KUR'AN VE KUR'AN İLİMLERİYLE İLGİLİ KAVRAMLAR
GENEL KEVNÎ VE TEŞRİİ KAVRAMLAR
Din, Millet, Şeriat, Minhac, Tarikat
Sırat - Sebîl - Rüşd - Seviyy - Ivec -Müştekim/Kıyam.
Ber' - Bed'a İbda – Fatr/ Fıtrat
İnşa' - Tasvir – Tesviye/ İstiva
Ruh - Nefs, Melek – Cin/ İblis /Şeytan
İNSANIN AMELLERİNİN KATEGORİLER'DİRİLMESİ VE 'ŞİRK-KÜFR-CAHİLİYYE'. KATEGORİSİYLE İLGİLİ KAVRAMLAR
İNSANIN ÂMELLERİNDE 'İSLÂM - İMAN KATEGORİSİYLE İLGİLİ KAVRAMLAR
Tevhîd, İbadet Emanet İman - İslâm - Selâm
İNSANIN HAYATINDA ÖNDERLİK KURUMUYLA İLGİLİ KAVRAMLAR
İslâm topraklarının çeşitli yörelerinde olduğu gibi Türkiye'de de son asırdaki 'Kur'an'a dönüş' hareketi belli düzeylerde sürmektedir. Bundan yaklaşık ondört. asır önce Hatem'ül-Enbiya'nın kalbine 'inzal'le bir çekirdek halinde ekilen ve 'tenzille onun hayatının son yirmi üç yıllık döneminde tüm yaşayışıyla filizini çıkarıp gövdesi üzerinde yükselen ve dallanıp yapraklanarak çiçek açan ve en sonunda da meyvesini veren Allah Kelâmı'nın bu son şekli yüzyıllarca yeryüzünün üçte birini gölgelendirmesinin ardından insanlığın nefsinde adeta 'nisyan' karanlığına terkedilmiş ve bunun sonucunda modern Promete'nin azgın iştahı doymak bilmez bir ahtapot halinde tüm yeryüzünü sarmıştır. Özellikle önceki yüzyılın sonlarından itibaren bu ahtapotun suratındaki makyajın silinmeğe ve gerçek yüzünün olanca çirkinliği ve dehşetiyle ortaya çıkmaya başlaması üzerine müslümanlar yeniden Allah'ın Kelâmı'na yönelme gereği duymuşlar ve bu Kelâm'ın nasıl ilk günkü tazeliğiyle yerinde durduğunu” zamanın ihtiyarlamasına karşın onun nasıl da gittikçe tazelendiğini görmüşlerdir.
Batı patentli ahtapotun zehiriyle varlığı en derinden yaralanan ve bu yaranın kansere dönüşmesiyle birlikte 'ayakta kalabilen sağları'yla acil bir şifa arayan insanlığın çaresiz başvuracağı ve büyük bir susuzlukla aradığı ilâç kuşkusuz Allah'ın Kelâmı'ndadır. Ne var ki, sürekli gözlerden kaçırılan ve elden geldiğince gizlenmeye çalışılan bu ilâç kendisini her yönüyle sunacak 'doktor'lar beklemektedir. İnsanlığın geleceği bu doktorların çalışmalarına ve Allah Kelâmı'nın ilâcından 'hastaları'nı faydalandırabilmelerine bağlıdır. Eğer Kur'an gerçekten anlaşılabilmiş ve anlatılabilmiş olsaydı Batı'nın zehirleri altın kupalarda sunulmuş bile olsa en azından müslümanlar arasında asla alıcı bulamazdı. Ama, ne yazık ki, bu zehirlerin müslüman bedenlere kolayca şırınga edilmiş olması bir yana, onları Kur'an'la karşılamaları gereken bazı müslüman 'doktor'lar da bu zehirleri insanlığın zehirlenmesi karşısında adeta birer 'panzehir' gibi görüp, Kur'an'ın bütünüyle şifa verici ilâcını onlarla özdeşleştirme yoluna gitmişler, hattâ Kur'an'ın ilâcını o zehirlerin elde edildiği lâboratuarlardaki tüplerde 'denemek' gibi çok yanlış yollara başvurmuşlardır.
Kur'an'ı anlamak önce onun sunulduğu ve kabı niteliğindeki dilini anlamakla mümkündür. Sözgelimi, bir insan varlığının özünü oluşturan 'ruh'u ve onu başkalarından ayıran bir takım kişisel nitelikleriyle insansa da, öncelikle onu karşıdakine tanıtan kendisinden ayrılmaz özellikteki dış görünümüdür. Boyu, beden yapısı, yürüyüşü, yüzü, gözü ve kaşıyla başkaları arasında seçilen bir insanın bu dış yapısını attığımızda,onu tanımak için kendisine ulaşacağımız yolu ve, asıl varlık özüne gireceğimiz kapıyı kaybetmişiz demektir; o halde insanı tanımak için önce onu 'zahirî' özellikleriyle bilmemiz gerekir. Aynen bunun gibi, Kur'an dili ve bu dilin ifade aracı olan harfler, kelimeler ve cümleler onun zahirî yanını oluşturduğundan, ancak bu yanını tanıdıktan sonra onun asıl özüne inmek mümkün olabilir.
Kur'an üzerinde müslümanlar tarafından olduğu kadar, gayr-ı müslimler tarafından da çok çeşitli ve çok yönlü çalışmalar yapılmıştır. Bunlardan bir tanesi de onun anlamının, yani varlık özünün oturduğu dilinin başta gelen ifade şekilleri olan 'kavramlar' üzerinde yapılan çalışmalardır. İslâm Tarihi'nde bu türden yapılan çalışmalar içinde en ünlülerinden olan Ragıp el-İsfahanî'nin Müfredat Ebu'l-Beka'nın Külliyavı ve benzerlerinin yanısıra, Firuzabadî'nin Kamus'u gibi lûgatlar ve İbn-i Kuteybe'nin Tefsir'u Ğarib'il-Kur'an'ı gibi Kur'an'ın müteşabihleri, garaibi, acaibi üzerinde kıymetli eserler verilmiştir. Bu eserlerden hiç birinin henüz Türkçe'ye kazandırılmamış olması bir yana, her bir eser kuşkusuz yazarının bilgisi ve yeteneği ölçüsünde değer sahibidir. Yüzlerce yıl önce bu eserlerde sunulan bilgiye kendilerinden sonra daha başka bilgilerin de çeşitli eserlerle eklenmiş olması kaçınılmazdır.
Kur'an'ı anlamak onun dış yapısı olan dilini anladıktan sonra onu yaşamayı, hayata hayat yapmayı gerektirir. Onu zahiriyle, dilini ve bu dilin oturduğu çerçeveyi çok iyi bilen biri belli ölçülerde tanıyabilir. Ne var ki, bu yalnızca zahirde kalan bir anlayış olmaktan öte geçmeyecektir. Her türlü 'doğru' bilgiyi çekirdek halinde ihtiva eden Kur'an'ın asıl varlığını oluşturan 'anlamı'na ancak insanın da asıl varlığını oluşturan ruhunun merkezi 'kalp'le varılabilir. Bu da ona yaklaşan kalbin onun ayetleriyle temizlenmiş olmasını gerektirir; temizlenmek onu yaşamakla birlikte yürür. O halde, her müslüman kalbî temizliği, basiretinin derecesi ölçüsünde Kur'an'ı anlayabilir. Kur'an hiç bir zaman tek bir anlam düzeyine hitap eden monoton bir kitap değildir. O sınırsız ve ulaşılamayan derinlikte anlam katmanlarıyla doludur. Nasıl her insanın kalbî hayatı ve dolayısıyle anlayış, kavrayış derecesi birbirinden farklıysa, işte her bir insan bu farklılığı içinde Kur'an'dan kabı kadar, kapasitesi kadar alır. Hiç bir zaman Kur'an karşısında her insanın durumu aynı olamaz. Bundandır ki, o rasûllerin yanısıra, Ulü'1-emr, evliya, zikr ehli, alimler, ilimde rüsûh sahibi olanlar, dinde tefakkuh ehli, istinbat ehli, rabbaniler, imamlar, Allah'ın ledünnü'nden ve Kitap'tan bir ilme sahip olanlardan söz ettiği gibi, tefekkür, teemmül, akletme, şuur, fıkhetme, tedebbür, tezekkür gibi melekelerden söz eder. O halde, herhangi bir kimsenin Kur'an'dan anladığına “Kur'an budur” demeyip, “benim Kur'an'dan anladığım budur” demesi en doğru bir harekettir.
Başta belirttiğimiz gibi, Türkiye'de 'Kur'an'a dönüş' çalışmalarının belli bir mesafe katettiği şu dönemde, bir kaç yıldır sürdürdüğümüz 'Mekke-Rasûller'in Yolu' ve 'İslâm Temel İlkeler' gibi kitaplarımızda yeri geldikçe kısa değinilerde bulunduğumuz temel Kur'anı kavramlar üzerindeki çalışmalarımızı bir kitap halinde yayınlayıp, Kur'an'ı anlamak, anlatmak ve yaşamak çabası içindeki kardeşlerimizin istifadesine sunma arzusuyla elinizdeki bu kitap ortaya çıkmış bulunuyor. Bu konuda şimdiye kadar yazılmış klâsik eserlerin çevrilmesinden çok, onlardan da yararlanarak yeni bir çalışmada bulunmanın daha yararlı olacağını düşündük. Ayrıca, Kur'an'ın dilinin oturduğu temel kavramları yalnızca dil yönünden değil, Kur'an'ın anlam bütünlüğünden her bir kavramın üzerine düşen payı da bu anlam bütünlüğü içinde vermeyi denedik ve belki bu yönüyle bu çalışmamız her türlü eksiklik ve mütevaziliğine rağmen orijinal sayılabilir. Kuşkusuz bu çalışmamız da ancak sahip olduğumuz kapasite ölçüsünde bir değere sahip bulunmaktadır.
Çalışmamızı beş ana bölümde topladık. Gerçi, birbiriyle tam bir örgü halinde bulunan kavramları belli kategorilere dahil etmenin zorluğu kitabı bölümlere ayırmayı güçleştirmedi değil; bununla birlikte gerek kitabın okunmasını kolaylaştırmak, gerekse birbiriyle çok daha yakından bağlantılı görünen kavramları bir arada ele alabilmek için her türlü zorluğuna rağmen belli bir kategorilendirmeye gitme zorunluğu duyduk. Yine de, çalışmamız boyunca bir takım tekrarlarda bulunmaktan kendimizi alamadık. Bu bakımdan, bir kavramın iyice anlaşılması diğer kavramların ve dolayısıyle kitabın bütününün anlaşılmasına bağlı olmaktadır.
Kitapta Kur'an'ın tüm kavramlarını kuşkusuz ele alamadık. Bir başlangıç niteliğindeki bu çalışma Kur'an'ın anlaşılmasında birinci derecede önemli gördüğümüz kavramların kısa ve özlü açıklamalarını ihtiva etmektedir.
Kitabı yazarken dil, yönünden öncelikle Ragıp el-İsfahanî'nin Müfredat'ıyla Ebu'l-Beka'nın Külliyat'ı ve Yeni Kamus gibi bazı Arapça-Türkçe sözlüklerden yararlandık. Kavramların Kur'an'ın anlam bütünlüğü içinde açıklanmasında merhum Elmalılı Hamdi Yazır' ın baştan sona okumak gereği duyduğumuz ölümsüz tefsiri Hak Dini Kur'an Dili en büyük başvuru kaynağımız oldu. Bunlardan sonra, ikinci derecede, gerçekten büyük bir müfessir olduğu kadar İslâm hikmetinin yüzyılımızdaki ender temsilcilerinden olan ve tefsirinde Şii-Sünnî tüm rivayetlere yer veren Allâme Muhammed Hüseyn Tabatabaî'nin El-Mizan fî Tefsir'il-Kur'an'ı ve Kütüb-ü Sitte olarak bilinen ünlü hadis külliyatından Buharı, Müslim, Tirtmizî ve îbn-i Mace'yle birlikte hadis kriliğinin önemli ürünlerinden Aclunî'nin Keşf-ül-Hafa'sı en çok başvurduğumuz eserler arasında yer aldı. Ayrıca, îslâm tarihinde ve İslâm hikmetiyle İslâm ilimleri alanında çok çok önemli yerleri oldukları halde, özellikle Türkiye'de fazla tanınmayan Ehl-i Beyt imamlarından da yararlanabilmek için, Rasûl-i Ekrem'in hadislerinin yanısıra onların sözlerine de yer veren Şiî muhaddislerden Küleynî'nin Usul-i Kâfî'sini de elimiz altında bulundurma gereği duyduk. bn-i Kutey-be'nin Tefsir-u Ğarîb'ü-Kur'an'ı da ikinci derecede yararlandığımız eserler arasında yer aldı. Bütün bunlardan sonra, özellikle Kur'an ilimleri alanında bulabildiğimiz eserler ve her bir kavramın muhtevasının çeşitli yönleriyle ilgili edinebildiğimiz çalışmalar ve değiniler de yardımcı başvuru kaynaklarımızı oluşturdu.
Elinizdeki kitap herhangi bir iddia taşımamaktadır; yalnızca, Kur'an'a eğilmeği en önemli görev bilen bir Kur'an talebesinin özellikle bugün Türkiye müslümanlarının ihtiyaç duyduğu bir takım Kur'anî gerçekleri öğrenmek ve öğrendiklerini aktarmak için yaptığı mütevazi bir çalışmadan ibarettir. Yanlışlarımız her zaman için bize ait olup, doğrultulması bilenlerin üzerine dinî bir vecibedir. Eğer bu çalışma Hakk adına belli bir ihtiyaca cevap verebilir ve bazı hayırlara vesile olabilirse görevini yapmış olacaktır. Çalışmak ve Allah'ın üzerimizdeki nimetini ortaya koymak bizden, tevfikse bu nimeti Veren'dendir. Ancak O'na sığınır ve ancak O'na ibadet eder, ancak O'ndan yardım dileriz. İlmi hakk olarak her şeyi kuşatan yalnızca Allah'tır.[1]
Kelime'nin kökü konusunda ihtilâf edilmiştir. Bazıları 'okumak' anlamına gelen 'Ka-Ra-E' fiil kökünden türediğini ve “rüchan” ve “küfran” gibi bir mastar olduğunu söylemişlerdir. Bunlara göre, Kur'an, “harfleri ve kelimeleri birbirine ekleyerek okunan şey” demektir.
'Ka-Ra-e' fiili “el-kar'ü” masdarıyla “toplamak” anlamına da gelmektedir. Bu kelime bu şekilde, kadınlar için iki hayz ve iki temizlik arasında kanın rahimde toplanması anlamında da kullanılır. Nitekim, Kuran-ı Kerim'de, “Boşanmış kadınlar kendi başlarına üç temizlik müddeti (kuru') beklerler” (Bakara: 228) buyurulmaktadır; yani bu, üç temizlik süresini arka arkaya getirirler demektir. Bu anlamda Kur'an'ın, “toplayan” demek olduğu söylenmiştir. İbn-i Abbas'ın, “Muhakkak onun toplanması ve “kur'anı” bize aittir.” (Kıyame: 17) ayetini “toplanması ve kalbinde sabitleştirilmesi” şeklinde tefsir ettiği rivayet olunmaktadır. Bu bakımdan, bazıları, önceki kitapların meyvelerini topladığı, ilimlerin hepsini kendinde topladığı anlamında Kur'an'a “Kur'an” dendiğini ileri sürmüşlerdir.
“Ka-ra-e” fiili Cahiliyye dönemi Arapları'nda, “yavru vermedi, doğurmadı” anlamına da kullanılıyordu. Fakat, Kur'an'ın bu bağlamda kullanıldığı ileri sürülmemişse de, belki, “tertemiz olması” anlamına gelecek şekilde bu anlamla da ilgili olabilir.
Eş'arî ve onun görüşünde olan bazı bilginlere göre, Kur'an, “bir şeyi bir şeye yaklaştırıp bitiştirmek” anlamında “Ka-Ra-Ne” fiilinden türemiştir. Kur'an'ın, sure ve ayetlerin yanyana dizilmesinden oluştuğu için bu fiilden türediği söylenmiştir.
Bazı bilginlere göre “Kur'an” hiç bir kelimeden türetilmemiştîr. Bu kelime, Allah'ın Peygamberi'ne gönderdiği kitap için bir özel isim olmuştur. İmam-ı gafîî bu görüştedir.
Kur'an'ın okunuşu, bazılarına göre “Kur’an” şeklinde hemzeli, bazılarına göre ise, “Kuran” şeklinde hemzesizdir. “Ka ra e”den türediğini söyleyenlerin yanında “kur'an”, yani “hemzeli”, ka ra ne”den türediğini söyleyenlerin yanında ise “Kuran”, yani, “hemzesiz”dir. Kur'an'ın hiç bir kelimeden türemediğini, “ka ra e” den türemiş olsaydı, her okunan şeye “Kur'an” denmesi, sözgelimi, Tevrat ve İncil'e de “Kur'an” denmesi gerekeceğini ileri süren Şafii'ye göre, Kur'arı hemzesizdir, yani “Kurandır. [2]
Bundan ayrı olarak, Kur'an'ın bir takım nitelikleri konusunda da ihtilâf edilmiştir. Bazılarına göre, Allah, Kur'an'ın lâfzını Levh-i Mahfuz'da yaratmıştır; çünkü, Kur'an'da “Muhakkak o, şerefli, üstün bir Kur'an'dır; Levh-i Mahfuz'dadır” (Büruc: 21-22) buyurulmaktadır. Bazılarına göre, Kur'an'ın lâfzı Cibril (Cebrail) dendir; çünkü, Kur'an'da “O kerim bir elçinin sözüdür” (Hakka: 40) buyurulmaktadır. Bazılarına göre, Kur'an'ın lâfzı Hz. Peygamber'e aittir; çünkü, Kur'an' da, “Onu Ruh-ul-Emîn senin kalbine indirdi.” (Şuara: 193) buyurulmaktadır. Fakat geçmiş bilginlerin çoğunluğu Kur'an'ı şu özelliklerle tanımlamışlardır:
“Kur'an Allah'ın kelâmıdır; harflerden ve seslerden oluşmuştur; sure ve ayetlerden bir araya gelmiştir. Dillerimizle okunur, korunur, Mushaflarımızda yazılıdır, ellerimizle dokunulur, kulaklarımızla işitilir, gözlerimizle görülür. Bu bakımdan, mushafa saygı göstermek de vaciptir. Ezelîdir, mahlûk değildir (bu noktaya, “Kelime”yi anlatırken değineceğiz), Allah'ın zatıyla kaim bir sıfattır, sonraki bilginlerden bazıları lâfzın yaratılmış (mahlûk) olduğunu söylemişlerdir. Lâfzı da, mânâsı da vahy kanalıyla Allah'tandır. Cünüp olanların ve abdestsiz olanların Mushafa dokunmaması gerekir. Lâfzın da Levh-i Mahfuz'da yazılı bulunduğu ve ne Peygamber'e, ne de Cebrail'e ait olmadığı genellikle kabul edilmiştir.” [3]
Bazıları şöyle bir Kur'an tanımına varmışlardır:
“Kur'an, Peygamberimiz'e vahy yoluyla indirilmiş, mushaflarda yazılı, tevatür yoluyla nakledilmiş olan ve okunmakla ibadet edilen icaz sahibi Allah kelâmıdır.” [4]
Kur'an-ı Kerim'de kendi niteliklerinden sözeden bazı ayetlerde şöyle denmektedir:
“Ramazan ayı ki, insanlar için hidayet, Furkan ve hidayetin apaçık delilleri olarak Kur'an onda indirildi.” (Bakara: 185)
“Bu Kur'an, Allah'tan başkasına bir yalan olarak uydurulmuş değildir; ancak o kendinden öncekileri “doğrulamak ve Kitab'ı ayrıntılı olarak açıklamak içindir..” (Yunus: 37)
“Belki akıl edesiniz diye, Arapça bir Kur'an indirdik.” (Yusuf: 2)
“Muhakkak bu Kur'an en doğru olana iletir.” (İsra: 9)
“Muhakkak Kur'an'ı öğüt için kolaylaştırdık, ibret alan yok mudur?” (Kamer: 17)
“Muhakkak kerim bir Kur'an'dır o, saklanmış, korunmuş bir kitaptadır.” (Vakıa: 77-78)
Kur'an'ın daha başka isimlerinin olduğu da söylenmiştir. Kitap, Fürkan, Zikr, Nur, Ruh, Hüdâ, Şifâ, Mecîd, Mesanî, Ümm'ül-Kitap, Hakk, Sıdk, Tezkira, Büşrâ, Tenzil, İlm, Mübîn vs. bunlar arasında anılmıştır. [5]
Bütün bu verdiğimiz bilgilerden anlaşıldığı kadarıyle, Allah'ın Son Nebisi Hz. Muhammed(SAV)'e vahy aracılığıyla indirdiği ayetlerden oluşan Kelâmının adı Kur'andır. İmam-ı Şafiî'nin dediği gibi, belki aka ra e” veya bir başka fiilden gelmekten öte, böyle bir fiilden gelmiş olsun veya olmasın Kur'an bütünüyle özel bir isimdir. İlk inen ayetin “ka-ra-e” fiilinin emir şekli olan “ıfcra'”(oku) olarak gelmesi sanırız Kur'an'ın kavramını anlatırken de açıklayacağımız gibi, Kur'an, adı yönünden ayrı bir anlam taşımaktadır. “Kıraet” bu fiilden gelmiş de olsa, bugün bilinen şekliyle eldeki metni okumak demek olmaz. Kur'an'ın bazılarını yukarıda sıraladığımız diğer isimleri ise, birer ayrı isim olmaktan çok, Kur'an'ın sıfatlarıdır.
Kur'an, İslâm Peygamberi'nin kendi sözleri olarak değil, Allah'ın kendisine vahyedilmiş kitabı olarak' ağızlarından dökülen ve Peygamberliği'ne tanıklık eden en büyük mucizesi ve yalnızca zamanındaki Araplar'ın değil, Kıyamet'e kadar tüm insanların ve cinlerin eşini ortaya koyamayacağı ve bu konuda her varlığa her zaman meydan okuyan, ritmik, okunur ayetler ve surelerdir. Tarihsel değeri olan dinî kaynaklar ve kitaplar arasında, gerçeklik ve eşsizlik açısından Kur'anla karşılaştırılabilecek hiç bir örnek yoktur.
Kur'an'da hiç bir katma, ekleme veya çıkarma yoktur; fakat, bir takım ufak tefek okunuş farklılıkları vardır ki, bu da anlama etki etmez.
Kur'an'ın ele aldığı konulara yaklaşım, sunuş ve çözüm biçimi bütünüyle kendine özgüdür ve eşsizdir. Herhangi bir konuyu hiç bir zaman, bir kelâmcı veya bir diğer bilgin ya da yazar gibi sistematik bir biçimde ele almaz. Bunun tam tersine, “tasnifi” diyebileceğimiz, kendine has iç içe bir anlatım biçimine sahiptir. Çeşitlilikler gösterir, konular hemen değişir, bir konudan diğerine geçer, bir önceye döner veya tekrarlarda bulunur.
“Andolsun, biz bu Kur'an'da her türlü temsilden insanlar için tasrifte bulunduk; insanların çoğu ise ancak küfredip durmakta direttiler,” (İsra: 89) “Bak, nasıl ayetleri tasrif ediyoruz da, onlar yine sırt çeviriyorlar.” (En'am: 46)
“Belki kavrarlar diye, hak, ayetleri nasıl tasrif ediyoruz!” (En'am: 65)
“İşte böyle ayetleri tasrif ediyoruz ki, “sen ders almışsın” desinler ve biz bilen bir kavim için onu iyice açıklayalım.” (En'am: 105)
Bir ahenk halinde böylesi değişkenliklerin sergilenişi Tevhidi işaretleri göstermek içindir. Verdiğimiz ayetlerden anlaşıldığı üzere, Kur'an'ın böyle bir değişken anlatım şeklini benimsemesi, kendisine karşı çıkanların Peygamberi ve hattâ Allah'ı suçlaması ve aynı zamanda, insan düşüncesinin derinliklerinde fırtınalar estirmek içindir. Bu anlatım, değişkenlikte birlik ve çoklukta ahenk gösteren bir anlatımdır.
Kur'an sureleri ve ayetlerinin dizilişi hiç bir zaman kronolojik bir sıra takip etmez. Bakarsınız, birkaç ayet ardarda inmiştir ve ardarda Kur'an'da yerini almıştır, ama, hemen ardından gelen ayetler başka zaman inmiştir, hatta değişik konulardadır. Bazı sureler ve bazı ayetler çok uzun olduğu halde, bazıları çok kısadır. Bunun nedenlerinden biri de, aslında Kur'anda her ayetin birbiriyle kopmaz bir bağlantı içinde oluşudur. Kur'an'da, okuyucuya zaman zaman birbiriyle çelişirmiş gibi gelen çok sayıda ayet vardır; aynı zamanda, ayet ve surelerin belirttiğimiz biçimde birbirleriyle bağlantısızmış gibi görünen “tasrifi” düzenlenişi aslında bizi şaşırtmamalıdır. Bize bağlantısız ve çelişkili gibi görünen yönler, aslında birer çelişki veya bağlantısızlık içinde değildir. Kur'an evrenin iç içe düzenini yansıtır. Ne var ki, evrenle bütünleşemeyen, Kur'an'la btitünleşemeyen insanın kendisinde vardır çelişki ve bağlantısızlık. Bu nedenle, Kur'an'a salt beşerî yeteneklerle yaklaşıp, sonra da, Kur'an'ın bütününü anlama iddiasında bulunmak veya Kuran üzerinde söz etmek onun hiç anlaşılmadığını gösterir. Kur'an'ın anlam derinliği ve daha bazı yönlerine “İnzal ve Tenzil'le, Tefsir ve Te'vil'i anlatırken değineceğiz.)
Kur'an Arapça olarak indirilmiştir ve Arapça, Kur'an'ın bir anlamda “biçimi”ni oluşturmaktadır. “Din yalnızca zihnî düzlemde bir felsefe, inanç ve kelâm değildir; fizikî ve bedenî de olmak üzere, tüm varlığımızı bütünleştirme yöntemidir din.” [6] Bu bakımdan, Arapça Kur'an'ın aslî öğelerinden biridir. Kur'an'ın Arapça olarak indirilmesi, yalnızca Araplar anlasın diye değildir. Bir kez evrensel bir dinin evrensel bir dili olmak zorundadır. İkinci olarak, Kur'an'ın (filinin sesleri ve kelimeleri Vahy'in ayrılmaz parçalandır. Kur'an'ın Arapça olması, Kur'an Arapçasına kutsallık kazandırmıştır. Bu kutsal dil, insanın yalnızca dinî gerçekleri düşünmesine değil, aynı zamanda tüm varlığını İlâhî bir ölçüyle birleştirmesine yarayan temel bir araç görevi görmektedir. Ancak Arapçasıyla, yani, aslıyla okunan Kur'an, Kur'an olabilir; bu bakımdan, Kur'an'ın başka dildeki tercümelerine Kur'an denmeyeceği gibi, ibadetlerde Kur'an başka dildeki tercümeleriyle okunamaz. Kur'an, anlam içinde anlama sahiptir; bu anlam denizine dalabilmek ise, bir bakıma onun dilini çok iyi bilmekle olur. Arapça bilmeden iyi bir müslüman olunabilir; ama, Arapça bilmeden Kur'an çok az anlaşılabilir.
Kur'an İslâm'da bilginin kaynağıdır da; yalnızca manevî bilgilerin değil, ahlâk, hukuk, felsefe, hattâ tabiî bilimlerin bile kaynağıdır Kur'an. (Bu noktalara, Tefsir ve Te'vil'i anlatırken daha geniş biçimde değineceğiz.)
Kur'anda akidevî gerçekler, iman ilkeleri, insanın yeryüzündeki hayatını düzenlemesi için kurallar, Ahiret'le ilgili açıklamalar, kısaca, her insanın hayatını, düşüncelerini kuşatabilecek anlam düzeyleri varadır. Kur'an bir şifadır; okunarak şifa verir ve hepsinin ötesinde, hayatta, gerek fert fert, gerekse toplumsal hayatta bütünüyle uygulanarak şifa verir. Kur'an bir evrenbilimdir, bir insan bilimdir , bir tarihtir, bir hukuktur. Kendisiyle insanlara hükmedilsin diye gönderilmiştir.
Belli bir topluluk ve belli bir zaman için değil, dün de bugün de her insan için geçerli ilkeleri ve uygulanması gereken hükümleri içerir.
Burada Kur'anla ilgili bazı hadisleri de anmadan geçemeyeceğiz:
“Kur'an Allah'a göklerden ve yerden ve onlarda bulunanlardan daha sevimlidir.”
“Kur'an'ın diğer sözlere olan üstünlüğü, aziz ve celîl olan Allah'ın yarattıklarına olan üstünlüğü gibidir.”
“Kur'an hakk ile batılı birbirinden ayıran kesin bir hükümdür. O bir eğlence değildir. Her kim zorbalığından dolayı onu bırakırsa, Allah onu boynundan kırar. Sizden öncekilerin tarihi, sizden sonrakilerin haberi ve aranızdaki sorunların hükmü ondadır. Her kim hidayeti ondan başkasında ararsa Allah onu dalâlete düşürür, O Allah'ın sağlam ipidir. O, zikr-i hakimdir. O sırat-i müstakim (doğru yol)dir. O, arzuların gerçekten saptıramadığı, dillerin karıştıramadığı, alimlerin doyamadığı, fazla tekrarlamaktan eskimeyen, hayranlık veren yanları bitmeyen bir kitaptır. O, öyle bir kitaptır ki, cinnden bir grup onu dinlediği zaman, “biz doğruluğu gösteren ve hakka götüren hayranlık verici bir Kur'an dinledik ve iman ettik” demekten kendilerini alamamışlardır. Ona dayanarak konuşan doğru söz söylemiş, onunla amel eden sevap kazanmış, onunla hükmeden adalet yapmış ve Ona çağıran doğru yola çağırmıştır.” [7]
“Ey insanlar! Bir uzlaşma yurdundasınız ve bir yolculuğun sırtındasınız. Gidişiniz hızlıdır. Gördünüz ki, gece ve gündüz, güneş ve ay her yeniyi eskitiyor, her uzağı yaklaştırıyor ve her va'dedileni getiriyor. Gidilecek yerin uzaklığına göre azığınızı hayırlayın. (Bu arada, Mikdad bin Esved kalkarak, “uzlaşma yurdu ne demektir, ya Rasûlallah?” diye sordu.) Ulaşma ve kesilme yurdudur. Fitneler karanlık geceler gibi üzerinizi sardığı zaman Kur'an'a tutunun. Çünkü o şefaatçidir, şifası kesin bir şifa vericidir; doğrulanmış bir güçtür, Kim onu öncü tanırsa, onu Cennet'e götürür, kim de ardına atarsa, onu da Cehennem'e götürür. Delildir o, yolun hayırlısına götüren; bir kitaptır, hem ayrıntılarla, hem açıkça izah vardır onda, hem de ayırma. Fasl'dır, eğlence değil. Hem zahiri vardır, hem batını; zahiri hüküm, batım ilimdir. Zahiri güzel mi güzel, batını derin mi derindir. Yıldızları vardır, yıldızlar üstü yıldızlar, sayılmaz hayranlık verici yönleri. Hidayet ışıkları vardır onda ve hikmet nurları. Sıfatı bilmek isteyen için marifete delildir. Dikkat edecek dikkat etsin, sıfatı bakışına erdirsin. Tehlike ve helakten onunla kurtulunur. Muhakkak tefekkür, görenin kalbinin gibi. İyilik üzere olun ve beklentinizse az olsun.” [8] hayatıdır, nur sahibinin karanlıklarda nurla yürümesi son olarak Bediüzzaman Hz.lerinin Kur'an'ı tarifini de verelim; (Sadeleştirerek)
“Kur'an, şu büyük kainat kitabının ezeli bir tercümesi., ve tekvini ayetleri okuyan çeşitli dillerin ebedî tercümanı., ve şu gayb alemi ve şehadet kitabının müfessiri.. ve yerde ve gökte gizli İlâhî isimler'in manevî hazinelerinin keşşafı., ve olayların satırlarının altında gizli hakikatların anahtarı., ve şehadet aleminde gayb aleminin dili., ve şu şehadet alemi perdesi arkasında olan ve gayb alemi yönünden gelen ebedî Rahmanı iltifatların ve ezelî Sübhanî hitapların hazinesi.. ve şu İslâmiyet manevî aleminin güneşi, temeli, hendesesi ve uhrevî alemlerin mukaddes haritası., ve zat ve sıfatlar ve isimler ve İlâhî işlerin açıklayıcı sözü, açık tefsiri, kesin delili ve tercümanı., ve şu insaniyet aleminin terbiyecisi., ve büyük insaniyet olan İslâmiyetin ay ve ışığı., ve beşer cinsinin hakiki hikmeti ve insaniyeti saadete sevkeden hakiki mürşid ve hidayet edicisi., ve insanlara hem bir Şeriat kitabı, hem bir dua kitabı, hem bir hikmet kitabı, hem bir kulluk kitabı, hem bir emir ve davet kitabı, hem bir zikir kitabı, hem bîr fikir kitabı, hem insanın bütün manevî hacetlerine merci olacak çok kitapları muhtevi tek ve toplu kutsal bir kitap, hem bütün evliya ve sıddıkların, arifler ve muhakkıkların farklı meşreplerine ve ayrı ayrı mesleklerine, her bir meşrebin zevkine lâyık ve meşrebi nurlandıracak ve her bir mesleğin gidişine uygun ve onu açıklayacak birer risale ortaya koyan kutsal bir kütüphane hükmünde semavî bir kitaptır.
“Kur'an Arş-ı Azam'dan, İsm-i Azam'dan, her ismin azam mertebesinden geldiği için bütün alemlerin rabbi itibariyle Allah'ın kelâmıdır. Hem bütün varakların ilâhı unvanıyla Allah'ın fermanıdır. Hem bütün göklerin ve yerin yaratıcısı adına bir hitaptır. Hem umum Sübhanî saltanat hesabına ezelî bir hutbedir. Hem geniş rahmet noktasında Rahmanı iltifatlar defteridir. Hem ülûhiyetin azamet ve haşmeti haysiyetiyle, başlarında bazan şifre bulunan bir haberleşme mecmuasıdır. Hem İsm-i Azam'ın çevresinden inmekle Arş-ı Azam'ın bütün çevresine bakan ve teftiş eden hikmet saçıcı kutsal bir kitaptır..” (İşarat'ül-İcaz, 9-10). [9]
Vahy'in sözcük anlamı, 'îma, fısıldama, işaret, intikal, telkin ve yazıyla bildirme'dir. Kısaca, vahy 'bir şeyi hızla ve gizli bir şekilde bildirmektir' diye tanımlanır. [10]
Allah mutlak Bilen'dir; O'nun bilgisi evreni yaratmadan önce de vardı. ve, evrendeki her varlığı “kün-ol” emriyle yarattı ve her varlık bu emrin sonucunda “Allah'ın bir kelimesi” olarak evrendeki yerini aldı. İşte, bu “kün” emri “tekvînî (yaratılış) Şeriatı” ortaya koymuştur. [11] Allah'ın evreni yaratması aynı zamanda her varlığın hangi yolda gideceğine, de hükmetmesidir. Bu hükmü her varlığa bildirir ki, Kur'an'da buna da vahy denilir:
De: “Yeri iki günde yaratanı siz mi inkar ediyor ve eşler koşuyorsunuz?.. Ve ona üstünden ağır baskılar yaptı... Sonra göğe yöneldi duman halindeyken de, ona ve yere “ister isteyerek, ister istemeyerek gelin” dedi; “isteyerek geldik” dediler. Yedi gök yaptı onları iki günde ve her göğe emrini vahyetti..” .(Fussılet: 9-11)
Rabb'ın bal arısına vahyetti:
“Dağlardan, ağaçlardan ve kurdukları çardaklardan evler edin. Sonra, her meyveden ye de, Rabbinin yollarında boyun eğerek yürü..” (Nahl: 68-9)
Evren'in bütününde Allah'ın iradesi hakimdir. Bütün varlıklar Allah'ın emrine teslim olmuşlar ve ne yapmaları gerektiğini sürekli biçimde Allah'tan almaktadırlar. Bu bakımdan, yeryüzü dışında bir Hakim'in mutlak iradesi egemen olduğundan ve bütün varlıklar da bu iradeye boyun eğdiğinden herhangi bir bozulma ve fesat görülmemektedir evrende.
Evrendeki varlıklar Allah'ın isimlerinin birer tecellisidir; bu bakımdan, Allah Kendisi'ni isimleriyle ortaya koyduğu için, varlıklar O'nun ayetleri, yani işaretçileridirler. Kendilerine bakıldığında ve nitelikleri düşünüldüğünde Allah hatırlanır. Eu yüzden, bütün bu varlıklar Allah'ın isimlerinin tecellileri durumundadır; bundandır ki, Allah'ın isimleri sayısızdır denmiştir. Ancak, bu varlıklara bakacak ve onların işaretini anlamlandırarak Allah'ı bulup, tanıyacak kimdir? İşte, bu insandır. Allah “dilediğini dilediği gibi yapma” dileme (irade) gücünü yalnızca insana vermiştir. Yani, Allah'ın yeryüzü dahil, tüm evren için geçerli olan iradesine, insanın dışındaki varlıklar isteyerek itaat etme isteminde bulunmuş ve kaba deyimle, 'emir kulları haline gelmişlerdir; kendi kendileri için bir seçim talebinde bulunmamışlardır. Gökler ve yer çekinmiştir bundan; oysa insan, “Ya Rabbi! Senin evrendeki iradene ben kendi irademle uyacağım ve böylece yeryüzünü evrenin kalan kısmıyla 'sulh' içinde bütünleyeceğim” demiş ve bunun sonucunda insana, yeryüzünde kendisine kendi iradesiyle Allah'ın iradesi doğrultusunda davranma emri, ama davranıp davranmama serbestisi verilmiştir.
Allah'a isyanla iradesini ortaya koyan ve kişiliğini kazanan insan yeryüzüne indiğinde, çok geçmeden verdiği sözü unutma yoluna sapmıştır. Yaratılış hiyerarşisinin en üstündeki yerinden en alta düşmüş, ama Allah, en üstteki yerine çıkma imkân ve yeteneğini kendisinden almamıştır. Ama, isyankârlığı, içinde taşıdığı İlâhî öz'ün (Allah'ın ruhundan üflenen öz) kendisine varlıklar hiyerarşisinin en üstündeki yerini kazandırma imkân ve yeteneğini örten maddî varlığı ve unutkanlığı nedeniyle, (bk. İnsan) düştüğü yere çıkabilmesi için Allah'ı yeniden bilmesi gerekmiştir. Evrendeki adetullahın ne olduğunu, Allah'ın isimlerini, kendisine belletilen isimleri (bk. İsim) unutmuştur insan; her şeyden önce, Allah'a verdiği “evrendeki iradeni yeryüzünde kendi irâdemle uygulayıp, yeryüzünü 'sulh' içinde evrenle bütünleyeceğim” sözünü (bk. Emanet ve Halife) unutmuştur. Öyleyse, kendisine bunların hatırlatılması, isimlerin, İlâhî İrade'nin haberini getirecek kişilerin bulunması zorunluluğu ortaya çıkmıştır.
Her şeyden önce, Allah (CC) bazı insanlara Kendi'siyle muhatap olma imkân ve yeteneği vermiştir. (Bunun yolları için bk. İstifa, Tathir, Tezkiye, Zikr.) Bu imkân ve yetenekle donatılan insanlar Allah'la temas kurup, O'nun hükümlerini ve Sünnet'ini öğrenerek uygulama alanına koyabilirler. İşte, bu temas anında Allah'ın dilediğini bildirmesinin adı vahy'dir. Vahy çeşitli biçimlerde olur:
“Allah bir beşerle ancak ya vahy, ya perde gerisinden veya elçi gönderip ona izniyle dilediğini vahyetmesi dışında, başka türlü konuşmaz.” (Şura: 51)
Demek ki, Allah yalnızca peygamberlere değil, başka insanlara da vahy göndermektedir. Sözgelimi, Kur'an, Allah'ın “İsa'nın havarilerine vahyettiğini” anlatır (Maide: 12), meleklere (Enfal: 12) ve Musa'nın annesi' ne (Kasas: .7) vahyettiğinden sözeder. Ama, bu vahyin, rasûllere olan vahy gibi kesinlik ifade edip etmediği tartışma konusudur. Adına teknik düzeyde “İlham” denilen bu vahy konusunda Muhammed Abduh, “kalbin kesin olarak inandığı nazdır” derken, Suphi es-Salih, “Kur'an İlimleri” olarak Türkçe'ye çevrilen Mebahis'inde, “kalbin yakîne ulasmaksızın bildiği bir nazdır” demektedir. [12] Şu kadar ki, Kur'an'da verilen gerek Musa'nın annesi, gerekse İsa'nın havarileri ve melekler konusundaki örnekler Vahy'in kesinlik gösterdiğini, ancak bu kesinliğin vahyi alan kişi için geçerli olduğunu ortaya koyar niteliktedir. Bu konu, bir takım hadislerde de ifadesini bulmuştur. Bir hadiste, “Vahy kesildi ancak mü'minlere müjdeler (mübeşşirat) kaldı” [13] buyurulurken, bir başka hadiste, “doğru rüyanın Nübüvvet'in 46 parçasından.bir parça” [14] olduğu bildirilmiş, bir diğer hadiste de, Allah'ın bazı insanlarla Peygamberlerle konuşmasının dışında bir şekilde konuştuğun ifade edilmiştir ki, bu kişilere “mukaddes” denilmektedir. Nitekim, İ. Abbas'ın Hacc Suresi'nin 52'nci ayeti olan “Senden önce hiç bir rasûl ve nebi göndermemiştik ki...” ayetini, “senden önce hiç bir nebi, rasûl ve muhaddes göndermemiştik ki...” şeklinde okuduğu rivayet olunmaktadır. [15]
Kur'an, basiret ve sem' konularında da değineceğimiz gibi, kesin ilmin insandaki aracıları olarak üç kaynaktan söz eder; sem', basar ve fuâd. Bu üç kaynakla elde edilen ilim kesinlik ifade eder. İşte Allah başkalarıyla ‘sem” yoluyla konuşur; bunun Allah'tan olduğu bilinir. Bu Vahy'de arada bir perde vardır. Kur'an'da şöyle buyurulur:
“Musa süreyi bitirip, ailesiyle yola çıkınca, Tutun yanında bir ateş gördü; ailesine, siz durun, ben bir ateş gördüm, belki ondan size bir haber getirir, ya da bir ateş koru da, ondan ısınırsınız” dedi. Oraya gelince mübarek yerdeki vadinin sağ kıyısında bir ağaçtan kendisine seslenildi: “Ey Musa, muhakkak ben Alemler’in Rabbi olan Allah'ım.” (Kasas: 29-30)
Bu ayette ifade edilen ağaçtan seslenme konusunda çeşitli yorumlarda bulunulmuştur. Ama, bütün bu yorumlar gerçeği bütünüyle açıklamaktan uzak olup, ağaçtan konuşmanın nasıl olduğunu ancak duyan ve konuşan bilebilir. Şu kadar ki, bunun bir vahy, Allah' ın perde arkasından konuşması şeklinde ifade olunan bir vahy olduğu açıktır.
Diğer bir vahy şekli de elçi gönderme suretiyle yapılan vahydir. Bu da, Cebrail'i ya aslî biçiminde, ya da daha değişik biçimlerde göndermek şeklinde cereyan etmiştir. Vahyin peygamberlere geliş şeklini, bilginler şu üç biçimde ifade etmişlerdir:
1. Allah manâyı Peygamber'in kalbine bırakır. (İlgili ayette ifade edilen birinci tür vahy ki, Peygamberler dışındaki insanlar için de geçerlidir. Yalnız, peygamberler için teşrîî özelliği de vardır, tebliğ edilmesi, gerekir ve tam kesinlik ifade eder.)
2. Allah, peygambere bir perde arkasından seslenir; Hz. Musa'ya ağaçtan seslenmesi gibi.
3. Allah, bir meleği elçi olarak gönderir. [16]
Bu son şıkla ilgili olarak bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur:
“Melek, bana bazen çıngırak sesine benzer bir ses halinde getirir ki, bu en ağır olanıdır. Onun söylediğini belledikten sonra, o benden ayrılır. Melek bana bazen de, bir adam şeklinde görülür, benimle konuşur, ben de söylediğini iyice bellerim.” [17]
Vahy, her şeyden önce haberleşmedir; bu haberleşme Allah'tan insana doğrudur; aynı zamanda, haberleşmede bir gizlilik ve hız vardır. İslâm öncesi Cahiliye devrinin şairlerinden Alkame el-Fahl kasidelerinden birinde şöyle der;
“Erkek deve kuşu dişisine kendi sesiyle ve sözleriyle vahyediyor, Rumlar'ın kendi kalelerinde anlaşılmaz bir dille konuştukları gibi.” [18]
Burada, deve kuşlarının anlaşmaları “vahy” sözcüğüyle ifade edilmektedir; yani, bu konuşma, onların kendi aralarında anlaştıkları bir dille olmaktadır.
Yine, bir başka şairin şu beyitlerine de dikkat edelim:
“Ona öyle baktım ki, hayrete düştü niteliklerinin harikalığında düşüncemin incelikleri
Göz kırpmam vahyetti ona onu sevdiğimi ve, bu vahy yanaklarında iz bıraktı.” [19]
Bu beyitlerdeyse vahy, işaretle haberleşme anlamında kullanılmaktadır.
Yine, Kur'an-ı Kerim'de, “(Zekeriyya) mihraptan kavminin karşısına çıkıp, 'sabah akşam teşbihte bulunun' diye vahyetti” (Meryem: 11) buyurulmaktadır. Demek ki, insanlar arasında da geçen bir takım özel haberleşme biçimlerine de vahy denmektedir. Tzekeriya'nın buradaki vahyi konuşmak şeklinde olmamıştır, öyle olsaydı 'vahy' denmezdi. Hz. Zekeriya üç gün süreyle kimseye bir şey söylemiyordu. O, burada halkına söylemek istediğini değişik bir işaretle söylemiştir ki, Kur'an bunu 'vahy' olarak değerlendirmektedir.
İşte, 'vahy' olayı, iki 'varlık' arasındaki gizli ve süratli haberleşmedir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Allah'la insan arasındaki haberleşmede Buharî sarihlerinden Kirmanî'nin parmak bastığı şu durum ortaya çıkmaktadır: “Vahy Allah ile insan arasındaki konuşmadan meydana gelir. İki taraf arasında, yani konuşan ve dinleyen ilişkisi olmadıkça karşılıklı bir kelime alışverişi mümkün değildir. Bu nedenle, vahy olayında ya dinleyen konuşanın etkisiyle derin bir kişisel değişikliğe uğrar, ya da konuşan dinleyenin anlayacağı şekilde konuşur.” [20] Zil, çıngırak ve an sesi şeklinde Hz. Peygamber'e gelen vahy, Peygamber'in beşerî kişiliğindeki değişmeyle gerçekleşmektedir. Nitekim, bu konudaki rivayetlerde, Hz. Peygamber'de fizikî ağırlıkların meydana geldiği, en soğuk günde bile alnından ter damlalarının aktığı ifade olunmaktadır. Meleğin vahy getirmesi ise, yukarıdan aşağıya iniştir.
Vahyin bir diğer şekli daha vardır. Eğer vahy, “biz ona dağın sağ tarafından ünledik ve yalnız konuşmak için onu kendimize yaklaştırdık.” (Meryem: 52) ayetinde ifade olunduğu gibi, Allah'ın nida etmesi, ünlemesi ve vahyi, alanı Kendisi'ne yaklaştırması şeklinde değil de, çok yakından fısıldama şeklinde olursa, buna 'vesvese' denir. Şu kadar ki, bu türlü vahyi insanlara Allah değil, nefsle insandan ve cinden şeytanlar gönderir.
“İşte böyle, biz her peygamber için insan ve cin şeytanlarından düşman tayin ettik; aldatmak için, birbirlerine süslü püslü sözler vahyederler.” (En'am:112)
Bu vahy, mü'minlerle mücadele etmek, Allah'ın vahyine karşı koymak için şeytanların birbirlerine ve kendi adamlarına fısıldadıkları küfür sözleri sâptırma ve vesveselerdir.
“Muhakkak, şeytanlar sizinle mücadele etsinler diye velîlerine vahyederler. Onlara itaat ederseniz, müşriklerden olursunuz.” (En'am; 121)
İnsan nefsi de, tıpkı bir şeytan gibi, insana vesvese verir; bu da onun vahyidir:
“Biz insanı yarattık ve nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz.” (Kaf: 16)
Nefsin ve şeytanların vahyine muhatap olanlar ve bu vahye itaat edenler ise, şeytanlara kul olanlar, yaratıhşlarındaki İlâhî Özü karartanlardır. Nasıl, Allah' tan vahy alan insanlar Allah'ın kulu ise, şeytanlardan vahy alanlar da, Şeytana kul olma derecesine düşenlerdir. Şu kadar ki, nasıl Allah'ın vahyi bu vahyi alanlar için bir kesinlik ifade ediyor ve Peygamberler hiç sapmadan tam bir kesinlikle bu vahyi tebliğ ediyorlarsa, Şeytanlar'ın vahyini alanlar için de bu vahy kesin bir bilgi halini almakta ve onlar bu bilgi üzerinde sapkınlığa düşmektedirler. Allah, Şeytanlar'ın vahyinden korunmayı ve Kendisi'ne sığınılmasını emretmektedir:
“De: “Sığınırım insanların Rabbi'ne, insanların Meliki'ne, insanların İlâhı'na, hannâs'ın vesvesesi' nin şerrinden, o insanların göğüslerine vesvese verir; cinlerden ve insanlardan.” (Nâs: 1-6)
(Daha geniş açıklamalar için bk: Kelâm Kelime, Şu'r Şair.) [21]
Kitap “İTe-Te-Be” fiil kökünden türetilmiştir. Bu fiilin masdan olan el-ketb deriyi deriye veya bir tabakayı diğer tabakaya iple bağlamak demektir. Bu anlamda “ketebtü's-Sekae torbayı bağladım” denilir. Terim olarak, 'harf leri birbirine yazıyla bitiştirmek anlamına gelir. Bu bağlamda, 'harflerin sözle de birbirine bağlanması'na işaret eder. Bu bakımdan, arzdan çıkan seslerin bir tertip halinde olması durumunda, bu seslere de 'kitap' denilebilir, yazılması şart değildir. Onun için, Allah'ın Kelâmı'na yazılı olmasa da 'kitap' denilir. [22] Çünkü, Kur'an'da sürekli olarak geçen 'kitap' sözcüğü, her zaman Kur'an'ın yazılı şeklini ifade etmez; Allah'ın kelimelerinin bir düzen içinde birlik göstermesi “yazma” demektir.
Evren bütünüyle, Allah'ın “ol” emriyle meydana gelen bir kelimeler düzenidir. Evrenin bilgisi Allah'ın ezelî ilminde saklıydı; sonra, Allah her bilgiye “ol” dedi ve onlar da bir 'kelime' olarak varoldular. Bu anlamda, evren bu kelimelerden oluşan bir kitap halini aldı. Allah evrendeki varlıkların görevlerini, kısaca, evrenin işleyiş kanunlarını yazdı, bu işleyiş konusundaki hükmünü ortaya koydu; bundan böyle ne olup biteceğini de belirledi. Böylece, Allah'ın ezelî bilgisinden meydana getirdiği Ana Kitap'ta hiç bir şey eksik bırakılmadı. (Aslında, evrenin her an Allah tarafından yeniden yaratıldığı ve bu yaratmalar arasında bağ olduğu için bir devamlılık ortaya koyduğu bazı İslâm filozof ve ariflerince belirtilmiştir. Biz konunun anlaşılması için 'geçmiş zaman' kullandık, bunu 'geniş zaman'la da ifade ve her zamana teşmil edebiliriz. [23]
“Yeryüzünde yürüyen hiçbir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiç bir kuş yoktur ki, sisin gibi bir ümmet olmasınlar. Biz Kitap'ta hiç bir şeyi .eksik bırakmamışızdır.” (En'am; 38)
“Mutlaka O'nun bilgisiyle düşen bir yaprak, yerin karanlıklarındaki bir tanecik, yaş ve kuru hiç bir şey yoktur ki, apaçık bir Kitap'ta olmasın.” (En'am: 59)
Yaratılışla birlikte yazılan, 'hükmolunan her şey vakti gelince ortaya çıkar; evrenin tümünde ne olup ne bitiyorsa, kesinlikle bu yazıya göre olup bitmektedir.
“Yerde ve kendi öz nefislerinizde başınıza bir şey gelmesin ki, biz onu yaratmadan önce, bir Kitap'ta bulunmuş olmasın.” (Hadid: 22)
Demek ki, Kitab'ın aslı, anası evrendeki her varlık ve meydana gelen her olaydır. Kur'an buna “Kitap, Ümül'Kitap, Levh-i Mahfuz” gibi adlar verir ki, hemen hemen hepsi de aynı anlamdadır. Evren bu Ki-tab'ın açılmış biçimidir, her geçen.an bu Kitap'tan bir kelimeyi daha ortaya koymaktadır. Allah, insanlık tarihi boyunca zaman zaman bu Kitab'ı, insanlar arasından seçtiği elçileri aracılığıyla harflerden oluşan kelimeler, kelimelerden oluşan ayetler ve ayetlerden oluşan sureler halinde gayet toplu olarak insanlara göndermiştir. Bu bağlamda, Tevrat, İncil, Kur'an gibi İlâhî Kitaplar evrenin sayfalara sığdırılmış toplu bir açıklamasıdır denilebilir. Evrendeki her şey, olmuş olacak her olay bu kitaplarda da öz ve toplu olarak vardır. [24] Şimdi, bu temel bilginin ışığında, Kitab'ın bu gerçek ve aslî anlamıyla ilgili olarak, diğer yan anlamlarına da kısa bir göz atalım:
1. Kitab, yukarıda da belirttiğimiz gibi, yazılı sayfalar anlamına gelir:
“Eğer sana kâğıt üzerine yazılı bir kitap indirmiş olsaydık da, onu elleriyle tutsalar dı...” (En'am: 7).
2. Kitap, önce dileyip, sonra meydana getirme anlamını da içerir:
“Allah, ben ve elçilerim galip geleceğiz” diye yazdı..” (Mücadele: 21).
3. Kitap, 'hükmetmek, farz kılmak' anlamına gelmektedir:
“Yakınlığı olanlar (ülü'l-erham) Allah'ın kitabın birbirleri konusunda daha hak sahibidir (En-fal: 75).
“Özerinize oruç yazıldı” (Bakara: 183).
“Muhakkak namaz müminlerin üzerine vakitli olarak yazıldı.” (Nisa: 103).
4. Kitap, 'kılmak, arasına katmak' anlamındadır:
“Bizi şahitlerden yaz” (A. İmran: 53).
5. Kitap, 'Allah tarafından gönderilmiş bir delil' anlamına da gelmektedir:
“İnsanlardan, Allah hakkında hiç bir ilmi, hidayeti ve nur saçan bir kitap olmadığı halde mücadele eden vardır” (Hacc: 8).
6.“Muhakkak onlardan bir grup vardır ki, Kitap* ta olmayan bir şeyi, siz Kitap'te sanasınız diye dillerini Kitab'a eğip büker.” (A. İmran: 78).
Bu ayette, birinci kitap, genel olarak Allah'ın kitabı anlamındadır; yani, Levh-i Mahfuz, Ümm'ül-Kitap veya evren kitabı, ya da Kur'an, Tevrat ve İncil gibi İlâhî Kitap anlamındadır. İkinci kitap, ayet Yahudilerle ilgili olduğu için Tevrat'ı kasdetmekte, yani, 'aslında Tevrat'ta olmadığı halde' denmektedir. Üçüncü kitap ise, Yahudiler'in Allah'ın Kitabı, ya da Tevrat yerine kendi elleriyle yazdıkları ve “Kitabı elleriyle yazanların vay haline” (Bakara: 79) ayetinde ve benzer daha başka ayetlerde anlatılan kitaptır.
7. Kitap, 'yazma, yazışma, mektup' anlamlarına da gelir:
“Ellerinizin altında bulunanlardan yazışmayla (akd) yapmak isteyenlerle, eğer kendilerinde bir hayr görürseniz yazışın” (Nur: 33).
“Bu mektubumu götür.” (Nemi: 28).
8. Kitap, Allah'ın hükümlerinin, 'ahkâm'ın bütünü anlamında 'Şeriat' demektir.
9. Kitabın bir önemli anlamı daha vardır ki, insanların dünya hayatındaki amellerinin yazılmasından oluşmaktadır. Kur'an'da “söylediklerini yazacağız” (Meryem: 79) ve “onun için Kıyamet günü bir kitap çıkarırız da, “oku kitabı nı:(deriz)” (İsra: 13-14) buyurulmaktadır.
İnsanlar kitaplarını Dîn Günü dünya hayatındaki amellerine göre ya önlerinden, ya sağlarından, ya da sol ve arkalarından alacaklar ve öncüler, sağdakiler (Yemin Ashabı) ve soldakiler (Şimal Ashabı) olmak üzere üçe ayrılacaklardır,
“Hayır hayır, muhakkak facirlerin kitabı siccindedir. Bilir misin siccin nedir? Açık, sağlam, yanlışsız, belirgin, rakamlı bir kitaptır. Hayır, hayır, muhakkak iyilerin kitabı ılliyyindedir. Bilir misin ılliyyîn nedir? Açık, sağlam, yanlışsız, belirgin, damgalı, rakamlı bir kitap” (Mutaffifîn: 7-9), 18-19) ayetleri bu konuda gerçekten ilginçtir. İnsanların dünya hayatında kazandıkları bir kitap halinde onların Ahiret'teki yerlerini hazırlamakta ve oluşturmaktadır; ya kat kat derinlikler, ya da kat kat yükseklikler meydana getirmektedir sahipleri için. İnsanların her sözü ve her davranışı harf harf ve kelime kelime Ahiret'teki makamlarını 'yazmakta', inşa etmektedir.
Evreni ve evrendeki her türlü olayları, Allah'ın bütün bilgisini harfler ve kelimeler olarak içeren ve Allah'tan geldiği biçimde korunan son Kitap Kur'an-ı Kerim'dir. Nitekim, Kur'an'da 'Ana Kitab'ın Kur'anla eş anlamda kullanıldığı ayetler çoktur:
“Bu apaçık Kitabın ayetleridir; muhakkak onu Arapça Kur'an olarak indirdik.” (Yusuf: 1-2).
“Bunlar Kur'an'ın ve apaçık Kitabın ayetleridir” (Nemi: 1).
Kur'an'da “apaçık kitap” olarak geçen kitap, genel anlamıyla Kitap'tır. Bu kitap'tan Allah'ın murad ettiği bilgiye sahip olanlar, göz açıp kapayıncaya kadar yüzlerce kilometrelik bir uzaklıktan herhangi bir nesneyi getirebilirler.
“Yanında Kitaptan bir ilim bulunan kimse de, “sen gözünü yummadan ben onu sana getirebilirim” dedi.” (Nemi: 40)
İlâhî kitaplar insanlara yol göstericidir; öncüdür, rahmettir, iman edenler için hidayet kaynağıdır. İnsanların ihtilâf ettikleri her konuda hükmün kendilerine göre verilmesi için gönderilmişlerdir. 'Mizan' ve 'demir (otorite) le birlikte insanların hayatını düzenlemek üzere gönderilmişlerdir. İnsanların karanlıklardan ışığa, zulümden adalete ulaşmaları için gönderilmişlerdir. (Bakara: 213, Hadid: 25, İbrahim: 1, Nahl: 64, Ahkaf: 12) [25]
Sözcük anlamı 'bir şeyi telâffuz etme, zihinde hazır etme, insanın edindiği şeyi korumasını sağlayan nefsin bir durumu, korunan, edinilen şeyin zihinde hazır hale getirilmesi, hatırlama, anma' demektir.[26]
Esasen, “Ayet, Zikr, Kur'an, Kitap” kavramlarının birbirleriyle oldukça yakın bağlantıları vardır. Her birini ayrı ayrı açıklamak gerçekten güç bir iştir; bu yüzden, bir takım tekrarlar kaçınılmaz olmaktadır.
Allah insanı yarattığı zaman ona insim” leri öğretmiştir. İsimler, hem Allah'ın isimlerine, hem de bu isimlerin tecellileri olarak evrende ortaya çıkan tüm varlıklara ve olaylara da işaret etmektedir. Allah bu isimlerle insanı bütün varlıklardan üstün kılmış, melekleri huzurunda secde ettirmiş, evrendeki her şeyi kullanımına vermiştir. Bu isimlerin evrendeki tecellileri Allah'ın ayetleri'dir de. (Bu ayetlerle evren okunur ve Allah'a ulaşılır.)
İnsan kendisine tanınan seçme özgürlüğünü kullanarak Allah'a isyan etmiştir; bu bir bakıma onun unutkanlığından kaynaklanmıştır, yaratılışı gereği unutkandır insan. Bu. gerçek Kur'an'da şöyle ifade edilir:
“Andolsun, önceden Adem'e ahd verdik de unuttu, onda bir azim görmedik.” (Taha: 115).
Şu kadar ki, unutan insan, unuttuğunu hatırlaması için “kelimeler” almıştır Rabbi'nden ve bu kelimelerle hatırlamaya, yani, “tezekkür” etmeğe başlamıştır. Unuttuğunu hatırlama imkân ve yeteneği vermiştir Allah insana.
Allah-ü Tealâ, varlığı kendinden bir Rabb'dır ki, hem içimizde, hem dışımızda (bk. Ayet), hem de evrende meydana gelen bütün olaylarda Kendini gösterir. Bizim ruhumuzun derinliklerinde, her şeyden evvel Allah'ın Zatı'na ait mutlak bir tasdik yatar; bu yüzden, Allah inancı fıtrîdir ve her şeyin başıdır. (Tümevarıcı bir yöntem izleyen Batı'nın bilimi bu fıtratı ve inancı reddederek yola koyulmuş ve bu yüzden, Gerçeğe varmak şöyle dursun, bilim adına ortaya çıkardığı şeylerle insanlığın başına tarihte görülmemiş belâlar açmıştır. Oysa İslâm'da bilgi dahil her şey, sabit ve değişmez bir gerçekten, Allah gerçeğinden ortaya çıkar ve incelemelerini bu temele oturtur.) İnsanın varlığında bu inkâr edilemez gerçek bir öz halinde mevcuttur. Ama, insan gittikçe çeşitli etkilerle bu gerçeği örtmeğe girişir; duyularını kapar, aklı, düşüncesi ölür, kalbi kararır ve tam bir unutkanlığın, gafletin içine düşer. . Bu zaman insana, bu kesin gerçeği hatırlatacak deliller, işaretler gerekir. Evren işte bu delil ve işaretlerle doludur. Kur'an, bu delil ve işaretleri bize hatırlattığı için, ez-Zikr adıyla da anılır. Demek oluyor ki, Zikr öncelikle Kur'an'dır, evrenin kendisidir. Ana Kttap'tır. Levh-i Mahfuz'dur. Nitekim, bir hadis-i şerifte, “Allah vardı ve başka hiç bir şey yoktu, arşı suyun üstündeydi ve Zikr'de her şeyi yazdı, sonra da yedi göğü yarattı” buyurulmuştur; bu hadis bir başka şekilde, “Levh-i Mahfuz'da her şeyin zikrini yazdı.” [27] olarak gelmektedir. Her iki şekil birbirini açıklar niteliktedir; birinci rivayette, Levh-i Mahfuz'un kendisi zikr olarak geçerken, ikincide zikr, Levh-i Mâh-fuz'u oluşturan 'şeyler' anlamında kullanılmaktadır ki, arada herhangi bir fark yoktur. Bu anlamda, “muhakkak zikr'i biz indirdik ve muhakkak onun koruyucusu da biziz”(Hıcr: 9) ayetinde geçen zikr, Levh-i Mahfuz' un tamamı olan Kur'an'ı veya, hem Kur'an'ı, hem Sünneti içine almaktadır (bk. Sünnet).
İnsanın nefsinde ruh ile bedenin girift bir bağlantısı vardır.' İnsanın dışa açılan pencereleri olan duyulardan sürekli olarak işaretler dolar içeri; bunlar, insanın çevresinden, gördüğünden, duyduğundan, dokunduğu, tattığı ve kokladığından meydana gelen işaretlerdir. Bu işaretler ilk aşamada bir anlam belirtirler. Sonra, bu anlamı bir bütün halinde nefs kavrar. Bu kavrayış kalpte yer eder, bunun sonucunda da bedende bir takım etkilenmeler olur. Sözgelimi, ekşi bir tadıştan diş kamaşır, sıcaklık halsizlik meydana getirir. kötü bir haber bir sarsıntı oluşturur.. Aynı şekilde, bedende meydana gelen bazı şeyler de ruha etki eder. Bunun gibi, insan diliyle zikirde bulunduğu, Allah'ı veya ayetlerini andığı, Melekût Alemi'ndeki aslını hatırladığı, evrendeki işaretler karşısında 'Allah' dediği, “Lâ ilahe illallah, sübhanellah, ve'1-hamdü lilâh, ve lâ ilahe illallahü ekber” dediği zaman hayalde bir eser ortaya çıkar. Hele, bir hadiste buyurulduğu gibi, “karşıdakilerin mecnun diyeceği derecede dil Allah'ı zikrettiği zaman”,[28] Kur'an'ın emriyle “Allah'ın zikri sürekli arttığı zaman” hayalde ortaya çıkan eser kalpte bir nur oluşturur; sonra bu nur kalpten dile, dilden hayale, hayalden akla yansır ve karşılıklı aynalar gibi, birbirlerini takviye eder, güçlendirirler. Bunun sonucu olarak kalp zikretmeğe başlar, iman tanı anlamıyla kalpte ortaya çıkar. Kalbin zikrinin bir sonu yoktur. Bu zikirden oluşan ışınlar insanın unuttuğu Melekût alemindeki gerçeklere, asıllara uzanır; bunun verdiği zevk daha bir hızlandırır zikri. Sonunda eşyanın gerçeğini görür, sağlam ve şaşmaz bilgiye ulaşır. İki Cihan Serveri Efendimiz, “Benim Allah ile bir vaktim vardır ki, onda bana ne en büyük melekler, ne de gönderilmiş bir nebî yanaşabilir” [29] buyurmuşlardır.
Kalbin zikri tabiî olarak bedenin zikrine yol açar. Bedenin her azası zikretmeğe, yani Gerçeğin, Kur'an'ın doğrultusunda eylemde bulunmaya başlar. Böylece, insan, unutan olmaktan yakın olmaya geçer, yani, varlıklar hiyerarşisinin en üstündeki yerini kazanır; düştüğü en alçak yerden en üste çıkar.
Kur'an'da.. zaman zaman zikr unutma ve gafletle zıt anlamda kullanılır:
“Nefsinde Rabbi'ni yalvararak ve korkarak, yüksek olmayan bir sesle sabah akşam zikret ve gafillerden olma.” (A'raf: 205).
“Kalbini zikrimizden gafil kıldığımız kişiye uyma.” (Kehf: 28).
“Onu zikretmemi (hatırlamanı) bana unutturan ancak Şeylan'dır.” (Kehf: 63).
İnsan, maddî arzularını doyurarak değil, ancak unuttuğu Gerçeği hatırlayarak, bu Gerçeğe ererek ve ermek için de Allah'ı hep zikrederek, mutluluğa ulaşır:
“Dikkat edin! Kalpler ancak Allah'ın zlkr'iyle doygunluğa ulaşır.” (Ra'd: 28).
İnsanların hayatı tam bir zikr olmalıdır; çünkü, zikr'i bırakanın arkadaşı ancak Şeytandır:
“Kim Rahman'ın zikrinden yüz çevirirse, ona Şeytan'ı musallat ederiz de, kendisine pek yakın olur.” (Zuhruf: 36).
Zikr Kur'an'da zaman zaman namaz anlamında da kullanılır. Şu kadar ki, namaz zikrin bir şekli, bir bölümüdür; zikr namazdan daha kapsamlıdır, daha büyüktür:
“Doğrusu namaz kötü ve iğrenç şeylerden alıkor, Allah'ın zikri ise ne büyüktür.” (Ankebut: 45).
Hz. Peygamber (s.a.v.) zikr toplantılarını 'Cennet bahçeleri' olarak nitelemişlerdir.
İmam Cafer es-Sadık şöyle buyurmuştur:
“Sınırı olmayan bir şey yoktur, ama, zikr müstesna. Allah farzları farz kıldı, bunları yerine getirmek bunların sonudur; Ramazan ayında oruç tutmak bu, ayın sonudur; haccın farzının sonu haccetmektir. Ama, Allah ziftrin azından razı olmaz, onun sonu yoktur, çünkü şöyle buyuruyor:
“Ey iman edenler! Allah'ı çok çok zikredin ve O'nu sabah akşam teşbih edin.” (Ahzab: 41, 42).
İçinde Kur'an okunan ve Allah'ın çok zikredildiği evin bereketi artar, orada melekler hazır olur, şeytanlar barınamaz..”
Hz. Ali de şöyle buyurmaktadır:
“Kim Allah'ı gizlide zikrederse, Allah onu açıkta zikreder; doğrusu münafıklar Allah'ı açıkta zikrederler, gizlide zikretmezler.” Allah şöyle buyurur:
“Münafıklar... insanlara karşı gösteriş yaparlar ve Allah'ı pek az zikrederler.” (Nisa: 142).[30]
Bu genel açıklamanın ışığında, Kur'an'da geçen”zikretti (zekera), zikredin, zikreder, zikredersiniz, zikrettir (hatırlat, öğüt ver), zikretsinler (bazı zaman: 'ibret alsınlar' anlamında), zikr (öğüt), tezkire (hatırlatma, öğüt), zikra(öğüt, hatırlatma, zikr)” gibi sözcüklerin anlamı daha kolay kavranabilir ve bunların üzerinde ayrı ayrı burada durmaya gerek yoktur. Şu kadar ki, “üzerine Allah'ın adı zikredilmeyenlerden, yemeyin” (En'am: 121) ayetinde olduğu gibi, “Ze-Ke-Ra” fiili 'ala' harf-i cer'i ile kullanılırsa, 'dille anmak' anlamına gelir. [31]
Sözcük anlamı, “güneşten, aydan, ateşten, kısaca cisimlerden taşan nitelik veya, gözümüzün cisimlerle temasında dışla için ilişkisi sonucu, cisimlerin niteliğini ortaya koyan tecellîdir.” Karanlığın zıddı olan 'Nur' salt 'ışık' sözcüğüyle karşılanamaz; çünkü, Nur daha geniş anlamlıdır. Nur, her türlü akli, zihnî, maddî-manevî karanlığın tam bir zıddıdır. Hattâ; Nur Allah'ın isimlerinden biridir. [32] Kur'an'da da “Güneşin ışık, Ay'ın nur kılındığını” (Yunus: 5) belirtilmektedir. Bir diğer ayette, Ay'dan 'nurlu, nur saçan’ olarak sözedilirken, Allah'ın da nuru vareden, nurlu kılan olduğu belirtilir. Oysa, bu iki anlatım arasında fark yoktur. Kendisi Nur olan bir varlık, elbette nur saçacaktır; Allah'ın isimlerinden biri de Nurdur. Ay ise 'nur saçan' olarak nurdur; yoksa, zatıyla nur değildir. Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmaktadır:
“Allah eşyayı yaratmadan önce Kendi Nuru'ndan Peygamberinizin nurunu yarattı. Bu nuru kudretiyle dilediği kadar çevirdi. Bu zaman daha Levh, Kalem, Cennet, Cehennem, melek, gök, yer, Güneş, Ay, cin, insan hiç bir şey yoktu. Ne zaman ki, Allah yaratılmışları yaratmak diledi, bu nuru dörde böldü. Birinci bölümden Kalemi ikinciden Levhi, üçüncüden Arş’ı yarattı ve dördüncüyü tekrar dörde böldü. Birinci bölümden Arş'ı Taşıyanları, ikinciden Kürsi'yi, üçüncüden diğer melekleri yarattı ve dördüncüyü tekrar dörde böldü. Birinci bölümden gökleri, ikinciden yerleri, üçüncüden de Cennet'i ve Cehennem'i yarattı ve dördüncüyü tekrar dörde böldü. Birinci bölümden mü'minlerin bakışlarının nurunu, ikinciden kalplerinin nurunu ki, bu ma'rifet'ullah'dır üçüncüden yakınlıklarını yarattı, bu da Tevhîd, yani Lâ ilahe ill’Allah, Muhammedün Rasûlüllah'tır.” [33]
Bu hadis, Nur'un ne demek olduğunu açıklıkla ortaya koymaktadır. Şurası bir gerçektir ki, İslâm'da ve gerçekte madde asıl değildir; madde hayaldir, Nur'un mutlak varlık (vücud) olmasına karşın bir 'yokluk'tur, dolayısıyla 'zulmet'tir. Maddenin canlılığını sağlayan içinde taşıdığı nur'dur. Madde'den fışkıran bu nurla madde hakkında bilgi sahibi olunabilir.
“Allah, nasıl değişik isimlerini evrende sergiliyor ve bu isimler tecellî ediyorsa” evrenin bütününde Nur ismiyle de tecellî etmektedir. Evrendeki her varlığın yansıttığı nur Allah'ın nurudur, veya O'nun nurundandır.
Bir hadis-i şerifte, “ben yaratılışta ilk, peygamberlikte sonum” buyurulmuştur.[34] İşte, Allah'ın Nur'u öncelikle ve bütünüyle Hz. Peygamber'de yansımıştır. Bu nur, Allah'ın Kelâmı alanında da, İlâhî Kitaplar'da son şekliyle Kur'an'da yansımaktadır. Bu bakımdan, İlâhî Kitaplar'a da “nur denilmektedir. Peygamber 'yürüyen Kur'an'dır, İncil'de ifade edildiği gibi, “Kelâm'ın et olmuş şeklindir. Yani, Kur'an Peygamber'de cisimleşmiştir. (Peygamber, evrenin yoğun bir özeti, bir hülâsasıdır.) Bu bakımdan, hem Kur'an'daki cümlelere, hem evrendeki varlıklara, hem de insanın içindeki olgulara “ayet” denilir; çünkü, hepsi birdir. Tüm varlıklar, Peygamber'in nurundan alırlar nurlarını ve kendi ölçülerinde onu yansıtırlar. Ne yazık ki, bütünüyle nur olabilme yeteneğine ve imkânına sahip olduğu halde, unutkanlığı ve gafletinden dolayı kalbini ve tüm duyularını tam bir karanlık haline getiren varlık yalnızca insandır.
Unutkanlığı ve gafletiyle kalbini, akimi ve duyularını bir gece haline getiren insanda fecrin doğması için Allah Nurunu, yani Kitaplarını gönderir. Kitabın ayetleri bir Nur huzmeleri halinde gelir ve insanın duyuları aracılığıyla kalbine yönelir. Eğer, insan inat etmez ve kalbini aydınlatmak isterse duyularını açar ve kalbindeki karanlığı giderir. Eğer, iç gözünü (basar) ve kulağını (sem) iyice mühürler, kalbine de kalkmaz bir ağırlık yerleştirirse, nur huzmeleri böyle gözlerden ve kulaklardan giremez, kalbe ulaşamaz. Bir taş haline gelir böyle insanların kalbi, hattâ taşlardan daha kesif; çünkü, taşlarda da belli oranda nur vardır. Böyle insanlarda ise, nurdan eser yoktur. Onlar, yaktıkları ateşleri, sözgelimi, Kur'an'ın diliyle “savaş ateşleneni” gerçek nur sanırlar, Cehennem'i gerçek nur sanırlar, bu ateşlerin ışığında gitmeye çalışırlar; aslında, karanlıkta yol almaktadırlar ve sonunda Cehennemin ateşine düşerler.
Duyularını ve kalbini Allah'ın Nur'una açan insanlarda ise kalp nurlanır; Ay'ın, Güneş'in, ağaçların, çiçeklerin, taşın toprağın, otların, göklerin ve yerin saçtığı nurlar, yeryüzünde ve evrende cereyan eden tüm olayların yansıttığı nurlar, Kur'an'da kümelenen aynı nurlarla birlikte kalbindeki geceyi gündüz yapar ve bu insanda iman meydana gelir; bu imanın ışığında gider artık o; demek ki, iman da bir nurdur; yani, nur nuru oluşturmakta, nur üstüne nur meydana gelmektedir: Kuşkusuz, nurlanan, imanın nurunda giden bir insanla, nuru örtmek demek olan küfrde yarışan insan bir olmayacaktır:
“Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir nur verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkmayan kimse gibi olur mu?” (En'am: 122)
Karanlıklar içinde kalan ve Nur'dan nasiplerini almadıkları gibi, almak da istemeyen ve Nur'da yürüyen insanların halini bilmeyen ve anlamayanlar kendilerini gerçek Nur'un aydınlığında yürüyor zannederler. Oysa, onlar zifiri karanlıktadır, ama, bilmezler. Dünya hayatında Nur'a ulaşmazlarsa, Ahiret'te karanlıklar içinde kaldıkları zaman, mü'minlerin nurundan isteyecekler, onların nurlarında yürümeyi arzu edecekler, fakat kendilerine izin verilmeyecektir. Dünyadayken yaktıkları ateşler, Ahiret'te Cehennem ateşi olacaktır böyleleri için.
“O gün erkek ve kadın mü'minleri görürsün ki, nurları önlerinde ve sağlarında koşuyor; “müjdeler size bugün; içlerinde ebedî kalmak üzere altlarından ırmaklar akan cennetler”; işte, büyük kurtuluş budur. O gün erkek ve kadın münafıklar iman edenlere “ne olur, durun bir bakın da nurunuzdan alalım” derler. “Arkanıza dönün de arayın nuru” denilir ve aralarına kapalı bir sur çekilir ki, orada içi rahmet, beri yandaki dışı ise azaptır” (Hadîd: 12-13). [35]
'Ke-Le-Me' kökündendir. 'El-kelmü' 'algılanan etki'dir; algılanma ya gözle olur, ya diğer duyularla Kelâm kulakla algılanandır, kelm diğer duyularla algılanan. 'Kellemtühû', 'onu yaraladım' demektir; şairin şu sözü gibi:
“Soylu bir kelime derin bir kelm gibidir.»
Birinci 'kelime', genel anlamıyla 'kelime' demektir; ikinci 'kelm1 ise, 'yara' anlamına gelir. Bir diğer şair de şöyle der:
“El yarası gibidir dil yarası.” [36]
Kelâm düzenli sözler ve altlarında yatan anlamlar üzerinde cereyan eder. Bazılarınca “meramın ifadesine yeten düzenli söz” şeklinde tanımlanmıştır. Kelâm bilginlerine göre, kelâm ancak faydalı ve düzenli cümledir; “kavinden daha özeldir, çünkü, 'kavi' ayrı ayrı sözler halinde de olur. Kelime ise tek bir lâfzdır; fiil, isim ve harf diye üç şekilde olur. [37]
Kelâm kelime'lerden oluşur. Kelime anlam ifade eden düzenli sözdür; ama sözün mutlaka ağızdan çıkması şart değildir. Kelime fiil olur, harf olur, isim olur. Bu anlamda, 'yürümek' de bir kelimedir, 'taş' da bir kelimedir, bazı Kur'an surelerinin başındaki “Elif, lâm, Mîm, Sad..” .harfleri de birer kelimedir.
İslâm'a göre 'adem mutlak' yoktur ve olamaz, çünkü bu mutlak varlığa sınır koymak olur. Bu bakımdan, yaratma Allah'ın ilminde ezelî olan varlık köklerine[38] -ayan-ı sabite- Yaratıcı'nın iradesiyle “ol” demesidir. Evrendeki varlıklar “ol” emriyle ortaya çıkar. Allah hiç bir şeyi düşünerek, sonradan hatırlayarak, bir takım hesaplar yaparak yaratmaz. Bütün yaratılmışların aslı O'nun bilgisinde ezelîdir. Ve, bu aslın “ol” emriyle ortaya çıkan şekilleri ise, onların cisimleridir, arazlardır. Nasıl, ağızdan çıkan sözün, kitaba yazılı sözün aslı harfleri veya ifade şekilleri değil, gerideki anlamlarıdır; ses, harf ve kitaplardaki kelimeler ise, aslı bize gösteren şekillerdir, aynen bunun gibi, evrendeki her varlık, her olay, her olgu Allah'ın bir kelimesidir; Allah'ın bilgisindeki ezelî mahiyetlerinin görünür şekil veya biçimleridir. Allah'ın kelimeleri saymakla tükenmez:
“Yeryüzündeki ağaçlar kalem olsa, denizler de ardından yedi denizle (mürekkep olsa) Allah'ın kelimeleri tükenmez..” (Lokman: 27).
Kelimeler Kelâm'ı oluşturur. Kur'an'daki her kelime, Kur'anı, yani Kelâm'ı meydana getirir; bunun gibi, Kur'an'ın açılmış biçimi olan evren de içindeki her varlıkla Allah'ın kelâmı, yani “ol” emrinin ürünleridir. Bu bağlamda, Kur'an'da geçen “kelimealer gerçek anlamını bulmaktadır. Sözgelimi “Muhakkak Allah sana Allah'tan bir kelimeyi doğrulayıcı olarak Yahya'yı müjdeliyor.” (A. İmran: 39) ayetinde kelime İsa demek olabileceği gibi, Tevhid anlamına da gelebilir. Çünkü, Tevhid Kelimesi Kur'an'ın özüdür, teşriî ve tekvini özüdür; Besmele de Kur'an'ın özüdür, b harfi ve altındaki (.) (nokta) da özün özüdür. Evrende Allah vardır, Allah'ın La ilahe illallah da ifadesini bulan düzeni vardır. İslâm bu düzenin adıdır. Bunlar da kelimedir.
“De: “Ey Ehl-i Kitap! Aramızda denk bir kelime' ye gelelim..” (A. İmran: 64) ayetindeki kelime Tevhid' dir, İslâm'dır. “Rabbının kelimesi doğruluk ve adalet yönünden tamam oldu.” (En'am: 15) ayetinde kelime, yine “bugün üzerinizdeki nimetimi tamamladım” ayetinde belirtilen nimet, yani, İslâm ve devamlılığı nimetidir. İslâm'ın, yani Allah'ın kelimesi'nin, haberleri, bildirdikleri, uyarıları, va'dleriyle doğru, hükümleriyle adaletli olduğunu ortaya kor. İsa'nın .Allah'ın kelimesi olmasının anlaşılamayacak bir yanı yoktur. Belirttiğimiz gibi, her varlık Allah'ın kelimesidir; ama, İsa'ya ayrıca kelime denilmesi, onun insanın maddî alana çıkması silsilesinde yeniden başa dönmüş olması, yani, yine Kur'an'ın belirttiği üzere, aynen Adem gibi babasız yaratılmış olmasındandır.
“Kâfirlerin kelimesini aşağı, Allah'ın kelimesini yüce kıldı.” (Tevbe: 40) ayetindeki 'kâfirlerin kelimesi, kufr, Allah'ın kelimesi ise İslâm'dır. Küfr, kâfirlerin düzeni, İslâm'sa Allah'ın düzenidir,, Kâfirler teryüzünde Allah'ın kelimesine aykırı bir düzen kurdukları, yaratılışı değiştirdikleri için, onların inanç ve bu inancın yansıdığı düzene de 'kelime' denmiştir. “Rabbından bir kelime geçmemiş olsaydı, aralarında hükmolunurdu.” (Yunus: 19) ayetinde kelime, Allah'ın ezelî bilgisindeki hükmü demektir. Bu anlamda, her kelimenin maddî olarak görünmesi şart değildir. Hüküm de varlığını hissettiren bir kelimedir. Taş bir kelime olduğu gibi, hareket de bir kelimedir, söz de bir kelimedir, inanç da bir kelimedir, (bk. Kaza, Hükm). Yine, Kur'an'da geçen Kelime-i Tayyîbe hem İman veya İslâm, hem de, bu iman veya İslâmın cisimleşmiş hali olan insan anlamına gelir; Kelime-i Habise bunun zıddıdır. “Adem'in Rabb'inden aldığı kelimelerle, İbrahim'in denendiği kelimeler aynı şeydir” (A. İmran: 37, 124). Bunlar, Alah'ın rızasını çekecek olan sözlü veya fiilî amellerdir. Vahy konusunda anlatmaya çalıştığımız gibi, insan, Allah'ın evrenle ilgili kazasını yeryüzünde kendi isteğiyle yerine getirmeğe talip olmuş, (ayrıca bk. kaza, Kader, İrade) yeryüzünde halife kılınmıştır. O da Allah'ın kazasını yerine getirmekte, çizdiği yoldan gitmektedir. Şu kadar ki, bu kazanın ne yönde olduğunu ve yolu bilmediği için kendi isteğiyle bu kazayı yerine getirmektedir; bu bakımdan, onun kelimeleriyle, amelleriyle, Allah'ın kelimeleri bir yerde birleşmektedir. Nitekim, Kur'an, “Allah'ın kelimelerinde değişme olmayacağını” (En'am: 34) belirtmektedir.
Allah, “fasıklar iman etmez” diye yazmıştır ve fıska sapan insanların iman etmemesiyle, bu kelime doğrulanmaktadır “ (Yunus: 33).
(Allah'ın konuşmasıyla ilgili olarak ayrıca bk. Vahy.) Şu kadarını belirtelim ki, Allah'ın konuşması ve kelimesi sembolik değil, gerçektir. Konuşulan tarafından alınıp anlaşılır ve onda herhangi bir biçimde ortaya çıkar. [39]
Dil bilginlerinin bazılarına göre, 'ey' sözcüğünden türemiştir. 'Ey' herhangi bir şeyi söz konusu ederken kullanılır, “nasıl çağırırsanız çağırın, güzel isimler O' nundur” ayetinde olduğu gibi; bu ayetteki “eyyen” sözcüğü, “her ne şekil olursa olsun” anlamında kutlanılmıştır. Ayet, bazı dil bilginlerine göre ise, 'tesbit ve bir şeye dayanma' anlamına gelen 'teeyyâ'dan türemedir. Bu anlamda, yüksek binalara da 'ayet' denilir; nitekim bir ayet-i kerime'nin anlamı şöyledir: “Her yüksek yere bir ayet dikip, boş şeylerle mi uğraşırsınız?” (Şuara: 128).
'Ayet' 'apaçık bir işaret ve alâmet' demektir. Açıkça ortada görülmeyen bir şey, ayetiyle görülür ve tanınır. Bir yol arayan kimse, eğer o yolun ayetlerini, yani işaret ve alâmetlerini bilirse, yolu da bulur. Her gerçek ayetiyle, alâmetiyle bilinir. Bu bakımdan, ayet, duyuların da, düşünce ve akledilenlerin de dışa vurmuş biçimleri için kullanılır. [40] Sözgelimi, bir insanın yüzünden kızdığı anlaşılabilir; yüzdeki kızarma, ellerin titremesi, konuşurken kekeleme gibi bir takım işaretler insanın iç durumunun ayetleri olurlar. Aynı şekilde, bir insanı tanıtırken saçının rengi, şekli, boyu, gözleri, yani aletleriyle tanıtırız.
Kur'an ayetlerden oluştuğu gibi, evren de, insan da ayetlerden oluşur. Denizde yüzen gemiler, kuşların havada durması, göklerin desteksiz olması, kışın kupkuru hale gelmiş ağaçların baharın çiçeklenip yapraklanması, ölmüş durumdaki yerlerin yağmur yağınca canlanması, ay, güneş ve yıldızlar, evet, evrende gördüğümüz her şey Allah'ın ayetleridir. Bütün bu varlıklar ve evrende meydana gelen olaylar, bir yandan Allah'ın 'ol emrinin sonucunda ortaya çıkmış birer kelimesi, Allah'a işaret etmesi ve insanların Allah'ı tanıması bakımından da birer ayetidir.
Allah'ın Zatı ancak Kendisi tarafından bilinir; fakat, Allah Kendisi'ni insana aletleriyle tanıtır. Bütün evren Allah'ın isimlerinin birer tecellîsi olan varlıklardan oluşur. Evrende gören varlıklara bakarak Allah'ın gören olduğunu, duyan varlıklara bakarak duyan olduğunu... anlarız. Evrende hüküm süren şaşmaz düzene, ahenge, en ufak bir haksızlık ve zulüm görülmemesine, hakkaniyete bakarak Allah'ın adaletli, hakk ve her türlü eksikliklerden uzak olduğunu anlarız; evrendeki bozulmaz sulhe, esenliğe, selâmete (bk. Sulh, İslâm) bakarak Allah'ın selâm olduğunu, bütün evrende tek bir kaynaktan çıkmış olan kanunlara bakarak Allah'ın bir olduğunu anlarız. Evrenin yaratılmasında mutlaka gerekli görünen güç, kuvvet ve bilgiye bakarak Allah'ın mutlak bilen, mutlak kudret ve güç sahibi olduğunu kavrarız. Göklerin ve yerin yaratılışı, gece ve gündüzün uzayıp kısalması ve birbiri ardınca gelişi bir Allah'ın var olduğunun delilleri, yani ayetleridir. Demek ki, Allah Kendisi'ni aletleriyle tanıtmaktadır; demek ki, bütün evren ve evrendeki olaylar Allah'ın isimlerinin kelimeler halinde ortaya çıkmış şekilleri, yani ayetleridir.
Kitabı anlatırken belirttiğimiz gibi, Kur'an evrenin durulmuş şekli, özü ve hülâsasıdır. Bu bakımdan, Kur'an'ı meydana getiren, “başı ve sonu olup, bir anlam bütünlüğü içinde bir veya daha fazla cümleden oluşan sözler”e de ayet denilmektedir. Yani, Kur'an, Allah'ı, Allah'ın kelimeler halinde ortaya çıkan isimlerini açıklayan, belirginleştiren ayetlerin toplamıdır. Şu noktayı tekrar hatırlatmak gerekiyor ki, evrenin bütününde Allah'ın iradesi hakimdir; insan yeryüzünde bu iradeyi kendi elleriyle, kendi iradesiyle yerine getirecektir. Bu bakımdan, evrende ve insanların hayatında meydana gelen olaylar da birer ayettir; bu olaylarla da Allah'ı tanımak mümkündür. Sözgelimi, Bedir Savaşı'nda karşı karşıya gelen iki ordu Allah'ın iki ayetidir; bu ordular, birinin doğru, diğerinin yanlış yolda olması, amaçları doğrultusunda savaşmaları, üçyüz kişilik, silâh yönünden de sonderece az olan kesimin, bin kişilik, silâh yönünden de güçlü olan kesimi yenilgiye uğratması bir ayettir.
Aynı şekilde, insanın bedeni, taşıdığı nitelikler, konuştuğu dillerin, renklerinin, tip ve şekillerinin farklı farklı oluşu da birer ayettir. Nasıl evrende bir çokluk, daha doğrusu çokluk içinde birlik varsa, evrenin özü, ruhu olan insanda da aynı şekilde bir çeşitlilik, şekilce, fikirce, bedence, renkçe tam bir çeşitlilik ve çokluk, ama, hepsinin insan olması bakımından da bir birlik vardır. Bu yüzden, insan ve insanın ortaya koyduğu san'atlar, gerçekleştirdiği başarı veya uğradığı başarısızlıklar da hep birer ayettir,
“Kendilerinde ve çevrelerinde onlara ayetlerirnizi göstereceğiz; ta ki, onun gerçek olduğu kendilerine iyice belli olsun..” (Fussılet: 53).
İnsan bu ayet olan yönleriyle değil, bu ayetlerde Allah'ı görebilme ve tanıyabilme niteliğiyle, tanıyabileceği özüyle insandır. Çünkü, ayetleri okuyup anlamlandıracak, daha doğrusu, anlamlarına nüfuz edip, Allah'a ulaşacak olan insandır (bk. Tathir, Ruh). Ama, bazı insanlar vardır ki, gözü önünde serilip duran ayetlerden bir şey anlamaz, kapasiteleri daralmış, nitelikleri yok olmaya yüz tutmuş, kavrayışları körelmiştir (bk. Sem Basar, Kalp). Bu yüzden, bu tür insanlara çok daha açık, çok daha belirgin, güneş ışınlarından daha parlak ve daha delici ayetlere ihtiyaç duyulduğu zamanlar olmaktadır.“ Sözgelimi, taştan bir devenin çıkması gerekir ve bu deve böylesi insanlara bir ayet olur”(A'raf: 73); “Bazı insanların 300 yıldan daha fazla mağarada kalmaları bir başka ayet olur” (Kehf Suresi); kendisi yüz yıl uyuyup dirilen, ama. bu süre içinde yemeği bile bozulmayan, kemik yığını haline gelmiş eşeği diriltilen insanın durumu yine bu türden bir ayettir (Bakara: 259); gökten bir sofranın inmesi de böyle bir ayertir(Maide: 114); ebabil kuşlarının Kabe'yi yıkmaya gelen koca bir orduyu yenmiş ekine çevirmeleri (Fîl Suresi) de aynı şekilde birer ayettir; bu ayetler beyyinat, yani apaçık olan ayetlerdir.
Bütün bu ayetlerden Allah'ı ve birliğini anlayıp, tek Rabb, tek İlâh ve tek Melik olarak Allah'ı kabul etmek ve bu kabul edişe göre yeryüzünde davranarak, evrenin bu parçasını sulh ve selâmete kavuşturacak olan insandır. Ayetlerle Allah tanınır, hükümlerine itaat olunur. Ayetler, karanlıklar içinde yüzen insanların nura çıkmaları içindir. (Hadid: 9). Bütün bu ayetlere rağmen, karanlıklar içinde kalmaya devam eden ve ayetleri yalan sayan, yani onlarla Allah'a varamayan insanlarsa azabı hak etmiş olanlardır. [41]
Aslı 'simv'dir, veya 'sû'mv'den gelir, (vesm'den de denmiştir). Masdarı 'semv’dir ki, 'sema' ile ilgilidir. 'Sema' yükseltmek anlamındadır; göklere de, yükseltilmiş olma anlamında 'sema' denilir. [42] Bu anlamda, isim, 'bir şeyi zihne yükselten işaret veya delil' şeklinde tanımlanmıştır. 'Mevsim' bilinen yani, isimlenen, zihne yükseltilen demektir. [43]
Bazılarına göre, isim ile isimlendirilen aynıdır, bazılarına göre ayrıdır. Bazı bilginler, isim 'isimlendirilenden haber veren', fiil, 'isimlendirilenin hareketinden haber veren', harf ise, 'isim veya fiil olmayıp, anlamdan haber verendir’ şeklinde tanımlamalarda bulunmuşlardır. İsmin en yaygın tanımı ise, 'nefsinde anlama götüren' şeklindedir. İsim, sözcük olarak, 'bir şey için şeylerden bir şey tesbit eden ve töz olsun, ilinek olsun (cevher veya araz olsun) anlamlardan bir anlama götüren, hem fiili, hem harfi içine alan şeydir'. Bu bağlamda, sıfatlar da fiiller gibi ismin anlamı içine girer. İsim terim olarak, 'ister birleşik ister ayrı, ister haber isterse kendinden haber verilen veya bu ikisi arasında bir bağ kuran şey olsun, bir anlam için konmuş lâfızdır'. Dilbilimciler ismi şöyle tanımlarlar: “Ayrı veya fiile ve harfe mukabil olan anlama götüren, kendisiyle hem sıfat, hem zarf, hem de edatın kastedildiği lâfızdır.” İsim, tüm kelime çeşitleri için kullanılır. [44]
İsim, kendi zatıyla kaim olan anlamında genel özel isim olarak kullanılır, taş ve adam gibi; anlamı varlığı için olsun olmasın, bütün anlamlar için kullanılan soyut isim olur, ilim ve cehalet gibi; özel isim olur, Ayşe, Fatma, Zeyd, Hasan, Mehmet gibi; ayrılmayan ve dönüşmeyen lâzım isim olur, güneş, ay gibi; küçük, büyük, çocuk, yaşlı, az, çok gibi ayrışan isim olur; kâtip gibi türetilmiş isim olur; 'fülân arslandır gibi istiare belirten benzetme ismi olur; 'Ca'fer'in oğlu ve 'Zeyd'in elbisesi' gibi tamlama olur; insan ve hayvan gibi cins isim olur; anne, baba, kızkardeş gibi, kendiyle belli olan ve başkasını da belirleyen mensup isim olur.
İsim anlamı yönüyle altı kısımdır: Mehmet gibi gerçek tekü bir parçadır; insan gibi küllidir; varlık gibi küllî bir şekildir; göz gibi müşterektir; namaz gibi, hem nakledilen, hem terkedilendir; arslan gibi de hem gerçek, hem mecazdır. [45]
Bu anlamlarda Kur'an'daki bazı ayetlöre bakacak olursak:
“Ondan ayrı olarak sizin ibadet ettiğiniz şeyler, ancak kendinizin ve babalarınızın isimlendirdiği isimlerdir.” (Yusuf: 40). Bu ayette, İlâh, rabb veya ma'bud ismi almaya lâyık olan yalnızca Allah olduğu halde, müşriklerin bu isimleri bir takım putlara da verdiği belirtilmektedir; yani, müşriklerin bu isimlerle taptıkları bu isimleri almaya hak kazanmış değil, 'ismiyle müsemma' olması mümkün olmayan bir takım varlıklardır, putlardır denmektedir.
“Allah için ortaklar kıldılar, 'onları isimlendirin bakalım' de.” (Ra'd: 33) ayetinde de, aynı anlam vardır. Yani, müşriklerin Allah'a koştukları ortakları kendilerine tapınılacak 'ilâh'lar şeklinde değerlendirdikleri ve onlara tapındıkları, oysa, bunların kendilerine verilen isimleri almaya lâyık bulunmadıkları açıklanmaktadır. “Celâl ve ikram sahibi Rabbi'nin ismi mübarektir” (Rahman: 78) ayetinde, Allah'ın isminin sıfatlarında nimet, bereket ve bolluk ifade ettiği anılmaktadır. [46]
Buraya kadar verdiğimiz bilgiler doğrultusunda İsim, Allah'ın isimlerini ve bu isimlerin tecellilerini içine almaktadır. (Bu isim ve tecellîlerle, bazılarının ayrıca değerlendirdiği fiilî tecellîleri de içine alıyoruz.) Evrendeki varlık ve olaylarla, Allah'ın kazasının gerçekleşme biçimlerine kelime, Allah'a götürme anlamında ise ayet dendiğini izah etmiştik. İsim bunların hepsini içine almaktadır; yani, bir bakıma bunların bilgisi, ilmin (bk. İlm) anahtarları, ya da 'bilen - bilinen' ve bilme -bilinen' birleştiğinde, ilmin kavram olarak varlığı, hattâ kendisidir. Bu bilgi, ya Sufîler'in görüşünce, bir nur olarak Adem'e verilmiştir ve Adem bu isimler nedeniyle meleklere üstün ve yeryüzünde halife kılınmıştır; ya da bazı İslâm filozoflarının iddia ettiği gibi, bir potansiyel halinde insanın doğusuyla doğmaktadır. Aradaki fark şudur: Sufîler görünen alemle ilgili olarak, insan aklında bir bilginin olduğunu kabul eder ve bu bilginin cüz'î halde bulunup, belli bir sınıra kadar uzanacağını, gerek bu bilgiye, gerekse görünen alemin ötesine Ruh'un tam olarak kalpte hakim olmasının sonucunda ulaşılacağını ileri sürer ve bu işi bir 'zikr -tezekkür' olarak düşünürken, filozoflar hayat sürecinde aklın ve diğer melekelerin yetkinleşmesi ve ruhî tekâmül yoluyla bilginin 'elde edileceğini' belirtirler. [47]
Adem, Kur'an'ın da işaretiyle bütün insanlığın timsalidir, evrensel insandır. A'raf Suresinde, “andolsun sizi yarattık, sonra size şekil verdik, sonra da meleklere 'Adem'e secde edin' dedik” (ayet: 11) buyurulmaktadtr ki, tüm insanlarla Adem bir bakıma aynı olarak anılmıştır. Şu halde, evrenin de özü olan insana evrenin ve kendisinin bilgisi verilmiş, bu bilgiyle meleklere üstün tutulmuş ve yeryüzüne halife kılınmıştır. İnsanın üstünlüğü, ruhunu, yani bu bilginin kaynağını örten maddeyi iradesiyle aşarak gerçek bilgiye ulaşmak, bilginin kaynağına varmak ve yeryüzündeki halifelik görevini yerine getirmekdir. Bu da, işte, kendisine bütün olarak öğretilen isimlere sahip bulunmasıyla gerçekleşir. [48]
Muhkem lügatte, 'fesattan ve bozulmadan uzak, eksiksiz derecede sağlam, güçlü ve şüpheden öte' demektir. [49]Müteşabih ise 'Şe-Bi-He'den gelir. 'Şibh', 'şe-beh' ve 'şebih’ bu fiilden türeme sözcüklerdir. Bu sözcükler, renk, adalet ve zulüm gibi nitelik yönünden benzeşmeler için kullanılır. 'Şübhe' iki şey arasında, aralarında öz veya anlam bakımından var olan benzerlik dolayısıyle seçim yapamamaktır. [50] İki şeyin aynı düzeyde benzeşmelerine 'teşabüh', benzeşen şeylere ise 'müteşabih' denilir, “İman edip salih amel işleyenlere, kendileri için altlarından ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele; orada meyvelerden rızıklandıkça, 'bu bize önceden de verilendir' derler ve onlara ona benzeşenler de verilir..” (Bakara: 25) ayetindeki benzeşme kemal, tamlık, koku, renk bakımından bir benzeşmedir; yine, En'am Suresi 99'uncu ayette Allah'ın yeryüzünde insanlar için çıkardığı rızklar anlatılırken, “üzüm bağları, zeytin ve nar, benzeşen ve benzeşmeyen” ifadesinde de, görünüşçe veya aynı topraktan aynı suyla yetişme bakımından ve belki renk ve şekil bakımından benzeşip, tat bakımından benzeşmeyen meyvelerden bahsedilir. Yine, İsrail Oğulları'nın boğazlamaları emredilen inek konusunda, “bizim için Rabbine dua et de, onun ne olduğunu bize açıklasın; muhakkak ki inekler bizim yanımızda birbirlerine benzerler” (Bakara: 70) ayetinde de, ineklerin birbirlerine benzediği, dolayısıyle, boğazlanması istenilen ineğin özellikleri tam olarak açıklanmazsa seçilemeyeceği ifade olunmaktadır.
Âli İmran Suresi'nin yedinci ayetinde şöyle buyurulmaktadır: .
“O'dur size Kiiab'ı indiren; onda muhkem olanlar vardır ki, Kitabın cinasıdır, diğerleriyse müteşabihtirler..”
Bu ayette sözü edilen Muhkem ayetlerden kasıt, “verilmek istenen anlama kesin olarak götüren ve her türlü ihtimal ve karıştırılmaktan uzak olan” ayetlerdir. Bu ayetler, hakkı batıldan, helâli haramdan ayırdetmek, hakk ve helâl olanı doğru olarak anlamak noktasında kesinlik ifade ederler. Bu ayetler ayrı olarak değil, hepsi birden, Tevhidi düzenle birlikte Kitabın Anası'dır. Her muhkem ayet, diğer muhkem ayetle kıyaslanır. Her biri kendi zatında muhkem olmakla birlikte, yekdiğerine göre çeşitli dereceler gösterir. Bu bakımdan, muhkem ayetler dörde ayrılmıştır: Bir lâfzın salt okunuşuyla istenilen anlama ulaşabiliyorsa, bu türden olan muhkemlere 'zahir'; eğer bu anlam Kelâm içinde kendisiyle hüküm olmuş, söz bu anlam için söylenmiş olursa, böyle muhkemlere 'nass'; kendisinde nesih ihtimali kalmamış ve haberlerle de güçlendirilmiş olan muhkemlere anlamına özgü olarak muhkem denilir. Bir de, yorumlanmakla, bir başka muhkeme göre değerlendirilerek muhkem olmuş bulunanlara da müfesser denilir.
Müteşabih ayetler ise, kendi lâfızlarına bakılarak kasdettiği anlam seçilemeyen ayetlerdir. Müteşabih ayetlerin birden fazla anlama ihtimali olup, bu anlamlardan birini seçebilmek için muhkem ayetlere başvurulması gerekir. Muhkem karşılığında müteşabihler de 4 çeşitte ele alınmıştır: Eğer lâfızdaki anlam, kendinden değil de, başka bir nedenle gizlenmişse buna hâfî denir. Eğer lâfızda ince, herkesin anlayamayacağı anlamlar) ve benzetmeler varsa, böyle müteşabihlere müşkil; lâfız aynı derecede çeşitli anlamlara açık olur ve bir yoruma ihtiyaç gösterirse, böyle müteşabihlere mücmel; ve eğer anlamı kestirmek imkânsız olursa, böyle müteşabihlere de salt müteşabih denilir. [51]
Müteşabih, alimler tarafından daha başka şekillerde de ifade eldiliniştir: Cümlede müteşabih üç şekildedir: Yalnız lâfız yönünden müteşabih, yalnız anlam yönünden müteşabih ve hem anlam, hem lâfız yönünden . müteşabih. Lâfız yönünden müteşabih de iki şekildedir. Birincisi, müfret lâfızlarla ilgili olandır ki, bu da, ya ebb ve yeziffûn gibi garabet (yabancılık) yönünden olur, ya da yed{el) ve ayn (göz) gibi lâfzda, ortaklık yönünden olur. İkincisi, birleşik kelâmla ilgilidir; bu da üç şekildedir: Birincisi sözün (kelâmın) kısalığı yönündendir; “eğer, yetimler hakkında adalet yapamamaktan korkarsanız, kadınlardan hoşunuza gidenleri nikahlayın” ayetinde, kaç kadının, hangi tür kadınların ve nasıl nikâhlanacağı belirtilmemiştir; bunları anlamak için başka ayetlere ihtiyaç vardır, veya hadislere; ikincisi, sözün fazlalığı yönöndendir; “hiç bir şey O'nun gibi değildir” ayeti, “deyse ke-mislihi şey'ün” yerine, “deyse mislehû şey'ün” şeklinde gelse (bilinen dil kurallarına göre) daha açık olurdu: üçüncüsü, sözün tertibi yönündendir; “enzele. alâ abdihî'l-kitâbe ve lem yec-al lehû ivecen kayyimen” (kuluna kitabı “kayyim” = sağlam, eksiksiz ve hakk olarak indirdi, onda bir eğrilik varetmedi) ayetinde, “kayyimen” sözcüğünün esas yeri ve takdiri “ael-kitabe”den sonradır. Anlam yönünden müteşabih Allah'ın sıfatları ve Kıyamet Günü'nün nitelikleriyleilgili vb. ayetlerdir. Hem anlam, hem de lâfız yönünden müteşabih ise, beş çeşittir: Birincisi, genel ve özel olanlarda görüldüğü gibi, nicelik yönündendir; ikincisi, vaciplik veya mendubluk ifade etmesi bakımından nitelik yönündendir; üçüncüsü, nasih ve mensuh. gibi zaman yönündendir; dördüncüsü, mekân ve indiği durumlar yönündendir; beşincisi ise, kendileriyle eylemlerin doğru olması sağlanan şartlar yönündendir. Bütün bunların ya yoruma, ya muhkem ayetlere, ya da sünnete ihtiyacı vardır. [52]
Muhkem ve müteşabih daha değişik şekillerde de tanımlanmıştır: Katade, “muhkem nasih, müteşabih ise mensuh olandır” demiştir. Esamm, “muhkem, tevilinde ittifak edilen, müteşabih ise ihtilâf edilendir” tanımında bulunmuştur. Sonra, bütün müteşabihlerin üç çeşit olduğu üzerinde birleşilmiştir: Birinci çeşit müteşabih, Kıyamet'in kopma ve dabbet'ül-arz'ın çıkış zamanıyla, Deccal'ın niteliği gibi, bilinmesi mümkün olmayan; ikincisi, garip(yabancı görünen) lâfızlar ve kapalı hükümler gibi, insanın bilebileceği müteşabihler, üçüncüsü ise, ilimde rasih olanların bilip, başkalarının bilmemesi caiz olan müteşabihler.[53]
Şu da var ki, müteşabihlerin her türü üzerinde geniş tartışmalar olmuştur. Gerek, düşünceleri ötelere uzanan insanlar, gerekse bir takım fitne çıkarmak isteyen insanlar müteşabih ayetler üzerinde çok durmuşlardır. Özellikle, Allah'ın sıfatları çok kafaları meşgul etmiştir. İstiva konusunda soru soran birine İmam-ı Malik, “istiva ma'lûmdur, olmuştur; niteliği bilinmez, ondan sormak bid'attır, seni kötü bir insan olarak görüyorum” demiştir. Hz. Ömer ise, Kur'an'ın müteşabihatı hakkında soru soran bir adamı, hurma dallarıyla başını kanatıncaya kadar dövmüş ve onu Medine'den kendi toprağına göndermiş, bu kişiyle hiç kimsenin görüşmemesini emretmiştir. [54]Bir takım bilginler, müteşabihatın ve te'villerinin bilinip bilinmemesi konusunda, Ali İmran süresindeki yukarıda andığımız ayetin devamı olan “o'nun te'vilini Allah'tan başka bilen yoktur ve ilimde rasih olanlar “biz ona inandık, hepsi Allah'ın yamndandır” der” ifadesiyle ilgili olarak, hiç bir müteşarihin te'vilinin bilinemeyeceğini ileri sürerken, çoğu bilginler, 've' bağlacını hem, te'vili bilmeğe, hem de 'inandık' demeğe atfetmiş ve bir takım müteşabihin te'vilinin bilinebileceğini savunmuşlardır. (Bu noktaya, Tefsir-Te'vü konusunda daha geniş değineceğiz.)
Kitapta, bütünüyle muhkem ayetlerin bulunmasının yanısıra, bütünüyle müteşabih ayetler de vardır; aynı zamanda Kitap hem bütünüyle muhkem, hem de bütünüyle müteşabihtir. Bu nokta, iyi anlaşılmalıdır. Hud Suresinde, “bu ayetleri muhkem kılınmış bir kitaptır.” (Ayet: 1) buyurulurken, Zümer Süresi'nde, “Allah sözün en güzelini müteşabih bir kitap olarak indirdi” (Ayet: 23) buyurulmaktadır. Birinci ayette ifade edilen muhkem kılmak, haberlerde gerçeği yalandan, emirlerde doğruluğu sapıklıktan, hakkı batıldan ayırdetmek suretiyle muhkem ve metin kılmaktır. Bu bağlamda ve bütün müteşabihlerin muhkemlere döndürülmesi yönünden Kur'an bütünüyle muhkemdir. İkinci ayette ifade edilen müteşabih olma ise, ayetlerin birbirlerini tasdik etmeleri, bir ayetin anlamının başka bir ayetle açıklanması, ayetlerin tam bir uygunluk ve benzerlik içinde birbirlerine destek olmaları ve muhkem ayetlerin müteşabih olanlarla da te'viline gidilebileceği yönüyle bütün Kur'an müteşabihtir. [55] “Allah sözün en güzelini ikili müteşabih bir kitap olarak indirdi; Rabblerinden korkanların ondan derileri ürperir..”(Zümer: 23).
“Demek ki, bu bağlamda muhkemle müteşabih arasında zıtlık değil, birlik vardır.” A. İmran Suresi 7. ayette ifade olunan 'muhkem'liğin Kitab'ın 'nüzul'den önce geçirdiği hallerden bir hal olduğunu, buradaki muhkem ve müteşabih'in Kur'an'ın tamamının 'muhkem' ve 'müteşabih' olmasından farklı bulunduğunu, müteşabih ayetlere inanmanın şart olup, ancak muhkemlere irca ile muhkemleşmeden kendileriyle amel edilemeyeceğini ferasetle belirten müfessirler de vardır. [56]
Tefsir, 'Fe-Se-Ra' veya değişim suretiyle 'Se-Fe-Ra' dan 'tef'’il* babında masdardır. 'El-fesr' lûgatta, 'doktorun hastalığı teşhis için bakmış olduğu su'ya denir; bu suyun idrar olduğu da söylenmiştir; tefsir, bu suya bakarak hastalığı teşhis etmektir. Bu anlamdan başka, tefsir, 'anlamını çıkarmak, keşfetmek, asıl olan lâfızdan daha kolayı ortaya koymak ve üzeri kapalı bir şeyi açmak' gibi anlamlara da gelir. 'Es-sefr' ise, kapalı bir şeyi açmak ve aydınlatmak demektir. 'Seferat'il-mer'etü an vechihâ-kadın yüzünü açtı' denilir. [57]
Gerek, 'Fe-Se-Ra'da.n, gerekse 'Se-Fe-Ra'dan gelmiş olsun, Tefsir, 'maddî ve manevi açıdan keşfetmek, açıklamak' anlamlarına gelir. Terim olarak, 'anlaşılması zor olan lâfızdan, kastedilen anlamı ortaya çıkarmak' demektir. Kur'an-ı Kerim'le ilgili olaraksa, 'Kur'an'ın anlamını açıklamak, içindeki müşkül ve garip lâfızları çözmektir' şeklinde tarif olunur.[58]
İslâm tarihinde tefsir hareketi erken başlamıştır. Genellikle Hz. Peygamber'den ve sahabeden gelen nakillere dayalı tefsirlere 'rivayet tefsirleri' denilir. Bu tefsirlerin en ünlüleri, Taberî'nin 'Cami'ul-Beyan fî Tef-sîr'il-Kur'an'ı, İ. Kesir'in Tefsiri, Süyutînin 'Ed-Dürr'ül Mensur fî Tefsîr'il-Me'sûr' adlı tefsiridir. Rivayet tefsirleri, israiliyyat, mezhepleri haklı çıkarıcı rivayetler ve bir takım hurafelerin karışmış olması nedeniyle çeşitli eleştirilere uğramıştır. [59]
Rey ile tefsir Konusunda bilginler arasında büyük ihtilâflar çıkmıştır. Bazı bilginler bu tür tefsirlerin şiddetle karşısında olmuşlardır. Bu konuda hadisler de rivayet edilmektedir. Tirmizî'de şöyle bir hadis vardır: “Her kim benim üzerime kasden yalan söylerse Cehennem'deki yerine hazırlansın. Ve, kim reyiyle Kur'an'la ilgili bir şey söylerse Cehennem'deki yerine hazırlansın.” Yine, bir diğer hadiste, “Her kim Kur'an hakkında görüşüne göre söyler ve isabet de ederse, yine de yanılmış olur.” buyurulmaktadır.[60] Fakat, bir takım bilginler, bu hadisleri yorumlamışlar ve Kur'an üzerinde düşünüp ibret almaya çağıran ayetlere dayanarak, rey tefsirine cevaz vermişlerdir. Aslında, bu tartışmalar bir bakıma yersizdir. Muhkem ve Müteşabih bölümünde açıklamaya çalıştığımız gibi, Kur'an ayetleri birbirini tefsir etmektedir; fakat, herkes bunu anlayabilir, ortaya çıkarabilir mi? Bu konuda, biraz sonra daha geniş bilgi vereceğiz.
Rey ve rivayet tefsirlerinin yanısıra, salt batına dayanan tefsirler de vardır; bunlara iş'arî tefsirler denir.
Te'vîl ise 'evl’ kökünden gelir. 'Evi' 'kaynağa dönmek', 'te'vîl, ise, 'kaynağa döndürmek' demektir. Bir şeyi, kendisinden kastedilen anlama ve amaca döndürmek şeklinde de tanımlanmıştır. “Onun te'vilin mi gözetiyorlar, onun te'vili geldiği gün.. {A'raf: 53) ayetinde te'vil, 'sonuç, varacağı nokta, döneceği durum' anlamındadır. Dünya hayatıyla aldanan kâfirlerin, 'bakalım sonunda ne olacak?' şeklindeki sorularının cevabını vermektedir ayet; sonunda Kitab'ın ve işlerin varacağı nokta, Kıyamet Gününde gelecek ve her şey ortaya çıkacaktır denmektedir. Yine, aynı konuda, “bu hayırdır ve en güzel te'vildır” (İsra: 35) ayetinde de te'vil, 'amellerin karşılığının görülmesi' şeklinde yorumlanmıştır.[61] Ayet, ölçüyü ve tartıyı tam yapmanın sonucunu açıklamaktadır.
Kur'an'ın te'vili konusuna geçmeden önce, Kur'an' ın anlam derinliği üzerinde açıklamalarda bulunmak gerekmektedir.
Ebu Hayyan batını tefsirler hakmda şöyle der: “Batınîler ve aşırı Sufîler, İslâm milletinin içinde gizlenen zındıklardır. Allah'ın Kitabı apaçık Arapça olarak gelmiştir; onda ne remz, ne simge, ne batın hiç bir şey yoktur. Felsefecilerin ve tabiatçıların bulmaya çalıştığı şeylere ima bile söz konusu değildir.” Merhum Elmalılı Hamdi Yazır bu sözü naklettikten sonra, özetle şu güzel açıklamada bulunur:
“Kuşkusuz, Allah'ın kelâmı apaçık Arapça ile inmiştir. Kur'an'mın dili muamma gibi simgeden ibaret sembolik bir ifade değildir. Ve, yine kuşkusuz, nasslarda aslolan, engel bir delil bulunmadıkça zahir üzere olmaktır. Bununla birlikte, şu da muhakkaktır ki, Kur'an’ın Kitabın anası olan muhkem ayetlerinin yanısıra, gizli, müşkil, mücmel ve müteşabihatı, gerçeği, mecazı, açığı, kinayesi, benzetmesi istiaresi, temsili iması, belâğatinin nükteleri, hatırlatmaları, simgeleri de vardır. Bütün bunlarda, açık anlamın yanısıra, derece derece nice ifadeler daha mevcuttur. Usûl ilminde de bilindiği üzere, zahirin zahir olması aynı zamanda te'vil, özelleştirme, mecaz ihtimallerini de kesmiş olmayı gerektirmeyeceğinden, zahire aykırı düşmeyecek bir takım ikinci derecedeki ihtimallerin de anlaşılması, muhkem ayetlerin açıklamasına aykırı olmayacağı gibi, tersine Arapçanın apaçık (beyan edici) olmasının gereklerindendir. Bu nedenle, Kur'an'da hiç batın, simge ve ima yoktur demek doğru olmaz. Sure başlarındaki 'elü-lâm-mim, nün' gibi ibareler nasıl tefsir edilirse edilsin, simgesel olmaktan öte geçemez. Doğrusu, bazı haberlerde de geldiği üzere, Kur'an'ın hem zahiri vardır, hem de batını. Fakat Kur'an, ihtilâftan ve çelişkiden uzaktır.
Yine, zahir ve batın denizlerinin birleşmesiyle beraber, birbirine tecavüz edip karışmasını da önleyen engeli aşmamak şartıyla, ondan zaman zaman vehbî ve zevkî olarak alınan doğuş ve ilhamlara bir son da tasavvur olunamaz. Buna karşılık, gerek filozoflar ve bilgeler, gerek astronom ve diğer bilginlerle, akıl erbabı, edipler, seçkinleri ve avamıyla bütün insanların zihnine ve ruhuna temas eden ve edebilecek olan haller, fikirler ve konular hakkında Kur'an'da ima yoktur demek ve Razi gibi o yolda fikirleri nurlandırmaya hizmet edenleri ayıplamak ve suçlamak doğru olmadığı gibi, nassların ve muhkemlerin zahirini iptal etmeyecek biçimde, Kur'an'ın ruhî ve vicdanî zevklere doğabilen işaret ve tecillerinden sözeden Sufiyye tefsirlerinin hepsini de, Karamita ve Hurufiyye batınîleri gibi zındıklardan saymak da doğru değildir.. Zahirî anlamları ve hükümleri açıklayıp tesbit ettikten sonra, bunlara ters düşmeyecek şekilde bir takım işaret ve tevillerden sözeden kişilerden yararlanmamak da yoksunluk olur. Çünkü Kur'an, “bunda iman edenler için ayetler vardır; bunda akleden bir kavim için ayetler vardır; bilen bir kavim için, düşünen bir kavim için, zikreden bir kavim için, fıkheden bir kavim için, yakın sahibi bir kavim için, takva sahibi bir kavim için, lübb erbabı için” demektedir ki, kendilerine özgü yetenekleri içinde çeşitli muhataplarına seslenmektedir. Herhalde, zahirîlikte aşırı gitmek de, batınîlikte aşırı gitmek kadar zararlıdır. Kur'an'da tefsir de vardır, te'vil de vardır..” [62] Merhum Elmalılının kendine özgü üslubuyla gayet güzel şekilde açıkladığı gibi, Kur'an'ı tekdüze bir kitap saymak onu inkâr etmekle eş anlamlıdır. Bir kez, bütün insanlar anlayışta bir değildir. Bir hadis-i şerif te “insanlar madenler gibidir” buyurulmuştur. Madenlerin içinde bakır da vardır demir de, krom da vardır kömür de, gümüş de vardır altın da. Bunun gibi, insanlar da çeşit çeşittir. Kur'an Allah'ın kelâmıdır, Allah'ın kitabıdır; onda bütün bir evren vardır. insanlar da anlayış derecelerine göre Kur'an'dan paylarını alırlar. Kalplerini tathir eden, her türlü kirden temizleyenler Kur'an'ın derinliklerine dalarlar.
Aynı konuda, Seyyid Hüseyin Nasrdan da bir takım alıntılar yapmak yerinde olacaktır:
“Kur'an'ın çeşitli türde sureleri ve ayetleri vardır; bunların bazıları yorucu biçimde değil se de, öğretici ve açıklayıcıdır; diğerleri ise şiirseldir ve genellikle kısa ve özlüdür. Kur'an, bir ormandaki gibi birden Geometri, simetri, madenler topluluğu, ışığa tutulmuş bir kristal berraklığıyla karışan iç içe gür bir bitki hayatından oluşur. İslâm san'atının anahtarı, işte bu özelliğiyle Kur'an'ın ifade biçiminin ilham ettiği bitki ve maden şekilleri bileşimidir. Bazı ayetler veya sureler, Kur'an ayetleriyle bezeli cami süslemeleri halinde fizikî bir dünyada şekillendirilmiş arabeskler örneği uzatılmıştır. Diğerleri ise, özellikle son surelerinde görüldüğü üzere, daha çok geometrik ve simetrik bir dille ifade edilmiş oldukça açık ve keskin bir fikrin ani patlamalarıdır.
“Kur'an'ın gücü tarihsel gerçekleri veya olayları anlatmasından kaynaklanmaz; belli bir zamandaki belli bir olayla değil, eşyanın tabiatındaki sonsuz gerçeklerle ilgilendiği için anlamının her zaman geçerli bir sembol oluşundan kaynaklanır. Bunun yanısıra, Kur'an kuşkusuz, Tevrat'ta da gördüğümüz üzere bir kavmin Alah'a isyan edip, Allah'ın da onları cezalandırması gibi belli, olaylardan da sözeder. Fakat bu olaylar bile güçlerini, bizi her zaman var olan bir gerçeğin sembolleri olarak ilgilendirmelerinden alırlar. Kur'an mucizesi, insanların ruhların, vahyedildikten ondört yüzyıl sonra bile, aynen yeryüzüne indiği ilk günkü gibi hoplatmasında yatmaktadır. Bir müslüman Kur'anın tek bir sesiyle harekete geçer ve öyle ki, bir kişinin îmanının, her gün okunan ezanların ve Kur'an'ın kendisini harekete geçirip geçiremediğiyle ölçülebileceği söylenir.
“Kur'an İslâm'da bilginin kaynağıdır da, yalnızca metafizik ve manevî alanda değil, belli bilgi alanlarında da. Hattâ, metafizik, ahlâk ve fıkıh bir yana, her ne kadar son zaman bilim adamlarınca gözardı ediliyorsa da, Kur'an'ın İslâm felsefesi ve biliminin gelişmesindeki rolü de küçümsenemez ölçülerdedir. Tüm İslâmî zihinsel çabalara kaynaklık eden bir yol gösterici ve temel yapıdır Kur'an.
“Kur'an insan için temelde mesaj içerir. Önce, akidevî mesaj vardır Kur'an'da; gerçekliğin yapısal bilgisini ve insanın bu bilgideki yerini açıklayan akideler takımı, Bu yönüyle Kur'an, her boyutuyla insan hayatını ilgilendiren kutsal İslâm hukuku veya Şeriat'ın temelini oluşturan bir dizi ahlâkî ve fıkhî hükümleri içerir. Öte yandan, Kur'anda Allahın sıfatlarıyla ilgili metafizikî ayetler, evrenin yapısıyla ilgili bir evrenbilim ve varlığın sayısız durumlarıyla insanın sonu, sonrası ve Ahiret hakkında açıklamalar bulunur. İnsan hayatı hakkında, tarih hakkında, varlık ve anlamı hakkında akidevî izahlar vardır.. İkinci olarak, Kur'an, ilk bakışta bir tarih kitabı izlenimini veren bir mesaj içerir. Çağlar boyunca yaşayıp gelmiş kavimlerin, kabilelerin, kralların, peygamberlerin ve velilerin öyküsünü, yargılanıp cezalandırılmalarını anlatır. Bu mesaj tarihsel terimlerle sunulmaktadır ama, insan ruhuna seslenmektedir. Anlamlı ve çarpıcı terimlerle yükseliş’ ve düşüşleri, insan ruhunun zikzaklarını ve kirliliklerini geçmiş halkların hikâyeleri biçiminde tasvir eder. Üçüncü olarak Kur'an, modern dilde anlatılması güç bir nitelik taşır. İlâhî büyü diyebilirsiniz ona; eğer bu deyimi metafizik anlamıyla kavrayabilirseniz tabiî. Kur'ânî kuralların Allah'tan geldikleri için, bizim kendilerinden yalnızca okuyarak aklî alanda öğrendiklerimizle özdeş olmayan bir gücü vardır. Kur'an'ın kâğıtlardan oluşan maddî varlığının bile büyük bir 'bereket'e sahip oluşu bundandır. Bir müslüman bir darlığa düştüğünde bir miktar Kur'an okur ve gerçekten rahatlar.
“Kur'anı okuyan çokları, ondan sözcük sözcük verdiği mesajı dışında hiç bir şey alamazlar. Bu, hiç bir kutsal metnin kendisini insan aklına hemen açıvermemesinden ve gizlisini kolayca ortaya çıkarıvermemesinden kaynaklanmaktadır. Kur'an, üzerinde varlıkların yaşadığı pek çok gezegenleri ve anlam düzeyleri olan evren gibidir. Anlamına nüfuz edebilmek için hazırlıklı olmak gerekmektedir.
“Varlığımızın daha derin boyutlarına nüfuz edinceye değin ve Allah'ın lûtfu da olmadan Kur'an'ın iç anlamına ulaşamayacağımızı kavramak zorundayız. Eğer Kuran'a yüzeysel olarak yaklaşır, kendimiz varlığımızın yüzeyinde yüzen yüzeysel varlıklar olmakta devam eder ve derinlere uzanmış köklerimizden habersiz yaşarsak, Kur'an da bize yalnızca yüzeysel anlamı olan bir kitapmış gibi görünür. Gizliliklerini bizden gizler ve ona nüfuz edemeyiz. Ruhsal sancılardır ki, nasıl tefsir Kur'an'ın zahirini açıklıyorsa, onun gibi, adına tevil veya sembolik ve yorumlu tefsir denilen bir işlemle insanı kutsal metnin batın anlamına götürebilir.
“Arapça te'vil sözcüğü etimolojik olarak, ilgili işlemin anlamını içerir. Sözcük anlamı, 'bir şeyi geri başlangıcına veya kaynağına götürmek' demektir. Kuran'ın iç gizliliklerine nüfuz etmek, geri onun kaynağına ulaşmaktan başka bir şey değildir; çünkü, Kaynak batın olandır ve vahy veya kutsal metnin ortaya çıkışı ilk bakışta bir iniş ve dışa vuruştur.” [63]
Bir takım alimler, “onun te'vilini ancak Allah bilir; ve ilimde rasih olanlar, “ona inandık, hepsi Rabbimiz'in katındandır” derler” ayetinde te'vili ancak Allahın bilebileceğini savunurken, bazıları da “onun te'vilmi ancak Allah bilir ve ilim de rasih olanlar da (bilir) ve “ona inandık, hepsi Rabbimizin kattndandır” derler” şeklinde okuyarak, ilimde rasih olanların da te'vil'i bilebileceğini kabul etmişlerdir.
Kuran'da bu türden daha başka ayetler de vardır. Örneğin, “Allah'ın memleketler halkından Rasûlü'ne verdiği fey Allah ve Rasûlü içindir... yurtlarından çıkarılmış, mallarından edilmiş ve Allahtan fazı ve razılık bekleyen muhacirler içindir” dendikten sonra “onların ardından gelenler ise, “Rabbimiz, bizi ve iman etmekte bizi geçen kardeşlerimizi bağışla” derler” (Haşr: 7, 8, 10) ayetlerinde gerek “sonra gelenler”, gerekse 9'uncu ayetteki “onlardan önce o yurda yerleşip imana sarılanlar” ibaresi kullanılmakta ve bununla Ensar kastedilmekte fakat hiç biri için aidiyet belirten flâm' harf-i çeri kullanılmamaktadır. Oysa, bütün rivayetler ve müfesirler, feyin Muhacirler'in yanısıra Ensar'a ve sonradan gelenlere de verileceğinde ittifak etmiş ve 'elle-zîne' ism-i mevsulleri 'lillezîne' takdirinde kabul edilmiştir. Bunun gibi, yukarıdaki ayette de 'V(vav)' edatı hem 'te'vil'i bilmeğe, hem de “inandık” demeğe matuftur. Elmalılı Hamdi Yazır ayeti “Onun te'vilini Allah’tan başka kimse bilmez ve ilimde rasih olanlar da (Allah'ın bildirdiği kadar bilir) ve “O'na inandık, hepsi Rabbi-miz'in katmdandır” derler.” şeklinde tefsir ettikten sonra, ayetin bu şekilde gelmesinin ilimde rasih olanların Kitab'ın te'vilini Allah kadar bilmediklerini ve mutlak bilginin Allaha ait bulunduğunu belirtmeye yönelik olduğunu ifade eder. [64]
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, “ve mâ ya'lemü te'vilehû ill'Allah'deki 'te'vilehû'nun 'hû' zamirinin 'müteşabih olan'a değil de, 'kitab'a gittiğini bazı müfessirler vurgulamış ve müteşabihlerin muhkemlere ircasıyla Kitab'ın bütününü muhkem olduğunu belirterek te'vil'in bütün Kitab'a şamil bulunduğunu ihtar etmişlerdir ki, doğru olan da budur. Müteşabihlere inanmak ve muhkemlere irca ile muhkemlerle “amel etmek gerekir. Ama, kalplerinde eğrilik olanlar müteşabihlere takılırlar, Kuran'ın bir kısmını alıp kalan kısmını bırakırlar, ayeti ayete tefsir ettiremeyerek Kuran'da ihtilâf varmış gibi ondan çeşit çeşit ve birbirine zıt hükümler çıkarıp, sonuçlara varırlar. Oysa, Kuranın te'vilinin dayandığı hakikat birdir; te'vil rastgele yorumlamak demek değildir. İkinci olarak, “ve mâ ya'lemü te'vilehû ill'Allah, ve'r-Rasihune fi'l-ilmi yekûlûne âmenna bih, küllün min ındi Rabbinâ” ifadesinde, ilimde rasih olanların te'vili bilmediklerine dair bir işaret yoktur. “Ve mâ ya'lemü ill'Allah ile 've'r-Rasihûne fi'l-ılm» ibareleri arasında bir zıtlık yok, aksine bir devam ve olumluluk vardır. İlimde rasih olanlar 'Kitabın te'vilini bilir, müteşabihlere inanır ve hepsinin Allah katından oldu'ğunu kabul eder ve muhkemlere ittiba ederler.' Üçüncü olarak, Kur'an'da sık sık ğaybın. bilgisinin ancak Allah'a ait olduğu ısrarla vurgulanır. Bununla birlikte ğaybı Allahın bildirdiği bazı rasûllerin (Cinn: 27) ve hattâ Rasulüllah'ın bildirdiği bazı evliyanın da bilmesi bu bilginin yalnızca Allah'a ait olmasına zıtlık teşkil etmez. Bunun gibi, ğayb ve te'vilin. bilgisine Allah'ın bildirmesiyle ve bildirdiği kadarıyla bazı rüsuh sahibi kulların da sahip olması kendilerinin öğrenmesiyle değil, Allah'ın bildirmesiyle kazanılan bir bilgidir ki bu bilgi yine mutlak anlamda Allah'a aittir ve O'ndandır. [65]
Kıraet 'Ka-Ra-E' kökünden gelir. 'Ka-ra-et'il-mer'-etü, 'kadın kan gördü' demektir. Masdar şekli 'el-kur”, 'temizlikten hayz haline geçmeyi' ifade eder. 'Ka-ra-e' - toplamak anlamına da gelir. Bu bakımdan, temizlik haliyle hayz halinin birleşmesi ve bu hallerden her biri için de kullanılır. Nasıl, 'sofra' denilince, hem yemek, hem de yiyenler akla geldiği gibi, ayrı ayrı yemek ve yiyenler de akla gelir; aynı şekilde, 'el-kur’ denilince, hem hayızla birlikte temizlik müddeti, hem de ayrı ayrı hayz ve temizlik süreleri de kastedilir. Ama, soyut olarak salt hayz veya temizlik anlamı, vermez; çünkü, ancak hayz gören temizlenir. 'Kendi kendilerine üç (kur') beklerler' ayetinde, üç kez temizlikten hayza geçiş kastedilmiştir.
Kıraet, 'harflerin ve kelimelerin 'tertil' üzere birbirlerine ulanması' demektir. Bu yüzden, ağızdan tek bir harfin çıkmasına 'kıraet' denmez. [66] Kıraet temelde dilin iradeye dayalı bir eylemidir. Akıllı ve konuşan bir insanın ağzından, seslerin kendilerine özgü yerlerine göre çıkmasıdır. Bu nedenle, Cebrail'in eylemine 'kıraet' denmez; İlâhî eylem de bir kıraet değildir. Aynı şekilde, insanın dışındaki, sözgelimi, bir mikrofondan, taştan veya teypten çıkan sesler de kıraet olmaz; bu sesler ister doğrudan kendilerinden çıksın, isterse bir insan sesinin yansımaları olarak çıksın farketmez. Bir kitabı sessiz okumak 'kıraet' olmadığı gibi, bir çalgıda çınlayan ses de kıraet değildir. Şu kadar ki, bu, teypte çalınan (okunan değil) Kur'an'ın dinlenmeyeceği anlamına gelmez. Ama, teypte Kur'an'ı çalmak bir 'kıraet' değildir. [67]
Öte yandan, Kıraet, Kelâm'ı rastgele söylemek, ağızdan çıkarmak değil, düzenli ve güzel bir biçimde, harfleri ve sözleri birbirine ekleyerek çıkarmaktır; çıkarma işlemi gizli olarak da yapılabilir, açık olarak da yapılabilir. Gizli ve açığın 'hafî, celî, sir, cehr' gibi dereceleri vardır. Kur'an, namazda ne sesin çok fazla yükseltilmesini, ne de duyulamayacak derecede kısılmasını değil, bu ikisi arasında orta bir yol tutulmasını emreder (Isra: 110). Bunu, Hz. Peygamber, gündüz namazlarında (öğle ve ikindi) kendi duyacağı kadar, sabah, akşam ve yatsı namazlarında ise daha sesli okumak suretiyle tesbit etmiş ve uygulamıştır. [68]
Tüâvet, 'Te-Lâ' fiil kökünden gelir. 'Gerek cismen, gerekse yaptıklarına uymak suretiyle birinin ardına düşmek, ardından gelmek, demektir. Türkçe'de kullanılan ve 'ikinci derecede' anlamına gelen 'tali' kelimesi de 'te lâ'dan türemedir. [69]'Ve'l-kameri izâ telâhâ' ayetinde, 'ay onu(güneşi) izlediği zaman' (Şems: 2) anlamı verilmiştir. Burada 'izlemek', güneşten sonra doğduğu, nurunu güneşten aldığı gibi çeşitli şekillerde yorumlanmıştır. Ragıp el-İsfahanî, 'güneşin yolunda gittiği, ışığını ondan aldığı' şeklinde tefsir etmektedir. İ. Kuteybe de, 'güneşi izlediği zaman' şeklinde yorumlamıştır.[70]
Bu ayetin dışında, Kur'an'da tilâvet, 'Allah'ın haram ettikleri, Zülkarneyn, Adem'in iki oğlu' gibi kıssalar, Kur'an, Allah'ın ayetleri ve Kitapla ilgili olarak geçer; yani 'kitabı tilâvet, Allah'ın ayetlerini tilâvet' gibi. (En'-am: 151, Nemi: 92, Kasas: 45, Bakara: 252, A'raf: 175, Şuara: 69, Yunus: 15 vs.) Tilâvet, 'Kur'an'ı, Kitab'ı veya Allah'ın ayetlerini okumakla birlikte, üzerlerinde düşünmek, bir hadiste buyurulduğu gibi, azapla korkutulan ayetler okunurken Allah'a sığınmak, müjdelerle ilgili ayetlerde hamdetmek, ayetlerin gereklerini yapmak, haramları anlayıp inanmak ve işlememek, emirleri ise yerine getirmek' anlamlarını da içerir. Bu yönüyle, Kıraet genel bir anlam ifade ederken, Tilâvet daha özel bir anlam ifade eder. 'Her tilâvet kıraettir, fakat, her kıraet tilâvet değildir.' 'Onu tilâvetin hakkı olan bir tilâvette tilâvet ederler' (Bakara: 121) ayetinde bu gerçek ifade edilmekte, Kitab'ın ilmine vâkıf olma ve Kitapla amel etme durumu açıklanmaktadır. 'Şeytanların tilâvet ettiklerine uydular (Bakara: 102)' ayetinde, şeytanlardan hem ins, hem cin şeytanları kastedilmektedir. Kur'an, vahy'i açıklarken belirttiğimiz gibi, şeytanların da kendi adamlarına vahyde bulunduklarını, yani, birbirleriyle anlaşabilecekleri bir dilde konuştuklarını, şeytanların fısıldama ve vesvese suretiyle vahyde bulunduğunu, insandan olan şeytanlarınsa gizli gizli toplantılarda Allah'ın vahyine karşı fısıldaştıklarını anlatır. İşte, bu ayette belirtilen 'şeytanların tilâveti' böyle bir tilâvettir; kendi vahylerindeki emir ve yasakları fısıldamaları, gizli gizli birbirlerine ve adamlarına aktarmaları ve kendilerine tilâvet olunan kişilerin de, gerek tilâvet sözcüğünün anlamında yer aldığı, gerekse, 'uydular' kelimesiyle de belirtildiği gibi, bu emir ve yasakları yerine getirdikleri bildirilmektedir, Bu ayetteki tilâvet kelimesini İ. Cerir et-Taberî 'rivayet etme' anlamında kullanmıştır. [71] Yaptığımız açıklamada bu anlam da vardır; insandan ve cinden olan şeytanlar birbirlerine kendi işleriyle ilgili olarak rivayette, yani aktarımda bulunmaktadırlar.
Tertîl, Kıraet'in bir şeklidir. 'Ra-Te-Le' fiilinden 'tef'îl' babında masdardır. 'Bir şeyi doğru yapmak, dosdoğru düzenlemek, kusursuz bir düzen içinde, açık açık hakkını vererek açıklamak demektir. Aralarında pek az açık bulunan ve gayet düzgün görülen ön dişlere 'sağr retl denir [72] Yani, 'tertîl', 'şeyleri aralarında az bir açıklıkla oldukça düzgün bir şekilde düzene koymak' anlamını taşımaktadır. Kur'an'ın okunuşuyla ügili olarak, 'kelimeleri ağızdan kolaylıkla ve düzgünce çıkarmak' anlamını verir. [73] Allah, 'Kur'an'ı tam bir tertîl üzere oku' (Müzemmil: 4) buyurmaktadır. Bu, Kur’an'ı anlamını düşünerek, harflerin çıkış yerlerine ve tecvide dikkat ederek, anlama göre sesi yükseltip alçaltarak, bir hadiste belirtildiği gibi, hitap ifade eden yerlerde karşıdakine hitap eder bir ses tonu vererek, durulacak yerlerde durup geçilecek yerlerde geçerek, ağır ağır ve Kur'an'ın gerçek amacını hem duyup, hem de dinleyenlere duyurarak okumak demektir.
Verdiğimiz açıklamalardan, Kıraet, Tilâvet ve Tertil arasındaki farklar ortaya çıkmıştır sanırız. Fakat, özellikle, ilk inen ayet olan ‘ikra" ve Kıraet üzerinde bir miktar daha durmak gerekmektedir.
Rasûl-i Ekrem (S.A.V.)'e Kur'an'dan, önce 'ikra" ayeti inmiştir. Oysa, daha henüz Rasûl'ün elinde okuyacağı bir şey yoktu. Öyleyse, Rasûl'e daha ilk başta okuması emredilen neydi? Bu konuda, bir kaç seçeneği belirtmeden geçemeyeceğiz.
1. İnzal konusunda da açıklayacağımız gibi, bilginler 'Kur'an'ın bir gecede indirildiğini, 'inzalini' belirten ayetler konusunda ayrılıklara düşmüşlerdir. Bu noktada, genellikle kabul edilen görüş, Kur'an'dan ilk ayetin Kadir gecesi indiği, daha doğrusu, Kur'an'ın Kadir gecesi inmeğe başladığı şeklindedir. Bu, yanlış bir görüş değildir. Çünkü, Kur'an'a dikkatle bakanlar, gerek Kitap, gerekse Kuran kelimesinin, bütün olarak Kitap ve Kur'an için kullanıldığı gibi, Kur'an'ın bir bölümü için de kullanıldığını görürler. Şu halde, Kur'an'ın bir tek kelimesi bile Kur'an'ın bütünü yerine geçmektedir. Kur'an ayetleri, kelimeleri, hattâ harfleri .birbirleriyle iç içe bir örgü halindedir. Bu bakımdan, bir ayetin, hattâ bir kelimenin tam olarak anlaşılabilmesi için Kur'an'ın bütünüyle anlaşılması gerekir. Bunu, Yunus Emre bir deyişinde, “dört kitabın manâsı saklıdır bir 'elifte”, bir diğer deyişinde, “dört kitabın manâsı Lâilahe illallah” şeklinde ifade etmekte, aynı zamanda, üzerinde büyük tartışmalar olan “Lâ ilahe illallah diyen Cennet'e girer” [74] hadisini de gayet güzel açıklamış olmaktadır. Bu noktada, Hz. Ali'nin de şöyle bir sözü vardır: “Kur'an hamd suresinde toplanmıştır, hamd suresi besmelede toplanmıştır, besmele başında b harfinde toplanmıştır, b altındaki noktada toplanmıştır, ben o noktayım.” Sufîler, Kur'an'ın ilk kez toplu halde Peygamber'in kalbine indirildiğini, sonra da yerine ve zamanına göre parça parça indirildiğini belirtir ler ki, bu da yaptığımız açıklamalarla aynı anlama gelmektedir. Şu halde, 'ikra' = Kur'an' diyebiliriz.
2. Fethullah Dahhak'ın belirttiği gibi, Peygamber' den okuması istenen kâinat da olabilir. Gerçekten, kâinat da Allah'ın ayetlerinden oluşmakta, Kur'an da Allah'ın ayetlerinden oluşmaktadır. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Kur'an Kâinatın durulmuş ve sözle, ya da yazıyla ifade edilmiş biçimidir; insan da 'küçük kâinattır', şu halde insanı da okumak gerekmektedir. Temelde, bu açıklamayla, yukarıdaki açıklama birbirini tamamlamaktadır.
3. Bu ikra” emrinden şu çok önemli gerçeği ortaya çıkarıyoruz:
İlk çağlarda insanlar, kutsal metinlerini yazıya dökmenin, onlara karşı bir saygısızlık olacağına inanırlardı. Bu yüzden, eski kutsal metinler ağızdan ağıza aktarılırdı. İnsanlar yazmaya başladıktan sonra, ezberleme ve sözlü aktarım güçleri zayıfladı. Eskiden beri, geleneğin, eğitim ve öğretimin en etkili aktarım aracı esasen sözlü aktarımdır. Sözlü geleneğin çok büyük bir toplam oluşturan dizeleri, yüzlerce yıldan beri kuşaktan kuşağa aktarılmış ve korunmuştur. [75] Bu gerçeği İslâm da vurgulamış ve bir yandan Peygamber'in ümmîliği üzerinde dururken, bir yandan da ona “yaz” değil, “oku” emrini vermiştir. Okumak, illâ kitap okumak demek değildir; okumak öncelikle ezberden okumayı ifade eder. Bu yüzden, Hz, Peygamber'e bir kitaptan okuması emredilmiyordu; ruhundan, kalbinden okuması emrediliyordu; çünkü, ortada yazılı bir kitap yoktu okunacak. İslâm'da hadisler de ağızdan ağıza aktarılmış ve ancak 160-150 yıl sonra kâğıda geçirilmiştir. Gerçi İslâm yazmayı yasaklamaz, teşvik de eder. Fakat, aslolan yazmak değil, okumaktır. Bu bakımdan, İslâm' da Kur'an'ın belki yazılmasından çok, ezberlenmesi üzerinde durulmuştur. Ama, ne zaman ki yazı okumanın önüne geçmiş, modern medeniyet hep yazı üzerinde durmuş, o zaman sözlü aktarım ve kalpten okuma önemini yitirmiş, bilginlerin pek çoğu 'ilim' değil, Kur'an'ın diliyle, “kitap yüklü eşekler” haline gelmişlerdir.
“Kıraet-i Seb'a = yedi okuyuş”la ilgili olarak bk. İnzal Tenzil. [76]
İnzal ve Tenzil, 'Ne-Ze-Le' fiil kökünden gelirler. 'Ne-ze-le' 'indi' demektir; masdarı 'nüzul' veya 'nezleten' dir ki, her ikisi de Kur'an-ı Kerim'de geçer. 'İnzal', 'if'âl' babından masdar, tenzil de 'tef'îl' babından masdardır.
İnzal 'indirmek' demektir; bir binekten indirmek anlamında da kullanılır. Ragıp el-İsfahanî'nin açıklamasına göre, “benî bereketli bir inişle indir, sen indirenlerin en hayırlısısın” (Mü'minûn: 29) ayetinde ifade olunan indirme eylemi, hem Mekke'den Medine'ye hicrette bir yurda indirme anlamında, hem de bu yurda binekten indirme anlamında kullanılmaktadır. Aynı şekilde, yolculuktan dönen birinin geri memleketine varmasını ifade etmek için de 'ne-ze-le' fiili kullanılır; 'nezele bidarihi’ denilir. [77]
Kur'an'da Allah'ın kitap, ayetler, nimet, su, ceza, azap, sofra vs. indirdiğini belirten ayetler çoktur:
“Hamd Allah'adır ki, kuluna kitabı indirdi” (Kehf: 1);
“Demiri indirdik” (Hadîd: 25);
“Beraberlerinde Kitabî ve mizam indirdik” (Hadîd: 25);
“Sizin için hayvanlardan sekiz çift indirdi”(Zümer: 6);
“Sıkışan bulutlardan şarıl şarıl su indirdik” (Nebe': 14);
“Size çirkin yerlerinizi örtecek elbise indirdik” (A'raf: 26);
“Bize gökten bir sofra indir” (Maide: 114).
Bütün bu ve bunlar gibi ayetlerde “indirme” kelimesinin, dolaylı tümleç olarak aldığı nesnenin, yani kendisine indirilenin başında, “üzerine” anlamına gelen 'alâ' bulunur. Bu kullanım, “yukardan indirme” gibi bir mekândan çok, Allah'la ilgili kullanıldığında nitelik yönünden bir yükseklik ifade eder. Çünkü, Allah mekân olarak insanların üstündedir diyemeyiz, altındadır veya şurasındadır da diyemeyiz. Bunun yanısıra, indirilen şeyin bir nimet olduğu anlamı da vardır bu kullanımın içinde.
Tenzil, “tef’il” babından masdardır ki, o da 'indirmek’ anlamına gelir. İnzal'le Tenzil arasındaki fark müfessirleri nisbeten yormuştur. Tenzîl'in, İnzal'in işaret ettiği yere birbiri peşisıra inişi ifade ettiği, inzalinse genellik belirttiği söylenmiştir. İnzal'in Kur'an'ın bir defada indiğini, tenzilinse yere, şartlara, zamana ve duruma göre 23 yılda bölüm bölüm indiğini ifade ettiği belirtilmiş; İ. Kemal, enzelnâ yerine nezzelnâ'run, birincideki 'elif-e' yerine, ikincide 'şedde-zz' kullanılmasının, ikincinin belli vakitlerde peyderpeylik ifade etmesi için olduğunu söylemiş, inzal'in Cebrail aracılığıyla, tenzilin, ise aracısız olduğunu ileri sürenler de bulunmuştur.[78]
Kur'an'da gerçekten inzal, ya daha önce indirilmiş kitaplar veya bir başka şey için her zaman değilse de çoğunlukla kullanılırken, tenzil, inmekte olan şeylerle ilgili olarak geçmektedir. Şunu da belirtmek gerekiyor ki, sözgelimi, su için bazan 'inzal', bazan da 'tenzil' kullanılmaktadır; bu iki kullanım arasında pek fark yoktur; her İkisinde de indirme söz konusu olmakla birlikte, birincide, bir gerçek, hem geçmişi, hem hali, hem de geleceği içine alan bir gerçek ifade edilirken, ikincide, suyun indirilme olayı bir delil olarak gözler önüne serilmektedir. Aynı durum, diğer kullanımlar için de söz konusu olabilir.
Bu konuda müfessirlerin üzerinde en çok durdukları nokta “Biz onu Kadr gecesinde indirdik (enzelnâ) (Kadr: 1); “Biz onu mübarek bir gecede indirdik (enzelnâ)” (Duhan: 3); ve “Ramazan Ayı ki, Kur'an onda indirildi (ünzile)”(Bakara: 185) ayetlerinde ifade olunan Kur'an'ın bir gecede inzal olunması keyfiyetidir. İsra Suresi'nin 106'ıncı ayetinde ise “Onu bir Kur'an olarak ayırdık ki, onu insanlara dura dura okuyasın ve onu parça parça indirdik (nezzelnâhü tenzîlâ)” buyurumaktadır.
Ayetlerin ifade ettiği gerçek, Kur'an'ın bir inzalinin bir de tenzilinin olduğudur. 'İnzal', 'toptan, bir defada ve tek bir inişle indirme', tenzil ise 'derece derece, olaylara, zamana ve şartlara göre bölüm bölüm, ayet ayet indirme'dir. Kur'an'ın tenzili 23 yıl sürmüştür ve bunun nasıl olduğu açıktır; oysa bir gecede olan inzali konusunda çok söz söylenmiştir.
Süyutî, Zerkeşî ve t. Hacer gibi alimlerle, müfessirlerin çoğunluğu Kur'an'ın üç inişinin bulunduğu, birincide Levh-ı Mahfuz'a, ikincide dünya semasında bulunan Beyt'ül-Izze'ye, üçüncüde ise, olaylara göre bölüm bölüm Peygamber'in kalbine indirildiği görüşündedirler.[79] Bu görüşe göre, inzal Levh-i Mahfuz'a ve oradan da Beyt'u Izze'ye toplu olarak indirilmeye verilen addır. Suphi es-Salih bu görüşün ğayb alemini ilgilendirdiğini, dolayısıyle bu konuda ayet ve mütevatir hadis olmadıkça ileri sürülen görüşlerin kabul edilemeyeceğini belirterek, inzal'den kasdın Kur'an'ın Kadr gecesinde inmeğe başlaması olduğunu kabul eden daha başka alimlerin görüşüne katılmaktadır. [80]
Bu görüşlerden ikisi de bir takım eksik ve yanlışlıkları barındırmaktadır. Birinci görüş İnzaVin Levh-i Mahfuz ve Beyt'u Izze'ye olduğunu ileri sürmekte, oysa Kur'an inzal'in de Peygamber'e olduğunu çoğu ayetlerde açıkça ortaya koymaktadır (A. İmran; 7, Nisa: 113, Kehf: 1, Maide: 48, Nahl: 44, Zümer: 2, 41...) İkinci görüş, yukarda belirttiğimiz gibi, ikra' ile Kur'an'ın bütününü kastederse belki doğru olabilir; oysa bu görüşü savunanlar böyle bir tez ileri sürmemektedirler. İkinci olarak, Kur'an daha Mekke'de inen surelerde bile “Sana Kitab'ı hakkla inzal ettik” (Zümer: 2) “Sana insanlar için Kitab'ı inzal ettik” (Zümer: 41) şeklinde ifadeler kullanarak adeta Kur'an'ın bütünüyle inzalinin tamamlandığını ortaya koymaktadır. Üçüncü olarak, Rasûl-i Ekrem'e tenzilin başlamasıyla birlikte 'oku' denmiş ve daha ilginci ne okuması gerektiği belirtilmeden “Rabbinin adıyla oku” Duyurulmuştur. Yani, bu emirde sanki Rasulüllah neyi okuyacağını, yani emrin nesnesini biliyor gibidir; oysa, Kur'an'da daha başka ayetlerde 'oku' fiilinin nesnesi de belirtilir; Örneğin, hesap günü amel defterleri dağıtıldığında insanlara “ikra' kitabek kitabını oku” denileceği anlatılır. Dördüncü olarak, gerçi bazı siyer ve tarih yazarları Rasûl-i Ekrem'e ilk “oku” vahyinin Ramazan'da (ve, tabiî Kadr gecesinde) geldiğini belirtiyorlarsa da, bu ilk vahyin Recep Ayı'nda geldiğini ileri sürenler de vardır. O halde 'oku' emri tenzil'in başlangıcıdır, halbuki, Kur'an inzal'in açıkça Kadr gecesi meydana geldiğini ifade ederken (Kadr: 1), bu gecenin Ramazanda olduğunu da açıklamaktadır (Duhan: 3, Bakara: 185). Bir diğer üzerinde düşünülmesi gereken nokta da, Kadr gecesinde meleklerin yanısıra Ruh da inmekte ve bu iniş her Kadr gecesinde olmaktadır (Kur'an burada her zamanı içine alan muzari-geniş zaman kipi kullanmaktadır: tenezzel'ül-Melâiketü ve'r-Ruh). (Bu konu uzun boylu açıklama gerektirdiğinden, değinmeden geçeceğiz.)
Bütün bu açıklamalardan sonra, şimdi de şu ayetlere bakalım:
“Onu Ruh'ul'Emin indirdi kalbine, uyarıcılardan olasın diye” (Şuara: 193).
“Ve sana Kitab'ı ve Hıkmeti indirdi ve sana bilmediklerini öğretti” (Nisa: 113).
“Sana, kendilerine indirilmekte olanı (mâ nüzzile ileyhim) insanlara açıklayasın diye Zikr'i inzal ettik”(Nahl: 44).
Bu ayetlerin de ifade ettiği gerçek, inzal konusunda Sufiyye'nin benimsediği görüşü güçlendirmektedir. Rasûl ve Nebi konusunda da anlatacağımız gibi, rasûller bir bakıma nebiler arasından seçilirler ve doğuşlarından itibaren, pak bir nesilden geldiklerinden, mahfuzdurlar, yani günahlardan korunurlar. Fakat, her insan gibi onlar da manevî, tekâmül geçirirler; din ikmal edildikçe onlar da olgunlaşır ki, bunun sonu “makam-ı mahmud”dur: “Gece senin için nafile olarak teheccüdde bulun; umulur ki, Rabbin seni makam-ı mahmud'a ulaştırır” (İsra: 79). Bu makam 'övülme, hamd edilme, makamıdır ki, bütün iş ve amellerin nihaî noktası hamd' dir:
“Dava (dua) larının sonu 'elhamdü lillâhi Rabb'il Alemîn'dir” (Yunus: 10).
İşte,. Risalet'e göre nübüvvet ve tekâmül silsilesinde bir sonraki hale göre bir önceki hal 'dalâlet' kabul edilebilir ve Kur'an'da Peygamber'in Risalet öncesi dönemi için “seni dalâlette bulup da, hidayet etmedi mi?” (Duna: 7) şeklinde gelen ayet ihtimal böyle bir delâleti ifade etmektedir. İnsanın Rasûlün bütünüyle 'tathir' edildiği makamda 'alimle ilim, imanla mü'min, zikrle zikreden' bir olur (bk. Zikr, Birr). Bu da, kalbin bütünüyle İlâhî Vahy'le dolması demektir. Kalbe yalnızca İlâhî Vahy hakim olunca, o kişinin her türlü davranışı Vahy'in egemenliğinde olur, ondan ancak Vahy'in gereği söz ve davranışlar zuhur eder; göğsün yarılması olayı da bir bakıma buna işaret eder. Yani, rasul, Hz. Ayşe'den gelen bir haberde de belirtildiği gibi “yaşayan Kur'an” [81] konuşan, davranan, savaşan... Kur'an' haline gelir, 'Kelâm et olur'. Bu da, Kur'anın Kitab'ın Peygamberin kalbine birden, toplu halde, bir ruh olarak inmesidir ki bunun adı inzal’dir Bu ruh Hz. İsa'da Ruh'ul-Kuds (Kudsî Ruh) olarak özelleşirken, Hz. Muhammed'de 'Ruh-ul-Emîn' (Emin Ruh) olarak meydana çıkar. Kitab'ı bu şekilde bir ruh olarak kalbinde bulan Peygamber uyarıcılardan olur, her türlü bilginin sahibi haline gelir, Hikmet'i alır ve artık tenzil'le insanlara Kitab'ı açıklamaya, tebliğ etmeğe başlar. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Rasûl-i Ekrem'e inzal Ramazan'da Kadr gecesi olmuş, tenzil ise Recep ayı içinde başlamıştır. Arada belli bir zaman vardır ki, bir yıldan az mı veya çok mudur, malûm değil.
