 50/24; Nûh, 71/27
[307] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 76-77.
[308] Ebû Bekr er-Râzî, a.g.e, s. 492-493, Cevheri, a.g.e, II, 807; Ezheri, a.g.e, X, 199
[309] Bkz. Ezheri, a.g.e, X, 199-200; Zebîdî, a.g.e, 57-58
[310] İsfehânî, a.g.e, s. 434
[311] Kur'an-ı Kerim, İsrâ, 17/89
[312] Bkz. Kur'an-ı Kerim, isrâ, 17/90-93
[313] Kur'an-ı Kerim, İsrâ, 17/90
[314] Kur'an-ı Kerim, Rirkân, 25/50
[315] Bkz. Kur'an-ı Kerim, Rırkân, 25/46-49
[316] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 77-78.
[317] Bkz. İsfehânî, a.g.e., s. 435, İbn Manzur. a.g.e, V, 146, Ezheri, a.g.e., X, 199
[318] Kur'an-ı Kerim, Hadîd, 57/20
[319] Bkz. Muhammed Rıad Abdu'1-Bâkî, a.g.e, s. 612
[320] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 78.
[321] İsfehânî, a.g.e, s. 434
[322] Ebû Bekr er-Râzî, a.g.e, 493; Cevheri, a.g.e, II, 808; Ezheri, a.g.e., X, 197-198
[323] İbn Manzur, a.g.e, V, 144
[324] Bkz. Zebîdî, a.g.e, XIV, 52-53; İbn Düreyd, a.g.e, III, 401
[325] bkz. İzutsu, Kur'an'da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, s. 48
[326] Bkz. Fuad Abdu'1-Bâkî, a.g.e, s. 610-612
[327] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 79.
[328] îzutsu, Kur'an' da Dinî Ve Ahlâki Kavramlar, s. 48-49
[329] Bkz İzutsu,,a.g.e. s. 167
[330] Bkz. İzutsu, a.g.e, s. 167
[331] Bkz. İzutsu, a.g.e, s.167-168
[332] Buharı, es-Sahih, îman, 21; Ali b. Muhammed b. Hacer eİ-Askalânî, Fethu'1-Bârî bİ Şerhi Sahîhİ'i-Buhârî, Beyrut, 1988,1,69
[333] Bkz İbn Hacer, a.g.e., I, 69-70
[334] Ebû Dâvud, Süleyman b. es-Sicistâni, Sünen, İst.1981, Edeb, ll,Tirmizî, Sünen, Bir, 35; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 258, 295, 303, 388, 461,492, III, 32, 74, IV, 278, 375
[335] Bkz. İzutsu, Kur'an'da Dini ve Ahlâkî Kavramlar, s. 172
[336] Bkz. Elmahh, a.g.e, VI, 4268
[337] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 79-81.
[338] Taberî, a.g.e, c. XII, ez. XXX, 179; Zebîdi a.g.e, IX, 114; Râzî, a.g.e, XXXII, 64; Elmalıh, a-g-e.,IX,6020
[339] Zebidi,a.g.e,X, 122
[340] Bkz. Taberî, a.g.e, e. XII, ez. XXX, 179-180; Cürcânî, a.g.e, s. 188; Râzî, a.g.e, XXXII, 64;
Fîrûzâbâdî, a.g.e, IV, 390; İbn Kesîr, Tefsir, VIII, 488; Elmalıh, a.g.e, IX, 380 !
[341] Kı»"'an-ı Kerim, Âdiyât, 100/6
[342] BuharI, Edehü'l-Müfred, 160; Taberi, a.g.e, e. XII, ez. XXX, 180; Râzî, a.g.e., XXXII, 64; Elmahh, a.g.e, ix, 380
[343] Râzî, a.g.e, XXXII, 64
[344] İbn Düreyd, a.g.e, II, 298
[345] Usu, KurWda Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, s. 171
[346] Elmahh, a.g.e., IX, 380
[347] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 83-84.
[348] Kurtubı, .ı.ıi-e., c. VIII, ez. XV, 332; Şevkâni, a.g.e., IV, 652
[349] Kur'ân-ı Kerim, Zümer, 39/53
[350] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 84-85.
[351] Asım Efendi, a.g.e., II, 1049-1050
[352] Taberİ, a.g.e., c.VII.cz. XII, 6
[353] Ebu Bekr er- Râzî a.g.e., s.637, Cevheri, a.g.e., III, 992; Asım Efendi, a.g.e., II, 1049-
[354] Kur'ân-ı Kerim, Mâide, 5/3; Yûsuf, 12/80,87, 110; Hûd, 11/9; R'ad, 13/31; tsrâ, n/gv Ankebııl, 29/23; Fussılet, 41/49; Mümtehıne, 60/13; Talâk, 65/1
[355] Kur'ân-ı Kerim, Hûd, 11/19
[356] Kur'ân-ı Kerim, Fussılet, 41/49
[357] Kur'an-ı Kerim,. Mümtehıne, 60/13
[358] Kur'ân-ı Kerim, Isrâ, 17/ 83
[359] Şevkânî, a.g.e, III, 314
[360] Gölcük, Şerafettin, Allah Kur'aıı İnsan, s. 18/19
[361] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 85-86.
[362] Râzî, a.g.e., XIX, 103
[363] Asım Efendi, a.g.e., IV, 386
[364] Elmahlı, a.g.e., VI, 3935
[365] Bkz. İsfchânî, a.g.e., s.315-316; Firûzabâdî, a.g.e., III, 541-542; Asım Efendi, a.g.e., IV, 384-386
[366] Rkz. İbn Manzur, a.g.e., XII, 373
[367] Kur'ân-ı Kerim, ibrahim, 14/34
[368] Kur'ân-ı Kerim, Ahzâb, 23/72
[369] İzutsu, Kur'an'da, Dinî ve Ahlâki Kavramlar, s. 221
[370] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 86-88.
[371] İhnManzûr, a.g.e., XI, 129; Cevheri, a.g.e., IV, 1663; Asım Efendi, a.g.e., II, 1224
[372] Bkz İsfehâni, a.g.e., s. 102; Firûzabâdî, a.g.e., II, 404-406
[373] Kur'ân-ı Kerim, Bakara, 2 /67
[374] Kur'ân-ı Kerim, Bakara, 2/273
[375] Kur'ân-ı Kerim, Fetih, 48/26
[376] Bkz. geniş bilgi için, îzutsu, Kur'an'da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, s. 55-56
[377] Kur'ân-ı Kerim, En'am, 6/1 i 1
[378] tzutsu, a.g.e., s. 59
[379] Kur'ân-ı Kerim, Zümer, 39/64-66
[380] Bkz. İzutsu, a.g.e., s. 59-60
[381] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 88-89.
[382] Rkz. Ezheıi a.g.e., VII, 294; İbn Manzur, a.g.e., IV, 229, Zebidi, a.g.e., XI, 135
[383] Râzî, a.g.e., XXV, 142; Eimahlı, a.g.e., VI, 3854
[384] Taberİ, a.g.e., c. X, ez. XXI, 54
[385] Asım Efendi, a.g.e., II, 286
[386] Bkz. Lokman, 31/31-32
[387] Bkz. Kur'an-ı Kerim, Lokman, 31/32
[388] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 89-90.
[389] Zeccâc, Mcâni'l-Kuran, III, 429
[390] Bkz. İbn Düreyd, a.g.e., II, 240; İbn Manzur, a.g.e., XIII, 144-145; Asım Efendi, a.g.e IV, 607-608
[391] Râzî, a.g.e., XXIV, 35
[392] Kur'ân-ı Kerim, Enfal, 8/27
[393] İbn Kesir, a.g.e, V, 430
[394] Bkz. Muhammed Fuad Abdu'l-Bakİ, a.g.e., s.348
[395] Zeccâc, a.g.e., III, 429
[396] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 90-91.
[397] Asım Efendi, a.g.e., I, 1221-1222
[398] Taberİ, a.g.e., c. V, ez. XII, 38; İbıı Düreyd, a.g.e., II, 283; Râzî, a.g.e.. XVIII, 14
[399] M.Ali es-Sâbûni, Safvetü't-Tefasir, Beyrut, 1981, cz.V, s. 101
[400] Kur'â,-. Kerim, Müddcssir. 74/16
[401] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 91-92.
