KUR'ÂN-I KERÎM'DE YARATMA KAVRAMI
Sûrelerin nüzul sıralarını gösterir cetvel
1- YARATMA KAVRAMI İLE İLGİLİ TABİRLER
A. Doğrudan Doğruya Yaratma Kavramı İle İlgili Tabirler
B) Haleka Kelimesinin Lügatlardaki Mânâları
C) Allah'ın İsimlerinden El-Hâlik, El-Hâlikûn, El-Hallâk, Ahse-Nu'l-Hâlikîn Kelimelerinin Mânâları
D) Yaratıklar Hakkında Kullanılan Halk Ve Müştakları
4 ) Fatara Fiili Ve Fâtır İsm-i Şerifi
5. Bera'e Fiili Ve El-Bârî' İsmi
6. Feiaka Fiili Ve Fâliku'l-Habbi Ve'n-Nevâ, Fâlikul-İsbâh İsimleri
10. Savvara Fiili Ve El-Musavvir İsm-i Şerifi
12. Ehyâ fiili ve Cenâb-ı Allah'ın el-Muhyi'l-Mevta ism-i şerifi
13. Allah'ın "kün" emri ile yaratması
B. Allah'a İzafe Suretiyle Yaratma Kavramı İfade Eden Tabirler
2. Fa'le Fiili Ve Fa'âlun Limâ Yurîd İsm-i Şerifi Fi'l Ve Amel'in Kullar İçin Kullanılışı Çoktur.
6. Âtâ, Vehebe (Verdi) Fiili Ve El-Vehhâb İsm-i Şerifi
2.YARATMA KAVRAMININ YAYILDIĞI ALAN
A. Görünmeyen Varlıkların Yaratılması
1. Meleklerin Ve Cinlerin Yaratılması
2. Ölümün Ve Hayatın Yaratılması
B. Görünen Kâinatın Yaratılışı
1. Göklerin Yaratılışı Hakkında Kur'ân'da Geçen Tâbirler
2. Göklerin ve yerin altı günde yaratılışı
3. Altı günde yaratmadan ne anlaşılacağı:
4. Göklerle yerin hangisi önce yaratılmıştır?
6. Göklerin direksiz görüntüsü:
7. Yeryüzünün Yaratılması Konusunda Kullanılan Tabirler
9. Diğer gök cisimlerinin yaratılışı.
10. Gök Cisimlerinin Hareketi Ve Gece İle Gündüzün Yaratılışı.
11. Bütün Kâinat Gerçek Bir Maksatla Yaratılmıştır
A. Her Canlı Sudan Yaratılmıştır.
15. İnsanın Eşinin ve Zürriyetinin Yaratılması
16. Allah İnsanı En Güzel Şekilde Yaratmıştır
17. İnsanın Yaratılıştan Gelen Zaafları
18. Herşey İnsan İçin, İnsan Da Allah'a Kul Ve Halife Olmak İçin Yaratılmıştır
3.YARATMA KAVRAMININ ALLAH'I TANITMASI
1. Kim Yaratıcı İse İşte Allah O'dur
2. Yaratma Bir Kere Olup Bitmiş Değil, Devamlıdır
4. Allah'tan Başka Yaratıcı Yoktur, Batıl Tanrılar Birşey Yaratamazlar
5. İlk Yaratılış İkinci Yaratılışa Delildir
1943'de Boğazlıyan'ın (Yozgat) Fehimli köyünde doğdu, ilk tahsilini köyünde yaptı. Orta tahsilini Kayseri ve Konya İmam Hatip liselerinde tamamladı. 1966 yılında İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsünü bitirdi. Sırasıyla Turgutlu Lisesi din dersi öğretmenliği, Malatya ve Kayseri İmam-Hatip Lisesinde meslek dersleri öğretmenliği yaptı. 1977 yılında A.Ü. ilahiyat Fakültesine Arapça okutmanı olarak intisab etti. 1982 yılında tefsir doktoru oldu. 1989 yılında tefsir doçenti oldu. 1995 yılında Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde tefsir profesörü olmuştur. Sahası ile ilgili yayınlanmış 7 kitabı ve birçok makalesi bulunan müellif halen Sakarya Üniversitesi ilahiyat Fakültesi Temel İslam Bilimleri bölüm başkanıdır. [2]
Bizi ve kâinatı yaratan yüce Yaratıcımıza hamd eder, Onun ebedî risâletini bize ulaştıran Hz. Muhammed'e salât ve selâm ederiz.
Birçoğumuz "Allah yaratmıştır, Allah yarattı" der, geçeriz. Bu sözler, derinden hissedilerek, üzerinde düşünülerek, mânâları idrak edilerek söylenmesi gereken sözlerdir. Yaratma işi öyle kolay söylenip geçilecek bir mefhum değildir. Akıllı bir varlık olan insan, pek çok önemli konuda olduğu gibi, yaratma kavramını idrak hususunda da gafil davranmaktadır. Halbuki ilâhî teklife lâyık görülen, ilâhî hitaba mazhar olan insan, Allah'ın münzel âyetlerini okuyacak, kevnî âyetlerini tefekkür edecek kabiliyettedir. Allah'ın âyetlerinin yanından umursamaz bir tavırla geçip gitmek şuurlu insanın davranışı olamaz.
Hâlık ile mahlûku ayırıcı en kalın çizgi yaratma kavramıdır. Yaratan, yaratıklarının sahibi, maliki, mün'imi, onların rızık vereni ve besleyenidir. Onlar üzerinde tam tasarruf sahibidir. Bu mefhum iyi kavranılmadığı zaman birçok iltibaslara meydan verilmekte, Hâlik'ın hukuku ile mahlukun hukuku birbirine karıştırılmaktadır.
"Onlar Allah'ı hakkıyla takdir edemediler" [3] âyetinin itabına maruz kalınmaktadır.
Çalışmamızda bu konuyu seçmemiz, bu konunun itikadla ve çok değerli bildiğimiz marifetullah (Allah'ı bilme) ile yakın ilgisinden dolayıdır.
Konuyu üç bölümde işledik. "Kur'ân'ı-Kerim'de yaratma ile ilgili tabirler", "Yaratma kavramının yayıldığı alan" "Yaratma mefhûmunun Allah'ı tanıtması". Kur'an'da yaratmanın çok geniş alana yayılmış olması yüzünden ikinci bölüm genişçe yer tutmuştur. Üçüncü bölümde ise, netice demek olacak hükümlere varmak suretiyle yaratmanın Allah'ı tanıtıcı oluşu vurgulanmıştır. Başta sûrelerin nüzul sıralarını gösteren bir liste vermeyi konunun işleniş üslûbu bakımından faydalı gördük. Bunlar mushaftaki sıra numarasıdır.
Konunun hazırlanmasında değerli yardımlarını esirgemeyen muhterem Prof. Dr. Suat Yıldırım'a ve istişarelerde bulunduğum arkadaşlara ve ayrıca eserin neşrine yardımcı olanlara şükranlarımı ifade ederim. Muvaffakiyet Allah'tandır.[4]
1 |
Fatiha |
5 |
27 |
Nemi |
48 |
2 |
Bakara |
87 |
28 |
Kasas |
49 |
3 |
Âl-i İmran |
89 |
29 |
Ankebut |
85 |
4 |
Nisa |
92 |
30 |
Rûm |
84 |
5 |
Mâide |
112 |
31 |
Lokman |
57 |
6 |
En'âm |
55 |
32 |
Secde |
75 |
7 |
A'râf |
39 |
33 |
Ahzâb |
90 |
8 |
Enfâl |
88 |
34 |
Sebe' |
58 |
9 |
Tevbe |
113 |
35 |
Fâtır |
43 |
10 |
Yûnus |
51 |
36 |
Yâsîn |
41 |
11 |
Hûd |
52 |
37 |
Sâffât |
56 |
12 |
Yûsuf |
53 |
38 |
Sâd |
38 |
13 |
Ra'd |
96 |
39 |
Zümer |
59 |
14 |
İbrahim |
72 |
40 |
Mü'min |
60 |
15 |
Hicr |
54 |
41 |
Fussilet |
61 |
16 |
Nahl |
70 |
42 |
Şûra |
62 |
17 |
İsrâ |
50 |
43 |
Zuhruf |
63 |
18 |
Kehf |
69 |
44 |
Duhân |
64 |
19 |
Meryem |
44 |
45 |
Câsîye |
65 |
20 |
Tâhâ |
45 |
46 |
Ahkâf |
66 |
21 |
Enbiyâ |
73 |
47 |
Muhammed |
95 |
22' |
Hacc |
103 |
48 |
Fetih |
111 |
23 |
Mü'minûn |
74 |
49 |
Hucurat |
106 |
24 |
Nur |
102 |
50 |
Kaf |
34 |
25 |
Furkân |
42 |
51 |
Zâriyât |
67 |
26 |
Şuarâ |
47 |
52 |
Tûr |
76 |
53 |
Necm |
23 |
84 |
Înşikâk |
83 |
54 |
Kamer |
37 |
85 |
Bürûc |
27 |
55 |
Rahman |
97 |
86 |
Târik |
36 |
56 |
Vâkı'a |
46 |
87 |
A'lâ |
8 |
57 |
Hadîd |
94 |
88 |
Ğâşiye |
68 |
58 |
Mücadele |
105 |
89 |
Fecr |
10 |
59 |
Haşr |
101 |
90 |
Beled |
35 |
60 |
Mümtehine |
91 |
91 |
Şems |
26 |
61 |
Saf |
109 |
92 |
Leyi |
9 |
62 |
Cum'a |
110 |
93 |
Duhâ |
11 |
63 |
Münâfıkûn |
104 |
94 |
İnşirah |
12 |
64 |
Tegâbun |
108 |
95 |
Tîn |
28 |
65 |
Talâk |
99 |
96 |
Alâk |
1 |
66 |
Tahrîm |
107 |
97 |
Kadir |
25 |
67 |
Mülk |
77 |
98 |
Beyyine |
100 |
68 |
Kalem |
2 |
99 |
Zelzele |
93 |
69 |
Hakka |
78 |
100 |
Âdiyât |
14 |
70 |
Meâric |
79 |
101 |
Kâri'a |
30 |
71 |
Nûh |
71 |
102 |
Tekâsür |
16 |
11 |
Cin |
40 |
103 |
Asr |
13 |
73 |
Müzzemmil |
3 |
104 |
Hümeze |
32 |
74 |
Müddessir |
4 |
105 |
Fîl |
19 |
75 |
Kıyâme |
31 |
106 |
Kureyş |
25 |
76 |
İnsan |
98 |
107 |
Mâ'ûn |
17 |
77 |
Mürselât |
33 |
108 |
Kevser |
15 |
78 |
Nebe’ |
80 |
109 |
Kâfirûn |
18 |
79 |
Naziât |
81 |
110 |
Nasr |
114 |
80 |
Abese |
14 |
111 |
Tebbet |
6 |
81 |
Tekvîr |
7 |
112 |
İhlâs |
22 |
82 |
İnfitâr’ |
82 |
113 |
Felak |
20 |
83 |
Mutaffifîn |
86 |
114 |
Nâs |
21 |
Kur'ân'da yaratma kavramı ile ilgili tabirler çok çeşitlidir. Yaratmayı çeşitli yönleriyle dile getiren bu tabirlerden bir kısmı, bu anlamı doğrudan doğruya ifade eder. Bir kısmı da aslında yaratma anlamında olmadığı halde, Allah'a nisbet edildiği zaman "yaratma" anlamı kazanan tabirlerdir. Bu birinci genel başlık altında doğrudan doğruya yaratma mânâsı ifade eden fiil ve isimleri ele alacağız. [6]
Haleka kökü Kur'ân-ı Kerîmde ikiyüz elliden fazla kullanılmıştır. Hem fiil hem isim şekilleriyle çokça geçer. Fiil şekillerinden "yarattı" şekli 93 defa, "yarattım, yarattın" şekli 11 defa, "yarattık" şeklinde 41 defa, "yaratır, yaratmazlar, yaratamazlar" mânâsında muzari şekli 18 defa, "yaratıldı, yaratıldılar, yaratılırlar" şekilleri 11 defa, yapmak manâsıyla fiil şeklinde "yaparım ve yaparsın" mânâlarında 2 defa geçer. Bu son iki şekil Hz. İsa'ya izafe edilmiştir. Yine fiil şeklinde "uyduruyorsunuz, yalan söylüyorsunuz" mânâsında 1 defa, "siz mî yaratıyorsunuz?" soru şekli 1 defa, "yarattılar mı?" soru tarzında 2 defa, "ne yarattılar?" şekli 2 defa olmak üzere toplam fiil şekilleri 182 defa geçmektedir. Halk (yaratmak) mastar şekliyle 52 defa geçmektedir. Yine ism-i fail şekli olan Halik (Yaratıcı) Kur'ân-ı Kerîm'de 8 defa geçmektedir. Hâlikun ve hâlîkin şekli 4 defa, el-Hallâk şekli 2 defa geçer. Yaratma mânâsına gelen halk kökü, hep Allah'a izafe edilmiştir. Tek istisnası Hz. İsa'dan nakledilen [7] âyetleridir ki, buralarda Hz. İsa'ya hakiki hâliklık nisbet edilmemekte, hakiki Yaratıcının Allah Tealâ olduğu âyetin muhtevasından açıkça anlaşılmaktadır. Hz. İsa'ya izafe edilen yaratmanın başka türlü izahları da vardır. Bunlar aşağıda gelecektir. Bu kökten geldiği halde yaratma ile doğrudan doğruya ilgili olmayan kelimeler de vardır. Muhallaka 2 defa, ihtilâk 1 defa, aynı kökten halâk 6 defa, aynı kökten huluk 2 defa geçmektedir. "Hlk" kökünden isim şekli de Kur'ân'da toplam 77 defa yer almaktadır.