İnzalle birlikte Peygamber'in ağzından çıkan her söz, bulunduğu her davranış hakk olur. O hiç bir şekilde hata yapmaz, günah işlemez. Kur'an'da zaman zaman Peygambere yapılan uyanlar ve diğer peygamberlerin günahmış gibi verilen bazı davranışları (Hz. Yunus'ta, Hz. Musa'da olduğu gibi). Allah'ın emirlerini, yerine getirmeyip, yasağından kaçmama gibi haşa bir masiyet, bir günah değil, tebliğde en yiyiyi, en gerekeni bir takım mülâhazalarla yapmamaktan doğan 'görev hatalarıdır. Bunun yanısıra, Peygamber'in şahsındaki bazı uyarılar aslında ümmete yöneliktir. Öte yandan, Ümmet de Peygamber konusunda imtihana çekilir ve bir de rasûller yalnızca kendi dönemleri için değil, her dönem ve şartlar için 'iman'dır ve davranışları mutlak 'örnek'tir (üsvetün hasene) Bu bakımdan, bazı önemli durumlar onların şahsında vurgulanır.
İnzal ve Kıraet'le ilgili olarak İslâm tarihinde tartışılmış önemli konulardan biri de, Kur'anın yedi harf üzere inmiş olmasıdır. Hemen hemen tüm hadis kitaplarında, “muhakkak bu Kur'an yedi harf üzerine inmiştir” [82]şeklinde bir hadis vardır. Bu konuda çok çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Bazıları “Kur'an'ın yedi ayrı kıraati vardır” demişler; bazıları yedi sayısıyle kesin olarak 7 rakamının kastedilmediğini ileri sürmüş; bazıları bunun lehçe ve lûgatlarla ilgili olduğunu belirtmiş; bazıları “lâfız ve anlamlardaki farklılıklardır” görüşünü savunmuş; bazıları bununla İnşa, İcat, Tenzih, Tevhid, Zat, Sıfat ve Fiilî sıfatlar şeklinde yedi ilmin, bazıları, mutlak kayıtlı, genel özel, nass te'vil edilen, nesheden neshedilen, toplu açıklanan, istisna ve yemin kastedildiğini ortaya atmışlardır. Süyutî bu konudaki görüşlerin kırka ulaştığını söyler. Suphi es-Salih, bu kadar görüşün içinde, ümmet için kolaylık olarak, Kur'an'ın yedi vecih üzere okunması seçeneğini benimsemekte ve bu konuda, “Cebrail bir harf üzere bana okuttu; ona müracaat ettim ve tekrar tekrar müracaatımı yeniledim, nihayet yedi harfe ulaştı” şeklinde bir hadis nakletmektedir. [83]
Bu konu üzerinde, fazlaca kabul görmemiş olsa da belki, şu görüşün daha önemli ve yerinde olabileceğini belirtmek istiyoruz:
Te'vil'i anlatırken de üzerinde durduğumuz gibi, Kur'an-ı Kerim iç içe anlam katmanlarıyla doludur ve tefekkür eden insanlardan, zikreden, tezekkür eden insanlardan, akleden insanlardan, fıkheden insanlardan, iman eden insanlardan, takva sahibi insanlardan, lübb sahiplerinden, yakın sahiplerinden, sözeder. Şu halde, insanlar anlayış, kavrayış ve duyuş yönünden çeşit çeşittirler ve her insan Kur'an'dan kendi hissesini alır; yeter ki, ona selim bir kalple yaklaşılsın; insan duyma ve görme gücünü, anlayışını yitirmesin.
Bu konuda, şu önemli noktaları hatırlatmak gerekiyor: Gökler ve yer yedi kattır. İmam Cafer es-Sadık da şöyle buyurmaktadır: “İmandan insanlara yedi derece verilmiştir. Bir verilenden iki beklemeyin, iki verilenden üç beklemeyin... “Yine, insanda yedi organ vardır; kalp, akıl, göz, kulak, dil, deri ve burun. İnsan yedi organı üzerine secde eder; iki el, iki ayak, iki diz ve alın burun..Cehennem yedi derecedir; Cehennem, Leza, Hutame, Saîr, Sekar, Cahîm, Haviye. Cennetse sekiz katmandır; Elmalılı bunu insanın azalarına cinsel organları da ekleyerek sekize çıkarmakla açıklar. Şu kadar ki, Elmalı'nın da açıkladığı gibi, kalp bütün organların başı durumundadır, nitekim bir hadis-i şerifte de, “insanda bir et parçası vardır ki, o iyi olursa insan da iyi, o kötü olursa insan da kötü olur” buyurulmustur. Bu balamdan, Kur'an'ın da 7, 70, 700... anlam katmanından oluşması, Kur'an'ın yedi harf üzerine indiği hadisinin, en güzel izahıdır. Tahrif ve Tebdili açıklarken de belirteceğimiz gibi, harf yan anlamına da gelmektedir. Nitekim, bir ayette “insanlardan Allah'a yalnızca bir harf üzere ibadet eden vardır” Duyurulmakta ve bununla, Allah'ın bazı emirlerinin kabul edilip bazılarının edilmediği, Allah'ın hakkıyla takdir edilmediği ve O'na şirk koşulduğu belirtilmektedir.
Onüçüncü yüzyılın sonlarıyla Ondördüncü yüzyılın başlarında yaşamış ve zamanında çok büyük hürmet görmüş bulunan, aynı zamanda iyi huylu, yiğit, iyiliksever bir alim olmasının yanısıra, vahdet-i vücudu da kabul etmeyip, Abdürrezzak Kaşani ile mektuplaşmasında, “vahdet-i vücud eksik mertebedir, gerçek kemal ve tamlık kulluktadır” şeklinde bir açıklamada bulunan Alâüd-Devle Simnanî, “zahir tefsiri kabul edip enfüsî olan batını tefsiri kabul etmeyen kimsenin şüpheci ve şaşkın, zahir ve batını kabul edeninse sünnî müslüman olduğunu” söyler ve “Kur'an'ın batını, batınının da batını vardır, taa yedi batına kadar” der ve “Kur'an'ın yedi harf üzerine inmiş olmasını” buna delil olarak anar. “Ey iman edenler, sarhoşken namaza yaklaşmayın, ta ki ne dediğinizi bilinceye kadar; yolculuk dışında cünüpken de yıkanıncaya kadar..” ayetinin yedi iç içe anlamını özetle şöyle verir:
1. Zahirindeki anlam.
2. Kalıp lâtifesiyle bilinir: “Dünya sevgisi şarabıyla sarhoş olup Rabbinizin huzuruna gelmeyin. Münacat zamanında alış-veriş, kadınlar, çocuklar aklınıza gelmesin. Aldatıcı dünya sevgisiyle kalıp latifesinin gerçeğine dokunup cünüp olarak da gelmeyin. Ancak beden mescidinde oturan yolcu olarak kalıp latifesinin yaşayabileceği kadar bir miktar ona dokunup nasip alırsınız. Beden mescidinden geçmek için yıkanmak gerekir, zikr suyuyla yıkanın.”
3. Nefs lâtifesiyle bilinir: “Heva şarabıyla sarhoşken Rahîm mertebesine yaklaşmayın ki, münacâtınızda ne dediğinizi bilesiniz. Heva kendinize üstün gelmesin. Hevayî olan şurî nefs latifesinin gerçeğine dokunmaktan ötürü cünüp gelmeyin; göğün mescidinde zikir suyuyla yıkanın.”
4. Kalbi latifeyle bilinir: “Huri îyn sevgisi şarabıyla sarhoş olarak Rahman'ın huzuruna yaklaşmayın ki, münacatımzda ne dediğinizi bilesiniz. Huzur zamanında kafanız hurilere takılmasın. Güzel ölümsüz hurilere kalbiniz takılınca kalb mescidinde zikir suyuyla yıkanın.”
5. Sırrı latifeye aittir: “Sırra özgü mükâşefelerin şarabıyla sarhoş olarak Allah'ın huzuruna çıkmayın ki, münacaatınızda ne dediğinizi bilesiniz. Yöneliş vaktinde kendinize gelen mükâşefe sizi alıkoymasın. Sırr-ı lâtife nurlarına takılıp cünüp olmayın. Hemen sırr mescidinde müsbet zikir suyuyla yıkanıp geçin, şirki kaldırın.”
6. Ruhî latifeye aittir: “Tek nokta huzuruna gözünüzün sevinci şarabıyla sarhoş iken yaklaşmayın ki, sırrı hayatta ve ruhî münacatta ne dediğinizi bilesiniz. Gözün sevince kayması vaktinde ona yönelmekle kendinize galip gelmeyin. Nurlu tecellî sırasında açık suretler görmekle cünüp olmayın. Derhal Hû Allah penceresinden çıktıktan sonra Hû zikri suyuyla yıkanın.”
7. Hafi latifesine aittir: “Ma la aynün ra'd” (göz görmedik nimetler) şarabıyla sarhoş olarak ehadiyet noktasına yaklaşmayın ki, “Kabe kavseyni ev ednâ” (iki yay kadar sarktı veya daha aşağı) makamında ne dediğinizi bilesiniz. Hafi latifesinin suretlerine dokunup cünüp olanlar hafi mescidinde harf ve seslerin ötesinde kutsal zikir suyuyla yıkansınlar.”
Simnanî her mertebeyle ilgili ayet ve hadisler de anıyor, ama, kısaltmak gereği duyduğumuz için buraya almadık. Zahiri ve zahirden içe doğru nefsin her türlü engellerini aşan insanlar ancak, “bütün kötülüklerden alıkoyan” namazı kılabilir ve imanın zevkine varabilirler. Ama, yeryüzü rakıyla, şarapla, birayla, eğlencelerle sarhoş insanların bile'Allah'ın divanına ayıldıktan sonra durduklarına şahit olsaydı, veya, insanların belli miktarının olsun hiç şarap içmeden iyi-kötü Rahman'a münacaatta bulunduklarına şahit olsaydı herhalde Allah'a olan şükrünü kat kat artırır, kendinden daha çok ve çeşitli' ürünler biter, göğünde bereketleri daha bir bol yağardı. Heyhat!
Genellikle Sufî yaklaşmalarda görülen bu açıklamanın dışında, Kur'an'ın anlam derinliği ile ilgili olarak, iki küçük örnek daha vermek gerekiyor:
Nisa Süresindeki şu ayetlere bakalım:
“Öz nefislerinin zalimleri olarak melekler canlarını alırken, 'ne işteydiniz?' derler. 'Biz yeryüzünde zayıf düşürülmüştük' diye karşılık verirler, 'Allah'ın arzı geniş değil miydi, orada hicret edeydiniz?' derler. Onlardır durakları Cehennem olan. Ne kötü bir gidiş yeridir orası! Yalnız, erkeklerden, kadınlardan ve çocuklardan bir çareye güç yetiremeyen ve yol bulamayanlar hariç. Onlardır, Allah'ın günahlarından geçmesi umulan. Allah afvedicidir, bağışlayıcıdır.” (97-99).
Bu ayetlerde, güç yetiremeyen ve yol bulamayanlar: 1. Hicrete güç yetiremeyip, hicret için herhangi bir yol bulamayanlardır; 2., Kendilerine tebliğ ulaşmayıp, gerçeği öğrenme konusunda yol bulamayanlardır; 3. Yaratılıştan gelen çeşitli sakatlıklar nedeniyle hem Hicret için, hem de iman için yol bulamayanlardır; 4. Bunların dışında daha değişik nedenlerle, yine gerek hicrete, gerekse imana ve tebliğe ulaşmaya yol bulamayanlardır. Bu şıklar yalnızca benim sıralayabildiklerim. Sayının çoğalması pekâlâ mümkündür.
İnşikak Suresi'ndeki şu ayetlere bakalım bir de:
“Hayır, andolsun akşam karanlığına; geceye ve toplayıp ürettiği şeylere; dolunay şeklini alan aya ki, siz mutlaka tabakadan tabakaya bineceksiniz.” (İnşikak: 16-19).
Bu ayetler yedi değil, belki yetmiş anlam içermektedir. Yunusun,,
Bir dem abit, bir dem zahit, bir dem asî, bir dem muti
Bir dem gelir ki, ey gönül, ne dinde ne imandasın.
deyişinde ifade ettiği akşam karanlıklı, geceli ve dolunaylı insanî durumları insanlığın yaşadığı geceleri, karanlıkları ve ışıklı günleri; mevsimlerdeki baharı, yazı ve kışı; ömürdeki çocukluğu, gençliği ve ihtiyarlığı; Cennet'i, Cehennem'i ve A'raf'ı; insanın hayatı boyunca karşılaştığı üzüntüleri, mutlulukları, galibiyetleri yenilgileri; bazı son dönem tefsircilerinin parmak bastığı şekilde, belki de insanın göklerde yapacağı seyahatleri; bir devletin doğuşunu, yükseliş ve düşüşünü, hattâ toplumdaki iyileri kötüleri ve ortadakileri; Kur'an'da tanımlanan önde gelenleri, kitapları sağ yanından verilenleri ve sol yanından verilenleri vb. bu ayetlerde görmemek mümkün mü? Ama, nedense müfessirler bir noktaya takılıp kalırlar ve Allah'ın Kitabı'ın kendi anlayışları içine sığdırmaya çalışırlar. 14 yüzyıldır her dönemde, her insana, her yerde, her iklimde kendisini bir başka açan anlam yüklü Kur'an'ı, hem geçmişlerin, hem yaşayanların, hem de geleceklerin haberlerini barındıran Kur'an'ı bir anlam zenginliği içinde sunmak daha güzel olmaz mı?
Tebliğ, ‘Be-Le-Ğa’ fiilinden, 'tef’îl babında masdardır. ‘Be-le-ğa' 'gerek zaman, gerek yer, gerekse nitelik açısından amaca ulaşmak, sona varmak, nihayete ermek’ anlamlarına gelir.(9) “Vaktaki, 'eşüdde'sine (güç ve kuvvetine) erişti, o zaman ona hüküm ve ilim verdik” (Yusuf: 22); “Sonra sizi bebek olarak çıkarır, sonra ela 'eşüdde'nise erişirsiniz” (Hacc: 5); “Yetimin malına en güzel olanın dışında eşüddesi’ne erişinceye kadar yaklaşmayın” (En'am: 152) gibi ayetlerde, risalet için kullanıldığında, bazı rivayetlere göre '40 yaş', normal insanlar için kullanıldığında ise 'güç, kuvvet, insanın kendi işlerini eline alabileceği, iyiyi kötüden ayırabileceği zaman' anlamında reşüddeye erişmek' şeklinde geçer. Ama, îsa ve Yahya peygamberlerin durumunda olduğu gibi, risaletle görevlendirilmek için 40 yaşın mutlaka genel bir kural olmadığı anlaşılabilir.
“Güneşin battığı yere varınca.” (Kehf: 86); “İkisinin birleştiği yere vardıklarında” (Kehf: 61); “Ne yeri delebilirsin, ne de dağların boyuna ulaşabilirsin” (îsra: 37); gibi ayetlerde, 'yer bakımından varma, ulaşma, yetişme' anlamlarına; “Vaktaki yanında koşacak vakte geldi” (Saffat: 102); “Kadınları boşadığınız zaman sürelerinin sonuna ulaşsınlar” (Bakara: 231); “Rabbim, benim nasıl oğlum olur, bana yaşlılık gelmişken” dedi” (A. İmran: 40) gibi ayetlerde 'zaman bakımından son noktaya ulaşma'; “Sizden çocuklar erginlik çağına ulaştıklarında” (Nur: 59) ayetinde nitelik yönünden bir ulaşma söz konusudur.
'Tebliğ', Kur'an'da Allah'ın vahyini insanlara ulaştırma anlamında kullanılır; bunun masdar yönünden isim şekli, yani 'ulaştın, ulaştırma' anlamında belağ kelimesi geçer, “Ey, Rasûl! Sana Rabbi'nden indirileni ulaştır” (Maide: 67) ayeti, Allah'tan indirileni insanlara ulaştırmaktan sözederken, “Rasûl'ün üzerine düşen yalnızca ulaştırmadır” (Maide: 99) ayetinde belâğ kullanılmaktadır. 'Belağ' ve 'tebliğ'in kuşkusuz 'belâğat'la. yakından ilgisi vardır; her ikisi de aynı kökten türemedir. “Tebliğ”de görevi en iyi şekilde yapma, “tebliğ” görevi neyi gerektiriyorsa, hepsini yerine getirme anlamları yatar. Bu bakımdan, Kur'an Rasûl-i Ekrem'e nasıl tebliğde bulunması gerektiğini de bildirir. Vahy öyle ulaştırılmalıdır ki, insanların yarın Ahiret'te Allah önünde herhangi bir özürleri kalmamalıdır. Artık, tebliğden sonra Rasûl'ün görevi bitmekte ve iman edip etmeme insanlara kalmaktadır.
Rasûller'in dışında. tebliğle kendini görevli hisseden her insan, neyi, nasıl tebliğ edeceğini, hangi şartlarda nasıl davranması gerektiğini çok iyi bilmek zorundadır. Bazıları, tebliğden yalnızca sözle tebliği anlamaktadırlar. Oysa, insanlara bir düşünce veya dava yalnızca sözle ulaştırılmaz; Öyle olmuş olsaydı, insanda yalnızca kulak var edilirdi. Oysa, insanda göz de vardır ve diğer duyular da vardır. Şu halde, tebliğ hem kulağa, hem göze hitap edici olmalı; aynı zamanda doğrudan kalbe işlemelidir. “Hareketlerin sesi daima dilin sesinden daha güçlü ve daha etkileyicidir.” Dilin söylediğini davranışlar, yani vücudun diğer organları doğrulamazsa, bu hiç bir zaman tebliğ olmaz ve Kur'an'da belirtildiği gibi, Allah'ın en sevmediği bir eylem olur. İkinci olarak, tebliğin içine, gerektiğinde savaş da girer; nitekim, Rasûl-i Ekrem'in Medine dönemi hep savaşlarla geçmiş, ama, yine Kur'an, 'onun görevinin yalnızca tebliğ olduğunu sürekli vurgulamıştır. Kısaca tebliğ, bir düşünce veya davayı, karşıdaki insanlara, her şartlarda ve her zaman en iyi biçimde, tebliğ edenin gücü doğrultusunda en tam biçimde ulaştırma eylemidir. Peygamberin Tebliğinin içine Kur'an'ı tertip ettirmek, yazdırmak ve sonraki kuşaklara tam olarak bırakmak da girer ki uzun bir konu olduğundan bu çalışmanın sayfaları dışında kalmaktadır. [84]
Tahrif 'Ha-Ra-Fe'den gelir. 'El-harf' bu fiilin masdandır; 'çevirmek, değiştirmek' demektir; 'an' harf-i ceri ile kullanıldığında, 'dönmek, çalışıp para kazanmak, anlamlarını da verir.(1) [85] 'El-harf isim olarak, harf, kenar, uç, anlamlarına gelir. 'Harf'üş-Şey" 'bir şeyin yanı, demektir. 'Geminin yanı, ucu; kılıcın yanı, ucu' denilir. Çoğulu, 'ehruf veya huruf’tur.(2)[86] Kur'an' da, “Allah'a bir harf üzerinde ibadet eden vardır (Hacc: 11) ayetinde 'harf Seyyid Kutup gibi bazı müfessirlerce 'bir yarın kenarındaymış gibi' şeklinde yorumlanmıştır. Burada, 'harfle hafr' anlamı kastedilmiş olsa gerektir. Müfessirlerin çoğunluğu ayete, 'bir yanından ibadet eden' şeklinde anlam vermişlerdir; ayetin devamı şöyledir: “Eğer kendisine bir iyilik dokunursa, onunla yatışır, eğer başına bir fitne gelirse yüz üstü dönüverir.” Burada, Allah'a gönülden değil de, 'ya Ahiret varsa, ya Allah varsa, gibi bir şüpheyle, bir çıkar umarak, dil ucuyla ibadet edildiği; ibadette sabit değil, gelici geçici olunduğu ve kâr-zarar hesapları içinde davranıldığı ifade olunmaktadır.(3) [87] Sözgelimi, böyleleri bir savaşta müslümanlar kazanıp, bol ganimet alsalar, 'keşki biz de savaşa katılsaydık' derler ve müslümanlara varıp, 'biz savaşa katılmadıysak da, size dua ettik, içimizden destekledik’ diye ganimetten pay umarlar. Ama, müslümanlar yenildiğinde, 'Muhammed çocuklara uydu; bizi dinlese, ya da müslümanlar bizimle beraber kalsaydılar, başlarına bu yenilgi gelmezdi' diye söylenirler.
Bu ayete şöyle bir anlam vermek de yanlış olmayacaktır: 'Allah'a kıyıdan köşeden ibadet eden insanlar”, namaz kılıp, İslâm'ı ekonomik yönünden kabul etmeyenler, oruç tutup zekât vermeyenler, Allah'ın göklerdeki egemenliğine 'evet' deyip, yerdeki egemenliğini kabul etmeyenlerdir.
Tahrif, 'tef'’îl babından masdardır. 'Bir şeyi uzatmak, sözgelimi, kalemi uzatmak, yani açmak sivriltmek, kelimeleri harf harf yapmak, yani gerçek anlamından çıkarıp, bir kaç anlama gelebilecek şekle sokmak' demektir. [88] Kur'an bu bağlamda, Ehl-i Kitab'ın 'Ki-tab'ı tahrif ettiğinden' sözeder: “Yahudilerden kelimeleri yerlerinden tahrif edenler vardır.” (Nisa: 46) “Kelimeleri yerlerinden tahrif ederler,, “eğer size bu verilirse alın” derler (Maide: 41);“Muhakkak içlerinde bir topluluk vardır ki, Allah'ın Kelâmını dinlerler, sonra da, onu akletmelerinin ardından tahrif ederler” (Bakara: 75). Bu ayetlerde tahrif olayının nasıl olduğu açıklanmaktadır; “kelimeleri yerlerinden değiştirmek”suretiyle: Dikkat edilirse bu bir tebdil değildir. Bu, ayetlerin gerçek anlamını, kelimelerle gerçekten kastedilen öteye beriye çekmek, yersiz anlamlar verip, anlamsız tevillerde bulunmak, kısaca kendi davalarının aksini belirten kelime ve ayetlerin anlamlarını değişik yollarla saptırmaktır. Aynı olay, hiç de eksiksiz olmamak şartıyla İslâm, ümmetinde de cereyan etmiştir. Çünkü, Kur'an'ın geçmiş ümmetlerden, özelikle İsrail Oğulları ve Hristiyanlar'dan sözeden ayetleri İslâm Ümmeti'ne bir bakıma kesin bir uyarıdır. Ama, hadis-i şerifte de belirtildiği gibi, “İslâm ümmeti de kendinden önce geçen ümmetlerin yürüdüğü yolda yürümüş, hattâ onların girdiği keler deliklerine bile girmiştir.” [89] Bu bağlamda, Fahr-i Razî, “zamanımızda bid'at ehli de fikirlerine karşı olan ayetlerde böyle yapıyorlar” demektedir. Her grup Kur’an'ı tahrif etmekle birbirini suçlamıştır; ama, nasıl Hristiyanlar ve İsrail Oğulları'nın ihtilâf ettikleri noktaları Allah Kur’an'la ve Hz. Peygamber'le aydınlattıysa, Müslüman ümmetin ihtilâf ettikleri konularda da Allah hükmünü verecektir. Bu konuda Kur'an'da çok sayıda ayet vardır.
Tebdil, 'Be-De-Le' fiil kökünden, 'tef'îl' babında masdardır ve 'bir şeyi kaldırp, yerine başka bir şeyi koymak veya bir şeyin kendinde değişiklik yapmak' demektir.(6) [90] İkinci anlamda, yani, bir şeyin kendinde değişiklik yapmak ve aslını korumak anlamında tağyirle bir bakıma eş anlamlıdır; birinci anlamda ise, bir şeyi yerinden almak veya yok etmek suretiyle, yerine bir başka şeyi getirmektir. Kur'an'da, (Zulmedenler sözü kendilerine söylenenden başkasıyla değiştirdiler (Bakara: 59), “Sonra kötülüğün yerini iyilikle değiştirdik” (A1-raf: 95); “Duyduktan sonra onu kim değiştirirse, günahı ancak onu değiştirenlerin üzerinedir” (Bakara: 181) gibi ayetlerde 'bir şeyin yerine bir başka şeyi getirip yerleştirmek' anlamı vardır; yalnız, son ayette ve aynı şekilde, “.Muhakkak ben dininizi değiştirmenizden, ya da yeryüzünde fesat çıkarmanızdan korkuyorum” (Ğafir: 26) ayetinde, dinin veya Allah'ın hükümlerini bir başka din veya hükümlerle değiştirilmesi kadar, bizzat o din ve hükümlerde değişiklik yapmak da kastedilmektedir. “Allah'ın kelâmını değiştirmek istiyorlar” (Feth: 15) ayetinde de aynı anlam vardır. “Onlar ki, Allah kötülüklerini iyiliklerle değiştirir” (Fürkan: 70) ayetinde, Allah'ın, tevbe edip salih amellerde bulunanların önceden işledikleri kötülükleri iptal edip veya bağışlayıp, iyiliklerini hesaba katacağı. belirtilmektedir.
Tebdi'le ilgili olarak Kur'an'da geçen istibdal 'değiştirmek istemek, değiştirmeğe kalkışmak', bedel ise 'değiştirilenin yerine konan’, anlamlarına gelmektedir. [91]
Nesh, 'Ne-Se-Ha' fiil kökünden gelir, masdardır’. Sözcük olarak, 'yok etmek, gidermek, değiştirmek' gibi anlamlar içermektedir. Günlük konuşmada, 'güneş gölgeyi neshetti (giderdi), ihtiyarlık gençliği neshetti(giderdi) 'gibi konuşmalarda da geçer. Ruhların bir bedenden diğerine geçişi anlamında kullanılan 'tenasüh'(geçişmek) ile, bir kitabı çoğaltmak, kopyesini çıkarmak anlamında 'istinsah’ ve bir kitaptan istinsah edilmiş suretler için kullanılan 'nüsha' kelimeleri de 'nesh'den türemedir. [92] Kur'an'da, “Allah şeytan'ın attığını iptal eder, giderir (nesheder), sonra, kendi ayetlerini, güçlendirir” (Hacc: 52) buyurulmakta ve vahyde ve Kur'an'da şeytanın hiç bir şekilde elinin olmadığı belirtilmektedir. Bir diğer ayette, “Muhakkak sizin işlediklerinizi yazıyorduk (istinsah ediyorduk)” (Casiye: 29) buyurulmaktadır. Bu ayet, Kitabı anlama yönünden de hayli anlamlıdır. İnsanların dünyadayken işledikleri ameller bir kitabın kelimeleri halinde ortaya çıkmakta ve Allah'ın melekleri bu kelimeleri yazarak, insana Ahiret'te verilecek kitabını hazırlamaktadırlar. Bir diğer ayette, “Ne zaman kî Musa'nın öfkesi yatıştı, o zaman levhaları aldı; onların nüshasında Rabb'lerinden korkanlar için hidayet ve rahmet vardır” (A'raf: 154) buyurulmaktadır. Buradaki nüsha kelimesi 'yazı' olarak da çevrilmiştir; ne ki, rahmet ve hidayetin yazıya özgü kılınmasının anlamı izah edilmemektedir. Burada nüsha, levhalar çoğul olduğundan her biri için veya levhalar Kitab'ın Anası'nın nüshaları olduğu için kullanılmış da olabilir.
Nesh, terim olarak, 'bir nass'ın hükmünü sonra gelen bir nass'la kaldırmaktır, şer'î bir delil ile şer'î bir hükmü kaldırmaktır'[93] şekillerinde tanımlanmıştır.
Nesh'in terim anlamiyla Kur'an'da, “Biz benzerini veya daha iyisini getirmeden bir ayeti neshetmez veya unutturmayız” (Bakara: 106) ayetinde ve bunu açıklayıcı olarak da, “Biz bir ayetin yerine başka bir ayeti getirdiğimiz zaman, Allah ne indirdiğini bilirken, sen iftira ediyorsun” derler. Hayır, çokları bilmiyorlar. De ki: “İman edenleri sağlamlaştırmak ve müslümanlar için de hidayet ve müjde olmak üzere onu Ruh-ül-Kuds Rabb'inden hakkla indiriyor” (Nahl: 101-102) ayetinde geçtiği ileri sürülmektedir. Fakat, bu ikinci ayette 'nesh' değil, 'bir ayetin yerini bir başka ayetle değiştirmek' anlamında 'tebdil' kullanılır.
Kur'an'da 'nesh'in yanısıra, 'unutturmak' da söz konusu edilmektedir. Nitekim, Bakara Suresi'nin 106'ncı ayetinde 'nesheder ya da unutturursak’ denmektedir. Şu kadar ki, bu ayette geçen ve 'unutturursak' anlamı verilen 'nünsihâ' kelimesi, Ömer, İ. Abbas, Nehaî, Ata, Mücahid, Abîd bin Umeyr, İ. Kesir ve Ebu Am'r tarafından 'nense' hâ' şeklinde okunmuştur ki, 'ertelersek' demektir. [94] Alışverişte, 'veresiye, geri bırakılmış borç' anlamlarına gelen 'nesîe' ve Cahiliyet döneminde müşrik Araplar'ın Haram ayların yerlerini değiştirmelerini, Muharrem'in haramlığını Sefer ayma ertelemelerini ifade eden 'nesi’ kelimeleri de bu kelimeyle bağlantılıdır. Fakat, Kur'an-ı Kerim'de 'unutturma' kelimesi bir diğer yerde daha geçmektedir: “Sana okutacağız da unutmayacaksın, ancak Allah'ın dilediği dışında” (A'lâ: 6-7). Şu halde 'nesh'le birlikte, 'unutturma' da söz konusudur.
Kur'an'da Ebu Müslim el-İsfaharü'ye kadar bilginler çoğunlukla üç türlü neshin olduğunu kabul ediyorlardı:
1. Hükmü neshedildiği halde, lâfzı kalan ayetler. “Her nereye yönelirseniz, Allah'ın vechi orasıdır (Bakara: 215) ayetini, “yüzünü Mesdd-i Haram tarafına çevir” (Bakara: 144) ayetinin neshetmesi gibi. (Fakat, burada nesh olayını kabul etmek zordur. Çünkü, her tarafta Allah'ın vechinin bulunuşu, namazda Kıble tarafına dönmeğe aykırı değildir. Fakat ayetin namazda dönülecek yerle ilgili olarak ifade ettiği anlam ve ortaya koyduğu hükümde kuşkusuz Nesh vardır)
2. Lâfzı neshedilen, ama hükmü geçerli kalan ayetler. Hz. Ömer tarafından rivayet edilen recin ayeti buna delil gösterilmektedir.
3. Hem hükmü, hem de metni neshedilen ayetler: “Ademoğlu'nun iki vadi dolusu malı olsa, bir üçüncüsünü de ister. Ademoğlu'nun iç boşluğunu topraktan başka bir şey doldurmaz. Ancak tevbe edenin tevbesini Allah kabul eder” şeklinde bir ayet buna örnek gösterilmiştir.
Müfessirler ilk dönemde, mensuh ayetlerin sayısını 260'e çıkarıyorlardı. H. 322 yılında vefat etmiş bulunan Ebu Müslim el-İsfahanî, Kur'anda neshin olmadığını iddia etti. Fakat, Suphi es-salih'in de yerinde bir tesbitle belirttiği gibi, neshi kabul eden veya etmeyen müfessirlerin çoğu Kur'an ayetlerinin birbirlerini ve Sünnet'in ayetlerin hükümlerini genelleştirmesi, özelleştirmesi, açıklaması (ta'mîm, tahsis, tafsil) ve kayıtlaması (takyit) gibi önemli noktaları karıştırmakla yanılgılara düşmüş olmalıdırlar.
Celâlettin es-Suyutî Kur'an'daki mensuh ayetlerin sayısını 20'ye indirdi; Şah Veliyyullah Dehlevî bu sayıyı 5'e, Türkiye'de Ömer Rıza Doğrul ise sıfıra indiriverdi. Ömer Rıza Doğrul. “Tanrı Buyruğu'nda Müslim'in bazı hadislerini mevzu, Süyutî'yi de pek zayıf ilân ettikten sonra, bütün hadis kitaplarını karıştırdığı halde, nesh hakkında tek bir rivayet bulamadığını belirtir ve Kur'an'da nesh olmadığını ileri sürer. “Sana okutturacağız da unutmayacaksın” ayetini kendine delil olarak alır ve hemen sonraki, “ancak Allah'ın dilediği dışından ayetini görmez. [95] Gerçi, bir takım müfesirler Elmalılı Hamdi Yazır'ın da belirttiği gibi, buradaki istisnanın azlık ifade ettiğini veya bütünüyle olumsuzluk ifade ettiğini, yani, 'Peygamber'e okutulanın hiç bir şekilde unutturulmadığını' belirtirler. [96] Ama, gerek Nahl Suresi'ndeki, gerekse, Bakara Suresi'ndeki yukarıya aldığımız ayetler bir nesh gerçeğine işaret etmektedir. Nesh'i kabul etmeyenler ise, buradaki nesh'i, Kur'an'ın önceki şeriatları nesh ettiği şeklinde yorumlarlar.
Burada, bu görüşleri verdikten sonra, İmam Muhammed el-Bakır'ın şu sözünü aktarmayı gerekli görüyoruz:
“Muhakkak insanlar bu Kur'an hakkında ilimleri olmadan konuşuyorlar. Allah şöyle diyor oysa: “O ki size kitabı indirdi; onda muhkem ayetler vardır., diğerleri müteşabihtir..” Mensuhlar müteşabihlerdendir. Muhkemler neshedenlerden. Allah azze ve celi Nuh'u kavmine şu mesajla gönderdi:
“Allah'a ibadet edin, O'ndan korkun ve bana itaat edin.” Nuh kavmini 'Allah'a, birliğine, O'na ibadet etmeye ve hiç bir şekilde şirk koşmamaya' çağırdı. Sonra Allah bu kural üzere Muhammed (S.A.V.)'e varıncaya değin peygamberleri gönderdi. Muhammed de insanları Allah'a ibadet etmeye ve O'na hiç bir şekilde şirk koşmamaya çağırdı ve Allah şöyle buyurdu:
“O size, Nuh'a tavsiye ettiğini ve sana vahyettiğimizi, İbrahim, Musa ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi, dini doğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin diye dinden bir şeriat kıldı. Kendilerini çağırdığın şey müşriklere ağır geldi. Allah Kendisi'ne dilediğini seçer ve yöneleni Kendisi'ne iletir.” (Şura: 13). Allah peygamberleri kavimlerine 'Allah'tan başka ilâh yoktur' şehadetiyle ve kendi katından gelenin kabul edilmesi için gönderdi. Kim, buna içten gelerek inandı ve bu inanç üzere öldüyse, Allah onu Cennet'e kor. Çünkü, Allah kullarına zalim değildir; çünkü Allah, işleyene işlediğinden dolayı ateşi vacip kıldığı günahlara ve öldürmelere dalmadıkça bir kula azap edecek değildir. Ne zaman ki, her peygambere kavminden uyanlar uydu, o zaman Allah her peygamber için bir şeriat ve yol kıldı; Şeriat ve yol Allah'ın yolu ve sünnettir, Allah Muhammed (S.A.V.) 'e dedi:
“Muhakkak, Nuh'a ve ondan sonraki nebilere vahyettiğimiz gibi, sana da vahyettik.” (Nisa: 163). Ve, Allah her nebiye yola ve sünnete tutunmasını emretti ve Allah'ın Musa'ya emrettiği yol ve sünnette yedinci gün vardı ve Allah o günün haramlığını tanıyıp, bu günde çalışmayı helâl kılmayanı Cennet'e kor; kim de onun hakkını küçümseyip, Allah'ın işlemeği haram kıldığını işleyerek helâl ettiyse, onu da ateşe kor. Yedinci günde yiyip, avlanmayı helâl kılanlara Allah, Rahman'a şirk koşmadıkları ve Musa'nın getirdiğinde şüpheye düşmedikleri halde, gazap etti ve “Muhakkak sizden yedinci günde haddi aşanları bildiniz ve onlara 'aşağılık maymunlar olun' dedik” (Bakara: 65) buyurdu.,. Sonra Allah Muhammed (S.A.V.) 'i gönderdi ve o Mekke'de 10 yıl davette bulundu ve bu on yılda Allah'tan başka ilâh bulunmadığına ve Muhammed'in Allah'ın rasûlü olduğuna şehadet eden herkesi ikran ve tasdikinden dolayı Allah Cennet'e kor. Allah, bu şehadet üzere Muhammed'e tabî olanları, Rahman'a şirk koşmadıkça cezalandırmaz. Allah Benû İsrail (İsra) Suresi'nde, “Rabbin ancak kendisine ibadet etmenize ve anne-babaya iyiliğe hükmetti... muhakkak O, kullarına karşı her şeyden haberdardır, görendir” buyurdu. Bu aradaki (23-30) ayetlerde öğüt, terbiye, hafif yasak vardır, va'd ve cezalandırma tehdidi yoktur, sakındırma söz konusudur: Sonra şöylededi:
“Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin. Sizi de onları da biz besliyoruz, onları öldürmek büyük hatadır” (31); Zinaya yaklaşmayınt çünkü o açık bir kötülüktür, ne kötü bir yoldur (32); Allah'ın haram kıldığı canı haksız yere öldürmeyin; kim zulmen öldürülürse velisine yetki veririz{3Z); Ergenlik çağına eriyinceye kadar en güzel olanın dışında yetimin malına yaklaşmayın; ahdi de yerine getirin, çünkü ahd sorumluluk getirir(34); Ölçtüğünüz zaman ölçüyü tam yapın, doğru terazi ile tartın; bu daha iyidir, sonu daha güzeldir(35); Hakkında ilim sahibi olmadığın bir şeyin ardına düşme, çünkü kulak, göz ve gönül hepsi ondan sorumludur(36); Yeryüzünde kabara kabara yürüme, çünkü ne yeri delebilirsin, ne de dağların boyuna erişebilirsin (37); Bunlar hepsi kötü olan, Rabbi'nin katında hoş görülmeyen şeylerdir; bunlar Rabbi'nin sana vahyettiği hikmettendir; Allah'tan başka bir diğer ilâh daha edinme, sonra, kınanmış, uzaklaştırılmış olarak Cehennem'e atılırsın (38-9).
Allah bütün bu ayetlerde hiç bir ceza veya mükâfat vadinde bulunmadı. Yalnız son ayette ve yine Mekke' de inip, azapla tehdit ettiği ayetlerde hep müşrik olanlara seslendi, müşriklerin Cehennem'e gireceğini bildirdi. Vaktaki Allah Muhammed'e Mekke'den Medine'ye gitme izni verdi ve İslâm'ı beş şey üzerine kurdu: Allah'tan başka ilâh bulunmadığına ve Muhammed'in O' nun kulu ve rasûlü olduğuna şehadet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, Allah'ın Evi'ne haccetmek ve Ramazan orucunu tutmak. Allah ayrıca ona hadleri, farzların kısımlarını indirdi, işleyenlere ateşi vacip kıldığı günahları bildirdi ve katil hakkında “Kim bir mü'mini kasden öldürürse cezası, içinde ebedî kalmak üzere cehennemdir; Allah ona gazap etmiş, lanetlemiş ve kendisi için büyük bir azap hazırlamıştım hükmünü indirdi” (Nisa: 93) Allah mü'mini lanetlemez, şöyle buyurur O:
“Allah kâfirlere lanet etti ve onlara Seîr'i hazırladı (Ahzab: 64). Yetim malını zulmen yiyenler hakkında, “Yetimlerin mallarım zulmen yiyenler, muhakkak karınlarına ateş yerler ve Seir'e gireceklerdim (Nisa; 10) hükmünü indirdi.. Tartı hakkında, “Ölçüde tartıda hile yapanların vay haline” (Mütaffifîn: 1) hükmünü indirdi; Allah yalnız kâfirler için 'vay haline' tehdidini kullanır, şöyle buyurur O:
“Artık büyük bir günü görmekten ötürü vay kâfirlerin haline.” (Meryem: 37) Ahd hakkında şunu indirdi: “Allah'a verdikleri ahdi ve yeminlerini az bir pahaya satanlar var ya, onların Ahirette hiç bir payları yoktur; “Allah Kıyamet Günü onlarla konuşmayacak, onlara bakmayacak ve onları temizlemeyecektir. Acı bir azap vardır onlar için.” (A. İmran: 77). Ahiret'te payı, nasibi olmayan insan neyle Cennet'e girsin. Allah Medine'de şu hükmü de indirdi: “Zina eden erkek zina eden kadın veya müşrik kadından başkasıyla evlenmez; zina eden kadın da zina eden erkek veya müşrik erkekden başkasıyla evlenmez; bu müzminlere haram kılınmıştır.” (Nur: 3). Allah zina edene mü'min adı vermedi ve Rasûlullah da şöyle buyurdu:
“İlim ehli bunda şüphe etmedi” “Zina eden zina ettiğinde mü'min olarak zina etmez; çalan çaldığında mü'min olarak çalmaz; bunu yaptığında iman üzerinden gömleğin çıktığı gibi çıkar.” Allah Medine'de yine şu hükmü indirdi: “Namuslu kadınlara iftira atıp da, dört şahit getirmeyenlere seksen değnek vurun ve artık onların şahitliğini asla kabûl etmeyin. Onlar fasıkların ta kendileridir.” (Nur: 4). Allah iftiracıyı imanla adlandırmaz; O şöyle buyurur:
“Mü'min kimse fasık kimse gibi midir, bir değillerdir onlar.” Ve, Allah fasığı münafık kıldı: “Muhakkak münafıklar, işte onlar fasıklardır.” (Tevbe: 67). Ve, Allah fasıkları İblisin adamlarından saydı: “İblis hariç, o cindendi ve Rabbi'nin emrinden fısk etti”; ve Allah onları lanetledi: “Namuslu, bir şeyden habersiz mü'min kadınlara zina iftirası atanlar dünyada da Ahiret'te de lanetlenmiştir; onlar için büyük bir azap vardır...” (Nur: 23).[97] (Yanlış anlamamalar için bk. Küfr, Fısk, Nifak.)
İmam Muhammed el-Bakır'ın özetleyerek alıntıladığımız bu sözü gerek neshin, gerekse iman, islâm, fasık ve münafığın anlaşılması bakımından önemli bir gerçeği ortaya koymaktadır. Bir kez, İslâm öncelikle Tevhid'e dayalı inanç sistemi üzerine oturur ve tüm peygamberler öncelikle bu inanç sistemini kabul.ettirmeğe çalışmışlardır. Bu inanç sistemini kabul etmiş bir cemâat oluştuğunda ise, Allah hükümleri, yani bir hükümet olmanın gerektirdiği ahkâmı indirmiştir. Bu, Hz. Musa'nın hayatında da çok belirgin olup, Tevrat Mısır' dan çıktıktan yıllarca sonra inmiş, ama, Hz. Musa dağdayken kavmi buzağıya tapınmaya başladığı için, Hz. Musa Tevrat'taki hükümleri uygulamayı, Tevhidi sapmayı düzeltinceye kadar ertelemiş [98] ve bu sapmayı önledikten sonra, Tevrat'ın hükümlerine kuvvetle tutunma emrini almıştır. Aynı şey Muhammed ümmeti için de söz konusu olmuştur. Dikkat edilirse, İsra süresindeki ayetlerde herhangi bir tehdit veya azap söz konusu edilmezken, aynı eylemler karşılığında Medine'de şiddetli azap tehdidinde bulunulmaktadır. İslâm'ı anlamak için, hükümleri, neshi iyice anlamak için bu Mekke-Medine ayırımını çok iyi bilmek ve her zaman göz önünde bulundurmak gereklidir. Yoksa, İslâm'da herhangi bir şey anlamak mümkün olmaz.
Sorunu bu açıdan ele aldığımızda, Kur'an'da nesh hem vardır, hem hiç yoktur diyebiliriz. Kur'an 23 yılda inmiştir ve Kıyamet'e değin her müslümanın, her müslüman toplumun her çağda, her dönemde ve her yerde sorunlarına cevap verecek niteliktedir. Kur'an İslâm'ın hem yönetim dini olmadığı Mekki dönemi, hem de yönetim dini olduğu Medenî dönemi içermekte ve her iki dönem için de kurallarını sergilemektedir. Sözgelimi, inanmayan, imanın gerçeğini bilmeyen bir insana “içki içme, kumar oynama, çalma” demek abes olur. İslâm'ın Tevhidi düzlemde hakim olmadığı, İslâm'ın yasakladığı bir siyasal ve ekonomik düzenin egemen olduğu yerde de, Şeriat'ın haddlerini uygulamaya kalkmak, hırsızlık yapanların elini kesmek, zina edenleri öldürmek İslâm adına en büyük zulmü işlemektir. O halde nesh konusu oldukça önemlidir ve çok iyi kavranmak durumundadır.
Kur'an'da nesh olmadığını, hattâ Sünnet'in Kur'an'ı nesh edemeyeceğini iddia edenler, Hz. Ömer'in ayetle sabit olan zekâtın müellefe-i kulûb’a. da verilme hükmünü ortadan kaldırdığını nasıl kabul ederler. [99] Oysa, müellefe-i kulûb konusunda Hz. Ömer'in tavrı açıktır. O, Hz. Peygamber (S.A.V.) zamanında müellefe-i Kulûb (kalpleri İslâm'a ısındırılacak kişiler) payından zekât alan iki kişiye müslümanların güçlendiğini ileri sürerek zekât vermemiştir. Hz. Ömer'in bu tavrı hiçbir zaman müellefe-i kulûbu ortadan kaldırmaz; nesh olayını ortaya kor. Şu anda, acaba müslümanlar Hz. Peygamber'den sonraki dönemi mi yaşıyorlar, yeryüzünün en güçlü bir yönetimini mi kurmuş durumdalar da, müellefe-i kulûb ebediyyen ortadan kalkmış olsun. Neden Allah Mekke'de herhangi bir ceza tehdidinde bulunmuyor da, Medine'de aynı eylemleri işleyenleri kâfir, münafık ve fasık sayıyor? Bu özellikler iyice kavranrnadıkça, nesh olayı gerçek yönüyle yerli yerine oturtulmadıkça, İslâm'ın kavranması da zor olacaktır.
İslâm, eskilerin deyimiyle 'efradını camî, ağyarını manî' olarak bir daire çizer. Bu dairenin çevresi 'Allah'ın haddleridir.' Bu haddlerin içinde kalındıkça, yani çemberin dışına çıkılmadıkça, biraz daha ihtiyatlı davranarak çembere yaklaşılmadıkça dairenin içinde müslümanların yaşadıkları duruma ve şartlara göre, İslâm'ı çevreleyen şartlara göre nesh olayı sürekli cereyan etmek durumundadır. Bunun için de, Allah tarafından seçilmiş masum insanlar olmadığı zamanda adil, müttakî ve zamanın şartlarını iyi bilen müctehidlere ihtiyaç vardır. Bu söylediklerimizden, modernist bir tavır içinde olduğumuz sanılmasın. İslâm'dan en ufak bir taviz verilemez ve İslâm zamana uydurulamaz, aksine zamana hükmeder. Fakat, fıkh konusunda da anlatacağımız gibi, İslâm önce Tevhidi bir inanç sistemine dayalı bir toplumun oluşmasını, ondan sonra da hükümlerinin uygulanmasını ister. Hükümler de, uygulanacağı şartlar ortaya çıkınca uygulanır; zaten nesh olayı Tevhid'de, inanç sisteminde değil, hükümlerde meydana gelir. Bu gerçeği de kavrayamayanlar, İslâm'ın bütün önceki dinleri neshettiğini öne sürerler. Oysa, İslâm, Hz. Adem'den bu yana insanların çağrıldığı tek gerçek dindir; İbrahim de bu dinle gelmiştir, Musa da, İsa da; Kur'an'ın Mekkede indirdiği ayetler ve İsra Suresi'nde geçen ve İmam Muhammed el-Bakır'ın andığı ayetler önceki peygamberler tarafından da tebliğ edilmiştir. Bunlar, Allah'ın dini'nin, yani İslâm'ın temelini oluştururlar. İşte, bu temele dayalı bir yönetim oluştuğunda, Medine kurulduğunda 'ahkâm' inmeğe başlar ve bu yönüyle İslâm önceki peygamberlerin getirdiği ahkâmın bazısını neshetmiştir. Bu ahkâm da, tenzil olayının içeriğinde de var olduğu gibi, belli bir tedricîlik gözeterek gelmiştir. Basit bir örnek olarak, zina eden kadınların Alah'ın haklarında bir yol açmasına değin, evlerde hapsedilmesi emredilmiş, sonra, bunlara 100 değnek vurulması hükmü indirilerek, haklarındaki yol açılmıştır. Evli olduğu halde zina eden kadın ve erkekleri ise Hz. Peygamber recmetmiştir ki, bu bir nesh değil, bir tafsildir ve Sünnet'in elbette bu yetkisi vardır ve hiç bir zaman burada Kur'an'a aykırılık söz konusu değildir. Çünkü, Kur'an'ın evde hapsedilmesini emrettikleri zina eden ve zina ettiği dört şahitle tesbit olunan kadınlardır; Kur'an burada erkekleri söz konusu etmemekte ve kadınların evli mi, bekâr mı, hürr mü, cariye 'mi olduğunu da açıklığa kavuşturmamaktadır. (Nisa: 15). Bundan sonra inen Nur Suresi'nde ise 'zina eden erkek ve kadınlara yüz değnek vurulması' emredilmektedir; ama, yine erkek ve kadının bekâr mı, evli mi, köle veya cariye mi, hürr mü olduğu açıklanmamaktadır. İşte, bu ayırımı Sünnet yapmış, hür ve bekâr olanlara yüz değnek vurma, hür ve evli olanları da recmetme hükmünü getirmiştir. Cariye ve kölelerin cezası daha bir ayrıdır. Bu olayda, Hz. Peygamber'in dönemi ile ilgili olarak bir nesh vardır; fakat bu nesh peygamber'in dönemindeki İslâm'ın gerçek uygulanma şartları sürdükçe elbette bakîdir; ama İslâm yurdunun irtidad-şirk-harp yurduna dönüştüğü durumlarda da geçerli olabilir mi? İşte bu önemli bir konudur. Hüküm olarak geçerliliğini kıyamet'e değin korumakla birlikte, uygulanma gereği olarak şartların değiştiğinde de koruması, Kur'an'ın bütünüyle muhkem olmasına da ters düşmeyecek mi? Çünkü bu durumda Kur'an'ın bazı ayetlerini Kıyamet'e değin hükümsüz saymak gerekecektir. Konuya bir de şu açıdan bakalım.
Şu üç ayete bakalım: “Size gece ve gündüzü iki ayet yaptık. Gecenin ayetini sildik, gündüzün ayetini aydınlatıcı kıldık..” (İsra: 12). “Allah batılı siler, hakkı kelimeleriyle yerine getirir.” (Şura: 24). “Allah siler dilediğini ve dilediğini yerinde tutar; Kitab'ın Anası O'nun yanındadır.” (Ra'd: 39).
Birinci ayette, gece ve gündüzün ayeti aydınlık ve karanlık olabileceği gibi, İ. Abbas'ın yorumu üzerine, biri ay, biri güneş de olabilir. Buradan, ayın bir zamanlar güneş gibi olduğu fikri doğmuştur. Aynı şekilde, bîr zamanlar gece ve gündüzün olmayıp, yalnızca geceden, veya gündüzden birinin olduğu da anlaşılabilir. Ama, sonradan bu iki ayetten biri silinmiş, karartılmış, diğeri ışıklı yapılmıştır ki, “Rabbimiz'den bir lûtf arayalım ve yuların sayısıyla hesabı bilelim diye.” İkinci ayette batılın silindiği, hakkın yerine getirildiği belirtilmektedir; bu ayetle birinci ayetin bir bakıma bağlantısı da vardır; gece batılı, gündüz hakkı temsil edebilir. Tarihte zaman zaman batıl hakim olduysa da, her defasında Allah onu silmiş ve yerine hakkı getirmiştir. Demek ki, bu bir defaya özgü değil, aynen gece gündüz gibidir ve; “o günler ki, biz onu insanlar arasında döndürür duyururuz” ayetinde de ifade olunduğu üzere bir devr-i daim göstermektedir. Üçüncü ayette, gerek gece gibi, gerek batıl gibi, gerekse daha başka şeyler gibi, Allah'ın dilediğini sildiği, ortadan kaldırdığı, dilediğini de yerinde tuttuğu, ama, insanlarda olduğu gibi deneme-yanılma yoluyla değil de, bunların hepsini ezelî bilgisinde sakladığı ve bu bilginin kelime olması gerekince ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. “Sadakanın ömrü uzattığını” ifade eden hadis bu çerçevede değerlendirilmelidir.
İşte, nesh olayı aynen yukarıya aldığımız üç ayette açıklandığı şekildedir. Bu, Allah'ın koymuş olduğu bir kanundur ve hem kâinatta, hem de insan hayatında ve dolayısıyle İslâm'da cereyan etmektedir.
Nesh'i bütünüyle reddetmek kadar, Kur'an'da mensuh ayetler, hükümler bulunduğunu kabul etmek de İslâm'ı belli bir zamana ve yere mahkûm etmek anlamına geleceği gibi, İslâm'ın dinamizmini de kavramamak anlamına gelir. Aslında, nesh konusu Kur'an'da oldukça açıktır. Yukarıda yaptığımız açıklamaları güçlendiren şu noktalar da, nesh konusunu açıklıkla ortaya koyucu niteliktedir.
Cihad, İslâm'ı yaşayıp, yaşatma mücadelesine verilen addır. Cihad, gerektiğinde salt sözle olur, gerektiğinde kalple olur gerektiğinde elle olur. Elle, kılıçla yapılan Cihad'ın adı 'kıtâl'dir. Kur'an, Medine'de 'kıtâl'e izin vermiş, belirli durumlarda bu izni 'farz' hale getirmiştir. Ama, bu ayetler, bir yandan, Mekkede 'kıtâl'in yasak oluş hükmünü 'nesh’ ettiği gibi, bir yandan da, sözlü Cihad'ın gerektirdiği durumlarda, yeni bir Mekke'de veya 'kıtâl'in gerekmediği durumlarda sözlü Cihad'ı şart koşar ve 'kıtâl'in yasak olduğunu ortaya kor. Zamanı gelir, 'kıtal' gerekir; öyle bir zaman da gelir ki, 'kıtal' zulüm olur. Aynı şekilde, Kur'an, “kâfirler üzerinde ezici bir üstünlük sağlayıncaya kadar, özel olaraksâ, savaşta onları iyice perişan edinceye kadar esir almayı yasaklar (bk. Enfal: 67). Ama, kâfirler karşısında ezici üstünlük sağlandığında bu yasak kalkar ve esir alma izni doğar. Bütün bunlar, İslâm'ın hükümlerinin her zaman ve şartlardaki uygulanabilirliğini ve dinaminizmini ortaya koymaktadır. Nesh gerçeğinin iyi kavranmaması, islâm'ı en açık ve bilinmesi en gerekli yanlarından birinden yoksun bırakmak olacaktır.
Burada Nasih-Mensuh’u açıklamamız İslâm'ın dinamizmi açısından olmuştur. Bunun yanısıra, İslâm ahkâmının uygulanma aşamasına gelindiğinde, sözgelimi içki yeniden aşamalı olarak haram kılınacak, zina edenlere bir süre celde cezası, sonra recm uygulanacak diye bir şey olmaz. Ahkâmdaki neshte son hüküm artık bakî olan hükümdür. Fakat, bu hükümlerin uygulanması için sözünü ettiğimiz tedricî bir yoldan ve oluşum safhalarından geçilecektir. [100]
Bu dört kelimenin, insanın yeryüzündeki hayatıyla ve gerek kendi aralarında, gerekse Allah'la olan ilişkisiyle ilgili olarak ifade ettikleri derin anlamları vardır.
Allah Adem'i insanlığın atası, temsilcisi veya özü olarak yarattığı zaman, gerek onun şahsında, gerekse, Kıyamet'e kadar gelecek tüm insanlardan' tek tek “ben sizin Hatibiniz değil miyim?” diye “ahd” almıştır. (A'raf: 172).
Ahd, sözcük anlamı itibariyle, “bir şeyi her durumda koruyup, gereğini yerine getirmek” demektir. Fiil olarak kökü, A-Hi-De'dir. Ahd bu fiilin masdarı olduğu gibi, isim olarak da, “her türlü durumda, o durumun gerektirdiği biçimde korunulan ve gereği yerine getirilen şey, verilen söz” [101] anlamına gelir.
İnsan, Allah'tan başka rabb tanımayacağına dair Allah'a ahd vermiş, Allah da bu konuda kendisinden ahd almıştır; yani, muahede yapmışlardır, ahdleşmişlerdir. Bu ahd'in, Allah'tan başkasını rabb tanımamanın içinde, Şeytana ibadet etmemek de vardır ki, (Ey -Adem Oğullanrı'Şeytan'a ibadet etmeyin' diye, size ahd vermedim mi? Yasin: 60) Allah'tan başkasını rabb tanımamanın gereklerindendir.
Allah, insanlara hidayetini (bk. Hûda) aralarından seçtiği elçiler aracılığıyla, insanın yeryüzündeki yaşantısının kuralları olarak göndermiştir. Bu kuralların yerine getirilmesi, öncelikle insanla Allah arasında, ikinci derecede de insanlar arasında yeni ahdleşmeler şeklinde olmaktadır. Sözgelimi, “Kabe'yi temizlemeleri Allah'ın İbrahim'e ve İsmail'e ahdidir” (Bakara: 125); mü'minler Medine'yi kurduktan, yani Allah'ın hükümranlığını yeryüzünde gerçekleştirme aşamasına geldikten sonra, belli bir süre için belli durumlarda müşriklerle ahd('anlaşma) yapabilirler” (Tevbe: 1); Bu tür ahdleşmeler de, bir bakıma yine Allah'la olan ahdleşmenin bir parçası durumundadır. Allah nasıl insanlara ahd vermişse, insanlar da Allah'tan ahd almışlardır. İnsanlar Allah'tan başkasına ibadet etmemeğe, O'ndan başkasını rabb tanımamaya ahdetmişler; Allah da bunun karşılığında, insanlara yardım edeceğini ve dünya hayatından sonraki Ahiret hayatında onları cennetlere koymayı addetmiştir. Ahd, sorumluluk gerektirir (İsra: 34). Eğer insanlar Allah'a verdikleri ahdin ve bu ahd çerçevesinde kendi aralarındaki aftdleşmenin sorumluluğunu yerine getirirlerse, Allah da ahdini yerine getirecektir. (Bakara: 40).
İslâm'da, Allah'la insanın ahdeleşmesinin sembolü Kabe'deki Kara Taş (Hacer'ül-Esved)tır. Bu taşın Cennetten inmiş olduğu rivayet edilir; belki de, Adem'le birlikte inmiştir. Bu bakımdan, Hacc'da, yani insanların Allah'ın Evi'ni ziyaretlerinde bu taşa el sürülür ve aynı zamanda öpülür. [102]
Âkd, 'A-Kı-De' fiil kökünden gelir. 'A-Kı-De' 'bir şeyi bir başka şeye sağlam şekilde bağladı' demektir; aynı zamanda, bu fiil 'düğümledi' anlamına da gelir. 'Akd'ül-habl’ 'ipi bağlamak' demektir. Bu anlamdan kalkarak, 'akd-ül-bey' alışverişi bağlamak'; 'akd'ül-ahd ahdi bağlamak', 'akd'ül-eymân - yeminleri bağlamak, sağlam yemin etmek' deyimleri kullanılır. Aynı zamanda, bu kelime nikâh için de kullanıfır ve 'akd'ün-nikâh' denilir. Akd, isim olarak 'düğüm' anlamına da gelir. [103] Bu anlamlar, Kur'an-ı Kerim'de çeşitli ayetlerde ifade olunmaktadır: “Y'eminlerinizin 'bağladığı' kimselere paylarını verin(Nisa: 33); Sizi 'bağladığınız' yeminlerden dolayı sorumlu tutar(Maide: 89); “Yazılan süre doluncaya kadar nikâhı 'bağlamaya' ('nikâh düğümü atmaya kalkmayın (Bakara: 235)”.
Akd kelimesinden akide kelimesi türetilmiştir. Akide, 'bağlantı, bağlanılan şey’ demektir; bu bağlamda 'kişinin akidesi, yani 'bağlandığı şey' denilir. İslâm mezhepleri arasında büyük tartışmalara yol açan, “iman –amel” ilişkisi İmanla Akîde'nin aynı şekilde değerlendirilmesi yanlışlığına yol açmış, veya böyle bir yanlışlıktan doğmuştur. Ehl-i Sünnet alimleri genellikle İman'ı,, “dil ile ikrar, kalp ile tasdik' saymışlar, bazıları yalnızca 'dille ikrar', bazıları, yalnızca 'kalple tasdîk', bazıları da, 'dille ikrar, kalple tasdik ve erkânıyla amel' tanımında bulunmuşlardır. Bu tanımların üçü de bir bakıma doğrudur; bu noktayı, îman, İslâm-Amel konusunda ele alacağız. Burada, akideyle ilgili olarak şunu belirtmemiz gerekiyor ki, akide îmandan ayrıdır ve kişinin 'diliyle veya kalbiyle bağlandığı şey; inanarak veya inanmayarak “evet” dediği ve hem de, te'kid ederek, mutlak anlamda “evet” dediği şeydir. “Allah'a, meleklere, peygamberlere... inandım; namazı kılacak, orucu tutacak, zekâtı vereceğim... Gerektiğinde savaşacak, hırsızlık yapmayacak, yeryüzünde fesat çıkarmayacağım... Ölü eti, kan, domuz eti... yemeyeceğim...” demek akd'dir, bağlanmadır. Ama, nasıl ahd sorumluluk getiriyorsa, akd de sorumluluk getirir; hattâ, akd, ahdden daha güçlüdür. Kur'an: “Ey iman edenler! Akdleri yerine getirin (Maide: 1)” der. İşte, afedlerin yerine .getirilmesi, verilen sözlerin hayata yansıması akidenin iman halinde olduğunu gösterir.
Misak, bir bakıma akd'le eş anlamlı gibi görünse de, kullanım yerleri, özellikle terim olarak kullanım yerleri bakımından bir takım değişiklikler gösterir. 'Ve-Si-Ka, veya Ve-Sü-Ka' fiil kökünden gelir. 'Ve si ka bifülânin' 'filâna güvendi' demektir. Ve-Sü-Ka, 'sağlam olmak, işi sağlam tutmak, sağlama bağlamak' anlamında hem geçişli, hem geçişsizdir. 'Vesseka' 'güçlendirmek' anlamına gelir; bu fiilin masdan 'tevsik', Türkçe de 'tevsik etmek' şeklinde bir kullanıma sahiptir. Yine, Türkçe'de kullanılan vesika kelimesi de (Ve-Se-Ka' fiilindendir. [104]
Visak ve vesak, aynı fiilden türeme iki isimdir; 'kendisiyle tevsik olunan, yani güçlendirilen, vesikalandırılan şey' anlamına gelirler. Kur'an-ı Kerim'de bu anlamda, “Küfredenlerle karşılaştığınız zaman boyunlarını vurun; onları iyice sindirdiğiniz zaman, ise bağı (vesak) güçlendirin (Muhamraed: 4)” ve “o gün O'nun edeceği azabı kimse edemez; O'nun vuracağı bağı (vesak) kimse vuramaz (Fecr: 25-26)” ayetlerinde geçmektedir Misak, akd gibi, 'kendisiyle bağlanılan söz, yapılan ve mutlaka yerine getirilmesi gereken anlaşma' demektir. Akd'in düğümüyle düğümlenilirken, misahfın bağıyla bağlanılır. Sözgelimi, “Allah nebilerden, onlara kitaptan ve hikmetten verdiğinde ve yanlarındakini doğrulayıcı olarak bir rasûl geldiğinde, ona inanıp yardım edeceklerine dair misak” almıştır (A. İmran; 81). Aynı şekilde, Allah İsrail Oğullarından, “Yedinci günün yasağını çiğnememeleri” için “ağır misak” almıştır (Nisa: 154); aynı şekilde, İsrail Oğulları'ndan “Allah'tan başkasına ibadet etmemeleri için de misak almıştır (Bakara: 83)”.
Yukarıda belirttiğimiz gibi, gerek akd, gerekse misak sorumluluk getirir. Kur'an kelimelerle, kelimelerin içerdiği ve çağrıştırdığı anlamların örgüsüyle İslâm'ın örgülerini ortaya kor. Dikkat edilirse, gerek akd ve gerekse misak bir 'ip'i çağrıştırmaktadır. Nitekim, “Kim Tağut'u inkâr eder ve Allah'a iman ederse, sapasağlam (vüska) bir kulpa tutunmuştur (Bakara.: 256)” ayetinde, yine ve-se-ka fiil kökünden gelen, 'ism-i tafdîl- güçlendirilmiş isim' kipindeki 'vüska' kelimesi 'kulp' anlamına gelen 'urve' kelimesiyle kullanılmaktadır. Esasen, misak ve akd kelimelerinin de 'bağlama, bağlanma' anlamında 'ip-kulp' kelimesini çağrıştırdıkları ortadadır. Bu bağın veya ipin bir ucunda Allah, diğer ucunda insan vardır. Eğer insan tuttuğu ucu bırakırsa, Allah'ın ipi çekeceği ve anlaşmanın bozulmuş olacağı açıktır. Bu durumda, insan başıboş kalacak, Allah'ın yardımından uzaklaşacak ve tabiî olarak, verdiği sözü yerine getirmediği, Allah'ın Kendi'ne uzattığı ipi bıraktığı için, 'aşağıların aşağısı'na. ve aynı zamanda da 'cehennem'e yuvarlanacaktır. Allah'ın her emri ve yasağı, bu ipin tırmanılmasında kullanılan düğümlerdir, basamaklardır. Bu basamaklar olmayınca, tırmanmak mümkün değildir. İnsan akdlerle düğümleri atacak, yani Allah'ın emir ve yasaklarını yerine getirecek, böylece Allah'ın ahdini ifa etmiş olacak, O'na, 'alâ-yi ılliyyîn'e yükselecektir.
Allah, urvet'ül-vüska'yı insanlara, aralarından seçtiği elçileri (rasûl) aracılığıyla gönderir. Her insanla Allah konuşmaz, Kendi'ni O'na açmaz, her insana açık yahy'de bulunmaz; fakat, her insan Allah'a yükselebilir, O'na seslenebilir. Bu seslenme, bu çıkış, akidleri ve misakı yerine getirmekle olacaktır. .Rasüllerin risaletlerîne,yani, rasûl olduklarına öncelikle Allah şahiddir ve bu bakımdan, insanlar kabul etseler de, etmeler de rasûller rasûldürler. İslâm konusunda da inceleyeceğimiz gibi, Allah'ın Din'i Usûl (Esaslar, Asıllar) ve Ahkâm (hükümler) olmak üzere iki bölümde ele alınır. Usûl, inanç esaslarıdır. Usûl'e inanmış bir cemaat oluştuğunda ve bu Cemaat ahkâmı alabilecek, yani Allah'ın hükümetini yeryüzünde kurabilecek düzeye geldiğinde, bu düzey için gerekli sınavları başarıyla verdiğinde, rasûller bu cemaatle ahdleşirler. Bu ahd, rasûlü ne olursa olsun koruyacakları, onun emirlerinden dışarı çıkmayacakları, mallarını ve canlarını istediği biçimde verecekleri, hırsızlık yapmamaları, yeryüzünde fesat çıkarmamaları... gibi hükümleri içerir. Daha doğrusu, rasûlün getireceği, Allah'tan alıp tebliğ edeceği her hükmü yerine getirmek konusundadır bu ahd. Aslında, bu ahd, Allah'la ahdleşmedir; ama, nasıl, Allah'la ahdleşmenin 'sembolü olarak, Kara Taş's. el veriliyorsa, Allah adına rasûlle yapılan ahdde de, rasûlün eline el verilir ki, bu ahdleşmenin adı bîat'tır.
Bi'at, 'Bâ-A(Be-Ye-A)' fiil kökünden gelir. Masdarı olan 'bey', veya bî'at' 'alış-veriş' demektir; 'bir değer karşılığında bir değeri vermek' demektir. Alana müşteri', verene ise 'bayi' denilir. Kelime, bu anlamda Kur'an-ı Kerim'de çok geçer; söz gelimi, “Allah bey'i(alışverişi) helâl, ribayı haram kıldı” buyurulur. İşte, 'bî'at' bir alış-veriştir; mü'minlerin rasûl aracılığıyla Allah'la yaptıkları bir alışveriştir; bu 'alış-veriş1, şu ayette en güzel anlamını bulur: “Muhakkak Allah, Cennet karşılığında mü'minlerden canlarını ve mallarını satın aldı (Tevbe; 111)”. Bundandır ki, Hz. Rasûl-i Ekrem (S.A.V.), Akabe biatlarında, Ensar'dan, “Allah'tan başka ilâh olmadığına, kendisinin Allah'ın kulu ve elçisi olduğuna şehadet etmeleri (bk. Şehadet), namaz kılıp, mallarından infakta bulunmaları, her zaman sözlerini dinleyip emirlerine itaat etmeleri, muhtaçlara yardımda bulunmaları, Allah yolunda Allah için hakkı söylemeleri, iyiliği emredip, kötülükten sakındırmaları ve öz canlarını, kadınlarını ve çocuklarını korudukları gibi, kendisini de korumaları” hususunda söz almış; “bunların karşısında ne var ey Allah'ın Rasûlü?” sorusuna da, “Cennet” cevabını vermiştir. [105]
İslâm'da, gerek rasûl, gerekse O'ndan sonra gelen veliyy'ül-emr (bk. velî) olsun, ümmetten Allah'ın hükümlerini kendi önderliği altında yerine getirmeleri için bî'at alır; yani mü'nıinler, canlarını ve mallarını Cennet karşılığında Allah'a satmaya söz verirler.
Alış-veriş her iki tarafın rızasıyla olur ve sonunda 'aldım, verdim' denilerek el sıkışılır. Bî'at da Allah'la mü'minlerin alış-verişi olarak, aynen böyledir. Bu bakımdan, bî'at'ın bazı şartları olması gerekir:
1. İslâmî hükümet bîatsız olamaz ve zorla bîat alınmaz; insanlar da bîata zorlanmaz. Bu iman sorunudur. Nitekim, Hz, Ali, kimseyi kendisine biata zorlamadığı gibi, bîat ettikleri halde, kendine yardım etmeyenleri de zorlamamıştır. Kılıç zoruyla alınan bîatlar geçerli değildir.
2. Bî'at edecekler niçin bîat ettiklerini bilmelidirler. Artık, bundan sonra, öncelikle Allah'a karşı sorumludurlar.
3. Bî'at herkese edilmez. Allah'ın hükümlerini en iyi bilen, yani emr'in sahibi (bk. Emr) olana, zikir ehli'ne biat edilir. Kendisinde, bu nitelik olmayan kimselerin bîat istemeleri bir zulümdür.
4. Nasıl, alış-evrişte, satan malın eksikliğini söylemez, bu da sonradan ortaya çıkar ve bunun sonucunda, alan anlaşmadan dönebilirse, kendisine bîat olunan şartların gereğini yerine getirmezse, bîat edenler onu buna zorlayabilir veya bîatı feshedebilirler.
5. Bîattan dönülmez. îki taraf da biat şartlarına bağlı kaldıkça, bîattan dönen olursa ve biatına rağmen, biatinin gereklerini yerine getirmezse, bu Allah'a verilen sözden dönme olur ve Allah'ın azabını gerektirir. [106]
“Doğrusu sana biat edenler, ancak ve ancak Allah'a biat etmişlerdir. Allah'ın eli onların ellerinin üzerinedir. Artık kim cayarsa, kendi aleyhine cayar. Kim de, Allah'la yaptığı ahdi yerine getirirse, Allah ona büyük bir karşılık verecektir.” (Feth: 10).
Burada, bir kez daha tekrar edelim ki, bîat, ahkâm indikten, hükümet kurma aşamasına gelindikten sonradır. Rasûlüllah daha önce kimseden biat almamıştır. Fakat, gerek rasûlün, gerekse Veliyy'ül-Emr'in görevi her zaman hükümet kurmak değildir. Öyle zamanlar olur ki, yeni bir Mekke'nin yaşanması gerekir. Bu noktada, tüm rasûllerin ana görevi, insanlara Allah'ın ayetlerini okumak, onları tezkiye etmek (bk. Tezkiye), onlara Kitab'ı ve Hikmeti öğretmektir. Bu noktada, rasûlün rasûllüğü için insanların biati gerekmez; şartsız iman etmeleri gerekir. Rasûl'e biattan sonra, emrde ortaklık yoktur; Rasûl ne emreder ve neyden sakındırırsa, mü'minler onu yapmak zorundadırlar. Rasûl'den sonra aynı yetki Veliyy'ül-emr'e geçer. Tekrar belirtmek gerekir ki, Veliyy'ül-emr'in zikir ehli, yani Kur'an ve Sünnet ehli olması, Kur'an ve Sünnet'i en iyi derecede bilme, adil ve takva sahibi olma niteliklerini de kendinde barındırması gerekir.
Bîat, belirli durumlarla ilgili olarak yenilenebilir; Bîat-ı Rıdvan olayında olduğu gibi. [107]
Kur'an'ın terminolojisini oluşturan en önemli kelimelerden ikisi de Hakk ve Batıl'dır. Hakk, 'uygunluk, denk gelmek' anlamına geldiği gibi, aslının 'bir şeyin üzerine veya içine hakketmek, oymak' demek olduğunu ve 'uygunluk, mutabakat-muvafakat' anlamlarının belâğatçilerce icad edildiğini söyleyenler de vardır.[108] Bu esaslardan kalkılarak, Hakk kelimesi, 'tayin, tesbit, gerçek, kararlı ve sabit olma' anlamlarıyla karşılanmıştır.
Ragıp el-İsfahanî, Hakk'ı dört açıdan ele alır:
1. Bir şeyi nasıl gerekiyorsa öyle yapan anlamında Hakk. Ragıb'a göre, Allah'ın 'hakk' oluşu, bu anlamladır.
2. Hikmet, uygunluk gerektiren şey. Bu anlamda, Allah'ın bütün fiilleri hakktır.
3. İtikadın, olması gerektiği şekilde olması anlamında hakk. Bu bağlamda, “Cennet, Cehennem, ölüm, tekrar dirilme haktır” deriz.
4. Gerek sözün, gerekse eylemin, zaman, şartlar ve miktar bakımından nasıl gerekiyorsa öyle olması anlamında hakk. “Rabbi'nin kelimesi böylece hakk oldu; Söz benden hakk oldu ki, Cehennemdi dolduracağım” ayetlerinde hakk bu anlamdadır.
Yine, bu bağlamda, 'ehkaktü', 'hakk olduğunu ispat ettim, ortaya koydum' demektir. Kur'an'da, “hakkı hakk kılmak (tahkik etmek) deyimi geçer. Hakk'ın hakk kılınması iki şekildedir:
1. Delilleri ve işaretleri ortaya koyarak;
2. Şeriat'ı bütünüyle tamamlayarak.
Mühakaka, 'karşılıklı hakk iddia etmek' anlamına gelir.
Yapılan eylemin hakk olması, durumuna göre, vacip, gerekli ve caiz olmasını gerektirir. “Mü'minlere yardım etmek üzerimize hakk'tır; böylece, mü'minleri kurtarmak üzerimize hakk oldu” ayetlerinde bu anlamlar vardır.
Hakikat, uygunluğu, sebatı ve görünümü, gerçeği olan şey için kullanılır. Rasûl-i Ekrem, Harise'ye, “her hakkın bir hakikati vardır; senin imanının hakikati nedir?” diye sorduğunda, 'imanını neyle ortaya koyuyorsun, imanının kanıtı nedir?” demek istemiştir. Hakikat, ikinci olarak, eylemde ve sözde de kullanılır. Bir kişi bir şeyi gerçeğiyle, yani gösterişte falan bulunmadan yaptıysa, “falan şu işinde hakikattır”denilir. Hakikat, aynı zamanda kalıcılık da ifade eder. [109]
Müfessirler, hakk kelimesini çoğunlukla 'sabit’ anlamında kullanmışlardır. Beyzavî, Allah'ın isimlerinden olarak Hakk'ı, 'es-sabitü rububiyyetühû - rabblığı sabit olan' şeklinde ifade etmektedir. Yine, 'es-sabitü ilahiya-tühû ilâhlığı sabit' deyimiyle de karşılar. Yine, Beyzavî, “O, Zatı ve sıfatları ile sabittir; eşya da O'nun varlığı yüzünden hakikat halini almaştır” der. [110]
Batıl, 'Be-Ta-Le' fiil kökündendir. 'boşa gitmek, hükümsüz olmak, çok olmak' anlamlarına gelir. Bu anlamda batıl, 'boş, hükümsüz, yok olmuş' demektir. Batıl, yapılsa ve meydanda olsa da, hiç bir geçerliliği ve hakikati olmayan şeyler için de kullanılır. Sözgelimi, bir kimse iki kız kardeşi aynı anda nikâhı altında bulundurursa, bulundurma eylemi ortada olduğu halde, eylem batıldır, yani geçersizdir, hükümsüzdür. Burada, önemli bir durum karşımıza çıkmaktadır. Türkçe'de Hakk ve hakikat kelimeleri, genellikle 'gerçek' sözcüğüyle karşılanır. Oysa, 'gerçek' sözcüğü hakk kelimesinin tam karşıtı değildir. Sözgelimi, yukarıda verdiğimiz örnekte, bir kimsenin iki kız kardeşi nikâhı altında bulundurması, bir eylem olarak 'gerçek'tir, yani, yapılmış bir eylemdir, 'reel'dir; ama, hiç bir zaman hakk değil, bütünüyle batıldır.
Batıl, Hakk'ın karşıtı olarak kullanılır. Lebid bir mısrasında, “Allah'tan başka her şey batıldır” derken, Allah'ı, hakk olarak, O'ndan başka her şeyi de batıl olarak, yani “yok olmak”la nitelemiştir. [111]
Kur'an-ı Kerim'de Hakk ve Batıl kelimeleri en güzel ve anlamlı biçimde şu ayette ortaya konur:
“Gökten bir su indirdi de, dereler kendi ölçülerinde çağlayıp aktı. Sel üstüne çıkan köpüğü yüklendi. Süs ya da eşya yapmak için ateşte yakıp erittikleri madenlerde de bunun gibi bir köpük vardır. Allah Hakk ile Batıl'ı böyle bir benzetmeyle anlatır. Köpük yok olup gider. İnsanlara yararlı olan ise yeryüzünde kalır. İşte, Allah böyle meseller verir”(Ra'd: 17).
Ayette çok anlamlı ve üstün bir belâğatle açıklandığı gibi, Hakk her şeyiyle gerçek ve kalıcı olandır, değişmeyendir, varlığı kendinden var ve yararlı olandır. Bu anlamda yalnızca Allah Hakk'tır. O'nun isimlerinden biridir Hakk. Bu, O'nun dışındaki her şeyin batıl olduğunun, yani Lebid'in şiirinde de ifade olunduğu gibi, aslında olmadığının ifadesidir. Çünkü, yalnızca Allah vardır ve O'ndan başka hiçbir şeyin hakikati yoktur. Bir hadiste de belirtildiği gibi, “kâinatı yaratmadan önce O vardı” [112] ve İmam-ı Gazali gibi büyük kelâmcı-sufilerin belirttiği üzere “şimdi de O var”.
Kâinattaki varlıklar aslında hakk değildirler. Çünkü, varlıkları kendilerinden değildir ve gerek “her nefs ölümü tadıcıdır” ayetinde, gerekse “O'nun vechinden başka her şey helak olucudur” ayetinde ifade olunduğu gibi sonludurlar, hakk değildirler. Şu kadar ki, İslâm'da Bediüzzeman'ın ifadesiyle, “adem-i mutlak” yoktur, çünkü bir ilm-i muhit (kuşatıcı bir ilim) vardır. Bu ilm-i ilâhînin harici yoktur ki, bir şey O'na atılsın. İlim dairesi içindeki adem ise, adem-i haricidir ve vücud-u ilmîye perde olmuş bir unvandır. Bu yüzden, bu ilmî varlıklara 'Ayan-ı Sabite' denmiştir. İşte, varlıklar İlm-i Ezelî'de emr halinde vardırlar, “Kün” emriyle dışlaştıklarında haricî bir elbise giyerler. Hepsi Allah'ın isimlerinin tecellilerinden ibarettir. Bu bakımdan, manâ-yı isimleri, yani kendilerine bakan yönleriyle yokturlar; manâ-i harfîleri, yani Allah'a bakan yönleriyle vardırlar. Çfünkü, Esma-i İlâhiye bakîdir, hakk'tır, bu esmanın cilveleri olan varlıkların hakk'tan gelen bir hakikat'ları vardır ve bu yüzden “eşyanın hakikati sabittir” denmiştir. Şu kadar ki, bu hakikat Allah'ın Hakk oluşundan kaynaklandığından kendini ve var oluşunu O'na borçludur. Hakk olan yalnızca Allah'tır, çünkü, mutlak ve varlığı Kendi'nden Varlık O'dur. Eşya köpük gibi yok olucudur. Zahirî görünümleri geçicidir, sabit değildir. Hakikat da bu zahirde değildir. Çünkü zahirde herşey izafîdir, değişkendir, sürekli değişmektedir, kalıcı ve sabit değildir. Hakikat değişmez ve sabit olduğundan, zahirde, yani fizik aleminde değil, fizik alemine varlık kazandıran gayb aleminde (bk. Gayb), misal alemindedir, ayanı sabite alemindedir. [113]
Yukarda belirttiğimiz gibi, tek hakk olan Alllah'tır. O'nun yarattıkları, ya da bize uzayıp giden bir zaman süreci içinde göründüğü biçimiyle, yaratacaktan kendi yüzleriyle batıl, Allah'tan olmaları nedeniyle hakktırlar. Kâinat'ta, Allah'a karşı olan durumunu iptal edip, yalnızca kendi nefsindeki durumuna bütünüyle dönebilecek tek varlık insandır. Bu yüzden, İnsan'ın etki alanının dışındaki her yerde hakk vardır. Kur'an'ın açıklıkla ortaya koyduğu gibi, yerler ve gökler batıl olarak yaratılmamıştır; yani onlar, Hakk olanı ortaya korlar; bir yokluğun değil, kendilerine ait olan yoklukta, görünümleriyle Hakk Varlığın işaretçileridirler. Ama, insan iradesiyle, Hakkı görmez, varlığı bırakıp yokluğa düşer, batıl yönüne gider. Bu bakımdan, Allah onu Kendi'ne kendi iradesiyle döndürmek için Kur'an'ı hakk olarak indirir, hakk olarak peygamberleri gönderir. İnsan, eğer bir köpük gibi, kendi yaptığı batıla, uyarsa, Cehennem onun için hakk olacaktır. Ama, hakk geldiği zaman batıl yok olur gider. Köpük kaybolmaya mahkûmdur; zaten batıl yok olucudur, yoktur, kendi tabiatı gereği yoktur, ama, bazen bir köpük gibi, aynadaki hayal gibi, bir gölge gibi ortaya çıkar; insan bu gölgeyi ve hayali hakk sanarak peşinden gider. Fakat, Allah neyin hakk,olduğunu bildirdiği zaman, ışığın gelince karanlığın kaybolması gibi, batıl da yok olur gider. Fakat, insanlar batılda ısrar edecek olurlarsa, hakkı görmeyecek olurlarsa, hakk olan Cehennemi ve azabı hakederler.
Her zaman üstün olan Hakk'tır; Batıl, geçici bir süre hakmış gibi görülebilir. Bu bir yanılgıdır, körlüktür, kalbin kararmasının sonucudur. Ama, Hakk her zaman ortada olandır, açıktır ve bellidir. Ama, batılı hıakk, varlığı yokluk sanan, gölgeyi ve aynadaki hayali gerçek sanan insanlar, hayaller ve gölgeler üzerinde kurdukları bilgi üzerinde gittikleri ve kendilerine ait olan yokluk yanlarına uydukları zaman, hakkı göremeyebilirler ve batılda ısrar ederler. Fakat, hakk kendisini bir gün mutlaka ortaya kor; dünya hayatında, hayalleri gerçek sanan insanlar için ortaya koyamazsa bile, Ahiret'te, gölgelerin ve hayallerin yok olduğu, köpüklerin gidip, kendisine uyan insanların yaptıklarının kaldığı alemde mutlaka ortaya kor ve o zaman, batılla, avunan insanlar, neyin hakk, neyin batil olduğunu açıklıkla görürler. Ama, ne ki, artık Cehennem ve Cennet de bir hakk olarak karşılarına çıkar ve herkes hakkını alır. [114]
Din, 'Dâ-Ne De-Ye-Ne' fiil kökünden gelir. Bu fiilin, çeşitli kullanım biçimlerine göre, 'baş eğmek, itaat etmek, hakkını almak, ödünç almak, borç etmek, adet edinmek, baş eğdirmek, zorlamak, hesaba çekmek, idare etmek, ceza veya mükâfat vermek, hizmet etmek, borç vermek' gibi anlamları vardır. [115]
'Dâne'n-nâse', insanları itaate zorladı; ‘dinte'l-kavm, onları zelil ettin; 'dintühû', onu idare ettim demektir. Rasûlüllah bir hadislerinde, “akıllı o kimsedir ki, nefsine hakim olup, onu zelil kılar (dâne nefsehû) ve ameli ölümünden sonra da devam eder” buyurmuşlardır. Deyan 'efendi, hakim' demektir. Bir yaşlı adama Hz. Ali hakkında sorulduğunda, “o, Peygamber'den sonra bu ümmetin hakimidir, efendisidir (deyanıdır)” demiştir. Araplar 'mâ zale zalike dinî ve dîdenî- benim durumum, halim keyfim hep böyledir’ derler. Yine, “kema tüdînü tüdanü - nasıl davranırsan, sana da öyle davranılır” denir.[116]
Allah insanı yaratıp da, yeryüzüne gönderdiği zaman, ona yeryüzünde Hilâfet görevini yüklemiş, fakat insan nefsî yönüyle unutkan, bilgisiz, aceleci, nankör, hırslı, saldırgan olduğundan, hilâfetin sorumluluğunu yerine getirebilmek için nasıl davranması gerektiğini bildirmiştir. Gerek, Allah'ın insana yeryüzündeki görevinde yardımcı olması, ona gitmesi gereken yolu göstermesi, Kendi yolunda gittiği sürece ona sürekli yardım etmesi, kitaplar ve peygamberler göndermesi, kâinattaki varlıkları emrine vermesi, onu en güzel biçimde yaratmış olması hep Allah'ın insan üzerindeki birer nimeti, emaneti ve aynı zamanda, ona verdiği borçtur; yani, insan Allah karşısında bütünüyle borçludur. îşte, insan yeryüzünde Allah'ın kendisine verdiği nimetler karşısında ona şükrederse, bu şükrün gereklerini yerine getirirse borcunu ödemiş olur. Borcunu ödemesi için Allah'ın çizdiği yoldan gitmesi, yani O'na itaat etmesi gerekir. O'na itaat, O'nun gönderdiği hükümleri yeryüzünde uygulamakla mümkün olur. Ve, Allah Ahiret'te insanı borcunu ödeyip ödemediğine, yani koyduğu hükümleri uygulayıp uygulamadığı, Kendisi'ne itaat edip etmediğine göre hesaba çekecek, bu hesabın sonunda onu ya mükâfatlandıracak, ya da cezalandıracaktır. Görülüyor ki, din, Allah'ın koymuş olduğu hükümlerin, çizmiş olduğu yolun, baştan sona bir bütünüdür.
Din Günü, insanın iradesinin kendinden alındığı, artık istese de istemese de Allah'ın Dini'ne, yani hükümlerine bütünüyle itaat etme zorunluğuyla karşı karşıya kalacağı, Allah'ın Dini'ni din edinip edinmemesine göre yargılanacağı gündür. İnsanlar, batılı hakk sanarak, yokluğu varlığa, karanlığı nura tercih ederek, yeryüzünde kendi nevalarından bir din icad ederler. Bu dini icatta kendilerine en büyük etkiyi yapan İblis'tir; Allah'ın vahyinin aksine insanlara vahyederek, bazılarını kendi emirlerini yerine getiren kulları haline kor, yani onları veliyy'ül-emr'i yapar. Kur'an bunlara Şeytan'ın velileri der ve bu insanlar da şeytanlaşır. İşte, bu insandan şeytanlar, İblis'in en büyük ilâhı olduğu dinin rabbleri haline gelirler. Diğer insanları, İblis'in vahyi doğrultusunda eğitir, bu vahye göre çizdikleri yolda yürümeğe sevkeder, gerektiğinde zorlar. Kendi dinlerinde, kendi yollarında, kendi koydukları hükümleri doğrultusunda gidenleri mükâfatlandırırlar, kendi cennetlerine korlar; dinlerini din edinmeyenleri ise cezalandırırlar, cehennemlerine atarlar. Bu durum, Allah'ın Dini'ni din edinmemektir. Alah'ın Dini'ni din edinmemek, Allah'ın ve Rasûlü'nün haram kabul ettiklerini haram kabul etmemek (Tevbe: 29), helâllerini ise haram kabul etmektir.
Din insanın bütün hayatını kapsar. İnsanın ihtiyaçları çok çeşitlidir. Onda hem madenler, hem bitkiler, hem de hayvanlar vardır. İnsanın bedeni maden cevherlerinden oluşur. Sindirim, solunum, boşaltım vb. insanın bitkisel yönüdür. Güç, şehvet, hareket, acıkma, susama, cinsel arzular, hırs, kibir, saldırganlık, unutkanlık vb. insanın hayvani yönüdür. Bütün bu yönler insanın nefsini oluşturur. Nefsin bundan ayrı, görme, işitme, düşünme, hesaplama gibi melekeleri de vardır. İnsan, yeryüzünde İblis'e uyar ve Nefsi'nin arzularını her ne olursa olsun doyurmayı hayatının amacı haline getirirse, Allah'ın Dini dışında bir başka din icat etmek zorunda kalır. Nefsin arzulan, insanın yeryüzündeki hayatını sürdürmesi için gereklidir. Bu arzular, insana gerçek varlığını kazandıran ve onda İlahî olanı temsil eden Ruh'un hükmü altında, Allah'ın Dini çerçevesinde kullanılırsa, zararlı değil, yararlıdırlar. Fakat,, kibir, hırs, haset, gaflet gibi nitelikler ise giderilmek zorundadır.
İnsanın mutluluğu, Nefs'inin arzularını doyurmasında değildir. Çünkü, arzular ve yol açtıkları ihtiyaçlar hiç bir zaman tükenmek bilmez. Giderilen bir ihtiyaç bir başkasına kapı açar. Oysa, insan hemcinsleriyle bir arada yaşamak zorundadır ve onların da arzularını düşünmek ve hesaba katmak durumuyla karşı karşıyadır. Ama, İblis'in peşinde giden ve arzularını ilâhlaştıran insanlar, her ne olursa olsun, doymak bilmez arzularını sonuna kadar doyurmanın yollarını ararlar. Kendilerinin her türlü maddî araca, en güzel elbiselere, en iyi yemeklere, en sağlam ve en güzel bineklere, en lüks eşyaya ve evlere sahip olmakla mutlu olacaklarını sanırlar; bu bakımdan, bu tür arzuların peşinde sonu gelmez bir koşu yarışına girişirler. Ama, kâinattaki imkânlar, herkesin koşusunu sona erdirecek ölçüde değildir. Bu bakımdan, daha güçlüler, daha yetenekliler, daha hilekârlar, daha çok kandırıcı olanlar diğer insanları egemenlikleri altına alırlar ve çok çeşitli yollarla bu egemenliklerini pekiştirme uğraşı içine girerler.
Oysa, insanın mutluluğu, kâinattaki sarsılmaz ve muazzam dengeyi yeryüzünde kurmakta yatar. Bu ise, Nefs'in arzularına sınır koymak ve Ruh'un ışığı altında yürümekle mümkün olur. Maddî arzuların giderilmesi mutluluğu getirmez, sürekli olarak mutsuzluk getirir; insanı doyurmaz acıktırır, kandırmaz, kanmamacasına bir susuzluk doğurur. Bu yüzden, gerek Allah'ın Dini, gerekse insanların uydurdukları dinler veya İblis'in dini, insanları mutlu etmenin yollarını ararlar. Allah'ın Dini, insanlara gerçek mutluluğu sunacak araçlara sahipken (genel anlamıyla İbadet kelimesinin kapsamına giren her şey, dua, zikr, namaz, tefekkür...), İblis'in dini insanları çeşitli şeylerle uğraştırarak, hayallerle avutarak, yalanları doğru, sahteleri ve gölgeleri gerçek göstererek, sporla, eğlencelerle, seksle, uyuşturucularla insanları mutlu etmeğe çalışır.
Yukarıda yaptığımız açıklama çerçevesinde Din, hem insanların birarada yaşamaları için gerekli toplumsal kuralları, hem insanlar için bireysel kuralları içerir. Bir takım eski hakimler dini bir tekerleğe benzetmişlerdir. Tekerleğin çevresini, herkesin gücü yettiğince yerine getirmekle sorumlu olduğu hükümler oluşturur. Sözgelimi, İslâm'la ilgili olarak Zekât, Hacc, Ma'ruf u emr münker'den nehy, Allah'ın koyduğu vergileri toplayıp dağıtmak, insanların iradeleriyle seçim yapabilmeleri için ortamı hazırlamak ve bu amaçla dini yaymak, dinin yayılmasına engel olunduğunda gerekirse savaşmak, ticarî-malî gibi her türlü karşılıklı ilişkileri ve toplumsal hayatı düzenleyici kurallar, evlenme-boşanma ve miras hükümleri, Allah'ın koyduğu haddleri uygulamak Tekerleğin çevresini, zikr, infak, dua, tefekkür, murakabe, tevekkül, sabır, şükür, ihlâs, zühd, hile yapmama, aldatmama, güzel davranış vs. de çubukları oluşturur. Tekerleğin çevresinin adı İslâm'ın terminolojisinde Şeriat'tır. Kur'an'da şöyle buyurulur: “O sise, dinden Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi şeriat yaptı; dini tastamam yerine getirin ve onda ayrılığa düşmeyin diye..” (Şura; 13). Ayette de açıkça ortaya konduğu gibi, Şeriat Din'in bir bölümüdür ve kişinin Din'in içinde olup olmadığı Şeriat'ı kabul edip etmemesiyle anlaşılır. Tekerleğin dışında kalan, ne durumda olursa olsun Dinin dışındadır. Şeriat'la özdeş olan bu çevreye Kur'an'da, 'hudud'u-llah' “Allah'ın sınırları' denilir. İşte, müslüman olmak bu sınırların içine girmek, yani, Şeriat'ı kabul etmekle mümkündür.
Şeriat, lûgatta 'Şe-Ra-A' fiilinden gelir. 'Şe-Ra-A 'yol açtı' demektir. 'Şera'tü lehû tarikan - ona yol açtım' denilir. Bu fiilin masdarı olarak 'şer'a şira, şeriat' 'geniş yol, su yolu' demektir. Açıktır ki, yolun bir yapıcısı, çizicisi vardır, bu Alah'tır. İkinci olarak, Kur'an’ da, “o gün balıklar akın akın (şürraan) gelirlerdi (A'ral: 163)” ayetinde ortaya konduğu gibi, Şeriat, genellikle 'su yolu' anlamına geldiğinden, suyun kaynaklandığı bir pınar vardır. İşte, bu pınara, veya kaynağa minhac denilir. Esasen, minhac da “geniş yol” demektir. Fakat, “her ümmet için bir minhac ve şir'a kıldık (Maide: 48)” ayetinin tefsirinde Elmalılı Hamdi Yazır'ın belirttiği gibi, minhac ilk insandan bu yana, Allah'ın Dini'nde değişmeden gelen iman esaslarıdır. Buna, İ. Abbas'ın 'sünnet' dediği de rivayet olunmuştur. [117] Her ne halse, minhac ve şeriat dinin çevresini, sınırlarını oluştururlar. Bir hadis-i şerifte, “insanlar madenler gibidir” buyurulmuştur. Nasıl madenlerin içinde bakırı, demiri, kömürü, tuncu, gümüşü ve altını varsa, insanların içinde de, aynı şekilde bakırı, demiri, kömürü, gümüşü, altını vardır. Bundan ayrı olarak, Allah insanları çeşit çeşit yaratmıştır. İşte, her insan kendine özgü bir biçimde yolda yürür; bazısı hızlı, bazısı yavaş, bazısı atlı, bazısı yaya gider. Yani, insanların Şeriatta, yürüyebilmeleri için daha bazı yollar emredilmiştir. Kur'an'ın diliyle, “tefekkür, teemmül, zikr..” bu yollardandır. İnsanlar Şeriat'ta yürüyebilmeleri ölçüsünde derecelere ayrılırlar. Bazıları 'muhsin'dir, bazıları 'müttakî'dir, bazıları 'yakîn sahibi', bazıları 'akıl', bazıları 'lübb' sahibidir. Bazı insanlar vardır ki, üşene üşene Şeriat'ın hükümlerini yerine getirir; bazıları birazını yerine getirir, birazını yerine getirmez; bazıları isteyerek, bazıları coşarak, bazıları da tam bir aşkla yerine getirirler. İşte, nasıl, sözgelimi bazı madenler altın gibi bir hale getirilirse, bazıları cilalanarak veya daha başka şekillerde çok daha güzel bir biçime sokulurlarsa, insanlar da böyledir. Şeriat'ın uzandığı bir kaynak vardır; bu kaynağa ulaşmak Din'in en gerçeğine, özüne ulaşmaktır. Bu öz, tekerleğin Merkezi'dir, İslâm'ın dilinde hakikattır; yani Hakk'a, ulaşmak, hakk olmaktır; yokluktan varlığa çıkmak, yoklukta yok olup, varlıkta dirilmektir. İşte, Şeriat'tan Hakikat'a, çevreden merkez'e uzanan yola tarikat denilir.
Burada, daha açık bir örnek verelim. Bir ağaç kökü, gövdesi ve dallarıyla ağaçtır. Bu ağacın kökü minhacdır, gövdesi şeriatta; dalları ise tarikatlardır. Dalları kırıldığında, kökü ve gövdesiyle ağaç yine ağaçtır; ama, dallarıyla bütünlenir. Fakat, ağacın amacı çiçek açıp, yapraklanıp meyve vermektir. İşte, Minhac, Şeriat ve Tarikat kanalıyla meyveye, hakikata ulaşılır. Bu nokta, Kur'an'da daha güzel bir örnekle şöyle açıklanır:
“Eğer doğru yol üzerinde dosdoğru gitseydiler, bol sularla sulardık onları.” (Cinn: 16).
Kur'an'ın benzetmeleri cidden ilginçtir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Şeriat 'su yolu' demektir. Su yolundan akan su denize veya göle dökülür; bu yolda giden insan tükenmez suya ulaşır.
Burada, şu önemli noktayı bir kez daha hatırlatmak gerekiyor ki, insanın tarikattaki yürüyüşünün ölçüsü de Şeriattır. Tekerleğin çubukları üzerinde merkez'den çevreye, çevreden merkez'e yürüyüşün yönü duruma göre değişir. Tekerleğin kurulma aşamasında önce merkez bir kabul ve tasdik konusu olarak ortaya konur; sonra çubuklar merkez'e raptedilerek çevreye ulaşılır. Tekerlek tamamlandıktan sonra çevre'de bulunmak Tekerlek'te bulunmak demektir. Çevreden çubuklar aracılığıyla daha bir derinliğine merkez'e varılır. Şu halde, aslolan çevredir, sınırlardır. İnsanın çubuklarda yürüyüp yürümediği, yürüyüşünün doğru olup olmadığı, çevreyi oluşturan hükümlere uyup uymadığına göre değerlendirilir. Sözgelimi, sürekli zikreden, Allah diyen, tefekkürde bulunan, hattâ zamanın ve mekânın izafiyetlerini aşıp, aralıklarında bir sultanla yol alan (Rahman: 33) insan, eğer çevre'nin sınırlarının dışına taşıyorsa veya onu yok sayıyor ya da görmezlikten geliyorsa Allah'ın emirlerine aykırı emirlere rızasıyla itaat ediyorsa, bu insan ancak ve ancak bir gözboyacıdır, büyücüdür, istidrac sahibidir.
Kur'an'da belirtildiği şekilde, sözgelimi, insanları kötülüklere bulaştıran değil de, her türlü kötülükten arındıran namaz, ancak Şeriat'ı ve Tarikat'ı sağlam tutmakla mümkündür. Örneğin, hem namazın şeklen farz, vacip, hattâ müstehap olan hükümlerini yerine getirmek, hem de onu tam bir huşu' ile kılınan namazda sırtına bir bıçak saplansa, veya sırtından bir hançer çıkarılsa acısını duymaz. Şafaktan geceye kadar yemeyen, içmeyen, cinsel ilişkide bulunmayan oruç tutmuştur; ama bu orucun kalpte bir nur meydana getirmesi, insanı yerin ve göğün, zamanın ve mekânın aralıklarında seyahat ettirmesi ise dosdoğru yolda yürümekle mümkün olur.
Minhac, Şeriat ve Tarikat ve bunlarla ulaşılan Hakikat Din'in tamamıdır ve Dini yalnızca Allah'a has kılmak, dinde ihlâsla Allah'a ibadet etmektir.
Yukarıda, açıklamaya çalıştığımız “erim” anlamıyla 'Tarikat'tan ayrı olarak Tarîk, Allah'a da, Cennet'e de Cehennem'e de götüren, normal günlük dilde ise, hangi şekilde olursa olsun, ister dar, ister geniş, ister asfalt, ister patika, her türlü yol anlamına gelir. İslâm, genel anlamıyla Tarık'î, kendi genel çerçevesi ve örgüsü içinde Sırat ve Sebil diye iki ayrı şekilde daha ele almıştır ki, bunlara aşağıda değineceğiz.
MİLLET, 'söyleyip yazdırmak' veya 'ezbere yazmak' anlamına gelen ‘imlâl’ masdarıyla ilgili bir kelimedir. [118] Kur'an-ı Kerim'de, “Ey iman edenler! Belli bir süreye kadar birbirinize borç verdiğiniz zaman, onu yazın; aranızdan bir yazıcı adaletle yazsın. Yazıcı, Allah'ın kendisine öğrettiği şekilde yazmaktan çekinmesin, yazsın; borçlu olan da yazdırsın (imlâl etsin) Bakara: 282)” buyurulmaktadır. Nasıl, “Ke-Te-Be” yazmak fiilinden, 'yazılmış, hükmolunmuş' anlamında 'kitap' gelmişse (bk, Kitap); 'millet' de, yazdırmak anlamındaki ‘imlâl'le bağlantılıdır; sözcük anlamı bir bakıma, 'yazdırılmış' demek olmaktadır.
Gerçi, kelimenin kaynağı hakkında daha değişik fikirler de vardır. Bunun İbranice ve Yahudi-Hristiyan-Aramice olan ve 'kavram, kelime’ anlamına gelen 'milla, mille' kelimesiyle ilgili olduğu da söylenmiştir. Ayrıca, kelimenin gerçekten Arapça mı, yoksa, Arapça'ya sonradan mı girme olduğu konusunda daha başka tartışmalar da varsa da, müsteşrik Nöldeke'nin ve çoğunlukla İslâm dil bilginlerinin kabul ettiği şekilde, millet' in 'İmlâlle ilgili olup, 'emlâ – imlâ /yazdırmak' fiiline işaret ettiği görüşü daha fazla taraftar bulmuştur. [119]
Millet, 'din, şeriat, dinde gidilen yol, tarikat, sünnet, yol' anlamlarına gelir.[120] Bu anlamda, hem Yahudi, Hristiyan ve müşriklerin, hem de müslümanların milleti söz konusudur. Elmalılı, 'Millet, Din ve Şeriat' kelimeleri arasındaki farklılığa şöyle değinir:
“Şehristanî'nin 'El-Milel ve'n-Nihal'deki açıklamasına göre, din, şeriat ve millet gerçekte aynı şeylerdir; fakat, kavram olarak her birinin belli bir yönü vardır. İtikad yönüyle din, amel yönüyle şeriat, birlik, toplama yönüyle de millet denilir. Aslında, itikad edilen neyse, amel edilen de odur; amel edilen neyse, toplanılan da odur. Bu bakımdan millet, bir topluluğun çevresinde toplandığı ve üzerinde yürüdüğü, bir diğer deyişle, toplumsal ruhunun tabî olduğu egemen prensipler ve tutmuş olduğu yoldur. Hakkı hak, batılı batıl, eğrisi eğri, doğrusu doğrudur. Demek ki, millet toplumun kendisi değildir. Ona 'cemaat, ümmet, kavm veya ehl-i millet' denilir.” [121]
Belirlilik takısıyla 'el-mille', Hz. Peygamber'e vahyedilmiş olan gerçek dini ve dolayısıyle 'ehl’ül-mille'yi, yani müslümanları ifade etmek için kullanılmıştır. Bu anlamda, kelimenin zıddı olarak ehl'üz-zimme terimi ise, müslümanların yönetimi altındaki gayr-ı müslimleri ifade eder. Bu iki terim ayrıca, millî ve zımmî şekillerinde de ifade olunmuştur. [122]
Millet'le din arasındaki dikkatimizi çeken ayrılık, mill et'in Allah'a değil, yalnızca kişilere izafe edilmesidir; söz gelimi, hiç bir zaman 'Allah'ın milleti' denmez. Kur'an'da, en çok 'İbrahim Milleti' deyimi geçer. Hz. Peygamber ve İbrahim'den sonra gelen tüm peygamberler İbrahim Milleti'ne tabî olduğu gibi, kavmlerini de bu 'millet'e tabî olmaya çağırmışlardır. Bu bağlamda, Hz. Yusuf,. “Allah'a iman etmeyen ve Ahiret'e küpeden bir kavim milletini bıraktım ve babalarım İbrahim, İshak ve Yakub'un milleti'ne uydum” der (Yusuf: 37-38). Demekki, bir İbrahim Milleti, bir de, başka kavimlerin milleti vardır. Şuayb'ın kavmi, Hz. Şuayb'ı 'kendi milletleri'ne tabî olmaya çağırmışlar (A'raf: 88), Cenab-ı Allah, “Yahudi ve Hristiyanları'n milletlerine tabı olmadıkça müslümanlardan razı olmayacaklarını” belirtmiştir (Bakara: 120).
Kur'an'da dikkatimizi çeken, Allah'a ve Rasûlü'ne 'itaat' edilir, dinde (ihlâs'lı olunur veya din 'sapasağlam tutulur (ikame edilir), yerine getirilir'ken, millet'e tabî' olunduğudur. Bu bakımdan, millet, Elmalılı Hamdi Yazır'ın da belirttiği gibi, dinin toplumsal yanını açıklar.
Yani, tarih boyunca müslümanlar İbrahim'in Milleti üzere olmuşlardır; dini uygulamak, ikame etmek, millete tabî olmakla mümkündür; yani,' aynı din üzerinde, bir imamın peşinde bir ümmet oluşturmak sorunudur ana sorun. İşte, İbrahim'den beri, İslâm'ı din kabul eden ve bu din üzerinde bir millet halinde bir ümmet oluşturan müslümanlar hep kardeştirler. Din'den Ümmet'e giden yolun adı millettir. Yani, millet, bir gidiş, bir yol tutuş, bir sünnet ifade etmektedir; topluca bir yürüyüşü dile getirmektedir. Sözgelimi, İslâm'a, Allah'ın Dini'ne inanan bir kimse ümmet oluşturmaya yönelmez, yani bir millet üzerinde olmazsa, onun inancı havada kalır. Bu yüzden, Mekke'de hicret emredilince, güçleri yettiği halde hicret etmeyen müslümanlar Kur'an'da 'münafık' olarak anılmış ve fakihler, bir müslümanın İmam'ın izni olmadıkça 'Dar'ül-İslâm'ın dışında yaşamasını haram saymışlardır. İşte, millet, bir önderin, imamın çevresinde bir arada bulunma halidir; bir din üzerinde bir ümmet oluşturma halidir. Nitekim, hadislerde, müslümanların 73 millete bölüneceklerinden sözedilir[123] bu, müslümanların birer liderin çevresinde ümmetten koparak, gerçek lideri bırakarak 73 grup halinde bölüneceğinin işaretidir.
Millet'in bugün Türkçe'de kullanıldığı şekliyle 'ulus, budun, ırk, kavim' ve yabancı dillerdeki 'nation' kelimeleriyle hiç bir ilgisi yoktur. [124]
Kur'an'ın terminolojisinde “yol” anlamına gelen kelimelerin büyük bir yeri vardır. Bu kelimelerden “Din, Şeriat ve Tarikat”ın ne anlama geldiklerini gördük. Şimdi de 'Sırat' ve 'Sebil' kelimelerine değineceğiz. Kur'an'da, “Size nasıl başlamışsa, öyle dönersiniz (A'raf: 29)”, buyurulmaktadır; yine bir başka ayette ise 'varlıkların Allah'tan geldiği, Allah'ın olduğu ve Allah'a dönmekte oldukları' ifade olunmaktadır: “Biz Allah'ınız ve O'na dönmekteyiz (Bakara: 156)”. İşte, Allah'tan gelip Allah'a giden varlıklar için 'dünya hayatı' bir yoldur, Allah'a dönüş yoludur.
Müslüman hakimlere göre, Allah'tan gelen bütün yaratıklar, yeniden Allah'a dönmek için belli aşamalar halinde varolmuşlardır. Varlıklar, maddesiz, şekilsiz nurlu yaratıklardan başlamış, Arş, Kürsî, gökler derken görünür alem'e inmiş, yeryüzünde ise, madenler, bitkiler ve hayvanlar varolmuştur. Her varlık düzeyine bir hedef biçilmiştir ki, bu hedef, kendi içinde tamlığa ulaşmaktır. Bu bakımdan, her varlık düzeyinde, düzeyinin en küçük oranda özelliklerini taşıyan varlıklardan, en üst oranda taşıyanlarına kadar çok çeşitli yaratıklar vardır.[125] Bütün yaratıklar içinde, (İblis ve cinler hariç) Allah'a dönen yolda kendi özgür seçimiyle giden tek varlık insandır. İnsan yeryüzüne indirildiğinde Allah şöyle buyurmuştur:
“Ne zaman ki, size benden bir hidayet gelir de, kim benim, hidayetime uyarsa, böyleleri için korku yoktur, onlar üzülecek de değillerdir. Küfr edip de, ayetlerimizi yalanlayanlar ise, onlar Ateşin ashabıdır. Orada ebedîdirler.” (Bakara: 38-0). Allah, dünya hayatını yeryüzünde yaşamakla karşı karşıya bıraktığı insana gitmesi gereken yolu çizmiştir. İnsan her ne durumda olursa olsun, mutlaka Allah'a dönmektedir; ama bu dönüş, ya bitmez tükenmez nimetler yurduna dönüştür, ya da korkunç bir azap yurduna dönüştür. Kendi yarattığı kullarına karşı merhameti bol olan Allah(C.C), kullarının sonsuz nimetler yurduna dönmesi için onlara yolunu göstermiştir; ama, kendisinde seçme özgürlüğü olan insanın, bu seçme özgürlüğü nedeniyle bir denemeğe tabî tutulacağı da açıktır. İnsan, bu seçme özgürlüğüyle insan olmuştur, onun tüm şerefi bir bakıma buradadır; aksi halde hayvan olurdu. Fakat, seçme özgürlüğüne sahip olmak, ister istemez tercih edilecek iki seçeneği akla getirmektedir. İşte, insan seçimini Allah için de yapabilir, kendisini sürekli Allah'a isyana ve nefsine tapınmaya çağıran İblis için de yapabilir(bk. Nefs, Ruh). Bu noktada, insanın önüne, sonunda yine Allah'a varan iki yolun çıktığını görüyoruz; yani, insan için yeryüzünde yollar ikileşmektedir. İnsan bu iki yoldan herhangi birine girebilir; bir üçüncü yol sözkonusu değildir. Ve, insana her iki yola koyulabilme imkânı verilmiş, hangi yolun doğru, hangi yolun eğri olduğu bildirilmiş ve seçim hakkı insanın kendisine bırakılmıştır:
“Andolsun nefse ve onu düzenleyene; ona fücurunu da ilham etti, takvasını da. (Şems: 7-8).” “Muhakkak onu yola (sebîl) ilettik, ister şükreder, ister küfreder (İnsan: 3)”. İşte, genel olarak insanın yeryüzünde yürüdüğü yolun adı “SEBİL”dir. Sebil sözcük anlamıyla “üzerinde kolayca yürünen yol, işlek yol” demektir. [126] Allah dünya hayatında “sebîl” üzerinde yürümeği kolaylaştırmıştır. (Abese: 20).
Aslında 'sebîl tektir; bu, doğruluğu apaçık belli olan ve Allah'ın gösterdiği 'yol'dur. Fakat, insan eğer İblis'e boyun eğer ve nefsî arzularının peşinden koşarsa, bu 'yol’ ikiye ayrılır. İnsanın Allah'ın Yol'undan ayrılıp, bir başka yol tutması bilgisizliğindendir; bu bilgisizlik bozuk bir itikaddan kaynaklanır. Bozuk itikadından gelen bilgisizliği, ya da karanlıklarda arzuları doğrultusunda edindiği 'bilgi' nedeniyle insan Allah'ın Yol' undan ayrı bir yol tutar. İşte, insanın Allah'ın Yol'undan başka bir yola ayrılmasına “ğayy” denilir, 'Ğayy', 'ğavâ' fiilinden gelir; 'azmak, sapmak' demektir.[127] (Azgınlık'la 'sapkınlık' birbirini tamamlayan iki eylemdir. İblis, insanın gerçek değerini bilememekle ve aynı zamanda büyüklenmekle, Allah'ın emrine karşı gelerek sapmış, bu sapıklığı da azmak olmuştur. Kendisi nasıl sapmışsa, Kıyamet'e kadar insanları da öyle sapıtma fonksiyonunu yüklenmiştir:
“Öyle ise” dedi, “beni azdırıp sapıtmana karşılık, andiçerim ki, ben de onları (sapıtmak) için doğru yoluna oturacağım. Sonra, önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından kendilerine sokulacağım da, onların çoğunu şükredenlerden bulmayacaksın. (A'raf: 16-17).”
İblis'in saptırma yolları pek çoktur. Çok çeşitli biçimlerde insanlara yaklaşır; sağlarından gelir, sollarından gelir, önlerinden ve arkalarından gelir. İolis'in sapıtma yolları sayısınca, insanın da sapma yolları vardır. Kimisi şöhret sevdasıyla sapar; kimisi servet sevdasıyla; kimisinin sapmasına karşıt cinsi, kimisinin çocukları, kimisinin malları neden olur. Kimisi, Allah'ın Yol'unda giderken gösterişe veya kendini beğenmişliğe kapılarak sapar. Ve, İblis bütünüyle sapıtıp şeytanlaştırdığı insanlarla da başka insanları sapıtır. Nitekim, Kur"an'da şöyle buyurulmaktadır: “Üzerlerine söz hakk olanlar, “rabbimiz, bunlardır bizim saptırdıklarımız; kendimiz azıp saptığımız gibi, onları da azdırıp saptırdık” derler (Kasas’ 63)”.
Saptıranların saptırma biçimleri de çeşit çeşittir. Bazıları korkutarak, bazıları yüksek mevkiler vererek, bazıları kadınlar kullanarak ve paralar yayarak, bazıları doğruları yanlışlara alet ederek, bazıları Allah'ın adını anarak insanları saptırır. İşte, Kur'an'da bütün bu 'azgınlık ve sapık yollar'a, da “SEBÎL” denilir. Ama, bu 'sebîlerin ortak adı, “sebîl-ül-ğayy'dır, yani 'sapık yol'.
Bu konuda, Kur'an'da şöyle buyurulmaktadır; “işte Ben'im doğru yolum, ona uyun; yollara (sebiller - sübül) uymayın ki, sizi O'nun Yolu'ndan ayırmasın (En1am: 153)”.
İnsanları Allah'ın Yolu'ndan ayıran yollar, yine Kur'an'ın deyimiyle, “bozguncuların(müfsitler) yoludur. İnsana düşen, bütün bu yollardan değil, Allah'ın Yol'undan gitmektir.
Kur'an'da, Allah'ın Yolu olarak, 'sebil' kelimesi, 'es-sebîl şeklinde belirlilik takısıyla da kullanılır. Bu yol 'rüşd yolu'dur, RÜŞD, 'ra şe de' fiilinden masdardır ki 'ğayy'in tam zıddıdır; yani 'sapkın ve azgın' olmamak demektir. Rüşd, 'doğruluk'tur, 'ist ikamet'tir. Rüşd, Allah'ın Dini'nin özel niteliğidir ve Allah'ın Dini 'sebil'-ürrruşd'dür.
'Sebil' kelimesi hem 'sapkın yol' anlamında, hem de, 'sapkınlığa iten ve sapkınlığa düşmüşlerin yolları' anlamında kullanıldığı gibi, 'doğru yol' anlamında, se-bîl'ür-rüşd' olarak kullanılmasının yanısıra, insanları bu 'sebîl-ür-ruşd'e götüren yollar anlamında da kullanılır. Bu anlamda kullanıldığında, çoğul olarak da gelir: “Onunla, rızasının peşinden gidenleri Allah selâm yolları (sübüles-selâm)'na iletir Maide: 16).” Selâm yolları, Allah'a ulaşan, Cennet'e varan yollardır. Bu. yollara iletilmek de bir çaba, bir cehd ister, uğraşma ister: “Uğrumuzda cihad edenleri yollarımız'a erdiririz (Ankebut: 69)”.
Ayrıca, nasıl insanlar çok çeşitli biçimlerde sapıtırlarsa, yine çok çeşitli biçimlerde Allah'ın Yolu'na gelebilirler. Bazıları namaza, bazıları oruca, bazıları cihada, bazıları tağutlara başkaldırma ilkesine, bazıları zulme karşı olunmasına, bazıları İslâm'ın ekonomisine, zekât emrine, bazıları ahlâkî ilkelerine, bazıları zihnî yönlerine kapılarak Allah'ın Yolu'na girer. İşte Allah'ın Yolu'na girebilmek için didinmek, kafa yormak, bu uğurda seyahat etmek, düşünmek de, yukarıdaki ayette belirtilen 'Allah uğrunda cihad etmek', “yani 'çabalamak, yorulmak'tır. İnsanlar için sapma yolları ne kadar çoksa, Doğruyu bulma yolları da o kadar çoktur. Bu bakımdan, müslümanların İslâm'ı tebliğlerinde İslâm'ın belli bir yönüne ağırlık verip, diğer yönlerini görmezlikten gelmemeleri, veya, zamanlarında ağırlıklı olan noktalara eğilip, insanların çeşit çeşit niteliklerde olduklarını unutarak, yalnızca o ağırlıklı noktaya eğilip diğer noktaları ihmal etmemeleri aynı şekilde, İslâm'ın başka bir yönüne ağırlık verip, diğerlerini ihmal edenleri ayıplayıp kınamamaları mutlaka gereklidir. Çünkü, Doğru Yolu'na girme yollarının çok olduğunu ilân eden Allah'tır; öyleyse, bu yolların hepsini insanlara açık tutmak müslümanların en birincil görevidir.
Kur'an'da, Allah'ın Doğru Yolu'yla ilgili olarak, 'sebîl-ür-ruşd'ün yanısıra, 'sebîl'ür-raşâd' terimi de kullanılmıştır. İsfahanî, 'raşad'ın ruşd'den daha özel ve dar bir anlam ifade ettiğini belirtmektedir. [128] 'Ruşd' geneldir; genel anlamıyla 'tamlık, doğruluk, sapkınlıktan uzak olma'dır; her türlü 'doğruluk' için kullanılabilir. Nitekim, Türkçe'de 'rüşdünü ispat etti' denilir. Raşâd'in. anlamı daha özeldir; 'ruşd'de belli bir şekilde gitme anlamı ifade eder. 'Reşîd' ve 'raşid', 'rüşd halinde olan' demektir. Kur'an'da, 'Fir'avn'ın emrinin 'reşîd' olmadığı ifade olunur (Hud: 97)'. Yani, Firavn'ın yaptığı işler, yönetimi, davranışları, inancı, kısaca, her şeyi 'reşîd' değildir. Bilgisizlikten, ya da’ tümüyle yanlış bir bilgiden kaynaklanır. Yine, Kur'an'ın ifadesiyle, ‘Fifavn, hevasına (arzularına, zanlarına, kuruntularına, vehimlerine) uymuş ve zan ve kuruntularından oluşan bir bilgi üzerinde sapılmıştır. Allah'ın Vahyi'ne değil de, kendi zannına uyan insanlar sapıktır ve yaptıkları işler, düşünceleri, davranışları da hiç bir zaman 'reşîd' olamaz.
Mürşid, insanları, 'rüşd yolu'na götüren' demektir. “Allah kimi hidayet etmişse, o, hidayette olandır; kimi de sapıtmışsa, onun için mürşid bir velî asla bulamazsın (Kehî: 17)”. Demek ki, öncelikle mürşid Allah'tır; 'hidayet' konusunda ele alacağımız gibi, peygamberler Allah'ın hidayetiyle hidayet edendir; velîler de (bk. veli), yukarıdaki ayette de geçtiği gibi, Allah'ın irşadıyla, Peygamber'e uyarak irşad edenlerdir.
Allah'ın Yolu'ndan sapıp, başkalarını da o Yol'da gitmekten alıkoymak isteyenler, O Yol'u eğri büğrü hale getirmeğe çalışırlar. (A. İmran: 99) Çünkü, Yol ne kadar düz, ne kadar kestirme, ne kadar virajsız, ne kadar düzgün ve pürüzsüz olursa, böyle bir yolda ilerlemek o derece kolay olur. İşte, Allah'ın Yolu her türlü eğrilikten, sapıklıktan, virajdan, tepeden dereden, tümsekten çukurdan uzak dümdüz bir yoldur; yani seviyy bir yoldur. Ama, insanları bu Yol'dan alıkoymak isteyenler, bu Yol'u ellerinden geldiğince eğriltmeğe çalışırlar. Onu eğri-büğrü, virajlı, gidilmesi zor bir yol olarak tanıtırlar; Kur'an'da bu eğrilik büğrülüklere, derelere tepelere, çukurlara tümseklere ıvec denilir. Allah'ın Yolu her türlü ıvec'ten uzaktır. Fakat, kendilerinin 'asfalt'ta gittiklerini sananlar, onu bir 'dağ yolu, patika, keçi' yolu olarak sunma girişimi içindedirler. Bu Yol'un doğru bir yol olmadığını, bu Yol'da gitmenin insanı mutluluğa değil felâkete sürükleyeceğini, bu Yol' un büyük tehlikelerle dolu ve sonunda insanı boşluğa ileten bir yol olduğunu ileri sürerler. Yoksulluk korkusunu, kadınları ve çocukları, servet ve mal sevgisini, silâhlardan ve beşerî güçlerden korkmayı, ölüm korkusunu birer engel olarak, ıvec olarak bu Yol'un üzerine koymaya çalışırlar. Çok daha değişik biçimlerde, Allah' ın Yolu'nu, üzerinde yürünmeyecek bir yol olarak sunarlar. Oysa, bu yol, her türlü eğrilikten, virajdan, sapıklıktan uzak, seviyy, yani, düzgün bir yoldur; pürüzsüzdür.
Sebil kelimesi, yukarıda verdiğimiz anlamlarıyla bağlantılı olarak, 'çare, imkân, delil' gibi anlamlara da gelir. Bu bağlamda, “Günahlarımızı itiraf ettik, şimdi bizim için çıkmaya bir yol var mı? (Ğafir/Mü'min: 11)”ayetinde ve daha başka benzer ayetlerde de kullanılır. “Sizin için yeri beşik yaptı ve orada sizin için yollar açtı (Taha: 53)” ve “sizi sarsar diye yere ağır baskılar attı, ırmaklar ve yollar da ki, hidayete eresiniz (Nahl: 15)” ayetlerinde, 'insanların yeryüzünde yürüdükleri yollar' anlamına geldiği gibi, 'hayatlarını devam ettirme imkânları, güçlüklerden kurtulma çareleri, onları Allah'ın Yol'una götürücü deliller, işaretler, insanların geçimlerini sağladıkları meslekler' anlamlarına da gelmektedir.
“Ona yolu yetenin, Ev'i haccetmesi Allah'ın insanlar üzerindeki hakkıdır (A. İmran: 07)” ayetiyle, “Ancak, erkeklerden, kadınlardan ve çocuklardan, hiç bir çareye gücü yetmeyen ve yola eremeyen müstaz'aflar hariç (Nisa: 98)” ayetiyle ise, 'güç, imkân, fırsat, yeterli araç, gerekli zaman ve bedenî yetenek' gibi anlamlarda kullanılan 'sebîl kelimesi; “Allah kâfirler için mü'minler üzerinde yol kılmaz (Nisa: 141)” ve “Zlümden sonra yardımlaşanlar aleyhine yol yoktur; yol ancak, insanlara zulmeden ve yeryüzünde haksız yere saldırganlıkta bulunanlar aleyhinedir (Şura: 41-2)” ayetlerinde ise, aynı şekilde 'imkan, fırsat, güç, yetenek' gibi anlamların yanısıra, 'delil, hüccet' anlamlarına da gelmektedir.
Kur'an'da sık sık kullanılan ibn'üs-sebîl - yol oğlu' deyiminin, 'yolda kalmış' anlamına geldiği üzerinde ittifak vardır; yani, 'yol oğlu', kendi yurdundan çıkıp, seyahat ederken, yolda parası bitmiş ve yolculuğuna devam etmesine imkân kalmamış kimse demektir. Burada şu noktayı belirtmeliyiz ki, İslâm'da 'yolculuk' Övülmüştür; Kur'an, mü'minlerden sözederken, “tevbe edenler, ibadet edenler, hamd edenler, seyahat edenler...” der.(Tevbe: 112). Burada, 'seyahat edenler’, 'oruç tutanlar' şeklinde de çevrilmiştir ama, seyahat, gerek önbilgi aracı, gerekse Allah'ın ayetlerini tanıma aracı olarak önemlidir. Ayrıca, “seyahat edin, sıhhat bulun” hadisinde de belirtildiği gibi, insan belli bir yerde sürekli kaldığı sürece gerek batını, gerekse zahirî açıdan küflenir. Bütün büyük insanların hayatlarında, alimlerin yaşantılarında kesinlikle ardı arkası kesilmez seyahatler vardır. Bundan 10 asır önce, îslâm dünyası ilim ve cihad yolunda koşan insanlarla dolar taşardı. Buhara'dan kalkan bir alim İran, Irak, Suriye, Mısır, hattâ Endülüs'e kadar giderdi. İşte, Kur'an'da belirtilen 'yol oğlu', ya ilim, ya cihad, ya da geçimi gibi, Allah yolunda, yani 'ibadet' olan bir amaçla 'yol'da bulunandır. Bu bakımdan, İslâm'a, müslümanlara ve suçsuz insanlara zarar vermek için yolda bulunan birine, sözcük olarak 'yol oğlu' denilebilirse de, böyle birisi, kendisine zekât verilmesi gereken ‘yol oğlu’ olamaz.
‘Cadde, ana yol, büyük yol’ anlamlarına gelen Sırat kelimesi, bir bakıma Sebil'le eş anlamlıdır; şu kadar ki, yalnızca tekil olarak 'Allah'ın Yolu' veya 'İblis' in Yolu' anlamına kullanıldığında 'sebil'le eş anlamlıdır. Bunun dışında, Sırat'la. Sebil arasında belirli farklar vardır.
Sırat kelimesinin çoğulu yoktur ve Kur'an'da da kullanılmaz. Sırat, 'Allah'a giden sebîl, veya Cehennem'e varan sebîl’dir. Bunun dışında, 'Sebil'e girme veya es-Sebil'den sapma şekilleri anlamında çoğul olarak kullanılan sübül, sırat için sözkonusu değildir. Sırat, İslâm'ın terminolojisinde ayrıca, Cehennem çukurlarının üzerinden geçip Cennet'e uzanan, 'kıldan ince, kılıçtan keskin' yol olarak da geçer. Aslında, bu yol, yani 'kıldan ince, kılıçtan keskin' olan yol, bir bakıma, yalnızca Cehennem çukurlarından geçen değil, insanın dünya hayatına gelişiyle başlayan yoldur. İnsanın, daha doğrusu mü'minin yeryüzündeki hayatı sırattır; bu hayatı yaşama, sırattan geçmedir. Dünya hayatında sırat ikiye ayrılmaz. Ama, Ahiret'te bu yol bir yerde Cehennem'e uzanırken, bir yerde de Cehennem'i aşıp, Cennet'e varır.
Kur'an'da, sebil için, 'doğru yol' anlamında 'sebil'ür-ruşd' veya, 'sebil’ür-raşad' deyimleri kullanılırken, sırat için yalnızca 'es-sırat'ül-müstakîm' ve zaman zaman da 'es-sırat'üs-seviyy' deyimleri kullanılır. 'Ivec' ve 'ğayy', 'sırat’için sözkonusu değildir. Kur'an'da, Allah'ın Yolu dışındaki yollar için 'sırat' kelimesi kullanılmaz. Bu noktada, şu ayet yeterince fikir verici niteliktedir:
“İşte benim doğru yolum (Sırat'ım), ona uyun; yollara (sübül) uymayın ki, sizi O'nun Yolu'ndan (sebili) ayırmasın.” (En'am: 153)”.
Demek ki, sırat tektir ve bu da Allah'ın Sebili'dir, 'es-sırat'ül-Müstekim'dir; bunun dışındaki yollar, sübül, yani, sebiller'dir. İşte, dünya hayatında insanların sırat üzere olmaları gerekir. Geniş bir yoldur bu; insanların dünya hayatları ve Ahiretteki gerçek mutlulukları için. her türlü gerekli imkânı ve araç-gereci kendinde barındıran bir yoldur. Fakat, bu yol, aynı zamanda 'kıldan ince, kılıçtan da keskince’ bir yoldur. İnsan, Allah elinden tutmazsa, her an bu Yol'dan kayıp, ğayy olan sebillerden birine girebilir. Her adım başında oturmuş es-sebil'ül-ğayy davetçileri vardır Sırat'ın üzerinde:
“Ve her yolun başına oturup da, tehdit ederek iman edenleri Allah'ın Yolu'ndan çevirmeğe ve onu eğriltmeğe çalışmayın (A'raf: 86)”.
İnsan, her adım başında bu Yol'dan sapabilir. Bu bakımdan, bir insan ömrünün sonuna kadar Doğru Yol da yürürken, son anlarında kafir ölebilir; yine, ömrünün sonuna kadar başka yollardayken, son anlarında (öleceğine kanaat getirdiği son an dışında) Doğru Yol'a girebilir. Bu bakımdan, peygamberler, örneğin Hz. Yusuf, “Beni müslüman olarak öldür ve beni salihlere kat” diye dua etmiştir. İşte, ömür boyu Allah'ın Yolu'nda kalabilmek ve özellikle bu Yol üzerindeyken can verebilmek için her an Allah'a dua etmek, “Rabbımız, hidayete ulaştırdıktan sonra kalplerimizi eğriltme ve katından bize rahmet bağışla” diye; “Ey kalpleri evirip çeviren, kalplerimizi dinin üzerinde sabit kıl” diye hem dille, hem davranışlarla yalvarmak gerekir. Sürekli olarak, yukarıda belirttiğimiz gibi, “Allah uğrunda cihad içinde olmak, Allah'a varmak için uğraşıp didinmek” zorunludur.
İşte, dünya hayatında “es-Sıratül-Müstekîm” üzerinde olan insanlar, 'kıldan ince, kılıçtan keskince' yolu geçen insanlar, Ahiret'te de Cehennem'in üzerindeki 'sırat'tan geçip, Cennet'e ulaşacaklardır. Dünya hayatında, Allah'ın Yolu dışındaki yollarda yürüyenler, Ahiret'te Cehennem'e uzanan yola girip, ateşin içine yuvarlanacaklardır:
“Toplayın o zalimleri, onların eşlerini ve Allah'ın dışında taptıklarını. Götürün onları Cehîm'in yolu (sıratı)na. (Saffat: 22-3)”.
'MÜŞTEKİM' kelimesi, Ka-Me' fiil kökünden gelmedir. Bu fiil ve kendinden türeyen “kıyam, makam, mükam, ikamet, istikamet, müştekim” gibi kelimelerin Kur'anî kavramlar içinde çok önemli yeri vardır. 'Karne', 'kalkmak, ayakta durmak, düzelmek, terazinin dili ortaya gelmek', 'alâ' harfi cerriyle kullanıldığında 'devam ve sebat etmek', 'lî' harf-i cerriyle kullanıldığında 'yönetimini üzerine almak'; 'e ka me', 'ikamet etmek, yerine getirmek, hakkını vererek yapmak, doğrultmak, düzeltmek'; 'is te ka me' 'düzelmek, doğrulmak, tam olmak'; 'kavam', 'orta, mutedil'; 'kıvam', 'düzen, dayanak, destek, insanı ayakta tutan; 'kavim', 'mutedil, boyu güzel'; 'kıyme', 'değer, fiat, paha'; 'kayyum', 'her şeyi tutan, koruyan, ayakta tutan; 'kayyime', 'tam, kâmil'; 'mekam', 'ayakların bastığı yer, oturulan, basılan yer, oturan kişiyi belli eden yer'; 'mükam', 'yaşanan yer'; 'mukim', 'ikamet eden, oturan, anlamlarına gelmektedir. [129]
İnsanlar için aslolan oturmak (kuud) değil, ayakta olmak (kıyam)tır. 'Oturmak', kokuşmanın, bozulmanın, paslanmanın simgesidir. 'Oturanlar' Kur'an'da şiddetle yerilir:
“Eğer çıkmak isteselerdi, onun için bir hazırlık yaparlardı. Fakat, Allah davranışlarından hoşlanmadı da, onları durdurdu; “oturun oturanlarla beraber” denildi (Tevbe: 46)”.
“Siz daha önce oturmaya razı olmuştunuz; şimdi de, geri kalanlarla birlikte oturun (Tevbe; 38)”.
Oturmak, bütün zincirlerle, nefsin arzularıyla, dünya hayatının ağırlıklarıyla yere çakılıp kalmak demektir; bu büyük bir mezellettir, köle ruhluların işidir,' hiç bir zaman mü'minlere yakışan bir durum değildir:
“Ey iman edenler! “Allah yolunda seferber olun” denildiği zaman, size ne oldu da, yere bütün ağırlıklarınızla mıhlanıp kaldınız; Ahiret'i bırakıp da, dünya hayatına mı razı oldunuz?”.(Tevbe: 38)”.
Alıntıladığımız ayetlerde çizilen 'oturan insanın portresi' oldukça çarpıcıdır. Dünya'yı anlatırken daha geniş değineceğimiz gibi, nefsin arzuları ve dünya hayatının geçimlikleri, bir amaç haline geldikleri zaman insana yere mıhlayan paslı zincirler olurlar. Bu zincirlerini özgürlük sanarak, dünya hayatının geçimliğini hayatın tek amacı ve gerçeği olarak alan insanlar, hangi durum ve şartlarda olurlarsa olsunlar, isterse çevrelerinde büyük ihtilâller olsun, isterse yüzbinler ölsün, milyonlar açlıktan kırılsın, isterse en büyük zulümler işlensin, hattâ kendi onuru lekelensin vurdumduymaz olur ve zaten onurları da kalmamıştır. İşte, böylesi insanlar 'yazın sıcağını, kışın soğuğunu, toplanacak ekinleri, bakılacak bağları ve bostanları, yetim kalmalarından korktukları çocuklarını ve dul kalmasından korktukları karılarını, pek tatlı hale gelmiş bulunan canlarını' bahane ederek, yerlerinden imkânsız kalkmak istemezler; dünya hayatı tek hayat olarak algılanmaktadır artık onlar için; Ahiret ya unutulmuş, ya da inkâr edilmiştir.
İslâm, böylesi insanları uyarmaya ve oturdukları yerden kaldırmaya girişir. Bunun için, önce namazı emreder İslâm; namazın en büyük gerçeği de 'ayakta durmak'tır. Omuzlarındaki sorumluluğun farkında olmayan, çevresinde olup bitenlere, işlenen cinayetlere, akıtılan kanlara seyirci kalan ve tam bir uykunun içine dalmış bulunan insanlara “kum – kalk” der islâm. Kalkan insanın üzerindeki uyuşukluğu atması, uykunun ağır basıp yeniden yatmaması için “ellerini, kollarını, yüzünü yıka” ve çevik bir şekilde 'kıyam et' der.
Namaza kalkmak - 'kıyam' - her türlü uyuşukluktan, uykudan ve gafletten kurtulup, insanı oturmaya ve yere mıhlamaya yönelten her türlü etkiye, kendisini oturmaya zorlayan, çevresinde olup bitenleri görmemesi için gözlerine perde çekip, kulaklarına ağırlık vuran, oturan insanların vurdumduymazlığı karşısında yeryüzünü fesada veren insanlara karşı bir 'silkinme' ve 'ayaklanma' demektir. Ve, rükû ve secdeyle yalnızca Allah'ın huzurunda eğileceğini ve başka hiç bir şeyin huzurunda eğilmeyeceğini ilân eden insanın bu davranışına ikamet denilir; Kur'an sürekli olarak, “ekîmû's-salât - namazı ikame edin” der de, 'sallû - namaz kılın' demez. Demek ki, namaz, her türlü beşerî ve şeytanî güve ve etkilere karşı ayaklanıp, Allah'a kul olmadır. Günde beş kez namazlarıyla kıyam eden insanların, evrensel bir kıyam için toplanıp harekete geçecekleri yer Kabe'dir. Kabe, yeryüzüne konulmuş, insanlar için, tüm alemlere yol bulma, Allah'ın Yolu'na girmenin işareti olarak konulmuş ilk Evdir (A. İmran: 96). Burada, Hacerül-Esved vardır ki, Allah'la insan arasındaki ahdeşmenin sembolüdür. Bazı rivayetlere göre insanın yeryüzünde varoluşundan bu yana Mekke'de ayakta duran Kabe, Hz. İbrahim ve oğlu İsmail tarafından temelleri üzerinde yeniden yükseltilmiştir (Bakara: 127). Allah, Kabe'yi insanlar için güvenlik ve toplantı yeri yapmış, İbrahim'e ve İsmail'e, orasını her türlü şirk kirinden temizlemelerini emretmiştir (Bakara: 125).
Hz. İbrahim, insanlığın tarihinde dönüm noktasıdır; ondan sonra, kıyam görevi, O'nun Ailesi'nin önderliginde İbrahim Milleti'ne tabî olan ümmete geçmiştir; ve İbrahim, imam kılınmıştır. (Bakara: 124). Allah Kabe'yi insanlar için bir KIYAM yeri ve işareti yapmıştır (Maide: 97). İşte, namazla benliklerinde kıyam edip, yalnızca Allah'a rükûda ve secdede bulunan insanlar, hep birlikte Kabe'de toplanıp, orayı her türlü şirk kirinden temizleyerek, evrensel kıyamı başlatırlar ve ora da topluca Allah'ın önünde rükûya ve secdeye varırlar (Bakara: 125).
İbrahim, Kabe'nin temellerini İsmail'le birlikte yükseltmiştir. Çünkü, İbrahim'in risalet çapındaki son mirasçısı İsmail'in soyundan gelen Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V.)'dir. O, İbrahim Milleti'ne uymuştur; Kabe'yi yine şirk kirinden temizlemiş ve İbrahim'in makamında, namaza durmuştur; çünkü, Kabe'de evrensel kıyamın sembolü ve bu kıyama girişmenin başlangıç noktası olarak İbrahim'in makamı vardır. Kabe bir kez daha şirkten temizlenecek; insanlığın tarihindeki son } ve en evrensel kıyam yine Kabe'de başlayacaktır inşa-Allah.
'Ka-Me' fiilinden gelen diğer kelimeleri, bu genel anlam çerçevesinde ele almak durumundayız. “Allah'ın kulu kıyam ettiği zaman, bütün müşrikler onun üzerine üşüşür de, adeta bir keçe gibi olurlar (Cinn: 19)”
“Namazdaki kıyamı kavrayamayan veya kavrayıp da, böyle bir kıyamda bulunmak istemeyen münafıklar, üşene üşene kalkarlar namaz için (Nisa: 142)”. (Bu ayetle, “Cihad etmeden veya etmeyi düşünmeden ölen kişi, Cahiliyye ölümüyle ölür” hadisi arasında ne kadar yakın bir bağlantı vardır.) Ashab-ı Kehf, “Rabbımız göklerin ve yerin rabbıdır” diyerek ayaklanmıştır{Kehf. 14)”. İnsanlar Alah'ın indirdiği kitaplarla (İncil, Tevrat, son şekliyle Kur'an) amel etseler, bu kitapların hükümlerini yerine getirseler, yani bu kitapları ikame etseler, başlarının üzerinden ve ayaklarının altlarından nimetlere boğulmaları kaçınılmaz olur (Maide: 66)”. Mü'minler, Allah'ın haddlerini ikame etmekle yükümlüdürler (Bakara: 229)”. “Allah, Nuh'a tavsiye ettiğini, Muhammed'e vahyettiğini, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğini dinden bir şeriat kılmış ve mü'minlere dini ikame etmelerini, (yani, onu ayaklar altında çiğnemeyip, arkalarına atmayıp, her türlü hükmünü yerine getirmelerini) ve dinde bölük pörçük olmamalarını emretmiştir (Şura: 13)”. Yine, Allah, “Ölçüyü titiz bir adalet anlayışıyla ikame etmeyi emreder; yani, tartma işleminde, (terazinin dilinin tam ortada olmasını) emreder (Rahman: 9)”. Yine, “şahitliği ikame etmek, (yani, kişiden şahitlik yapması istendiğinde bundan kaçınmaması,) kendisi, yakınları aleyhindede olsa doğru şahitlik yapması” da Allah'ın emirlerindendir. (Talâk: 2). İşte, Allah için kıyam edip, Allah'ın hükümlerini yerine getiren, yani ikame eden ve kayyim, yani dosdoğru, sağlam, eğrilikten uzak, hükümlerinde adil Ki-tab'ın emir ve yasakları doğrultusunda giden, bir başka deyişle, Kitabı ikame eden insanların üzerlerinde yürüdükleri yol, sonunda dosdoğru Allah'a ve Cennet'e ulaşan 'Es-Sırat'ül-Müstekîm'dir. İnsanların bu yolda, dosdoğru gitmeleri gerekir: “Emrolunduğun şekilde dosdoğru ol(Hud: 112)”. Bu ise, kişinin benliğinde, yukarıda izah etmeğe çalıştığımız biçimde namazla kıyam etmesi ve sonra yalnızca Allah'ın önünde rükû' ve secdeye varması ve bunu Kabe'de evrensel çapta uygulamaya koyması, Allah'ın hükümlerini ikame etmesiyle mümkündür. İşte, bu şekilde dosdoğru olabilenlerin üzerlerine melekler iner (Fussılet: 30); Allah onları bitip tükenmez bir suyla sular (Cinn: 16) ve yukarıda da belirttiğimiz gibi, 'kendilerine başlarının üzerinden ve ayaklanılın altından nimetler yağar. Gerçek kurtuluş ve mutluluk işte budur. [130]
Gerek Kur'an'ın, gerek Kâinat'ın, gerek İnsan'ın ve gerekse Kâinat'taki varlıkların, biri kendi yönlerinden, diğeri de Allah'a olan yönlerinden kaynaklanan İki özellikleri vardır. 'Hakk' kelimesini anlatırken açıklamaya çalıştığımız gibi, vücudu mutlak, ezelî ve ebedî ve hakk olan tek varlık Allah'tır; Allah'ın açısından başka hakk olan varlık yoktur ve her varlığın varlığı izafîdir. Özellikle bu nokta, “Hidayet – Dalâlet” ve “Kaza – Kader” konuları için oldukça önemlidir. Kur'an'a dikkatle baktığımızda, bir yandan “ancak Allah'ın hidayet ve dalâlete yönelttiğinin okurken, bir yandan da, “hidayet” veya “dalâlet”i seçmenin insan elinde olduğunun vurgulandığına tanık oluruz. Aynı şekilde, bir ayette “sizden dileyen doğrulur” denirken, hemen ardından “Allah dilemedikçe dileyemezsiniz” buyrulur. “Hidayet'i, dalâlet'i, irade'yi, kâinattaki bütün olup bitenleri, insanların yaptıklarını bile ancak Allah'ın yaptığını” ifade eden ayetleri 'Allah'tan insanlara doğru' bir seyir içinde ele almak gerekir ve bunun nasıl olduğunu bizim gibi 'gayb'da duran ve 'gayb'ı 'şehadet' (bk. Şehid) haline getiremeyen insanların kavrayabilmesi çok zordur. Bu nedenle, biz bu tür olguları 'kuldan Allah'a doğru' bir seyir içinde ele alacağız.
Allah, öncelikle 'dilediğini dilediği şekilde yapan'dır. Bu nokta, her sorunda kalkış noktamız olmak durumundadır. Böyle bir inancı 'kör kader - fatalizm' kabul edenler, insanın doğmasını, ölmesini, renginin, ırkının, fizikî yapısının türünü, doğum ve ölüm tarihlerini, Güneş'in, Ay'ın, yıldızların hareketlerini, günlerin gecelerin birbiri ardınca gelişini, mevsimlerin oluşumumu vb. hiç bir şekilde etkilemek şöyle dursun, bir Allah fikrini kabul etmek işlediklerine gelmediğinden, bu tür olayları 'fatalizm'den daha kör bir 'otomasyon'a bağlamakta ve bir kasırga, görünmez bir kaza, deprem gibi olaylar karşısında da acizliklerini ortaya koymaktan başka bir şey yapamamaktadırlar. O halde, her şeyden önce, 'dilediğini dilediği şekilde' yapan Mutlak Bir Varlığın bulunduğu, biz kabul etsek de, etmesek de ortadadır ve en açık bir gerçektir.
İşte, 'dilediğini dilediği şekilde' yapan Allah-ü Tealâ (C.C.) kâinatı yaratıp, insanları ve cinleri belli bir alanda eylemlerinde serbest bıraktığında, Cennet'i ve Cehennem'i bu insanlar ve cinlerle doldurma hükmünü de vermiştir. İşte, Allah'ın 'kimlerin Cennet'e, kimlerin de Cehennem'e gireceğini bilmesi', O'nun meşietiyle bütünlük içindedir. Allah meşiet veya kazasından yeryüzü hayatında insanları sorumlu tutmaz onlara birtakım emir ve nehiylerde bulunur ve ahirette “kaza ve meşietinden değil emir ve nehiylerinden sorar” 'Mutlak hidayet ve mutlak dalâletin Allah'tan olmasının anlamını bizim bunun dışında ifade edebilmemiz zordur.
Allah, cinlere ve insanlara belli bir 'dileme' gücü vermiştir. 'Cinler', ateşten yaratılmış ve topraktan yaratılan insanlara görülmeyen, çeşitli biçimler alabilen ve 'hem mü'mini, hem kâfiri' bulunan varlıklardır. Burada, 'cinler' konumuzun dışında olduğundan, sadece insan üzerinde yürüyeceğiz.
'Sebil' ve 'Sırat' kelimelerini anlatırken de belirttiğimiz gibi, insana verilen irade, iki zıt kutup arasında bir seçimi gerektireceğinden, insanın yeryüzündeki hayatına başlamasıyla birlikte, 'hayr'la. 'şerr’, veya, 'küfr'le 'iman', 'Allah'ın Yolu'yla, 'İblis'in Yolu' arasındaki, mücadele de başlamıştır. Allah, bu mücadele ve imtihan için gerekli her türlü şartı yaratmıştır; bir yanda, insana sonu gelmez arzular, tutkular, unutkanlık, cehalet, saldırganlık, kibr, haset gibi özellikler verir ve bu özellikler üzerinde onu sürekli Allah Yolu'ndan sapmaya, Cehennem'e çağıracak İblis'i varederken, bir yandan da, yine insana, Kendi Yolu'na gidebilecek yetenekler, akıl, düşünme, muhakeme etme, öğrenme, hatırlama gibi yetiler bahsetmiştir. İşte, bu iki zıt kutup arasında insan iradesini kullanmak durumuyla karşı karşıyadır: Bu durum, Kur'an-i Kerim'de şu ayetlerde ifadesini bulmaktadır:
“Rabbimiz. her şeye yaratılışını verip, sonra hidayet edendir (Taha: 50)”.
“Yüce Rabbi'nin adını teşbih et; O yarattı ve düzene koydu; ve, takdir edip, yola koydu (hidayet etti) (A'lâ:1-3)” Demek ki, hidayetin ikinci derecesi, Allah'ın her şeyi yerli yerine koymasıdır. Bu, yalnızca insanlar için değil, Kainatın tüm işleyişi için geçerlidir. Yani, Allah her varlığı yoluna koymuştur ve onları bu yolda yürütür.
Allah, Adem'i yeryüzündeki hayatına indirdiği zaman şöyle demişti:
“Hepiniz ordan inin; artık, ne zaman benden bir hüda gelir de, kim benim hüda'ma uyarsa, böyleleri için korku yoktur, onlar üzülecek de değillerdir (Bakara: 38)”.
Yeryüzündeki hayatına başlayan insanın önüne iki yol açılmış bulunuyordu artık. Bu yollardan birisi, Allah'a giden Yol, diğeri ise, Allah'ın Yolu dışındaki sayısız yollar. Allah, Kendi yarattığı kullarına karşı son derece merhametli olduğu için, insanlara sürekli olarak hüdasını göndermiştir. Aslında, hüdasınıı gönderiş, Allah'ın rahmetindendir, merhametindendir. Çünkü, Allah daha önce insanı bütünüyle yetkin bir halde yaratmış, onu acımak, susamak, üşümek, yanmak gibi her türlü ihtiyaçtan uzak tutmuştu. Fakat, İnsan, Allah kendisini İblis'in 'azdırması - iğvasına karşı uyarmış olmasına rağmen, İblis'e uyarak, iradesiyle kendi kaderini bir yerde kendi çizmiştir. Bundan sonra, Allah'ın insana tekrar hidayet göndermesi, bütünüyle O'nun rahmetidir. Nitekim, hidayet kelimesinin bir anlamı hediyedir. 'He-Dâ' 'doğru yolu bulmak, yola girmek, yol göstermek' anlamına gelirken, 'eh-da' 'hediye vermek’, 'ha-dâ', 'hediyeleşmek' demektir. Artık, yeryüzüne indikten sonra, Allah'ın insanlara yol göstermesi, onlara 'hüda' sını göndermesi, bütünüyle O'nun hediyesidir.
Yeryüzünde İnsan'a düşen, Allah'ın hediyesini kabul etmektir. Bu hediyeyi Allah, her insana doğrudan ', doğruya değil de, aralarından seçtiği elçieri vasıtasıyla gönderir. İnsanın nefsi üzerinde çalışan, dünya hayatı için gerekli olan yeme, içme, cinsel arzu, uyuma gibi ihtiyaçları saldırganlık, haset, kibr, bilgisizlik, unutkanlık gibi bütünüyle olumsuz niteliklerle birleştiren İblis böylece dünya hayatının geçimliğini insan'için yegâne amaç haline getirir. Bunun sonucunda, yalnızca tutkuları peşinde koşan ve yeryüzünde fesat çıkaran insanın Doğru Yol'u bulması için, Allah elçilerini gönderir ve elçileriyle beraber Kitap indirir. İnsanın, saptığı yollardan ayrılıp, Allah'ın Yolu'na girebilmesi için, öncelikle böyle bir zorunluluğu duyması, yani, bu Yol'a girmek',için çabalaması gerekir. Bu çabalama 'Allah uğrunda cihad'dır. Böyle bir çabanın içinde olan, yani, ya kendilerinden, ya da Elçiler'in çağrısıyla böyle bir çabanın içine giren insanlara, Elçiler getirdikleri Kitab'ın ayetlerini okurlar. Ne ilginçtir ki, Elçiler'e ilk inananlar, Şirk'in kirlerine bulaşmamış ve Şirk'in yarattığı ortamdan son derece rahatsızlık duyanlar olmuşlardır; yani, Kur'an'ın deyişiyle, kulakları bütünüyle sağır, gözleri bütünüyle kör olmamış, bunun sonucunda kalpleri hepten kararmamış, yani, ölmemiş insanlardır bunlar. İnsanı öldüren, kalbi karartan günahlardır; Şirk'in her türlü kirlerinin içine bulaşarak, karanlıklar içinde hayaller ve kuruntular üzerinde bir 'bilgi' oluşturan ve bunu gerçek bilgi sanan insanların iman etmesi kolay olmaz. İblis, insanlara yaptıklarını bezer, onlara ‘va'd eder, içlerine kuruntular eker.
“Elbette senin kullarından belirlenmiş bir pay alacağım” dedi; “onları mutlaka saptıracağım, boş kuruntulara sokacağım ve onlara emredeceğim”.. Onlara va'd eder, ümit verir.. (Nisa: 118-120)”. İşte, Şeytan'ın va'dine, verdiği ümitlere ve emirlerine bağlanıp, tutkularına kapılan insanlar 'ölmüş’ insanlardır; fasıktırlar, tacirdirler.. Elçiler'in getirdik'lerine inanmazlar, onları yalanlarlar, inananları da vazgeçirmeğe çalşırlar. Onların bu durumuna, Kur'an-ı Ke-rim'de “çok uzak bir dalâl” denir. ;
İblis'in temelde insanlar üzerinde bir hükmü yoktur. O sadece va'd eder, kuruntular ve ümitler verir. Ona uyanlar, aslında tutkularına, arzularına, nevalarına uyanlardır. Böyleleri, kurdukları dünyalarını sürdürebilmek için bir takım putlar icat ederler. Bu putlar, bazı şekiller olabildiği gibi, özellikle günümüzde çok yaygın olduğu biçimiyle, aldatıcı bir takım 'bilgi'ler, eğlenceler, şarkıcılar, sporcular, bilim, teknik; sosyoloji, psikoloji, hattâ tıp ve biyoloji gibi bilimler; ilerleme, eğitim, medeniyet, kültür, çağdaşlık gibi kelimeler de olabilir. Bunlar, Allah'ın Yolu'ndan sapmış, tutkularına köle olmuş insanların, başkalarını da saptırmak için icat ettikleri putlardır. Kur'an bu duruma şöyle değinir: “
Hani İbrahim demişti: “Rabbim, bu şehri güvenli kıl, beni ve oğlumu putlara tapmaktan uzak tut. Rabbim, çünkü onlar, insanlardan çoğunu saptırırlar (dalâlete düşürürler)..(İbrahim: 35-6).”
Oysa, gerek İblis'in, gerekse putların insanlar üzerinde etkileri yoktur, dalâlete düşen insanın kendisidir:
“Onlan ve Allah'tan başka taptıklarını topladığı gün der ki: “kullarımı siz mi dalâlete sürüklediniz, yoksa kendileri mi yolu sapıttılar?» Derler: «Teşbih ederiz seni, senden başka veliler edinmek bize yaraşmaz. Fakat sen onlara ve babalarına geçimlik verdin de, zikri unuttular ve helaki hak eden bir topluluk oldular (Furkan: 17-18).”
Demek ki, insanların sapmasına neden olan, dünya hayâtının geçimliğidir; bu geçimliği dünya hayatının amacı haline getirip, Ahiret'i unutmaktır.
“İnsanlar için, kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, salma güzel atlara, ekinlere ve hayvanlara karşı aşırı tutku bezenip süslendi; oysa bunlar, dünya hayatının geçimliğidir..” (A. İmran: 14).
Öte yandan, yukarıda belirttiğimiz gibi, Şirk'in yol açtığı ortamdan memnun olmayan ve çıkış yolu arayan insanlar, gerçi hüda üzere değillerse de, uzak bir sapıklık içinde de değillerdir, onların sapıklığı, hüdanın dışında, ama ona yakın olma durumundaki bir sapıklıktır, dalâldir. Elçiler bunlara Allah'ın ayetlerini okuduğu zaman, onlar hemen kalplerindeki kirleri gidermeğe girişirler, yani tezkiyeye başlarlar:
“Andolsun nefse ve onu düzenleyene; fücurunu da ilham etti ona, takvasını da. Kuşku yok, onu tezkiye eden kurtuldu; alabildiğine örtense kaybetti (Şems: 10).”