[402] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 92-93.
[403] Kur'ân-ı Kerim, Nisa, 4/107
[404] Bkz Sadık Kılıç, Kur'ân'da Günah Kavramı, Konya, 1984, s. 185
[405] El-Alûsİ, Rûhu'l-Mcâni, Beyrut, 1985, c. III, ez. V, 141
[406] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 93-94.
[407] tsfehani, a.g.e., s. 86
[408] Kur'an-ı Kerim, Hûd, 11/59
[409] Kur'ân-ı Kerim, İbrahim, 14/15
[410] Kur'ân-ı Kerim, Mâide, 5/22; Şuarâ, 26/İ30; Kasas, 28/19
[411] Kur'ân-ı Kerim, Hûd, 11/59; İbrahim, 14/15; .Meryem, 19/14,32; Ğafır, 40/35; Kaf, 50/45; Haşr, 59/23
[412] Bkz. Kurtubî, a.g.e., c. III, ez. XVI, 84, c. IX, ez. XVII, 28, e. IX, ez. XVIII, 43, c. V, ez. XIII, 115,244
[413] Bkz.Kurtubî, a.g.e.,.. V, ez. XIX, 305, c. VT, ez. XI, 17, 30; Şevkâni, a.g.e., III, 122,403,411
[414] İsfehani, a.g.e., s. 86
[415] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 94-95.
[416] İbn Manzur, a.g.e., İV, 20, 21; Asım Efendi, a.g.e., II, 127
[417] Taberî, a.g.e., c. XI, ez. XXVII, 59
[418] Isfehanî, a.g.e., s. 18
[419] ibn Manzur, a.g.e., IV, 20
[420] Zebidİ, a.g.e., X, 53
[421] Kur'ân-ı Kerim, Kamer, 54/25
[422] Kur'ân-ı Kerim, Kamer, 54/26
[423] Ahmed b. Hanbel, el-Müsred, a.g.e., V, 329
[424] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 95-96.
[425] Bkz. ibn Düreyd, a.g.e., II, 211; İbn Manzur, a.g.e., V, 49; Zebidî, a.g.e., XIII, 305; Asım Efendi, a.g.e., II, 600; Elmahlı, a.g.e., VII, 4755
[426] İsfehani, a.g.e., .s. 374; Fîrûzâbâdî, a.g.e., IV, 186
[427] Kur'ân-ı kerim, Lokman, 31/38
[428] Tirmizi, es-Sünen, Tefsir, Sûre, 17,18, Menâkıb, 1; İbn Mâce, es-Sünen, Zühd, 38; Ahmed b.Hanbel, el-Müsned, I, 5,281,295,111,2, 144, V, 137. 138, 393
[429] Bkz. ibn Manriır, a.g.e., V, 48-49; Zebidi, a.g.e., XIII, 304-305
[430] Taberî, a.g.e., c. VII, ez. XII, 6, aynı eser, c. X, ez. XXI, 48
[431] Beydâvî, a.g.e., III, 306; Nesefi, a.g.e., III, 306; Hazin, a.g.e., III, 306
[432] Bkz. Kur'ân-ı Kerim, Nisa, 4/36; Lokman, 31/38; Hadid, 57/23
[433] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 96-97.
[434] Bkz. Fuad Abdu'l-Bakİ, a.g.e.. s. 385-386
[435] Kur ân-, Kerim, Nemi, 27/40
[436] Kerim, En'am, 6/63,64
[437] Kur an-1 Kerim, Secde, 32/ 7, 9
[438] Kur'ân-ı Kerim, Zümer, 39/7
[439] Kur'ân-ı Kerim, ibrahim, 14/7
[440] Kur'ân-ı Kerim, Bakara, 2/152
[441] İzutsu, a.g.e., s. 266
[442] İzutsu, a.g.e., s. 170
[443] Kur'ân-ı Kerim, Nahl, 16/83
[444] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 97-100.
[445] Bkz. Ezheri, a.g.e., I, 258/259; İsfehani, a.g.e., s. 413; Râzî, a.g.e., XXIII, 33-34; Ibn Man zûr, a.g.e., VIII, 298; Asım Efendi, a.g.e., III, 394-395
[446] Kur'ân-ı Kerim, Hac, 22/36
[447] Bkz .îsfehanî, a.g.e., s. 413; Fahruddin Râzî, a.g.e, XXIII, 33
[448] îsmail b. Muhammed el-Aclûnî, Kesfü'1-Hafâ ve Müzilü'l-llbas, Beyrut, ts, II, 102
[449] İbn Mace, es-Sünen, Zühd, 24
[450] İbn Mace, es-Sünen, Zühd, 24; Ahmed b. Hanbel, e!-Müsned, I, 310
[451] Buharı, es-Sahih, Rikak, 15; Müslim, es-Sahıh, Zekat, 120; Tirmizî, es-Sünen, Zühd, 40
[452] Ahmed Davutoğkı, Sahih Müslim Tercemesi ve Şerhi, İst. 1997, V, 470
[453] Kur'ân-ı Kerim, Fecr, 89/15-20
[454] Kur'ân-ı Kerim, Müddessir, 74/15
[455] Bkz. Kuşeyri, a.g.e., s. 162
[456] Kuşeyri, a.g.e., s. 161
[457] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 100-102.
[458] Bkz. Ezheri, a.g.e., XII, 170-174; Ibn Manzûr, a.g.e., IV, 437-439; Âsim Efendi, a.g.e., II, 458
[459] Bkz. îsfehanî, a.g.e., s. 273-274
[460] Ezheri, a.g.e., XXII, 171; İbn Manzûr, a.g.e., IV, 437-439; Asım Efendi, a.g.e., II, 459
[461] Elmahlı a.g.e., I, 340 ( orijinalinden )
[462] Bkz. Elmahh, a.g.e., I, 544-545
[463] Bkz. Izutsıı, Kur'an'da Dîni ve Ahlâki Kavramlar, s. 45/46
[464] izutsu, a.g.e., s. 147
[465] Bkz. Izutsu, a.g.e., s. 147
[466] Bkz. İzutsu, a.g.e., s. Î48-149
[467] Buharı, es-Sahîh, Cenâiz, 32, 43, Ahkâm, 11; Müslim, es-Sahih, Cenâiz, 14, 15;EbûDa-vûd, es-Sünen, Cenâiz, 23; Tirmizî, es-Sünen, Cenâiz, 13; Nesâî, es-Sünen, Cenâiz, 22; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, III, 130
[468] Bkz. Davudoğlu, Ahmed a.g.e., V, 128
[469] Kuşeyri, a.g.e., s. 183
[470] Kuşeyri, a.g.e., s.184
[471] Bkz.Gazalî, İhya, IV, 63-64
[472] Bkz. Kur'ân-Kerim, Hûd, 11/9, 10; En'am, 6/63-64; Nahl, 16/53-56, 71-72:, Ankebût, 29/65-67; Rûm, 30/33-36; Zümer, 39/8; Fussılet, 41/49-51; Şûra,42/48 vb.
[473] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 102-105.
[474] Ezheri, a.g.e., X, 162; İbn Düreyd, a.g.e., il, 310; İbn Manzûr, a.g.e., IV, 308-310
[475] Bkz. Kuşeyrî, a.g.e., s. 221.
[476] Kuşeyrî, a.g.e., s. 225.
[477] Bkz. Kuşeyri, a.g.e., s. 223.
[478] Elmahli,a.g.e.,I, 540 (orijinalinden)
[479] Elmahh a.g.e., I, 540-541 (orijinalinden)
[480] Bkz. Elmahlı, a.g.e., I, 542-543
[481] Fuad Abdu' 1-Baki, a.g.e., s. 270-275
[482] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 105-107.