Fiil şeklinin çoğu Mekkî âyetlerde görülmektedir. Halik vasfının da geçtiği bütün âyetlerin Mekkî olduğunu görüyoruz. Fiil şeklinin çok kullanılmasına mukabil sıfat şekli daha az kullanılmaktadır. Hâliku külli şey' (herşeyin yaratıcısı) şeklinde muzâf olmak Üzere şu âyetlerde gelmektedir: [8]
Bunlardan [9] edeni, diğerleri Mekkîdir. Ayrıca "Allah'tan başka bir yaratıcı mı var?" tarzında [10] Mekkî âyetinde "Halik" kelimesi tenvinli, yine [11] âyetinde tenvinli olarak; "Bir zaman Rabbin meleklere demişti ki:
"Ben kupkuru çamurdan, değişken balçıktan bir insan yaratacağım!" mealinde mekki bir âyette geçer. Yine aynı mealde [12] Mekkî âyetinde tenvinli olarak geçmektedir. Eliflâmlı olarak sâdece Medenî bir âyette [13] umum ifade edecek şekilde geçmiştir. O halde Halik (Yaratıcı) vasfı iki yerde, biri eliflâmlı [14], biri izâfet şekliyle [15] medenî âyetinde geçmekte, diğerleri tamamen Mekkî âyetlerde yer almaktadır.
Allah'ı tanıtmanın en bariz şekli olan Yaratıcı vasfı, Mekke devrinde Kur'ân-ı Kerîm'de genişçe yer almıştır.[16]
Halk, aslında doğruca takdir etmek demektir. Bir asla ve benzere dayanmaksızın birşeyi ibda' etmek mânâsına kullanılır. "Hamd olsun o Allah'a ki gökleri ve yeri yarattı, karanlıkları ve aydınlığı var etti..." âyetinde yoktan var etti (ibda') mânâsına kullanıldığı, "(O) gökleri ve yeri yaratandır (yoktan)" [17] âyetinin delaletiyle anlaşılmaktadır [18]. İbn Manzûr der ki:
"Halk'ın aslı, herhangi bir i'tibar ile takdir etmektir. Arab kelâmında önce geçmiş bir örneğe dayanmadan birşeyi icad etmek mânâsında kullanılmıştır" [19]. Yine Râğıb der ki:
"Halk, birşeyden bir şey icâd etmek, yapmak mânâsına da gelir; "insanı nutfeden yarattı..." [20]
"Cinni de halis ateşten yarattı" [21] de olduğu gibi ibda' (yoktan var etmek) mânâsında halk, Allah'a mahsustur. "Yaratan yaratmayan gibi midir? Hiç düşünmüyor musunuz?" [22].
Şu halde yaratmak mânâsına gelen halk kelimesinin şu üç mânâsı meydana çıkmış oluyor:
"Birşeyi güzelce ölçüp, biçip takdir etmek"; "yoktan var etmek (ibda’); "var olan birşeyden başka birşey ortaya koymak, icad etmek".
Kur'ân-ı Kerîm'de halk, yaratmak manâsıyla, çokça kullanılmaktadır. "Yarattı, yarattım, yarattın, yarattık, yaratır" mânâlarında Allah hakkında vârid olmuştur. "Yaratamazlar, yaratılıhr-lar, yaratıldı, yaratıldılar" tarzmdakiler de yaratıklar için kullanıhr. Yani onlarda Allah'ın bu vasfının bulunmadığı ifade buyu-rularak Yaratıcının yalnız Allah olduğu belirtiliyor.
Yaratma Kur'ân'da çok geniş bir alana yayılmıştır. Görebildiğimiz ve göremediğimiz herşey yaratmanın konusudur. Allah onların yaratıcısıdır. Gökler, yerler, bunlarda ve bu ikisi arasında bulunanlar hep Allah'ın yaratmasıyla vücut bulmuş yaratıklardır. Bunun için halk kelimesiyle ifade buyuruları yaratma konuları, diğer kelimelerle ifâde edilen yaratma mevzularından daha geniş ve yaygındır. Allah'ın yaratıcılık vasfı en geniş ölçüde bu madde ile ifâde edilmiştir. Bu itibarla biz de Kur'ân-ı Kerîm'deki yaratma ile ilgili kavramları ele alırken önce bu halk maddesiyle işe başladık.
Halk Kur'ân'da sadece maddî konular için değil, mücerref mefhumlar için de vârid olmaktadır:
"Lehu'l-halk ve'l-emr" (yaratma ve emr O'nundur) [23]
Huluk kelimesi de Râğıb'ın beyanına göre halk mânâsına gelir. Huy mânâsına kullandığımız bu kelime, şerb ile şurub, sarm ile surum gibidir. Bu kelime Kur'ân'da (Şuarâ: 26/137; Kalem, 68/4)' de geçmektedir. Yine Râğıb, "Halk, gözle görülür hey'et, şekil ve suretlere tahsis edildi. Huluk ise, basiretle idrak edilir kuvâ ve seciyyelere tahsis edilmiştir" [24] der. [25]
El-Hâlik, Kur'ân-ı Kerîm'de yukarıda da zikrettiğimiz gibi eliflâmlı olarak bir defa geçmektedir. Haşr sûresi 24. âyette zikredilen bu vasıf itlâk ediyor. Cenâb-ı Hak mutlak mânâda yaratıcıdır. Yaratıcılığı görülen görülmeyen, bilinen bilinmeyen, varlık namına ne varsa hepsine şâmildir. Cenâb-ı Hakkın "esmâi'l-hüsnâ"sındandır. Halk mastarından ism-i faildir. Halik şeklî yukarıda bahs edildiği gibi daha çok geçmektedir. İki türlü kullanılmıştır. Bir izafetle, bir de tenvinli olarak. Tenvinli şekli üç defa geçtiği halde, muzâf olarak kullanılışı dört defa geçmektedir. Cenâb-ı Hakk'ın herşeyin yaratıcısı olduğu konusu ikinci bölümde yeniden ele alınacaktır.
El-Hâlikûn, el-Hâlik (yaratıcı) kelimesinin cem'idir. Yaratıcılar, yaratanlar demektir. Allah için kullanıldığından, tazim mânâsında cemi'lenmiştir. Kur'ân'da sadece iki Mekkî âyette geçmektedir. "Yoksa kendileri, hiçbir şey olmadan (yani bir yaratıcı olmadan, yahut boşu boşuna) mı yaratıldılar? Yoksa yaratanlar kendileri midir?" [26] "Siz mi onu (meniyi) yarattınız yoksa yaratan biz miyiz?" [27]
El-Hallâk, Halik İsm-i failinin mübalağalı şeklidir. Mübalağa, tekerrür, ifade eden fa'âl veznindedir. Devamlı olarak, mükemmel şekilde yaratan mânâsını ifâde eder. Durmadan yaratan, demektir. Hatta bu veznin sanat ve meslek ifade ettiği düşünülürse, mahlûkâta benzememek suretiyle, "işi, gücü, san'atı, yaratmak olan" mânâsına gelir. Zaten mahlûkâttan hiçbirisi yaratıcı değildir. Bu kelime nüzul sırası i'tibâriyle 41. sırada bulunan Yâsin suresinde (36, 81) İlk defa, 54. sırada yer alan el-Hicr sûresinde de ikinci sefer, (15t 86) "el-Hallâku'1-alîm" şeklinde yer almaktadır. El'Alîm ile te'kidi, yaratmayı ve yarattığını bütün yönleriyle bilerek, yaratmaya hiç ara vermeden [28] tekrar tekrar yaratan demektir.
Ahsenu'l-Hâlikîn (yaratanların en güzeli) demektir. Kur'ân-ı Kerîm'de iki defa geçmektedir. İlkin 56. sırada olan Saffât sûresinde, "Ba'l'e yalvarıp yaratıcıların en güzelini bırakıyor musunuz?" mealinde 125. âyette geçmektedir. Ba'l bir put adıdır. Hz. İlyas'dan hikâye edilerek bildirilmektedir, ikinci defa da 74. sırada yer alan Mü'minûn suresinin 14. âyetinde geçmektedir. İnsanın Allah tarafından yaratılışının çeşitli safhaları belirtildikten sonra, "Yaratanların en güzeli olan Allah ne yücedir!" buyurulmaktadır. Bu iki âyet-i kerîmedeki Ahsenu'l-Hâlikîn ismi, Allah'ı tavsif eden isimlerdendir. Kelime manâsıyla "Yaratanların en güzeli" demek, Allah'tan başka yaratıcılar bulunduğu şeklinde yanlış anlamalara yol açmıştır. Bilhassa Mu'tezile firkası "kul fiilinin halikıdır" iddialarına bu âyetle de bir mesnet bulmaya çalışmıştır. Halbuki yukarıda "halk" kelimesinin mânâlarını izah ederken Allah hakkında bu kelimenin hangi mânâları ifade ettiğini belirtmiştik. Allah'tan başka yaratıcı olmadığına göre burada geçen "halikın vasfı" bu kökün başka mânâlarını ifade etmektedir. Halk kelimesinin takdir mânâsı bulunduğuna göre, "ahsenu'l-hâlikîn" ahsenu'l-mukaddirin {takdir edenlerin en güzeli) demek olabilir.
Arapça'da ism-i tafdil, bazan hükmü, zikredilen iki şeyden birine isbat edip öbüründen selb etmek mânâsını ifade eder. Cennetlikler ve cehennemlikler mukayese edilirken "O gün cennet halkının kalacakları yer, daha iyi, dinlenip safa sürecekleri yer daha güzeldir" mealindeki [29] âyette "ahsenu makilâ" "hayrun mustakarra" tabiri kullanılır. Bundan cehennemin de aynı vasıfları daha az olarak taşıdığı anlamı çıkmaz. Bilâkis cehennemden bu vasıfları tamamen sebedip cennete verdiği anlaşılmaktadır. Çünkü cehennemin azap yeri olduğu pek çok âyetlerle bildirilmiştir. "Daha güzel" tabiri burada mukayese edilen cehennem ve cennetten, cennetin daha üstün olduğunu ifade etmemektedir. Bir kimse "Bal sirkeden daha tatlıdır" derken, sirkeye de bir miktar tatlılık mânâsı vermiş olmaz. Maksat tatlılığı sirkeden tamamen selbedip bala vermektir.
İddia edildiği gibi Allah'tan başka yaratıcı olduğu farzedilse bile yine Allah farzedilen o yaratıcıların en güzelidir, demektir [30].
Râğıb der ki:
"Halk kelimesi iki mânâda tüm insanlar hakkında kullanlıır;
a) takdir (yani ölçüp biçme, tahmin etme),
b) kizb (yalan) mânâsında. "Ve tahlukune ifken" (yalan uyduruyorsunuz), lâ tebdile li halldllâh" (Allah'ın yaratması değiştirilemez), (takdir ve kaza) manasınadır. Yâni Allah'ın hilkatini değiştirmeyin, demektir" [31]. İbn Kayyim şöyle der:
"Halik ve Musavvir kelimeleri eğer mutlak kullanılırlarsa, bunlar sadece Allah'a ıtlak edilirler. "El-Hâliku'l-Bâri'u'l-Musavviru" gibi. Eğer kayıtlı kullanılırlarsa kullar için de kullanılabilirler. Nefsinde birşey takdir edene "halekahû" denir. Bu itibarla kul hakkında "halik" itlak edilir. Ahsenu'l-hâlikîn, yani ahsenu'l-mukaddirîn, ahsenu'l-musavvirin (takdir edenlerin, tasvir edenlerin en güzeli) demektir. Arablar, tuluk, dağarcık veya kırba kesmek için deriyi ölçüp, oranlayıp, tahmin ettiğin zaman, "kadderte'l-edîme ve halaktehu" derler. Yani sen deriyi ölçtün, biçtin tahmin ve takdir ettin, demektir. Mücâhid de der ki:
"İnsanlar yaparlar (sun'), Allah da yapar, (Ahsenu'l-Halikın) Allah ise hayru's-sâni'îndir, demektir.' Leys:
'Raculun halik demek raculun sani' demektir, hiye'l-hâlikat da kadınlar için söylenir' der. Mukâtil der ki:
'Hiçbir tarafı hareket etmeyen timsalleri ve benzeri şeyleri yapanlardan, Allah daha iyi yaratıcıdır' demektir" [32]. D. Masson:
"Bu tabir mutfak mânâda en üstünlük mânâsına gelir. Çünkü Allah'tan başka yaratıcı yoktur" [33] demektedir.