Görülüyor ki, hidayetin birinci basamağı tezkiyedir. Nitekim, Hz. Musa da Fir'avn'a geldiği zaman, önce şunu söylemiştir: .
“Var mısın tezkiyeye (arınmaya); seni Rabbi'ne hidayet edeyim de, huşu bulasın (Naziat: 18-9).”
İşte, bu şekilde arınmaya koyularak, hüdaya tabî olmak isteyenlerin bu çabasına ihtida denilir. İhtida'nın başlangıcı Elçiler'e ve Allah'tan getirdiklerine inanmak ve okudukları ayetlerle kalplerini arıtma uğraşısı içine girmektir. İman ve İslâm konusunda da açıklayacağımız gibi, İman ve İslâm'ın birinci aşaması da budur; yani, Elçiler'e ve getirdiklerinin doğruluğunu kabul etmek ve teslim olmak. Böyle bir kabul ve teslimiyetin içine giren insan, ihtida etmiş olan insandır:
“Eğer sizin iman ettiğiniz gibi iman ettilerse, şüphe yok, ihtida etmişlerdir (Bakara: 137).”
“Eğer teslim olmuşlarsa, şüphe yok, ihtida etmişlerdir (A. İmran: 20).”
Beri taraftan, Elçiler'in çağrılarına kulak vermeyip, uzak bir dalâlin içinde olanların peşinden gidenlerin, kendilerini dalâlete sürükleyenlerle Ahiret'teki karşılaşmalarıysa Kur'an'da şöyle anlatılır:
“Sizden önce, insanlardan ve cinlerden geçen ümmetlerle birlikte girin ateşe” dedi. Bir ümmet girdikçe kardeşine lanet eder. Hepsi, birbiri ardınca orada toplanınca, sonrakileri öncekiler için, “Rabbimiz, bunlardır bizi dalâlete sürükleyenler, onlara iki kat ateş azabı ver” derler.,. Öncekileri de sonrakileri için, “sizin bize bir üstünlüğünüz, fazlalığınız yok, kazandıklarınızdan dolayı tadın azabı” derler (A'raf: 38-9”. ve, “Rabbimiz, doğrusu biz beylerimize ve büyüklerimize itaat ettik de, onlar yolu sapıttılar. (Ahzab: 66-7).”
Bu ayetlerde dikkatimizi çeken bir diğer nokta, insanlık tarihinde önceden gelenlerin sonradan gelenlerin sapmasında veya doğruda gitmesinde etkili olduğudur. Bu yüzdendir ki, Kur'an, geçmişlerin kazandıklarından sonra gelenlerin sorumlu olmayacaklarını vurgular ama, öncekilerin sonrakilerin yaptıklarından sorumlu olmayacakları konusunda bir değinide bulunmaz.
Kalplerini arıtanlar, Allah'a yapışır, Elçiler'in öğretilerine kulak verir ve bu öğretiler üzerinde gitmeğe, hayatlarını sürdürmeğe çalışırlarsa, Allah da yıların hidayetini artırır, onları Sırat-ı Müstekîm'de sabitleştirir:
“İhtida edenlerinse Allah hidayetlerini artırdı ve onlara takvalarını verdi (Muhammed: 17)”. İhtidalarında sabit olup, imanlarından dönmeyenler ve salih amellerde bulunanların sonunda kalpleri de hidayete erer; kalp hidayete erince, insan bütünüyle hüdaya, ulaşmış, yani artık tam anlamıyla hidayet bulmuş demektir:
“Kim Allah'a iman ederse, Allah kalbini hidayete erdirir (Teğabün: 11)”.
Allah'ın hidayete erdirdiği insanlar, yine İblis'in iğvalarına kapılıp, dalâlete düşebilirler. Valâl, Doğru Yol'dan her türlü sapmayı içine alır; ister bilerek, ister bilmeyerek, ister unutarak, ister kasden olsun. Sırat-ı Müştekimde olmamak veya Sırat-ı Müstekîm'i bilmemek de dalâldır.
Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan da anlaşıldığı gibi, hidayet öncelikle Allah'tandır ve tek hidayet edici O'dur. Fakat, rasûller Allah'ın hidayetiyle hidayet edici, yani, insanları Allah'ın Yolu'na yönelticidirler. Bu yönelişi tam bir hidayet üzerinde oluşa çevirmek yine Allah'ın elindedir. Peygamber ne kadar isterse istesin, insanlara hidayet veremez. Allah'ın izniyle insanlar hidayete erer veya sapıklıkta devam eder. Aynı şekilde İblis de insanlara vahyederek vesvese vererek emrederek kuruntular ve ümitler içinde yürüterek, onları dalâlete çağırır. Ama, yine, insanı sapıklığa iten Allah'tır; yani, nihaî belirleyici odur, insansa iradesini kullanarak sapar; yani Allah, İblis'in va'dlerine kanarak, tutkularına esir olan insanları, kendileri istedikleri ve o yöne yöneldikleri için saptırır. İnsanları doğruya yönelten, yani hidayete götüren imamlar olarak elçiler göndermesi, temelde yine Allah'ın hidayet etmesi olduğu gibi, İblis'le de saptırması, yine Allah'ın saptırmasıdır; yani, Allah insanın gerek hidayete ermesi, gerekse sapması için gerekli her türlü şartı yaratır; sonra, hidayete ermeğe çabalayan insanları hidayete ulaştırır, sapıklıkta ısrar edenleri de kendi hallerine bırakır:
“Onları (elçileri) emrimizle hidayete götüren imamlar kıldık (Enbiya.: 73).”
“Muhakkak sen Sırat-ı Müstekîm'e ihtida ettirirsin (Şura: 52)” Buna karşılık,
“Muhakkak sen, sevdiğini hidayet edemezsin, ancak Allah dilediğini hidayet eder (Kasas: 56).”
“Sen, görmüyorlarsa, körlere hidayet mi vereceksin? (Yunus: 43).”
“Sen ancak uyarıcısın ve her kavm için bir hidayet edici vardırb (Ra'd: 7) (Bu ayette, Hz. Peygamber'in korkutucu olmasının yanısıra, ondan başka bir hidayet edicinin de olduğu belirtilmektedir. Bu ayetin çok çeşitli tefsirleri yapılmıştır. Kavmin “hidayet edicisinin de yine peygamberler olduğu söylendiği gibi, bundan Allah'ın kastedildiği belirtilmiş, bazıları da Peygamber'den sonra O'nun yerine geçen Veliyy'til-Emr'in kastedildiğini ileri sürmüşlerdir.)
“Yeryüzündekilerin çoğuna itaat edersen, seni Allah'ın yolundan saptırırlar (En'am: 116).” Bazı insanlar, hidayeti bulduktan sonra da dalâlete düşerler. Tefrika ve bağy konularında inceleyeceğimiz gibi, bu sapmanın nedeni, yine tutkulara köle olup, dünya hayatını Ahiret'e tercih etmektir. Ve, bu sapma, Allah'ın apaçık delilleri ortaya koymasından sonradır ki, çok daha büyük ve tehlikeli bir sapmadır.
“Allah hidayet ettikten sonra, kaçınmaları gereken şeyleri açıklamadıkça bir kavmi saptıracak değildir Tevbe: 115)”.
Yeryüzünde hidayette ve dalâlette oluşlarına göre insanlar Ahirette ya Cennet'e, ya da Cehennem'e hidayet olunur.
“İnsanlardan, Allah hakkında ilimsiz mücadele eden ve her kaba şeytana uyan vardır. Onun aleyhine yazıldı ki, kim onu dost, velî edinirse, muhakkak onu sapıtır ve alevli ateşe hidayet eder (Hacc:3-4).”
“Onları Cehîm'in yoluna hidayet edin” (Saffat:23).
Yukarıdaki iki ayette çok ince bir nükte vardır. Gerek İblis'e, gerek cinden, gerekse insandan şeytanlara uyanları, velî edinip peşinden gittiği şeytan, sonunda onları alevli ateşe götürür, onun hidayeti alevli ateştir; bir başka şekilde, kendisine uymasının karşılığında, şeytanın vereceği hediye alevli ateştir. İkinci ayette de benzer bir anlam vardır. Zalimlerin Cehennem'e hidayet olunacağını belirten ayet, bir yandan ince bir nükte taşırken, öte yandan, yaptıklarının karşılığında onlara yakışan hediyenin Cehennem olacağını belirtmektedir.
Yine 'He-Da' kelimesinden gelen ve Hacc'da bir bakıma, yoksulların yemesi için ve aynı zamanda Allah'a bir hediye olarak, ayrıca, Hacc'da yerine getirilemeyen menasikten birinin karşılığı olarak kesilen kurbana 'hedy' denilir.
“Allah İçin haccı ve umreyi tamamlayın; eğer bir engelle karşılaşmışsanız, kolayınıza gelen hedy vardır; hedy mahalline varıncaya kadar başlarınızı traş etmeyin.. Kim de hacca kadar umreyle faydalanmak isterse, ona da hedyin kolay geleni vardır.. (Bakara: 196-).”
Dalâl, 'an' harf-i cerriyle kullanıldığında 'yitmek, yok olup gitmek, anlamlarına gelir. Kâfirlerin dünya hayatındaki amelleri, küfrleri, iftiraları, hepsi Ahiret' te kendilerinden sıyrılıp gidecektir. Böylece, onların hiç bir değerlerinin olmadığı anlaşılacak ve kendilerine hiç bir bakıma yarar getirmeyecek, tam tersine zarar verecektir. Dünya hayatında Allah'a koştukları eşler de, aynı şekilde kendilerinden kaybolup gidecektir:
“Uydurdukları şeyler kendilerinden kaybolup gitti (En'am: 24, Yunus: 30..)”.[131]
'İlâhlık, (Ulûhiyyet) Rabblık (Rubübiyyet) ve Meliklik (Mülûkiyyet) Allah-ü Tealâ'nın üç önemli fonksiyonunu oluşturur.
Rabblık, İlâhlık ve Meliklik birbirini tamamlayan ve biri diğerinin iç içe sonucu ve sebebi olan üç önemli niteliktir. Bu üç kelime zaman zaman Kur'an'da aynı ayette veya arka arkaya gelir: İşte Allah, rabbiniz, mülk O'nun içindir, ilâh yok, yalnız O var (Zümer: 6); Ne yücedir Hakk Melik olan Allah, ilâh yok, yalnız O var, Kerim Arş'ın Rabbi’dir (Mü'minûn: 116); De: “Sığınırım İnsanların Rabbi'ne, İnsanların Meliki'ne, İnsanlar' ın İlâhı'na” (Nâs: 1-3).
İLÂH, 'E-Le(Li)-He' fiilinden gelir. Bu fiilin 'kulluk etmek, tutkun ve düşkün olmak, yönelmek, ısınmak, alışmak' gibi anlamları vardır. [132]
İnsanın fıtratında kendinden üstün bir varlığa yalvarma ve tapınma ihtiyacı yatar. Çevresinde olup bitenler, gücünün yetmediği olaylar, kasırgalar, depremler onda bir haşyet, bir korku uyandırır. Bütün sebep kabul edilen şeylerin ortadan kalktığı bir anda, sözgelimi fırtınalı bir denizde veya ölüm anında tıbbın, bilimin veya sebeplerin aciz kaldığı bir sırada insanın sığınacağı, el açacağı bir varlık ihtiyacı ve duygusu her zaman varolagelmiştir. İnsan evrendeki çok şeyin kendi gücünün ötesinde cereyan ettiğini görmektedir. Güneş, Ay, yıldızlar bütünüyle insanın iradesinin dışında doğup batmakta, günler, mevsimler ve yıllar yine insanın gücünün ve isteğinin dışında gelip geçmekte, yağmur, kar, dolu insanın dileğinin dışında yağmakta ve hattâ öyle ki, kuraklığın son derece zararlı hale geldiği bir zamanda insanlar kendilerinden üstün bir varlığa el açma gereği duymaktadırlar. İşte, bunlar ve bunlar gibi daha pek çok durumlarda insan ister istemez sığınacağı bir melce' arar; bu melce' öyle olmalıdır ki, onun ihtiyaçlarına cevap versin, onu rahatlatsın, sıkıntılarını gidersin, gönlüne ferahlık versin.. [133]
Tek ilâh, yani Allah inancına sahip olmayanlar, yaratılışlarındaki 'iâh'a tapınma ihtiyaçlarını çok çeşitli biçimlerde giderirler. Bazıları için salt 'madde’, bazılan için 'tesadüfler', bazıları için yaratıklardaki 'diyalektik çelişki', bazıları içinse şu veya budur bu insanın üzerindeki kudret. Sonra, böylesi İlâhlar kabul eden insanlar, bu ilâhları çeşitli biçimlerde somutlaştırarak, putlar icat ederler ve diğer insanları bu putlara tapındırırlar. Çok zor kaldıkları anlarda ise ne putlara el açarlar, ne 'madde'ye ne de 'tesadüfler'e el açarlar; çünkü, aslında böylesi ilâhları yaratanlar kendileridir.
Kur'an'da, Allah'ın öncelikle 'ilâhlığı' üzerinde önemle durulur. Allah kelimesi de, 'ilâh'ın belirlenmiş halidir; yani, Allah 'bir' ve 'kendinden başka hakk ilâh olmayan' ilâh'tır; ama, batıl ilâhlar pek çok olduğu için, 'ilâh', başına belirlilik takısı getirilerek 'Allah' yapılmıştır. Kur'an'ın ifadeleriyle, ancak' her şeyi yaratan, insanları bir gün toplayacak olan, öldüren ve dirilten, kendisine dayanılan, güvenilen, yalvarılan, sığınılan, ilmi her şeyi kaplayan, kendisi için zaman ve mekân gibi hiç bir sınır olmayan, varlıkların eksikliklerinden bütünüyle uzak bulunan' ilâh olabilir. O halde, bütün bunlara gücü yeten 'ilâh'tır; böyle bir ilâh da birden fazla olamaz. Çünkü, olacak olursa “Her ilâh kendi yarattığıyla gider ve bazısı bazısı üzerinde büyüklenir (Mü'minün: 91). Yani, her ilâh bir başka şey diler; hepsi de ilâh olarak dilediğini dilediği gibi yapma gücüne sahip olduğu için, evrende tam bir bozukluk egemen olur. Oysa, evrende her şey muazzam bir denge halindedir; en ufak bir bozulmaya tanık olmak mümkün değildir. Öyleyse, evrene hükmeden ilâh tektir ki, o da Allah'tır.
Kur'an'da 'ilâh'ın fonksiyonları şu ayetlerde peşpeşe izah edilir;
“De: “Hamd Allah içindir ve selâm seçtiği kullarına.! Allah mı hayırlı, yoksa ortak koştukları mı?
Gökleri ve yeri yaratan ve sizin için gökten su indiren mi? Onunla sizin bir ağacını bile bitiremeyeceğiniz gönül açan bahçeler bitirdik. Allah'tan başka bir ilâh ha? Siz sapan bir kavimsiniz. Yeryüzünü durulacak sağlam bir yer yapan ve aralarından ırmaklar çıkaran, kendisi için sağlam dağlar vareden ve iki deniz arasına bir perde koyan mı? Allah'tan başka bir ilâh ha? Ne kadar da az hatırlayıp düşünmeniz var! Sizi karanın ve denizin karanlıklarında götüren ve rahmetinin önünde rüzgârları müjde olarak gönderen mi? Allah'tan başka ilâh ha? Allah koştukları ortaklardan ne kadar da yücedir! Yaratılışa başlayıp, sonra onu döndüren ve sizi gökten ve yerden rızıklandıran. mı? Allah'tan başka ilâh haa?” Eğer doğrular sanız, getirin delilinizi!” de. (Nemi: 59-64), Görülüyor ki, gökleri, yeri ve arasındakileri, evrendeki bütün varlıkları yaratan, gökten su indirip, onunla türlü türlü bahçeler, ağaçlar, otlar, çiçekler bitiren, insanların ve hayvanların tüm yiyeceklerini vareden, yeryüzünü üzerinde yaşanacak şekilde yapan, onu sağlam kazıklarla (dağlar) destekleyip, içinde ırmaklar akıtan, karanlıklarda insana yolunu bulduran ve insanı bu yeryüzünde yaşayabilecek nitelikte yaratan, öldüren ve yeniden diriltecek olan, işte ancak ilâh odur ve tek bir ilâh'tır bu, yani Allah'ta.
Yine Kur'an, Allah'ın tek ilâh olması konusunda daha başka deliller de zikreder. Sözgelimi, eğer Allah insanları kör edecek olsa, sağırlaştıracak olsa, insana kim göz ve kulak verebilir? Gökten taş yağdırıp, yerdekileri helak edecek olsa, bunu engeleyebilecek kimdir? Depremler, kasırgalar, tayfunlar, dondurucu soğuklar ve çıdırtıcı sıcaklar karşısında acaba insanın veya bir başka varlığın en küçük bir hükmü var mıdır?
Allah, gece ve gündüzü birleştirip, sürekli gündüz veya sürekli gece' yapacak olsa, ay ile yeryüzü, veya güneşle ay ya da yeryüzü arasındaki ince mesafeyi uzatıp kısaltacak olsa, yeryüzünün eksenindeki eğikliği alacak olsa, acaba kim buna karşı çıkabilir? İşte, insan da dahil olmak üzere bütün evren, içindeki varlıklarla birlikte gücü her şeye yeten, bilgisi her şeye ulaşan bir ilâh'ın kontrolü altındadır, insanlar, çaresiz kaldıklarında bu İlâh'a yönelirler; bir dilekleri olduğunda bu İlâh'a el açarlar. Korkuları bu İlâh'tandır, güvenleri de bu İlâh'adır. Yine, Kur'an'ın belirttiği gibi, bu İlâh'tan gelmişlerdir ve yine O'na dönmektedirler; bu yüzden de bu îlâh'a her şeyleriyle bağlıdırlar; sevgileri ancak O'nadır. Tapındıkları tüm başka şeyler, Kur'an'ın belirttiği gibi, bu İlâh'ı gerektiği gibi tanımamaktan kaynaklanır.
RABB kelimesi, Arapça'da r harfiyle, çift b (şeddeli b) harfinden oluşur. Asıl anlamı 'terbiye'dir; Nitekim, Türkçe'de de çocukları yetiştirmek için tutulan kişilere 'mürebbî' denir. Kelime, aynı zamanda 'ıslah etmek, üzerinde tasarrufta bulunmak, kemale erdirmek, efendisi olmak, kefil olmak, sorumluluğunu yüklenmek, toplamak-yığmak, başkanlık yapmak, sahip ve malik olmak' gibi anlamlara da gelir. [134]
Kur'an, Allah'ın rabb oluşundan sözederkeh, O'nun 'göklerin, yerin ve arasındakilerin, doğunun-batının, iki doğunun iki batının, doğuların ve batıların', en fazla olarak da 'alemlerin rabbi' olduğunu ısrarla vurgular. Yine, Hz. Musa Fir'avn'a, “Allah göklerin, yerin, sîzin ve atalarınızın Rabbî'dir” şeklinde 'Alemler'in Rabbi'ni tanıtmıştır.
Rabb kelimesi, Emr’i anlatırken de belirteceğimiz gibi, emr kelimesini gündeme getirir. Nitekim, Kur'an’da, “dikkat, yaratma ve emr O'nundur, Alemler'in Rabbi Allah ne mübarektir (A'raf: 54)” Duyurulur. Allah hiç bir zaman evreni yaratmakla kalmamıştır, özellikle Aristo'dan etkilenen Farabî ve İ. Rüşd gibi bir takım müslüman filozoflar, Allah'ın 'muharrik-i evvel', yani 'ilk hareket ettirici' olduğunu ileri sürerek, yaratılıştan sonra evrenin içindeki varlıklarla birlikte fıtratında taşıdığı melekelerle hareket etmekte olduğunu ileri sürmüşler ve adeta, 'Allah evreni yarattı ve bıraktı' gibi yanlış bir anlayışa düşmüşlerdir. Bu yanlış anlayış, sonunda, Peygamberler olmadan filozofların koyacakları kurallarla da yeryüzünde ilâhî bir hükümet kurulabilir düşüncesine varmıştır. Oysa, Kur'an 'muharrik-i evvel' şeklinde bir Allah anlayışına karşıdır. Bir kez, “sizi ve yaptıklarınızı yaratan Allah'tır” ayeti, yaratmanın ve emr'in Allah'a ait olduğunu belirten ayet, Allah'ın her an bir işte olduğunu ifade eden ayet ve hattâ dilemenin yalnızca Allah'a ait bulunduğunu ve ancak insanın Allah'ın dilemesiyle dileyebileceğini belirten ayetler de, aynı şekilde Allah'ın evreni kendi haline bırakmadığının açık işaretleridir.
Hakk kelimesini anlatırken de belirttiğimiz gibi, Allah açısından evrendeki her hareket Allah'a aittir; her varlığın varlığı O'ndandır ve dolayısıyle mutlak bir varlık yoktur, bütün varlıklar izafîdir. Varlıklar cisimleriyle değil, kendilerini cisim şeklinde gösteren içlerindeki varlık özüyle vardırlar; bu öz de bütünüyle Allah'tandır; yani, hiç bir varlık kendi halinde bir hareket yeteneğine sahip olmadığı gibi, böyle bir yetkiyle de donatılmış değildir. İşte izafi olarak varlıkların fıtratlarında varmış gibi görünen ve adına bugün 'tabiat kanunları' veya 'iç güdü' denilen bir takım sebepler, gerçekte Allah'ın sürekli olarak evreni yeniden yaratması ve yenilemesinden başka bir şey değildir ve Allah açısından 'sebep-müsebbip (sebep ve sebebin sebebi)' şeklinde bir ikilem asla sözkonusu olamaz; yani, sesep de, müsebbip de Allah'tır; fakat, soruna izafî olarak varlıklar açısından yaklaşıldığında karşımıza bir 'sebep-sonuç' ilişkisi çıkmaktadır; ne var ki, bu ilişki bazıları tarafından mutlaklaştırılıp, adeta Allah'ın 'İlâh ve rabb' olarak yerini almaktadır ki, bugün Batı'nın ve bazı müslümanların bilmeden vardıkları nokta burasıdır. [135]
Allah'ı salt ilk yaratıcı veya hareket ettirici olarak görmek, O'nu evrenden çekip çıkarmak ve sonuçta O’ nun 'rdbb'lığını inkâr etmek demektir. Oysa, Kur'an'ın ısrarla vurguladığı gibi, Allah evreni içindeki bütün varlıklarla birlikte 'kudret eli'nde tutmakta olup, dilediği biçimde yönetmektedir. Doğularda da Batılarda da, yerde de göklerde de idare yalnızca Allah'a aittir; her şey O'nun iradesi, hükmü ve bilgisi altındadır. Hiç bir varlık kendiliğinden bir hareket, yaşama ve davranma gücüne sahip değildir. Besleyen, büyüten, yediren, rızıklandıran, öldüren, dirilten, üreten hep O'dur.
İnsana yeryüzünde hiç bir varlığa verilmeyen üç önemli Özellik verilmiştir: İrade, konuşma ve bilgi. Kelime bahsinde de belirttiğimiz gibi, konuşma yalnızca dilin değil, bütün organların faaliyetlerini içerir; yani, bütün organların zikri bir kelime olarak kayda geçmektedir. Demek ki, insan başka varlıklara verilmeyen üç yetenekle yeryüzüne gönderilmiştir; çünkü o, yeryüzünün halifesidir. Allah adına bazı tasarruflarda bulunması gereken bir halife. Kur'an'da görürüz ki Allah'ın tasarrufuyla ilgili olarak da, çoğunlukla irade, ilim ve kelâm sıfatları kullanılır; yani, Allah istediği biçimde diler, dilemesi ilimîndendir, yani ilmi her şeyi kuşatır ve dileyince, dilediği şeye “ol” der, o da oluverir; yani, Allah'ın tasarrufu sadece “ol” demektir, böylece 'ol' denilen şey de olur. Nitekim, biz evrene 'kâinat', yani 'olanlar' demekteyiz. İşte, insan da bilgisi çerçevesinde diler ve dilediğini yapar.
Allah'ın ilmi, iradesi ve kelâmı mutlakken ve insan dahil herşeyi kuşatmışken, insanın ilim, irade ve kelâm'ı izafîdir, Allah'ınkileree tabî olmak zorundadır. Çünkü, o yeryüzünde halife olarak vardır; Allah'ın iradesi çerçevesinde dileyecek, O'nun ilminden bilgisini alacak ve O'nun kelâm'ı çerçevesinde davranacaktır. Ama, eğer insan Allah'ın ilâh olduğunu kabul etmezse, bu kez kendi dileme ve bilgisini mutlaklaştırır ve sonunda dilediği biçimde eylemde bulunur; yeryüzüne dilediği biçimde tasarruf etmeğe kalkar, iradesini kendi arzuları doğrultusunda kullanır ve işte bu da, Allah'ın rabblığını kabul etmemek, O'na bu noktada ortak koşmak demek olur.
Demek ki, rabb olarak Allah evrende mutlak tasarruf sahibidir; yalnızca insan teşriî olamaz bu Rabb'lığa karşı çıkabilir; yeryüzündeki tasarrufunu Allah'ın değil, kendi iradesi doğrultusunda yapmaya kalkışabilir; yani, yeryüzündeki hayatı, istediği biçimde yönlendirmeğe kalkar. Bunun için kendinden kurallar kor; böylece o kendi arzularını ilâhlaştırmış olur; arzularının doğrultusunda yeryüzüne şekil vermeğe kalkınca da yeryüzünde rabbleşmiş olur; bunun sonucunda, böylesi insanlara itaat edenler de, Allah'ı değil, bu insanları rabb kabul etmiş olurlar.
Kur'an, Allah'ın mutlak Rabb olduğunu belirtirken, bazı insanların bilginlerini, rahiplerini, hahamlarını, büyük kabul ettikleri bir takım kimseleri, yöneticilerini rabb edindiklerini, yani onların kendi nevalarından uydurdukları ve yeryüzündeki hayatı düzenleyici kurallara bağlı kaldıklarını da vurgular. Sözgelimi, Hz. Musa, Allah'ın mutlak anlamda Rabb olduğunu ilân ederken, Fir'avn kavmine karşı, “en büyük rabbiniz benim” diye seslenir. Yine Kur'an, insanları birbirlerini 'rabblar’ edinmeği bırakıp, yalnızca Allah'ı rabb edinmeğe çağırır. [136]
İnsanlarla ilgili olarak, Alah'ın Rabb'ın yanısıra bir diğer önemli sıfatı, melik oluşudur. Bu kelime hem doğrudan yönetimi, hem de mülkiyeti içine alması gibi insanın dünya hayatındaki en değer verdiği iki yönü kuşatmış olmasından dolayı oldukça önemlidir. Nitekim, Kur'an'da rabb ve melik sıfatları, insanla ilgili kullanıldığında ilâh'tan önce gelmektedir: “De; “Sığınırım İnsanların Rabbi'ne, insanların Melikime, İnsanların İlahı'na.” Bunun nedeni oldukça basittir. İnsanların birinci derecede Allah'ın Yolu'ndan ayrılmalarının nedeni rabblık ve mejikliği kendilerine özgü kılma, yani, Allah'ı yeryüzünden kaldırma sevdalarıdır. Eğer, Allah Rabb ve Melik olarak insanların hayatına müdahale etmeyecek olursa, bu durumda rabblık ve meliklik güçlü, kurnaz ve zengin insanların eline geçecek, bunlar da diğer insanlar üzerinde kolaylıkla rabb ve melik olabileceklerdir. İlginçtir ki, Kur'an, insanların .nevalarını ilâh kabul ettiklerini, arzuları doğrultusunda zanlarından kurdukları ilim üzerinde sapıttıklarını ve insanlar üzerinde rabbleşip, melik kesildiklerini belirtir. Yani, insan arzularına, tutkularına kurban olmakta, arzularını dilediği gibi gidermek ve dolayısıyle yeryüzüne ve yeryüzündeki gelir kaynaklarına dilediği ölçüde sahip olmak istemekte, bu da kendiliğinden daha başka insanlar üzerinde tasarruf sahibi olmayı gerektirmektedir. İşte, böylece hevalarını ilâh kabul ederek, yeryüzünde ilâhlarının emirleri doğrultusunda tasarruf edebilecekleri kuralları koyan, yani rabblesen insanlar, sonra bu kuralları da uygulayan birer melik durumuna geçmektedirler. Böylesi melikleri ise, Kur'an çok güzel tanımlamaktadır: '
“Muhakkak, melikler bir ülkeye girdiler mi, orayı perişan ederler ve halkının onurlularını zelil kılarlar; yaparlar mı, böyle yaparlar (Nemi: 34)”.
MELİK, 'Me-Le-Ke' fiilinden gelir. 'Me-Le-Ke' 'malik ve sahip olmak' demektir. Kelime, hem bir şeye sahip olmayı, hem de 'kuvvet'li olmayı çağrıştırır. 'Sahip ve malik' anlamında 'melik, malik, melik' kelimeleri kullanılır. Masdarı olan mülk veya milk, hem, üzerinde sahip ve tasarrufta bulunulan 'şey'i ifade ettiği gibi, hem de tasarrufta bulunmayı ifade eder. [137] Bu tasarruf, hem insanlar, öncelikle insanlar, hem de 'mallar' üzerinde tasarruftur. Nitekim, Allah için 'insanların meliki' denirken, 'insanlar üzerinde mutlak tasarruf sahibi' olduğu anlatılmak istenir. Fakat, yukarıda belirttiğimiz gibi, şirk koşan insanlar, Allah'ın melikliğini, yeryüzünde ve dolayısıyle insanlar üzerinde tasarruf sahibi olmak ve yeryüzündeki servetleri, yani, yeryüzü mülkünü diledikleri gibi kullanmak için gasbederler. İblis de, Adem'i önce bu noktada kandırmıştır:
“Dedi: “Ey Adem! Seni sonsuzluk ağacına ve tükenmez bir mülke götüreyim mi? (Taha: 120).” Demek ki, insan Alah'ın rabbliği altında değil, arzuları doğrultusunda sınırsızca yeryüzünün meliki olmak isteğindedir. Nitekim, tüm diğer Fir'avnlar gibi, Hz. Musa'nın Allah'ı rabb, ilâh ve melik olarak kabul etmeğe çağırdığı Mısır Fir'avnı da 'Mısır mülkünün kendisine ait olduğu' iddiası içindeydi (Zuhruf: 51). Melik ya da malik olma, malik olunan şey üzerinde istenildiği biçimde tasarrufta bulunmayı gerektirir. Bu anlamda, mutlak melik ancak ve ancak Allah'tır; çünkü, Kur'an'da mülkün yalnızca Allah'a ait olduğu defalarca tekrarlanmaktadır. Bütün kâinat Allah'ın mülküdür ve Allah mülkünde dilediği gibi tasarruf sahibidir. Ama, Allah adl, hakk ve tek ilâh' olduğu için, kâinatta dengesizlik ve haksızlık olmaz, tabu ki, insanın gücünün uzanabildiği alanlar dışında.
İnsan yeryüzünde halife olduğu, yani Allah adına yeryüzünde tasarrufta bulunacağı için, kendisine yeryüzü mülkü üzerinde izafî bir meliklik. yetkisi tanınmıştır. Bu yetki, hiç bir zaman mutlak anlamda olmadığı ve insanın keyfine bırakılmadığı gibi, Allah'ın yeryüzündeki hayatın gereği olarak çeşitli biçimlerde” renklerde, yeteneklerde ve mesleklere sahip olacak şekilde yarattığı insanlar da, önce bütün olarak bu meliklik yetkisine sahiptirler; yani, herkesin belli bîr tasarruf sahası vardır; ama bu tasarruf, hiç bir zaman mutlak değil, sınırlı ve Allah'ın tanıdığı alanda sadece bir emanettir. Öte yandan, tek tek insanların nasıl mülk sahibi olacaklarını ve mülklerinde nasıl tasarruf edeceklerini belirten kuralları da Allah her insana ayrı ayrı bildirmemiş, insanlar arasından seçtiği elçiler vasıtasıyla bildirmiş ve genel anlamda yeryüzündeki mülkiyetini bu elçiler aracılığıyla yürütmeği dilemiştir. Bu durum, Kur'an'da oldukça açıktır:
“Göklerin ve yerin ve ikisi arasmdakilerin mülkü’ Allah içindir (Maide: 18)”.
De: “Allah'ım, mülkün sahibi; mülkü dilediğine verir, mülkü dilediğinden alırsın (A. İmran: 26)”.
Allah, gerek meliklik, gerekse maliklik olarak mülkü dilediğine verir, dilediğinden alır. O, yeryüzünde insanlar üzerindeki tasarruf, yani meliklik, yöneticilik olarak mülkü, yukarıda da söylediğimiz gibi, elçilerine vermiştir: Aynı zamanda, mülk ile bilgi, hikmet bir arada bulunmak durumundadır. Bunlar da en fazla Allah'ın elçilerinde mevcuttur; öyleyse, ilim ve hikmet melikliğin şartlarındandır:
“(Yusuf dedi:) “Rabbim, bana gerçekten mülkten verdin ve bana hadiselerin te'vilini öğrettin (Yusuf; 101)”.
“Allah ona (Davud'a) mülk ve hikmet verdi ve ona dilediğini öğretti (Bakara,: 251)”. Madem ki, mutlak anlamda mülk Allah'ındır; öyleyse, insanlar Allah'ın kendilerine mülkten verdiği kişileri kıskanmamalı, onların mülkünü gasbetmeğe kalkışmamalı ve mülk sahipleri de üzerlerine düşeni yerine getirmelidirler:
“Yoksa, Allah'ın fazlından insanlara vermesini kıskanıyorlar mı? Andolsun, İbrahim Ailesi'ne kitap ve hikmet verdik ve büyük bir mülk verdik (Nisa: 54)”.
Allah, bazen elçilerini hem rasûl, hem melik kılar, Davud'un durumunda olduğu gibi, Hz. Muhammedin durumunda olduğu gibi; bazen de, peygamberlerin yanısıra, başka melikler de var eder. Nitekim, İsrail Oğullan'nda aynı zamanda birden fazla ve birbiri peşisıra 'nebi'ler bulunabildiği gibi, bu nebilerin yanısıra, nebilerin emrinde 'melik'ler de bulunabiliyordu:
“Musa kavmine demişti ki: “Ey kavmim! Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın; O içinizde nebiler varetti, sizi melikler yaptı..” (Maide: 20). Bu ayette, İsrail Oğulları'nın hizmetçi, binek, ve kadın sahibi olmakla “melik” diye adlandınldıklan belirtilmişse de, İsrail Oğulları içinde nebilerin yanısırâ, meliklerin bulunduğu da açıktır.[138]
“Nebilerine, “bize bir melik gönder.” dediler.. Nebileri onlara,, “Allah Talût'u size melik gönderdi” dedi. “O bizim üzerimizde nasıl melik olabilir? Biz melikliğe ondan daha lâyikız, ona geniş mal da verilmemiştir” dediler. (Nebileri de), “Allah onu sizin üzerinize seçti, onun bilgisini ve gücünü artırdı” dedi.. (Bakara: 246-7).”
Buraya kadar açıkladığımız melik kelimesi, öncelikle yönetici ve tabiî olarak, Allah adına gerek insanlar üzerinde gerekse yeryüzünde Allah'ın varettiği servet üzerinde tasarrufu elinde bulunduran kişi anlamında kullanılmıştır. Kur'an'da, dikkatimizi çeken bir diğer nokta, insanların mülkü olarak hemen hemen yalnızca 'cariye'lerin zikredilmiş olmasıdır; yani, yalnızca cariyelere malik olunur, bunlar insanların 'mülk'üdür; başkalarıyla paylaşılmaz, belli ölçülerde dilenildiği biçimde kendileri üzerinde tasarrufta bulunulur. Ayrıca, 'kölelere de 'memlûk' denilir. Kur'an, 'dünya hayatının geçimliği' dediği servet için 'mülk' deyimini kullanmaz; yenilen, içilen, sahip olunulan, kısaca kendileriyle dünya hayatı sürdürülen şeylere, emtiaya çoğunlukla 'mal' veya 'meta' denir.
Yukarıda belirttiğimiz gibi, Allah yeryüzündeki melikliğini, kendi seçtiği ve kendilerine 'ilim, hikmet' verip, 'te'vil' öğrettiği kişiler aracılığıyla yerine getirir. Bunun dışında, bu melikliği gasbetmeğe çalışanlara ve diledikleri biçimde insanlar ve yeryüzünün servetleri üzerinde tasarrufta bulunanlara da melik denilir. Kur'an, bunlara da 'mülk'ün Allah tarafından verildiğini vurgular. Ama, bu Allah'ın kendi melikliği için seçtiği insanlara verdiği gibi bir 'mülk veriş' değil, insanlar hak ettiği için gerekli gördüğü bir 'mülk veriş'tir. İnsana belli bir 'irade' verildiğinden ve insan yaptıklarından sorumlu olduğundan, eylemlerinin sonucunu mutlaka görür. Temelde Allah'ın iradesi, yeryüzünde kendi mülkünün, yani melikliğinin hakim olması şeklindedir ve bunun için dilediği insanları seçerek, onlar aracılığıyla melikliğini gerçekleştirmek ister ve seçimini de hiç bir zaman insanların keyfine bırakmaz; çünkü, O mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Ama, insanlar Allah'ın iradesi doğrultusunda değil de, kendi keyfî iradeleri doğrultusunda gider ve Allah'ın seçtiklerinin melikliğini kabul etmezlerse, bu kez Allah başlarına hak ettikleri meliği getirir. Nitekim, bu anlamda Fir'avn da, İbrahim'le Allah hakkında çekişen ve kaynaklarda Nemrut diye geçen kişi de meliktirler. [139]
Mülk'le ilgili olarak Kur'an'da geçen bir diğer önemli kelime melekût'tur. Gerek meşîet, gerekse halk kelimelerini anlatırken de değineceğimiz gibi, aslında bütün varlıklar Allah'ın 'ol' emirleriyle meydana gelmişlerdir. Acaba Allah'ın 'ol' dediği şey nedir, neye 'ol' demektedir Allah? Demek ki, varlıkların gerek salt nuranî, gerekse cisimsel ve gerekse şeytan veya cinler gibi ateşten varlıklar olarak ortaya çıkmadan önce., bir asılları, bir kökleri vardır. Bu asıllar da nurdur, ışıktır. Bu nur veya ışık Allah'ın nurundandır.
Allah ise göklerin ve yerin Nur'udur. Şu halde, 'eşyanın hakikati' denilen ve Hakk'tan kaynaklanan, Allah'ın Nur'uyla varlık kazanan ve İlm-i İlâhi'de ezelde var olan asıllara, varlık köklerine Allah “ol” deyince varlıklar ya maddesiz 'nurani' varlıklar, ya Güneş gibi maddî-nuranî, ya da maddî varlıklar haline gelmektedirler. [140] İşte, varlıkların 'biçim' giymeden 'ayan-ı sabite arketip'ler olarak bulundukları durum bir 'âlem' olarak tasavvur edilip, adına melekût alemi denilmiştir. [141] Bu aleme Allah'ın dilediği kulları bakabilir ve 'ayn'el-yakîn' halindeki imanlarını 'ayn-el-yakîn’ haline getirebilirler; ğaybı şehadete çevirebilirler (bk. Şehid). Nitekim, Kur'an-ı Kerim'de, “işte böyle, İbrahim'e göklerin ve yerin melekût'unu gösteriyoruz” buyurulmakta (En'am: 75); müşriklerin bu aleme bakmaları ve ibret almaları, Allah'ın birliğini görmeleri çağrısında bulunulmakta ve her şeyin melekût'unun Allah'ın elinde olduğu vurgulanmaktadır. [142]
(Bütün diğer Kur'an kavramlarının olduğu gibi, özellikle bu kavramların açıklanmasında da, yapabileceğimiz yanlışlardan dolayı Allah'tan bağışlanma dileriz; çünkü, yaptığımız Allah'ın Yolları'nda çabalamaktan başka bir şey değildir. Allah'ın ilmini içeren Kur’an'ı bizim anlayabilmemiz, ancak bir İnsan olarak kapasitemiz ölçüsünde olacağından, açıklamalarımız Kur'an'ın anlattıkları değil, bizim Kur'an'dan anladıklarımızdır. Okuyucularımızın bu önemli noktayı tekrar tekrar göz önünde bulundurmaları gerektiğini bir kez daha hatırlatmakta yarar görüyoruz.)
Allah'ın İradesi'yle insanın iradesi ve Kaza-Kader sorunu İslâm tarihinde en çok tartışılmış sorunlardan biridir. Öyle ki, bu tartışmalar çeşitli mezheplerin adeta varlık nedeni olmuşlardır. Daha önce de belirttiğimiz gibi, her konunun bir Allah'la ilgili, bir de varlıklarla ilgili olarak iki yönü vardır; bizim Allah'la ilgili yönü konusunda bilebileceklerimiz oldukça sınırlıdır ve nerdeyse imkânsıza yakın derecededir.
Yukarıda zikrettiğimiz gibi, Allah bir şeyi 'dilediği zaman o şeye 'ol' der ve o da oluverir. Demek ki, varlıklar ortaya çıkmadan önce, yani bir 'şey’ olmadan önce, gerçek olarak vardırlar; işte bu gerçek, (hakk) olarak varoluşları Allah'la ilgilidir. Bunun Allah'ın ilminde olduğu söylenmiştir. Nitekim, Kur'an-ı Kerim'de şöyle Duyurulur:
“Ğayb'in anahtarları O'nun yanındadır; onları O'ndan başka kimse bilmez. Denizde ve karada ne varsa, bilir. Bir yaprak düşmesin ki, O bunu bilmemiş olsun ve yerin karanlıklarında bir tane, yaş ve kuru hiç bir şey olmasın ki, apaçık bir kitapta bulunmamış olsun (Enam: 59)”.
'Kitab'ı anlatırken de belirttiğimiz gibi, 'apaçık kitap'a ‘Levh-i Mahfuz'da denmiştir. Yani, her şey bu. kitaptadır ve bu kitabın anahtarları da tabiî olarak Allah'tadır. Daha bazı ayetlerde de buyurulduğu gibi, Allah bu kitabı Kur'an'da ve evrende açmıştır; bunun anahtarlarını da, belki tümüyle olmasa bile, belli ölçülerde kullarından dilediğine verir (bk. Ğayb),
Aynı konuyla ilgili olarak, bir diğer ayette söyle buyurulmaktadır:
“Yerde ve kendi nefslerinizde başınıza bir şey gelmesin ki, biz onu yaratmadan önce bir kitapta bulunmamış olsun..(Hadid: 22)”. Demek ki, evrende meydana gelen her olay da Allah'ın ilminde vardır. O halde, evrendeki her varlık ve meydana gelen her olay Allah'ın ilminin açılışıdır; bu olmadan önce insanlar için gizlidir, gaybdır, ancak meydana gelince bilinir. Fakat, olması da olmaması da imkan dahilindedir, çünkü bizim elimizde değil, Allah' in elindedir, O'nun kudreti, dilemesi dahilindedir; bu bakımdan, evrene 'mümkinat’ denilir. îşte, Allah'ın bir şeyin olmasını veya olmamasını dilemesi İrade'dir; bu bağlamda, Allah'ın iradesi mutlaktır ve tüm evrende geçerlidir; şu kadar ki, biraz aşağıda belirteceğimiz gibi, insanın iradesi Allah'ın iradesi çerçevesindedir.
İrade, Râ-De (Ra-Ve-De) fiilinden gelir. Masdarı ravd, 'bir şeyin isteği, arzusu doğrultusunda gelip gitme, bocalama, çabalama' demektir. Gerek 'râ-de", gerekse 'ir ta de' aşağı yukarı aynı anlamda kullanılır. 'Raid' 'ot peşinde olan' demektir; devenin ot peşinde dolaşmasına da 'ravd' denilir. îşte, irade bu fiilin 'if'al' babı olan erade şeklinden masdardır. Şehvet, ihtiyaç ve arzudan kaynaklanan bir kuvveti ifade eder. Nefsin isteyerek bir şey peşinde koşması demektir. Bu koşma, gidip gelme şeklinde olur ve bir tereddüd de belirtir. Nitekim, Arapça'da 'yavaş yavaş’ anlamına gelen 'ruveyden' zarfı da bu kelimeyle bağlantılıdır. İrade, hem istek, hem de, bu isteği gerçekleştirmek için bir karar, bir yola koyulma anlamını da içerdiğinden, isteğe ulaşılsın ulaşılmasın bir başlangıç ve bir sonu, yani bir niyet ve işe koyuluşu kapsar. Ama, Allah'la ilgili olarak kullanıldığında, Allah için düşünüp karar vermek söz konusu olamaz; O'nun hükmüyle dilemesi hemen hemen aynı şeydir. [143] Allah her şeyi mutlaka irade etmez; nitekim, Kur'an, Allah'ın mü'minler için zorluk irade etmediğini belirtir. Yine, Kur'an'da, Allah'ın kulları için zulmü irade etmediği de anlatılır. Ama, İrade' nin yanısıra, bir de MEŞİET vardır. Bu kelimenin aslı 'Şâ-E' fiilidir. Bu fiil de, 'dilemek' anlamına gelir. Şu kadar ki, meşiet mutlaka bir şeyin varlığını gerektirir. Nitekim, şey kelimesi 'şâ e' fiilinin isim olarak masdarıdır; yani şey, Allah'ın 'meşieti'nin. sonucunda ortaya çıkan varlıktır; bu bir davranış, bir olay da olabilir. Bu noktada, meşiet evrendeki her şeyi kapsar, bu bakımdan insanın sınırlı meşieti de mutlaka Allah'ın meşietine bağlı olduğu için, bir iş yapmaya niyetlendiğimiz zaman, 'yapacağım' veya 'yaparım’ değil, 'Allah dilerse -inşa-Allah' yapacağım' dememiz gerekir. Dikkat edilirse, 'inşâ-Allah' deriz de, inerad'Allah' demeyiz; yine, Kur'an 've mâ teşâûne illâ en yeşâ-Allah - Allah dileyemedikçe dileyemezsiniz’ der, ama, 've mâ türidûne illâ en yürîd'Allah' demez.
Görülüyor ki, irade ve meşiet, Allah'ın ilminin evrende ortaya çıkmasını veya bir başka deyişle, isimlerinin 'şey'ler olarak tecellisini ifade eden yaratmayla .ilgili sıfatlarıdır. Mutlak irade, mutlak kudreti çağrıştırır; yani, dilediğini dilediği gibi yapabilecek zatın, böyle bir kudrete sahip olması gerekir. Kudret kuvvetten farklıdır; sözgelimi, bir taşın hareket etmesi kuvvetledir; ama bir yönde hareket ederken, değişik yönlere itilmesi kudreti gerektirir; kudret her yönlüyken, kuvvet bir yönlüdür. [144] îşte, Allah kudretiyle iradesini yönlendirir ki, buna da biz KADER deriz. [145]
KADER 'Ka-De-Ra' fül kökünden gelir. 'Alâ' harf-i ceriyle kullanıldığında 'gücü yetmek', normal olarak kullanıldığında ise, 'ölçmek, plânlamak, düzenlemek, rızkını daraltmak, 'kaddera', .'ağır davranmak, takdir etmek, miktarını ortaya koymak, belirli miktarda yapmak, yapma, gücü vermek' anlamındadır. Bu fiilden gelen 'kadr' 'kadar, miktar, eşit, şeref ve hürmete lâyık olma', 'kader' sözcük anlamıyla 'bir şeyin miktar ve durumu, bir şey için belirlenen zaman ve yer', 'mikdar, 'ölçü, hüküm' gibi anlamlarda kullanılır. [146] Bütün bu anlamlar Kur'an'da çeşitli ayetlerde geçer; . “Dilediğine rızkı yayar, dilediğine kısar (yakdiru) (Ra'd: 26)”.
“Allah'ı hakkınca takdir etmediler (ve mâ kaderu'llahe hakka kadrihî) (Enam: 91)”.
“Kendisine kimsenin güç yetiremeyeceğini mi (en len yakdira aleyh) sanıyor?(Beled: 5).”.
“Her şeyi yarattı ve onu tam bir miktarla takdir etti (kadderahû takdîra) (Fürkan: 2)”.
“Canı çıkası, nasıl da ölçtü biçti (takdir etti)! (Müddessir: 20)”.
“Her şey O'nun yanında bir miktar üzeredir (Ra'd: 8)”.
“Geceyi dinlenme zamanı, güneşi ve ayı birer hesap için yaptı; bu alîm ve azız olanın takdiridir (Enam: 96)”.
Görüldüğü gibi kader, Allah'ın her şeyi bir ölçü dahilinde ortaya koymasıdır. Kader'in hükmü, Allah'ın her şeyi ezelde belirlemesi, yazması şeklinde de tanımı yapılmıştır. Bu bağlamda, kaderin kazadan önce gelip, Îlm-i Ezelînin kapsamını içine aldığı, kazamnsa,, Allah'ın iradesinin tecellisiyle bu ilmin fiiliyata çıkması, eyleme dökülmesi olduğu belirtilmiş ve “Hatibinden bir kelime geçmemiş olsaydı, aralarında hükmolunurdu (kuzıye)” ayeti ve daha başka benzer ayetler delil gösterilmiştir. [147] Fakat, İ. Sina gibi bazı filozoflar ve daha bazı alimler, kazanın önce geldiğini ve kaderin kazanın Allah'ın iradesiyle ortaya çıkan şekli olduğunu ileri sürmüşlerdir. [148] Bizce, her iki iddiada da doğruluk payı vardır. Şöyle ki:
Ka-Za, 'bir şeyin halledilmesi’ demektir; sözgelimi, ihtilâflar hakkında hüküm veren kişilere kazı (kadı) denilir. Ragıp el-İsfahanî bunun iki yönü olduğunu söyler: Beşerî ve îlâhî. İlâhî olan, “Allah ancak Kendisi'ne ibadet etmenize hükmetti (kaza) ve “Allah hakkla hükmeder (kaza), O'ndan başka çağırdıkları ise, hiç bir şeyle hükmedemezler” ayetlerinde ifade olunduğu gibidir; yani, emir, söz, ilân veya bir eylem ifade etmektedir. “Onları iki günde yedi gök yaptı (kazahünne)” ayetinde de Allah'ın bir fiili ortaya konmaktadır. Beşerî olansa, kadının hükmetmesi ve Allah'ın bazı hükümlerinin yerine getirilmesini ifade eder. Sözgelimi, “Menasiklerinizi yerine getirdiğiniz (kazaytüm) zamana, ayetinde bu durum vardır. Ayrıca, kaza, bir şeyi 'tamamlamak, yerine getirmek' 'anlamlarında da kullanılır. “Musa süreyi doldurduğu (kaza ecelen) zaman; İçlerinde, verdiği sözü yerine getiren (kaza nahbehû) vardır” ayetlerinde bu anlamı görüyoruz. Bunların yanısıra, bir kişinin ihtilâflar hakkında hüküm vermesi için de, yukarıda belirttiğimiz gibi kaza kelimesi kullanılır: “Senin verdiğin hüküm hakkında (mimma kazayte) içlerinde bir sıkıntı duymadan ve tam olarak teslimiyet göstermeden (Nisa: 65) ve ((Muhakkak Rabbin aralarında adaletle hükmeder (kaza) ayetlerinde bu anlam açıktır.
Demek ki, bir bakıma kaza, “Allah'ın emri takdir edilmiş bir kaderdir (Ahzab: 38)” ayetinde ifade olunan kaderin yerine gelmesidir. Fakat, kaderin kudretle ilgili olduğunu yukarıda belirtmiştik. Yani, Allah, ilmindeki varlıkların ve olayların asıllarına iradesiyle “ol” der, o da olur. İşte bu olma 'takdir olunmuş bir kader', belli ölçülerde, Allah'ın çizdiği sınırlar içinde bir meydana geliş veya meydana geliş için biçilen ölçü ve şekilken; kaza ise, “Allah bir işe hükmettiği zaman (kaza emran), ona ancak “ol” der, o da oluverir (Bakara: 117)” ayetinde ifade olunduğu üzere, takdir olunacak şeye hükmetme anlamını taşımaktadır. Demek ki, Allah bir işin (emr) olmasını dilemekte, bu dileme olumlu bir oluş ifade ettiğinde meşiet olmakta, meydana gelmesini dileyip dilememe sözkonusu olduğunda iradeyle adlandırılmakta, meşietin şeye dönüşmesine hükmetmeğe kaza denirken, şeyin oluşunu, süresini, ölçü ve miktarını belirlemeğe ise kader denmektedir. [149]
İşte, evrendeki her varlık ve her olay meşiet, irade, kaza ve kader çerçevesinde meydana gelmektedir. Bunların hepsi Allah'a ait olduğundan, evrendeki her olgu Allah'ın bir yaratması isimlerinin birer tecellisidir. Yalnızca, bu noktada insana Allah'ın mutlak iradesinden bir irade verilmiştir ki, Allah insanın kapasitesi çerçevesinde kalan snırlar içinde Kendi Mutlak İradesi'nden İnsana bir irade tahsis etmiş, bir başka deyişle, meşieti' nin yerine gelişinde insana kendi dilemesiyle -farkında olmadan meşieti'ni yerine getireceği- bir fonksiyon yüklemiştir. Yine, kaza ve kader mutlak biçimde Allah'a aittir. Kader, bizimle ilgili olarak, sürüp giden zaman çizgisi üzerinde Allah'ın iradesiyle ortaya çıkan kazasının tecellileri şeklinde belirmektedir. İnsanın, Allah,’ın kendisi için belirlediği kaderinde belli bir payı vardır ve bu pay ölçüsünde sorumluluk taşır. İnsan yarın ne olacağını bilmez, ama Allah bilir ve bunu belirlemiştir de(meşiet). İnsan, yarın olunca bu meşiet doğrultusunda, Allah'ın meşietinin ne olduğunu bilmeden diler ve bir eylem ortaya kor; böylece sürekli biçimde örülen veya Allah'la ilgili olarak açılan, bizim önümüzde düğümleri çözülen kader'in kendisiyle ilgili olan bölümünde insan kendi iradesinin rolünü eyleme dönüştürür. Eğer, bu ortaya koyuş Allah'ın iradesiyle çakışırsa, insan sevap kazanmış demektir; ama, eğer Allah'ın iradesinin dışında ise günah işlemiştir; fakat, bu Allah'ın meşieti çerçevesindedir. Allah, insanın nasıl davranacağını zaten bilmektedir ve bu bilgisi çerçevesinde her şey meydana gelir; yani, bir bakıma ilimle meşiet aynı şey gibidir.
Görülüyor ki, insan kendi kaderinde bütünüyle söz sahibidir; o kendi kaderini kendi örmektedir; kör bir yazgının kurbanı değildir. Allah, onu kötülük yapmaya sevketmek şöyle dursun, iradesinin Kendi irade'siyle birleşmesi için elçiler gönderir, kitaplar indirir. Bütün uyarılarına rağmen, emirleri doğrultusunda gitmez ve fasıklıkta (bk. fısk) diretirse, artık sapmış demektir. Allah, hiç bir zaman insanın kötülüğünü ve istemediği eylemlerde bulunma sini irade etmez; onun için her zaman kolaylık ve iyilik irade eder; ama, insanın nasıl davranacağı Allah'ın meşieti çerçevesindedir; bu bakımdan, onun meşietiyle Allah'ın meşieti sürekli çakışır; “Allah dilemedikçe dileyemezsiniz” ayetinin anlamı budur. İnsan, iradesini iyi yönde de, kötü yönde de kullansa, Allah'ın meşieti çerçevesinde kullanır; ama iradesi çerçevesinde değil. İnsan, kendi özgür iradesiyle Allah'ın kendisiyle ilgili meşietmi yerine getirir; Allah bu noktada insanı zorlamaz, kötülüğe itmez. O, kendisine verilen iradeyi kullanır ve bu yüzden sorumluluk sahibidir. [150]
Emr kelimesi Türkçe'de 'emir (buyruk) ve iş’ sözcükleriyle karşılanır. Arapça'da bu her iki anlamı da kapsayacak 'şe'n' kelimesi vardır ki, Ragıp el-îsfahanî emr'i bu kelimeyle izah etmiştir.[151] Kelimenin aslı 'emretti' anlamında 'E-Me-Ra'dır. Türkçe'de kullanılan 'amir, memur' sözcükleri' 'emreden, kendisine emredilen' anlamlarında bu kelimeden türemedir.
Emr, gerek yaratılış, gerekse Allah'ın göklerde ve yerdeki hakimiyetiyle çok yakından ilgisi bulunan temel Kur'anî kavramlardandır. Bir ayette, “Dikkat edin, yaratma ve emr O'nundur, Alemlerin Rabbi ne mübarektir (A'raf: 54)” buyurulurken; bir başka ayette “Allah bir emra hükmettiği zaman, yalnızca ona ‘ol der, o da oluverir” buyurulmaktadır (Bakara: 117)”. Yine, başka ayetlerde, “Emr yerine geldi Allah'a döner emirler (Bakara: 210)”; “Emr'de” bize bir şey yok mu?” derler; “emr bütünüyle Allah'ındır” de (A. îmran: 154)”; “Sonra Arş’ı kapladı, emr'i yerine getirir (Yunus; 3)”; “Emr'i gökten yere düzenler; sonra, sizin saydığınızdan bin yıl kadar süren bir günde O'na çıkar.” (Secde: 5) ve “Saatin emri ancak bir göz açıp yumma gibi, yahut daha yakındır(Nahl: 77)” denilmektedir.
Bütün bu ayetlerden anladığımız, evrende mutlak anlamda iradesi hakim olan tek ve mutlak varlığın Allah olduğudur. Bütün diğer varlıkların varoluşları ve gerçeklikleri Allah'tandır. Daha önce yeri geldikçe açıklamaya çalıştığımız ve ruh bahsinde de değineceğimiz gibi, tek hakikat, yani hakk olan Allah'tır ve diğer varlıkların hakikatli Allah'tandır. Varlıkları ve eylemlerini yaratan da Allah'tır. Şu halde, varlıklar yaratılmadan önce Allah'ın ilminde vardı. Allah onları yaratmak dileyince belirli mertebelerde yarattı ve melekût alemi'nde köklerini var etti; sonra da, emr denilen bu köklere dilediği zaman “öl” der. [152] Yani, Allah'ın varlıkları yaratmayı dilemesi emr'e hükmetmesidir. (ve izâ kaza emran). Emr, Yalnızca varlıkları değil, evrendeki her olayı, her olguyu da içine alır. Allah'ın “ol” demesinden sonra varlıklar ya tümden nuranî (melekler gibi), ya maddî-nuranî, ya da cisim giymiş kesif varlıklar halinde sahnede yerlerini alırlar. İste, bu yüzden evren'e İslâmî terminolojide 'kâinat’ veya 'mükevvenat' denilir, yani 'olanlar, oldurulanlar. Yine, bu yüzden evren bütünüyle Allah'ın bir ayetidir ve evrendeki her varlık, her olay, her olgu kendi çapında Allah'ın birer ayeti, yani O'nun göstergesidir. Yevm konusunda açıklayacağımız gibi, Allah'ın emre hükmedip, “ol” demesi, ortaya çıkan ve kendilikleri açısından izafî olan bizim gibi varlıklar için bin, hatta elli bin yıl olarak görülse de, aslında bir göz açıp yumma anından daha kısadır ve bu her an içinde Allah 'ol' demekte, yani kainat sürekli olmakta bir oluş halinde bulunmaktadır. (Bu gerçek bize, cisimler halinde görülen varlıkların esaslarının veya Allah'ın isimlerinin sürekli tecellilerinin şiddetini göstermesi açısından olduğu gibi, Saba Melikesi'nin tahtını göz açıp kapayıncaya kadar bin kilometreden daha fazla bir uzaklıktan Kudüs'e getiriveren Hz. Süleyman'ın salih sahabesinin halini ve rüyanın niteliğini de bir bakıma açıklar özelliktedir.)
Demek ki, emr öncelikle, varlıkların özünü, eşyanın gerçeğini ifade eden bir kelimedir ve bu kelime, Allah'ın iradesi, hükmü ve kudretiyle, fiiliyle yakından bağlantılıdır. Çünkü, emr”de bir 'meşiet’ ve 'kaza' sözkonusudur. Her bir emr'e veya küllî olarak emr'e 'ol' dedikten sonra, değişik biçim ve cisimlerde görülen varlıkların hayatlarının devam etmesi sözkonusudur. Varlıkların ortaya, çıkmasıyla bir 'ikilik' de ortaya çıkmış, yani bir 'bilen' ve 'bilinen' başgöstermiş demektir. Mutlak, izafî olarak tecellî edince, izafînin gerçekliğe ulaşması sorunu sözkonusudur artık. Yani, bütün varlıklar Mutlak Hakikat karşısında izafîdirler ve Mutlak'a bağlı olarak bir mutlaklık da taşımaktadırlar; işte, önemli olan bu mutlakuğa ve sonunda Mutlak'a ulaşmaktır. Allah “O her gün bir iştedir (şe'n)” ayetinde de ifade olunduğu gibi, sürekli 'fa'alün lima yürîd'dir; bununla varlıklar alemi her an yenilenmekte, yeniden doğmakta; bir başka deyişle, Allah'tan gelip, Allah'a gitmektedir. Demek oluyor ki, Allah hep emr'e hükmetmekte, “ol” demekte ve emri yerine getirmektedir; veya emri düzenlemektedir(yüdebbir'ul-emr). Onun emri gökten yere düzenlemesi, Kendisi'yle varlıklar arasındaki ilişkiyi belirtmesi açısındandır; yoksa O gökte değildir. Fakat, bu ifadenin bir diğer yönü daha vardır ki, bütünüyle insanla ilgilidir.
Emr bütünüyle Allah'ındır. Fakat, başka varlıkların aksine (cinlere ve) insana irade verdiği için, yeryüzünde emrini belli ölçülerde insanın eliyle yürütür. O'nun yeryüzündeki emr'i, insanların uyması için elçileri aracılığıyla gönderdiği din, yani İslâm'dır. Nitekim, bir ayet-i kerime'de, “Sonra seni emr'den bir şeriat üzerine kıldık, ona uy (Casiye; 18)” buyurulurken; bir başka ayette bu emr'in din olduğu açıklanmaktadır: “Sizin için... dinden bir şeriat yaptı{Şura; 13)”
Nasıl, evrenin başka her yanındaki emr bütünüyle Allah'a aitse, varlıkları rızklandıran, hayatlarını devam ettiren, yağmuru yağdıran, güneşi, ayı ve yıldızları idare eden, kasırgalar, fırtınalar gönderen... Allah'sa, yeryüzünde de emr bütünüyle Allah'a aitir. Rabb ve Melik bahsinde açıklamaya çalıştığımız gibi, bazı insanlar Allah'ın emri dışına çıkarak saparlar; böylece Fir’avnlaaşırlar; ama Kur'an'ın diliyle, “Fir’avn’ın emri reşid (doğru) değildir (Hud: 97)”. İblis bazı insanlara, bu insanlar da diğer insanlara 'reşîd' olmayan enirlerde bulunurlar; kendilerini yetkili 'amir' yerine korlar ve başkalarını 'memur'ları yaparlar. Fakat, Allah insanlara yalnızca Kendisinin 'memur'ları olmayı emreder. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, yeryüzünde emrini O, insanlar arasından seçtiği elçileri vasıtasıyla yürütür. Diğer insanlar bu elçilere uymak zorundadır; elçiler Allah'ın emrini yerine getirirken de, bu emre uymayı kabul edenlerle 'istişare'de bulunurlar. Şu kadar ki, insanların emrden hiç bir payları yoktur; elçiler Allah'ın emrini seçtikleri insanlar aracılığıyla yerine getirebilirler; yani, bir savaşta bazılarını kumandan seçebilirler, bir yere vali atayabilirler... Peygamber'den sonra ise, emrle sorumlu olanlar 'ülü'l-emr'dir (bk. Velî).
Dikkat olunursa, emr'de bir 'komuta', bir 'hakimi-yet’ ve 'yaptırıcılık' sözkonusudur.[153] Bu bakımdan, sözgelimi askerî alanda komutanlığa, bir işin başında bulunmaya ve yöneticiliğe 'emaret', 'emaretle sorumlu olanlara 'emir', emirlerin buyruklarına da 'emr emir' denmektedir.
Emr'in yerine getirilmesi HUKM'le ilgilidir. Ha-Ke-Me’ fiilinin masdan olan 'hukm' bir güç, tahakküm, karar verme, egemenlik ifade etmektedir. Hukm, kelime anlamı olarak 'yönetme, idare etme' demektir. Ayrıca, Araplar atı gemlemeğe de 'hukm' derler. Demek ki, 'hukm'de 'zapt u rapt altına alma' anlamı da vardır, Fiil, 'tef'’il babına nakledilip, sözgelimi, ‘hakkeme-hû’ şeklinde kullanıldığında 'hakem tayin etmek' demek olur. Hakim, 'insanlar arasındaki anlaşmazlıkları çözümlemek için seçilen kişi'dir. Mahkeme ise, 'anlaşmazlıkları çözümleyen kurul veya anlaşmazlıkların çözümlendiği yer'dir.[154] 'Hakim', anlaşmazlıkları çözümleme konusunda hüküm veren' kişiyken, 'kazi (kadı)' 'doğrudan hüküm veren ve hükmü yerine getiren'dir.
Hukm, Türkçe'de kullanıldığı şekliyle 'hakimiyet/egemenlik' kelimesinin de karşılığıdır. Yani, bu bağlamda hukm veya, 'hakimiyet', “sahibinin gücü üstünde hiç bir gücün bulunmaması”nı ifade eder. [155] Nasıl emr, Allah'a ait ve bütünüyle Allah'ınsa, hukm de bütünüyle Allah'a aittir: “Hukm ancak Allah'ındır, O'ndan başkasına ibadet etmemenizi emretti (Yusuf: 40).”
Emr’le 'hukm' arasında, 'kaza' ile 'kader' arasında olduğu gibi, girift bir öncelik-sonralık vardır. Yaratılış ve her şeyi öncelikle 'elinde' tutuş noktasında 'emr’ 'hukm'den öncedir ye 'hukm' emr'in yerine gelmesi için, deyiş yerindeyse verilen karardır, çizilen yoldur. Öte yandan, hukm'ün icrası için de emr'de bulunmak, yani, sözcük anlamıyla 'emretmek' gerekir; bu noktada 'emr’ hukmden sonra gelir. Ama, 'amir/emîr'in hükmeden olması açısından da, yine 'emr', 'hükm'den öncedir.
Allah'ın hükmü bütün evrende geçerlidir ve O'ndan başka hüküm sahibi yoktur, O kimseyi hükmüne ortak yapmaz{Keht: 26). Yeryüzünde hükmünü yine insanlar aracılığıyla yürütür Allah. Ve, bunun için de kitap indirir; hükmünü yürütmekle görevlendirdiği kişiler bu kitapla hükmetmek durumundadırlar:
“Muhakkak sana kitabı hakkla indirdik, insanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği şekilde hükmet men için(Nisa: 105)”.
Kitap'la hükmetmek 'adalet'le hükmetmektir; bu bakımdan, kitapla hükmedilmezse adaletle hükmedilmiş olmaz.
Kur'an'ın ayetlerine dikkat edildiğinde, hukm'le ılm'in yanyana geldiği görülür. Örneğin, Yusuf'a hukm ve ilm verilmiştir (Yusuf: 22); aynı durum Lût için(Enbiya: 74) ve tabiî ki, tüm diğer peygamberler için de sözkonusudur. Yine, Allah'ın sıfatlarından olan 'hakim' sıfatı, Kur'an'da çoğunlukla 'alîm' ve yine ilimle ilgisi bulunan 'habîr' sıfatıyla birlikte anılır, İlm bahsinde de sözünü edeceğimiz gibi, gerçek ilim vahyî olandır ve dolayısıyle ancak vahye dayalı hüküm adaletli ve doğru hüküm olabilir.
Kur'an'da emr kişilere izafe edilir ve sözgelimi 'Fir'avn'ın emri' denirken, hukm bir inanç, yaşayış, ve bilgi sistemine izafe edilir. Bu bakımdan, Allah'ın hükmü dışındaki hükümlere 'cahiliye hükmü' adı verilir: “Yoksa, cahiliye hükmünü mü istiyorlar? Yakın sahibi bir kavm için, hükmedici olarak Allah'tan daha güzel kim vardır?(Maide: 50)”.
Yeryüzünde, Allah'ın, hükmünü yürütmek için seçtiği kişiler Allah'ın hükmüyle, kitabıyla hükmederler ve Allah'a inananların bu hükme kayıtsız şartsız bağlanmaları gerekir:
“Aralarında hükmetmesi için Allah'a ve Rasûlü'ne çağrıldıkları zaman, iman edenlerin sözü ancak, “işittik ve itaat ettik” demeleridir (Nur: 51)”.
“Hayır, Rabbi'ne andolsun ki, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem yapıp, sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir sıkıntı duymadan tam anlamıyla teslim olmazlarsa iman etmiş olmazlar'(Nisa: 65)”.
Allah'ın hükmüyle veya kitabıyla hükmetmeyenlere Kur'an'da 'tağut' adı verilir (bk. Tağut) (Nisa: 60) ve böyleler! kâfir, zalim ve basıktırlar (Maide: 44, 45, 47). .
Hukm mutlaka bir yönetim veya devletin bulunmasını gerektirmez. Özellikle son devir bazı İslâm bilginlerince hukm'ün mutlaka 'devlet'le ilgili olarak ele alınması, İslâm'ı siyasetten soyutlamak isteyen bazılarını da hukmle devletin veya yönetimin hiç bir ilgisinin bulunmadığı iddialarına götürmüştür. Kur'an'da Lût (a)'a hukm verildiğinden sözedilirken, kuşkusuz bir devlet başkanlığı verildiği belirtilmiyordu. Konunun başında da belirttiğimiz gibi, hukm, 'gemlemek, zapt u rapt altma almak' anlamına da gelmektedir.
İnsan yeryüzünde imtihana çekildiği için bir takım şerr kuvvetlerle karşı karşıyadır; bu şerr kuvvetlerin en başında İblis vardır ve İblis insanın nefsi üzerinde çalışır. İblis'e uyan nefs insanın başında korkunç bir amir, kötülükle emreden bir amir (emmara bi's-sû') haline gelir. İnsanın, gerek Allah'ın hükmüyle hükmedebilmesi, gerekse, içinde hiç bir burkuntu ve sıkıntı duymadan bu hükme boyun eğebilmesi için öncelikle bu kötülükle emreden nefsini gemlemesi, çizginin dışına taşan arzularını zapt u rapt altma alması gerekir, Bu büyük bir cehddir, uğraşmadır, didinmedir. Bu uğraşıyı başarıyla veren, nefsle ve İblis'le mücadelesinde zafere ulaşan insan, nefsine ve İblis'e hakim olarak, onların üzerinde tahakküm ederek Allah'ın hükmüne sarılabilir; bütün söz veya davranışlarında (davranış da bir söz veya söz de bir davranıştır) bu hükme bütünüyle uyar ve hayatını kitap veya hukm doğrultusunda düzenler; yani, yaşayan bir kitap, yürüyen bir Kur'an haline gelir; her işinde Allah'ın hukmünün icracısı olur.
İnsanın elinin ulaştığı yerlerin dışındaki tüm evrende Allah'ın hükmü geçerli olduğu için tam bir denge egemendir. Allah, insanı bu dengeye uyacak şekilde yaratmış ve Cahiliye hükmüne uyup da bu dengeyi bozduğu zaman, onu kendi hükmüne, yani, evrenle arasındaki dengeyi sağlamaya çağırmıştır. İnsan bu dengeye bağlı kaldıkça, İblis'e, şeytanlara ve kâfir cinlere uymadıkça dengeli ve sağlıklı bir hayat sürebilir. (Eskiden delirmiş insanlara 'cinlenmiş' anlamında 'mecnun' denirdi. Bugün(, madde ötesi her şeyi inkâr etmiş olan Batı, cinleri kabul etmiyor da, mikroskoplarla gördüğü mikropları kabul ediyor; cinlerle uğraşan ve insanları etkileyen kâhinleri kabul etmiyor ve çağdışı buluyor da, akıl ve ruh hastalıkları dediği (ruh hastalığı varsa tabu) nevroz veya psikozları hastalık sayıp, kâhinlerin ve hattâ eski 'din adamları'nın yöntemleriyle onları iyileştirmeğe çalışıyor; buna da, çağdaşlık diyor!) İşte, bedenindeki dengeyi bozmayan ve evrenle arasındaki dengeyi kuran, nefsine ve şeytanına hakim olup, Allah'ın hükmü doğrultusunda yaşayan insan da hakim olan insandır; böylesi insanların sahip olduğu şeye de hukm denilir, veya HİKMET denilir. Bu bakımdan, Lokman Hakim peygamber değildir ama, hukm veya hikmet sahibidir, yani hakimdir. (Burada, Türkçe'de doktor anlamında kullanılan hekim kelimesinin aslında 'hikmet sahibi' anlamında hakim olduğunu belirtelim. Bu sade gerçek bile, İslâm'ın tıp ve sağlık anlayışını ne güzel ortaya koymaktadır.)
Hikmet'i ve hekimliği anlamak için Lokman Hakîm'e bakalım:
“Lokman oğluna öğüt verip şöyle demişti: “Oğulcuğum! Allah'a şirk koşma; çünkü, şirk büyük bir zulümdür.. Yavrum, hardal tanesi ağırlığınca bir şey de olsa, bir kayanın içinde, göklerde veya yerde bulunsa, yine Allah onu mutlaka getirir; Allah latiftir, habîrdir. Oğulcuğum! Namazı dosdoğru kıl, ma'rufu emret münker'den nehyet, başına gelene sabret; muhakkak bunlar, azim gerektiren işlerdendir. İnsanlara yüzünü çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme; doğrusu Allah kendini beğenip övünen kimseyi sevmez. Yürüyüşünde orta yolu tut ve sesini de kıs; çünkü, seslerin en çirkini eşeklerin sesidir...(Lokman: 13, ,16-19).”
Hikmet, evrenin sırlarını çözmek, ibadetlerin sırlarını kavramak, eşyanın hakikatim anlamak, baktığı yerde Allah'ın ayetlerini, tecellilerini, isimlerinin cilvelerini görmek, bütün bu cilvelerden geçip, ayetleri aşıp Allah'a ulaşmak, bunun yolunu keşfetmek, bu yolda dosdoğru yürümek, kâinat kitabıyla Kur'an kitabının ve bunların özü olan insan kitabının aynı olduğunu kavrayıp; “yürüyen kitap” olmaktır.
Rasûller'e hem kitap, hem de hikmet verilmiştir; yani, onlar hikmet'le “yürüyen, konuşan, yiyeniçen, uyuyan, savaşan, namaz kılıp zekât veren., kitap” olmuşlardır. Rasûlerin dışında Lokman gibi bazı kullara da hikmet verilmiş, ve onlar da bu hikmetle, Rasûller'in getirdiği kitabın yine 'cisimleşmiş şekli' haline gelmişlerdir. Ve, “kendisine hikmet verilene bol hayr verilmiştir (Baksa: 269)”.
Rasûlüllah, insanlara kitabı öğrettiği gibi, hikmeti de öğretir; ama, herkes aynı ölçüde hikmeti alamaz, kabı ölçüsünde alır. Kitap ve hikmet ve bunların tabii sonucu olan mülk İbrahim Ailesi'ne verilmiştir ve onlar kanalıyla diğer insanlara ulaşmıştır. Allah'ın Yolu' na yine güzel öğüt ve hikmetle çağırmak; yani, bu Yolun niteliklerini kavramak, bu Yol'da dümdüz yürümek ve bu Yol'u bütün güzellikleriyle anlatabilecek halde olmak gerekir(Nahl: 125).
Elmalılı Hamdi Yazır (Allah'ın rahmeti üzerine olsun), İslâm alimlerinin tanımlarına göre, 20'yi aşkın hikmet tanımında bulunmuştur ki, özü, yukarıda açıkladığımız şekildeyse de, kısaca bazılarını buraya aktarmakta da yarar vardır: [156]
Hikmet, sözün ve davranışın bir ve Allah'ın hükmü doğrultusunda olmasıdır; İlimdir, ameldir; fıkıhtır; eşyanın anlamını ve hakikatini kavramaktır; Allah'ın emirlerini ve işlerini anlamaktır; ince ve derin kavrayıştır; Allah'ın Yolu'nda dosdoğru yürümektir; Allah'ın ahlakıyla ahlanmaktır; Allah'ın emirleri, yasakları ve ayetleri konusunda düşünmektir; vesvese ile gerçeği ayırdetmeğe yarayan bir nurdur; ruhların doygunluğudur; din ve dünyanın salahıdır; ılm-ı ledünnîdir ve Elmalılı'nın da belirttiği gibi, 'bunların hepsi'dir.
İslam'da, 'felsefe' denilen şeyin aslı 'hikmet'tir; gerçi, 'felsefe' de hemen hemen aynı anlama gelmektedir. Şu kadar ki, marazı akılların gölgelerle oynaşmasından başka bir şey olmayan, özellikle Rönesans sonrası Batı felsefesi, hiç bir zaman gerçek 'felsefe' veya 'hikmet' le yakından veya uzaktan bağlantılı olamaz. [157]
'Ha-Le-Ka' fiil kökünden masdardır. 'Doğru takdir etmek, bir şeyi yokken ortaya koymak, bir şeyi bir şeyden meydana getirmek' demektir; Türkçe'de genellikle 'yaratmak' sözcüğüyle karşılanır.
Halk kelimesi, özellikle evrenin ve insanın yaratılışıyla ilgili olarak Kur'an'da önemli bir yer tutar ve tek başına ele alınması zordur. Kur'an'da evrenin yaratılışıyla ilgili olarak, ‘ca'l, siva/istiva, savr/tasvîr, inşâ', bed'a/ibda', fatr, ber', bina, rafa, medd, best, vüs'a, mehd, seth, fetk, ilka, vaz'a, adl, inbat, ihraç' gibi daha başka kelimeler de kullanılır ki, bazılarına aşağıda kısa kısa değineceğiz.
Yukarıda verdiğimiz tüm kelimeler temelde 'halk' kelimesinin çeşitli yönlerini ifade etmektedir. Bu kelime, 'yokken icat etmek' anlamında yalnızca Allah için kullanılır. 'Bir şeyden meydana getirmek' anlamında ise, insanlar için de kullanılması caizdir. Sözgelimi, Kur'an-ı Kerim'de, Hz. İsa'ya, “Benim iznimle çamurdan bîr kuş şekli halk ediyor, içine üflüyor ve kuş oluyordu (Maide: 110)” denmektedir. Ragıp el-İsfahanî 'halk' kelimesinin insanlarla ilgili olarak şu iki şekilde kullanılabileceğini belirtir:
1. 'Takdir, belirleme' anlamında; şairin şu beytinde olduğu gibi:
“Sen düzenlersin halk ettiğin şeyi
Bazılarıysa halkeder, ama düzenlemez.” ,
2. Yalan ve ortada olmayan bir şeyi ortaya atmak (uydurmak, iftira) ile ilgili durumlarda; nitekim Kur'an-ı Kerim'de “Siz ancak Allah'tan başka bir takım putlara tapıyor ve yalan/iftira halk ediyorsunuz Ankebut: 17)” Duyurulmaktadır.
Halk bazen, aşağıda ifade edeceğimiz gibi fıtrat anlamında kullanılır; daha doğrusu, 'fıtrat’ 'halk'ın bir yönünü ifade eder. Kur'an'da, “Allah'ın halkı için değiştirme yoktur (Rum:30) buyurulurken, îblis'in, “Onlara emredeceğim..Allah'ın halkını değiştirecekler (Nisa: 119)” dediği de anlatılır. Görünürde çelişkili gelen bu ifade, aslında herhangi bir çelişki ortaya koymaz. Birinci ayette ifade edilen, “Allah'ın halkı'nın değiştirilemeyeceği', başka bir duruma çevrilemeyeceği (tebdil), onun takdir ve meşietinin önüne geçilemeyeceği belirtilirken, ikinci ayette ise, “Allah'ın verdiği temel şekilde, fıtratta, surette” İblis'e uyanların bir takım değişiklikler (tağyir) de bulunacakları ifade olunmaktadır. Bu 'tağyir'i müfessirler genellikle, Allah'ın erkeklere verip kadınlara vermediği, yani, erkeklerin 'halk'ında. bulunan sakalın kesilmesi, kadının erkeğe erkeğin kadına benzemesi, yüzlerin boyanması, erkeklerin hadımlaştırılması, vücut organlarının fıtrî fonksiyonlarının dışında kullanılması, temizin bırakılıp pisliklere koşulması, kaşların yolunup dişlerin değiştirilmesi., şeklinde tefsir etmişlerdir. [158] Ayrıca, 'lâ tebdüe lihalk'ıllâh' ayetinin, ‘Allah'ın yarattığında değişiklik yapılmaz' anlamında bir yasak ifade ettiği de belirtilmiştir.
Kur'an'da 'halk'la ilgili olarak, “göklerin ve yerin hakk'la yaratıldığı (bk. Hakk); hakkla yaratılan kâinatın bilen bir topluluk için Allah'ın açıklanmış ayetleri olduğu (bk. Ayet); her canlının (dabbe) sudan yaratıldığı (Nur: 45); Allah'ın gökleri ve yeri altı günde yarattığı ve Arş'ının su üzerinde bulunduğu(Ka'd: 7) anlatılır(bk. Yevm). Özelikle, “Gökler ve yer bitişik haldeydi, biz onları yardık ve her canlı şeyi sudan kıldık” (Enbiya: 30) ayeti bu konuda önemli bir ayet olarak karşımıza çıkar. Yerlerin ve göklerin bitişik olması da değişik yorumlara yol açmıştır. Son zamanlarda bilimin ulaştığı bir sonuçla, bazı müslüman bilginler, “bir gaz kütlesi halinde gökler ve yer bitişikti, milyarlarca yıl süren hareket sonucunda göklerle yer, güneş, ay ayrıldı ve her biri soğumaya yüz tuttu” şeklinde açıklamalarda bulunmaktadırlar. Bu doğru da olabilir, yanlış da. Şu var ki, gökler ve yerden kâinatın bütününü anlarsak, bu bütünlük, sufîlerin ifade ettiği şekilde Ceberrut veya melekût alemi de olabilir; bu alemde varlıklar mutlak 'ruh' veya 'emr' halindeyken, tabiî ki ışık veya nur şeklinde bulunabilirler. Daha önce de belirttiğimiz gibi, varlığın özü ışıktır, nurdur. Bu konuda daha geniş bilgi edinebilmek için, yukardaki ayetin devamındaki ayetleri de vermemiz gerekiyor:
“Küfredenler görmediler mi ki, göklerle yer bitişik idi, biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan kıldık; halâ inanmıyorlar mı? Yer onları sarsmasın diye, üstünde dağlar varettik ve gidebilsinler diye orada geniş yollar açtık. Göğü korunmuş bir tavan yaptık; onlarsa halâ O'nun ayetlerinden yüz çevirip, geçip gitmektedirler. O’dur geceyi ve gündüzü, geceyi ve ayı yaratan; her biri bir yörüngede yüzmektedir (Enbiya,: 30-3)”
Bilimin verilerine dayanan bilginler bu konuda şu açıklamada bulunuyorlar:
“Bütün kâinat baştanbaşa bir gaz bulutu halindeydi. Sonra, bundan küreler şeklinde cisimler fırladı. Yeryüzü de bu cisimlerden biridir. Güneşten ateş bulutu halinde kopan yeryüzü, kendi ekseni çevresinde dönerken, yavaş yavaş soğuyup kabuk bağladı. Oluşumu sırasında, yeryüzünden yükselen gazlar ve buharlar yağmur şeklinde tekrar yeryüzüne döküldü; denizler, okyanuslar meydana geldi. Önce denizlerde yosun şeklinde bitkisel hayat başladı ve nihayet gelişe’ gelişe insana kadar varan canlılar ortaya çıktı.”
Bu açıklamalar, doğru da yanlış da olabilecek bugünkü araştırmaların sonucundan başka birşey değildir. Yalnız, şu kadarını belirtmeliyiz ki, bu açıklamalar önce varlığın özünü, esasını dikkate almamakta ve doğrudan bir maddî oluşumdan sözetmektedir. İkinci olarak, Allah'ı 'ilk neden' olarak kabullenip, tabiat kanunları denilen şeyleri 'mutlak kanunlar' haline getirerek, Allah'ı evrenin dışına itme tehlikesini de barındırmaktadır. Oysa, ne kâinat yalnızca dış görünümünden, biçim ve cisimlerden ibarettir; ne de tabiat kanunları denilen mutlak kanunlar vardır. Bu kanunların adına İslâm'da 'adetler' denir; bunlar 'küllî' değil, geneldir. Allah evreni yaratıp bırakmış değil, daima evreni 'yed-i kabzası'nda tutmaktadır; yevm. konusunda da belirteceğimiz gibi, yaratma olayı bitmiş değildir; evren sürekli 'yaratma' olayından ibarettir. Allah her an evreni yaratmaktadır. O'nun sıfatlarından biri de 'Vasî' (genişletici, geniş)' oluşudur ve O, “muhakkak biz genişleticileriz” buyurmaktadır.
Aynı konuyla ilgili olarak, hemen hemen aynı şeyleri söyleyen Hz. Ali ile, Abdülkerim el-Ceylî'nin açıklamalarına bir göz atalım:
“Allah-ü Tealâ 'âmâ'daydı; ne altında hava vardı, ne üstünde. Yaratmadan önce O Kendi Zatı'nda vardı, varlıklar ise O'nda tükenmiş haldeydi. O yaratmayı dilediği zaman Hakikatler Hakikati'ne (Kendi Kendi'nde) tecelli etti. Hakikatler Hakikati o zaman eridi, su oldu (Buraya kadar Hz. Ali'de bu şekilde değildir ve herhangi bir açıklama da yoktur.). Tekrar, o hakikatler hakikatine nazar eyledi; bu nazar üzerine dalgalandı, tıpkı rüzgârla denizin dalgalandığı gibi, Bu dalgalanma sonunda kabaran köpükler birbirine girdi. İşte, bu köpüklerden Allah-ü Tealâ yedi kat yeri yarattı. Bundan sonra her tabaka arzının cinsine göre, oranın sakinlerni yarattı. (Nitekim, Kur'an'da, yerin yaratılışı gökten önce anılmakta ve “De ki: Siz mi yeryüzünü iki günde yaratana küfrediyor ve O'na denkler koşuyorsunuz? Ona üstünden ağır baskılar yaptı. Onda bereketler yarattı ve onda isteyenler için gıdalarını (veya” bitkilerini, ağaçlarını) dört günde takdir etti” buyurulduktan sonra, “sonra, duman halinde bulunan göğe yöneldi; ona ve yeryüzüne “İsteyerek veya istemeyerek gelin” dedi;”isteyerek geldik” dediler. Böylece onları iki günde yedi gök yaptı ve her göğe emrini vahyetti” (Fussılet: 9-12) denmektedir ki, belki de göklerle yerin ayrı ayrı yaratıldıktan sonra birleştirildiği, göklerin bir gökken yedi kat hale getirildiği ifade olunmaktadır.) Bundan sonra, kemal bakışı ile eriyen hakikatler hakikati suyu yükseldi, tıpkı, deniz buharının yükseldiği gibi. Allah-ü Tealâ onlara yedi kat gökleri açtı.. Bundan sonra o sudan yedi denizi yarattı.”[159] Hz. Ali' nin tasvirinde şunlar da vardır: “En alttaki göğü sabit bir dalga, en üsttekini de korunur bir tavan ve yükseltilmiş bir çatı yaptı.. Sonra süsledi onları yıldızlarla ve ışık saçanların ışığıyla; astı oraya ışık saçan bir kandil ve nur saçan bir ay dönen felekte, yürüyen tavanda ve geçen bir yörüngede..” [160]
Halk kelimesi Kur'an'da, “bu uydurmadan başka bir şey değildir (Sad: 7)” ayetinde olduğu gibi, 'ihtilâk' şeklinde 'uydurma ve yalan' anlamında ve halk ve hulûk olarak, ilki 'görünüş, hey'et, suret, şekil, tavır', ikincisi de 'kuvvet, seciye, ahlâk, davranış biçimi' anlamlarında da kullanılır, Bütün bu kullanımların yaratmayla da ilişkisi vardır. İnsanların yalanı, iftirası 'olmayan bir şeyi ileri sürme, kendinden çıkarma'dır ki, yukarıda da açıklamaya çalıştığımız üzere, 'yaratma' anlamındaki halk da böyledir; şu kadar ki, Allah'ın 'halk'ı 'hakk'tan, gerçek'ten kaynaklanırken, insanların halkı gerçekten kaynaklanmaz; hem gerçeği, aslı, hem görüntüsü itibariyle batıldır. Bu anlam, Allah'ın halkıyla, ortaya çıkan varlıkların gerçek ve özlerinin değil de, görünüş ve şekillerinin birer yalandan ibaret bulunduğunu çağrıştırmaktadır; yani, varlıklar bir nev'î yalandırlar, gölgedirler, aldatıcı ve hayaldirler. Necip Fazıl'ın diliyle:
“Hey gidi gölgeler ülkesi dünya!
Bir görünmez şeyin gölgesi dünya!
Boşlukta ayrılık bölgesi dünya!
Bu dünya yeme, içme ve dövün!”[161]
Demek ki, Kur'an görünen evrenle ilgili olarak 'halk' kelimesini kullanırken, onun adeta bir yalan, bir gölge olduğunu, gerçeğin aldatıcı bir görüntüsü, ama aynı zamanda bir aynası ve gerçeğin, hakikatin bu görüntülerin ötesinde bulunduğunu belirtiyor.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, hulule, insanın davranış biçimini, yaşayışını, seciye ve tavırlarını ifade eder; kısaca onun yaşantısını belirtir. Ve, yine halk kökünden gelen halâk ise, insanın hulûk'u sonucu kazandığını ifade eder; sözgelimi, Kur'an'da “kâfirler için Ahiret'te halâk olmadığı”, yani, onların hulûk'unun hep yanlış olduğu ve kendilerine günahtan başka bir şey kazandırmadığı açıklanır.
Şimdi, kısaca aşağıda ele alacağımız kavramlar halk'la. doğrudan ilgisi bulunan ve onun çeşitli yönlerini ifade eden kavramlardır. [162]
Kur'an'da 'yaratılış'ı ifade 'eden önemli kelimelerden biri ber'dir. 'Be-Ra-E/Be-Ri-E' fiil kökünden gelir; sözcük anlamı itibariyle, 'kötü görülen, hoşlanılmayan şeylerden uzak durmak, iyileşmek, şifa bulmak', 'min' cerr harfiyle (edat) kullanıldığında ‘-den uzaklaşmak, ilgiyi kesmek'; 'tefîl' babında 'ber ra-e’ olarak kullanıldığında 'aklamak, beraat ettirmek', 'istif'al' babında 'is teb ra e1 şeklinde kullanıldığında ise 'temizlenmek, beraatını istemek' demektir. [163]
'Be-ra-e' fiilinden gelen 'ba rî' Allah'ın güzel isimlerinden biridir ve Kur'an'da ilginç bir biçimde 'halik ve musavvir' isimlerinin arasında kullanılır (Haşr; 24).
'Ba rî' 'yaratıcı' demektir, fakat bu 'halik'tan farklıdır. Kazî Beyzavî'nin açıkladığı üzere, “Barîniz'e tev- be edin” ayetinde olduğu gibi, 'borçlunun borcundan, hastanın hastalığından kurtulması, uzaklaşması' şeklinde temizlenme, uzaklaşma biçiminde olur ve Allah'ın tertemiz bir yaratıcı olup, yarattıklarını da süze süze, belli aşamalardan geçire geçire yarattığını ve her türlü kirden arındırdığını ifade eder. [164] Nitekim, yukarıda verdiğimiz ayetin başında, 'İsrail Oğulları'nın buzağıyı ilâh edinmekle nefslerine zulmettikleri ve bu zulmden kurtulmak ve zulmün kalplerinde ortaya çıkardığı karanlıktan sıyrılmak için 'Ba rî' olan Allah'a tevbe etmeleri gerektiği belirtilmektedir. 'İstıfa' kavramını açıklarken de belirteceğimiz gibi, yeryüzünde tüm yaratıklar topraktan bitmiş ve insan da topraktan yaratılmıştır. Fakat, insan toprağın en süzülmüş kısmından yaratıldığı için, 'ba rî' ismi, yaratılışın bu yönünü ifade eder. Yani, Allah'ın yarattıklarını tertemiz, günahsız, sağlam bir sistem üzerinde, farklı niteliklerle ve belli bir süzme ve tekâmül aşamalarından geçirerek yarattığını ifade eder.
Bu kavramın Kur'an'da geçen diğer şekillerinin de bu temel anlamla doğrudan bağlantısı vardır. Sözgelimi, Hz. İsa'nın 'körü ve alacalıyı ibra! ettiği', yani iyileştirdiği belirtilir ki, (A. İmran: 49) burada kelimenin zaten sözcük anlamı kullanılmaktadır. Yusuf Suresi'nde Hz. Husuf veya Aziz'in karısı “ben nefsimi tebrie etmem? (ayet: 53)” derken, nefsini temize çıkarmak istemediğini, çünkü, nefsin her zaman kötülüğü emredebileceğini belirtir. İbrahim'in, Allah'ın düşmanı olduğu belirginleşince Azer'den uzaklaşması, yani teberri etmesi de böyledir.
Teberrî, Allah'ın düşmanlarından uzak durmak, daha doğrusu, onları velî edinmemektir (bk. Velî). Bu, İslâm'ın önemli kurallarmdandır. Kur'an'da Allah'ın ve Rasûlü'nün müşriklerden uzak oldukları, yani, onların velî edinilemeyeceği, sırdaş tutulamayacağı, kendilerine herhangi bir işte danışılmayacağı, müsteşar tutulmayacakları ve mü'minlerin işlerinin kendilerine verilmeyeceği anlatılır (En'ara; 68, Enfal: 48, Tevbe: 3). Bu anlamda teberrî, velî edinmek anlamındaki tevellâ'nın karşıtıdır. Dünya hayatında Allah'ın düşmanlarını velî edinip, onlara tabî olanlarla tabî olunanların Ahiret'teki durumları Kur'an'da şöyle anlatılır:
“O zaman, kendilerine tabî olunanlar tabî olanlardan teberrî ederler (uzak dururlar), azabı görürler ve aralarındaki bütün bağlar kesilir. Tabî olanlar ise, “keşke bizim için (dünya hayatına) dönüş olsa da, onların bizden teberrî ettikleri gibi, biz de onlardan teberrî etsek” derler, Allah yaptıklarını böylece onlar için pişmanlık ve 'ahlaf çekme nedeni kılar; ve onlar ateşten çıkacak da değillerdir, (Bakara: 166-7)”
'Be ra e' fiilinden türeyen birdiğer kelime 'beraettir. 'Mahkemede suçsuzluğu ortaya çıkmak, suçtan kurtulmak' anlamına geldiği gibi, siyasal hukuk açısından ise ilişkileri kesme, sulh durumuna son verme' demektir. Bu anlamda Kur'an-ı Kerim'de Tevbe Suresi' nin başında, 'önceden müşriklerle yapılmış anlaşmaların artık iptal edildiğini' belirtmek için kullanılmakta ve ya İslâmı seçmek, ya da savaşa hazır olmak seçeneklerinden birini seçmeleri konusunda müşriklere ültimatom (nota) verildiğini ifade etmektedir.
“Bir ilişki kesme bildirgesi, bir notadır Allah ve Rasûlü'nden anlaşmalı olduğunuz müşriklere: Bundan böyle yeryüzünde dört ay istediğiniz gibi dolaşın, şunu da bilin ki siz Allah'ı aciz bırakacak değilsiniz. Allah herhalde kâfirleri rüsvay edecektir. Tevbe: 1-2)”
(Ayrıntı için fıkıh kitaplarına bakılabilir.)
Kur'an'da yine 'be ra e' fiilinden gelen 'beriyye' kelimesi geçer. 'Mef'ul' gibi kullanılarak, 'Barî'nin yarattıkları' demektir. Müfessirler bütün yaratıklar hakkında kullanıldığını, fakat, özellikle insanlar ve yine insanlar gibi sorumlu olan cinleri daha çok içine aldığım belirtmişlerdir. Ayetlerde 'kâfirler'in 'şerr'ul-beriyye', yani 'beriyye'nin şerlileri', iman edip, salih amel işleyenlerin ise 'hayr'ul-beriyye' - beriyyenin hayırlıları' olduğu açıklanır (Beyyine: 6-7).
'Be-De-A' fiil kökünden gelen 'bed'a' kelimesi 'icat etmek, örneksiz yapmak' demektir. Aynı zamanda, Allah'la ilgili olarak 'aletsiz, zamansız ve mekansız icat etmek' anlamı da verilmiştir. [165]
Bu kelime Kur'an'da çok az yerde geçer. Bir ayette, Hristiyanların Ruhbaniyetti 'ibtida' ettikleri, yani, Allah kendilerine emretmediği halde, ruhbanlığı sonradan icat ettikleri ifade olunur (Hadid: 27). Bir diğer ayette, Hz. Muhammed(S.A.V.)'in 'rasûller içinde ilk, yani, kendisinden önce hiç bir rasûl geçmeyip, kendisinin risaleti icat eden olmadığı belirtilir (Ahkaf: 9). Bir başka ayette de, 'Allah'ın göklerin ve yerin bedî'si olduğu anlatılır (Bakara: 117).
Allah'ın bedi’ ismi, kâinatı önünde örnek edindiği hiç bir model olmadan benzersiz ve eşsiz yarattığını ifade etmektedir. Yani, Kendi'nden önce hiç bir ilkin ve kendisi içinse ilklik ve sonluk gibi niteliklerin sözkonusu olmadığı Allah-ü Tealâ kâinatı yokken, 'ol' emriyle en güzel biçimde ortaya çıkarmıştır. Bu noktada, yine îslâm tarihindeki tartışmalar günyüzüne gelmektedir. Bazıları Allah'ın kâinatın ilk nedeni olduğunu ileri sürerken, bazıları da böyle bir şeyi kesinlikle kabul etmemişlerdir. Burada şunu da belirtmek gerekir ki, Allah'a böyle bir ilklik biçmek ve onu kâinattan uzaklaştırıp, kâinatın işleyişini belirli kanunlara bağlı kılmak, “O evveldir, Sondur, İçttr (Batın), Dıştır (Zahir)” ayetini bütünüyle yanlış anlamak olur. Halk konusunda belirli yönleriyle üzerinde durduğumuz bu konu üzerinde daha fazla söz etmeği gereksiz görüyoruz (Ayrıca bk. Ahiret).
Bed'a kavramından, İslâm'ın terminolojisine 'bid'at’ kavramı girmiştir. Uzun ve karmaşık bir konu olan 'bid'at' konusuna bu çalışmamızın sahası içine almak zor olduğundan, değinmiyoruz.
Yaratılışla ilgili önemli kavramlardan biri de 'Fe-Ta-Ra’ fiil kökünden gelen fatr ve fıtrat kavramlarıdır.
Fatr, 'yarmak, uzunluğuna yarmak, ayırmak' demektir; ayrıca, 'fetartü'ş-şâte - koyunu sağdım' ve 'fe-tartü'l-acîn - hamuru ekmek yaptım', deyişlerinde olduğu gibi, 'süzülmüş bir biçim,. görünüş veya cisim üzerinde bir şeyi meydana getirmek, özellikleriyle ortaya koymak' anlamlarına da gelir. [166] Aynı kelimeden türeyen eftara fiilinin masdarı olan iftar, 'orucu açmak' demektir. Aynen İngilizce'deki 'breakfast' kelimesinde olduğu gibi, 'sabah yemeği' anlamına da gelir; 'breakfast' da esas anlamı itibariyle 'break fast - orucu açmak' demektir. Kelimenin 'infial' babından gelen masdarı infitar ise, 'yarılmak, açılmak’ anlamındadır. Yine, fatr 'yarık', çoğulu olan fütur ise 'yarıklar, çatlaklar' anlamına gelir.
Fıtrat, aynı fiilden türemiş bulunan ve 'tür, cins, şekil bildiren masdardır (masdar bina-i nev’)'; yani, 'bir tür yarmak, açmak' anlamına gelir. Kavramın daha geniş açıklamasına geçmeden önce, ilgili bazı ayetleri vermek herhalde daha yararlı olacaktır:
“Ben yüzümü hanif olarak, gökleri ve yeri fatr eden'e çevirdim” (Enam: 79)”
“Bizi kim döndürür?” diyecekler; “ ilk kez sizi fatr eden” de(İsra: 51).”
“Bana ne oluyor ki, beni fatr eden'e ibadet etmiyeyim ve O'na dönersiniz (Yasin: 22) .[167]
“Hayır” dedi, “Rabbınız göklerin ve yerin rabbıdtr ki, onları fatr etti” (Enbiya: 56).”
“Allah'ın fıtratı ki, insanları onun üzerinde fatr etti; Allah'ın yaratmasında değiştirme yoktur (Rum: 30).”
“Çevir bakışını, hiç fütur görür müsün? (Mülk: 3).””
“Gökler nerdeyse üstlerinden tefattur edecek (Şura:5).”
“Gök infitar ettiği zaman(İnfitar: 1).”
Fıtrat kelimesinin ortaya koyduğu gerçek, göklerin ve yerin yaratılmadan önce bir bütün halinde bulundukları ve sonradan varıldıklarıdır (bk. Enbiya: 30). Nasıl insan şu anda göğe baktığında hiç bir yarık görmezse, göklerle yer de başlangıçta, şimdiki gök gibi değil ama, durumunu Allah'ın bildiği yarıksız, çatlaksız bir bütün halindeydi. Zifiri karanlık bir gecede bir ışık görünüverdiği, bir elektrik düğmesi çevriliverdiği zaman karanlık hemen o noktada yarılır. Yine, aynı şekilde, fecrden akşama kadar kurallarına bağlı kalınarak tutulan bir oruç, kurallarından biri çiğneniverdiğinde, sözgelimi ağza bir lokma yemek, ya da bir yudum su alındığında hemen yarılır, açılır, bütünlüğü gider. İşte bunun gibi, göklerle yer de böyle bir bütünlük, kesiflik, hattâ karanlık haldeydi. Allah kâinatı yaratmak, yani, bu kesif bütünlüğü ve biraradalığı açmak istedi; yaratılışı takdir etti ki, bu halkın başlangıcıdır ve halk kavramının anlamının içindedir. Bu dileyiş üzerine, ‘ol' emriyle bütün ve kesif haldeki yaratılışın içinde ışıkla bir delik açtı, bir yarıklık meydana getirdi. Bunu ise, önünde hiç bir model olmadan, hiç bir örneğe dayanmadan yaptı (bed'a). İşte, bu ilk yarma, açma olayı fatr, açma veya yarma biçimi ise fıtrattır. Demek ki, fatr yaratılışta dileme ve takdirden sonraki ikinci aşamadır. (Burada yeniden hatırlatmalıyız ki, aşama ve birine -ikinci olma bize göredir, Allah'a göre değildir.) Fatr ve fıtrat bu ilk yaratılışı içine aldığı gibi, devam edegelen her yaratılışı da içine alır. Bir maddeden bir cismin meydana gelmesi de böyle bir yarma ile başlar; tohum ve çekirdeklerin toprak altında yarılıp, cücükleyerek ilk filizlerini vermeğe başlaması da fatr ve fıtrat olayıdır. Tohum veya çekirdek, kendinden çıkacak bitkinin özü ve özetidir, tüm özelliklerini kendinde barındırmaktadır. Bitki bir fatr olayıyla tohumundan veya çekirdeğinden çıkmaya başlar; sonunda yine çekirdeğine veya tohumuna dönüşür. İşte, herhangi bir şeyin ister bir maddeden olsun ister ilk yaratılış olayındaki gibi, kâinatın maddesi olan 'yokluk'tan olsun, ilk icadına ve ortaya çıkışına fatr, ortaya çıkış biçimine ve taşıdığı özellikleriyle birlikte görünüşüne fıtrat, yaratığın fıtrat üzerinde kazandığı öz niteliklerine de tabiat denilir. (5) Demek oluyor ki, kâinat Allah'ın fatrıyla. aldığı fıtratı üzerinde işleye işleye tabiatını kazanmış, yani fıtrat üzerinde bir adet edinmiştir; bu yüzden, İslâmî terminolojide 'tabiat kanunları’ diye bir deyim sözkonusu değildir; bunun yerine 'adetullah’ vardır.
Bütün varlıklar fıtratları doğrultusunda yürürler.
İnsanlar da, insan olmak açısından Allah'ın fatr ile kendilerine verdiği fıtrat üzerindedirler. Sözgelimi, iki göz, iki kulak, iki ayak, bir baş, saç, burun sahibi olmak fifrattandır. Doğuştan gelen bir takım eksiklik, fazlalık veya sakatlıklar ana karnında kazanılan veya anne-babadan gelen bir takım özelliklerdir, yoksa, fıtrattan değildirler. Bunun gibi, insan bedenindeki her organın da fıtrî bir fonksiyonu vardır; göz görecek, kulak işitecek, ayak yürüyecek, el tutacaktır. Bu organlarda sonradan ortaya çıkan bozukluklar ve hastalıklar yine fıtrî değil, İslâmî terminolojide kesbîdir, yani, kazanılmıştır. Allah insanda azaların yöneticisi, bilginin ve hayrın merkezi olarak kalbi varetmiştir ki, kalp de ruhun emrindedir. Kalbin tüm organlara Allah'ın isteği doğrultusunda hakim olması da fifrattandır. Nitekim, bir hadis-i şerifte, “her doğan fıtrat üzere doğar; ama anne-babası onu hristiyan, yahudi veya mecusi yapar; bir hayvan da derli toplu bir hayvan yavrular; hiç burnu-kulağı kesik doğmuş bir yavru görür müsünüz?” [168] buyrulmuştur. Tıpkı bunun gibi, insandaki organların da fıtrî görevleri vardır. Bu organlar, insan fıtratı üzerinde kaldığı sürece, kaçınılmaz biçimde, tıpkı kâinattaki varlıklar gibi Allah'a tam bir itaat içinde olur (Organların fonksiyonlarıyla ilgili olarak bk. İman-İslâm). Bu bakımdan, İslâm fıtratın dinidir; doğuşundan itibaren insanı kötülüğe çeken dış etkenler olmazsa, insanın İslâm'dan uzaklaşması mümkün değildir; ama dış etkenlerin İslâm'ın tersi yönde olduğu bir toplumda, İblis bu etkenleri kullanır. İslâm'da otoritenin görevi bu etkenleri İslâmîleştirmektir; kadınların örtünme nedenlerinden birini de, tüm diğer İslâmî yasaklarda olduğu gibi burada aramalıdır.
İşte, dinin iki kaynağı vardır: Biri, öncelikle fıtrattır kî, Allah'ın dinidir veya bu dinle çakışır bir durumdadır. İkincisi de kesb'dir. Fıtrat bütünüyle ilâhî, kesbse bütünüyle insanîdir; yani, insan iradesini dilediği yönde kullanmakla ya günah kazanır, ya da sevap kazanır. Allah, İslâm dışı bir ortamda veya fıtrata, zıt özelliklerin şu veya bu derecede bulunduğu bir ortamda insanların sevap kazanmaları için Dini'ni gönderir; yani hükümler kor, bazı şeyleri emreder, bazı şeyleri de yasaklar. İnsanlar bu hükümleri yerine getirmeli, emirleri tutup, yasaklardan kaçınmalıdırlar; bu da hanifiliktir; fıtrat üzere olmadır. İnsanlar hanif olmalı, fıtrat üzerinde bulunmalı, eğri yollarda değil, Allah'ın doğru yolunda gitmeli ve yaratılışı değiştirmemelidirler. Yani, Allah'ın fıtratını bozmamalı, kadını erkekleştirip erkeği kadınlaştırmamalı, fıtratın aksi kurallar koymaya kalkışmamalıdırlar. İşte, bu dosdoğru, sağlam dindir; insanın mutluluk ve kurtuluşunu garanti eden dindir:
“Yüzünü hanîf olarak din üzerinde tut; üzerinde insanları fatr ettiği Allah'ın fıtratıdır bu. Allah'ın . yaratışi('halk.'ı) değiştirilmez; budur sağlam, doğru din, ama insanların çoğu bilmez.” (Rum; 30) Allah'ın fıtratı insan dışında tüm kâinatta hakimdir; bu bakımdan, göklerde fıtrata, aykırı bir fatr, yani yarık görülmez. Allah başta insanları nasıl fatr ettiyse, onları yine öyle öldürdükten sonra diriltecektir,. Kıyamet ve Haşr meydana gelecektir, çünkü bu fıtratta, yaratılıştaki fıtratta, vardır. Allah böyle ftratmiştir, bu bakımdan kaçınılmazdır, Kıyamet günü geldiği zaman, şu anda hiç bir fatr /yarık taşımayan gök birden infitar edecek, yani yarılacaktır, bu da onun fıtratındadır. [169]
Kur'an'da 'yaratılış'la ilgili kavramların önemlilerinden olan İnşa', 'Ne-Şe-E' fiil kökünden gelir; 'ne şe e’, 'çıkmak, kaynaklanmak, doğmak, meydana gelmek, yetişmek, gelişmek', 'an' edatıyla kullanıldığında 'çıkmak', 'İnşa" kelimesinin fiili olan 'En-Şe-E' ise, 'yaptı, meydana getirdi,, terbiye etti, çıkardı, yetiştirdi' demektir. [170]
Kur'an'da bir 'neş'e-i ulâ'dan, bir de 'neş'e-i uhra' dan sözedilir. 'Neşe-i ulâ', yani 'ilk çıkış' topraktandır: “O sizi daha iyi bilir, sizi yerden neş'et ettirdiği zaman (Necm: 32)”. 'İnşa", insanlar için kullanıldığı gibi, insanın dışındaki varlıklar, özellikle bitkiler ve insanlarla ilgili olarak da ayrıca 'toplumlar, kavimler' hakkında kullanılır. “Çardaklı ve çardaksız bahçeleri, ürünleri, çeşit çeşit hurma, ekin, zeytinleri, narları -birbirine benzer ve benzemez biçimde- inşa eden O'dur (En'am: 14)”. “Zalim olan nice şehirleri kırıp geçirdik ve arkalarından başka bir topluluk inşa ettik (Enbiya; 11).”
'İnşa' kavramı yaratma aşamasında, ister insan, ister bitkiler, ister kavimlerle ilgili kullanılsın, ilk temelin, ilk tohumun atılıp, ilk oluşumun başladığı andan, büyüyüp yetişme dönemleri de dahil olmak üzere, gelişmenin tamamlandığı noktaya kadar uzanır. Türkçede bu kavram en güzel şekilde 'inşaat' kelimesiyle açıklanabilir. Bilindiği gibi, 'inşaat' yapılarla ilgili olarak kullanılır ve temelin atılmasından yapının tamamlanmasına kadar geçen dönemi içine alır. Bu bakımdan, Hrtşa" kavramında, 'meydana getirmek, yetiştirip büyütmek ve terbiye etmek' anlamlarının hepsi sözkonusudur.
Gece uykudan namaz için kalkmak da Kur'an'da 'naşie’ kelimesiyle ifade edilmiştir; bununla, uykudan uyanıp kalkmanın bir bakıma yeniden dirilmek veya yerden bitmek şeklinde değerlendirildiğini anlıyoruz. Yine, yağmur yüklü bulutların oluşumu da, Allah'ın bir 'înşa'sı olarak anılmaktadır (Ra'd; 12).
Açıklamaya çalıştığımız ilk ‘inşa"nın dışında, bir de 'son inşa" vardır ki, Kur'an'da buna 'en-neş'et’ül-uh-ra' denilir. Nasıl insanlar veya bitkiler yerden bitirilmekte, tohumlarından çıkıp büyüyerek insan veya bitki halini almaktaysa, insanlar öldükten sonra yeniden inşa' edilecek, yeni baştan yaratılacaklardır. Bu, “Onları bir şekilde inşa' eder ve bakireler kılarız(Vakıa: 35)” ayetinde ifade olunduğu gibi, niteliğini tam bilemediğimiz daha değişik bir inşa'dır.
İnşa', 'bir yazı veya makale yazmak' anlamında da kullanılır; düz yazı şeklinde güzel makale veya yazı yazanlara da münşi' denilir. Yaratılışla ilgili inşa"nın, kâinat aynı zamanda bir kitap olduğundan, yazma anlamındaki inşâ' ile tabiî olarak çok yakın bir bağlantısı vardır.
Tasvir 'suret'le ilgilidir. 'Suret'se 'SVR' harflerinden oluşur ve 'gözlere görünüp, üzerinde bulunduğu nesnenin başkaları arasından seçilmesine neden olan nakışlar' demektir. Bu da iki şekilde olur: Biri istisnasız herkesin ve hattâ çoğu hayvanların da seçebildiği surettir; diğeri ise, ancak belirli kişilerin seçebildiği anlam ve kavrayış gibi belirli nitelikleri içine alan surettir. [171] Bu her iki şekle de Kur'an'da işaret olunmaktadır:
“Andolsun sizi yarattık, sonra size suret verdik, sonra da “meleklere 'Adem'e secde edin” dedik (A'rai: 11).”
“O size, rahimlerde dilediği gibi suret verendir (A. İmran: 6)”. “Size suret verdi, ne güzeldir suretiniz ve varışı nız O'nadır (Teğabün: 3)”.
İnsanın bir görünen sureti, şekli olmasının yanısıra, bir de onu diğer varlıklardan ayıran bir sureti vardır. Bu hem dış görünüşünde olduğu gibi, hem de “Allah Adem'i kendi suretinde yarattı” [172] hadisinde ifade olunduğu üzere, Allah'ın yalnızca insana verdiği, 'irade, bilgi' gibi niteliklerindedir. Yani, Allah sıfatlarının çoğunu belli ölçülerde kâinattaki varlıklarda yansıtırken, bunları ayrıca bir de insanda yansıtmıştır. İnsana düşen bu sureti koruması ve 'maymunlara, domuzlara' dönmemesidir.
Kur'an'da geçen sur kelimesinin de 'suret'le çok yakından bağlantısı vardır. Bilindiği gibi sur, Kıyamet günü ve ölümden sonra dirilme anında üfürülecek olan bir 'boru'dur. Dikkat edilirse, bu boru üfürülünce insanlar kabirlerinden kalkacak, yani yeniden cesetleriyle hayat bulacaklar, inşa' olunacaklardır. İşte sur'a, insanların yeniden inşa' ve tasvir olunmaları, yeniden suret kazanmaları, 'ruhların cesetlerine dönmeleri'yle ilgili olarak sur dendiği ve surda bütün insanların suretlerinin bulunduğu haberlerde gelmiştir.[173] Yani, sur bütün insanların suretini kendinde barındıran bir 'şey' dir; onların suretlerinden oluşmaktadır; bu yüzden sur üfürülür üfürülmez insanlar kabirlerinden kalkacak, inşa', olunacak, suretlerini yeniden kazanacaklardır.
Tesviye, yaratılışın bir başka özelliğini ifade eden ve seviyy kelimesini anlatırken belirttiğimiz gibi, ’Se-Vi-Ye - doğru ve düzgün oldu' fiilinden gelen bir kavramdır. 'Eşitlik' anlamına gelen 'müsavat' kelimesi de aynı köktendir. Müsavat, 'tıpatıp uygunluk, ölçüde, tartıda denklik' ifade eder. 'Bu dirhem bu dirheme eşittir', 'bu elbise şu elbiseye denktir' derken, karşılaştırılan nesneler arasında ya değer, ya fiat, ya da bir başka özellik açısından aynılık bulunduğunu ifade ederiz. [174]
İşte, 'se vi ye' fiilinin 'tef'îr babından gelen tesviye de, 'eşitleme, düzenleme, düzgün yapma, yerli yerince ve kararınca meydana getirme' anlamlarını ifade eder. İnsan yaratılmış, tasvir edilmiş ve tesviye olunmuştur; yani her organı yerli yerince, gönderildiği yeryüzüne bütünüyle uyabilecek şekilde, eli ayağına, başı vücuduna, burnu yüzüne, kolları bedenine ve kavrayışı hayatına denk gelecek şekilde yaratılmıştır. Sözgelimi, insan acıkma hissi duyar ve tabiatta açlığını giderecek her türlü yiyecek bulunduğu gibi, bu yiyeceği elde edecek kapasitede zekası, gücü ve organları vardır; ağzına aldığı lokmayı çiğneyecek dişleri, öğütecek midesi vardır. Bunun gibi, insan yeryüzündeki hayatını sürdürebilmesi için, gerek kendi içinde, gerekse çevresiyle tam bir uyum ve denklik içinde yaratılmıştır ki, işte bu tesviyedir; 'denk ve uygun yaratma, denkleştirme, her şeyi yerli yerince ve kararınca yapma' demektir.
Kur'an'da insanın tesviye edilip, içine Allah'ın ruhundan üflendiği, göklerin de tesviye olunduğu anlatılır. İnsanın tesviyesi yukarıda belirttiğimiz gibidir; yani insan yapısı itibariyle Alîah'ın ruhundan alabilecek nitelikte bir varlık olarak yaratılmıştır. Gök de tesviye olunmuş (Naziat: 28), yani hem 'yedi gök haline getirilmiş'(Bakara: 29), hem de gerekli her türlü donanımla donatılmış, sözgelimi 'yıldızlarla süslenmiştir' (Saffat: 6).
Kur'an'da tesviye veya seviyy'le ilgili ve aynı kökten gelen kelimelerden biri de istivadır. İstiva, birinci anlamı yönüyle 'eşit olmak, birbirine denk olmak’ demektir: “De, görenle kör bir olur mu, ya da karanlıklarla nur bir midir? (Ra'd: 16)”; “Hiç mü'min olan kâfir olan gibi midir? Bir değillerdir (Secde: 18).” Kur'an' da bu şekilde karşılaştırmalar çoktur; sözgelimi, “mü'mirilerden oturanlarla Allah yolunda cihad edenlerin (Nisa: 95), pisle temizin, dirilerle ölülerin, bilenlerle bümeyenlerin(Zümer: 9), fethinden önce infak edip savaşanlarla, fetihten sonra infak edip savaşanların (Hadid: 10), Cennetliklerle Cehennemliklerin (Haşr; 20)” bir olamayacakları ifade edilir.
İstiva'nın bir diğer anlamı 'dimdik olmak, denk olmak, kendi içinde doğru olmak' demektir. Sözgelimi, Kur'an-ı Kerim, İslâm'ın Mekke'de doğup gelişmesini ve sonunda fethe ulaşmasını bir doğuş ve yükseliş olarak nitelerken, mü'min topluluğu da filizini çıkarıp, güçlenip kalınlaşan, sonra da gövdesinin üzerinde dimdik dikelen, yani göğe doğru boy atan bir ekine benzetir ki, bu benzetmede gövdesi üzerinde 'dimdik olmak, dikelmek' anlamında 'istiva' kullanılır (Feth: 29).
İstiva bir diğer anlamıyla 'doğruca yönelmek' demektir; bu anlamda 'ilâ' edatıyla birlikte kullanılır ve dolayısıyle belli bir yöne işaret eder. Bu yönelme doğrudan doğruya ve dümdüz bir yönelmedir. Sözgelimi, Kur'an'da, 'Allah'ın yeri yarattıktan sonra duman halinde bulunan göğe yöneldiği' ifade olunur (Fussılet: ll; Allah-ü Tealâ bu göğe yönelişinin sonucunda, duman halinde bulunan göğü 'yedi gök' halinde tesviye etmiş ve her bir göğe işini vahyetmiştir (Bakara: 29, Fussılet: 12).
İstiva, 'alâ' edatıyla da kullanılır. İslâm tarihinde bu kelime dolayısıyle büyük tartışmalar olmuştur. Bazı bilginler, Allah'ın istivasını kolları ve bedeniyle bir insanın bir şeye yönelmesi ve bir şey üzerine oturması gibi anlama yanlışlığına düşmüşlerdir. Bu tür yanlışların temeli Kur'an'ı parça parça ele almak, ayetleri birbirlerinden kopuk biçimde değerlendirmek ve Kur'an'ı Kur'an'a tefsir ettirememektir. Oysa Kur'an'da gerçek gün gibi ortadadır. Allah Kendisi'ni bir bakıma insanların anlayabileceği bir biçimde sunarken, bu sunuştan cisimli bir varlık anlayışının çıkarılmaması için de başka ayetlerde daha değişik tanımlamalarda bulunmaktadır. İşte, istiva kelimesi aynı anlama geldiği halde, değişik edatlarla ve değişik bablarda (sigalarda) kullanılarak bir gerçeğin çok çeşitli yönlerini muhteşem bir biçimde ifade etmektedir. Allah her şeyi düzgün yapar, her şeyi yerli yerine oturtur ve bir hikmet çerçevesinde meydana getirir. Allah yerleri yaratmış, sonra duman halindeki göğe istiva etmiş ve onu yedi gök haline getirmiştir. Buradaki sonralıklrın bizim anladığımız anlamda zaman bakımından bir sonralık olmadığını belirtmek için Allah, zamanın nasıl izafî olduğunu bir günü bin yıla veya elli bin yıla denk saymakla belirtmekte, O'nun istivasının cisimsel bir istiva olmadığını, Kendisi gibi hiç bir şeyin bulunmadığını, insanlara kendilerinden daha yakın olduğunu, lâtîf(her yerde hazır, her yere nüfuz eder,) habîr, muhit (herşeyden haberdar ve herşeyi kuşatır) olduğunu belirterek açıklamaktadır. Kur'an'da, Allah'ın gökleri ve yeri yarattıktan sonra Ârş'a istiva ettiğinden sözedilir:
“Sonra Ârş'a istiva etti, geceyi gündüze bürür (A'raf: 54)”.
“Sonra Arş'a istiva etti, emri düzenler, yerine getirir (Yunus: 3)”.
“O gökleri ve yeri altı günde yarattı ve sonra Arş'a istiva etti(Hadid: 4)”.
Bu ayetlerde ifade olunan gerçekle, insanî açıdan “Güçlü çağına erip, istiva edince, kendisine ilm ve hikmet verdik (Kasas: 14)” ayetinde ifade olunan gerçek arasında herhangi bir, fark yoktur. İstiva hukm, hikmet ve ilim alabilecek duruma gelmek ve bu hukm ve ilimle 'emr'i yerine getirmeğe girişmektir. Emr'i anlatırken, Allah ve insan açısından ne anlama geldiğini belirttik.
Allah Arş'a istiva etmekle, gökleri ve yeri ilm ve hükmüyle, hikmet dairesinde, yani nasıl gerekiyorsa o şekilde yönetmeğe başlamış demektir. Bu bakımdan, arş bir bakıma Allah'ın tahtı olmaktadır; yani, nasıl bir hükümdarın tahta oturması ülkesini yönetmeğe başlamasını simgeliyorsa, Allah'ın Arş'a oturması, yani ona istiva etmesi de ülkesini (mülk) yönetmeğe, dilediği biçimde yönetmeğe başladığını simgeler. Yani, Arş, Allah'ın tahtıdır, emrinin, hükümdarlığının merkezidir. Buradan, hükümdarlığın temel şartının ilim ve hikmet sahibi olmak gerektiği de ortaya çıkmaktadır. İşte, Kur'an ayetleri böylesine içice bir örgü halindedir. [175]
İslâm'ın 'yaratılış ve zaman' anlayışını ifade eden kavramların en önemlilerinden biri 'Yevm' ve bu kavramla ilgisi bulunan 'Asr' ve'Dehr'dir.
Esasen 'yevm' güneşin doğumuyla batımı arasında geçen süredir; [176] fakat bu yevm normal olarak insanlar içindir ve yalnızca yeryüzünün kendi çevresindeki hareketiyle ilgilidir.
Cenab-ı Allah mutlak varlık olarak her türlü zamandan ve mekândan ötedir; zaman varlık özlerinin hareketlerinin bir sonucu olarak yaratılışla birliktedir.
Bir hadis-i şerifte, “Allah vardı ve başka bir şey yoktu buyrulurken, bir ayet-i kerimede, “Her nereye dönerseniz, O yanınızdadır (Hadid: 4) ve yine bir başka ayette de “O hergün bir. İştedir” (Rahman: 29) buyrulmaktadır. Nasıl, Allah'tan başka hiç bir şey yoktuysa, hakk olarak yine yoktur; hesaplanamaz bir an içinde Allah sürekli olarak kâinata tecellî halindedir; yani, kâinatı, oluşları hep emr'e 'ol' diyerek, göz açıp yummaktan daha kısa bir an içinde yeniden meydana getirmektedir: “Bizim işimiz tek bir defadadır, bir göz kırpma gibi ya da daha kısadır (Kamer: 50).” İşte, her 'ol emriyle kâinat yeniden olmakta ve bu oluş, bir filmin kareleri gibi hep devamlı görülmektedir. Burada şunu da hatırlatmak gerekiyor ki, Allah için kâinatın bütününün yaratılmasıyla, bir zerrenin yaratılması arasında en ufak bir fark yoktur; çünkü bir zerrenin gerçeğiyle, kâinatın gerçeği aynıdır; bu bakımdan, bu durumu kavrayamayan müşrikler, Allah sivrisinek veya örümcek gibi önemsiz görülen varlıkları örnek gösterdiği zaman bundan bir şey anlayamamakta ve “Allah bununla ne kasdetti?” diye sormaktan kendilerini alamamaktadırlar. Oysa, bir sinekle bir fil arasında hiç bir fark yoktur. Buradan, İslâm'ın 'niceliğe' değil de 'niteliğe' değer verdiği gerçeği de ortaya çıkmaktadır. Bu yüzden, bize milyonlarca gelen, veya bizim için milyarlarca yıl süren bir olay, Allah'ın yaratması için göz kırpmaktan daha yakın bir sürenin sürekli tekrarıyla üzerine geçen 'maddî bir örtü', insanların basiretine çekilmiş bir gaflet perdesinin sonucudur.
İzah etmeğe çalıştığımız gerçeği, fizik biliminin bir iki bulgusuyla anlatacak olursak, şu örneği verebiliriz: Fizik bilimine göre, insanın kırmızı rengi hissedişinin sebebi, saniyede 400 milyar frekanslı bir dalga hareketinin hızına eşittir. Biz bu müthiş titreşimi dışardan duyup, saniyede 2000 frekans olarak sayabilmekteyiz. 2000 frekans, ışığın hissedilmesinin nihaî sınırı sayılmaktadır. Yani, rengin hissedilişinin sebebi 400 milyar frekanslı bir hareketken, insan bunu 2000 frekansla alabilmekte ve dalganın titreşimi insanın alabilmesinin 200 milyon katı olmaktadır. Bu noktada, bir saniyenin 200 milyonda birini tasavvur edeceğiz ve buradan Allah'ın yaratmasının hızını kavrayacağız ki, aslında bu da bir sınırdır ve Allah'ın kainatı sürekli yaratması sınırdan da uzaktır. [177]
İşte, yaratılışla ilgili olarak yevm bölünmez ve kavranamaz bir andır. İnsan için de hayat ve zaman, ya da yevm bu andan insanın algılayabildiği bir atıdır ki, öncesi ve sonrası söz konusu değildir. [178] Yani, yevm içinde ne 'dün’ vardır, ne 'yarın (, ne gelecek vardır, ne geçmiş; yevmin, zamanın tümü bir anın içindedir.
Mazi hayal, manzar-ı atî henüz adem!
Bir an imiş meali, kitab-ı vücudumun
Hal oynatır şuurumu, bilmem nedir bu dem?
Ömrüm, şu gamgüsarım olan satr-i mürtesem
İslâm her zaman ana hitap eder ve anın işidir; bu bakımdan, her an, her nefes müslüman olabilmek durumundayız; çünkü, bir diğer an veya nefesi yaşayıp yaşayamayacağımızı bilemiyoruz. Bu an ve zaman sorununa en güzel örnek işte nefestir, biz nefes alıp verdiğimizi bilmeyiz ve farkında bile değilizdir; sanki hep nefes alıp veriyoruz gibiyizdir ve tek tek nefesleri ayrıştıramayız; işte nefesin durduğu anda hayat da durmaktadır. Bu bakımdan, Hz. Yusuf'un yaptığı gibi, bütün müslümanların “(Ya Rabbî!) Beni müslüman olarak öldür ve beni salihlere kat” diye dua etmesi gerekir.
Gerçekte bir an olan yevm, kâinatla ve insanlarla ilgili olarak değişir; dünü, bugünü ve yarını olan bir zamana bürünür. Yine, bu noktada da belli bir yevm birimi yoktur; sözgelimi, yeryüzünün çevresindeki hareketi için bir 'gün' yevmken, güneşin çevresindeki hareketi için bir 'yıl' yevmdir. Güneş ve diğer gezegenler için yevmin, ne olduğunu bilemiyoruz; ama, onların da kendileriyle ilgili yevmleri vardır. Yevm'in veya zamanın izafî olduğunun bir diğer güzel örneği, Kur'an'daki, “Rabbinin yanında yevm, sizin saydığınızdan bin yıl gibidir (Hacc: 47)”; “Emr'i gökten yere düzenler; sonra sizin saydığınızdan miktarı bin yıl olan bir yevmde O’na yükselir (Secde: 5)” ve (Melekler ve ruh, miktarı etti bin yıl olan yevmde O'na yükselir (Meaiic: 4” ayetleridir. Bu ayetler, yevm'in Allah ve insanlar yanında ne kadar değişik ve zamanın izafî olduğunu açıkladığı gibi, insanlar için uzun ve sabredilmez gelen sürelerin aslında kısa olduğunu ve insanların acele etmemeleri gerektiğini .mü'minlerin umutsuzluğa kapılmamalarının, kâfirlerinse şehirlerde galibiyetle dolaşmalarının” sürüp gidemeyeceğini bilmelerinin zorunluluğunu ortaya kor.
İnsan, içinde bulunduğu izafî yevmi aşıp, yaratılışın yevmine girebilir mi? Bu konuda, Kur'an'da verilen en açık iki örnek Miraç olayıyla, Hz. Süleyman Aleyhisselâm'ın ashabından, mü'min bir kulun, Saba melikesinin tahtını yüzlerce kilometrelik, bir uzaklıktan göz açıp kapayıncaya kadar getirmesidir. Bütün gökleri seyran eyleyen Hz. Muhammed (S.A.V.), bu yolculuğuna çıkarken dokunduğu dalın dönüşünde halâ sallanmakta olduğunu görmüştür. Her gün yaşadığımız rüya olayı da bu konuda basit bir örnek olarak karşımızdadır. Ruh ve Tathir konusunda açıklayacağımız gibi, insanın varlık özü Allah'ın Ruh'undan üflenmiş olan ruhtur ve ruh hiç bir zaman, maddî düzlemde geçerli olan zaman ve mekânla sınırlı değildir. Yukarıda alıntıladığımız “Melekler ve Ruh, miktarı elli bin yıl olan yevmde O'na yükselir (miraç eder) ayetinde de bu gerçek ortaya konulmaktadır. Bu ayette Ruh'tan kasıt Cebrail bile olsa, melekler de zaten ruhturlar, cisim değildirler.
Bu açıklamalardan sonra, Göklerin ve Yerin altı günde yaratılışı konusuna geçebiliriz. Önce, bu konudaki ayetleri yeniden verelim:
“Siz yeryüzünü iki yevmde yaratana küfrediyor ve O'na denkler mi tutuyorsunuz? O Alemlerin Rabbıdır. Orada üstünden ağır baskılar yaptı ve bereketler meydana getirdi ve orada rızklarını dört yevm'de takdir etti; sorup isteyenler için eşit olarak. Sonra duman halindeki göğe yöneldi ve ona ve yere “isteyerek ya da istemeyerek gelin” dedi; “isteyerek geldik” dediler. İki yevm'de onları yedi gök halinde varetti ve her göğe emrini vahyetti.. (Fussılet: 9-12).”
Ayetler birkaç anlama gelebilecek şekildedir, önce, yerin iki günde yaratıldığı, rızkların dört günde takdir edildiği, dolayısıyle, yeryüzünün altı günde yaratılıp, göklerle birlikte yaratmanın sekiz gün sürdüğü gibi bir anlam ortaya çıkmaktadır. Daha başka ayetlerde de “gökleri ve yeri altı günde yarattın ifadeleri, kolayca “gökleri ve altı günde yeri yarattı” şeklinde de anlaşılabilir; ayetlerin metni böyle bir anlayışa imkân tanımaktadır. Fakat, bu konuda genel kabul edilen görüş, yerin rızklarının dört günde takdir edilişinin içinde yerin yaratılma günlerinin de olduğu, dolayısıyla yerlerin dört, göklerin de iki gün olmak üzere, bütün yaratılışın altı gün sürdüğü şeklindedir. Özelikle Ehl-i Ki-tap'tan, çoğunlukla da Ahd-i Atik'ten gelen rivayetlerde yaratmaya Pazar günü başlandığı, Cumartesi günü de Allah'ın - haşa - dinlendiği ifade olunmaktadır. Bu yanlıştır, gerçi Allah Yahudüer'e Cumartesi günü çalışmayı haram etmiştir ama, bunu önce Yahudiler kendilerine haram saymışlar, Allah da yaptıklarına ceza olarak haram kılmıştır.
Altı günün bildiğimiz günlerden olmadığı açıktır; çünkü, o zaman böyle bir gün yoktu, bizim bildiğimiz günler yaratılıştan sonra, yeryüzünün kendi çevresinde dönmeğe başlamasıyla birlikte ortaya çıkmıştır. Bu altı günü, bazı müfessirîer altı vakit olarak yorumlamışlardır ve belki de bu altı gün onbinlerce yıl etmektedir. Fakat, bu anlayış altı günden sonra yaratılışın durduğu anlamına gelir; oysa yaratılış 'ol emirleriyle sürekli devam etmektedir; çünkü her şeyi, insanların eylemlerini de yaratan Allah'tır; yaratılışın durması Allah'ın 'yaratıcı' sıfatının ortadan Kalkması da demek olur ki, bu Allah'da değişme anlamına gelir. Bazıları, 'altı gün’ den muradın, Allah'ın bu muazzam kâinatı yaratmasının altı gün gibi çok kısa zamanda meydana geldiğini ve dolayısıyle Allah'ın kudretini belirtmek olduğunu ileri sürmüşlerdir; ama, Allah yaratmasını 'göz açıp kapamadan daha az' bir zamanla ifade etmektedir ki, altı gün buna nazaran çok uzun bir zamandır ve aslında Allah'ın kudretine sınır getirir. Bazıları, bununla göklerin ve yerin oluşum anında geçirdiği ve bugün ileri sürülen çeşitli dönemleri anlamaktadır; ama, bu tür görüşler de birer teori olmaktan öte en ufak bir değer taşımaz. Bu bakımdan, bu 'altı gün' sorununu bizim Allah'a havale etmemizden başka bir çıkar yol yoktur. Bunu ancak peygamberler ve Allah'ın bildirdiği 'seçilmiş’ kulları bilebilirler.
'Yerde rızkların dört günde takdir edilişiyle' ilgili de çok rivayetler vardır ki, burada bunları da sıralamak istemiyoruz.
Kur'an'da ayrıca 'Allah'ın günleri'nden sözedilir:
“İman edenlere de: Allah'ın günlerini ummayanları "bağışlasınlar ki, bir toplumu kazandıklanyla cezalandırsın (Casiye: 14).”
“Andolsun, Musa'yı, kavmini karanlıklardan nura çıkar ve onlara Allah'ın günlerini hatırlat diye ayetlerimizle gönderdik. Şüphesiz, bunda çok sabreden ve şükreden herkes için ayetler vardır (İbrahim: 5).” Allah'ın günleri'ni en güzel ifade eden bir diğer ayet de şudur:
“Eğer size bir yara dokundu ise, o topluluğa da onun gibi bir yara dokunmuştu. O günler, biz onları insanlar arasında döndürür dururuz; Allah iman edenleri bilsin ve sizden şehidler edinsin diye. Allah zalimleri sevmez” (A, îmran: 140).”
İnsan yeryüzünde bir imtihana tabî tutulmaktadır. İman edenlerin ortaya çıkması, Allah'ın şehidler edinmesi, iyinin kötüden, temizin kirliden ayrılması için Allah çok çeşitli biçimlerde insanı imtihan eder; aslında, hayatın bütünü bir imtihandır. Ama, “muhakkak onlar, her yıl bir veya iki kez sınanıyorlar” ayetinde ifade olunduğu gibi, imtihanın çok keskinleştiği ve adeta 'kesin olarak başarı veya başarısızlık' noktasına geldiği, deyiş yerindeyse 'sınıf geçme'yi belirleyecek imtihanların yapıldığı dönemler vardır. İşte, bu dönemler, bu dönemlere damgasını vuran olaylar Allah'ın günleridir. Bu günleri Allah öyle dolaştırır ki, insan farkına varamazsa imtihanı başaramaz ve 'sınıfta kalır'; bazıları başarır ve bir üst sınıfa geçer, ama imtihan ölünceye kadar bitmez. Üst sınıftakiler daha net imtihanlardan geçirilirken, kalanlar tevbe edip, yeniden imtihana çekilmek isterlerse, yeniden bu günleri yaşarlar. İşte, Bedir Savaşı, Fil Olayı, Uhut Savaşı hep bu günlerdendi ve bu günler zaman zaman tekrarlanmaktadır. (İhtimal ki; içinde yaşadığımız bu günlerin içinde de böylesi günler vardır ve geçmiş zamanlara oranla çoktur. Çünkü, zaman ilerledikçe olayların hızı ve yoğunluğu artar. Bu öyle bir artıştır ki, Kıyamet'e doğru zirvesine çıkar. Madem ki biz Ahir Zaman'ı yaşıyoruz ve Kıyamet'e çok yakın bir noktadayız; öyleyse bu zamanda Allah'ın günleri çok daha sık tekrarlanmakta ve karşımıza çıkmaktadır.)
Gerçek yevm olan anın hareketi saniyeleri, saniyeler dakikaları, dakikalar saatleri., meydana getirir. Kıyamet de bu saatlerden bir saattir ve yine, saatin emri de göz kırpması kadar ve daha yakındır (Nahl: 77); bu yüzden ona Kıyamet Günü adı da verilir ve bu Gün'ün bizim günlerimizle olan miktarını yine Allah bilir; belki bin, belki ellibin yıl. (Fasl Günü, Cem'a Günü, Vaîd Günü, Telak Günü, Feth Günü gibi adlarla da anılan, değişik yönleri izah edilen Kıyamet Günü'yle alâkalı olarak, Kur'an'daki ilgili ayetlere bakılabilir.)
Kur'anda 'zaman'la ilgili olarak geçen kavramlardan dehr ve asr konusunda da çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Kur'an-ı Kerim'de dehr iki yerde geçmektedir:
“Dediler: “Dünya hayatından başka bir hayat yoktur; ölürüz, yaşarız, bizi dehr'den başkası helak etmez (Casiye: 24).”
“Anılan bir şey değilken, insanın üzerinden dehr' den bir süre geçmedi mi? (İnsan: 1)” Dehr, Ragıp el-İsfahanî'nin açıklamasına göre, kâinatın başlangıcından sonuna kadar geçen müddettir, küllî zamandır. [179] Yani, dehr yaratılışla başlayan ve devam edip gelen süredir. Alemin ezelî oluşu konusunda çeşitli ihtilâflar varsa da, ebedi oluşu konusunda herhalde ihtilâf yoktur. Gerçi kâinat Kıyamet'le değişecektir; ama, bu son bulma demek değildir; bir 'kalkış, bir yeniden doğuş ve diriliş'tir. O halde, dehr Kıyamet. Günü'nü de içine alır mı? Bu noktada, şu hadis-i şerif konumuza açıklık getirecek niteliktedir: “Dehre sövmeyin, çünkü dehrin sahibi Allah'tır.” [180] Bu hadis sahihse - ki, sahih hadis kitaplarında geçmektedir - o zaman alemin, görünen varlıklar olarak değil de, özü itibariyle Allah'ta ezelî olduğu fikri, kuvvet kazanmış olur. Müşriklerin sözünü ettiği dehr ise, bazı ayetlerde belirtildiği gibi, Allah'a şirk koşma, O'nu gereği gibi takdir edememe, dehr’i!, yani zamanı Allah'tan ayrı bir güç sayma şeklinde anlaşılan bir zaman anlayışıdır. Bunun adı, İslâm terminolojisinde 'dehrîlik, tabiatperestlik', modern biçimiyle 'materyalizm'dir. Fakat, tüm İslâm dışı inançlar gibi, bu inanç da kendi kendiyle çelişmektedir. Çünkü, bir yandan alem ve zaman Allah'ın Zatı olarak görülür veya, modern materyalistlerde olduğu gibi güya inkâr edilirken, bir yandan da alemin ezeliliği ve ebedîliği savunulmaktadır. Bu savunuyu 'dialektik materyalizm', cisimlerdeki dialektik çelişkiyle açıklarken, ölümü de dialektiğin kesilmesi olarak değerlendirmektedir. Dialektik kesildiğine göre, yeniden diriliş tabiî ki söz konusu olamaz. Ama, insanda veya. hayvanlarda kesilen dialektiğin, kâinatın bütününde de kesilmeyeceğini kim garanti edebilir? Bu noktada, İslâm'da 'ölüm' hiç bir zaman yok oluş değil, sadece yeni bir hayata geçiştir.-Ezelî ve ebedî olup, durum ve şekil değiştirmeyen sadece Allah'tır. Varlıkların ruhu da Allah'tandır; o halde, Allah'tan üflenen bir ruhun, materyalistlerin anladığı manâda ölmesi mümkün değildir.- Öte yandan, bizzat 'dialektik', 'doğru bilgi'nin varlığım inkâr eden bir kavramdır. Dialektik çelişki sürekli devam ettiğinden ve evrim-devrim oluşlarına kapı açtığından, bugün doğru kabul edilen bir bilgi yarın doğru olmayabilir. O halde, materyalistlerin belli bir inançta veya görüşte ısrar etmeleri saçmadır. Açıktır ki, gerek evrimcilik, gerekse dialektik evrim ve devrim kuramı, 19'uncu yüzyılda Batı'nın gelişimini, Marksizm'le ilgili olarak da, Marx'ın hayal ettiği 'komün' toplumu kaçınılmaz bir kanun olarak sunmaya yöneliktir. Fakat, Marksistler, komün toplumda dialektik çelişkinin devam edip etmeyeceğini açıklayamazlar. Devam etmezse, kâinatın sonu demektir ki, bu maddeyi sonsuz kabul etmeleriyle çelişir; devam edeçekse, komün toplumun da değişmesi kaçınılmazdır. Hem, madem ki, bir zaman doğru kabul edilen görüşün doğruluğu kesinlikten uzaktır; o halde, komün toplumun veya dialektik materyalizm ve Marksizm'in doğru olduğunu nasıl kabul edeceğiz? Görüldüğü gibi, İslâm dışı inançlar, ahlâksızca ve arzuları doğrultusunda sürdürdükleri hayatlarını 'kanun'laştırmak için kâfirlerin ileri sürdükleri kuruntu ve zanlardan başka bir şey değildir.
Asr, lûgatta 'gündüz ve gece, gündüzün öğleden evvelki ve sonraki zamanı, ikindi vakti', masdar olarak', haps etmek, sıkmak, sıkıp suyunu çıkarmak' anlamlarına gelir. Bir şeyin kendine özgü vaktine de 'asr, ısr, usr, usur' denilir. Dilde 'mutlak zaman', ya da içinde bulunulan ve belli özellikleri bulunan yüz yıllık süre anlamında da kullanılmaktadır. [181]
'Ve'l-Asr’ suresinde geçen 'Asr'a, çeşitli anlamlar verilmiştir. 'İkindi vakti, dehr, ikindi namazı' dendiği gibi; 'Onlardan biri “ben şarap sıkıyorum” dedi (Yusuf: 36)'; Sıkışmış bulutlar (Mû'sırat) 'dan şarıl şarıl su indirdik (Nebe': 14)” ayetlerindeki anlamıyla, 'nöbet nöbet başa gelen olaylarla dolu zaman ve musibetlerdir' de denilmiştir.[182] Yine, Asr kelimesi, 'insanın ömrü, ömür boyu kazanılan', şeklinde de yorumlandığı gibi, aben ikindi vaktinin Peygamberi'yim” hadis-i şerifinin ifade ettiği anlam içinde, “Ahir Zaman, Hz. Peygamber' le başlayan ve Kıyamet'e kadar sürecek olan dönem, veya sadece Hz. Peygamber'in zamanı' olarak da yorumlanmıştır.
Sufîler, halk kavramını açıklarken verdiğimiz yaratılış mertebeleri çerçevesinde, zamana Ceberrut Alemi'nde 'mutlak vakt, sürekli an'; Melekût Alemi'nde dehr, Berzah (geçiş) mertebesinde asr, Şehadet Alemi'nde ise zaman derler.
Bu açıklamaya göre, varlık kökleri, emr veya ruhlar aleminin zamanı dehr olmaktadır; yaratılış süreci ise asradır, maddî varlıklarla ilgili olan süre ise zaman adını almaktadır (bu zaman'ı, kelimeyi açıklamak için genel anlamda kullanılan 'zaman'la karıştırmamalıyız.).
Asr'ı, Melekût Alemi'nin Şehadet Alemi şeklinde görünmesi süresiyle açıklamak, herhalde kelimenin kök anlamına da yakın düşmektedir. Çünkü, asr'ın lügat anlamı, yukarıda da belirttiğimiz gibi, 'sıkmak, sıkıp suyunu çıkarmak, demektir. Bu bakımdan, Kur'an-ı Ke-rim'de yağmur yüklü bulutlara 'mû' sırat' denilir. İşte, nasıl bu bulutlar yağmur dökerlerse, Melekût Alemi'ndeki varlık kökleri de kendilerini Şehadet Alemi'nde ortaya sererler; yine, varlık derken yalnızca cisimleri değil, kâinattaki her şeyi, olayları da düşünmek gerekir. İşte, asr, doğanlar ölenler, galibiyetler yenilgiler, başa gelen belâlar veya sevinçler, başarılar başarısızlıklarla tüm olayların oluş süreci olarak alınmalıdır. Böylece, asr, dehr'in bir yönüyle görünme süreci olmakta, yevm ise bir birim halinde vakti belirtmektedir. (Vallahü a'lem). [183]
Gerek varlıkların özleri, gerek yaratılış ve gerekse kâinatla ilgili olarak açıklanması zor, fakat gerekil kavramlardan olan Ruh, Nefs, Melek, Şeytan/İblis/Cinn birbirîeriylederinden derine bağlantı içindedirler.
Gerekli görülen yerlerde belirttiğimiz gibi, İslâm' da yaratılışın aslı madde veya cisim değildir. Allah kâinatı mertebe mertebe varetmiş, her mertebedeki varlıklara belli bir fonksiyon yüklemiştir. Varlıkların aslı Allah'tan olup, salt nur veya ışıktır. Yine, İslâm'ın yaratılış doktrininde 'madde' uzalıp kısalan, kesif, karanlık ve yokluk olarak algılanmıştır; Allah'tan başka mutlak ve kendilikleriyle gerçek varlığının olmadığı, bir yokluk ve zulmettir madde. İnsanın bir şeyi muhayyilesinden geçirmesi hayal etmesi o şeyin maddesidir; sonra bu şey bir irade ve gerekli eylem sonucu bir 'kelime', bir fiil olarak ortaya çıkar. Bu fiil kendiliğinden olmadığı gibi, özü taşıdığı anlam, maddesi hayal, cismi ise dışta büründüğü şekildir. İşte, kâinattaki varlıkların asılları bir 'nur', bir 'ışık' halindedir, bu ışığın 'yokluk karanlığı'nda yansıması bir madde olarak 'alem-i şehadet'e çıkması, bir kimlik giymesidir.
İşte, İslâmî kosmosta cisimsiz salt nurdan varlıklar olduğu gibi, cisimli varlıklar da vardır. Belli bir hiyerarşik düzen içinde bulunan yaratıklar en üstte salt nurlu varlıklarla başlayarak aşama aşama iner ve en altta biçim ve ağırlığı da olan Alem-i Şehadet'e uzanır. Allah en altta insanın duyularına hitap eden, yani beş duyuyla algılanan yere 'dünya seması' adını verir.
İslâmî kozmolojide en üstte bulunan nurlu varlıklar melekler'dir. Nur'dan sonra, bu nuru geçirme derecelerine göre, diğer yaratıkların dört öğeden oluştuğu kabul edilir: Su, hava, ateş ve toprak. Su, halk konusunda da değindiğimiz gibi, varlığın bir bakıma temelidir ve yeryüzünde varlık nedenidir. Hava görünmezse de sezilir ve aşağıda izah etmeğe çalışacağımız gibi, ‘ruh, ile yakından bağlantılıdır. Yeryüzündeki varlık kategorilerini oluşturan madenler, bitkiler ve hayvanların yanısıra, İnsan da topraktan varedilmiştir; bunlara karşılık Cinnlerse ateşten yaratılmıştır. [184]
Ateş yalın bir öğedir ve nura topraktan çok daha yakındır; hattâ kendisi de ışık verir. Bu bakımdan, nurla toprak arasında aracı bir öge olarak görülmüştür. İşte, yine ateşten yaratılmış bulunan İblis/Şeytan, topraktan yaratılan insan karşısında, ateşin topraktan üstün olduğunu ileri sürerek secde etmemiştir. Oysa, insanın taşıdığı gerçek varlık özü, yani ruhu nurun yansımasıdır ve Allah'ın ruhundandır; İblis bu ruhu görmek istememiş ve yüzeyde kalarak, salt cisimsel öğeyi değer ölçüsü olarak görmüştür.
İslâmî kosmosta, İblis/Şeytan şerrin temsilcisi ve 'mücessem heykel'i olarak yerini alırken, melekler de hayrın temsilcileri olma fonksiyonunu yüklenmiştir. İnsansa hem hayra, hem şerre yönelebilecek özelliğe sahip bir varlık olarak, şeytanlaşabilir de melekleşebilir de. İşte, insanda topraktan yaratılmış bulunan bedeninin yanısıra, melekleşmenin merkezi veya melekliğin sembolü olarak ruh, şeytanlaşmanın merkezi olarak da nefs bulunur. İnsan ruhuyla, metelklerle temasa geçer, ruhu adeta bir melek halindedir; nefsiyle ise şeytanla. temasa geçer, nefsi adeta içinde şeytanın merkezi gibidir.
Bu kısa açıklamadan sonra, kavramları tek tek ele alabiliriz:
Ruh'un. mahiyetini açıklamak için İslâm tarihinde çok çeşitli yorumlarda bulunulmuştur. Hemen hemen açıklamaların tümü şu üç açıdan ele alınmıştır: Hareket, hayat, idrak. Bazıları, ruhun varlıkları harekete geçirici şey olduğunu ileri sürerek, ruhsuz hareket olamayacağını belirtmişler ve ruhu 'hareket ettirici kuvvet'le özdeş saymışlardır. Bir diğerleri, ruhu hayatın başlangıcı olarak kabul etmişlerdir. Ragıp el-İsfahanî, “ruh, hayvanda hayatı hasıl eden cüzdür” der. Daha bazıları ise, ruhu algının, idrakin merkezi saymışlardır. Genel olarak ise, ruhun elem, lezzet, sevgi nefret gibi duygusal ve duyumsal; tasavvur, algı ve düşünce gibi zihinsel ve irade gibi eyleme itici üç kuvvetin merkezi olduğu kabul edilmektedir. Yani, ruhun hareketin, algının ve hayatın kaynağı olarak zatıyla hayat, zatıyla algı ve zatıyla hareket sahibi olduğu ileri sürülmektedir. [185]
Soruna Kur'an ayetleri açısından yaklaşmaya çalışalım bir de:
Kur'an'da, “Sana ruhtan sorarlar; de ki: “Ruh Râbbimin emrindendir, size ilimden ancak az bir şey verilmiştir (İsra: 85)»” buyurulmaktadır. Dikkat edilirse, bazılarının sandığı gibi ruhun bilinemeyeceği değildir bu ayette ifade edilen, genel anlamda insanlara 'ilim' den az bir şey verildiği belirtilmektedir. Öte yandan, hitap bütün insanlara değildir; en azından Peygamberler'e değildir. O halde, insanlar içinde ilimden çok payı olanlar da bulunabilir. Eğer ruh bilinmeyecek olsaydı, daha başka ayetlerde Allah ruhtan sözetmezdi; böyle bir şeyi iddia etmek, herkesin Kur'an'da bazı ayetleri hiç bilemeyeceği demek olur.
Emri açıklarken de belirttiğimiz gibi, emrin bir anlamda Allah'ın bütünüyle hakimiyet alanı olduğunu ve varlıkların Allah'ın, emre “ol” demesiyle yaratıldığını belirtmiştik. İşte, bu ayette 'min emr-i rabbi ifadesindeki 'min'in 'açıklayıcılık' ifade ettiği belirtilmiş ve emrle ruh bir bakıma özdeşleştirilmiştir; yani, bu durumda anlam 'ruh Rabbimin bir emridir’ olmaktadır; şu halde, ruh varlığın özünü oluşturan şeydir ve aşağıda açıklayacağımız gibi, Allah'tandır.
Kur'an'da insanın yaratılışıyla ilgili ayetlere dikkat ettiğimizde şunu görürüz: İnsan tasvir olunduktan sonra (bk. Tasvir) kendisine Allah'ın ruhundan üflenmiş ve meleklere önünde secde edilmesi emredilmiştir.
“Onu tesviye ettiğim ve ona ruhumdan üflediğim zaman, hemen ona secdeye kapanın (Hıcr: 29).”
“Sonra onu tesviye etti, ona Kendi Ruhu'ndan üfledi ve sîzin için kulak, gözler ve gönüller varetti (Secde: 9).”
Kur'an'da İsa'nın Alah'ın Ruh'u olduğu belirtilirken, Allah “biz” zamirini kullanır, oysa, insanın yaratılışında üflediği ruhtan sözederken ise, 'ben' zamirini kullanır. Demek ki, insana üflenen ruh doğrudan doğruya Allah'tandır. Gerçi, bunun insanın şerefini belirtmek için bu şekilde ifade olunduğu belirtilmişse de, böyle bir açıklama biçimi kolaya kaçma demektir. İnsana üflenen ruhun gerçeğini kavramak için, Allah'ın özel olarak ruh'u diye adlandırdığı İsa'nın durumuna bakalım: Bilindiği gibi İsa, kuş şeklindeki cisimlere üflüyordu:
“Ben çamurdan kuş şeklinde bir şey yapar ve ona üflerim der Allah'ın izniyle kuş oluverir (k. İmran: 49)”.
Demek oluyor ki, Allah'ın pak ruhu olan İsa üflediğinde cansız kuş cismini canlı kuş haline getirmektedir. Burada, ruh'un hayatın kaynağı olduğu açıktır. İkinci olarak, yukarıda verdiğimiz (Secde, Ayet 9) da insana ruhun üflenmesiyle birlikte, onun işitme, görme ve bilme sahibi olduğu ifade olunmaktadır (Bk. Sem'a, basar, kalp/fuad). Demek ki, ruh bilginin de merkezidir.
Allah, isimleri bildiği veya haber verdiği için insanı meleklerden üstün kılmış ve melekleri önünde secde ettirmiştir. İnsanda bilginin kaynağı da 'sem'a ve basar’ yoluyla kalptir; kalpse ruhun merkezidir; yani isimlerin, bilginin kaynağı ruhtur; ruh insana bilgi ve hayat kazandıran bir ışıktır. Hayatı anlatırken de belirteceğimiz gibi, gerçek hayat mü'minlerin yaşadığı hayattır, kâfirler yaşar da görünseler, ölüdürler; sem'a, basar ve bsar kalpleri örtülmüş durumdadır. Şu halde, ruh maddî hayatla, manevî hayatın merkezidir, bilginin, hayatın ve salih amelin merkezidir.
Bu genel tanım çerçevesinde Kur'an'da geçen ruh kelimesinin anlamlarını açıklamak herhalde daha kolay olacaktır. Kur'an bir ruhtur –“İşte böyle sana emrimizden bir ruh vahyettik (Şura: 52)” - çünkü, Kur'an her şeyden önce şifadır; ölü insanları diriltir, onlara hayat kazandırır; gökten inmiş bir sudur o. Nasıl, yağmurlar ölü beldeleri diriltirler ve ölü toprağa can verirlerse, Kur'an da topraktan yaratılmış, ama ölmüş bulunan insanlara can verir, içinde bağlar, bahçeler bitirir. Vahy de bir ruh'tur; nitekim, “sana ruhtan sorarlar” ayetinde ruh'un vahy olduğunu ileri sürenler olmuştur; burada ruhu. salt vahy olarak anlamak, hem vahyi, hem ruhu iyi kavramamak demekse de, vahyin de ruh olması açısından doğru bir tesbittir. Zaten, Kur' an vahydir, öyleyse vahy de ruhtur, çünkü o da hayat kazandırır, bilgi kazandırır ve hareket, eylem nedenidir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de, “Ey iman edenler! Sizi size hayat verecek şeylere çağırdığı zaman Allah ve Rasûlü'ne uyun (Enfal 24)” Duyurulmaktadır. Kur'an'dâ ruh'la, ilgili kelimeler arasında rîh, ravh, riyah vereyhan geçmektedir. Rîh hareket halindeki havadır, rüzgârdır ve Kur'an'dâ çoğunlukla azap taşıyıcı olarak geçer:
“Sizi karada ve denizde yürüten O'dur. Ne zaman ki siz gemideyken, gemiler içinde bulunanları hoş bir rîhla taşırken ve onlar da tam bununla sevindikleri anda şiddetli kasırga şeklinde bir rîh gelir.. (Yunus: 22).”