[483] îsfehanî, a.g.e., s. 131; Asım Efendi, a.g.e., I, 1125, bkz. Elmahh, a.g.e., 1,71-72 (sadeleş ı rilen eserden)
[484] Ezheri, a.g-e., IV, 435; îbn Düreyd, a.g.e., Ii, 125
[485] j,ruddin Râzî, Tefsîru'l-Kebîr, I, 178; Elmalıh, a.g.e., 1, 56 (orijinalinden)
[486] Bkz. Elmahlı, a.g.e., E, 57
[487] Bkz. Fuad Abdu'1-Bakî, a.g.e., s. 217-218
[488] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 107-109.
[489] Bkz' İbn Manzûr, a.g.e., XI, 734-736; Asım Efendi, a.g.e., IV, 143-144
[490] Ezherî, a.g.e, X, 372; İbn Manzûr, a.g.e., XI, 734
[491] Râzî, a.g.e., IX, 55; Elmahh, a.g.e., II, 1228
[492] Seyyid Kutup, a.g.e, I, 503
[493] Bkz. Gazali, İhya, IV, 286-287
[494] Bkz. Kuşeyri, a.g.e., s. 163-166
[495] 1. Hakkı Şen, Diyanet Dergisi, 1981 Yıllığı, Hicret Özel Sayısı, s. 173
[496] 1. Hakkı Şen, a.g.d., s. 173
[497] Bkz. Kur'ân-ı Kerim, Hûd, 11/9; Rûm, 30/36; Fussılet, 41/49; Şûra, 42/48
[498] Fuad Abdu'1-Bakî, a.g.e, s. 762-763
[499] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 109-111.
[500] Hbû Bekr er-Râzî. a.g.e., s. 394; Asım Efendi, a.g.e., I, 1227-1228
[501] Ezherî, a.g.e., XV, 583; İbn Düreyd, a.g.e., II, 285
[502] Elmalılı, a.g.e, III, 1547
[503] Elmalıîı, a.g.e, III, 1547
[504] Isfehanî, a.g.e., s. 528; Ibn Manzûr, a.g.e, XV, 398; Asım Efendi, a.g.e., I, 1280
[505] Kur'ân-ı Kerim, Mâide, 5/1
[506] Bkz. Elmahlı, a.g.e, III, 143 (sadeleş tir ilen eserden)
[507] Kur'ân- Kerim, Âl-İ îmran, 3/76
[508] Kur'ân-ı Kerim, En'am, 6/125
[509] Kur'ân-ı Kerim, Bakara, 2/177
[510] Kur'ân-ı Kerim, Ra'd, 13/20
[511] ismail Cerrahoglu, Talat Koçyiğit, Kur'ân-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Ankara, 1985,1,75-76
[512] İsmail Cerrahoglu, a.g.e., 1,106
[513] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 111-113.
[514] Demİray, Kemai, Ansiklopedik Türkçe Sözlük, s. 582
[515] Bayraklı, Bayraktar, İslam'da Eğitim, s. 112
[516] Râzî, Tefsîru'l-Kebîr, IV, 41
[517] Kur'ân-ı Kerim, En'am, 6/ 63-64
[518] Kur'ân-ı Kerim, Yûnus, 10/22-23
[519] Kur'ân-ı Kerim, Rûm, 30/33
[520] Kur'ân-ı Kerîm, Ankebût, 29/65-66
[521] Bkz. Bayraklı, Bayraktar, a.g.e.,s. 112
[522] Râzî, a.g.e., XXI, 9
[523] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 115-117.
[524] Seyyid Kutup, Fi Zılâli'l-Kur'ân, IV, 1860
[525] Kur'ân-ı Kerim, îsrâ, 17/23
[526] Bkz. Elmalıij, a.g.e., IV, 3196
[527] Kur'ân-ı Kerim, Fussılet, 41/51
[528] Râzi-a-g-e.,3aVTI, 119
[529] Bkz. Seyyid Kutup, a.g.e, V, 3110
[530] Kur'ân-ı Kerim, Zümer, 39/8
[531] Bkz. Seyyid Kutup, a.g.e., V, 3041
[532] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 117-119.
[533] £urân-ı Kerim, Bakara, 2/67
[534] Bkz. Bayraklı, Bayraktar, a.g.e., s. 113
[535] Bkz. Bayraklı, Bayraktar, a.g.et s. 113
[536] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 119-121.
[537] îsfehanî, a.g.e., s. 362
[538] Cürcânî. Ta'rîfât, s. 162
[539] Bkz. Fîrûzâbâdî. a.g.e., V, 140-141
[540] Bkz. Seyyid Kutup, a.g.e., IV, 2240
[541] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 121-123.
[542] îsfehanî, a.g.e., s. 349
[543] Râzî. a.g.e., XXX, 176
[544] Kurtubî, Ahkâmü'l-Kur'ân, c. IX, ez. XVII, 16, c. X, ez. XIX, 68
[545] Râzî, a.g.e., XXX, 176
[546] İbn Kesir, Tefsir, VIII, 291
[547] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 123-124.
[548] lsfehani, a.g.e, s. 421, Fîrûzâbâdî, a.g.e.,IV, 325, İzutsu, Kur'an'da Dini ve Ahlâkî Kavramlar, s. 195
[549] îzutsu, a.g.e., s. 193
[550] Gazali, İhya, III, 363
[551] Râzî, a.g.e., XXVII, 119
[552] Bkz. Nadim Macit, Kur'an ve Hadise Göre Şirk ve Müşrik Toplum, Konya, 1992, s. 278-280
[553] Râzî, a.g.e., XV, 4
[554] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 124-126.
[555] Kur'ân-ı Kerim, Nahl, 14/37
[556] Kur'ân- Kerim, Tevbe, 10/128
[557] îsfehanî, a.g.e., s. 113; Cevheri, a.g.e., III, 1033; Firûzâbâdî, a.g.e., II, 450
[558] Demiray, Kemal, Ansiklopedik Türkçe Sözlük,,s. 275
[559] Bkz. Musa Kazim Gülçür, Kur'an'da Karakter Eğitimi, s. 41-42
[560] Elmalık, a.g.e., VIII, 5337
[561] Ahmed b. Hanbel.el-Müsned, II, 160
[562] Buharı, es-Sahîh, Rikak, 10; Müslim, es-Sahîh, Zekat, 116,119; Tirmizî, es-Sünen, Menâ-kib, 32,64; Ahmed .Hanbel, el-Müsned, V, 117, 131
[563] Buharı, a.g.e., Kitabu'r-Rİkâk, 50; Müslim, a.g.e., Zekat, 15; Tirmizî, a.g.e., Zühd, 28
[564] Bkz. Ahmed Davudoğlu, Sahihi Müslim Tercem ve Şerhi, V, 465.
[565] Bkz. Tirmizi, Zühd, 43 ; Dârİmî, es-Sünen, Rikak, 21; Ahmed b. Hanbel, III, 456,460
[566] Said Nursî, Mektûbât (Şükür Risalesi), İst. 1991, s. 341
[567] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 126-128.
[568] Elmalılı a.g.e., I, 241 (orijinalinden)
[569] Bkz. İzutsu, Kur'an'da Dinî ve Ahlâkî Kavramiar, s. 206-207
[570] Bkz. Elmalılı, a.g.e., IV, 527-528
[571] Rıad Abdu'1-Baki, a.g.e, s. 736-737
[572] Kur'ân-ı Kerim, Sâd, 38/62-63
[573] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 128-130.
[574] Bkz. Musa Kazim Gülçür, Kur'an'da Karakter Eğitimi, s. 41-42
[575] Bkz. Kur'ân-ı Kerim, Hûd, 11/10
[576] Bkz. Seyyid Kutup, a.g.e., IV, 2248
[577] Kur'ân- Kerim, Kasas, 28/76
[578] Bkz. Seyyid Kutup, a.g.e., V, 2711
[579] Bk2. Taberî, Tefsir, c. X, ez. XX, 70-711
[580] Kur'ân-ı Kerim, Kasas, 28/58
[581] Taheıî, a.g.e., c. X, ez. XX, 61
[582] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları:130-132.
[583] Kur'ân-ı Kerim, Zümer, 39/49
[584] Kur'ân-ı Kerim, Fussılet, 41/50
[585] Bkx. Alfred Adler, insanı Tanıma Sanatı, çev. Şalale Başar, İst. 1985, s. 149
[586] Adler, Alfred, a.g.e., s. 149-150
[587] Bkz Adler, Alfred, a.g.e., s. 150-152
[588] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 132-134.