Şu halde Ahsenu'l-Hâlikîn takdir edenlerin, yahut tasvir edenlerin en güzeli veya yapmak manâsıyla "yapanların en güzeli" demektir. Yoksa yaratanların en güzeli demek değildir. Çünkü mutlak mânâda Allah'tan başka yaratıcı yoktur. [34]
Yukarıda Râğıb'dan da naklettiğimiz gibi haleka fiili istihale, takdir ve kizb (yalan) mânâlarında kullar için de kullanılır. Hz, İsa için "Benim iznimle çamurdan kuş şeklinde birşey yaratıyor, içine üflüyordun, benim iznimle kuş oluyordu" [35]. Aynı mealde bu fiil bir de (Âl-i İmrân, 3/49)'da yine Hz. İsa'ya verilmektedir. Her iki âyet-i kerime de Medenî'dir. İkinci âyet-i kerîme 89. sırada yer alan Âl-i İmran sûresinde, birinci âyet-i kerîme nüzul sırası itibariyle 112. sırada yer alan el-Mâide sûresindedir. Şu halde bu âyet-i kerîmelerdeki "ahluku, tahluku" mutlak mânâda yaratmak anlamı ifade etmiyor. Nitekim âyetin devamında bulunan "bi iznî" (iznimle) ifadesi, halk fiilinin Hz. İsa'ya mukayyed olarak verildiğini açıkça gösteriyor. O halde buradaki halk fiilinin, suret verme, şekil verme, [36] takdir ve tasvir etme, [37] yahut başta luğavî mânâ izahında belirttiğimiz gibi, birşeyden birşey yapma, yahut yaratıklar için sun (yapma) [38] mânâsına alınması gerekir. Çünkü bu bir kesbdir. Sonradan olma kudretle bir iş yapılırsa, bu kesb olur. Bir kimseden kadîm bir kudretle bir fiil meydana gelirse, o fiili halk (yaratma)dır. Bazıları da aletsiz organsız iş yapan haliktır. Fiilinde âlet ve organlara ihtiyaç duyan ise mahlûktur, muktesibdir, demişlerdir [39].
Halk maddesi kullar hakkında yalan söylemek mânâsında kullanılmaktadır. Bu mânâda da yine bu madde takyid ile ifade edilir. Bu mânâda bir Mekkî âyette "tahlukune ifken" (yalan uyduruyorsunuz) şeklinde geçmektedir ki, tasna'üne kizben, (yalan yapıyorsunuz), (yalan söylüyorsunuz) [40], (yalan düzüyorsunuz) [41], demektir.
Yine yaratıklar hakkında aynı kökten, nüzul sırasıyla 38. sûre olan Sâd sûresi 7. âyet-i kerimede geçmekte olan "ihtilâk" kelimesi bulunmaktadır. "Biz bu(nun söylediği)ni (babalarınızın bağlı olduğu) öteki dinde işitmedik. Bu uydurmadan başka birşey değildir." İhtilâk, uydurma, yalan demektir [42]. Şirk alışkanlıklarına uymayan hak dini, tevhidi, kavrayamayan müşrikler, tek Allah inancını akıllarına sığdıramayarak, kendi uydurma tanrılarının vasıflarını, tevhid akidesine yakıştırmaya kalkışıyorlar. Demek ki bâtılcılar hak yolda olanlara gerçekte kendilerine lâyık vasıfları isnad ederlermiş.
"Hlk" maddesinden yaratma mânâsının dışında mânâsı olan bu bir-iki kelime, müstesna teşkil edecek kadar azdır. Bunlar Kur'ân-ı Kerim için elbette kullanılmazlar. Şu halde halk (yaratma) mutlak mânâda Allah'a mahsus bir keyfiyettir. Allah'tan başka Hâlık (yaratıcı) yoktur. Bu Kur'ân-ı Kerîm'de Allah'ın yaratıcı vasfını tanıtmak için, fiil ve isim halinde en çok geçen bir maddedir. [43]
Bede'e maddesi yaratmaya başlamak mânâsında mazi siygasıyla Kur'ân-ı Kerîm'de altı defa, muzari şekliyle de yine altı defa geçer. İf’al babından muzari şekliyle üç defa yer almaktadı. Bunlardan [44] âyetlerindekilerin yaratma manâsıyla ilgisi yoktur. Şu halde bede'e ve müştaklarından onüçü Kur'ân'da yaratma manâsıyla ilgili olarak yer almaktadır.
Bed,' birşeyi başkası üzerine takdim etmek demektir. Bir nevi takdim (öne geçirme) ileri sürme şeklidir [45]. Bede’e ş-şey'e, Bede'e bi'ş-şey'i birşeyi önce yaptı, fiilde öncelik verdi, demektir. Bede' Allahu'l-halka, Allah yaratmaya başladı, Allah yaratmayı ilkin yaptı, demektir [46]. Birşeyin mebdei, onun terekküb ettiği şey, bir nesnenin meydana geldiği şeydir. Meselâ harfler, kelâmın mebdeidir, demek gibi. Başkan (seyyid) "saymaya kendisiyle başlanan kimse" demektir. "Çekirdek hurmanın mebdei, ağaç kapının ve kanepenin mebdeidir" sözü de böyledir [47]. Cenâb-ı Hakk'ın isimlerinden el-Mubdi; eşyayı önceden geçmiş bir örneği olmadan îcâd ve inşâ' eden demektir [48]. Yine aynı mânâdan olmak üzere arzdan şunu ibda' etti, demek, yerden çıkarmaya başladı demektir.
Bede'e on yerde halk (yaratma) kelimesiyle beraber gelerek "yaratmaya başlamak", "ilk defa yaratmak" mânâsında geçmektedir. [49] âyetinde doğrudan mef'ûlüne bitişmektedir. Bir âyette de [50] halk kelimesine "evvel" kelimesi muzâf kılınarak meful halinde "ilk defa yaratma" mânası te'kid edilmektedir. Bede'e kelimesinin geçtiği âyetlerin birisi [51] müstesna, hepsi Mekkî âyetlerdir. Şu halde Mekke devrinde ilk yaratmaya ve kevnî vakıalara dikkatler daha çok çekilerek, Yaratıcıya iman konusu telkin edilmiştir.
Nüzul sırası itibariyle ilk defa 27. olan [52] âyetinde şu mealde yer almaktadır:
"İlkin var eden, sonra geri çevirip yaratan O'dur." [53] âyetlerinde de aynı mânâ vurgulanmaktadır. Yani ilk defa kim yarattı ise, ikinci hayatı da O yaratacaktır. Birinci hayat ikincinin de olacağına delildir.
Taberî, [54] âyetlerinin tefsirinde şöyle der:
"Hiç bir asıl yokken yaratmaya başlayan Allah onu inşa ve icad eder. Sonra yok eder, bu yolduktan sonra diriltir. Allah bütün mahlûkâtı yaratmaya tek başına başlamıştır. Yoktan onları inşa etmiş, hiçbir şeysiz tek başına kudretiyle onları yaratmıştır. Yok ettikten sonra tekrar onları yeni bir yaratışla iade edecektir" [55].
Hakiki tesir, sebeplilik, yaratma, îcâd ve ibda'dır. Yaratma yoğu var etmedir. Kendini bilen herkes bir zaman yok iken var olduğunu bilir. Yaratma mefhumunu bütün vuzuhuyla anlamak, ilk yaratmayı ve sonunu idrak ile olur. Yani ilk yaratılışı, ilk modeli, ilk maddenin başlangıcını düşünmek, yaratmanın bütün mahiyetini anlatacağı gibi, var olan birşeyin yok olduğunu görmek de tabiat safsatasından kurtulmaya yeter. Çünkü cansız şeyler şöyle dursun, sebepler, âmiller, hatta akıl sahipleri arasında bile yaratmayı tâ başından yapıp sonra yok edecek hiçbir fert ve cemaat yoktur. Makineyi yapan sanatkâr, makinenin içinde aranmaz, sebepler yaratıcı olamaz. Allah sade dumandan toprak, topraktan taş, taştan bina yapar gibi, ölüden diri, cansızdan cansız yapmakla kalmaz, hiçbir hayat hücresi yokken sudan hayat yapmak, çamurdan, topraktan ilk bitkiyi, ilk hayvanı, ilk insanı ihdas edivermek gibi her biri -tabiat nokta-i nazarından bakılınca- tabiat kanununu değiştiren ve yepyeni bir tabiata mebde teşkil etmiş bulunan ve dolayısıyla tabiat üstü bir îcâd-ı ibtidal olduğunda şüpheye mahal olmayan aşılmaz istifa mebde'lerinde vukua geldiği üzere ölüden diri yaratmanın ilk madde ve suretine, ilk miktar ve faaliyetine varıncaya kadar bütün başlangıçlarını yaratmaktan başlar. Yaratma Yaratıcının Zât ve sıfatından başka hiç bir ön şart ve illete bağlı değildir. İlk yarattığını, tekrar yaratır, sonuna ulaştırır. İşte Allah böyle, önceye de, sonraya da hâkimdir" [56].
"BD"' kökünden, Kur'ân-ı Kerîm'de üç kelime geçmektedir. "Bid'" benzeri görülmemiş şey anlamında [57] bir diğerinde "ortaya yeni birşey çıkarmak" mânâsında iftial babında "ibte-de'ü'hâ" [58] fiili zikrolunmustur. Sıfat olan "Bedî"' ise,yalnız iki âyette ve münhasıran Allah hakkındadır [59], iki âyette de "Bedi'u's-semavati ve'l-ard" şeklinde muzâf olarak geçer. İlkin 55. sıradaki el-En'âm sûresinde görülür. "(O) gökleri ve yeri yoktan var edendir. O'nun nasıl çocuğu olabilir ki? Kendisinin bir eşi yoktur, herşeyi O yaratmıştır ve O herşeyi bilendir".
Öteki ise Medenî bir âyettir:
"(O) göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Birşeyi yaratmak istedi mi, ona sadece 'ol' der, o da hemen oluverir." [60]
"Bede'a'ş-şey'e ve'btede'a", birşeyi ilk defa meydana koymak (inşa), ilk yapmak, ilk defa meydana çıkarmak demektir. Bede' a'r-rakiyyete, kuyuyu ilk defa kazıp ortaya çıkarmak, ihdas etmek, [61] "rakiyyetun bedî'un" yeni kazılmış kuyu demektir. İbda', birini örnek almadan, birine uymadan bir sanat inşa etmek demektir. Bid'at da mezhebde, şeriat sahibinde, geçmiş emsalinde ve sağlam temellerde sünnet olmayan birşeyi söylemek veya yapmaktır. "Her ihdas edilen şey bid'attir" şeklinde rivayet edilmiştir [62].
Bedî' ism-i şerifi ise mubdî', muhteri’, halik demektir. Yani geçmiş bir örnek olmadan yaratan, îcad ve ihtira’ eden [63] demektir. Mübtedi' ve Mübtedi', yani hiçbir örneğe dayanmadan ilk defa ortaya koyan demektir [64]. Allah'ın en büyük isminin "Yâ be-di' a's-semavat ve'l-ard" olduğu rivayet edilmiştir. Taberî der ki:
"Bedî', mübdi’ manasınadır. Muf'il fe'ife çevrilmiştir. Mu'lim'in elim'e, müsi'in semi'a, mubsir'in basîr'a çevrildiği gibi. Mübdi'in mânâsı, munşî', muhdis demektir" [65].
İbn Kesir de Taberî'den nakil yapar ve Mücahid ve Süddî'den "Bid'ate bid'at denmesi geçmişte misali olmadığı içindir"kavlini nakleder. Âlûsî, şöyle der:
"ibda", ihtira', bir zamanda ve bir maddeden olmaksızın ihtirâ'dır. Bu Allah'ın mebde'leri, yani ilkleri var etmesi hususunda kullanılır. Râgıb'ın dediği gibi bu sun'dan başka birşeydir. Çünkü sun', bir unsurla bir sureti (şekli) terkib etmektir, cisimlerin icadında istimal edilir, tekvinden başkadır" [66]. İbn Kayyim şöyle söyler:
"İbda’, geçmiş bir misal olmaksızın yaratılanları îcad etmektir. Bedî' ismi mubdi' demektir, ancak Rabb Teâlâ için kullanılır" [67].