“Bu bize yağmur yağdıracak bir buluttum dediler. Hayır, o sizin acele gelmesini istediğiniz şey, içinde acı azap bulunan rîh'ftr (Ahkaf: 24).” Rîh 'koku' anlamına da gelir: “Kervan yola çıkınca, babaları, “eğer bana bunak demezseniz, inanın ki, ben Yusuf'un rîh'ını duyuyorum” dedi (Yusuf: 94).”
Rîh, mecaz olarak 'güç, kuvvet, kudret' anlamlarına da gelir; kuşkusuz bu anlam, güçlü esen rüzgârdan esinlenmedir.
“Allah'a ve Rasûlü'ne itaat edin; çekişmeyin, yoksa korkuya kapılırsınız ve r'îhınız gider(rüzgârınız kesilir) (Enfal: 46).”
Ravh, 'beklenti, ümit, rahatlık, rahatlamayı bekleme' demektir; bu yüzden açıktır ki, 'ruh'la çok yakından bağlantısı vardır. Ruh bir rüzgâr gibi hafif ve görünmez, güzel koku taşıyan, hayat ve ümit bahşeden bir şeydir:
“Allah'ın ravhından ümit kesmeyin; çünkü, kâfirler kavminden başkası Allah'ın ravhından ümitsizliğe düşmez (Yu&uî: 87).”
Riyah, 'rahmet' taşıyan rüzgârdır; yine o da 'ruh'la bağlantılıdır.
“... Riyah'î ve gökle yer arasında emre hazır bekleyen bulutları yaymasında akleden bir kavm için ayetler vardır (A. İmran: 164).”
“O ki, riyah'ı rahmetinin önünde müjdeci gönderir...(Arat: 57)”
Reyhan 'kokulu şey, kokusu olan' demektir. 'Reyhan', ayrıca 'nimet, rızk, yenilen şey' anlamlarında da kullanılır. Araplar, 'çocuk Allah'ın reyhanındandır' derler; “Hasan ve Hüseyin benim Cennet'ten iki reyhanımdır” hadisinde de ifade olunduğu gibi, 'çocuk güzel kokulu bir nimet'tir. Yine, Araplar 'nereye' sorusuna “Allah'ın reyhanından istemeğe” diye cevap verirler ki, burada da kastedilen 'güzel rızk'tır:
“Yapraklı taneler ve hoş kokulu bitkiler” (Rahman: 12).
“Ravh, reyhan ve nimet cennetin (Vakıa: 89).
Kur'an'da nefs, öncelikle tek tek bireyin kimliği, kendisi, 'ene'si anlamında kullanılır:
“O gün her nefis hayırdan işlediğini hazır bulur” (A. İmran: 30).
Yine, daha pek çok ayette 'enfüseküm, enfüsühüm,. -kendiniz, kendileri, kendi, kendin, kendim' gibi ifadelerde nefs hep tek tek kişiler, o kişilerin benliği, 'ene'si anlamındadır.
Nefs tek tek her varlığa, diğerlerinden ayrı nitelikte bir varlık kazandıran yön, ya da bu varlığın kendisidir. Bu bakımdan, nefs genellikle dünya hayatının, maddî hayatın kaynağı olarak görülmüştür. Şu. halde nefsin bitkisel ve hayvansal nitelikleri vardır; her varlığın ayrı bir nefsi veya her varlık ayrı bir nefs halinde olduğu gibi, kendinde her varlıktan bulunan insan nefsi de madenî, bitkisel ve hayvansal öğelerden oluşur. Özümleme, sindirme ve boşaltım gibi fonksiyonlar nefsin bitkisel, kuvvet, güç, şehvet, hareket, görme, yürüme, duyma, tatma., gibi fonksiyonlar da hayvansal fonksiyonlarıdır. Öte yandan, acıkma, susama, cinsel arzu gibi duyumlar da yine nefsin duyumlarıdır. Nefsin bu duyum ve fonksiyonları onun hayatını sürdürmesi için gereklidir, bunlarsız hayat olmaz. Fakat o şeytan'ın etkisiyle kendini her şey olarak görmeğe başlar. Şeytan ona 'ser'sin, der, o da “benim, benden başkası yok, her şeyin, her hakikatin ölçüsü ben'im, ben” der. Böylece nefs bir birey olarak hakikatin ölçüsü haline gelince, ruh ve mutlak Hakikat, dolayısıyla Hakk da örtülmüş (küfr) olur; böylece yeryüzünde fesat, kavga ve anarşi doğar, tek tek bireyler rabb, nefsilikleri de ilâh haline gelir (Batı hümanizmi'. Bu nefs 'emmare nefs'tir:
“Ben nefsi'imi aklamam, çünkü nefs muhakkak kötülüğü emreden (Yusuf: 53).
Peygamberler Allah'tan bir ruhla, gelirler ve onun ışıklarıyla ruhun üzerine giderilmiş perdeleri sıyırmaya çakşırlar. Eğer, insandaki ruhun merkezi olan kalbin melekeleri (bk. kalp) bütünüyle Ölmemiş ve kalp kaskatı kesilmemişse, bu perdeler yavaş yavaş sıyrılmaya başlar. Yedi tane olan bu perdeden yedinci sıyrıldığında nefs kendi kendini yaptıklarından dolayı kınamaya başlar; her ne kadar Şeytan'a uymaya devam -ederse de, bundan rahatsızlık duyar ve günahlarından dolayı kendini kınar. Böyle nefse 'nefs-i levvame' denilir.
“Yemin olsun nefs-i levvame'ye (Kıyame: 2).” însan ruhun ışıklarına kalbini açtıkça, kendi ruhundaki perdeler de, yukarıda belirttiğimiz gibi sıyrılmaya devam eder. Kötülüğü yavaş yavaş bırakıp, ruhun ilhamlarını almaya başlayan nefse, veya nefsin ruhun ilhamlarını almaya başlamış haline nefs-i mülhime denilir:
“Andolsun nefse ve onu düzenleyene; ona fücurunu da ilham etti, takvasını da (Şems: 7-8).” Ruhî ilhamlarla dolan ve gerçek mutluluğu ve doygunluğu Allah'ın zikrinde, vahyde ve Kur'an'da bulan nefs, 'nefs-i mulhime'denir;
‘Ey mutmainne nefs, Rabbi'ne dön! (Fecr: 27).” Allah'ın zikriyle doygunluğa ulaşmış bulunan nefs, artık bütün kötülüklerden temizlenir, arınır ve nefs-i zekiyye halini alır:
“Andolsun, onu tezkiye eden kurtuldu (Şems: 9).” (Bk. tezkiye.)
Kurtulan nefs, artık 'mü'min nefs'tir. Kur'an'da, iman'ı anlatırken de belirteceğimiz gibi, bu nefsin nitelikleri kısaca şöyledir:
“Namazlarında huşu içindedir; her türlü boş şeylerden yüz çevirir; zekâtı verir ve malını arıtır; organlanın Allah'ın haramlarından alıkor; emanete, sözüne ve ahdine riayet eder; namazlarını geçirmeden ve dikkatle kılar, üzerlerine titrer.. (Mü'minûn: 2-9).”
Bu haldeki nefs, çocuk gibidir, adeta günahsız hale gelmiş durumdadır. Nitekim, Hz. Musa, beraber yolculuk yaptığı salih kulun (Hızır) öldürdüğü çocuk için 'nefs-i zekiyye’ deyimini kullanmıştır.
Nefs-i zekiyye doygundur, arınmıştır. Artık Allah ondan razıdır, o da Allah'tan razıdır; yani gerçeği, görünür gölgelerin gerisindeki hakikati anlamış durumdadır. Razılık;(rıdvan) cennetine girmeğe hak kazanmıştır:
“Dön Rabbi'ne razı olmuş ve razı olunmuş olarak (Fecr: 27).”
İşte, raziye ve marziye nefsle ruh bir bakıma özdeş hale gelirler; bu insanın ilk yetkin halini, ilk Ademiyet halini kazanmasıdır.[186]
Melek veya Melâike kelimesinin, 'kuvvet' anlamına gelen 'melk'ten 'feal' vezninde 'kuvvet sahibi’ demek olduğu 'me'lek'ten gelip 'melâike' şeklinde çoğul yapıldığı söylenmiştir. Bu görüşler fazla önemli bulunmamış ve kendilerine pek itibar edilmemiştir. Çoğunluk, kelimenin 'mel'ek kelimesinden gelip, .'haberci' demek olduğu ve 'melâike' şeklinde çoğul yapıldığı fikrindedir. Bu .anlamda 'melek’ 'haberci, elçi, rasûl anlamlarına gelmektedir. Ragıp el-İsfahanî, 'melek'in 'melâike’ den geldiğini, bazılarınınsa 'mülk'ten türediği görüşünde olduğunu belirttikten sonra, 'melâikenin siyasetten bir şeye görevli ve egemen olanına 'melek'; insanda olanına da 'melik’ denilir; bir de, 'melâika’ tekil olarak da, çoğul olarak da kullanılır” der ve 'melek’ kelimesinin kuvvet ve tedbirle, 'melâike'ninse risalet ve habercilikle ilgisi bulunduğunu hissettirir. [187] Yani, 'melek? Veya 'melâike’ kelimesinin genel olarak çağrıştırdığı anlam 'elçilik, risalet, habercilik, işi yerine getirme ve kuvvet'tir. Bu yüzden, peygamberliği yalnızca meleklere özgü kabul eden ve insanın peygamber olamayacağını sanan müşrikler, insandan peygamberlere itiraz etmişler ve vahyi yalnızca meleklerden beklemişlerdir; fakat, vahyi yine meleğin getirdiğini, yani, meleğin peygamberle Allah arasında elçi olup, peygamberin de Bu vahyi kendilerine tebliğ ettiğini kavrayamamışlar, daha doğrusu, kavramak istememişlerdir(En’am: 8, 9, 50; Furkan: 7...).
Meleklerin elçiliği salt habercilik yapmak, ya da peygamberlere vahy getirmek şeklinde değildir. Zaten, peygamberlere vahy getiren melek genellikle Cebrail olarak kabul edilmiştir. Bu bakımdan, yalnızca sözün değil, eylemin haberciliğini de yapan melekler vardır. Nitekim, Kur'an'da 'savaşlarda mü’minlere yardım eden meleklerden (A. İmran: 124, 125), Allah'ın azap hükmünü yerine getiren meleklerden (Hud: 81) ve peygamberlere ve Allah'ın daha başka seçkin kullarına müjdeler getiren meleklerden (Hud: 69-74; Meryem: 17-19) söz edildiği gibi, gök gürültüsü de adeta bir melek gibi sunulur(Ra'd: 13). Bunların dışında, insanların yaptıklarını yazan ve kendilerine 'kiramen kâtibin' denilen, aynı zamanda insanların üzerinde koruyucu olan melekler (İnfitar: 7-11) bulunduğu gibi, Allah deyip, dosdoğru olanların üzerlerine inen melekler (Fussılet: 30), kâfirlerin arkalarına vura vura, mü'minlerinse tatlılıkla canlarını alan melekler ve yeryüzündeki insanlar için Allah'tan bağışlanma dileyip, onlar için istiğfarda bulunan, insanların karanlıklardan nura çıkmaları için çalışan melekler vardır (Ahzab: 43). Bunlardan ayrı olarak, Kur'an'da meleklerden “söküp çıkaranlar, yavaşça çekenler, yüzüp yüzüp gidenler, yarışıp geçenler, emri düzenleyenler (Naziat: 1-5); ard arda gönderilenler, rüzgâr gibi eşip savuranlar, yaydıkça yayanlar, ayırdıkça ayıranlar” (Mürselât: 1-4) olarak sözedilir.
Demek oluyor ki, melekler Allah'ın emrini düzenleyenlerdir, onu yerine getiren varlıklardır. Kâinatta meydana gelen hiç bir olay kendine özgü mutlak bir kanunla değil, İlâhî îrade'nin tecellisi ve İlâhî Kudret'in etkisiyle meydana gelir. Bu bakımdan, melâike, İlâhî kudret ve yaratıcılığın birlikten çokluğa yayılmasını ve onun belirlenip çeşitlenmesini ifade eden etkin güller olarak düşünülmelidir. ve, kinatta hiç bir şey, ‘hiç bir olay, hiç bir hareket tasavvur olunamaz ki, melekî bir risaletsiz meydana gelmiş olsun.
Biz kâinatta maddeyi değil, bir gücün eserini, görürüz. Görülen her eylem ve hareket, mutlaka hareket ettirici bir etkenin sonucudur. Madde kendi kendine atıldır, hareketsizdir. Her hareket veya olay, bir hareket ettrici gücün eseridir. Bu güç ve kudretin tamamı Allah-ü Tealâ'da birleşmiş durumdadır, yani, her güç ve kudret O'ndandır. İşte, kudret-i ilâhiyyenin ilk belirginleşme ve tecellî vasıtası melâikenin risaletidir bu bakımdan, melâikesiz bir olay düşünülemez, melâikesiz bir damla yağmur düşmez. [188] Nitekim, bugün Batı biliminin etkisiyle, Allah ve melâikeyi kâinattan silmiş olanlar hurafe' de kabul etseler, gök gürültüsüne 'ra'd' adlı meleğin haykırması diyen eski müslümanlar herhalde daha çok İslâm'a yakındırlar.
Bu açıklamalarımızdan ayrı olarak, Kur'an'da, Arş'ı taşıyan, Cehennem'in kapısını bekleyen, saf halinde duran, Allah'a özel yakınlığı bulunan ve sürekli olarak yorulmadan O'nu teşbih eden, secdede ve rükûda duran, O'na hamd eden meleklerden de sözedilir. Bir hadis-i şerifte 'meleklerin nurdan yaratıldığı' ifade olunmuştur.
Melekler insanların yardımcılarıdır da. Bazı İslâm bilginleri her insanın ruhunun gökteki temsilcisi olarak bir meleğin bulunduğundan da sözetmişierdir.[189] Yani, insanda ruh, insanın meleklik yanını temsil eder ve bu ruhla insan meleklerle temasa geçer. İnsanlar gibi melekler de üstünlük bakımından derece derecedirler. Gerek bu konuda, gerek insanlarla meleklerden hangilerinin daha üstün oldukları konusunda, gerekse, Kur’an'da meleklerle ilgili olarak 'ikişer, üçer, dörder kanatlı elçiler' şeklindeki ifade (Fatır: 1) hakkındaki gereksiz tartışmalara dalmak istemiyoruz. Yine, meleklerin cinsiyeti ve masumluğu konusunda da çeşitli kelâm kitaplarında geçen gereksiz açıklama ve tartışmalar da 'bilemediğimiz gaybı taşlama' olacağından, konumuzun dışındadır. Yalnız burada şu kadarını belirtmeliyiz ki, meleklerin insan suretine girdikleri Kur'an'da açıkça ortaya konulmaktadır (Meryem: 17; Hud: 69-81).
İblis'in 'B-L-S' kökünden türediği söylenmiştir. Bu kök, 'if al' babında 'eblese' ve masdar olarak da 'iblas' halini alır. 'İblas', bütünüyle umut kesmek, hale gelmek, suskunlaşmak’ demektir: [190]
“Saat kıyam ettiği zaman suçlular umutsuzca susar (Rum: 12).”
“Kendilerine hatırlatılanları unutunca, üzerlerine her şeyin kapılarını açıverdik; kendilerine verilenle sevince daldıkları zaman da onları ansızın yakaladık; birden bire bütün umutlarını yitirdiler (En'am: 44).”
İblis ateşten yaratılmıştı ve cinlerdendi. Gerçi, 'Adem'e secde etme' emriyle yükümlü tutulduğu için onun meleklerden olduğu da söylenmişse de, Kuran'da onun "cinler'den olduğu belirtilmektedir (Kehf: 50). Şu kadar ki, cinn konusunda da değineceğimiz gibi, Elmahlı'nın hatırlattığı üzere, insan duyularından gizli bulunan bütün ruhanî varlıklara genel anlamda cinn dendiği ve bu bağlamda şeytanların ve meleklerin de cinnlere dahil olduğu da belirtilmiştir. Nitekim, Zemahşerî de, Kur'an'da geçen melek adının cinnleri de içine aldığını ileri sürer. Bu arada, insandan önce yeryüzünde fesat çıkaran cinlere karşı bir takım meleklerin başında olarak gönderilen ve o zaman Azazil adını taşıyan İblis'in cinleri dağlara püskürttüğü; cinnler gibi yeryüzünde yaşayıp el-Hakem adıyla cinlere hakem tayin edildiği, bir ara bu görevindeyken gurura kapılıp sonra göğe iltica ederek, Adem'in yaratılışına kadar Allah'ın sadık bir kulu olarak kaldığı; hattâ, Allah'a en yakın meleklerden biri olup, yeryüzündeki ve en alt kat gökteki cinnler üzerinde hüküm sürdüğü gibi bir takım inanılması güç rivayetler tefsir kitaplarına kadar geçmiştir. [191]
Bütün bu rivayetler karşısında, en güvenilir açıklama herhalde merhum Elmalılı'nın yorumudur. Ona göre, Adem'e secde emrine kadar Allah İblis'in haysiyetine dokunacak hiç bir teklifte bulunmamıştı. İşte, o zamana değin isyan etmeyip, meleklerin içinde bulunması bundandı. Böyle durumlarda, itaatin Allah'a mı, yoksa nefse mi olduğu belli olmaz; çünkü, ortada henüz itaatin kime olduğunu belirginleştirecek bir imtihan yoktur., Ama, İblis, Allah'ın Adem'e secde etmesi emrini reddetti. Demek ki, irade sahibiydi.
İblis'in Adem'e secde etmeği reddedişinde dikkatimizi çeken iki nokta vardır: Birincisi, varlığın dış biçimine bakıp, özünü görememesidir. O, Adem'in topraktan, kendininse ateşten yaratıldığını, ateşin topraktan daha üstün olduğunu ileri sürmüş, ama, kendisindeki gerçeği göremeyen cahilliğe ve insandaki gerçek bilginin, isimlerin kaynağı olan ruha dikkat edememiştir. Açıktır ki, her küfr ve şirk sisteminde değer yargırsı olarak fizikî görünümü, şekli, zenginlik, beden güzelliği gibi bir takını dış nitelikleri kabul edenlerle İblis arasında herhangi bir fark yoktur. Varlıklarının özü olan ruhu perdeleyip, kendilerini dış görünümlerinden ibaret sayanlar, alabildiğine dışa önem vermekte, içlerinin, ruhlarının olduğunu ise kavrayamadıklarından inkâr etmekte, bunu da gerçek bilgi, özgürlük, ilericilik gibi kof terimlerle açıklamaktadırlar.
İblis'in davranışında dikkatimizi çeken ikinci nokta, Allah'ın kesin hükmü karşısında kıyas yapmaya kalkışmasıdır. Çünkü, Allah'ın kesin hükmü karşısında kula seçim hakkı tanınmaz ve sadece itaat etmesi istenir. O halde, Allah'ın hükümlerini kabul etmedikleri gibi, değiştirenler ve yerlerine başka hükümler koyanlar, merhum Seyyid Kutub'un belirttiği gibi, İblis'ten asla farklı değillerdir. [192]
İşte, İblis Allah'ın emrine karşı gelip de, davranışında diretince Kıyamet'e kadar lanete müstahak kılınmış ve Allah'ın rahmetinden bütünüyle uzaklaştırılmıştır. İblis'e İblis denmesinin nedeninin bu olduğu belirtilir.
İnsan, hayra da şerre de yönelebilecek bir varlık olduğu için, hem meleklik, hem de İblislik niteliklerini taşımaktadır. İşte, İblis onun nefsindeki bu nitelikler üzerinde çalışmak için Allah'tan izin almış ve şöyle diyerek, insanın yeryüzünde tutulduğu imtihanın adeta bir yönünü oluşturmuştur:
“Bana tekrar dirilecekleri güne kadar süre ver.”
“Haydi, sen süre verilmişler densin.”
“Beni azdırmana karşılık, andolsun, ten de onları saptırmak için Sen'in doğru yolunun üzerine oturacağım. Sonra önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından onlara sokulacağını ve çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın. (A'raf: 14-17)”
“Beni azdırmandan ötürü, andolsun onlara süsleyeceğim de süsleyeceğim ve onların hepsini azdıracağım(Hicr: 39).”
Görülüyor ki, İblis belli fonksiyonu olan bir varlıktır. İnsanın irade sahibi olması ve yeryüzünde halifelik (bk. Halife) gibi, gerçekten zor ve onurlu bir sorumluluğu yüklenmesi onun imtihandan geçmesini gerektiriyordu. Dünya hayatı, ebedî yolculuğu üzerinde, Ahiret hayatını belirleyecek, oradaki kitabının kelimelerini oluşturacak geçici bir hayat ve berzahtan ibaretti yalnızca. İşte, yeryüzünde tutulduğu imtihanın şerr kanadını İblis oluşturur ve yukarıda açıklamaya çalıştığımız şekilde nefsin salt şerr ve hayvansal öğeleri üzerinde çalışırken, ruhu da salt hayr kanadını temsil ediyor ve meleklerle yardımlaşabiliyordu. İblis'in, yukarıdaki ayetlerde ifade olunan fonksiyonunu belirtici sözlerinden sonra Allah-ü Tealâ şöyle buyurdu:
“Git, onlardan kim sana uyarsa, cezası Cehennemedir, mükemmel bir ceza size! Onlardan gücünün yettiğini sesinle yerinden oynat; atlıların ve yayalarınla üzerlerinde yaygarayı bas; mallarda ve çocuklarda kendilerine ortak ol, onlara va'd et de va'd et..(İsra: 63-64)”
Kur'an'da çok ilginç bir biçimde bu aşamadan sonra birdenbire şeytan'la karşı karşıya geliyoruz. İlk yaratılışında Adem'e secde etmeyen, bu yüzden Allah'ın rahmetinden kovulan ve insanları azdıracağını söyleyen hep îblis'tir. Fakat, işte bundan sonra durum birden değişir ve iki yönlü bir durum arzeder bu değişim. İlk olarak, ilginçtir ki, İblis insanın çoğalacağını ve belli bir süreye deyin -ihtimal ki- hem de yeryüzünde yaşayacağını bilmektedir. Yine, İblis, insanın sapmaya meyilli bir varlık olduğunu da bilmektedir; görevinin onu zayıf yerinden yakalayıp, bütün azgınlığıyla nefsini ortaya çıkaracağını, böylece, onun meleklerden üstün durumundan uzaklaşıp, her zaman kendine kul olmaya müsait bir yapıya bürüneceğini ve sonuçta 'Cennet hayatı'ndan, zorluklarla dolu 'dünya hayatı'na geçeceğini de -ki, bu, Kur'an'ın diliyle hübut, yani düşüştür- bilmektedir. Artık, bu aşamada, yani İblis'in fonksiyonuyla, Adem'in de imtihanıyla başbaşa bırakıldığı aşamada, temelde tüm insanlığın temsilcisi durumundaki Adem artık tek bir insan olarak karşımıza çıkarken, İblis de Şeytan olarak karşımıza çıkmaktadır. Yani, imtihanın başladığı andan itibaren İblis Şe’ytan'a, Adem de birey olarak tek bir insana dönmüştür.
Şeytan kelimesinin sözcük anlamı ve etimolojik kökeni konusunda çok çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Kamus Tercümesi'nde “kibirli ve asî olan cinn ve insan” şeklinde açıklanan Şeytan kelimesinin, 'habis' anlamıyla 'İbranî' kökenli, 'insanüstü varlık' anlamıyla da İslâm öncesi Arap kökenli olduğu ileri sürülmüştür. Bazıları, 'uzaklaşmak' anlamında 'Şe-Ta-Ne' fiil kökünden geldiğini söylerken, bazıları da, 'diş gıcırdatmak, yakmak, hırsıyla yanmak' anlamında 'Şâ-Ta-Şe-Ye-Ta’ fiil kökünden geldiğini belirtir. 'Allah'tan uzak' olduğu ve Allah'a karşı çıktığı için 'uzaklaşmak, karşı çıkmak' anlamındaki 'şe ta ne'den geldiğini ileri sürenler, onun 'racîm - taşlanmış' olmasının görüşlerine delil olabileceğini belirtirler. Şeytan'ın ateşten yaratılmış olması da, ikinci görüşü destekler niteliktedir. [193]
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, insan için imtihan başlayınca, kendisine olan 'apaçık düşmanlığından dolayı, onu saptırmaya çalışan artık İblis değil, Şeytan' dır. Şeytan cennet hayatı yaşayan Adem'e yaklaşmış ve onu rahat, cennet hayatından, güçlüklerle dolu bir hayata çekecek bir günahı işlemeğe itmiştir. Allah Adem'i başlangıçta uyarmıştı da Şeytan'a karşı; “Ey Adem, bu senin ve eşinin düşmanıdır; sakın sizi cennetten çıkarmasın, sonra yorulursun” demişti (Tana: 117). Fakat, daha önce de belirttiğimiz gibi, insanın yapısında bulunan hırs, tamah, kanaatsizlik ve ölümsüzlük isteği gibi bir takım tutkular her zaman onu Allah'a isyana götürebilecek niteliktedir. İşte, Şeytan insana bu zayıf yönünden yaklaştı kendisini 'ebedîlik ağacına ve yok olmayacak bir mülke/ hükümdarlığa götüreceğini' va'detti; sonra da, “ben sizin ancak iyiliğinizi istiyorum” diye yemin etti ve böylece Adem Şeytan'ın ilk sillesinde sürçtü ve kendisini cennetten çıkaracak derecede bir günah işledi. Böylece, onu meleklerden üstün yapan niteliği örtüldü; fiilî olarak varken bir imkân şeklinde var olma' derecesine indi ve birden kendisinde utanılacak yerlerin olduğunu gördü, beşerleşti ve zorluklarla dolu yeryüzü hayatına atıldı. Bu ilk Adem-İblis karşılaşmasının ortaya koyduğu kesin bir gerçek vardır. İnsana dünya hayatının zorluklarını tattıran günahlardır; onun mutsuzluğu günahta ve Allah'a isyanda, mutluluğu ise Şeytan'a uymamaktadır. Adem, yasaklanan ağaçtan yemekle kendisine verilen bilginin kaynağı isimlerin ışığı ruhunun karardığını ve nefs-i emmalesinin bütün azgınlığıyla ortaya çıktığını görmüştür. Demek ki, her bir günah ruhun ışınlarından birini alıp götürmekte, bütünüyle günahlara dalanların ruhları kararıp, kalpleri kaskatı kesilmektedir.
İnsan soyunun yeryüzündeki imtihanı ve meşakkatli hayatı başlamıştır artık. Şeytan onun peşini hiçbir zaman bırakacak değildir; fakat nasıl kandırır Şeytan insanı? Sağından, solundan, önünden ve arkasından nasıl gelir insana? Bu soruya, fazla ayrıntıya dalmadan Kur'an ayetleri çerçevesinde kısaca göz atalım.
Şeytan fısıldar; sürekli olarak, vehimler, hayaller, zanlar eker insanın içine; onu hiç bırakmaz ve her hayırlı işten alıkoymaya, her şerrli işe de sürüklemeğe çalışır. Şeytanın fısıldaması Şeytan'ın vahyidir.
Şeytan, zengin olup, zekât vermesi, infakta bulunması gereken insanlan bir gün fakir düşebileceklerini, dolayısıyla mallarını biriktirip, 'bir gün zamanı' gelir diye saklamalarını öğütler (Bakara: 268). Bu öğüde kananlar, “Allah'ın dilediği takdirde doyuracağı kimselere biz mi yedirelim?” derler ve mallarından Allah yolunda bir kuruş olsun sarf etmek istemezler (Yasin: 47).
Şeytan insanlara her türlü ahlâksızlığı emreder (Bakara: 268). Onları içkiye, kumara, fala, Allah rızası dışında eylemlerde bulunmaya, Allah'tan başkasından yardım istemeğe ve böylece başkalarının önünde eğilmeğe çağırır. Kâinattaki ve insan hayatındaki olayları bir takım tesadüflere, bağımsız kanunlara, bağımsız nedenlere bağlar ve insanları buna inandırır (Maide: 90). Böylece, onlara Allah'ı unutturur, kumarla, içkiyle, şans oyunlanyla insanlan emek harcamaktan alıkoyduğu gibi, aralarına da düşmanlık ve buğz tohumlan eker (Maide: 91). Bunun sonucunda, insanlar birbirlerini öldürür, kanlar akar, yuvalar yıkılır, dinmeyecek kin ve düşmanlıklar doğar.
Şeytan insanlan birbirleri üzerinde bağyetmeğe, yani haksızlıklara iter. İnsanları başkalarının haklarına göz diktirir. Bunun sonucunda kuvvetli ve kurnaz olanlar başkalarının haklarına el atarlar; sonra, bu davranışlarını haklı göstermek için kurallaştırırlar.. Böyle böyle yeryüzünde Allah'ın dininden ayrı din, cezalandırmasından ayrı cezalandırma, tahtından ayrı taht, ordularından ayrı ordular oluşur. Bu da, Kur'an'ın diliyle yeryüzünü kaplayan fesat ve fitnedir. İşte, Şeytan'ın emirlerini yerine getirenlere Allah, “şeytanın velileri der. Onlar, Şeytan'ın hükümlerini yeryüzünde uygularlar. Şeytan, böylesi velilerin dinlerine tabî olmak zorunda kalanlara korku aşılar, onları Allah korkusundan uzaklaştırır ve velilerinden korkmayı Allah korkusunun yerine yerleştirir (A. İmran: 175). Bunun sonucunda, Şeytan'ın velileriyle savaşmak emredilirken, insanlar onlarla savaşamazlar (Nisa; 76).
Şeytan insanlara Allah'ı hatırlamayı ve O'nun gönderdiği Kitabin ardından gitmeği unutturur (Yusuf: 42; Zuhruf: 36). İnsanlara çok çeşitli va'dlerde bulunur. ama aldanmadan başka bir şey de va'd etmez.
Aslında, Şeytan'm insanlar üzerinde fazla bir hükmü yoktur, onun hilesi zayıftır (Nisa: 76). Ahiret'te hesaplar görüldüğü zaman, Şeytan aldattığı kişilerden kaçacak ve “Muhakkak Allah size hakk va'dde bulundu, ben de size va'dettim, ama ben va'dimden caydım. Benim bir gücüm yoktu; Sadece sizi davet ettim, siz de davetime koştunuz. O halde, beni yermeyin, kendi kendinizi yerin! Ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz! Ben, önceden beni (Allah'a) ortak tutmanızı da tanımamıştım zaten. Doğrusu, zalimler için acı bir azap vardır diyecektir (İbrahim: 22).
Demek ki, Şeytan insandan daha zayıftır ve insan üzerinde fazla hükmü yoktur. Fakat, tutkularına, hayvansal arzularına köle olan insanlar kolayca Şeytan'ın va'dlerinin ardından giderler; hiç düşünmeden, yularlarını Şeytan'ın eline verip, onun va'dettiği pembe dünyalara, gerçek yaşanacak yerler diyerek dalar giderler. Oysa, Şeytan'ın yerleri çöplüklerdir; kumarhaneler, fuhuş yuvaları, Allah'a isyan edilen merkezler ve her türlü batakhanelerdir. Bu bakımdan, yiyeceğinin Allah dışında putlar için kesilen kurbanların etleri, harcanan mallar, içeceğinin şarap, eğlencesinin yasak edilmiş oyunlar ve müzik, yatak arkadaşlarının sarhoşlar vs. olduğu söylenmiştir. [194] İşte, bütünüyle Şeytan'a uyan insanlar ve cinnler de şeytanlaşıp, daha başkalarını da kendi yollarına çekmeğe çalışırlar ki, Kur'an'da bu şekilde Şeytan'a tamamiyle kul olanlara, onun emirlerini yerine getirenlere de şeytan denilir ve sık sık ins ve cinn şeytanlarından, sözedilir. Bütün bu şeytanlar ve kulları Şeytan'ın hizbini oluştururlar:
“Bakmadın mı, Allah'ın kendilerine gazap ettiği bir topluluğu velî edinenlere? Onlar ne sizdendir, ne onlardan, bilerek yalan yere yemin edip duruyorlar. Allah onlara şiddetli bir azap hazırladı. Yaptıklarını doğrusu ne de kötü yapıyorlar! Yeminlerini kalkan yapıp, Allah'ın yolundan alıkoydular; onlar için küçük düşürücü bir azap vardır. Onların ne malları, ne de çocukları kendileri için Allah'tan hiç bir şey savamaz; onlar Ateş'in ashabıdır, orada ebedî kalıcıdırlar. Allah onların hepsini dirilttiği gün size yemin ettikleri gibi, Ona da yemin ederler ve kendilerinin bir şey üzerinde olduklarını sanırlar. İyi bilin ki, onlar yalancılardır. Şeytan onları istilâ etmiş ve onlara Allah'ın zikrini unutturmuştur. Şeytan'ın hizbi'dir onlar; iyi bilin ki, Şeytan'ın hizbi hüsrana uğrayanlardır (Mücadele: 14-19).”
Şeytan'ın Hizbini oluşturanlar münafıklardır; velileri de yine münafıklardan ve aynı zamanda müşriklerden çıkar. Fakat, onlar hep batıl üzerindedirler; batıl mahiyeti gereği yokluktur, yok olmaya mahkûmdur; ama var görünür. Hakk geldiği zaman, Güneş çıkınca karanlıkların yok olup gittiği gibi yok oluverir, fakat Hakk, kendisini tutacak insanlarla batılı götürür, şu halde, Şeytan'ın Hizbi'nin karşısında Allah'ın Hizbi olduğu zaman, zaten kaybetmeğe mahkûm olan Şeytan'ın Hizbi kesinlikle kaybedecektir. Demek ki, yeryüzünde tutulduğu imtihanı başarıp başaramamasına göre, insan ya Şeytan'ın, ya da Allah'ın Hizbi'nden olmak durumundadır.
Cinn kelimesinin 'gizlenmek' anlamına, gelen 'ictenne' fiilinden türediği ileri sürülmüştür. 'İctenne'nin. aslı 'cenne'dir; 'cenne', Kur'an'da, “Gece üzerine örtülünce (cenne) bir yıldız gördü (En'am: 76)” ayetinde de geçtiği üzere, 'kararmak, örtmek, kefenlemek' gibi anlamlardadır. Bu bakımdan, cinn'in, insanların gözünden uzak ve örtülü olması bakımından cinn diye isimlendirildiği belirtilmiştir. Cinn kelimesinin cânn gibi çoğul olup, tekilinin cinnî olduğu da söylenmiştir, [195] İslâm Ansiklopedisi'nde cinn maddesini yazan müsteşrik Macdonald ise, cirmin Lâtince'deki 'genius' kelimesiyle ilgili olabileceğini söyler.[196] Genius ‘deha, dahi' demektir. Fakat, bu kelime özellikle İslâm öncesi Araplardaki cinn anlayışıyla bağlantılı görünmektedir. Çünkü, bilindiği gibi Cahiliye Araplan'nda en dahi kimseler şairlerdi ve onların da cinlerle temasta bulunulduğuna inanılırdı. Herhalde aynı inanç, Hristiyanlık' tan kaynaklanarak Batı'da da yaygınlaşmış olsa gerek. Bu bakımdan, Lâtince'deki genius - İngilizce'de de aynıdır - Cahiliyye Arapları'nın şairleriyle eş anlamlı ve eş fonksiyonda olmaktadır. Bu, cinn'in genius'tan geldiğini göstermez; tam aksine, geniusy’un. 'cinn gibi, cinli' anlamında cinnle bağlantısı olduğunu ortaya kor. (Genuis'un okunuşu 'c'îniıs'tır.)
Cinn, ateşten yaratılmış olup, akıl ve irade sahibi, Allah'ın emir ve yasakları karşısında insanlar gibi sorumlu, normalde göze görünmez ve çeşitli şekillere bürünebilen varlıklardır. İslâm! kosmosta nuranî yaratıklar olan meleklerden sonra, Alem-i Şehadet'te cinnler gelir; cinnler ateşten, insanlar ise topraktan yaratılmışlardır. Ateş, bilindiği gibi nura daha yakındır; hattâ kendisi belli ölçülerde nur, yani ışık saçar. Bu bakımdan, nurla toprak arasında aracı prensip kabul edilmiş, İblis de yaratılışının bu yanını görerek Adem'e üstünlük taslamıştır. Fakat, insan her zaman cinnlerden ve şeytanlardan gerçekte daha güçlüdür; ama bu güç, insanın ruhuna uyabilmesi, yaratılışındaki salt melekî nuru örtmemesi ölçüsündedir.
Cirnin, Kur'anda da belirtilen varlıklarına rağmen, Farabî ve hattâ İ. Sina gibi bir takım İslâm filozofları fazla rasyonalist bir tutum takınarak, bu konuda baştan savma ve herhangi bir gerçeği ifade etmez yorumlarda bulunmuşlardır. Hattâ, İ. Haldun bile, Kur'an'da cinnle ilgili ayetleri 'müteşabih' ayetlerden sayıvermiştir. Oysa, cinnin melekler gibi insanların hayatında önemli yeri vardır. Bu durum halk arasında da yaygındır. Batı'da olduğu gibi, madde gözüyle görülmeyeni, tabiî ki maddeci insanın göremediğini yok sayıvermek veya te'vil etmek İslâmî bir tavır olmasa gerektir.
Bu konuda, Elmalılı Hamdi Yazır'dan bir miktar alıntıda bulunmak yerinde olacaktır:
“Cinn hakkında iki türlü kavil vardır:
Birincisi, cinn mutlaka duyuların tamamından gizli olan ruhî varlıklardır ki, ins karşılığıdır. Bu suretle melâike ve şeytanlar da cinn sınıfına girer. Bu bakımdan, meleklerle cinler arasında genel ve özel mutlaklık sözkonusudur; her melek cindir, her cin melek değildir.
İkincisi, cinn ruhî varlıkların bir kısmı için kullanılır. Ruhî varlıklar (maddî, yani cisimsel olmayan varlıklar kastediliyor) üç kısımdır:
1. Hayırlı olanlardır ki, meleklerdir.
2. Şerrli olanlardır ki, şeytanlardır.
3. Hem şerrli, hem hayırlı olabilecek özellik arzedenlerdir ki, özge anlamıyla cinlerdir.
“İns, bir insanın özellikle yakınlık duyup, arkadaşlıkta bulunduğu dost ve yoldaşıdır ki, ‘enîs' demek gibidir. Beşer cinsine insan veya ins denmesi de bu ilgi dolayısıyladır. Ama, insanın veya bir kısım insanların yakınlıklarından uzak ve gözlerinden gizli, yabancı ve perde arkasında hareket eden varlıklara da ins karşılığı olarak cinn denilir. Bu yönüyle, cinn, yukarıda açıklanan üç varlık türünün yanısıra, bir kısım insanlar için de kullanılır. Böylesi insanlar, diğerlerine oranla cinnlere daha yakın olurlar, İns ve cinn'e Kur'an'da sekaleyn denir. Bu da, bazı cinlerin insanlar gibi ağırlık bulunduklarını gösterir. Oysa, salt ruhî varlıklar ağırlıktan yoksundurlar. Bu bakımdan, sekaleyn, biri, ruh ve akıl sahibi olup, kesif cisim halindeki ünsiyet içinde ve görünen, biri de, ünsiyetin dışında ve gizli bulunan olmak üzere, iki eşit ağırlıktaki varlıklar için kullanılmış olmaktadır. İşte, bundan dolayı, özellikle gizli ve yer altı hücrelerinde hareket eden insanlara da sözcük anlamıyla cinn denilebilir” [197] (Bu yönüyle insan cinleri çoğunlukla münafıklar olmaktadır.)
Cinnler de insanlar gibi, yalnızca Allah'a ibadet etmek için yaratılmışlardır {Zoriyat; 56). Onlar da Allah'ın hükümleriyle yükümlü ve sorumludurlar. Kendilerine, yine insanlar gibi rasûller gönderilmiştir. Hattâ, bazı rivayetlerde yeryüzünde Adem'den önce cinnlerin hilâfet sahibi oldukları ve yeryüzünü bütünüyle fesada verdikleri için, yerlerine insanın getirildiği de belirtilmektedir. [198]
Kur'an'da Ahkaf ve Cinn surelerinde cinler hakkında geniş bilgi verilir. Bu bilgi varlıkları hakkında değilse de, onların İlâhî hükümler karşısındaki durumlarıyla ilgilidir. Sözgelimi, bir takım cinnlerin Hz. Peygamber'i dinledikleri, müslüman oldukları ve sonra kavimlerine gidip, “Ey kavmimiz! Biz, Musa'dan sonra indirilen, kendinden öncekini doğrulayan, Hakk'a ve doğru yola götüren bir kitap dinledik. Ey kavmimiz! Allah'ın davetçisine uyun; O'na inanın ki, günahlarınızdan bir kısmını bağışlasın ve sizi acı azaptan korusun. Kim Allah'ın davetçisine uymazsa, yeryüzünde aciz bırakacak değildir, kendisinin O'ndan başka velileri de yoktur. Onlar apaçık bir sapıklık içindedirler” (Ahkaf: 29-32) diyerek, kavimlerini İslâm'a çağırdıkları anlatılır.
Demek ki, cinnlerin içinde mü'minleri de, kâfirleri de, hattâ münafıkları da vardır; bu konuda, aynen insanlar gibidirler, hattâ, aynı emirlerle yükümlü bulundukları da anlaşılmaktadır. Gerek Hz. Muhammed, gerek Hz. Musa gibi, gönderilen rasûllerin onlara da gönderildiği de ayetlerden çıkan bir başka gerçektir. Özellikle, kâfir olanları insanlarla temasa geçip, onları azdırabilmekte, hattâ bir takım büyü gibi olaylarda onlara yardımcı olmakta, fal işlerinde de bildiklerini aktarmaktadırlar. Fakat, onların bildiklerinin doğru olmadığı, bir takım gayb bilgilerini çalmak için göğe doğru yükseldiklerinde üzerlerine şihaplar gönderildiği de Kur'an'da anlatılıyor. Bunların yanısıra, bir takım kitaplarda, Allah'ın mü'min kullarının da mü'min cinlerle temasa geçtikleri de yazılıdır. Hattâ, Kur'an-ı Ke-rim'de cinnlerin Hz. Süleyman'a itaat ettiklerini okuyoruz. Bu itaat, herhalde Allah'ın gerçek mü'min kulları için de mümkün olabilir.
Kur'an'da, kâfir cinn ve insanlara Ahiret'te şöyle denileceği belirtilir:
“Ey cinn topluluğu! Siz insanlarla çok uğraştınız.”
İnsanlardan olan velileri ise, “Rabbimiz, birbirimizden yararlandık ve bize verdiğin sürenin sonuna ulaştık” derler...(En'am: 128)”Onların durakları ancak ateştir. [199]
Kür'an-ı Kerim'in büyük anlam kaybına uğramış kavramlarından birisi dünyadır; bu kelime, özellikle Türkçe'de hemen hemen bütünüyle 'arz' karşılığı kullanılmaya başlanmıştır. Bilindiği gibi, 'arz', yeryüzü demektir. Bu kelimenin de aslında ifade ettiği çeşitli yönler vardır. Arz, öncelikle 'en' demektir ve 'boy', yani 'uzunluğun' karşıtıdır. Bu anlamda, bir 'satıh' olma durumunu ifade ettiği için, yeryüzüne 'arz' dendiği belirtilmiştir; bu yönüyle kelimeyi 'yer' sözcüğüyle karşılamak yanlış olmayacaktır. Bu bağlamda, 'sema' için de 'semanın yeri, boyutları' anlamında da arz kullanılır. Nitekim, bir ayet-i kerimede, “Rabbinizden bir mağfirete ve arzı(genişliği, boyutları, alanı,) göğün ve arzın arzı kadar olan cennete koşuşun (Ha’did: 21)” Duyurulmaktadır. Yine, arz, 'sunmak, arzetmek' anlamına gelmekte olup, yer nimetlerini sunduğu için kendisine arz dendiği de belirtilmiştir; şu ayet, hem yukarıdaki, hem de bu anlamı içine alıp, kelimenin anlamını ifade etmesi bakımından hayli ilginçtir: “O gün kâfirlere Cehennem'i bir arz olarak(veya., bir tür sunuşla,) sunduk (Kehf: 100).”
Konumuz esas arz olmadığından, bu kelimenin üzerinde fazla durmuyoruz. Fakat, Kur'an'da kullanılan dünya kelimesi 'ars'dan farklıdır.
Dünya, 'De-Nâ' fiilinden, 'ism-i tafdîl, tekü-dişil’ sigadır. 'De-nâ', bizzat veya hükmen yaklaştı, zaman veya yer açısından yakına geldi, aşağı çekti, alçaldı’ anlamlarına gelir. [200] Bu şekildeki sözcük anlamıyla Kur’an-ı Kerim'de, “Sonra yaklaştı, sarktı (Necm: 8)”; “Ey Nebî! Eşlerine, kızlarına ve mü'minlerin kadınlarına söyle: Örtülerini üstlerine çeksinler (Ahzab: 59)” ayetlerinde ve daha başka ayetlerde geçer.
İsm-i tafdîl (sıfat-zarf karşılaştırma kipi) tekil-eril kipi olan ednâ şekliyle de kullanılır; bu şekilde de 'daha aşağı, adî, alçak' anlamlarına geldiği gibi, 'daha yakın, daha uygun’ anlamlarına da gelir. Söz gelimi, “Hayırlı olanı ednâ (daha düşük) olanla mı değiştirmek istiyorsunuz?” (Bakara: 61) ayetinde 'bayağılık, aşağılık' ifade ederken, “Ey iman edenler! Belirli bir süreye kadar birbirinize borç verdiğiniz zaman onu yazın... Az olsun, çok olsun, onu süresine kadar yazmaktan üşenmeyin. Bu, Allah katında daha adaletli, şahitlik için daha sağlam, şüpheye düşmemeniz içinse ednâ (daha uygun) dur (Bakara: 268)” ayetinde ise 'uygunluk, yakınlık, meyil' sözkonusudur.
Dünya kelimesi Kur'an'da temel olarak 'el-hayat' üd-dünya - dünya hayatı' şeklinde geçer ve Kur'an'da dünya kavramının özünü de oluşturan ana tema 'dünya hayatı'dır; fakat, 'dünya hayatı' yeryüzü hayatından çok, bu hayatın önemli ve asıl niteliğini ifade eden bir terkiptir. Böylece dünyanın temelde ifade ettiği iki anlam vardır:
1. Yaratılış konusunda da değinmeğe çalıştığımız gibi, kâinat yalnızca görünür alemlerden ibaret değildir; yani, kâinatta yalnızca görebildiğimiz, dokunabildiğimiz, kısaca duyularımızla var olduklarını kavrayabildiğimiz varlıklar, sözgelimi, yalnızca toprak, insan, hayvan, taş, ağaç, deniz, güneş, ay, yıldız vs. yoktur, Bizim beş duyumuzla varlıklarını kavradığımız varlıklar sadece cisim halinde eni, boyu ve ağırlığı olan varlıklardır. Oysa, varlık alemleri yalnızca bu varlıklardan ibaret değildir. Nasıl insan yalnızca et, kemik ve kandan ibaret değilse, o bu dış özelliklerinin yanısıra, zihin, akıl, hayal, hafıza, bellek gibi daha pek çok içsel melekelere sahipse, aynı şekilde kâinatta da göremediğimiz cinler, şeytanlar, melekler ve daha başka isimlerini bile, duymadığımız sayısız varlıklar vardır. Fakat, duyularımıza hitap eden varlıklar en aşağıda olan maddî varlıklardır, yani cisimlerdir. İşte, duyularımıza, yakın olması anlamında, daha doğrusu, yaratılış hiyerarşisinin en aşağısında yer almaları anlamında çevremiz 'dünya'dır. Bu anlamıyla dünya, yalnızca 'yeryüzü için değil, insan duyularının ulaştığı her yer için kullanılır; sözgelimi, gördüğümüz göğe, Kur'an'da 'dünya seması', yani 'en yakın sema, en alttaki sema' denilir.
2. Dünya hayatı, yalnızca "dünya' ile temasta olan duyuların hayatıdır; yani, bu hayatın sürdürülmesini sağlayan bitkisel ve hayvansal fakültelerin hayatıdır. Yemedir, içmedir, cinsel ilişkidir, uyumadır, üreme, boşaltma, sindirmedir. Yalnızca, duyulara hitap eden varlıkları görme, onları duyma, onları göründükleri yanlarıyla bilmedir. Bu bakımdan, dünya hayatı 'en aşağı hayattır. Kâfirler yalnızca 'dünya hayatı'nı kabul edip, Ahiret'i ya inkâr ederler, ya da dünya hayatının çekiciliğine kapılarak Ahiret'i unuturlar. Nitekim, bugünkü Batı medeniyeti her yönden dünya hayatı yaşayan bir medeniyettir. Bilgi konusunda sensüalist, yani duyumcudur; duyuların var dediği varlıkların dışında varlık kabul etmez; pozitivizmiyle, yalnızca bu varlıkların incelenebileceğini ve bilgiye konu olabileceğini savunur; idealizmiyle, bunların ötesinde varlıkların olduğunu kabul etse de, bilinemeyeceklerine inanır. Bu bakımdan, Batı medeniyetinin ve Batı insanının hayatı yalnızca dünya hayatı, yani en bayağı hayattır. Gözün, kulağın, şehvetin en bayağı zevklerinden başka zevk olmadığını sanır, amaç olarak ancak dünya hayatını edinir; bu bakımdan, onun için Ahiret'te hiç bir nasip yoktur. Böyleleri, yalnızca gözlerinin gördüğünü, kulaklarının duyduğunu, derilerinin dokunduğunu var kabul edip, bunların ötesine geçemediklerinden, Kur'an onları 'kör, sağır ve ölü' ve dolayısıyle, 'akletmeyenler, derin düşünemeyenler ve cahiller' olarak niteler.
Dünya hayatı, Kur'an'ın diliyle, 'kadınlara, çocuklara, kantar kantar altın ve gümüşe, salma güzel atlara, arabalara, her türlü eşyaya, ekinlere, hayvanlara, giyim ve yeme araçlarına karşı beslenen tutkular'dır; bütün bunlar dünya hayatının geçimliğidir:; temelde bir eğlence, bir oyun ve bir aldanıştır dünya hayatı (A. İmran: 13-14, 185; En'am: 32, Kehf: 46, Hadid: 20). Bu hayat, en adî hayattır; fakat, insanlar bu hayatı gerçek kabul edip, bu hayatın süslerinden ve geçimliklerinden başka bir şey olmayan çocuklarla, mallarla, lüks eşyalarla, fizikî görünümlerle, çoklukla, altınları ve gümüşleriyle birbirlerine karşı övünür dururlar (Hadid: 20). Yalnızca bu hayatı var kabul ederler, onu amaç haline getirirler, başka bir hayatın varlığını unuturlar; bir çocuk oyuncağı kadar değersiz ve gerçek dışı olan bu hayatı gerçek hayat kabul ederler. Oysa, bu hayat değersiz olmasının yanısıra geçicidir ve çölde görülen bir seraptan farksızdır; sonludur; insanın ona en sahip olduğunu sandığı bir anda, içine en fazla daldığı bir sırada bir buhar gibi yok olur gider; Kur'an bu konudaki örneği ne güzel veriyor:
“Dünya hayatı tıpkı gökten indirdiğimiz bir suya benzer; kendisinden insanların ve hayvanların yediği yerin bitkisi onunla birbirine karışır. Nihayet, yer zincirini takınıp süslendiği ve halkı da (ürünlerini biçip toplamağa) kadir olduğunu sandığı bir anda, emrimiz ona gece veya gündüz geliverdi de, sanki dün hiç zenginleşmemiş gibi, onu kökünden biçîverdik.. (Yunus: 24).”
Güzelliğinin zirvesindeyken gidiverir insan; kendileriyle övündüğü çocukları ve eşyası ölümle, depremle, selle veya daha başka nedenlerle elinden kayıverir. Sabah evden çıktığında akşama dönemez de, sonsuza değin yaşayacağını sanarak biriktirdiği malları ve eşyaları başkalarına kahverir. Böyledir işte dünya hayatı; ama, hayatı bu hayat sananlar bunu anlamaz da, hep dünya için çalışırlar. Oysa dünya, insanların önüne bütün aldatıcılığıyla yayılıp, insanları birbirlerine düşürerek helak eder ve birbirlerinin boyunlarını vurmalarına neden olur.
Hayat yalnızca dünya hayatı değildir; insana gerçek mutluluğu kazandıran, onu varlıklar hiyerarşisindeki gerçek yerine oturtan ve ona gerçeği öğreten bir başka hayat vardır; işte, bu başka hayat, AHÎRETtir. Ahiret, 'EHR' kökünden gelir. 'Tef'îl' kipiyle 'te'hir etmek, arkaya bırakmak'; 'istif âl' kipiyle 'geriye bırakmayı arzulamak, geriletmek' anlamlarında Kur'an-ı Ke-rim'de geçer:
“Rabbimiz, niçin üzerimize kıtali yazdın, onu yakın bir süreye kadar ertelesen olmaz mıydı? (Nisa,: 77).”
“Ecelleri geldiği zaman, ne bir saat geri bırakılırlar, ne bir saat ileri alınırlar (Nahl: 61).” Kelime, bu anlamlarıyla 'öne almak' demek olan 'takdim' sözcüğünün karşıtıdır.
'EHR' kökünden, 'diğer, diğeri' anlamında tekil-eril olarak 'ahir', tekil-dişil olarak 'ühra', çoğul olaraksa 'ahirun' veya dişil şekliyle 'ühar’ kullanılır. Yine, 'ahar’ kelimesi de, 'diğer, bir başka' anlamında sıfattır.
Ahiret, aslında 'diğer, diğeri, başka, sonra gelen' anlamında sıfat olan 'ahir' kelimesinin dişilidir ve 'son, sonraki, diğer' anlamlarına gelir. Kur'an'ın terminolojisinde, bazen 'Ahiret yurdu' anlamında 'ed-dar'ül-ahira' şeklinde geçer. İşte, Ahiret, hem 'Ahiret yurdu' için, hem de 'Ahiret hayatı, için kullanılır.
Yukarıda belirttiğimiz gibi, hayat yalnız 'dünya hayatı' olmadığından, yurt, arz, yer de yalnız yeryüzü ve dünya değildir. Dünya ve dünya hayatı ancak, duyularının kavradığı gölgeleri gerçek sanıp, onların üzerine bayağı bir hayat oturtanların hayatıdır. Bunun dışındaki hayatsa Ahiret hayatıdır. Bu yönüyle, ula' nın da (ilk) karşıtı olan Ahiret ve Ahiret hayatı, hiç bir zaman yalnızca Ahiret yurdu'nda. yaşanılacak hayat değildir. Ne ilginçtir ki, Kur'an-ı Kerim'de, öldükten sonra dirilmeğe 'ba's' dendiği gibi, müşrik kavimlere peygamber gönderilmesine de 'ba's' denilir; yani, hayatı yalnızca dünya hayatı sanıp, başka hayat kabul etmeyenler ve ancak duyularıyla gölgeleri' gerçek sanıp yaşayanlar aslında ölüdürler; işte, Allah'ın gönderdiği peygamberler bunları diriltecek ilkelerle gelirler; bu ilkelere bağlananlar ise gerçek hayatı bulur; bu bakımdan, peygamberlerin hayat veren ilkele?-\e gönderilmesi, aynen öldükten sonra diriltme gibidir ve adına 'ba's' denilir. O halde, şirkten kurtulup Tevhid'e yönelebilenler, duyularının altındaki gerçeği gören gerçek duyularını, sem'a, basar ve adlarını dirilterek, hayat bulanlar için, önceki, yani Şirk'teki hayatları dünya, Tevhid'deki hayatları ahiret'tir. Nitekim, Duha Suresi'nde Hz. Peygamber'e hitaben buyurulan “Senin için ahiret önce'den hayırlıdır” ayetinde, önce (ulâ) Hz. Peygamber'in risalet gelmeden önceki hayatı veya bir sonrakine nazaran bir önceki durumudur. Bu bakımdan, insanların yeryüzünde geçirdikleri hayatlarında da bu anlamda bir onceki(ulâ), bayağı ve düşük olması açısından da dünya, bir de Ahiret hayatı 'olabilir.
Bundan ayrı olarak, Kur'an'da asıl vurgulanan Ahiret hayatî, ölümden sonraki hayattır. Dünya hayatî için çalışanlar ve amacı dünya hayatı olanlar için Ahiret'te herhangi bir nasip yoktur. Böyleleri, dünya hayatını Ahiret'e tercih etmişlerdir ve Ahiret karşılığında dünyayı satın almışlardır (İbrahim: 3, Bakara: 86). Allah nasibini dünya hayatında isteyene dünyada verir; Ahiret'in ürününü isteyene de kat kat verir (Şura: 26). islâm, dünya hayatını bütünüyle küçümsemez. Çünkü, dünya hayatî bedenin ve dış duyuların hayatıdır ve bunlar olmadan Ahiret de kazanılamaz. Ama, yeme, içme, cinsel arzular, kadın, çocuk ve mal sevgisi gibi dünya hayatının geçimlikleri, ancak dünyada, geçinilecek kadar olmalı, artanı ise Ahiret için, Ahiret'in kazancı istenerek harcanılmalıdır. Önemli olan, servet sahibi olmak değil, serveti amaç edinmemektir. Allah, Ahiret yurdu için Allah'ın verdiğinden istenmesini, dünyadan da nasibin unutulmamasını emreder(Kasas: 77); çünkü, İslâm bir deri-bir kemik kalmak isteyenlerin değil, dünya hayatının geçimliğini Allah'ın çizdiği sınırlar çerçevesinde kazanıp, bu sınırlar çerçevesinde tüketmek ve dağıtmak amacı taşıyanların, yeryüzünde büyüklenenlere Allah'ın mülkünü talan ettirmemek için, dünyada paylarını ve başkalarının paylarını da dağıtmayı unutmayanların dinidir. Bu bakımdan, bu dengeyi iyi kurup, Ahiret'i kazanma sevdasıyla, dünyayı, Allah'ın verdiği servetleri keyiflerince yağmalamak ve dağıtmak isteyenlere bırakmamak İslâmî bir borçtur. [201]
Yukarıda açıklamaya çalıştığımız gibi, yeryüzünde hayatı sürdürmek için insana verilmiş nefsi kuvvetler vardır. Bu kuvvetlerden bazıları da 'beş duyu' denilen 'göz, kulak, dil, deri ve burun'dur. İnsan bu duyularla çevresiyle temasta bulunur. Herhangi bir organik bozukluğu olmayan her insan görme, koklama, duyma., gücüne sahiptir.
Dünya hayatını amaç olarak edinenler ve “hayat ancak yaşadığımız dünya hayatıdır” diyenler ancak gözün gördüğünü, burunun kokladığını, kulağın duyduğunu var kabul ederler; bütün bu duyularıyla aldıkları işaretleri iç duyularla ve bu duyuların merke olan 'akıl/rasyon'la (bk. Akıl) bilgi haline getirirler ve başka bilginin, başka hayatın olmadığını savunurlar. Bugün Batı medeniyetine ve bu medeniyeti benimseyenlere egemen olan durum budur. Bu nedenledir ki, Batı mutlak ve kesin bilgiyi kabul etmez; çünkü, her bir insan her bir şeyi değişik biçimlerde algılayacağından, bilginin mutlaklığından sözedilemez. Adına 'müsbet bilim' dedikleri bilim bu temele dayanır ve bu yüzden, duyularla elde edilen verilerin laboratuara girip, deneylerle kanıtlanabilenine 'müsbet (kanıtlanmış) bilim', daha henüz kanıtlanılamamış olanına da 'teori' adı verilir. Deneye girmeyen ise 'metafizik'tir denilerek adeta reddedilir; varlığı inkâr olunmasa da bilinemeyeceğine karar verilir.
Oysa, durum hiç de böyle olmadığı gibi, yukarıda açıklamaya çalıştığımız üzere, hayat halnızca dünya hayatı değildir. İnsanlık tarih boyunca çoğunlukla iki uçta kalmaktan, yani ya bütünüyle dünya hayatını, ya da bütünüyle anlamsızlaştırılmış bir Ahireti hedef edinmekten kurtulamamış ve hep 'dünya ve ahiret diye bir ikilemin içine düşmüştür. Oysa, İslâm Ahiret'in dünyadan geçtiğini ve dünyada kazanıldığını kabul ederken, Ahireti dünyada sağlar; onun yerdiği amaç edinilmiş dünya hayatıdır; oysa, müslüman dünyayı Ahiret yapmakla, yani, yeryüzünde Allah'a ibadet edip, dünya hayatını ibadet haline getirmekle sorumludur. Fakat, tarih hep 'dünya-ahiret' ikilemine tanık olmuş, müslümanlar bu ikilemi birleştirdiklerinde Ahiret'i dünyada gerçekleştirerek, tabiâtiyle Ahiret'i kazanmışlar, birliği ikiliğe çevirdiklerinde, ya dünyada Ahiret'i gerçekleştiremeyip, Ahiret'i ayrı bir hayat görme yanlışlığına düşerek, dünya geçimliklerini arzularına göre talan edenlere ses çıkarmamışlar, ya da, dünya hayatını tek amaç edinenlerin maddî başarıları karşısında şaşkınlığa düşüp, onların kölece taklitçileri olmuşlardır. İslâm gözün ve kulağın dışında, daha doğrusu, dış duyulardan ayrı olarak insana gerçek insanlığını kazandıran iç duyuların varlığını da kabul eder. Daha önce de belirttiğimiz gibi, insan maddî varlığıyla, bitkisel ve hayvansal öğelerden oluşan nefsiyle değil, onu varlıklar hiyerarşisinin doruğuna oturtan ruhuyla, insandır. Bu ruhun merkezi kalp'tir. Kalp, insanda gerçek ve mutlak bilginin kaynağıdır. Kalbin merkezi olduğu ruh, insanı görünür alemin sınırlarını aşıp, ötelere, Allah'a ve mutlaka taşıyan bilginin güçlerinin, yani isimlerin bir toplamıdır diyebiliriz. İnsanın insanlığı, bu isimleri, ruhun ışınlarını parlak tutabildiği ölçüdedir. İşlenen her bir günah bu ışınlardan birini karartır. Ve, insan günahlarda devam ettikçe, ruhu sönmeğe, kalbi kararmaya başlar; ve sonunda öyle bir an gelir ki, kalbi bütünüyle karardığı ve zifiri karanlık bir geceye döndüğü için, yalnızca baş gözüyle görüp, baş kulağıyla duyduklarını insan gerçekler olarak algılamaya başlar ve yalnızca nefsinden ibaret bir varlık halini alır. Artık, bu insan nefsiyle ve nefsinin arzularıyla başbaşa kaldığı için, bu arzuları doyurmayı gerçek 'yaşamak' zanneder; ya şehvetinin, ya hırsının, ya öf'kesinin, ya kininin, ya hasedinin kulu haline gelir. Kendinde nefsin hangi hayvansal öğesi ağır basıyorsa, o hayvanla özdeşleşir. Şehveti ağır basıyorsa domuzlanmış demektir; kini ağır basıyorsa develeşmiş, hırsı ağır basıyorsa fareleşmiş demektir. Ne ilginçtir ki, bu tür hayat yaşayanlar sabahlara kadar yatmazlar da, sabaha karşı yatıp, öğleye doğru kalkarlar; işte bu da köpekleşmedir. Bu bakımdan, bir hadiste, insanların mezarlarından kalktıklarında, kimisinin domuz, kimisinin deve, kimisinin fare, kimisinin köpek, kimisinin maymun., şeklinde kalkacağı belirtilmiştir. Kur'an, bu insanların hayvanlar gibi, hattâ hayvanlardan da aşağı olduğunu ifade eder.
Kalp, insanda göğsün sol tarafında, sol memenin altına doğru bir yerde bulunan ve kulakçık ve karıncıkları bulunup, vücuda sürekli kan pompalayan bir organdır. Bu organik şekli ve fonksiyonuyla da, insanın dünya hayatını sürdürmesinde merkezî bir role sahiptir. Türkçe'de bu organa 'yürek' de denilir. Kalbe kalp denilmesinin nedeni, herhalde sürekli değişken olmasındandır. Arapça'da 'KLB’ kökünden gelen fiiller genellikle' değişim, durum ve şekil değiştirme, dönüşüm' gibi anlamlar ifade ederler. İnsanın dünya hayatının da merkezi olan kalp, asıl kullanımıyla ruhun merkezi olarak, gerçek hayatın kaynağıdır. İmanın da, inkârın da asıl merkezi kalptir. Nitekim, Kur'an-ı Kerim'de “Allah size imanı sevdirdi ve onu köklerinizde şüsledi (Hu-curat: 7)”; “Bedeviler “iman ettik” dediler. De ki;'”Siz iman etmediniz... İman henüz kalplerinize girmedi (Hu-curat: 14)”; “Allah sizi kasıtsız yeminlerinizden sorumlu tutmaz fakat sizi kalplerinizin kazandığından sorumlu tutar (Bakara.: 225)”; “Ağızlarıyla “iman ettik” dediler, fakat kalpleri iman etmedi (Maide: 41)”;”İşittik, isyan ettik” dediler ve kufürlerinden dolayı kalplerine buzağı içirildi (Bakara: 93)”; “Kalplerinde maraz vardır Bakara: 10) buyurulur. Yine, her türlü sevginin, nefretin, ileride açıklayacağımız gibi, düşüncenin, akletmenin merkezi de kalptir.
İşte, her türlü manevî faaliyetin merkezi kalp olduğundan, Allah insanları kalplerindekine göre sorumlu tutacağından, insan zaman zaman imana da küfre de, fıska da nifaka da sapabileceğinden dolayı, kalbe kalp denmiştir.. İnsan genellikle bir kararda duramaz; ta ki, imanda veya küfrde tam bir 'istikrar' kazanıncaya değin. Şu kadar ki, bu istikrara da güvenmemek gerekir; çünkü, kalp yine dönebilir, yine değişebilir, Kur'an-ı Kerim'de “Bilin ki, Allah kişi ile kalbi arasına girer” buyrulur (Enfal: 24). Bütün sorun, sürekli biçimde, “Rabbimiz, bizi doğruya götürdükten sonra kalplerimizi eğriltme ve katından bize rahmet bahşet (A. İmran: 8)” ve “beni müslüman olarak öldür ve salihlere kat” diye dua etmek; bir günah işlendiğinde, nefse veya şeytana kapılanıldığında hemen tevbe edip, bu günahtan temizlenip, günahın kalpte yarattığı karaltıyı silmektir. Yunus, kalbin nasıl değişken olduğunu ne güzel açıklar:
Bir dem abid, bir dem zahit, bir dem asî bir dem muti.
Bir dem getir ki, ey gönül, ne dinde ne imandasın!
Yukarıda belirttiğimiz gibi, sürekli günah işleyen insanın kalbi kararır, ruhundaki isimler silinir ve sonunda kalp, Kur'an'ın diliyle “taşlaşmış (Bakara: 74)”, “mühürlenmiş (Gafir: 35)”, “kılıflanmış, üzerine ağırlıklar konmuş..” hale gelir. Böyle bir kalbe sahip olan insan, Kur'an'ın diliyle 'ölmüş' insandır; “sağır, kör ve dilsiz” insandır; çünkü, yine Kur'an'ın ifadesiyle “Gözler değil, göğüslerdeki kalplerdir kör olan (Hacc: 46).”
İman kalpte yerleşir, ruh güneş gibi parıldar, insan düşünen, ibret alan, akıl sahibi gerçek insan olma özelliğini kazanır, sürekli Allah'ladır, kalbinde ancak Allah sevgisi ve Allah korkusu yer alır, böylece mutmain hale gelir ve salim, yani sağlamlaşmış, her türlü 'maraz'dan, nifaktan kurtulmuş kalple Allah'a varır ve ancak böylece kurtuluşa erer, gerçek mü'min olur.(Şuara: 89, Kaf: 37, Ra'd: 28, Feth: 18).
Kalbin dışa açılan iki penceresi vardır; bu iki pencereye sem'a ve basar/basiret adı verilir. Arapça'da 'ayn' göz, 'üzün' kulaktır. Sem'a kulağın, basar ise gözün gücüdür, fonksiyonudur. 'Se-Mi-A' 'işitmek' demektir; 'sem'a' ise kulağın sesleri alma gücüdür. Kuran'da normal olarak 'işitmek, işitme gücü' gibi anlamlarda da 'sem'a kullanılırken, bu kelime, kalbin işitmesi olarak kullanıldığında birden değişikliğe uğrar.'Bilindiği gibi, bir şeyi 'duymak' ayrıdır, duyulanı 'anlamak, kavramak, yerini ve niteliğini tesbit etmek’ ayrıdır. İşte, kulağın işitmesi, yani 'sem'a'ı normal şekliyle, alabileceği frekanstaki sesleri almasıdır; bu sesleri alabilen insana 'sağır' denmez.
Kalpleri mühürlenenler İlâhî çağrıları alamazlar; Peygamberlerin davetine koşamazlar. Çünkü, kalp mühürlü olduğu için, 'işitme' güçleri de yok olmuş durumdadır; Peygamber'in sesini, uyarısını duyarlar, ama duymaları kendilerini harekete geçirmez; kulak kepçelerinden içeri geçmez, kalbe inip, kendilerinde en ufak bir etki yapmaz. Okunan Kur'an ayetleri hiç bir şey ifade etmez böyleler! için; kulak zarlarını titreştirmez. Bu tür kişiler, dışarıdaki sesleri ne kadar alırlarsa alsınlar, temelde 'sağır'dırlar.
“İşitmedikleri halde işittik diyenler gibi olmayın (Enfal: 21)”
“Onları çağır sanız işitmezler, işitseler bile size icabet etmezler {Fatır: 14).”
“De: “Ben ancak sizi vahiy ile uyarıyorum. Ama, sağır (lar) uyarıldıklarında çağrıyı işitmezler (Enbiya: 45).”
Kalpleri karar'mamış, dolayısıyle kulakları da işitir olanlar ise, Rasûl'e indirelini işittiklerinde hemen gözleri yaşarır, secdeye kapanırlar, çağrıya koşa koşa uyarlar:
“Rasûl'e indirileni işittikleri zaman, hakktan tanıdıklarından dolayı gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün. “Rabbimiz, iman ettik, bizi şahitlerle beraber yaz” derler(Maide: 83).” İnsanlardan bazıları da vardır ki, işitmeseler de dinlerler, ama sonra duyduklarını bile bile tahrif ederler; çünkü, nefislerinin, tutkularının kuludurlar; duydukları işlerine gelmez.
“Onlardan bir grup vardı ki, Allah'ın sözünü duyarlardı da, akıl erdirdikten sonra, bile bile onu tahrif ederlerdi (Bakara: 75).” Böyleler!, hakk daha önceden kendilerine gelmiş olanlardır. Önce, onu işitmişler, alıp anlamışlar, fakat, nevalarına uymadığı için onu tahrife yönelmiş kişilerdir. Ve, hakktan daha sonra gelenleri de 'işitmez' kesilirler, bile bile bilmezlikten gelirler; korkunç bir büyüklenme içinde işitmemiş gibi geçer giderler:
“Ona ayetlerimiz okunduğunda, işitmemiş gibi büyüklenip yüz çevirdi (Lokman: 7).”
Kalbin bir diğer penceresi basar ve basirettir. Basar 'görüş, görme, gören göz' gibi anlamlara gelir; bu bağlamda çoğulu 'ebsar'dır.
Basiret ise kalbin gözüdür, çağulu besairdir. Zaman zaman besar kelimesi de basiret anlamında kullanılır. [202]
Gözü her gören insan besar ve basiret sahibi insan değildir. Bakar, ama baktığı şeyin ne olduğunu kavrayamaz; sadece onun dış görünüşünü kendine göre algılar ve bir sonucu varır; ama hiç bir zaman gerçeğine eremez; işte, gerçeği, 'eşyanın hakikatı'nı görme, gölgelerin ötesindeki gerçeklere, hayallerin ötesindeki asıllara varma kalbin basiretiyle mümkün olur.
Yukarıda da açıkladığımız gibi, kalbin gözünün (basar/basiret) ve kulağının (sem'a) ışınları ruhun ışınlarıdır; bunlar, isimlerdir, yani kabukları delip geçen ve görünür şekillerin içindeki gerçeği aydınlatan birer nurdur. Kur'an bu gerçeği sık sık ifade eder. Sözgelimi, kalbi kararmışlardan, münafıklardan şöyle söz eder:
“Allah nurlarını giderdi ve onları karanlıklarda bıraktı, görmezler (Bakara:17).”
“Görürsün, sana bakıyorlar (nazar ediyorlar), ama görmüyorlar (basarları yok) (A'raf: 198).” Yukarıdaki ayette de açıkça ortaya konduğu gibi, baş gözünün, madde gözünün bir nesneye yönelmesi 'nazar’, onu görmesi 'ru'yet' kelimeleriyle ifade olunurken, gerçeği gören gözün, kalp gözünün görmesi ise 'besar/basiret'tir. 'Besar' genellikle 'görme, görme işlemi, görme gücü'nü ifade ederken, 'basiret' ise, görmeyi sağlayan ışınları, nurun şualarını ifade eder. Nitekim, Kur'an-ı Kerim'de, “Doğrusu, size Rabbiniz'den basiretler geldi; artık kim görürse, kendisi içindir, kim kör olursa, kendisi aleyhinedir (En'am: 104)” ayetinde, Allah'ın ayetleri, insanın gerçeği görmesini, kalp gözünün açılmasını sağlayan nurlara benzetilerek, basiret'in çogulu olan besair olarak adlandırılmış, bunları görmeğe besar, görememeğe ise körlük denmiştir.
İnsanın kalp gözünü örten günahlarıdır, maddesidir. Ama, insan ölünce ve Sur'a üfürülüp de kalkınca, her türlü maddî engelden kurtulduğu, ruhu serbest kaldığı için gerçeği olanca çıplaklığıyla görür ve perdeler kalkar:
“Ölüm sarhoşluğu gerçekten geldi; bu senin öteden beri kaçtığın şeydir. Sura üflendi; işte bu o tehdid günüdür. Her nefs yanında bir sürücü ve bir şahidle geldi. Andolsun, sen bundan gaflette idin; biz senden perdeni kaldırdık, bugün artık görüşün (besar), keskindir (Kat: 19-22).” Kalp gözleri, yani besarları açık olmayanlar, baş gözleri ne kadar açık olursa olsun kördürler. Kur'an, böylelerini 'kör, sağır' olarak nitelerken, mü'minleri ise 'gören, işiten' olarak niteler:
“Körü sen mi yola getireceksin, ya görmüyorlarsa (Yunus: 43).”
“Onlar yeryüzünde Allah'ı aciz bırakacak değillerdir; onların Allah'tan başka velileri de yoktur, onlar için azap kat kat artırılır. İşitmeğe güçleri yetmezdi ve görür de değilerdi.. îman edip, salih amellerde bulunan veRabblerine boyun eğenler ise, onlar Cennet halkıdır.. Bu iki grubun misali, kör ve sağır ile, işiten ve gören gibidir.. (Hud: 20, 23-4)” Kur'an'da, körlük karanlık, görmek ise nur olarak da ifade edilir:
“Körle gören ve karanlıklarda nur bir olmaz (Fatır: 19).”
Sem'a ve besar temelde, yukarıda da belirttiğimiz gibi kalbin fonksiyonudur; kalp kararıp mühürlendiği zaman, görme ve işitme melekeleri de yok olur:
“Kalpleri üzerine mühür vururuz da, işitmezler, (A'raf: 100).”
Daha önce de belirttiğimiz gibi, kalp bir bakıma ruhla, özdeştir; yani kalple gören, işiten, anlayan, düşünen ruh'tur veya tersinden bir deyişle, kalp ruhla görür, ruhla düşünür, ruhla işitir. Bu gerçek, şu ayette açıkça belirgindir:[203]
“Sonra onu tesviye etti ve ona ruhundan üfledi ve sizin için sem'a, basarlar ve fuadlar varetti.. (Secde: 9).”
Nasıl her organın merkezi varsa, sem'a ve basar da kalbin dışa açılan iki duyusu, fuad da bu duyuların aldıklarını anlamlandırıp 'ma'rifet' haline getiren merkezidir. [204]
Hayat, sözcük anlamıyla, 'harekete neden olan kuvvet' demektir. [205] Ragıp el-İsfahanî bunu çeşitli yönleriyle ele alır.
Hayat, öncelikle bitkilerde ve hayvanlarda üremeyi sağlayan kuvvettir. Bu anlamda, Kur'an-ı Kerim'de sık sık “Allah, ölümünden sonra yeri diriltir (yere hayat verir)” buyrulur. Yerin ölmesi, bitki vermez hale gelmesi, bitkilerin üreme faaliyetlerinin durup, çiçeklenip yapraklanma ve meyve verme gibi fonksiyonlarının kesilmesidir. Baharda yağan yağmurlarla yer canlanır, bitkilerini çıkarır, ağaçlar çiçeklenip yapraklanır ve meyvelerini verirler; işte, yerin dirilmesi budur.
Hayat, hayvanlarda duyuların faaliyetidir; gözün görmesi, kulağın işitmesi, elin tutması, kalbin kan pompalaması, midenin yenileni eritmesi, solunum organların hava alıp vermesi gibi.
Hayat, düşünme, yargılama, akletme, istidlal gibi batını melekelerin de fonksiyonlarını yerine getirmesidir. Hayat, ayrıca kederin ve üzüntünün giderilmesidir.
Hayat, ebedi olan Ahiret için de kullanılır. [206]
Hayy Allah'ın sıfatlarından biridir; bu ise mutlak hayatı ifade eder ve 'ölümün hiç sözkonusu olmaması' demektir.[207]
Mevt hayatın zıddıdır. Bitkilerde üremenin durması, hayvanlarda duyuların çalışmaz hale gelmesi (bu anlamda insanlar için de aynıdır); düşünme, akletme, hatırlama gibi iç melekelerin fonksiyonlarını yitirmesidir.
Kâinat için esas olan hayatta; Varlıklar varlık alanına çıkmadan önce 'ölü'ydüler; nitekim, Kur'an'da “Allah'a nasıl küfredersiniz ki, siz ölüydünüz, size hayat verdi; sonra sizi öldürür, sonra da diriltir (Bakara: 18)” buyurulmaktadır. Fakat, şu noktayı belirtmeliyiz ki, ölüm yokoluş değildir. Varlıkların özleri Allah'ın İlminde olmaları açısından yokluk sözkonusu olamaz; aksi halde, dünya hayatını gerçek hayat ve bu hayattan göçmeyi de yok olma kabul etmek gerekir; biz inanıyoruz ki, ölüm yok oluş değil, sadece bir hicret, bir göçt tür.
“Allah yolunda katledilenlere ölüler demeyin; onlar diridirler, fakat siz farkında değilsiniz (Bakara: 154)” ayetinin tefsirinde Elmalılı Hamdi Yazır şöyle der:
“Bu ayette, ruhların kendi kendilerine kalan ve duyularla algılanan bedenin cevherinden başka cevheri bulunduğuna ve bunun ölümden sonra da algılama gücünü koruduğuna, yani ruhun, ölmezliğine bir işaret vardır. Sahabenin çoğunluğu ve Tabiîn'in görüşü budur. Buna tanıklık eden daha pek çok ayet ve hadis vardır., Bununla beraber, İslâm'da Ahiret sorunu bundan ibaret değildir...”[208]
Hz. Peygamber (S.A.V.), Bedir Savaşı'nda bir çukura doldurulan müşrik ileri gelenlerine; “Ben Rabbimin bana va'dettiğini gerçek buldum, siz de tanrınızın size va'dettiğini gerçek buldunuz mu?” diye sormuş; yanındakilerin, “ya Rasûlellah, bunlar ölü, işitirler mi ki?” demesi üzerine, “bunlar sizden iyi işitirler, fakat bana cevap veremezler” buyurmuştur.[209] Vasıtî, “ruh, Allah'ın lâtif bir yaratığıdır, bedenden sonra yaşar, Kıyamet'te cesetlere girerek haşrolur” demiştir. [210]
Daha önce de belirttiğimiz gibi Kur'an, özellikle insanın ruhunun Allah'tan olduğunu vurgular. Şu halde, Allah'tan olan bir şeyin yok olması mümkün değildir. Ruh melekî bir varlıktır; dünya hayatı ve ruhun görünür şekli, çeşitli şekillere ve bu arada insan şekline de giren meleklerin büründükleri bu hal gibidir. Kur'an, 'ölüm'den sözederken, hep 'nefs' kelimesini kullanır; yani, bitkisel ve hayvanı hayat yok olacak, varlık 'ben' iyle alemden çekilecektir ama, özü bakîdir. Ölümden sonra dirilme, yani ba's olayı, ruhun yeniden ceset giymesidir. Ölümle ba's arasında geçen döneme 'berzah’ denilir. İnsan, dünya hayatında Ahiret'ini hazırlar. öldükten sonra, amelleriyle yazdığı kitabını karşısında görür. Bu görme olayı hemen ölümle birlikte kendini gösterir. Hz. Peygamber, “Kabir ya Cennet bahçelerinden bir bahçe, ya da Cehennem çukurlarından bir çukurdur” buyurmuştur; [211] bu bakımdan, sevinci ve üzüntüyü, acıyı tatlıyı duyan beden olmadığı için kabir azabı veya mükâfatının ruhî mi cismanî mi olacağı tartışması bir bakıma yersiz görünmektedir. Kıyamet olayı, admdan da anlaşılacağı gibi, bir kalkış, bir değişimdir, bir yokoluş değildir. Kıyametle, ruhlar yeniden ceset giyecek, Ahiret hayatı'na, göre oluşacak kâinatta yeni bir hayata başlayacaklardır ki, Cennet ve Cehennem şeklinde Kur'an'da anlatılan bu hayata burada değinmek konumuzun dışındadır.
Kur'an'da zaman zaman 'can alma, vefat ettirme' anlamında teveffa kelimesi kullanılır. Bu kelime vefadan gelir; 'yerine getirme, süresi dolduğunda gereğini yapma, söze bağlı kalma' demektir. Nitekim, dünya hayatı belli bir süreye (ecel) kadardır' ve bu süre gelince ölüm kendini gösterir. Şu halde, ölüm bir son olmak şöyle dursun, bir yalan ve gölge olan dünya hayatındaki tek gerçektir; yalanların atılmasıdır, gerçeğe açılan kapıdır.
Kur'an'da uyku ölümle eş anlamlı gibi kullanılır. Bir ayet-i kerimede, “Allah ölümleri anında nefsleri vefat ettirir; ölmeyenleri de uykularında; üzerlerine ölüm hükmünü verdiğini tutar ve diğerini belli bir ecele kadar salar. Düşünen bir kavim için bunda ayetler vardır (Zümer: 42)” buyurulmaktadır. Demek ki, ölümle uyku bir bakıma aynıdır; çünkü uykuda, nefs -burada nefs-i natıka- denilen ruh anlamında kullanıldığı belirtilmiştir bedenden kısmen kopar, zamanları ve mekânları aşar; ölümde ise bu kopuş bütün bütündür. Bu yüzden, “uyku ölümün yarısıdır” İşte, vefat da yukarıda belirttiğimiz gibi, süresine erdirmek, vakti gelince sözü yerine getirmek, bütünüyle ifa etmek demek olduğundan, mevt insan ruhu için yeryüzündeki sürenin dolması ve ruhun bedenden sıyrılmasıdır. Mevtin tersi de hayattır,
Hayatın aslı ruhun hayatıdır, manevî hayattır: Bitkisel ve hayvansal hayat dünya hayatîdır; ama bu hayat içinde ruhun hayatı da yaşanabilir. Bu ise kalbi günahlardan uzak tutma ile olur. Ruhi hayattan uzak olup, yalnızca dünya hayatını yaşayanlar aslında birer ölüdürler. Peygamberler bunlara diriltici nefeslerle gelirler. Bu yüzden, Kur'an-ı Kerim'de, “Ey iman edenler.'! Size hayat verecek şeylere çağırdığı zaman Allah'a ve Resulü'nün çağrısına koşun ve bilin ki, Allah kişi ile kalbi arasına girer ve muhakkak, O'nun huzurunda toplanacaksınız (Enfal: 24)”buyrulur.
Hayat asıl itibariyle bu hayattır; Kur'an'da insana tesviyesinden sonra ruh üflendiği ve bu ruh sayesinde sem'a, besar ve fuad sahibi olduğu belirtilir. Ne var ki, bu ruhu günahlarla karartanlar, nevalarına kul olanlar ya ruhun olmadığını inkar ederler, ya onu salt organizmaya bağlarlar, ya da onu maddî düşüncelere uygun düşecek bir takım bilimlerle - psikoloji gibi, psikanaliz gibi - açıklamaya çabalarlar. Gerçeğin dışında dönüp duran bütün bu bilimler de tabiî ki birer masaldan öteye geçmez.
İnsanın asıl ölümü ve dirimi dünyadadır. Ölüm hiç bir zaman, anladığımız biçimde 'ölmek' değil, gerçekte 'dirilmedir, hayat bulmadır. Hayatın kaynağını örten maddî perdelerden sıyrıldıktan sonra, insanın gerçeği en çıplak şekliyle tanıması nasıl ölmek olabilir? Ölmek, geçici ve gölge bir hayat olan dünyadan göçmektir yalnızca. Dünya hayatında diri olabilenler ölümle daha bir diriliğe kavuşur ve 'sıla'sına kavuşmuş, gurbetten kurtulmuş insanların sevincini yaşar, özlemini giderirken, dünyada ölü olanlar ise acı bir biçimde dirilmekte ve gerçek hayatın ne olduğunu görmektedirler. Bu hayatta yeni bir değişim, yani ölüp yeniden dirilme gibi şeyler sözkonusu değildir. Dünyada ölü kaldıktan sonra, ölümle dirilme azaba, ateşe dirilmedir; dünyada diri olanlar ise daha bir diriliğe, daha güzel, sürekli, kalıcı bir canlılığa adım atarlar. Kur'an bunu, “Muhakkak ki, Ahiret Yurdu (cıvıl cıvıl) hayattır, eğer bilselerdi (Ankebut: 64)” şeklinde ifade etmektedir.
Peygamberlerin getirdiği hayat verici nefeslerle dirilemeyenler, Kur'an'ın deyişiyle, “ölüdürler, kabirdedirler.” “Sen ölülere duyuramazsın” (Rum: 52) buyrulur Kur'an'da; “Sen kabirdekilere duyuracak değilsin (Fatır: 20)” buyrulur. Böylelerinin ruhları silinmiş, kalpleri kararmış, dolayısıyle kalplerinin duyma (sem'a) ve görme(besar) güçleri yok olmuştur. Peygamber'in çağrılarını duymadıkları gibi, çevrelerinde mutlak gerçeğin işaretleri ve görüntüleri olarak dizilen sayısız ayetleri görmezler; olanlardan ders almazlar, dünya hayatına nasıl gelinip, bu hayattan nasıl göçüldüğüne dikkat etmezler; yeryüzünde gezip, öncekilerin bıraktıkları konusunda düşünmezler, kâinatın muhteşem ahenk ve düzeni onlar için hiç bir şey ifade etmez. Böylesi diriltici öğeler karşısında kaskatı ölü kesilenler için son diriltme çaresi ölüm olmaktadır artık. [212]
İnsan'la ilgili olarak, Beşer ve Adem kelimeleri Kur'an'da sık sık kullanılan iki kavramdır. Kur'an-ı Kerim'de, İblis'in Adem'e secde etmeği reddetmesi üzerine, Allanın ona şöyle dediği anlatılır:
“İki elimle yarattığım şeye seni secde etmekten alıkoyan nedir?(Sa'd: 75).”
Bu ayet-i kerime, insanın yapısındaki iki temel öğeyi açıklamaktadır; Kur'an'da yalnızca insanla ilgili olarak böyle bir ifade kullanılır ki, bu ifade, insanın Ademiyet ve beşeriyet yanlarını ortaya kor.
Beşer'in 'beşera' kelimesinden geldiği belirtilir. 'Beşera' derinin dış kısmıdır.[213] Hayvanlarda derinin üzerinde post bulunurken, insanda ise deri kıllara rağmen görünür. Yani, insan için beşer kelimesi, insanın dış görünümünü, zahirini ifade için kullanılmaktadır. Kur'an'da, beşer kelimesinin geçtiği her yerde, insanın varlıklar içinde dış yapısı ve genel dışsal özellikleri nedeniyle vurgulanan zahirî yanını görürüz. Sözgelimi, hayvanı dıştan hayvan yapan, bitkiyi bitki yapan bir takını özellikler olduğu gibi, insanı da dış görünümü itibariyle insan yapan nitelikleri vardır ki, işte bu nitelikleriyle insan beşerdir.
“Rabbin meleklere, “muhakkak ben çamurdan bir beşer yaratacağım” (Sa'd: 71) ayetinde, insanın çamurla özdeşleşen bedensel yanının beşerî yanı olduğu açıklanırken, “O'nun ayetlerindendir sizi .topraktan yaratması, sonra beşer olup yayıldınız” ayeti de aynı gerçeği bir başka yanını dile getirmektedir (Rum: 20). Dikkat edilirse, verdiğimiz ikinci ayette, insanların yayılması da onun beşerî yönü olarak açıklanmaktadır; yani insanın beşerî yönü dünyevî yönüdür. Nitekim, “O'dur sudan bir beşer yaratıp da, onu nesep ve sıhr kılan (Furkan: 54)” ayeti bu gerçeği biraz açık biçimde ortaya kor. Bilindiği gibi, her canlının sudan yaratılmış olmasının yanısıra, insan da iki şekilde sudan yaratılmıştır; biri, suyun yeryüzündeki, hattâ tüm görünür alemdeki varlıkların temel kaynağını oluşturması ve özellikle topraktan meydana gelen tüm yaratıkların ancak suyla hayat bulmaları açısından, diğeri de içinde insanın tohumunu barındıran meninin de su kabul edilmesi açısından. İnsanın beşer olarak nesep ve sıhr kılınması, karşıt cinsiyle birleşip üremesi, çocuklar ve kan yakınları sahibi olması demektir; işte, bu da insanın beşerî yönüdür. Bu gerçek, beşer kelimesinin taşıdığı bir diğer anlamda da ifadesini bulmaktadır. Kelimenin fiil şeklinin 'müfaale' babı, 'iki beşer arasındaki yakınlık' demektir ki, Kur'an-ı Kerim'de 'cinsel ilişki' anlamında kullanılır. Kur'an'da, 'İtikaftayken onlarla mübaşerette bulunmayın (Bakara: 187)” buyrulur. Mübaşeret de beşerin özelliklerindendir.
Müşrikler insanı yalnızca bir beşer olarak kabul ederler ve onu sadece zahirî nitelikleriyle ele alırlar. Bugün de her çeşit fraksiyonuyla Batı kültür ve medeniyetinin temsil ettiği bu anlayış, insanı hayvanlardan bir hayvan ve yeme, içme, uyuma ve cinsel ilişkiden ibaret bir varlık olarak değerlendirir. Ne zaman müşrik kavimlere bir peygamber gönderilse, onlar beşerin peygamber olamayacağını söyleyip, peygamberlere karşı, hep cephe almışlardır. “Sen de bizim gibi bir beşersin” diyorlardı peygamberlere (İbrahim; 10, Mü'minûn: 24, Hud: 27, Yasin: 15, Şuara: 154 vs). Yine müşrikler insanı yalnızca, fizikî görünümüyle, yani beşerî yanıyla değerlendirdiklerinden, kendilerine fizikî açıdan normalin dışında gelen bir insan karşısında hayrete kapılıp, “Allah için böyle beşer olmaz, bu ancak kerim bir melektir (Yusuf: 31)” şeklinde tepki gösterirler. Ama, insan yalnız beşerî yönüyle değil, kendisini vahy alan ve melekleştiren bir beşer yapan yönüyle de insandır.
İşte, insanın melekî yönü, Âdemiyyet kelimesiyle ifade olunur. Âdemiyyet, Allah'ın ruhundan alıp gerçeği gören ve duyan bir kalbe sahip olan yanıdır insanın. İnsan, çamurdan şekil verilen bir beşer olduğu zaman,. Allah kendisine ruhundan üflemiş ve gören, duyan (sem'a, besar) bir kalp sahibi olan insanın önünde melekler secdeye kapanmıştır.
“Bir zaman Rabbin meleklere, “muhakkak ben kupkuru çamurdan, düzen verilmiş bir balçıktan bir beşer yaratacağım; onu tesviye edip, içine ruhumdan üflediğimde, hemen ona secdeye kapanın” demişti”(Hıcr: 28-9).
“Sonra onu tesviye etti, ona Kendi ruhundan üfledi ve sizin için sem'a, besarlar ve fuadlar kıldı (Secde: 9).”
Genelde bütün insanların beşer olup, çamurdan yaratıldığı, fakat meleklerin ancak Adem'in önünde secde ettiği şu ayette daha açık olarak belirtilir:
“Sizi yarattık, sonra size şekil’verdik, sonra da meleklere “Adem'e secde edin” dedik (A'raf: İl).”
Ayete dikkat olunursa, 'yaratma ve şekil verme, fiillerinin nesnesi olarak 'siz' zamiri kullanılırken, 'secde edilecek varlık' olaraksa Adem kelimesi kullanılmaktadır. Demek ki, meleklerin secde ettiği beşer değil, Adem'dir.
Burada şu noktayı belirtmeliyiz. Adem bu noktada bütün insanlığın temsilcisidir ve yalnızca birey olarak Hz. Adem değildir. Adem, insandaki ademiyet yanının temsilcisidir burada. Ne demektir ademiyet yanı?
Adem kelimesi için daha başka kökler ve anlamlar belirtilmişse de, Kur'an'ın anlatımına uyan en güzel görüş, Adem'in, 'iç, iç yüzey, iç katman' anlamında 'edim' kelimesinden geldiğidir. [214] İnsandaki iç yüzeyin, iç katmanın ne olduğunu daha önce açıkladık. Nitekim, meleklerin Adem'in önünde secde etmelerinin nedeni, ona isimlerin öğretilmesidir. İsimlerin de ruhun öğeleri, bilginin nuranî güçleri olduğunu daha önce birkaç kez belirttik. İşte, insanın Ademiyet yanı, onun ısıl ışıl bir ruha, dolayısıyle gözleri iyi gören ve kulağı iyi duyan apaydınlık bir kalbe sahip olup, şeytanın aldatmalarından uzak durması yanıdır. Bu hal, insanın yetkin, Sufîliğin deyimiyle 'kâmil' halidir; yani, Adem 'însan-ı Kâmil'dir. İnsanın bu hali yitirişinden sonra yeryüzündeki hayatı ve mücadelesi bu halini yeniden kazanmaya yöneliktir.
Fakat, insan hem Ademî, hem de beşerî yönden oluşan bir varlıktır. İşte, onun Allah'ın iki eliyle yaratılmış olması bu gerçeğin ifadesidir. Bu durumu, insan kelimesinin anlamında da görürüz. İnsan kelimesinin kendinden türediği etimolojik kök olarak da iki sözcükten bahsedilir; bunlardan biri 'üns' sözcüğüdür. 'Üns', 'ünsiyet' 'yakınlık’ demektir. Bu 'yakınlık, yaklaşma duygusu', bir yandan hemcinsleriyle bir arada yaşama durumunda olan insanın başka insanlara karşı yakınlığını, bir yandan da Allah'a bütün varlıkların üstünde olan yakınlığını ifade eder.-Bu her iki yakınlığı da uzaklığa çevirmiş olan insan ademiyet halini yitirmiş ve beşerîyetiyle hayvanlaşmış insandır. İnsan kelimesinin, bir de 'nesy- unutmak' fiilinden 'ıfılân' babında 'insiyan'dan bozularak geldiğini söylerler ki,[215] bu da yanlış sayılmamalıdır. Çünkü, Kur'an'da birey olarak Adem'den söz ederken, “Andolsun, önceden Adem'e ahd verdik de unuttu ve onu azim sahibi bulmadık (Taha: 115)” buyrulur.
İşte, topraktan yaratılan insanın beşeriyet yanı, Kur'an'ın ifadeleriyle 'unutkanlığının, nankörlüğünün, aceleciliğinin, haklı-haksız tartışmayı pek sevmesinin, bilgisizliğinin, zalimliğinin ve zayıflığının, sembolüdür. Bu olumsuz nitelikleri bastıracak olan da, insanın Ademiyet yanıdır, batını duyularıdır, kalbidir. İnsan beşer olarak kalmamalı, beşeriyetini ademiyetinin emrine vererek, ilk yetkin halini kazanmaya çalışmalıdır. Kur'an'da, yetkin hale 'ahsen-i takvim - en güzel kıvam, en güzel yaratılış' denirken, insanın bu yetkinlikten bütünüyle uzaklaşmış ve hayvanlaşmış beşeriyete yuvarlanmış haline de 'esfel-i safilin - alçakların alçağı’ denir (Tîn: 4-5).
Adem, bir yandan bütünüyle insanlığı ve bütün nitelikleriyle insanı temsil ederken, bir yandan da birey olarak bir özelliğe sahipti. Beşerî yanının ağır basıp, Allah'ın ahdini unutarak Şeytan'ın iğvasına kapılmca yetkinliğini yitirdi ve oldukça rahat bir hayattan zorluklarla dolu dünya hayatına atıldı. Adem, İblis gibi günahında ve isyanında diretmeyip, hemen işlediği suçtan dolayı pişman oldu, tevbe etti; Allah da tevbesini kabul ederek, onu seçkin kullarından yaptı; yalnız insanların değil, bütün alemlerin üzerinde bir yer verdi kendine ve nebi Adem kıldı, onu ve Kendi'ni halifelik göreviyle onurlandırdı.
“Muhakkak Allah Adem'i, Nuh'u, İbrahim Ailesini ve İmran Ailesi'ni alemler üzerine seçti (A. İmran: 33).”
İşte, insanlar da, kendilerini yalnızca beşer olarak görmeden, beşeriyet ve ademiyetten oluşan bir varlık olduklarını unutmadan Şeytan'ın adımları ardınca gitmezler ve her sürçtüklerinde tevbe ederlerse, meleklerin önlerinde secde ettiği Adem halini alır, unutkan İnsandan yakın insan olma durumuna ulaşabilir.[216]
Kur'an'da insanın dünya ve Ahiret hayatı ile ilgili olarak sık sık kullandığı iki kavram hayr ve gerrdir. Hattâ, 'Hayr ve Şerr'in Allah'tan geldiğine inanmak' Ehl-i Sünnet ve'1-Cemaat'ın iman esaslarındandır.
Hayr, taşıdığı herhangi bir nitelik dolayısıyle 'istenilen, arzu edilen, seçilen'; şerr ise 'istenmeyen, kötülük, kötü şey' anlamlarında kullanılmaktadır.
Hayr ve şerr ya mutlaktır, ya da izafî. Örneğin, adalet, akıl ve fazilet gibi şeyler mutlak hayr, zulm, her türlü kötülükse mutlak şerrdir. Bunun dışında, bazıları için hayırlı, bazıları için şerrli olan şeyler de vardır; bunların en başında da 'mal’ gelir; nitekim, Kur'an-ı Kerim'de hayr çok yerde mal anlamında kullanılır: “De: “Hayr’dan ne infak ederseniz, anne-baba ve yakınlar içindir (Bakara: 215).” Bazı müfessirler. hayrdan çok malın kastedildiğini belirtmişlerdir; yani, elinde nisab miktarını aşan mal bulunan infak edebileceğinden, hayrın çok mal olması gerektiğini belirtmişlerdir.[217] Şu kadar ki, her çok mal hayırlı değildir; ancak helâlden kazanılan, helâl şekilde harcanan ve kendisiyle Allah'ın çizdiği sınırlar çerçevesinde yararlanılan maun 'hayr' olabileceği açıktır. Bu bakımdan, bazı alimler üzerinde gasbedilmiş elbise bulunanın, gasbedilmiş, bir yerde namaz kılanın namazının batıl olacağını kabul etmişlerdir. Kur'an-ı Kerim'de de şöyle buyrulur: '
“Allah'ın fazlından kendilerine verdiğinden cimrilik edenler, onun haklarında hayırlı olduğunu sanmasınlar, belki o kendileri için şerdir (A. İmran: 180).”
Demek oluyor ki, az da olsa çok da olsa kendisinden helâl sınırlar içinde yararlanılan, helâl sınırları içinde kazanılıp başkalarına da yararlandırılan mal 'hayr'dır. Bu malı helâlinden kazanmak ve infak etmek de, yine Kur'an'ın diliyle 'hayr'dır. Yani, hayr, helâlden mal kazanıp helâl yerde harcamak gibi, bütün 'salih ameleri' de içine alan bir kavramdır:
“Hayrdan ne infak ederseniz kendiniz içindir, ancak Allah'ın yüzünü dileyerek veriyorsunuz. Hayrdan ne infak ederseniz size ödenir ve zulme uğratılmazsınız. (Bakara: 272). Namazı kılın, zekâtı verin, kendiniz için hayrdan ne gönderirseniz Allah' ın yanında bulursunuz (Bakara: 110). Hayrlarda yarışın (Maide: 48).”
Allah için yapılan her amel 'hayr', bunun dışındaki amellerse 'şerr'dir. Bu türden neyin hayr, neyin şerr olduğunu insan bilebilir; yani, bunlar mutlak hayr ve şerrlerdir, neyin yapılıp neyin yapılmaması gerektiği insana rasûller aracılığıyla bildirilmiştir. Bunun dışında, bir başka hayr ve şerr türü vardır ki, insan kestiremez.
İnsanın başına bazı belâlar gelir, evi yanar, çocuğu ölür, parası gider; bunları şerr sanabilir. Oysa, bunlar belki hakkında hayırlıdır; Allah günahlarını bu tür musibetlerle bağışlamakta ve Ahiret'e bırakmamaktadır; ikinci olarak bu tür ibretlerle onu günahları bırakıp Allah'ın yoluna girmeğe çağırır, anlayacağı dilden bir ibret verir. Üçüncü olarak, Allah insanları hayr ve şerrle imtihan eder: “Sizi bir fitne olarak hayr ve şerrle sınıyoruz ve bize döndürülüyorsunuz (Enbiya: 35).” Başa gelen bir felâket görünüşte şerr gibi, kazanılan bir mal, elde edilen bir makam da hayr gibi görünebilir ama, bütün bunların bir imtihan olduğu unutulursa, hepsi şerr olur; fakat imtihan olduğu bilinir ve yine Kur'an'ın emri gereği “başa gelen hiç bir şeye üzülünmez” ve daha bir bağlılıkla Allah'a teslim olunursa, şerr gibi görünen şeyler de hayr olur. Nitekim, yine Allah Kur'an'da bir yere rasûl gönderdiği zaman, oranın halkını zorluk ve güçlüklerle denediğini belirtir:
“Biz bir memlekete bir nebi göndermeyelim ki, oranın halkını güçlük ve zorluklarla yakalamış olmayalım, belki bize dönüp yalvarırlar diye. Sonra, kötülüğün yerini iyilikle değiştirdik de, ta ki çoğaldılar ve “atalarımıza zorluklar ve güçlükler dokunmuştu” dediler; biz de onları hiç farkında olmadan birden yakalayıverdîk. O memleketlerin halkı iman edip muttaki olsalardı üzerlerine gökten ve yerden bereketler açardık, fakat yalandılar da, kazandıklarından dolayı onları yakaladık (A'raf: 94-96).”
Demek ki, insan neyin şerr, neyin hayr olduğunu bilememektedir .Allah küfrde ileri gitmiş, iyice kâfir olmuş ve kendini unutmuş insanların cezalandırılmalarını bazen Ahiret'e bırakır ve üzerlerine düşen gerekli görevleri yapmayan müslümanları ise çeşitli afetlerle cezalandırır; böyle durumlarda kesinlikle 'talihe sövmek ve Allah'a serzenişte bulunmak' gibi cahilce işlere tevessül edilmemelidir. Her an ve her zaman, her başa gelen şey için, her iyi ve kötü görülen şey için Allah'a şükr edilmeli ve her zaman O'na yönelinmelidir: “Belki bir şeyi kötü görürsünüz de, o hakkınızda hayırlıdır; belki bir şeyi seversiniz de, o hakkınızda şerrlidir; Allah bilir, sizse bilmezsiniz (Bakara: 216).”
İslâm tarihinde özellikle Mutezile mezhebine bağlı olanlar, “hayrın Allah'tan olduğunu” kabul etmiş, fakat şerrin Allah'tan olmasını adeta Allah'a yakıştıramamışlardır. Öncelikle şurası bilinmelidir ki, “Meşiet ve İradeyi açıklarken de belirttiğimiz gibi, kâinatta olan biten her şey Allah'ın meşieti dahilindedir ve bu yüzden yukarıdaki ayette, “bir şeyi kötü görür... seversiniz de” denir; yani hakkınızda Allah'ın bir meşietini demek istenir. Ama Allah şerri irade etmez; kâinatta şerrin olmasını, insanların şerrde bulunmalarını dilemez. Bir kez insanlara şerr görünenin hayr olabileceği Kur'an'da açıklandığı gibi, şerrin de 'kesb', yani insanların kazanmalarının sonucunda var edildiği belirtilir; “insanın işlediği zerre miktarı hayr ve zerre miktarı şerrin karşılığını göreceği” ilân edilir (Zilzal: 7-8). Fakat, kâinatta 'şeytan' gibi mutlak şerr olan yaratıklar da vardır. Ama, Şeytan'ı yaratan ve 'azdıran' da Allah'tır; yani Şeytan'ın azması Allah'ın meşieti dahilindeydi. Bu konuyu şu noktadan değerlendirdiğimizde gerçeğe ulaşırız:
İnsan yeryüzüne imtihan için gönderilmiş ve kendisine 'irade' verilmiştir; o bu iradesini kullanarak en alçak yerlere düşebildiği gibi, en yükseğe de çıkabilir. Bediuzzaman Hz.lerinin verdiği örnekte olduğu gibi, ortada yüz yumurta olsa, sadece yüz yumurta olarak değer ifade eder; ama bir tavuğun altına konsa ve yirmisi civciv olup, sekseni bozulsa, o zaman yirmi civciv mi daha kıymetlidir, yoksa 100 yumurta mı? Civcivlerin yumurta yanındaki değerleri bir yana, ilerde her civciv tavuk olduğunda belki yüzlerce yeni yumurta verecektir. İşte, yeryüzünde insanların belki yüzde sekseni Şeytan'a uyar ama, yüzde yirmisi gerçekten insan olur ve yüceliklere ulaşır; ama hepsi ot gibi kalsa, o zaman insana ne gerek olacaktır? Demek oluyor ki, meşiet çerçevesinde hayr ve şerr de Allah'tandır; veya her şey hayrdır; melekut cihetinde şerr yoktur, şerr 'kesb'ledir ve mülk cihetindedir.
Hayr Kur'an'da 'nimet, vahy ve iman' anlamlarına da gelir. Aynı kelimeden türeyen ihtiyar, 'seçmek, dilemek', 'muhtar’, 'insanın zorlanmadan, isteğiyle yapıp seçtiği, tercih ettiği şey', istihyar/istîhâr' 'hayr dileme, hayr dilediğinde bulunma', 'istihare' 'bir işte hayr dileğiyle düşe yatma', 'ahyar' ise 'hayırlılar' demektir. Şerr kelimesinden gelen 'esrar' ise 'şerrliler' demektir. [218]
Kur'an'ın özellikle fıkhı açıdan insan hayatını kucaklayıcı iki kavramından biri tayyib, diğeri ise habistir. 'TaBe/Ta-Ye-Be' fiilinden gelen tayyib kelimesi 'duyuların ve nefsin kendinden hoşlandığı şey, güzel, tatlı, hoş' demektir; Kur'an'da hem sıfat, hem de isim olarak geçer. “Kadınlardan sizin için tayyib olanı nikâhlayın (Nisa: 3)”. Eğer 'ta-be' fiili 'an’ edatıyla kullanılırsa, '-den gönül hoşluğuyla vazgeçmek’ anlamına gelir: “Eğer onun bir kısmından kendileri gönül hoşluğuyla sizin için vazgeçerlerse, onu da afiyetle yiyin (Nisa: 3).”
'Ha-Bü-Se(H noktalı, genizden çıkanı, S ise üç noktalı olup peltek okunandır) fiilinden gelen Habis ise, 'duyularla veya aklen kendisinden hoşlanılmayan şey’ dir; bu kelime de tayyib gibi hem isim, hem de sıfat olarak geçer.
Tayyib ve habis kavramları Kur'an'da öncelikle yiyecek ve içecekler için kullanılır. Tayyib olan rızklar kuşkusuz 'helâl' olan, 'habis’ rızklar ise 'haram' olan rızklardır. Bu noktada, alimler arasında da ihtilâflar çıkmış ve bazıları rızklar Allah helâl kıldığı için 'tayyib' ve haram kıldığı için 'habis'tir görüşünü savunurken, bazıları da (özellikle Mutezile ve Şiîler) 'tayyib' olanları Allah 'helâl' kılmış, 'habis' olanları da 'haram' kılmıştır görüşünü kabul etmişlerdir. Bu ihtilâfın sonucu olarak, fıkıhta hüküm çıkarma delilleri olarak önceki alimler kıyasa yönelirken, diğerleri ise akla yönelmişlerdir. [219] Bunu zamanımızdan bir örnekle açıklayalım:
Sözgelimi, sigara konusunda bir hüküm verilecek olursa, 'tayyib' rızklar Allah helâl kıldığı için 'tayyib' dir görüşünü savunanlar kıyasa gitme zorunluluğu duyacaklardır; çünkü sigara konusunda Kur'an'da ve Sünnet'te açık bir 'nass' yoktur. Bu durumda, kıyasa yönelenler nelerin niçin haram kıldığını düşünüp, illet arayacaklar ve bunun sonucunda sigara için (haramdır, helâldir veya mekruhtur' hükmünü vereceklerdir. Yiyecek veya içeceklerin öz nitelikleri gereği helâl veya haram olduğunu savunanlarsa, sigaranın niteliği, fayda ve zararları üzerinde duracaklar ve bunun sonucunda bir hükme varacaklardır. Şimdi, bu konuda önce ilgili Kur'an ayetlerine bakıp tayyib ve habis kavramlarım daha iyi anlamaya çalışalım:
“Ey insanlar; Yeryüzünde bulunanlardan helâl ve, tayyib olarak (veya, helâl ve temizinden) yiyin, şeytanın adımlarını izlemeyin..(Bakara:168).”
“Ey iman edenler! Sizi rızklandırdığımızın tayyib olanlarından yiyin(Bakara: 172).”
“Kendilerine neyin helâl edildiğini sorarlar. tayyib olanlar helâl kılındı” de (Maide: 4).”
“De; “Allah'ın kulları için çıkardığı zineti ve rızktan tayyib olanları kim haram etti?(A'raf: 32).”
“Onlara (rasûl) tayyib olanları helâl, habis olanları haram eder A'raf: 157).”
Verdiğimiz ayetlerin zahirinden anlaşılan Allah'ın ve Rasûlü'nün öz nitelikleri gereği tayyib olanları helâl, habis olanları haram kıldığıdır. Fakat, Allah'ın ve Rasûlü'nün neyin helâl, neyin haram olduğunu bildiklerinden, helâl ve haramın bu çerçevede tayyib veya habis olarak ilân edildiği de ayetin mefhumu dışında değildir. Şu halde, bu ihtilâfı şöylece telif etmek kolaydır.
Allah ezelî ilmiyle bazı şeylerin helâl, bazı şeylerinse haram olmasına hükmetmiş (kaza,) sonra helâl olacaklara tayyib, haram olacaklara habis niteliği vermiş ve sonra tayyib olanları insanlara helâl, habis olanları da haram kılmıştır. Yukarıda verdiğimiz A'raf: 157 ayetinde de belirtildiği üzere Rasûl-i Ekrem de neyin habis, neyin tayyib olduğunu bilmekte ve o da habisleri haram, tayyibleri helâl kılmaktadır. İkinci olarak, insan haram veya helâl hükümleri olmadan da habis ve tayyibi bilebilir, ayırt edebilir. Ama, bunu her insan yapamaz; fıtraten helâl hükmüyle tayyib ve haram hükmüyle habis olanları ancak fıtratlarını koruyan ve 'habislerle, günahlarla kirletmeyen ve tahir ve mutahher olanlar' neyin tayyib ve neyin habis olduğunu bilebilirler. Bu bakımdan, Allah'ın seçip görevlendirdiği kişilerin olmadığı dönemlerde bu konularda hüküm verecek olan müctehidlerin de hem 'ılm'el-yakin'e, hem de 'ayn'el' ve 'hakk'al-yakîn'e ulaşan, fıtratlarını koruyan, kalplerini çeşitli 'habisat'la, günahlarla kirletmeyen kişilerden olması gerekir (Allahü a'Iem).
Demek oluyor ki, tayyib olmakla helâl olmak, habis olmakla da haram olmak aynı şeydir. Helâlleri kendilerine haram kılanlar tayyib olanları habis kabul etmiş olacaklarından, Allah onlara tayyibatı da haram kılar: “Allah'ın size helâl kıldığı tayyibatı haram etmeyin (Muide: 87).” “Yahudilerden çıkan zulm dolayısıyle, kendilerine helâl kılınmış olan tayyibatı haram kıldık (Nisa: 160).”
Allah'ın helâllarını helâl, haramlarını haram kabul edenler tayyib olanlardır ve tayyipler tayyipler içindir; helâllerini haramlaştırıp, haramlarını helâllaştıranlarsa müşriktirler, habistirler ve habisler habis içindir: “Habis kadınlar habis erkekler, habis erkeklerse habis kadınlar için, tayyib kadınlar tayyib erkekler için, tayyip erkeklerse tayyib kadınlar içindir (Nur: 26).” Yeryüzünde habis çoksa da, önemli olan çokluk değildir; tayyible habis hiç bir zaman bir olmaz (Maide: 100). İman edip salih amellerde bulunan erkek ve kadınların hayatları tayyib hayattır (Nahl: 97). Dünya denizinde tayyib rüzgârla.(Yunus: 22) gidenler, yani vahyi kendilerine gemilerinde dümen yapanların gemileri, oturdukları yerler tayyib meskenlerdir (Tevbe: 72) ve bunların bütün hareketleri, sözleri birer tayyib kelimedir, göğe yükselir, yemişini bol ve zamanında verir, çünkü tayyib bir toprakta, ve tayyib bir memlekettedir:
“Tayyib memleketin bitkisi Rabbisinin izniyle çıkar; habis olandan ise yararsız bitkiden başkası çıkmaz (A'raf: 58)” Tayyib kelime tayyib ağaç gibidir, kökü sabit, dalları göktedir. Yemişini her vakit Rabbisinin izniyle verir.. Habis kelime habis ağaç gibidir, gövdesi yerden koparılmış, kararı yoktur (İbrahim: 24-6).”
Tayyib hayat sürenlerin canlarını melekler tayyib olarak alırlar ve kendilerine “selâm size, yaptıklarınıza karşılık cennete girin” denilir (Nahl: 32). Mü'minler içinde tayyibler olduğu gibi habisler de vardır ve Allah mü'minleri böyle bir durumda bırakmaz ve çeşitli imtihanlarla tayyipleri habislerden ayırır: “Allah mü'minleri üzerinde bulunduğunuz halde bırakacak değildir, tayyibi habisten ayıracaktır..(A. İmran: 179)” Bu ayırma işlemi kabre kadar her dönemde ve her yerde sürecektir. [220]
Kâinatın ve yeryüzünün düzenini ifade etmek için kullanılan üç kavramdır. Mizan, 'Ve-Ze-Ne' kökünden hem masdar, hem ism-i alettir. 'Ve-Ze-Ne', 'tartmak, miktarını ölçmek' demektir. Bu fiilin masdarı olan vezn kelimesi de 'ölçme, tartma' anlamında Kur'an'da geçer:
“Kileyle ölçtüğünüzde ölçüyü yerine getirin ve doğru kıstasla vezn edin(İsra.: 35).” Bu ayette geçen 'keyl' genellikle 'kileyle ölçmek, buğday, arpa gibi tanelileri bir kapla ölçmek' anlamında kullanılırken, 'vezn' ise, genellikle 'terazi ile ölçmek' anlamında kullanılır. Bu bakımdan, 'mizan' hem 'ölçü’ anlamına geldiği gibi, 'ölçme aleti olan terazi' anlamına da gelir. Vezn eşyanın yekdiğerine oranla miktarı veya miktarının tanınmasıdır ve çoğunlukla ağırlığı olan nesnelerin ölçümünde yaygındır ve bir mukayese ve denkleştirme ile yapılır. İşte, bu denkleştirmenin yapıldığı alete de 'mizan' denilir. Öncelikle, kâinatın tümünü Allah bir denge üzerinde yaratmıştır ve yaratıklar bu dengeyi bozmak ve kâinat bu denge üzerinde gider; yani terazinin iki gözü de her zaman dengededir.
“Göğü yükseltti ve mizanı koydu (Rahman: 7)” Vezn daima bir denkleştirme oranını ifade ettiğinden adalete ve adaletin ölçüsü olan Şeriat'a da mizan denilir. İşte, yukarıdaki ayette ifade olunan mizan bütün eşya arasındaki ve topyekûn kâinattaki 'genel denge' kanununu ifade ederken, “Allah ki, hakk olarak kitabı indirdi ve miznı da (Şura: 17)” ayetinde ifade olunan mizan ise, insanın hayatında davranış ve düşüncelerini vurması gerektiği terazidir. Bu teraziyi koyan ve hangi hareketin doğru ve haklı, hangisinin yanlış ve haksız olduğunu açıklayan Allah'tır. Bu bakımdan, insanların davranışları Allah'ın koyduğu ölçülere, yani mizana göre değerlendirilir. İnsanın dünya hayatındaki davranışları Ahirette tartıya girer, yani Allah'ın şaşmaz mizanına. vurulur; burada kimin sevapları ağır gelir, dünya hayatında Allah'ın koyduğu mizana, göre yaptığı işler ağır basarsa o 'razı olacağı bir hayatîn içine girer’; kimin de günahları ağır basar, Allah'ın mizanına uygun olarak yaptığı ameller hafif gelirse, böylesi kızgın ateşe girer (Karia: 6-11).
Mizanın iki kefesi vardır; bu iki kefe denkleşir ve hiç biri ağır basmaz da terazinin dili tam ortada durursa, işte bu adldir, adalettir, İfrat ile tefrit arasında, ağırlıkla hafiflik arasında bir birlik, bir istikamet noktasıdır adalet.
Adi 'A-Da-Le' fiilinden masdardır, bazen ıdl şeklinde de kullanılır. Adi denkliği basiretle idrak olunanı, ıdl ise duyularla idrak olunanı ifade eder. 'A-De-Le' doğru olmak, doğru davranmak, aynı düzeyde yapmak' anlamlarına geldiği gibi, 'meyletmek, sapmak', anlamlarına da gelir; yalnız bu anlamda masdarı adl değil, 'udûl'dür.
Allah insanı adl üzere, yani düzgün, eli, ayağı, gözü, kulağı, kısaca bütün organları birbirine denk gelecek ve dünya hayatını sürdürmesini sağlayacak şekilde yaratmıştır; yani tam bir denge üzerinde varetmiştir onu: “O seni yarattı, tesviye etti ve ölçülü bir biçimde koydu adele (İnfitar: 7).”
Allah nasıl insanı adl üzere, yarattıysa, onun da yeryüzünde adl üzere davranmasını, yani her zaman koyduğu mizana, uygun hareket etmesini ister: “Allah adlle emreder (Nahl: 90)”; İnsanlar arasında adlle hükmolunmasını emreder (Nisa: 58).” Adalet mülkün, hükümetin temelidir, alemin nizamı, “amel ve itaatte miktarı vacip olan ahlâkî bir fazilet”tir. Adlin başı ise Tevhid'dir; çünkü, ancak Tevhid üzere olunduğu zaman adaleti gerçekleştirmek mümkün olabilir; madem ki, kâinattaki mizanı belirleyen ve insanın hayatı için de bir mizan koyan Allah'tır; o halde insan Tevhid üzere yaşayıp Allah'ın mizanına uyarak adlde bulunabilir.
Allah mutlak adildir; fakat kullar Allah'a karşı adalette bulunamaz; yani O'nu bir başka şeyle denk sayamaz, O'nu bir tartının bir kefesine, bir başka şeyi de öbür kefeye koyamaz. Çünkü, böyle bir hareket şirk olur, Allah'a ortak koşmak olur; Allah hiç bir şeyle tartılamaz, ölçülemez. Kur'an'da “Sonra kâfir olanlar rabblerine adl ediyorlar (En'am: 1)” buyrulur; yani, kâfirlerin Allah'tan başka rabbler ve ilâhlar kabul edip, bunları Allah'la birlikte aynı tartıda tarttıkları ifade olunur; bu ise kesinlikle şirktir; şu halde, kulun Allah'ın mutlak adil olduğunu kabul edip, O'nun koyduğu mizanın iki kefesini de denk tutmaya çalışması, yani adl üzere olması, Allah'ı bir başka şeyle tartmaya kalkışmaması gerekir.
Kur'an'da, “Andolsun, rasûllerimizi açık delillerle gönderdik ve yanlarında, insanlar KISTla ayakta dursunlar diye kitap ve mizan? indirdik ve kendinde hem şiddetli bir güç ve insanlar için yararlar bulunan demiri de İndirdik ki, Allah kimin Kendine ve rasûllerine Allah'ın huzuruna varmadan önce ve ihlasla yardım ettiğini ortaya çıkarsın (Hadid: 25)” buyurulmaktadır. Bu ayet, İslâm'ın öngördüğü toplumsal hayatın nasıl ve hangi temeller üzerine oturacağını ve nasıl devam edeceğini açıklamaktadır. Demek ki, rasûller öncelikle apaçık delillerle, güneş ışıkları gibi karanlıkları aydınlatan, kalplere ulaşan şualarla gelmektedir. Bu şualarla kalplerindeki karanlığı giderenler Kitab'a uyacak, Allah'ın emir ve yasaklarını yerine getirecek ve her işlerinde mizanın iki kefesinden birinin ağır basmamasına, ifrat ve tefrite kaçmamaya, 'vasat' olabilmeğe, yani adl üzere hareket etmeğe çalışacaklardır; demek ki, bu da Kitab'a uymakla bir bakıma gerçekleşmektedir; Kitaba uyulup uyulmadığı da mizanla, ölçülmektedir. Allah Kitabı ve Mizanı insanlar Kıst'la. ayakta dursunlar diye göndermiştir.
KlST, 'insaf, merhamet ve adaletle verilen veya alınan, bölüştürülen nasip'tir. Mizanın iki kefesi denkleştilip(adl yapılıp), sonra bölüştürülen nasiplerdir ki, çok kez adl ve adli de aşan bir insaf ve merhamet ifade eder. kısıta da, gerek mizan ve gerek adlde olduğu gibi 'vasat' olma, orta yolda gitme, her türlü aşırılıklardan sakınma söz konusudur. Nitekim, 'iktisad' 'kelimesi de kıst'ta.n gelir ki, 'adalet ve hakkaniyetle davranmak, hiç bir aşırı yöne meyletmeden ortadan dosdoğru yürümek' demektir.
Kıst"Ka-Se-Ta' fiilinden gelir; bu fiil 'zulmetmek, haktan sapmak, adalet üzere davranmamak, başkasının nasibine el atmak' anlamına da gelir ve o zaman msdarı 'kast' olur. Eğer 'sülâsî (üçlü) vezin'de kullanılırsa, ism-i fail şekliyle (kasit) 'zulmeden, başkasının nasibine kasteden' manâsını verir ki, Kur'an'da bu şekliylede geçer: “Muhakkak bizden müslümanlar vardır ve bizden kasitler vardır; kim müslüman olursa, işte onlar doğru yolu aramışlardır. ve kasitler ise, cehennem'e odundurlar (Cinn:14-15).” Fiilin 'ism-i tafdîl (üstünlük derecesi belirten) şekliyle eksat' 'daha adaletli, hakka daha yakın' demektir ve Kur'an'da sözgelimi, “Ey iman edenler! Belirli bir süreye kadar birbirinize borç verdiğiniz zaman onu yazın.. Az olsun çok olsun onu süresine kadar yazmaktan üşenmeyin. Bu, Allah katında eksat, şahitlik için daha sağlam, şüpheye düşmemeniz için daha elverişlidir.(Bakara: 282)” ayeti gibi ayetlerde geçer.
'Aşırılığa kaçmamak, doğru davranmak, her haklıya hakkını ye haktan nasibini vermek' anlamında çoğunlukla fiilin 'rubai (dörtlü) vezin'deki şekli 'eksata' kullanılır; bunun ism-i faili 'muksit gelir ve 'muksitler' Kur'an'da her zaman övülür:
“Eğer mü'minlerden iki bölük vuruşurlarsa aralarını ıslah edin; biri diğerine karşı bağyedecek olursa, Allah'ın emrine dönene kadar bağyedenle savaşan ve eğer dönerse aralarını adlle bulun ve iksat edin (her hak sahibine haktan nasibini verin, insaflı davranın, aşırılığa kaçmayın); muhakkak Allah mutsitleri sever (Hucurat: 9).”
Aynı fiilden gelen 'Kıstas' kelimesi ise, 'dosdoğru ölçü, insaflı, ve adaletli ölçü, mizan' anlamınadır ve Kur'an'da “dosdoğru kıstasla ölçün (İsra: 35)” ayeti gibi bazı ayetlerde geçer. [221]
İşte, İslâm'da toplum yapısının temelinde Kitap ve Mizan vardır; insanlar Kitaba, uyar ve mizan çercevesinde davranırlarsa kist yapmış olurlar ve ancak o zaman ayakta kalabilirler. Fakat, her insan isteğiyle ve imanının gücüyle Kitab'a uyup, mizanın kefelerini dengede tutamaz. îşte bunun için demir de gereklidir. Demirde her ne kadar bir sertlik varsa da bu sertlik toplumda kıstı,, adaleti sağlamak için kullanıldığında insanlara zarar değil, ancak yarar getirir. Bu bakımdan, Kitap, Mizan ve Demir üçlü bir ilişki içinde olmak zorundadırlar. Bu üç temel çerçevesinde öncelik Kitab'a aittir; sonra Mizan, sonra Demir gelir. Kitap tek başına olduğu zaman sayfalarda kalmaktan öte bir anlam taşımaz, bu yüzden uygulanması için Demir'e muhtaçtır. Ama, eğer Demir hemen Kitabın ardından gelirse, Kitab'ı yırtabilir ve keyfine göre davranabilir. Böyle durumlarda ise Kitap Demir'e uşaklık etmekten başka bir fonksiyon görmez, öyleyse, Kitapla Demir'in arasına Kitab'ı koruyucu ve Demir'i Kitaba göre davranmaya, itici bir engel konulmalıdır ki, bu da Mizan'dır. Mizan Demir'in karşısında Kitabı koruduğu gibi, Demir'in insanlar ve Kitap üzerinde keyfî bir egemenlik kurmasının da önüne geçer; aynı zamanda, Kitabı nasıl uygulayacağı konusunda Demir'e yol gösterir. İslam'da kist bu üçlüyle sağlanır, biri olmadı mı zulüm başlar. [222]
Haram, ister fıtratın getirdiği nitelik, isterse zorla veya .akıl, ya da emir açısından olsun, yapılması yasak olan şeydir. Bir kimsenin bir şeyden yoksun olmasına da 'mahrumiyet' denilir; yani o şey ona yasaktır, ondan men edilmiştir; bir şeyin kendine yasak olduğu kimseye de 'mahrum' denilir; kişinin kendisinden mahrum kılındığı şeye 'muharrem' denilir. Yasak olma hali haram, yasak etme eylemi de 'harrame' talinden tahrim masdarıyla ifade edilir. Haranı'ın çoğulu hurum gelir; tekil olarak, örneğin 'eş-Şehr'ul-haram haram ay’ denilirken, çoğul olarak 'eş-Şehr'ul-hurum haram aylar' denilir. 'Hurum' aynı zamanda 'haramlar içinde olma, haram kılınan yer veya zamanda bulunma' anlamında da kullanılır. 'İhram' 'helâlleri haramlaştırma' demektir ki, Hacc'da daha önce helâl olan bazı şeylerin yapılması haram olduğundan, Hacc süresince giyilen elbiseye de 'ihram' denilmektedir; bu bakımdan, 'ihramda bulunma hali' için de 'hurum' kelimesi kullanılır. 'Hurum' tekil olarak da 'haram olan şey, haram kılınan' anlamına gelir, çoğulu 'hurumat' tır.
'Haram' kelimesinden masdar olarak 'hürmet' ve 'iftlal’ babmdan 'ihtiram' ve 'muhterem' kelimeleri türetilmiştir. Türkçe'de bu kelimeler 'saygı, saygıdeğer' gibi anlamlarla karşılanmaktadır. Genel kural olarak insan 'haram' olan bir varlıktır, yani onu öldürmek, haksız yere herhangi bir organına dokunmak 'haram' dır. İşte, bu haramlığı bozmamak, haksız yere onu 'helâl' kılmamak, Allah'ın bağladığı haram düğümü çözmemek veya onu bu mevkiinden indirmemek (bk. helâl) gerekir. İşte, bu nedenlerle insan 'muhterem', yani 'haram görülen, saygı duyulan' bir varlıktır. İşlenen herhangi bir suç nedeniyle 'hürmet', yani 'haramlık ve saygı' kalkar. Her bir insanın 'muhteremliği' diğer insanlarınkiyle aynı derecede olduğundan (İslâm fıkhında köle ve cariyeler hariç), bir insan diğerinin 'haremi'ne tecavüz ettiğinde, yani ona 'hürmet' göstermediğinde, sözgelimi öldürdüğünde, gözünü çıkarıp bir yanını kırdığında, kendisine de aynı şekilde davranılır; çünkü 'haramlar veya hürmetler' karşılıklıdır; Kur'an 've'l-hurumatü kısas' buyurur. İslâm'ın 'kısas' hükmü işte bu 'haramların karşılıklı' olmasının ifadesidir. Bu bağlamda Kur'an da, “Ey iman edenler! Öldürmede üzerinize kısas yazıldı; hür hürle, köle köleyle, kadın kadınla..(Bakara:178)”; “Haram ay haram aya karşılıktır; hürmetler karşılıklıdır; kim size saldırırsa size saldırdığının misliyle ona saldırın...(Bakara: 194)” ve “Ve üzerlerine onda (Tevrat'ta) cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve yaralara karşılıklı kısas yazdık...(Maide: 45)” buyurulmaktadır. Eğer böyle durumlarda 'kısas' uygulanmazsa 'hürmetlerin karşılıklılığı' kabul edilmemiş ve bazı insan daha 'saygıdeğer' görülürken, bazısına zulmedilmiş, dolayısıyle haksızlık ve adaletsizlik yapılmış olunur. Oysa, İslâm'da 'müslüman müslümana, köle köleye karşılık olarak, her insan aynı derecede 'muhterem'dir. kimsenin burnu veya kulağı ya da canı diğerininkinden daha kıymetli değildir. Bu bakımdan, Kur'an'ın da belirttiği gibi 'kısasta hayat vardır.'
Haram ve yukarıda verdiğimiz kendisinden türetilmiş kelimelerle ilgili bazı ayetleri verelim:
“Ona (Musa'ya) önceden süt verenlerin (sütünü) haram küdık(yani, başkalarının sütünü ona yasakladık, onun başka süt emmesini uygun görmedik, o da emmedi.) “(Kasas: 12).
“Artık orası onlara kırk yıl haram edilmiş (muharrem) dir (oraya giremezler, girmelerine izin verilmez, girmeleri yasaktır)”(Maide: 26).
“Kim Allah'a şirk koşarsa, muhakkak Allah ona Cennet'i haram etmiştir (onu Cennet'e koymaz; onun Cennet'e girmesi yasaktır)”(Maide: 72).
“Onlar ki, mallarında belli bir hak vardır, isteyen ve mahrum için (yeryüzü nimetlerinin kendisine verilmediği, yaratılıştan veya bir başka şeyden kaynaklanan sebeple yasaklandığı kişi için; Allah'ın yoksul bıraktığı için)” (Mearic: 24-5).
'HALÂL 'halle-yehûlü- hülen/halâlen' fiil kökünden masdardır. 'Borcun ödenmesi gerekmek, yükün inmesi/yükten kurtulmak, (düğümü) çözmek' anlamlarına gelir:
“Bana göğsünü aç, bana işimi kolaylaştır, dilimden düğümü çöz(uhlül) ki sözümü anlasınlar” (Ta, ha: 25-8).
“Allah'ın va'di gelinceye kadar küfredenlere yaptıklarından dolayı vurucu bir belânın isabet etmesi veya yurtlarına yakın konması/inmesi (tehullü) eksik olmaz..” (Ra'd: 31).
'İf'al' babından 'ehalle-yühillü-, ihlâl’ 'indirmek, çözmek, kondurmak' anlamlarına gelir:
“Bakmaz mısın Allah'ın nimetini küfrle değiştirenleri ve kavimlerini helak yurduna konduranları (ehallû)” (İbrahim: 28).
Bir sultanı veya kralı tahtından indirmeğe 'hdtt’ denilir; Türkçe'deki 'halletmek, aynı kelimeden gelmektedir. 'İhtilâl' eskilerin 'hail' dediği şeydir; yani 'bir yöneticiyi, padişahı tahtından indirmek, yönetimden uzaklaştırmak’ anlamındadır. 'İhtilal’ 'halle' fiilinin 'iftial' babındandır. Bu kelime 'durum’ anlamındaki 'hal'le karıştırılmamalıdır; bu kelimede 'lam-l harfi tektir.
İşte 'haram'ın karşılığı olarak kullanılan 'Halâl, 'haramdan çıkma, haram yerden ayrılma, haram durumunu terketme, haramı gerektiren şeylerin çözülmesi, haramlığın, hürmetin giderilmesi’ demektir. Bu bağlamda, îslâmî terminolojide 'yapılması caiz olan, yapılmasında sakınca olmayan ameller' için kullanılır. Aynı kelimeden gelen bir kullanımla 'racülün halâlün' dendiği zaman 'ihramdan çıkmış' veya 'haramdan, haram yerden ayrılmış' kişi anlaşılır. Kefaretle yeminlerin düğümünü çözmeğe 'tehılle' denilir. Kur'an'da, “Allah size yeminlerinizi çözmeği (tehılle’ meşru kıldı”
(Tahrîm: 2) buyurulmaktadır; tabiî ki bu meşru kılışın şartları ve meşru kılan kefaret gibi sebepler vardır.
Türkçe'de de kullanıldığı şekliyle, 'halîl' 'koca', yani 'kadına evlenmesi helâl olan erkek', ‘halile' de 'karı', yani 'erkeğe evlenilmesi helâl olan kadın' demektir. Türkçe'deki 'helalliğin' kelimesi buradan gelmektedir. Aynı kelimeden gelen 'tahlil' 'çözme, analiz etme, yeminin keffaretini verme', 'hülle’ 'boşanmış kadının bir başkasıyla nikahlanıp boşandıktan sonra ilk kocasına helâl olmasını sağlayan işlem', aynı zamanda 'izar, rida, cübbemsi giysi'; 'hulul' 'iç içe girme, iç çözültü, biri birine geçme' demektir.
'Halle' kelimesinden türeyen bir başka kelime 'mehili' veya 'mahalle'dir ki, 'konulan yer, inilen yer, ikametgâh yeri'”demektir.
'Halâl ve 'haram’ genel olarak İslâmî hayatın sınırlarını çizen hükümlerdir ve 'halâl' ve 'haram'lan belirleme tam bir genellemeyle 'vahy'e aittir. Bu konu İslâm'da 'teşri' sınırları içindedir ve teşrî Allah'a aittir; yine vahy olarak Rasûlüllah'ın da teşrî yetkisi vardır. Bunun dışında insanlara düşen vahyle haram edilmişleri haram, halâl edilmişleri de halâl kabul etmek ve haramlardan mutlak anlamda kaçınmaktır. Halâllerin hepsini yapmak zorunlu değildir; yapılması zorunlu olan halâller vacip veya farz olan halâllerdir.
“Ey iman edenler! Allah'ın size halâl kıldığı güzel/temiz şeyleri haram etmeyin . ve sınırı aşmayın..”(Maide; 87).
“Dillerinizin yalan olarak nitelidiğiyle 'bu halâldir’, bu da haramdım demeyin; sonra Allah'a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Allah'a karşı yalan uyduranlarsa iflah olmazlar” (Nahl: 116). Kur'an'da haram oldukları belirtilen başlıca yiyecek ve davranışlar şunlardır:
“Allah size ancak ölüyü, kanı, domuz etini ve Allah'tan başkası için kesileni haram kıldı. Saldırmadan ve sınırı aşmadan mecbur kalanın üzerine ism' yoktur..” (Bakara: 173).
“Allah alışverişi haldi, faizi haram kıldı” (Bakara: 275).
“Size, analarınız, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, kardeş kızları, kız kardeş kızları, sizi emziren analarınız, süt bacılarınız, kayın valideleriniz, gerdeğe.girdiğiniz kanlarınızdan olup evlerinizde bulunan üvey kızlarınız - eğer henüz gerdeğe girmemişseniz üzerinize vebal yoktur -kendi sulbünüzden gelen oğullarınızın karıları ve iki kız kardeşi bir arada almanız karam kılındı..” (Nisa; 23).
“... Vurularak öldürülmüş, yukardan düşmüş, boynuzlanmış ve canavar parçalayarak ölmüş olan hayvanlar -henüz canları çıkmadan kesmeniz hariç - dikili taşlar üzerine boğazlanan hayvanlar ve fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı..” (Maide: 3).
“Gelin Rabbinizin sizeneyi haram kıldığmı okuyayım; Ona hiç bir şeyle şirk koşmayasınız, ana-babaya iyilik edesiniz (asi olmak haram), fakirlik korkusuyla çocuklannızı öldürmeyesiniz.. fahşaların açığına da gizlisine de yaklaşmayın ve Allah'ın hakk dışında haram kıldığı cana kıymayın..” (En' am: 151).
“De: “Rabbim ancak açığı olsun, gizlisi olsun fahşaları, 'ism'i, haksız yere 'bağy'i, hakkında delil indirmediği bir şeyle Kendisi'ne şirk koşmanızı ve Allah üzerine bilmediğinizi söylemenizi haram etti.”(A'raf: 33).
Bu ve daha başka ayetler de haramlar açık olarak anıldığı gibi {ism, fahşa' gibi kelimelerle de toplu ve kapalı olarak anılmaktadır. Başka ayetlerde ve Rasül'ün sünnetinde nelerin 'ism' ve 'fahşa', ayrıca 'bağy’ olduğu ortaya konmuştur.[223] 'İçki, kumar, hırsızlık, zina, yetim malına yaklaşma...' gibi bu sınıfa giren haramlar için ilgili kelimelere bakınız. [224]
'Be-Li-Ye' fiil kökünden gelir; 'beliye's-sevb 'elbise eskidi' demektir. Masdarı, 'belâen, belven, belen' şekillerindedir. Fiil, 'denemek, yapmak, bitkin hale getirmek, anlamlarını da verir. Aynı fiilden gelen 'belva' ve çoğulu 'belâya' Türkçe'deki tam karşılığı olarak belâ, musibet' demektir.
Kur'an'da daha çok 'denemek, sınamak' anlamlarında kullanılır. Ayrıca, 'başa gelen belâlar, musibetler' birer 'deneme, sınama' olduğundan ve insanı çeşitli biçimlerde eskitip yıprattığından dolayı başa gelen olaylara 'belâ' denmiştir. Bu bakımdan, dinin emirleri ve yasakları çeşitli yönleriyle belâdır. Ragıp el-İsfahanî bu yönlerin bazılarını şöyle belirtir:
1. Bazıları bedene zorluk verdiğinden.
2. İnsanların içindeki hayırlıları şerlilerden, temizleri kirlilerden, mü'minleri münafıklardan ayırmak için bir deneme, sınama aracı olduklarından. Nitekim, Kur'an'da “Sizden mücahitleri ve sabredenleri bilelim diye sizi deniyoruz”(Muhammed:31) buyrulmaktadır.
3. İnsanlar şükretsinler diye sevinçlerle ve nimetlerle, sabretsinler diye de zorluklarla denenirler. İnsan’ların bu şekilde denenmesi de 'belâ'dır. Nitekim Hz. Hz. Ali, “Kimin dünyası genişletilir de, bunun bir hile olduğunu bilmezse o kişi akıldan yoksundur” buyurmuştur; yani kişi başına gelen bolluğun da, darlığın da Allah'tan bir deneme aracı olduğunu bilmeli ve ona göre davranmalıdır. [225]
Allah insanları hayırla ve şerrle, iyiliklerle ve kötülüklerle dener. İnsanlar neyin hayırlı neyin şerrli olduğunu, neyin iyi neyin güzel olduğunu bilemezler. Kur'an'ın diliyle, “Yeryüzünün zînetleri insanların denenmesi içindir (Hud: 7); “Hayat ve ölüm, doğum ve yaşama, bunların hepsi belâdır,” yani birer denemedir (Mülk: 2); Allah insanları bir yaratmamış, bazılarına fazla nimet vermiş, güzellik vermiş, sağlam vücut vermiş, onları değişik niteliklerde ve değişik yeteneklerde yaratmış, bazılarının geçimliğini dar, ihtiyacını fazla kılmıştır; bazıları daha çok zeki olduğu halde bazıları daha az zekîdir; bazıları çiftçi, bazıları işçi, bazıları işveren, bazıları yöneticidir; bütün bunlar aslında birer denemedir, “Allah verdikleriyle insanları dener” (En'am: 165); verdiği nimet, yetenek ve güç oranında onların sorumluluklarını yerine getirmelerini bekler. Başlarına musibetler gönderir, içinde bulundukları sefahatten, nifaktan, küfrden kurtulup Kendisi'ne yönelmelerini bekler; bazen bu musibetler mü'minlerin başına gelir, mü'minlerin halis olanını kalp olanından ayırmak veya dünyada işledikleri bir takım suçların karşılığını Ahiret'e bırakmamak ister. Her ne şekilde olursa olsun Allah'tan gelen hiç bir şey insanlara zulm için. değildir ve Allah asla zalim değildir; hepsi insanların yararınadır; bu bakımdan “elden gidene esef edilmemeli, ele girene fazla sevinilip şımarılmamalıdır.” Allah, “denemek için ikram edip, nimet verdiğinde “Rabbim ikram etti” diye sevinirken, “yine denemek için rızkını daralttığında “Rabbim ihanet etti” diyen insanları kınar Fecr: 15-16). Bu bakımdan, insan neyin hayrlı, neyin şerrü olduğunu bilemez; Allah'tan her gelene razı olunmalı ve ibret alınıp ona göre davranılmalıdır.
Allah bütün insanları dener; en büyük rasûllerden avam tabakasındaki her insana değin herkes denenir. Bu denemeler aslında, 'gördüğü derslerden imtihana tabî tutulan öğrencinin durumu' gibidir; imtihanı başarırsa bir üst sınıfa geçer, başaramazsa kalır. Allah'ın okuluna girememiş, “mekteb-i İslâm” kaydolamamış insanlar, bu mektebi görsünler diye çok çeşitli şekillerde denenirler, kıtlıkla denenirler, bollukla denenirler, zaferle denenirler, yenilgiyle denenirler. Ama, durumlarını) değiştirmeyip küfr ve nifaklarında ısrar ederlerse 'üzerlerine göklerin kapısı açılır', iyice azıp tuğyan ederler ve sonunda, ya bütün azabı Ahiret'te görmek üzere Cehennem'e yuvarlanırlar, ya da dünyadayken cezalarını görürler. Bu ceza yerden ve gökten gelebileceği gibi, mü'minlerin eliyle de olabilir. Öte yandan, mü'minler de bir üst sınıfa geçmek, imanlarının sağlamlığının açığa çıkması, imanlarının derecelerinin belirlenmesi için denenirler. Onlar da ya kaybedip -Allah korusun- nifaka, fıska veya küfre dönerler, ya da imanları daha bir güçlenir ve derece alırlar.
İnsanlar içinde en fazla 'belâ'ya tutulanlar peygamberlerdir. Tirmizî, İ. Mace ve Hakim'in rivayetinde Rasûlüllah (S.A.V.) “İnsanların belâ yönünden en şiddetlisi nebiler, sonra onlara yakın, sonra da onlara yakın... olanlardır” buyurmaktadır. [226]Yine, bir hadis-i şerifte, “Allah'ın sevdiği kavmi belâya uğratacağı” [227] ifade, olunmuştur. Cafer-i Sadık da “Mü'min üç şeyden birinden kurtulmaz, bazen üçü de aynı mu'minin başına gelebilir; evinde bulunanlardan biri ona buğz eder, böylece eziyet eder; veya kendine eziyet eden bir komşusu bulunur, ya da ihtiyacına giden yolda biri ona eziyet eder. Eğer mü'min dağ başında bile olsa, Allah ona eziyet edecek bir şeytan gönderir”; bir başka sözünde ise, “Dört şeyden mü'min kurtulmaz; kendine haset eden mü'min, peşini bırakmayan münafık, kendisiyle mücadele eden düşmanı ve sapıtması için uğraşan şeytan” demiştir. [228]
Hz. İbrahim (a) “bir takım kelimelerle belâya uğratılmış, onları tamamlayınca insanlara 'imam' .kılınmış ve soyundan zalim olmayanların da 'imam' kılınacağı müjdelenmiştir.” (Bakara: 124).
FİTNE 'Fe-Te-Ne' fiil kökünden isimdir. 'Fe-Te-Ne' 'madeni ateşte eritmek, bir kimseye görüşünden ve dininden dönmesi için işkence etmek, denemek için güç işlere maruz bırakmak, aklını çelmek, gönlünü çalmak, 'an' edatıyla kullanıldığında ise, '-den döndürmek, vazgeçirmek' anlamlarına gelir. Kelimenin asıl anlamı, 'halisini sahtesinden ayırmak için altını potaya atıp kaynatmak' demektir ki, diğer anlamları buna göre türetilmiştir. [229]
Fitne ile belâ aşağı yukarı aynı anlamlara gelir; şu kadar ki, fitne'nin çağrıştırdığı anlamlar daha fazla olduğu gibi, daha çok da 'azap ve zorluğa' yönelik yanları vardır." Kur'an'da ikisi aynı ayette de geçer:
“Her nefs ölümü tadıcıdır; biz hayr ve şerle fiitne olarak sizi belâya uğratıyoruz” (Enbiya: 35).
Ayetten de anlaşılacağı üzere, insanın başına gelen (isabet eden-musibet) hayr ve şerr birer fitnedir; birer deneme aracıdır.
Fitne belâ'dan daha çok bir şiddet ve ağırlık belirtir. 'Belâ' daha çok Allah'tan geldiği halde, fitne insanlardan da gelebilir ve insan kendisini olduğu kadar başkalarını da fitneye uğratabilir. Bu fitne, daha çok azap ve kötülük ifade eden fitnedir:
“... Fakat siz kendinizi fitneye uğrattınız, gözlediniz, şüphe ettiniz ve Allah'ın emri gelinceye değin, kuruntu sizi aldattı...”(Hadid: 14).
Münafıklara seslenen bu ayette, onların kendi kendilerini azaba bıraktıkları, nefislerine kötülükte bulundukları, Kur'an'ın bir başka deyişiyle 'kendi kendilerine zulmettikleri', kendilerini dünyadayken karanlıklarda bıraktıkları ve dolayısıyle Ahiret'te de 'nur' bulamayacakları ifade olunmaktadır. .
“Mümin erkekleri ve mü'min kadınları fitneye uğratıp, sonra da tevbe etmeyenler, onlar için Cehennem azabı vardır ve onlar için yangın azabı vardır” (Büruc: 10).
Yukardaki ayetteyse, Uhdud ashabının, mü'minleri hendekler içinde yakan kâfirlerin durumu anlatılmaktadır. Bu şekilde ifade olunan fitne 'azap etme, işkence etme’ anlamında kullanılmaktadır. Şu kadar ki, bu azap ve işkence 'kişiyi inancından döndürme'ğe yönelik olduğundan, mü'min bu tür azaplarla imtihan edilmektedir. Yani, burada da 'kazanda altın madeninin halisinin sahtesinden ayrılması için kaynatıldığı' gibi mü'min işkence kazanlarında kaynatılır. Mü'minler için en büyük imtihanlardan birisi budur. Eğer mü'min, insanların bu azabını Allah'ın azabından üstün görür de inancından dönerse imtihanı kaybetmiş demektir. Nitekim Kur'an'da şöyle buyrulur:
“İnsanlardan, “Allah'a inandık” deyip de, Allah yolunda kendisine eziyet edilince, insanların fitnesini Allah'ın azabı gibi tutan vardır. Ama, sana Rabbi'nden bir zafer-yardım gelince de, “biz sizinle beraberdik” derler. Yoksa, Allah alemlerin göğüslerinde olanı daha iyi bilen değil mi?” (Ankebut: 10)
Allah'ın azabı insanların bu tür fitnelerinden daha büyüktür. Bu bakımdan, mü'minlerin başına böylesi fitneler mutlaka gelecektir; bu fitneler gelmeden, mü'minin imanı insanların elinde denenmeden mü'min Cennet'e girmez; fitneye uğratılmamış imanın niteliği belirgin değildir.
“İnsanlar “inandık” deyip, fitneye uğratılmadan bırakılacaklarını mı sandılar? Andolsun, onlardan öncekileri fitneye uğrattık ki, Allah sadıkları bilsin ve yalancıları bilsin” (Ankebut: 2-3).
Bu tür fitne en belirgin biçimde savaşlarla kendini gösterir; bu bakımdan kıtal'e de fitne denmiştir. Yukarıdaki ayetle bağlantılı olan daha başka ayetlerde şöyle buyrulur:
“Yoksa siz, sizden önce geçenlerin durumu size de gelmeden Cennet'e gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle güçlükler ve sıkıntılar dokundu ve öyle sarsıldılar ki, rasûl ve yanındakiler “Allah'ın yardımı ne zaman?” dediler..”(Bakara: 214).
“Yoksa siz, Allah içinizden cihad edenleri bilmeden ve sabredenleri bilmeden Cennet'e gireceğinizi mi sandınız?(A. İmran: 142),”
Mü'min insanların elinden böylesi çeşitli fitnelere uğrar ve bu fitneler, yine bir ayette ifade olunduğu üzere 'habisin tayyib'den ayrılması, gerçek iman sahipleriyle cihad erleri ve sabredenlerin, daha doğrusu Cennet'i hak edenlerle, insanların fitnesini Allah'ın azabıyla bir sayanların ortaya çıkması içindir.
Mü'minleri böylesi fitnelere uğratanların hali şirktir ve onların sistemleri veya daha doğru bir deyişle dinleri sirk dinidir; bu bakımdan, Kur'an'da insanlar arasında çıkan savaşlardan, katliamlardan daha şiddetli ve daha önemli olarak fitne anılır; çünkü fitne insanların bir ümmet olma durumunu bozan, bazılarını, hattâ çoğunluğu şirk'e düşüren ve Tevhid üzere olanlara işkenceler edilmesine yol açan bir durumdur. Yeryüzündeki savaşların, öldürmelerin, fesadın temelinde fitne yatmaktadır. Bu bakımdan Kur'an şöyle buyurur:
“Onları yakaladığınız yerde öldürün ve sizi çıkardıkları yerden onları çıkarın; fitne katiden şiddetlidir...” (Bakara: 191).
“Sana haram aydan, onda kıtalden sorarlar. “Onda kıtal büyük günahtır de. O'na küfrederek Allah'ın Yolu'ndan ve Mescid-i Haram'dan alıkoymak ve halkını oradan çıkarmak Allah yanında daha büyük (günahtır). Fitne katiden daha büyüktür. Güç yetirirlerse sizi dininizden döndürünceye kadar sizle savaşmayı bırakmayacaklardır...(Bakara: 217)”.
Kur'an mü'minlere gerçekleri açıklıkla anlatıyor. Yeryüzünde savaş temelde istenilmeyen bir şeydir; fakat fitneye yol açanlar, insanları Tevhid'den saptıranlar ve saptırmaya çalışanlar çok büyük günahın içindedirler. Gerçi, Haram aylarda savaşmak günahtır; fakat insanların Mescid-i Haram'a ulaşması, Mescid-i Haram'da Şirk'in egemen olması, Allah'ın Yolu'nun önüne engeler çıkartılması en büyük günahtır, yani fitnedir; fitneyi yok etmek için gerekirse Haram ayında bile savaşılır; o zaman bu aylarda savaşmak haram olmaz, gerekli hale gelir. Hem, fitneciler mü'minleri dinlerinden döndürünceye kadar onlarla savaşmaktan vazgeçmeyeceklerdir; o halde, mü'minlere düşen nedir? Yine, Kur'an'a bakalım:
“Fitne kalmayıncaya ve din Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın.. (Bakara: 193)”.
“Fitne kalmayıncaya ve din bütünüyle Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın.. (Enfal: 39).”
Fitnenin kalmaması Şirk'in egemenliğinin son bulup, yeryüzünde Tevhid'in egemenliğinin kurulması, batîl'ın gidip Hakk'ın egemen olmasıdır.
Allah zaman zaman mü'minleri kendileriyle de dener. Fitneye karşı, yani Şirk'e karşı verilen savaşta mü’minler üst olup, Tevhid'in egemenliğini sağlayabilirler. Fakat, kişinin hem bireysel, hem de toplumsal düzeyde İslâm'ı hayata hakim kılabilmesi, hayatına hayat yapabilmesi için ömür boyu vermesi gereken mücadele, yani 'Cihad' hiç bir zaman dinmez; belki asıl büyük mücadele Allah'ın “bugün dininizi tamamladım; bugün kâfirler dininizden ümit kesti, onlardan korkmayın benden korkun” dediği, Rasûl'ün “Şeytan bu topraklarda hakim olmaktan ümidini kesmiştir; yalnız ben dünya hırsıyla birbirinize düşmenizden korkarım, benden sonra kâfirlere dönüp, birbirinizin boynunu vurmayın” dediği, [230] Allah'ın mü'minleri “başlarının üstünden ve ayaklarının altından nimetlendirmeğe” başladığı zaman ortaya çıkar. Bu tür fitne için Kur'an'da şöyle buyrulur:
“İçinizden yalnız zulmedenlere dokunmakla kalmayacak bir fitne'den sakının. Bilin ki, Allah'ın azabı çetindir (Enfal; 25)”.
Bu fitne mü'minler için çok daha tehlikeli, kendi içlerinde çıkan, bağyden kaynaklanan (bk. bağy) ve kalplerdeki eğrilikle Kur'an'ın yanlış te'viline dayanan (bk. te'vil) fitnedir.
Bütün bunlardan ayrı olarak, 'dünya hayatının zinetleri, çocuk, mal' hepsi birer fitnedir; Allah bunlarla insanları dener; 'bir belâ kabında adeta kaynatır' ve kimin halis mü'min, kimin de münafık veya kâfir olduğunu ortaya çıkarır:
“Onlardan bazı çiftleri, fitneye uğratmak için, dünya hayatının süsü olarak kendisiyle metalandırdığımız şeye gözünü dikme; Rabbı'nın rızkı daha hayırlı ve daha kalıcıdır” (Tana: 131).
“Bilin ki, mallarınız ve çocuklarınız fitnedir ve Allah'tır yanında büyük karşılık olan”(Enfal: 28). Bütün fitnelerden Allah'a sığınmak gerekir. [231]
'H-V-Y' fiil kökünden (hevâ) gelir; masdar şekilleri 'hüviyyen, hevyanen, heven'dir. Sözcük anlamı 'şahinin inişi gibi hızla süzülüp inmek, düşmek, yukarı fırlamak, yıldızların doğuşu ve batışı, mahvolmak, rüzgâr esmek” kabın boş olması' gibi anlamlara gelir; ayrıca, gökle yer arasındaki şeye de denilir.
'Hüviyy' 'yüksek bir yerden aşağı düşmek, yukardan aşağı düşmek' demektir. Bu bağlamda Kur'an'da geçen “Ve annesi haviyedir” ayeti (Karia: 9) 'sekilet ümmüh', “annesi onu kaybetti” demektir. Yani, bu ayet “tartıları hafif gelenlerin annelerinin kendilerini kaybetiklerini”, annenin çocuğunun ölümüyle ağlayıp sızlaması gibi böylelerin de annelerinin ağlayacaklarını, bir başka takdirle “anası,(varacağı yer) 'haviye'', yani Cehennem çukuru” olan kişilerin gerçekten kaybedenler olacağını bildirmektedir. [232]
Heva, 'boş, hava dolu, sonuçsuz, değersiz' anlamlarına da gelir; bu bağlamda Kur'an'da “Başlarını dikerek koşarlar, bakışları kendilerine dönmez ve yürekleri nevadır” (İbrahim: 43)' buyrulur; yani “gözlerin dehşetten donup kalacağı gün kâfirlerin yüreklerinin bomboş olacağı, içlerinde kayda değer hiç bir şeyin bulunmayacağı, nasıl dünyada 'hava' doluysa, o zaman da hava dolu olacağı belirtilir.