[589] Kur'ân-ı Kerim, Lokman, 31/17
[590] Muhammed b. Kayyım el- Cevziyye, I'detü's-Sâbirin ve Zehîraü'ş-Şakirîn, Beyrut, 1980,s, 32-33
[591] Bkz. îbn Kayyım, a.g.e., s. 70-71
[592] Bkz.îbnK?.vylm,a.g.e.,s.74
[593] Kur'ân-i Kerim, Hûd, 11/9-11
[594] İbn Kayyım, a.g.e., s. 86
[595] Kur'ftn-ı Kerim, Meftric, 70/19-20
[596] Razi, a.g.e., XXX, 114; Gülçür, Musa Kazim, a.g.e., s. 45
[597] Kur'ân-ı Kerim, Zümer, 39/49
[598] Kur'ân-ı Kerim, Zümer, 39/8
[599] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 134-137.
[600] Ebû Bekr er-Râzî, Muhtam's-Sıhah, s. 637 .
[601] Müslim es-Sahîh, Zühd, 64; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, IV.332, 333, VI, 15,16
[602] Kur'ân-ı Kerim, En'am, 6/44
[603] Ali Özek ve Arkadaşları, a.g.e, En'am, 44. âyetin izahı .
[604] Elmalılı, a.g.e., III, 1928
[605] Kur'ân-i Kerim, Hûd, 11/9
[606] Kur'ân-ı Kerim, îsrâ, 17/83
[607] Kur'ân-ı Kerim, Rûm, 30/36
[608] Kur'ân-ı Kerim, Yûsuf, 12/110
[609] Kur'ân-ı Kerim, Zümer, 39/51
[610] Râzî, a.g.e., XVIII, 159
[611] Bkz. Adler, a.g.e., s. 226
[612] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 137-140.
[613] Kur'ân-ı Kerim, Bakara, 2/190
[614] İzutsu, a.g.e., s. 231
[615] Kur'ân-ı Kerîm, Mâide, 5/107
[616] İzutsu, a.g.e., s. 231
[617] Kur'ân-ı Kerim, Bakara, 2/65
[618] İzutsu, a.g.e., s. 232
[619] Kur'ân-ı Kerim, Şuarâ, 26/165-166
[620] Kur'ân-ı Kerim, Mâide, 5/78
[621] Bkz.Seyyid Kutup, Fî Zilâli'l-Kur'ân, II, 947,1,76-77
[622] Kur'ân-ı Kerim, Kasas, 28/76-77
[623] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 140-142.
[624] Nadim Macit, Kur'ân ve Hadislere Göre Şirk ve Müşrik Toplum, Konya, 1992, s. 308
[625] Bkz. Maciı, Nadim, a.g.e., s. 309
[626] Macit, Nadim, a.g.e., s. 311
[627] Bkz. Macit, Nadim. a.g.e., s. 311-312
[628] Ahmet Tabakoglu, İslam İktisat İlkeleri Işığında Birlik ve Kaikınma îslam Üzerine Dü-ünceler, Ankara, 1991, s. 101 içinde.
[629] Kur'ân-ı Kerim, Tevbe, 9/11
[630] smaıl Özcan, (İslam Dininin Yeniliklere ve Sosyal Adalete Bakışı) İslam Üzerine Düşünler içinde Ankara, 1991, s. 185-186 Ö, İsmail, a.g.e, s. 186
[631] Bkz Tabakoğiu, Ahmet, a.g.e, s. 99
[632] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 142-145.
[633] Bkz. Sadık Kılıç, Kur'an'da Günah Kavramı, Konya, 1984, s. 32-33
[634] Sadık Kılıç, a.g.e., s. 33
[635] Müslim,es-Sahîh, Birr, 5; Tilmizi, Sünen, Zühd, 52; Ahmed b. Hanbel, Müsned IV 227, V, 251
[636] Sadık Kılıç, a.g.e., s. 23
[637] Bkz. Sadik Kılıç, a.g.e., s. 172
[638] Nesefi, a.g.e., II, 478
[639] Kur'ân-ı Kerim, Bakara, 2/ 275
[640] Âlûsî, Rûhu'l-Meânî, Beyrut, 1985, III, 52
[641] Râzî, a.g.e., VII, 84
[642] Reşit Rızâ, Tefsiru'l-Menâr, Beyrut, ts. III, 101
[643] Sadık Kılıç, a.g.e., s. 183
[644] Kuı'ân-i Kerim, Nisa, 4/107
[645] Râzi, a.g.e., XVII, 147
[646] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 145-147.
[647] Bkz. Râzî, a.g.e., XXI, 29-30
[648] Elmalılı, a.g.e, V, 3196
[649] Zemahşerî, Keşşaf, IV, 205; Râzî, a.g.e., XXVII, 119
[650] Râzi, a.g.e., XXVII, 158
[651] Taberî, a.g.e., c. XI, ez. XXIV, 27
[652] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları:148-149.
[653] Bkz. îsfehanî, a.g.e., s. 230
[654] Izutsu, Kur'an'da Dini ve Ahlakî Kavramlar, s.233-234
[655] Kur'ân-ı Kerim, En'am, 6/141
[656] Bkz. îzutsu, a.g.e., s. 236
[657] Bkz. Elmalılı a.g.e., V, 3613
[658] Muhammed el-Behiy, tnanç ve Amelde Kur'ân'î Kavramlar, çev. Ali Turgut, İst. 1988, s. 265
[659] Muhammed el-Behiy, a.g.e., s. 262
[660] Muhammed el-Behiy, a.g.e,. s. 264
[661] tbn Mace, es-Sünen, Tahara, s. 48
[662] Macit, Nadim , a.g.e., s. 329
[663] Macit, Nadim, a.g.e., s. 330
[664] Zemahşerî, a.g.e., II, 446
[665] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 149-152.
[666] Bkz. Macit, Nadim, a.g.e., s. 321
[667] İsfehanî, a.g.e., s. 372, 373, fehaşe maddesi
[668] îsfehani, a.g.e., s. 505, nekera maddesi
[669] Macît, Nadim, a.g.e., s. 272
[670] Bkz. Madt, Nedim, a.g.e., s. 273
[671] Kur'ân-ı Kerîm, Nahl, 16/53-55
[672] Kur'ân-j Kerim, Ankebût, 29/65; Rûm, 30/34
[673] Bkz. Gülen, Fethuilah, Yeşeren Düşünceler, İzmir, 1996, s. 152-153
[674] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 152-155.
[675] Kemal Demiray-Ruşen Alaylıoğiu, Ansiklopedik Türkçe Sözlük, s. 441- 442
[676] Şerafettin Gölcük, Allah Kur'an İnsan, s. 19
[677] Bkz. Elmahh, a.g.e., IX, 6021-6022
[678] Macit, Nadim, a.g.e., s. 302
[679] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 155-156.
[680] Demiray, Kemal, a.g.e., s. 1 !6
[681] Gölcük, Şerafettin, a.g.e., s. 20
[682] Kur'ân-ı Kerim, İsrâ, 17/100
[683] Taberî, a.g.e., c. VIII, ez,. XV, 114
[684] İbn Kesir, a.g.e., V, 122
[685] Kur'an-ı Kerim, Meâric, 70/21
[686] Bkz. Râzî. a.g-e-, XXI, 53
[687] Bkz- Eimalılı. a.g.c. VIH. 118
[688] Ateş Süleyman, Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsiri, X, 463-464
[689] Râri'a.g.c., XXVII, 118
[690] Kur'ân-ı Kerim, Zümer, 39/49
[691] Râzİ,a.g-e.,IX, 94
[692] Bkz. Râzî, a.g.e., IX, 92
[693] Râzî. a.g.e., XI, 39
[694] Bkz. Adlcr, insanı Tanıma Sanatı, s. 183
[695] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 156-159.