Bu izahlardan anlaşılacağı üzere, yukarıdaki âyet-i kerîmelerde "göklerin ve yerin bedî'i" demek, ulvî ve süfîî bütün âlemlerden hiçbiri yokken, örnek olacak, benzerlik ifade edecek kanun, asıl, madde, şekil, misal denecek birşey yokken ilk evvel bunları icad ve tekvin eden, her nev'in ilk ferdini, ilk örneğini var eden, yoktan vücuda getiren ve böyle yoktan var etme âdeti ve Zâtına mahsus fiilî sıfatı olan ve bundan dolayı eşi benzeri bulunmak ve tasavvur edilmek ihtimali olmayan, O'nun varlığı ve var etmesi olmadan bir yoğun vücûda gelmesi ve herhangi birşeyin varlıkta kalması imkânı bulunmayan Yüce Yaratıcıdır [68].
Gökleri ve yeri yoktan var ederi büyük kudretin sahibi yüce Allah, elbette bir "ol" deyivermekle herşeyi yaratmaya kadirdir. Mezkur âyetin [69] sonu, Allah'ın göklerin ve yerin yaratıcısı oluşunu ne kadar da güzel açıklıyor. Yani âyetin son kısmı başını tefsir ediyor. Sanki "Gökleri ve yeri yaratan nasıl olur?" sorusuna cevap veriyor.
"Birşeyi yaratmak istedi mi, ona sâdece 'ol' der, o da hemen oluverir." işte Allah budur.
Madem ki O herşeyi yoktan yaratmıştır, Onun bir eşi, benzeri yoktur. O halde O'nun nasıl bir çocuğu olur? Herşeyi O yaratmışken yaratıklar Ona nasıl ortak katılabilir? O birşeyi murat ettiği zaman ona sadece "ol" der demez o şey hemen oluverirken, nasıl yaratıklardan bir ortağa ihtiyaç duyabilir? Bunu anlamamak Allah'ı hakkıyla takdir edememektir. [70]
"FTR" maddesi Kur'ân-i Kerîm'de müştaklarıyla birlikte yirmi defa geçmektedir, fatara sekiz defa [71] Yarılmak manâsıyla iki defa yetafattarna [72] aynı mânâda infatarat bir defa [73] "Fâtıru's-semâvâti ve'l-ard (göklerin ve yerin yaratıcısı) altı defa geçer, [74] Fıtrat (yaratılış) kelimesi bir defa [75] bir defa da fütur [76] bir defa munfatır [77] geçmektedir.
Fatara fiilinin her defasında faili Allah'tır; mef'ul ise gökler, yer ve insanlardır. Bu fiil ilk defa 41. sırada bulunan[78] "Ben niçin beni yaratana kulluk etmeyeyim? Oysa siz hep O'na döndürüleceksiniz." Sonra 45. sırada yer alan Tâhâ sûresinde [79] yer alıyor: [80]
"Dediler ki: 'Biz seni bize gelen açık delillere ve bizi yaratana (fatarana) tercih edemeyiz. Yapacağını yap, sen ancak bu dünya hayatında istediğini yapabilirsin".
"Fâtıru's-semâvâti ve'l-ard" vasfı ise ilkin 43. sırada Fâtır sûresinde geçer (35/1):
"Gökleri ve yeri yoktan var eden; melekleri ikişer, üçer, dörder kanatlı elçiler yapan Allah'a hamd olsun. O yaratmada (dilediğine) dilediğini artırır. Şüphesiz Allah herşeyi yapabilendir."
Bu kökten olan sıfat, isim ve fiil şekillerinin tamamının Mekkî âyetler olması çok dikkat çekicidir [81].
Fatr'ın aslı yarmaktır. Allah Teâlâ'nın şu kavli bu mânâdandır: "Gök yarıldığı zaman" [82]. Fatarallahu'l-halka, Allah yaratıklan yarattı” demektir. Esasında onları ilk defa yarattı, demektir [83]. Fatr, uzun yarık demektir. Allah'ın mahlûkâtı fatrı, onları vücuda getirmesi, hey'eti üzere ibda etmesidir [84]. Fıtrat ise, Allah'ın insanlarda yarattığı ve yerleştirdiği kendini tanıma kuvvesidir [85]. İbtida ve ihtira'dır. Yani Allah'ın mahlûkâtı, üzerine yarattığı kendini tanıma kabiliyetidir [86]. Hak dine kabiliyetli cibilletdir [87]. El-Hattâbî "ilk defa yaratmaya başlayan" anlamını veriyor. "De ki: 'Sizi ilk defa yaratan (döndürür)", âyetini de verdiği mânâya şahit getirir [88]. Âlûsî, "Fatr, ibda'dır, der [89]. İbn Abbas'tan rivayete göre, "Ben fâtıru's-semavati ve'1-ard'ın mânâsını bilmiyordum. Nihayet iki arabî bana bir kuyu hakkında muhakemeye geldiler. Biri diğerine 'ene fatartuha' yani "Ben önce başladım, yardım' dedi" [90]. İbn Enbârî de "Fatr'ın aslı, birşeyi ihtidasında şakketmek, yarmaktır" der. Lisanımızdaki "yaratmak" kelimesi, bundan anlaşılıyor ki, daha çok bu kelime ile alâkalıdır. Yani yarmaktan türetilmiştir. Boşluk fezasının ilk yanlışı, bu şakk, bu fatr ve bu ilk yaratılıştaki varlık hali, bir fıtrattır. Bir maddeden diğerinin yaratılması da böyle bir şakk ile başlar. Bir tohumdan bir çemenin çıkması, bir hücreden bir hücrenin doğması hep bir şakkdır. Bu şakk ilk maddeye göre bir bozukluk, ikinciye göre bir ıslah ve vücuddur. Yoktan olsun, bir maddeden olsun, birşeyin ilk îcad ve ibdâ'ına fatr, ilk varlık hâline de fıtrat denir. Tevalisine tabiat denir. Fıtrat tabiattan öncedir. Fâtır da bütün âlemi yokken yaratan, fıtratını ilkin ibda' eden, yahut yaran, ademden vücuda çıkaran, semavat ve arzı yaran ve yaracak olan, demektir. [91]
Bu izahlardan anlaşıldığına göre fatr da yaratma mânâsındadır. Ancak fatr'da "ilkin yaratmaya başlayan" mânâsı vardır. İbda' (yoktan var etme)'den sonraki ilk safhadır [92]. Fâtıru's-semâvati ve'l-ard, Kur'ân'da 6 defa geçer. [93]
Bera'e fiili "yaratmak" manâsıyla Kur'ân-ı Kerîm'de çok geçmemektedir. 94. sırada bulunan ve Medenî bir sûre olan Hadid sûresinde "Ne yerde, ne de kendi canlarınızda meydana gelen hiçbir musibet (âfet, hastalık) yoktur ki, biz onu yaratmadan önce bir kitapta (yazılmış ezelî bilgimizde tesbit edilmiş) olmasın. Doğrusu bu, Allah'a kolaydır" [94] mealindeki âyette geçer. Üç defa da vasıf şekliyle, ikisi izafet halinde aynı âyette ve israil oğulları hakkında, "Mûsâ kavmine demişti ki:
“Ey kavmim, sizler buzağıyı (tanrı) edinmekle kendinize zulmettiniz: gelin Yaratıcınıza (Bari'ikum) tevbe edin de nefısleriniz(in kötü duyguların)! öldürün. Bu yaratıcınız katında siziniçin daha iyidir..." [95] mealinde geçer, Bir defa da harf-i tarifli olarak yine bir Medenî âyette el-Hâlik ve el-Musavvir isimlerinin arasında yer almaktadır. "El-Hâliku'1-Bâri'u'l-Musavviru" şeklinde geçer. Meali şöyledir:
"O, yaratan, var eden, (varlığa getirdiklerine) şekil veren Allah'tır. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanlar O'nun şanını yüceltmektedirler. O, gâlib, herşeyi uyarınca yapandır." [96]
Bu kelimeye genel olarak yaratmak manası verilirse de, ondan farklı tarafları vardır. El-Bâri', mahlûkâtı örneksiz halkeden, demektir. Diğer yaratıklardan ayrı olarak canlıları yaratmaya özel, mânâsı vardır. Canlılar dışında kullanılışı azdır. Arab dilinde "bera'allahu'n-nesemete" Allah canlıları yarattı, denildiği halde, cansız olan gökler ve yerler hakkında halaka's-semâvâ-ti ve'lard" denir [97]. Bera'e'de bir şeyden kurtulmak mânâsı da vardır; başkasından, borçtan, ayıptan, hastalıktan kurtulmak gibi. Bir de uzaklaşmak mânâsı vardır ki, varlıkları düzensizlikten beri olarak îcad etmektir. El-Bâri', mahlûkâtı tefavütten, azasını tenâsübsüzlük ve ahenksizlikten beri’ olarak, cüzlerini birbirine münasib olarak yaratandır. Meselâ iki elden birisini gayet küçük ve ince, diğerini aksi şekilde yaratmamıştır. Organları birbirinden özelliklerini, şekillerini, güzellik ve çirkinliklerini ayırd ederek yaratmıştır. Bu kelime Hâlık'tan daha özeldir. Aslı bir şeyin kurtulması ve diğerinden ayrılması içindir. İki şekilde olur. Hastanın hastalığından kurtulması, iyileşmesi mânâsında "bera' el-merîdu mine'l-marad" gibi; yahut inşa yoluyla olur; "beraallahu âdeme", yani Allah Âdem'i çamur kirinden sıyırıp çıkararak yarattı, inşa etti gibi [98]. Allah Bedî' ismi ile yaratıkları yoktan yaratırken, var edeceği şeyleri, daha önceden bilmeden ansızın ibda' etmez. El-Halîmî'ye göre Bari ismi, ibda fiiline, ne yapacağını önceden bilmek unsurunu katar, ikincisi varlıklara bir kalıp veren mânâsıdır. Su, toprak, ateş ve hava gibi unsurları yoktan var edip, onlardan da muhtelif cisimleri yaratmıştır. Allah hakkında ibda1 fiilini kabul etmek, ber' fiilini kabul etmeyi de gerektirir [99]. Bu kelimenin iştikakında ihtilâf derecesine varan değişik görüşler ileri sürülmüştür. Taberî, el-beriyye, (halk mânâsına) kelimesinin de bu kökten geldiğini ifâde ediyor; fa'ile, mef'ûle mânâsınadır diyor ve iştikak hakkında değişik görüşlere yer veriyor [100]. İbn Kayyim der ki:
"el-Bâri’ ismi sadece Allah için kullanılır. Çünkü O mahlûkâtı yokken yaratıp îcad edendir. Kulun kudreti buna taalluk etmez. Onun, nihayet, gücünün yettiği şey, Allah Teâlâ'nın yarattığı ve icad ettiği şeylerin bazı sıfatlarında tasarruftan ibarettir. Kudretini geçemeyecek bir şekilde, bir halden diğer bir hale değiştirmedir. 'Beraytu'l-kaleme' (kalemi yonttum) bu kökten değildir. Çünkü bu fiil mu'teldir, mehmûz değildir. Ebu Hilâl el-Askerî kesmek ayırmak mânâsını nakleder. Arapların 'Beraytüllahme min-erazm' dediklerini ileri sürer (el-Furuku'l-Luğaviyye, s. 113). Bera'tu mine'l-marad (hastalıktan iyileştim) de bu kökten değildir. Çünkü bu fiil de müte'addı değil, lâzımdır" [101]. Haşr sûresi [102] âyette "el-Hâliku'l-Musavviru" vasıflarının sırayla şöyle bir derecelenme ifâde ettiğini, sayın Prof. Dr. Suat Yıldırım'ın "Kur'ân'da Tanrılık" isimli doçentlik tezinden nakletmeyi uygun buluyorum: "Bunlardan önce, ilk sırada burada zikredilmeyen ibda' vardır.
1) İbdâ,
2) Takdir ve ilk şekli verme,
3) İnşâ ve tesviye,
4) Belirli sureti verme, öbür yandan şu pasajda da bu tesbitı bulmak mümkündür:
“Ey insan! Nedir Kerîm Rabbına karşı seni aldatan? O Rabb ki seni yarattı (halekake), ardından düzgünleştirdi (fesevvâke) ve (azalarını) denkleştirdi (fe'adeleke) ve dilediği surette (fi eyyi suretin) seni terkîb etti.” [103]
Burada yaratmak Halik; düzgünleştirme ve denkleştirme Bari; suret verme ise Musavvir isimlerinin icraatıdır" [104].
Şu halde, bera'e ve el-Bâri' kelimelerinde yaratmanın şu ince farklılıklarını gözönünde bulundurmak yerinde olur: canlıları yaratma; organları, unsurları ahenkli, düzgün ve mütenâsib yaratma; varlıkları muhtelif hey'etleriyle, birbirinden temyiz ve inşa etme hususlarıdır. [105]
Felk birşeyi yarmak, birbirinden ayırmak manasınadır. Felaktu-hu fe'nfelaka (onu yardım, o da ayrıldı) gibi. Felak, iki tepe arasındaki çukura, yarığa da denir. Fâliku'l-habbi ve'n-nevâ, taneleri ve çekirdekleri yaran, yaprak çıkarmak suretiyle yaran demektir [106]. Fâlik felk'dan ism-i faildir. Fâlik kelimesinin Halik mânâsına olduğuna dair İbn Abbas ve Dahhak'tan rivayetler var. Felak kelimesine halk, mahlûkât mânâları da verilmekle birlikte, [107] daha çok sabah mânâsına almışlardır. Şu halde "Rabbu'l-felak" sabahın Rabbi, tanın tanrısı, mânâsına gelir [108].