Kur'an bu sözcüğü 'nefsin şehvetlere eğilimi, keyfe düşkünlük, şehvete düşkün ve 'ilim' sahibi olmadan sahibine hükmeden nefs' anlamında kavramlaştırır. Böylesi nefs şehvet ve keyflere düştüğü gibi, sahibini de diklemesine baş aşağı uçurumlara ve Cehennem çukuruna (haviyeh) düşürür. Aslında nefs normalde şehvet sahibi olmak durumundadır; fakat bu şehvet 'ilm'e tabi olduğunda (bk. ilm) fıtrî bir nitelik kazanır ve günah olmayan yararlı yönlere kanalize edilir. Sözgelimi, 'yemek-içmek' arzusu helâlinden ve normal sınırda kalmak üzere giderilir; karşıt cinse duyulan arzu 'nikâh'la adeta bir ibadet şekli haline getirilir. Fakat, nefs bütünüyle sınır tanımaz şehvet ve arzulardan ibaret hale gelirse, o zaman sahibini saptırır ve dünyada Ahiret'te de felâketlere yuvarlar. İşte, heva kelimesi bu tür bir nefsi ifade eden özge bir kavram haline gelmiştir. [233]
İşte, 'ilm'e tabî olmayan heva önce kendi sahibini saptırır; o insanı şaşkına çevirir. Böyle insanlar başkalarını da saptırırlar; Kur'an'da bu insanların nevalarının peşinden gitmelerine 'ittiba'ül-heva” denir ve böylelerine 'tabî olunmaması' emredilir.
Heva 'dalâlet (sapma) 'in en yakın nedenidir. Bu nedenle hevalarına uyanlar elbette dalâlete düşenlerdir. “Ben Allah'tan ayrı olarak çağırdıklarınıza ibadet etmekten men'olundum” de; “ben sizin nevanıza uymam, o zaman dalâlete düşerim ve hidayete erenlerden olmam” de”(En'am: 56). “Allah'tan bir hidayet olmaksızın hev&sına uyandan daha dalâlette kim vardır?»(Kasas: 50).'
İnsanlara düşen 'heva'sına. uyanlara değil, 'ilm'e tabî olmaktır. 'İlm'in ana kaynağı ise 'vahy'dir; bu bakımdan ,'vahy' ile 'heva' çatışır:
“Sana 'ilm'den geldikten sonra eğer onların hevalarına uyarsan, senin için Allah'tan ne bir velî, ne de bir yardımcı olur” (Bakara: 120).
Heva ile 'üm'in bir bakıma zıdlarından olan 'zan' yanyanadırlar:
“Onlar ancak zanna ve nefslerin hoş gördüğü (heva) ne uyuyorlar” (Necm: 23).
Kur'an bu noktadan bir adım daha ileri giderek, bütünüyle hevaya. tabî olmayı, hevayı ilâh edinmek olarak değerlendirir; yani hevalarına uyanlar Allah'ı değil, hevalalarını ilâh edinmiş olmaktadırlar; bu durumda böylelerinin Allah'a inanma iddiaları herhangi bir değer ifade etmemektedir:
“Gördün mü hevasını ilâh edineni? Onun üzerine sen mi vekil olacaksın” (Furkan: 43).
“Gördün mü hevasznı ilâh edinip, Allah'ın bir ilm üzerinde saptırdığı ve kulağı ve kalbi üzerine mühür koyup, görme gücünün üzerine de perde çektiği kimseyi? Artık, Allah'tan sonra onu kim hidayete erdirir? Düşünüp hatırlamaz mısınız?” (Casiye: 23).'
Yukarıdaki ayetten de anlaşılacağı gibi, kişi arzularını, nefsinin tutku ve eğilimlerini, yani hevasını tanrılaştırdığı zaman 'zann'dan kaynaklanan bir bilgi üzerinde sapıtmakta, kulağı ve kalbi mühürlenip gerçek görme gücünü (bk. basar-basiret) yitirmektedir. Böyle kişinin doğru yola gelmesi artık mümkün değildir. Kur'an çoğul olarak bu kişilerden söz ederken 'heva' kelimesinin de çoğul şekli olan 'ehvâü' sözcüğünü kullanır; yani, her hevasına uyanın hevası ayrıdır. İşte, hevalarına uyan kişilerin egemen olduğu bir toprak parçasında 'fesad'ın (bk. fesat) yaygınlaşmaması mümkün değildir; hevalar çatışır, bunun sonucunda 'fitne' kabarır, 'fesat' artar, yeryüzü zulmün, haksızlığın, öldürmelerin, işkencelerin merkezi haline gelir. Bu bakımdan, hevasına değil vahye uyanların, hevasından konuşmayıp, her konuştuğu vahy olanların peşinden gitmek, ilimde rasih olanlara, uymak zorunludur. Allah Rasûlü hakkında “O nevadan konuşmaz, onun söylediği ancak vahyedilmiş bir vahydir” (Necm: 3-4) buyurmaktadır. Rasûlüllah hiç bir söz ve hareketinde hevasına uymaz; çünkü hevaya. uymak sapmaktır, saptırmaktır, ilmin dışında olmaktır; bu bakımdan, Rasûl’ül her söz ve hareketi haktan başka bir şey değildir. [234]
Kur'an'da birbirine zıt olan kavramlardan ikisi de fesad ve ondan türeyen ifsad, fasid, müfsid gibi kelimelerle sulh ve türevleri salâh, ıslah, muslih, salih vs. dir.
FESAD 'Fe-Se-De' fiil kökünden gelir. Bu fiil yiyecek ve içecekler için 'bozulma, kokma', ameller için 'geçersiz olma, hükmü olmama', bunların dışındaysa gerek 'nefs', gerekse 'beden'de meydana gelen maddî-manevî bozulma, toplumda ortaya çıkan 'kokuşma ve dengeden sapma' durumlarını ifade etmek için kullanılır. [235]Ragıb'ın tanımına göre, “az veya çok olsun herhangi bir şeyin itidalden çıkması”dır.[236]
Fesad, sözünü ettiğimiz fiilin masdarıdır, 'bozulma, kokuşma, itidalden çıkma' anlamlarına gelir, 'efsede' 'bozdu, ifsat etti, itidalden çıkardı, kokuşturdu, fesat çıkardı' demektir. Kur'an'da çeşitli ayetlerde genellikle “yeryüzünde fitne uyandırıp, insanların durumunu ve yaşama yollarını doğruluktan saptırıp, dinî ve dünyevî çıkarları zedelemek” anlamında kullanılır. 'Müfsid' bu fiilin 'ism-i faili' olup, 'bozan, bozgunculuk yapan', ifsad ise 'bozma, kokuşturma, hükümsüz kılma, geçersiz duruma düşürme' demektir.
Hevalarını ilâh edinen insanlar, yani böylesi hevadan ilâhlar birbirleriyle çatışacaklarından yeryüzündeki fesadın başlıca etkeni, daha doğru bir deyişle yeryüzünün müfsidleridirler. Kur'an evrende egemen olan birliğin, düzenin ve dengenin (sulh) Tevhid'den, yani İlâh'ın-Rabb'ın-Melik'in bir olmasından kaynaklandığını, eğer göklerde ve yerde birden fazla ilâh olsaydı sulhun bozulup, yerine fesadın hakim olacağmı belirtir:
“Eğer o ikisinde (göklerde ye yerde) Allah'tan başka ilâhlar olsaydı muhakkak fesada uğrarlardı” (Enbiya: 22).
Göklerde yalnızca Allah'ın ilâhlığı egemendir; yeryüzünde de insan elinin ulaşamadığı yerlerde yine Allah'ın ilâhlığı egemen olup, buralarda fesad yerine sulh vardır. Fakat, yeryüzünde bazı insanlar Allah'ı değil de hevalarını ilâh edindiklerinden, dolayısıyle birden fazla heva, birden fazla ilâh ortaya çıkar ve bunun sonucunda böyle insanlar daha başka insanlar üzerinde rabbleşir, ellerinin ulaştıkları yerleri mülk edinmeğe, buraları egemenlikleri altına almaya çalışır, yani Allah'ın rabblık ve melikliğini gasbetmeğe girişirler. Bu insanlar, ister kâfir, ister münafık olsun durum değişmez ve bunların işi kendiliklerinden yeryüzünde fesad çıkarmaktır; kendilerini ıslah edici saysalar bile.
“İnsanlardan mü'min olmadıkları halde, “Allah'a ve Ahiret Günü'ne inandık” diyenler vardır. Allah'ı kandırmaya çalışırlar, iman edenleri de; ama, farkında olmadan yalnızca kendilerini kandırmaktadırlar. Kalplerinde hastalık vardır onların, Allah da hastalıklarını artırmıştır. Yalan söylemelerinden dolayı acıklı bir azap vardır onlar için. Kendilerine “yeryüzünde fesat çıkarmayın” denildiği zaman, “biz ancak ıslah edicileriz” derler. Dikkat edin, onlardır, fesat çıkarıcılar (müfsid), ama farkında değillerdir” (Bakara: 8-11).
“İnsanlardan dünya hayatı hakkındaki sözü hoşuna giden vardır; ve kalbindekine Allah'ı şahit tutar; oysa o düşmanlığı en yaman olandır. Velayeti ele aldı mı, yeryüzünde orada fesad çıkarsın, ekini ve soyu helak etsin diye uğraşır. Allah fesadî sevmez” (Bakara: 204-205).
“Dedi: “Muhakkak melikler bir memlekete girdikleri zaman orayı ifsad ederler ve halkının onurlularını zelil ederler; ve işte böyle yaparlar” (Nemi: 34).
Yeryüzünde fesadın tek etkeninin insanlar olduğunu şu ayet çok net ve çarpıcı bir biçimde ortaya koyuyor:
“İnsanların elleriyle kazandıklarından dolayı karada ve denizde fesat ortaya çıktı” (Rum; 41). Allah halife olarak insanı yeryüzünde yerleştirme iradesini meleklere söylediği zaman onlar Allah'ın vahyi dışına çıkıp çıkmamada serbest olacak bir varlığın hevasına. uyup, yeryüzünde fesat çıkaracağını kestirmişler ve “orada kan döküp fesat çıkaracak birini mi var edeceksin?” diye sormuşlardı. Fakat, her ne kadar insanların büyük bölümü müfsid olsa bile, içlerinde öyleleri vardır ki, meleklerin de üzerine çıkar ve Allah'a en yakın olan mertebeye yükselir. Bu bakımdan, “büyük hayır için az şerr” terkedilemeyeceğinden ve sözgelimi tavuğun altına konmadığı sürece yalnızca yumurta olarak kalma durumundaki, diyelim 100 yumurta tavuğun altına konduğunda 80'i bozulsa bile, çıkacak yirmi civciv için yumurtaları tavuğun altına koymaktan vazgeçilemeyeceğinden Allah insanı yeryüzünde 'halife' yapmış ve Vahy'ine uyanlara müfsidlerle savaşma emri vermiştir. Müfsidler kalben korkak ve kendilerini hep huzursuz hissettiklerinden birbirleriyle fesadda yardımlaşırlar; o halde, ıslah edicilerin de yardımlaşmaları ve müfsidlerle savaşmaları gerekir. Yoksa, yeryüzünde hep fesad egemen olur ve insanın hem yaratılışındaki, hem de hilâfetindeki amaç gerçekleşmez:
“Eğer Allah'ın insanları bir kısmıyla bir kısmını savması olmasaydı yeryüzü fesada uğrardı, ama Allah alemlere karşı lütuf sahibidir”(Bakara: 251). Demek oluyor ki, özelikle mü'minlerin kâfirlere ve münafıklara, kısaca muslihlerin müfsidlere karşı savaşı yalnız insanlar için değil, tüm varlıklar için bir rahmettir.
“Küfredenler birbirlerinin velisidirler. Eğer siz bunu yapmazsanız (iman edip, hicret ederek canlarınızla ve mallarınızla Allah yolunda cihad edip yardımlaşmaz ve böylece birbirinizin velisi olmazsanız) yeryüzünde fitne ve büyük bir fesad baş gösterir”(Enfal: 73).
Kur'an'da fesad olarak sayılan eylemlerin başlıcaları, 'iman etmeyip, insanları Allah'ın yolundan alıkoymak, büyüklenmek, haksız yere, kan dökmek, tuğyankârlık yapmak (bk. Tağut/Tuğyan), fahşa ve münker işlemek (bk. fahşa, münker), nesli ve ekini helak etmek, livata yapmak, yol kesmek, hırsızlık, insanları gruplara ayırmak, sihirbazlık'tır (Bakara: 205, Yusuf: 37, Ankebut: 28-30), Kasas: 3-4, Yunus: 91, Nahl: 88, A'raf: 86, Nemi: 14, Fecr: 12). Kısaca, fakihlerin tesbit ettiği üzere, dinî hükümlerin dayandığı 'soy, mal, can, din ve akıl' güvenliğini yok edici eylemler fesat sınırına girebilir. Müfsidlerin cezası - ayrıntı ve ihtilâflar fıkıh kitaplarına, bakılabilir. Kur'an'da şu ayette belirtilmiştir:
“Allah ve Rasûlü'yle savaşanların (örneğin faiz alıp-verenler gibi-) (Bakara: 279) ve yeryüzünde fesada koşanların cezası öldürülmeleri veya asılmaları veya ellerinin ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi veya yerden nefyedilmeleridir (uzaklaştırma, sürgün, hapis de olabilir denmiştir)”(Maide: 33).
SÜLH/SALÎH kavramları 'Sa-Le-Ha' fiil kökünden gelir. Bu fiil 'fesad'ın zıddı olup, 'doğru oldu, sağlam oldu, düzeldi, fesat kendinden gitti’ anlamlarına gelir. Bu fiilin ism-i faili olan ‘Salih' 'doğru yolda bulunan, fasit olmayan, görevlerini yerine getiren' demektir; Kur'an'da 'doğru olan emeller' için de sık sık kullanılmaktadır. Masdar şekli 'sulh/salâh' 'doğruluk, uygunluk, fesadın sona ermesi, düşmanlığa son verme, barış' anlamlarındadır. 'İf'al’ babından 'esleha' 'ıslah etmek, fesadı gidermek, düzeltmek', 'islah' masdarı, 'muslih' ise, 'düzelten, fesadı gideren, hayırlı ve yararlı işlerde bulunan, sulhu sağlayan' anlamında ism-i faildir. Yine 'Sa-Le-Ha' kökünden gelen 'maslahat', 'sulhun gerektirdiği, menfaat' demektir ve Fıkıh'ta çok kullanılır; özellikle Hanbelî Mezhebi'nde Fıkh'ın kaynakları arasındadır. İstılah kelimesi de aynı kökten türeyen bir diğer kelimedir, Türkçe'de genellikle 'terim, kavram' sözcükleriyle karşılanmaktadır. [237]
Sözcüğün üçlü fiil şekli 'sa-le-ha' Kur'an'da 'fasit olmamak, doğru ve sağlam olmak, yolu düzgün olmak' anlamında “Adn cennetleri, girerler oraya ve babalarından eşlerinden ve soylarından salih olanlar da”(Râ'd: 23) gibi ayetlerde; 'esleha' özellikle fısktan, nifak veya küfrden sonra tevbeyi, imanı ve takvayı izleyerek 'düzeltmek, doğrultmak, ıslah etmek' anlamlarında “Kim zulmettikten sonra tevbe eder ve ıslah ederse” (Maide: 39), “Kim iman eder ve ıslah ederse” (En'am: 48); “Artık kim ittika. eder (sakınır) ve ıslah ederse” (A'raf: 35) gibi ve daha başka ayetlerde geçer. Bu ayetlerdeki 'salih olmak'tan kasıt 'iyi, yaraşırlı, aklen ve naklen hayırlı olmak, iyi işlerde bulunmak, hem kalp hem beden yönünden fesat içinde olmamak'; 'ıslah etmek'ten kasıt ise, 'gerek kendisindeki iman ve amel yönündeki fesadı, halbî, bedenî ve malî fesadı gidermek, gerekse yerde ve denizdeki fesadı gidermeğe çalışmak'tır.
Kur'an'da fesat bazen 'seyyie - kötülüğün' karşıtı olarak da kullanılır: “Salih ameli seyyiatla karıştırdılar”(Tevbe: 102) ayetinde böyledir. Yine, Kur'an'da Allah'ın insanları ıslah etmesinden söz edilir. Ragıp el-İsfahanî bunun üç şekilde olduğunu söyler: İlki, Allah'ın insanı 'salih' yaratmasıdır; “Rabım,beni bana ve ana-babama verdiğin nimete şükretmeğe ve razı olacağın salih amel işlemeğe sevk et, benim için soyumda da ıslahda bulun” (Ahkaf: 15) ayetinde bu anlam vardır. Allah dilediği bazı insanları önce gerek ataları yönden temizler (istifa eder, bk. İstifa) ve gerekse onları her türlü fesaddan korur, seçer (ictiba). Peygamberler böyledir; doğumlarında, yaratılışlarında ve atalarında hep sulh vardır ve Allah onları salihler olarak yaratmış ve salihler olarak yaşatıp, salihler olarak canlarını almıştır; salihler olarak da diriltecektir. Kur'an'da peygamberlerden söz edilirken zaman zaman onların salihlerden oldukları belirtilir (ör; A. İmran: 46, Tahrim: 10). Yukarıdaki ayetin öncesi ve sonrasından Allah'ın bazı insanları seçip salih yapmasının yalnız peygamberlere özgü olmadığı da çıkarılabilir. İkinci şekil, insanda başgösteren fesadı gidermekle olur. idman edip amel-i salih işleyenler ve Rabblerinden hakk olarak Muhammed'e indirilene inananların kötülüklerini örtmüş ve hallerini ıslah etmiştir” (Muhammed: 2) ayetinde durum böyledir. Üçüncü olarak da Allah insan için salâh diler, onun ıslah olmasını irade eder ve onu bu yöne yöneltir. [238] Ama, müfsidler her yaptıklarıyla Allah'ın emrine ters düştüklerinden Allah onların amellerini ıslah etmez, onları geçerli saymaz, fesadı onlardan gidermez: “Muhakkak Allah müfsidlerin amelini ıslah etmez” (Yunus: 81).
Allah insanlardan iman ve salih amel istemektedir. Salih olmayan ameller Allah tarafmdan kabul görmez. Amelin salih olması ise, önce imana dayanması sonra da Allah'ın çizdiği sınırlar içinde olmasıdır. Çünkü, fesad bölümünde de belirttiğimiz gibi, Allah'ın emir ve yasaklarına değil de, insanların hevalarına. dayalı ameller ancak fasid amel olabilir ve hem insanın kendisini, hem toplumu, hem de karayı ve denizi ifsad eder.
Allah bütün mü'minlerin kardeş olduklarını belirterek, aralarında savaşı yasaklamış ve Rasûlü'nün diliyle “mü'mine sövmek fısk, onunla savaşmak kû'fr’dür” [239] hükmünü koymuş, mü'minler arasında sulhun egemen olmasını ve mü'minlerin aralarının Allah'ın emri doğrultusunda ıslah edilmesini emretmiştir:
“Allah'tan korkun ve aranızı ıslah edin; eğer mü’minlerseniz Allah'a ve Rasûlü'ne itaat edin” (En-fal: 1).
“Eğer mü'minlerden iki grup vuruşursa aralarını ıslah edin; eğer biri diğeri aleyhinde bağy ederse bağy edenle Allah'ın emrine dönünceye kadar savaşın. Eğer dönerse aralarını adaletle ıslah edin ve kist yapın. Muhakkak Allah muksitleri sever. Mü'minler ancak kardeştir, o halde kardeşlerinizin arasını ıslah edin ve Allah'tan korkun, umulur ki, rahmete er dirilir siniz” (Hucurat: 9-10).
İnsanlar arasında ve yeryüzünde fitne-fesad değil, her zaman sulh hayırlıdır .Nisa: 128) Fakat sulh, her şeye rağmen 'barış' olması değil, gerektiğinde ıslah için savaşın da olmasını emreder. Fesadın ve fitnenin giderilmesi için savaşmak ıslah etmektir; fesad ve fitnenin devamına göz yummak ise ıslah değil, fesatta ortak olmaktır. [240]
'Urf ve 'Ma'ruf kelimeleri 'A-Ra-Fe', fiil kökünden, bunun zıddı olan 'Münker' kelimesi ise 'Ne-Ki-Ra' fiil kökünden gelir.
'A-Ra-Fe', 'herhangi bir şeyi görünümüne ve özelliklerine bakarak duyularla kavramak, eserine bakarak tefekkür ve akıl yorarak bir şeyi idrak etmek, nihayetine ulaşmak' demektir. Bu kökten gelen 'ma'rifet' ve 'irfan' kelimeleri bu fiilin masdarıdırlar. 'İrfan' veya 'ma'rifet' 'ilm'den daha özel bir anlama sahiptir. Sözgelimi, 'fülânün ya'lemü'llah - falan Allah'ı biliyor' denmez, fakat 'fülânün yarıfü'llah - falan Allah'ı tanıyor’ denilir. Yani, Allah-ü Tealâ 'ma'lüm' değildir, ilmin muhatabı değildir, fakat 'ma'ruf'tur, yani 'irfan'ın, marifet'in muhatabıdır. [241]Kelimenin çıplak anlamından da anlaşılacağı üzere, 'ma'rifet' eserleriyle tanımaktır. Allah da isimlerinin tecellileri olan eserleriyle, ayetleriyle tanınır ve eserleri isimlerine, isimleri sıfatlarına basamak yapılır ve sıfatlarıyla sıfatlanılır,, fakat Zat'ın künhüne erilemez. İslâm'da bir mü'minin ulaşabileceği en yüksek makam 'ma'rifet' makamıdır; İ. Abbas “ben ancak cinnleri ve insanları bana ibadet etsinler diye yarattım” ayetindeki 'ibadet etsinler' deyimini 'beni tanısınlar' şeklinde tefsir etmiştir; [242] yani Allah'a hakkıyla ibadet etmek, ancak O'nu tanımakla olur. İmam-ı Ali de bir hutbelerinde bu konuda şöyle demektedir:
“Hamd Allah'a ki, övenler O'nu gereği gibi övemez, sayanlar nimetlerini gereği gibi sayıp dökemez; çalışıp çabalayanlar hakkını yerine getiremez, derin düşünceler O'nun yüceliğine eremez, anlayış okyanuslarına dalanlar da ulaşamaz. Hiç bir tanım sınır koyamaz O'na, hiç bir övgü niteliğine eremez O'nun; yoktur O'nun için hiç bir sayılı zaman ve uzatılmış bir an. Yaratılmışları 'kudretiyle baştan yarattı O, rahmetiyle rüzgârları yaydı O ve yeryüzünü kayalarla perçinledi, pekiştirdi O.
“Dinin evveli O'nu tanımakta (Ma'rifet), tanımanın kemali O'nu tasdik etmektir; tasdikin kemali, O'nu birlemektir; birlemenin kemali O'na her şeyi halis kılmaktır. O'nu ikileyen O'na parçalar biçmiş olur, O'na parçalar biçen O'nu tanımamış olur, O'nu tanımayan O'na yön tayin etmiştir, yön tayin eden O'nu sınırlamıştır; sınırlayan O'nu sayıya koymuştur. Kim “şurdadır” derse, O'na yer isnat eder; kim “neyin üstündedir”derse orayı O'ndan boş sanır. Vardır, var olmadan; mevcuttur yok olmadan; her şeyle biledir beraber değil, her şeyden gayrıdır ayrı değil. Yapandır, aletler ve hareketler çağrıştırmadan; Görendir, yarattıklarından görülecek yokken de; birdir, yakınlık duyacağı ve yokluğunda garipseyeceği kimse olmadan..” [243]
Tevhid'in hem başı, hem sonu 'ma'rifet'tir. İnsanlar fizik bakımından olduğu gibi, anlayış ve kapasite bakımından da farklı farklıdırlar. Allah'ın nimetini en çok verdiği insanların 'ma'rifet'iyle, anlayışları ve kapasiteleri belli düzeylerde olan insanların 'ma'rifet'i bir olmaz; daha doğrusu, 'ma'rifet' ancak en büyük insanların ulaşabileceği bir noktadır. Rasûl-i ekrem(S.A.V.) Allah'a yakarışlarında 'Sübhaneke mâ arafnake hakka ma'rifetike ya Ma'ruf - Sübhaneke ma abednâke hakka ibadetike ya Ma'bud' derlerdi. Yani, “Ey Ma'ruf, ma'rifetine gereği gibi eremedik, ey Ma'bud, gereği gibi sana ibadet edemedik.” Anlaşılıyor ki, Allah'a gereği gibi ibadet etmek O'nu gereği gibi tanımakla, olur; işte, Hz. Ali'nin hutbesinde de belirttiği gibi dinin sonu, temeli 'ma'rifet'tir; Allah 'ma'lûm' değildir ve olamaz, ama 'ma'ruf'tur, eserleriyle, isimlerinin tecellileri, ayetleriyie tanınır. O'nu tanıma derecelerine örnek olarak şu üç Tevhid tanımı üzerinde düşünelim:
Ehl-i Beyt imamlarından İmam Ali Rıza b. Musa'ya sıradan bir insan 'Tevhid nedir?' diye sorduğunda şu cevabı vermiştir: “Tevhid, aranızda revaçta olan neyse odur.” Aynı soruyu, belli bir anlayış kapasitesine sahip olan Hişam b. Hakem İmam Cafer es-Sadıka sormuş, o da şu cevabı vermişti: “Tedbire tutunmak, güzel huylu olmak ve 'orada (göklerde ve yerde) Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, fesada uğrarlardı' ayetinde belirtilen düzen ve sistem Tevhid'e delildir.”” Ama, İmam seçkin talebelerinden Hişam b. Salim'e 'Tevhid nedir?' diye sormuş, o da 'O semi’ ve basîrdir (işiten ve görendir)' diyecevap vermiş, bunun üzerine İmam “bunlar insanlarda da var” demiş, 'öyleyse nedir?' sorusuna ise şu cevabı vermiştir: “O karanlığı olmayan Nur'dur; ölümü olmayan Hayat'tır; cehli olmayan İlimdir ve batılı olmayan Hakk'tır.”[244] 'O dirilticidir değil, 'Hayat'tır, nurlandırıcıdır değil, 'Nur'dur, bilen veya bildirendir değil 'İlim'dir, Hakkı yerine getirendir değil 'Hakk'tır' diye cevap veren İmam'ın bu sözleri üzerinde derin derin düşünmek gerekir; bunu anlayan belki 'ma'rifet'e ulaşabilir. Böyle bir makama ulaşamayıp eserlerde kalanlar ve kendi basamaklarında Tevhid'i yaşayanlar, kendi üstlerindeki makamları yok saymamalıdırlar. îslâmî terminolojide 'Ma'rifet' ehline 'arif denmiştir.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, 'A-Ra-Fe' 'izinden, eserinden, özelliğinden tanımak’ anlamına gelir. Kur'an-ı Kerim'de çok yerde bu sözcük anlamıyla kullanılır. Utançlarından fakirliklerini belli etmeyen ve dilenmeyen Allah'ın fakir kullarından söz edilirken “Onları simalarından tanırsın” (Bakara: 273); münafıklar hakkında “Biz dileseydik onları sana gösterirdik de, onları simalarından tanırdın; andolsun, onları sözlerinin üslûbundan tanırsın” (Muhammed: 30); Kıyamet gününden söz edilirken, “Mücrimler simalarından tanınır” (Rahman: 41) buyurulmaktadır. Fetih Suresi'nde mü'minler hakkında “Simaları secde izinden yüzlerindedir” denmektedir. Demek ki, mü'minler de simalarından tanınırlar. İşte, herhangi bir şeyi ortaya koyduğu eserleri ve iziyle tanımaya 'Ma'rifet' denmektedir. Bunların benzeri ayetler Kur'an'da çok sayıda vardır. Yine, sözgelimi,”İyiler elbette naîmdedirler; koltuklar üzerinde bakıyorlar; yüzlerinde naîmin (nimetlerin veya naîm cennetinin) parıltısını tanırsın” (Mutaffifîn) buyurulmakta, Ehl-i Kitab'ın çocuklarını tanıdıkları gibi (çocuklarını dünyanın neresinde görse tanırlar, çünkü işaretleri kendilerine iyice bellidir) Rasûlüllah'ı da tanıdıkları”Kendilerine kitap verdiklerimiz onu oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar” (Bakara: 146) ayetinde ifade olunmaktadır; çünkü Rasûlüllahı'ın Allah'ın Peygamberi olduğunu gösteren her türlü işaret gerek kendi üzerinde, gerekse kitaplarında vardır. Ama, nefisleri elvermediği için ona inanmamaktadırlar; 'küfr’ bahsinde belirteceğimiz gibi, 'küfr’ yanlış kullanıldığı biçimiyle 'ma'rifet'in zıddı olan 'inkâr demek değil, tanıdıktan sonra, tanınmaya yol açan işaretleri örtmek, görmezlikten gelmek demektir; yani tanımalarına rağmen, nefisleri elvermediği için Kitap Ehli Peygamberi inanmamışlardır.
'A-Ra-Fe' fiilinden gelen 'urf ve özellikle 'ma'ruf kelimesi Kur'an'da çok geçer. 'Ma'ruf 'işaretleriyle tanınan' demektir ve mutlak anlamda olumlu bir manâ ifade eder. 'Tayyib' ve 'habis' konusunda da belirttiğimiz gibi, Allah 'fıkhî-teşrü' düzlemde bazı şeylerin çirkin, bazı şeylerin de güzel olmasına hükmetmiş ve çirkinleri haram ederken, güzelleri de helâl kılmıştır. İşte, 'gerçek akıl sahipleri, ma'rifet ehli, emr'e muttali olanlar' neyin çirkin neyin güzel olduğunu işaretlerinden tanıyabilir; bazı şeylerin güzellik ve çirkinliğini de Allah Kitabı'nda belirtmiş ve çirkinleri haram, güzelleri helâl etmiştir. İşte, 'Ma'ruf 'selim kalbin ve Şer'in güzelliğine hükmettiği Kitap ve Sünnet'e uygun düşen şey’ demektir. İnsanlar arasında 'ma'ruf olan şeyler işlene işlene birgelenek halini alır ki, buna da 'urf denilir. [245] Şu halde 'urf 'adet'ten ayrıdır ve mutlaka Kitap ve Sünnet'e uygundur; 'adet'se, güzelliği veya çirkinliği bilinmeden insanların işleye işleye gelenek haline getirdikleri şeydir. Bu bakımdan, rasûller geldiklerinde, insanlar arasında 'urf olmuş şeyleri yerinde bırakırlar ve değiştirmezler; adetleri de 'sünnet'leriyle 'urf haline getirirler. Kur'an insanlar içindeki pek çok davranış biçimlerini bu şekilde 'urfe bırakmış, hakkında kesinkes belirtilmiş hüküm koymadan 'ma'ruf la yapın' enirinde bulunmuştur:
“Sizden birine ölüm geldiği zaman, eğer hayr (bk. hayr) bırakırsa, anne-babaya, yakınlara, müttakiler üzerine hakk olarak ma'ruf ‘a vasiyyet yazıldı” (Bakara: 180).
“Anneler çocuklarını, emzirmeyi tamamlamak dileyen kimse için, iki tam yıl emzirirler; ma'ruf’la rızkları ve giydirilmeleri ise babanın üzerindedir” (Bakara: 233).
“Henüz dokunmadan, ya da mehr kesmeden kadınları boşarsanız size bir günah yoktur; onları faydalandırın, geçimliği bol olan kendi miktarınca, dar olan da kendi miktarınca, ma'ruf üzere faydalandırsın” (Bakara 236).
“Ma'ruf bir söz ve bağışlama peşinden eziyet gelen bir sadakadan hayırlıdır” (Bakara; 263).
“A-Ra-Fe' fiilinden gelen 'i'tiraf 'kabul ve ikrar etmek, günahını bilmek ve bildiğini ifade etmek' anlamına; 'tearüf 'tanışmak, bilişmek, aynı işaretleri taşıdıklarından, Kur'an'da “Ey insanlar! Sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve tanişasınız diye sizi halklara ve kabilelere ayırdık” (Hucurat: 13) ayetinde de ifade olunduğu üzere, aynı kökten gelip, yaklaşık aynı özellikleri taşıyan insanların birbirlerini tanımaları, bir arada olmaları' anlamına gelir. 'A'raf, rivayetlere göre ve ilgili ayetlerin de işaret ettiği üzere Cennet'le Cehennem arasında bulunan bir yerdir. “Aralarında, bir perde vardır; A'raf'ta da hepsini simalarından tanıyan adamlar” (A'raf: 46) ayetinde ifade olunduğu şekilde, Araf'takiler hem cennetlikleri, hem de cehennemlikleri simalarından tanıyacaklardır. Bazı alimler, bu kişilerin Cennet'e girmeği uman ve “iyilikle kötülüğü karıştırmış veya hidayete yol bulamamış müstaz'aflar” olduğunu belirtirken, bazı alimler de bunların gerçek 'ma'rifet' ehli, Allah'ın yaklaştırdığı kişiler (mukarrabîn) olduğunu ileri sürmektedirler. 'Urf kelimesi, bir bakıma atın belirgin özelliği olarak yelesi, horozun da ibiği anlamına da gelmektedir; bu bakımdan 'A'raf' 'üzerlerinde gerçek Ma'rifet ehlinin bulunduğu yüksek burçlar, ma'rifet surları' olarak da tanımlanmıştır ki, kelimenin aslına daha uygun düşen bir tanım ve yorumdur.
Yine 'urf' kelimesine yakın anlamda, Kur'an'da 've'l-mürselâtü urfen' buyrulur; yani 'birbiri ardınca gönderilenlere yemin olsun' (Mürselât; 1). 'Gönderilenler birbirleri ardınca kaleler veya sıra dağ tepeleri gibi görünü görünüverdiklerinden', gönderilmeleri 'urf kelimesiyle ifade olunmuştur. Bu deyim melekler için olabileceği gibi, rasûller için de olabilir. Rasûller insanlık tarihinde, insanlığın öncüleri olarak birbirleri ardınca bütün heybetleriyle görünmüşler ve tanınmışlardır.
'Münker’ 'ma'rufun karşıtıdır; 'Ne-Ki-Ra' fiil kökünden gelir. Bu fiil, 'tanımak, tanınmazlığa itmek' demektir. Masdarı 'nekr'dir. Kur'an'da ('Ellerinin (buzağı etine) uzanmadığını görünce, onları tanımadı (kimliklerini bilemedi) ve onlardan yana içine korku düştü” (Hûd: 70); “Yusuf'un kardeşleri geldiler ve yanına girdiler, onları tanıdı, ama onlar onu münkirdi (tanımadılar)”(Yusuf: 58) buyrulmaktadır. Birinci ayette, Lût (a)'in kavmini helak etmek için gelen melekleri insan sanan Hz. brahim(a)'in kendilerine sunduğu buzağı etini yemeyince, onların insan olmadığını görüp, ne olduklarını da bilemediği, yani görünümleriyle insan oldukları halde, gerçek nitelikleriyle insan olmadıkları, fakat gerçek kimliklerini tanıyamadığı anlatılırken, ikinci ayette Hz. Yusuf'un Mısır'a tahıl almaya gelen kardeşlerini tanıdığı, fakat kendisi tabiî olarak çocukluktan bu yana değiştiği ve karşılarına bir vezir olarak çıktığı için, kardeşlerinin onun Yusuf olduğunu bilemedikleri ifade olunmaktadır.
'Ne-KirRa' fiil kökünden gelen 'tenkit tanıtmamak, tanınmazlığa itmek demektir, 'tarif se 'tanıtmak' demektir. Kur'an'da Süleyman (a)'ın Saba melikesi için 'Onun tahtını tenkir edin (tanınmaz hale getirin)” (Nemi: 41) dediği belirtilmekte, bununla tahtın melikenin tanıyamayacağı bir hale getirilmesi, onun tanıdığı özelliklerinin değiştirilmesi kasdolunmaktadır.
Kâfirler Allah'ın ayetlerini gördükleri halde tanımamaktadırlar; daha doğrusu tanımazlıktan gelmekte, onların Allah'ın ayetleri, eserleri olduğunu tanımak istememektedirler: “Size ayetlerini gösteriyor, artık Allah'ın hangi ayetini inkâr edersiniz? (tanımaz, tanımazlıktan gelir, yok sayarsınız?)” (Mü'min: 81). Yine onlar, Allah'ın nimetlerini tanıdıkları halde inkâr ederler, bilinmez, tanınmaz bir şeymiş gibi davranırlar ve Allah'tan olduğunu kabul etmeme yönünü tutarlar: “Allah'ın nimetini tanırlar, sonra onu inkâr ederler, çoğu kâfirdir onların”(Nahl: 83).(Bu ayette 'nimet'ten kasıt 'Peygamber' de olabilir.) (Ayrıca b. Küfr).
'Nükr', 'tanınmayan şey' demektir.
“Yine koyuldular. Nihayet bir oğlan çocuğuna, rastladılar da onu öldürdü; “bir nefs karşılığı olmadan temiz bir nefsi öldürdün ha? Doğrusu nükr (tanınmaz, çirkin) bir iş yaptın” dedi”(Kehf: 74).
Münker 'ma'ruf'un zıddı olarak, “her sahih aklın çirkinliğine hükmettiği şey, 'urf olmamış, selim kalp sahiplerinden oluşan kamu vicdanında yer etmemiş, Kitap ve Sünnet'in de çirkin gördüğü şey' demektir. [246]
'Ma'ruf' ve 'Münker’ toplumu hayra ve şerre götüren şeylerdir; Ma'ruf üzere olan toplumlar hayrûâ, münker üzere olanlarsa şerrdedirler. İnsanlar münkeri işleye işleye onu adeta bir kural, terkedilemez bir adet haline getirirler. İnsan, müslüman bile olsa her zaman nefsin ve Şeytan'ın aldatmalarına maruz kaldığı için daima münkere sapabilir; bu bakımdan, münkerlerin yayılmaması, toplumsal birer kural ve gelenek haline gelmemesi, terkedilemez bir 'babalar dini'ni oluşturmaması için İslâm 'ma'ruf'u emretmek ve münkerden nehy etmek,' üzerinde şiddetle durmuş, bazı alimlere göre bunu adeta müslüman olmada aşılması gereken bir baraj halinde sunmuştur.
Ma'ruf ve Münker İslâm'ın ve İslâm üzere olan selim kalplerin belirlediği şeydir. Allah insanlık tarihi boyunca birbiri ardınca peygamberler göndererek insanları ma'ruf. çağırırken, münkerden kaçmalarını da emretmiştir. Alemler üzerinde seçilen Adem ve Nuh'un, sonra da İbrahim ve İbrahim Ailesi'nin yerine getirdiği bu görevi onlara ümmet olanlar da yerine getirmek zorundadırlar. İbrahim gerek ma'ruf'u emredip, münker'den nehyetmekle, gerekse soyundan gelen seçilmiş nebiler ve temizlenmiş kişilerle başlıbaşına “insanlar için seçilmiş en hayırlı bir ümmet” olmuştur. Bu ümmet'in ana özelliği 'ma'ruf'u emredip, münker'den nehyetmek'tic: “Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmet oldunuz, ma'ruf'u. emreder, münker'den nehyedersiniz ve Allah'a inanırsınız” (A. İmran: 110). Aynı durum, insanlık çapında İslâm ümmeti için de söz konusudur. İslâm Ümmeti insanlık içinde hayırlı bir ümmet olup, ma'ruf'u emredip, münker'den nehyetmekle sorumludur, bu onun en başta gelen görevidir. Ma'ruf'u emredip, münker'den nehyetmek İslâm'ın tebliği için de önemli olduğu gibi, İslâm'dan sapmaların meydana gelmemesi için de çok önemlidir. Ümmet içinde belli bir topluluk (ümmet) öncelikle bunu yapmalı ve ümmetin kalanları bunlara uymalıdır. Öte yandan, mü'minler birbirlerinin velileri olduğu için, birbirlerinde gördükleri münker'i düzeltmeğe ve aralarında ma'ruf'u yaymaya çalışmalıdırlar.
Bir hadis-i şerifte, “Ya ma'ruf'u emreder ve münker'den nehyedersiniz, ya da Allah üzerinize katından bir azap gönderir de, O'na dua edersiniz ve dualarınız kabul olunmaz” buyurulmaktadır.[247] Bu konuda, Kur’an-ı Kerim'de de şiddetli uyarılar vardır. Gereğini yerine getirmeleri emredilen 'Sebt' gününün haramlığına uymayan İsrail Oğulları'yla ilgili olarak Kur'an'da şöyle buyrulur:
“Onlara deniz kıyısında bulunan memleketten sor. Sebt günü aşırılıkta bulunuyor, Sebt günlerinde balıklar akın akın gelirken, Sebt yapmadıkları günde ise geliniyorlardı (Balık tutmamaları gereken Sebt günü balıklar geliyor, başka gün gelmiyorlardı; onlar da o günün haramlığına uymayıp, Sebt günü avlanıyorlardı.) Onları yoldan çıkmaları nedeniyle böyle deniyorduk. İçlerinden bir topluluk “niye öğüt veriyorsunuz Allah'ın helak edeceği ya da şiddetli bir azapla azap edeceği bir kavme?” demişti,
“Rabbiniz'e mazeret olsun ve belki de sakınırlar diye” demişlerdi. Ne zaman ki kendilerine hatırlatılanları unuttular, biz de kötülükten nehyedenleri kurtardık ve zulmedenleri yoldan çıkmalarından dolayı çetin bir azapla yakaladık”(A'raf: 163-4).
Görülüyor ki, her ne durumda bulunulursa bulunulsun,, karşıdakiler dinlesin veya dinlemesin, en azından görevi yerine getirmek ve sorumluluğun gereğini yapmak için emri bi'l-ma'ruf ve nehy an'il-münker'de bulunulmalıdır. Aynı şekilde, yine İsrail Oğullarıyla ilgili Kur'an'da şöyle buyrulmakta ve İslâm Ümmeti de dolayısıyla uyarılmaktadır:
“İsrail Oğullarından küfredenler Davud ve Meryem oğlu İsa'nın diliyle lanetlendiler. Bu isyan etmelerinden ve saldırganlıklarındandı. İşledikleri münkerden birbirlerini nehy etmezler di. Ne kötüydü yaptıkları!” (Maide: 78-9). [248]
Kur'an'da insanın hoş görülmeyen ve 'haram' olarak yasaklanan amelleri genellikle 'münker, fahşa, ism ve bağy' kavramlarıyla açıklanır. A'raf Suresi 33'üncü ayet-i kerime'de “De: “Ancak Rabbim gizlisi ve açığıyla her türlü fahşa'yi, ism'i, haksız yere bağy'i ve hakkında delil indirmediği şeyi Allah'a ortak koşmanızla Allah üzerine bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram etti” buyurulurken, Nahl Suresi 90'ıncı ayet-i kerime'de de “Muhakkak Allah adaletle, ihsanla ve yakınlığı olana vermeği emreder ve fahşa, münker ve bağyden. nehy eder; belki hatırlarsınız, öğüt alırsınız diye öğüt verir”denmektedir,
İsm 'sevaptan alıkoyan ve geri bıraktıran amel, yapılmasıyla hayırdan uzaklaştıran eylem, sonunda karşılığında ceza gereken günah' demektir. [249] Çoğulu 'âsâm' olup, kendini işleyenlereyse 'âsim' veya 'esim’ denilir. Bir hadis-i şerifte” “İsm göksünde yerleşip sıkıntı veren ve insanların bilmesini istemediğin şeydir” [250] buyurulmuştur. Kelimenin üçlü fiil şekli 'esime’ olup, 'tefe'ul' babındaki 'teesseme' şekli ise 'isim'den kaçınmak' anlamına gelir. Kur'an'da “insanların birbirlerini öldürmeleri, birbirlerini yurtlarından çıkarmaları, birbirlerinin aleyhinde yardımlaşmaları, haram kılınan ölü eti, kan, domuz eti gibi yiyeceklerden zor durumda kalınmadığı halde yemek, başkalarının malını haksız yere yemek ve bunun için bu maları hakimlere aktarmak, rüşvet verip almak, ölmek üzere olan kişinin vasiyetini duyanın onu değiştirmesi, faiz alıp vermek, şahitliği gizlemek, bir eşin yerine başka bir eş almak istendiğinde, birinciye verilen maldan herhangi bir şeyi geri almak, Allaha herhangi bir şekilde ortak koşmak, kendi yaptığı hatayı başkalarına yüklemek ve iftira atmak, küfrü gerektirici sözler söylemek, duyulduğunda özelikle alimlerin insanları bu tür sözlerden men etmemeleri, üzerine Allah'ın adının anılmadığı şeylerden yemek ve Allah'ın adı anılan şeylerden, yani Allah'ın helâl kıldıklarından yemeyip, Allah'ın helâllerini nefsine adeta haram etmek, Allah'tan gelen ilim olmadan heva ve hevese uyup yanlış yola gitmek, kazanmadıkları, yapmadıkları işlerden dolayı mü'min erkek ve kadınları incitmek, sarhoşluk verici her türlü şeyden az olsun çok olsun içmek kumar ve şans oyunları ve yalan söyleyip, Allah üzerine yalan iftira atmak” gibi ameler 'ism' kavramının içinde anılmaktadır.
Burada şu noktayı belirtmeliyiz ki, Kur'an-ı Ke-rim'de içki hakkında inen ayetlerin birbirini neshederek geldiği ve ancak Veda Hacc'ında inen Maide süresindeki “Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar ve fal okları ancak Şeytan'ın amelinden rics'tir(bk. rics); bunlardan kaçının ki, kurtulasınız. İçki ve kumarla şeytan ancak aranıza düşmanlık ve buğz ekmek ve sizi Allah'ın zikrinden ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçersiniz değil mi?” (ayet: 90-91) ayetiyle içkinin ve kumarın haram kılındığı gibi yanlış bir inanca saplanılmış ve ne yazık ki, bu inanç bugüne değin gelmiştir. Oysa, gerek Ebu Bekr er-Razi el-Cessas örneği fakihlerin de parmak bastığı ve gerekse Kur'an'ın da açıkça ortaya koyduğu gibi, içki hakında hüküm bildiren ilk ayette “Sana içki ve kumardan sorarlar; de ki: “Onlarda büyük ism ve insanlar için faydalar vardır. (Bakara: 219) buyurularak, içkinin ve kumarın haram, hem de büyük haram olduğu saraheten ortaya konmuştur. Çünkü, Medine'de inen bu ayetten önce Mekke'de nazil olan A'raf süresindeki “Rabbim ancak gizlisi ve açığıyla her türlü fahşayı, ism'i ... haram etti” ayetinde her türlü 'ism'in haramlığı ilân olunmakta, içki ve kumarın da ism, hem de büyük ism olduğu belirtilmekle haramlıkları açıklanmaktadır. Ebu Bekr el-Cessas'ın da belirttiği gibi, her türlü haramda insanlar için faydalar vardır; söz gelimi, faizde ve içkide, alınıp satılmasında bir takım dünyevî faydalar sözkonusudur; fakat Kur'an “onlardaki ism faydalarından daha büyüktüm derken, işlenmesiyle getirecekleri azabın dünyevî faydalarından daha önemli ve büyük olduğunu belirterek, insanları içki ve kumardan kaçınmaya çağırmaktadır. [251] Hz. Aişe de “Bakara Suresi inince içkinin haramlığı da indi ve Rasûlüllah içkiyi yasakladı” [252] demiştir. Fakat, kalbi zayıf bazıları, rivayetlerde de geldiği gibi, “biz faydasından dolayı içeriz” diye içmeğe devam etmiş, takva sahibi mü'minlerse içmeği bırakmıştır. Bundan sonra inen “Sarhoşken namaza yaklaşmayın (Nisa: 43) ayeti ise 'insanın ne dediğini bilmez bir haldeyken namaza durmamasını' emretmektedir; nitekim ayetin devamı da “ta ki, ne dediğinizi bilinceye kadara şeklindedir ve ayet gerek Ehl-i Sünnet, gerekse Ehl-i Beyt rivayetlerindede geldiği gibi, 'uykuluyken, sarhoşken, son derece yorgunken, namaz kılmak insana iyice zor ve ağır geliyorken ve insan kendinde değilken', kısaca namazın hususuna engel olacak ve insanın ne dediğini bilmediği durumlarda namaz kılmamak hakkındadır. [253] İçki hakkında Maide suresinde inen son ayet ise, çeşitli te'villerle içkiye devam edenleri uyarmakta ve yalnızca içki ve kumarın değil, putların ve fal oklarının da haramlığını içine almaktadır.
Kur'an her türlü ism'i haram kılmıştır, ism'in gizlisinin de açığının da bırakılmasını emretmiş (En'am: 120), düşmanlık ve ism olan eylemlerde insanların birbirleriyle yardımlaşmamalarını, aksine birbirlerini bu tür eylemlerden men ederken, Kitap Ehli'nin kâfirlerinin ism ve düşmanlıkta yardımlaşıp yarıştıklarını, Ragıp el-İsfahanî'nin yorumu üzere, Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyip küfre ve zulme düşmelerinin ism ve düşmanlıkta yarışma olduğunu belirtmektedir.
Kur'an'da Allah katında hayırlı olan işlerden söz edilirken, ismin büyük olanlarından ve fahşa'dan kaçınmak da anılmakta olup, (Şura: 37) ismin büyük olanları sonradan ulema tarafından KEBAİR - Büyük günahlar olarak adlandırılmıştır. Kur'an'da bir başka ayette de (Nisa:31) “Yasaklandığınız kebairâen kaçınırsanız..” buyrularak, sadece 'kebair’ adı da geçmektedir. Kebair'in ne olduğu konusunda bir takım ihtilâflar varsa da, genelde 'Allah'a herhangi bir şekilde şirk koşmak, haram olan cana kıymak, anne-babaya asi olmak, faiz yemek, namuslu kadınlara iftira atmak, yetim malını yemek, harpten kaçmak, Allah'ın fazl ve rahatlatmasından ve rahmetinden ümit kesip, cezasından emin olmak, ölçüde tartıda hile yapmak, zina etmek, içki içip kumar oynamak ve farzları yerine getirmemek' gibi karşılığında Allah'ın cehennem va'd ettiği amellerin 'kebair'den olduğu belirtilmiştir. Bu konuda gelen “ısrar edilen günahın küçüğü, tevbe edilen günahın büyüğü yoktur” şeklindeki rivayetler belki Kebair'i açıklayan en güzel tanımlardır.
Fahşa/Fuhş 'Fe-Ha-Şe' fiilinin masdar şekilleridir; 'Fe-Ha-Şe' 'söz veya iş çok çirkin olmak, sınır ve ölçünün dışına taşmak', 'fahşa/fuhş’ 'çok çirkin iş, yüz kızartıcı davranış veya söz', 'fahiş' 'çirkin iş yapan, ölçüyü taşıran’ anlamlarına gelir. [254]
Nisa Suresi 22'nci ayette “Kadınlardan, geçenler müstesna babalarınızın nikahladıklarını nikahlamayın; muhakkak bu bir fahişe, çok kötü bir şeydi; ve ne kötü bir yol!’; İsra Suresi 32'nci ayette, “Zinaya yaklaşmayın, çünkü o fahişe'dir; ve ne kötü bir yol!”; A'raf Suresi 80 ve 81'inci ayetlerde, “Ve Lût'u, kavmine; “alemlerden sizden önce kimsenin yapmadığı bir fahişe'ye mi yaklaşıyorsunuz? Doğrusu siz kadınları bırakıp, şehvetle erkeklere geliyorsunuz” dedi.” Yusuf Suresi 24' üncü ayette, “Andolsun(kadın) onu arzuladı, o da kadını, eğer Rabbi'nin burhanını görmeseydi; kötülüğü ve fahşa'yı ondan böyle giderdik” buyurulmakta ve tüm , bu ayetlerde 'fahşa' ve 'fahişe' olarak geçen kelimelerin 'zina, livata', özellikle kadın-erkek ilişkilerinde ve aile hukukunda Şeriat ve fıtrat dışı durumlar anlamında kullanıldığı ortadadır.
Kur'an “İsanlar için kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ve ekinlere karşı şehvetli sevgi bezenip süslendi” (A. İmran: 14) buyurarak insanın önemli bir yanını açıklar. Gerçi Allah bu tür sevgilerle insanın dünya hayatının devamını sağlamasını dilemiş ve bu sevgileri hangi yollara kanalize etmesini hakk diniyle belirtmiş ve şeytanınsa bu sevgileri daima gayr-ı meşru yollardan doyurması için insanı sürekli iğfal etmeye çalışacağını da vurgulayarak, bu konuda insanı uyarmıştır. İşte, bu tür sevgilerin doyurulmasında insanın Allah'ın çizdiği normal ve fıtrî sınırların dışına taşıp, sapık yollarda tatmin araması fahşa, fuhş veya fahişe sözcükleriyle tanımlanan bir işe koyulması demektir. Şeytan insana her zaman fahşayı emreder; bu gerçek Kur'an'da sık sık dile getirilmiştir (Bakara: 169, 268..). Oysa Allah fahşayı emretmez, aksine bundan nehyeder (A'raf: 28); açığı ve gizlisiyle her türlü fahşa'yı haram kılmıştır (A'raf: 33, En'am: 151). Ayrıca Allah 'namazın insanı fahşa' dan uzaklaştırıcı bir amel olduğunu da özelikle belirterek'(Ankebut: 45), fahşadan kaçınma yollarını da ortaya koymuştur.
Kur'an'da yasaklanan ve üzerinde özellikle durulan haram eylemlerden biri de bağydir. Özellikle Türkiye'de yayınlanan meallerde bu kavram 'haset' gibi, kavramı hiç de ifade etmeyen belki ancak bağy'in nedenlerinden olabilecek bir sözcükle karşılanarak, özelle bir ve beraber olan Tevhid toplumunun dağılmasında, tefrika ve ihtilâfların çıkmasında, kılıçların yekilip haram edilen kanların akıtlmasında birinci derecede etken olan bir eylemi ifade eden bu önemli kavram gerçek muhtevasından soyutlanmıştır.
'Bağy' sözcüğü 'müteaddî-geçişli' olarak kullanıldığında 'istemek, istemede ileri gitmek, çabayla arzulamak', 'lâzım-geçişsiz' olarak kullanıldığında ise 'sınırı aşmak, hakkıyla yetinmeyerek başkasının canına, malına ırzına kasdetmek, saldırıya yeltenmek veya saldırmak, haksız yere yükselmek isteyerek tecavüzde bulunmak, kendisine sulhun yolları ve biçimleri gösterildiği halde haksızlıkla üst olma sevdası gütmek' anlamına gelen 'beğa' fiilinin masdarıdır ve isim olarak kullanılır. [255]
Kur'an'da fiil geçişli olarak, “De: “O her şeyin Rabbi iken ben Allah'tan başka rabb mi isteyecekmişim (eğbî rabben)?” “(En'am: 164); “Allah'ın dininden başka bir din mi arzuluyorlar (yebgûn)?” (A. İmran: 83); “De: “Ey Kitap Ehli! Neden eğriliğini arzulayarak (teb-ğûnehâ) iman edeni Allah'ın yolundan alıkoyuyorsunuz?” (A. İmran: 99); “Aranızda çıkmış olsalardı, sizin için bozgunculuktan başka bir şey artırmazlar ve fitneye düşmenizi arzulayarak (yebğune) hemen içinize sokulurlardı” (Teybe: 47) gibi ayetlerde geçmektedir.
Geçişsiz olaraksa, daha çok 'yeryüzünde bağy etmek' şeklinde kullanılır.
Aynı kelimeden türeyen 'ibteğa' fiili 'bir şeyi istemede çaba göstermek' anlamındadır. Eğer, istenilen şey iyiyse eylem de iyidir. Nitekim, Kur'an'da “Yüce Rabbin vechini ibtiğa” (Leyi: 20), “Rabbi'nin rahmetini ibtiğa” (İsra: 27) ve özellikle “Allah'tan fazl veya Allah' ın fazlını ibtiğa” (Bakara: 198, Nahl: 14), İsra: 66, Kasas: 73) şekillerinde geçtiği gibi, 'kalplerinde maraz olan kişilerin fitne ve te'vilini ibtiğa' ile müteşabihlere uydukları da belirtilir (A. İmran: 7).
Yine aynı kelimeden türeyen 'inbeğa' fiili ise 'yaraşmak uygun düşmek, istenmesi uygun olmak' anlamlarında “Biz ona şiiri öğretmedik, bu ona yaraşmaz da {ma yenbeğî leh) (Yasin: 69) ayeti gibi ayetlerde kullanılır.
İnsanlar arasındaki ihtilâf ve tefrikaların, özellikle bir ümmet halinde 'sağlam bir yapı-bünyan-i mersus’ oluşturan Tevhid toplumunun içinde tefrikanın başgösterip ihtilâfların çıkmasında ana neden 'bağy' dir. Allah katından gelen apaçık ilim, hak ve 'beyyine' lerden sonra eğer tefrika doğuyor ve ihtilâflar başgösteriyorsa, bu bazı insanların Allah'ın dininin kendilerine biçtiği hak ve yere razı olmayıp, başkalarının hakkına tecavüze yeltenmesinden ileri gelir. Bu konuda Kur'an oldukça nettir (Bk: Tefrika ve İhtilâf). Bağy'in. nedeni ise şu iki ayet-i kerimede oldukça açık ve anlamlı biçimde ortaya konmaktadır:
“O'dur sizi karada ve denizde yürüten, Ne zaman ki bir gemide olursunuz; güzel bir rüzgârla onları akıp götürürken ve buna sevindiklerinde birden gemiye şiddetli bir kasırga gelip, her yerden dalga kendilerine ulaşır ve sarıldıklarını sanırlar; o zaman dini O'na. has kılarak Allah'a yakarırlar;
“Eğer bizi bundan kurtarırsan, mutlaka şükredenlerden oluruz.” Ne zaman ki Allah kendilerini kurtarır, işte o zaman haksız yere yeryüzünde bağy ederler.” (Yunus: 22-23)
“Eğer Allah rızkı kullarına yaysaydı, yeryüzünde bağy ederlerd” (Şura: 27).
İnsanlar zaman zaman darlıklarla, zaman zaman bolluklarla karşılaşırlar. Özellikle, Tevhid toplumu kuruluşta oldukça büyük zorluklardan ve “Allah'ın yardımı ne zaman?” deme noktasına değin büyük fırtınalardan ve sarsıntılardan geçer. Sonunda Allah göklerin kapısını üzerlerine açar, yer de ayaklarının altından bol bol verir, Bu durumda zayıflayan kalpler, özellikle Cahiliyedeki mevkilerini İslâm'da bulamayanlar ve rızkın, bolluğun şımarttığı kimseler Allah'ın Dini’nin kendilerine verdiği paya razı olmayıp daha çok mal, şöhret, mevki gibi etkenlerle başkalarının hakkına el atmaya yeltenirler. Böylece bağy eylemi ortaya çıkar.
RasûlülIah{S.A.V.) “Cezası en çabuk verilen şerr bağy”dir buyurmuş, İmam Cafer es-Sadık da “İblis ordularına der; “Aralarına haset ve bağy ekin, çünkü bunlar Allah katında şirke denktir” demiştir. Kur'an'da “Bir kötülüğün karşılığı misli bir kötülüktür. Kim affeder ve ıslah ederse sevabı Allah'a aittir; O zalimleri sevmez. Kim de zulme uğradıktan sonra yardımlaşırsa, onların üzerine yol yoktur (kendilerine bir şey yapılmaz, ceza verilmez). Yol ancak insanlara zulm edenler ve yeryüzünde haksız yere bağy edenler üzerinedir. Onlardır acıklı bir azabın kendileri için olduğu kişiler” (Şura: 40-42) buyurulmakta; “kendilerine bağy isabet ettikten sonra (hakklarını almak için) yardımlaşanlar” övülmekte ve bu sıfatın mü'minlerin sıfatı olduğu belirtilme,kte (Şura: 39) ve “birbiriyle savaşan iki mü'min topluluktan biri diğeri aleyhine bağy ederse, bütün mü' minlerin bağilerle Allah'ın emrine dönünceye kadar savaşmaların emrolunmaktadır (Hucurat: 9).
Bağîlerle savaşın kuralları konusunda ilgili kaynaklara bakılabilir.
Kur'an'da ayrıca “facir olması, kendisi için olmayan şeye yeltenmesi” anlamında kadının bağyinden de söz edilmektedir (Meryem: 20, 28). [256]
Kur'an terminolojisinde çok önemli yeri olan ve İslâm tarihinde itikadı mezhepler arasındaki tartışmanın odak noktalarından birini oluşturan iki kavram hasene ve seyyie kavramlarıdır.
'Ha-Sü-Ne' 'iyi olmak, güzel olmak’ demektir. Bu anlamda Kur'an-ı Kerim'de “Kim Allah'a ve Rasûl'e itaat ederse onlar nebilerden, sıddıklar, şehidler ve salihlerden Allah'ın kendilerine nimet verdiği kişilerle beraberdir; ne güzel arkadaştır onlar(onlar arkadaş olarak güzel oldu) (Nisa: 69); “Onlar sabretmeleri nedeniyle odayla ödüllendirilir ve orada tahıyyet ve selâmla karşılanır; orada ebedîdirler; durulacak yer ve ikamet yeri olarak güzeldir orası(güzel oldu)”[257] (Fürkan: 75-76) gibi ayetlerde geçer.
'Ha-Sü-Ne'nin zıddı olarak 'Sâ’ E' 'kötü oldu' demektir. Bu da Kur'an-ı Kerim'de çeşitli ayetlerde geçer. Örnek olarak, “Geçenler dışında, kadınlardan babalarınızın nikahladıklarını nikahlamayın; çirkin ve çok kötüydü bu; kötü bir yol(yol bakımından kötü oldu) (Nisa: 22) ”; “Kim ki şeytan kendisine yakın olursa, ne kötü yakındır o (yakın olarak kötü oldu) (Nisa: 38)”; “Onlardır varacakları yer Cehennem olan; ne kötü dönülecek yer dönülecek yer bakımından kötü oldu) (Nisa: 97)”; “Ne kötü oldu uyarılanların yağmuru! (Nemi: 58)”ayetlerini verebiliriz.
İnsan organlarının birbirine göre oranı, yaratılışındaki ve görünüşündeki düzgünlük, yüzündeki özellikleri ve daha başka tabiatındaki nitelikleriyle kendisine, bilhassa bakışına hoş gelen şeylere 'güzel' der; bunun Arapça karşılığı da 'Ha-Sü-Ne’ fiilinden gelen 'husn'dür. İnsanın yüzünün güzelliği burnunun, ağzının, gözlerinin, saçlarının ve diğer özelliklerinin karşıdakine hoş gelmesi ve başkalarının nefsinde bir çekicilik, kendine karşı bir eğilim uyandırmasıdır. Bu niteliklerin zıddı olan duruma da 'sû', müsâat’ veya 'kubh' denilir. 'Sû', veya Türkçe karşılığıyla 'kötülük veya çirkinlik’ bir bakıma 'güzelliğin bulunmamasıdır'[258] ki, güzellik varlık belirtirken, çirkinlik yokluk ifade eder. Bu bakımdan 'husn' ve 'sû" öncelikle duygu, duyu ve nefs işidir. Nitekim, Kur'an-ı Kerim'de “Sana bundan sonra kadınlar helâl değildir, sağ elinin malik oldukları dışında husnleri hoşuna gitse de zevcelerinden onlarla değiştirme yapman da (zevcelerinden boşayıp başka kadın alman da) (halâl) değildir (Ahzab: 52) buyurulurken, kadınların 'husn'ünden, yani güzelliklerinden söz edilmektedir.
Sonra bu anlam hareketleri, toplumun ve insanın durumlarını, olayları vs. değerlendirecek bir kapsam kazanmıştır. Sözgelimi, mutluluk, geçimlik, adalet, iyilik, güzel davranış, öğrenim, terbiye, öğüt ve bu türden şeyler 'husn' olarak değerlendirilmiş ve bu kelime daha çok 'iyilik' anlamında ve çoğunlukla bir tamlayıcı olarak kullanılıp, 'iyi ve güzel şeylere' ise 'hasene' ve çoğul şekliyle de 'hasenat' denirken, 'sû" 'husn'ün zıddı olmuş ve zulm, düşmanlık gibi şeyler de 'seyyie' ve çoğul şekliyle 'seyyiat' olarak adlandırılmıştır.
Öte yandan, 'hasene' ve 'seyyie' veya 'husn' ve 'sû’ inançlara, zamana ve yere ve değer yargılarına göre değişiklik göstermektedir. Sözgelimi, kadınlarla serbest ilişki ve içki içmek İslâm'ın gözünde 'sû" ve birer 'seyyie' iken, bugün Batılılar yanında 'husn' ve birer ‘hasene'dir. Aynı şekilde, adaletin uygulanması, örneğin zina edene sopa vurulması İslâm'a göre 'husnken cezalandırılana veya İslâm'a inanmayanlara göre 'sû" olabilir.
Bunlardan ayrı olarak, husn ve sû'un veya kubh' un kapsamı daha da geniştir. İnsanın bireysel veya toplumsal hayatı boyunca karşılaştığı olaylar, başına gelenler de hasene ve seyyie içine girmektedir; sözgelimi, sıhhat, afiyet saadet, galibiyet, başarı gibi şeyler hasene olarak değerlendirilirken, yenilgiler, hastalıklar, belâ ve musibetler, yoksulluk, zillet, tutsaklık gibi şeyler de seyyie olarak görülmektedir. Öte yandan, duruma göre bir hareket husn veya sû' da olabilmektedir; sözgelimi, hak edene infakta bulunmak bir hasene iken, yerine yapılmayan infaksa bir seyyiedir. Zelzele, su baskını, yangın gibi afetler birer seyyie olduğu halde, düşmanın başına geldiğinde karşı taraf için hasene görülür; inatçı kâfirlere inen her musibet İslâm açısından bir seyyie değil, belki bir hasenedir'.
Yemek yemek mubahtır ve husndür, fakat kişinin kendi malından ve helâldan olduğu zaman! fakat haramdan veya başkasının malından olduğunda, veya gereğinden fazla yendiğinde sû' halini alır. Nikâhla düzenlenen kadın-erkek ilişkisi hasene olduğu halde, gayr-ı meşru ilişkiler seyyie'dir. Kısaca, husn ve sû', veya hasene ve seyyie kelimeleri insan hayatındaki her şeyi kuşatıcı bir özelliğe sahiptir. Nitekim, saydığımız durumların hemen hepsi Kur'an'da geçer. Varılacak yerin husn olanı Allah yanındadır(A. İmran: 14); insanlara bağırmadan, onları incitmeden, tatlı, hoş ve güzel, yani husn söz söylemek gerekir; “Şüphe ettiğini bırak” hadis-i şerifi gereğince hakkında yakîn ve tam bir bilgi sahibi olunan sözü söylemek gerekir, husn söz budur ve böylesi söze uymak lâzımdır(Bakara; 83, Zümer: 18); karşılığında insanı Allah'a giden yolda yücelten ve mesafe aldıran her imtihan hasen'dir(Enfal: 17); Allah Kendisi'ne tevbeyle yönelip salih amelerde bulunanlara halâl ve 'tayyib’, yani hasen geçimlik verir (Hud: 3); peygamberlik hasen bir rızktır (Hud: 88); Allah yolunda öldürülenlerin Rabbleri katında buldukları rızk da hasen bir rızktır (Hacc: 58); Allah'ın inanıp salih amelde bulunan kullarına dünyada ve Ahiret'te va'di hasendir, (dünya hayatında onları yeryüzünde yerleştirir, korkularından sonra onları emin kılar ve onları yeryüzünün halifeleri yapar. Ahiret'te de onları Cennet'ine kor) (Taha: 86)... Allah'ın mü'min kulları da dünyada ve Ahiret'te Allah'tan hasene isterler (Bakara: 201.) Boyası en güzel (ahsen) olan Allah'tır, dinin ahsen'i İslâm'dır; kim ahsen amelde bulunacak diye Allah hayatı ve ölümü yaratmıştır; kişinin kendisine yapılan kötülükleri, özellikle tebliğde başına gelen ve karşılığında hasen bir ecir alacağı seyyieleri ahsen olan davranışla savması gerekir... (Bakara: 138, Nisa: 125, Mülk: 2, Mü'minûn: 96...)
Babaların evlendiği kadınlarla evlenmek, yeryüzünde hesat çıkarmak ve Allah'a yalan iftirada bulunup helâlini haram, haramını helâl saymak, O'nun emretmediğini emretti, emrettiğini emretmedi demek, hükümlerinin ve indirdiklerinin bazısını gizlemek, Allah'ın koyduğu hükümlerin dışında hükümlerle hükmetmek, Alah'ın ayetlerini dünya geçimliği karşısında satmak ,değiştirmek gizlemek ve insanları Allah'ın yolundan alıkoymak, zinaya başvurmak, livatada bulunmak, bile bile yalan yere yemin etmek, nifak çıkarmak ve iki yüzlülük yapmak, Allah'ın ayetlerini yalanlayıp alaya almak, Allah'a ve Rasûlü'ne karşı Allah mü'minlere olan va'dinde durmaz, Rasûl'ün getirdikleri Allah" tan değildir, Allah onu rasûl göndermemiştir gibi ayetleri yalanlayıcı kötü zanlarda bulunmak, insanlara işkence yapmak, onları öldürmek, yurtlarından sürmek, kadınların ırzına geçmek gibi davranışlar birer seyyiedir (Nisa: 22, Maide: 66, En'am: 136, Tevbe: 9, İsra: 32, Mücadele: 15, Rum: 10, Meryem: 28, Enbiya: 74, Feth: 6, 12, Bakara: 49, Yusuf: 25).
Yukarıda saydığımız seyyieler büyük günahlardır; daha doğrusu, seyyie her türlü günahı içine alacak bir özelliğe sahiptir. Fakat, bazı ayet-i kerimelerde, örneğin Nisa Suresi 31'inci ayette, “Nehy edildiklerinizin büyüklerinden kaçınırsanız, Allah sizden seyyieleri örter ve sizi kerim bir yere kor” buyurulmaktadır. Kur'an'da bu ayetin benzeri daha başka ayetler de vardır. Ayet'in zahirinden ve yine “Kitap kondu ve mücrimleri görürsün içindekilerden titrerler ve uvah bize, nedir ki bu kitap küçük büyük bırakmadan hepsini saymış” derler” (Kehf: 49) gibi ayetlerden günahların küçük ve büyük olmak üzere ikiye ayrıldığı anlaşılmaktadır. Öte yandan, yukarda verdiğimiz Nisa Suresi'nin 31'inci ayetinde 'seyyieler' küçük günahlar olarak sunulmakta, oysa daha önce sıraladığımız ayetlerdeki belirtilen seyyieler şirki de içine almakta ve “Yoksa seyyieleri işleyenler kendilerini iman edip salih amel işleyenlerle hayat ve ölümlerinde bir tutacağımızı mı sandılar?”(Casiye: 21) ayetinde bütün günahlara seyyie adı verilmektedir. İşte, bu konu İslâm tarihinde müfessirleri ve mezhep yanlısı kelâmcıları bir hayli yormuş, Mutezile büyük günah-küçük günah ayırımını kesinlikle yapar ve Eş'ariler temelde böyle bir ayırımı kabul etmediklerinden, Gazalî'nin İhyası'ndan bu konuda alıntıda bulunup reddeden ünlü Eş'arî müfessirlerden Fahrüddin-i Razî'nin bu tavrı Tefsir-i Menar'da şu şekilde eleştirilmektedir:
“Eğer dedikleri doğruysa, illâ Mutezile'ye karşı çıkmak için ayetler ve hadisler te'vil mi edilecek? Mezhep bağnazlığı zekî alimlerin çoğunu meramlarını ifadeden alıkoymuş, kitaplarını müslümanlar için fitne haline getirmiş ve onları dinin hakikatından sapıp mücadeleye sevketmiştir. Razi'nin Gazalî'den yaptığı alıntıyı ve bu nedenle de nasıl reddettiğini görüyorsun? Nerede Razı nerede Gazali?”
Gazali 'İhya'sında şöyle der: “Kebairden kaçınmanın seyyieleri örtmesi, kadının yanında ona varmaya gücü yeten kişinin iradesiyle bundan vazgeçip, sonunda kalbinde meydana gelen nurun kadına dokunmak ve bakmaktan da onu alıkoyması gibidir. Kadına varamayacak durumda olup da varmaması seyyieyi örtmez. Şaraba iştahı olmayanın, şaraba sürükleyici şarkı veya çalgı aletlerini dinlemekten kaçınması seyyieleri örtücü değildir. Ama, şaraba iştahı var, çalgıyı dinlemek istiyor, fakat nefsiyle mücahede edip bunlardan vazgeçiyor; bu durumda kalbindeki zulmet kalkar. Kalpdeki her türlü zulmet (karalık) ancak ona yol açan günahın zıddı bir haseneyle giderilir. Beyazın siyahı, soğuğun sıcağı giderdiği gibi seyyieyi de hasene giderir...”
Gazalî'nin parmak bastığı gibi, seyyielerin örtülmesi hasenelerin işlenmesiyledir. Günahların bazısının büyük bazısının küçük olması, önceki bahiste karşılığında ceza va'd edilen bir takım ismlerin büyük ğünahlar olduğu belirtilmişse de, birbirlerine oranladır; sözgelimi, zulmen bir kişiyi öldürmek yabancıya bakmak karşılığında, helâl kabul edip şarabı içmek nefsine uyup içmek karşılığında daha büyük günahtır. Bu bakımdan, her günah seyyie olabildiği gibi, başkalarına oranla büyük sınıfına girenlerin karşısında kalanlarına da seyyie denmektedir. [259] işte, büyük günahları işlemek şöyle dursun, işleme gücüne sahip olduğu halde bunlara yaklaşmaktan kaçınanların işledikleri hasene ve daha başka hasenelerîn yanısıra, tevbe ve iman edip takva sahibi olmak seyyieleri giderir (Hud: 114, Tahrim: 8, Maide: 65). Seyyieleri örten ve gideren hasenelerdir, Tevbe edilmedikçe, günahlarda küçümsenip ısrar edildikçe, hasene işlenmeyip kebairûen kaçınılmadıkça, sonunda küfre varmak kaçınılmazdır.
Hasene ve Seyyie konusuyla ilgili olarak, İslâm tarihinde büyük tartışmalar doğuran bir diğer noktada “Bakmaz mısın, kendilerine elinizi çekin, namazı kılıp zekâtı verin” denilenlere? Üzerlerine savaş yazıldığı zaman, içlerinden bir grup Allah'tan korkar gibi, hattâ daha fazla insanlardan korkar ve “Rabbimiz! Savaşı neden üzerimize yazdın? Yakın bir zamana değin erteleseydin keşke!” der. “Dünya geçimliği azdır” de; Ahiret ittika eden için hayırlıdır ve zerre, kadar zulme uğramazsınız. Nerede olursanız olun ölüm size ulaşır, sağlam burçlar içinde bile olsanız. Başınıza bir hasene gelirse “Bu Allah'tandır derler; başınıza bir seyyie geldiğinde ise “bu sendendir” derler. De: “Hepsi Allah'tandır. Şu kavme ne oluyor ki, hiç bir sözü nerdeyse kavramıyorlar! Başına ne hasene gelirse Allah'tandır; ve başına ne seyyie gelirse kendindendir; seni insanlara rasûl gönderdik, şahit olarak Allah yeter” (Nisa: 77-79).
Bu ayetlerde ifade olunan, “başa gelen kötülükler ve iyilikler Allah'tan mıdır kuldan mıdır” tartışması çoğu bilginleri meşgul etmiş, bir yandan Cebriyye iyilik kötülük her şeyi Allah'a verip kulun iradesini kabul etmez ve sevap-günah kavramını adeta ortadan kaldırırken, Mutezile Allah'ı tam bir tenzih endişesiyle kula tam ve mutlak bir irade verip, iyiliği de kötülüğü de ondan bilmiştir.
'Meşiet-İrade' konusunda da açıklamaya çalıştığımız gibi, bütün bu anlaşmazlıkların temel nedeni Kur’an'da gerek Hz. Musa ile Hızır olduğu rivayet edilen salih kulun kıssasında ve daha başka ayetlerde, gerekse bir takım hadis-i şeriflerde ifade olunan “meşiet'le irade'nin, bir başka deyişle 'tekvini' olanla 'teşriî' olanın birbirinden ayırt edilememesi, daha doğrusu her konunun tekvini (kevn, yaratılış) yönünün ihmal edilip, teşriî yönden incelenmesidir.
Kur'an üzerinde meşiet'in cereyan ettiği ve Allah' ın dışında şey diye adlandırılan her varlık, her olay, kısaca her oluş ve olanın Allah'ın yaratması olduğunu açıkça belirtir: “Allah her şeyin yaratıcısıdır (Zümer: 62)”; “.Her şeyi yarattı ve ona belli bir takdir biçti (Furkan: 2)”. Bu iki ayet de her şeyde yaratmanın cereyan ettiğini belirtir. Bir de şu ayete bakalım: “Her şeyin yaratılışını güzel yaptı (Secâe: 7)”. Demek ki; her yaratılan güzeldir, yaratılış güzeldir, tekvini açıdan kâinatta çirkin veya kötü/çirkinlik, kötülük yoktur. Her şeyde, yaratılış ve vücuttan aldığı haz, ölçü nisbetinde, kendine biçilen miktar oranında husn vardır; bu husn onun yaratılışındaki amaç doğrultusunda ve bu amaca götürecek şekildedir. Haşa, Allah-ü Tealâ hiç bir yarattığında eksiklik, ikilik yaratmaz ve hiç bir yaratık O'nun takdirine karşı gelemez, O'nün çizdiği yoldan ayrılamaz (O yarattı ve tesviye etti, ve O takdir etti ve yol gösterdi (A'lâ: 2-3); hiç bir yaratık O'nu aciz bırakamaz; O yarattıkları üzerinde mutlak otoriyete sahip olandır (En’am: 18, Fatır: 44)..
Varlık alanındaki her şey, her nimet Allah'a nisbetiyle hasenedir; öte yandan yaratılmışlar arasındaki ilişkilerde her şeye takdiri ve yolu çerçevesinde isabet eden kötülük seyredir, ama Allah'ın meşietinde olmakla bu da Allah'tandır, O'nun dilemesi ve mutlaka yerine gelen hükmüyledir; fakat buradaki seyyie Allah'a oranla değil, yaratılmışların kendi aralarındaki ilişkileri bakımındandır, yani sebepler aleminde, teşriî düzlemdedir. Yani Bediuzzaman'ın deyişiyle seyyie ve şerr mülk alemindedir; melekut aleminde her şey 'hayr' ve 'hasen'dir.
Öte yandan, insanın başına gelen istemediği her seyyie kendindendir, kendi kazancıyladır, fakat Allah’ın meşieti dahilindedir: “Sana ne hasene gelirse Allah'tan, sana ne seyyie gelirse kendindendir.” Seyyie'nin insanın kendinden olması onun amelleri, Kur'an'ın bir diğer deyişiyle “elleriyle kazandığından” dolayıdır, yani 'kesb'dir: “Size ne musibet gelirse ellerinizin kazandığıyladır ve Allah çoğundan geçer (Şura:30)”. “Allah bir kavmin durumunu, o kavim nefislerindekini değiştirmedikçe değiştirmez (Ra'd: 11)”. “İşlediklerinin seyyileri başlarına geldi (Nahl: 34).”
İnsanın başına gelen bütün s'eyyieler kendi ameliyledir; Allah hiç bir zaman onu kötü işe zorlamaz, doğru ve eğri yolu kendisine göstermiş ve kendisine istediği yolda gitme serbestisi vermiştir. İnsan eğri yolu tuttuğunda elbette bu yolun eğriliğinin cezasını çekecektir. Fakat, bu seyyieler de Allah'ın mahlûkudur, yaratılış yönünden seyyie değildir; çünkü adaletin eseridir, bu bakımdan hepsi hasendir ve Allah'tandır; fakat, insan açısından birer seyyie durumundadır. Şu noktayı da belirtmeliyiz ki, seyyie her zaman mutlaka günah karşılığı inmez. Sözgelimi, hiç günahı olmadığı halde, Uhud Savaşı'nda Hz. Pepgamber'in başına da seyyieler gelmiştir. Bu ise, O'nun derecesini yükselttiği gibi, risalet görevinde karşılaştığı tabiî zorluklardandır. Ayrıca, Allah kulun imanı arttıkça, ameleri düzeldikçe, belâ konusunda da açıkladığımız gibi, O'nu daha fazla Kendi'ne yaklaştırmak için üzerine bir takım seyyieler gönderir. Yine, insanın toplumsal hayatı kesintisiz olarak ilk insanla başlayıp devam ettiğinden kuşaklar arasında tam bir bağlantıyla sürüp gider. Bir önceki kuşağın seyyielerini onlarda hiç ortak olmadığı halde bir sonraki kuşak da çeker, hasenelerini de hiç ortak olmadığı halde paylaşır. Bütün bunlar mutlak meşiet'in ve insanın tutulduğu imtihanın gereğidir. Bir şey seyyie gibi görünür, ama sonucu itibariyle hasene olabilir, hasene görünür, seyyie çıkabilir.
Haseneler bütünüyle Allah'tandır. Allah her şeyi güzel yarattığı gibi, hasene işleme gücünü insana vermiş ve İnsanı hasenelere yöneltmektedir (tevfik); fakat, Allah hiç bir zaman seyyie'yi irade etmez ve kulunu seyyie işlemeğe yöneltmez. Fazladan, seyyieyi misliyle cezalandırır ve çoğunu bağışlarken, haseneyi on katıyla hattâ daha fazlasıyla ödüllendirir. Bunun yanısıra, hasenelerin gelmesinde de kulun iradesini iyi yönde kullanmasının sebep olarak rolü sözkonusudur: “Eğer memleketler halkı iman edip takva sahibi olsalardı, üzerlerine gökten bereketler açardık (A'raf: 96).” “Onlardan, sabredip, ayetlerimize yakinen inandıklarında yol gösteren imamlar kıldık (Secde: 24). “Uğrumuzda cihad edenleri yollarımıza götürürüz (Ankebut: 69).” Görülüyor ki, her halükârda insanın iradesini iyi veya kötü yolda kullanması önemlidir. Şurası da gözden uzak tutulmamalıdır ki, “Allah her şeye yaratılışını verdi ve sonra yol gösterdi (Taha: 50)” ve “Allah'ın üzerinizdeki fazlı ve rahmeti olmasaydı, ebedî olarak içinizden kimse temize çıkamazdı (Nur: 21)” ayetlerinde de belirtildiği gibi, insan haseneye ancak Allah'ın vermesiyle sahip olabilir.
Sözün özü, yaratılış yönüyle kâinatta seyyie yoktur ve her şey Allah'ın yaratmasıdır ve O'nun açısından basenedir ve her hasene Allah'tandır; haseneler hayırdır, hayır O'nun Elindedir ve başkası ona ancak Allah'ın vermesiyle sahip olur. Allah'a seyyie nisbet edilmez, çünkü seyyie insanın kazancıdır, yaratılış yönüyle hasenedir ve Allah'tandır; kulun eliyle kazanması, Allah'ın da hak ettiğini, yani kazandığını vermesidir.
Kur'an'da 'sû" ve 'seyyie' kelimeleriyle bağlantılı ve aynı kökten gelen bir diğer kelime 'sev’at’tır; “başkalarına gösterilmekten hoşlanılmayan yer, ayıp yer, avret yeri” anlamlarına gelmektedir. “Ağacı tadınca çirkin yerleri (sev'ât) kendilerine göründü (A'raf: 22)”; “Ey Adem Oğulları! Size çirkin yerlerinizi (sev'ât) örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik (A'raf: 26)” ayetlerinde insanın başkasına göstermekten utandığı ve fıtraten örtme ihtiyacı duyduğu yerleri anlamında 'sev'ât' kullanılmaktadır; aynı kelime 'elif "harfi kısa olarak, yani 'sev’et' şeklindede geçmektedir ki, bu da 'ceset' anlamındadır: “Derken Allah bir karga gönderdi, ona kardeşinin cesedini (sev'et) nasıl gömeceğini göstermek için yeri eşeliyordu.. (Maide: 31)”.
(Seyyie gerek dünyada, gerekse Ahiret'te başa gelen ve gelecek kötülükler, kötü amellerin hepsi için kullanılırken, genelde 'günah' anlamında ve yalnızca sözcüğün dar anlamıyla 'dinî' nitelikte kullanılan bir diğer kelime de 'zenb'dir). [260]
'Sefh' 'Se-Fi-He' fiilinden masdardır; sözcük anlamı 'bedende hafiflik'tir. 'Zimâmün sefih', (kopu kopuveren yular'; 'sevbün sefih', 'ince ve gevşek dokunmuş elbise' demektir. Bu anlamlarda 'sefh' hafiflik, eksiklik gevşeklik’ anlamından Kur'an'da kavramlaşarak 'her türlü işte aklın hafifliği, düşüncesizlik, önem vermeme, akıl ve din eksikliği, akla ve dine aykırı hareketlerde bulunma' anlamlarını da ifade eder olmuştur. [261]
Münafıklar kendilerini çok üstün akıllı görerek mü'minleri 'sefihler-süfeha olarak görürken, Kur'an asıl 'süfeha'nın münafıklar ve kâfirler olduğunu, çünkü gerçek sefh'in gerçekliği apaçık meydanda olduğu halde İslâm'ı kabul edememekten öte bir anlam ifade etmediği belirtmektedir (Bakara: 13; 142).
İbrahim'in milleti'nden yüz çevirenler ancak ve ancak nefisleri hafif, ciddiyetten ve ciddî düşünceden yoksun, aklı ermez kişiler olabilir (Bakara: 130). Çocuklarını da, rızkın vericisinin Allah olduğunu bilmeden, gerek rızk gerekse daha başka cahili endişelerle öldürenler de akıl ve dinî inançtan yoksun, doğru düşünemeyen kimselerdir (En'am: 140).
Gerek ömürlerini, gerekse mallarını gerektiği yerde kullanamayanlar (eğriyi doğrudan ayıramayanlar da 'sefiht'tirler; Kur'an böylelerine mal verilip devredilmesini yasaklar (Nisa: 5).
İslâm kişinin gerek nefesini, gerek ömrünü, gerekse malını rastgele kullanmasına izin vermez; bu şekilde bir kullanım ancak 'sefihlerin yapacağı bir iştir. Bu bakımdan, kişi sahip olduğu nimetlerin hepsini yerinde ve ölçülü bir biçimde kullanmasını bilmelidir. Gerek ferdî, gerekse sosyal ve ekonomik yönleriyle toplumsal hayatın sağlıklı olmasında en büyük etken 'vaktin ve mal'ın ölçülü kullanımıdır.
İnsanın sahip olduğu her şey Allah'ındır ve insan için bir emanettir. Bu emaneti sefihçe kullanmayan nıü'min gerek kendisi, gerekse ailesi ve gerekse başkaları için harcamada bulunurken (nafaka ve infak) 'vasat' olmayı unutmaz. Bu harcamanın özellikle mal yönünden haddi aşmasına Kur'an'da 'tebzîr denilir. Bu kelime 'Be-Ze-Ra' fiilinden gelir; fiilin anlamı 'tohum ekmek, dağıtmak, ölçüsüz dağıtmak'tır. 'Bezr' 'tohum, nesil' demektir. Fiil 'tefîr babına nakledildiğinde meydana gelen 'tebzir' nasdarı 'tohumu gereken yere atmamak ve böylece onu kaybetmek, karşılığında bir şey alamamak' manasınadır. Bu sözcük anlamından 'malı saçıp savurmak, sefihçe harcamak, gerektiği yere sarfetmemek, az da olsa yararlı yerde değil de, yok olup gideceği yerde harcamak' anlamları çıkmıştır. Bu bakımdan, sözgelimi hak etmeyen kimseye az da olsa mal vermek, infakta bulunulmaması gereken yerlere infakta bulunmak, kısaca malı gerektiği yerde ve şekilde harcamamak 'tebzir’ kavramının, içine girer. [262] “Yakınlığı olana hakkını ver, miskine ve yolcuya da ve gereksiz yere harcama (tebzir); muhakkak ki gereksiz yere harcayanlar Şeytan'ın kardeşleridir; Şeytan'sa Rabbine karşı çok nankördür” (İsra: 26-27).
Ayette de açık olduğu üzere 'tebzir' Allah'a karşı bir nankörlüktür, nimete küfürdür ve bu noktada Şeytan'ın kardeşi olmaktır.
Kur'an'ın dilinde 'vasat' oluşu aşan ve sınır tanımayan eylemlerden biri de 'israf kelimesiyle ifade edilir. 'İsraf her eylemde, her harekette sınırı aşmak, gerek nicelik gerek nitelik olarak vasat olanı geçmek' demektir. Kelime 'Se-Ri-Fe' fiilinin ‘if’âl' babından masdardır.
'İsrafta, başkalarının haklarına el uzatma anlamı açık olmadan, her ne şekilde olursa olsun 'ölçüyü taşırmak, aşırılıkta bulunmak' anlamları vardır. Öncelikle, ölçüsüz biçimde harcamada bulunmak, yemek-içmekle ilgili olarak kullanılır; bu noktada 'tehzille aşağı yukarı eş anlamlıdır:
“Odur çardaklı ve çardaksız bahçeleri, yemişleri çeşit çeşit hurma ve ekinleri birbirine benzer ve benzemez zeytin ve narı meydana getiren. Meyve verdiğinde meyvesinden yiyin ve hasadı zamanında hakkını verin ve israf etmeyin. Doğrusu, O israf edenleri sevmez (En'am: 141).”
“..Yiyin, için ve israf etmeyin, doğrusu, O israf edenleri sevmez (A'raf: 31).”
Gerek miktar, gerekse nitelik olarak ölçüyü kaçırmak, gereğinden fazla yemek, içmek ve harcamak, aynen 'tebzir'de olduğu gibi gereksiz yere az da olsa harcamada ve hattâ “infakta bulunmak, işte bütün bunlar israf kavramının içindedir. Kur'an'da mü'minlerden söz edilirken ‘infak ettiklerinde, israf etmezler ve kısmazlar da (Furkan: 67)” buyurulmaktadır. Gerekli olmayan bir yere yapılan harcama, Allah'a ibadetin gerekliliklerini yerine getirmeyi sağlayacak bedenî gıdayı almanın ötesinde yiyip içme, yerine göre hoş. yemek gibi 'güzel olan harcamalar'ın dışında yapılan masraflar, ne hacet ne de güzel(husn) olmayan yararsız, boş yere ve gayr-ı meşru harcamalar ve ihtiyacın ötesinde ve hakkı olmayan alanlara akıtılan nimetler israfa girer. [263]
İsraf, yukarıda belirttiğimiz gibi yalnızca malı harcamalardaki aşırılığı değil, bütün eylemlerde vasat sınırı aşmayı da ifade etmektedir. Sözgelimi, Kur'an'da Lût kavmi 'müsrif bir kavim olarak nitelendirilir. Bunun nedeni de, fıtrî bir ihtiyaç olarak şehvetlerini giderme yolunda Allah erkekler için kadınları yarattığı ve onları nikâhla 'tohum atılan bir tarla' kıldığı halde Lût Kavmi'nin bu sınırı aşarak, meşru ve fıtrî olmayan yollara yönelmiş olmasıdır.
“Lût'u da (gönderdik). O zaman kavmine dedi: “Sizden önce alemlerde kimsenin yapmadığı fuhşu mu yapıyorsunuz? Siz kadınları bırakıp şehvetle erkeklere gidiyorsunuz. Evet, siz israfçı (müsrif) bir kavimsiniz (A'raf: 80-81).” Kur'an gerek Firavun'u, gerekse Salih (a)'in kavmindeki zorbaları da 'müsrif olarak niteler. Firavun ve bu zorbalar Allah-a kul olmaları ve O'nun hükümleri doğrultusunda davranmaları gerektiği halde, kendilerine çizilen şuurları aşıp hem Allah'a şirk koşuyor, hem insanlara zulmediyor, haksız yere yeryüzünde büyüklenip Allah'ın Yolu'nda gitmek isteyenleri bu yoldan alıkoyuyor ve yeryüzünde fesat çıkarıyorlardı (Taha: 33, Şuara: 151).
Kur'an kısasta “öldürmede israfta bulunulmamasını” emreder (İsra: 33). Cahiliyye devrinde bir kabileden bir kişi öldürüldüğünde karşılığında o kabile o insanı değil de, mensup olduğu kabilenin kendi ölçülerince daha şerefli bir ferdini öldürür veya bir kişi yerine bir kaç kişiyi öldürürler, kan davaları çıkar, kısaca kısasta tam bir karşılık esas olduğu halde öc duygusuyla bu karşılık ilkesine uyulmazdı. İşte, bu tür bir davranış da 'israftır; sözgelimi, köleye karşı bir hür veya bir kişiye karşı iki veya üç kişi öldürülürse bu 'israf olur.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi 'israf hemen her ölçüsüz ve aşırı eylem için kullanılır. “Rabbimiz! Günahlarımızı ve işimizdeki israfımızı bağışla (A.. îmran: 147)” ayetinde bu durum açıktır.
Ölçü tanımamak küfre kadar varan bir eylemdir; bu bakımdan israfın Kur'an'da müşrikler ve kâfirlerin tabiî nitelikleri olarak kullanıldığını görmek de mümkündür:
“İnsana zarar dokunduğunda yan üstü, oturarak veya ayakta bize dua eder; kendinden zararım kaldırdığımızda ise sanki kendine dokunan bir zarardan dolayı bize dua etmemiş gibi geçer gider. Müsrif ler'in yaptıkları işte böyle süslenip püslenir (Yunus: 12).”
İişte böyle” dedi, “sana ayetlerimiz geldi de sen onları unuttun; bugün de böyle unutulursun. İsraf eden'i ve Rabbi'nin ayetlerine inanmayanı işte böyle cezalandırırız. Elbette Ahiret azabı daha çetin ve daha kalıcıdır (Taha: 126-127).”
“... Şüphesiz Allah müsrif ve alabildiğine yalancıyı yola iletmez (Mü'min: 28).”
“Siz beni Allah'a küfretmeğe ve hakkında yanımda ilim olmayan şeyle O'na şirk koşmaya çağırıyorsunuz; bense sizi aziz ve çok bağışlayıcı olana çağırıyorum... Dönüşümüz muhakkak Allah'adır ve doğrusu müsrifler ateş halkı olanlardır (Mü'min: 42-3).” [264]
Kur'an'ın terminolojisinde en fazla kulanılan kavramlardan biri 'zulm' ve türevleridir. 'Nur'u anlatırken de belirttiğimiz gibi, önsüz ve sonsuz ve mutlak ve hakk tek varlık olarak Allah'ın bulunduğunu, bunun dışındaki varlıkların 'hakikat'ını Allah'tan aldığını, dolayısıyla Allah'ın Nur ismine sahip olup, diğer varlıkların nurlarınınsa Allah'ın nuru'ndan olduğunu belirtmiştik. Şu halde, Allah mutlak varlık, yani mutlak var olan olarak Nur'dur, nur sahibidir. Varlığın zıddı olarak bir de 'yokluk' düşünülür ki - bu ancak zihinlerde ve düşüncededir- işte 'yokluk' 'karanlık'tır, 'nursuzluk, ışıksızlık'tır. Demek oluyor ki, (Var olma' 'nurlu' olmayı gerektirirken, yokluk da 'karanlığı' ifade etmektedir. Bu, adeta bir gölge alemi olan kâinatta da kendini gösterir. Ay kendinden 'ışıklı' olmadığı halde, Güneş' in ışığını aldığı zaman 'ışıklı' görünür; aynı şekilde, geceleyin renkler görülmez, yeryüzü Güneş'in gündüz doğrudan, geceleyin de Ay aracılığıyla ışığını almadığında her yer karanlıktır ve göz görebilir, ne de görülecek bir nesne görülebilir. Diyebiliriz kî, varlık Nur iledir ve' Mutlak Varlık Mutlak Nur, karanlıksız Nur'dur, yokluksa karanlıktır, yani nurlu olmama durumudur. İşte, 'zulm' kavramının temel nosyonu 'yok olma' ve dolayısıyle 'karanlık' olma halidir. [265] Kur'an-ı Kerim'de 'zulm'ün temeli olarak 'karanlık' kullanılır ve 'karanlık' anlamındaki 'zulm'le, 'ışık/ışıklı' anlamında 'nur' birbirinin zıddı olarak zaman zaman karşılaştırılır;
“Ya da gökten boşanan, içinde zulüma.t (karanlıklar), gök gürlemesi ve yıldırımlar bulunan bir yağmur(a tutulmuş) gibi.. (Bakara: 19).”
“Hamd gökleri ve yeri yaratan, zulümatı ve nuru var kılan Allah içindir (En'am: 1).”
“Düşen bir yaprak - ki mutlaka onu bilir - yerin zulümatı içine gömülen tane, yaş ve kuru hiç bir şey yoktur ki, apaçık bir Kitap'ta bulunmasın (En'am: 59).”
“Sizi annelerinizin karnında üç zulümat içinde yaratmadan yaratmaya geçirerek yaratmaktadır (Zümer: 6).”
“Zulümat'la nur bir olur mu? (Ra'd: 16)” Allah mutlak ve hakk varlık ve dolayısıyle nur olduğundan, O'ndan gelen şeyler de 'nur'dur; O'nun insanlar için çizdiği yol, koyduğu din nurdur. Bunun dışında, hakk'tan nasibi olmayan ve 'helak', yani yokluk ve yokluk anlamındaki hayaller peşinde koşanların yolları, icat ettikleri dinler 'zulmet'tir, yani karanlıktır. Allah'ın Dini nur şualarından oluşur, onlarla insan kendi yokluk ve hayal karanlıklarından varlık .ve hakikat aydınlıklarına çıkar; 'basiret' konusunda da söylediğimiz gibi, insandaki karanlıkları gideren bu şualar, güneş doğunca karanlıkların yok olup gözün görmeğe başlaması gibi kalbin gözünü (basar) açar ve onu görür hale getirir. Karanlıklar, nura çekilmiş hayal ve vehim perdeleri gerisinde yaşayan insanlar her ne kadar baş gözleri açıksa da, Allah'tan gelen ışıkları alamadıklarından sürekli bir karanlık ve körlüğün içindedirler. İşte, kalbini Allah'ın Nur'una açan insanları öncelikle karanlıklardan ışığa çıkaran Allah'tır ve Allah'ın izniyle O'nun görevlendirmiş olduğu elçileridir.
“Körle gören, yahut karanlıklar( zulümat) la nur bir olur mu?(Ra'd: 16”)
“Allah mü'minlerin velisidir, onları zulümat'tan nur'a çıkarır; kâfirlerin velileri ise Tağut'tur, onları nur'dan zulümat'a çıkarır (Bakara: 257).”
“Ey Ehl-i Kitap! Muhakkak size kitaptan gizlediğiniz şeylerin çoğunu açıklayan ve çoğundan da geçen elçimiz geldi. Gerçekten size Allah'tan bir nur ve apaçık bir kitap geldi. Allah onunla rızasına uyanı selâm yolarına iletir ve onları izniyle zulümattan nura çıkarır ve onları dosdoğru bir yola iletir (Maide: 16).”
“Andolsun, biz Musa'yı 'kavmini zulümattan nura çıkar ve onlara Alah'ın günlerini hıatırlat' diye ayetlerimizle gönderdik (İbrahim: 5).”
“Ayetlerimizi yalanlayanlar zulümat içinde kalmış sağır ve dilsizdirler (En'am: 39).”
Münafıklar da zulümat içindedirler; yollarını şaşırmış, kâh oraya kâh buraya yalpa vurur halde, arasıra parlayıp sönüveren ışığın aydınlığında yol bulmaya çalışan kör, sağır ve dilsizdirler:
“Ateş yakmak isteyen biri gibidir onlar. Çevresini aydınlatır aydınlatmaz Allah nurlarını giderdi ve onları zulümat içinde görmez halde bıraktı. Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, artık dönmezler (Bakara: 17-18).”
Zulümat insanın kendisini Nur'dan hayal, vehim ve zan, yani yokluk perdeleriyle perdelemesi sonucu oluşur. Nur'un ulaşmadığı yer elbette karanlıktır. Karanlıkta kalan insan neyi nasıl yapacağını ve neyi nereye koyacağını bilmez. Hem kör, hem sağır olarak el yordamıyla hareket eder; bazılarını çiğner, bazılarını iteler, bazılarını öldürür; kendine ait olmayan sahalara girer, yapılmaması gerekenleri yapar... Ve, bütün bu yaptıklarının zararı öncelikle kendisinedir. Başkalarına da dünya hayatında bir zarar veriyor görünse de, asıl zarar kendisinedir ve başkasına verdiği zararın karşılığını da görecektir.
Arapça dil bilginleri, yukarda yaptığımız açıklamalardan da ortaya çıkacağı gibi, 'zülm'ü 'bir şeyi kendine ait olan yerin dışına koyma; gerek eksiklik, gerek fazlalık, gerekse zaman ve yer bakımından saptırma' olarak tanımlamışlardır. Sözgelimi, 'zalemte's-sikae' 'sulamayı şaşırdın, vaktinde yapmadın', 'zalemte'l-arz' 'arza zulmettin', yani, 'kazılmaması gereken yeri kazdın' demektir. Bu şekilde, kazılmaması gerektiği halde kazılan yere "mazlume', buradan çıkan toprağa da ‘z-lîm' denilir. [266]
Demek ki, zulüm 'yerli yerine koymamak, yer zaman, nicelik ve nitelik olarak yanlışlık ve sapkınlıkta bulunmak, akıntısındaki hakkı saptırmak, az olsun çok olsun tecavüzde bulunmak' anlamlarına gelmektedir. Bu bakımdan, Adem (a)'ın Allah'ın yasağını dinlemeyip Şeytan'a uyarak ayağının kayıp da yasak ağaçtan yemesine Kur'an 'zulm' dediği gibi, İblis'in Alah'ın emrine karşı gelip, karşı gelişinde bütün inadıyla diretmesine de zulm denilir. İşte, en büyüğünden en küçüğüne kadar insanın gerek Allah'a, gerek başkalarına, gerekse kendine karşı her türlü yanlış, yersiz, zamansız, eksik ve fazla hareketi zulm kavramının içine girmektedir. Zulm'ün bazısı affedilebildiği gibi, bazısı da kesinlikle azabı, hem de ebedî azabı gerektirir, afsa tevbeye bağlıdır:
“Kim zulmettikten sonra tevbe eder ve halini düzeltirse, Allah da tevbesinı kabul eder(Maide; 39)”.
“Biz hiç bir rasûlü Allah'ın izniyle itaat edilmekten başka bir şeyle göndermedik. Eğer onlar nefislerine zulmettiklerinde sana gelseler, Allah'tan bağışlanma düeseler ve Rasûl de onlar için bağışlanma dileseydi, muhakkak Allah'ı tevbeyi ne çok kabul eden ve ne çok merhametli bulurlardı” (Nisa: 64).
“Ve onlar bir fahişe işledikleri veya nefislerine zulmettiklerinde hemen Allah'ı hatırlayıp günahlarının bağışlanmasını dilerler. Günahları da Allah' tan başka kim bağışlayabilir? Ve onlar bile bile yaptıklarında ısrar etmezler” (A. İmran; 135).
“İnsanlardan Allah'tan başka denkler tutup, onları Allah'ı sever gibi seven vardır. İman edenlerinse Allah'a sevgisi daha güçlüdür. Zulmedenler azabı gördüklerinde kuvvetin bütünüyle Allah'a ait ve Allah'ın azabı şiddetli olan olduğunu görselerdi” (Bakara: 165).
“Küfredenlerin kalplerine hakkında delil indirmediği şeyi Allah'a ortak tanıdıklarından korku salacağız; varacakları yer Cehennem'dir onların. Zalimlerin varacakları yer ne kötüdür!” (A. İmran: 151).
“De: “bakmaz mısınız kendinize, Allah'ın azabı size ansızın veya açıkça gelse, zalimler kavminden başkası mı helak olur? (En'am; 47).” Kur'an'da rasûllerin helak edilen kavimlerinin hepsi zalim kavimler olarak geçer:
“Nihayet emrimiz gelince Salih'i ve beraberindeki inanmış olanları katımızdan bir rahmetle hem de o günün zilletinden kurtardık.. Zulmedenleri de o korkunç ses yakaladı, yurtlarında çöküp kaldılar (Hud: 66-67).”
“Emrimiz gelince, Şuayb'ı ve beraberindeki inanmış olanları katımızdan bir rahmetle kurtardık ve zulmedenleri o korkunç ses yakaladı da, yurtlarında çöküp kaldılar” (Hud: 94).
Verdiğimiz ayetlerden de anlaşılacağı gibi, zulm 'şirk'i de içine alan bir. kavramdır; çünkü İlâh, Rabb ve Melik olma Allah'ın hakkıdır ve insanın yalnızca Allah'ı rabb, ilâh ve melik olarak tanıması gerekir. Bu birinci derecedeki hakkı sahibine vermeyen insan birinci derecede, yani en büyük zalimdir ve Şirk Kur'an'ın belirttiği gibi 'en büyük zulüm'dür:
“Allah'a şirk koşma, muhakkak şirk büyük bir zulmdür” (Lokman: 13).
Bu anlam bir başka şekilde, 'Allah'a yalan iftirada bulunmak, indirmediğine indirdi, indirdiğine indirmedi demek, emrini ve yasağını ve Kitap'ta bildirdiklerini gizleyip değiştirmek, ayetlerinden yüz çevirmek, mescidlerde Adı'nı anılmasını yasaklamak ve insanları bundan alıkoymak' olarak geçer:
“De: “Şahitlik olarak hangisi daha büyüktür?” De:
“Allah benimle aranızda şahittir ve bana sizi ve ulaştığı kişiyi kendisiyle uyarayım diye bu Kuran vahyolunuyor. Siz misiniz Allah'la beraber daha başka ilâhlar olduğuna şehadet edenler?” De: “Muhakkak O ancak tek bir ilâhtır ve ben sizin ortak koştuklarınızdan uzağım.” Kendilerine kitap verdiklerimiz oğullarını tanıdıkları gibi onu tanırlar; kendilerini ziyana sokanlar, işte onlar, inanmayanlardır. Allah'a yalan iftira atan veya ayetlerini yalanlayandan daha zalim kim olabilir? Muhakkak şu ki, zalimler iflah olmaz” (En'am: 19-21).
“İbrahim, İsmail, İshale, Yakup ve Torunlar'ın yahudi veya hristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz? “Siz mi daha iyi biliyorsunuz, yoksa Alah mı?” de. Yanındaki Allah'tan gelen şehadeti gizleyenden daha zalim kim olabilir?” (Bakara: 140).
“Allah'ın mescitlerini orada Adı'nı anılmaktan alıkoyan ve onların harap olmasına uğraşandan daha zalim kim olabilir?” (Bakara: 114).
“Kendisine Rabbi'nin ayetleri hatırlatılan ve sonra onlardan yüz çevirenden daha zalim kim olabilir?” (Secde: 22).
Ayetlerden anlaşıldığı üzere, Şirk en büyük zulüm, müşrik de en büyük zalimdir. Bunun dışında, zulm kavramı günlük dilde daha çok insanlar arasındaki haksızlıkları ifade için kullanılmaktadır. Kavram, bu şekliyle de Kur'an'da çok geçer. Sözgelimi, faizli muameleler zulümdür (Bakara: 279); yetimlerin mallarını haksız yere yemek zulümdür (Nisa: 10); yeryüzünde fesat çıkarıp refahla şımarmak zulümdür (Hud: 116); karşılıklı ilişkilerde Allah'ın çizdiği şuurların dışına taşmak zulümdür (Bakara: 229); haksız yere bir cana kıymak zulümdür (Maide: 29); insanlar arasında hüküm verme mevkiine geçildiğinde, bu mevki ister küçük ister büyük olsun, Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmetmemek zulümdür (Maide: 45)..
İmam-ı Ali “zulmün iki öğesi vardır, zalim ve mazlum; zalim zulmettiği için, mazlum da zulme rıza gösterdiği için zalimdir” der. Kur'an-ı Kerim'de de “Ne zulmedersiniz, ne de zulme uğrarsınız” buyurulmaktadır (Bakara: 279). Şu halde, zalimin zulmüne rıza gösteren ve onu zulmünden alıkoymayan insanlar da zulmde ortaktırlar. Allah, sözün bağrılıp çağrılarak söylenmesini hoş görmediği halde, zulme uğrayanın bunu açıkça ve her yerde söylemesine izin vermiştir. Bunun da ötesinde, mü'minleri överken, onların bir zulme uğradıklarında elele verip yardımlaşarak zalime karşı çıktıklarını ve zulmü defettiklerini belirtir:
“Ancak iman edip salih ameler işleyenler, Allah'ı çok zikredenler ve zulme uğradıktan sonra yardımlaşanlar başka”(Şuara: 227).
“Allah kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez, ancak zulme uğrayan hariç (zulme uğrayan kimse feryat edip, zalimin kötülüğünü söyleyerek ona beddua edebilir) Nisa: 148).”
Burada şu noktayı belirtmemiz gerekiyor ki, özellikle İslâm'ın tebliğinde ve insanlarla olan ferdî ilişkilerde, kişinin kendisine yapılan ve yalnızca kendine dokunan kötülüğün cezasını verebilecekken bağışlaması, af yolunu tutması, cahiller kendine dokunduklarında vakarını ve keremini bozmaması da övülmekte, böyle davranıldığında kötülük yapanın adeta sıcak bir arkadaş gibi oluvereceği belirtilmektedir (Şura: 40, 43, A'raf: 199, Furkan: 63, Ra'd: 22) (kötülüğü iyilikle savarlar); Mü'minûn: 96 (kötülüğü en güzel olanla sav). İnsan gerek Allah'a şirk koşmak, gerekse O'nun hükümlerini yerine getirmemekle Allah'a hiç bir şekilde zarar veremez; başkalarına yapılan zulüm dahi gerek 'kısas' yoluyla, gerekse geçici otoritenin gözünden kaçtığında dünyada ve/veya Ahiret'te Allah'ın cezalandırması yoluyla yine kendine döner. Bu bakımdan, insanın işlediği her türlü zulüm temelde kendinedir ve insan böylece kendi kendine zulmetmektedir:
“İçlerinden sana kulak veren var: Akletmiyorsa sağırlara sen mi duyuracaksın? İçlerinden sana bakan var. Görmüyorlarsa, körleri sen mi yola getireceksin? Allah hiç bir şekilde insanlara zulmetmez, fakat insanlar kendilerine zulmetmektedirler (Yunus: 42-44).”
Bu ayet zulmü çok net bir biçimde ortaya koymaktadır, Allah'ın ve Rasûl'ün hayat veren çağrılarına kulak asmayan, kulakları varken onları duymayan, gözleri varken görmeyen, akletmeyen, kör, sağır ve ölüler zulm, yani karanlık içindedirler; çevrelerinde ördükleri karanlıklarda ne yaptıklarını bilmeden gezinmekte ve başlarına ne geliyorsa bu karanlıklar yüzünden gelmektedir. O halde, onlar kulaklarını tıkayıp, gözlerini kör etmekle kendi kendilerine zulmetmekte, kendi karanlıklarını kendileri oluşturmaktadırlar,
“O zaman Musa kavmine dedi; “Ey kavmim! Buzağıyı ilâh edinmekle muhakkak siz kendinize zulmettiniz, Barinize tevbe edin ve nefislerinizi öldürün..” {Bakara.: 54).
Ayetin de ortaya koyduğu gibi, Şirk koşmakla insan kendini karanlığa atmaktadır. Bu karanlığı dağıtmanın yolu da Allah'a tevbe edip O'nun ayetlerine kulakları ve gözü açmak, zulme neden olan nefsin hayal ve zanlarını yok etmek, ya da insanları şirke ve zulme sürükleyen. en büyük zalimleri ortadan kaldırmaktır.
“Bu dünya hayatında harcadıklarının durumu tıpkı dondurucu rüzgâr gibidir, kendilerine zulmeden bir kavmin ekinine vurdu da, onu felâk etti. Allah onlara zulmetmedi, fakat kendilerine zulmediyorlardı” (A. İmran: 117).
Ayet, çok çarpıcı bir benzetmeyle Allah'a isyan eden ve başkalarına zulmeden insanların zulümlerinin nasıl geri kendilerine döndüğünü ortaya koyuyor. Cezası en çabuk ve hattâ daha dünyadayken verilen suçlardan biri ve en önemlisi özellikle başkalarına yapılan zulmdür. Kur'an bu konuda her zalimi titretecek bir ifadeyle şöyle der:
“Zulmedenler nasıl bir devrimle devrileceklerini bileceklerdir” (Şuara: 227). [267]
'Ta-Gâ' 'sınırı aşmak, isyanda ve karşı çıkışta fazla ileri gitmek, haddi tecavüz etmek’ demektir. 'Tağvâ' ve 'Tuğyan' bu fiilin masdandır.
Kur'an'da da geçtiği üzere, “Su tuğyan ettiğinde (kabarıp taştığında) sizi akıp giden(gemi)de taşıdık” (Hakka: 11) ifadesinde olduğu gibi, suyun kabarıp taşmasına, yatağından çıkıp kenarlarını aşmasına 'tuğyan' denilir; bu şekilde taşan ve her yeri kaplayan şeye de Kur'an'da 'tağıye' adı verilmektedir ki, Semud kavmini helak eden korkunç ve soğuk fırtınayla birlikte gelen zelzele hakkında kullanılmaktadır (Hakka: 5).[268]
İnsan belli nimetlere kavuştuğu ve kendisini başkalarından müstağni zannetiği, kendisinde istediğini yapabilecek bir güç, bilgi ve yetenek vehmettiği zaman artık Allah'ı da unutur; gerçek kudret, ilim ve dilediğini dileme ve yapabilme güç ve iradesine sahip olanın yalnızca Allah olduğunu aklından çıkarır. Bu durum insan için tuğyan'a. açılan bir kapıdır; artık dilediğini yapar, hak, hukuk ve hiç bir sınır tanımaz. Allah'a ortak koşmaya, nefsini O'nun yerine geçirip heva ve heveslerinin peşinden gitmeğe girişir. İşte, bu hal tuğyan halidir ve bu tür insanlar da Kur'an'ın diliyle taği dir.’
Kur'an Firavun'un, Nuh.kavminin, Semud kavminin ve daha başka üzerlerine Allah'ın gazabının hak olduğu kavimlerin durumlarını tuğyan kelimesiyle açıklar. Bunlar, yukarıda belirttiğimiz gibi kendilerini yeryüzünün en büyük ve istediklerini istedikleri biçimde yapabilecek gücü olarak görüp tam bir istiğnanın içine girmişler ve “Hayır, insan tuğyankârlık eder, kendini müstağni görmekle” (Alâk: 6-7) ayetinde de belirtildiği gibi, tuğyan'ın içine dalmışlardır. Semud Kavmi bağlarda, bahçelerde, çeşme başlarında ve hurmalıklar arasında zevk ve safa içinde yaşayıp müsriflerin emrine itaat etmekle ve Salih (a)'ın uyarmalarına kulak, tıkayarak Allah'ın ayetlerine yüz çevirip, O'na şirk koştukları yetmiyormuş gibi bir de Salih'in peygamberliğine 'ayet' olarak istedikleri deveyi boğazlamakla (Şuara:146-157); Ad kavmi ebedî hayat umuduyla köşkler dikip boş şeylerle uğraşırken, yakaladıklarını zorbaca yakalar ve yeryüzünde fesat çıkarırken Hud(a)'ın çağrısına uymayarak Allah'a şirk koşmakta devam etmekle, (Şuara: 128-130); 'en zalim ve en tuğyankâr' olarak nitelendirilen Hz. Nuh'un kavmi (Necm: 52) kendilerini üstün görüşlü ve mü'minleri de ayak takımı olarak değerlendirmeleri, Hz. Nuh'u taşlamakla tehdit etmeleri ve bir an önce kaçınmaya çağırdığı azabı getirmesini istemeleri, çağrısına kulaklarını tıkayıp kibirli kibirli ayak diremeleri, büyük büyük tuzaklar kurup taptıkları sözde tanrıları bırakmamalarıyla (Hud: 27, 32, Şuara: 111, 116, Nuh: 7, 22-3) “Şehirlerde tuğyanda bulunmuş ve fesadı artırmış” oluyorlardı (Fecr: 11-12). Aynı şekilde Firavun da İsrail Oğulları'na akla gelmedik zulümler yapıyor, erkeklerini boğazlatıp kadınlarının ırzlarını kirlettiriyor, Hz. Musa'nın çağrısına sağır kesilip Allah'a şirk koşuyor ve kendisini insanların en büyük Rabbi ilân ediyordu.
Tuğyankâr insanların özellikle elebaşıları ve önde gelenleri kendi tuğyanlarını haklı göstermek ve insanlar üzerinde rabbleşip onların dünya hayatlarını düzenlemek için belli hükümler korlar; böylece diğer insanlar da bunların koydukları hükümleri kabul eder, Allah'ın hükmünü bırakır, tuğyankârlıkların hükümleriyle muhakeme olunmak ister ve böylece tuğyankârlara hem ibadet etmiş, hem de onları velî edinmiş olurlar, îşte, Kur'an bunlardan birinci tür, yani tuğyankâr ve başkaları üzerinde rabbleşip tuğyanlarını haklı çıkarmaya, dünya hayatını yönlendirip yeryüzünün rabbi kesilmeye girişen insanlara Tağut der. [269] Bu kelimenin tekili de çoğulu da aynıdır; yani Tağut bir yerde bir tane olabildiği gibi, işbirliği içinde birden fazla da olabilir. Tağut kendisini velî edinenleri nur'dan zulümat'a çıkarır; kendisi zulümat, yani karanlıklar içinde olduğu için kendi peşinden gidenleri de başaşağı bu karanlıkların içine yuvarlar (Bakara: 257). Böylece, Tağut'un peşinde gidenler onu velî edinmekle ona ibadet etmiş (Maide: 60) ve Allah'a imandan önce 'lâ-hayır' kılıcıyla Tağut'a, küfretmeleri, onu tanımamaları gerekirken onun koyduğu hükümlerle muhakeme olunmak istemekle Allah'a küfretmiş ve Tağut'a, iman etmiş olurlar (Nisa: 60). Artık, karanlıkları yırtıcı birer ışık olan Kur'an ayetleri böylelerinin ancak tuğyan ve küfrünü artırır (Maide: 64). Böylelikle, şirk toplumunun üzerine oturduğu üçlü de (Tağut, onun tanrısı olan nefsi, heva-hevesi ve yardımcılarıyla Tağut'a ibadet edenler) tamamlanmış olur ve yapı olarak rasûl(imam) ve mü'minlerden oluşan, ama temelde mutlakhakim olarak bir Allah'ta birleşen Tevhid toplumunun yerini alır veya karşısına geçer.
Tuğyan insanı azaptan kurtarmaz ve tuğyankârların varacağı yer de Cehennemdir (Sad: 55, Nebe': 22). [270]
'Cürm' 'Ce-Ra-Me' fiil kökünden masdardır. Aslı, ‘meyveyi ağaçtan koparmak' demektir. 'Racülün carimün - koparan kişi, kavmün ciramün - koparan topluluk, semenin cerimün - koparılan meyve' ifadeleri sözcüğün değişik kullanım biçimlerine örnektir. Koparılan hurmanın kalanına 'cüramet(ün), denilir. Fiilin bir diğer masdarı 'cem'dir. Dört harfli (rubaî) fiil baplarının ilki olan 'if'âl' babındaki 'ecrame' 'cerm sahibi olmak, yani koparılan meyveye sahip olmak, kopartmak' anlamındadır; aynı şekilde Arapça'da 'meyve sahibi olmak, meyve verdirmek' anlamındaki 'esmera', 'hurma almak, hurma verdirmek' anlamındaki 'etmera' ve 'süt almak, süt verdirmek, süt edinmek' anlamındaki 'elbene'nin yapı ve kullanışları da 'ecrame' gibidir. Bu noktada 'ecrame' 'övülür olanın dışında her türlü kötü kazanç,' kendisi ve ailesi için kötü yolardan, yasaklanan yollardan kazanma' şeklinde genel bir kullanım biçimine bürünmüştür. Fiilin 'üçlü’ halinin 'cürm' şeklinde gelen masdarı da 'suç, yasaklanan yerlerde bulunma, kötü yollardan kazanma' anlamında kullanılmaktadır. Aynı şekilde, 'ecrame'nin masdarı 'icram' da 'suç, kötü yaptırım, kendisi ve ailesi için kazancıyla günaha girme’ demektir. Bu şekilde davrananlaraysa 'mücrim' denilir. [271]
Kur'an'da sözcük daha çok 'dörtlü' babın değişik yapılarıyla geçer; en fazla mücrim şekli kullanılırken, fiil hali olan 'ecrame'yle masdar şekli 'icram' da kullanılır. Sözcük bu şekilleriyle Kur'an'da kavramlaşmış ve belli bir nosyon ifade eder duruma gelmiştir. Artık, 'icram’ 'yasaklanmış davranışlarda bulunarak günah kazanma, azap kazanma’, 'mücrim'se 'haram eylemlerde bulunan, yaptıklarıyla azabı ve Cehennem'e, cezayı hak eden' anlamında belli bir konuma sahip bulunmaktadır.
Müşrikler Hz. Peygamber(S.A.V.)' “Kur'an'ı kendi uyduruyor, sonra da bu 'Allah'tandır' diye bizi kandırmaya çalışıyor” diyorlardı. Kur'an tabiî olarak bunu reddederken, bu şekilde bir uydurma işinin de, Kur' an'ın Allah'tan olduğu doğruyken çeşitli bahanelerle ona inanmayıp, Rasûl'ü Ekrem'e iftira atmanın da 'icram' kavramına girdiğini ifade etmektedir:
“Yoksa “onu uydurdu” mu diyorlar? “Eğer uydurmuşsam 'icram'ım banadır ve ben sizin 'icram ettikleriniz'den (mimma tecrimûn) uzağım” de (Hud: 35).”
Müşrikler bu tür davranışlarıyla 'icram'ûs. bulunmakta, yani durmadan 'azap ve ceza' kazanmaktadırlar.
Tüm müşrik kavimler ve müşrik kişiler davranışlarıyla sürekli 'cürm' işlemekte, yani 'icram'da, bulunmaktadırlar; kazançları azaba yöneliktir; yasaklanan işlerde bulunmakta, haram bölgelerde gezinmekte ve Cehennem'e doğru yol almaktadırlar. Kur'an bu noktada Mekke müşriklerine (Yunus: 50), Lût(a)'ın kavmine (A'raf: 84), kısaca “Yeryüzünde gezin de, mücrim' lerin sonu ne oldu bir bakım” (Nemi: 69) ayetinden de anlaşıldığı gibi, helak edilen müşrik kavimlerin hepsine 'mücrim' demektedir. Bunların 'icram'larını Kur'an bir başka şekilde şöyle anlatır:
“Biz de üzerlerine (Firavn kavmine) ayrı ayrı ayetler olarak tufan, çekirge, haşerat, kurbağalar ve kan gönderdik; ama yine de büyüklük tasladılar ve mücrim bir topluluk oldular (A'raf: 133).”
“Sizden önceki nesillerden hayra yarar faziletli kimselerin yeryüzünde fesattan men etmeleri gerekmez miydi? Kendilerinden kurtardığımız pek azı hariç. Zulmedenler kendilerine verilen refahın peşine düşüp şımardılar ve mücrimler oldular (Hud: 116).”
Allah'ın ayetlerini yalanlayanlar da 'mücrim'dirler (Mürselât: 45-6). Onların, bütün mücrimlerin sonunda varacakları yer Cehennem'dir:
“Bugün ayrılın ey mücrimler(Yasin: 59). “Kim Rabbi'ne mücrim olarak gelirse, onun için muhakkak Cehennem vardır; orada ne ölür, ne de yaşar (Taha: 74).”
Kur'an'da zaman zaman bu sözcüğün 'üçlü fiil şeklinin te'kidli hali de gelir, bunu daha çok 'yecrimenne' şeklinde görüyoruz ki, 'sevketme, (kötü) bir kazanç getirecek (kötü) eyleme itme, kötülüğün yükünü yüklenmeğe yöneltme' demektir:
“Bir kavme karşı duyduğunuz kin sizi adalet yapmamaya itmesin{la yecrimenneküm) (Maide: 8).”
“Ey kavmim.' Bana olan düşmanlığınız, buğzunuz, karşı çıkışınız Nuh Kavmi, veya Hud Kavmi ya da Salih'in kavminin başına gelenin mislini sizin de başınıza getirtmesin(lâ yecrimenneküm) (Hud: 89).”
Fücur ve facir sözcükleri 'Fe-Ce-Ra’ fiilinden gelir; biri masdar, diğeriyse 'ism-i fail'dir.
'Fe-Ce-Ra' 'bir şeyi genişliğine yardı' demektir. 'Feccera'da hemen hemen aynı anlam ve kullanışta olup, 'infecera' ve 'tefeccera' şekilleriyse 'yarılmak, açılmak' anlamındadır. [272]
“Yeri kaynak kaynak açtık(feccarnâ) da su takdir olunmuş bir emr üzere birleşti (Kamer: 12).”
“Aralarından da bir ırmak açtık, akıttık (feccernâ) (Kehf: 33).”
“Dediler; “Sana asla inanmayız yerden bizim için bir göze açıp fışkırtmadıkça(tefcüra); veya hurmalardan ve üzümlerden oluşan bir bahçen olmalı ve aralarından ırmaklar açıp akıtmalısın (tefcüra) (İsra: 90-91).”
“... Asanla taşa vur” dedik. Bunun üzerine ondan on iki göze fışkırdı (infecera) (Bakara: 60).”
“Taşın öylesi vardır ki, kendinden ırmaklar yarılıp fışkırır (yetefecceru) (Bakara: 74).”
Aynı fiilin 'üçlü' halinin bir diğer masdar şekli olan 'Fücur’ 'örtüyü, özellikle utanma veya daha kesin bir deyişle din, diyanet örtüsünün yarıp açmak' demektir. Diyanet örtüsünü bu şekilde yırtıp atan kişiye 'tacir’ denilir; çoğulu 'füccat veya 'fecerat(ün)'dür.
'İman' ve 'takva'yı anlatırken de belirteceğimiz gibi, 'takva'nın aslı korunmak ve sakınmak olup, bir bakıma 'din, diyanet örtüsü'nü örtünmektir. Takva imanda ulaşılması gereken mertebelerden biri olduğu gibi, imana girişin de ilk kapısı, dinin ilk örtüsü, bir bakıma 'zar'ı durumundadır: “İman. edip salih amelerde bulunanlara ittika edip (çekinip, sakınıp, örtü altına girip) iman ettikleri ve salih amelerde bulundukları, sonra ittika edip (ikinci bir örtünür altına girip) iman ettikleri, sonra ittika edip (üçüncü bir örtünün altma girip, örtüyü kalınlaştırıp yırtılmaz hale getirdikleri) ihsanda bulundukları zaman (daha önce) yediklerinden dolayı bir günah yoktur (Bâksaa,: 93).” İşte, İslâm üç dereceli bir iman ve takvadır. Fücur ise özellikle birinci derecedeki takva'nın zıddı olarak 'açılmak, perdeyi yırtmak, üzerinden örtüyü kaldırmak’ demektir. Perde açılıp örtü kalktığında, daha doğrusu yırtıldığında insan her türlü kötülüğü işleyebilecek bir durumdadır demektir:
“Andolsun nefse ve onu düzenleyene. Ona fücurunu da ilham etti, takvasını da. Muhakkak kurtuldu onu temizleyen; ve muhakkak kaybetti onu kirletip örten (Şems: 7-10).”
Nefs her ne durumda olursa olsun örtülür; onu takva elbisesiyle örten (nitekim bir hadiste de “îman çıplaktır, elbisesi takvadır” buyurulmaktadır) onu kirlerden temizlemiş, temiz tutmuş olurken, takva elbisesini yırtan (facir)sa onu fücur kirleriyle örtüp kurtulmaz bir hale getirmiş demektir.
Fücur küfr'e açılan kapıdır ve facirîn yaptığı işlerle kâfir'in yaptıkları birbirinden farksız değildir; şu kadar ki, sözcüğün dar, yani ahlâksızlık yapmak, hiç bir 'fahşa'yı işlemekten çekinmemek anlamıyla her kâfirde fücurun her şekli bulunmayabilir, fakat mü'min de hiç bir zaman facir olamaz, çünkü fücur küfr'ûn kardeşi ve yandaşıdır.
“Yüzler de var kî, o gün tozlanmış; karanlıklar bürümüş onları. İşte onlar kâfirler, facirlerdir (Abese: 42).”
“Hayır, doğrusu facirler'in (füccar) kitabı Siccin’ dedir. Siccin nedir ne bilirsin! Yazılmış bir kitap. Vay o gün yalanlayanlara. Onlar din gününü yalanlıyorlardı. Onu ancak her saldırgan, her harama batmış günahkâr yalanlar (Mütaffifîn: 7-12).”
Yukarıdaki ayetten de anlaşıldığı gibi, yalanlayanlar ve kâfirler daha çok haramlara batmış, günahkâr, saldırgan kişilerden olur. böyleleri imandan çok küfrü tercih etmekte ve yaşantıları kendilerini iman etmekten alıkoymaktadır. Şu halde facir kâfirden çok, küfre varan veya imana götürmeyen amellerde bulunan olmaktadır. Bunlar da nihayette iman etmemekte ve Cehennem'e atılmaktadırlar:
“Muhakkak facirler yakıcı ateş içindedirler (İnfitar: 14).”
Bu ayette facir 'birr sahipleri - ebrar'nin zıddı olarak kullanılmaktadır ki, bu da yukarıda söylediğimizi teyid etmektedir (bk. Birr).
“İnsan önünü hep açmak ister; “Kıyamet günü ne zaman”diye sorar (Kıyamet: 5-6).”
İnsanın 'önünü açması' değişik şekillerde yorumlanmış, daha çok 'fücur'la. geleceğini mahvetmek, günah işleyip tevbe ederim umuduyla günahlara devam edip gitmek' anlamı verilmiştir. Bunu Toshihiko Izutsu 'Kıyamet'i inkâr etmek' şeklinde anlamlandırmaktadır ki, “Kıyamet günü ne zaman?” diye sormasından böyle bir sonuca varmaktadır.[273] Oysa, ayetten de anlaşıldığı gibi, 'Kıyamet gününün inkârı' 'fücur' değildir, (fücur'un bir sonucudur; yani 'Kıyamet kopmaz, öldükten sonra hesap yok, hani ne zaman kopacak' zanlarıyla fücur olan işlere devam edip durmak kişinin 'önünü fecr etmesi, her gününü fücurla geçirmesidir. Elbette bu tür kişilerden iman beklenemez ve elbette böyleleri yaptıklarından hesap vereceklerine inanmayacaklar veya inanmak istemeyeceklerdir; çünkü fücurlarıdan vazgeçmek onlar için çok zordur.
Facirin ve fasıkın (bk. Fasık) Kur'an'daki kullanımları apaçık ortadayken, mezheplerin oluşma günlerinde 'Facirin de fasıkın da imameti caizdir’ şeklinde kurallar ortaya konmuştur. Kastedilen kuşkusuz kâfir olmayan günahkâr müslümanın gerek namazda imamlık yapmasının, gerekse 'halife' olmasının caiz olduğudur. Kuralın doğruluğunun tartışılması bir yana, Kur'an'da hiç bir zaman facirin İslâm'la ilgisinin bulunduğu anılmamaktadır; yani facir müslüman veya müslüman facir olamaz. Şu halde, kavramları yerli yerinde ve Kur'an'ın onlara verdiği anlam çerçevesinde kullanmak ve bu konuda gereken dikkati göstermek özellikle alimler için bir zorunluluk olsa gerektir.
Fecr kelimesi de aynı kökten gelmektedir. Şafağın gece karanlığını yarması ve gökte bir iplik halinde belirmesinden dolayı bu vakte fecr denmiştir. Kur'an'da bu güzel bir benzetmeyle “beyaz ipliğin siyah iplikten ayrılması” olarak geçer (Bakara: 187). Gerçekten şafak gece karanlığında bir 'iplik' halinde belirir ve geceyi adeta ince bir şerit halinde yırtar. Sabah namazının ve orucun vaktinin başlangıcı olan bu zamanın adı 'fecr'dir. 'Beyaz şerit, sonunda genişler ve gece yavaş yavaş ortadan kalkar ve o zaman artık 'sabah-subh' vaktidir. [274]
Kur'an'ın inanç ve amellerine göre çizdiği insan tiplerini tanımada önemli ve anahtar kavramlardan biri de 'fasık'tır; fasıkın ameline de çoğunlukla 'fîsîk', bazen de 'füsûk' denilir.
İslâm tarihinde mezheplerin ve iman esaslarının belli çerçeveler dahilinde tesbit edilmeğe başladığı dönemlerde fısk genellikle 'imandan çıkarmayan' yasaklanmış eylemler anlamında kullanılmıştır. Hariciler ve Mutezile 'iman'ı 'dil ile ikrar, kalp ile tasdik ve erkânıyla amel' olarak tanımlayıp, Haricîler bu üçten birini yerine getirmeyenin 'kâfir' olduğunu kabul ederken, Mutezile ise 'mü'min ile kâfir arasında fasıktır' itikadıyle 'fasık'ı 'mü'minle kâfir arasında bir yer'e yerleştirmişlerdir (el-menzile beyn'el-menzileteyn). Özellikle Ehl-i Sünnet hadisçilerden ve diğer bilginlerden de imanı aynı şekilde, yani 'dil ile ikrar, kalp ile tasdik ve erkânıyla amel' şeklinde kabul edenler vardır. İmam-ı Şafiî bunlardandır, şu kadar ki, bunlar ameli terkedenin mutlak anlamda kâfir olduğu görüşünde değillerdi.
İslâm'da mezhepleşmenin ana temeli genelde siyasal anlaşmazlıklardır. İtikadı mezheplerin başlıca tartışma konularından olan 'amelin imandan bir cüz olup olmaması' sorunu öncelikle sahabenin arasındaki savaşların değerlendirilmesinden ortaya çıkmış ve Hz. Ali' ye karşı savaşanların durumunun tesbiti tartışmalarda en önemli etken olmuştur. Bu bakımdan, bu tür tartışmalarda Kur'an'ın ana kavramlarına ayetlerin yanısıra görüşlerin de muhteva biçtiğini ve bunun sonucunda da 'teknik’ bir kavram özelliğine bürünen 'iman, fısk, küfr, İslâm’ gibi kavramların asıl Kur'anî muhtevalarından bazı özellikleri yitirdiklerini inkâr etmek biraz zor olsa gerektir. Bu tarihî gerçek karşısında, İslâm alimlerinin konulara yaklaşım biçimine kuşkusuz saygıyla yer vermekle birlikte, her zaman olduğu gibi 'fısk, iman, küfr örneği temel kavramları yine Kur'an ayetleri çerçevesinde ele almak zorundayız.
Ayetlerin ifade ettiği temel nosyonları mezhebi görüşlerle bağdaştırma zorluğu çeken ve bu konuda ölümsüz tefsirinde merhum Elmalılı Hamdi Yazır 'fasıkı fışkına göre ya mü'min ya kâfir' saymakta ve 'küfr'ü mertebelere ayıracakken 'fısk'ı üç temel mertebeye ayırmaktadır:
1. Günahı çirkin saymakla birlikte açıkça işlemek;
2. Günahın üzerine düşmek;
3. Çirkin olduğunu inkâr ederek yapmak. Merhum Hamdi Yazır bu üçüncüyü küfrle aynı kategoriye koymaktadır. [275]
Fısk 'Fe-Se-Ka' fiilinden masdar olup, Muhyiddin İ. Arabi'nin belirttiği üzere aslında Arapça'da insan için kullanılmazken, Kur'an ona temel bir kavram niteliği vermiştir. Sözcük anlamı, 'feseka'r-rutabü' - olgun hurma kabuğundan çıktı' ifadesinde olduğu gibi, 'kabuğundan çıkmak, deliğinden çıkmak' anlamınadır. Deliğinden çıkıp durduğundan fareye 'füvevsık', çoğul şekliyle,'fevasık' denilir. [276] Kur'an Dili'nde, “Meleklere “Adem'e secde edin” dediğimiz zaman hemen secde ettiler; İblis hariç. Cinlerdendi ve Rabbi'nin emrinden fısk etti (feseka an emr-i Rabbih) (Kehf: 50) ayetinde açıkça görüldüğü üzere 'emirden, itaattan dışarı çıkmak, demektir.
Kavramın temel sözcük anlamını böylece belirledikten sonra, Kur'an'da kimlere 'fasık' dendiğine ve 'fısk'ı insanın amellerinden nasıl bir yere oturttuğuna göz atalım:
“Ölü, kan, domuz eti, Allah'tan başkası için boğazlanan, boğulmuş, vurularak öldürülmüş, yukarıdan düşmüş, boynuzlanmış ve canavarların yiyip (parçaladığı) hayvanlar - (Ölmeden kesip) temiz kıldıklarınız dışında-, dikili taşlar üzerine boğazlananlar ve fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı; bunlar fısktır(Maide: 3).” (Benzer ayetler: En'am: 121 ve 145).
“Ey iman edenleri Belirli bir süreye kadar birbirinize borç verdiğinizde onu yazın. Aranızda adaletli bir yazıcı onu yazsın... Erkeklerinizden iki kişiyi de şahit tutun.. Yazana da şahide de asla zarar verilmesin. Eğer (bir zarar) yaparsanız bu kendinize bir füsuk'tur..(Bakara: 282).”
“Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar fasıklardır(Maide: 47).”
“Onlara deniz kıyısında bulunan memleketten sor. Hani onlar Sebt gününde haddi aşıyorlardı;. Sebt yaptıkları gün balıkları kendilerine akın akın geliyor, Sebt yapmadıkları günse gelmiyorlardı. Onları fısk ettiklerinden dolayı böyle deniyorduk (A'raf: 163).”
“Namuslu kadınlara iftira atıp da dört şahit getirmeyenlere seksen celde vurun ve artık şahitliklerini asla kabul etmeyin. Onlar fasık olanlardır (Nur; 4).”
“Şu Allah'ı unuttuklarından dolayı Allah'ın da onlara kendilerini unutturdukları gibi olmayın. Onlar fasık olanlardır (Haşr: 9).”
“Ey iman edenler! Bir topluluk bir toplulukla alay etmesin; belki kendilerinden hayırlıdırlar. Kadınlar da kadınlarla (alay etmesin), belki kendilerinden hayırlıdırlar. Birbirinizde kusur aramayın ve birbirinizi lâkaplarla çağırmayın. İmandan sonra füsuk ismi ne kötüdür. Kim tevbe etmezse, işte onlar zalimlerdir (Hucurat: 11).” Verdiğimiz bu ayetlerin yanısıra, Kur'an helak olan bütün kavimlerin, söz gelimi Firavun ve adamlarıyla kavminin, Nuh Kavmi'nin hep fasık olduğunu açıklar (Nemi: 12, Kasas: 32, Zariyat: 46...) Bu kavimlerin ne tür ameller içinde oldukları Kur'an'da anıldığı gibi, daha önce de yeri geldikçe belirtildi.
Şimdi de, fasık'ın. Kur'an'da nasıl değerlendirildiğine bakalım:
“Eğer Kitap Ehli iman etmiş olsaydı, kendileri için hayırlı olurdu. İçlerinde îman edenler vardır ve çoğunluğu ise fasıktır (A. İmran: 110).”
“Eğer Allah'a, Nebi'ye ve ona indirilene iman etselerdi, onları velî tutmazlardı. Ne var ki, onların çoğu fasıktır (Maide: 81).”
“Allah sizden iman edip salih amellerde bulunanlara, kendilerinden öncekileri halifeler yaptığı gibi, onları da yeryüzünde halife yapacağını, kendileri için razı olduğu dinlerini onlara sağlamlaştıracağını ve korkularından sonra onları güvene erdireceğini va'd etti. Bana ibadet etsinler ve hiç bir şeyi bana ortak koşmasınlar. Kim bundan sonra küfrederse işte onlar fasık olanlardır (Nur: 55).”
“Ayetlerimizi yalanlayanlara fısk etmelerinden dolayı azap dokunacaktır (En'am: 49).”
“Andolsun, sana apaçık ayetler indirdik; onları ancak fasıklar küfreder (Bakara: 99),,”
“Böylece, Rabbi'nin fasıklar hakkındaki 'onlar iman etmezler' sözü gerçekleşmiş oldu (Yunus: 33).”
“Hiç mü'min olanla, fasık olan bir olur mu. Bir olmazlar (Secde: 18).”
“Müşrikler için nasıl ahd olabilir?.. Evet, nasıl? Eğer onlar size galip gelselerdi, ne ahd gözetirlerdi, ne de anlaşma, Ağızlarıyla sizi razı ederler, ama kalpleri istemez. Onların çoğu fasıktır (Tevbe: 8).”
“De; “İster gönüllü, ister gönülsüz infak edin, sizden asla kabul olunmayacak. Şüphesiz siz fasık bir kavimsiniz. İnfaklarının kendilerinden kabul olunmasını engelleyen ancak Allah'ı ve Rasûlü'nü küfretmeleri, namaza ancak üşene üşene gelmeleri ve ancak istemeye istemeye infakta bulunmalarıdır (Tevbe: 53-54).”
“Münafık erkekler ve münafık kadınların bazısı bazısındadır; münkeri emrederler, ma'ruftan nehyederler ve ellerini sıkı tutarlar. Allah'ı unuttular, o da onları unuttu. Muhakkak münafıklar, işte onlar fasıklardır (Tevbe: 67).”
“Onlar için bağışlanma dilesen de, onlar için bağışlanma dilemesen de birdir. Allah onları asla bağışlamayacak. Muhakkak Allah fasıklar kavmini yola iletmez (Münafikun: 6).”
Fısk helâka sebeptir ve fasıkların yeri Cehennem' dir:
Fısk etmelerinden dolayı zalimlerin üzerine gökten bir azap indirdik {Bakara: 59).”
“Biz bir memleketi helak etmek dilediğimiz zaman oradaki mütreflere emrederiz, orada fısk yaparlar da üzerlerine söz hak olur ve biz de orayı darmadağın ederiz (İsra: 16).”
“Fasıklar kavminden başkası helâk edilir mi? (Ahkaf: 35)”
“Fıskedenlerin barınacakları yer ateştir. Ne zaman oradan çıkmak isteseler oraya iade edilirler ve kendilerine “yalanlayıp durduğunuz ateşin azabını tadın” denilir (Secde: 20).”
Buraya kadar verdiğimiz ayetlerden anlaşılacağı gibi, fısk 'doğru yoldan sapma'yı ve Allah'ın yasakladığı fiilerde bulunmayı’ ifade etmektedir. Fışkın sonu helak ve Cehennem ateşidir. Kâfirler, münafıklar ve müşrikler mutlak anlamda fasıktırlar, aynı şekilde zalimler de fasıktır. Fısk'ın füsuk olarak ifade edilen ve mü'minin işlediği 'mü'minlerle alay etmek ve onları hoş olmayan lâkaplarla çağırmak' gibi ve benzeri amellerden tevbe edilmezse, yine azabı hak edici olmakta ve fasıklar Cehennem azabından kurtulamamaktadır. Her kâfir, münafık ve müşrik en azından küfrü, yalanlaması, münafıklığı ve şirki yüzünden fasihtir; yani 'küfr, nifak ve şirk' kendi nefslerinde 'birer amel'den başka bir şey değildir. 'İman' konusunda da üzerinde duracağımız gibi 'iman'da bir ameldir; bu bakımdan, Kur'an daima insanların işledikleri amellerden sorulacağını belirtir ve 'imanlarınızdan sorulacaksınız' demez. Beri yandan, 'küfr, nifak ve şirk'in dışında daha başka fısk olan ameller de vardır. Mü'min Kâfir, münafık veya müşriğin sıfatı olduğu halde bu ameleri işleyebilir; böylece fasik olan mü'min tevbe etmezse azabı hak eder. 'Küfr’ ve 'iman' konusunda üzerinde daha genişçe duracağımız gibi, mü'minin işlediği fısk onu fasık ve aynı zamanda durumuna göre ya 'münafık, ya müşrik, ya kâfir' yapar. Fakat, 'küfr'ün mertebeleri vardır; fısk küfrün 'itikadı amellerden değil de 'fiilî ameli'ni ifade eder; yani el, ayak, göz, dil gibi azaların işlediği yasaklanmış ameller fısktır ve bunları işleyen mü'min itikadı yönden imanda ise de, işlediği fiil yönüyle 'amelî küfr, içindedir. Demek oluyor ki, fısk küfr'ün 'fiilî amel' yönünü ifade eden bir kavramdır; aynı durum 'nifak ve şirk' için de söz konusudur,
“Size küfrü, Fısk'ı ve isyanı çirkin gösterdi (Hucurat: 7)” ayetiyle “mü'mine sövmek fısk ve onunla savaşmak küfr'dür” hadisinde de açık olduğu gibi fısk'la. küfr birbirinin aynısı olmayıp, aralarında fark vardır. Bu konuya inşa-Allah küfr ve iman'ı anlatırken daha geniş değinme fırsatı bulacağız. [277]
'Şe-Ri-Ke' fiil kökünden masdardır. 'Şe-Ri-Ke' 'ortak olmak' demektir. Aynı kökten gelen 'şirket' 'ortaklık’ anlamına gelir. İki veya daha çok kimsenin maddî ve manevî alandaki ortaklıklarına 'şirket' veya 'müşareket' denilir. Fiilin 'dörtlü if al' babındaki şekli olan 'eşrake' 'ortak tanımak, ortak koşmak', bu babın ism-i faili olan 'müşrik' de 'ortak koşan' demektir. [278]
Şirk Kur'an'da insanların dinini adlandırma açısından kullanılan iki temel kavramdan biridir. İnsanlar tarih boyunca 'bir yaratıcıyı tümüyle inkâr eden materyalist (dehrî) ler' dışında her zaman ya Şirk, ya da Tevhid üzere olagelmişlerdir. Materyalistler de yine her bakımdan müşriktirler ve mutlak anlamda 'münkir' dirler (bk. Münker, Küfr).
Rasûller'in gelişiyle birlikte yeniden 'Fıtrat'a. dönen insanların Tevhid üzere kurulu Tevhidi toplumları belli bir zaman sonra bölünmelere uğramıştır. Tevhid Toplumu içinde gerek münafıkların, gerekse daha başka Tevhid düşmanlarının etkileriyle zayıf imanlılar ve çoğunlukla bizzat münafıklar bu toplumda ayrılıklar meydana getirir (bk. tefrika}. Tevhid toplumu çeşitli etkilerle bir takım gruplara ayrılır. Bazıları Cahiliye’deki statü ve servetlerini Tevhid toplumunda elde edememenin, bazıları Cahiliye'deki değer yargılarını bütünüyle atamamanın ...sancısı içindedirler. Eğer bunlara Tevhid toplumunun önderinin (bk. veliyy, imam) yanlış uygulamaları, bazılarını kayırması ve fiilî sınıflar ortaya çıkarması da eklenince birbirine kenetlenmiş olan Tevhid toplumu için yarılmalar başlar. Grup grup olan insanlar başka başka yollara saparlar. Tevhid'in emir ve yasaklarını yerine getirmek kendilerine zor gelir ve 'dünya hayatını Ahiret'e tercih eder olurlar.'
Şirk'in temelinde heva ve hevesine, nefsinin tutkularına kul olan insanların Tevhid'e başkaldırışı yatar. Bütün müşrikler ve müşrik toplumlar çoğunlukla ahlâksız, arzularının ve tutkularının peşinde, zulm, bağy ve fesat içindedirler (A'raf: 80-81,, 85-86; Ankebut: 29; Şuara: 146-151, 128-130; Yusuf: 23, 25, 28-30, 31, 35; Hicr: 3; Fussılet: 7; Kaf: 25-6; Kalem: 10-14; Hakka: 33-4; Müddessir: 12-16, 43-46...).
İşte, nefslerine kul olan insanlar Tevhid'in bağlıları üzerinde bağy ederek, sonunda Tevhid toplumunu Şirk toplumuna dönüştürürler. Elbette her toplumun hayatını düzenleyici kanunlar, bağlandığı değer yargıları ve insanın yaratılışının en derinlerinde yatan 'kulluk, dua ve kendinden üstün bir varlığa el açma' duygusunun mutahap{lar)ı bulunacaktır. İşte, Tevhid'den uzaklaşmış olan insanlar her ne kadar yaratıcı, yağmuru yağdıran, ağaçlara çiçek açtıran, dirilten-öldüren üstün bir varlığın mevcudiyetini kabul etseler bile, O' nun mutlak olan yanlarını adeta izafîleştirerek, her türlü tasarrufunda ona çok çeşitli ortaklar tanımaya başlarlar. Sözgelimi, tabiat olaylarının sebeplerini adeta müsebbip haline getirerek gerçek tasarruf sahibini unuturlar; bu olaylara bağımsız etkenler gücü vererek onlara sığınmaya, şerlerinden kurtulmak için onlara el açmaya, kurbanlar kesmeğe yönelirler; hayatlarında son derece yararlı olan bir takım varlıklara olağanüstülükler atfetmeğe ve onları kutsalaştırmaya, yine Allah'tan başkasına yönelen sevgilerini, korkularını ve hayatlarını sürdürmek için isteme, rızk dilenme, korkusundan emin olma gibi durumları somutlaştırarak, bunların muhataplarını adeta birer ilâh veya Allah'la aralarında birer aracı haline getirirler.
İnsanların bu şekilde bir yol tutmalarının en önemli nedenlerinden biri, üzerlerinde bağyederek Tevhid toplumunu parçalayan ve kendi nefslerine tapınanların Allah'ın yeryüzündeki mutlak tasarruf hakkını gasbettikten sonra, kendi tasarruflarını haklı çıkarmak için hükümleri altında bulunanları bu tür yollara itmeleridir, îşte, bu tür tutum ve davranışlar sonucu bir takım putlar ortaya çıkar. Bu putlar, günümüzdeki şekliyle 'bilim, meslek, makam, spor, çarpıtılmış bir takım kavramlar - özgürlük, düşünür - aydın olma, hatta amaç haline getirildiğinde yazarlık, gazetecilik, ilericilik...' şeklinde bir takım soyut şeyler olabildiği gibi, tarihte ve hattâ çoğu yerlerde günümüzde de görüldüğü üzere somutlaştırılmış da olabilir; Mekke'li müşriklerin Lât, Menat, Uzza, Hübel adlarıyla tapındıkları putlar gibi. Kısaca, put kişinin Allah'ın dışında hayatının amacı kıldığı maddî-manevî her şeydir; ve bu putları bütün yönleriyle hayatın amacı kılmak da Allah'a şirk koşmaktır.
Barnaba İncili'nde bir putun nasıl ortaya çıktığını Hz. İsa çok güzel bir biçimde şöyle anlatır:
“Size söylüyorum, size: Her şer dünyaya sözde büyükler sebep gösterilerek girmiştir. Söyleyin bana, büyüklerin kullanmasıyla değil de, kim sokmuştur puta tapıcılığı dünyaya? Bir kral vardı, Baal adındaki babasını aşırı derecede seven. Ve, babası ölünce oğlu kendini teselli etmek için babasına benzeyen bir heykel yaptırıp, şehrin pazar yerine diktirtti. Ve, bu heykele onbeş kez yaklaşanın güven içinde olacağı ve her ne olursa olsun incitilmeyeceğine dair bir emir çıkardı. Bundan böyle, bütün kötüler ve suçlular oradan gördükleri yarar nedeniyle heykele güller ve çiçekler sunmaya başladılar ve kısa bir zaman sonra sunulan bu şeyler yiyeceğe ve paraya dönüştü. O kadar ki onurlandırmak için ona 'tanrı' dediler. Adetten kanuna dönüşen şu şeye bakın, o kadar ki, Baal putu dünyanın her yanına yayıldı.” [279]
Zavallı beşer! Zayıf noktasını Allah'a kul olup, başka her şeye isyan etmekle gideremeyince işte putunu böyle kendi yapar, kendi tapar.
Kur'an bir ayetle Şirk'i şöyle izah eder: “Allah'ı gereği gibi takdir etmediler (Hacc: 74).”
'Allah'ı gereği gibi takdir etmeyiştendir ki, O'na elleriyle yaptıkları putları “bizi Allah'a yaklaştırsın” diye aracı yapan, haklarında Allah herhangi bir delil indirmediği halde onlara şefaat fonksiyonu yükleyen, değer yargılarının ve Cahili hamiyetlerinin birer aracı olarak putlarda izzet gören müşriklerin yanısıra, Hz. İsa'dan sonra Roma putperestliğinin etkisiyle' Allah'ı vücut, ilim ve hayat sıfatlarından müteşekkil tanıyıp, sonra vücudu Allah'a verip, ilmi Hz, İsa'ya, hayatı da Ruh'ul-Kuds'e intikal ettirerek 'teslis-üçleme'ye sapan Hristiyanlar ve başka kavimler üzerinde alabildiğine yükselme arzusuyla, Allah'ın Tevhid'e bağlı kaldıkları sürece kendilerini alemler üzerine seçmesini Allah'ın Dini'ne ihanet halinde de devam edeceği vehmiyle 'biz Allah'ın sevgilileriyiz, bizden olan Cehennem'e girmeyecektir' şeklindeki inançlarla bir takım peygamberlerine Hristiyanlar gibi 'Allah'ın, oğulluğu' niteliği yakıştıran Yahudiler de şirk'e düşmüşler ve aynı zamanda kâfir olmuşlardır. Bunlardan ayrı olarak, Allah'ın haram kılmadığını haramlaştıran, haramlarını ise helâl yapan bilginlerine uyup, onları böylece 'Rabb' edinmişler, bir takım meliklere Allah'ın hükümleriyle hükmetmedikleri halde itaat edip onların yaptıklarını doğrulamışlar ve böylece yine Allah'a şirk koşmuşlardır,
Bir hadis-i şerifte belirtildiği gibi, grup grup olan Hristiyanlar ve Yahudiler'in ardından İslâm Ümmeti de grup grup olmuş, siyasal parçalanmalar itikadı parçalanmalara yol açmış, Haşeviye, Mücessime, Müşebbihe, Rafıza, Kaderiye, Cehmiye, Cebriye, Kerramiye, Keysaniye vs. gibi pek çok fırkalar türemiş, Hristiyanlar ve Yahudiler ne yapmışsa müslümanlar da aynısını yapmış, keler deliğine girseler .girmişler; kimi Allah'ı cisimleştirmiş, kimi tenzihte kimi teşbihte ileri gitmiş, kalplerinde maraz olanlar nevalarına uyup Kitab'ı reylerine göre yorumlamış, Sünnet'i arkalarına atmış, 'müteşabih'i 'muhkem'e irca ettiremeden Allah'a bir yanıyla ibadet etmiş, tağutlaşan krallara, meliklere uymuş, ulema-i sû'nun peşinden gitmiş, birbirinin kanına girmiş, okunan Kur'an'lar hançereden aşağı geçmemiş, kısaca îslâm Ümmeti'nin Kitabullah ve Sünnet-i Rasûlüllah'ın dışında gidenleri de bilerek veya bilmeyerek Şirk'e düşmüşlerdir.
Yukarıda anlattıklarımızdan da anlaşılacağı üzere, İslâm alimleri Şirk'i bir takım bölümlere ayırmışlardır. Ebu'1-Beka bunu altıya kadar çıkarırsa da, hepsi varır varır üç temele dayanır; Allah'ın İlâhlığını gasp, Rabblığını gasp, Melikliğini gasp. Her hal û kârda Şirk yeryüzüyle ilgili olup, Allah insanların Şirk koşmasından müstağnidir ve kâinat da bundan etkilenecek değildir. Fakat, Şirk insan elinin uzandığı yerlerde, Kur'an'ın diliyle 'berr'de ve bahr'de - karada ve denizde’ fesada yol açar. Kâinatta ve insan hayatında Allah'tan başka bir yaratıcı, öldürücü diriltici, mutlak ve sınırsız tasarruf sahibi, dayanılan güvenilen, ümit beklenilen korkulan, sevilen itaat edilen kabul etmek Şirk'in ta kendisidir (burada, Allah'ın sevilmesini emrettiklerini sevmek, itaat edilmesini emrettiklerine itaat etmek ayrı; bunlar da Allah için ve Allah adına sevmek, Allah için ve Allah adına itaat etmektir).