[696] Ebu Bekr er-Razî, Muhtaru's-Sibah, s, 375
[697] îsfehanî, a.g.e., s. 337
[698] Rüzî, a.g.e., XXXI, 64; Nîsâbûrî, Ğ a rai bu'1-Kur'an, XXX, 150; Elmalılı, a.g.e., IX, 6020
[699] Bkz. Muhammed Kutup, İslam'a Göre insan Psikolojisi, çev. Akif Nuri, tst. 1977, s. 295
[700] Kur'ân-i Kerim, Ankebût, 29/65-66
[701] Kur'ân-ı Kerim, Yûnus, 10/22-23
[702] Bkz. Elmalılı, a.g.c, IV, 2699-2700
[703] Elmalılı, a.g.e., IV, 2700
[704] Elmalılı, a.g.e., IV, 2701
[705] Râzi, a.g.e., XVII, 55
[706] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 159-162.
[707] Kur'ân-ı Kerim, Zümer, 39/8
[708] Zemahşerî, Keşşaf, III, 389; Râzî, a.g.e., XXVI, 218; Ibn Kesir, a.g.e,, VII, 77
[709] Gölcük, Şerafettin a.g.e., s, 18
[710] Taberî, a.g.e., c. XII, ez. XXX, 180; İbn Kesîr, a.g.e., VII, 77
[711] Razı, a.g.e., XXXI, 64
[712] Kur'ân-ı Kerim, Yûnus, 10/12
[713] Bkz. Râzî, a.g.e., XVII, 41
[714] Bkz. Râzî, a.g.e., XVII, 43
[715] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 162-164.
[716] Bkz. îzutsu, Kur'an'da Dini ve Ahlâkî Kavramlar, s. 221-222
[717] Hazin, a.g.e., III, 531
[718] Beydâvi, a.g.e., II, 530-531; Nesefi, a.g.e., 111, 530-53İ
[719] Râzî, a.g.e., XIX, 103
[720] Kur'ân-ı Kerim, İbrahim, 14/ 32-34
[721] Bkz. Seyyid Kutup, a.g.e., IV, 2106
[722] Râzi, a.g.e., XIX, 103
[723] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 164-166.
[724] Ateş, Süleyman, a.g.e., X, 463
[725] Bkz. îbn Kayyım, a.g.e., s. 218-219
[726] Bkz. Gazali, İhya, IIÎ, 251-252
[727] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, V, 219
[728] Bkz. îbni Kayyım, a.g.e., s. 194-195
[729] Buharı, es-Sahih, Cihad, 70, Rikak, 30; İbn Mace, es-Sünen, Zühd, 8
[730] Gazaü, İhya, 111,250
[731] Buharı, es-$ahîh, Menâkıb, 25, Megazi, 12, Rikak, 7; Müslim, es-Sahîh, Zühd, 6
[732] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 166-169.
[733] Bkz. Gazali, İhya, IV, 109
[734] Gazali, İhya, III, 295-296
[735] Bkz. Gazali, İhya, III, 296
[736] Bkz- Gazali, ihya, III, 501-302
[737] Bkz. Tirmİzî, es-Sünen, Zühd. 43; üârimi, es-Sünen, Rikak, 21; Ahmed b. Hanbel Müsned, III, 456
[738] Bkz. Gazali, İhy.ı, III, 304
[739] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 169-171.
[740] Kur'an-ı Kerim, Hadid, 57/20
[741] Kur'ân-i Kerim, Rûm, 30/7
[742] Bkz. Elmahlı, a.g.e., VI, 3803-3804
[743] Kur'ân-ı Kerim, A'la, 87/16-17
[744] Bkz. Elmahh, a.g.e., VIII, 576-577
[745] Kur'an-ı Kerim, En'am, 6/29
[746] Bkz. Gölcük, Şerafettin, Allah Kur'an însan, s. 100-101
[747] Kur'an-ı Kerim, Enfal, 8/67
[748] Izutsn, Kur'an'da Dini ve Ahlâkî Kavramlar, s. 78
[749] Bkz. Muhammed Kutup, İslam'a Göre insan Psikolojisi, s. 288-289
[750] Bkz. Ahmet Rıfat, a.g.e., s. 57-58
[751] Bkz. tbn Kayyım, a.g.e, s. 262-263
[752] Elmahh, a.g.e., VII, 4751
[753] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 171-174.
[754] Cürcânî, Ali b. Muhammed, Kitâbu't- Ta'rîfât, s. 242
[755] Fîrûzâbâdî, Ebû Tahir Muhammed b. Ya'kûb, Besâir Zevİ't-Temyîz fi Letâifi'il-Kitabi' i-Aîî» V, 90; Rağıb el- İsfebânî, el-Müfredât, fi Ğarİbi'l-Kur'ân, s. 499
[756] Isfehânî, a.g.e, s. 499
[757] Kemal Demiray-Ruşen Alaylıoğlu, Ansiklopedik Türkçe Sözlük, s. 480
[758] Râzî, Fahruddin Muhammed b. Ömer, Mefâtîhu'1-Ğayb, XIX, 101; Kurtubî, Ebû Abdillah Muhammed b. Ferec, el-Câmi' li Ahkâmi'l-Kurân, I, 312
[759] Râzi, a.g.e., III, 28; Hazin, Alî b. Muhammed b. İbrahim, Lübâbu't-Te'vîi fi Meâni't-Tenzil, I 112
[760] Bkz. Râzî, a.g.e., III, 38; Hâzin, a.g.e., I, 112
[761] Râzî, a.g.e., III, 28
[762] Elmalılı.Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, I, 127 ( sadelestirilen eserden )
[763] Râzî, a.g.e., 1,181
[764] Gazâlî, Muhammed b. Muhammed Ebû Hamid el-Gazâlî, Ibyâ'u-Ulûmi'd-Din, IV, 104
[765] Gazâlî, a.g.e., IV, İ05
[766] Gazali, a.g.e., IV, 106-107
[767] Buharı, Muhammed b. İsmail el-Buhârî, Sahîhü'l-Buhârî, Rikâk, 1, Cihad, 33,110, Meğazî,
29; Müslim, Müslim b. Haccâc, Sahîhu'l-MüsÜm, Cihad, 129; Tirmizî, Muhammed b. İsa et-Tirmizi, Sünenü't-Tirmizi, Menâkıb, 55; İbn Mace, Muhammed b. Yezîd, Sünen'ü ibn Mâce, Mesâcid,3;Ahmedb. Hanbel, el-Müsned, II, 172, 180, 216, V, 322
[768] Bkz. Gazâlî, ihya, IV, 108
[769] Tirmizî, Kİtâbü'd-Daavât, 94
[770] Bkz.Nesefî,a.g.e.,I, 113
[771] Bkz. Abdu'l-Fetttah Ebû Gudde, Kıymetü'z-Zaman inde'l-Ulemâ, Beyrut, 1996, s. 16
[772] Bkz. Fuad Abdu'1-Bakî, el-Mu'cemü'l-Müfehres li Elfâz.ı'l-Kur'ânİ'i-Kerîm, s. 707-708
[773] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 189-192.
[774] Kur'ân-ı Kerim, İbrahim, 14/ 34
[775] Muhammed b. A1İ b. Muhammed eş-Şevkânî, Fethu'l-Kadîr, III, 136
[776] Râzî., a.g.e., XIX, 102; AbdulJlah b Ömer el Beydâvi, Envâru't-Tenzîl ve Esrâru't-TeVil, III, 530
[777] Kur'ân-ı Kerim, Lokman, 31/20
[778] Bkz. Hazin, a.g.e., V, 64
[779] Bkz. Zemahşerî, Muhammed b. Ömer, el-Keşşâfü an Hakâiki Ğavâmidi't-Tenzîl ve Uyûni'l-Ekâvîl fi Vücûhi't-Te'vil, III, 499; Nesefî, Abdullah b. Ahmed, Medâriku't-Tenzîl ve Hakâ-iku't-Te'vîl, V, 64
[780] Bkz.Şevkânî,IV,301
[781] Bkz. Râzî, a.g.e, XXV, 133
[782] Beydâvı, a.g.e., I, 131
[783] Bkz.Râzî, a.g.e., XXX, 78, XXXII, 72-73
[784] Demiray, Kemal, a.g.e., s. 266
[785] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 193-195.