Allah tohum ve çekirdekleri yer altında çürümekten, bozulmaktan korur, onları canlanıp büyümeye hazırlar, sonra da inbat için onları açar. Tohumdan ekin, çekirdekten ağaç çıkarır. O'ndan başkası buna muktedir olamaz [109]. Âlûsî, Hasan, Katâde ve Süddî'nin şu tefsirini nakleder:
"Kuru taneleri yaran ve ondan bitkiyi çıkaran, hurma çekirdeklerini yarıp ondan da hurma ağaçlarını çıkaran demektir" [110].
"Fâliku'l-habb" âyetin "yuhricu'l-hayye mine'l-meyyit..." kısmıyla tefsir edilmiştir. Yani canlı bitkiyi, ölü cansız gibi olan çekirdekten Allah çıkarır, ölü olduğuna "ölü arz onlar için bir işarettir" [111] âyeti delildir. Yâni âyetin son kısmı baş kısmını atfen tefsir etmektedir [112]. Çekirdek yerin altında bir alttan bir üstten çatlar, bir alttan bir üstten iki filiz çıkar, bunlardan üstteki, toprağın üstüne çıkarak ağacı, alttaki yerin derinliklerine nüfuz ederek saçağı meydana getirir. Parmakla ezilecek kadar ince ve latif olan bu saçaklar, sert çuvaldızların, sivri bıçakların nüfuz edemeyeceği derecede sert yerleri, bazan taşları, kayaları çatlatır aralarına girer. Topraktan hayatî gıdaları emerek, ağaç gövdesine verir. Bu Cenâb-ı Hakk'ın ölüden diri çıkarmasına ne güzel bir temsildir [113]. Yeryüzünde yüzbinlerce çeşit ot, ekin, ağaç gibi nebatlar, ilâhî bir ihya programı dahilinde, öldükten sonra dirilmeyi tekrar edip duruyorlar.
Sayısını ancak Allah'ın bileceği çekirdeklere Kudretten manevî ve önemli cihazlar, Kaderden de ince ve değerli program verilmiştir. Tâ ki toprak altında çalışıp o dar âlemden çıksın, geniş olan hava âlemine girerek Yaratıcısından İsti'dat diliyle bir ağaç olmasını dilesin, kendine lâyık bir olgunluk bulsun. Eğer o çekirdek kötü mizacından dolayı kendisine verilen manevî cihazları, toprak altında bazı zararlı maddeleri celb etmeye harcarsa, o dar yerde kısa zamanda bozulur, çürür. Eğer o çekirdek, o manevî cihazlarını "Faliku'l-habbi ve'n-nevâ"nın tekvînî emrine yapışıp güzelce kullanırsa, o dar âlemden çıkar, meyvalı koca bir ağaç olmak suretiyle pek küçük cüz'î gerçeği ve manevî ruhu, büyük bir küllî hakikat şeklini alır. Çünkü her tohum ve çekirdek, kendinden meydana gelecek büyük ve faydalı bitki veya ağacın küçük bir fıhristesi ve program sandukçasıdır [114].
"FLK" maddesi Kur'ân-ı Kerîm'de çok geçmez. İlk defa 20. sırada bulunan Felak sûresinde geçer.
"De ki: sığınırım ben, karanlığı yarıp sabahı ortaya çıkarana." İkinci ve üçüncüsü de 55. sırada bulunan En'am sûresinde geçerler. "Taneyi ve çekirdeği yarıp çatlatan (Fâlik), Allah'tır. (O), ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü, işte Allah budur. O halde nasıl (O'na inanmaktan) çevriliyorsunuz? Karanlığı yarıp sabahı ortaya çıkaran O'dur. Geceyi dinlenme zamanı, güneş ve ayı (vakitlerin bilinmesi için) birer hesap (ölçüsü) yapmıştır. Bu O üstün ve bilen (Allah)'ın takdiridir." [115] Birisi de yarıldı mânâsında "infelaka" fiilidir. "Musa'ya:
"Değneğinle denize vur!" dedik. (Vurunca deniz) yarıldı, (on iki yol açıldı). Her bölüm kocaman bir dağ gibi oldu."[116]
"Fâliku'l-İsbâh" (tan yerini ağartan, zulmetleri yarıp fecr yapan), sabahı çatlatan, gece karanlığından sabah sütununu yaran, çıkaran demektir. İbn Abbas'tan gece ve gündüzün yaratıcısı mânâsında rivayet gelmiştir [117]. Allah her an varlığı devam ettiren hallâkiyet ve fa'aliyeti ile, kâinata yeni bir hayat vermektedir. Gece-gündüz değişimine ay ve güneşi işaret ve sebep kılması, O'nun bu vasıflarını unutturmamalıdır. Bu son iki ilâhî vasıf Kur'ân'ın Allah'ı tanıtışının, felsefe, metafizik ve kelâm ilminin tanıtışından nasıl bir fark gösterdiğine güzel bir örnek teşkil eder [118].
Zer', Allah'ın ibda ettiği şeyi ortaya koymasıdır. "Zera' Allahu'l-halka", Allah mahlûkâtın şahıslarına vücud verdi, demektir [119]. El-Bâri' gibi, yaratmak demektir. Bir hadîs-i şerifte:
"Yarattığı, yaydığı, ve can verdiği şeylerin şerrinden Allah'ın tam olan kelimelerine sığınırım" mealinde bir dua vardır. Zer', zürriyetin yaratılmasına tahsis edilmiştir [120].
"Allah mahlûkâtı zer' etti (yarattı)" demek, onları savurur gibi yaydı, saçtı ve çoğalttı, demektir [121]. Bu kelimeye yaratmak ve çoğaltmak mânâsını verenler de çoktur [122]. İbn Kesîr:
"Zera'e, haleka ve bera'e manasınadır" der [123].
Taberî, "İhtira’ suretiyle yaratmadır, aslı zuhurdur (meydana çıkma). 'Tuzun beyazının açığa çıkması için onu savurdu' sözü bu mânâ cümlesinden olmak üzere söylenmiş bir sözdür", der [124] Fîrûzâbâdî:
"Zerae'ş-şey'e, onu çoğalttı, demektir. Zürriyet de bu köktendir, insan ve cinlerin (sakaleyn) neslidir, denildi. Yine zürriyet, küçükler, yani çocuklar, örfte ise, büyük olsun küçük olsun, nesil mânâsına, müfred ve cemi için kullanılır" [125] der.
Bu luğavî açıklamalardan anlaşıldığına göre zer; halk gibi yaratma manasınadır. Ancak ondan farklı tarafları vardır, insanlara gıda olacak bitkileri, hayvanları ve bilhassa insanları, üreme yoluyla çoğalan ve zürriyeti bulunan cinleri yaratmayı ifade ettiği gibi, yaratma kavramına çoğaltma, yayma, canlıları dünyaya ve yaşama ortamlarına dağıtma anlamlarını katmaktadır. Şu halde bera'e fiili ile yakınlığı daha ziyadedir.
Zera'e fiil şekliyle Kur'ân-ı Kerîm'de altı defa geçmektedir. İlk defa 39. nüzul sırasında bulunan A'râf sûresinde "Andolsun, cehennem için de birçok insan ve cin yarattık ki (zera'nâ), kalbleri var, fakat onlarla anlamazlar; gözleri var, fakat onlarla göremezler; kulakları var, fakat onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da şaşkın... ve işte onlar gafillerdir!" [126] mealinde yer alır. Daha sonra 55. sıradaki el-En'âm sûresinde şu mealde geçer:
"Allah'ın yarattığı ekin{ler)den ve hayvanlardan Allah'a pay ayırdılar..." [127] sırada yer alan Şûra sûresinde de şu mealde geçer:
"Gökleri ve yeri yoktan var edendir. Size kendinizden çiftler, hayvanlardan çiftler yaratmıştır. Bu (düzen) içinde sizi üretiyor. Zâtına benzer hiçbir şey yoktur. O işitendir, görendir." [128]
Bu âyet-i kerimede çok dikkate değer noktalar vurgulanmaktadır; Cenab-ı Hakk'ın yoktan var ediciliği; insanlardan, hayvanlardan eşler yaratması; böyle bir çiftler nizamı içerisinde canlıları üretip yayması. Kendisi tek olduğu halde yaratıklarını çift çift yaratıp üreme yoluyla zürriyetler meydana getirip çoğaltarak yeryüzünün her tarafına dağıtması. Bu özelliklerin, mahlûkların vasıfları olduğu iyice sezdirildikten sonra, ni'met olarak verildikleri ifade ediliyor. Tekrar te'kid olarak, kendi Zâtının hiçbir benzerinin bulunmadığı dile getiriliyor. Görüldüğü gibi, ne kadar mânâ insicamı ve iktizası varsa o kadar da lâfız alâkasıyla bezenmiş bir ilâhî kelâm numunesi! Bu âyet hem enftisî, hem âfâkî delilleri bir arada tek âyette toplamış eşsiz bir beyan abidesidir. "Yeryüzünde yarattığı muhtelif renklerdeki (hayvanları, bitki)leri de (sizin hizmetinize verdi). Şüphesiz bunda öğüt alan bir toplum için ibret vardır" [129]
" Çeşitli renklerdeki" ifadesi, renk mânâsına anlaşılabileceği gibi, bitki ve hayvanlar hakkında sınıflar mânâsı da ifade eder. Müfessirlerden bir cemaat de böyle demiştir:
Elvan bu mânâda maruf mecazdır. Râgıb der ki:
"Elvan ile, cins ve neviler anlatılır" [130]. Fen bilgisi kitaplarına kadar geçmiş "Elmanın sadece Türkiye'de 460 çeşidi vardır" sözünün ifade ettiği mânâ bile, Cenab-ı Hakk'ın sonsuz ilim ve kudreti karşısında ne kadar şükran borçlu olduğumuzu idrak etmeye yeter de artar. "De ki, "sizi yerden üreten O'dur ve O'na toplanıp götürüleceksiniz" [131] âyeti de aynı mealdedir. Yani, sizi zerre zerre yaratıp arzda yayan, çoğaltarak herhangi bir sebeple şuraya-buraya yayan, O sizi inşa eden Allah'tır. Yoksa ne nema bulur, ne çoğalır, ne dağılırdınız [132].
Zera'e fiilinin geçtiği bütün âyetler Mekkîdir. Fail, müstetir veya açık, her zaman Allah'tır. Mef'ûl ise, insanlar, cinler, rızık, nebat ve hayvanlardır. Aynı kökten zürriyet kelimesi ise daha da çok âyetlerde yer alır.[133]
İnşâ' fiili, "NŞ'" kökünden if'âl babına nakledilmiş mastar şeklidir. Neşe'e, doğmak, olmak, zuhur edip meydana gelmek, inşa, birşeyi ihdas etmek, yetiştirmek, büyütmek demektir, Birşeyi îcad edip büyütmek, geliştirmektir. En çok da canlılar hakkında kullanılır [134]. "Ense' Allahu halkahu "Allah yaratıklarını ilk olarak yarattı, yaratılışlarını başlattı" demektir [135]. Fîruzâbâdî, "İnşa üç şekilde gelir, der:
1) Halk (yaratmak) mânâsına: "Sonra onların arkasından başka bir nesil yarattık" [136]
"Çardaklı çardaksız (üzüm) bahçeleri... yaratan hep O'dur" [137] Terbiye etmek mânâsına:
"Süs içinde yetiştirilip mücâdelede açık olmayanı {tartışmayı ve kavgayı beceremeyeni) mi (Allah'ın parçası yaptılar.” [138] Gece ibâdeti mânâsına:
"Gerçekten gece kalkıp ibadet etmek, daha oturaklı ve (geceleyin) okumak daha etkilidir." [139]
Bu madde birşeyin ihdası ve terbiyesi (büyütme, yetiştirme, geliştirme) için konulmuştur [140]. İbn Kayyim şöyle der: "İnşâ' fiilinin Allah'a itlâkı fiilen vâki olmuştur, örnekleri çoktur. Fakat el-Munşil lâfzı varit olmamıştır, inşa' kula da şüru' ve ibtidâ (başlama) itibariyle itlâk edilir.
Enşe'e yuhaddisuna (bize anlatmaya başladı) gibi. Bu mukayyed bir inşa'dır. Cenâb-ı Hakk'ın inşası ise mutlaktır. Başlama mânâsı etrafında dönen, 'enşe'ehullahu,' yâni Allah onu yaratmaya başladı demektir. Nâşi'e ilk neş'et eden buluttur. Cevherî, 'nâşi' etü'1-leyl’ gecenin ilk saatleridir, der" [141].