Şirk basitçe 'Zat'ta Şirk veya 'İtikadda Şirk' ve 'amelde şirk’ olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. İtikadda Şirk, Allah'tan başka bir tasarruf sahibi, itaat edilecek, sevgi, korku, tevekkül, hedef ve hakimiyet kaynağı kabul etmek, amelde şirk ise Allah'ın emrettiğiyle hükmetmeyenlere 'imam, İslâm'ı ve müslümanları korumak için onlardan çekinmenin dışında' gönüllü olarak itaat etmektir. Şirk konusunda azamî dikkat gösterilmelidir. Allah Şirk'ten başka günahların bağışlanabileceğini ilân etmekte,, fakat 'insanların çoğunun ancak şirk koşarak iman ettiklerini' belirtmekte (Yusuf:106), Hz. Peygamber (S.A.V.) ise Şirk siyah bir gecede siyah bir taşın üzerinde yürüyen siyah bir karıncanın izinden daha gizlidir” buyurmaktadır. Riyanın da Şirk sınıfına girdiğini düşünürsek kalplerin ne kadar kolayca kayabileceğini hesap etmek ve Şirk konusunda azamî dikkat göstermek bir müslümanın en başta gelen görevidir. [280]
Gerek Kur'an'ın ve İslâm'ın özünün, gerekse insanların iman edip etmeme noktasında gösterdikleri farklılığın anlaşılması açısından en önde gelen kavramlardan biri 'küfr'dür. 'İman'ın iyi anlaşılması için onun zıddı olan ve ondan önce gelen küfr kavramının iyi bilinmesi ve iyi tahlil edilmesi zorunludur.
'Küfr’ 'Ke-Fe-Ra' fiil kökünden masdar olup, lûgatta 'bir şeyi örtmek' demektir. Bu anlamıyla 'tohumu toprağa eken ve böylece onu örtüp gizleyen' çiftçiye 'küffar' denildiği gibi, kılıcı örttüğü için kınına, karanlığı örttüğü için geceye 'kâfir’, meyve tomurcuğuna 'kâfur', kalça etine 'kâfire', bazı ibadetler ve tevbe de bir takım günahları örttüğünden bunlara da 'keffare' denilmiştir. [281]
Cenab-ı Allah (C.C.) insanların yaratıcısı, onları rızklandıran, onlara sayısız nimet veren, yaşatan., bir ilâh ve rabb'dır ki, en küçük bir iyilikte bulunana 'teşekkür' edildiği gibi, nimetleri karşısında Allah'a da 'şükretmek, gerekir:
“Beni anın ki, ben de sizi anayım; bana şükr edin, küfr etmeyin” (Bakara: 152).
Allah'a şükretmek, sahip olunan nimetlerin yalnızca O'ndan olduğunu kalpten kabul etmek olduğu gibi, bu kabulü de gerek sözlü, gerek fiilî amellerle göstermektir. Fakat insan unutkan ve haksızlığa eğilimli, aynı zamanda iyilikleri kendinden, kötülükleri başkasından bilen bir niteliğe sahip olduğundan iki durumda sahip olduğu nimetlerin Allah'tan olduğu gerçeğini gizlemeğe kalkışır. Bu iki durumdan biri ve en çok görüleni 'aşırı nimetler, zenginlik, mal, evlât ve refah içinde yüzme', diğeri ise 'darlık ve sıkıntı içinde bulunma'dır. Bunlardan birincisi şükretmemenin en önemli nedenidir ve bu yüzdendir ki, zenginler daha çok kâfirlerdir, bir başka deyişle kâfirler daha çok zenginler içinden çıkar; çünkü onlar zenginliklerinin ve içinde bulundukları refah durumunun sona ermeyeceği, bunun kendi kazançları olup akıl ve becerilerinden kaynaklandığını zannederler:
“İnsanlar (küfr üzerinde) tek bir ümmet olmayacak olsalardı Rahman'ı küfr edenler'in evlerine gümüşten tavanlar ve üzerine binip çıkacakları merdivenler yapardık. Ve, evlerine kapılar ve üzerlerine yaslanacakları koltuklar, kanapeler. Ve nice süsler. Bütün bunlar sadece dünya hayatının geçimliğidir. Ahiret ise Rabbi'nin katında müttakiler içindir” (Zuhruf: 33-35).
“Onlara şu iki adamı misal olarak anlat: Birine iki üzüm bağı vermiş, etrafını hurmalarla çevirmiş, ortalarında da ekin bitirmiştik. Her iki bağ da yemişini vermiş, ondan hiç bir şeyi eksik etmemişti. Aralarından bir de ırmak akıtmıştık. Geliri de vardı. Arkadaşıyla konuşurken ona “ben malca senden zenginim, adamca da senden güçlüyüm” dedi. Kendisine zulm içinde bağına girdi; “bunun hiç bir zaman yok olacağını sanmam” dedi. “Kıyamet'in kopacağını da sanmıyorum..” Kendisiyle konuşan arkadaşı ona dedi ki: “Seni topraktan, sonra nutfeden yaratan, sonra da seni bir adam biçimine koyan Allah'ı mı küfr ediyorsun” (Kehf: 32-37)?
“Karun Musa'nın kavmindendi. Onlara karşı bağy etti. Biz kendisine öyle hazineler vermiştik ki, onun anahtarlarını taşımak güçlü bir topluluğa ağır geliyordu. Kavmi ona demişti ki: “Şımarma, Allah şımaranları sevmez...” “Bu bende bulunan bir bilgi sayesinde bana verildi” dedi”(Kasas: 76, 78, 81).
“Allah'tır gökleri ve yeri yaratan ve gökten su indirip onunla sizin için meyvelerden rızk olarak çıkaran. Ve denizde emriyle akıp gitsin diye gemileri emrinize veren ve sizin için ırmakları teshir eden. sürekli olarak görevlerini yapan Güneş'i ve Ay'ı emrinize veren; geceyi ve gündüzü de sizin için teshir eden... Doğrusu insan çok zalim, çok küfredendir” (İbrahim: 32-34). “Rabbinizdir fazlından arayasınız diye gemiyi denizde yürüten. Doğrusu O size karşı çok merhametlidir. Denizde size bir sıkıntı dokunduğu zaman O'ndan başka bütün çağırdıklarınız kaybolur. Fakat sizi kurtarıp karaya çıkarınca da yüz çevirirsiniz. Gerçekten insan çok küfredendir (İsra: 66-67).
İnsan bazan darlık ve sıkıntı anında da küfrde bulunur:
“İnsana Kendimiz'den bir rahmet tattırsak onunla sevinir. Ellerinin öne sürdüğünden dolayı kendilerine bir kötülük dokunsa, muhakkak insan çok küfredici (olur)” (Şuara: 48).
İşte, gerek sıkıntı ve darlık, gerekse bolluk ve ferah anında tiksindirici bir istiğna ve şımarıklıkla veya umutsuzlukla insan Allah'a karşı kâfir kesilir. Demek ki, küfr'ün temelinde aynı Şirk'te olduğu gibi bir bakıma nefse tapınma, bencillik ve istiğna vardır ve küfr 'Allah'ı hakkıyla tanımak', O'nun verdiği nimetlerin O'ndan olduğu gerçeğini sözle, davranışla ve kalben örtmek, gizlemektir. Sözgelimi, insan fizikî yapısını beğenir ve 'şükredeyim diye Allah beni güzel yarattı' demez, “ne kadar güzelim” der ve insanlar karşısında güzelliğiyle övünür. Sahip olduğu yetenek ve becerilerin bütünüyle Allah'tan olduğunu unutur, insanların içine çıkıp “şunu şöyle yaptım, şu kadar kabiliyetliyim” der, fakat “Allah bana bu beceri ve yetenekleri vermiş, o halde bunları Veren'e teşekküren O'nun yolunda kullanayım” diye düşünmez. Çok mala sahiptir, güzel bir evde oturmaktadır, güzel giysiler içindedir, Hz. Süleyman gibi “Bu Rabbimin fazlındandır, şükür mü edeceğim, yoksa küfr mü diye beni denemek için. Kim şükrederse kendisi için şükreder; kim de küfrederse muhakkak Rabbim müstağnidir, çok kerem sahibidir” (Nemi: 40) demesi ve bunun bilinciyle hareket etmesi gerekirken, Karun gibi “bu bana bilgimden dolayı verildi” der, hele bir de güç ve kuvveti varsa insanlar üzerinde bağy eder ve tam bir tağut kesilir. İnsan, bu şekildeki küfr'üne 'haset, hırs, kibir, gibi olumsuz nitelikler de eklenince artık Allah düşüncesini zihninden atmaya, O'nu adeta kâinattan da silmeğe ve yok saymaya kadar gider. Bazılarıysa kendilerine daha önceden apaçık delillerle bildirilen Allah'ın 'afakta ve enfüste'ki ayetlerinden bazılarını örtmeğe girişir. Kitaplarını veya gönderdiği kitaplardan birini, peygamberlerin tamamını veya bir kısmını. Ahiret'i, melekleri veya kaderi, Peygamberler'in Allah'tan getirdiği esaslardan birini veya bir kaçını kabul etmemeğe yönelir. Bazıları, “Peygamber Allah'tan ne getirdiyse inandım” der, fakat hareketleriyle bunu yalanlar. Temel emir ve yasaklardan bazılarını yerine getirmez, getirmeğe getirmeğe bu emir veya yasağın üzerine bir örtü çeker ve artık yanında 'yok' hükmüne geçer.
Allah'ı, ayetlerini veya hükümlerini örten, daha çok da Allah'ı kâinattan silmeğe çalışan, nedenleri görüp ötesini göremeyen, duyularının ulaşamadığı şeyleri 'yok' sayan, kâinatın yaratılışını, meydana gelen olayları raslantı, zorunluluk gibi bir takım hayalî etkenlere bağlayan, bilmeden her bir zerreyi ilâhlaştıran veya Allah'ın ayetlerinin birini, bir kaçını veya tamamını bu şekilde tanımamaya yönelenlerin artık kalpleri de örtülür; basiretleri yok olur, akılları işlemez, dilleri hakkı söylemez hale gelir. Böylelerinin kalpleri üzerine mühür konmuştur ve bunlar için uyarı, korkutma hiç bir etki yapacak değildir:
“Andolsun, elçilerimiz onlara açık deliller getirmişlerdi. Fakat, önceden yalanladıklarından ötürü inanmaya, yanaşmadılar. Allah kâfirlerin kalplerini işte böyle mühürler” (A'raf: 101).
“Kalpleri vardır, onlarla anlayıp kühnüne ermezler; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. Hayvanlar gibidir onlar, hattâ daha da yoldan çıkmış..” (A'raf:179).
“Allah katında bütün hayvanların en şerrlisi akletmeyen sağırlar ve dilsizlerdir” (Enfal; 22).
Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan Küfr'ün ana niteliğinin aydınlığa kavuştuğunu sanıyoruz. Gerçi, İslâm alimleri bizim anlattıklarımıza 'nimetlere küfr' diyerek, bunu 'küfr'ün çeşitlerinden biri saymışlardır. Bu doğrudur; şu kadar ki 'nimetlere küfr (nankörlük)' 'Küfr'ün temelini oluşturduğu gibi, Nimet kelimesinin kapsamı içine mal, mülk, göz, kulak gibi maddî ve yetenek, beceri, düşünce, akıl gibi manevî varlıklardan daha çok, risalet, din, hidayet vb. girer. Şu halde, Allah'a ve O'ndan gelen herhangi bir şeye yönelen 'örtme, gizleme, tanımama' işi küfr kavramının kapsamı içindedir.
Küfr önce ikiye ayrılır: Fıkhen küfr, hakikî küfr. Bir hadis-i şerifte
“Ben insanlarla 'Lâ ilahe illallah' diyene kadar savaşmakla emrölundum; bunun söylediklerinde canlarını ve malarını benden kurtarırlar, içleriyse Allah'a kalmıştır”[282] buyurulmaktadır. İşte, bu hadis-i şerif 'Fıkhen küfr' ve aşağıda geleceği gibi, 'fıkhen iman'ın sahasını çizmektedir. Bir kişi diliyle 'Lâ ilahe illallah' deyip İslâm toplumunun içine girse ve bu toplumun içinde yaşasa 'mü'min ve müslüman’ sayılır. Bu bakımdan, İslâm toplumunda, bu toplumun içinde kaldıkları, fiilî bir isyan hareketinde bulunmadıkları ve üzerlerine düşen hukukî görevleri yerine getirdikleri sürece münafıklar da müslüman muamelesi görürler. Fıkhen küfr'ün bir diğer yanı da vardır ki, 'Lâ ilahe illallah' deyip İslâm toplumunun içinde kalan ve herhangi bir isyan ve karşı koyma hareketinde bulunmayan kişilere, özelikle namaz da kılıyorlarsa 'kâfir' denmez ve böyleleri 'tekfir' edilmez. Allah münafıkların niteliklerini Kur'an'da tanıtmıştır. Bu niteliklere sahip birisine de İslâm toplumu içinde kaldığı sürece 'münafık' denmez; çünkü bu durumda herkes bir diğerini münafık olmakla suçlayabilir. Asr-ı Saadet'te bu tür olaylar cereyan etmiştir. Bir defasında Hz. Ali'nin Yemen'den getirdiği ganimetleri Rasûlüllah'ın bölüştürmesine ashab'dan biri “biz bunları almaya daha lâyıkız. Allah'tan kork ya Rasûlallah” diye karşı çıkmış; Halid b. Velid boynunu vurmak istemiş, Rasûlüllah (S.A.V.), “hayır, belki namaz kılmaktadır” karşılığını vermiş. H. b. Velid, “nice namaz kılan vardır ki, kalbinde olmayanı diliyle söyler” deyince Rasûlüllah “ben insanların kalbini açmak ve karınlarını yarmakla emr olunmadım” şeklinde mukabelede bulunmuştur. [283] İmanda, ve Küfr'de 'tebliğ (bk. Tebliğ) esastır; tebliğin özelliği ise 'belağ', yani nihayetine kadar anlatmak, 'muttali' kılmak, 'ayetleri afakta ve enfüste ortaya koyup gerçeği iyice belli etmek (Fussılet: 53) tir; ki, kişi nefsiyle, iradesiyle başbaşa kalsın ve ahelâk olan açık delille helak olsun, yaşayan da açık delille yasasın” (Enfal: 42). Bu bakımdan, bu şekilde 'tebliğ’ gitmeyen ve kendilerinin de öğrenip anlamasına imkân bulunmayan kişileri hiç bir zaman 'tekfir etmemek İslâm'da vazgeçilmez bir kaidedir. Böyle kişilere, çocuklara ve aklî yetkinlik bakımından çocuk düzeyinde olan yetişkinlere 'müstaz'af adı verilir ve durumları Allah'a bırakılır. Onlar “hiç bir çareye gücü yetmeyen ve yol bulamayanlardır” ki (Nisa: 98), İmam Muhammed el-Bakır “yol bulamamayı” bu noktada (imana yol bulamama1 şeklinde tefsir ve te'vil etmiş, boylelerinin durumunun Allah'a bırakılması gerektiğini belirtmiştir. [284] Ehl-i Sünnet alimleri de aynı inançtadırlar. Şu kadar ki, kendilerine 'tebliğ' gitmeyen ve aklî yetiye sahip olanların Allah'ın varlığına inanmaları gerektiği de söylenmiştir.
İslâm alimleri arasındaki asıl görüş ayrılığı hakikî küfr noktasındadır. Kişinin hangi durumlarda gerçekten kâfir olduğu uzun boylu tartışılmış, ortaya çok çeşitli görüşler ve farklı farklı küfr çeşitleri çıkmıştır. Eş'arî ve Maturidî kelâmcılarının çoğunluğuna göre küfr, ‘zarurat-ı diniyyeden olduğu kat'ıyyetle bilinen şeylerin tamamını veya bir kısmını kalben tasdik etmemektir.” Zarurat-ı Diniyye iman esaslarından ayrı olarak 'namazın, zekâtın, haccın orucun farzıyyeti, zinanın, adam öldürmenin, içki içmenin haram oluşu gibi emir ve yasaklar'dır. Bu şekilde, helâlların hellâ, farzların farz, haramların haram ve yasakların yasak olduğuna bilerek inanmayan kişi küffe girer. Kerramiye ve Mürcie mezheplerine göre, küfr, Allah'ı, peygamberleri ve peygamberlerin getirdiklerini kalben tasdik etmekle beraber, dille söylememektir. Mürcie ve Kerramiye küfr’ün karşısında iman'ı yalnızca 'dille ikrar' olarak kabul ettikleri için, küfr'ü de 'dille ikrar etmeme' şeklinde tanımlamışlardır ki, bunun 'fıkhen küfr’ sahasına girdiği açıktır. Onlar, 'fıkhen küfr'le 'hakikî küfr'ü bir saymış, dille ikrarda bulunan herkesin mü'min olduğunu benimsemişlerdir. Bazı kelâmcılara göre küfr, 'özürsüz tasdik edilmesi gereken şeyi tasdik etmemek, ikrar edilmesi gereken şeyi de ikrar etmemektir. Haricîler'e göre küfr, 'dille ikrar, kalple tasdik etmemek ve nafile olsun, farz olsun emir ve yasaklara riayette bulunmamaktır.' Haricîler bir emir ve yasağı çiğnemenin küfr olduğunu ileri sürerken, onlara yakın bir görüşü benimseyen Mutezile ise 'Allah'ı ve Peygamber'i bilmemeğe delâlet eden günahları işlemeği küfr saymış, zina, şarap içme, kasden adam öldürme gibi büyük günahların da kişiyi imandan çıkarmakla birlikte, küfr'e de düşürmediğini kabul etmişlerdir. [285]
Küfr ve iman konusunda en çok tartışması yapılan konu 'büyük günah işlemek küfr müdür, değil midir’ sorunudur. Yukarıda belirttiğimiz gibi, Haricîler her türlü günahın küfr olduğuna fetva verirken, Mutezile büyük günah işlemeği imanla küfr arasında saymış, bunların tam tersine Mürcie ise büyük günahın imana bile zarar vermeyeceğini, hattâ büyük günah işleyenin fasık bile sayılmayacağını ileri sürmüşlerdir. Ehl-i Sünnet'te ise farklı görüşler vardır. Fakat genelde kabul edilen görüşe göre, 'kişi hem mü'min hem günahkâr olabilir. Büyük günah işleyen kimse yaptığını helâl görerek, hafife alarak ve alay ederek yapmazsa (böyle yapanlar kâfir sayılmıştır) dünyada kâfir sayılmaz; kendisine mü'minler gibi muamele edilir; Ahiret'te ise dilediği takdirde Allah'ın günahını affedeceği umulur veya işlediği günah miktarı cezalandırılır. Fakat, kalbinde imanı bulunduğu için neticede Cennet'e girer. 'Ehl-i Sünnet kelâmcılar, büyük günah işleyen kimseye kendisinde iman bulunduğu için mü'min, büyük günah işlediği için fasık, dövene darib, öldürene katil, inkâr edene kâfir, tasdik edene musaddık derler. [286] İtikat noktasında kimlerin kâfir olduğu, kimlerin olmadığı konularında Ehl-i Sünnet mezhepleri ve kelâmcıları arasında da bir takım görüş ayrılıkları olduğu gibi, büyük günah noktasında da görüş ayrılıkları vardır. Bir takım aşırı noktalara vardırılan ihtilâflar, İmam-ı Gazalî'nin belirttiği gibi küfr'ü adeta “Eş'arî, Mutezile ve Hanbelî gibi muayyen bir mezhebe muhalefet etmektir” şeklinde tanımlamalara yol açmıştır. Namaz konusunda da bir takım görüş ayrılıkları vardır. Hadis Ehli namaz kılmayanın küfr'üne fetva vermişler, hattâ bu görüşte olmayan İmam-ı A'zam gibi mezhep büyüklerinden bile hadis rivayet etmemişlerdir. îmam Ahmed İ. Hanbel de tembellik sebebiyle bile olsa özürsüz namazı terketmenin küfr olduğu inancındaydı. Hanbelîler'e göre namaz kılmayan kişi üç gün namaz kılmaya davet edilir; üçüncü günün sonunda da kılmazsa öldürülür. Maliki ve Şafîler'e göre kâfir olduğu için değil, namazı terketmenin haddi olarak öldürülür. Hanefîler'e göre öldürülmez, fakat namaz kılıncaya kadar hapsedilerek uygun telkin ve öğütlerle kılması sağlanır. [287]
Küfrü gerektiren durumlar, küfr sözleri gibi bu konuda pek çok ayrıntı varsa da bu çalışmanın hacmi dışında kaldığından buraya almıyoruz.
İslâm alimleri meydana geliş, şekli, sebebi ve yeri itibariyle küfr'ü dörde ayırmışlardır:
1. Küfr-i İnkârı: Allah'ı, Peygamberi ve onun Allah'tan getirmiş olduğu esasları kalpten kabûllenmemek ve dille de inkâr etmek.
2. Küfr-i Cühud: Kalben Allah'ı bilip kabul etmek, fakat dille inkâr etmek.
3. Küfr-i İnadı: Kalben hakikati bilip dille de zaman zaman itiraf etmek, fakat haset, kin, şan, makam gibi endişelerle İslâm'ı bir din,olarak kabullenmemek.
4. Küfr-i Nifak: İnanılması gereken şeyleri dille ikrar etmek, fakat kalben inanmamak. [288]
Küfr'ün temelde 'örtmek' demek olduğunu ve Allah'ın Zatı'nı ve/veya ayetlerini dille, kalben veya kasdî ve iradî hareketlerle gizlemek, açığa vurmamak, aktardığımız farklı görüşleri de göz önüne alarak ve herhangi bir mezhep taassubuna kapılıp da Kur'an ayetlerini te'vile gitmeden şu sonuçlara varabiliriz:
Küfr iki türlüdür: 1 - İtikadı, 2 -Amelî. İtikadı küfr'se iki mertebedir;
a) İslâm alimlerinin 'dehrî, zındık' dediği, bugünse daha çok 'materyalist' olarak adlandırılan kişilerin yaptığı gibi mutlak inkâr. 'Münker'i anlatırken de belirttiğimiz gibi, 'inkâr' 'tanımamak, yokluğa mahkûm etmek, yok saymak, demektir. İman gibi hakiki küfr de temelde kalbî tasdik olduğundan, eğer bir kişi Allah'ı yok sayar, O'nun kâinattaki tasarruflarını bir takım hayalî 'ilâhlar'a verir veya Hristiyanlar'ın yaptığı gibi O'na parçalar biçer, kayıt getirir, noksanlık ve acizlik izafe ederse, böyle biri mutlak kâfirdir. Aynı şekilde Nübüvvet'i ve Ahiret'i inkâr da mutlak küfr'ün sahası içindedir.
b) Ayetleri inkâr: Ehl-i Kitab'ın küfrü daha çok bu türdendir. Allah'ın Zatı'na yönelik olan küfr'ün dışında peygamberlerden veya kitaplardan birini inkâr, haramların haramlığını, helâlların helâllığını inkâr, Allah'ın indirmediğini indirdi, indirdiğini indirmedi diyerek Allah'a yalan iftira atma bu ikinci tür küfr'ün içne girer.
2. Amelî küfr: Eğer bir kişi Allah'ın emir ve yasaklarını hafife alarak, küçümseyerek, onların karşısında kendince bir takım gerekçelerle kibirlenerek, zamansız veya yersiz görerek yerine getirmezse bu kişi de kâfirdir. Bunun en büyük delili İblis'in durumudur:
“O zaman ki, meleklere “Adem'e secde edin” dediğimizde hemen secde ettüer. İblis hariç; kaçındı, büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu” (Bakara: 34).
Bunun dışında, büyük günahları işlemek de mü'minin değil, kâfir'in niteliğidir. Gerçi, Kur'an'da, sözgelimi iki mü'min topluluğun birbirleriyle savaşabileceği gibi (Hucurat: 9) “mü'mine sövmek fısk, onu öldürmek küfrdür” hadisine zıtmış gibi görünen bazı amellerin mü'minlerce de işlenebileceğini ima eden ayetler yok değildir. Fakat, İman konusunda da anlatacağımız üzere, Peygamber'in davetine 'evet' diyen bir kişi hemen 'mü'min' sayılır, münafıklar da İslâm toplumu içinde mü'min sayılırlar ve Kur'an-ı Kerim “ey iman edenler” derken İslâm toplumunun tüm üyelerine seslenir, ama “ey iman edenler, iman edin” diyerek iman içinde hakikî imanın bulunduğunu da belirtmekten geri kalmaz. İkinci olarak, önemli olan mü'minin büyük günahı işleyip işlemeyeceğinden çok, işlediği andaki durumudur. İşte, bu gerçeği şu hadis-i şerif çok güzel ortaya kor: “Kişi mü'minken çalmaz, mü'minken zina etmez; bunları yaptığı anda gömleğin bedenden çıktığı gibi, iman da o kişiden çıkar gider.” [289]
Allah'ın farzlarını yerine getirmeyen ve haramlarını işleyen kişi amelî küfr'ün içine düşmüş olur. Bunun adı Kur'an'da fısk'tır; nitekim, fısk'ı anlatırken de belirttiğimiz gibi, fısk küfr'ün amelî yönüdür, daha doğrusu fiilî yönüdür; çünkü, küfr veya iman da tasdik açısından kalbin amelidir. Küfr'ün bu amelî yönüyle ilgili olarak Kur'an'da ayetler çoktur:
“Birbirinizin kanını dökmeyeceksiniz, birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayacaksınız” diye sizden misak almıştık; göre göre bunu ikrar etmiştiniz. Ama, siz yine birbirinizi öldürüyorsunuz, içinizden bir grubu yurtlarından çıkarıyorsunuz; onlara karşı günah ve düşmanlıkta birbirinize arka çıkıyorsunuz. Onları çıkarmak üzerinize haram kılınmışken esir olarak geldiklerinde fidyeleşiyorsunuz. Yoksa siz Kitab'ın bir kısmına inanıp, bir kısmına küfr mü ediyorsunuz?”(Bakara.: 84-5),
“Allah'a ve Rasûl'e itaat edin” de. Kim de yüz çevirirse, muhakkak Allah kâfirlere sevmez” (A. İmran: 32). (Bu ayetin öncesi kâfirleri velî edinmemek konusundadır. Burada, Allah'a ve Rasûl'e itaat etmeyip, kâfirleri veli edinenlerin kâfir oldukları açıklanmaktadır).
“Her kim bir mü'mini kasden öldürürse, onun cezası içinde ebedî kalmak üzere Cehennem'dir. Allah ona gazap etmiş, lanet etmiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır” (Nisa, 93). (Allah mü'mine gazap etmez ve onu ebedî Cehennemde tutmaz, hiç bir zaman mü'mine lanet de okumaz),
“Yoluna gücü yeten herkesin o Ev'e haccetmesi Allah'ın bir hakkıdır. Kim küfrederse, muhakkak Allah alemlerden müstağnidir” (A. İmran: 97).
“Bugün size tayyib olanlar helâl kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin yemeği size helâl, sizin yemeğiniz de onlara helâldir. Ve inananlardan namuslu - zina etmeksizin, gizli dost tutmaksızın namuslu bir biçimde karşılıklarını verdiğinizde - size halâldır. Kim iman'a küfrederse, muhakkak ameli boşa çıkmıştır ve o Ahiret'te kaybedenlerdendir” (Maide: 5). (îman'a küfr daha önce iman etmiş olmayı gerektirir. Bu iman salih amellerin kaynağıdır. Bu bakımdan, iman'a küfr imanın gerektirdiği amelleri yapmamak ve İslâm'ın gerçeğini bildiği halde namaz, oruç, hacc gibi dinî rükünleri yerine getirmemek ve yukardaki ayette belirtildiği üzere, Allah'ın çizdiği sınırları aşıp zina ve dost tutma yoluyla kadınlardan faydalanmak, haram kıldığını işlemek, halal yolda değil, haram yolda gitmek, böylece iman'ı örtmek demektir.) Bu konuda daha çok ayetler varsa da, bunları iman'ı anlatırken vereceğiz.
Allah'ın haramlarını işleyip, farzlarını yerine getirmemek onları küçümsemekten, inanmamaktan kaynaklanıyorsa, bu itikadı küfr'e girer; amelî küfr bunları yapmamaktır. Amelî küfr kişiyi fikhen iman'ın dışına çıkarmadığı gibi, itikadı küfr'e de sokmaz. Dünyada ona mü'min muamelesi yapılır, Ahiret'te ise durumu Allah'a kalmıştır. Fakat, amelî küfr'ü gerektiren davranışlardan tevbe edilmezse Ahiret'te cezasının görüleceği Kur'an'da çok ayetlerde ifade edilmektedir.[290] Öte yandan, küfr 'örtmek' demek olduğundan, amelî küfr’ü gerektiren davranışlarda ısrar etmek kişiyi gerçekten küfr'e ve azaba, hattâ itikadı küfr'e dahi götürebilir. Bu konuda. Elmalılı Hamdi Yazır şöyle demektedir:
“İmandaki tasdik gibi küfür de kalb' kavli veya fi’li olur... Tekzib-i fi'lî iman ile bir arada bulunması mümkün olmayan fi'li yapmaktır. Ancak, tekzib-i fi'lî ile adem-i fiil (gerekeni yapmamak) arasında büyük fark vardır. Meselâ, namaz kılmamak başka, haça tapmak yine başkadır. Namaz kılmamak küfür değilse bile, haça tapmak herhalde küfr olur. Amelin terkinin küfrü gerektirip gerektirmeyeceğinde ihtilâf edilmiştir...
Terk-i amel iki türlüdür. Birisi terk-i cüz'î diğeri terk-i küllî'dir (bütünüyle terk). Terkri cüz'î (arada terk) küfr-olmayabilir. Lakin, terki alışkanlık haline getiren, (namaz) kılmayı hiç hatırına getirmeyen, ömründe hiç kılmayanların ehl-i kıble olduklarına, Allah'a Peygamber'e... îmanı bulunduğuna nasıl hükmedilebilir?” [291]
Zaten küfr kelimesinin muhtevasında 'süreklilik, alışkanlık’ anlamları vardır. Çünkü, 'örtmek' birden olmaz. Nasıl, günahlar kalbi nokta nokta örterse, elbette bu şekilde örtülen kalpte iman değil, küfr var demektir.
Bu konuda namaz'ın ayrı bir yeri olduğunu belirtmeliyiz. Kur'an'da namaz iki yerde iman olarak geçer:
“Biz Peygamberce uyanı ökçesi üzerinde geriye dönenden ayıralım diye yöneldiğin Kabe'yi kıble yaptık. Bu, Allah'ın hidayet ettiklerinin dışındakilere ağır gelir. Allah sizin imanınızı zayi edecek değildir” (Bakara: 143). Bu yatette geçen iman kelimesinin namaz olduğunda müfessirler ittifak halindedir. Çünkü, ayet, sahabeden bazılarının Rasûlüllah'a “daha önce Kudüs'e karşı kıldığımız namazlar ne olacak?” diye sormaları üzerine inmiştir.) “Doğrusu insan hırslı ve huysuz yaratılmıştır. Kendisine kötülük dokundu mu sızlanır. Kendisine hayır dokundu mu vermez. Ancak, namaz kılanlar bunun dışındadır. Onlar ki, namazlarına devam ederler. Mallarında belli bîr pay vardır, isteyene ve yoksun bulunana. Dîn gününü tasdik ederler. Rabblerinin azabından korkarlar... Irzlarını korurlar; yalnız, eşlerine ve ellerinin altında bulunanlar dışında.. Emanetlerini ve ahdlerini gözetirler. Şahitliklerini yaparlar. Namazlarını korurlar. îşte onlar cennetlerde ağırlanırlar” (Mearic: 19-35),
(Bu ayetlerde nitelikleri belirtilen namaz kılanlarla Mü'minûn Suresinde nitelikleri belirtilen mu'minler aynı kişilerdir ve aşağı yukarı aynı ifadeler kullanılmaktadır.)
İmam Ca'fer es-Sadık “kişinin bir şehvet ve lezzetle zina edebileceğini, namazı terketmekte ise herhangi bir lezzet olmadığını, dolayısıyle ancak namaza önem vermeyip, onu adeta küçümseyenin namaz kılmayacağını ve dolayısıyle küfr'e düşeceğini, yine gerekçeli bir sebebi olmaksızın terkedenin de kâfir olacağını” belirtir.
Bu konuya, yine Cafer es-Sadık'ın şu öz ve kapsamlı sözüyle son veriyoruz:
“Allah'ın Kitabı'nda küfr beş yönlüdür: îkisi küfr-i cühud, Allah'ın emrettiğini terk ederek küfr, küfrü'ül-berae ve nimetlere küfr.
“Küfr'i cühud Allah'ın Rabblığına karşı ayak diremek, karşı çıkmaktır; “Rabb, Cennet, Cehennem yoktur” diyenin sözü bu kısımdandır. Bu da zındıklardan iki grubun sözüdür ki, bunlara 'dehrî, adı verilir ve şöyle derler: “Bizi ancak dehr helak eder”(Casiye: 24).
Bu, kendilerinin kendileri için uydurdukları ve hiç bir gerçeğe dayanmayan dinleridir. Allah “onlar ancak zannederler” der ve bunlar hakkında şöyle buyurur:
“Muhakkak küfredenler, onları uyarsan da uyarmasan da birdir, inanmazlar.”
“İkinci tür-küfrr-i cühud bilerektir, karşı çıktığı şeyin gerçek olduğunu bilir. Allah bu konuda şöyle buyurur: “Nefisleri kanaat getirdiği halde sırf zulm ve böbürlenmeyle ona karşı direndiler.” Yine, Allah şöyle buyurur:
“Önceden küfredenlere karşı fetih diliyorlardı. Bildikleri kendilerine geldiği zaman ona küfrettiler. Allah'ın laneti kâfirleredir.”
Küfr’ün üçüncü yönü nimetlere küfr'dür; bu da Allah'ın anlattığı Süleyman'ın şu sözündeki şekildedir: “Bu Rabbimin fazlındandır; şükür mü edeceğim, yoksa küfr mü edeceğim diye beni denemek için. Kim şükrederse kendisi için şükreder; kim de küfrederse, muhakkak Rabbım müstağnidir, kerimdir.” Yine Allah şöyle buyurdu: “Beni anın ki, sizi anayım; ve bana şükr edin, küfr etmeyin.”
Dördüncü küfr Allah'ın emrettiklerini terketmektir. Bu da Allah'ın şu sözündeki şekildedir: “Birbirinizin kanını dökmeyeceksiniz... diye sizden misak almıştık; göre göre bunu ikrar etmiştiniz. Ama, siz yine birbirinizi öldürüyorsunuz...Yoksa siz Kitabın bir kısmına inanıp, bir kısmına küfr mü ediyorsunuz? Allah emrini yapmadıklarından onları tekfir etti ve onlardan hiç bir şeyi kabul etmedi, şöyle buyurdu:
“Sizden bunu yapanın cezası ancak dünya hayatında alçalmadır ve Kıyamet günü de azabın şiddetli olanına sevkedilir. Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.”[292]
Küfrün beşinci yönü küfr'ül-berae'dir. Bu, Allah'ın İbrahim'den naklettiği şu sözündeki şekildedir: “Size küfrettik, bizimle aranızda siz yalnızca Allah'a inanıncaya kadar sonsuza değin buğz ve düşmanlık başlamıştır”. Yani, “sizden teberri ettik, uzaklaştık” demektir. Yine, Allah İblis'in Kıyamet günü insandan olan velilerinden uzaklaşacağını anarak şöyle diyeceğini belirtir: “Ben önceden sizin ortak koştuklarınıza küfr ettim.” Ve, Allah yine şöyle buyurur:
“(İbrahim) dedi ki: “Siz dünya hayatında birbirinizi sevmek için Allah'ı bırakıp putlar edindiniz. Daha sonra Kıyamet Günü'nde birbirinize küfr eder ve birbirinizi lanetlersiniz.” Yani, “birbirinizden uzaklaşırsınız” demektir.” [293]
İslâm'a karşı duran 'küfr ümmeti'nin İslâm ve müslümanlar için en tehlikelisi, en sinsi ve kendisine karşı en fazla tetikte durulunması gerekeni münafık ve her mü'minin şiddetle çekinmesi gereken de münafığın durumu olan nifak'tır.
Nifak, (Ne-Fe-Ka' fiil kökünden gelir. Bu fiilin çeşitli anlamları vardır Fiilin asıl anlamı bulunan 'geçmek,- tükenmek'le ilgili olarak, kendinden türeyen 'nefak' kelimesi 'işlek yol, yer altında bir ucundan girilip öbür ucundan çıkılan yol' demektir, [294] Bu bağlamda Kur'an-ı Kerim’de şöyle buyurulur:
“Eğer yüz çevirmeleri sana ağır geldiyse, haydi gücün yeterse yerin içinde bir nefak, ya da göğe bir merdiven ara ki, kendilerine bir ayet getiresin..” (En'am: 35).
İşte, 'Nifak' ve 'münafık' kavramlarının bu kelimeyle çok ince ve anlamlı bir bağlantısı vardır. 'Nifak’ 'yolun bir kapısından girip öbür kapısından çıkmak', demektir. Fakat, bu giriş ve çıkış normal bir giriş ve çıkış olmayıp, adeta kimseye görünmek ve kimse tarafından bilinmek istemeden gizli gizli yer altı deliklerinde dolaşmak, bu deliklerin bir kapısından girip öbür kapısından çıkmak ve delik içinde tüm sırlarını muhafaza etmek ve dilediğini yapmak mefhumlarını da çağrıştırmaktadır. Öte yandan, münafığın halini ifade eden nifak kelimesi 'Ne-Fe-Ka' fiilinin doğrudan üçlü yapısından geldiği halde, münafık fiilin 'karşılıklılık' ifade eden dörtlü 'müfaale' babından gelir. Bu da münafığın gerek kendine, gerek Allah'a ve gerekse başkalarına karşı ikili bir pozisyonda bulunduğunu ve giriş-çıkışlar içinde olduğunu çok çarpıcı bir biçimde ortaya kor.
Münafıkların 'bir kapıdan girip diğer kapıdan çıktıkları'nı ve hep bu hal üzerinde olup, kalplerinde ise tam bir küfr taşıdıklarını Kur'an çok güzel ifade eder. Özellikle, Rasûl-i Ekrem (S.A.V.) zamanındaki münafıkların çoğu önce İslâm'ı kabul etmiş, sonra da kalben irtidad ettikleri halde, zahiren nıüslüman görünmekteydiler. İster baştan zahiren kabul eder görünsün, isterse gerçekten kabul ettikten sonra kalben İslâm'dan çıkmış olsun, münafık gerçek olarak kâfir, dıştan müslümandır:
“Hiç özür dilemeyin; siz inandıktan sonra küfrettiniz” (Tevbe: 66).
Bu ayet, Tebuk seferine katılmayan ve böylece nifakları ilk kez veya bir kez daha ortaya çıkan münafıklarla ilgilidir. Ayet, Tebuk seferine katılmamakla onların küfr'e düştüğünü belirtmekte, fakat bu küfr 'itikadî' olmadığından kendilerine irtidad hükmü uygulanmamakta, zahiren mü'min kabul edilmektedirler. Ne var ki, Rasûlüllah'ın Tebuk seferine sıcağı bahane ederek katılmamaları nifaklarından kaynaklanmaktadır, imanlı olsalardı katılırlardı. Yine, daha başka ayetlerde de münafıkların iman veya islâmdan sonra küfre girdikleri ifade olunmaktadır:
“Dediklerinden dolayı Allah'a yemin ediyorlar; ama andolsun, küfr kelimesini söylediler ve İslâm'larından sonra küfrettiler” (Tevbe: 74'.
Bu ayetin ortaya koyduğu bir gerçek, münafıklar' ın yalan yere yemin ettikleridir.
“Bu şundan ki, onlar iman ettiler, sonra da küfrettiler de kalpleri mühürlendi, artık anlar değillerdir”(Münafikun: 3).
Münafıklar’ın, iman veya İslâm'dan sonra küfretmelerine sebep, ya bir takım dünyevî amaçlarla iman etmeleri, ya İslâm'da aradıklarını bulamamaları, küfrlerini belli etmek suretiyle de elindekileri iyice kaçırmak istemekleri, kısaca Kur'an'ın ifade ettiği gibi, uzun uzun emeller peşinde koşmalarıdır:
“Kendilerine hidayet açıkça belli olduktan sonra gerileri üzere dönenler, Şeytan onlara kolaylaştırdı; ve onları uzun arzulara düşürü” (Muhammed: 25).
Gerçekten, münafık İslâm'da arayıp da bulamadığı dünyalığı elde etmek için sürekli fırsat kollar. İslâm'ı içten yıkmanın yollarını arar; çok çeşitli kılıklara bürünür, her fırsattan yararlanmaya bakar. O karanlık izbelerin adamıdır dıştan son derece temiz ve iyi görünür; gayet güzel konuşur, sözü dinlenir, yapısı itibariyle de görkemlidir. Belki, kavmin önde gelenlerindendir. Hatırı sayılır kişisidir.
“Onları gördüğün zaman cisimleri hoşuna gider, söz söyleseler sözlerini dinlersin. Sanki giydirilmiş odunlar gibidir onlar. Her çığlığı aleyhlerine sanırlar. Onlar düşmandır, sakın onlardan. Allah kahretsin onları, nasıl da döndürülüyorlar!(Münafikun: 4),
Bu karanlık yolların yolcusu İslam ve müsiümanlar için en tehlikeli olandır. İslâm'ı en güçlü döneminde bile içten vurabilecek biridir o. Bu bakımdan, Kur'an son iki suresinde Rasûl-i Ekrem'e ve dolayısıyle mü'minlere onlardan çekinmelerini ve şerrlerinden Allah'a sığınmalarını emreder:
“De; “Sığınırım karanlığın yarıldığı demin Rabbi’ne, yarattıklarının şerrinden; üflediği zaman düğümlere üfleyenin şerrinden; ve haset ettiği zaman hasidin şerrinden (Felâk sûresi).” “De: Sığınırım insanların Rabbi'ne, insanların Meliki'ne, insanların İlâhı'na, fısıldayıcı sinsi vesvesecinin şerrinden” (Nas: 1-4).
İşte, münafık karanlık kişidir, fısıldar, düğümler atar, üfler, hasettir.
Yukarıda belirttiğimiz gibi, münafığın kendisi yolda yalpalayıp durur; nereye gideceğini bilemez, içi haset ve gizli plânlarla doludur. Bu bakımdan, rahat uyku bile uyuyamaz; mallarıyla, evladıyla, giyimiyle, konuşmasıyla kendisini göstermek ve onur kazanmak ister. Tam bir yalancıdır, izbe karanlıklarda ufak bir ışıkla yol alır, bu da sönüverince kalakalır. Son derece korkak ve ürkektirler. Mü'minler bir şey konuşsalar hemen kendi aleyhlerine konuşulduğunu sanırlar, durumlarının ortaya çıkıvereceği endişesiyle titrerler. Durumları ortaya çıktığında, bunu unutturmak ve mü'min olduklarına karşılarındakileri inandırmak için İslam'ın en belirgin işaretlerini ortaya koymaya çalışırlar, mescid bile yaparlar:
“Malları ve çocukları seni imrendirmesin; Allah bunlarla ancak kendilerine dünyada azap etmek ve kâfir olarak canlarının çıkmasını diliyor” (Tevbe: 85).
“Sizden olduklarına dair Allah'a yemin ediyorlar. Oysa, sizden değilerdir, fakat korkak bir toplulukturlar” (Tevbe: 56).
“Münafıklar kalplerindekini kendilerine bildirecek aleyhlerinde bir surenin indirilmesinden korkarlar” (Tevbe; 64).
“Zarar ve küfr içinde ve mü'minler arasında tefrika çıkarmak ve önceden Allah ve Rasûlü'yle harbedeni gözetmek için bir mescid edinenler var;
“İyilikten başka bir niyetimiz yoktu” diye yemin de edeceklerdir. Allah şahitlik eder ki, onlar yalancıdırlar” (Tevbe: 107).
“Senden ancak Allah'a ve Ahiret Günü'ne inanmayan, kalpleri kuşkuya düşmüş ve şüpheleri içinde bocalayıp duranlar izin isterler” (Tevbe: 45).
“Arada yalpalayıp dururlar. Ne bunlara, ne de onlara; Allah'ın saptırdığı kimseye bir yol bulamazsın” (A. İmran: 143).
“Onların durumu bir ateş yakan gibidir. Ne zaman ateş çevresini aydınlatsa Allah nurlarını giderir ve onları görmez halde karanlıklarda bırakır. Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, artık dönmezler. Ya da, gökten boşanan, içinde karanlıklar, gök gürlemesi ve yıldırım, bulunan bir yağmur (a tutulmuş) gibi. Yıldırımlardan ölüm korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkarlar, Allah kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır. Şimşek nerdeyse gözlerini kapıverecek; önlerini aydınlattı mı, o(nun ışığı)nda yürürler, üzerlerine karanlık çökünce dikilir kalırlar” (Bakara: 17-20).
Gerçekten münafıklar ölümden çok korkarlar. Onlar yazın sıcak günlerinde gölgeliklerde, bahçelerde, pınar başlarında, kışın soğuk günlerinde ise ateşin karşısında sıcak odalarda eşleriyle birlikte oturup durmayı severler. Zevk-safa içinde ömür geçirirler (Tevbe: 69). Haysiyetli bir hayat yaşamaya güç yetiremediklerinden kendi içinde bulundukları durumu en iyi durum kabul ederler, dünya hayatı biricik amaçlarıdır, bu yüzden hiç Cihad'a çıkmak istemezler (Tevbe: 81, 86..). Sabah yatağı, akşam evi, gündüz de iş-güç veya eğlencelerini bırakıp namaza kalkmak kendilerine öylesine ağır gelir ki! Ama, kâfir olduklarını göstermemek ve mü'min olduklarına güya mü'minleri inandırmak için yine de namaz kılmazlık etmezler; bu bakımdan, namazları da gösteriş içindir (Nisa: 142, Tevbe: 54). Sadaka vermekten, hele hele mü'minlere bağışta bulunmaktan hiç hoşlanmazlar; sadaka vermek şöyle dursun, yoksul mü'minlere yardımda bulunulmaması için çalışırlar ve “şunlara yardım etmeyin de, Muhammed'in çevresinden dağılıp gitsinler” derler. İnen her Kur'an ayeti kinlerini artırır, pisliklerine pislik katar, kalplerini daha da katılaştınr (Tevbe: 125-126). Bütün hesapları dünyaya göredir. Mü'minleri 'baldırı çıplak' gördüklerinden, malca, evlâtça, kabilece kendilerinin altında gördüklerinden onlara ayak takımı gözüyle bakarlar, fakat bu aşağılık duyguları ve kinlerinden kaynaklanır. Kendilerini 'üstün görüşlü, akıllı ve her şeyi en iyi bilen’ zannederler. Değer yargıları tümüyle dünyevî değerlerle ilgili olduğundan, sözgelimi mü'minler Cihad'a çıksa, kendileri de çıkmasa ve mü'minlere bir yara isabet etse, bunu kendilerinin görüşlerinin doğruluğuna, mü'minlerinse akıllarının hiç ermediğine verirler. Bütün endişeleri geleceğe aittir. “Ya savaşa çıkar da ölürsek, ya bir ganimet alamadan dönersek, ya yenilirsek, ya şimdi mü'minler kazansa bile zayıftırlar, müşrikler daha güçlü, ya yarın müşrikler galip gelir de bizi de mü'minlerle beraber bulunduk diye öldürürler, mallarımızı elimizden alırlarsa” diye Allah'a ve Ahiret'e inançsızlık, tevekkülsüzlük örnekleri sergilerler. Gerçek kazancın Ahiret kazancı ve Allah rızası ve tek dayanılacak olanın Allah olduğunu, ölümün sağlam kaleler içinde bile İnsana geleceğini hiç mi hiç düşünmezler. Dünya hayatındaki galibiyet ve yenilgilerin “Allah'ın, sebeplere bağlı olarak insanlar arasında bir takım hikmetler dolayısıyle döndürüp durmasından” ileri geldiğini anlayamazlar. İnancından sağlam oldukça ölse de öldürülse de, yense de yenilse de kazananın ancak mü'min olduğunun. bilincinde değillerdir. Galibiyet-mağlûbiyetlerin, başa gelen felâketlerin, dünya hayatında karşılaşılan tüm olayların birer imtihandan öte bir anlam taşımayıp, ancak mü'mini münafık ve kâfirden ayırmaya yönelik bulunduğunu idrak edemezler:
“Oturdukları yerden kardeşleri için “bize itaat etselerdi öldürülemezlerdi” diyenler, onlara söyle:
“Eğer doğruysanız, ölümü haydi kendinizden savın” (A. İmran: 168).
“O günler ki, biz onları insanlar arasında döndürüp dururuz; Allah mü'minleri ortaya çıkarsın, sizden şehitler edinsin diye.. Ve, Allah iman edenleri temizlesin, kâfirleri de mahvetsin diye” (A. İmran: 140-141).
“İki topluluğun karşılaştığı gün basınıza gelen ancak Allah'ın izniyleydi; ve Allah iman edenleri bilsin diye. Ve, Allah münafıklık edenleri de bilsin diye..” (A. İmran: 166-7).
“Allah mü'minleri üzerinde bulunduğunuz halde bırakacak değildir; ta ki, temizi pisten ayıracaktır” (A. İmran: 179).
“Nerede olsanız, sağlam kaleler içinde bulunsanız yine ölüm sizi bulur”(Nisa: 78).
“Kalplerinde hastalık bulunanların “zamanın aleyhimize dönmesinden korkuyoruz” diyerek içlerinde (Kur'an diliyle “şeytanları” olan Yahudiler ve Hristiyanlar arasında) koşuştuklarını görürsün. Belki Allah fetih ya da Kendi katından bir iş getirir de, bu kez nefislerinde gizlediklerine pişman kesilirler” (Maide: 52).
“Yurtlarından çalım satarak gösteriş ve alâyişle çıkan kâfirleri görünce “Münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar (müslümanlar için) bunları dinleri aldatmış” diyorlardı. Oysa, kim Allah'a tevekkül ederse, muhakkak Allah aziz ve hakimdir” (Enfal: 49).
“Münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar 'Allah ve Rasûlü bize sadece boş va'dlerde bulundu' diyorlardı” (Ahzab: 12).
Münafıklar zahiren iman etmiş göründüklerinden İslâm toplumu içinde kaldıkları ve küfrlerini açığa vurup, İslâmî yönetime baş kaldırmadıkları sürece kendilerine dokunulmaz ve mü'min muamelesi yapılır. Rasûl-i Ekrem'e yapılan cenaze namazları kılmama emri, yalnızca Asr-ı Saadet'te kendisine bildirilen münafıklar hakkında olup, bunların dışında kimseye bir takım hareketlerinden dolayı küfrlerini açığa vurmadıkça müslüman muamelesi yapılmaya devam edilir. Kur'an İslâm toplumu içinde bu toplumu içten yıkmaya çalışan kişiler olarak münafıklar üzerinde uzun uzun durmakta ve mü'minleri şiddetle uyarmaktadır. Münafıklar adeta mü'minlerin kendileriyle imtihana tabî tutuldukları kişilerdir. Hz. Rasûl-i Ekrem zamanında Medine'de çok sayıda münafık vardı ve bunların bir kısmını o biliyordu. Mekke'nin fethinden sonra Medine içinde ve dışında münafıklar daha da çoğaldı, Uhud savaşına katılan İslâm ordusunun üçte biri münafıktı ve geri döndü. Kalanların büyük çoğunluğu ise ayakları kayabilecek durumda olanlardı ki, Kur'an böylelerine sürekli biçimde “kalplerinde hastalık bulunanlar” der. Bunlar duru bir imana sahip olamamış ve Allah hakkında cahili zanlardan kurtulamamış kişilerdir. İşte, Kur'an bunları tevbeye ve kendilerine dikkat etmeğe çağırır. Medine'de ve dışında münafıklar, hattâ katmerli münafıklar bulunduğunu belirterek mü'minleri uyarır;
“Çevrenizdeki bedevi araplardan münafıklar vardır; Medine halkından da nifakta katmerleşenler; sen onları bilmezsin. Biz kendilerini biliriz. Onlara iki kez azap edeceğiz, sonra büyük bir azaba itileceklerdir” (Tevbe: 101).
Bu münafıkların büyük çoğunluğu Rasûl-i Ekrem' den sonraya kalmışlardır. Vefat-ı Nebevî'den sonra meydana gelen tüm üzücü olaylarda kesinlikle münafık parmağı vardır ve bu olaylar nifaktan ve kalbî hastalıklardan kaynaklanmıştır dersek, - özellikle ilgili Kur'an ayetleri karşısında - herhalde yalnızca bir iddiada bulunmuş olmayız.
Kuşkusuz Nifak yalnızca Rasûl-i Ekrem'in- zamanına veya sonrasına özgü değildir. Müslümanların bulunduğu bir toplumda her zaman münafıklar da bulunabilir. Kâfirden daha şerrli olan münafık Cehennem'in en alt tabakasında yanacaktır (Muhakkak münafıklar ateşin en alt tabakasındadırlar(Nisa: 145). Yine, Kuran'a dikkatle baktığımızda münafıkların" ardında kâfirlerin ve özellikle kendilerini hakk dinden sayanların, yahudilerin, hristiyanların bulunduğunu görürüz; Kur'an bunlara 'münafıkların şeytanları' adını verir (Bakara: 14). Münafıklara 'vahy'de bulunanlar işte bu şeytanlardır; onlar ördükleri iplere, attıkları düğümlere şeytanlarının vahyini okurlar. Bunların hilelerine kapılmamak, tuzaklarına düşmemek için istikametten sapmamak ve basireti yitirmemek gerekir.
Münafığı tanıma açısından şu ünlü hadis-i şerif hayli önemlidir:
“Münafığın alâmeti üçtür: Konuştuğunda yalan söyler; va'd ettiğinde va'dini yerine getirmez; kendisine bir şey emanet edildiğinde ihanet eder. (Bazı rivayetlerde) Böyle kişi, namaz kılıp oruç da tutsa ve kendisini mü'min de sansa münafıktır.” [295] Bir hadis-i şerif daha:[296]
“Yaratılmışlar içinde Allah'ın en buğz ettiği, elbisesi (kılığı) peygamberlerin elbisesi, ameli ise despotların ameli olandır.” [297]
Bir noktada insanlık tarihinin en önemli olaylarının akış yönü ve biçiminin ifadesinde yol gösterici en önemli iki kavram olan Tefrika ve İhtilâfı özet olarak sunmak belki çoğu noktaların kapalı kalmasına yol açacaktır. Fakat, bu kitabın hacmi çerçevesinde Kur'an'da çok önemli yeri olan bu iki kavrama da yer vermeden geçemeyeceğiz.
Tefrika'nın kökü olan (Fe-Ra-Ka' fiilinin masda-rı 'fark' 'felg' gibidir; şu farkla ki, 'felq' 'parça parça olma'yı ifade ederken, 'fark' 'ayrışma'yı ifade eder:
“Sizin için denizi fark etmiştik (varmıştık)” (Bakara: 50).
“Fırk”, 'ayrışan taraf, kıt'a, bölük', 'fırka' ise 'insanlardan ayrılan topluluk' demektir. İslâm tarihinde bu kelime teknik anlamda 'mezhep’ kelimesiyle bir yerde eş anlamlı olarak kullanılmıştır, 'ferîg' 'diğerlerinden ayrılan topluluk’ anlamına gelir:
“Ne zaman bir rasûl canınızın istemediği bir şey getirse büyüklük taslıyor, bir ferîk'i (bir kısmını yalanlıyor, bir kısmını da öldürmüyor muydunuz?” (Bakara: 87).
'Feraktü beyn'eş-şey'eyn' 'iki şey arasını açtım, gözle veya basiretle farklı olduklarını farkettim, iki şeyi birbirinden ayırdım' demektir:
“Bizimle fasıklar kavminin arasını ayır” (Maide: .25).
“Yemin olsun ayırdıkça ayıranlara” (Mürselât: 4).
Bu ayette sözü edilen 'ayıranlar' bir kavme göre meleklerdir;. çünkü onlar yeryüzüne inip helâlla haramın arasını veya Allah'ın emrettiği şekilde eşyanın arasını ayırırlar.
'Tefrîg' 'ayırıp çoğaltma' ifade eder. Bu şekilde bir ayırımın sonunda çeşitli vücut veya gruplar ortaya" çıkar, birbirlerinden koparlar:
“Dinlerini tefrik edip taraf taraf oldular; her hizb elindekiyle sevinir gider” (Rum: 32).
Ayette sözü edilen gruplar dinin bir yanına sahip çıkıp, hem dini parçalamakta ve parçaları dinin tamamı gibi kabul etmekte, hem de kendileri birer grup birer parti halini almaktadırlar.
“O ikisinden kişiyle eşinin arasını açacak şeyler öğreniyorlardı” (Bakara: 102).
“Rasûllerinden hiç biri arasında ayırım yapmayız” (Bakara: 285).
Bu ayet rasûllerden herhangi birinin veya birkaçının diğerlerinden farklı tutulamayacağını ve hepsinin aynı şekilde ele alınıp hepsine inanılacağını belirtmektedir.
Firak 'ayrılık' anlamına gelir:
“Bu benimle senin aramızın ayrılmasıdır” dedi” (Kehf: 78).
“Ve bilir ki, artık o ayrılıktır” (Kıyamet: 28).
'Fürkan' 'fark'tan daha beliğ ve daha açıktır; hakkla batılın arasını açmada kullanılır. 'Racülûn kun'ân’ ifadesindeki 'kendisine inanılan, iyice itimad edilen’ anlamındaki 'kun'ân'ın kullanılışı gibidir. Hakkla batılın ayrılmasına yol açan olaylar ve ayrıldığı zamanlar için kullanıldığı gibi, bizzat hakkla batılı ayıran. şeyler, bu arada özellikle îlâhî Kitaplar için kullanılır:
“Eğer Allah'a ve fürkan günü iki topluluğun karşılaştığı gün kulumuza indirdiğimize inanmışsa..”(Enfal: 41)
“Ey iman edenler,' Eğer Allah'tan sakınırsanız sizin için fürkan kılar, kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar..” (Enfal: 29)
Ayetten de anlaşılabileceği gibi, mü'minler takva. sahibi oldukları zaman Allah kalplerinde doğruyu eğriden, hakkı batıldan ayıracak bir nur, bir tevfik ve anlayış var eder; işte kalpteki bu ayırtedicinin adı fürkan'dır.
“Belki hidayete erersiniz diye Musa'ya kitap ve fürkan vermiştik” (Bakara: 53).
“Alemler için uyarıcı olsun diye kuluna fürkan'ı indiren ne mübarektir”(Fürkan: l).[298]
'İhtilâf kelimesinin türediği 'halefe' (h noktalı, genizden gelen h) 'nin masdarlarından 'half 'önün, önde olanın zıddı, yani arka, arkada olan' demektir.
“Önlerinde olanı da arkalarında olanı da bilir” (Bakara: 255).
“Biz de bugün seni bedeninle bir tepeye atacağız ki, arkandakilere (senden sonrakilere) ayet olsun” (Yunus: 92).
'Ha-le-Fe' - 'half, 'geride kalmak, geride kalan, sonradan gelen' anlamını da verir; bu noktada 'selefin zıddıdır, Türkçe'de 'halef sözcüğüyle karşılanır:
“Arkalarından bir half (halef nesil) halef oldu (yerlerine geçti) ki, namazı zayi ettiler, şehvetlerine uydular” (Meryem: 59).
Fiil 'halâfe(t)' masdarıyla kullanılırsa, 'bir derece eksikliği veya ahmaklıkla geride bulunma'yı ifade eder.
'Netaka halfen' 'sözü, konuşması fasit oldu' demektir.
'Halefe fülânün fülânen' 'yerine geçti, makamına oturdu’ demektir ki, masdarı 'hilâfet'ir.
Fiilin masdarı 'hılfet' olduğunda, “sonrakinin ardından gelip üzerini örten, bir diğerini takip eden şey’ demektir:
“Ve O, öğüt almak veya şükretmek dileyenler için gece ile gündüzü hılfet (birbirini izler) yapandır” (Fürkan: 62). 'İhtilâf ve 'muhalefet' 'her birinin söz ve halinde yek diğerine zıt bir yol tutması’ demektir. 'Hilaf 'karşıt’ anlamındadır ki, 'zıt'tan daha geneldir; çünkü her iki zıt 'muhteliftir, fakat her iki 'muhtelif şey birbirine zıt değildir.
'Ahlefe' 'sözünde durmamak, va'dinden caymak' anlamındadır:
“Muhakkak Allah va'dinden caymaz” (A. İmran: 9).
'Halleftühû' 'onu ardında bıraktım' demektir. 'Tahlif 'geride kalma, birlikte gitmeyip, arkada bırakılma'
anlamındadır:
“Ve geri bırakılan(hulüfû) o üç kişinin de tevbelerini kabul buyurdu” (Tevbe: 118).
“Bedevilerden geride bırakılanlara( muhallefin) de;”(Feth: 16). '
'Halif 'bir eksiklik veya kusurdan dolayı geride kalan' demektir:
“Öyleyse halifler'le beraber oturun” de” (Tevbe: 83).
(Bu ayette halifler'in kadınlar olduğu belirtilmiştir. Çünkü, onlar kadın olduklarından harple mükellef değildirler ve seferden kadınlıkları dolayısıyla geri kalmışlardır.) [299]
Dil bakımından bu kısa açıklamalardan sonra, şu ayet-i kerimeyle konuyu açalım:
“İnsanlar tek bir ümmetti de Allah uyarıcılar ve müjdeleyiciler olarak nebiler ba's etti ve beraberlerinde ihtilâf ettiklerinde insanlar arasında hükmetsinler diye kitabı indirdi. Kendilerine onun-kitap) verildiği kişiler onun hakkında ancak kendilerine apaçık deliller geldikten sonra sırf birbirle’rine olan bağy yüzünden ihtilâf ettiler. Allah iman edenleri hakktan ihtilâf ettikleri noktada izniyle doğruya iletti. Allah dilediğini doğru yola iletir” (Bakara: 213).
Bu ayet-i kerime'yi şu ayetler çerçevesinde ele alalım:
“İnsanlar ancak tek bir ümmetti de ihtilâf ettiler. Eğer Rabbinden bir kelime geçmemiş olsaydı, ihtilâf ettikleri şeylerde aralarında hüküm verilip gitmişti” (Yunus: 19).
“Allah katında din İslâm'dır. Kendilerine kitap verilenler ancak birbirlerine olan bağy yüzünden kendilerine ılm geldikten sonra ihtilâf ettiler” (A. İmran: 19).
“Sana Kitabı ancak ihtilâf ettiklerini kendilerine açiklayasın diye ve iman eden topluluk için rahmet ve hidayet olarak indirdik”(Nahl: 64).
“Dinlerini parça parça (fırka. fırka; edip. taraf taraf olanlar, sen hiç bir şeyle onlardan değilsin. Onların durumu Allah'a aittir, sonra yapmakta olduklarını kendilerine haber verir” (En'am: 159).
“Dinlerini parça parça edip taraf taraf olanlar, her grup elindekiyle sevinir gider” (Rum; 32).
“Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra fırka fırka olup ihtilâfa düşenler gibi olmayın. Onlar için büyük bir azap vardır” (A. İmran: 105),
“(Çeşitli) yollara uymayın; sizi O'nun yolundan ayırıp fırka fırka eder” (En'am: 153).
“Nuh'a tavsiye ettiğini vb sana vahyettiğimizi ve İbrahim'e, Musa ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi dini ayakta tutun ve onda fırka fırka olmayın diye sizin için dinden bir şeriat kıldık Kendilerini çağırdığın şey müşriklere ağır geldi. Allah dilediğini Kendi'ne seçer ve yöneleni Kendisi'ne iletir” (Şuara: 13).
Bir de şu ayetlere bakalım:
“Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında ve geceyle gündüzün ihtilâfında... akleden bir kavm için ayetler vardır” (Bakara: 164).
“O'nun ayetlerindendir göklerin ve yerin yaratılması ve dillerinizin ve renklerinizin ihtilâfı” (Rum: 22).
Demek ki, iki tür ihtilâf karşısındayız; bunlardan biri yaratılışta görülen ve kâinatın işleyişinde ve insanların hayatında önemli bir yeri olan İhtilâf. Kâinat' taki ihtilâf her şeyin çift yaratılmış olmasıdır; gece-gündüz, aydınlık-karanlık, yaş-kuru, sert-yumuşak vs. Bir diğer ih'tilâf da yerin bitirdiklerinin farklı oluşudur; aynı ışığı alan, aynı toprakta biten, aynı suyla sulanan meyvelerin, bitkilerin gerek tad, gerek koku, gerek yapı yönünden farklı oluşu Allah'ın ayetlerindendir ve bunlar olumlu ihtilâflardır. İnsan hayatında gerekli olan ihtilâfsa. yeteneklerin, becerilerin, arzu ve isteklerin, fikirlerin değişik oluşudur. Böyle olmaz ve her insan her bakımdan birbirinin aynısı olursa insan hayatı olmaz. Çünkü, bu tür ihtilâf insanların toplumsal hayatı için gerekli olan meslekleri doğurur; ayrıca beceri ve fikirlerin ihtilafıyla, da hayat için gerekli mesafeler alınır, ilerlemeler kaydedilir. Öte yandan, dillerin ve renklerin ihtilâfı da Allah'ın ayetlerinden olarak yerilen değil, yeryüzündeki hayatın gerekli şartlarından olan bir ihtilâftır.
Bakara Suresi 213 ve Yunus Suresi 19'uncu ayetlerde ifade edildiği gibi, insanlar baştan tek bir ümmetti; yani hepsi bir arada, aynı amaca yönelik ve aynı amaca yönelik ve aynı doğrultuda davranan bir topluluk halindeydiler. Allah'ın önlerine serdiği yeryüzü sofrasında kavgasız nizasiz bir arada yiyip İçiyor ve herhangi bir ayrılığa düşmüyorlardı. Hayat bütün gizliliklerini kendilerine henüz açmamıştı. Birbirlerini istismar etmiyorlar ve fıtrî bir hayat sürüp gidiyorlardı; yani, Allah'ın kendilerini üzerinde yarattığı 'fıtratı' doğrultusunda yaşıyorlardı. Herhalde, Hz. Adem'in tevbesinin kabulünden sonra onun imamlığında Allah'ın kendilerini yarattığı İslâm fıtratı üzerinde, kendilerini saptıracak, başka yollara çekecek etkenler ve kişiler olmadığından fıtrat üzere ömür sürüyorlar ve bu bakımdan emir ve yasaklar ihtiva eden herhangi bir Şeriat'la da mükelef bulunmuyorlardı. Yaşadıkları hayat ve bozulmamış fıtratları aralarında ihtilâfın çıkmasını gerektirmiyordu.
Zaman ilerledikçe insanlar çoğaldı. İnsanın yaratılışından getirdiği ve hemen dıştan bir dürtüyle ortaya çıkma istidadındaki başkalarından yararlanma, gücünü ve yeteneklerini kullanarak başkaları üzerinde hakimiyet kurma, başkalarının aleyhine daha iyi bir hayat yaşama gibi etkenler insanlar arasında çekişmelerin başlamasına yol açtı. İnsanlar çoğalıp yeryüzüne dağıldıkça, yeni yeni şartlar ve çevrelerle karşılaştıkça, tabiatla olan temasları sonucu gitikçe yeni hünerler kazanıp yeni tecrübeler edindikçe içlerinde taşıdıkları 'zulüm, isyan, başkalarını kullanma, bencillik, ihtiras' gibi nitelikler su yüzüne çıkmaya ve kendilerine hükmetmeğe başladı. Bu bir yandan insanın hayatında daha karmaşıklığa ve tecrübe ve fikirlerinde ilerlemelere neden olurken, bir yandan da baştaki çekişmesiz hayatın yavaş yavaş yerini ihtilâflara, bırakmasına yol açtı. Adem'in cennette duyduğu tükenmek bilmez mülk ve ebediyet hırsı çocuklarında da ortaya çıkmaya başladı. Sonunda güçlü ve yetenekli olanlar zayıfları ezmeğe, başkaları üzerinde haksızca hükmetmeğe ve yaptıklarını da haklı çıkarıcı gerekçeler bulmaya başladılar.
Batı hümanizmi ne kadar iddia ederse etsin - dünyanın şu andaki durumu da iddialarının aksini ispat etmektedir. Yaratılışındaki çift yön ve olumsuz nitelikler nedeniyle insanlar herkesin adilane yararına bir yaşayış sistemi kuramazlar. Bunun için tek tek insanları tanımak, kâinatın işleyiş kanunlarını bilmek, her zaman ve mekâna hükmedici bir bilgi ve yeteneğe sahip olmak gerekir. Bu bakımdan, insanların aralarındaki ihtilâfları çözmek, onları bu kez emir ve yasaklardan oluşan sınırların içine alıp, bu şekilde ihtilafsız döneme döndermek için Allah seçtiği kişileri diğer insanlarla aralarında elçi yapmış ve yeryüzündeki hayatı düzenleyici yasalar göndermiştir. Böylece, bu yasalarla gelen her elçi insanlar arasındaki ihtilâfları kaldırmış ve 'Veda Hutbesi'nde ifade olunduğu gibi, zamanın akrep ve yelkovanlarını göklerin ve yerin yaratıldığı ana, insanların ihtilafsız yaşadığı döneme çevirmiştir. Elçilerin getirdiği Şeriat ihtilâfların sebeplerini ortadan kaldırdığı gibi, gelecekteki ihtilâfları önleyici tedbirleri de göstermiş ve nasıl davranırlarsa ihtilâfa düşmeyeceklerini insanlara göstermiştir:
“Allah bir kavmi, kendilerini hidayet ettikten sonra nelerden çekinmeleri gerektiğini kendilerine açıklamadan sapıtacak değildir. Doğrusu Allah her şeyi ne çok bilendir” (Tevbe: 115).
Peygamberler gelip, insanlar arasındaki ihtilâfları giderdikten sonra, insanlar yeniden ihtilâfa, düşmüşlerdir. Artık, bu ihtilâfın nedeni. Kur'an'ın çok net ve kesin olarak belirttiği gibi, insanların bazılarının diğerleri üzerinde haksızlıkta bulunması, onların payına el atması ve saldırgan bir tutum takınması, yani bağyetmesidir. Bu şekilde, başkaları üzerinde bağyetmeğe yeltenen insanlar bir araya gelip bir grup oluştururlar ve böylece ilk tefrika başlar; Kur'an'ın “Kendilerine apaçık deliller, geldikten sonra tefrikaca düşüp ihtilâf edenler gibi olmayın” (A. İmran: 105) ayetinde açıkça ortaya koyduğu gibi, önce tefrika, yani gruplaşma başlar. Bundan sonra, ortaya çıkan baği gruplar hareketlerini haklı çıkarıcı nedenler bulmaya çalışır, dini parça parça ederler, Allah'ın Yolu olan Şeriat'tan sapıp başka başka yollara giderler ve bu kez ihtilâflar başgösterir. İnsanlar taraf taraf, bölük bölük olur, din parçalanır, her grup “ben haklıyım” diyerek elindekiyle sevinir gider.
Bir hadis-i şerifte, “Sizden önceki ümmetlerin yolunu adım adım izleyeceksiniz. Onlar keler deliğine girmiş olsa siz de gireceksiniz, (bazı rivayetlerde): Ta ki, içinizden annesiyle birleşen de çıkıncaya kadar. Buzağıya da ibadet eder misiniz bilmem” [300] buyurulmuş, bir diğer hadiste, “İsrail Oğulları yetmiş bir fırkaya bölündü; içlerinden biri kurtuldu, diğerleri Ateş'tedir. İsa'nın ümmeti yetmiş iki fırkaya ayrıldı; biri kurtuldu, diğerleri Ateş'tedir. Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak, biri kurtulur, diğerleri Ateş'tedir” [301] buyurulmuş, kurtulanların Kitap ve Sünnet'e uyanlar olduğu belirtmiştir. Bazı hadis-i şeriflerde de Rasûlüllah'tan sonra irtidatların olacağı belirtilmiş [302] ve bu irtidatların sebebi de bir başka hadis-i şerifte “Sizin için korktuğum, dünyanın sizden öncekilerin önüne yayıldığı gibi, sizin önünüze de yayılıp, onların birbirlerine karşı nefsaniyyet güttükleri gibi sizin de birbirinize karşı nefsaniyet gütmeniz ve bu durumun onları helak ettiği gibi sizi de helak etmesidir” [303]şeklinde belirtilmiştir.
İslâm Ümmeti'nin ihtilâfı daha çok siyasal kökenli olmuştur. Tüm itikadı ve. fıkhî ihtilafların ve ayrılıkların altı deşildiğinde doğru bu siyasal ayrılığa ulaşılır. Bu noktada, Allah'ın ve Rasûlü'nün ümmeti ihtilâf edecek durumda bırakması düşünülemez. Çünkü, yukarıda verdiğimiz Tevbe Suresi 15'inci ayetinin yanısıra, “Bugün kâfirler dininizden ümitlerini kestiler, artık onlardan korkmayın, Ben'den korkun; bugün dininizi kemale erdirdin, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'dan razı oldum” (Maide: 3) ve “Helak olan apaçık delil üzere helak olsun, yaşayan da apaçık delil üzere yaşasın” (Enfal: 42) ayetlerinde de açık olduğu üzere, Allah dini,.tamamlamış, geleceğini garantiye almış ve artık din konusunda kâfirlerden değil, kendisi'nden korkulması gerektiğini belirtirken, zımnen gelecek tehlikelerin ancak nefsin arzularından geleceğini, bu bakımdan takva sahibi olmak, Allah'tan korkmak gerektiğini ifade etmiştir. Şu halde, tüm ihtilâf ve tefrikalar her zaman nefsten ve nefsin arzularından kaynaklanmakta, nefsine uyan insanlar diğerleri üzerinde bağy ederek ihtilâf ve tefrika'nın zeminini hazırlamaktadırlar.
Allah insanlar arasında ihtilâf ettikleri konularda hükmünü vermiştir ve verecektir. Her gelen rasûl önceki ümmetlerin ihtilâflarını çözmüş, rasûller gelmeden önce ihtilâf halinde ölenlerin hükmü de Ahiret'te Allah'a kalmıştır. İslâm Ümmeti'nin ihtilâfı devam etmektedir. Aslolan, 'Allah yolunda cihad etmek, yani uğraşmak, halis niyetle Allah'a ibadet etmek, yeni yeni ihtilâf ve tefrikalara düşmemeğe çalışmak, din konusunda hasımlaşılmadan Kur'an'ın ve Peygamber'in yolunda gitmeğe çalışmaktır. Fırka-i Naciye her zaman Kur'an'a ve Sünnet'e yapışandır.
Kâinat'ta ve insanların hayatında ihtilâf ve tefrika'nın bir diğer önemli yönü daha vardır. İnsan toplumu nasıl başta bir çekirdek halinde olup ihtilâflarla geliştiyse, dinler de başlangıçta bir çekirdek halindedir. İşte, ortaya çıkan ihtilâflar ve dinlerin yayıldığı değişik iklimler ve içine düştüğü yeni yeni şartlar bu çekirdeğin patlayıp bir ağaç halinde büyümesine yol açar. Ne var ki, bu ihtilâfın 'iyi' olduğunu göstermez. Evet, Allah ihtilâfın olmasını diler, yani ihtilâf Meşiet-i İlâhî'nin dışında değildir. Çekirdek halindeki dinin açılmasına yarayan ihtilâf bir bakıma bu yönüyle hadiste ifade olunduğu gibi rahmetse de, ihtilâfa, yol açanlar suçludur. Bu ihtilâf tekvini olup, insanlar bu açıdan Meşiet-i îlâhi'nin aracıdırlar. Ne ki, teşriî alanda emir -yasaklar geçerli olup, ihtilâf yasaklanmıştır. Her yeni Şeriat sahibi rasûlle zaman yeniden ilk 'Altın Çağ'a döndürülür; insanlar bu halde imtihana çekilir, ihtilâf çıkar, din çekirdeği patlar, ihtilâf edenler cezayı hak ederler; sonra ihtilâf halinde imtihan başlar; çekirdekten başlayan ağacın bazı dal ve yaprakları ve bazı meyveleri çürük olur, ama her zaman ağacın kökü sağlam kalır ve sağlam bir dal bulunur, önemli olan çürük dallara değil, bu sağlam dala yapışmaktır." (Bu konu daha geniş ve 'felsefî' bir açıklama gerektirdiğinden, anlayana bu kadarı yeter diyerek, bu çalışmanın hacmi içinde bu kadarla yetiniyoruz.) [304]
Kur'an Şirk toplumunu oluşturan iki sınıf insandan söz eder; müstekbirler ve müstaz'aflar.
Müstekbir 'Ke-Bü-Ra' fiil kökünden gelir, fiilin altı harfli (südasî) sîgası olan 'istifal’ babından (ism-i fail' dir. Fiilin sözcük anlamı 'büyük olmak' demektir. 'Büyüklük' nicelik, nitelik, durum, mertebe vs. bakımlarından olabilir. Yine, 'çokluk' -belirtmek için de 'büyük' sözcüğü zaman zaman kullanılır. 'Kebîr' 'büyük', 'kebira(tün)' 'büyük şey' ve bir diğer çokça kullanımıyla 'ceza gerektiren günah'(çoğulu kebair), 'ekber’ 'daha büyük, en büyük', 'kiber' 'yaşlılık', 'kebîr'in isim olarak çoğulu 'ekabir' ve 'kübera' 'bir toplumdaki reisler, önde gelenler', 'kibriya' 'ululuk, büyüklük, yücelik', 'ikbar’ 'büyük görmek', 'tekbir" 'yüceltmek, büyüklemek, ululamak, anlamlarındadır: [305]
“De: “Onlarda kebîr (büyük) günah vardır., günahları faydalarından ekber (daha büyük) dir” (Bakara: 219).
“Haccül-ekber günü(Tevbe: 3)”. (Umre'ye onda yapılan ameller daha az. olduğundan 'el-hacc'ül-asğar küçük hacc', hacc'a da 'büyük hacc' anlamında 'el-hacc'ül-ekber' denmiştir.)
“Ne oluyor bu kitaba ki, sağira (küçük) ve kebîra (büyük) hiç bir şey bırakmıyor, hepsini sayıp döküyor (Kehf: 49).
“İlkisinden birisi veya her ikisi yanında kiber!e (yaşlılık çağına) ulaşırsa onlara 'üf deme, onları azarlama ve kendilerine güzel söz söyle” (İsra: 23).
“Rabbim, bana kiber (yaşlılık) gelip çatmış, karım da kısırken benim nasıl oğlum olur?” (A. İmran: 40).
“Eğer yasaklandıklarınızın kebair (büyükler) inden kaçarsanız, seyyiatınızı örter ve sizi kerim bir yere girdiririz” (Nisa.: 31).
“Kendilerini çağırdığın şey müşriklere ağır geldi (kebüra)”(Şura: 13).
“Ağızlarından çıkan söz ne de büyük:(kebürat)” Kehf: 5).
“Sabır ve namazla yardım dileyin; şüphesiz bu huşu duyanlardan başkasına ağıt gelir (kebiraten)” (Bakara: 45).
“Kibriya (yücelik, ululuk) göklerde ve yerde O'nun içindir” (Casiye: 37).
“İşte böyle her memlekette ekabir’i oranın mücrimleri kıldık ki, orada hile yapsınlar. Onlar ancak kendilerine hile yapıyorlar, ama farkında, değiller” (En'am: 123).
“Ve dediler; “Rabbımız, muhakkak biz efendilerimize (sadat) ve küberamıza (büyüklerimize) itaat ettik, onlar da bizi yoldan çıkardılar» (Ahzab: 67).
Müstez'af 'Za-U-Fe' fiilinin yine altılı 'istifal' babından ism-i mefuldür. 'Za-U-Fe' 'kuvvetli olmanın zıddıdır ve zayıf oldu demektir. 'Za'f' masdarı olup, zayıf anlamında 'sıfat-ı müşebbehe’ şekli olan 'zaîf kullanılır. 'Za'f' nefiste olur, bedende olur, nicelik ve nitelik yönünden olur, akılda ve düşüncede vs. olur. 'Zaîf'in çoğulu 'zıâaf veya daha çok kullanıldığı biçimiyle zuafa'dır.[306]
“Şüphesiz o Allah'tan başka çağırdıklarınız bir aray toplansalar bile bir sineği dahi yaratamazlar. Sinek kendilerinden bir şey kapsa, bunu ondan kurtaramazlar. İsteyen de zayıf (oldu), istenen de” (Hacc: 73).
“Nice nebi beraberindeki çok sayıda erenlerle (ribbî) birlikte savaştı; Allah yolunda başlarına gelenden dolayı yılmadılar ve zayıflık göstermediler, boyun eğmediler. Allah sabredenleri sever” (A. İmran; 146).
“Eğer borçlu kimse sefih veya zayıf, ya da yazdıramayacak durumda ise, velîsi adaletle yazdırsın”(Bakara: 282).
“Şimdi Allah sizden hafifletti ve sizde za'f olduğunu bildi” (Enfal: 66).
“Allah sizden hafifletmek diliyor, çünkü insan zaîf yaratılmıştır” (Nisa: 28).
“Allah ki, sizi za'ftan yarattı, sonra za'f'ın ardından kuvvet varetti, sonra kuvvetin ardından za'f ve ihtiyarlık verdi” (Ram: 54). (âyetteki birinci za'fın toprak veya nutfe, ikinci zafın cenin veya çocukluk hali, üçüncü za'f'ın ise yaşlılık olduğu söylenmiştir.)
“Muhakkak Şeytan'ın hilesi zaîf'tir (Nisa: 28).
“Aynı fiilden gelen 'zı'f sözcüğü ise daha değişik bir anlama sahiptir; 'misl, kat, katlama, demektir. 'Ez'aftü, za'aftühû veya zâaftühû' 'üzerine aynısını koydum, ekledim, katladım' anlamındadır. Sözcük bu şekliyle Kur'an'da çok geçer:
“Ey iman edenler,' Kat kat (ez'âfen müzâafeten) riba etmeyin” (A. İmran: 130).
“Kim ki, Allah'a güzel bir borç verirse, Allah onu kat kat(ez'afen) fazlasıyla kendisine artırarak (verir) (yüzaifehû)” (Bakara: 245).
“Allah zerre ağırlığınca zulmetmez; tek bir iyilik olsa onu kat kat yapar (yüzaifhâ) ve katından büyük bir karşılık verir” (Nisa: 40). (Değişik ayetlerde bu katlanmaların on veya bazen 700 katına kadar çıktığı belirtilmektedir.) “Sonrakiler öncekiler için dedi: “Rabbımız, bunlar sizi yoldan çıkardılar, onlara bir kat daha ateş azabı (azâben zı'fen) ver”! “Hepsi için bir kat fazla (zı'fün) var, fakat siz bilmezsiniz” dedi” (A'raf: 38).
Dil yönünden yaptığımız bu kısa açıklamalardan sonra, müstekbir ve müstaz'af kelimelerinin kavramsal fonksiyonlarına geçebiliriz.
Yeri geldiğince belirttiğimiz gibi, bazı insanlar güç, Kuvvet veya bir takım yetenek ve becerilerine dayanarak kendilerini Allah'tan müstağni sayar, Ahiret'i inkâr eder veya Ahiret'in de kendileri için olacağı vehmine kapılır, hayatın yalnızca dünya hayatı olduğunu zanneder ve bu dünya hayatında sahip olduğu mal, mülk, güç ve çocuklarla kendinde bir üstünlük olduğunu varsayar. Bu şekilde, diğer insanlar üzerinde bağyederek, onları köleleştirir, yeryüzünde dilediği gibi hükmetme sevdasına kapılır, başkalarını küçük görür, onlar üzerinde rabbleşir, onları dilediği gibi eğitir, dilediği gibi kullanır;.bu durumdayken kendine Allah’ın ayetleri hatırlatıldığında “bunlar da neymiş” diyerek yüz çevirir. İnsanları bu yola iten nedenler çeşit çeşittir; bazıları bir takım. nefsî zayıflık ve aşağılık duygularını böylece gidermeğe çalışırlar, bazıları nevalarının tutsağı durumundadırlar. Her ne durumda olursa olsun, bu tür insanlar aslında 'zayıf insanlardır, fakat bu tür yollarla hiç de hakkları olmadığı halde 'büyüklük' taslamaya girişirler ve kendilerini 'büyük' zannederler. İşte, bu insanların 'kendilerini Allah' tan ve başkalarından müstağni görme, başkalarını küçümseme' hallerine 'kibr', bu şekildeki davranışlarına 'tekebbür', 'büyüklük isteğinde olma, bu istekle yeryüzünde fesat çıkarma, başkalarının üzerinde rabbleşme ve kendilerinde 'kibr' içinde büyüklük vehmetme' durumlarına istikbar ve bu tür kişilere de müstekbir denir.
“Ayetlerimizi yalanlayıp, onların karşısında istikbara kapılanlar, işte onlar ateş halkıdır”(A'raf: 36). “Küfredenlere gelince: “Ayetlerimiz size okunuyordu da, siz istikbarda bulunup (karşılarında büyüklenip yüz çevirerek) mücrim bir topluluk oldunuz değimli,?”(Casiye: 31).
“Meleklere “Adem'e secde edin” dedik de hepsi secde ettiler, İblis hariç. Diretti,' istikbarda bulundu ve kâfirlerden oldu” (Bakara: 34).
“Hayır, çünkü o bizim ayetlerimize karşı bir inatçı kesildi.. Yine, kahrolası nasıl ölçtü biçti! Sonra baktı. Sonra surat astı, kaşlarını çattı. Sonra arkasını döndü ve istikbarda bulundu; “bu” dedi. “rivayet edilip öğretilen tir büyüdür ancak”. (Müddessir: 16, 20-24).
“Ne zaman ki bir rasûl size canınızın istemediği bir şey getirdiyse istikbarda bulunmadınız mı?” (Bakara: 87).
“Fir'avn'e ve adamlarına; onlar istikbarda bulundular ve böbürlenen bir topluluk oldular” (Mü'minûn: 46).
Allah'ın "kendilerine verdiği nimetleri, güç, yetenek ve becerileri kendilerinden sayarak başka insanların boyunlarına binen müstekbirlerin diğer insanlara karşı zalimce davranışlarına 'istiz'af (zayıf görme) denir. 'İstez'aftühû' 'onu zayıf buldum, zayıf gördüm, za'fa uğrattım' demektir:
“Anamın oğlu” dedi, “muhakkak bu topluluk beni zayıf gördü, zayıf buldu ve beni öldüreyazdılar” (A'raf: 150).
Bu tür zayıf görülen kişiler, yani müstaz'aflar üç grupta değerlendirilmektedir. Birinciler, özellikle Rasûllerin tebliğinin üzerinden uzun zaman geçtiği için vahyî gerçeklerden uzaklaşan ve dolayısıyle Vahy'den habersiz bulunup da müstekbirlerîn. yönetimi altına düşerek bundan kurtuluş ve çıkış yolu arayanlar ve bu arayışlarından dolayı müstek birlerin her türlü zulmüne maruz kalanlar. Allah bu türden müs'taz'aflar'a Vahyine uydukları sürece va'dde bulunmakta ve onları yeryüzünün varisleri ve imamları yapacağı müjdesini vermektedir ve tarih içinde Allah (C.C.) bu va'dîni yerine getirmiştir; elbette her zaman da yerine getirecektir:
“Muhakkak Fir'avn yeryüzünde (o yerde) ululandı ve halkım bölük bölük etti; onlardan bîr zümreyi istiz'af ediyor (zayıf görüyor, zayıflatıyor), oğullarını boğazlayıp kadınlarını sağ bırakıyor (veya, kirletiyor)du. Doğrusu, müfsidlerdendi o. Biz ise diliyoruz ki, yeryüzünde istiz'af edilenlere lütfedelim, onları imamlar kılalım ve onları varisler kılalım” (Kasas: 4-5).
“İstiz'af edilmekte olan o kavmi içini bereketlerle donattığımız yerin doğularına ve batılarına varis kıldık Rabbinin İsrail Oğulları üzerindeki güzel kelimesi sabretmelerinden dolayı tam yerine geldi, Fir’avn’ın ve kavminin yapageldikleri ve yükseltmekte olduklarını da yıktık” (A'raf: 137). İkinci grup müstaz'af, müstekbirlerin yaptıklarına korku, Allah'a güvenmeme, dünyevî çıkarlar ve bir takım za'flar dolayısıyle ses çıkarmayıp, yeryüzündeki fesada ve istikbara, rıza gösterenlerdir. Bunlar için va'd değil, vaîd, yani azap va'di vardır ve yeryüzünde nasıl azap içindelerse, Ahiret'te de müstekbirlerle birlikte Cehennem azabını paylaşacaklardır:
“Göreydin zalimleri Rabblerinin huzurunda dururken, kimisi kimisine söz atar; istiz'af edilenler istikbarda bulunanlara “siz olmasaydınız biz mü’minlerden olmuştuk” derler. İstikbarda bulunanlarsa istiz'af edilenlerde “size geldikten sonra sizi hidayetten biz mi alıkoyduk? Siz kendiniz mücrimlerdiniz”der. İstiz'af edilenler istikbarda bulunanlara “hayır, gece gündüz hile(ydi yaptığınız), bize Allah'a küfretmeyi ve O'na denkler kılmayı emrederken” derler. Azabı gördüklerinde pişmanlığı gizlediler. Küfredenlerin boyunlarına bukağılar koyduk. Yalnız yaptıklarıyla cezalanmıyorlar mı?” (Sebe': 31-33).
“Melekler kendi kendilerinin zalimleri olarak canlarını alırken “ne işteydiniz?” derler. “Biz yeryüzünde müstaz'aftafe” derler. “Allah'ın arzı geniş değil miydi? Orada hicret edeydiniz!” derler. Onlar duraklan yer Cehennem olanlardır. Ne kötü bir varış yeridir orası” (Nisa: 97).
Görüldüğü gibi ayetlerin ifadeleri ve tehdidi çok çetindir. Herhangi bir sakatlıkları olmadığı halde, güçleri becerileri yerindeyken yeryüzünde müstaz'af olmaya razı olanlar, istikbar'dan kurtulmak ve istikbar'a son vermek için gerekeni yapmayanlar aynen müstekbirler gibidir ve onların zulmünde pay sahibidirler; bu bakımdan, varacakları yer de Cehennem'dir.
Şimdi, hemen yukarda verdiğimiz Nisa Suresi 97. ayeti izleyen ayete ve ilgili daha başka ayetlere bakarak, üçüncü grup müstaz'afları görelim:
“Ancak, hiç bir çareye gücü yetmeyen ve bir yola ulaşamayan çocuk, kadın ve erkek müstaz'aflar hariç. Bunlar, Allah'ın kendilerini afvetmesi umulanlardır. Doğrusu Allah afvedendir, bağışlayandır” (Nisa: 98-99).
“Size ne oldu ki, Allah yolunda ve “Rabbımız, bizi halkı zalim olan şu memleketten çıkar ve katından bize bir velî kıl, katından bize bir yardımcı kıl diyen müstaz'af erkek, kadın ve çocuklar için savaşmıyorsunuz?” (Nisa: 75).
Ayetlerden anlaşıldığı üzere, insanlar içinde çocuklar vardır, henüz mükellef değildirler, zayıf ve çaresiz kalırlar ve erkekleri vardır.. Ya vahye muhatap olmamışlar, gereği öğrenmeğe vakit ve imkan bulamamışlar, çeşitli bedenî ve zihnî sakatlıklar, aklî ve cismanî za'flar nedeniyle doğru yola erememişler, ya da gücü beceri ve yetileri yerinde olup, kendilerine Vahy'in ulaştığı kişiler istikbar’a razı olurken, bunların istikbar’a, karşı savaşacak malları, güçleri olmamıştır; böylesi müstaz''afları Allah'ın affetmesi ve bağışlaması umulur. Hattâ, öyle ki bu tür, özellikle güçsüz, zayıf, çaresiz, sakat ve bir takım aklî veya cismanî eksikliklerinden dolayı zalim müstekbirlerin hükmü altında inleyen müstaz'aflar için mü'minlerin savaşması üzerlerine vaciptir. İstikbar ve istiz'af İslâm'ın onaylayamayacağı bir durumdur. Müstekbirler müstaz’afların kanı, eti, kemiği ve alın teri üzerinde saraylarını yükseltirler. İstikbar Allah'a ortak koşmaktan başka bir şey değildir; “Allahü ekber - Allah'tan başka büyük yoktur, tek büyük olan Allah'tır” ilkesini inkârla, Allah'ın kibriyasını sahip oldukları iradeyi kötü yolda kullanarak Allah'ın mülkünde gasbeden müstekbirler sayıca çok az olmalarına karşın, özellikle Allah'a olan iman ve güvenlerinin za'fından ve dünya hayatını Ahiret’e tercih etmelerinin sonucu Allah'tan çok kendilerinden korkmalarından ötürü istikbar'a, ses çıkarmayan müstaz'af yığınların sessizliğinden ve kölece boyun eğişlerinden yararlanırlar, îslâm bir yandan mücadelesini istihbara, ve müstekbirlere karşı yöneltirken, öte yandan köleliğin içlerinde adeta ayrılmaz bir nitelik haline geldiği müstaz'af kitleleri ayaklandırmaya ve 'Lâ ilahe ill’Allah, Allahü Ekber’ ilkeleri çerçevesinde başkaldırmaya çağırır. Böylece başlayan bir mücadelede, istikbar'a. karşı kovuşta ve bu karşı koyusun getirdiği zorluklara sabr eden müstaz’afları Allah yeryüzünün doğularına ve batılarına varis kılar, müstekbirlerin cennetlerini tarumar eder, saraylarını başlarına geçirir; Ama, eğer müstaz'aflar istiz'af’a razı olup giderlerse hem dünya hayatında mezellet ve meskenetin pençesinde bayağı bir hayat sürerler, hem de Ahiret'te müstekbirlerle birlikte Ateş'e atılırlar. [307]
Toplum katmanlarını, özellikle şirk toplumunun yapısını ifade eden kavramlardan ikisi de 'Mele" ve 'Mütreftiv.
'Mele" 'bir görüş üzerinde birleşmiş topluluk' demektir. 'Me-Le-E' fiiliyle ilgili olup, bu fiilin anlamı 'doldurmak'tır; 'yemleûne'l-uyune rivâen ve menzaran ve'n-nüfuse behaen ve celâlen' denilir" ki, 'gözleri (gözeleri) su ve manzarayla, nefisleri de güzellik ve celâlle dolduruyorlar' veya daha güzel bir söyleyişle, 'gözleri suya ve manzaraya, nefisleri de güzellik ve celale kandırıyorlar' denir. 'Falan gözlerin doluşudur' dendiğinde, o kişinin bakanın gözünde çok büyük olduğu söylenmek istenir. Gençler için 'maliü'1-ayn' 've'1-meleü'l-halk’ dendiğinde, 'göz doldurucu ve iyi ahlâklı' oldukları anlaşılır. [308]
İşte, toplum içinde 'göz dolduran, büyük görülen' kişiler vardır ki, bunlara daha çok bugünkü dilde 'ileri gelenler, denmektedir. Bu kişiler toplumun önde gelenleri olup, her toplumun yapısına ve kabul ettiği değerlere, daha doğrusu inancına göre 'göz dolduranlar' başka başkadır. Söz gelimi, bunlar kapitalist toplumlarda daha çok sermaye sahipleri, faşist toplumlarda diktatörler ve çevreleri, askerî diktayla yönetilen yerlerde ordu ileri gelenleri, İslâm'da ise daha çok alimler ve fazıllardan oluşan şura veya hal ve akd ehlidir. Bu bakımdan, 'mele" sözcüğü nötr bir kavram olup, olumlu veya olumsuz bir değer taşımaz. Bununla birlikte, bu kavramın Kur'an'da daha çok müşrik toplumların önde gelen ve mü'minlere işkence ve karşı kovuşta ileri giden önderleri için kullanıldığını görüyoruz:
“Kavminden istihbarda bulunan mele', içlerinden iman edip istiz'af olunanlara “siz gerçekten Salih’in Rabbi tarafından gönderildiğini biliyor musunuz?” dedi. “Biz onunla gönderilene muhakkak inananlarız” dediler” (A'raf: 75).
“Kavminden istihbarda bulunan mele', “ey Şuayb, seni ve yanındaki iman edenleri ya mutlaka 'memleketimizden çıkarır, ya da milletimize dönersiniz” dedi..” (A'raf: 88).
“(Nuh'un) kavminden küfreden mele', “biz seni ancak bizim gibi bir beşer görüyor ve sana ancak görüşten yoksun ayak takımımızın uyduğunu görüyoruz” dedi..”(Hud: 27).
Mele' aynı zamanda bir hükümdarın çevresinde danıştığı ve hükümdar üzerinde belli etkisi olan kişiler topluluğudur da. Bu bakımdan hükümdar veya yöneticinin müslüman olup olmaması önemli olmayıp, bir peygamber veya müslümanların halifesinin-imamının çevresinde de mele' pek alâ bulunabilir:
“(Fir'avn) çevresindeki mele'ye, “muhakkak bügin bir büyücüdür bu” dedi.,
“Büyüsüyle sizi yerinizden çıkarmak istiyor, ne buyurursunuz?” (Şuara: 34-35).
“(Saba melikesi) “Ey mele', bu işimde bana bir fikir verin, siz hazır bulunmadıkça ben hiç bir şeyi kesip atmam” dedi” (Nemi: 32).
“(Süleyman) “Ey mele', onlar bana teslim olup gelmeden önce hanginiz onun tahtını bana getirir” dedi” (Nemi: 38).
Özellikle müşrik toplumların önderleri bulunan mele', müstekbir olmalarının yanısıra, refah içinde yüzen şımarıklardır da. Bu bakımdan, rasûller, sözgelimi Fir'avn gibi hükümdarlara ve aynı zamanda çevrelerinde bulunan mele"ye de gönderilmişlerdir. Çünkü onlar bir bakıma belki hükümdardan daha yetkilidirler ve önderi bulundukları Şirki korumada en ileri gidenlerdir:
“Kavminden kendilerini dünya hayatında, refahtan azdırdığımız, küfreden ve Âhiret'e kavuşmayı yalanlayan mele', “bu ancak sizin gibi bir beşerdir...” dedi” (Mü'minûn: 33).
“Sonra Musa'yı ve kardeşi Harun'u ayetlerimizle ve apaçık bir delille gönderdik, Fifavn'a ve mele' sine; istihbarda bulundular ve böbürlenen bir topluluk oldular” (Mü'minûn: 45-46).
“Fir'avn ve mele'sinin kendilerini fitneye uğratmalarından korktukları için Musa'ya kavminden yalnızca bir gruptan başka inanan olmadı” (Yunus: 83).
“ Yeryüzündeki mele'den başka bir de gökleri dolduran bir mele' vardır ki, bunlar Kur'an'ın diliyle ‘mele-i alâ’ (yüce topluluk) tur:
“Tartışırlarken, “mele-i a'lâ' ile ilgili bir bilgim yoktu” (Sad: 69).
Yukarıda verdiğimiz Mü'minûn suresi 33. ayette geçen mele'nin özellikleri arasında, Allah'ın kendilerini 'refahtan azdırdığı' da anılmaktadır ki, bunun Kur'an diliyle İfadesi itraf'tır. 'İtraf 'refahtan azdırmak' anlamında masdardır. Fiil şekli 'etrafa’ üçlü hali ise Te-Rı-Fe'dir. 'Te-Ri-Fe’ 'sulu ve taze oldu, bolluk içinde oldu' demektir. Bu fiilden türeyen 'turfe(tün)' 'nimet, kıymetli şey' anlamında olup, Türkçe'deki turfa, turfanda' sözcükleri buradan gelmedir; aynı şekilde, yine 'Te-Ra-Fe' fiilinden türeyen 'teraffeh' 'nimette bolluk' anlamındadır [309] ve Türkçe'de bunun adı 'rafah' tır.
'Etrafe' 'nimet verip azdırdı, refahtan şımarttı' demektir. Şirk toplumlarında 'mele" nimetle şımartılanlardandır; bu tür insanlara da 'nimetle şımartılıp azdırılmış' anlamında 'mütref denilir. Bir kavim içinde Allah'ın nimetlerinin adilane dağıtılmaması ve gayr-ı meşru kazanç gibi yollarla bazıları, özelikle o kavme hükmedenler aşırı oranda nimete garkolurlar. Bunların karşısında toplumun büyük çoğunluğu ise yoksulluk içinde kalır. Aşırı ölçülerde nimet sahibi olanlar, refahın verdiği gevşeklik ve Ahiret'i unutmanın sonucu her türlü ahlâksızlığı işlemeğe başlar; Seyyid Kutub'un diliyle “taşkın bir servet vücuddaki fazla enerji gibidir; onu bir yere kanalize etmek kaçınılmazdır. Bu servet bazen kalbi fesada uğratan, bedeni yok eden bir lüks halini, bazan da şehvetler halini alır. Bu şehvetler mala ihtiyacı bulunan başka bir kesimin mal sahiplerinin şehvetlerini doyurmaları, onların gurur ve kibirlerini okşamak için ırzlarını satmaları, ya yaltaklanmaları veya kişiliklerini yok etmeleri suretiyle yerine gelir. Büyük servet sahibini taşan servetini harcayacak yer aramaktan başka bir şey ilgilendirmez. Ahlâksızlık ve buna bağlı olarak içki, kumar, köle ve kadın ticareti, insafsızlık, şerefsizlik... gibi şeyler servetin bir yerde toplanmasından, başkalarını ondan mahrum edip bir tarafta tekelleşmesinden ve bunun sonunda toplumdaki dengenin ortadan kalkmasından başka bir şeyin sonucu değildir.” [310] Seyyid Kutub'un sözünü ettiği bu durum bütünüyle fısk'tır ve artık toplumdaki bu hal o toplumun yıkılış ve helak oluş nedenidir:
“Biz bir ülkeyi helak etmek dilediğimiz zaman oranın mütreflerini yöneltir ve çoğaltırız da orada fısk yaparlar: böylece o ülke üzerine söz hak olur ve biz de orayı darmadağın ederiz” (İsra: 16).
Mütrefler'in çoğaldığı bir yere Allah'ın elçileri geldiğinde ilk karşı çıkanlar bu mütrefler olur; çünkü, rasûllerin çağırdığı din onların refah halini değiştirecek, vücudlarındaki taşkın enerjiyi boşalttıkları kaynaklar kuruyacak ve refah içindeki hayatları sona erecektir.
“Biz hangi memlekete bir uyarıcı gönderdikse, mutlaka oranın mütrefleri “biz sizin gönderildiğiniz şeye kâfirleriz” dediler” (Sebe': 34). [311]
Daha çok davranış ve davranışa yol açan etkenler bakımından Kur'an'ın İslâm dışı toplumların ve kişilerin tutum, davranış, yaşantı ve kurdukları sistemi tanımlamak için özellikle kullandığı kavram Cahiliyye kavramıdır. Bu kavram daha çok 'bilgisiz olma'yla eş anlamlı gibi görünmüş ve tefsir ve tercümelerde genellikle bu şekilde karşılanmışsa da, temelde Cahiliyye bir düşünme biçimi, bir sistem, bir yaşantı şeklidir.
Ragıp el-İsfehanî, Cahiliye kavramının türediği Ce-Hi-Le .fiilinin masdarı 'Cehl'in üç vecih üzere olduğunu belirtiyor:
1. Nefsin ilimden boş olması;
2. Gerçeğin dışında bir şeye itikat etmek;
3. İtikat doğru veya yanlış olsun, gerekenin, hakk olanın dışında eylemde bulunmak. [312]
Kavramın kökü olan 'Ce-Hi-Le' fiiline baktığımızda, sözlüklerde 'fıkır fıkır kaynamak, gücendirmek, kaba davranmak, bilmemek, tanımamak' sözcükleriyle karşılandığını görürüz. [313] İnsanların gerek düşünce, gerekse davranış biçimleri farklı farklıdır; şu nokta kabul edilmelidir ki, insanların düşünüş ve yaşayışlarını belirleyen şu veya bu biçimde inançları, dünya hayatını algılayışları olmaktadır. Bunun sonucunda bir insan veya insan toplumunun kabul ettiği değer yargıları ortaya çıkar. Bu değer yargıları ahlâk kurallarını ve davranışa yön veren kanunları da biçimler. İşte, değer yargılarını, ahlâk kurallarını, inanç, düşünme ve davranış" biçimlerini bünyesinde toplayan ve kendine bağlı insanların yaşayışlarına yön veren iki sistemden bîri İslâmken, diğeri de başka hangi ad altında olursa olsun Cahiliyye'dir. Şirk bu sisteme daha çok inanç ve itikat yönüyle ad "olurken, Cahiliyye da kabul edilen değer yargıları ye davranış biçimleri - yani, bugünkü deyişle sosyolojik - yönüyle ad olur
İslâm'dan uzak olan kişiler, yeri geldikçe belirttiğimiz gibi daha çok hevaları doğrultusunda hareket ederler; dilediklerince yaşamak, her istediklerini yapmak, her ne pahasına olursa olsun tutkularını doyurmak peşindedirler. Hevaları onları çeşit çeşit yollara sürükler, türlü türlü davranış biçimlerini benimsetir; hiç bir gerçekten kaynaklanmayan ve gerçek adına hiç bir şey taşımayan değer yargıları meydana getirtir; olmayacak hayallere sürükler ve bu hayaller peşinde koştururken hiç bir kural da tanıtmaz:
“(Allah) çaresiz yemek zorunda kaldıklarınız dışında üzerinize haram kıldıklarını size açıklamışken, size ne oluyor da, üzerine Allah'ın adı anılanlardan yemiyorsunuz? Doğrusu bir çokları ilimsiz olarak nevalarına uymakla yoldan çıkarıyorlar..”(En'am: 119).
“İçlerinde bir de ümmîler var ki, Kitabı bilmezler, (bütün bildikleri) bir takım emaniydir ve onlar ancak zannetmektedirler” (Bakam: 78).
“(Münafıklar) onlara seslenir, “biz de sizinle beraber değil miydik?” “Evet” derler, “ama siz kendi kendinizi fitneye attınız, gözlediniz, şüphe ettiniz ve emaniyy sizi aldattı..” (Hadid: 14).
Yukandaki ayetlerde dikkatimizi çeken iki noktadan birisi hevalarına uyan insanların ılm'e tabî olmadıkları ve kendileri yoldan çıktıkları gibi pek çoklarını da yoldan çıkardıklarıdır. Kur'an'da 'biğayr-i ılm' şeklinde geçen ifadeler Türkçe meallerde sürekli olarak yanlışlıkla 'bilmeden, bilgisizce' şeklinde çevrilmektedir. Oysa, bu ifade 'hiç bir ilim taşımadan, ilimden hiç bir şeye sahip olmadan demektir. Zanna ve kuruntuya uyanların davranışlarında, zann ve kuruntularında ılm' den hiç bir şey olmadığı gibi, tam tersine onlar yaptıklarını bilerek yapmaktadırlar; yani, ne yaptıklarının farkındadırlar. İşte, Cahiliyye'nin temel öğelerinden biri ılm'den kaynaklanmaması ve doğrudan doğruya hevalarna. uyan kişilerin emaniyy (kuruntular) 'sine dayanmasıdır. Emaniyy 'ümniyye'nin çoğulu olup, kişinin nefsinde, hayalinde kurup durduğu, arzuladığı, peşinde koştuğu hayaller, kuruntular, boş arzulardır. Kuru temennilerden başka bir şey olmayan emaniyy hevalarına uyan kişilerin hep gerçekleştirmeğe ve ulaşmaya çalıştığı hayalerdir ki, işte bu tür hayallerle davranan insan cahil insandır. Bu tür ümniyyleriyle hevalarına uyan kişiler ılm'den uzaktır; kendilerine çizdikleri yol, düşünme ve yaşantı biçimleri ılm'e değil, ancak zann'a dayanır; her şeyi zannlarına dayanarak ölçer, nefsanî takdir ve tahminlerle bir takım yargılara varır, keyiflerine göre hüküm verirler ve bunun sonucunda da Cahiliyye bir sistem, bir yaşantı ve düşünme-inanma biçimi olarak ortaya çıkar:
“Hayır, zulmedenler ılm'e dayanmadan hevalarının peşinden gitiler” (Rum: 29).
“Yerdekilerin çoğuna uysan seni Allah'ın yolundan saptırırlar; onlar ancak zann'a tabî oluyor ve onlar ancak atıp tutuyorlar” (En'am: 116).
“Şirk koşanlar, “eğer Allah dileseydi biz ve babalarımız da şirk koşmaz ve herhangi bir şeyi de haram kılmazdık” diyecekler. Gücümüzü tadıncaya kadar onlardan öncekiler de böyle yalanlamışlardı. De ki: “Yanınızda bize göstereceğiniz bir ılm var mı? Siz ancak zann'a uyuyor ve siz ancak atıp tutuyorsunuz” (En'am: 148).
“Onların çoğu ancak zann'a uymaktadır. Muhakkak zann hakk'tan hiç bir şey gidermez..” (Yunus: 36).
“Onların bu konuda hiç bir ılmleri yoktur; ancak zann'a uymaktadır onlar. Zann ise hakk'tan hiçbir şey gidermez” (Necm: 28).
Ayetlerde 'atıp tutma' diye çevirdiğimiz sözcük Kur'an'da 'harstır; bu sözcük Elmalılı Hamdi Yazır'ın o kendine özgü ifadeleriyle “kendi mızrağıyla ölçmek, ındî, nefsanî takdir ve tahminlerle keyfe göre hüküm vermek, yalan söylemek, söz gelimi “Allah beşere bir şey indirmedi” demek, Allah'a ortak koşmak, haklıyı haksız haksızı haklı çıkarmak, helal'a haram, harama helâl demek”tir[314] İşte, ancak böylesine atıp tutan ve keyfî yargılarda bulunanlar Allah'tan gelen ve dolayısıyle hakk olup kesinlik belirten ılm'e değil de, ancak zann'larına, uyarlar. Zann ise “ne kadar şairane ve ne kadar güçlü olursa olsun hiç bir zaman hakk'ın yerine geçmez”; zânn'la hakk'tan kaçırılıp kurtulunamaz, gerçekler ters çevrilemez ve zannda bulunanlar ancak kendilerini ve kendilerine uyanları aldatırlar.
İşte, ılm'den değil de hevaya. uymanın sonucu zann' dan kaynaklanıp, ümniyeye dayanan, atıp tutmayla (hars) oluşan Cahili değer yargıları cahil insanların hayatlarına yön verir, onların dünya görüşlerini biçimler. Cahiliyye'nin insanları başkalarının putları gibi kendilerinin de putları olmasını ister ve peygamberlerine “bize de böyle tanrılar yap” derler (A'raf: 138); Cahili değer yargılarıyla kendilerini üstün, ileri görüşlü, en iyi düşünen kabul edip, rasûllere inanan yoksul, kimsesiz, servet, güç sahibi olmayan mü'minlerin rasûllerin yanından uzaklaşmalarını ve o zaman inanacaklarını ileri sürerler; yani Tevhid'in Şirk gibi kişileri dünyevî makam, servet, güç, fizikî görünüm vs.ye göre sınıflandıracağı sanısıyla değer yargılarını terketmek ve Cahiliyye'de horladıkları kişilerle bir arada bulunmak istemezler (Hud: 29); güç ve servetlerine dayanarak Allah'ın azabından kurtulabileceklerini zannederler ve tehdit edildiklerini azabın gelivermesini isterler ve bunu getirecek olanın da halâ peygamber olduğunu sanırlar (Ahkaf: 23)... îşte, bütün bu ve bunlar gibi inanç ve değer yargıları bütünüyle Cahili inanç ve değer yargılandır.
Cahiliyye insanı zamana ve şartlara göre değişen bir takım davranış biçimlerini benimser; ama genelde bütün bu davranış biçimleri Cahili değer yargıları ve inanç biçimlerinden kaynaklanır. Kur'an mü'minlere ağır başlı, vakur, sabırlı ve yerine göre hareket eden olmalarını emrederken, cahilerin Cahiliyye hamiyyetiyle davrandıklarını, öfke ve gazaba kapıldıklarını belirtir. Yersiz öfke ve gazap nefse ve havaya uymanın sonucudur. Böylesine nefsine yenilen, öfkesine kapılan, hareketlerinde sürekli fevrilik görülen ve ifrat ve tefritten kurtulamayıp 'vasat' olamayan kişilerin bu türden hareketleri hep Cahili hareketlerdir. Onları, böyle davranmaya iten de Cahili asabiyetleri, Cahili değer yargıları, Kur'an'ın deyimiyle, 'Cahili hamiyyetleri' dir:
“Küfredenler kalplerine hamiyyeti, Cahiliyye hamiyyetini koydukları zaman, Allah da sekinesini Rasûlü'nün ve mü'mirilerin üzerine indirmiş ve onları takva kelimesine bağlamıştı..” (Feth; 26).
“Rahman'ın kulları yeryüzünde mütevazı olarak yürüyen ve cahiller kendilerine muhatap olduklarında 'selâm' diyenlerdir.. Boş lâfa rastladıklarında kerim olarak geçip gidenlerdim”(Fürkan: 63, 72).
“Af yolunu tut, urfle emret ve cahillerden yüz çevir” (A'raf: 199).
Cahili davranışla, îslâmî davranış yolu arasındaki farkı belirten en önemli bir olay olarak, bir savaşta tam öldürecekken yüzüne tüküren kâfiri öldürmeyip bırakan ve “neden öldürmedin?” sorusu üzerine, “onu Allah için öldürecektim, fakat yüzüme tükürünce kızıp, nefsim için öldürmüş olabilirim” diyen Hz. Ali'nin bu davranışını anabiliriz.
Bunlardan ayrı olarak, Lût (a) ın kavminin kadınlar yerine şehvetle erkeklere varması, Yusuf (a)'ın kardeşlerinin büyük bir kıskançlıkla onu kuyuya bırakmaları, sözgelimi, kadınların (veya erkeklerin) gayr-ı meşru ilişki çağrılarına uymak, giyimde, süste, açılıp saçılmada ve zinet yerlerini göstermede üstünlük bulunduğu vehmine kapılıp bu şekilde sokağa çıkıp övünmek, böbürlenmek, dünya zînetleriyle insanlara karşı üstünlük taslamak gibi davranışlar da Kur'an'da hep Cahili davranışlar olarak geçer (Nemi: 55, Yusuf: 89, 33, Ahzab: 33).
Cahiliyye'nin kendine özgü değer yargıları olduğu gibi, insan hayatını yönlendiren ve toplumun yönetim biçimini belirleyen kanunları da vardır:. İşte, Allah’ın indirdiğiyle değil de Cahiller'in zannından,, nevasından kaynaklanan hükümlerle hükmetmek ve bu hükümlerle yargılanmayı istemek, Kur'an'ın diliyle Cahiliyye hükmüne başvurmak ve bu hükmü kabul etmektir (Maide: 50).
Cahiliyye hiç bir zaman belli bir döneme ait bir olgu değil, insan hayâtında sürekli var olan dinamik ve yaşayan bir olgudur. Söz gelimi, Evs ve Hazrec kabilelerınin İslamadan sonra zaman zaman eski kan davalarına dönme eğilimi göstermeleri, Halid b. Velid'in Cezime Oğulları yurduna gönderildiğinde İslâm öncesi dönemde meydana gelen bir olaydan ötürü haksız yere kan akıtması, Muaviye'nin müslümanların hakk halifesine karşı kan davasıyla isyan etmesi, kısaca İslâmî, dolayısıyle ilmî değil de, zannî ve hevaî olan tüm davranış düşünüş ve inanış biçimleri hep Cahilîyye'nin öğeleridir ve bunlar her zaman ortaya çıkma istidadındadır. Bugün de, modern Batı Cahiliyyesi belki insanlık tarihinde ortaya çıkan en büyük ve en ilkel Cahiliyye'dir. [315]
'Şe-A-Ra' fiil kökünden gelir. 'Şa'r' 'bilinen, görünen, tanınan, belirli' demektir. Bu bakımdan, insan veya hayvan bedenindeki kıllara 'şa'r' denilir; çoğulu ‘eş'ar'dır.
“Allah size evlerinizden oturulacak, sükûn bulunacak bir yer yaptı ve size hayvanların derilerinden, göç gününüzde ve ikamet gününüzde kolayca kullanacağınız evler ve yünlerinden, yapağılarından ve kıllarından(eş'ar) bir süreye kadar giyilecek, döşenecek eşya ve geçimlik yaptı” (Nahl: 80).
Bedendeki kıllar gibi dıştan bakıldığında görünüp bilinen şeyden benzetmeyle 'Şe-A-Ra’ fiiline 'dikkatle bakıp bilme, tanıma, farketme' anlamı verildi. Bazılarına göre 'dikkatli anlayış ve bilgi sahibi' anlamında şairlere 'şair’ denmiştir ki, 'şuur sahibi' demektir; bundan dolayı 'şi'r'e de 'ince ilim’ denmiştir. Sonradan, vezinli söyleyişler için ad olmuştur. [316]
'Şu'r' 'dışta bulunan şeyi zahirî duyularla hissetmek' demektir. Yani, hemen görülüp duyulduğunda, veya dokunulup tadıldığında henüz duygu halinde bulunan ve akla ve hafızaya bütünüyle yerleşmemiş, kesinliği belli olmamış, yani tam bir 'ilim' haline gelmemiş zahir bir bilgidir. 'Şu'r idrakin ilk aşaması, bir şeyin akıl kuvvetine ilk ulaşım mertebesi, ilk tecelliyidir. 'Şu'r, nefsin hissedilenin anlamına İlk uzanma noktasıdır. Bu anlamın tamâmına nefsin vukufu 'tasavvur', anlam şuurun kaybolmasından sonra yeniden hatırlanabilecek şekilde zihinde kalmış ise, buna 'hıfz', bu kalanı zihinde yeniden canlandırma ve duyma istemine 'tezekkür’, bu anlamı duyma istemiyle yeniden bulan vicdana 'zikr’ denilir. 'Şur'a' bir bakıma ilmin en zayıfı, daha doğrusu ilme uzanan birinci kapıdır; sebat ve kararı yoktur, çünkü duyular her zaman yanıltıcı olabilir ve değişkenlik gösterebilir. Bu bakımdan, 'îlm-i İlahî'ye 'şu'r' denmez.[317] Öte yandan, 'muhakkık' denilen alimlere göre, 'şairlere 'aldatıcı olduklarından ve yalanlarla uğrattıklarından' dolayı şair’ denmiştir. Kur'an'da da 'şairun mecnun - cinlenmiş, deli şair' deyimi geçer. Nitekim, Cahiliye dönemi Arapları şairlerin cinlerle ilgileri bulunduğuna ve cinlerden vahy aldıklarına inanırlardı. Cinlerin vahyi hakktan hiç bir şey taşımayacağına göre şairlerin söyledikleri yalandan ibaret olmaktadır. Bu bakımdan, “gerçeklik payı bulunmayıp, yalana dayalı deliller'e 'şi'riyye' denilir; ayrıca, 'şiir yalanın karar yeridir, durağıdır; en güzel şiir en yalanıdır' derler. Öte yandan, 'şi’r daha çok duyguların ürünü olduğu için, her zaman yanılma, abartma ve aldanma payı taşır.[318] Şu kadar ki, 'şi’r ve 'şair’ hakkındaki bu açıklamalar duygularına kapılmayan ve ilimden, yani kesin bilgiden ve İlahî Vahy'den kaynaklanıp bunları ifade eden yoğun, vezinli söyleyişler ve söyleyenleri için geçerli olmasa gerektir.
'Şu’run. bu belirttiğimiz anlamının yanısıra, Kur'an'da daha çok geçtiği üzere 'ani bir kavrayış, nefste ani ve kesin bir vukuf ve fiilen dakik bir şühud parıltısı’ anlamı da vardır. Her 'şu’r birlik içinde bir ikiliği, ikilik içinde bir birliği içerir ve bir anda iki 'şu'r' olmaz. Yalnız kapsamlı bir 'şu'r’ olabilir. İnsan önce şu'r ile şu'run nesnesini, içeriğini ayırt edemez. Kalp şu’r dan çok, 'meş’ur’ 'şu'r olunan'a, şuurun içeriğine önem verir; bu bakımdan, 'şu'r dış duyularla ilgilidir ve bu dış duyulara 'meşair’ denilir. Nefsin kendindeki kavrayışı ve 'şu’r’una ise, kendi kendinde bulmak anlamında vicdan denmiştir ki, "batını şu’rdur. [319]
Özetle, her insanda dış duyular - beş duyu - vardır. Duyuların edindiği bilgiyi 'duyumcular - sensualistler' dan ve duyumculuğu temel kabul eden bazı felsefî akımlardan başka kesin kabul eden olmamıştır. Duyular her zaman yanılabilir. Bu bakımdan, duyuların 'şu’r’u her zaman yanıltıcı olabilecek bir 'şu’r’dur ve kesinlik ifade etmez. Bu 'şu’r’un 'batını şu’r haline gelmesi, ani bir kavrayışa dönüşmesi için kalbin duyularıyla birlikte (bk. Kalp, Sem', Basar, Fuad) devrede olması gerekir. İşte, gerçek 'şu’r dış duyuların kalbin duyulanyla birlikte çalışarak, bir başka deyişle, kalbin duyularının dış duyuları kullanarak dış dünyadan edindiği bir bilgidir. Kâfirlerde kalp çalışmadığından onlar 'şu’r sahibi değillerdir:
“Allah'a ve iman edenlere hile yaparlar; oysa ancak kendilerine hile yapmaktadırlar da şu'r etmiyorlar” (Bakara: 9).
“Kitap Ehli'nden bir grup istedi ki, sizi saptırsınlar; oysa sadece kendilerini saptırıyorlar da, şu'r etmiyorlar” (A. İmran: 69).
“Onlar ondan men ediyor ve ondan uzak duruyorlar. Ancak kendilerini helak ediyorlar da şu'r etmiyorlar” (En'am: 26).
“Sonra kötülüğün yerini iyilikle değiştirdik, ta ki, çoğalıp “atalarımıza da darlık ve 'sevinç dokunmuştu” dediler de, şu'runda değillerken kendilerini ansızın yakalayıverdik” (A'raf: 95).
“Şiar’ 'elbise, kıllara dokunan, cesedi kaplayan giysi' ve buradan istiareyle 'insanın harpte kendisiyle nefsini bildiği şey, parola, nişan' demektir. Çağulu 'şeair’ dir; 'şeair'ullah' 'Hacc'da Beyt'ül-Haram'a götüren işaretler' anlamında kullanılmaktadır; Safa ve Merve bu şairdendir; Allah şeairine tazimi emretmektedir (Bakara: 159, Maide: 2, Hacc: 32). [320]
İslâm'da tüm 'zihin faaliyetleri'nin ana merkezi kalp'tir. Yukarda 'şu'r'u anlatırken de belirttiğimiz gibi, ılm'in kalpte bir 'yakîn ve 'şühud' şeklinde hasıl olmasına kadar dış duyulardan iç duyulara ve oradan kalbin lübb'üne değin aşamalar ve mertebeler vardır. Bunun birinci aşama ve mertebesi duyuların dış dünya ile teması sonucu meydana gelen ve kalbe ulaştığında belli bir kesinlik belirtebilen şu'r idi. İşte, bundan sonra insan şu'r ettikleri üzerinde faaliyete girişir, düşünmeğe ve duyularının getirdiğinden kalbinde bir eser oluşturmaya çalışır. İşte, bu faaliyetin adı tefekkür, kalpte meydana gelen eser/suretin adı da fikir'dir.
Ragıp el-İsfahanî'nin açıkladığı üzere, bilinenden ilmevarma kuvvetine fikr, bu kuvvetin cevelanına, faaliyetine de tefekkür adı verilir. Tefekkür yalnızca insanlar içindir; Allah (C.C.) için kullanılmadığı gibi, hayvanlar için de kullanılmaz. Şu rivayette de belirtildiği gibi, tefekkür kalpte bir suretin hasıl olmasına imkân tanımalıdır:
“Allah'ın nimetleri hakkında tefekkür edin, herhangi bir suretle nitelenmekten münezzeh olduğundan Allah hakkında tefekkür etmeyin.” [321] Allah kalpte meydana gelebilecek her suretin üstündedir; bu bakımdan O hiç bir şekilde kavranılmaz, ancak ayetleriyle tanınır (ma'rifet); Allah müfekker/ mütefekker ve ma'lûm değil, ancak Ma'ruf'tur, Bu bakımdan, Allah hakkında tefekkür'de bulunulamayacağı gibi, tefekkür fiili Allah için de kullanılmaz. Yani, Allah mütefekkir değildir. Bu bakımdan, O'nun vahyi olan İslâm'a da fikir denmez.
Bazıları fikr ve tefekkür'ün 'bir şeyi oğmak, oğarak kabuğunu yok edip hakikatına ermek' anlamındaki 'ferk'ten 'r' ile 'k'nin yer değiştirmesiyle meydana geldiğini söylemişlerdir. Sözcüğün böyle bir işlemden geçtiği doğru olup olmasa bile, tefekkür'de kabuğu aşmak ve içe doğru hareket etme anlamı vardır. Nitekim, Kur'an'da da tefekkür'ün Allah'ın kelimeleri, tüm nesneler, olaylar ve oluşlar üzerinde akıl yorup, bir sonuca varmak, ibret almak, bu nesne, olay ve oluşların kabuğunun örttüğü altlarında gizlenen gerçeğe ulaşmaya çalışmak anlamında kullanıldığını görüyoruz:
“Biriniz ister mi iki, kendisinin altından ırmaklar akan, içinde her çeşit, meyvesi bulunan, hurmalardan ve üzümlerden oluşmuş bir bahçesi olsun; kendi üstüne tam ihtiyarlık çökmüş, aciz ve küçük çocukları da varken birden ateşli bir kasırga gelsin de, bahçeyi yakıp kül etsin? Allah tefekkür edesiniz diye size ayetlerini böyle açıklıyor”(Bakara: 266).
Ayette bir örnek ortaya konmakta, bir benzetmede bulunulmakta: Allah'ın verdiği bol nimetlerden infakta bulunmayanların ummadıkları ve en muhtaç oldukları anda bu nimetlerin ellerinden gidivereceği belirtilmekte, bir önceki ayette, infakın nimetleri nasıl artıracağından söz edilirken, bir sonraki ayette de infak emredilmektedir. İşte, olmuş veya olması mümkün, hattâ sürekli görüp durduğumuz bu tür olaylar karşısında düşünerek bir sonuca varmak, burada verilen örneğe göre Alah'ın verdiklerinden infakta bulunmanın gereğini kavrayarak bir sonuca varmak tefekkür, varılan sonuçsa fikr'div.
“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün ihtilâfında lübb sahipleri için ayetler vardır. Onlar, ayakta, oturarak ve yanları üzere Allah'ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışını tefekkür ederler” (A. İmran: 190-191).
Allah'ü Sübhaneh bu ayetlerde kalpleri mühürlenmemiş olanların göklerin ve yerin yaratılışıyla, gece ve gündüzün ihtilâfındaki ayetleri görebildiklerini belirttikten sonra, ayakta, oturarak ve yanları üzeri Kendi'sini zikrettiklerini anlatmakta, ayrıca göklerin ve yerin yaratılışını tefekkür ettiklerini ifade buyurmaktadır. Yani, kalpleri pas tutmamış olanlar Allah'ın ayetleri üzerinde tefekkürde bulunup, sonra da bu fikre varmaktadırlar:
“Rabbımız, sen bunu batıl olarak yaratmadın, sübhansın sen, bizi Ateş'in azabından koru! Rabbımız, doğrusu Sen Ateş'e koyduğunu muhakkak perişan etmişsindir. Zalimlerin yardımcıları yoktur. Rabbımız, muhakkak biz 'Rabbinize iman edin' diye imana çağıran çağırıcıyı işittik ve hemen iman ettik. Rabbımız, artık günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve bizi iyilerle birlikte vefat ettir. Rabbımız ve Rasûllerine va'dettiğini bize ver ve Kıyamet Günü yüzüstü bırakıp bizi rezil'etme, doğrusu Sen verdiğin sözden caymazsın)” (A. İmran: 191-194).
Demek oluyor ki, bugün bazılarının yanlış anladığı ve adeta, ilme bir yolken tefekkür'ü ilmin, mütefekkifi alim'in üzerine çıkardığı şekilde, tefekkür fikir üretme demek değildir. İnsan, fikir üretmez, eğer kendinden bir şeyler ortaya korsa bu ancak zann olur ve zann'ın ılm karşısında hiç bir değeri yoktur; hakktan da hiç bir şey taşımaz. Tefekkür, yine aşağıdaki ayetlerde de açık olduğu üzere Allah'ın birer ayeti, birer kelimesi olan kâinattaki nesneler, olaylar, oluşlar, kısaca şeyler üzerinde akıl yorup, bir fikr edinerek hakikat'a. varma eyleminden başka bir şey değildir. Merhum Elmalılı Hamdi Yazır'ın da ortaya koyduğu gibi, salim bir kalbe (kalb-i selim) sahip olmayanların tefekkürleri sağlıklı olmayabilir; her tefekkür eden doğru tefekkürde bulunmuş olmadığı gibi, her fikr de doğru demek değildir. [322] Ve, tefekkür zahirden batma geçiş olarak şühud mertebesinden de aşağıdır ve ilme uzanan ara mertebelerden bir mertebedir. Mütefekkir hata da edebilir isabet de; bu kalbin gücüne bağlıdır, Ilm' se kesinlik ifade eder.
“O'dur arzı uzatan ve orada oturaklı dağlar ve ırmaklar var eden. Ve orada her meyveden iki çift yaptı, geceyi gündüze bürüyor. Tefekkür eden bir kavm için bunda kuşkusuz ayetler vardır.” (Ra'd: 3).
“Onunla size ekin, zeytin, hurma, üzümler ve her çeşit meyvelerden bitirmektedir. Muhakkak bunda tefekkür eden bir kavm için ayetler vardır” (Nahl: 11).
“Eğer bu Kur'an'ı bir dağın üzerine indirseydik, Allah korkusundan onu baş eğmiş, parça parça olmuş görürdün. Bu misalleri belki tefekkür ederler diye insanlar için veriyoruz” (Haşr: 21). [323]
Aslı 'sığınak, tutmak, tutunmaktır. Buradan 'koruma' anlamı da çıkar. 'Akalet'il-mer'etü' 'kadın saçını kapadı, korudu'; 'akale lisanehü' 'dilini tuttu' denir. 'Ma'kal'de 'kale' demektir. [324]
'Akıl' yukardaki anlamdan ve kullanımdan hareketle 'ilimle insanı koruyan, kale içine alan ve helak edici yollara sürüklemeyen' kalbi/ruhî bir kuvvettir. Kaynağı kalptir, madeni kalptedir:
“Hiç yeryüzünde gezmediler mi ki, kendileriyle akledecekleri kalpleri ve işitecekleri kulakları olsun.”(Hacc: 46).
Akl'ın kaynağı ve madeni kalpte olmakla birlikte, ışıması zihindedir; yani akl bütünüyle kalp değil, belki kalbin fonksiyonlarının en önde gelenidir. Akıl şuurun içeriğini tefekkürle tahlil eder, birleştirir, özünü alır ve buradan kalkarak ilgili bulunduğu gerisindeki gerçek ve gerekliliklere ulaşır. Bu bakımdan, nisbet şuurundan başlayan akıl önce 'butlan, ayniyet, gayriyet (başkalık), tenakuz ve izafet’ kanunlarından hareket eder. Şuurun içeriği nefse gelir; kalmasına hıfz denilir. Hıfz kalıcıdır, ama yanılabilir de. Hafızada kalan şeyin ikinci kez şuura getirilmesine 'tahattur' veya 'tezekkür' hatırlama denilir. Bu şekilde şuurlar arka arkaya gelerek birleşir ve zihnî tasavvurları oluştururlar. Sonunda şühud ve yakîn'le birlikte ilme varılır. İşte, bütün bu faaliyetlerin başı akıldır. Akim durağı kalp, ürünü ise ya ilim, ya da hayaldir. [325] Bu bakımdan, gerçek akıl sahipleri gerçek alim olanlardır:
“Bu meselleri biz insanlar için serdediyoruz; ama onları âlimlerden başkası akletmez” (Ankebut: 43).
Akletmek nedenle nedeni bulunan, eserle müessir arasındaki ilgiyi idrak edip, eserden müessire veya müessirden esere veya iki eserin birinden diğerine varmaktır ki, böylece hissedilen eserden hissedilmeyen müessire, sözgelimi bir hışırtıdan hissedilmeyen bir hayvana, veya müessirden esere, örneğin hissedilen (görülen) bir bal arısından hissedilmeyen bala, ya da eserden esere, sözgelimi görünmeyen bir arının vızıltısından henüz hissedilmeyen bala veya balının, ya da arının yerine ulaşılır. İşte, böyle hissedilenden hissedilmeyene varan veya hissedilmeyen (zahirî duyularla duyulmayan) bir anlamı bizzat ve açıklıkla keşfeden batını güce akl denilir. Aklın bu şekildeki faaliyetinin üç çeşidi vardır: Cüzden cüz'e veya bireyden bireye geçiş ki, buna 'kıyas' denilir. İkincisi, parçadan bütüne, cüz'îden külliye geçiş ki, buna 'istikra/tüme varım' denilir. Üçüncüsü de, külliden cüz'ıye, bütünden parçaya gelmektir ki, buna 'tümdengelim' adı verilir. [326] tabiî ve tatbikî bilimlerin aracı aklın bu üç faaliyetidir ki, buna daha çok mantık adı da verilmektedr.
Sonunda gerçeğe ulaşmak için deliller, ayetler, işaretler, eserler üzerinde yürüyen aklın bu yürüyüşü iki şekilde olur: Birisi ağır, aşama aşama, zamana bağlı ve düşünceyle (tefekkür-teemmül) birlikte giden yürüyüştür ki, buna fîkr denir; diğeri de bir anda, bir hamlede hedefe varacak derecede anî ve hızlı olan yürüyüştür ki, buna da hads denilir. Hads de iki kısımdır: Biri her birinde konusuna göre uzun süren tahsil, tecrübe ve tanıtlamalardan oluşan melekedir ki, bu kesbîdir, yani kazanılmıştır. Teorik veya pratik terbiye ve öğretim bu amaca ulaşmak içindir. Buna 'akl-ı mesmu" da denilir. Diğeri, doğrudan doğruya fıtratta yer etmiş ve sırf Allah vergisi olanıdır ki, buna da ‘kudsî güç’ veya ‘akl-ı matbu" denilir. Ragıp el-İsfahanî İmam-ı Ali'nin şöyle dediğini aktarmaktadır:
“Akıl ikidir / Akl-ı matbu', Akl-ı mesmu' / Mesmu' fayda vermez / Matbu olmadıkça / Güneşin ışığının fayda vermediği gibi / Gözün ışığı olmadığında.” [327]
İşte, mesmu' akıl matbu' olana göre nesneleri görmede gözün ışığına oranla güneşin ışığı gibidir; yani mesmu' akıl matbu' akim bir yardımcısı gibidir. Bu akıldan herkeste belli oranlarda vardır; dereceleri sınırlandırılamaz. En basitinden Peygamberler'in aklına kadar gider ki, bu son mertebeye 'Akl-ı Evvel' de denilir. Başlangıçtan sonucu, sonuçtan başlangıcı, önceden sonrayı sonradan önceyi tam bir yakînle gören bu akl-ı evvel Kelâm-ı İlâhî ve Nur-i Muhammedi'dir. Hadis-i şeriflerde “Allah'ın ilk yarattığı nurumdur; Allah' in ilk yarattığı kalemdir; Allah'ın ilk yarattığı akıl'dır” buyurulmuştur ki, hepsi de aynı anlamadır. [328]
İslâm alimleri, özellikle Sufiyye'nin küçük gördüğü akıl 'mantık' şeklinde izah ettiğimiz 'istidlali - çıkarsamacı' akıldır. Bu aklın varabileceği nokta kâinatın kabuğunu aşmaz:
“Dünya hayatından sadece zahiri bilirler; Ahirettense gafildirler” (Rum: 7). Sufiyye bu aklı küçümsemekle aşk yolunu tutup Akl-i Evvel'le bütünleşme ve böylece gerçek ilme varma yolunu aramışlardır. Gerçek yol bu olmakla birlikte, insanların önüne serilmiş olan Kâinat Kitabı'nın anlamlarına nüfuz etmek ve gerçeğine varmak temelse de, kelimeleri de kavramak, harfleri de bilmek, kısaca zahir üzerinde de durup, bununla yeryüzündeki hilâfeti ahkâm alanında da gerçekleştirmek mü'minlerin görevi olduğundan, zahirle batın ayrılamaz; zahirden batına inildiğinde, inenlerin yeniden zahire çıkıp yeryüzünde Allah adına O'nun ahkâmını yürürlüğe koymaları gerekir. Bilinmelidir ki, herkese batına inme yeteneği verilmemiştir; insanların çoğu batına sadece inanır ve bu inançla zahirde yaşarlar. Onların hayatına yön vermek de batına inenlerin görevi olacaktır (Ayrıca bk. Nebî, Rasûl).
Kâfirler ve müşrikler hiç akletmeyenlerdir; yani akl-ı matbu'larını yitirenler, kalbî duyularını bütün bütüne köreltenlerdir. Ehl-i Kitap olanlar ise Allah'ın Kelâmını dinleyip aklettikten, gerçeği gördükten sonra tahrife yönelir. Dinin hükümleri akl-ı mesmu'ya sahip olanlar içindir, bu bakımdan deliler ve çocuklar bu hükümlerle mükelef değildirler:
“Allah katında hayvanların en şerlisi akletmeyen sağırlar ve dilsizlerdir” (Enfal:22).
“Sağır, dilsiz ve kördürler de, akletmezler” (Bakara: 171).
“...Bunlardan bir grup vardı da, Allah'ın Kelâmı' nı işitirlerdi de, onu aklettikten sonra bile bile tahrif ederlerdi” (Bakara: 75). [329]
Kur'an'da önemli bir yer tutan, fakat en fazla anlam kaybına uğrayan kavramlardan biridir. Bu önemli kavramın anlamı ve kapsamı zamanla “savaşta öldürülen Müslüman” anlamıyla sınırlanacak kadar daraltılmış ve kısırlaştırılmıştır. Oysa, aşağıda da açıklayacağımız gibi, Şehid'in kazandığı bu anlam Kur'an'daki kullanışı ve aslî anlamı çerçevesinde söz konusu olmayıp, zamanla veya bir başka şekilde kendisine yükleniniştir. Herhalde, Kur'an'ın uğradığı en büyük tahriflerin bir türlüsü de bu anlam kayıpları ve değişimleridir.
Şehid (Şe-Hi-De' fiil kökünden 'feîl' anlamında 'fail' veya 'mef'ul' olarak 'şahit’ veya 'meşhud' manasınadır. 'Şe-Hi-De' 'şehadette bulundu (tanıklık etti), hazır oldu, huzurda bulundu' demektir. Bir olayı görmek, bir şeye ulaşmak, huzuruna varmak, iç ve dış duyularla herhangi bir şeyi kapsamına almak bu fiilin anlamı içindedir; [330]
“Ramazan Ayı ki, insanlara hidayet ve hidayetten açık deliller ve ayırtedici olarak onda Kuran indirildi. Sizden kim o aya şahid olursa (şehide) oruç tutsun..” (Bakara: 185).
Ramazan Ayı'na şahit olmak Ramazan'ın girişine yetişmek ve hayatıyla, duyularıyla Ramazan'a girdiğini kavramaktır. Ayetteki 'şehide' fiilinin maadarı olan 'şehr’ ya 'mef'ul-i fih (zarf tümleci)', ya da 'mef'ul-i bih - (dolaysız tümleç - nesne)' durumundadır. Birinci durumda şehide, bu ayda bilfiil hazır olmak demektir. İkinci durumda ise, ayın girişine şehadette bulunmak, huzur-ı aklî, kalbî ve yakînle ayın girdiğine kanaati olmak veya gökteki ayı (hilâli) görmek demektir. Aslında, şehide fiilinin içinde bu anlamların hepsi vardır. (Burada şu noktayı belirtmemiz gerekiyor ki, şehide iç ve dış duyularla, yani hissî bir hazır olma ifade ettiğinden, “ayı görün oruç tutun, ayı görün bayram yapın” hadisinde de ifadesini bulduğu üzere, hilâlin gözle görülmesi Ramazan'ın başlangıcı ve bitişi için şarttır. Hesap 'şühud' olamayacağından geçerli olmaz.)
'Şehide' fiilinden 'şehadet' ve 'şühud' masdarları türemiştir. 'Müşahede' 'iyice gözlemek, hisleriyle vakıf olmak, yakîne ulaşmak' anlamındadır. İşte, 'Şühud' 'basar veya basiretle veya müşahedeyle huzur, hazır olma' demektir; 'Şehadet' ise 'müşahedeyle hazır olma, nefiste gerek hazır olarak, tüm duyularıyla vakıf olarak, gerekse meydana gelmek suretiyle karar kılan bir ilim ve bu ilimle şahit olduğunu ikrar etme, açığa vurma' dır.[331] 'Allm'ül'Ğaybi ve'ş-Şehadeti'(En'am: 73, Ra'd: 9...) ifadesindeki 'şehadet alemi' 'alem-i mahsus, insanın duyularıyla kavradığı, hazır olduğu alem'dir. -İstişhad' 'şahitlendirme' demektir.
“Erkeklerinizden iki şehid'i de istişhad edin(şahit tutun); eğer iki erkek yoksa şüheda.'dan(şahitler’ den) razı olduğunuz bir erkek, iki kadın; ta kit biri unuttuğunda diğeri ona hatırlatır. Şüheda(şahitler) çağrıldıklarında kaçınmasınlar...”(Bakara: 282).
Ayetten de anlaşılacağı üzere, buradaki şehadet bir anlaşma anında hazır olma, anlaşmanın her türlü şartlarına ve niteliklerine vakıf olup, bu vukufiyetini ortaya koyma, kabul etmedir.
“Ey Kitap Ehli, şahit olup dururken niçin Allah'ın ayetlerine küfrediyorsunuz?” (A. İmran: 70).
Kitap Ehli Kur'an'da zaman zaman vurgulandığı gibi, kendilerine Allah'ın apaçık ayetleri gelmiş, bu konuda yakîne ulaşmışlar, yani Tevhid'e her bakımdan şahit olmuşlar, kitaplarında Rasul-i Ekrem'in geleceği yazılı olduğundan bunu bilip, hattâ Rasûl-i Ekrem'i bekledikleri halde, o geldiği zaman iman etmemiş ve gerçeği gizlemişlerdir. Aslında ( gerçeğe şahittiler; Allah buna onları her bakımdan şehadet ettirmişti; tıpkı bir olayı iyice görüp vakıf olduktan sonra bunu inkâr edenin şehadetini gizlemesi gibi, Kitap Ehli de şehadetlerini gizliyorlardı. Kur'an'sa şöyle buyuruyor:
“Yanında Allah katından olan şehadeti gizleyenden daha zalim kim olabilir?” (Bakara:140).
“Şehadet'i gizlemeyin, kim onu gizlerse kalbi çok büyük günahkârdır” (Bakara: 283).
Kâinattaki her varlık, insanın dışındaki şeyler ve bizzat kendi nefsi, vicdani Allah'a şehadette bulunur. Bir şairin belirttiği gibi, “Her şeyde O'nun için bir ayet vardır. O'nun bir olduğuna delâlet eden.” [332] Bununla birlikte, Allah elçiler göndererek ve kitaplar indirerek ayetlerini apaçık ortaya kor, hiç bir şeyi kendi haline bırakmaz, insanları Tevhid'e şehadet ettirir ve artık Kendi huzurunda bir özürleri kalmasın, yaşayan delil üzere yaşasın, helak olan delil üzere helak olsun diye hüccetlerini tamam eder; artık bundan sonra şahit olduğuna şehadet edip etmemek bütünüyle kişinin nefsine ve imanına kalmış olur:
“Ayetlerimizi onlara afakta (dış alemde) ve nefislerinde göstereceğiz ki, onun hakk olduğu kendilerine iyice belli apaçık olsun. Rabbinin her şeye şehîd olması yetmez mi?” (Fussüet: 53).
“Helak olan açık delil üzere helak olsun, yaşayan da açık delil üzere yaşasın..” (Enfal: 42).
İşte, bundan sonra insanların nasıl gerçeğe şahit olup, sonra da nefislerine; zannlarına uyarak yoldan çıktıklarını şu ayetler çok güzel açıklıyor:
“Nihayet (İbrahim) onları parça parça etti, yalnız onların büyüğünü bıraktı; belki ona müracaat ederler diye.. “Bunu ilâhlarımıza kim yaptı? Muhakkak o zalimlerden biridir” dediler...
“İlahlarımıza sen mi yaptın bunu ey İbrahim?” dediler.
“Hayır' dedi, “şu büyükleri yapmış, onlara sorun, tabiî eğer konuşurlarsa”.
Kendilerine gelip, “siz gerçekten zalimlersiniz” dediler. (Bu durum her insanın vicdanındaki gerçeğe şehadeti, onu bir an için de olsa kavrayıştır. Ama, nefs ve şeytan hükmettiğinde ise:) Sonra yine kafalarına döndürüldüler; “sen de bilirsin ki, bunlar konuşmaz” dediler.
“O halde” dedi, “siz Allah'ı bırakıp, size hiç bir şekilde fayda ve zararı olmayan şeylere mi ibadet ediyorsunuz? “Yuh olsun size ve Allah'ı bırakıp da ibadet ettiklerinize”! (Enbiya: 58, 59, 62-67).
Ayetler, hakka karşı vicdanlarda, kalplerde oluşan şehadetin kafalarda nasıl da gizlendiğini açıkça ortaya koyuyor, Kişi vicdanının sesini zaman zaman duyar, ama onu bastırır, susturmaya çalışır. Şehadet'i gizlemektir bu; çünkü, gerçeğe her şeyden önce şahid - şehid olan Allah'tır;
“Allah Kendi'nden başka ilâh olmadığına şehadet etii(şehide), melekler ve ilim sahipleri de adaleti yerine getirerek; ilah yok, ancak O var, aziz ve hakimdir” (A. İmran: 18).
Her konuda yakîn'in başı ve esası Hakk Tealâ'nın Kendi'ne ve Vahdaniyyetine olan ilmi ve şehadetidir. Her yakın ilim gerçeğin kendine uygunluğu ve bu uygunluğun ortaya konmasıyla olur. Vakî'de hakk olan bir şeyin bizzat veya bir araçla kendini göstermesi kendine şehadetten ibarettir. Kâinat Cenab-ı Hakk'ın “ol” emriyle ortaya çıkan kelimelerin bütünü ve isimlerinin tecellileri olduğuna göre, eşyanın kendi zatlarında kendilerine uygunluğu Hakk Tealâ'nın Kendi'nde Kendi' ne uygunluğunun, tam, bütün ve eksiksiz olarak Kendi'nde Kendi oluşun, yani 'hüve, hüve' (O, O, O'nun O) oluşun ve buna tam ve kâmil ilmin ve bu ilmini açığa çıkararak (izhar) Kendi'ne ve Kendi birliğine şehadetinin eseridir. Bu nedenle, eşya kendileriyle kendilerine uygun değil, Kendi'ne alim olan Hakk Teâlâ'da, yani İlm-i İlâhî'de kendilerine uygundur; 'ayan-ı sabite' halinde eşya kendine uygundur ve bu uygunluk içinde tezahürle kâinattaki yerini almıştır. İşte, kâinatta (alemlerde) ne kadar şühud ve şehadet, ne kadar ilim varsa hepsi Hakk Tealâ'nın Kendini bilmesine ve bildirmesine, yani Kendi Kendi'ne şehadetine bağlıdır. Ve, O'nun şehadeti her şeye kâfidir. O'ndan başka, hiç bir alim ne kendine, ne eşyaya tam olarak şahid'dir; ancak O' nun şehadetiyle tam ilme sahip olan insanlar ve O'nun emirlerini yerine getirmek, hükümlerini icra etmekle melekler (fe'l-müdebbirati emran - işi düzenleyenler -Naziat: 5) O'nun birliğine şehadette, sonra da eşya üzerinde şehadette bulunabilirler. Bu bakımdan, insandaki en gerçek ve yakîn olan ilim, eşyanın özünü ve onun kendi kendine uygunluğunu anlayacak ilim Vücud ve Vahdet-i İlâhiyye ilmidir, [333] bu Tevhid'e yol açar; eşyanın zahir ilmine sahip olan, fakat Cenab-ı Hakk'ı inkâr eden veya O'na şirk koşanlar ise gerçek anlamda şühud ve şehadet sahibi değildirler:
“Onları göklerin ve yerin yaratılışına ve kendilerinin yaratılışına da şahit tutmadım; yoldan saptırıcıları yardımcı edinmiş de değilim” (Kehf: 51).
Kâfir ve müşriklerin şehadetleri yoksa da, derilerinin, ayaklarının, ellerinin şehadetleri olacaktır. Çünkü, insanın nefsinin dışındaki tüm varlıklar gibi onlar da Allah'a ibadet etmektedir, Allah'ın şehadetine şahittir; şu kadarki insan, için teshir edildiklerinden, kendilerini kötü yollarda kullananlara dünya hayatında karşı çıkamazlar:
“O gün, dilleri, elleri ve ayakları yaptıklarına şahitlik edecektir” (Nur: 24).
“Nihayet oraya vardıklarında kulakları, gözleri ve derileri yaptıkları hakkında aleyhlerinde şahitlik ederler” (Fussılet: 20).
Şehadet'in temeli kesin ilimdir. Ve, bir diğer temeli de mutlak adalet, yani kisttir. Nitekim, yukarıda verdiğimiz ayette 'kıstı yerine getirerek'(A. İmran: 18) denmektedir. Bu da gösteriyor ki, Şehadet'te kesin ilim ve adaletin şart olmasının’ yanısıra, Allah mutlak adildir ve kâinatta da mutlak adalet hüküm sürmektedir. O halde, insana düşen bu adaleti kendi hayatında da uygulamaktır. Bu ise kâmil bir ilim ve tam bir takva ile mümkün olur; Allah'ın emir ve yasaklarının dışına çıkmamakla mümkün olur. Bu bakımdan, Kur'an, sözgelimi namuslu kadınlara iftira atanların ebediyyen şahitliklerinin kabul edilmemesini emrederken (Nur: 4), mü'minlere de “Allah için şahidler (şehidler) olarak kıstı yerine getirenler olun” (Nisa: 135) buyurmaktadır. şühud ve şehadet yakîn gerektirdiğinden, böyle kişilerin kalbinde Allah korkusu tam olarak yerleşir ve onlar kendilerini sürekli Allah'ın huzurunda hissederler ve Allah'ın kendileri üzerinde sürekli şehid(şahid) bulunduğuna şahiddirler; bu bakımdan, Kur'an'da da buyurulduğu gibi, “Allah'tan ancak alim kulları korkar” (Fatır: 28); çünkü, gerçek şahidler de alim olanlardır (A. İmran: 18).
Allah'ın en alim olan kulları peygamberlerdir. Bu bakımdan, peygamberler insanlar üzerinde şahittirler; onların her yaptıklarına vakıf, tüm hallerinden haberdar ve onları çok iyi, kendilerinin kendilerini tanımasından da iyi tanıyanlardır. Peygamberler müjdeci ve uyarıcı olmalarının yanısıra, şahit olarak da gönderilirler; dünya hayatında insanlar üzerinde şahit oldukları gibi, Ahiret'te de insanların yaptıklarına şehadette bulunacaklardır. Allah, İbrahim Milleti'ne tabi olanlardan şahitler kılmış, peygamberleri ümmetleri üzerinde, Hz. Muhammed'i tüm peygamberler üzerinde ve İslâm Ümmeti'ni diğer insanlar üzerinde şahit kılmıştır. Şu kadar ki, ümmetten her ferdin bu makama çıkması mümkün olmadığından, bu görevi gerçek alim ve adil olanlar yerine getirmek durumundadır:
“Ey Nebi! Seni şahit, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik”(Ahzab: 45).
“O zaman ki, Allah “ey Meryem oğlu isa, insanlara “Allah'ı bırakıp, beni ve annemi ilâh edinin” diye sen mi dedin?” dedi. “Seni teşbih ederim, nasıl olur da ben benim için hakk olmayan bir şeyi söylerim... Ben onlara ancak benim Rabbim ve sizin de Rabbiniz olan Allah'a ibadet edin diye bana emrettiğini söyledim. İçlerinde olduğum sürece üzerlerine şahittim..” (Maide: 116-117).
“Elbette biz elçilerimize ve iman edenlere dünya hayatında ve eşhad'ın (Şahitlerin) kalkacağı günde yardım ederiz” (Mü'min: 51). “Allah'a yalan iftira atandan daha zalim kim vardır? Onlar Rabblerine sunulurlar ve eşhad (şahidler) “İşte Rdbblerine karşı yalan söyleyenler bunlardır”' derler” (Hud: 18).
“Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık ki, insanlar üzerinde şüheda (şahitler) olasınız ve Rasûl de sizin üzerinizde şehid olsun...” (Bakara: 143).
“Allah için O'na yaraşan cihadla cihad edin. O sizi seçti ve dinde üzerinize bir zorluk kılmadı. Babanız İbrahim'in milleti. O sizi önceden müslümanlar olarak isimlendirdi ve bunda Rasûl üzerinize şehid olsun ve siz de insanlar üzerine şüheda olasınız diye. Öyleyse, namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve Allah'a sarılın; mevlanız O'dur, ne güzel Mevlâ, ne güzel Yardımcı'dır” (Hacc: 78).
“Her ümmette üzerlerine kendilerinden bir şehid çıkardığımız ve seni de bunların üzerine şehid getirdiğimiz gün”(Nahl: 89).
“Her ümmetten bir şehid getirdiğimiz ve seni de bunlar üzerine şehid getirdiğimiz gün nice olur? O gün küfredenler ve Rasûl'e asi olanlar yer ile yeksan edilmelerini isterler..” (Nisa: 42).
Bu şehidler yaşayışlarıyla, davranışlarıyla, kısaca dünya hayatında her şeyleriyle hakka şahit olanlar, hakkın cisimleşmiş şekli haline gelenler, imanın, ilmin ve şehadetin kendisi haline gelenlerdir; bunlar, aynı zamanda Allah'ın kendilerine şefaat izni vereceği kimselerdir de:
“O'nu bırakıp yalvardıkları şeyler şefaate sahip değillerdir; ancak ilim sahibi olarak Hakk'a şehadet edenler (şefaate sahiptir)”(Zuhrüf: 86).
Diğer mü’minler, şehadet ehliyle birlikte haşrolunmayı ve şahitlerin yanına yazılmak isterler (A. İmran: 53). Şehidlerin üzerine melekler iner, onlar Rabblerinin katındadırlar.[334]
“Şehadet ilimle, yaşayışla, adaletle Hakk'a şahitlik olduğundan, bunun bir göstergesi olarak Allah Yolu'nda cihadla canını vermeğe de şehadet-şehitlik denmiş ve bu şekilde canlarını feda edenlere şehit adı verilmiştir. Fakat, şehid olmak mutlaka savaşta ölmeği gerektiren bir durum değildir. Belki, savaş ta Allah yolunda ölmek şehadet'in bir yan özelliğidir ve aslından değildir. Şehadetin özü yakın bilgi (ilim), adalet, takva ve yaşayışıyla Hakk'a şahit olmaktır. [335]
Bu çalışmamız boyunca Kur'an'ın’ insan yapısı, özellikleri ve özellikle kalbi ilgilendirip kalpte yansıyan yanları konusunda özenle durduğumuz gözden kaçmamış olsa gerektir. İmanın, küfrün, bilginin, iyiliğin, kötülüğün, kısaca insana yön veren ve insandan sadır olan tüm etken ve fiillerin kaynağı Kur'an'a göre kalptir. Kur’an bu konuda oldukça sembolik bir dil kullanarak, insanın amellerinin kalbi nasıl etkilediğini ve bunun karşılığında kalbin kazandığı durumun insanın hayatına nasıl yansıdığını çarpıcı bir biçimde ortaya kor.
Bu çalışmanın hacmi çerçevesinde 'ism, tuğyan, zulm' gibi açıklamaya çalıştığımız ve 'zenb, hata, isyan’ gibi yer veremediğimiz günahlar kalpte karartı meydana getirirler; eğer insan bu günahlarda ısrar edecek olursa ruhun ışınları kalbe girmez, Vahy'in güneş ışığından daha parlak, keskin ve nüfuz edici şuaları (beyyine) kararmış olan kalpte yer bulamaz. İşte, kalbin bu haline Kur'an 'mühürlenme' derken, kalbi örten günahların oluşturduğu kirlere ve paslara da 'rics' adını verir.
Rics sözcük anlamı itibariyle 'ters, pislik' demektir. 'Racülün rics' 'pis adam', 'ricalün ercas' 'pis-kirlı adamlar' anlamındadır. Rics kalbi bir 'ters' tabakası gibi örten pisliklerin yanısıra, kendisi pis ve kirli olan şeylere de denir:[336]
“Ya da, domuz eti ki, o rics’tir”(En'am: 145).
“Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar, şans okları Şeytan'ın amelinden birer ries'tir..”(Maide: 90). .
Domuz eti gibi maddî ve manevî yönden rics olan şeylerin yanısıra, işledikleri ameller ve inançları da rics olduğundan, kâfirler ve münafıklar rics'in kendisi haline gelirler. Çünkü, insanın gerçek benliği ve zahirini kuşatan batını kalpte olduğundan, kalbini rics'in kapladığı insanlar da bütünüyle rics olma noktasına gelmişlerdir; bu bakımdan, batınlarının yansıması olan zahirleri de rics olur. Nitekim, münafıkların amelleri birer rics olduğu gibi, şirk koşmak bir rics olduğu gibi, şirk koşanlar, münafık ve kâfirlerin kendileri de ricstir. Bu nedenle, onların 'temiz-mutahher’ olan Kur'an gibi şeylere, hattâ mutahher insanların isimlerine el sürüp dokunmaları ve mescid gibi mutahher olan yerlere girmeleri yasaktır:
...Artık rics putlardan kaçının ve yalan - iftira sözden kaçının” (Hacc: 30).