[786] Kur'ân-ı Kerim, Câsiye, 45/13
[787] Kur'ân-Kerim, Lokman, 31/20
[788] Kur'ân-ı Kerim, Bakara, 2/29
[789] Kur'ân-ı Kerim, Bakara, 2/28
[790] Bkz. Râzî, .a.g.e., II, 138
[791] Bkz. E!mahlı,a.g.e., I, 285 (orjinalinden)
[792] Bkz. Elmahh.a.g.e., I, 285
[793] Bkz- Elmalıiı,a.g.e., 1,285
[794] Bkz. Elmalılı, a.g.e., I, 286-287
[795] Bkz. Elmalılı, a.g.e., VH1, 5496
[796] Bkz. Seyyid Kutup, Fî Zilâli'I-Kur'ân.I, 52
[797] Bkz. Seyyid Kutup, a.g.e., IV, 240-241
[798] Kur'ân-ı Kerim, Hac, 22/66
[799] Bkz. Suat Yıldırım, Kur'ân'da Ulûhiyyet, İst. 1987, s. 204
[800] Bkz. Seyyid Kutup, a.g.e., II, 54
[801] Bkz. Elmalılı, a.g.e., 1,287
[802] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 195-199.
[803] Ssfehânî, a.g.e., s. 342
[804] Demİray, Kemal, a.g.e., s. 17
[805] Elmalılı, a.g.e., I, 566 (Orjinalinden)
[806] Bkz. Elmalılı, a.g.e., I, 567
[807] Bkz. Gazali, a.g.e., 1,99-101
[808] Mevlânâ Celâlü'd-Dîn Rûmî, Fîhimâ Fîh ve Mecâlis-ı Seb'a'dan Seçmeler, hz. Abdulbaki
Gölpınarh, îst. 1972, s. 279-280
[809] Mahmut Çamdibi, Şahsiyet Terbiyesi ve Gazali, s. 62
[810] Bkz. Ahmet Rıfat, Tasvir-i Ahlâk, Tercüman Gazetesi, 1001 Temel Eser, İst. ts. No: 62, s. 29-30
[811] İbrahim Agah Çubukçu, İslam'da Ahlak ve Manevî Vazifeler, Ankara, 1995, s. 9
[812] Rıfat, Ahmet, a.g.e., s. 32
[813] M. Fuad Abdu'1-Bâkî, el-Mucemü'1-Müfehres li Elfâzi'l-Kur'ân, s. 468-469
[814] M.Fuad Atıdul-Bakî, a.g.e., s. 644
[815] M.Fuad Abdu'1-Bâkî, a.g.e., s. 722
[816] Bkz. Ergün, Mustafa, İnsan ve Eğitimi, s. 125-128
[817] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 200-202.
[818] Bkz. Râzî, a.g.e., 1,209-210
[819] Kur'ân-ı Kerim, Mâide, 5/3
[820] Bkz. Râzi, a.g.e., XI,110-111
[821] Bkz. Muhammed Kutup, İslam'a Göre İnsan Psikolojisi, s. 194-197
[822] İbn Kayyım el-Cevziyye, I'detü's-Sâbirîn, s. 159
[823] Bkz. Sbn Kayyım, a.g.e., s. 168
[824] Bkz. îbn Kayyım, a.g.e., s. 170
[825] Said Nursî, Şükür Risalesi, s. 62-63
[826] Bkz. Said Nursî, a.g.e., s. 67-68
[827] Bkz. Seyyid Kutup, a.g.e., 1,344
[828] Rıfat, Ahmet, a.g.e., s. 62
[829] Bkz. Said Nursî, a.g.e. 71-73
[830] Gülen, Fethullah, .Yeşeren Düşünceler, İzmir, 1996, s. 97
[831] Geniş bilgi için bkz. Seyyid Kutup, a. g.e., II, 844-845
[832] Bkz. İsmail Hakkı Dursun Yıldız, İslâmiyet ve Türkler, Diyanet Dergisi (Hicret Özel Sayısı), 1981 yıllığı, s. 315 içinde
[833] Bkz. Ahmet Arvâsî, Türk İslam Ülküsü, ist. 1994, s. 268
[834] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 202-207.
[835] Bkz. geniş bilgi için Süleyman Uludağ, İslam'da inanç Konulan ve itikadı Mezhepler, îst. s. 185-187
[836] Bkz. Uludağ, Süleyman, a.g. e., s. 190
[837] Bkz. Uludağ, Süleyman, a.g.e., s. 191-192
[838] Kur'ân-ı Kerim, Nahl, 16/2
[839] Bkz. Seyyid Kutup, a.g.e., IV, 2160
[840] Uludağ, Süleyman, a.g.e., s. 195
[841] Arvâsî, Ahmet, a.g.e., s. 35
[842] Bkz. Arvâsi, Ahmet, a.g.e., s. 49
[843] Bkz. Seyyid Süleyman Nedvî, Asr-ı Saadet Peygamberimizin Tebligat ve Talimatı, hz. Eşref Edib, çcv. Ali Gencel, îst. 1967,1,48-50
[844] Bkz. Nedvî, Süleyman, a.g.e., I, 52-53
[845] Bkz. Nedvi, Süleyman, a.g.e., 1, 247-248
[846] Kur'ân-i Kerim, Âî-i İmran, 3/Î64
[847] Elmaiılı,a.g.e., II, 1224
[848] Bkz. İbnü Kesîr, ismail b. Ömer, Tefsiru'l-Kur'âni'l-Azîm, II, 136-137
[849] Bkz. Saıd Nursi, Şükür Risalesi, s. 73
[850] Bkz. Seyyîd Kutup,, a.g.e. 1,506-507
[851] Bkz. Râzî, a.g.e., IX, 64
[852] Elmalılı.a.g.e., I. 538 (orjinalinden)
[853] Bkz. Râzî, a.g.e., IV, 130; Elmalılı, a.g.e., I, 539
[854] Bkz. Râzi, a.g.e., IV, 130; tbn Kesir, a.g.e., I, 282; Elmaiılı, a.g.e., I, 539
[855] Elmaiılı,a.g.e., I, 539
[856] Geniş bilgi için bkz. Elmalılı, a.g.e., I, 53; Seyyid Kutup,, a.g.e., I, 507
[857] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 207-213.
[858] Bkz. Zemahşeri, Keşşaf, I, 189; İbn Kesîr, a.g.e., I, 269; Şevkâni, a.g.e., I, 181; Elmalıtı, a.g.e., 11,216
[859] Bkz. Elmahlı, a.g.e., II, 204 { sad eleştirilen eserden )
[860] Ali Özek ve Arkadaşları, Kur'ân-ı Kerim ve Türkçe Açıklamalı Meali, Bakara, 269. âyetin izahı
[861] Bkz. Süleyman Nedvi, a.g.e.. I, 200
[862] Bkz. Süleyman Nedvi, a.g.e., 1, 200
[863] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 214-216.
[864] Cürcânî, a.g.e., s. 155; Isfehânî, a.g.e., s. 343; Musa Kâzım, a.g.e., s. 280; Uludağ, Süleyman, a.g.e., s.77
[865] Bkz. Şevkâni, a.g.e., V, 588
[866] Bkz.Elmahlı, a.g.e., VIII, 5953
[867] Bkz. Mevdûdî, Tefhîmü'l-Kur'ân, III, 146
[868] Bkz. Elmaiılı, a.g.e., I, 265-267 (sad el eştiril en eserden)
[869] Bkz. Gazali, Ihy5.IV, 105-106
[870] Bkz. Uludağ, Süleyman, a.g.e., s. 77-79
[871] Bkz. Seyvid Kutup,, a.g.e., VI, 3938-3939
[872] Ergün, Mustafa, İnsan ve Eğitimi, s. 210
[873] Bkz. Ergün, Mustafa, a.g.e., s. 218^-
[874] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları:216-219.