Lügatlerin verdiği bu bilgilere göre, inşa' fiilinin, ibda' gibi yoktan var etme mânâsına değil de ibdâ'dan sonra ilk yaratma, çoğu defa yaratılmış bir asıldan ilk ihdas ve meydana getirme, kurma, yaratmaya başlama mânâsına geldiği anlaşılıyor. Şu âyet-i kerîmelerden bu mânâları anlayabiliyoruz:
"Sizi yerden inşa eden ve orada yaşatan O'dur..." [142]
"O'dur ki sizi bir tek nefisten inşa etti:..." [143]
"Rabbin zengin, rahmet sahibidir. Dilerse sizi götürür, sizi nasıl başka bir topluluğun soyundan yarattı ise, sizden sonra da dilediğini (yaratıp) sizin yerinize getirir." [144]
İnşâ' Kur'ân-i Kerîm'de ilk defa, 3. sırada yer alan el-Müzzemmil sûresinde 6. âyette "nâşi'e" şeklinde geçer. Gece namazı ibadeti manasınadır. Bu kelime başka âyette yoktur. Yine 23. sıradaki en-Necm sûresinde "Şüphesiz ki tekrar yaratmak da O'na aittir." [145]
Bu ikinci yaratılış iki kere geçmektedir. İkincisi de, "De ki yeryüzünde gezin, bakın yaratmaya nasıl başladı, sonra Allah son yaratmayı yapacaktır. Çünkü Allah herşeye kadirdir" [146]
İnşâ' fiilinin, bu âyetlerden, mücerred kavramlara da taalluku bulunduğu anlaşılıyor. 41. sırada bulunan Yâsîn sûresinde "De ki: 'Onları ilk defa yaratan diriltecek, O her yaratmayı bilir'" [147] Daha sonra 46. sırada yer alan Vâkı'a sûresinde "Size böyle ölümü takdir ettik) ki sizin yerinize benzerlerinizi getirelim (veya kılıklarınızı değiştirip sizi bilmediğiniz bir biçimde yahut niteliklerde) yaratalım. Andolsun ilk yaratmayı bildiniz, (bunu) düşünüp ibret almanız gerekmez mi (sizi ilk defa yarattığımızı gördüğünüzden dolayı yeniden yaratabileceğimizi de anlamanız icab eder)" [148]
Kur'ân-ı Kerîm'de inşâ' fiilinin faili hep Allah'tır. Mef'uller ise, bahçeler, ağaçlar, insan, insan zürriyeti ve nesilleri, cennet kadınları, insanın organları, hayvanlar [hayvanlardan da (çeşit çeşit yarattı) kimi yük taşır, kiminin tüyünden döşek yapılır) [149] bulutlar, ilk ve ikinci yaratma (dünya ve âhiret hayatı)'dır. "Çardaklı çardaksız (üzüm) bahçeleri, ürünleri çeşit çeşit hurma(ları), ekin(leri), zeytinleri, narları -birbirine benzer ve benzemez biçimde-yaratan (enşe'e) hep O'dur. Her biri meyva verdiği zaman meyvesinden yeyin, hasat günü hakkını (sadakasını) verin; fakat israf etmeyin; çünkü O israf edenleri sevmez!" [150] Aynı mânâ şu âyetlerde de vardır: [151] "Semûd kavmine de kardeşleri Salih'i (gönderdik). Dedi ki: 'Ey kavmim, O'ndan başka tanrınız yoktur! Sizi yerden inşa eden ve orada yaşatan O'dur; O'ndan mağfiret dileyin, sonra O'na tevbe edin! Çünkü Rabbim(in) rahmeti yakındır, (O, duaları) kabul edendir." [152] âyetlerinde de geçer. "Görmediler mi, onlardan önce nice nesiller yok ettik; hem onlara size vermediğimiz şeyleri vermiştik ve göğü de üzerlerine bol bol boşaltmıştık ve ırmakları ayaklarının altında akar kılmıştık. Fakat günahlarından ötürü onları helak ettik ve onların peşinden başka bir nesil yarattık". [153] Yine aynı mânâ [154] âyetlerinde de mevcuttur. "Biz oradaki kadınları yeniden inşâ' ettik.Onları bakireler yaptık" [155]
"O’mdur ki, sizin için o kulağı, o gözleri ve gönülleri inşâ etti. Ne kadar az şükrediyorsunuz!" [156]
Ayrıca Hadid, 57/23 âyetine de bakılmalıdır. "O'dur ki size, korku ve ümid içinde şimşeği gösterir, (yağmur yüklü)-ağır ağır bulutları yayar." [157]Aynı mânâda şu âyetlere de bakınız:
Necm: 53/57; Vakıa, 56/62. inşâ' fiili iki yer dışında [158] Kur'ân'da her zaman Mekkî âyetlerde geçmektedir. Bu durum ilk muhataplara ulûhiyeti tanıtma bakımından Allah'ın yaratıcı vasfının ne kadar önemli olduğunu ifade eder. [159]
"Ce'ale" diğer bütün tabirlerden daha umumî bir lâfızdır. "Fe'ale ve sane’a”dan ve diğer benzerlerinden daha geneldir. Arapça'da beş şekilde kullanılır:
1- Sara ve tafıka gibi kullanılıp şürû' ifade eder, müte'addî olmaz. "Ce'ale Zeydun yekûlü (Zeyd konuşmaya başladı)" gibi.
2- "Evcede" yerinde kullanılır, bir mef'ûle müteaddî olur; "Ve sizin için kulak(lar), gözler ve gönüller yarattı"
"karanlıkları ve aydınlığı yarattı" gibi.
3- Birşeyden birşey ortaya koymak ve oluşturmak;
"Allah size kendi nefislerinizden eşler yarattı" gibi.
4- Tasvir, yâni bir şeyi bir halden başka bir hâle çevirmek:
(O'dur ki size arzı bir döşek haline getirdi).
5- Hak veya bâtıl birşey ile başka şeye hükmetmek:
"ellezîne ce'alu'l-Kur'âne'idîn" (Onlar ki Kur'ân'ı bölük bölük ettiler) [160] ve "Rahman'ın kulları olan melekleri dişi saydılar" gibi [161]. Bunlardan ikinci ve üçüncü mânâlar, yaratma kavramı ile ilgili olan mânâlardır. Ce'ale fiilinin mânâsı, siyak, sibak ve mef'ullerinden anlaşılacak kadar geniştir. Kullara isnad edildiği zaman, aynı kullanılışta bile olsa, "yapmak, kılmak, eylemek, koymak, işlemek" gibi mânâlar ifade eder. Şu iki misala dikkat edelim:
"Ce'altü hâze'1-bâbe min şeceratin " yani bu kapıyı ağaçtan yaptım demektir; "Ve ce'alnâ külle şelin mine'1-ma'i hay" (ve her canlı şeyi sudan yarattık" [162].
Ce'ale, halk mânâsına olduğu zaman, yenilenme ve tekerrür mânâsına kullanılır:
"Gökleri ve yeri yarattı, karanlıkları ve aydınlığı var etti";
"Bir zamanlar Rabbin meleklere:
'Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım', demişti". Çünkü aydınlık ve karanlık her ikisi de zaman zaman yenilenir. Halîfe de nesilden nesile kıyamete kadar yenilenir [163]. İbn Kayyim der ki:
"Bu fiil Allah'a iki mânâ ile itlâk edilir:
1- İcad ve halk,
2- Tasyîr. Birinci mânâda bir mef'ule müteaddidir.
'Karanlıkları ve aydınlığı var etti' kavl-i şerifi gibi. İkinci mânâda iki mef ule müteaddi olması daha çoktur; gibi. Kullar için kullanılışı hassaten ikinci mânâ iledir: gibi. Ekseriya kullar için kullanılışı, onların dahli bulunmayan şeyiere tesmiye ve itikadda bulunmaları konularındadır gibi" [164].
Şu halde ce'ale hakkında şu noktaları bir daha tesbit edelim:
1- Tek mef'ule müteaddi olduğu zaman îcad ve halk mânâsına Allah için kullanılıyor.
2- Tasyîr manâsıyla ve birşeyden birşey yapmak manâsıyla hem Allah için, hem kullar için kullanılmaktadır. Kullar için kullanışta onların hak veya bâtıl bir hükümle, herhangi birşeye hüküm vermeleri, itikad ve tesmiyede bulunmaları muhtevası vardır.
Ce'ale fiili ve müştakları Kur'ân-ı Kerîmde çokça geçer. Tümüyle 345 civarındadır. Bunlardan 16 kadarı kulların duasını, 26 kadarı ise kulların bâtıl hüküm, i'tikad ve tesmiyelerini ifade eder ki, yaratma ile alâkalı olmadığı için konumuzun dışındadır. Eğer yanlış tesbit etmemişsek, bunlardan 165 civarındaki tasyîr mânâsındadır. 40'tan fazla âyet-i kerîme de Allah'ın yaratması anlamında geçmektedir. Tasyîr mânâsı için tesbit ettiklerimiz kullar için kullanılmakla birlikte daha çok Allah hakkında kullanılanlardır. Bunların yaratma ile yakından alâkası vardır. Bunlara "yaratmayı ikinci derecede ifade eden tabirler" diyebiliriz. Geri kalanlar, vermek, koymak, saymak, bulmak, hükm ve tesmiye etmek gibi, bir kısmı Allah için, bir kısmı kullar için, bir kısmı da hem Allah ve hem de kullan için zikredilen fiillerdir.
Bu kadar sayı ile ce'ale ve müştakları Kur'ân'da haleka'dan çok yer almaktadır. Ayrıca "CA'L" kökünün hem yapmak, hem yaratmak, hem de tasyîr mânâsına uygun olabileceği âyetleri de hatırda tutmak gerekir. Tesbitimize göre sırf yaratmak manâsıyla Allah hakkında zikredilen yukarıda 40'tan fazla olduğunu belirttiğimiz âyetlerden yedisi Medenî âyetlerdir. Mekkî âyetler içerisinde ilk defa 31. sırada yer alan el-Kıyâme sûresinde insanların meniden yaratılışı konusu şu mealde ifade buyurulur.:
"Ondan (menî) iki çifti; erkeği ve dişiyi var etti." [165]
Yine ilk insanın ve insan neslinin yaratılışı hakkında [166] âyetlerinde yer alır. Tesbitimize göre ikinci olarak yaratma mânâsındaki ce'ale 33. sırada yer alan el-Mürselât sûresinde dağların yaratılışı hakkında geçer. "Orada yüksek yüksek dağlar meydana getirmedik mi? Ve size tatlı su(lar) içirmedik mi?" [167] Şu âyetlerde dağların yaratılışı konusunda [168] yer almaktadır. Yine aynı kökten olmak üzere 35. nüzul sırasında bulunan el-Beled sûresinde insanların azaları hakkında "Biz ona vermedik mi; iki göz, bir dil, iki dudak" [169] buyurulur. Çünkü Allah'tan başka kimse canlılara bu organları veremez. Aynı konuda, şu âyetler de yaratma manâsıyla mülâhaza edilmelidir: [170] Bunlardan başka şu konularda da yaratma kavramı ce'ale ve müştaklarıyla ifade edilmiştir: Gece ve gündüzün yaratılışı; [171] ağaçların ve meyvelerin yaratılışı [172] her neviden çiftlerin yaratılışı [173]genel olarak canlıların yaratılması:
"... Ve her canlı şeyi sudan yarattık. Hâlâ inanmıyorlar mı?" [174] hayvanların yaratılması [175] yolların, geçitlerin, yeryüzü şekillerinin ve zenginliklerinin, şehirlerin yaratılması [176] karanlıkların ve aydınlığın [177] yıldızların [178] burçların [179] ateşin yaratılması [180] iç duyguların, sevginin yaratılması [181]giyeceklerin yaratılması [182] güneşin ve ayın [183] ırmakların [184] bahçelerin yaratılması [185] Ce'ale fiili, haleka'dan sonraki düzenleme, şekil verme, yaratılan şeyler üzerindeki tesisler için de kullanılıyor, ki bu durumlarda yine yaratma kavramı ile ikinci derecede yakın alâkası bulunmaktadır. Yukarıdakilere ilâveten, yaratmayı ikinci derecede ifade eden kavramlara şu örnekleri de verebiliriz:
Gökleri bir tavan [186] arzı bir karar yeri [187] ve bir beşik [188] döşek [189] yapması, insanları millet millet, kabile kabile ayırması [190] gibi.
Görüldüğü gibi "ce'ale" fiilinin yaratma kavramı ile ikinci derecede ilgili tasyîr ve diğer uygun mânâlarını da kattığımız zaman, mef'ulleri geniş bir alana yayılmaktadır.