“Allah'ın izni olmadıkça hiç kimse için inanma’ yoktur ve akletmeyenlerin üzerinde rics var eder” (Yunus: 100).
“Onlara katıldığınızda kendilerini bırakasınız diye sizin için Allah'a yemin edecekler; bırakın onları. Onlar ricstir; kazandıklarının karşılığı olarak varacakları yer Cehennem'dir” (Tevbe: 95).
“Ne zaman bir sure indirilse, içlerinden “bu hanginizin imanını artırdı?” diyen olur. İman edenlerin imanını artırmıştır, onlar müjdelerler. Kalplerinde hastalık bulunanlarsa, onların neşterine rics katmıştır ve kâfir olarak ölmüşlerdir” (Tevbe: 125).
“Allah iman etmeyenlerin üstünde işte böyle rics var eder” (En'am: 125).
Tezkiye (Ze-Kâ' fiilinden gelir bu fiilin anlamı 'arttı, fazlalaştı' demektir. Ürün bereketlenip çoğaldığında 'zekâ'z-zer'u' denilir. 'Zekkâ’ 'arttırdı, zekâtını verdi, fazlalaştırdı' demektir. 'Zekkâ' fiili aynı zamanda 'temizledi, arıttı, pakladı' anlamlarına da gelir. Zekât,
“Allah'ın hakkından fakire çıkarıp vererek, hem malı temizleme, hem kalbi mal sevgisinden arıtma, hem de malın bereketlenmesini ummadır.” [337] Çünkü, Allah bir iyiliğe en azından on iyilik vereceğini va'd etmiş, Allah yolunda infak edenlerin durumunu “her başağında yüz dane olmak üzere yedi başak veren bir tohumun” durumuna benzetmiştir (Bakara: 261).” Allah'ın her emir veya yasağında olduğu gibi zekât-infak konusunda da insan yine ne yapıyorsa kendi yararına ve kendisi için yapmaktadır.
Allah insanı yarattığı zaman ona gitmesi gereken yolu göstermiş, hangi yolların eğri hangisinin doğru olduğunu ve doğru yolda nasıl gidileceğini açıkça belirtmiştir; ayrıca insana her iki yola da gidebilme imkan ve yetisi tanınmış, takva'ya da fücur'a da uyması iradesine bırakılmıştır. Eğer' insan nefsine üham edilen fücura girmez, nefsinin üzerindeki takva perdesini yırtıp atmaz ve fücuru temizlerse (tezkiye) kurtulmuş demektir:
“(Andolsun) nefse ve onu düzenleyene; ona fücurunu da takvasını da ilham etti; onu tezkiye eden muhakkak kurtuldu; onu kirletip örtense muhakkak kaybetti” (Şems: 7-10).
Tezkiye-i nefs, onu her türlü kirden, küfr, cehalet, kötü duygular, yanlış itikadlar ve fücur gibi edepsizlik ve kötü ahlâktan uzak tutma, bunlardan koruma ve ilim, irfan, hayırlı ameler ve güzel huy gibi takva hasletleriyle nefsi terbiye edip, hayır ve bereket yayacak, iyiliği artıracak hale gelmektir. Yani, tezkiye nefsi sırf temizlemek, arındırmak değil, aynı zamanda ricsden korumak, sonra da onu hayır, bereket ve birr (bk. birr) yayan, hayrı sürekli artıran bir mertebeye çıkarmaktır. Tezkiye-i nefs'in bu iki olumlu anlamı dışında bir de olumsuz ve yerilen anlamı vardır ki, insanın kendisini övmesi, kötülüklerden uzak ve hayrı çoğaltıcı görmesi, nefsi tebrie etmesi (temize çıkarması) dır:
“Nefslerinizi tezkiye etmeyin (temize çıkarmayın); O korunanı daha iyi bilir”(Necm: 32).
Yukarıda belirttiğimiz olumlu anlamda tezkiye olunmuş nefslere 'nefs-i zekiyye' denilir:
İnsanı tezkiye eden öncelikle Allah'tır; fail-i mutlak O'dur, yaratıcı ve yol gösterici O'dur, tezkiye için gerekli yollar gösteren O'dur:
“Nefslerini tezkiye edenleri görmedin mi? Oysa Allah dilediğini tezkiye eder, onlara kıl kadar zulmedümez” (Nisa: 49).
Allah'ın tezkiyesine bir bakıma aracı ve elçi olması bakımından Rasûlüllah da nefsleri tezkiye eder:
“Allah, aralarında kendilerinden onlara ayetlerini okuyan, onları tezkiye eden ve onlara Kitabı ve Hikmet'i öğreten bir rasûl göndererek mü'minlere lûtufta bulundu..” (A. îmran: 164).
Tezkiye bir yönüyle de alet olarak ibadetlerle olur:
“Mallarından sadaka al ki, onunla kendilerini tathir edesin ve tezkiye edesin” (Tevbe: 103).
Allah'ın seçtiği bazı kullar doğuşlarından itibaren 'zekiyy', yani temiz ve hayırları artırıcıdırlar; gerçi, mükellef çağına gelmemiş çocuklar da zekiyy kabul edilirler:
“Ey Yahya, Kitab'ı kuvvetle tut; ve ona sabiyyken hüküm verdik; katımızdan bir şefkat ve zekât da (temizlik de); günahlardan korunan (ol) du” (Meryem: 12-13).
“Kitab'da Meryem'i de an.. Ruhumuzu ona gönderdik.. “Ben” dedi, “sadece Rabbimin elçisiyim; sana zekiyy bir erkek çocuğu hadiye edeyim diye” (Meryem: 16-17, 19).
“...Bir can karşılığı olmadan zekiyy bir canı öldürdün ha?.. Diledik ki, Rabbleri kendilerine onun yerine zekât yönünden ondan daha hayırlı ve rahmet-merhamet yönünden daha yakınını versin” Kehf: 74, 81).[338]
Allah'ın seçtiği Hz. Yahya ve Hz. İsa gibi kulların zekiyy oluşu hüküm, hikmet ve ilimle birleşirken ve ömürleri boyunca devam ederken, her çocukta kuşkusuz böyle bir durum yoktur.
‘Ta-He-Ra' veya 'Ta-Hü-Ra' 'temizlendi', 'taherat'il-mer'etü' 'kadın (hayızdan) temizlendi' demektir. 'Tuhr, taharet’ 'temizlik', 'tahhera/tathir’ 'temizleme', 'tetahhe-rartetahhür' 'temizlenme' anlamınadır. 'Tahûr’ 'temiz' anlamında îsim olmasının yanısıra “gökten tahur su indirdi' ayetindeki gibi sıfat da olur, 'Tahir' temizleyici olmamakla beraber temiz' ve hem temiz hem de temizleyici su örneğinde olduğu gibi 'temiz ve temizleyici' anlamlarına gelir.
Cünüplükten temizlenme eylemi için 'tuhr' kelimesinin türevlerinden 'ittihar (cünüp olduğunuzda, ittıhar edin(temizlenin) (Maide: 6) kullanılırken, kadınların hayız halinden temizlenmesi için hem 'tuhr/tahüra', hem de 'tetahhür/tetahhera’ kullanılır (Bakara: 222). Abdest de gusl de bir temizlenme eylemidir ve Allah bunlarla insanları tathir etmek diler (Maide: 6).[339]
'Tuhr' veya 'tetahhür’ öncelikle manevî-kalbî temizlenmeyi ifade eder. Rics konusunda da belirttiğimiz gibi, çok çeşitli günahlar insanın kalbini kirletir; işte bu kirlerden temizlenmek tuhr veya tetahhür dür; şu kadar ki, aslında maddî bir eylemi ifade eden 'ğusl’ ve benzeri ameller tuhr'un, taharet'in gerekliliklerindendir. Fıkıh ilminde hertürlü maddî kirden temizlenmeğe de taharet denilir; fakat, temelde taharet maddî kirlerden de temizlenme ve Allah'ın yasakladığı günahlardan kaçınıp emirleri yerine getirme yoluyla bir temizlenmeyi ifade eder. Nitekim, Allah mü'minleri 'tetahhür’ edenler ve tetahhürû sevenler olarak nitelerken (Tevbe: 108), Kendisi'nin de 'mütetahhir(temizlenen) ler'i sevdiğini belirtmektedir (Bakara: 222).
Allah emir ve yasaklarıyla bütün mü'minleri tathir etmek diler(Maide: 6); sözgelimi, bir veya iki kez boşanıp iddet sürelerini dolduran kadınların yeniden eski kocalarına dönmelerine engel olmamayı, başka erkeklere vermekten daha temiz (ethar) sayar; yine Peygamber'le gizli konuşmadan önce sadaka vermeyi de ethar kabul eder (bu hüküm bir sonraki ayetle neshediliyor (Mücadele: 12, 13); Peygamber'in Evi'ne izinsiz girmemenin, davetsiz yemeğe gitmeyip, yemekten sonra da fazla oturarak söze dalmamanın, zevcelerinden istenilen şeyin perde arkasından istenmesinin 'kalpler için ethar' olduğunu ifade eder(,Ahzab: 53). Allah'ın münafıkların kalplerini tathir etmek dilemediği (Maide: 41) ayeti de, yukarıdaki ayet gibi tuhr, taharet'in kalple ilgili olduğunu ortaya koymaktadır. Allah'ın gökten indirdiği su hem maddî kirleri gidericidir, hem de manevî temizlenmenin araçlarındandır; bu bakımdan, Allah bu suyu mü'minleri tathir etmek için indirir; bu su aynı zamanda vahy ve rahmet-i İlâhî'dir de. Çünkü, Allah bununla mü'minleri tathir eder, ayaklarını pekiştirir, Şeytan'ın içlerine bıraktığı kötü düşünceleri siler ve kalplerini birbirine bağlar (Enfal: 11).
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Allah diniyle ona inanan insanları tathir etmek diler; fakat bu iman edenlerin amelleriyle gerçekleşir. İşte, Allah'ın tathirine mazhar olmak isteyenler iradeleriyle Allah'ın Yolu'nda giderek tetahhür'e çalışırlar, böyleleri mütetahhir (temizlenen) dir. Öte yandan, Allah kulları içinden bazılarını Kendi tevfikiyle, aynen tezkiyede olduğu gibi tathir eder, içlerinden her türlü ricsi giderir ve onları tertemiz (pak) yapar. Sözgelimi, Allah Hz. Meryem'i tathir etmiş, onu seçmiş, paklamış(A. İmran: 42) ve yine pak bir kelimesi olan İsa'yı ona ilka etmiştir. Böylece, Allah İsa'yı kâfirlerin de gerek eziyet, gerek hakkındaki kötü itikat gibi her türlü ricsinden temizlemiş, tathir etmiştir (A. İmran: 55). Öte yandan, Kur'an “yükseltilmiş, mutahher ve mükerrem suhuflardadır” (Abese: 13-14); Kur'an’ın kabı gibi kendi de bütünüyle mutahher (Allah tarafından temizlenmişidir.. Aynen mutahher bir kelime olan İsa'nın yine mutahher Meryem'e ilka edilmesi gibi, Kur'an da “kerim ve birr elçiler” aracılığıyla (Abese: 15-16) mutahher olan Hz. Peygamber'e vahyolunmuştur. Deyiş yerindeyse, Vahy veya Kur'an içinde hiç bir leke ve kirin bulunmadığı bir 'su' gibidir; bu 'su'nun yine kirlenmeden insanlara aktarılması ve bu aktarımın yine kirlenmeden devam etmesi için, aynen kendisi gibi mutahher, lekesiz kaplar gerekir. Ancak bu kaplardır ki, bu suyu alır ve hiç bulandırmadan başkalarına aktarır. Bu yüzdendir ki, Allah “ona ancak - mutahher - olanlar el sürebilir” buyurur (Vakıa: 79). Ancak mutahher olanlardır ki, ona el sürer, onu aktarır, ona kanallık yapar, onun tüm hakikatlerine ve marifetine erebilir. Tam mutahher olmayanlar onu bulandırır, bulanık anlar ve bulandırdıkları şekilde aktarırlar. Mutahher Alah'ın bütünüyle tathir ettiğidir, bu tathir de bütünüyle ricstendir:
“Allah sizden ancak ricsz gidermek ve sizi tam bir tathirte tathir etmek diliyor ey Ehl-i Beyt” (Ahzab: 33).
Kur'an'a mutahher bir kalple kanal olmanın yanısıra, taharet'in. gereği olan abdest veya ğuslü almamış olanlar da Kur'an'a dokunamazlar; yani mutahher olanlara pisken el sürülemez.
Aynı şekilde, mü'minlere Cennet'te va'd edilen kadınlar da bütünüyle mutahherdirler; her türlü dünyevî-maddî-manevî kirden arındırılmışlardır (Bakara: 25). Hz. İbrahim'e Beyt'ullah'ı tathir etmesi, yani Şirk'in her türlü kirinden arındırılması emrolunmuştur (Bakara: 125, Hacç: 26). Tathir edilmiş(mutahher) Beyt'in Ehli de mutahher olmak gerektir; bu bakımdan, tathir edilmiş Ehl-i Beyt-i düşünürken, Hz. Peygamber'in ev halkından çok, mutahher Beyt'in (Beytullah ve Beyt-i Rasûl'ün mutahher ehli'ni düşünmek gerekir; aksi halde Hz. Peygamber'in damadı ve amca oğlu olan Hz. Ali Ehl-i Beyt'in içine girmemek gerekir; oysa tüm alimlerin ittifak ettiği ve sahih olduğu üzere Ehl-i Beyt'ten-dir. Selman-ı Farisî'nin de 'hükmî' olarak Beyt'in Ehl'ine dahil olunması bu sebeptendir. Mutahher İbrahim'in tathir ettiği Beyt'in Ehl'i İbrahim'in Ehl'inden gelenler içindedir(Al-i İbrahim). [340]
'A-Li-Me' fiil kökündendir. Ragıp el-İsfahanî'nin tanımına göre “bir şeyin hakikatini idrak etmek” demektir; bu da ya zatını idrak, ya da bir şeyin kendisi için mevcut olan vücuduna veya kendinden yok olan şeyin uzaklığına hükmetme şeklinde olur. Bir diğer açıdan 'nazarî' ve 'amelî’ olur. 'Nazarî' bilgi, bilinenin idrakiyle kemale ulaşır; varlıkları bilmek gibi. Amelî olansa, ancak amelle tamam olur, ibadetler ilmi gibi.
'Alleme’ ve 'Aleme’ 'öğretti' demektir. 'Aleme' 'serî ve anî bir bildirmeyle ve haber vermeyle öğretmek', 'aileme ise 'öğrenilen şey nefiste bir eser meydana getirinceye değin tekrarlama ve ısrar yoluyla' öğretmek ifade eder. Masdarlan i'lâm’ ve 'ta'lîm'dir. 'Ta'lîm' bazılarına göre, 'nefsin anlamlan tasavvur etmesi için uyarılması'dır: “Kalemle ta'lîm ettt”(Alak: 4); “Kur'an'ı öğretti (ta'lîm etti)”(Rahman: 2); “Bilmedikleriniz ta'lîm edildi”(En'am: 91).. 'Teallüm' 'tasavvurlar için nefsin uyanması'dir ki, Türkçe'de buna 'öğrenmek' diyoruz. [341]
İlim' 'Allah'ın en önemli sıfatlarından biri olup, bazılarına göre 'meşiet'le birliktedir. Müslüman filozof ve kevniyatçılar varlıkların asıllarının ilm-i İlâhî'de bulunduğunu ve 'mutlak yokluk'(Adem-i mutlak) söz kokusu olamayacağından, Allah'ın ilmindeki bu varlık köklerine (a'yan-ı sabite) 'ol’ demesiyle varlıkların ‘ete kemiğe bürünüp' dışlaştıklarını ve kâinatın sürekli bir oluş halinde 'İlm-i İlâhî'nin Meşiet ve İrade-i İlâhî ile tecellisi sonucu meydana gelen 'şeyler'in bütünü olduğunu (mükevvenat) belirtmektediler. Bu bakımdan, İslâm'ın temelini ilim oluşturur ve ilim mutlak olarak Allah'tandır:
“Sana Kitabı ve Hikmet-i öğretti ve sana 'bilmediğini öğretti” (Nisa: 113).
“Hatibim ilimce her şeyi kuşatmıştır” (En'am: 80, A'raf: 89, Tana: 98).
“İlim ancak Allah katındadır” (Ahkaf: 28).
“O evveldir, ahirdir, zahirdir, batındır ve O her şeye alîm’dir (Hadid: 3).
Elmalılı Hamdi Yazır'ın tanımı üzere, ilim nefsin anlama ulaşmasıdır.” [342] Şu halde, 'şey’lerin ana özlerini oluşturan bir anlamları vardır ve bu anlam şeylere görünür varlıklarını kazandıran gerçektir. Bu gerçekler (hakikat'ül-eşya) Hakk olana dayanır ve O'ndandır. İnsanın içindeki, nefsîndeki anlamları lâfızlar halinde ' kelimeleştirmesi gibi, eşya da - kâinat 'nefes'û'r-Rahman' olarak - Hakk'tan aldığı gerçeğin madde üzerinde kelime kelime bölünmesi ve bu kelimelerin toplanıp meydana getirdiği 'kelâm'dır. Nasıl insan içindeki anlamları kelimeleştiriyor, yani harflerden oluşturduğu kelimelerle sunuyor ve kelimelerin harflerine bakılarak, görünür yanlarından kalkılarak anlamlarına varılıyorsa, eşyanın da zahiri taşıdığı anlamı - gerçeği -hem saklayan, hem de açıklayan (ayet) bir gerçekliktir. Bu bakımdan, İslâm ne idealistler gibi eşyanın görüngülerini yok sayıp inkâr ve nisyan yoluna gider, ne de materyalistler gibi temel ve tek gerçek kabul eder. Eşyanın zahiri batınındaki gerçeği (hakikat) gizleyen ve açıklayan bir gerçeklik(realite)tir; fanidir, geçicidir, kendine takılıp kalındığında gerçeğe en büyük engeldir; ama, gerçeğe ulaşmaya basamak yapıldığında bir işaret taşıdır (alem) ve insanın yeryüzündeki hilâfetinde mutlaka kullanması gereken bir araçtır, çünkü emrine teshir edilmiştir.
Görüldüğü üzere, ilim hakikata ulaşmaktır. Bu da iki şekilde olur: Birincisi, birer 'ayet' ve 'alem' olan eşyanın zahirî duyularla kazanılan bilgisidir. Eşya'nın saçtığı işaretlerle, şualarla duyular arasında sürekli bir ilişki vardır; ama nasıl güneşin ışığı olmazsa göz, göz olmazsa güneşin ışığı bir fayda etmeyecekse, eşyanın zahirî duyularla algılanması da nefiste onları anlamlandıracak melekeler olmadığı sürece bir yanılgı olmaktan öte geçmeyeecktir. İşte, Allah bir küçük-evren(mikro-kosmos) olarak yarattığı insana eşyanın bilgisine ulaşmak üzere isimleri vermiştir; isimler tek tek eşyayı ve onun hakikatini bilmeye yarayan manevî güçlerdir; bu bilme ise bu manevî güçlerin öldürülmemesiyle mümkün olur. İsimlerin kaynağı kalptir; kalbinde insandaki zahirî duyulara tekabül eden 'sem', basar ve fuad' adıyla duyuları vardır. Eşyanın bilgisine ulaşmak için kalbin bu duyularının faal olması gerekir; bu da onun tezkiyesiyle mümkündür, işte, Allah insana ilim vermek için elçiler gönderir ve bu elçileri bizzat Kendisi temizleyerek (tathir) dilediği kadar ilmi onların kalbine kor. Elçiler de kendilerine inanan insanların kalplerini tezkiye eder ve tezkiye edilmiş kalplere ilim yerleştirir ki, bu isimler bilgisidir ve eşyanın bilgisinin anahtarıdır:
“Size Rabbimin risaletlerini tebliğ ediyorum, size nasihat ediyorum ve Allah'tan sizin bilmediklerinizi biliyorum” (A'raf: 62: benzer ayetler: Yusuf: 86, 96..).
“... “Ey Meryem oğlu İsa!,. Sana Kitabı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğrettim..” (Maide: 110).
“Nitekim, size kendi içinizden size ayetlerimizi okuyan, sizi tezkiye eden, size Kitabı ve Hikmet'i öğreten ve size bilmediklerinizi öğreten bir elçi (rasûl) gönderdik” (Bakara: 151).
Her insanın yeryüzündeki görevi, rolü ve fonksiyonu farklı olduğundan yetenek ve kapasitesi de farklıdır. Bu bakımdan, herkes aynı şekilde tezkiye olamaz ve aynı şekilde ilim beleyemez. Allah bu noktada insanları derece derece kılmıştır; ve herkes kapasitesi ölçüsünde alır:
“Gökten bir su indirdi de, dereler kendi ölçüşünce çağlayıp aktı..” (Ra'd: 17).
“Dilediğimizi derecelerle yükseltiriz; her ilim sahibinin üstünde bir alim vardır” (Yusuf: 76).
Şu halde, Allah'ın elçileri aracılığıyla gönderdiği ilme kimse aynı derecede varis değildir ve bu ilme, kalelerinde herhangi bir leke ve kaplarında tortu(rics) olmayanlar tam varis olabilirler; Allah bunlara mutlak itaati emreder; bunlara itaatin Allah'a ve Rasûlü’ne itaattan kaynaklandığını ve bunların da Rasûl gibi merci (başvuru kaynağı) olduklarını belirtir. Bu kişilerin adı Kur'an'da 'ülü'l-emr'dir:
“Ey iman edenler, Allah'a itaat edin, Rasûl'e itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de. Bir şeyde çekişecek olursanız, eğer Allah'a ve Ahiret Günü' ne inanıyorsanız bunu Allah'a ve Rasûlü'ne döndürün..,”(Nisa: 59).
“Eğer onu Rasûl'e ve kendilerinden olan ülü.l-emr’e götürselerdi içlerinden istinbat edenler onu bilirlerdi..” (Nisa: 83).
Rasûlüllah ve O'nun ilmine tam varis olan ülü'l-emr'den başka, 'zikr ehli, tefakkuh ehli, istinbat ehli, ilimde rasih olanlar’ gibi ilimde çeşitli derece sahibi kişiler de vardır.
İlm'in kalbin tezkiyesiyle mümkün olabileceğini belirttik. Kalbin tezkiyesi de özellikle amelle, Allah'ın çizdiği sınırlara yaklaşmamakla mümkün olur. Bu bakımdan, ilm takva'sız olmaz ve alim'in ilmini yaşamaması düşünülemez; yaşamazsa alim değildir, sadece belki 'ma'lûmat' sahibidir; ikinci olarak amelsiz tezkiye olamayacağından ilim de edinilemez. O halde, Kur'an'ın buyurduğu gibi “Allah'tan kulları içinde ancak alimler korkar” (Fatır: 28). Malûmat sahipleri ise, hiç bir zaman alim değil, amelsiz de olduklarında belki 'kitap yüklü eşekler'dir.
İlim Allah'tan olduğuna göre, İslâm'ın tamamı ilimdir. Alim gerçek anlamıyla müslümandır. Bu ilim kesin olup, insanların zannına ve hevasına bırakılmamış, kimseye ilim sahibi bulunmadığı konuda söz söyleme yetkisi verilmemiş ve ilim'de ihtilâf yasaklanmış, ihtilafa düşenlerin ilim geldikten sonra işe nevalarını karıştırarak ve haksızlığa yönelerek ihtilâfa düştükleri ifade olunmuştur:
“Sana ilimden gelenden sonra onların hevalarına uyarsan, işte o zaman sen zalimlerden olursun” (Bakara: 145).
“Hakkında ilmin olmayan bir şeyi Ben'den isteme; cahillerden olmayasın diye sana öğüt veriyorum” (Hud: 46).
“Kitap verilenler ancak kendilerine ilim geldikten sonra aralarında bağy nedeniyle ihtilâfa düştüler” ' (A. İmran: 19).
“Hakkında ilim sahibi olmadığın şeyin üzerinde durma; muhakkak sem', basar ve fuad hepsi ondan sorumludur” (İsra: 36).
“İnsanlar içinde ilimsiz olarak Allah hakkında tartışan ve her kaba şeytana tabı olan vardır” (Hq.cc: 3).
Akletmek de gerçek ilim sahibi olanların niteliği ve kalbin fonksiyonlarından olduğu halde, (Onu ancak alimler akleder - Ankebut: 43) bazıları duyularının eşyanın zahirinden aldığı verileri mantıklarıyla analiz edip bir sonuca varmaya çalışırlar. Bu da insanı eşyanın zahiri ve onu kullanma yöntemleri hakkında bir takım bilgilere götürür. Ne var ki, bu bilgiler mutlak olmayıp izafîdir ve yukarıda izah etmeğe çalıştığımız ilim olma niteliğine sahip değildir. Aslında, kalplerinde gerçek akletme ve bilme güçlerine sahip bulunmayıp, kalpleri mühürlenmiş ve rics'lerle kararmış olanlar alim değillerdir; onların ilim dedikleri, mantıklarının eşyanın zahirinden dış duyularının aldığı veriler üzerinde 'tümevarım, tümdengelim, kıyas, analiz, sentez' gibi yollarla çalışarak edindiği bir takım 'adetullah' bilgisinden ibarettir; bu ilim gerçek ilim olmayıp, belki en basit bir ilimdir. Ama, kalpleri mühürlenmiş olanlar bu ilme mutlaklık vererek gerçek ilmi inkâr yoluna giderler; böylece nevalarının peşinde giderek hem saparlar, hem saptırırlar; ne yazık ki, insanların çoğu da bunlara uyar:
“Siz onu dillerinizle aldınız ve hakkında ilminiz olmayan şeyi dilerinizle söylediniz..” (Nur: 15).
“Zulmedenler ilimsz olarak- hevalarına uydular; Allah'ın saptırdığını kim hidayet edebilir?” (Rum: 29).
“İnsanlar içinde ilimsiz olarak Allah'ın yolundan saptırmak ve onunla alay etmek için eğlence türü sözleri satın alan vardır..” (Lokman: 6).
“Onların bu konuda ilmi yok, onlar ancak 'atıp tutuyorlar” (Zuhruf: 20).
“Ancak bu dünya hayatımız var, ölürüz ve yaşarız, bizi ancak dehr helak eder” dediler. Onlar bu konuda ilim sahibi değiller, ancak zannediyorlar” (Casiye; 24).
“Hevâsını ilâh edinen ve Allah'ın bir ilm üzere sapıtıp, kulağını ve kalbini mühürleyip, gözü üzerine de perde çektiği kimseyi gördün mü? (Casiye: 23).
“Onlar kalplerine mühür vurdu, artık bilmezler” (Tevbe: 93).
“Allah bilmeyenlerin kalpleri üzerine işte böyle mühür vurur” (Rum: 59).
“İnsanların çoğu bilmezler” (Lokman: 25, Sebe': 28, 36, Mü'min: 57, Duhan: 39..).
Hakikat'a ulaşmak ve hakikati idrak etmek olarak tanımladığımız ilmin ikinci türü de doğrudan doğruya Allah'tan alınan ilimdir. Peygamberler ilmi böyle aldıkları gibi, peygamberlerin dışında da Allah'ın seçtiği bazı kullar Allah'ın kendilerine ledünn'ünden verdiği bir ilme sahiptirler:
“Kullarımızdan bir kul buldular ki, O'na yanımızdan bir rahmet ve ledünnümüzden bir ilm verdik. Musa ona, “sana öğretilenden bana irşad için öğretmen üzere sana tabî olayım mı?” dedi. “Sen” dedi, “benim yanımda asla sabra güç yetiremezsin” (Kehf: 65-67).
Belki bütün peygamberlere değil de, Allah'ın özel olarak seçtiği rasûllere ve peygamberler dışındaki bazı kullara da verilen bu ilme bazen “kitap ilmi”, böyle kullara da “kitaptan ilim sahibi” denmektedir; bu kişiler Allah'tan ayrı olarak rasûllerle kavmleri arasında da şahittirler.
“(Süleyman), “Ey Mele'” dedi, “hanginiz bana teslim olarak gelmelerinden önce onun tahtını getirebilir?” Cinlerden bir ifrit “sen makamından kalkmadan önce ben getiririm..” dedi. Yanında Kitap' tan ilm olan ise “sen gözünü yummadan onu sana getiririm” dedi..” (Nemi: 38-40).
“De: “Benimle aranızda şehid olarak Allah yeter ve yanında Kitabın ilmi olan” (Ra'd: 43). [343]
Kur'an'da kullanıldığı şekliyle yâkîn, ikan, İstikan ve teyakkun aşağı yukarı aynı anlamdadır; aralarındaki fark aynı kelimenin çeşitli türevleri olmaktan öte geçmez.
Yakîn, Ragıbın tanımına göre, ilm'in. sıfatı olup, anlayışın sebatıyla nefsin her türlü şüpheden kurtularak sükûna ermesidir. Marifet, dirayet ve benzerlerinin üstündedir. Ilm-ı yakın denilir, fakat 'ma'rifet-i yakîn'i denilmez. Aynı şekilde, yakîn'de şüpheden kurtulmak söz konusu olduğundan, Allah'ın ilmi için de yakin kullanılmaz. [344]
Yakın, ilmin sıfatı olarak, artık kesinliğe ulaşmış, kendisinde teorik veya pratik olarak hiç bir şüphe kalmamış, vakıaya uygun düşmüş, şimdi kesin olduğu gibi, gelecekte de kesinliğinde herhangi bir "kuşkuya yer kalmamış ilimdir. 'Şu anda şüphem yok ki, bu böyledir; ilerde de şüphe edilmez ki, böyledir; başka türlü olmasına da imkân yok ki, böyledir” dediğimizde yakîn ifade etmiş oluruz. [345] Bu bakımdan, iman esaslarına kalpten ve hiç bir şüphesi kalmamış ve hiç bir şüpheye düşmeyecek şekilde iman etmiş kişinin imanı da yakın bir imandır:
“Ahiret'e yakîn sahibidir onlar” (Bakara: 4, Lokman: 4, Nemi: 3).
Gerçek, kâmil müzminlerin imanı olan bu iman yakin ilim üzere hasıl olan imandır. Böylesi iman için Allah ayetlerini ortaya kor, emr'i yerine getirir, ayetleri açıklar ki, insanlar yakîn'e ersin ve yakîn sahipleri başkaları için de önder olsun:
“Allah ki, görebildiğiniz direk olmadan gökleri yükseltti, sonra Arş üzerine istiva etti ve güneşle ayı teshir etti. Hepsi belli bir süre için akıp gider. Emri yerine getirir, ayetleri açıklar; umulur ki, Rabbiniz'e kavuşacağınıza yakîn'iniz olur” (Ra'd: 2).
“Sabredip, ayetlerimize yakînleri oldukta, içlerinden emrimizle hidayet eden imamlar var ettik” (Secde: 24).
“Böylece İbrahim'e göklerin vs yerin melekûtunu gösteriyorduk ki, yakîn sahiplerinden olsun”(En'am: 74).
Yakîn melekût'la ilgilidir. Melekût, kendisine verilen çeşitli anlamların yanısıra, her şeyin, her varlığın aslı, kökü anlamına da gelir. İşte, yakîn sahibi olmak zahirden batına inip, ayetten ayetin işaret ettiğine varmaktır, önce, batında yer alan hakikat hiç bir şüpheye yer kalmayacak şekilde bilinir ki bu ılm'ül-yakîn' dir. Ahiret, bir bakıma dünyanın batını olduğundan, dünyadayken ılm'ül-yakîn'le bilinen ve inanılan Ahiret insan öldüğü zaman görülür, müşahede edilir ki, bu ayn'ül-yakîn'dir:
“Hayır, ılm'el-yakîn bileydiniz; elbette Cehennem'i görürdünüz; sonra elbette onu ayn'el-yakîn görürsünüz” (Tekâsür: 5-7).
Dünyada, zahirde batını ilm'el-yakîn bilenlerin bu bilgisiyle ayn'el-yakîn görmesi arasında fark yoktur; bu bakımdan İmam-ı Ali “perdeler açılsa yakînim artmayacak” buyurmuştur. Fakat, gerçeği üm'el-yakîn bilmeyenler öldüklerinde ayn'el-yakîn göreceklerdir. Bu yüzden, gelmesi kesin olan ve ilm'el-yakîn'e engel olan perdeleri ortadan kaldırıp, ayn'el-yakîn'in. kapılarını açan 'ölüm'e de yakîn denilir:
“Sana yakîn gelinceye kadar Rabbine ibadet et” (Hıcr: 99).[346]
“Andolsun, sen bundan gaflet içinde idin, biz senden perdeni kaldırdık, bugün artık gözün keskindir” (Kât: 22).
İşte, tüm bilme, anlama, farkına varma., melekelerinin olduğu gibi, yakînın de merkezi kalptir. Yakîn'e engel olan perdeler kalbe vurulan mühür, onu kirleten ve örten günahlardır. Ahiret'te perdeler kalkıp, hakk ortaya çıkınca her şey açıkça belli olur; bu da hakk'al-yakîn, yani 'hakkın hakkı', veya 'yakîn'in yakînidir’:
“... Ama yalanlayıcı sapıklardan ise, kaynar sudan bir ziyafet, Ve Cehennem'e atılma var. Hakk'ul-yakîn budur işte” (Vakıa; 92-95).
Ilm'ül-yakîn mertebesindekiler için, dünyadayken nefslerinde ölüp ruhlarında dirilenler, yani “ölmeden önce ölenler” için gerçeğe ulaşmada ölmek Cennet ve Cehennem'i görmek şart değildir; çünkü onlar yakîn sahibidirler; bilgileri kişilikleriyle birleşmiş, (bilen-bilinen-bilme' birbiri içinde erimiştir.
Zahirî duyularla alınıp akılda bilgi haline getirilen, deney ve tecrübelerle gerçekliği denenen kimya ve fiziğin İfade ettiği 'gerçekler' 'zarurî' olmayarak 'yakînî' dirler; şu anda yakîn belirtseler de, bu zarurî olmayıp değişebilir; fakat, bunlardan fasit akıl yürütmelerle varılan sonuçlar birer zandan öte geçmez. Fiziğin ve benzeri ilimlerin verilerine dayanarak uçağı yaparız, daha başka aletler üretiriz, ama bir çimeni, bir böceği veya serçenin bir tüyünü bîle yapamayız; acaba bunlar da mümkün değil midir? Elbette mümkündür ve bir gün gerçekleşebilir de. Allah onları evvelen ve bizzat, sonra da maddeleri, tohumları vasıtasıyla yarattığı gibi, bizim elimizle de yaratabilir. Nitekim, peygamberlerinin elinde yaratmıştır: “Ey Meryem oğlu İsa..[347]. Ben'im izilimle çamurdan kuş şeklinde bir şey biçimlendiriyor ve içine üflüyor dun da. Benim iznimle kuş oluyordu” (Mai-de: 110). Eğer, insanlar da bir gün böyle bir şey yaparlarsa, bu iman edenleri hiç bir şekilde şüpheye düşürmez, aksine onları yakîn'e erdirir. [348]
'Bilinenden bilinmeyene, görünenden görünmeyene, 'şahid ilmi'yle 'gaib ilm'e ulaşma' demektir. Ilm'den daha özel bir konumu vardır. Ayrıca, 'iyi ve derin, ince anlayış' anlamında da kullanılır. [349]
“Başlarına bir iyilik gelse “bu Allah katındandır” derler; baslarına bir kötülük gelse “bu senin yüzündendim derler. “Hepsi Allah kalındandır” de. Bu kavme ne oluyor da., sözü hiç fıkhetmiycrlar?” (Nisa: 78).
“Ey Şuayb' dediler, “senin söylediğinin çoğunu fıkhetmiyoruz” (Hud: 91).
“Dilimden düğümü çöz, sözümü fikhetsinler” (Tana: 27-28).
Fıkh'ın ifade ettiği 'anlayış’, Arapça'da 'fehm' kelimesinin ifade ettiği anlayış gibi değildir. Birinin ne söylediğini anlarız, sözünü kavrarız, bu 'fehm'dir; fakat, söylenenin, olup bitenin 'künhüne vakıf olma', taşıdığı gerçeklikten gerçeğe irme, onu bütünüyle kavrayıp bir sonuca varma 'fıkh'tır. Sözgelimi, Kur'an'da anlatıldığı biçimiyle, münafıklar Tebuk seferine çağrıldıklarında yazın sıcağını bahane ederek katılmak istememişlerdir. Bunların bilmedikleri bir gerçek vardır; yazın sıcağı hiç bir zaman Cehennem'in sıcağından daha şiddetli değildir., İşte, görünen bir gerçeği asıl gerçeğin yerine koymak, gerçeklikten, görünen, hissedilen gerçekten asıl gerçeğe varamamak fıkhetmemektir. Fıkh sahibi olan yazın sıcağından yandığında Cehennem'in sıcağını hatırlar ye Allah'ın emrini yerine getirmeğe koşar; kışın soğuğu, düşmanın gücü, dünya hayatının geçimlikleri, dünya hayatında karşılaştığı zorluklar veya ulaştığı nimetler hep gerçek soğuğun, gerçek nimetin, gerçek hayatın, gerçek zorluğun birer basit örneği veya göstergesinden başka bir şey değildir. Bu göstergeleri görenler gerçeğe ulaşarak, görünene takılıp kalmazlar; işte bu fıkh'tır.
“Geride kalanlar Allah'ın Rasûlü'nün arkasından oturmakla sevindiler, malları ve canlarıyla cihad etmekten hoşlanmadılar ve “sıcakta sefere çıkmayın” dediler. “Cehennem'in sıcağı daha şiddetlidir” de; keşke fıkhetselerdi!”(Tevbe: 81).'
Fıkh'ın merkezi de kalptir. Kalpleri mühürlenenler, üzerleri kabuk bağlayanlar asla fıkhedemezler:
“Geride kalan kadınlarla beraber olmaya razı oldular, kalplerine mühür-damga vuruldu, artık fıkhetmezler” (Tevbe: 87).
«Kalplerine kabuklar koyduk ki, onu fıkhedebil-sinler..»(İsra: 46). «..Kalpleri var, onlarla fıkhetmezler» (A'raf: 179).
Fıkhetmeyen kalpler mühürlenmiş ve kabuk bağlamış kalplerdir.
Kur'an İslâm toplumunun kuruluşunda belli bir dönem sonra, bütün mü'minlerin sefere çıkmalarını hoş görmez. Her topluluktan bir grubun kalıp dinde tefakkuh etmesini ve diğer mü'minleri uyarmalarını emreder;
“Mü'minlerin toptan sefere çıkması olmaz. Her gruptan bir taifenin toplanıp dinde tefakkuh etmesi ve kendilerine döndüğünde (yasaklardan) çekinmeleri için kavmlerini uyarmaları gerekmez mi?” (Tevbe: 122).
Tefakkuh 'fıkh sahibi olmaya çalışmak'tır. İslâm tarihinde Kur'an kavramlarının anlam kaybına uğraması sonucu, önceleri bütün İslâmî ilimleri içine alan fıkh kelimesi, sonradan yalnızca bir 'muamele' ilmi haline gelmiştir. Oysa, 'dinde tefakkuh' 'dini iyice anlama, onu bütün gerçekleriyle kavrama, rüsuh sahibi olma, demektir. Bu ise, yalnızca ahkâmı öğrenmekten ibaret değildir. Kalbin bütün fonksiyonlarını çalıştırarak, tam bir takva ile kalbi her türlü kirden uzak tutarak dinde tefakkuh sahibi olunabilir. Böyle kişiler, yani fakihler Allah'ın sevdiği kişilerdir; çünkü, bir hadis-i şerifte, “Allah sevdiği kulunu dinde fakih kılar” buyurulmuştur.[350] Bu yüzden, üm'den daha özel olan fıkh, ilmin bir sonucu gibidir, ancak alim olanlar fakih olabilirler. [351]
İslâm alimleri ve hakimleri arasmda çok sözü edilen ve üzerinde fazlaca durulan konulardan biri de ğayb konusudur.
Ğayb, 'ğabet'iş-şey'ü' ve benzeri ifadelerde kullanılan 'Ğa-Be' fiilinin masdarı olup, 'gözden gizlenme, gözden ve diğer duyulardan gizli olan' anlamındadır; ğabe annî' de 'benden gizlendi' demektir. Genel olarak, 'duyulardan ve İnsan ilminden gizli olan her şey için' kullanılagelmiştir; Allah için kullanılmaz; çünkü O'nun için bilinmez ve gizli bir şey yoktur. O'nun ilmi her şeyi kuşatmıştır, O her şeyi görür, her şeyden haberdardır.[352]
Kur'an 'ğayb’ bilgisinin yalnızca Allah'a ait olduğunda ısrar eder; fakat, genelde tüm bilgiler, daha doğru bir deyişle bilginin tümü Allah'a ait olduğundan ve her şey O'nun bildirmesiyle veya bilme gücü vermesiyle bilindiğinden ğayb mutlaka insan bilgisinin dışında bir şey midir? Bu önemli konu üzerinde Kur'an ayetleri açık olduğu halde çok söz söylenmiştir. Konu bu yönünden daha çok, İslâmî hikmetin alanına giren bir konudur ve bu noktadan anlaşıldığında ğayb'ın ve bilgisinin ne olduğu da daha kolay anlaşılabilecektir.
Varlıklar veya alemler 'meşhud' ve 'gayr-ı meşhud' (şahid olunan ve olunmayan) (bk. Şehid) diye ikiye ayrılır. Çoğu hakimler hakikati görülmeyen kısmında kabul ederler ve hattâ hakikatin kaynağı Hakk'ın görülemeyen olduğunda ısrar ederler. Hakikatin bulunduğu aleme 'manâ alemi, emr alemi, ruh alemi veya melekût alemi' derler. Gerçi, bugün özellikle mekanik fiziğin çözülmesinden ve bu fiziğin dayandığı 'hareket, sebep-sonuç kanunu' gibi ilkelerin birer birer çökmesinden sonra şehadet aleminin, yani duyulara hitap eden alemin de birer görüntüden, daha doğrusu hakikat'ın izafî bir görüntüsünden başka bir şey olmadığı ortaya çıkmıştır. Dış dünyayı biz ışık, ses, koku, tat, ısı, sıcaklık ve soğukluk gibi nitelikleriyle tanırız; bunlar vasıtasıyla da diğer eşyayı tanırız. Bugün ortaya çıkmıştır ki, bütün bunlar bir tecelli, bir görünüşten başka bir şey değildir. Sözgelimi, ışık dediğimiz parıltı bizim dışımızda mevcut değildir; dışta yalnızca bir titreşimden ibarettir. Parıltı bu titreşime, gözümüzün temasıyla ortaya çıkan anî bir tecelliden ibarettir. Gazalî bu konuda şöyle diyordu yüzyıllarca önce:
“Güneşin nuru halkın sandığı gibi, güneşten çıkıp bize kadar gelen haricî bir şey değildir belki, gözümüzün güneşe temasıyla bizzat İlâhî Kudret'in idrak ettirdiği bir hadisedir.” Ses de böyledir. Ses, havanın özel bir titreşiminden ibarettir; kulağımız vasıtasıyla bu titreşim alınıp idrakimizde anlamlandırılmaktadır. Sıcaklık ve soğukluk da dıştaki titreşimlerin bizdeki özel melekelerle idrakidir. Tat, koku hep aynıdır. Demek oluyor ki, alem-i şehadet bir hareketin görüntüleri ve insan tarafından anlamlandırılması, algılanmasıdır. Aslında, tüm hissedilen varlıkların özü bir hareketten ibarettir;. her şey bu görüntülere varlık kazandıran ve onlara 'kesafet-gaflet' perdesi giydirip ete -kemiğe büründüren (çokluğun, çeşitli biçimler almanın kaynağı) madde üzerinde bir gerçeğin hareketinden başka bir şey değildir. Biz bu hareketi göremiyoruz, kütlelerde gördüğümüz' hareket ve değişim ise bu hareketin bir görüntüsüdür. Demek ki, şehadet alemi tecelliler toplamından veya bir tecellinin çeşitli şekiller almasından başka bir şey değildir. Bunları illeti olan hakikat ise görülmez, ona duyularla şahit olunmaz. İnsanlık tarihinde meydana gelen olaylarsa insanların tasavvurları, ihtirasları, iradeleri gibi mutlaklığı olmayan sebeplerden başka nedir ki? Bu yüzden, hakikat sebeplerin ötesinde gizlenen şeydir, görülmez, görülen onun tecellileridir.
Şimdi, bütün 'hakikat' gayb'dır. Tabiat, alem-i şehadet hareket tecellisinin hayalidir. Bu hakikatin ötesinde veya bu hakikatin kaynağı ve onu kapsayan, bütün hakikatların kendinden çıktığı Hakk vardır ki, bu da Allah'ü Tealâ'dır. Bu noktadan yürüyen bazı hakimler hakikatin ve dolayısıyle Hakk'ın da meşhud olamayacağını, gözle görülemeyeceğini savunmuşlardır. [353]Hakikat görülmez, duyularla algılanmaz, bütünüyle gayb'dır; bu bakımdan, onun bilgisi öncelikle Allah'a aittir. Fakat, gayb görülmese de, hakikat görülmese de bilinmez değildir. Hakikat bilinir, görülmez. Hakk ne görülür ne bilinir, tanınır {marifet).
Hakikat görünür alemde üç türlü varlıkta yansır:
1. Kesif, cansız şeyler; aynadaki hayaller gibi.
2. Maddî-nuranî şeyler. Örneğin, güneş yeryüzüne vurduğunda her zerrede aksini gösterir; girdiği şeylerin her biri ısısı ve ışığıyla güneşi yansıtır. Eğer güneş şuurlu olsaydı, ısısı kendi kudretine, ışığı kendi ilmine, yedi rengi yedi ayrı sıfatına bağlı olsaydı, o vakit güneş vurduğu her bir şeyde bulunur, her birini kendine bir taht ve telefon yapar, onları algılayabilir, onlara hakim olup kullanabilirdi. Her birimizle görüşebilir, biz ondan uzakken o bize bizden daha yakın olurdu.
3. Nuranî ruhlar. Bunlar şuurludur, diridir ve akis değil, kendileridir. Fakat, melekeleri, kapasiteleri oranında tezahür ettiklerinden bu ruhların mahiyeti bütünüyle kendileri olamamaktadır. İnsanın özü, varlığının esası böyle bir ruhtur ve nurdandır; ama maddenin üzerine koyduğu gaflet perdesi onu örttüğünde o ancak dış dünyayı duyularıyla tanıyabilmekte ve alem-i şehadeti gerçek sanıp, ötesindeki hakikata uzanamamaktadır. Bu hakikata özünün yattığı kalbini açık tutarak, kalbinin sem', basar ve fuad'dan oluşan duyularını çalıştırarak oluşabilir. Sözgelimi, peygamberlerin kalbi bütünüyle 'mutahher' olup, her türlü gaflet örtüsünden, rics'ten arınmış olup, hakikati algılarlar. Hz. Peygamber'in nuraniyeti bir anda her yere uzanabilir, kendine getirilen bütün salâvatları duyabilir, Azrail aynı anda çok kişinin canını alabilir. [354] Onlar için hareketin bir özelliği ve dışlaşması olan zamanın ve alem-i şehadetin oluşturacağı bir engel yoktur. Bu yüzden, Allah'ın seçtiği bu tür kulları için mutlak ğayb söz konusu değildir. Bu durum ayetlerde de açıktır:
“Allah sizi ğaybe muttali kılacak değildir, ancak Allah rasûllerinden dilediğini seçer, siz de Allah'a ve Rasuleri'ne inanın..” (A. İmran: 179).
“O ğayb'i bilendir, ğaybını kimseye götürmez; ancak razı olduğu rasüller müstesna.” (Cinn: 26-27).
Rasûller'in bildiği ğayb Allah'ın bildirdiği ğayb'dır, onların bilgisi yine Allah'ın bildirmesiyledir.. Rasûl-i Ekrem de bilgisini gerektiği kadar razı olduklarına aktarmıştır. Bunun dışında, Allah'ın bir takım seçkin kulları da varlıklarının gaflet perdesini aşarak hakikatle, yani gayble kapasiteleri oranında birleşebilirler. Ne var ki, bazen bu birleşmede şahit olunanlar yanlış yorumlanıp yanlış teşhis edilebilmekte, bu bakımdan başkaları tarafından uyulması gereken bir kesinlik ortaya koyamamaktadır. Bu nedenle, ancak peygamberlerin getirdiği doğrudan vahye dayalı 'bilgi' mutlak uyulması gereken doğru bilgidir.
Öte yandan, ğayb’ın mutlaka gelecekle ilgili olduğu sanılmıştır. Oysa, sözgelimi önümüzdeki bir engelin ötesi bizim için gaybdır; çünkü engelin ötesinde ne olduğunu göremiyoruz, duyularımızla algılayamıyoruz. Ayrıca, geçmiş-târih ğayb'dır; Allah onun bilgilerini Kur'an'da belli oranlarda aktarmıştır; nitekim, bu aktarımlarda “bu ğayb haberlerindendir, sana vahyediyoruz” denmektedir (A. İmran: 44, Hud: 49). Demek oluyor ki, Allah Vahy'le ğayb haberlerini de bildirmektedir ve nebî bir bakıma ğayb'va. da haberini, hattâ yalnızca ğayb'ın. haberini getirendir. İkinci olarak, vahy yalnızca peygamberlere özgü değildir; peygamberlerin dışında 'Allah'ın ledünnünden, Kitap'tan ilim verdiği, vahyin daha basit bir çeşidi olan sadık rüya ve ilham, mübeşşirat, tahdis'le (bk. Vahy) bazı gerçeklere muttali ettiği kullar da vardır. Şu kadar ki, rasûller-nebîlerin bilip bildirdiği kesinlik ifade eder ve uyulması zorunluyken, diğerlerinin ki kendileri için belki kesin olabilirse de herkes için kesin değildir.
Rasûl-i' Ekrem'in zaman zaman Mekkeliler'e “Ben yanımda Allah'ın hazineleri var ve ben ğaybı biliyorum demiyorum, ben melek olduğumu da söylemiyorum ancak bana vahyolunana uyuyorum ben” (En'am: 50); “eğer gayb'ı bilseydim hayrı çoğaltırdım” (A'raf: 188) demesi kendinden kendi izni, gücü ve imkânı dışında, doğrudan doğruya Allah'a ait olan bir takım fiillerin istenmesine, söz gelimi, Kıyamet'in ne zaman kopacağını bildirmesi, va'd ettiği azabı bir an önce getirmesi, Mekke'de ırmaklar akıtması gibi bazı tekliflere verdiği cevapların ifadesidir. Bu ayetlerin belirttiği gerçek, Allah'ın ğayb'ı rasûlü'ne bildirmesine ayları değildir; Rasûl'ün ğayb bilgisi de tüm diğer bilgiler gibi Allah'tandır. Bilgi, yaratma, kudret mutlak anlamda Allah'a aittir; Rasûl de bir beşerdir, fakat Allah'ın seçtiği ve razı olduğu bir beşer olarak her beşer gibi değildir.
Mü'minler ğayb'ı bilmeseler de ona inanırlar; hakikatin ve Hakk'ın varlığını ve tekliğini kabul ederler. Çünkü, ğayb'ı, hakikat'ı bildiren Allah'tır. O insanların nefislerinde ve dışlarında Kendini tanıtıcı ayetlerini sergilemekte, ayrıca doğruluğu herkesçe kabul edilmiş 'muhbir-i sadık'ları vasıtasıyla bunu haber vermektedir. Şu halde, mü'minler bilmeseler de, ğayb'e inanırlar (Bakara: 3) ve hakikatin duyularıyla algıladıklarında değil, görünenlerin gerisinde yattığını kabul ederler; alem-i şehadeti tek alem, dolayısıyle dünya hayatını da tek hayat kabul etmezler, bu hayatın ötesinde şimdilik ğayb da olsa, varlığından kuşku duyulmayan bir başka hayatın (Ahiret) varlığına içten inanırlar. Görmeden, ama var olduğunu bilerek Rahman’dan, Rabblerinden korkarlar (Enbiya: 49).
Gıybet de ğayb'dan gelir; “başkasını anılmasına gerek olmayan bir ayıpla gıyabında, yani o yokken anmak” kardeşinin ölüsünün etini yemeği sever mi? İşte, tiksindiniz. Allah'tan korkun, muhakkak Allah tevbele-ri kabul edendir ve rahîm'dir” (Hucurat: 12) buyurulmaktadır.
Kur'an saliha kadınların “Allah'ın koruduğu cihetle ğayb'ı korudukları”ndan söz eder. Kadınların ğayb'ı koruması, ırz ve iffetlerini muhafaza edip, kocalarının da yokluğunda onların hoşlanmayacağı şeyi yapmamalarıdır. [355]
Kur'an'da birbiriyle son derece ilgili ve yakın anlamlarda kullanılan üç kavram Rahmet, Rızk ve Ni'mettir.
Cenab-ı Allah (C.C.) rahim bir Rabb'dır, yani bütünüyle rahmet sahibidir. Rahmet, acıma, şefkat, rikkat sahibi olup, bütün bunlar da rahmet olunana ihsan-ı ve in'am'ı gerektirir. Bir olan Rabb Tealâ isimlerinin cilvegâhı olan kâinatta alem-i emr veya ğayb'da mücerred ruhlar şeklinde, alem-i şehadette ise madde ile cisim giydirdiği ruh ve cisimden mürekkep yarattığı kullarının hayatı için gerekli her şeyi Kendi üzerine almıştır. Bütün yaratıklarına karşı bir acıma, şefkat ve rikkat sahibidir O; bu bakımdan onlara sürekli ihsan'da bulunur; işte bu rahmet'tir. Yaratma, rızklandırma ve nimetlendirme rahmet'tir, O'nun Rahman ve Rahim oluşunun sonucudur:
“Kendi üzerine rahmet'i yazdın (En'am: 12).
“Her şeyi rahmet ve ilim yönüyle kuşattın” (Mü’min: 7).
“Rahmetim her şeyi kuşatmıştır” (A'raf: 156.)
Kâinattaki her yaratılış, meydana gelen her olay, her şey rahmetin eseridir. Bu bakımdan, öncelikle esas olan rahmet'tir. Allah tüm kâinatta rahmet'iyle tecellî halindedir. Bu rahmet her varlığı, kâfir-mü'min her insanı, cin-şeytan-melek her yaratığı kapsar. Rahmet'in gereği yaratmadır, rızklandırma, nimetlendirme, yaşatma, güç-kuvvet, beceri göz-kulak vs. verme’dir. Bu Allah'ın Rahman oluşudur. Bu yüzden, O'ndan başka hiç bir varlık için rahman sıfatı kullanılmaz. Kâinat'ta olup biten ne varsa her şey Allah'ın yaratığı olarak güzeldir (Her şeyin yaratılışını güzel yaptı (Secde: 7), mutlak olarak hayr'dır (Allah'ın yanındaki hayr'dır(Kasas: 60); bütün bunlar da rahmetin, gereğidir; O'nun rahmetinin her şeyi kuşatmış olmasının sonucudur.
Bu şekilde tekvini düzlemden teşriî düzleme, sebepler alemine, emir-yasaklar dünyasına indiğimizde rahmet özel bir konum kazanır. Allah bazı şeyleri yasaklar, bazı şeyleri de emreder; yasak ve emirler irade sahibi varlıklar, yani insanlar ve cinler içindir. Bu düzlemde rahmet adalet elbisesi giyer ve herkes yaptığının karşılığını alır, kimseye en uf ak bir biçimde zulmedilmez. Kâfirler de yine rahmetten yararlanır, hiç bir zaman rızktan mahrum kalmazlar ve yaptıklarının karşılığını alırken, mü'minler de dünyada yaptıklarının karşılığını görürler; yani rahmet adalet, adalet rahmet' tir. Şu kadar ki, hayat yalnızca dünya hayatı olmayıp, dünya hayatı gerçek hayat olan Ahiret'in bir ekim zamanından ibarettir ve asıl hayat Ahiret hayatıdır. Bu bakımdan, Allah insanları iman ve îslâm fıtratı üzere yarattığı ve onlara akıl, kalp, muhakeme gücü, düşünme, tefekkür gibi melekeler verdiği halde, Ahiret hayatları azap hayatı olmasın diye elçiler gönderir, kitaplar indirir ve bazılarını tevfikiyle ve bu bazılarını dilemesi, iradesiyle imana muvaffak kılar; bu da hem rahmet, aynı zamanda da adalettir:
“Sana Kitabı her şeyi açıklayıcı ve hidayet ve rahmet olarak ve müslümanlara müjde olarak(-müslümanlara hidayet, rahmet ve müjde olarak) indirdik”(Nahl: 89).
“Bu(Kur'an) Rabbini'den basiretler ve iman eden bir topluluk için hidayet ve rahmettir” (A'raf: 203).
Kitap gibi nübüvvet de bir rahmet'tir; İslâm da bir rahmettir:
“Ey kavmim” dedi, “Görmez misiniz, ya ben Rabb' imden bir beyyine üzerinde isem ve bana katından bir rahmet vermiş de o size görünmez olmuşsa,.” (Hud: 28).
“İşte size Raobiniz'den bir beyyine ve hidayet ve rahmet geldi” (En'am: 157).
Allah'ın rahmet olarak gönderdiği kitaba iman edip, Allah'a ve Rasûl'üne itaat edenlere amellerinin karşılığı adaletin gereği dünyada verileceği gibi, Ahiret'te de verilecektir. Bu ise bütünüyle Alah'ın rahmetindendir. Allah onları imana muvaffak kılmış olup, günahlarını bağışlayacak ve Ahiret'te rahmetiyiz muamele edecektir. Kâfirlere ise dünyada rahmetin ve adaletin gereği yaptıklarının karşılığı verilir, mü'minlere Allah fazlından fazlasını da ihsan eder; mü'minlere olduğu gibi kâfirlere de Ahiret'te dünyada yaptıklarının karşılığı ödenir. Bu bakımdan, azap da, mükâfat da rahmet'e bürünmüş adaletin veya adalete bürünmüş rahmetin bir sonucudur; fakat, Allah'ın mü'minlere yaptıklarının karşılığını fazlasıyla ödemesi mahza rahmettir ve O'nun fazlindandır:
“Eğer bizi 'bağışlamaz ve bize rahmet etmezsen kaybedenlerden oluruz” (A'raf 23).
“Allah'a ve Rasûl'e itaat edin, umulur ki rahmet olunursunuz” (A. İmran: 132).
“Allah'ın rahmeti muhsinlere yakındır” (A'raf: 56).
İslâm hakimlerinin belirttiği gibi “Sen olmasaydın sen, ben alemleri yaratmazdım” kudsî hadisinin de ifade ettiği üzere, kâinat ağacının hem çekirdeği ve hem de meyvesi, gayesi 'Hakikat-ı Muhammedi' veya 'Nur-ı Muhammedi'dir. Bu bakımdan, Allah'ın gerek tüm yaratıkları kapsayan Rahman isminin, gerekse yalnız mü'minlere has olan ve tevfik-i İlâhî ile iman ve İslâm üzere yürüyen Rahim isminin ana tecelligâhı Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V.)'dır. Bu bakımdan, Hakk Tealâ “Seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik” (Enbiya: 107) buyurmuştur. Eğer onun rahmet oluşu yalnızca risaleti dolayısıyle mü'minlere has olsaydı “alemler” lâfzı kullanılmazdı; çünkü, alemler içinde günahsız olan meleklerin de bulunması ihtimal dahilindedir. Şu halde onun rahmet oluşu Rahman isminin tecellî merkezi olarak bütün kâinat içindir ve her varlık O yaratıldığı için onun nurundan yaratılmış ve her varlık onun yüzü suyu hürmetine rızklanmakta ve nimetlenmektedir. O rahim isminin de ana tecellî merkezi olup, Adem yaratılmadan önce peygamberdi, peygamberlikte hem baş, hem son, hem çekirdek, hem meyvedir o. Onunla da insanlar iman etmiş, İslâm'a girmiş ve kurtuluşa ermiştir, bu bakımdan, Ahiret'te her peygamber ümmeti üzerinde şehîd olacakken, o bütün peygamberler üzerinde şehid olacaktır.
Kadının döl yatağına rahm denilir. Bir hadis-i şerifte “Allah rahm'i yarattığında ona “ben Rahman'ım’sen rahm'sin, senin ismini ismimden türettim, kim sana sılada bulunursa, Ben de ona bulunurum, kim bulunmazsa ben de onunla aramı keserim” buyurulmuştur.(l) Aynı rahmden çıkanlar arasındaki yakınlığı ifade için ruhm kullanılır (ruhm yönünden daha yakın-Kehf: 81). Sıla-i rahm Kur'an'da şiddetle emredilmiştir. Gerek anne-baba, gerekse aynı rahmden çıkanlara karşı rahmetle davranmak, rahim olmak gerekir. Ülü'l-er ham', yani rahm yönünden birbirlerine yakın olanlar Allah'ın kitabında birbirleri üzerinde hak sahibidirler: “Rahm sahipleri Allah'ın Kitabı'nda birbirlerine daha lâyıktır” (Enfal: 75).
Rızk, 'dünyada ve Ahiret'te verilen şey, nasib' anlamındadır. Verilen bir şeyin rızk olması için 'ele mutlaka ulaşması ve kendisiyle yararlanılması şarttır'; bu bakımdan, kendisinden fiilen yararlanılmayan ve ele ulaşmayan şeylere rızk denmez.
Rızk vermek öncelikle Allah için söz konusudur; çünkü, rızkın sahibi O'dur her şey O'ndandır; (Muhakkak Allah, O razzak olandır- Zariyat: 58). Fakat, nasıl mülk ve izzet aslında Allah için olduğu halde O'nun vermesiyle insan için de olabilir, aynı şekilde Allah'ın verdiği rızkın sahibi olanların başkalarına faydalanma için verdikleri de rızk'tır; dolayısıyle, Allah'tan başkaları için de 'rızk veren'(şu kadar ki, razzak değil, razik) deyimi kullanılabilir (Allah rızk verenlerin hayırlısıdır-Cum'a: 11; O(mal)lardan onları rızklandırın ve onları giydirin) (Nisa: 5).
Rızk öncelikle 'yiyecek' için kullanılırken (Annelerin ma'ruf üzere rızkı ve giydirilmesi baba üzerinedir”-Bakara: 233), geneleştirilip kendisinden faydalanılan her şey- giyecek, mal, mevki, ilim, yiyecek-içecek, nübüvvet, marifet vb.- için kullanılır olmuştur (“Ey kavmim” dedi, görmüyor musunuz ya ben Rabb'imden bir beyyine üzere isem ve beni Kendi'nden güzel bir rızk'ta rızklandırmışsa” (Hud: 88).
“Gökten su indirdi ve onunla sizin için rızk olarak meyvelerden çıkardı” (Bakara: 22).
“Allah'ın gökten rızk'tan indirip onunla ölümünden sonra yeri diriltmesinde,., akleden bir kavm için ayetler vardır” (Casiye: 5).
“Gökten mübarek bir su indirdik de, onunla bahçeler ve biçilecek taneler bitirdik; birbirine girmiş kat kat tomurcukları olan yüksek hurma ağaçları da. Kullar için rızk olarak..” (Kaf: 9-11).
Ahiret'te mü'minlere verilecek nimetlere, onların faydalanacağı şeylere de rızk denilir:
“Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanma, diridir onlar, Rabbleri katında rızklanmaktalar” (A. İmran: 169).
“Orada rızkları vardır sabah ve aksam” (Meryem: 62).
Her şey Alah'ın mahlûku ve O'nun katındandır, hazineleri O'nun yanındadır (Herhangi bir şey bulunmasın ki, hazineleri katımızda olmasın(Hicr: 21). Allah'ın katında bulunan her şey ise hayr'dır. (Allah'ın katındaki hayrdır (Kasas: 60). Alemdeki her şey Allah'tandır ve hayr'dır, güzeldirler şeyin yaratılışını güzel yaptı(Secde: 7). İlâhî vergilerden bazılarının şerr olması nisbîdir ve kesbe oranladır; başkalarına, illetlerine ve nizamdaki sebeplerine oranla yine hayrdır. Allah'ın yaratıklarına hayrdan verdiği ve kendisiyle faydalanılan her hayr rızktır. {Rabbi'nin rızkı hayr'du (hayırlıdır) Taha: 131). Bu şekilde bir bakıma rızk, hayr ve halk birleşmektedir. Her.rızk hayr ve maklûktur, her halk rızk ve hayrdır. Aradaki fark, rızk'ın faydalanan bir rızklandırılana ihtiyaç göstermesi, hayrın seçene muhtaç olması, halkın ise meydana gelmesi açısından herhangi bir şeye ihtiyaç duymamasıdır. Rızk hayrla birleşen İlâhî bir atıyye olduğunda rahmettir. Rahmet, yukarda da belirttiğimiz gibi kâfir, mü'min, insan ve başkası bütün yaartıklar İçine alan genel rahmet ve iman, takva, saadet gibi saadet yoluyla gelen özel rahmet olarak ikiye ayrılır ki, bu ikinciye {hususî rızk), birinciyeyse {umumî rızk) da denilebilir.
Rahmet'te haramlık söz konusu olmadığı halde, rızk'ta. Allah'a nisbet edilmemek şartıyla insanın masiyete sebep olarak faydalandığı şeyler teşriî düzlemde haram olur; bu bakımdan, teşriî açıdan bu şekilde rızk olmayan tekvini açıdan rızktır. Fir'avn'a, Nemrud'a, Karun'a verilen mal ve mülk Allah'ın izniyledir, imtihan ve haklarındaki delilin tamamlanması içindir. Tekvini vergi herkesedir, Allah'tandır, veren de alan da O'dur. Teşriî vergi ise itaat gerektiren bir hükümdür. Allah Fir'avn'a mülk verdiği gibi, Davud ve Süleyman'a da verir ve böylece onları imtihan eder; fakat alışta kulların kesbi vardır; gerek bu kesb, gerekse kullanım açısından kullar sevap veya günah kazanırlar. Rızk da rahmet de takdir edilmiştir, yazılmıştır {Allah her şeyi yarattı ve onu tam olarak takdir etti- Furkan: 2). Hususî rahmet ve rızk da takdir edilmiş ve mü'min olsun, kâfir olsun herkes için teşri kılınmıştır. Bunun için de kitaplar indirilir, peygamberler gönderilir. Allah'ın aslında gerek mal, gerek mülk gibi başkalarına verdiği rızk’ı daha başkaları gasp edebilir; sözgelimi, birinin elbisesini bir diğeri çalabilir veya zorla alabilir. Bunun çalması yine Allah'ın takdirinde ve kazasında vardır, fakat teşriinde yoktur, Allah çalmayı yasaklamıştır. Çalmak burada kulun kesbidir ve bundan dolayı sorguya çekilecektir; fakat Allah'ın kazasının dışında değildir. İşte, teşriî düzlemdeki rızklanma bu şekillerde olur.
Ni'met, insanın kendisinden lezzet aldığı hal, yani güzel haldir ki, buna saadet zevki denilir. Buradan kalkılarak, bu lezzet ve saadete neden olan şeylere nimet denilmiştir. Aslı, yumuşaklık anlamına gelen 'nüumet' ile ilgilidir. İşte, Allah'ın kullarını gerek dünyevî gerek uhrevî, gerek maddî, gerek manevî lezzetlerle lezzetlendirmesi ve bunun için onlara 'rızk' göndermesi nimetlendirme'dir(in'am). Rızk insan ve insanın dışındaki her varlık için kullanılırken, ni'met yalnız insanlar için söz konusudur; sözgelimi, 'falan atına nimet verdi' denmez.
Ni'met maddî ve manevî olarak, hem vücut, vücudun organları, güç, başarı vs.yi içine alır, hem de akıl, zekâ, fikr, ruh verilmesi vs.yi içine alır. Bunlardan ayrı olarak nübüvvet, iman, saadet, din hepsi Allah'ın nimetleridir ki, Kur'an'da öncelikle bu anlamlarda kullanılır:
“Kim Allah'ın nimetini kendisine geldikten sonra değiştirirse, muhakkak Allah cezalandırması şiddetli olandır” (Bakara: 211).
Peygamberler, sıddîkler, şehîdler ve salihler Allah'ın ni'met verdiği kişiler olmakla, buradaki ni'met de iman ve islâm nimetidir ve mü'minlerin onların yolunda olmalar için dua etmeleri gerekir (Bizi Doğru Yola hidayet et, kendilerine ni'met verdiklerinin yoluna- Fatiha 7). İman ve İslâm ni'meti Cahiliyet'in ayırdığı kalplerin birleşmesi (A. İmran: 103), zarar için uzanan düşman elerin kesilmesi ve kâfir-münafık kavmler üzerinde üstünlük sağlanması (Bakara: 2...) gibi nt'metlere kapı açar. İşte, ni'met'in aslı öncelikle Allah'ın dini üzere olmak ve bu dinde sabr ve sebat ehli olarak sonunda başkaları üzerinde de her bakımdan üstün duruma geçmektir. Allah bunun için peygamberler gönderip, kitaplar indirmiş, emir ve yasaklar koymuştur. Bunların amacı ni'met'in tamamlanması(Maide: 6) ve kâfirlerin artık bir daha üstün duruma geçmekten ümit kesmeleridir ki, bu nokta ni'met'in tamamlanma noktası ve dinin kemale erme noktasıdır. Cahiliyet'teyken bu şekilde kendilerini imanla değiştiren insanlar Allah'ın çeşitli ni'metleriyle, yani yukarıda da belirttiğimiz gibi kardeş olmak, meskenet ve zelillikten kurtulmak, gerçek saadete ulaşmak ve düşmanları üzerinde üstünlük sağlamak, ilim-irfan sahasında gelişmek gibi ni'metlerle ni'metlenir ve her ni'met'in karşılığında olduğu gibi, özellikle ni'met tamamlandığında kuldan şükr istenir; bu da Allah'ın yolundan ayrılmamak, takva sahibi olmaktır. Ama, eğer bu şekilde ni'metlenenler şükretmez ve ni'met'e küfr ederlerse sonunda Allah durumlarını yine değiştirir ve hem saadetleri şekavete, mutlulukları mutsuzluğa, başarıları başarısızlığa ve üstünlükleri mezellete dönüşür. Kur'an bu durumu “Allah bir kavme in'am ettiği nimet'i onlar nefslerindekini değiştirmedikçe değiştirecek değildir” (Enfal: 53) ayetiyle ifade etmektedir.
Neam 'deve' demektir, çoğulu 'en'am'dır. Araplar için en kıymetli şey 'deve' olduğundan, deve onlar için büyük bir ni'met'ti. Bu yüzden, neam ile 'ni'met' arasında böylesi bir yakınlık vardır. Yani, Araplar için deve ne kadar önemli ve vazgeçilmezse, iman ve islâm da insanlar için o derece önemli ve vazgeçilmez olup, en büyük ni'met'tir. Yalnız, Kur'an'da 'en'am kelimesi deve başta olmak üzere sığır ve davarı da içine alacak şekilde kulanılır; ama eğer sözü edilen hayvanlar içinde deve olmazsa 'en'am' denmez, 'en'am' dendiğinde kasdolunanlann içinde mutlaka deve de var demektir.[356]
Demek oluyor ki, başta deve olmak üzere, koyun, sığır gibi hayvanlar insanlar için ni'met'tir:
“O bütün çiftleri yarattı ve sizin için gemi ve en'am dan bindiğiniz şeyler var etti” (Zuhruf: 12).
“En'amdan kimi yük taşır,. kiminin yününden döşek yapılır” (En'am: 142).
Allah'ın rahmetleri o kadar çoktur ki, sayılamaz:
“Ve size her istediğinizden verdi; eğer Allah'ın ni'metini sayacak olsanız sayamazsınız!” (İbrahim: 34).
Ni'me övmek için kullanılan bir edattır, öfse'nin zıddıdır; 'ne güzel' şeklinde Türkçe'ye çevrilebilir. Şu kadar ki, buradaki güzelik de ni'metle ilgilidir, bir hoşluk, tatlılık, yumuşaklık ve fayda ifade eder:
“Ne güzel (ni'me,) Mevlâ ve ne güzel (ni'me) yardımcı!” (Enfal: 40)..
“Amel edenlerin ecri ne güzel(ni’me)dir!”(A. İmran: 136).
“Ne güzel(ni'me) kul”(Sad: 30).[357]
Mü'min'in hayatı sabr ve sükr arasında geçen bir hayattır; izzetin, kurtuluşun, başarının anahtarı sabr ve şüfcr’dür.
Sabr 'darlıkta kendini tutmak' demektir; 'sabar-tü'd-dabbe' 'hayvanı yemsiz hapsettim', 'sabertü fülânen' 'falanın ardından kurtulamayacak şekilde tuttum’ anlamındadır. Sabr'da. böyle bir haps anlamı olup, 'aklın ve Şeriat'ın gerektirdiği hallerde nefsi hapsetme, kendine hakim olma' demek olur.
Sabr çok genel bir kelime olup, sözgelimi, musibet anında dayanmak sabrdır, zıddı acelecilik ve dayanıksızlıktır; savaşta savaş meydanından kaçmayıp ayak direme sabr'dır, zıddı korkaklık ve firardır; gerektiğinde sır saklama, dili gereksiz sözlerden koruma sabr'dır, zıddı 'boş boğazlık'tır. Bunlar gibi sabr'ın çok geniş bir alanı ve çağrışımları vardır.
Emir'ül-Mü'minin imanın dört direk üzerine oturduğunu ve bunlardan sabrın dört şubesi bulunduğunu belirtmişlerdir; bu dört şube de arzu, korku, zühd ve gözetmedir. “Cennet'i arzulayan şehvetlerden soyulsun, Ateşten korkan haramlardan yüz çevirsin; dünyada zühd sahibi olana musibetler kolay ve hafif gelir; ölümü gözeten de hayırlarda acele eder” buyurmuştur. [358]
Kur'an sabredip salih amel işlemekten, cihad edip sabretmekten, sabredip takva sahibi olmaktan söz eder (Hud: 11, Nahl: 110,'A. İmran: 120, 125). Sabredenlere kâfirlerin hiç bir hilesi dokunmaz (A. İmran: 120).
İslâmî hareketler her zaman sabr ister. Tüm rasûller gibi Hz. Rasûl-i Ekrem (S.A.V.) de gönderildiğinde Allah kendisine sabrı emretmiş, “Dediklerine sabr et ve onlardan güzel bir uzaklaşmayla uzaklaş; Ben'i ve o nimet sahibi yalanlayıcıları başbaşa bırak ve onlara biraz süre tanı” (Müzemmil: 10-11); yine, “kötülüğü en güzel olanla sav; o zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse sanki sıcak bir dost oluvermiştir. Buna ancak sabr edenler kavuşturulur, buna ancak büyük pay sahibi olan kavuşturulur” (Fussılet: 34-35) buyurularak, tebliğcinin aceleci olmaması, tebliğde sabr ve sebat ettiği gibi karşılığında gördüğü ezalara sabr edip, kendisine yapılanlara aynıyla karşılık vermeyip, kötülüğe iyilikle mukabele etmesi emr olunmakta ve bunun da kolay bir iş olmadığı, ancak sabr edebilenlerin bunu yapabileceği belirtilmektedir; şu halde tebliğde feverana, görülen eziyetlere aynıyla karşılık vermeğe kalkıp nefsi davranmaya yer yoktur.. Her zaman için yalanlayıcıların işkenceleri, alayları ve karşı koymaları bitmeyecektir. Rasûl-i Ekrem'in de zaman zaman gördüğü işkence ve yalanlamalardan dolayı göğsü daralıyordu ki, Cenab-ı Allah. (C.C.) yine şöyle teselli etti onu: “Andolsun biliyoruz, onların söylediklerine göğsün daralıyor. Sen Rabbini hamd ile teşbih et ve secd edenlerden ol”(Hıcr: 97-98). “Andolsun biliyoruz, onların dedikleri elbette seni üzüyor; gerçekteyse onlar seni yalanlamıyorlar, fakat o zalimler bile bile Allah'ın ayetleri karşısında diretiyorlar. Senden önce de rasûller yalanlanmıştı da, yalanlanmalarına ve eziyet edilmelerine sabr ettiler; nihayet kendilerine yardımımız yetişti. Allah'ın kelimelerini değiştirecek yoktur. Sana da rasûllerin haberinden geldi” (En'am: 33-34).
İşte, her türlü ezaya, yalanlanmaya, dövülmeğe ve sövülmeğe Allah için sabr eden teblığciler sabırla, olduğu gibi namazla da Allah'tan yardım isterler (Bakara: 45); birbirlerine sabr’ı, merhameti ve hakkı tavsiye edip (Asr: 3, Beled: 17) eziyet ve işkencelere sabr ettikleri gibi, Allah'a hamd, teşbih ve secde konusunda da ihmalkâr olmamaya da sabr ederler, sabr’da adeta yarışırlar (A. İmran: 200).. Sonra Allah kendilerine yapılana karşı mukabele izni verip de silâhlı cihadı emrettiğinde yine sabr'a, devam ederler. Savaş alanından kaçmazlar, her türlü tehlike karşısında ayak direrler, düşmanlarından korkmazlar; üzerlerine sabr yağdırması ve ayaklarının yere sağlam basıp kaçmamaları için Allah'a dua ederler. Allah sabr edenlerin ortaya çıkması için onları belâlarla, korkudan, açlıktan yana ve mallardan, canlardan ve ürünlerden, yana eksiltme ile imtihan eder(Nahl: 110, Bakara: 250, Taha: 130, Bakara: 155, 173, A. İmran: 142).
Büyük azim gerektiren bu sabr'dan sonra Allah sabredenler üzerinde nimetini tamamlar, düşmanlarından intikamım alır, mü'minlerin elleriyle daha Önce kendilerine işkence edenleri yer ile yeksan eder, sabredenler içinden Kendi emriyle hidayet eden imamlar var eder:
“Müstaz'af kılınan o kavmi içini bereketle donattığımız yerin doğularına ve batılarına mirasçı kıldık. Rabbi'nin İsrail Oğulları hakkındaki güzel sözü sabretmeleri yüzünden tam yerine geldi. Fir'avn ve kavminin yapageldiklerini ve yükseltmekte olduklarını da darmadağın ettik” (A'raf: 137).
“Sabrettikleri ve ayetlerimize yakînen inandıkları zaman içlerinden emrimizle hidayet eden imamlar var ettik” (Secde: 24).
Demek ki, sabr selâmetin ve başarının anahtarıdır. Fakat, sabr mezellet demek değildir. Nefsî hareketlerden kaçınmak ve her durumda Allah'ın emrettiği şekilde olmak için elden gelen gayreti göstermek, gerektiğinde öfkeyi, kin ve intikam duygularını bastırmak, nefsin eğilimlerine gem vurmak, Allah'ın imtihan için verdiği ve O'nun yolunda gelen her türlü belâ ve musibete katlanmak ve şikâyetçi olmamak sabrdır. Ayrıca sabr günahlardan kaçınmak ve Allah'ın emirlerini yerine getirmek konusunda nefsi zorlamaktır. Rivayetlerde sabr’ın musibet anında, Allah'a itaat üzere olmak ve günahlardan kaçınmak konularında olduğu belirtilmiştir. Yine, rivayette gelmiştir ki, Rasûl-i Ekrem “İnsanların üzerine öyle bir zaman gelecek ki, o. zamanda ancak öldürmekle ve zorla mülke erişilir, ancak gasb ve cimrilikle zengin olunur, ancak dinden çıkmak ve hevaya uymakla sevgi kazanılır; kim bu zamana ulaşır da zengin olmaya gücü yettiği halde fakirliğe sabreder, sevgi kazanmaya gücü yettiği halde buğz olunmaya sabreder, izzete gücü yettiği halde alçaltılmaya sabrederse Allah kendisine beni doğrulayan elli doğrulayıcı sevabı verir” buyurmuşlardır.
Şükr 'ni'metin bilinmesi ve açığa vurulması' demektir. 'Açmak, meydana çıkarmak’ anlamına gelen 'keşr’ kelimesinden 'ş'nin 'k' ile yer değiştirmesi sonucu oluştuğu ileri sürülmektedir; zıddı 'örtmek, gizlemek' anlamına gelen 'küfr'dür(bk. Küfr). 'Dabbetün şekür’ 'yağıyla sahibini memnun eden, yediğini belli eden hayvan' anlamındadır. 'Aynün şekra' 'dolu pınar’ demektir ki, suyuyla dolu olduğunu ve böylece kendisinin doldurulduğunu ortaya kor. [359]
Allah mü'minleri her an sabr ve şükrle imtihan eder; insanın hayatı sabr ve şükr gerektirici olaylarla geçer. Ya insan bir takım musibetlerle denenir, Allah imana gelmeleri ve Kendisi'ni tanımaları için insanlara çeşitli nimetler verir; bazen önce onları darlıklarla deneyip sonra bolluğa çıkarır; zaman zaman bolluktan darlığa düşürür. Gerçek mü'min her durumda şükr eder ve elhamdü-lillâh der; bu aynı zamanda sabrın en yüksek noktasıdır. Bazıları darlıklarda sabr edemez, bolluklarda azar, nimeti kendinden bilir Allah'a şükrde bulunmaz. Allah'ı tanıyanlar ve O'na iman edenler başlarına gelen musibetin, kendilerine verilen ni'metin imtihan için olduğunu bilirler:
“(Süleyman) tahtı yanına yerleşmiş görünce dedi: “Bu Rabbimin fazlındandır; şükr mü edeceğim, yoksa küfr mü edeceğim diye beni denemek istiyor..” (Nemi: 40).
İnsanlar genelde iki hal üzeredirler, şükr veya küfr; Allah onları yaratıp yeryüzüne gönderdiğinde hangi halde bulunacaklar diye bakar. Şükr edenleri mükâfatlandırır, küfr edenleri ise cezalandırır:
“Doğrusu biz insanı halden hale geçirdiğimiz karışık bir nutfeden yarattık da, onu işiten, gören yaptık. Biz ona yolu gösterdik, ya şükredici olur, ya küfr edici” (İnsan: 2-3). Demek oluyor ki, insan ya şükr üzerindedir, ya da
küfr üzerinde. Şu halde, küfr'ün tam zıddı olarak şükr de üç şekilde olur:
1. Dille şükr.. Bu nimet vereni anmak, onu övmek ve nimeti izhar konusunda dilin üzerine düşeni yapmasıyla olur. Tabiîdir ki, dilin üzerine düşen yalnızca ni'met vereni anmak ve basitçe teşekkür etmek değil, O'nun dilden istediklerini yerine getirmek, yalan söylememek, doğru sözlü olmak, dille ma'rufu emredip münkerden nehyetmek, Kur'an okumak, zikr etmek, zulmü ve zalimi ortaya koymak, hakkı haykırmak vb. dir. Ayrıca, nimet vereni anmak da tabiî ki dilin şükrü arasındadır.
2. Kalple şükr. Kalben nimeti vereni tanımak, nimeti vereni tasdik etmek ve nimeti O'ndan bilmektir.
3. Vücudun diğer organlarıyla şükr. Ni'met verenin emir ve yasakları hangi organı ilgilendiriyorsa, o organa emirleri yaptırıp, yasakları işlemesine engel olmaktır. Organlar şükr etmedikçe nimet vereni dille ikrar edip, kalben tanımak tam şükretmek olmaz, kalbin şükrünü ortaya koyan bedenin azalarıdır. Kısaca şunu diyebiliriz ki, şükr bir bakıma İslâm'ı her bakımdan yaşamanın adıdır; bu bakımdan kolay değildir. Allah Kur'an-ı Kerim'inde örneğin Hz. İbrahim ve Hz. Nuh'u şükreden kullar olarak överken, insanların çoğunun şükr edenlerden olmadığını sık sık belirtmektedir:
“Muhakkak İbrahim hanif olarak Allah'a boyun eğen bir ümmetti; müşriklerden değildi. O'nun ni'metlerine şükr ediciydi. (Allah) onu seçti ve onu doğru yola iletti” (Nahl: 120-121).
“Nuh'la beraber taşıdıklarımızın zürriyyeti, doğrusu o çok şükreden bir kuldu” (İsra: 3).
“Şükr olarak amel edin ey Davud Ailesi, kullarımdan şükreden azdır” (Sebe’: 13).
“Allah insanlar üzerine fazl sahibidir, fakat onların çoğu şükretmez» (Yunus: 60, Bakara: 243, Secde: 9, Yusuf: 38, Nemi: 73, Mü'min: 61..).
Allah insanlar için çeşit çeşit ni'metler yaratmış, onlara yol gösterici olarak peygamberler gönderip kitaplar indirmiş, kendileri için kulaklar, gözler ve kalp var etmiş, ayrıca doğru yolda olsunlar ve dünya-Ahiret saadetini kazansınlar diye emir ve yasaklarda bulunmuştur; bütün bunların karşılığında insana düşen O' nun yolunda yürümek ve emirleriyle yasaklarının dışına çıkmamaktır; işte şükr budur, Allah'ın insanlardan insanlar için istediği budur (Maide: 6, 89, Nahl: 78..); yoksa Allah insanların şükrüne muhtaç olmadığı gibi, küfürlerinden de etkilenecek değildir, “şükreden kendi iyiliği için şükreder, hem dünyada, hem Ahiret’te gerçek saadete erer ve Allah şükrünün karşılığında nimetlerini artırır ve kendisini mükâfatlandırır, yani O da kullarının şükrüne karşı şükredendir (Nemi: 40, İbrahim: 7, Nisa: 147, Teğabün: 17).
Özellikle mü'minlerin şükrle imtihanı daha çok sabırlarının karşılığını aldıkları ve dünya nimetleriyle nimetlendirildikleri zaman başlar. İşte, ne yazık ki insanlar bu dönemlerde nimetlerle şımarmakta, Allah'ın emrinden çıkıp birbirleriyle boğazlaşmaya başlamaktadırlar. Çoğu ümmetlerin kaybetmeleri ve aralarında kanların akıp haksızlıkların işlenmesi böyle dönemlerde olmuş, hakkıyla şükr edemediklerinden birbirlerine düşmüşler ve sonunda Allah da durumlarına değiştirmiştir. Bu bakımdan, ni'met arttıkça ni'mete şükr'ün ve nefsin iğva ve aldatmalarına karşı da sabrın artması, güçlenmesi gerekir. [360]
'Günahları terketmek' demektir. [361] Allah'ın masum kıldıklarının dışındaki insanlar ve zaman zaman emir ve yasaklara karşı gelmenin dışında kendi düzeylerinde ufak-tefek ayak sürçmelerine maruz kalan masumların günah öncesi hallerine dönmenin adı 'Tevbe' dir.
'Tevbe' imanın gereğidir; bu bakımdan, imam olan kişi işlediği günahın çirkinliğini kabul eder, itirafta bulunur ve bir daha işlememeğe karar verir. Hz. Sıddîk'i Ekber Tevbe'de altı özelliğin bulunması gerektiğini belirtmişlerdir: Günaha pişmanlık, farzları yerine getirme, her türlü zulmden sakınma, düşmanlarla helâllaşmak ve bir daha geri dönmemeğe azmetmek, nefsi Alah'a itaatta eritmek ve ona günahların tadının tattırıldığı gibi itaatin acısını da tattırmak. [362] Kur'an' da “Ey iman edenler! Allah'a nasuh tevbe ile tevbe edin” (Tahrim: 8) buyurulmaktadır. Nasihat sözcüğüyle ilgili olan 'nasuh' 'halislik ve safilik' anlamı taşıdığı gibi, söküğü dikmek, yırtığı yamamak suretiyle onarmak anlamına da gelir. Yani, mübalâğa sigasından olan 'nasuh' çok ıslah edici, hiç bir kir bırakmayla ve hiç bir gedik-yırtık bırakmayacak şekilde onarıcı demektir. Tevoe-i nasuh da, günahtan kalpte bir karaltı bırakmayacak şekilde hem kalbi temizleme, hem de günahın kalpte açtığı yarayı tedavi etme, iman ve ma'rifette meydana getirdiği açığı kapama olmaktadır. Bu bakımdan, tevbe günahın izini giderdiği için bir hadis-i şerifte de “tevbe eden hiç günah işlememiş gibidir” buyurulmuştur.[363]
Allah (C.C.) tevbe edene üç önemli haslet vermiştir:
1. Kur'an'da “Allah tevbe edenleri sever ve temizlenenleri sever”(Bakara:222) buyurulmuştur. Allah'ın sevdiklerine azap etmeyeceği açıktır.
2. Bir başka ayet-i kerimede, (Arşı taşıyanlar ve onun çevresinde bulunanlar Rabb'lerini kamd ile teşbih ederler, O'na iman ederler ve iman edenler için istiğfar ederler: “Rabbimiz, her şeyi rahmet ve ilm bakımından kuşattın, tevbe edip Sen'in yoluna uyanları bağışla ve onları Cehım'in azabından koru” (Mü'min: 7) buyurulmaktadır. Arş'ın çevresindekiler ve onu taşıyanlar tevbe edenler için istiğfarda bulunurlar.
3. “Ve onlar ki, Allah'ın yanısıra bir başka ilâhı çağırmazlar ve Allah'ın hakkla olması dışında haram kıldığı nefsi öldürmezler ve zina etmezler; kim bunu yaparsa ismi(nin cezasını) bulur. Kıyamet Günü azap onun için katlanır ve onda hor ve hakir olarak kalır. Ancak tevbe eden, iman eden ve amel-i salih işleyen başka. Onlar, Allah onların seyyiatını hasenata çevirir. Allah ne çok bağışlayan ve rahimdir” (Furkan: 68-70) ayetlerinde tevbe edenlerin önceki kötülüklerinin yerine iyilik yazılacağı ifade olunmaktadır.
Bu en son ayette de ifade olunduğu gibi, tevbe birinci derecede müşrikin yaptıklarından pişmanlıkla vazgeçip sonra mü'min olması ve salih amellerde bulunmasıdır. Bu şekilde tevbe ile mü'min olan kişilerin seyyiatının hasenata çevrileceği müjdelenmektedir. Diğer tür tevbe ise günah işleyen mü'minin hemen günahından tevbesidir ki, bu da yukarıda belirtildiği gibi salt pişmanlık ve günahın itirafıyla kalınmayıp kendini amel-i şalinin, namaz kılıp zekât vermenin, kendini her bakımdan ıslah edip günaha düşmeme çabasının izlediği teybedir.(Furkan: 71, Bakara: 89, 160, Nisa: 146,Nahl: 119). İmandan sonra küfre düşüp, hattâ sonra yeniden imanla yeniden küfre ve yeniden imanla yeniden küfre düşenlerin artık tevbeleri kabul olmaz ve günahları bağışlanmaz (A. İmran: 90, Nisa: 137)
Allah (C.C.) bilmeden bir kötülük yapıp hemen ardından tevbe edenlerin tevbelerini kabul edeceğini Kendi'ne hakk kılmıştır: “Allah üzerine tevbe ancak bilmeden kötülük işleyip, sonra hemen ardından tevbe edenlere hakktır” (Nisa: 17). Mü'min her ne durumda olursa olsun, günahının ardından tevbe ettiğinde Allah'ın mağrifetini umar, tevbe-i nasuh'un kabul olunmasını bekler ve günahında ısrar etmeden tevbe eder. Rivayetlerde, hem tevbe edip hem günaha devam etmenin Allah'la alay gibi olacağı ve Allah'ın kuluna hayır dilediğinde, o kul günah işlerse ardından bir sıkıntı ve musibet verip tevbe etmeyi hatırına getireceği, şerr dilerse günah işleyen kula nimet verip, ona tevbe etmeyi unutturacağı buyurulmuştur. [364]
'De-Â' fiilinden 'nida' gibidir, şu kadar ki, nidada 'ya' veya 'aya' denilir ve ardından bir isim gelmesi gerekmez; dua'da ise ismin bulunması zaruridir, 'ya fülan' gibi. Bazen ikisinin birlikte ve birbirinin yerinde kullanıldığı da olur.[365]
“Küfredenlerin durumu düa ve nidadan başka bir şey işitmeyene haykıran kimsenin durumu gibidir” (Bakara: 171).
'Düa' temelde 'çağırmak' anlamınadır; 'isim'le çağırmak da olduğundan kelimenin anlamı içine 'isimlendirmek' de girer. İsim konusunda açıkladığımız gibi, müşrikler hak etmedikleri halde putlara 'ilâh' ismi verirler ve böylece şirk koşarlar; bu şekilde 'ilâh' olmayanlara 'ilâh’ deme, onları 'ilâh' olarak çağırma {düa' dır. Müşrikler bu şekilde adlandırdıklarına yalvarırlar ve onlardan yardım dilerler, oysa bu tür düa'nın onlara zarardan başka kazandıracağı hiç bir şey yoktur:
“O'ndan başka çağırdıklarınız (dua ettikleriniz) ise size yardım edemezler ve kendilerine de yardım edecek değillerdir” (A'raf: 197).
“Allah'tan başka çağırıp yalvardıklarınız (dua ettikleriniz), onların hepsi bir araya toplansalar bir sinek bile yaratamazlar” (Hacc: 73).
İlâh'ı çağırmak ve ona yalvarmak rastgele bir çağrı değildir ve insanların birbirlerini çağırmaları gibi olamaz. Hattâ Kur'an'da Hz. Rasûl-i Ekrem'e bile diğer insanlara seslenildiği gibi seslenilmesi yasaklanmıştır. Mertebe yönünden birbirlerine yakın olan insanlar arasında belli bir 'eşitlik' söz konusu olup birbirlerini lâubaliliğe kaçan şekilde çağırabilir ve birbirlerine bu şekilde hitap edebilirler. Eğer o da diğer insanlar gibi çağrılırsa makamının yüceliği anlaşılamaz ve kendisine mutlak itaat etmesi gerekenlerle arasında bir 'eşitlik' ortaya çıkar; bunu ise onun özellikle görevinin ilgili bulunduğu makamı kaldırmaz:
“Ey iman edenler; Allah'ın ve Rasûlü'nün önüne geçmeyin ve Allah'tan korkun, muhakkak Allah işitendir, bilendir. Ey iman edenler! Seslerinizi Nebi'nin sesinin üzerine yükseltmeyin; birbirinizle yüksek sesle konuştuğunuz gibi onunla da öyle yüksek sesle konuşmayın, yoksa siz şuurunda olmadan amelleriniz boşa gider” (Hucurat: 1-2). “Rasûl'ü çağırmayı (düa) aranızda bazınızın bazınızı çağırması(düa) gibi yapmayın”(Nur: 63).
İşte, üstün bir makamı çağırma hiç bir zaman sıradan bir çağırma değildir. Bu önce o makamın üstünlüğünü kabul etmeği ve o makamın sahibi karşısındaki aczin itirafını gerektirir. Bu gerek o zata bir hacet için yalvarma şeklinde olsun, gerekse O'nun adını anmak şeklinde olsun aynıdır. İşte bu anlamda düa küçükten büyüğe, acizden muktedire bir rica, bir istektir ki, sözle ve hareketle olur, aynı zamanda bir ihlâs, tazarru ve uygun bir biçim gerektirir.[366]
Aciz ve her şeyinde Yaratıcı'sına, Rabbi'ne muhtaç olan kula düşen duadır, Rabb'e yaraşan ise kabul ve icabettir. Bu bakımdan, Kur'an'da, “Kullarım sana Ben'den sorarlarsa, muhakkak Ben yakınım; Ben'i çağırdığında (dua ettiğinde) çağıranın çağrısına (daî' nin da'vetini) uyarım; o halde onlar da Benim çağrıma uysunlar ve Bana iman etsinler, umulur ki irşad olalar” (Bakara: 186) ve “Rabbiniz “Bana dua edin ki, size icabet edeyim. Benim ibadetimden büyüklenenler hor-hakîr olarak Cehennem'e gireceklerdim dedi” (Mü'min: 60) buyurulmaktadır. Ancak kendini her bakımdan güçlü kuvvetli, Allah'ın kudretinden müstağni görenler Alah'a dua etmezler. Bu bakımdan, yukarıdaki ayette de açık olduğu üzere, düa ile ibadet birbirini bütünler niteliktedir; hattâ ibadet bütünüyle düa, veya düa bütünüyle ibadettir. Çünkü düa'da hem ibadet edileni 'ilâh' olarak çağırma, hem de O'nun huzurunda eğilip O'na yalvarma ve emrine boyun eğme durumu vardır. Bunun yanısıra, düa salt sözden ibaret değildir. Hz. Musa kavmi, için Allah'tan su istediğinde kendisine “asanı taşa vur” emri verilmiştir. Burada iki önemli durum ortaya çıkmaktadır. İlki, istediğin, düa'nın bir eylemle, bir amelle birlikte olması gerektiğidir; yani düa eylemle tamamlanır,. Allah'ın çizdiği sınırlar içinde kalmayı gerektirir ve kula isteği doğrultusunda bir
mükellefiyet yükler; Hz. Musa'nın isteği karşısında Allah (C.C.) hemen yağmur yağdırıp veya yanı başında bir pınar var edip su gönderebilirdi, fakat “asanı taşa vur” emrini vermiştir. [367] İkinci olarak, gerek duada, gerekse duanın eyleminde mutlak bir teslimiyet gerekir; Hz. Musa 'taştan su çıkar mı’ gibi bir şüpheye düşmeden emri yerine getirmiştir; işte bu şekildeki bir düa, doktor A. Carrel'in dediği gibi kanseri de iyileştirebilecek en geçerli bir ilâçtır, her keskin şeyden daha keskin ve nüfuz edici bir özelliği vardır.[368]
“Düa mü'minin silâhıdır. İnmiş veya inecek belâları def eder, her derde devadır (çünkü, duada deva aramak da vardır, şu kadar ki, ilâç almak duanın gerektirdiği eylem olup, devayı verecek olan Allah'tır, hiçbir zaman ilâcı almak deva bulmak demek değildir, deva ancak Allah'tandır). Kur'an okuma, ezan okuma, savaşta 'şehadet'e açılan yolda safların oluşma anlarında, kalbin rikkate geldiği ve gözün yaş döktüğü zamanlarda, seher vakitlerinde, özellikle geceleyin Allah' ın haramlarına dalmak korkusuyla gözlerin ağladığı, Allah'a itaatla sehere ulaştığı ve Allah korkusundan gecenin ortasında yaş döktüğü vakitlerde salât-ü selâmla birlikte yapılacak duaların kabul olacağı müjdelenmiştir. Yukarıda da belirtildiği gibi düa edilen Zat’ın huzurunda düa'nın gerektirdiği tavır takınılmalı, hamd ve teşbihte bulunulmalıdır.
Düa 'davet etmek, çağırmak' anlamına da gelir. “Allah selâm yurduna çağırır” (Yunus: 25); rasûller “kurtuluşa ve hayat verecek şeylere çağırırlarken” (Mü'min: 41; Enfal: 24), “müşrikler ve kâfirler ateşe çağırırlar” (Mü'min: 41). Gerçek çağrı Allah'ın çağrısı olup, O'ndan başkasına yapılan çağrılar da sapıklıktır, yalandır, sonuçsuzdur (Ra'd: 14).
'Da'va', 'iddia, dua ile güdülen amaç, çağrının hedefi ve kendisi için çağrılan şey' demektir: “Zorumuz kendilerine geldiğinde “biz gerçekten zalimlermişiz” demekten başka da'vatan olmadı” (A'raf: 5). İşte, dünya hayatında ve kendilerini yeryüzünde ölümsüz ve güç yetirilemez sandıkları sırada Allah'tan başkalarına düa edip başka şeylere çağıranlar ve böylece başka başka da'valar güdenlerin Allah'ın azabı, zoru gelip de kendilerini perişan ettiğinde artık tek bir da'vaları kalacaktır: Zalim olduklarının itirafı.. O büyük iddialarla ileri sürülen ve beslenen da'valar acı bir itirafa dönüşecektir. Oysa, gerçek da'va ve her zaman için hakk olup, nihaî düzlemde tek ve son da'va “Hamd Alemlerin Rabbi içindim da'vasıdır (Yunus: 10), Kâfirlerin da'vası sonunda zalimliğin itirafına dönüşürken, mü'minlerin da'vası Allah'a hamd olacaktır.. Allah onların da'vasını haklı çıkarmış, dualarını kabul etmiş, çağrılarına icabet etmiş ve onları gerçek eşsiz mükâfatla mükafatlandırmıştır; şu halde kâfirlerin dışındaki bütün varlıkların, mü'minlerin son düa ve iddiaları hamd'dir. Onlar dünyada iken insanları Allah'a çağırlar (Fussılet: 33); çağrılarını bıkmadan gece-gündüz tekrarlarlar(Nuh: 5) ve bu çağrıyı hikmetle ve güzel öğütle yaparlar (Nahl: 125). [369]
'Ateşe attı, kızarttı' anlamındaki 'Sa-Li-Ye' fiil kökünden geldiği belirtilmiştir. 'îstalâ' 'ateşte ısındı', ‘saliytü'ş-şat’ 'koyunu kızarttım', 'masliyye' 'kızartılan yer' demektir. [370] Kuran'da kelime bu anlamlarıyla çok ayetlerde geçmektedir:
“Yetimlerin mallarını zulmen yiyenler sadece karınlarında ateş yiyorlar; ve çılgın bir ateşe gireceklerdir”(Nisa: 10).
“Sonra, biz elbette oraya girmeğe kimlerin lâyık olduğunu daha iyi biliriz” (Meryem: 70).
“Küfretmenizden dolayı bugün oraya girin(islevha)” (Yasin: 64).
“Ve Cehîm'e atılma(tasliye) var” (Vakıa: 94).
“O kimse en büyük ateşe girer (Yaslâ)”(A'lâ: 12).
İşte, bazı alimler 'Salât'ın bu kelimeden türediğini ve nasıl 'hasta olmak' anlamındaki 'Me-Ri-Da! fiili 'tef li babına aktarılıp 'merrada' olduğunda 'hastalığı gidermek, anlamına geliyorsa, 'Sa-Li-Ye' fiilinin de 'Salla' olunca 'Allah'ın emrettiği bir ibadet türüyle ateşi gidermek' demek olduğunu ifade etmişlerdir. Bu durumda Salât, 'ateşi giderici, Cehennem'den kurtarıcı' ibadet olmaktadır. [371]
Öte yandan, bazı alimlere göre Salât, 'dua, hamd ve tekbir'dir. 'Salleytü aleyh’ 'ona dua ettim ve onu tezkiye ettim' demektir. “Onlara dua et(salli), çünkü senin salâtın onlar için yatıştırmadır, sükunettir” (Tevbe: 103) ayetinde de bu anlam vardır. Bu ayetin yanısıra Kurıan-ı Kerim'de “Muhakkak Allah ve melekleri Nebi’ye salât etmektedirler. Ey iman edenler, siz de ona salât edin ve tam bir selâmla selam edin” (Ahzab: 56);
“O ki, sizi karanlıklardan nura çıkarmak için size salât etmekte ve melekleri de” (Ahzab: 43); “Onlar, onlaradır Rabblerinden salâvat ve rahmet ve onlar hidayete erenlerdir” (Bakara: 157) ayetlerinde de benzer durum söz konusudur. Allah-ü Tealâ (C.C.) ve melekler Rasûl'e ve mü'minlere, Rasûl de mü'minlere salât etmekte, mü'minlere ise Rasûl'e salât etmeleri emrolunmaktadır.
Allah'tan mü'minlere salât ve salevatın günahların afvı ve Cehennemden azad, meleklerin salat'ının mü'minler için istiğfar, mü'minlerin Rasûl için salâtırının ise 'dua' olduğu ifade olunmuştur.[372] Bunun yanısıra, Kur'an'da sürekli olarak 'salâtı ikame edin, salâtı ikame ederler, salâtı korurlar-koruyun, musallin, salât'a. gelirler, kalkarlar' gibi ifadeler vardır; ayrıca 'salât-ı vüsta'dan söz edilmekte ve salât için bazı vakitler de belirtilmektedir. Zikr'in saluttan daha kapsamlı olduğu, salâtı yerine getirirken ve-veya getirdikte Allah'ı ayakta, oturarak ve yan üstü zikretme emri (Nisa: 103), Allah'ı zikr için salâtı ikame emri (Tana: 14) Kur'an'da yer aldığı gibi, salâtı zayi eden ve şehvetlere uyanlardan söz edilmekte (Meryem: 59, salâtın fahşa ve münkerden nehyettiği ifade olunmaktadır. Bütün bunlar salâtın. belirli bir şey olduğunu da ortaya koymaktadır ki, buna Rasûl-i Ekrem'in uyguladığı şekliyle, Farsça' dan geçme bir kelime olarak 'namaz' diyoruz.
Salât'ta. 'secde, rükû, kunut, kıraet, tilâvet, zikr, teşbih, hamd, tekbir, düa' gibi hemen hemen bütün 'ibadet' biçimleri vardır; bu bakımdan Kur'an salât'ın üzerinde çok durmaktadır; çünkü o ikame edildiğinde kişiyi münker ve fahşadan alıkoyup takvaya götürür, bu da ateşten kurtulmadır. Nasıl Allah Kendi'ne düa edene icabet ediyorsa, nasıl Kendi'ne tevbe eden üzerine tevbede bulunuyor, yani tevbesini kabul edip sonucunu ortaya koyuyorsa, Kendisi için salâtı ikame eden üzerine de salât getirir, yani O'nun günahlarını bağışlar, onu yollarına götürüp hidayete erdirir ve takvaya muvaffak kılar, sonunda Cehenneminden uzak eder; melekler insanın gerçek özüyle yaratılışları yönünden çok yakın oldukları ve ölümü, yaptıklarının yazılması ve daha başka olaylar gibi hayatlarıyla çok yakından bağlantılı bulundukları insanlar için, tabiî ki mü'min olanları için Alah'tan af talebinde bulunurlar, bu amaçla O'na yalvarırlar, düa ederler, bu da onların insanlar için salâtıdır. Rasûlüîlah da insanlar için bir hidayettir, yol göstericidir. Allah onu seçmiş ve doğruyu bulsunlar diye insanlara göndermiştir. İşte onun risaleti, mü'minler için duası ve kendisine geldiklerinde günahlarından dolayı Allah'tan af dilemesi mü'minler için sakattır. (Melekler Rabblerini hamd ile teşbih ederler ve yerdekiler için magrifet dilerler- Şura: 5; Eğer kendilerine zulmettiklerinde sana gelseler, ve Allah'tan mağrifet dileselerdi, Rasûl de onlar için mağfiret dileseydi Allah'ı tevbeleri çok çok kabul eden ve Rahim bulurlardı- Nisa: 64.) Bunların karşılığında Rasûlüllah üzerine (sahih hadislerde geldiği üzere Ehl-i Beyt'ini de katarak) salâtta bulunmaları, yapılış şekliyle Allah' tan Rasûl'e salâttâ, bulunmasını dilemeleri de mü'minler üzerine borçtur; bu da özellile salât (namaz) ta yapılmalıdır. Bu bakımdan, İmam-ı Şafiî gibi bazı alimler namazda Rasûlüllah ve Ehl-i Beyt'i üzerine salât ve selâmı farz saymışlardır.
Kur'an'da salâtın yerine getirilmesi 'salâh ikame etme' ve 'tasliye(Salla fiiliyle)' şekillerinde ifade olunur. Aslolan daha fazla kullanıldığı biçimiyle 'ikame' dir; bu da 'namazı doğrultmak, dosdoğru yapmak' demektir ki, hem her türlü şartına uyarak namazı kılmayı, yani kıyamı, kıraati, rükûyu, secdeyi vb. düzgün yapmayı, hem de tam bir huşu ve tazarru halinde bulunmayı ifade eder. İşte, ikame edildiğinde salât fahşa ve münkerden nehyeder; bir'hadiste geldiği gibi, “fahşa ve münkerden nehyetmeyen salât ancak Allah'a uzaklığı artırır. [373] Fakat, bu hiç bir zaman salâtı terketmek anlamına gelmez; öyle demek olsaydı bir kez ikame edenin bir daha yapmasına gerek kalmazdı; beş kez kılınması emredilmezdi.. Devam ve tekrarda ikameye yol olduğu gibi, 'mukîm'üs-salât’ olamamak 'musallî' olmamayı da gerektirmez. 'Musallî' zahirî şartlarına uyarak salâtı yerine getirendir; abdest alır, rükûyu secdeyi yapar, kıraatta bulunur... Ama, bir münafık olabilir ve üşene üşene salat'a. gelir (Tevbe: 54), salâtında unutkandır ve gösterişte bulunur (Maun; 5-6). Bu bakımdan “mukîmûn az, musallûn çoktur” denmiştir. [374] Fakat, sürekli bir rnücahedeyle musallî olmaktan mukîm'üs-salât olmaya geçilebilir. Salâtın terkine hiç bir zaman izin yoktur. Bir hadis-i şerifte “Kul ile küfr arasında salât'ın terki vardır” [375] buyurulmuş ve Kur'an' da, Kıble'nin değişmesi üzerine Mescid-i Aksa'ya karşı kılınan salâtların ne olacağı sorusuna “Allah imanınızı zayi edecek değildim (Bakara: 143) buyurula'rak salât imanla adeta eş tutulmuş, aynı şekilde “Muhakkak mü'minler kurtuldu” diye başlayan Mü'minûn suresinde mü'minlerin sayılan özellikleri aynen Mearic Suresi'nde 'musallîn'in nitelikleri olarak sayılmış, yani mü'minle musallî aynı şekilde değerlendirilmiştir (Mearic: 22-35). Yalnız, bu surede musallîn'in 'mukîm'üs-salât' olduğu “salatlarına devamlıdırlar (23)”, “salâtlarmı korurlar” (34) ayetleriyle tasrih olunmuştur.
'Salla' fiili ve ism-i faili olan musallî Kur'an'da mutlaka 'namaz kılan' anlamında kullanılmıştır da denilemez; bazı ayetlerde bunun Rasûlüllah üzerine salât getirir' anlamında kullanıldığı da ileri sürülmüştür.
Ahiret Günü azabı gördüklerinde mücrimlere Ashab-ı Yemîn “sizi şu yakıcı ateşe ne sürekledi?” diye sorduklarında onlar cevaba “biz musallîn'den değildik” (Müddessir: 42-43) diye başlayacaklardır. Onlar hem salâtı ikame edenlerden olmak bir yana, musallî bile olmadıkları gibi, Rasûl'e uyan ve ona, Ehli'ne salât getiren de değilerdi. Demek ki, salât Peygamber'e tabî olma anlamını da içererek, İslâm'ın temeli ve imanın en önemli göstergesi, adeta kendisi olmaktadır.
Buraya salâtla önemli ilgisi bakımından Merhum Elmalılı Hamdi Yazır'ın şu açıklamasını da almayı gerekli görüyoruz:
“(Mü'münlerin Mearic Suresi'nde belirtilen sıfatları kazanabilmeleri için) bir şart daha vardır ki, o da salât-ı havf halinde kalmamak ve namaz kılmaktan men edecek harici bir düşman tecavüzüne düşüvermemek üzere zalim bir vatan, bir dar-i İslâm ve onda emr bi'1-ma'ruf ve nehy an'il-münker ile asayişi gözetecek bir cemaat lüzumunu idrak ederek, o hususta icabına göre karakol ve cihad vazifesine amade bulunmak, yani Allah'tan başka bir şeyden korkmayacak bir halde bulunmak üzere korunmaktır.[376] Bu suretle bu sekizinci haslet(onlar salâtları üzerinde koruyucudurlar) İslâm' da cemaat kurumuyla asayiş, idare ve askerlik işlerinin namazı muhafaza gayesine bilhassa alâkadar olması lüzumunu anlatmıştır.” [377]
'Havf 'Ha-Fe/yehufü' fiilinden 'bilinen veya hissedilen bir işaretten dolayı irkilmek, bir tehlike karşısında ne olacağı endişesi içinde olmak’ anlamında masdardır. 'Reca' ve 'Tama' 'ise ümitle ve severek, bilinen veya hissedilen bir şeyi kalbden gelen bir özlemle bekleme' demektir. [378]
Allah'tan havf, O'nun cezasından ve azap tehdidinden çekinerek itaat yolunu tutma, günahlardan kaçınmadır.. Bunun şekli Kur'an'da şu ayette çok belirgin bir biçimde ortaya konmaktadır:
“Ayetlerimize ancak, onlar kendilerine hatırlatıldığında secdeye kapanıp hamd ile Rabblerini teşbih edenler ve istikbarda bulunmayanlar iman eder. Yanları yataklardan uzaklaşır, havf ve tama' ile Rabblerine düa ederler ve kendilerine rızk olarak verdiğimizden infak ederler” (Secde: 15-16).
Allah'ın azabına, Ahiret'e ve Cehennem'e inancı tam olan mü'min Ahiret korkusunu, azap korkusunu sürekli içinde taşır ve bu korku da Allah'ın makamına duyulan korkuyla birliktedir. Asıl hayat Ahiret hayatı olduğuna ve onun nimetleri dünya nimetlerinden çok daha üstün olduğu gibi, azabı da çok daha şiddetli olduğuna göre, öncelikle korkulması gereken Ahiret azabıdır; bu azabı tattıracak olan da Allah'tır. Şu halde, mü'min öncelikle Allah'ın kahhar, cezalandırması şiddetli, hesap vermede çabuk olmasından çekinir; bir yandan O'nun engin bağışlanmasını, rahmetini umması kendini yine de havfından alıkoyamaz; şu halde, asıl korkunun' Allah'tan olması gerekir:
“Andolsun, eğer sen beni öldürmek için bana elini uzatacak olsan da ben seni öldürmek için elimi uzatacak değilim; çünkü ben Alemler'in Rabbi'nden havf ederim”(Maide; 28)..
“De: “Eğer Rabbime isyan edersem, büyük bir günün azabından havf ederim” (En'am: 15).
“Onların üstlerinden ateşten gölgeler, altlarından da gölgeler var. İşte Allah kullarını bundan havf ettiriyor..” (Zümer: 16).
İşte, öncelikle Allah'tan, makamından, büyük günün azabından havf eden insanların dünya hayatındaki havfları da bu havfe yöneliktir. Onlar Allah'ın hadlerini ikame edememekten havf ederler (Bakara: 229): kıst yapamamaktan havf ederler (Nisa: 3); küfredenlerin kendilerini fitneye düşürmelerinden havf ederler(Nisa: 101); kendilerinden sonra gelenlerin Allah'ın yolunda gerektiği gibi yürüyemeyeceklerinden, yerlerine geçeceklerin İslâm'a bağlı kalamayacaklarından (Meryem:5) havf ederler. Bunların yanısıra, her insan gibi elbette mü'minlerin de dünya hayatları ile ilgili bir takım havfları olacaktır. Sözgelimi, Hz. Musa gibi yakalanıp öldürülmekten havf, ilk zayıf dönemlerinde Ashab-ı Rasûlüllah'ın insanların kendilerini kapıvermesinden havf, Hz. Yakub'un Hz. Yusuf'u kurt yer diye havfı gibi korkular normal korkulardır (Kasas: 18, Enfal: 26, Yusuf: 13). Şu kadar ki, bu tür korkular mü'minleri hiç bir zaman görevlerini yapmaktan ve Allah'ın yolunca gidip O'na güvenmekten alıkoyamaz. Onların asıl havfi Allah'tandır ve Allah'ın dini konusundadır; bu havf içinde yaşadıklarında Allah korkularını emniyete çevirir (Nur: 55) ve onlar için bir başka havf ve üzüntü söz konusu olamaz; bu onların “şerri yaygın olan günün azabından” (İnsan: 7) duydukları havfin de sonunda emniyete çevrilmesi demektir:
“Dikkat, Allah'ın velileri için havf yoktur ve onlar üzülecek de değillerdir. Onlar iman ettiler ve takva üzereydiler. Dünya hayatında ve Ahiret’te mujde onlara; Allah'ın kelimelerinde değiştirme olmaz; işte budur büyük kazanç” (Yunus: 62-64).
Allah'ın azlık halinde düşmandan, yakalanıp öldürülmekten, dünya hayatında başa gelebilecek bir takım musibetlerden vb. duyurduğu havf ise mü'minler için bir imtihandan ibarettir: “Andolsun, sizi haften... yana bir şeyle deneriz; sabredenlere müjdele. Onlar, kendilerine bir musibet geldiğinde, umuhakkak biz Allah'ınız ve muhakkak biz O'na dönücüleriz” derler”(Bakara:155-156). İşte, böylesi imtihanlar hengâmında Şeytan mü'minlerin kalplerine havf salmaya, onları gerek kendi dostları, gerekse bir takım dünyevî kaygularla korkutmaya çalışır. Oysa, o ancak kendi velilerini korkutabilir, Allah ise ondan ve velilerinden değil, Kendi'nden korkulmasını emreder:
“O şeytan ancak kendi velilerini korkutur; onlardan korkmayın, Ben'den korkun eğer inanmış iseniz” (A. İmran: 175).
Havf daha çok hissedilen ve bilinen bir işarete dayanarak işaret edilen şeyden çekinme anlamına gelirken, 'HarŞi-Ye' fiilinin masdarı olan 'Haşyet' ise 'korkulanı bilerek ta'zimle birlikte korkma'yı ifade eder. [379] Allah'ın kendine kendinden daha yakın olduğunu ve her an kendini gözleyip, ne edip ne söylediğinden haberdar bulunduğunu bilenler, yani bu durumun kalpleriyle farkında olanlar ve bu bilgiyle yaşayıp hayatlarına yön verenler ancak haşyet sahibi olabilirler. Sözgelimi, nasıl kendisine saygı duyulan birinin veya bir amirin karşısında takınılan tavırla onun olmadığı bir zamanda takınılan tavır farklı ise, kendini sürekli Allah'ın huzurunda hisseden, bunu duyan ve bilen birinin her hareketindeki tutumu bu bilgi ve sezişten uzak olan kimselerin tutumundan çok daha farklı olacaktır. İşte, haşyet sürekli Allah'ın huzurunda bulunulduğu bilinci içinde olmaktır. Bu bakımdan, Kur'an'da ancak alimlerin haşyet sahibi olabilecekleri ifade edilir:
“Allah'tan kullar içinde ancak alimler haşyet duyar” (Fatır: 28).
Allah görülmez ve bilinmez; çünkü görmek ve bilmek 'kuşatma'yı gerektirir, bu da bilenin bilinenden üstünlüğü demektir. Bu bakımdan, Allah mutlak ğaybdır. Fakat, O'nun varlığı kendini kâinatın her zerresinde ortaya kor, ayetlerle açıklar. İşte, bilip görmedikleri halde kendilerini sürekli O'nun huzurunda hissedip O'ndan haşyet duyanlar Rasûl'ün uyarılarına kulak verirler(Yasin: 11); bunlar halkın hayırlılarıdır ve Allah'tan razı oldukları gibi Allah da kendilerinden razı olmuştur (Beyyine: 8); sözün en güzelini birbirine benzer ikişerli Kitap halinde indiren Rabb'lerinden haşyet duyanların bu Kitap karşısında derileri ürperir; derileri ve kalpleri Alah'ın zikrine yumuşar, Allah'ın hidayetine yönelttikleri de bunlardır(Zümer: 23).
Bazı insanlar kendileri gibi insanlardan ürperirler, onların varlığından derileri ve kalpleri titrer ve onların zikrine koşarlar. Oysa onlar da kendileri gibi birer insandır ve Allah'ın kuludurlar. Asıl haşyet duyulması gereken Allah'tır; özellikle Allah'ın havflerini emniyete erdirdiği mü'minlerin insanlar karşısında hiç haşyet duymayıp, yalnızca Allah karşısında haşyet içine girmeleri gerekir (Ahzab: 37, Maide: 44, 3). İnsanlarla savaş alanında karşılaştıklarında bazılarını bir haşyet sarsa ve bunu Allah karşısındaki haşyet derecesine çıkarsalar bile (Nisa: 77), gerçek iman sahipleri ne kadar güçlü de olsalar karşılarına çıkan insanlardan haşyet duymazlar, bu tür olaylar onların ancak imanlarını artırır (A. İmran: 173).
İnsanın dışındaki bütün varlıklar Allah karşısında büyük haşyet duymaktadırlar; O'nun varlığım her yönüyle taa içlerinde hissetmekle kımıldanır dururlar:
“...Taşın öylesi vardır ki,... Allah'a olan haşyetinden aşağılara düşer” (Bakara: 74).
Kalp ma'rifet'ullah'a erdiğinde O'nun zikriyle titrer durur; O'na karşı duyduğu havf ve haşyet kendini sürekli itaata ve imandan kendine yüklenen marifet'i sürekli artırmaya, tasdiki güçlendirmeğe yöneltir. Kalbin bu eylemine 'tezarru' ve bu haline 'zaraa' denilir. Kalbin tezarruda bulunması onun emrinde çalışan diğer organları da aynı şekilde davranmaya sevkeder; işte bedenin kalbin dışındaki azaları da imandan kendilerine düşen görevleri tam bir teslimiyetle yerine getirmeğe koşarlar ki, onların bu hali de huşu'dur.
Huşu tam bir boyun eğişi ve bu boyun eğişin gerektirdiği hareketleri haşyetle yerine getirmeği ifade eder; bu yerine getiriş bir hareket olduğundan sanki yerin sarsıntısı, dağların yerinden oynaması, bulutların akıp gitmesi gibidir; tam bir boyun eğişin ifadesidir bu:[380]
“Rahman için sesler huşu içindedir; bir fısıltıdan başka bir şey duyamazsın” (Tana: 108).
“O gün kabirlerden hızlı hızlı çıkarlar, sanki dikilenlere doğru koşuyorlar. Gözleri huşu içinde, kendilerini bir zillet bürümüş..” (Mearic: 43-44).
“O her yeri sarıp kaplayıcının haberi sana geldi mi Yüzler var ki, o gün huşu içindedir”(Gaşiye: 1-2).
Ahiret günü seslerin, gözlerin, yüzlerin huşu içine girmelerine karşın dünya hayatında iman edenlerin kalplerinin huşu içinde olmaları gerekir(İman edenler için kalplerinin Allah zikri ve hakktan inen için huşu duyması vakti gelmedi mi?- Hadid: 16). Kendilerine ilim verilenlere ise Kur'an okunduğunda ağlayarak çeneleri üstüne kapanır ve ve huşuları daha bir artar (İsra: 107-109). Mü'minler salâtlarında da huşu içindedirler (Mü'minûn: 2); o kadar ki, dünya ile bağlantıları kesilir, maddî gaflet örtüsünden sıyrılırlar, o anda vücutlarına batan bir hançerin veya vücutlarından çıkarılan bir okun acısını bile duymazlar; kalpleri ve bedenleri tümüyle Allah'ın önünde boyun bükmüş ve yalnızca O'nunla meşgul durumda olur. Her türlü zorluklar, güçlükler, başa gelen musibetler karşısında sabredebilmek, isyana dalmamak, Allah'a itaattan ayrılmamak konusunda sabretmek, her türlü durumda sabır ve salâtla Allah'tan yardım ummak, nefsin anî itimlerinden kaçınıp vakar sahibi olabilmek, her durumda ne gerekiyorsa onu yapmak işte ancak böyle huşu sahipterinin başarabileceği işlerdendir (Bakara: 45).
İnsanın dışındaki diğer varlıklar, sözgelimi yeryüzü Allah'ın karşısında huşu içindedir, el pençe divan durmuş, her türlü emri yerine getirmektedir, Allah karşısında boynu büküktür (Fussılet: 39). Dağlar bile, eğer Kur'an kendilerine indirilseydi Allah'a olan haşyetten baş eğer, huşu içinde olurlardı. (Haşr: 21) Demek, Kur'an'ın kendilerine indirildiği insanlara da düşen Allah'ın karşısında baş eğmek ve bütünüyle teslimiyet halinde olmaktır: huşu budur. [381]
'Ve-Ka' fiilinden gelir; 've-ka' 'korundu, kendini zararlı ve eziyet veren şeylerden sakındı' demektir. [382]
“Onlardan “Rabbimiz, bize dünyada hasene ver, Ahiret'te de hasene ver ve bizi ateş azabından koru{'vikaye et)”diyen vardır” (Bakara: 201).
“Onlar için dünya hayatında azap vardır ve Ahiret azabı daha zordur; onları Allah'tan koruyacak da (vâk) yoktur” (Ra'd: 34).
“.Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar felaha erenlerdir” (Haşr: 9).
“Ey iman edenler! Kendinizi ve ehlinizi ateşten koruyun” (Tahrim: 6).
Takva nefsi korktuğu şeyden korumaktır. Kavram olarak, nefsi günahlardan korumak demektir; bu ise haramı terkle olur, haramı terk de en azından şüpheli şeyleri bırakmakla tam gerçekleşebilir. Hadis-i şeriflerde “Halâl belli, haram da bellidir; fakat bu İkisi arasında şüpheli şeyler vardır; bu nedenle şüphelerden korunan dinini ve ırzını temiz tutmuş olur. Şüphelere düşen harama da düşer; nasıl koruluğun kenarında koyun otlatan çobanın koyunlarının her an koruluğa girme ihtimali varsa. Haberiniz olsun ki, her melikin korusu vardır, Allah'ın korusu da haramlardır” [383] buyurulmuştur. Kur'an 'hududullah'tan söz eder ki, işte bu Allah'ın içinde kalınmasını emrettiği korusunun sınırlarıdır. Mü'minlere sürekli olarak “Allah'ın sınırlarını aşmayın' değil, 'Allah'ın sınırlarına yaklaşmayın' diye emredilir. Yaklaşıldığında sınırların aşılması her zaman mümkündür. İşte, bu şekilde Allah'ın çizdiği sınırları aşma korkusuyla bu sınırlara yaklaşmamak, nefsi bu sahada korumak ve sınıra yaklaştırmamak takva'dır.
Fücur'un 'örtüyü yırtmak' anlamına geldiğini belirtmiştik: işte Takva fücur'un zıddı olarak bir örtü, bir elbisedir; “Ve, Takva elbisesi, işte o hayırlıdır” (A'raf: 26). Allah insana hem facir, hem de muttaki olma yolunu göstermiş ve onu bir iki yol arasında serbest bırakmıştır. Takva elbisesini giyen kendini bu elbiseye zarar verecek her şeyden korur; insanın dışından giydiği elbise gibi bu elbise aynı zamanda ziynet, aynı zamanda her türlü etkiden koruyucudur.. Bu elbise yalnızca dış elbisesi olmakla kalmaz, içe giyilen parçaları da vardır. İslâm bu elbiseye talip olmakla başlar. Takva öncelikle 'korunma' anlamına geldiğinden, korunmaya zarar verecek şeylerden korkmak ve çekinmek de bu kavramın içine girmiştir. İşte, kişi önce kendinde geleceği, yaptıkları ve azap konusunda bir korku duyar, bu korku onu bir yerlere sığınmaya zorlar; bu takvama ilk mertebesidir. Sığınılan yer salt bir dört duvar arası değildir.. Tehlikenin gelebilmesi için çatı, pencere, kapı açıklıkları ve daha başka yarıklar da bulunabilir. Bütün buraları da örtmeğe çalışmak, elbiseyi daha bir kalınlaştırıp vücudun her yanına sarmak Takvanın, ikinci mertebesidir. Bütün bunlardan sonra, sığınılan binanın veya giyilen elbisenin herhangi bir yanından en ufak bîr zarar görmemesi, kendinde bir delik bile açılmaması için çalışmak da (çünkü, açılan delik her zaman büyüme istidadındadır) Takvanın nihaî mertebesidir. Şu halde, Takva bir sığınağa sığınmak, her türlü tehlikelerden korunmak için bir elbise giymek anlamına geldiği gibi, bu sığmak veya elbiseyi korumak, onun üzerinde titremek ve dıştan gelebilecek her türlü tehlikeler karşısında uyanık bulunmak anlamına da gelir. Takvanın bu üç derecesi Kur'an'da açıklanmıştır:
“...İttika edip iman ettikleri ve salih ameller işledikleri, sonra ittika edip iman ettikleri, sonra ittika edip..”(Maide: 93).
Birinci derecedeki takva bütün rasûllerin tebliğlerinin ilk başlangıcını oluşturur. Gerek Nuh, gerek Hud, gerekse Salih, Şuayb ve Lût (a) kavimlerine “ittika etmez misiniz? Ben muhakkak emin bir rasûlüm” diyerek tebliğe başlamışlar ve bu başlangıç bir bakıma çeşitli mertebeleriyle tebliğlerinin özetini deoluşturmuştur. “İttika etmez misiniz? Muhakkak ben emin bir rasûlüm, Allah'tan ittika edin ve bana itaat edin” (Şuara: 106, 124, 142, 161, 177).
Oruç, kısas, Allah'ın ayetleri ve vaîd vs. Takva merdiveninin basamaklarıdır. Takvayı korumak, bu sığınak veya elbiseye hiç bir zarar vermemek için ateşten, Ahiret gününün şiddetinden, Allah'tan, azabından korku ve çekinme içinde olmak da Takva'nın anlamı içindedir; bu duruma ittika denilir (Bakara: 183, 24, 179, 123, 194, 196, 203, 223, Taha: 113)...).
Her insan belli bir derecede Allah'ın koruması altındadır, bu Rahman ve Rabb oluşun sonucudur. Şu kadar ki, Allah adil bir Rabb olarak azabından korunmaya çalışmayanları azabından uzak tutacak değildir.
İşte, azaptan korunma, Allah'ın cezalandırmasından titreme kulun görevidir.. Bunun için de ne gerekiyorsa yapmak, yukarıda açıklandığı gibi Allah'ın emir ve yasaklarından oluşan sınırlarını aşmak şöyle dursun, onlara yaklaşmamak ve bu konuda elden geldiğince dikkatli olmak gerekir. İşte, müslüman olarak ölebilmek buna bağlıdır; bu da Allah'tan ittika etmek nasıl gerekiyorsa öyle ittika etmektir (A. İmran: 102). Bu da kuşkusuz istidat, kabiliyet ölçüsündedir; mükellefiyetin sınırları dahilindedir. Kur'an bunu “Allah'tan istidadınız ölçüsünde ittika edin” diye açıklar (Teğabün: 16).
Özet olarak, insanın kendisini Allah'ın korumasına bırakması, bu nedenle de Ahiret'te zarar verecek günahlardan çekinip sevaplara koşması takva'dır. Bu birkaç derecedir. İlk derecesinde 'Kelimet'ül-Takva olarak Tevhid'e sarılma, Şirk'ten uzaklaşma; ikinci derecede ise kalbini Allah'tan sakınarak farzları yerine getirme, üçüncü derecede ise kalbini Allah'tan başka her şeyden uzak tutma, bütün varlığıyla Allah'a yönelmedir. Ayette belirtilen Allah'tan ittika'nın gerektirdiği takva budur.
Allah'tan hakkıyla ittika edebilmek ve müslüman olarak ölebilmek için öncelikle Allah'ın İpi'ne toptan yapışarak Tevhid üzerinde birleşmek ve her türlü tefrika ve ihtilâftan kaçınmak gerekir. Hacc'ın farz oluşu da bu şekilde toplanmanın araç ve maksatlarından biridir. Bu nedenle, önce kalplerin Tevhid'i, sonra da tabiî olarak davranışların Tevhid'i (Tevhid-i Ef'al) Hakk Din'in temelini oluşturur. “Ben kendi başıma dinimi imanımı koruyabilirim” demek tehlikelidir. Kendi başına kalanın yoldaşı çoğunlukla Şeytan olur ve böyle bir kişinin imanla gidebilmesi şüpheli olur. Cemaatin bölünmemesi, iman ve amelde birleşenlerin Allah'ın ipiyle birbirlerine kopmamacasına bağlanmaları gereklidir. Bu bağı koparan Millet'i İslâm'dan çıkar. Hz. İsa bile “Benim Allah'a (gidişte) yardımcılarım kimlerdir?” diye yardımcı aramıştır. Her mü'min Hakk'ın bir tecellisine mazhardır. Hakk'ın tecellisi de bu tecellilerin toplanıp hakikiyi oluşturmasıyla mümkün olur. Bu bakımdan, bütün mü'minler tek bir kelime üzerinde aynı davranış biçimine girmedikçe, Tevhid-i amelîye ulaşamadıkça, takvaya, ulaşmak da güçleşir. Bu yüzden Kur'an:
“Ey iman edenler! Allah'tan O'na karşı takva'nın gerektirdiği şekilde ittika edin ve ancak miislümanlar olarak can verin. Toptan Allah'ın îpi'ne sarılın ve ayrılığa düşmeyin” (A. İmran: 102-103) diye emretmektedir. [384]
İslâm bütün hayatı" kuşatıcı ve kâinatı, yaratılışı; insanı, kısaca her şeyi yerli yerine koyucu bir dindir; bütün varlıklar İslâm üzere olup, insandan istenen de müslüman olmasıdır. Müslüman olmanın gereklilikleri içinde Kelime-i Tevhid üzerinde birleşip bir 'bünyan-ı marsus' oluşturarak tüm insanlığı Hakk Din'e çağırmak da vardır. Bu da kuşkusuz belli bir güce erişmeyi, bugünkü deyimle bir sistem kurmayı gerektirir. Bu sistemi kurmanın kendine özgü bir takım yöntemleri vardır. İşte, mü'minler kâfirlerle mücadelelerinde zaman zaman çok büyük işkencelere maruz kalabilecekleri gibi, gerek kendilerini ve gerekse kendilerinden de önemlisi İslâm'ı ve İslâm toplumunu tehlikeye düşürecek bir takım durumlarla karşılaşabilirler. Sözgelimi, İslâm toplumunda önemli yeri bulunan bir kişi düşman eline düşebilir; bundan inkâr istendiği gibi bir takım surlar da istenir. İşte, böylesi durumlarda, kişinin kendisini ve kendisinden çok dinini ve müslümanları koruması için bazı şeyleri zahiren saklaması belki bir ruhsattan öte bir görevdir. Bu görev bazen bir ömrü bile kapsayabilir. İşte, bu saklamanın, gizlemenin, gerektiğinde dille tersini söylemenin, hattâ kendinden istenen inkârda bulunmanın ve gerekirse kendini hiç açığa vurmamanın adı takıyye'dir. Takıyye, Takva'nın gereklilikierindendir. Çünkü, Takva kişinin kendisini azaptan, günahlardan koruması olduğu gibi yukarıda belirttiğimiz üzere İslâm toplumunu ve İslâm'ı korumayı da içine alır, İslâm toplumu içinde belli bir bütünlüğe erer. Takıyye de Takva gibi korunma olup, Takvanın kapsamı dahilindedir. Kur'an'da takıyye'nin özellikle “Mü'minler mü'minleri bırakıp da kâfirleri veli edinmesin; kim bunu yaparsa Allah'tan hiç bir şey üzerinde değildir, ancak onlardan takıyye yapmanız müstesna..” (A. İmran: 28) şeklinde velayetle ilgili olarak gelmesi oldukça anlamlı olup, bunun basit bir kişisel korunma aracından çok İslâm'ı ve İslâm toplumunu korumaya yönelik olduğunu ortaya koymaktadır. Kur'an bu konuda önemli bir şart ileri sürmektedir ki, o da 'kalbin imanla dopdolu olması ve göğsün küfre açılmamasıdır” (Nahl: 106).
Bu noktada önemli bir gerçeği belirtmek istiyoruz. Hz. İbrahim'in kavminin putlarını kırmak için bayram kutlamasına katılmamak amacıyla kavminin yaptığı gibi 'yıldızlara bakıp, adeta onlardan haber alırcasına “ben hastayım” demesini (Saffat: 88-89), Hz. Yusuf'un kardeşini yanında alıkoymak için diğer kardeşlerini bile bile hırsızlıkla suçlamasını adeta bir yalancılık gibi değerlendirip, özellikle Hz. Muhammed(S.A.V-)' in üstünlüğünü bu noktada, yeni bazı peygamberler yalan söylerken onun hiç yalan söylemediği gerçeğiyle de açıklamak gibi sakîm bir yola girenler olmuştur. Oysa, ne Hz. İbrahim yalan söylemiş, ne de Hz. Yusuf yalan söylemiştir. Onların yaptıkları Hakk veya hakkın ortaya çıkması adınıa birer taktyye'den ibarettir. [385] İşte, takıyye gerektiğinde bir ruhsat olmaktan bir görev olmaya çıkar.[386] Bunun da İslâmî mücadele içinde önemli bir yeri olduğu hiç bir zaman unutulmamalıdır. [387]
'Ha-Sü-Ne/Husn' fiilinden if'al' babında masdardır. Hnsn'û anlatırken açıkladığımız gibi, her nesne, her olay’ her davranış, her hüküm hasen veya sû' olabilir. İslâm'ın (ve kalb-i selîm'in) onayladığı ve güzel gördüğü her şey husn, reddettiği her şey ise sû' veya kubhtur.
Kur'an'da insanı Allah'a götüren ve yücelten imtihanların, Allah'a yönelenlere verilen geçimlik, peygamberlik, Allah yolunda öldürülenlerin Rabbleri katında buldukları rızk, Allah'ın mü'minlere dünya ve Ahiret'teki va'di, Allah'ın boyası, İslâm, kötülüğü iyilikle savma hep birer husn olarak geçer.
Allah her şeyi hasen yaratmış olup, O'ndan gelen her şey de hasendir. Zaman zaman belirttiğimiz gibi, İnsan yeryüzünde bir imtihana tabi tutulmaktadır ve bu yüzden muttaki de factr de olabilecek yaratılıştadır. Eğer insan nefsine uymaz ve Allah'ın haram sınırlarına yaklaşmaz, kısaca Takva'nın son mertebesine ulaşır, Allah'ın ahlakıyla ahlâklanır, O'nun sıfatlarıyla sıfatlanıp O'na yaklaşırsa kendinden çıkan her söz, her davranış Allah'tan gelen şeyler gibi olur; yani o seyyielerden sıyrılmış ve bütünüyle hasen işler hale gelmiştir. Artık ondan kötü, yani günah olan davranış ve sözler çıkmaz, çıksa da hemen tevbe ve ıslahla silinir, kendisi de hasen olur, söz ve davranışları hasendir, işte bu mertebe de ihsan mertebesidir:
“İttika edip iman ettikleri ve salih ameller işledikleri, sonra ittika edip iman ettikleri, sonra ittika edip ihsan ettikleri zaman,.” (Maide: 93).
Ayetten de anlaşılacağı üzere, Takva'nın. üçüncü mertebesi artık îhsan'a, kapı açmaktadır. Üçüncü mertebede takva iyice giyilen ve vücudu her bakımdan koruyan elbiseye en ufak bir zarar verecek davranış ve sözlerden kaçınma haliydi; şu halde, böyle bir elbiseyi giyen insanın her söz ve davranışı İlâhî hükümlere uygun düşeceğinden, o insan muhsin, hali de ihsan olmuş olur. Gaflet perdesinin yerine takva elbisesini geçiren insan maddî sınırları aşarak manevî-ruhî alemde yaşar ve Allah'ı her yerde hisseder, her yerde görür; Kendi'ni görmese de sürekli O'nun huzurunda bulunduğu duygusuyla O'nu görüyormuşçasına davranır. Bu bakımdan, bir hadis-i şerifte “ihsan Allah'ı görür gibi ibadet etmendir, her ne kadar sen O'nu görmüyorsan da, O seni görüyor” buyurulmuştur.[388]
Allah bütünüyle ihsan sahibidir, O'nun yarattığı, O'ndan gelen her şey hasendir. o nasıl ihsan sahibiyse insanların da ihsan sahibi olmaları gerekir. O'nun ihsan'ı daha çok nimetlendirme olarak adlandırılmıştır, [389] Muhsin olarak Allah'a teslim olan insanın dini ahsen(en güzel) dindir (Hacn 32). Her insanın ihsanda, bulunmasının yaran Allah'a değil, ancak kendi nefsinedir (İsra: 7); insanlara anne-babalarına karşı hiç bir çirkin davranışta bulunmamaları ve daima ihsan üzere olmaları emredilmiştir (Ahkaf: 15); sabır, secde, ağırbaşlılık, öfkeyi tutup insanların suçlarını bağışlama hep hasen davranışlar olarak muhsinlerden sadır olur (Hud; 115, A'raf: 161, En'am; 13, A. İmran: 134). İbrahim, Musa, Harun'un muhsinlevdea olup (Saffat: 110, 121, 181), aynı şekilde Davud, Süleyman, Eyyub, Yusuf, Musa ve Harun da muhsinlerdendir (En'am: 84). [390]
Deniz'in zıddı kara anlamına gelen 'berr'den türemedir; buradan genişlik, tasavvur olunur; bu bakımdan birr 'hayrda genişlik' olarak tanımlanmıştır. [391]
'Be-R-Ra' 'iyilik etti, iyi davrandı, hayırda bol ve geniş oldu’ demektir; kelime bu şekilde fiil olarak Kur'an'da geçer:
“Allah sizi din konusunda sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyi davranıp hayırlı olmak ve kıst yapmaktan men etmez. Muhakkak Allah kıst yapanları sever” (Mümtehıne: 8).
'Berra’ fiilinin ism-i faili hem berr, hem de bârr olarak gelir; 'adele' fiilinin ism-i failinin 'adl ve 'adil' olarak gelmesi gibi. Nasıl 'adl' 'adil'den daha beliğ ve daha öte bir anlam ifade ediyorsa, berr de barrdan daha beliğ ve daha öte bir anlam ifade eder. Berr öncelikle Hakk Tealâ hakkında kullanılır:
“Biz bundan önce O'na dua ederdik; muhakkak O berr ve rahim olandır” (Tur: 28).
'Berra'l-abdü Rabbehû’ 'kul Rabbi'ne bol itaatte bulundu’ anlamına gelir. Allah'ın berr olması da kulun ibadetine karşılık çok fazla sevap vermesidir. [392] Berr melekler hakkında da kullanılır ve çoğulu berara'dır; berr'in Kur'an'da aynı zamanda insanlar, daha doğrusu peygamberler hakkında da kullanıldığını görüyoruz:
“Mükerrem sahifeler içindedir, yükseltilmiş ve mütahhar. Sefirlerin elerinde, kiram ve berara” (Abese: 13-16). “(Yahya) anne-babasına berr idi, zorba ve isyankâr değildi” (Meryem: 14-5).
“(İsa): “Beni bulunduğum her yerde mübarek kıldi ve sağ olduğum sürece bana namaz ve zekâtı vasiyet etti. Ve anneme karşı berr (kıldı) beni, zorba ve şakıy kılmadı beni” (Meryem: 31-32).
'Bârr'ın çoğulu 'ebrar'dır:
“Rabbimiz, bizim günahlarımızı bağışla ve seyyielerimizi bizden ört ve bizi ebrarla birlikte vefat ettir” (A. İmran: 193).
“Muhakkak ebrar Naîm'dedir” (İnfitar: 13).
Rasûl-i Ekrem'e 'birr nedir diye sorulduğunda şu ayet-i kerimeyi okudukları rivayet olunur:
“Bir yüzünüzü doğu ve batı yönüne çevirmeniz değildir, fakat birr Allah'a, Ahiret Günü'ne, meleklere, kitaplara ve nebilere iman eden, sevdiği halde malı yakınlara, yetimlere, miskinlere, yolda kalmışa, dilenenlere ve boyunduruk altındakilere veren, namazı kılan ve zekâtı veren, ahdleştiklerinde ahdini yerine getirenler, zorluklar, zarar anları ve güçlük zamanında sabredenlerdir. Onlardır sadık olanlar; ve onlardır muttaki olanlar” (Bakara: 117).
Ayette açık olduğu üzere, Birr hem imanı, hem de aşağı yukarı bütün ameleri nafilelere varıncaya değin içine almaktadır. Bir diğer dikkatimizi çeken yön 'Birr' in şahıslaştırılmasıdır; yani ayet 'Birr'i amel olarak değil, bir kişi olarak sunmaktadır. Zaman zaman belirttiğimiz gibi, insan maddî gaflet örtüsünden sıyrıldığı zaman ameliyle özdeşleşir; artık ona mü'min yerine iman, muhsin yerine husn ve berr yerine birr diyebiliriz; aynı zamanda o alim olmaktan ılm olmaya da geçer. İradesini Allah'ın iradesinde eriten ve İlâhî İrade karşısında adeta bütünüyle edilgen duruma geçen insan Allah'ın her yarattığı gibi 'güzel' olur ve hayatıyla, kimliğiyle, şahsiyetiyle bol bir hayr ve iyilik (birr) halini alır. Ayetten ortaya çıkan bir diğer nokta berrin sıdk ve takvayı da içine almasıdır.
Birr konusunda gelen daha başka ayetler yukardaki kapsamlı ayetin bazı yönlerini açıklayıcı niteliktedir. Sözgelimi, malın zekâtını vermek farzdır; infak farzı içine aldığı gibi fazlasını da içine alır; Kur'an duruma göre ihtiyaçtan arta kalanın infak edilmesini emreder (Bakara: 219); ve birr infak ederken kişinin sevdiğinden vermesini içine alır.
“Sevdiğinizden infak etmedikçe birr'e erişemezsiniz..”(A. İmran: 92). .
Evlere ancak kapılarından girilir, arkalarından değil önlerinden gelinir; aynı şekilde her emanet ehline verilir ve her şey ehlinden alınır; sözgelimi, ilim ancak alimden öğrenilir, yarı bilenden değil, bilinmeyince zikr ehline sorulur; ancak bu yollarla birr'e ulaşılabilir:
“Evlere arkalarından gelmeniz birr değildir, ancak birr ittika edendir; ve evlere kapılarından gelin, Allah'tan ittika edin, umulur ki, felah bulasınız” (Bakara: 189). [393]
'Katıksız oldu', 'min' ile kullanıldığında 'kurtuldu, ayrıldı' anlamına gelen Ha-Lâ-Sa' fiilinin 'if al' babındandır. 'Ahlâsa’ 'arıttı, saflaştırdı' demektir; bu durumda 'İhlas' da 'arıtma, saflaştırma, ayırma’ katlığını giderme' anlamına gelmektedir. [394]
“De: “Eğer Ahiret Yurdu Allah katında insanlardan halis olarak sizin içinse, sözünüzde de doğru iseniz ölümü temenni edin” (Bakara: 94).
“Bu hayvanların karanlıkarındaki halis' olarak erkeklerimiz içindir ve eşlerimize haramdır” dediler..” (En'am: 139).
Yukarıdaki ayetlerde geçen kullanımdan anlaşılacağı gibi, halis başka hiç bir şeyle paylaşılmayıp, yalnızca kendi başına olan, karışım ve katışığı olmayan anlamına gelmektedir. İşte, ihlâs 'halisleştirme, her türlü karışık ve katışığı giderme' demektir.
İnsan çok çeşitli nefsî ve şeytanî etkilerin altındadır. Şeytan bir ayet-i kerimede de belirtildiği gibi insana sağından, solundan, önünden ve arkasından yaklaşır; yaptıklarını kendine güzel gösterir, günahlarını süsler püsler; böylece insan iyi yapıyorum diyerek bilmeden kötü amellerde bulunur; Allah'a ibadet ediyorum diye nefsinin derinliklerinde yatan bir takım arzulara, kadına, makam ve mevkiye, şöhrete ve daha başka şeylere ibadet edebilir. Bütün bunlardan kurtulup Allah'a ibadet etse bile, amellerine riya karışabilir, başkalarının yaptıklarını güzel görmesini arzulayabilir. Dinini bir takım dünya menfaatlerine bilerek veya farkında olmadan alet edebilir.. Kısaca, insanın aldanma yolları çok fazladır. İşte, mü'mine düşen bütün bunlardan kurtulup yalnızca Allah'a ibadet etmesi, kalbini nefsin ve şeytanın her türlü etkilerinden, amelini ve niyetini riyadan, Allah'ın rızası dışındaki razılıklardan arındırması ve dininde Allah'tan ve O'nun rızasından başka hedef gözetmemesidir; işte bu İhlâs'tır; her türlü kötülük, beşerî, nefsî ve şeytanî karışımdan uzak olan tek din de İslâm'dır:
“Ancak tevbe edip ıslah edenler, Allah'a yapışanlar ve dinlerini Alah'a halis kılanlar, işte onlar mü'minlerle beraberdirler..” (Nisa: 146).
“Biz sana Kitabı hakkla indirdik, öyleyse Allah'a dini O'na halis kılarak ibadet et. Dikkat, halis din Allah içindir” (Sad: 2-3). [395]
Sıdk ve zıddı olan kizb geçmiş veya gelecek, va'd veya bir başka şeyle ilgili olsun, öncelikle söz için kullanılır; eğer söylenilen söz muhtevasıyla çakışıyor veya sözü söyleyenin fiili sözüyle uyuşuyorsa bu sıdk, aksi halde kizbdir. Her şeyden önce, en doğru sözlü ve söylediklerinde hiçbir şekilde kizb bulunmayan Allah-ü Tealâ'dır:
“Söz olarak Allah'tan daha sıdk sahibi kim vardır?” (Nisa: 122).
“Anlatı(söz) olarak Allah'tan daha sıdk sahibi kim vardır?” (Nisa: 87).
Yukarıdaki birinci ayette, Allah-ü Tealâ'nın iman eden salih amellerde bulunanları Cennet'e koyacağı va'd edilmekte, ikinci ayette ise Kıyamet'in mutlaka gerçekleşeceği ifade olunmaktadır. Bunları söyleyen Allah olduğu için, her ikisi de mutlaka meydana gelecektir, çünkü Allah'ın sözünde asla kizb bulunmaz.
Allah'ın sözlerini aktaranlar O'nun seçtiği peygamberlerdir. Şu halde her sözü sıdk olanın sözlerini aktaracaklar da şeksiz şüphesiz ve herkesin kendisine inanıp güveneceği sadık kimseler olmalıdır:
“Kitap'ta İsmail'i an; muhakkak o va'dinde sadıktı ve nebî bir rasûldü... Kitab'ta İdris'i an; muhakkak o nebî bir sıddîkti” (Meryem: 54, 56).
Stdk sözün muhtevasına uygunluğudur; sözgelimi münafıklar “Muhammed Allah'ın rasûlü'dür” dediklerinde, bu söz kendinde sıdktır, fakat münafıkların bu şekilde söylemeleri onlar açısından sıdk değildir; çünkü onlar kalben buna inanmamaktadırlar. Bu bakımdan, Allah münafıkların 'yalan' söylediklerine şehadet ederken, Rasûlüllah'ın risaleti için en büyük ve her şahidin şehadetini kendinden aldığı bir şahit olarak şehadette bulunmaktadır:
“Münafıklar sana geldiği zaman, “şehadet ederiz ki, sen Rasûlüllah'sın” derler. Allah bilir ki, muhakkak sen O'nun rasûlüsün; ve Allah şehadet eder ki, münafıklar kesinkes yalancılardır” (Münafikun: 1).
Demek ki, sıdk birinci derecede kalpten gelmeli ve itikat halinde olmalıdır; bu itikadın dille ifadesi sıdktır; ama kalben itikat edilmeyen bir şeyin dille söylenmesi ise kizbdir. İkinci olarak, söylenen sözü fiilin de doğrulaması (tasdik) sıdk'ın ögelerindendir:
“Sadıktara stoklarından sorsun dîye..”(Ahzab: 8).
Bu ayette, Allah'ın dilleriyle tasdik edenleri fiilleriyle de sadık olup olmadıklarından, yani hareketlerinin sözlerini doğrulayıp doğrulamadıklarından sorguya çekeceği ifade olunmaktadır.
Görülen rüyanın meydana gelmesi onun tasdiki, yani sadık bir rüya olduğunun ortaya konmasıdır:
“Andolsun, Allah rasûlü'nün rüyasının hak olduğunda sadıktır. Muhakkak siz inşa-Allah güvenlik içinde... Mescid-i Haram'a girersiniz”(Feth: 27).
Sıddîk, kendisinden yalnızca sıdk sadır olan, hiç bir zaman yalanı duyulmayan, yalan söylemeyen, sözü, itikadı ve fiiliyle sıdkını sürekli tasdik eden demektir:
“Kim Allah'a ve Rasûl'e itaat ederse işte onlar nebiler, sıddîklar, şehidler ve salihler olarak Allah'ın kendilerine nimet verdikleriyle beraberdir. Ne güzel arkadaştır onlar” (Nisa: 69).
“Meryem oğlu İsa ancak bir rasûldür, ondan önce de muhakkak rasûller geçti ve annesi sıddîkadır.” (Maide: 75).[396]
İnsanın sıdkını ortaya koyma, Allah'ın emanetini O’nun yolunda kullanma yollarından olan infak için verilen mala sadaka denilir; insanın malının bir miktarını muhtaçlara vermekle Allah'ın 'infak edin', 'muhtaçlara verin, emrini yerine getirdiğini ve dolayısıyla Allah'a inanıp, hükümlerini tasdik ettiğini ortaya koymuş olur. Sadaka'nını farz olan şekline zekât denilirken, sadaka daha çok nafile olan infak için kullanılır olmuştur. [397]
Hecr veya hecran insanın ister bedenen, ister kalp veya ister dille başkasından ayrılması demektir. Hicret veya muhaceret ayrışma, ayrılma, terketme, dar-i küfr’ den dar-i islâm'a göç etme anlamındadır. [398]
Müslüman'ın hayatı sürekli bir 'seyahat'ten ibarettir; nitekim, Kur'an'da 'seyahat' edenler övülmektedir:
“Tevbe edenler, ibadet edenler, hamdedenler, seyahat edenler, rükû edenler, secde edenler, ma'rufu emredip münkerden nehyedenler, ve Allah'ın sınırlarını koruyanlar; mü'minleri müjdele!” (Tevhe; 112).
Bu seyahat bir yanda 'kâinat'ın küçültülmüş özdeşi, yoğun bir özeti' olan bedeninden içine, kalbine doğru, bir yanda da kâinatta 'ayet'lerden ayetlerin işaret ettiğine doğru bir seyahattir. Kendinde madenlerin, bitkilerin ve hayvanların tüm nitelikleri, kâinattaki her varlığın bir özeti bulunan insan bütün bu yanlarını aşarak asıl varlığını oluşturan Allah'ın ruhundan üflenen ruhu'na doğru yürürken bu ruhu örten, mekanı, kalbin işitme ve görme duyularının üzerine konmuş ağırlıkları gidererek merkezine ulaşmaya çalışır. Bu ise kalbi çevreleyen, ruhu perdeleyen her türlü karaltı ve ağırlıkları silmek, bunların nedeni olan haramları işlememek ve Allah'ın emirlerini yerine getirmekle mümkün olabilir. İşte, hicret'in. temel nosyonu burada, yani ruhu perdeleyecek her türlü davranışlardan kaçmakta, uzak durmakta yatar:
“Ey örtüye bürünen! Kalk ve uyar! Rabbini tekbir et; elbiseni tathir et; ve her türlü ağırlık ve günahtan hicret et”(Müddessir: 1-5).
İşte, insan bu seyahatinde nefsinden olduğu kadar çevresinden de büyük engellerle karşılaşır. Çünkü, insan bir yandan kendi içinde ruhuna doğru, bir yandan da kâinatta seyahat ederken karşısına cin ve insan şeytanlarıyla bunların kendindeki işbirlikçisi nefsi onu sürekli önlemeğe çalışır; işte insan içe ve dışa doğru seyahatinde kendini 'temizlediği' gibi, çevresini de her türlü kirden, ağırlıktan, günahtan, zulümden temizleyerek hedefe gidebilir. Bu durumda, kirlilerin, günahkârların ve zalimlerin karşısına çıkmasından tabiî bir şey yoktur. Onları aşmanın, engelerini yok etmenin en önemli araçlarından biri, belki de bu araçların hepsinin adıdır hicret. Önce bu genel koyuculardan kalben kesinkes uzaklaşmak, fakat onlara iyi davranarak, zulümlerine eritici bir sabırla karşı koymak, hikmet ve en güzel tebliğle mücadele etmek gerekir. İşte, bu sabrın, mücadelenin, hem nefse, hem de dıştaki engellere karşı koymanın, ruha doğru seyahat etme çabasının adı da Cihaddır.
“Söylediklerine sabr et ve onlardan güzel bir hicretle hicret et”(Müzemmil: 10).
“Kâfirlere itaat etme ve onlarla büyük bir cihadla cihad et”(Furkan: 52). '
Cehd veya cühd 'eziyet, meşakkat' demektir, daha çok 'takat oranında bir çaba' ifade eder: [399]
“Sadakalar hususunda gönülden veren mü'minleri çekiştiren ve cühdlerinden (güçlerinin, takatlarının yettiğinden) başkasını bulamayanlarla alay edenler; Allah onları maskaraya çevirmiştir. Onlar için acı bir azap vardır” (Tevbe: 79). «Olanca cehdleriyle (takatlarınm yettiği, kapasitelerinin müsaade ettiği kadar) Allah'a-yemin ettiler...» (En'am: 109).
İşte, Cihad nefsin perdelerini, Allah'a giden yola dikilen engeleri aşıp ruhla özdeşleşmek, Allah'a ulaşmak için takat ve kapasite ölçüsünde uğraşmak, didinmek demektir. 'Salât ve sabr'ı içine alan bu uğraşı hem haramları işlememek ve emirleri yerine getirmek için nefsle olur ve hem de dışta insanların Allah'a ulaşmamaları için engeler çıkartan, Allah'ın Yolu'ndan alıkoyup bu yolu eğriltmeğe ve güçleştirmeğe ve aynı zamanda insanların bu yolu görmelerine, bulmalarına engel olmaya çalışan cin ve insandan şeytanlara karşı olur.