[875] Ebû Bekr er-Râzî, Muhtaru's-Sıhar^s. 59
[876] Bkz. Türkiye Diyanet Vakfı islam Ansiklopedisi, ist. 1992, VI, 22, Beyan Maddesi
[877] Hazin, a.g.e., VI, 134; Şevkânî, a.g.e., V, 163; Elmalılı, a.g.e., VII, 4663
[878] Elmahlı, a.g.e., VIII, 4663
[879] Ferİha Baymur, Genel Psikoloji, s. 203
[880] Bkz. Baymur, Ferİha, a.g.e., s. 250-256
[881] Bkz. Ergün, Mustafa, a.g.e., s. 187-188
[882] Bkz. Seyyid Kutup, a.g.e., VI, 3447
[883] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 219-222.
[884] Isfehânî a.g.e.. s. 348
[885] Deminıy, Kemal, a.g.e., s. 503
[886] Fuad Abdu'1-Bakî, a.g.e., s. 482-483
[887] Kur'ân-ı Kerim, A'ıaf, 7/34
[888] Ali Özek ve Arkadaşları, a.g.e., A'raf, 34. âyetin izahı.
[889] ibrahim Canan, Vakti En İyi Değerlendirme Esasları, İst. 1994, s. 45
[890] Canan, İbrahim, a.g.e., s. 52
[891] Tirmizi, Sünen, Zühd, 22
[892] Kur'ânı-Kerim, Fâtir, 35/37
[893] Elmahli,a.g.e.,VI,3994
[894] Kur'ân-ı Kerim, Fâtır, 35/11
[895] Bkz. Elmahiı, a.g.e., VI, 3981
[896] Şevkânî, a.g.e., IV, 427
[897] Kur'ân-ı Kerim, Yasin, 36/68
[898] Kur'ân-ı Kerim, Nahl, 16/70
[899] Bkz. Seyyid Kutup, a. g.e., V, 2973
[900] Bkz. Râzî, a.g.e., XX, 62
[901] Taberî, a.g.e., c.VII. ez. XIV, 95
[902] Kur'ân-ı Kerim, Tin, 95/4-5
[903] Râzi, a.g.e., XX, 63
[904] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 222-226.
[905] Yusuf Kardâvi, Müslümanm Hayatında Vakit, trc. Muhammed Enes, Konya, 1990, s. 11-12
[906] Yusuf Kardâvî, a.g.e., s. 3-15
[907] Yusuf Kardâvî, a.g.e., s. 19
[908] Canan, ibrahim, Vakti En İyi Değerlendirme Esasları, s. 4
[909] Yusuf Kardâvî, a.g.e., s. 22
[910] BuMri, es-Sahih, Rikak, 1, 60; Tirmizî, es-Sünen, Zühd, I, tbn Mace, es-Sünen, Zühd, 15
[911] Bkz. Kardâvî, a.g.e., s. 27-28
[912] Bkz. Kardâvî, a.g.e., s. 35, 39
[913] Abdu'l-Fettah Ebû Gudde, Kıymetü'z-Zaman inde'l-Uiemâ, s. 10-11
[914] Taberî, Muhammed b. Cerir et-Taberi, Câmiu'l-Beyan fi Tefsiri'l-Kur'ân, c. X, ez. XXII, 93
[915] Canan, İbrahim, a.g.e., s. 17 '-
[916] îsfehanî, a.g.e., s. 529
[917] Canan, İbrahim, a.g.e., s. 18.
[918] Bkz. Fuad Abdu'1-Bakî, a.g.e., s. 757
[919] Bkz. Geniş bilgi için Canan, İbrahim, a.g.e., s. 19-26
[920] Bkz. Rifat, Ahmet, a.g.e., s. 67-68
[921] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 226-232.
[922] Avni Çelik, Kur'ân-ı Kerime Göre İnsanın Değer ve Üstünlüğü, Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, dergisi, 1993, sy. 11, s. 150
[923] Bkz. Râzi, a.g.e., XX, 103
[924] Kur'ân-iKerim,Nahi, 16/112
[925] Bkz. İbn Kesir, a.g.e, VI, 302
[926] Kur'ân-ı Kerim, Kureyş, 106/ 1-4
[927] Bkz. Seyid Kutup, a.g.e., VI, 3982-3983
[928] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 232-235.
[929] Bkz. Çelik, Hüseyin Avni, a.g.d., s. 149
[930] Bkz. Zeki Duman, Nüzulünden Günümüze Kur'ân ve Müslümanlar, Ankara, 1996, s. 125- 126
[932] Bakara, 2/173-174
[933] Seyyid Kutup, a.g.e., IV; 2225
[934] Bkz. Seyyid Kutup, a.g.e., I, 164
[935] Şevkânî, a.g.e., I, 220; Seyyid Kutup, a.g.e.. I, 165
[936] Elmalılı, a.g.e., 1, 601 (orijinal eserden)
[937] Bkz. Elmalilı, a.g.e., I, 602-605
[938] Seyyid Kutup, a.g.e., I, 165
[939] Râzî, a.g.e., V, 48, Elmalıh, a.g.e., 1,609
[940] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 235-238.
[941] Müslim, Birr, 32
[942] Bkz. Duman, Zeki, a.g.e., s. 128
[943] Elmahlı, a.g.e., 1,677-678
[944] Bkz. Elmalılı, a.g.e., I, 679
[945] Elmalılı, a.g.e., 1,680
[946] Kur'ân-ı Kerim, Nİsâ, 4/ 29
[947] Elmalıh, a.g.e., II, 1341
[948] Bkz. Elmalılı, a.g.e., II, 1342
[949] Kur'ân-ı Kerim, Nisa, 4/5
[950] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 238-241.
[951] Çelik, Avni, a.g.d., s. 151
[952] Bkz. Duman, Zeki, a. g.e., 127-128
[953] Kur'ân-ı Kerim, İsrâ, 17/32
[954] Kur'ân-ı Kerim, Nûr, 23/2
[955] Özek, Ali ve Arkadaşları, a.g.e., Nûr Sûresi, 2. âyetin İzahı.
[956] Mevdûdî, Tefhimü'l-Kur'ân, III, 107
[957] Bkz. Seyyid Kutup, a.g.e., IV, 2223-2224
[958] Seyyid Kutup, a.g.e, IV, 2224
[959] Bkz. Seyyid Kutup, a.g.e., IV, 2224
[960] Kur'ân-ı Kerim, Nûr, 23/4
[961] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 241-243.
[962] Demiray, Kemal, a.g.e., s. 429, 578
[963] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, IV, 197, 202
[964] Gazali, îhyâ, III, 248, 249
[965] Bkz. Gazali, a.g.e., III, 250-251
[966] İsmail b. Muhammen et-Atlûnî, Keşfü'1-Hafâ ve Müzîlü'l-iltibas Amme'ş-Tehera mine'l-Ehâdis alâ Elsineti'n-Nâs, Beyrut, ts. Ii, 320
[967] Gazali, a.g.e., IV, 109
[968] Bkz. Mustafa Çağına, İslam'da Eğitim Ahlak Meseleleri ve Toplum Kalkınması ( İslam Üzerine Düşünceler, Ankara, 1991 içinde ), s. 52-53
[969] Çağına, Mustafa, a.g. makale, s. 53
[970] Ebû Davud, es-Sünen, Edeb, 101; Nesâî, es-Sünen, Sehv, 90, İstiâze, 16,29; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, V, 29, 39, 42,44
[971] Çağına, Mustafa, a.g. makale, s. 53
[972] Bkz. Çağına, Mustafa, a.g. makale, s. 54-55
[973] Ahmet Tabakoğlu, İslam İktisat İlkeleri Işığında Birlik ve Kalkınma ( îslam Üzerine Düşünceler, Ankara, 1991 içinde ), s. 99
[974] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 243-246.