Fiil şeklinin çok kullanılmasına mukabil "câ'il" sıfat şekli Kur'ân'da fazla değildir (6 âyette geçer). Bunlardan birisi azamet cemi'siyle cemi'lenmiştir [191] Diğerleri müfreddir. Bunlardan bir tanesi [192] tenvinli olarak varit olmuştur. Doğrudan doğruya Yaratıcı mânâsını ifade etmektedir. Diğerleri muzâf olarak gelmişler ve tasyîr mânâsı ifade etmektedirler. Elbette bu vasıfların hepsi de Allah'a nisbet edildikleri ve O'nu vasfettikleri için yaratma ile alâkadardırlar. Yukarıda bazı fiiller için ifade ettiğimiz "yaratmayla ikinci dereceden ilgili" sözünü, tabir caizse, bu vasıflar için de ifade edebiliriz.[193]
Savvara, "SVR" kökünden tasvir etmek, sûretlendirmek, şekillendirmek, şekil vermek demektir. Suretin iki mânâsı vardır. Biri mahsus ki, bunu avam, havas herkes hattâ hayvanlar bile anlar; diğer mâkul olan sureti yalnız havass idrak eder. İnsana mahsus akıl, görüş, ahlâk gibi her şahsın kendini temyiz eden vasıflarıdır. Her iki suret hakkında da Allah buyuruyor:
"Sizi yarattık, sonra size şekil verdik." [194]
"Sizi şekillendirdi, şekillerinizi güzel yaptı." [195]
"Şüphesiz Allah Âdem'i kendi suretinde yaratmıştır" mealindeki hadis-i şerifte basar ve basiretle idrak edilen insana mahsus hey'et kastedilir. Bunlarla Allah insanı diğer yaratıklarına üstün kılmıştır. Allah'a izafesi milk yoluyladır, teşbih ve ba'ziyyet bakımından değildir. Teşrif yoluyladır [196].
Musavvir ise, tasvir'den ism-i faildir. Allah hakkında mahlûklarını istediği gibi tasvir eden[197] demektir. El-Musavvir, Cenâb-ı Hakkın isimlerindendir. Mevcudatın hepsini şekillendiren, onları terkib ve tanzim eden, demektir. Onlardan her birine özel bir suret, münferit bir hey'et verir. Bu suret ve biçimler çok ve çeşitli olmakla birlikte, varlıklar bunlarla birbirlerinden ayrılırlar. Suret de yüz demektir [198].
"SVR" maddesi Kur'ân'da çok değildir. Mazî, muzârî fiil şeklinde dört defa geçer, her defasında faili Allah'tır [199] ilk defa 39. sırada yer alan el-A'râf sûresinde yukarıda mealini verdiğimiz âyet-i kerîmede geçiyor [200] süresindeki âyet-i kerîmede "Rahimlerde sizi dilediği gibi şekillendiren O'dur. O'ndan başka tanrı yoktur. O azizdir, hikmet sahibidir" buyurulur. Burada ana karnında suret vermenin de Allah'a mahsus olduğu belirtiliyor. Diğer âyetlerin mealini de vermeyi faydalı görüyorum. "Gökleri ve yeri hak ile (yüce hikmetle) yarattı, sizi şekillendirdi, şekillerinizi güzel yaptı" [201] Allah bütün yaratıklarını görecekleri vazifelere uygun şekilde yaratmıştır. Yeryüzüne halîfe olacak şekilde yaratmıştır. "Sen kendini küçük bir varlık sanırsın, halbuki büyük âlem sende durulmuştur." "Allah O'dur kî Arzı size durulacak yer, göğü de bina yaptı; sîzi şekillendirdi, şekillerinizi de güzel yaptı..." [202]
Bu kökten isim olarak "suret" ve cemi'si "suver" hepsi üç defa geçiyor.
"Allah insanı dilediği surette yaratır" [203] ve "en güzel şekilde suret verir" [204]
Allah bugünkü dünya nüfusuyla beş milyar insan yaratmış, bunları hem insan olarak birbirine benzetmiş, hem de ayrı ayrı şahsiyetler, suretler vererek benzetmemiş; birbirinden ayırmıştır. Bu kadar çeşit, sadece insanlar için söz konusu değildir; diğer mahlûklar da aynı şekildedir. Birbirine hem benzer, hem benzemez. Bunlar sadece maddî suretlerdir. Aynı şekilde bir de bunca yaratıkların manevî kabiliyet ve hususiyetlerini, karakterlerini ayrı ayrı yarattığını düşünürsek, bunun ne büyük ilim, irade, kudret ve tekvin tecellîsi olduğunu anlar, fetebârekallahü ahsenu'1-hâlikîn demekten kendimizi alamayız.
Tasvir, yaratma kavramı içerisinde anlaşıldığına göre, halk ile yaratmadan sonra gelen bir mefhumu ifade ediyor. El-Musavvir kelimesinin geçtiği tek âyette [205] şu tertib ile Allah tavsif ediliyor; "O, Halik, Bari, Musavvir Allah'tır". Burada el-Musavvir kelimesi elif-lâmlıdır ve mutlak mânâda Allah'ı vasfeder. Sanki şöyle bir sıralamayı ifade ediyor; önce Allah mahlûkâtının maddesini yaratıyor, sonra onu canlandırıp ahenklileştiriyor, düzeltiyor ve sonra da dilediği son biçimi veriyor [206]. Bu durum insanın yaratılış safhalarını ifade eden âyet-i kerimeden de anlaşılmaktadır. "Ey insanlar, eğer öldükten sonra dirilmekten kuşkuda iseniz (bilin ki) biz sizi (önce) topraktan, sonra nutfe (sperma)dan, sonra 'alaka (embriyo)dan, sonra yaratılışı belli belirsiz bir çiğnem et parçasından yarattık ki, size (kudretimizi) açıkça gösterelim..." [207]
Bu âyet-i kerîmedeki "muhallaka ve ğayr-i muhallaka", "sureti belli belirsiz" yani henüz son şeklini almamış mânâsına alınmaktadır, ki el-Musavvir isminin tefsiri mahiyetindedir. Yani suret verme daha sonra oluyor [208]. Şu âyet-i kerîmelerden bu husus daha da belirgin olarak anlaşılmaktadır:
"Ey insan, seni engin kerem sahibi Rabbine karşı ne aldatıp isyana sürükledi? O (Rab) ki seni yarattı, sana düzen verdi. Dilediği surette seni terkib etti".[209]
Sevvâ fiilinin mastarı olan "tesviye", denkleştirmek, düzeltmek demektir [210]. Râgıb, "Hükümde düzgün, doğru yapmaktır, birşeyi tesviye etmek, onu düzeltmek, yükseklik ve alçaklıkta beraber yapmak, aynı seviyede yapmaktır," der. Allah'ın "ellezi halekake fesevvâke" kavli, yaratılışını hikmetinin gerektirdiği şekilde yaptı, demektir. "Ve nefsin ve mâ sevvâhâ" nefse takviyeci yaptığı kuvvetlere işaret eder. Çünkü fiil faile nisbet edildiği gibi, âlete ve fiilin ihtiyaç duyduğu diğer şeylere de nisbet edilir. .
Denildi ki, yani onun avucunu deve gibi parmaksız yaparız, yahut parmaklarının hepsini aynı boyda yaparız, faydalanamaz, demektir. Halbuki parmakların teşkilinde hikmet, çeşitli boyda ve biçimde ve aralıklı olmalarıdır. Çünkü böyle olması tutmaya, yakalamaya elverişlidir. Yine Cenab-ı Hakk'ın şu sözü "bi zenbihim fesevvâhâ," yani "memleketlerini günahları sebebiyle yerle bir etti, dümdüz etti" demektir [211].
Bu izahlardan kısaca, sevvâ-tesviye'nin, düzeltmek, düzgünleştirmek, denkleştirmek, beraber yapmak demek olduğu anlaşılmaktadır.
Bu fiil Kur'ân-ı Kerîm'de ondört defa geçmektedir. Tefü babından mazi şekliyle geçen 11’nin faili Allah'tır. Muzari ile geçen üç âyetten birisinin yine faili Allah'tır. Birisi ise kulların bâtıl itikadını naklediyor. [212] Diğeri de meçhul bina ile kıyamette kâfirlerin ve Rasûle isyan edenlerin, yerle bir olup silinip gitmeyi arzu edeceklerini beyan eden âyettir. Bu âyetlerden biri müstesna [213] hepsi Mekkî âyetlerdir. Bu fiil nüzul itibariyle 8. sırada yer alan el-A'lâ, ikinci âyette geçer:
"Rabbinin yüce adını teşbih et (O'nun eksikliklerden uzak olduğunu an) O (Rab) ki (herşeyi) yarattı, düzene koydu" [214] 2. ikinci olarak 26. sırada yer alan eş-Şems sûresinde:
"Nefse ve onu şekillendirene and olsun ki" [215] ve aynı sûrede "Onu yalanladılar, deveyi kestiler. Rab'leri de günahları yüzünden azabı başlarına geçirdi, orayı dümdüz etti" [216] meâliyle geçmektedir. Üçüncü olarak 31. sırada bulunan el-Kıyâme sûresinde geçer:
"İnsan başıboş bırakılacağını mı sanır? Kendisi dökülen meniden bir nutfe (sperma) değil miydi? Sonra kan pıhtısı oldu da (Rabbi onu) yarattı, ona sekil verdi" [217]
Bu fiilin mef'ulleri, insanın yaratılışı [218] göklerin yedi kat hâlinde düzenlenmesi [219] kıyamette parmak uçlarını bile Allah'ın toplayıp düzeltmeye kadir oluşudur. [220]
Tesviye fiilinin tasvir fiili ile yakınlığı olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü düzeltmek ilk yaratmadan (halk) sonra olmaktadır. Düzeltmek, tanzim etmek, düzgünleştirmek, şeklini düzeltmek mânâsına da gelmektedir. Nitekim meallerde çoğu defa bu mânâ tercih edilmiştir. Bahsi geçen âyet-i kerimelerden anlaşılacağı üzere insan ancak bu safhada ruh üfürülecek kıvama gelmektedir. İnfitâr süresindeki âyet-i kerîmedeki [221] "fe'adelek", tâbir caizse insana ince ayarını vermek ve denkleştirmek anlamını hatırlatıyor. El-Musavvir ism-i şerifinin tecellisiyle insan ve diğer canlılar en son şeklini alıyor.
[222] âyet-i kerîmesi birbirinin simetrisi gibidir. Şüphesiz, en iyi bilen Allah'tır. [223]
İhya, hayat vermek, diriltmek, yaşatmak, can vermek mânâsına gelir. Cenâb-ı Hakk'ın canlıları yaratma icraatını ifade eder. Cenâb-ı Hakk'ın bu dünyada canlıları yaratması, bu fiilin bir tecellisi olduğu gibi, esas hayat olan âhireti yaratması da bu fiilin bir tecellisi olacaktır. Allah'ın ölü toprağı bitkilerle diriltmesi [224] ölüden diri çıkarması [225] öldükten sonraki yeniden yaratmaya (ihya, ba's) bir örnektir [226].
Bütün canlılara hayat veren Allah'ın elbette en mükemmel hayat ile muttasıf olması gerekir. Cenâb-ı Hakk'ın el-Hayy ve Muhyi'l-Mevtâ isimleri bunu ifade eder. Bütün canlıların hayatına ölüm arız olduğu halde, Cenâb-ı Hak ölümsüz bir hayat sıfatı ile muttasıftır.
İhyâ fiili Kur'ân-ı Kerîm'de 49 defa geçer. Bunlardan sadece üçü mecazen, diri bırakmak mânâsında insanlara nisbet edilir. Birisi de kalbi ihya edecek manevî hasletlere nisbet edilir. [227] Geri kalan kırkbeşinin faili hep Allah'tır. Bu fiilin mef'ulleri de bitkiler, hayvanlar, insanlar ve ölümden sonraki hayattır.
Muhyi'l-Mevta, "ölüleri dirilten" mânâsında Allah'ın bir ismidir. İki Mekkî âyette geçer [228] ilk yaratılışı başlatan, elbette tekrar onları hayata iade edecektir. [229]
"Kün" emri, kâne fiilindendir. Kevn, hades demektir. Kevn ve keynûnet, şeklinde de olur. Sîbeveyh, "ene a'rifuke muz kunte," yani "hulikte", olduğun, yani yaratıldığından beri seni bilirim sözünü nakleder. "Kevvene'ş-şey'e", birşeyi İhdas etti demektir. Allah eşyayı tekvin edendir. Onları yokluktan (ademden) varlığa çıkarır. "Ve kevvenehû fetekevvene", onu ihdas etti, o da meydana geldi demektir. Bir hadis-i şerifte "Kim beni rüyada görürse, gerçekten beni görmüştür. Çünkü şeytan benim gibi olamaz" (tekevvün), bir rivayette "benim suretime giremez" şeklinde vârid olmuştur [230]. Tekvin, önceki bir madde ile bir şey îcad etmekdir de denilmiştir [231]. Râgıb der ki: "Bazı insanlar "Kvn" maddesini bir cevherin kentlinden başka birşelye İstihalesi hususunda kullanmışlardır, yine birçok kelâmcılar, bunu ibda (yoktan yaratma) mânâsında kullanırlar".[232] "Kevvenallahu eşya'e; evcedeha" yani Allah eşyayı tekvin etti, demek, onları vücuda getirdi demektir [233]. Tekvin Cenab-i Hakkın sıfatlarındandır. Allah birşeyi murad edince ona sadece "ol" der, o şey hemen oluverir. Cenab-ı Hak Kur'ân-i Kerîm'e göre "kün" emri ile yaratır. Bu kelime Allah'ın yaratmasını ifade eden kelimedir. Allah'ın kelimeleri tükenmez [234]. Çünkü hallâkiyet Allah'ın en bariz vasfıdır.