“Allah için cihadın gerektirdiği şekilde cihad edin” (Hacc: 78).
Müslümanın hayatı kesintisiz bir cihad ve hicret olayıdır. Bu Cihad'ın bir aşamasında o hale gelinir ki, artık Allah'ın Yolu'ndan alıkoyucular hikmet ve güzel öğütle tebliğden etkilenmez ve bu Yoldan alıkoyma ve yolcularının önüne büyük engeler koyma işinden vazgeçmez olurlar. Hattâ, müslümanlar ölmek ve daha da kötüsü Allah'ın Yolu'nda yürüyememek, öyle ki bu Yol'u bırakmak durumuyla karşı karşıya gelebilirler. İşte, bu noktada ya Cihad'ın silâhlı şekline başvurmak, ya da imanı kurtarmak için fert fert veya topluca hicret edilir. O kadar ki, bu hicret ve ardından kendisinden hicret edilen yerdeki ins şeytanlarına karşı silâhlı cihad etmek imanın tam anlamıyla denendiği ve mü'minin belâ kabında piştiği vazgeçilmez bir görev halini alır:
“Kendi kendilerinin zalimleri olarak melekler canlarını alırken “ne işteydiniz?” derler, “Biz yeryüzünde istiz'af ediliyorduk” derler. “Allah'ın arzı geniş değil miydi, orada hicret edeydiniz” derler. İşte onlar durağı cehennem olanlardır; ne kötü bir gidiş yeridir orası!” (Nisa: 97). Hicret hiç bir zaman kaçış değildir.. O mutlaka zulme ve eziyete uğradıktan sonra veya ferdî düzlemde imanı korumak, ya da toplu halde kendisinden hicret edilen yere muzaffer bir şekilde dönüp, orada Tevhid'i gerçekleştirmek için yapılır; bu amaçla hicret edenleri Allah yeryüzünde yerleştirmeği va'd etmiştir:
“Zulme uğradıktan sonra Allah için hicret edenleri dünyada güzelce yerleştiririz. Ahiret'in ecri ise daha büyüktür; keşke bilselerdi!” (Nahl: 41).
Eziyete ve zulme uğradıktan sonra toplu olarak hicret etme emri geldiği halde hicret etmiyenleri, hicrete güçleri yettiği halde halâ müşriklerin velayeti altında bulunanları hicretlerinden sonra Allah'ın güzelce yerleştirdiği mü'minlerin korumaları üzerlerine mecburî olmadığı gibi, aralarında anlaşma olan kavme karşı yardım istediklerinde yardım etmek zorunda da değillerdir:
“İman edip de hicret etmiyenler için, hicret etmelerine kadar hiç bir şekilde velayetiniz yoktur. Eğer dinde sizden yardım isterlerse yardım etmeniz gerekir, yalnız aranızda anlaşma bulunan bir kavme karşı değil. Allah yaptıklarınızı görendir” (Enfal: 72).
“Allah yolunda hicret edinceye kadar onlardan veliler edinmeyin” (Nisa,: 89).
İşkence ve zulmden sonra gerçekleştirilen hicret bir anlamda silâhlı cihad'ın kapısı olmaktadır. Artık müşriklere ve insanları Allah'ın Yolu'ndan alıkoymaya çalışanlara karşı bir 'hükümet’ halini alan muhacirlerle onlara yurt veren ve barındıran yardımcıların. el ele verip 'sağlam bir yapı' halinde savaşmaları üzerlerine borç olur. İmanların en iyi biçimde denendiği zamandır artık bu zaman; işkencelerden kurtulup da hicretle dindaşlarının bulunduğu yurda yerleşenler eğer rahata dalar, içe doğru hicret ve Cihad'ı bırakırlarsa düşman karşısında da malları ve canlarıyla cihad edemez, savaş veremezler. Bu bakımdan, silahlı cihad ve bir yerden bir yere hicret belli zamanlarda ve gerektiği şartlarda yerine getirilmesi gerekli son derece mühim iki görevken, nefse karşı cihad ve içe doğru hicret bu görevi de yerine getirebilmenin gereği ve mü'minin kesintisiz devam ettirmesi gereken birinci derecedeki vazifesidir. Yoksa, hicret bir kaçış, cihad da ganimet ve yağma için verilen bir savaş halini alabilir ve bu durumda insan için sadece kayıp ve hüsran demek olur:
“Hicret edenler ve yurtlarından çıkarılanlar, yolumda işkenceye uğrayanlar, vuruşanlar ve öldürülenler, elbette onların seyyielerini örtecek ve kendilerini altından ırmaklar akan cennetlere koyacağım; Allah'ın katından bir karşılık olarak’. Allah karşılığın güzeli yanında olandır” (A. İmran: 195).
“Sonra, muhakkak Rabbin fitneye uğratıldıktan sonra hicret ederler ve sonra da cihad edip sabredenler içindir..” (Nahl: 110).
“Kendilerine, “ellerinizi tutun ve namazı kılıp zekâtı verin” denilenlere bakmaz mısın? Üzerlerine kıtal yazıldığında içlerinden bir grup Allah'tan haşyet eder gibi, hattâ daha büyük bir haşyetle insanlardan haşyet eder ve “Rabbimiz, kıtali üzerimize neden yazdın? Bizi yakın bir süreye kadar bıraksan olmaz mıydı?” derler..”(Nisa; 77).
Cihad eden kendisi için cihad eder, çünkü Allah alemlerden müstağnidir; hicret sürekli Allah'a doğru ve O'nun yolunda O'nun için olan bir seyahattir. Allah için uğraşanları, yani O'nun yolunda malla, canla, başla didinenleri, cihad edenleri Allah Yolu'na götüreceği gibi, eğer bu Yolun sonuna varamadan, hedefe ulaşamadan ölenlere de yine mükâfatlarını verecektir:
“Kim cihad ederse ancak kendisi için cihad eder, muhakkak Allah alemlerden müstağnidir” (Ankebut: 8).
“Bizim için cihad edenleri yollarımıza götürürüz” (Ankebut: 69),
“Lût ona inandı ve “muhakkak ben Rabbime muhacirim”[400] dedi” (Ankebut: 26).
“Kim Allah ve Rasûlü'ne muhacir olarak evinden çıkar da sonra kendisine ölüm gelirse, muhakkak karşılığı Allah'ın üzerine olmuştur.,” {Nisa,: 100).
“Muhacir Allah'ın nehyettiklerinden hicret edendir.” [401]
Çoğu kez belirttiğimiz gibi, İslâm'da 'adem-i mutlak' yoktur ve Allah vardır. Kâinat Allah'ın isimlerinin tecellilerinden ibarettir. Kâinata bakan müslüman varlıkların görünür yanlarının ötesinde Allah'ın Hakim, Rahim, Rezzak, Vedud, Halik, Rabb, Melik, İlah, Muhyi, Mümit gibi isimlerini bulur.
Kainatın küllî varlığı nur maddeyle birleşince Allah'ın çeşitli isimlerinin yanısıra, bunların hepsinin üstünde ismine mazhar varlıkların tek tek 'nefs'lerini oluşturur. 'Nefs' her varlığın 'ben'i olup, onu diğer varlıklardan ayıran yanıdır. Bu hem bir takım niteliklerle, hem de bedende kendini gösterir; bu bakımdan, varlıklar bir takım ortak özelikleri dolayısıyle 'familya' veya 'türler' halinde bulunsalar da, her türün içindeki varlıkların da tek tek kendilerine özgü nitelikleri vardır; en basit bir gerçek olarak, birbirinin her bakımdan tıpkısı iki insan bulmak mümkün değildir.
Varlıkların var oluş gerçeklerini oluşturan 'nefs'leri değildir; bütün bu nefslerin gerisinde Allah'a dayanan, O'nun hakk olmasından kaynaklanan 'ruhî hakikat' vardır. Bu 'hakikat' kâinatın tümünde aynı hakikattir ve dışta çoklu görünen kâinat özde tek bir gerçeklikten ibarettir. O 'kün-ol emirleriyle sürekli Allah' tan gelip Allah'a dönen ve görünmesi, ortaya çıkması için şiddetle ve hesaplanamaz bir hızla 'yok olup yeniden görünür kılınan' bir oluş, bir olaylar 'dizisi'dir. İşte, bu kâinatın varlığı ve taşıdığı nitelikler hiç bir zaman kendinden değil, bütünüyle Allah'tandır ve kâinat her şeyiyle Allah'a muhtaç bir durumdadır; bu bakımdan, şu anda varsa hemen bir sonraki anda da var olacak diye bir kural olmayıp, bunu belirleyecek olan da yalnızca Allah'tır. Demek ki, Rahim, Hakim, Razzak, Halik, gibi İlâhî İsimler'in tecellisinden ortaya çıkan ve bir boşluğu dolduran 'eşya' yığını değil de, sürekli ve art arda bir oluştan ibaret olan kanat bu isimlerin ötesindeki, daha doğru bir deyişle İsimler'i tanınması için 'ayet'leri olarak ortaya koyan bir 'Vahid'in, Hakk ve varlığı kendinden 'Var' demeğe lâyık tek Varlığa 'asılı' dır. Şu halde, temelde Var Olan Vahid Olan'dır, bu Vahid Olan isimlerini tecelli ettirerek kâinatı 'yaratır'; İsimler çok çeşitli varlıklara 'nefs' biçerler; ama bütün bu 'nefs'lerin gerisinde sadece Vahid vardır; hattâ 'var' demeğe lâyık, O'ndan başka hiç bir şey olmadığından bu Vahid 'Ehad'dir de. İşte, kâinattaki 'nefsi' çoklukların ötesindeki Vahid'i, Tek ve Mutlak Varlığı görebilmek TEVHİD'dir; demek oluyor ki, Tevhid çoklukları, nefsleri aşıp Küllî Hakikat'ı ve Hakk'ı görebilmektir. [402] Tevhid'i anlayabilen bir kişi kâinatın bütünüyle Allah'a bağlı olduğunu, varlığını O'nun var olmasından aldığını kavrar. Kâinataki bütün gözlerin, kulakların, ellerin ve ayakların O'nun olduğunu bilir. Tüm varlıkların 'nefs'leriyle O'nu gizleyen, ama bir bakıma da O'nu tanıtan birer 'ayet' olduğunu farkeder ve 'ayetler'e takılıp kalmadan zikr'le-, tefekkür'le ibadetlerle O’ na varmaya çalışır. Kendisnin O'nun karşısında bir 'hiç' olduğunu ve ancak O'na kul olmakla varlığını gerçekleştirebileceğini anlar; bütün gücüyle O'na kul olmaya çalışır:
“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün uzayıp kısalması ve birbiri ardısıra gelişinde lübb sahipleri için ayetler vardır. Onlar ayakta, oturarak ve yanları üzerine Allah'ı zikrederler ve göklerle yerin yaratılışını düşünürler; “Sen bunu 'batıl' olarak yaratmadın, Seni bundan tenzih ederiz, bizi ateş azabından koru, Rabbimiz, muhakkak Sen birini ateşe attın mı, onu perişan etmişsindir zalimler için yardımcı yoktur. Rabbimiz, muhakkak 'Rabbinte'e iman edin' diye nida eden münadiyi duyduk da iman ettik. Rabbimiz, günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve bizi 'birrlerle beraber vefat ettir. Rabbimiz, rasûllerine va'd ettiğini ver , bize ve bizi Kıyamet günü perişan etme; muhakkak Sen va'dinden caymazsın.” (A. İmran: 190-4).
Allah-ü Tealâ'nın tüm isim ve sıfatları sonsuz ve sınırsızdır; oysa sınırsızın tanınması mümkün değildir; işte Allah (C.C.) tanınmak için sınırsız sıfat ve isimlerine farazi bir hat çekerek kâinatı yaratmıştır; bu bakımdan, yukarıda belirttiğimiz gibi kainat Allah'ın isimlerinin tecellisinden ibarettir. Fakat, kâinatta -cinn ve İblis'in dışındaki- varlıklarda Allah'ın 'irade ve ilim’ sıfatları yoktur; oysa, Allah'ın bütünüyle tanınması ve tüm isimlerinin tecellisi için irade ve ilim sıfatlarına da mazhar bir varlığın bulunması gerekir; işte bu varlık da 'insan'dır. İnsanda 'irade ve ilim' sıfatlarının yanısıra, kâinatta cilvelenen tüm diğer îlâhî isimler de yansır. Bu bakımdan, insan kâinatın yoğun bir özetinden ibarettir, kâinata 'makro-kosmos' denirken, insana 'mikro-kosmos' denilir. Bedeni ve nefsiyle kâinatın dengi olan insan kalbiyle, irade ve ilmiyle kâinatı aşar, bu nedenle kâinattaki ve kendindeki ayetleri aşarak varlığının özüne inmesi(hicret) ve hem kendini, hem de Rabbi'ni tanımakla insan 'ademiyet'ine ulaşır. İnsana eşyanın bilgisine varma imkânı verilmiştir; bilmek kuşatmayı gerektirdiğinden, kâinatı bilen insan öz varlığıyla kâinattan daha büyüktür. Onun 'ruh'u kâinata tutulduğunda tüm kâinatı aydınlatır; bu yüzden güneşe Kur'an'da 'sirac-kandil', aya 'münir-ışık saçıcı' denirken, tüm isimlere sahip ve insanın en yetkin halinin temsilcisi olan Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V.).'ya (siracün münîr - ışık saçan kandil' denir. Şu halde, insan kâinatın hem ruhu, hem de aklıdır.
İradeye sahip olmak, önünde iki seçenek bulunmak demektir. Şu halde, tüm isimlerini yansıtarak ve böylece Kendi Beni'nin önüne farazi bir hat çekerek insanın 'ben'ini yaratan Allah (C.C,) insanın önüne iki yol açmıştır. Bu yollardan birisi insanın 'ben'ini Allah’ın önüne koyup, “Sen sensin, ben benim” demekle 'nefs' ini mutlaklaştırarak 'heva'sının, arzularının peşinden koşması, diğeri ise nefsinden ruhuna doğru hicretle Allah'a kul, kâinata efendi olmasıdır.
İşte, 'İlim ve özellikle irade'yle birlikte Allah'ın karşısında insana verilen 'benlik-nefs-ene' göklerin, yerin ve dağların yüklenmekten çekindiği büyük bir 'EMANET'tir. Bu 'emanet' öylesine ağırdır ki, nefsi aşmayı ve onun önüne Şeytan'ın çizerek süsleyip püslediği yola dalmadan Allah'a kul olmayı, görmesini O'nun görmesi, eylemini O'nun eylemi, iradesini O'nun iradesi haline getirmeği gerektirir. İşte, dağlar, gökler ve yer böyle bir 'emanet'i yüklenmekten kaçınmış, Allah'ın iradesine pasif bir teslimiyeti irade sahibi olarak kâinata efendilik yapmaya tercih etmişlerdir:
“Biz emanet'i göklere, yere ve dağlara sunduk da onu yüklenmekten kaçındılar ve ondan korktular, insan ise onu yüklendi. Muhakkak o çok zalim ve çok cahildir”(Ahzab: 72).[403]
İnsanın zalimliği ve cahilliği varlığını, bilgisini, yeteneklerini kendinden bilerek iradesini nefsinin yönünde kullanması ve böylece Allah'ın karşısında 'ben’ diyerek yeryüzünde tağutlaşmasına yol açar. Bu şekilde, kâinata varlık kazandıran Alah'ın isimlerindeki birliği görmeyerek her bir insanın 'nefs'ine yönelmesi tek tek bireyleri 'hakikat'ın ölçüsü haline getirir; dolayısıyla yeryüzünde insanlar sayısınca 'hakikat', insanlar sayısınca 'rabb ve melik'ler ortaya çıkar. Kuşkusuz herkesin 'ben' deyip kendini hakikatin ölçüsü ve 'rabbi kabul ettiği, iradesine nefsinin arzularıyla yön verdiği bir çevrede farklı farklı nefslerin, arzuların çatışması, bunun sonucunda da yeryüzünde fesat çıkması kaçınılmaz olur. Her insanın keyfince gitmesi tam bir 'anomi' doğuracağından bir takım güçlü, varlıklı, kurnaz ve zeki olanlar diğer insanlardaki 'insan üstü bir varlığa ibadet etme' ihtiyacından da yararlanarak yeryüzüne düzen vermeğe girişirler. Bu da insanların 'müstekbir-müstaz'af olarak ikiye ayrılması, zulmün ve fesadın 'kara ve denizi' kaplamasıyla sonuçlanır. Allah sınırsız bir rahmet sahibi olarak fesaddan, kullarının yeryüzünü ve kendilerini harap etmesinden hoşlanmaz; bu nedenle onlara hakikati gösterecek, Kendi yolu'na çağıracak elçiler gönderir. Bu elçiler insanın hayatını yönlendirecek, O'nu nefsin, arzularının ve başka insanların 'kulluğundan', (onlara İBADET etmekten) kurtaracak ilkelerle gelirler.
Kâinat'ta irade sahibi varlıkların, yani cin, şeytan ve insanın dışındaki tüm varlıklar - nuranî varlıklar olan melekler dahil - Allah'a tam bir teslimiyetle teslim olmuş durumdadırlar; bunlar Allah'ın kendilerine vahyettiği işlerini eksiksiz yerine getirmektedirler.
“..Sonra duman halindeki göğe yöneldi de, ona ve arza “ister isteyerek, ister istemeyerek gelin” dedi; “isteyerek geldik” dediler. Onları iki günde yedi gök haline getirdi ve her bir göğe işini vahyetti” (Fussüet: 12).
“Rabbin bal arısına”dağlardan evler edin, ağaçlardan ve yaptıkları kovanlardan da; sonra meyvelerden ye ve baş eğerek Rabbinin yolarına koyul” diye vahyetti” (Nahl: 68-9).
“Göklerde ve yerde olanlar O'na teslim olmuşlardır” (A. İmran: 83).
İşte, Allah'ın vahyi doğrultusunda hareket eden kâinattaki varlıklar Allah'a teslim olmuş durumdadırlar; yani onlar İSLÂM üzeredirler. İşte, Allah'ın elçileri insanları da İslâm üzere olmaya çağırırlar.
İSLÂM 'Se-Li-Me' fiil kökünden gelir; bu fiilin masdarı olan 'Silm’ 'selâmette olma, zahir ve batın afetlerden uzak bulunma, sulh, esenlik’ demektir. [404]İşte, kâinatta İslâm üzere olan varlıklar böyle bir 'sulh ve selâmet'in içindedirler; Allah'ın elçileri de insanları kendileriyle, hemcinsleri ve çevreleriyle kavgayı bırakıp afetlerden korunmaya, Allah'ın koruması altına sığmaya çağırırlar:
“Ey iman edenler! Hep birlikte silm'e girin, Şeytan'ın adımları ardınca gitmeyin. Muhakkak o sizin apaçık düsmammzdır” (Bakara; 208).
İnsana düşman olan Şeytan insanı felâketlere ve afetlere çağırır. Oysa Allah Selâm'dır, her şeyi selâmette kılmış, Kendi'ne teslim olan varlıklara sulh ve esenlik vermiştir. Onlar kendileriyle, çevreleriyle, kısaca her şeyle tam bir denge ve sulh içindedirler; herhangi bir acı ve ızdırap duymamaktadırlar. Aynı şekilde, iradelerini Allah'ın iradesi ve farazi benliklerini Allah'ın Ben'i, veya 'Hüve-O' içinde eriten Allah'ın kulları da böylesi bir sulh ve selâmet üzeredirler; Allah'ın Selâm ismi onlarda bütünüyle hakimdir:
“Alemler içinde Nuh'a selâm olsun! Musa ve Harun'a selâm olsun! İbrahim'e selâm olsun! Yasin Ailesi'ne selâm olsun!..” (Saffat: 79, 109, 120, 130..).
Allah'ın elçileri insanları da selâmete erdirmek, Allah'ın Selâm ismine herkesi mazhar etmek ve böylece yeryüzünde de sulh ve selâmeti gerçekleştirmek için onları Allah'a teslim olmaya çağırırlar. Bu çağrıya icabet edenler, çağrının muhtevasını kalben kabul etmiş ve ona bağlanmış olurlar ki, bu da 'itikat' şeklinde İMAN' dır.
İman'ın niteliği İslâm alimleri tarafından çok tartışılmıştır. Bazıları “İman kalben tasdiktir” derken, bazıları “yalnızca dille ikrardır” demiş, daha başkaları “kalple tasdik dille ikrardır” tanımında bulunurken, “kalple tasdik, dille ikrar, gereğiyle ameldir” şeklinde tarif edenler de olmuştur. [405]
Bizce, “İman bütünüyle ameldir” diye Hadis ehlinin görüşü daha doğrudur. Bu konuda şu tür hadislerle karşılaşıyoruz:
“Ma'rifet kalbin fiilidir, çünkü Allah şöyle buyutut: “Lâkin Allah sizi kalplerinizin kazandığıyla sorguy. çeker”(5).
“Cennet ehli Cennet’e, ateş ehli ateşe girer ve sonra Allah “kalbinde hardal tanesi kadar iman olanı ateşten çıkarın” der.”(6) [406]
“Rasûlüllah'a “hangi amel daha faziletlidir” diye soruldu: “Allah'a ve Rasûlû'ne iman” dedi.” (7)[407]
İmam-ı Buharı Sahih'inde “İman ameldir; çünkü, Allah “bu cennet ki, ona yaptıklarınızla varis olursunuz” buyuruyor ve bazı ilim ehli “Rabbine andolsun, onların hepsine yaptıklarından sorarız” ayeti hakkında “Lâ ilahe ill Allah” sözünden” dediler babı” adlı bir bab da ayırmıştır. [408] Demek ki, insanlar yalnızca yaptıklarından, yani amellerinden sorulacaklardır. Amelin tamamı da 'Lâ ilahe ill'Allah'tır, yani 'iman'dır.
Cafer es-Sadık da aynı şekilde “iman nedir, amel midir, yoksa amelsiz söz müdür?” sorusuna “iman tümüyle ameldir, söz bu amelin bir' parçasıdır” şeklinde cevap vermiş ve bunu şöyle açıklamıştır:
“İman haller, dereceler, tabaka ve menzillerdir. Allah Tebareke ve Tealâ imanı Ademoğlu'nun azalarına farz kılmış ve her bir azaya ondan bir kısmı taksim etmiştir. Bunlardan ilki kalptir ki, insan onunla akleder, onunla fıkheder ve onunla anlar, o azalarının ancak onun emriyle hareket ettiği bedenin emiri durumundadır. Bu azalar iki göz, iki kulak, iki el, iki ayak, fecr, dil ve kendinde yüzün bulunduğu baştır. Bunlardan her biri imandan bir bölüme vekil kılınmıştır.
“Allah kalbe imandan ikrar, ma'rifet, akd, rıza ve teslimi farz kılmıştır; o “ilâh yok, ancak Allah vardır, ortağı yoktur, tek bir ilâhtır, bir arkadaş ve çocuk edinmemiştir; Muhammed O'nun kulu ve rasûlüdur” diyerek teslim olup rıza göstermeli, buna bağlanmalı ve kitap ve nebilere inanmak gibi Allah katından gelen her şeyi de kabul etmelidir. Allah'ın kalbe ikrar ve ma' rifet olarak farz kıldığı budur ve bu onun amelidir. Allah, şöyle buyurur: “Kalbi imanla mutmain olup, zorlanan hariç; göğsünü küfre açan ise..” “Dikkat edin, kalpler Allah'ın zikriyle mutmain olur.” “Ağızlarıyla iman edip, kalpleri iman etmeyenler..” İşte, Allah'ın ikrar ve ma'rifet olarak imandan kalbe farz kıldığı budur ve bu imanın başıdır. Allah dile sözü ve kalbin itikad ve ikrarını belirtmeği farz kılmıştır. Şöyle buyurur O:
“İnsanlara husn söyleyin.” “Allah'a ve bize indirilene ve size indirilene iman ettik; ilâhımız ve ilâhınız birdir, biz O'na teslim olmuşlarız” deyin. “İşte bu da dilin amelidir. Allah kulağa Kendisi'nin haram kıldıklarını duyup onlardan uzak kalmayı, nehyettikierirden de uzaklaşmayı ve halâlları ve güzel şeyleri duyup onları dinlemeği farz kılmış ve şöyle buyurmuştur:
“Muhakkak Kitap'ta size indirdi ki, Allah'ın ayetlerine küfr edildiğini ve onlarla alay edildiğini duyduğunuzda başka bir söze dalmalarına değin onlarla oturmayın.” Sonra Allah unutma durumunu bundan istisna etti: “Eğer şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra zalimler kavmiyle oturma.” Yine, şöyle buyurdu O:
“Sözü işitip onun en güzeline uyan, kullarıma müjdele; onlar Allah'ın hidayet ettikleridir ve onlar lübb sahipleridir.” “Muhakkak mü'minler kurtuldu; onlar namazlarında huşu içindedirler. Onlar lâğv'den kaçınırlar. Ve onlar zekâtı yerine getirirler (zekât için işlerler).” Yine şöyle buyurdu:
“Boş söz(lâğv) işittiklerinde ondan yüz çevirirler ve “bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz size” derler. “Boş söze uğradıklarında kerim olarak geçip giderler.” Bu da Allah'ın imandan kulağa farz ettiğidir ve bunlar kulağın amelidir. Allah göze haram kıldıklarına bakmamayı ve helâl kılmadıklarından uzak durmayı farzetmiştir. Bu onun amelidir ve imandandır. Şöyle buyurur O:
“Mü'minlere gözlerini sakınmalarını ve ferclerini korumalarını söyle.” ”Mü'min kadınlara gözlerini sakınmalarını ve ferclerini korumalarını söyle.” Gözün sakınılıp fercin korunması, başkalarının avret yerlerine bakmamak ve kendi avret yerlerinin de görülmemesini sağlamaktır. Kur'an'da ferci korumak konusundaki diğer emirler zinadan korumak, ama bu ayette bakılmaktan korumaktır. Allah ellere haram kıldıklarını tutmayıp, emrettiklerini tutmayı emretti ve sadaka, sıla-i rahm, Allah yolunda cihad ve namaz için taharette her iki ele de bazı şeyler farz kıldı; şöyle buyurdu O:
“Ey iman edenler, namaza kalktığınızda yüzlerinizi, dirseklere kadar ellerinizi yıkayın..” “Küfredenlerle karşılaştığınızda boyunları vurma var, ta ki onları sindirinceye değin. O zaman bağı sıkıca bağlayın; artık ya lütfen bırakır, ya da fidye alırsınız; harp, ağırlıklarını bırakıncaya kadar.” Vurmak elledir, bu da Allah'ın imandan ellere emrettiğidir. Allah ayaklara Kendi'ne isyana yol açacak şeylere gitmemeği emredip, razı olacağı şeylere yürümeği farz kıldı ve şöyle buyurdu:
“Yeryüzünde böbürlenerek yürüme; ne yeri delebilirsin, ne de dağların boyuna ulaşabilirsin.” “Yürüyüşünde iktisad üzere ol ve sesini kıs, doğrusu seslerin en çirkini eşşeğin sesidir.” Allah yüze gece ve gündüz namaz vakitlerinde Kendi'ne secd etmeği farz kıldı ve şöyle buyurdu:
“Ey iman edenler! Rükûya varın, secde edin, Rabbiniz'e ibadet edin ve hayrı işleyin, umulur ki kurtulursunuz.” Bu yüz, İki el ve iki ayağın hepsi üzerine borçtur. Bir başka yerde şöyle buyurdu O:
“Muhakkak mescidler Allah içindir, o halde Allah'tan başkasını çağırmayın.” Allah taharet ve namazdan bedenin azalarına farz kıldıklarını farzetti ve öyle ki, Nebîsi'ne Beyt-i Makdis'ten Kabe'ye döndürdüğünde “Allah imanınızı zayi edecek değildir; muhakkak Allah insanlara karşı çok acıyıcı ve çok merhametlidir” buyurdu; burada namazı iman olarak adlandırdı. İşte, kim azalarına Allah' in imandan emrettiklerini yaptırır ve böylece Allah'a kavuşursa tam bir imanla kavuşmuş olur ve Cennet ehlindendir; kim de Allah'ın emirlerinden bazılarına ihanet ederse eksik imanla Allah'a varır.” [409]
Alıntıladığımız bu uzun açıklama imanın artıp eksilmesi sorununu da cevaplamaktadır. Görüldüğü gibi, imanın ana merkezi kalp olup, marifet, kabul ve tasdikin aracıdır. Bu kabul kalpte ne kadar'güçlü olursa , bedenin azaları da imandan üzerlerine düşeni o derecede yerine getirirler. İmanın kalpte güçlenmesi de bedenin üzerine düşeni yapmasıyla, tefekkür, zikr ve her türlü ibadetlerle mümkündür. O halde, imanda kuşkusuz bir artma ve eksilme söz konusudur. Ehl-i Sünnet kelâmcıların çoğu böyle bir şeyi kabul etmemişlerse de, onlar öncelikle basit bir kabulden ibaret olan ve ağızla “Lâ ilahe ill'Allah” demekle yerine getirilip, kişinin kanım ve malım 'haram' kılan imanı söz konusu yapmışlar ve bununla gerçek imanı kasdetmemişlerdir. ' İman birinci derecede böyle bir kabulden ibarettir. İslâm'ın egemen olduğu bir toplumda 'Lâ ilahe ili'Allah' deyip İslâm'ın hakimiyetini kabullenene öncelikle “Müslüman” denilir ve bu kişi iman'a, izafe olunur, yani kendisine 'mü'min' muamelesi yapılır. Nitekim hadis-i şeriflerde “Ben “Lâ ilahe ill'Allah deyinceye kadar insanlarla savaşmakla emr olundum, bunu dediklerinde canlarını ve mallarını benden kurtarırlar, hesapları ise Allah'a kalmıştır” [410] buyurulmuştur. İşte bu ilk derecede iman, daha doğrusu İslâm, İslâm Dini'nin hakimiyetine teslim olmaktır. Ama böyle bir kişi münafık da olabilir; gerçekten mü'min olup olmadığını Allah bilir. Fakat, bu kişi, özellikle namaz da kılıyorsa tekfir edilmez. Bu konuda Kur'an'da şöyle Duyurulur:
“Bedeviler iman ettik” dediler. De ki, “siz iman etmediniz, fakat “İslâm olduk” deyin, fakat henüz iman kalplerinize girmedi..” (Hucurat: 14).
“Ey iman edenler! Allah yolunda sefere çıktığınızda iyi anlayıp dinleyin ve size selâm verene dünya hayatının geçici menfaatini gözeterek “sen mü'min değilsin” demeyin,.” (Nisa: 94).
İşte, diliyle “Lâ ilahe ill'Allah” diyen insan öncelikle müslümandır ve iman'a. izafe olunarak mü'min kabul edilir, kendisi tekfir olunmaz. Yalnız gerçekten 'mü'min' olup olmadığı bilinmediğinden 'müslüman' olarak isimlendirilir. Bu konuda gelen bir rivayette Sa'd b. Ebî Vakkas şöyle der: “Rasulüllah bir defasında insanlar arasında taksimde bulundu. “Ya Rasûlellah, falana da ver, çünkü o mü'mindir” dedim. Bunun üzerine Nebi “müslim de” buyurdu. Ve bu konuşma bu şekilde aramızda üç kez sürdü, Rasûlüllah üç kez “müslim de” buyurdu.” [411]
“Lâ ilahe ill'Allah” diyen kişi tekfir olunmaz. Rasûlüllah münafıklara “Müslüman” muamelesi yapmıştır. Aynı şekilde, Üsame b. Zeyd bu konuda başından geçen bir olayı şöyle anlatmaktadır:
“Rasûlüllah bizi bir seriyye içinde göndermişti. Cüheyne kabilesinden Hurukat'a bir sabah baskını yaptık; o sırada ben bir adama eriştim. O “lâ ilahe ill'Allah” dedi, fakat ben kargımı ona sapladım. Bu işten gönlüme bir şüphe düştü ve bunu Rasûlüllah'a söyledim. Rasûlüllah “Lâ ilahe ill'Allah” dediği halde onu niçin öldürdün?” dedi. Ben de, “ o bunu silâhtan korktuğu için söyledi” dedim. “Onun kalbini yardın da, bunu neden söyleyip söylemediğini mi öğrendin” buyurdular. Bunu o kadar tekrar ettiler ki, keşki henüz o gün müslüman olmuş olaydım diye temenni ettim.” [412]
İmam Muhammed el-Bakır idman kalpte karar bulan ve kendisiyle Allah'a kul olunan, amelin Allah'a itaat ve emrine teslimiyetle kendini doğruladığı şeydir, İslâm ise söz veya davranışla zahir olandır. Her fırkadan insanlar (İslâm toplumu içindekiler) İslâm üzeredir ve onunla kan akıtılmaktan korunur, miras paylaşılır, nikâh caiz olur. Namaz, zekât, oruç ve hacc üzerinde İslâm olarak ittifak edildi. İslâm'la küfr'den çıkılır ve iman'a, izafe olunur. İslâm iman'la, müşterek değildir, fakat îman islâmla, müşterektir” derken, İmam Sadık ise, '”İman dille ikrar, kalple itikad(bağlanma) ve erkânıyla ameldir. İman bir evdir, İslâm bir evdir, küfr de bir evdir. Kul mü'min olmadan müslim olur ve müslim olmadan mü'min olunmaz. Kul Allah'ın nehyettiği günahlardan birini işlediğinde iman'dan çıkar ve iman ismi kendinden düşer; İslâm ismi ise üzerinde kalır. Eğer tevbe ve istiğfar ederse iman'a döner. İnsanı küfr'e düşürense ancak gerçek kendine iyice belli olduktan sonra diretmek ve haramı helâl, helâli haram kabul etmektir” açıklamasında bulunur. [413]
Küfr bahsinde belirttiğimiz gibi, Allah'ın yasaklarını çiğnemek insanı fiilî küfr'e düşürmektedir. Nesh konusunu anlatırken aktardığımız ayetlerin de ifade ettiği üzere, İslâm'ın hakim olduğu bir toplumda “ölçüde tartıda hile yapmak, zina etmek, yetimin malını yemek, bile bile bir mü'mini öldürmek, mü'min ve suçsuz kadınlara iftira atmak” gibi ameller karşısında cehennem, va'd edilmekte ve bunlar küfr gerektirici ameller olarak değerlendirilmektedir. Aynı şekilde, Hacc emrinden sonra “kim terk ederse” anlamında “kim küfr ederse” buyurulmakta(A. İmran: 97), Maide Suresi beşinci ayette ise helâl ve haramlar açıklandıktan, kadınlarla evlenmek için kurulacak ilişkinin sınırları çizildikten sonra “kim imana küfrederse” denilerek, imandan sonra emredileni yapmamak ve nehyedileni işlemekle İman'ın gereğinin yerine getirilmemesinin imana küfr, yani imanı gizleme, onu örtme demek olduğu ifade edilmektedir. Yine, hadislerde hayanın, cihadın, orucun, kadir gecesini İhya etmenin, cenazeye katılmanın... imandan olduğu belirtilmekte, ünlü bir hadiste de “Kişi mü'minken zina etmez, mü'minken çalmaz..” [414]buyurulmakta, yine daha başka hadislerde “Mü'min'e sövmek fısk, onunla savaşmak küfürdür.” “Benden sonra birbirinizin boynunu vurarak kâfirlere dönmeyin” [415] denilmektedir. Bütün bunlar, sahih rivayetlerle gelen “İman dille ikrar, kalple tasdik (itikad) ve erkânıyla ameldir” [416] hadisinin ifade ettiği gerçeğin değişik yönleridir.' İşte, gerek .İslâm'ın hakim olduğu bir toplumda bu hakimiyete boyun eğerek “Lâ ilahe ill'Allah” denmiş olsun, gerek İslâm davetçisinin davetine “Lâ ilahe ili'Allah' diyerek bağlanılmış olsun, böylece kişi İslâm'e, girer ve iman'a. izafe olunur. Bundan sonra, eğer 'münafık' değil de kalben tasdikinde samimiyse “Ey iman edenler” denilerek gelen emirleri yerine getirmek, yasaklardan da kaçmakla,, hattâ din tekerleğinin çubukları olan zikr, tefekkür, ihlâs, zühd gibi yollarla ve nafile amellerle hem İman'dan bedeninin azalarına düşen kısımları yerine getirir, hem ma'rifete ulaşır ve kalbindeki tasdiği güçlendirir. İşte bu iman'ın artmasıdır; kişi sürekli aynı durumda kalamayıp zaman zaman geriye doğru adımlar da atar. Nefsine ve şeytana uyarak yasakları çiğner, emirleri yerine getirmez, bu da imanın eksilmesidir. “İman artmaz, eksilmez” şeklinde hadisler rivayet edilmişse de, bunların uydurma olduğu belirtilmiş, fakat güvenilir hadisçiler “İmanın artılıp ekşiteceğini” belirterek, bu konudaki rivayetlerin sıhhatinde ittifak etmişlerdir. [417]Nitekim, bu husus Kur'an'da şu ayette en belirgin biçimde ortaya konur:
“İttika edip iman ettikleri ve salih ameler işledikleri, sonra ittika edip iman ettikleri, sonra itika edip ihsanda bulundukları takdirde..” (Maide: 93).
Takva ve ihsanı da anlatırken belirtiğimiz gibi, kişi Allah'tan korkarak O'na sığınır; bunun üzerine iman eder ve kalbî kabul şeklindeki bu imanını bedenine yayarak salih amelerde bulunur. Böylece takvası artar ve “Ey iman edenler, iman edin..” ayetinde de ifade olunduğu üzere, yine iman eder ve takvası daha da güçlenir ve ihsan mertebesine ulaşır. İşte, gerçek iman budur, kurtulmaları, kesin olanlar bunlardır ve Kur'an bunların niteliklerinden şöyle söz eder:
“Allah'ın ahdini yerine getirenler ve misakı bozmayanlar; Allah'ın birleştirmesini emrettiği şeyi birleştirenler, Rabblerine huşu duyanlar ve hesabın kötülüğünden korkanlar; Rabblerinin teveccühünü dileyerek sabredenler, namazı kılanlar, kendilerini rızklandırdığımız şeylerden gizli ve açık infak edenler ve kötülüğü iyilikle yok edenler...” (Ra'd: 20-22)
. “Onlar görmeden Rabbleri karşısında huşu duyarlar ve Saat'ten titrerler” (Enbiya.: 49).
“Namazlarında huşu içindedirler; lağviyattan yüz çevirirler; zekâtlarını yerine getirirler (zekât-arınma için yaparlar); perelerini korurlar...emanetlerine ve ahâlerine riayet ederler; namazlarına devamlıdır…”(Müminun: 1-9).
“Rabblerine haşyet içinde titrerler.. Rabblerine döneceklerinden kalpleri titreyenler. Hayırda yarışırlar ve ileri giderler” (Mü'minun: 57-61).
“Rahman'ın kulları yeryüzünde alçakgönüllülük içinde vakarla yürüyenler ve cahiller kendilerine muhatap olduklarında 'selâm' diyenlerdir. Rabbleri için secde ve kıyamda geceleyenlerdir... İnfak ettikleri zaman ne aşırı gidip ne de cimrilik eden ve bu ikisi arasında orta yol tutanlardır; Allah dışında başka bir İlâh çağırmayanlar, Allah'ın haram kıldığı nefsi hakk dışında öldürmeyenler ve zina etmeyenlerdir. Yalana şahitlik etmeyenler, boş ve kötü lâkırdıya rastladıklarında vakarla geçenlerdir..” (Furkan: 63-72).
“Büyük günahlardan ve fevahişten kaçınırlar ve öfkelendiklerinde bağışlarlar; Rabblerine icabet ederler, namazı kılarlar ve işleri aralarında şura iledir, kendilerine rızk olarak verdiğimizden infak. ederler; kendilerine bir taşkınlık yapıldığında yardımlaşırlar” (Şura: 36-9).
“Ayetlerimize ancak, anıldıkları zaman secdeye kapanıp, büyüklenmeden Rabblerini hamd ile teşbih edenler inanır; yanları yataklardan uzaklaşır, Rabblerine korku ve umutla dua ederler.”(Secde: 15-16).
“Geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak boyun büken, Ahiret'ten çekinen ve Rabbinin rahmetini uman..” (Zümer: 9).
“Gecenin az bir kısmında uyurlar, seherlerde istiğfar ederler” (Zariyat: 17-8).
“Adaklarını yerine getirirler ve şerri yaygın olan bir günden korkarlar; sevdikleri halde miskine, yetime ve esire yedirirler; “biz sizi Allah'ın yüzü için doyuruyoruz, sizden karşılık veya teşekkür beklemiyoruz, doğrusu biz surattan astırdıkça astıran bir günden korkarız”(derler)” (İnsan: 7-10). İmanın artıp eksilmesiyle ilgili olarak Kur'an'da da açık ayetler vardır:
“Mü'minler, Allah anıldığı zaman kalpleri ürperenler ve O'nun ayetleri kendilerine okunduğunda imanları artanlar ve Rabblerine tevekkül edenlerdir” (Enfal: 2).
“Ne zaman bir sure indirüse, içlerinde “bu hanginizin imanını artırdı?” diyen olur. İman edenlerin imanını artırmıştır o..” (Tevbe: 124.).
“Mü'minler orduları gördükleri zaman “bu Allah' In ve Rasûlü'nün bize va'd ettiğidir; Allah ve Rasûlü doğru söylemiştir” dediler ve bu onların ancak iman ve teslimiyetteniz artırdı” (Ahzab: 22). İman arttığı gibi, küfr ve münafıkların hastalıkları da artar:
“Onların kalplerinde hastalık vardır ve Allah hastalıklarını artırdı” (Bakara: 10).
İşte, iman'dan her azaya farz kılınan bölümler ve özellikle İslâm dininin toplumsal düzeyde uygulanmasında farz-ı kifaî hükmündeki kurallar -yöneticilik ve diğer işler gibi- insan üzerinde birer EMANET'tir. öncelikle insanın benliği kendine bir emanettir ve insan Allah'tan aldığı benliğini ve varlığını Allah'a satarak bu emanet'i yerine getirmelidir. İkinci olarak, imandan azalarına düşeni yaparak bu emanet'i yerine getirmeli; üçüncü olarak da, kendine koruması veya bir başka nedenle tevdi edilen, herhangi bir eşyaya veya göreve ihanet etmeyerek, bu emanet'i yerine getirmeli, dördüncü olarak özellikle toplumsal hayatta emr'i, emaret ve diğer kamu görevlerini ehline vererek bu emanet'i de yerine getirmelidir:
“Muhakkak Allah size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emreder..” (Nisa: 58).
Bu şekilde’ emaneti yerine getiren kişi emin kişidir. Allah'ın risaleti en önemli bir emanettir ve bu da bütünüyle emin olan elçiler aracılığıyla, yine bütünüyle emin olan nebilere tevdi edilir:
“Onu Er-Ruh'ul-Emin indirdi, kalbine uyarıcılardan olasın diye” (Şuara: 193).
“Muhakkak ben size emin bir rasûlüm” (Şuara: 107, 125, 143, 162..).
“Emin, mü'min ve emanet” kelimelerinin kendinden türediği “Emn”, her türlü korku ve şüpheden uzak olmak; bütünüyle mutmain bulunmak demektir. [418] Öncelikle mü'min, yani her şeyin kendine emanet edildiği ve emanete, söze asla ihanet etme ihtimali olmayan ve her türlü emniyetin kaynağı olan Allah'tır. İnsanlar ise kendilerine emanet edilen öz varlıklarına ve bu öz varlığı gerçekleştirmek için Allah'ın başta kalp olmak üzere bedenlerinin tüm azalarına yüklediği emanet'e riayet ederek mü'min olurlar. Azalarından kalp emaneti yerine getirmezse o mü'min de müslim de olamaz. Diğer azalarının ihaneti ölçüsünde ise mü'min ve güvenilir olma sıfatından kaybeder.
Bu şekilde, her azasıyla emaneti yerine getiren insan bütünüyle Allah'a teslim olmuş, silm'e girmiş ve emanet'i yerine getirme kural ve yollarının bütünü olan İslâm'ı gerçekleştirmiş demektir. Demek ki, İslâm din olarak, mü'min olma kural ve yollarının bütünüdür. Ve, tam anlamıyla mü'min olan insan tam olarak İslâm'ı gerçekleştirmiş, tam anlamıyla müslim olmuş insandır ve onun görevi de budur:
“Ancak müslimler olarak can verin” (Bakara: 132).
“Canımı müslim olarak al ve beni salihlere kat” (Yusuf: 101).
İşte İslâm din olarak, kainataki tüm varlıkların tabi olduğu ve insandan da iradesiyle tabi olması istendiği 'hayat'tır, yaşama yoludur. Kâinattaki varlıkların hayatı İslâm'dır ve insan da hayatını, bütünüyle İslâm'a göre ayarlamak, İslâm'ı hayatına 'hayat' yapmakla yükümlüdür. Bunu gerçekleştirdiğinde önce kendi içinde selâm'a,, selâmete kavuşur; sonra’ bu insanlardan kurulu toplum bir selâm toplumu ve yaşadıkları
yer de selâm yurdu (Dar'üs-Selâm) olur. Fakat, her hal û kârda yeryüzünün selâm yurdu olması güç olduğundan, gerçek Selâm Yurdu Cennet'tir; çünkü orada “fenasız beka, fakrsız gına, hastalıksız sıhhat ve zilletsiz izzet” [419] vardır. Allah da insanları bu yurda çağırır:
“Allah Selâm Yurdu'na çağırır” (Yunus: 25).
Selâm kendine ulaşmaya çalışan müslümanlar arasında da yayılması gereken bir şiardır; müslümanlar birbirlerine selâm vermekle, onların kendilerinde, yeryüzünde ve Cennet'te selâm üzere olup, dar'üs-Selâm'a. kavuşmaları için dua etmiş olurlar. Kendinde selâm durumunu gerçekleştirenlerin, yani bütünüyle iman edip İslâm üzere olabilenlerin kalbi selim kalptir; her türlü rics'ten, kir, pas ve şüpheden uzak bir kalptir; kurtulmak için de kalb-i selim sahibi olmak gerekir:
“O gün ne mal, ne de oğular fayda verir; Allah'a selim kalpte gelen dışında” (Şuara: 88-9).
Allah'ın vahyettiği İslâm'a karşılık Şeytan da insanlardan edindiği velilerine kendi dinini vahyeder. Eğer insanlar bu dine uyarlarsa Şeytan'a ibadet etmektedirler. Kur'an Şeytan'a ibadeti men eder;
“Ey Adem oğulları! Ben Şeytan'a ibadet etmeyin diye size ahd vermedin mi? (Yasin: 60).
Alah'ın imandan insanın her bir azasına yüklediği emanetleri yerine getirmek, bunları yerine getirmenin yolunu ve kurallarını bildiren dini İslâm'ı yaşamak Allah'a ibadet etmektir ve bütün peygamberler insanları Allah'a ibadet etmeğe çağırmışlardır. Yani, ibadet iman’ın yaşanma biçimidir; kalbin itikadı dışında bedenin kalan azalarıyla ortaya konan imandır.[420]
İnsanın mü'min ve müslim olmasıyla yeryüzünde de Allah'a ibadet edilmiş olunur. Kevnî yönden insan dahil her varlık Allah'a ibadet ediyorsa da, teşriî yönden insan şeytan'a da ibadet edebilir. Fakat, onun fradesiyle Allah'a ibadet etmesiyle Allah'ın ilâh, melik ve rabb isimleri insanın hayatında da egemen olur; kâinatın yönüne olduğu gibi yeryüzüne de teşriî düzlemde ancak Allah tasarruf eder ve böylece fiilî alanda da Tevhid gerçekleşir. [421]
Lûgatta bir şeyin safisini, yani en safî, en katışıksız özünü almak demektir. Tasfiye, bir şeyin karışığını, bulanığını yok edip, temiz olan yanını çıkarmak, safî olanı karışık olandan ayırmak, istifa da en saf olanı çekip almaktır. Bir madeni tasfiye edip cevherini almak bir ıstıfa, o cevherlerin arasından herhangi bir şeye en elverişli olanını seçmek de bir istıfadır. Şu halde istıfa'da hem bir temizleme, saf ve halis olanı katışık olandan ayırıp alma, hem de belli bir işte kullanmak üzere en saf ve katışıksız olanı seçme anlamı vardır.
İstıfa daha baştan saf ve temiz olarak yaratmayı ifade ettiği gibi, kötü niteliklerden ve kirlerden temizleyerek, saf olanı ortaya çıkarıp almayı da ifade eder. Kâinat'a baktığımızda mertebe mertebe yayılmış varlık türlerini görürüz. Sözgelimi, yeryüzünde 'mevalid-i selâse' denilen madenler, bitkiler ve hayvanlar vardır; ve bunların her birini diğerinden ayıran belli özellikler söz konusudur. Öyle ki, maden cevherleri çeşitli madenleri oluşturmuş, sonra madenler belli bir süzülmeye tabî tutularak bitkileri, bitkiler yine süzüle süzüle hayvanları, hayvanlar da süzüle süzüle insanı meydâna getirmiş gibidir. [422] Fakat burada 'evrim' teorisindeki gibi türden türe bir atlama değil, kendi içlerinde kendilerine özgü nitelikleri olan türler arasında safilik dereceleri vardır. Yeryüzündeki varlıkların ana kaynağı su, sonra da toprak olarak kabul edilmektedir. Gerek madenlerin, gerek bitkilerin, gerekse hayvanların ve insanın maddî kökeni topraktır. İşte, topraktaki madenlere vücut veren maddi öz süzülerek bitkileri, bitkilerde yeniden istifaya, tabi tutularak hayvanları ve hayvanda yeniden istıfa'dan geçirilerek insani meydana getirmiştir. Bu bakımdan, bitkilerde madensel, hayvanlarda madensel ve bitkisel, insanda ise madensel, bitkisel ve hayvansal nitelikler vardır. Varlığın istıfa'dan. geçirilen maddî özü bitkilerde belli bir hayat kazanırken, hayvanlarda bütünüyle organik bir hayata kavuşmuştur. Kur'an'da insanın yaratılışından söz edilirken 'toprak, tın tın eden kuru çamur, cıvık balçık, şekil verilmiş çamur, çamurdan bir öz ve hakir bir su' gibi maddî kökenlerin adı geçer. Bu köken ilk insan Hz. Adem için söz konusu olduğu gibi, bütün insanlar için de söz konusudur. Adem'e gelinceye değin onun yapısal kökenini oluşturan 'madde' 'toprak, kuru çamur, cıvık balçık, şekil kabul eden çamur' gibi istifa aşamalarından geçtikten sonra Hz. Adem'e Hz. İsa'da olduğu gibi babasız olarak vücut kazandırmıştır. Her insanın çekirdeği durumundaki baba ersuyu da bitki ve hayvanlardan alınan besinlerden meydana gelmekte, şu kadar ki, Hz. Adem'den farklı olarak bir erkeğin belinden bir kadının rahmine ilka edilmek suretiyle insanın maddî kökenini oluşturmaktadır. Bu ersuyunun ana kaynağı yine topraktır; çünkü o bitkilerden ve hayvanlardan alınan besinlerden meydana gelmektedir; bunların temel kaynağı ise topraktır. Şu halde, her insanın maddî kökeni madenlerden bitkilere ve bitkilerden hayvanlara belli aşamalardan geçmekte ve istıfaya, tabi tutulmaktadır.
Açıkladığımız bu istıfa'dan ayrı olarak, insanlar içinde de manevî bir istıfa söz konusudur. Her insan maddî yönden birbirinin aynı olmadığı gibi, manevî yönden de birbirinin aynı değildir. Onların içinde gerek fizikî yetenek ve beceriler, gerekse manevî nitelikler açısından, belki insanlar sayısınca mertebeler bulunmaktadır. Bu mertebelerde insanın maddî kökeninin de etkisi yok değildir. Eğer insanın maddî kökenini oluşturan 'nutfe' 'haram' gıdalardan oluşmuşsa, insanın manevî derecesine elbette etki edecektir. Şu kadar ki, bu da temelde kişinin manevî duyarlılığı ile alâkalıdır. O halde, İnsanlar arasında bazılarının seçilmesi bizzat Allah tarafından olmaktadır ve bunlar bizzat Allah tarafından tathir edilip seçilmiş (ictiba) ve istıfaya tabi tutulmuş, yani doğuştan saf, temiz yaratılmış kişilerdir:[423]
“Gerçekten Allah Adem'i, Nuh'u, İbrahim Ailesi'ni ve İmran Ailesi'ni alemler üzerine istıfa etti. Birbirinden bir zürriyet olarak ve Allah işitendir, bilendir” (A. Îmran: 33-4).
İşte, Allah diğer insanların da temizlenmesi için Adem, Nuh, İmran ve İbrahim Ailesi'ni bizzat tathir edip saf, mutahher yaratmış ve onları alemler üzerine istıfa etmiştir. Haramlardan kaçman İnsanların zürriyetleri de belli ölçülerde temiz olup, bu yönleriyle başkalarına karşı daha farklıdırlar. Öyleyse, temiz sulplerden gelen ve bu temizliği devam ettiren zürriyetlerin karışık ve bulanık sulplerden gelen zürriyetlere nisbetle farklı olması son derece tabidir. Bu aynı zamanda çocuğun kişiliği üzerinde anne-babanın etki derecesini de gösterir.
Allah bizzat seçip mutahher ve tahîr yarattığı bir zürriyeti alemler üzerinde istıfa ederek, diğer insanların da temizlenmesi için dupduru bir su niteliğindeki vahyini bu zürriyetten gelenlere emanet etmiş, onlar da aldıkları şekilde bu suyu başkalarına aktarmışlardır. Bu zürriyyet bütünüyle Mustafa (istıfa olunmuş) bir zürriyettir. Bu "bakımdan, bu özel olarak seçilmişlerin babaları gibi anneleri de istifa edilmiş olmak durumundadır; çünkü çocuğun maddî kökeninde annenin de etkisi vardır. Burada yeri gelmişken belirtmeliyiz ki, Kur'an'da Hz. İbrahim'in 'eb'i olarak geçen Azer onun öz babası değildir. Bu istıfa'ya ters düştüğü gibi, Kur’an da bu konuda gerçeği açık olarak ortaya koymaktadır. Şöyle ki: Arapça'da ‘eb’'baba' anlamına geldiği gibi, 'amca, dede, babalık' gibi anlamlara da gelir. İşte, Azer İbrahim için böyle biriydi. Allah müşrik olduğundan Azer'e istiğfarda bulunmasını İbrahim'e yasaklamıştı. Fakat onun ömrünün sonlarında Kabe'yi yaparken “Rabbimiz, hesabın görüleceği gün beni, valideyn'imi ve mü’minleri bağışla” (İbrahim: 41) diye dua ettiğini Kur'an'da okuyoruz. Arapça'da 'valid' öz baba demektir. İşte, Azer İbrahim'in 'öz baba'sı değil, amcası veya annesinin babası olmak ihtimali vardır.
Bu zürriyet içinde de pakın pakı olmaya doğru -daha çok manevî mertebeler yönünden- bir -istifa daha söz konusudur. Kur'an'da “Andolsun ki, biz nebîlerin kimini kimine üstün kıldık” (İsra: 55); “O Rasûller ki, kimini kimine üstün kıldık”(Bakara: 253) buyurulurken, Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V.) de, “Ben Abdülmüttalip oğlu Abdullah oğlu Muhammed'im. Allah yaratıkları yarattı ve beni onların en hayırlıları içinde kıldı; sonra onları iki gruba ayırdı ve beni onların hayırlısının içinde kıldı. Sonra onları kabilelere ayırdı ve beni en hayırlı kabile içinde kıldı. Sonra onları evlere ayırdı ve beni en hayırlı evin içinde ve onlann en hayırlısı kıldı”; “Allah İsmail Oğullarından Kinane'yi seçti, Kinaneden Kureyş'i seçti, Kureyş'ten Haşim Oğulları'nı seçti, Haşim Oğulları'ndan da beni seçti” buyurmaktadır. [424] Yine bir başka hadis-i şerifte, “Nebiler anaları ayrı, babaları bir evlâddırlar, kardeştirler” [425] buyurulurken, yine Buharî'nin “Ben devirden devre ve aileden aileye intikal eden Adem Oğulları soylarının en hayırlısından gönderildim. Nihayet, şu içinde bulunduğum soydan geldim” hadisinin açıklamasında Tecrid-i Sarih'te “Peygamberimiz temiz babaların sulbünden pak anaların rahmine intikal ederek gelmiştir. Peygamber Efendimiz'in nesep silsilesinde uzaktan yakına gelindikçe faziletin arttığı hadisin lâfzından anlaşılmaktadır” denmektedir. [426]
İşte, insanlar, hattâ alemler üzerinde istifa edilen bu pak silsile nebiler silsilesidir. Nebi kelimesinin kendisiyle ilim hasıl olan çok faydalı ve önemli haber anlamındaki 'Nebe' sözcüğünden türediği belirtildiği gibi, 'yükseklik' demek olan 'nübüvvet'ten geldiğini söyleyenler de vardır. [427] Her hal û kârda nebi, makamı yüksek ve insanlara Allah'tan önemli ve ilim hasıl eden haber getiren kişidir. Nebî doğuşundan temiz ve paktır; kendisinde taşıdığı herhangi bir leke yoktur, çünkü o yaratılşıyla Allah tarafından temizlenip istifa edilmiştir. Bu bakımdan nebîler daha doğuşlarında 'selâm' üzeredirler (bk. Selâm-İslâm):
“Doğduğu gün, öleceği gün ve diri olarak kaldırılacağı gün ona(Yahya) selâm olsun”(Meryem: 15)
“(İsa): “Doğduğum günde, öleceğim günde ve diri olarak kaldırılacağım günde bana selâm var” (Meryem: 33).
Yine, aynı şekilde Hz. Musa'nın ve Hz. Yusuf'un çocukları da nebilerin daha doğuştan selâm üzere bulunduklarını ve Hz. Rasûl-i Ekrem'in çocukluğu ile ilgili bazı rivayetler onların -belki masum değilseler de'mahfuz’ olduklarını ortaya koymaktadır.
Hz. Adem'den, özellikle Hz. Nuh'tan Rasûl-i Ekrem'e kadar -İsa ile arasındaki dönemde olduğu gibi- bazı istisnaî fetret dönemleri dışında yeryüzünde sürekli nebî var olagelmiştir. Özellikle İsrail Oğulları'nda birbiri ardınca ve hattâ aynı zamanda değişik yerlerde nebîler vardı. Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V.) ise son nebî olup, kendinden sonra nebî yoktur? Nitekim, bir hadis-i şerifte “İsrail Oğulları'nı nebiler idare ederdi. Bir nebi öldüğünde yerine bir başka nebî geçerdi; artık benden sonra nebî yoktur” buyurulmaktadır.[428]
Bakara Suresi 213'üncü ayette Allah (C.C.) şöyle buyurur:
“İnsanlar tek bîr ümmetti; Allah müjdeleyici ve korkutucu-uyarıcıar olarak nebîler seçip gönderdi ve İnsanlar arasında ihtilâf ettiklerinde hüküm versinler diye beraberlerinde Kitabı indirdi..”
İnsanlar ihtilâf edip de yeryüzünde fesat çıkarınca Allah nebîler göndermiştir. Burada ifade olunan gönderme 'ba's'dır, yani, insanlar arasından seçip görevlendirme, yollama ifade etmektedir. Genelde, insanlar arasında hükmetmek için Allah'tan 'kitap' alan seçilmiş kişiler ‘nebi’ olarak adlandırılmaktadır. Şu halde, rasûller de öncelikle nebî olmak durumundadırlar. Fakat her nebî rasûl değildir. Nebî ve rasûl Kur'an'da eş anlamlı kullanıldığı gibi, ayrı bir kavram olarak Nebî Allah'tan vahy aldığı halde herhangi bir kitap ve şeriatla gönderilip görevlendirilen değildir.
RASÛL 'risl’ kökünden gelir. 'Risl' 'yerine getirmek üzere gitme' demektir. 'Nâkatün risle' 'gidişi kolay deve', 'ibilün merasîl 'kolayca gönderilen, yürütülen develer' anlamındadır. Risl aynı zamanda bir yumuşaklık ve mülâyimlik de ifade eder. 'Alâ rislik' 'yavaş ol, mülayim ol’ demektir.
Rasûl, şairin “Ebû Hafs'a mesajımı ilet' mısrasında olduğu gibi 'gönderilen mesaj, söz' anlamına geldiği gibi, 'sözü, mesajı yüklenip götüren' anlamına da gelir. [429] İşte, rasûl kelimesinin teknik anlamda Kur'an' da kullanılması bu ikinci şekildedir. Allah nebiler arasından bazılarını özel olarak görevlendirip bir mesajla insanlara gönderir. Kelimenin 'gönderme' ifade eden masdar şekli 'irsal’, bazı nebîler'in bu şekilde görevlendirilmesi, ve yüklendikleri görevin adı Risalet, gönderilen nebî, 'rasûl’ ve bazen de 'mürsel' olarak geçer. Öte yandan, irsal salt nebilerle ilgili olmayıp, 'rüzgâr, azap, çekirge, tufan’ vs. için de kullanılır; “Görmedin mi, biz kâfirlere şeytanları irsal ettik, onları oynatıp sürüyorlar” (Meryem: 83) ayetinde de ifade olunduğu gibi, bu tür irsal 'salmak, anlamındadır. Aynı şekilde, “Firavun şehirlere toplayıcılar irsal etti” (Şuara: 53) ve “İsrail Oğulları'nı benimle irsal et”(Â'raf: 105) ayetlerinde olduğu gibi, irsal'in asıl sözcük anlamı 'özel bir görev ve mesajla göndermek, salmak, bırakmaktır. Burada görevlendiren, gönderen veya salanın kuşkusuz yetkisi söz konusudur.
İnsanlara rasul olarak yalnızca kendi içlerinden nebiler gönderilmez, melekler de gönderilir:
“Allah meleklerden de insanlardan da rasûller seçer” (Hacc: 75).
Fakat, insanlar arasından istifa olunan rasûllerin görev ve fonksiyonları Kur'an'da anlatıldığı biçimiyle melek olan rasûllerden farklıdır:
“Nitekim, kendi içinizden size ayetlerimizi okuyan, sizi tezkiye eden, size Kitabı ve hikmeti öğreten ve size bilmediklerinizi öğreten bir rasûl gönderdik”(Bakara: 151).
“Andolsun, rasûllerimizi açık delillerle gönderdik, ve insanlar kıstla ayakta dursun diye yanlarında Kitabı ve Mizan'ı indirdik; ve kendinde hem Şiddetli bir güç ve hem de insanlar için faydalar bulunan demiri indirdik, Allah görmeden Kendi'ne ve rasûllerine kimin yardım ettiğini bilsin diye..” (Hadid: 25).
Demek ki, insanlar rasûller aracılığıyla imtihana çekilmektedirler. Rasûller onlara Kitabı öğretmekte, hikmeti ve bilmediklerini öğretmekte, onları tezkiye ederek salih amellerin kaynağı yapmaktadırlar. Tabiî ki, her rasûl'e ayrıca kitap verilmiş değildir. Bütün rasûller aynı dinle, yani İslâm'la., onun temel esaslarıyla gönderilmiş, idarî- toplumsal yasalar bütünü olan Şeriat ise 'ülü'l-azm' denilen rasûllerle gönderilmiştir: “Nuh'a tavsiye ettiğini ve sana vahyettiğimizi ve ve İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimiz dini ikame edin ve onda tefrikaya düşmeyin diye sizin için dinden Şeriat kıldık..” (Şura: 13). İşte, Şuayb, Salih, Lût, Hud gibi diğer rasûller de İslâm'ın temel ilkeleriyle gelmişlerse de, kendilerine hükümet oluşturacak kadar bir topluluk inanmadığından herhangi bir Şeriat'la memur edilmemişlerdir. Öte yandan, rasûller mutlaka bir şeriat veya kitap getirecek diye şart yoktur; onlara gelen vahy ile, rasûl olmayan nebilere gelen vahy arasında ufak bir nitelik farkı vardır, îşte, meleklerden olan rasûller insanlara değil, insandan rasûller'e Allah'tan vahy ve mesaj getirmektedirler. Nebiler ise daha çok rasûllerin tebliğ ettiği dini korumak, şeriatını uygulamakla sorumlu olup kendilerine açıkça melek gelmez:
“Rasûllerimiz İbrahim'e müjdeyle geldiklerinde “selâma dediler... “Korkma, biz Lût Kavmi'ne irsal olurduk” dediler... Rasûllerimiz Lût'a gelince onların yüzünden kaygılandı... “Ey Lût dediler, “Biz Rabbi'nin resulleriyiz, onlar sana asla dokunamazlar. Gecenin bir kısmında aileni yürüt; içinizde karından başka kimse geri kalmasın. Çünkü, ötekilere isabet eden ona da isabet edecektir. Onlara va'd edilenin zamanı sabahtır, sabah da yakın değil mi?” (Hud: 69-70, 77, 81).
“Gerçekten biz Tevrat'ı indirdik, onda hidayet ve nur vardır. İslâm olmuş nebiler onunla yahudilere hüküm verirlerdi; Rabbaniler ve ahbar da Allah'ın Kitabı'nı korumakla görevlendirilmiş olmaları dolayısıyle hükmederlerdi ve onun üzerine şahittiler. İnsanlardan korkmayın, benden korkun ve ayetlerimi az bir pahaya satmayın. Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse işte kâfirler onlardır” (Maide: 44).
Allah her nebiden kendinden öncekini doğrulaması ve kendinden sonra gelecek (rasûl)ü de müjdelemesi ve yetiştiğinde ona yardım etmesi ümmetini de bu konuda uyarması için söz almıştır. Bu bakımdan, bütün nebilere -rasûller dahil- inanmak farzdır ve bu noktada aralarında hiç bir ayırım yapılmaz; birine İnanmayan hepsine inanmamış olur:
“Allah nebilerden söyle söz almıştı: “Bakın size kitap ve hikmet verdim, sonra yanınızdakini doğrulayıcı bir rasûl geldiğinde ona mutlaka inanacak ve ona mutlaka yardım edeceksiniz. Bunu kabul ettiniz mi ve bu hususta ağır ahdimi üzerinize aldınız mı?” demişti. “Kabul ettik” dediler, “o halde şahit olun, ben de sizinle birlikte şahit olanlardanım”dedi” (A. İmran: 81).
“Rasûl Rabbinden kendine indirilene inandı, müzminler de. Hepsi Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve rasûllerine inandı, “O'nun resullerinden hiç birini diğerlerinden ayırmayız.” (Bakam: 285),
Rasûl'lere itaat mutlak anlamda farzdır: “Allah'a itaat edin, Rasûl'e itaat edin” (Nisa: 59); “Biz rasûlleri ancak Alah'ın izniyle itaat olunsunlar diye gönderdik” (Nisa: 64). Bu itaat kayıtsız şartsız olup, onlar herhangi bir konuda hüküm verdiklerinde mü'minlere düşen ancak “işittik ve itaat ettik”demek ve bu hüküm konusunda hiç bir şüphe taşımamaktır; zaten bu konuda onların herhangi bir seçim hakkı yoktur (Nur: 51, Ahzab: 36). Mü'minler hiç bir şekilde Rasûllün önüne geçemezler. O'na hiç bir şekilde eziyet edemezler, dediğinden ve emrinden dışarı çıkamazlar; birbirleri arasında konuşup birbirlerine seslendikleri gibi rasûle seslenemezler ve onu herhangi bir biçimde sorguya çekemezler(Tevbe: 61, Nur: 63, Bakaar: 108, Hucurat: 1). Allah'ın haram kıldığı gibi rasûl de haram kılar ve mü'minlerin onun haram kıldıklarını da haram kılmaları gerekir; onu neyi getirirse onu almaları, neyden yasaklarsa ondan kaçınmaları üzerlerine borçtur. Ayrıca, o her bakımdan mü'minler için tam bir örnektir ve mü'minler hayatlarında onu her yönden kendilerine örnek almalıdırlar; rasûl'e itaat Allah'a itaattir ve hattâ Allah'ı sevmek rasûl'e itaatla .kendini gösterir:
“Kim rasûl'e itaat ederse muhakkak Allah'a itaat etmiştir” (Nisa: 80).
“De; “Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın” {A. İmran: 31).
“Muhakkak sizin için Allah'ın Rasûlü'nde güzel bir örnek vardır” (Ahzab: 21).
“Rasûl size neyi getirdiyse onu alın ve neyden yasakladıysa ondan kaçının” (Haşr: 7).
“Kendilerine kitap verilenlerden Allah'a ve Ahiret Günü'ne inanmayan, Allah'ın ve Raaûlü'nün ha’ram kıldığını haram saymayan ve hak dinini din edinmeyenlerle küçülüp elleriyle cizye vermelerine değin savaşın” (Tevbe: 29).
Rasûl mü'minler için titrer; O'na itaat onun şahsı ve kendi yararı için değil, bizzat mü'minlerin kendi faydaları içindir. Onun mü'minler için istiğfarı Allah yanında makbuldür (Nisa: 64). O olmasa ve hattâ çoğu işlerde kendlerine uysa mü'minlerin sıkıntıya düşmeleri kaçınılmazdır (Hucurat: 7). Mü'minlerin sıkıntıya uğraması ona ağır gelir ve o mü'minlere karşı son derece şefkatli ve merhametlidir. Çünkü, onların nübüvvet ve risalette baş, gönderilmede sonuncusu, çekirdeği ve meyvesi olan Hz. Muhammed Mustafa yalnız insanlar için değil, tüm alemler için rahmettir (Enbiya: 107); tüm varlıklar onun yüzü suyu hürmetine yaratılmış ve onun için rızklanmaktadırlar.
Özetle, her rasûl nebi, fakat her nebi rasûl değildir. Rasûller'den 'ülü'l-azm’ olanlar 'Kitap ve Şeriat'la gönderilenler, nebiler ise bu kitap ve şeriat'ı koruyup onlarla hükmetmekle yükümlü olanlar; diğer rasûllerse yeni bir şeriat getirmemekte birlikte Din'in özünü ihya ve yeni baştan tebliğle gönderilenlerdir. Kur'an'da nebi ve rasûl zaman zaman eş anlamlı olarak da kullanılmaktadır. Aslolan Nübüvvet'tir, risalet açıklamaya çalıştığımız gibi daha değişik yerlerde de kullanılmakta olup, nübüvvet'in belli bir şeklinden ibarettir; yani rasûller nebiler’in büyükleridir, fakat nebi olmadan rasûl olunamaz. [430]
Sözcük anlamıyla 'adet, gidiş, yol',[431] daha açık bir deyişle 'takip edilmesi adet olan yol' demektir. Hadis bilginlerinden Kisaî 'Sünnet'in 'devam, sürekli yapma’ anlamına geldiğini belirtirken, Hattabî ise Sünnet'e 'övülmüş yol' manâsı verir. “Kim güzel bir sünnet senneder (ortaya kor)sa bunun sevabıyla birlikte Kıyamet'e kadar onunla amel edenlerin sevabından da kendisine verilir; kim de kötü bir sünnet ortaya korsa onun günahıyla birlikte Kıyamet'e değin onunla amel edenlerin günahından da kendisine verilir” hadisinde ifade olunduğu gibi, Sünnet, iyi veya kötü takip edilen yol, yaşama biçimi anlamındadır.
Fıkıh bilginleri Sünneti 'bid'at'ın karşılığında kullanırlar ve bununla 'Şeriat esaslarına muhalif ve Sünnet'e uygun düşmeyen' 'bidat'a karşın Şeriat esaslarına dayanan her türlü hükmü kasdederler. Kelamcılar da aynı görüştedirler. Ayrıca, gerek fıkıhçılar ve gerekse kelâmcılar Sünnet'i 'varlığı yokluğuna tercih edilen şey’ anlamında da kullanırlar; burada Sünnet işlenilmesi güzel olan, yani 'müstehab’ amelleri ifade etmektedir.
Usûl bilginlerinin yanında Sünnet terim olarak “Rasûlüllah'tan sadır olan söz, fiil ve takrirleri” ifade eder; bu tanıma Şevkanî'nin ifade ettiği üzere, “Kur'an'ın dışında” kaydı konulmuştur. [432]
Soruna Kur'an ayetleri çerçevesinde ve Sünnet' in anlam sahası içinde yaklaştığımızda, bu kavramın bütünüyle sosyolojik bir muhtevası olduğunu görürüz. Modern dünyada 'tarih felsefesi, sosyoloji' gibi adlarla ifade edilen insanın ve insan topluluklarının hayatları, yaşama biçimleri, modern kullanımıyla 'medeniyetlerin doğuşu, yükselişi ve yıkılışı' hep Sünnet kavramının içindedir.
Zaman zaman belirttiğimiz üzere, kâinattaki -insan dahil- tüm varlıklar Allah'la ilgili olarak bütünüyle 'fonksiyonel' bir niteliğe sahiptirler; yani, onlar Allah'ın kazasını ve meşietini yerine getirmekten başka bir şey yapmamaktadırlar. Her varlık;, insan, her toplum için takdir edilmiş bir yol vardır.. İnsanın dışındaki varlıklar -cinler de insanlar gibidir- bu yoldan iradeleri dışında veya iradelerini daha baştan Allah'ın iradesine teslim etmekle giderlerken, insan kendi iradesiyle gider. Onun da yolu çizilmiştir, fakat o bu yolu görmeden, bilmeden kendi iradesiyle çiğner; bir noktada aslında Allah'ın 'kudret eli'nde olan ve bu El'in yürüttüğü 'hayat' adlı arabanın direksiyonunda oturan ve arabayı tutan El'i görmeyip onu kendisinin yürüttüğünü sanan bir şoför gibidir insan. İşte, kâinatın bu şekilde fonksiyonunu yerine getirmesi, Allah'ın meşieti çerçevesinde insan ve insan topluluklarının hayatı Allah'ın Sünneti'dir ve temelde Sünnet dediğimiz şey budur: “Her ümmet için bir süre vardır; süreleri gelince ne bir an geri kalırlar, ne de ileri giderler” (Yunus: 49).
“Allah ki, gördüğünüz bir direk olmadan gökleri yükseltti, sonra Arş üzerine istiva etti, güneşi ve ayı teshir etti. Hepsi belirli bir süre için akıp gitmektedir. Emri düzenler, ayetleri açıklar ki, Rabbinizle karşılaşacağınıza yakininiz olsun” (Ra'd: 2).
Yukarıdaki ayet emr'in bütünüyle Allah'a ait olup, kâinatın O'nun emrinden asla dışarı çıkamadığını çarpıcı bir biçimde açıklamaktadır. İşte, Allah insan için de böyle bir yol çizmiştir ve bu yol hiç değişmez. Bunu Kur'an ramilerin hayatıyla ilgili olarak zaman zaman belirtmektedir. Bir rasûl gelir, Allah'ın Yolu'ndan sapmış olan insanları Allah'ın Yolu'na çağırır; müstekbir olanlar olanca güçleriyle Rasûller'in karşısına çıkarlar; eğer müstaz'af olanlar da Rasûl'e inanmayıp müstekbirlere karşı gerekli savaşı vermezlerse Allah o kavmi şu veya bu şekilde helak eder; Ad, Semud, Nuh ve Lût kavimlerinde olduğu gibi. Hz. Musa'nın İsrail Oğullarını Mısır'dan çıkarıp Firavun'un ordusuyla birlikte denizde boğulmasına değin geçen süreye Kur'an'da 'Kurun'ul-Evvelîn' denilir, bundan sonra 'Kurun-ı vusta, veya 'Kurun-ı ühra' başlar.. Bu dönem 'Ehl-i Kitap' dönemidir ve İslâm'la birlikte tek bir İslâm hakim olması gerekirken, İslâm, Hristiyanlık ve Yahudilik adlı üç din ortaya çıkmıştır. [433] İşte, insan topluluklarının hayatlarının Allah'ın meşieti doğrultusunda herhangi bir değişiklik göstermeden sürüp gitmesi Allah'ın Sünneti'dir ve bu Sünnet asla değişmez, değiştirilemez:
“Kendilerinden öncekilerin sünneti geçtiği halde, yine ona inanmazlar” (Hıcr: 13); “Rasûllerden senden önce gönderdiklerimizin sünneti, sünnetimizde dönüşme bulamazsın” (İsra: 77); “Kendilerine hidayet geldiğinde insanları inanmaktan ve Rabblerine istiğfar etmekten alıkoyan ancak kendilerine evvelkilerin sünnetinin gelmiş olmasıdır” (Kehf: 55); “Allah'ın önceden geçenler haktndaki sünneti, Allah'ın emri takdir edilmiş bir kaderdir” (Ahzab: 38); “Allah'ın sünnetinde değişme bulamazsın, Allah'ın sünnetimde dönüşme bulamazsın” (Fatır: 45); “Muhakkak sizden önce sünnetler geçti, bu bakımdan yeryüzünde gezin de yalanlayıcıların sonu nasıl oldu görün” (A. İmran: 137); “Allah size açıklamak ve sizi sizden öncekilerin sünnetlerine götürmek diler” (Nisa,; 26).
Bütün bu ayetlerde ifade olunan gerçek aynıdır. Allah'ın kâinattaki diğer varlıklar için olduğu gibi, insan toplulukları için de çizmiş olduğu bir yol vardır; fakat insanlar bu yolu bilmediklerinden, kendi iradeleriyle onun üzerinde yürürler. Şu kadar ki, Allah yolun nasıl olduğunu, ne yaparlarsa nelerle karşılaşacaklarını kendilerine rasûlleriyle bildirir. Eğer Rasûllerin getirdikleriyle insanlar “içlerini, kendilerini değiştirirlerse, Allah da durumlarını değiştirir.” Değiştirmeyenler Allah'ın azabını, değiştirenler ise mükâfatını hak etmişlerdir. Ama, her hal û kârda hakim olan yine Allah'ın Sünneti'dir.
Allah'ın Sünnetini bildirmek, gitmeleri gereken yolu kendilerine tebliğ etmek için gönderdiği rasûller insanlara ne yaparlarsa nelerle karşılaşacaklarını ve nasıl davranmaları gerektiğini insanlara apaçık delillerle anlatırlar. Bunu da Allah rasûller'e vahy ile bildirir. Bu vahyin içinde Kitap, olduğu gibi, rasûle bırakılan kısımlar da vardır. Kitap 'yaş-kuru', hiç bir şeyi dışta bırakmadan kapsar; fakat onda çoğu şeyler bir çekirdek halindedir ve bu çekirdek Rasûl'ün kalbine ekilir (inzal). “Tenzil'le Rasûl'ün kalbindeki bu çekirdek patlar ve onun hayatı, davranışları ve sözleriyle gövdesi oluşur, dallanır, yapraklanır, çiçek açıp meyve verir. İşte, Rasûl'ün Sünnet'i onun Kitabı yaşayışı, Kitab'ın hayata hayat kılınması, adeta insanlaşmasıdır. Bu bakımdan, Allah'ın Sünneti'ni ortaya koymada bir araç ve sebep niteliğindeki Rasûl'ün Sünnet'ine tabi olmak bütünüyle Kitab'a ve Allah'a tabi olmaktır (Kim Rasûl'e itaat ederse muhakkak Allah'a itaat etmiştir”( Nisa: 80). Şu halde, Rasûl'ün Sünnet'ini izlemek bütün mü'minlere farzdir.
Rasûl'ün Kitabın yaşanması demek olan Sünnet' inden başka, bir de kendine özgü ve bütün mü'minlere borç olmayan, bazı davranış biçimleri de vardır; bunlara fıkıh dilinde müstehab denilir; müstehabları yapmanın sevabı büyük olmakla birlikte, yerine getirilmesi farz değildir. Demek oluyor ki, Sünnet aslında farzları, haramları ortaya koymaktadır. Kitap çekirdek hükmünde ilkeleri ortaya koyduğundan teşriî düzlemde Rasûller de haram kılıp, emretme, vacip kılma yetkisine sahiptirler. Kitabın dışındaki rasûllerin ortaya koydukları haram ve vaciplere uymak da Kitabın haram ve vaciplerine uymak gibi mü'minlere borçtur; bu da Sünnet'in teşriî alandaki niteliğidir.
Bütün bu nitelikleriyle sünnet İslâm toplumunun üzerinde yürümesi gereken Yol'un kendisi olmaktadır. Bu yolda yürüyenlerin kişisel-nefsî farklılıkların dışında ortak yaşama, düşünme, çevrelerini şekillendirme yöntemleri birbirinin aynıdır. İlâhî Vahy'in şekillendirdiği 'geleneksel' toplulukların giyimlerinden yemelerine, düşünmelerinden davranışlarına, san'atlarıdan mimarilerine değin şaşırtıcı bir benzerlik göstermelerinin nedeni de işte budur. Sünnet 'urf'ü, 'ma'ruf olanı ortaya koymaktadır. [434]
Half, 'ihtilâfı anlatırken de belirttiğimiz gibi, 'arka, arkadaki, 'halef demektir; fiili 'Ha-Le-Fe' 'geride kaldı, sonradan geldi' anlamındadır. Aynı fiilden türeyen 'halâf, 'arka tarafında, çaprazlama’, 'Ahlefe'den ıhlâf 'va'dinden dönme, cayma', 'muhalefet' 'karşı olma' anlamına gelir.
Halife'yle alâkalı olarak aynı fiilden türeyen 'half Türkçe'de 'halef-selef deyimindeki gibi, 'selefin yerini alan, sonradan gelen (nesil)' demektir:
“Kendilerinden sonra bir half halef oldu ki, Kitab'a varis oldular, “şu en alçağın (dünyanın) menfaatini alıyorlar” (A'raf: 169).
“Musa kavmine kızgın ve üzgün dönünce “benden sonra bana ne kötü halef oldunuz?” dedi..” (A'raf: 150).
'İstıhlâf 'birini yerine bırakmak' demektir: “Allah sizden iman edip salih amelerde bulunanlara, onlardan öncekileri istıhlâf (ettiği) gibi kendilerini de mutlaka istıhlâf (edeceğini' va'd etti” (Nur: 55).
İşte, halife 'istıhlâf edilen, birinin yerine bırakılan demektir; bu kelimenin kapsamı içinde 'vekâlet, naiblik' de vardır. Çoğulu 'halâif tir; aşağı yukarı 'halife' ile aynı anlama gelen 'halîf’ kelimesinin çoğulu ise 'hulefa' dır. 'Hilâfet' 'halife' olma halini ifade eder, yani 'halifelik' anlamındadır. [435]
İnsanın yeryüzündeki fonksiyonu ve göreviyle ilgili olarak Kur'an'da şu ayeti görüyoruz:
“Hani Rdbb'in meleklere “muhakkak ben yeryüzünde bir halife var edeceğim” demişti. “Orada fesat çıkaracak ve kan dökecek birini mi var edeceksin biz seni hamdinle teşbih eder ve seni takdis edip dururken?” dediler. “Muhakkak ben sizin bilmediğinizi bilirim” dedi. Ve Adem'e isimlerin hepsini öğretti...”(Bakara: 30-31).
Bu ayette ifade edilen insanın halife olması konusunda şu görüşler ileri sürülmüştür:
1.Yeryüzünün ilk sakinleri cinnlerdi; fakat yeryüzünde fesat çıkarıp kan döktüler, birbirlerini öldürdüler, bunun üzerine Allah onların yerine Adem'i ve soyunu getirdi; yani insan yeryüzünde cinnlere halef oldu; bu bakımdan ona halife denmiştir.
2. Allah nesil be nesil birbirini izleyecek ve biri diğerine halef olacak bir varlık türü yaratmayı ifade ederek, insanı halife olarak adlandırmıştır.
3. Allah meleklere yeryüzünde halife var edeceğini bildirmekle, insanı yeryüzünün hakimi ve yaratıkları arasında hükmedecek biri yapacağını belirtmiştir.
4. İnsanın yeryüzünde halife olması Allah adına Allah'ın hükümlerini uygulaması demektir ki, bu noktada o Allah'a halife olmaktadır.
Bu görüşleri nakleden Taberî son görüşü en zayıf olarak göstermektedir. [436]
Bu görüşlerden birincisi konusunda bir hayli rivayetler vardır. Adem'den önce yeryüzünde cinnlerin bulunduğu ve insan gibi 'irade' sahibi olduklarından bu iradeyi kötüye kullanarak yeryüzünü ifsad ettikleri ve onların yerine Allah'ın insanı getirdiği bu rivayetlerde ifade olunmaktadır. Yine, Adem'den önce belki bin tane daha Adem'in geldiği ve şu andaki insan neslinin babası olan Adem'in son Adem olduğu da bazı rivayetlerde gelmektedir. Bu durumda, son Adem'in soyundan gelen insanların daha önceki soylara halife olduğu görüşü kuvvet kazanmaktadır. Nitekim, meleklerin Allah bir halife var edeceğini söylediğinde “orada fesat çıkarıp kan dökecek birini mi var edeceksin?” diye karşı çıkmaları da İnsandan önce yeryüzünde irade sahibi, bazı, yaratıkların bulunduğu tezini güçlendirir gibi görünmektedir. Ayrıca, halife kelimesinin bu tür kullanımıyla ilgili olarak Kur'an'da daha başka ayetler de vardır:
“Hud(a) kavmine dedi: “Hatırlayın ki, (Allah) sizi Nuh kavminden sonra halifler kıldı..”(A'raf: 69).
“Salih (a) kavmine dedi: “Hatırlayın ki, (Allah)Ad kavminden'sonra sizi halifler kıldı”(A'raf: 74).
Bu tezi kabul ettiğimizde karşımıza şöyle bir soru çıkacaktır: Eğer, Ad Kavmi'nin Nuh kavminden sonra ve Semud kavminin Ad kavminden sonra halifler (hulefa) kılınması anlamında insan kendinden önce yeryüzünde yaşayan cinlere veya başka soylara halef ise’ acaba irade sahibi varlıklar olarak insanın selefleri de halife miydi, değil miydi? İkinci olarak, birbirine halef olan anlamında Kur'an -yukarıdaki ayetlerde görüldüğü gibi- halif kelimesinin çoğulu olan hulefa sözcüğünü kullanmaktadır. Oysa, insan halife'dir ve halife' nin çoğulu halâif'tir; o halde bir de bu sözcüğün Kur'an'daki kullanılışına bakmamız gerekir:
“O ki, sizi yeryüzünün halifeleri kıldı ve sizi size verdiklerinde denemek için kiminizi kiminizden derecelerle üstün kıldı..” (En'am: 165).
“Sizden önce rasûlleri kendilerine apaçık delillerle geldikleri halde iman etmedikleri için nice kavları (soy, nesil..) helak etmişizdir. İşte mücrim kavmi böyle cezalandırırız. Sonra, onların ardından sizi yeryüzünde halifeler kıldık, nasıl davranacağınıza bakalım diye” (Yunus: 13-4).
Yukardaki ayetlerde 'yeryüzünün halifeleri' ve 'yeryüzünde halifeler' deyişleri geçmekte ve insanın halife kılınarak bir imtihana tabi tutulduğu belirtilmektedir. İmtihansa elbette irade sahibi olmayı gerektirmektedir; irade seçme özgürlüğü demek olduğundan insanın istediği şekilde hareket edebileceği ortaya çıkar. İnsandan önce yeryüzünde başka varlıklar ve başka ademler bulunmuş olsun veya olmasın, irade sahibi bir varlığın iyilik yapabileceği gibi, kötülük de yapabileceği kolayca anlaşılır. Şu halde, irade.sahibi olma halife kelimesinin kapsamı içindedir ve melekler insanın fesat çıkarıp kan dökeceğini buradan da anlamış olabilirler. Öte yandan, halife'nin irade sahibi olması belli bir hakimiyet gücünü elinde bulundurması demektir; nitekim Kur'an' da şöyle buyrulur:
“Ey Davud, biz seni yeryüzünde halife yaptık, o halde insanlar arasında hakkla hükmet ve hevaya tabi olma..” (Sad: 26).
İşte, Allah'ın kâinattaki isimlerinin yanısıra 'İlim ve irade' isimlerinin de mazharı olan insan yeryüzünde belli bir hakimiyet alanına sahip olacak demektir. Allah sınırsız isim ve sıfatlarına farazi bir hat çizerek insanı yaratmış ve taranmasını (marifet) ona bırakmıştır. Şu halde, irade sahibi bir varlık olarak insan yeryüzünde hükmedecektir; Allah'ın yeryüzüyle ilgili, daha doğrusu yeryüzünün belli bir alanıyla ilgili meşietini kendi iradesiyle gerçekleştirecektir. O Allah'ın bütün isimlerinin mazharı olarak, yeryüzünde adeta O' nun vekili gibidir. Zaten halife kelimesi vekil anlamına da gelir, Ragıp el-İsfahanî'nin belirttiği gibi bu vekâlet veya niyabet ya aslın acizliğinden, ya yokluğundan veya ölümünden olur; ya da -Allah her zaman diri ve her zaman var ve hazır olduğuna göre- insanın halifeliği ona Yaratıcısı'nın bir tekrimi ve bir şeref bahşetmesidir.[437] Kâinat ağacının çekirdeği ve aynı zamanda meyvesi, kâinatın ruhu ve aklı, Allah'ın Rahman-Rahîm isimlerinin tecelli merkezi olarak tüm alemlere rahmet olan Muhammed Mustafa da insandır. Bu bakımdan, insan yeryüzünün hakimi, melikidir; ama bu farazi bir meliklik ve hakimiyettir; Allah'a itaat da etse, karşı da gelse böyledir, çünkü Allah'ın meşietinin dışına çıkamaz. Ama, itaat ederse kendisi ve kendi saadeti için itaat etmiş olur, irade ve kaynaklandığı 'benlik' emanetini yerinde kullanmış olur. İşte, bu emaneti yerinde kullandığında fesat çıkaran değil, selâmeti, sulhu gerçekleştiren bir halife olur. Şu halde, insan yeryüzünün halifesidir ve bu halifelik yeryüzünde hükmetmektir. Bu şekilde, insan toplulukları, nesiller birbirlerinin yerini alırlar, yani birbirlerine halef olurlar; bir topluluk emanete ihanet ettiğinde Allah onun yerine başka birini getirir, yani ona başka bir topluluğu halef kılar ve onları yeryüzünün halifeleri yapar. Şu halde, halife'yi yalnızca birinin yerine geçen anlamında kullanmak Kavramın muhtevasını büyük ölçüde daraltmak olur.
Rasûllü Ekrem'den sonra, müslümanların hükümet reisi'ne 'Rasûlüllah'a halef olan anlamında 'halife' denmiştir. Fakat, müslümanların reisine 'imam' veya 've-liyy'ül-emr' demek Kur'an'a çok daha uygun düşmektedir. [438]
Velâ ve Tevali 'meydana gelmekten öte bir şeyi meydana getirmek, iki şey arasında kendilerinden olmayanın bulunmaması', yani Türkçedeki deyişle 'içilen suyun ayrı gitmemesi' gibi mekân, nisbet, arkadaşlık, din, yardım, itikat bakımlarından tam bir yakınlık ifade eder. Vilâyet ve velayet 'dilâlet' ve 'delâlet’ gibidir, gerçeği 'emr'e tevellâ'dır. Vilayet daha. çok 'yardım'dan yanabir yakınlık ifade ederken, velayet 'emr'e teveltâ', yani modern deyimiyle 'emirlik, riyaset' belirtir. Veliyy ve mevla(sonu 'elif’le biten) kelimelerinden her biri 'fail', yani 'müvali’ anlamınadır: 'mef'ur manâsında, yani 'müvalâ' yerine de kullanılırlar. Mü'min için 'veliyy'ullah' denilir; burada velî 'mef'ur anlamında olup, 'Allah'ın kendisine velî ve mevlâ olduğu kişi' denmektir; ama mü'min için 'Allah'ın mevlâsı’ denmez. Ancak Allah mü'minlerin velîsi ve mevlasıdır:[439]
“Allah iman edenlerin velisidir” (Bakara: 257).
“Allah'a sarılın, O sizin mevlânızdır, ne güzel Mevlâdır”(Hacc: 78).
“Eğer o iki(kadın) onun aleyhinde birbirlerine arka verirlerse, muhakkak Allah onun mevlâsıdir” (Tahrim: 4).
Valî 'veliyy' anlamındadır:
“Allah bir kavme kötülük diledi mi, artık onu geri çevirecek yoktur. Onların O'ndan başka valîleri de yoktur (Ra'd: 11).
'Tevellâ' kendiyle addedildiğinde vilâyet anlamında ve en yakın yerlerde olur; sözgelimi, 'gözümü tevliye edindim, kulağımı tevliye edindim’, yani 'dikkatimi onlara çevirdim, onlara iyi baktım' denir. Bu şekilde kelime vellâ, tevellâ, tetevellâ şekillerinde de gelir. 'Başkasından' addedildiğinde, yani 'an -uzaklaşma, -den, -dan' ile addedildiğinde sırt dönme, yüz çevirme ifade eder:
“Yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir (velli)” (Bakara: 144).
“Kim Allah'a ve Rasûlü'ne tevellâ ederse (yüzünü döndürürse)”(Maide: 56).
“De “Allah'a ve Rasûlü'ne itaat edin, kim. de arkasını dönerse..” (A. İmran: 34).
“Ancak arkasını dönen ve küfreden”(Ğaşiye: 23).
“Yalanladı ve arkasmı döndü (tevellâ)” (Leyi: 16).
“Zikrimizden yüz çevirenden (ona sırtını dönenden-tevellâ) uzaklaş” (Necm: 29).
'Vellâ-hü dübürah' 'ona arkasını dönüp kaçtı, hezimete uğradı' demektir:
“Eğer küfredenler sizinle savaşsalardı, arkalarını dönüp kaçarlardı” (vellev-ü'1-edbar) (Feth: 22).
Mevlâ (sonu y ile biten) 'köle, azad edilmiş köle, amca oğlu, komşu' gibi anlamlarda kullanılır ki, temelinde 'bir başkasının işine veliyy olan, ona başkasından daha lâyık olan' anlamı vardır. [440] Mevlâ daha çok 'evlâ bih'(ona. daha çok lâyık) anlamında kullanılır:
“Varacağınız yer ateştir, o (ateş) sizin mevla'nızdır ve ne kötü gidiş yeridir” (Hadid: 15). Müfessirler bu ayetin tefsirinde ateşin mevlâ olucunu 'kâfirlere en lâyık olan' şeklinde izah etmişlerdir. [441] Diğer ayetlerde de bu anlamı görüyoruz:
“Nebî mü'minlere öz nefislerinden evlâ'dır (onların mevlasıdır)”(Ahzab: 6).
“Sana evlâ'dır, evet evlâ'dır” (Kıyame: 34).
Yukardaki ayette ifade olunan evlâ'yı diğer müfessirler gibi Elmalılı Hamdi Yazır da, “gerekti sana bu, gerekti, oh olsun” [442] şeklinde tefsir etmektedir.
Öncelikle Allah mü'minlerin velî'si ve mevlâ'sıdır. Kur'an'da O'nun mevlâ olarak geçtiği yerlerde “yardımcı, koruyucu, şefaatçi..” olduğu da ifade olunmaktadır. Demek ki, veliyy olmakla yardımcı, koruyucu, şefaatçi olmak arasında derin bağlantılar vardır. Öte yandan, veliyy kelimesi 'oldukça yakın, sıcak dost ve bir de işini gören, işine tevellâ eden ve en yakın olan' anlamında mirasçılar için de kullanılmaktadır.
“Hasene ile seyyie bir olmaz; (seyyieyi) en husn olanla sav; o zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse sanki sıcak bir veliyy oluvermiştir” (Fussılet: 34).
“O'dur umutlarını kestikten sonra yağmuru indiren ve rahmetini yayan; O veliyy'dir, hamid'dir” (Şura: 28).
“Allah'ın haram kıldığı nefsi hakk olanın dışında öldürmeyin; kim mazlum olarak öldürülürse veliyysi için bir yetki kılmışızdır” (İsra: 33).
Emr'e tevellâ ile yakın olma arasında içten bir bağlantı vardır. Bu şu ayetlerde de açıkça görülmektedir:
“Allah kimi saptırırsa, artık O'ndan sonra onun, bir veliyysi olmaz” (Şura: 44). ;
“Allah iman edenlerin veliyysidir; onları karanlıklardan nura çıkarır; küfredenlerin veliyyleri ise tâguttur; onları nurdan karanlıklara çıkarırlar..” (Bakara: 257).
Veliyy olmak veliyy olunan üzerinde bir yetki ve hakk sahibi olmayı ifade eder; bu karşıdakine tahakküm etmeğe yol açan bir yetki ve hakk değil, aksine her bakımdan onun iyiliğine çalışmayı ve onu doğrultmayı gerektiren bir yetki ve hakktır. Bundandır ki Allah mü'minlerin veliyysi olarak onları hidayete erdirir, karanlıklardan nura çıkarır; onlara elçiler gönderir, kitaplar indirir, yardım eder, şefaatta bulunur, korur, gözetir, rahmetiyle kuşatır.. İşte, Allah'ın mü'minler üzerindeki bu velâyet'i önce bütün mü'minlerin birbirleri üzerinde velayetlerini doğurur; yani her mü'minin her mü'min üzerinde bir hakk ve yetkisi vardır; birbirlerine karşı görevleri vardır, Kur'an'daki ifadesiyle:
“Mü'min erkekler ve mü'min kadınlar birbirlerinin veliyyleridirler; ma'rufu emrederler, münkerden nehyederler, namazı kılarlar, zekâtı verirler ve Allah'a ve Rasûlü'ne itaat ederler. İşte onlara Allah rahmet edecektir. Muhakkak Allah azizdir, hakimdir” (Tevbe: 71).
Mü'minlerin birbirleri üzerindeki bu velayetleri 'zekâtı toplamak, haddleri uygulamak, sınırları korumak, özellikle Cum'a ve bayram namazlarını kıldırmak, yetimleri, kimsesizleri evermek, mü'minlerin her türlü bilgi seviyelerini yükseltip onları tezkiye etmek, kötülüklerden alıkoymak, İslâm'ın yayılmasını sağlamak ve bunun için gerekli ortam ve şartları oluşturmak’ gibi ümmetin vazgeçilmez görevleri alanında içlerinden bazılarına özel bir velayet yükler; ve bu velâyet'i yüklenenler hiç bir zaman bir zorba değil, emrlerini üzerine ' aldığı kişilere karşı tam bir şefkat, sıcaklık ve yakınlık içinde olmak zorundadırlar; Kur'an'ın bu noktada veliyy kelimesini seçmesi oldukça anlamlıdır ve bu veliyylerin kimler olduğunu, niteliklerini ve birinci derecedeki fonksiyonlarını Kur'an şöyle açıklar:
“Sizin veliyyniz ancak Allah, O'nun Rasûlü ve namaz kılan ve rükûdayken zekât veren mü'minlerdir”(Maide: 55).
“Muhakkak Allah mü'minlere büyük bir lûtufta bulundu; önceden açık bir dalalet içindelerken içlerinden kendilerine O'nun ayetlerini okuyan, kendilerini tezkiye eden ve kendilerine Kitabı ve Hikmet'i öğreten bir rasûl göndermekle” (A. İmran; 164).
“Nitekim kendi içinizden size ayetlerimizi okuyan, sizi tezkiye eden ve size Kitabı, Hikmet'i ve bilmediklerinizi öğreten bir rasûl gönderdik” (Bakara: 151).
İşte, mü'minlerin veliyysinin en önde gelen görevi onları tezkiye etmek, onlara Alah'ın ayetlerini okumak, Kitab'ı, Hikmet'i ve bilmediklerini öğretmek, böylece Allah'ın onları karanlıklardan nura çıkarmasında sebep ve perde olmaktır; yani O'nun velayeti Allah'ın velâyetindendir. Bu nedenle, bu veliyy'nin kâmil anlamda mürşid, mehdî ve kâmil anlamda alim olması gerekir. Kur'an.bir başka ayette mü'minlerin veliyysinden 'ülü'l-emr-emr sahipleri' olarak söz eder. Burada, sözgelimi 'ülü'1-hukm, ülü's-sultan' gibi deyimlerin kullanılmayıp, bütünüyle 'ruhî' bir muhtevası olan 'emr' kelimesiyle 'ülü'1-emr' deyiminin kullanılması, yukarıda açıkladığımız niteliklerin ortaya konulması açısından oldukça anlamlıdır (bk. Emr).
Muhakkak Allah size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emreder. Doğrusu Allah size ne güzel öğüt veriyor! Muhakkak Allah semî'dir, basîr'dir. Ey iman edenleri Allah'a itaat edin, Rasûl'e itaat edin ve sizden olan emir sahipleri'ne de. Eğer bir şeyde çekişirseniz onu Allah'a ve Rasûle döndürün, eğer Allah'a ve Ahiret Günü'ne inanıyorsanız. Bu hayırlı ve te'vili(varacağı) en güzel olandır (Nisa: 59).
Yukardaki ayetlerde insanlar arasında, hükmetmenin ve emr sahibi olmanın, velayetin bir emanet olduğuna anılmakta, Allah'a ve Rasûl'e itaattan sonra herhangi bir istisnaya yer verilmeden emir sahiplerine de itaat emrolunmaktadır. Bu ayetlerde, çekişilen ve üzerinde anlaşmazlığa düşülen sorunların Allah'a ve Rasûle (Kur'an ve Sünnet'e) havale edilmesi emr olunurken, emir sahibi kendinden teşri yetkisi olmadığından anlaşmazlıkların döndürüleceği bir merci olarak anılmaktadır. Şu kadar ki, bir diğer ayet-i kerimede de şöyle buyurulmaktadır:
“Onlara güven veya korkudan bir emr gelse onu yayarlar; oysa onu Rasule ve kendilerinden olan emr sahipleri'ne döndürselerdi, içlerinden istinbat sahibi olanlar onu bilirlerdi..” (Nisa: 83).
Bu ayetin ortaya koyduğu gerçek, emir sahipleri'nin de merci olduğudur; yalnız yukarıda belirttiğimiz gibi, onlar kendilerinden bir teşri yetkisine sahip olmadıklarından mercilikleri Kur'an ve Sünnet çerçevesindedir ve ayetlerde istisna olmadığına göre mutlaktır. Rasûl'ün tekil, emir sahiplerinin çoğul kullanılması, onların Rasûlüllah'tan sonra geleceğini ve birden fazla olacağını, yani art arda geleceğini gösterir. [443]Her halû kârda, emir sahibi veya veliyy'ül-emr'in müslüman, muttaki, kâmil anlamda mürşid ve alim olması gerektiğini ayetler açıkça ortaya koymaktadır. , Müzminlerin yahudileri, hristiyanları ve her türlü kâfirleri velî edinmeleri üzerlerine kesinlikle haramdır. Elmalılı'nın belirttiği gibi, bütün bu nehylerde ifade olunan karşılıklı kişisel ilişkilerdeki 'dostluk' değil, onlara (tenfiz-i emr'de bulunmak, muhabbet beslemek (muhabbet'in itaati gerektirip sevilene tabi olmakla kendini gösterdiği Kur'an'da açıktır: “De: Allah'a muhabbet besliyorsanız bana tabi oluna.), yardım etmek, onları amir, işbaşı, sırdaş (yine, kişisel olmaktan çok İslâm toplumunu ilgilendiren bir sırdaşlıktır), müsteşar edinmek, emr ve iradelerine tabi olmak'tır.[444] Kâfirlerin veliyyleri Tağut'tur, öncelikle şeytandır, şeytan mü'minlerle mücadele etmeleri için onlara vahyde bulunur. Kâfirlerle kâfirler ve şeytan arasındaki müvalât dünyada olup, Ahiret'te birbirlerinden kaçacaklardır. Nasıl mü'minler arasındaki müvalât imanda ve îslâmda yardımlaşıp sırt sırta verme ise, kâfirler arasındaki müvalât da küfrde birbirlerine sırt sırta vermedir; şu kadar ki, bu onları daha da karanlıklara götürür:
“Küfredenlerin veliyylen' Tağuttur, onları nurdan karanlıklara çıkarırlar” (Bakara: 257).
“Ey iman edenler! Yahudileri ve hristiyanları veliyyler edinmeyin; onlar birbirlerinin veliyyleridir. Sizden kim onları veliyy edinirse, muhakkak onlardandır. Gerçekten Allah zalim kavmi hidayete erdirmez” (Maide: 51).
“Muhakkak biz şeytanları iman etmeyenlerin veliyyleri kıldık”(A'raf: 27).
“Şeytanlar veliyylerine sizinle mücadele etsinler diye vahyde bulunurlar; onlara itaat ederseniz müşriklerden olursunuz” (En'am: 121).
“Şeytan'ın veliyyleriyle savaşın, muhakkak Şeytan' ın hilesi zayıftır” (Nisa.: 76).
Eğer mü'minler gerçekten Alah'ı, Rasûlü'nü ve mü'minleri, onlardan veliyy edinilmeleri gerekenleri veliyy edinirlerse, bir başka deyişle, mü'min olan gerçek veliyy'nin çevresinde mü'minler topluluğu oluşursa, bu topluluk Şeytan'ın hizbine karşılık Allah'ın Hizbi(Hizbullah) dir ve Şeytan'ın hizbine karşı galip gelmeleri kaçınılmazdır:
“Kim Allah'ı, Rasûlü'nü ve iman edenleri veliyy edinirse, muhakkak Allah'ın Hizbi galip olanlardır” (Maide: 56).
Bu şekilde, Allah'ı, Rasûlü'nü veliyy edinenler, gerek bu velâyet'in gerekse mü'minlerle aralarındaki velâyet'in hakkını verip sürekli takva üzere yaşayanlar Allah'ın veliyyleri'dir, yani 'Evliya'u'llah'tır:
“Kulak verin, Evliya'ullah için korku yoktur ve onlar üzülecek de değillerdir. Onlar iman ettiler ve ittika ettiler. Dünya hayatında da Ahirette de müjde onlara! Allah'ın kelimelerinde değişme/değiştirme olmaz; budur azametli kazanç” (Yunus: 62-64). Hadislerde ifade olunduğu gibi, “görüldüklerinde Allah hatıra gelenlerdir onlar. Enbiya
ve şüheda olmadıkları halde (savaşta can vermedikleri halde) Kıyamet gününde enbiyanın ve şühedanın gıpta edeceği insanlardır onlar.” “Rabbimiz Allah” deyip, sonra yollarını hiç şaşırmadan dosdoğru yürümüş olan bu insanların üzerlerine melekler iner ve “sizin için korku yoktur” derler (Fussılet: 30); Cennet kapısında kendilerine “selâm size, ne güzel oldunuz, girin ebedî kalıcılar olarak buraya”denir(Zümer: 73).[445]
“Kâfirlerle mü'minler arasındaki müvalât'o. ancak 'takıyye' durumunda izin verilmektedir:
“Mü'minler mü'minleri bırakıp kâfirleri veliler edinmesin; kim bunu yaparsa Alah'tan hiç bir şey içinde olmaz., ancak onlardan belli bir şekilde korunmanız (en tettekû minhüm tükaten) başka..” (A. İmran: 28). [446]
'Ümm' 'anne, nine' demektir; bu yüzden insanlığın ilk annesi olan Hz. Havva'ya 'anamız' deriz. Şu halde, 'Ümvı' bir şeyin vücuduna, terbiyesine, ıslahına veya başlangıcına asillik eden kök veya köken anlamına gelmektedir; kısaca, bir şeyin kendinden kaynaklanıp, kendine izafe olunduğu temeldir. [447]
Kur'anda 'Ümmü'ül-Kitap''tan söz edilir:
“Ha-Mîm, Andolsun Apaçık Kitaba; biz onu Arapça bir Kur'an kıldık akledesiniz diye. O katımızda bulunan Ümm'ül-Kitap'tadır, yüce ve hakim” (Zuh: ruf: 1-4).
Ümm'ül-Kitap hakimdir, muhkemdir; onda her şey yazılmış durumdadır. Buna Levh-ı Mahfuz da denmektedir. Kur'an'da buna İmamün mübîn (apaçık İmam) de denilir, Bediüzzaman'ın işaret ettiği üzere, gayb alemine bakan îmamün mübîn veya Ümm'ül-Kitap deyimleri her şeyin aslını, neslini kök ve tohumunu barındıran Kader-i İlâhî'nin bir defteri durumundadır; bir nev'î Emr-i İlâhî'nin bir unvanıdır. Eşyanın kökleri ve asılları, tohumları varlık alanına çıkmadan önce bu defterdedir. Kur'an'ın el-Kitab'ül Mübîn olmadan önceki durumu İmamün Mübîn'dir. Ümm'ül-Kitap'tır; İlim ve Emr-i İlâhı''dedir. [448]
Ümm'ül-Kitap açılmakla ve içindeki varlık kökleri, yaratıkların çekirdek ve tohumları patlamakla alemler, yani kâinat ortaya çıkar; Levh-ı Mahfuz'dan Levh-ı Mahv ve İsbat'a. geçer:
“Allah dilediğini siler (mahveder), (dilediğini) bırakır (isbat); Ümm'ül-Kitab O'nun yanındadır” (Ra'd: 39).
Varlıklar yaratılmakla, Levh-ı Mahfuz'dan Levh-ı Mahv ve İsbat'a. geçmekle İlim'den Kudret'e veya İlim defterinden Kudret defterine geçmiş olurlar.
Kur'an İmamün mubîn halinden el-Kitab'ül-Mübın haline geçince yine bütünüyle muhkem olmakla birlikte, bir yönüyle de bütünüyle müteşabih bir hal alır (bk. Muhkem, Müteşabih). Kur'an, Tevrat ve İncil gibi benzeri kitapların indirilme nedeni, yeryüzünde Allah'ın Yolu'ndan çıkan insanlara öncülük yapmak, onlara Allah'ın Yolu'nu göstermek ve bu yolda gitmelerini sağlamaktır; yani Kitap yeryüzünde insanlar için imamdır:
“..Ondan önce imam ve rahmet olarak Musa'nın Kitabı var..”(Hud: 17).
Kâinat'ta 'tür tür' yayılan varlıklardan her bir tü-. rün kendilerine özgü nitelikleri vardır; onlar fıtratlarından asla sapmazlar ve fıtratları doğrultusunda, Allah'ın kendileri için çizdiği yolda yürürler. Yani, onlar Ümm'ül-Kitap'taki asıllarının Mahv ve İsbat alemine çıkmasıyla 'ete kemiğe bürünmüşleredir; ve bu alemde asıllarının niteliklerinden asla dışarı çıkmamaktadırlar; işte onlar bu şekilde fıtratları üzerinde yaşayan birer ümmet halindedirler:
“Yeryüzünde hareket eden hiç bir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiç bir kuş yoktur ki, sizin gibi birer ümmet olmasınlar..” (En'am: 38).
İnsan irade sahibi bir varlık olarak, Allah'ın kendisini üzerinde yarattığı fıtrat'tan sapabilir; bu yüzden yeri geldikçe açıkladığımız gibi, kendisini yeniden Allah'ın fıtratı'na döndürmek için Allah rasûller gönderir, nebiler ba's eder. Bu nebî ve rasûller tek bir zürriyet halinde insanlık içinde uzanıp giderler. Adem ve Nuh'tan sonra Nübüvvet ve Risalet Hz. İbrahim'e gelmiş ve Hz. İbrahim kendisinden sonraki tüm nebî ve rasûllerin babası olmuştur ve o yalnızca tek bir kavm için değil, tüm insanlık için bir önder durumundadır. Rasûllere indirilen Kitap gerçi insanlar için imamdır; fakat o her insana inmediğinden, Allah'ın seçtiği rasûllere bir çekirdek halinde inmekte ve Rasûller'in onu yaşaması ve uygulamasıyla imamlık fonksiyonunu görmektedir. Bu bakımdan, bir Kitap'la özdeşleşen rasûller ve onların uygulayıcısı nebiler insanlar için imamdılar. İşte bu imamlar insanlık içinde, onlara yol gösteren, onları Allah'ın hidayetiyle hidayet eden birer öncü, yol gösterici ve rehber olarak tek bir topluluk halindedirler; yani bir ümmet'tir onlar: bu ümmet'in evrensel çaptaki ilk babası veya anası 'ümm'ü, yani başı, kaynağı Hz. İbrahim (a) dir; bu bakımdan o tüm insanlara imam olmasının yanısıra, bütün imamların kendisinden geldiği bir ümmet'tîr:
“Rabbi İbrahim'i bazı kelimelerle iptilâya uğratmış, o da bunları tamamlamıştı. “Seni insanlara imam yapacağım” dedi. “Soyumdan da” dedi; “ahdime zalimler erişemez” dedi” (Bakara: 124). Bu ayet İbrahim'in imamlığını açıkladığı gibi, zalimin, yani haksızlıkta bulunanın, zulm kelimesinin çok geniş kapsamı içinde kendi yerine konması gereken bir şeyi yerine koyamıyanın imam olamayacağını da belirtmektedir.
“İbrahim hanif olarak Allah'a boyun eğen bir ümmetti; müşriklerden olmadı” (Nahl: 120).
“(İbrahim, Lût, İshak ve Yakup hk.) “Onlan emrimizle hidayet eden imamlar kıldık ve onlara hayırlar işlemeği, namaz kılmayı ve zekât vermeği vahyettik. Bize ibadet edenlerdi onlar” (Enbiya: 73).
“Yarattıklarımızdan bir ümmet var ki, hakkla hidayet ederler ve hakkla adalet yaparlar” (A'raf: 181).
İmam, 'ümm'le ilgili olarak, insanlara öncülük eden, çevresinde bir Ümmet, yani kendi yolunca giden ve peşinden gelen bir topluluk oluşturan önder demektir. Bu bakımdan, Allah'ın Yolu'na hidayet eden imamlar olduğu gibi, arkasındaki ümmet'i ateşe götüren imamlar da vardır ve dolayısıyle hayr üzerinde birleşmiş ümmet bulunduğu gibi, şerr üzerinde birleşmiş ümmet de vardır:
“Allah'a yalan iftira atan ya da O'nun ayetlerini yalanlayandan daha zalim kim vardır? Onlara Kitap'tan nasipleri erişir; nihayet ramilerimiz gelip canlarını alırken, “hani Allah'tan başka çağırdıklarınız nerde?” dediklerinde, “bizden sapıp kayboldular” dediler ve kendi aleyhlerine, kendilerinin kâfir olduklarına şahitlik ettiler. “Sizden önce cinnden ve insden geçmiş olan ümmetler içinde ateşe girin” dedi.. (A'raf: 37-38).
“Biz onları ateşe çağıran imamlar kıldık ve Kıyamet Günü'nde yardım olunmazlar” (Kasas: 41).
İşte, yeryüzünde insanlar hayr ve şerr imamlarının önderliğinde, onların izince giden ümmetler halindedirler. Ve, Kıyamet Günü'nde her ümmet imamlarıyla birlikte çağrılır:
“Günün birinde her sınıf insanları imamlarıyla çağırırız da, kimin kitabı sağından verilirse onlar kitaplarını okurlar ve en ufak bir zulme uğratılmazlar. Kim burada kör ise o Ahiret'te de kördür ve gittiği yol daha sapık olandır” (İsra: 71-72).
Burada “Zamanının imamını bilmeden ölen Cahiliyye ölümüyle ölür” [449] hadisini hatırlamanın tam yeridir. İşte, insan dünya hayatında kime uymuş ve kimîn ardınca gitmişse, Ahiret'te de onunla birlikte çağrılacak ve ya Cennet'e ya da Cehennem'e girecektir. Eğer, Eîmalılı Hamdi Yazır'ın açıkladığı gibi, yeryüzünde kör olan -muhakkak şu ki, gözler kör olmaz, fakat göğüslerdeki kalpler kör olur (Hacc: 46)- doğru yolu görmiyen, hakk imam'a. uymayan, Allah'ın nimetlerine nankörlük eden Ahiret'te de kör olacak [450] ve elbette Cennet'in yolunu bulamadan, Sırat'tan geçemeden Cehennem'e yuvarlanacaktır.
İmamlar Ahiret'te ümmetleri konusunda şahitlikte bulunacaklardır; yani onlar şehiddirler (bk. Şehid):
“Her ümmetten bir şehid ba's ettiğimiz gün artık ne küfrdenlere izin verilir ve ne de özür dilemeleri istenir” (Nahl: 84).
Demek ki, şehidlerin şehadeti kesindir ve geçerlidir. “
“Her ümmetten bir şehid getirdiğimiz, seni de bunların üzerine şehid getirdiğimiz zaman nice olur?” (Nisa: 41).
Rasûl-i Ekrem (S.A.V.) 'in kâinatın çekirdeği, yaratılış nedeni, nübüvvetin hem başı hem sonu olduğunu bu ayet ne güzel ortaya koyuyor!
İşte, her İmam'ın çevresinde bir ümmet vardır; bütün ümmetlerin imamları üzerinde şehid olan Hatem'-ül-Enbiya'nın ümmeti ise kuşkusuz en büyük nimete nail olan, bu nimet karşılığında da sorumluluğu bulunan bir ümmet'tir. Nasıl Hz. İbrahim'in zürriyetinden nebîler-rasûller-imamlar silsilesi gelmiş, birer imam olarak ümmetler oluşturmuşlar ve kendileri de insanlar için çıkarılmış, onları hayra çağıran en hayırlı bir ümmet olmuşlarsa, Rasûl-i Ekrem'in oluşturduğu ümmet de insanlar içinde hayırlı bir ümmet olarak hakk imamının çevresinde bütün insanlığa hidayet götürmek görevini yüklenmiş bir ümmettir, böyle bir ümmet olmak durumundadır. Kur'an bu ümmetin birinci derecedeki görevini şöyle açıklar:
“Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmet oldunuz. Ma'rufu emreder, münkerden nehyedersiniz ve Allah'a inanırsınız..” (A. İmran: 110). Demek ki, Muhammed ümmeti'nin ana görevi 'ma'rufu emredip, münkerden nehyetmek'tir. Bunu yapmak için ümmet imamının çevresinde toplanmak ve kendi içinde hayra çağıran bir topluluk, bir ümmet oluşturmak zorundadır. İşte, ümmetin içindeki bu ümmet mü'minlerin hayra çağırır, onları Allah'ın Yolu'nda dosdoğru götürmeğe uğraşır ve bunun sonucunda bütün olarak ümmet de tüm insanlığa İslâm'ın mesajını iletir:
“İçinizden hayra çağıran ve ma'rufu emredip münkerden nehyeden bir ümmet bulunsun”(A. İmran: 104).
Kur'an böyle bir ümmetin Musa'nın kavmi içinde bulunduğunu belirtiyor:
Musa'nın kavminden hakkla hidayet eden ve onunla adalet yapan bir ümmet vardı” (A'raf: 159).
İslâm ümmeti yalnızca Allah'ı Rabb kabul ederek O'na ibadet etmek ve Rabb'i, Rasûl'ü, Kâbe'si-Kıble'si, imam'ı... bir olarak ihtilâfa düşmemekle yükümlüdür:
“Muhakkak bu ümmetiniz tek bir ümmettir ve Ben de Rabbinizim, o halde Bana ibadet edin” (Enbiya: 92).
Elmalılı Hamdi Yazırın belirttiği üzere, “müslümanların imandan sonra ilk dinî görevleri olan ümmet ve imamet teşkili yerine getirilmeden “kurtulanlar onlardım hükm-i celiline mazhar olabilmek, “ancak müslümanlar olarak can verin” emrine uyabilmek zordur. [451]
İlmi hakk olarak her şeyi kuşatan ancak Allah'tır’
Elhamdü lillâhi alâ külli hâl ve itmam-i haza'l-kitab. [452]
[1] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 7-12.
[2] Ebu'1-Beka, Külliyat, s: 287; Ragıp el-İsfahanî, elmüfredat fi Ğarib'il-Kur'an, Beyrut, s: 402; Dr. Suphi es-Salih, Kur'an İlimleri, Ç. M. Satd Şimşek, Hibaş yay. Konya, s: 15-18.
[3] Ebu'1-Beka, a.g.e. a.y. Abdürrahman Çetin, Kur'an İlimleri ve Kur'an-i Kerim Tarihi, Dergâh yay. tst. 1982, s: 30-32.
[4] Hayreddin Karaman, Fıkıh Usûlü, tst. 3. baskı, s: 67.
[5] Abdürrahman Çetin, a.g.e. s. 32-36.
[6] S. Hüseyin Nasr, ideals and Realities of İslam, Londra 1966, 2. baskı.
[7] O. Zeki Mollamehmetoğlu, Sünen-i Tirmizi Tercemesi, Y. Emre yayınevi, c. V, HN. 3069, 3093.
[8] Ebu Cafer Muhammed b. Yakup el-Küleynî, Usul-i Kâfi, Şuraz, c. IV, HN: 3460.
[9] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 13-22.
[10] Müfredat, s. 515; Doç. Dr. Suat Yıldırım, Kur'an-i Kerim ve Kur'an İlimlerine Giriş, Ensar neşr. îst. 1983, s: 19.
[11] Suat Yıldırım, a.g.e. a.y. ,
[12] Suphi es-alih, a.g.e. 23.
[13] Ebu Abdullah Muhammed b. Yezid el-Kazvînî t Mace, Sünen, Kitab'ü Tabîr'ir-Ru'ya, HN. 3896. Ebu Abdullah Muhammed b. İsmail el-Buharî, Sahih, Bab'üt-Tabir c. IV, s: 209.
[14] Sünen-I İ. Mace, HN. 3897. Sabih'ul-Buhar i, a.y.
[15] Tefsir-i Kurtubi, c: XII, s. 79. Sahih-i Müslim Tercümesi, M. Sofuoğlu, İrfan y.evi, c. VII, HN. 2398.
[16] S. es-Salih, a.g.e. s. 22; Suat Yıldırım, a.g.e. s: 24-5.
[17] Buhar!, Bed'ül-vahy, o. I, s: 6.
[18] Toshihiko Izutsu, Kur'an'da Allah ve İnsan, çev. Doç. Dr. Süleyman Ateş, Ank. Ün. Ank. 1975 s: 149.
[19] Suphi es-Salih, a.g.e. s: 21.
[20] Buharl sarihi Kırman'den naki. Izutsu. a.g.e. s: 157.
[21] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 22-30.
[22] Mufredat, s. 423; Külliyat-ı Ebl'1-Beka, s: 307.
[23] Muhammed İkbal, İslâm'da Dini Düşüncenin Yeniden Doğuşu, Ç. A. Asrar Bir y. İst. 1984, s. 75. Abdülkerim Suruş, Evrenin Yatışmaz Yapısı, Ç. Prof. H. Hatemt, İnsan yay, İst, 1984; Mevlâna Celaleddin er-Rumî, Mesnevi, terceme ve şerh, A. Baki Gölpınarlı, İnkilâp ve Aka. İst. 1981 c. I-II, s: 138-139.
[24] Hak Dini Kur'an Dili, III, 1920; Bedlüzzaman Said N, Sözler, Otuzuncu Söz. 'Ene ve Zerre Risalesi'.
[25] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 30-34.
[26] Müfredat, 179, Külliyat, 187.
[27] Buhari, Tirmizî, Hakim, t. Hanbel gibi hadisçilerin bu konudaki rivayetleri için bk. Aclunî, Keşf'ul-Hafa, c. IX. s. 189.
[28] Hanbel, Beyhakl, Hakim ve İ. Hibban'ın rivayetleri için. a.g.e. I: 187.
[29] Hak Dini Kur'an Dili, I: 541.
[30] Usül-i Kâfi, C..IV. HN: 3195.
[31] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 34-39.
[32] Müfredat, 508, Külliyat, 362.
[33] Keşf'ül-Hafa, I,; 311-2.
[34] Hadis, “Adem ruhla cesed arasındayken ben peygambedrim” şeklinde de gelmektedir. Bk. Tİrmizi, HN: 3850.
[35] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 39-43.
[36] Müfredat, 439.
[37] Külliyat, 130, 301.
[38]“İsim, Kelime, Halk, Melekût, Emr” gibi kavramları açıklarken kullanmak zorunda kaldığımız, “Allah'ın ilminde ezelî olan varlık kökleri” ifadesiyle, İslâm tarihinde özellikle 'hükema'da görüldüğü şekliyle Kâinat'ın ezelî olduğunu söylemek istemiyoruz. Fakat, bu ifadelerde belirtilmek İstenen, varlıkların alem-i şehadetteki görünür şekillerinin İlm-i İlâhi'de Sufilerin 'A'yan-ı Sabite - sabit aynalar' dediği 'ilmi, vücutlarının olduğudur. İşte, bu ilmî vücutlardır ki. İrade ve Kudret'in tecellisiyle 'yaratıklar' olarak 'kader defteri'nden 'kudret defteri'ne geçmişler ve Kainat'ı meydana getirmişler veya getirmektedirler.. Bu ilmî vücutların, 'a'yan-ı sabite'lerin niteliği bizce meçhuldür.”
[39] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 43-47.
[40] S. Yıldırım, a.g.e., 40-41; Cerrahoğlu, a.gje. 52. Müfredat: 32.
[41] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 47-50.
[42] Müfredat, 244, Hak Dini Kur'an Dili, I: 18, Külliyat, 32
[43] a.y.
[44] Külliyat, a.y.
[45] a.y.
[46] Müfredat, a.y.
[47] Hak Dini Kur'an Dili, I: 18-25.
[48] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 50-53.
[49] Hak Dini Kur'an Dili, II: 1037.
[50] a.y.; Müfredat, 254.
[51] Hak Dini Kur'an Dili, II: 1038-9, Müfredat, a.y.
[52] Cerrahoğlu, a.g.e. s, 126-128.
[53] Bu konudaki farklı tanımlar için bk. El-Mizan fi Tef-sir'il-Kur'an. S. M. Hüseyin Tabatabai, c. III, s: 31-38.
[54] Cerrahoğlu, a.g.e. s. 125; Suphi es-Salih, a.g.e. s: 225.
[55] Hak Dini Kur'an Dili, II: 1037; Ö. Rıza Doğrul, Tanrı Buyruğu, İnkılâp ve Aka 1980, s: LXXXIV.
[56] Tabatabaî, a.g.e. III: 18-27.
Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 54-59.
[57] Cerrahoğlu, a.gje. s: 209-210.
[58] a.g.e. 210; A. Rahman Çetin, a.g.e. 270
[59] Cerrahoğlu, a.g.e. 224-226; Suphi es-Salih, a.g.e. 232.
[60] Nakl. Hadislerle Kur'an-ı Kerim Tefsiri, hzr. B. Karlığa, B. Çetiner, Çağrı yay, İst. 1983, I: 427.
[61] Müfredat, 31; E. Muhammed Abdullah b. Müslum b. Kuteybe. Tefsir-u Ğarib'il-Kur'an, Beyrut, s: 254.
[62] Hak Dini Kur'an Dili, VIII: 5611-5613.
[63] İdeals and Realitier of İslam, II. Bölüm.
[64] Hak Dini Kur'an Dili, II: 1047.
[65] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 59-67.
[66] Müfredat, 402.
[67] Hak Dini Kur'an Dili, IV; 2361.
[68] Rasül-i Ekrem'in namaz kıldırırken sesini fazla yükselttiği, bunun üzerine müşriklerin Kur'an'a ve onu indirene, getirene küfrettiği ve İsra suresi 110. ayetin indiğine dair rivayetler vardır: Örnek olarak bk. Sünen-i Tİrmizî Tercemesi, c. V. HN: 3352, 3353. Rasûlüllah'ın akşam, yatsı ve sabah namazlarında cehrt, gündüz namazlarında yanındaki kişinin duyacağı kadar 'içten' okuduğu mezhepler yanında kabul edilmekle beraber değişik rivayetler de yok değildir. Bk. İ. Mace, HN: 829, 830.
[69] Müfredat, 75.
[70] Tefsîr-u Ğarib'il-Kur'an, s: 529.
[71] Nakl. İ Kuteybe, a.g.e., s: 59.
[72] Hak Dini Kur'an Dili, VIII, 5426.
[73] İ Kuteybe, a.gr.e. 262.
[74] Sahih-i Müslim, HN: 43-44-45.
[75] Martin Lİngs, Antik İnançlar Modern Hurafeler, ç. E. Harman, U. Uyan Yeryüzü yay. İst. 1980.
[76] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 68-73.
[77] Müfredat, 488.
[78] Suphi es-Salih, a.?.e. 42, Hak Dini Kur'an DİIİ, I: 645.
[79] Suat Yıldırım, a.g.e. s: 39.
[80] Suphi es-Salih, a.g.e. 42-43.
[81] İbn-i Sa'd, Et-Tabakat'ül-Kübra, Beyrut, c. I, s: 364.
[82] Doç. Dr. Süleyman Ateş, İş'art Tefsir Okulu, Ank. Ün. İlahiyat Fak. y. Ank. 1974, s: 155-157.
[83] Müfredat, 60.
[84] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 73-87.
[85] B. Topaloğlu, H. Karaman, Yeni Kamus, HRF ma.
[86] Müfredat, s: 114.
[87] Seyyid Kutup, Fi Zilâl'ü-Kur'an, ç, B. Karlığa, E. Saraç, 1. H. Şengüler, Hikmet yay. c. 10, s: 211.
[88] Müfredat, a.y.
[89] Tirmizî, HN: 2271; Buhari, II 257.
[90] Müfredat: 39.
[91] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 87-89.
[92] Müfredat, 490.
[93] S. Yıldırım, a.g.e. s: 102.
[94] Hak Dini Kur'an Dili, I, 462.
[95] Tanrı Buyruğu, s. LXXXVIII.
[96] Hak Dini Kur'an Dili, VIII: 5760.
[97] Üsul-i Kâfi, III; HN: 1510.
[98] Hak Dini Kur'an Dili, IV: 2287.
[99] İmam-ı Şafiî gibi bir mezhep imamı, ayeti sünnetin bile neshini kabul etmezken. Peygamber olmayan bir zata ne kadar yüce bir zat da olsa ayetin hükmünü neshettirmek karşısında şaşmamak elden gelmiyor.
[100] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 90-102.
[101] Müfredat, 350. Külliyat, 258.
[102] Hakim, müstedrek, c. I, s: 457.
[103] Müfredat, 341.
[104] a.g.e. 511-2.
[105] Buharİ, 'Kitab'ül-İman’ I: 12; Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, çev. S. Mutlu. I: 118.
[106] Ebu'l-Hasan el-Maverdi. Ahkâm'üs-Sultaniyye, çev. A. Şafak Bedir yayınevi, s: 6-14; Ö. Nasuhl Bilmen, Hukuk-u İslâmiyye ve Istılahat-ı Fıkhıyye Kamusu, Bilmen yayınevi, c. 6, s: 4-28.
[107] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 109-117.
[108] İslâm Ansiklopedisi, 'Hakk' md.
[109] Müfredat, s: 125.
[110] İslâm Ansiklopedisi, 'Hakk' md.
[111] a,y.
[112] Buharı, 'Bed'ül-halk' II; 207.
[113] B. Said Nnrsi, Mektubat, s: 61.
[114] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 117-122.
[115] Mevdudi, Kur'an'a Göre Dört Terim, çev. İ. Kaya, O. Cilacı, İst. 1979, s: 109-112.
[116] a.g.e. 112.
[117] Hak Dini Kur'an Dili, III: 1698.
[118] a.g.e. s: 483.
[119] İslâm Ansiklopedisi, 'millet' md.
[120] Hak Dini Kur'an Dili s: 484; El-Müncid üt-Tullâb, Beyrut, s: 743.
[121] Hak Dini Kur'an Dili, a.y.
[122] İslâm Ansiklopedisi, a.y.
[123] Keşfül-Hafa: I, 169-170.
[124] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 122-132.
[125] Hak Dini Kur'an Dİli, II, 1081-1084; V. 3432-3434.
[126] Müfredat, 223.
[127] Yeni Kamus, 'ğa-va' md.
[128] Müfredat, 196.
[129] Yeni Kamus, 'Ka-Me' md.
[130] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 133-148.
[131] Bu bölümü yazarken M. P. Dahhak'ın ilgili 'va'z'indan geniş ölçüde yararlandık.
Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 148-158.
[132] Mevdudî, Kur'an'a Göre Dört Terim, s: 15.
[133] a,g.e. 16-24.
[134] Müfredat, 184, a.g.e. 35-38.
[135] İ. Gazzalî, Filozofların Tutarsızlığı, çev. B. Karlığa, İst. 1981.
[136] Kur'an-ı Kerim, Tevbe: 31, A. İmran: 64.
[137] 'Mülk' daha çok 'malik' olunulan şey" anlamında kullanılırken, 'milk' 'tasarruf sahibi' olmayı ifade etmektedir. Daha geniş bilgi için bk. Tabatebaî, el-Mi zan, III, 138-9.
[138] Ayetin güzel bir açıklaması için bk. Hak Dini Kuran Dili, III, 1639-1641.
[139] De: “Allah'ım, mülkün maliki, mülkü dilediğine verir ve mülkü dilediğinden alırsın...” (A. İmran: 26) ayetinin güzel bir tefsiri için bk. Tabatabaî, ei-Mizan: IH: 136-146.
[140] S. Ateş, a.g.e. 263; Sözler, 202.
[141] S. Hüseyin Nasr, İslâm ve Modern İnsanın Çıkmazı çev. A. Ünal, İnsan yayınları, s: 123-4, 135-136 (ON: 4).
[142] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 158-171.
[143] Müfredat, 206-7.
[144] Hak Dini Kur'an Dili, I, 260.
[145] a.g.e. VII, 5206.
[146] Müfredat, 395-6; T. Kamus, 'KOR' md.
[147] Hak Dini, Kur'an Dili, VII, 5206.
[148] a.y.; S. Ateş, a.g.e. 297.
[149] Müfredat, 406. İlgili Kur'an ayetleri bir arada değerlendirildiğinde 'kaza'nın daha çok 'hüküm, tayin ve tesbit', 'kader'inse bu hükmün kâinatta icrası olduğu fikri daha çok geçerlilik kazanmaktadır. Bu bakımdan, M. İkbal gibi bazı müslüman filozoflar 'kader't 'zaman'la açıklamakladırlar. Bk. İslâm'da. Dinî Düşüncenin Yeniden Doğuşu.
[150] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 172-179.
[151] Müfredat, 24.
[152] S. Ateş, a,g.e. 262-3. “Allah bir 'emr'e hükmettiğinde ona sadece “ol” der, o da oluverir»” (Bakara: 117. A. İmran: 47. Meryem: 35, Mü'min: 68).
[153] Hak Dini Kur'an Dili,'lll, 2191, Müfredat, a.y.
[154] Müfredat, 127, Y. Kamus, a.y.
[155] İ. Haldun, Mukaddime, Çev. S. Uludağ, Dergâh yay.
[156] Hak Dini Kur'an Dili, II: 915-930.
[157] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 179-188.
[158] Hak Dini Kur'an Dili, III, 1472-3.
[159] Abdülkerim el-Cîli, İnsan-ı Kâmil, çev. A. Kadir Akçicek. Üçdal neşr. II, 255-7.
[160] Nehc'ül-Belâga, Beyrut 1387, 1. hutbe, s: 40-1.
[161] “Kuşkusuz Necip Fazıl gibi, biz de, aslında bir hal ve zevk meselesi olduğu halde, ifadesinin zorluğundan dolayı sık sık Batı panteizmi ve monizmiyle karıştırılan İslâmî Vahdet-i Vücud anlayışı iğinde, varlıkların bir "serap' ve 'hayal’ olduğunu söylemek istemiyoruz. Böyle bir
iddia, alem-i şehadette yaşayan ve 'istidlâl'lerle sonuca giden bizler için bir 'Su-i edeb' olur. Belirtmek istediğimiz, kâinat'ın, varlıkların asıl varlığının 'fiziki' şekilleri olmadığı, 'alem-i şehadet'in fizik alemin 'hakikat alemi' ni hem gizleyen, hem ortaya koyan bir perde olduğunu ve hakikat'ın fizik değil, 'metafizik alem'de yattığını ifade etmektir. Bk. Hakk-Batıl bahsi."
[162] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 188-194.
[163] Y. Kamus, BRE md.
[164] Hak Dini Kur'an Dili, VII: 4876.
[165] Müfredat, s: 38.
[166] a.g.e. s: 382.
[167] Hak Dini Kur'an Dili, IH, 1889-1890.
[168] a.g.e. VI, 3824.
[169] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 194-202.
[170] Y. Kamus, 'NŞE' md.
[171] Müfredat, 289.
[172] Sahih-i Buharl Muhtasarı Tecrid-i Sarih Terceme ve Şerhi, DİB y. IX, 77.
[173] Müfredat, 290; . Kuteybe, a.g.e. 25.
[174] Müfredat, 251.
[175] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 203-209.
[176] Müfredat, 563.
[177] M. İkbal, a.g.e. 75.
[178] S. Ateg, a.g.e. 268-270.
[179] Müfredat, 173.
[180] Buharı' ve Müslim'in rivayeti için bk. Keşf'ul-Hafa, ll 449
[181] Hak Dini Kur'an Dili, IX, 6067.
[182] a,g.e. IX, 6069.
[183] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 209-219.
[184] Kur'an-ı Kerim, Hıcr: 27, Rahman: 15, Hacc: 5, Rum: 20.
[185] Hak Dini Kur'an Dili, I 210, 406.
[186] S. Ateş, a.g.e. 281-2.
[187] Müfredat, 473.
[188] Hak Dini Kur'an Dili, 302-7.
[189] S. N. Nasr, Three Müslim Sages, 29-30, 71-73.
[190] İslâm Ansiklopedisi, İblis' md.; Hak Dini Kar'an Dili, 320.
[191] İslâm Ansiklopedisi, a.y.
[192] Fİ Zılâl'il-Kur'an, VII, 32.
[193] Hak Dini Kur'an Dili, I. 239.
[194] İ. Arabî. Şecere t'ül-Kevn, çev. A. Akçiçek, Bahar yay. s: 109-128.
[195] Müfredat, 98; Hak Dini Kur'an Dili,lll. 2030.
[196] İslâm Ansiklopedisi, 'Cin' md.
[197] Hak Dini Kur'an Dili, IH. 2031.
[198] 'Tefsir-i Taberi'den nakl, Qamaruddin Khan, PoIitical Concepts in thc Quran, Karachi, s: 11-12.
[199] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 219-244.
[200] Müfredat, 172.
[201] islâm'da 'dünya' ve 'dünya anlayışı' ile ilgili olarak Sabri F. Ülgener'in 'Zihniyet ve Din' adlı eserinde gerçekten güzel açıklamalar mevcuttur. Dr. yay, İst. 1981.
Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 244-250.
[202] Hak Dini Kur'an Dili, III. 2018.
[203] Konuyla İlgili açıklamalar için, a.g.e. I, 213-6.
[204] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 251-259.
[205] Müfredat, 138.
[206] a.g.e. 138-9.
[207] a.y.
[208] Hak Dini Kar'an Dili, I, 547.
[209] İ. Hişam, II, 292.
[210] S. Ateş, a.g.e. 280.
[211] Tirmizi, HN: 2578.
[212] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 259-264.
[213] Müfredat, 47
[214] a.g.e. 14.
[215] a.g.e. 28.
[216] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 264-269.
[217] Müfredat, 160.
[218] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 269-273.
[219] Müfredat, 308-9.
[220] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 273-277.
[221] Açıklamalar için bkn.: Müfredat, s: 325, 403, 522; Hak Dini Kur'an Dili, II, 1006; V,, 3117; VII, 4665; VIII, 5637-8, 5406, IX. 6030.
[222] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 277-282.
[223] Müfredat, 114, 128; Külliyat, 166; Y. Kamus, HLL' ve 'HRM’ md.; Ahter-i Kebir, Osmanlıca bsk.
[224] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 289-295.
[225] Müfredat, 61.
[226] Keşf'ül-Hafa, I, 144.
[227] a.g.e. I, 80.
[228] Usul-i Kâfi, III, HN: 2332, 2333.
[229] Müfredat, 371, Külliyat, 277, Tecrid-i Sarih, 2: 468, Hjık Dini Kur'an Dili, VI, 4530.
[230] Müslim, HN: 118, 120.
[231] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 295-303.
[232] Müfredat, 548.
[233] Hak Dini Kur'an Dili, VI: 3820, VII, 4570.
[234] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 303-306.
[235] Y. Kamus, FSO md.
[236] Müfredat, 379.
[237] a.g.e. 284, Külliyat, 226.
[238] Müfredat, 284-285.
[239] Sahih-i Müslim, Kitab'ül-İman, HN. 116.
[240] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 306-313.
[241] Müfredat, 331.
[242] Hak Dini Kur'an Dili, VI, 4546.
[243] Nehc'ül-Belâga, 1. hutbe. Bu hutbede 'sıfatların nefyi' vardır; Ehl-i Sünnet bu konuda farklı inançtadır. Hutbenin Hz. Ali'ye ait oluşunun sıhhati Nehc'ül-Belâğa'nın sıhhatiyle orantılıdır.
[244] Cevad Amulî, Niyaz be-mantık, 18.
[245] Hak Dini Kur'an Dili, IV, 2357-8.
[246] Müfredat, 505; Hak Dini Kur'an Dili, V, 3118.
[247] Tlrmizi, HN: 2259.
[248] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 313-322.
[249] Müfredat, 10-11.
[250] Buhari, Müslim, Tirmlzİ ve İ. Hanbel'den, Keşf'ül-Hafa, I, 336.
[251] E. Bekr er-Razi el-Cessas, Ahkâm'Ül-Kur'an, Kahire, ll, 3-4.
[252] Celâleddin es-Süyûtî, ed-Dtirr'ül-Mensur, I, 252.
[253] Buharî, el-Kâfî ve Ayyaşî'nin rivayetleri için bk. Ta-batabai, el-Mizan, IV, 384.
[254] Müncid, FHŞ md. Müfredat, 373-4.
[255] Müfredat, 55-56.
[256] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 323-331.
[257] Arapça'da ve özellikle Kur'andaki çoğu kullanımıyla fil-i mazi kesinlik belirtir ve Türkçe'deki 'dili geçmiş zaman' kipiyle çevrilmesi gerekmez.
[258] Müfredat, 118, 252-3; Külliyat, 19, 166.
[259] Açıklama ve alıntılar için bk. Tabatabaî, el-Mizan, IV, 344-353.
[260] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 331-341.
[261] Müfredat, 233-4; Hak Dini Kuran Dili, I, 234.
[262] Müfredat, 40; Y. Kamus, BZR md.
[263] Müfredat, 231-2.
[264] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 342-346.
[265] Müfredat, 315.
[266] a.y.; Hak Dini Kur'an Dili, I, 322.
[267] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 346-355.
[268] Müfredat, 304, Külliyat, 236.
[269] İbn-i Kesir, Tefsir'ul-Kur'an'iI-Azim, I, 519.
[270] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 355-358.
[271] Müfredat, 91.
[272] a.g.e. 373.
[273]T. Izutsu, Kur'an'da Dini ve Ahlâki Kavramlar, çev, S. Ayaz, Pınar yay. s: 220.
[274] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 358-364.
[275] Hak Dini Kur'an Dili, I, 208, 282.
[276] Müfredat, 380.
[277] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 364-370.
[278] Müfredat, 259.
[279] Barnaba İncili, İng. nüsha.
[280] 'Şirk'in özelikle 'ameli' yönüyle ilgili daha geniş açıklama için bk. A. Ünal, Mekke - Rasüller'in Yolu, Pınar yay. İst. 1983, 'Şirk ve Müşrikler' bl.
Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 370-376.
[281] Müfredat, 433; Hak Dini Kur'an Dili, I, 237.
[282] Tirmizî, HN: 2733, 2734; Müslim, HN: 33, 34, 35. İ. Mace, Buharî, Müslim ve Tirmizi'nin bazı rivayetlerinde “namazı kılıp zekâtı verinceye kadar” İlâvesi de vardır. Şu kadar ki, yine Müslim’in ve daha başkalarının rivayetlerinde Hz. Ebu Bekr'in zekât vermeyenlerle savaşma kararı üzerine Hz. Ömer' in kendisine “Rasûlüllah, “Allah'tan başka ilâh yok deyinceye kadar insanlarla savaşmam bana emr olundu. Her kim 'La ilahe illallah' derse İslâm hakkı müstesna, benden malını ve nefsini korumuştur, hesabı da Allah'a aiddir” dediği halde insanlarla nasıl savaşıyorsun?” diye başlangıçta karşı çıktığı da ifade olunmaktadır. Ör. Müslim, HN: 32.
[283] Buharî, III: 74.
[284] Usul-i Kâfi, HN: IV, 2880.
[285] Ahmed S. Kılavuz, İman - Küfür Sınırı, marifet yay. s: 56-57.
[286] a.g.e. s: 155.
[287] a.g.e. s: 159.
[288] a.g.e. s: 59.
[289] Müslim, HN: 100-105; Usul-i Kâfi, HN: 1510.
[290] Bu konuda uzun açıklamalarda bulunan ve sorunu bir hayli tartışan, Ehl-i Sünnet alimlerince de “alim, fazıl” biri olarak kabul edilen Seyyid Şerif Murtaza'nın Hakaik'ut-Tevü fî müteşabih'it-Tenzü adlı eserine bakılabilir, c. V, s: 361-76.
[291] Hak Dini Kur'an Dili, I, 207-8.
[292] Usul-i Kâfî, IV, HN: 2852.
[293] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 376-391.
[294] Müfredat, 502.
[295] Müslim, HN: 106-110.
[296] Keşf'ül-Hafa, I, 28.
[297] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 392-400.
[298] Müfredat, 377-8.
[299] a.g.e. 155-6.
[300] İ. Mace, HN: 3994; Tirmirf, HN: 2271.
[301] İ. Mace, HN: 3991-3993.
[302] Buharî, IV, 142.
[303] a.g.e. IV, 117.
[304] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 401-411.
[305] Y. Kamus, KBR md.; Müfredat, 420.
[306] Müfredat, 295, Külliyat, 232.
[307] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 411-419.
[308] Müfredat, 473.
[309] a.g.e. 74. Y. Kamus, TRF md.
[310] Seyyid Kutup, İslâm'da Sosyal Adalet, çev. B. Eryarsoy, İst. 1980, s: 181-2.
[311] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 420-424.
[312] Müfredat, 102.
[313] Y. Kamus, CHL md.
[314] Hak Dini Kur'an Dili, III, 2036.
[315] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 424-430.
[316] Müfredat, 262.
[317] Hak Dini Kuran Dili, X, 223-5.
[318] Müfredat, a.y.
[319] Hak Dini Kur'aiı Dili, a.y.
[320] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 435-438.
[321] Müfredat, 384.
[322] Hak Dini Kur'an Dili, VIl: 4636.
[323] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 438-442.
[324] Müfredat, 342.
[325] Hak Dini Kur'an Dili, I, 224-5.
[326] a.g.e. I, 566-7.
[327] Müfredat, a.y.
[328] A. el-Cili, İnsan-ı Kâmil, I, 49, II, 77-85.
[329] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 442-445.
[330] Hak Dini Kur'an Dili, I, 524; Müfredat, 267-8.
[331] Müfredat, 268.
[332] a.y.
[333] Hak Dini kur'an Dili, II, 1055-1058.
[334] Haji Mirza M. Pooya, Fundamentals of iİslam, Karachi 1971, s: 167-174.
[335] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 445-453.
[336] Müfredat, 188.
[337] a.g.e. 213, Hak Dini Kur'an Dili, Vlir, 5560.
[338] Müfredat, 214.
[339] a g.e. 307-8.
[340] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 453-461.
[341] Müfredat, 343.
[342] Hak Dini Kur'an Dili, I, 223.
[343] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 461-468.
[344] Müfredat, 552.
[345] Hak Dini Kur'an Dili, IX 6055.
[346] Bu ayete dayanarak bazıları 'yakin' sahibi' olma iddiasıyla ibadetlerin artık gerekli olmadığı vehmine kapılmaktadırlar, bazı melâmîler gibi. Ayette 'yakin'den kasıt mutlak anlamda ölümse, ölünceye değin ibadet edilmesi gerektiği ortaya çıkar. Ölümün yakin olduğu açıklanıyorsa -ki öyledir-İbadetin yakine ulaşma aracı olduğu anlamı çıkar, yoksa yakîn'e ulaşılınca ibadetin bırakılacağı değil, Rasûlüllah 'hakk* al-yakîn' sahibi' olduğu halde ibadetleri bırakmak şöyle dursun, en çok ibadet edendi ve üstelik, “ey ma'bud, sana gereği gibi ibadet edemedik” derdi.
[347] Hak Bini Kur'an Dili, I, 202.
[348] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 468-471.
[349] Müfredat, 384; Hak Dini Kur'an Dili, llI, 1901.
[350] Fıkh ve ilmle ilgili bazı hadisler için bk. Hak Dini Kur'an Dili, VII: 4792-6.
[351] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 471-473.
[352] Müfredat, 366.
[353] Hak Dini Kur'an Dili, I: 172-176.
[354] Sözler, 202-3.
[355] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 473-479.
[356] Müfredat, 191.
[357] Müfredat, 191-2, 194, 499-500; Hak Dini Kur'an Dili, I, 192, I, 127, 538, VIII, 5267, II, 1006, III. 1886. IV, 2296; el-Mizan, III, 146-151.
Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 479-488.
[358] Üsul-i Kâfi, III, HN:1536.
[359] Müfredat, 265.
[360] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 488-495.
[361] Müfredat, 76.
[362] Hak Dini Kur'an Dili, VIII, 5127.
[363] a.g.e. VIII, 5126
[364] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 495-497.
[365] Müfredat, 169-İ70.
[366] Hak Dini Kur'an Dili, III, 2194.
[367] a.g.e. I, 366.
[368] Bu konuda A. Şeriatı, Alexis Carrel, Düa, (Bir yay.) kitabı okunabilir.
[369] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 497-501.
[370] Müfredat, 285, Y, Kamus, 'Sala' md.
[371] Müfredat, a.y.
[372] Hak Dini Kur'an Dili, VI, 3910.
[373] a.g.e. V. 3780.
[374] Müfredat, 286.
[375] Müslim, Tirmizi, İ Mace ve E. Davud'un rivayeti için bk. Keşf'ül-Hafa, I, 347-8.
[376] Hak Dini Kur'an Dili, VIII, 5361.
[377] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 501-506.
[378] Müfredat, 161-2.
[379] a.g.e. 149.
[380] a.g.e. 148.
[381] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 506-512.
[382] Müfredat, 530.
[383] a.y.; Hak Dini Kur'an Dili, VI, 4480. (Hadis, Buharı gibi Kütûb-ü Sitte muh ad d isleri tarafından rivayet edilmiştir.)
[384] Hak Dini Kur'an Dili, II, 1153-4.
[385] a.g.e. I, 184, II, 1074.
[386] Usul-i Kafi, III, 2234.
[387] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 512-518.
[388] Buharl, Müslim, İ. Mace, “Kitab'ül-İman.”
[389] Müfredat: 119.
[390] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 518-520.
[391] Müfredat, 40.
[392] a.y.
[393] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 520-522.
[394] Müfredat, 277.
[395] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 522-523.
[396] Müfredat, 154; Y. Kamus, HLS md.
[397] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 524-526.
[398] Müfredat, 536-7.
[399] a:g.e. 101.
[400] Buhari, I, 11.
[401] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 526-531.
[402] Abdulkerim Süruş Evrenin Yatışmaz Yapısı, cev. Prof. H. Hatemi, İnsan yay.; 1. GazzalI, Filozofların Tutarsızlığı, çev. B. Karlığa; Nur Kandili, çev. Y. Arıkan, 'Arifler Yolu'nda, Elifte yay.; Martin Lings, Yirminci Yüzyılda Bir Veli, Yeryüzü yay.
[403] Bediurzaman S. N. Sözler, Otuzuncu Söz.
[404] Es-Sabunî, Matûridiyye Akaidi, 175-184; Taftazanî, Şerh'ul-Akaid, 276-287; Ahmed S. Kılavuz, İman - Küfür Sınırı; Sabit Ünal, Fıkhı Ekber ve İzahı, DİB yay. 48-50.
[405] Müfredat, 239.
[406] Buharî, Kitab'ül-İman, I, 12-13.
[407] Buharı, I’ 14; Müslim, HN: 135.
[408] Buharî, I, 13-14.
[409] Küleynî, Usul-i Kâfî, III, HN: 1513.
[410] Tirmizî, HN: 2733; Müslim, HN: 33, 34, 35. Buhari ve İ. Mace'nin rivayetiyle Müslim'in bir rivayetinde 'namaz kılıp zekat verinceye değin ilâvesi' de vardır.
[411] Buharî, I. 14; Müslim, HN: 236-7.
[412] Müslim, HN: 158-159.
[413] Usul-i Kâfi, HN: III, 1507, 1508.
[414] Buhari, Müslim, Tirmizî ve Nesai'nin rivayetleri için bk. Keşf'ül-Hafa, II. 507.
[415] Müslim, HN: 116-120. İ. Mace, HN; 69.
[416]İ Mace, HN: 65.
[417] Aliyy'ül-Kari Firuzabadî'nin “iman söz ve ameldir, artar eksilir, artmaz eksilmez” şeklinde gelen hadislerin mevzu olduğunu söylediğini belirtir: Mevzuat-ı Aliyy'ül-Kari Tercemesi, A. Serdaroğlu, Ank, 1966, s: 50, Acluni ise, “iman söz ve ameldir, artar eksilir” hadisinin sahih olduğunu, Buharî'nin “bu hadisi 1080 şeyhten yazdım” dediğini nakleder:'Keşf'ül-Hafa, I, 22. Bununla ilgili Buharı, Müslim ve İ. Mace'nin 'Kltab'ül-İman' bölümlerinde hadisler vardır, Kur'an'ın da açıkça delâlet ettiği bu gerçekler karşısında tartışmaya girmek, hattâ hadis aramak bile gereksiz olmalıdır.
[418] Müfredat: 25.
[419] a.g,e. 239.
[420] Tevhid'in özellikle “fiillerde Tevhid” kısmı ve ibadetle ilgili olarak diğer çalışmalarımıza ve özellikle Pınar yayınları arasından çıkan Mekke - Rasûller'in Yolu adlı çalışmamızın 'Tevhid - Allah'a İbadet ve Allah'a Teslimiyet' bölümüne bakılabilir.
[421] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 531-550.
[422] Hak Dini Kur'an Dili, II: 1081-1084.
[423] Müfredat, 283, Hak Dini Kur'an Dili, a.y.
[424] Tirmizi, HN: 3848, 3849; Müslim, Kitab'üI-Fezail, 1.
[425] Buharî, II: 255.
[426] Tecrid-i Sarih, IX: 273.
[427] Müfredat, 482.
[428] Buhari, II: 257.
[429] Müfredat, 195.
[430] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 555-566.
[431] Ömer N. Bilmen, Istilahat-ı Fıkhıyye Kamusu, I: 133; Suphi es-Salih Hadis İlimleri ve Hadis Istılahları, çev. Y. Kandemir, DİB yay. s: 3.
[432] Muhammed Takiyy'ül-Hakim, Es- Sünnetü fi'ş-Şeriaf-il-İsIâmiyye, 1402, s: 7-8.
[433] Bu konu, İslâm'da tarihin akışıyla ilgili olarak uzun bir konudur; dolayısıyle bu çalışmanın hacmi dışında olduğundan daha fazla dalmak istemedik.
[434] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 566-570.
[435] Müfredat, 155-156.
[436] Qamaruddin Khan, Political Concepts in the Quran, s: 11-12.
[437] Müfredat, 156.
[438] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 570-575.
[439] Müfredat, 533.
[440] a.g.e. 534.
[441] Fahrüddin er-Razî, Tefsir, VIII: 93, İbn-i Kuteybe, Tefsir'u Ğarib'il-Kur'an, s: 453; Buharı, Sahih, III: 198.
[442] Hak Dini Kur'an Dili, VIII: 5487.
[443] 'Nebi-Rasül'ü anlatırken de aktardığımız gibi, Buhari' nin rivayet ettiği, “İsrail Oğulları'na nebiler hükmederdi; biri öldü mü yerine bir başkası gelirdi” hadisinin devamında “benden sonra ise halifeler”olacaktır buyrulurken, kritikçilerin çok farklı yorumlarına neden olan ve yine Buharî'nin de rivayet ettiği bir başka hadiste ise “Benden sunra on iki 'emir' gelir, hepsi de Kureyşten'dir” buyrulmaktadır. (Ülül-emr'i açıklamak bakımından naklettiğimiz bu hadislerle ilgili olarak umarım bizi değişik mezheplere bağlayıp tadlil-tekfir edenler çıkmaz.) Hadisin nakilleri ve yorumlarıyla ilgili olarak bk. Celâlüddin es-Süyutî, Tarih'ul-Hulefa, Mısır, 1372 s: 10-12.
[444] Hak Dini Kur'an Dili, IV: 2731, 2566, 2488, III: 2148.
[445] a.g.e., IV: 2731.
[446] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 575-583.
[447] Müfredat, 22.
[448] Sözler. 581, DN.
[449] Hakim'in Müstedrek'inde rivayet edip sahih olduğunu belirttiği bu hadis daha başka muhaddisleree de rivayet edilmiştir.
[450] Hak Dini Kur'an Dili,
[451] a.g.e. II: 1154-1155.
[452] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 583-588.