[975] Demiray, Kemal, a.g.e., s. 15
[976] Bkz. Hüseyin Atay, Takdim ( Abdu'r-Rahim Omran'ın İslam Kültüründe Aile Planlaması, Ankara, 1995 adlı esere yazdığı takdim), s. XIX
[977] Bkz. İbrahim Canan, Hz. Peygamberin Sünnetinde Terbiye, İst. 1982, s. 380
[978] Bkz. Canan, İbrahim, a.g.e., s. 382-383
[979] Canan, İbrahim, Hadis Ansiklopedisi, I, 357
[980] Kur'ân-ı Kerim, A'raf, 7/189
[981] prof. Abdu'r-Rahim Omran, Isİam Kültüründe Aile Planlaması, trc. Komisyon, Ankara, , 1995, s. 17
[982] Kur'ân-ı Kerîm, Nİsâ, 4/1
[983] Bkz. Seyyid Kutup, a.g.e., I, 574-575
[984] Mustafa Erden, islam ve Millî Bütünlük .Tartışılan Değerler Açısından Türkiye, Ankara, 1996, içinde s. 253 (Sempozyum, 17-18 Haziran, 1995 )
[985] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 246-248.
[986] Kur'ân-ı Kerim, Rûm, 30/21
[987] Bkz. A. Rahim Omran, a.g.e., s. 17-20
[988] Eimablı.a.g.c, II, 1272
[989] Müslim, es-Sahih, Rada', 64; Nesâî, es-Sünen, Nikah, 15; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, II, 168
[990] Ahmed p. Hanbel, el-Müsned, I, 168
[991] it,n Mace, es-Sünen, Nikah, 5; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, V, 278, 282,; Canan, İbrahim, Hadis Ansiklopedisi, XVII, 189
[992] Tirmizî, es-Sünen, Tefsir, Sûre, 10
[993] İbn Mace, es-Sünen, Nikah, 5; Nesâî, es-Sünen, Nikah, 14; Canan, İbrahim, a.g.e., XVII, 189-190
[994] Bkz. Muhammed İkbal, Esrar ve Rumuz, çev. Ali Nihad Tarlan, ist. 1964, s. 128-129
[995] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 248-251.
[996] Kur'ân-ı Kerim, Furkan, 25/74
[997] Elmahlı, a,g^,-rV, 3615
[998] KûYâiw Kerim, Kehf, 18/46
[999] Seyyid Kutup, a.g.e., V, 2581
[1000] Abdu'r-Rahİm Omran, a.g.e., s. 36
[1001] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 251-253.
[1002] Bkz. Seyyid Kutup,, a.g.e., I, 574-575
[1003] Bkz. Seyyid Kutup, a.g.e., I, 575-575
[1004] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur'ân Tefsiri, İzmir, 1986,111,1204
[1005] Müslim, es-Sahih, Birr, 17; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, II, 163, 190, 193, 209
[1006] Ebû Davud, es-Sünen, Zekat, 45; Tirmizî, es-Sünen, Birr, 9; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1,191,194, II, 498, VI, 62
[1007] Gazali, İhya, IV, 109
[1008] Bkz. Geniş bilgi için, Taberî, a.g.e., c.V, ez. XII, 52-53; Kurtubi, a.g.e., c.V, cz.IX, 69-70; Şev-kânî, a.g.e., II, 655
[1009] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 253-255.
[1010] Demiray, Kemal, a.g.e., s. 229
[1011] Suat Yıldırım, Gençlerin Mesajları, Yeni Ümit, Temmuz-Eylül, 1993, sy. 21, s. 5
[1012] Gülen, Fethullah, ölçü 2, İzmir, 1997, s. 49
[1013] Tirmizî, es-Sünen, Kıyamet, 1
[1014] Bkz. Kur'ân-ı Kerim, Kehf, 18/9-21
[1015] Canan, İbrahim, Hadis Ansiklopedisi, I, 386
[1016] Yıldırım, Suat, a.g.d., s. 5
[1017] Bkz. Yıldırım, Suat, a.g.d., s, 5-6
[1018] Bkz. Yıldırım, Suat, a.g.d., s. 6
[1019] Yıldırım, Suat, a.g.d., s. 7
[1020] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 255-259.
[1021] Demiray, Kemal, a g.e., s. 554
[1022] Canan, İbrahim , Hadis Ansiklopedisi, X, 535
[1023] Buharı, es-Sahih, Rikak, 1,60; Tirmizî, es-Sünen, Zühd, 15; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned I, 344
[1024] Darimî, es-Sünen, Rikak, 2; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, î, 258
[1025] Ahmed b. Hanbel, eî-Müsned, 1, 8
[1026] Tirmizî, es-Sünen,, Daavât,102
[1027] îbn Mace, es-Sünen, Duâ, 5; Ahmed b. Hanbel, el-Müsncd, I, 3, 5, 9
[1028] Buhârî.es-Sahih, Rikak, 1; Tirmizî, es-Sünen, Zühd, i; lbn Mace, es-Sünen, Zühd, 15
[1029] Çetin, Abdurrahman, a.g.d., s. 11
[1030] Geniş Bİlgİ için bkz. Çetin, Abdurrahman, a.g.d., s. 11
[1031] Bkz. Çetin, Abdurrahman , a.g.d., s. 12-13
[1032] Türkiye Gazetesi, 28 Haziran, 1987
[1033] Canan, İbrahim, Hadis Ansiklopedisi, X, 547-548
[1034] Buharı, es-Sahih, Tıb, 1
[1035] Buhari.es-Sahih, Tıb, 1; Ebû Dâvud, es-Sünen, Tıb, 1; Tirmizî, es-Sünen, Tıb, 2; tbn Mace, es-Sünen, Tıb, 1
[1036] Gülen, Fethullah, Sonsuz Nûr, Almanya, 1994,1, 126
[1037] Fethullah Gülen, a.g.e., I, 129
[1038] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 259-263.
[1039] Fuad Abdu'1-Bâkî, a.g.e., s. 362-364
[1040] Ebû Bekr er-Râzî, Muhtaru's-Sihah, SME maddesi, s. 269
[1041] Seyyİd Kutup, a.g.e.,Vl, 3449
[1042] Özek, Ali ve Arkadaşları, a.g.e., Enbiyâ, 32. âyetin izahı
[1043] Elmaİıh.a.g.e., IV, 4532
[1044] Bkz. Râzî, a.g.e., II, 98
[1045] Râzî. a.g.e., 11,98-99
[1046] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 263-266.
[1047] Isfehani. a.g.e., s. 16
[1048] Bkz. Fuad Abdu'1-Bakî, a.g.e., s. 26-33
[1049] Geniş bilgi kin bkz. Göloıük, Şerafettin, Allah Kur'ân İnsan, s. 28-30
[1050] Bkz. Elmalılı, a.g.e., VIII, 5531-5532
[1051] Geniş bilgi için bkz. Elmalıli,a.g.e., VIII, 5532-5533
[1052] Bkz. Seyyid Kutup,, a.g.e., VI, 3450
[1053] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 266-269.
[1054] Bkz. Demiray, Kemal, a.g.e., s. 52,247
[1055] Bkz, Seyyİd Kutup, a.g.e., IV; 2107; Mevdûdî, Tefhîmü'l-Kur'ân, II, 553
[1056] Ali Özek ve arkadaşları, a.g.e., En'am, 96. âyetin izahı
[1057] Bkz. Seyyid Kutup, a.g.e., II, 1157
[1058] Geniş bilgi için bkz. Elmahlı, a.g.e., V, 335; Seyyid Kutup,, a.g.e., V, 3447-3448
[1059] Bkz. Elmahh, a.g.e., IV, 2674
[1060] A. Cress Morrisson, Man Does Stand Alone, îrc. Nurettin Boyacılar, (îlİm İman Etmeyi Gerektirir. Ank. 1974,
içinde,) s. 6-7; Hüseyin Demirkan, Yıldızların Esrarı, İst. 1978, s. 9-10
[1061] Demirkan, Hüseyin, a.g.e., s. 10-11
[1062] Bu konuda geniş bilgi için bkz. Thema Larousse, Tematik Ansiklopedi, İst. 1993-1994, U. 48
"Samanyolu: Bulutsuz gecelerde boydan boya görünen uzun yıldız kümesine verilen ad.
[1063] Geniş bilgi için bkz. Elmahlı, a.g.e., VIII, 5848-5849
[1064] Geniş bilgi İçin bkz. Râzî, a.g.e., II, 99
[1065] S hk/.. Gazali, İlıyâ, IV, 122
[1066] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 270-274.