Bu kelime Kitab-i Mukaddeste de yer alır. Ancak orada emr-i gaib şeklinde geçmektedir. Tekvin bâb, 'den şu cümleleri okuyalım:
"Ve Allah dedi, ışık, olsun; ve ışık oldu (...) Ve Allah dedi, suların ortasında kubbe olsun ve suları sulardan ayırsın. Ve Allah dedi, gündüzü geceden ayırmak için gökkubbesinde ışık olsun; ve alâmetler için, ve günler ve seneler için olsunlar"[235]. Bu kelimenin emir sîgasıyla olması, müteâl, herşeyin üstünde gâlib, herşeyin mülkünü tasarrufunu elinde bulunduran, yaratma da O'nun yürütme de O'nun, [236] olan Allah'a ne kadar lâyıktır. Çünkü Allah'ın şer'î emirleri de emr sîgasıyla varit olduğuna göre, Allah'ın yaratıcı aksiyonu ve yürütücü aksiyonu için bu kelime elbette en uygunudur. Hz. İsa'ya kelimetullah denilmesi O'nun böyle bir emrinin tecellîsi olduğundandır. Çünkü Allah sebeplere mahkum değil, müsebbibu'l-esbâbdır. Aynı zincirin ilk halkası olmak diğerlerinden pek farklılık ifade etmez. Allah herşeyin yaratıcısı olduğu gibi, sebeplerin de yaratıcısıdır. Dilediği zaman onları tesirsiz kılar, değiştirir. Nitekim değiştirmektedir de. Hiçbir şey O'nu takyid edemez, herşey O'nun küllî iradesiyle mukayyed ve O'na münkâddir.
Bu kelime Kur'ân'da mef'ulsüz, mutlak yaratma anlamıyla sekiz defa geçer, ilk defa 41. sırada yer alan Yâsîn sûresinde geçer. "O'nun işi birşeyin olmasını istedi mi ona, sâdece 'ol' demektir, hemen oluverir" [237]. İkinci olarak 44. sırada yer alan Meryem sûresinde geçer:
"Çocuk edinmek Allah'a yakışmaz. O, (böyle şeylerden) münezzehtir. Bir işi yapmak istedi mi, ona sadece 'ol' der, (o da) olur" [238]. Allah'ın birşey vücuda getireceği zaman onu en kısa zamanda yaratmasının, şânından olduğunu ifade eder. Şânı böyle olan için nasıl çocuğu olması tevehhüm edilebilir? Halbuki çocuğu olmak, ihtiyaç ve noksanlık âlâmetlerindendir [239]. Katâde'nin belirttiğine göre:
"Arapça'da bu sözün ifade ettiğinden daha hafif, daha kolay birşey yoktur, işte Allah'ın emri böyledir, böyle kolay yerine gelir" [240]. Diğer âyetler de yaklaşık olarak aynı mânâyadır [241]. Bunlardan [242] Hz. Âdem (as)'ın yaratılışı hakkındadır. İkisi Hz. İsa'nın yaratılışını ifadeden sonra [243] üç yerde de Allah'ın âhiretteki diriltmesi hakkındadır [244]. Allah âhirette de aynı kelime ile yaratıcı icraatına devam edecektir. [245] D. Masson şöyle der:
"Yaratıcı söz ebedîdir, öyleyse her zaman vardır. Yaratıcı aksiyon Allah için yeni bir iş değildir. Kur'ân vasıtasız bir şekilde yerde ve göklerde cereyan eden şeyleri yaratıcı fiile sokar. O halde yaratıcı fiilin varlık üzerinde devam etmesi, belki de sürekli bir yaratma gibi mülâhaza edilir. Bütün ezelîliği ve ebedîliğiyle Allah herşeyi huzurunda gibi bilir. O'nun yaratıcı aksiyonu atalette değildir, öyle olsaydı yaratma yokluğa geri dönecekti" [246].
Cenab-ı Hak, tekvin sıfatının tecelli vasıtası olan yaratıcı kelimesi "kun" ile, ezelden ebede yaratma icraatına devam edecektir. [247]
Bazı tabirler vardır ki Allah'ın yaratmasiyla doğrudan doğruya ilgili değildir. Yani bunlar tek başına kullanıldıklarında yaratma kavramı ifade etmezler. Allah'a nisbet edilince derhal Allah'ın yaratıcı vasfını hatıra getirmektedirler. Bu fiil ve isimler hakkında İbn Kayyim şöyle der:
"Lâfızlar üç kısımdır; bir kısmı sadece Rab Teâla için kullanılır; el-Bâri, el-Bedi, el-Mubdi gibi. Bir kısmı sadece kul için, kullanılırlar; kâsib ve muktesib gibi. Bir kısmı da hem kul için, hem Allah için itlâkı vaki olan lâfızlardır; sani, 'amil, münşi', murid ve kadir gibi. Halik ve Musavvir kayıtsız, mutlak kullanıldıkları zaman en çok Allah için kullanılırlar; 'el-Haliku 1-Bari u'1-Musavvir' gibi" [248].
"Sane'a" fiili 'amile (işledi, yaptı) manasınadır. Allah Teâlanın "sun'allahülezi etkane külle şey'in" kavli, O'nun san'atına delildir [249]. Sane'a, faale manasınadır. Râgıb der ki "Sun', işi iyi yapmak demektir. Her sun' fiildir, fakat her fiil sun' değildir. Fiil hayvanlara ve cansızlara nisbet edildiği halde, sun', san'at bunlara nisbet edilmez" [250]. Sane'a fiilinin fe'ale (yaptı) mânâsına geldiğine örnek:
"Utanmadığın zaman istediğini yap" sözünün ilk peygamberlik kelâmından olduğu şeklindeki hadis-i şeriftir. "Sun'allahülezi etkane külle şey'in" ve "Dağları (yerlerinde) donmuş sanırsın, oysa onlar bulutun yürümesi gibi yürümektedirler. Bu, herşeyi muhkem yapan Allah'ın san'atıdır (sun'al-lah)" [251] âyeti, Allah'ın san'atına delildir. Sanki "işte Allah bunu böyle adamakıllı yaptı," demektir. Eğer sun' kelimesi feth ile okunursa mânâsı böyledir. Eğer zam ile okunursa, mânâ, "Bu Allah'ın yapısıdır" demek olur [252].
Peygamber (s.a.v.) kulu sani' olarak tesmiye etmiştir. Buharî'nin Huzeyfe'den rivayetinde şöyle buyurur: "Şüphesiz Allah her sani'i ve sanatını yaratır" buyurmuştur. Bu hadis-i şerifte aynı kökten hem kul için, hem Allah için isti'mali, ikisi de birarada mevcuttur. Ancak Allah için yasna'u fiilini "yaratır" kelîmesiyle terceme ettik. Cenâb-ı Hak kendi fiiline sun' ismini vermiştir. Zikredilen âyet-i kerîmede "sun'allah"da "sun"' mastar olmak üzere mansubdur da denmiştir [253]. Fakat "sâni" lâfzı Allah'ın isimleri arasına gelmemiştir ve gelmesi de mümkün olmaz. Çünkü sâni', adalet veya zulüm, sefeh veya hikmet, medih veya zem, herhangi bir şey yapana denir. Bunların övülen veya yerilen mânâlara taksimi mümkün olduğundan "el-Esmâ'u'1-Hüsnâ" arasında gelmemiştir.
Bu kökten Kur'ân-ı Kerîm'de Allah'a nisbet edilen bir kelime geçmektedir. O da zikri geçen sun' mastarıdır. Âyet-i kerîmenin tam olarak mealinin bir kere daha verelim." Dağları (yerlerinde) donmuş sanırsın, oysa onlar, bulutun yürümesi gibi yürümektedirler. (Bu) herşeyi gayet iyi yapan Allah'ın yapısıdır. Doğrusu O, yaptıklarınızı haber almaktadır" [254]. Fiilin varit olmasını kâfi görenlerin fikrine göre, bu âyetle Allah'a Sâni' denilebileceğine istidlal edilmiştir [255]. "Ey Muhammed, dağları sabit görür, ayakta dikili duruyor zannedersin, halbuki onlar yürüyor. İbn Abbas'tan bu şekilde rivayet edilmiştir. Mücahid'den, "herşeyi sağlamca bağlayan ve tesviye eden" şeklinde rivayetler gelmiştir" [256]. "Allah bunu yüce kudretiyle yapar, yarattığı herşeyi sağlam yapar" demektir [257].
Bu âyet-i kerîme dağların yürüdüğünü haber verdiğine göre, dağların üzerinde bulunduğu yerküresinin de hareket ettiğini bildiriyor. Bu da Kur'ân'ın bir mûcizesidir [258]. Bu âyet her dem kevn ve fesadı göstererek kıyamet ve dirilişi tasavvur ettirmek konusunda sevkedilmiştir. Dağların esasen akıcı gazlardan mürekkeb olarak zerrelerinde buharlaşır gibi kevn u fesad, kimyevî değişiklikler ile her dem yeni yaratılışlar cereyan edip durduğunu, binâenaleyh âlemin en sabit görülen şeylerinin bile böyle her dem değişiklik ile bir kıyamete doğru gittiğini, şu halde günün birinde bir üfleme ile o koca dağların yerinden bütün kütleleriyle yürütülüp arzın başka bir arza tebdil edileceğini anlatıyor... Herşeyi ilim ve hikmet ile yerli yerinde sağlam ve muntazam yapan Allah'ın yapısı! [259]
gibi. Bu kökü (F'L) Allah fiil ve isim olarak kendi Zâtına itlâk etmiştir, "yef'alu'1-lahu mâ yeşâ" Allah dilediğini yapar [260]. "Fa'alûn limâ yurîd" istediğini yapandır. Üç yerde azamet cemi'siyle geçer,
"...in kunnâ fâ'ilîn" yapacak olsak böyle yapardık” [261]
"...innâ kunnâ fâ'ilîn" biz bunu mutlaka yapacağız” [262]
Buralarda da eğer düşünürsek, Cenab-ı Hakk'ın âdet üstü acib san'atı ifade buyurulmaktadır. Zeccac da "ve kunnâ fâ'ilîn biz dilediğimize kadiriz demektir" der [263]. Fa'al şekli mübalağalı ism-i fail vezninde olup, ilk defa 27. nüzul sırasında bulunan el-Buruc suresinde yer alır [264] ayrıca [265] 'de de geçer. "Devamlı olarak, kesintisiz ve mükemmel tarzda yapan" demektir [266]. Allah'ın fiilleri kullarınkine benzemeyeceği için, bu fiil ve isimler yaratma ile çok yakından ilgilidir. Allah dilediğini yapar ve yaratır. Mastar şekli iki defa geçmektedir. Her ikisi de insanlara izafe edilmiştir [267].
"Fa'âlun limâ yurîd" ism-i şerifi, Allah'ın her işinde ve yaratmasında hür olduğunu, yarattıklarına asla tâbi olmadığını, her zamanda ve halen dilediğini dilediği kadar ve hikmetine göre yapmakta ve yaratmakta olduğunu, O'nun kullar gibi mes'ul olmadığını[268], kulun Allah'ın dilemesine havale ederek iş yapmasını (Kehf, 18/22, 23), O'nun her an bîr işde (Rahman, 55/29) olduğunu, herşeye hâkim ve her şeyde tam bir tasarruf sahibi olduğunu, zaman ve mekân kayıtlarının Yaratıcı indinde birer mahlûk olduklarını, kayıtlayıcı unsur olamayacaklarını ve nihayet işleri yaratıkların işine benzemeyen Allah'ın her dem taze şeyler yaratmakta olduğunu ifade eden el-Hallâk İsmini bize hatırlatıyor. Görüldüğü gibi, bu fiil ve isimlerin yaratma kavramı ile yakın bir alâkası vardır. Hülâsa Allah bu gün de fa'âldir, faaliyet halindedir, hallâktır (yaratmaktadır).[269]
"Hare" (çıkmak), "ihrâc" (çıkarmak) hem kullar için hem Allah için kullanılan fiillerdendir. Bilhassa "ihrâc" Kur'ân'da Allah'ın fiilleri hakkında geçer. Râgıb, "İhrâc'm Allah Teâlanın fi'illerin-den olan tekvin konusunda da kullanılabileceğini söyler ve şu örnekleri verir: "Allah sizi annelerinizin karnından çıkardığı (yuhricukum) zaman hiçbir şey bilmiyordunuz..." (Nahî, 16/78) Ayrıca {En'am, 9/99; Secde, 32/27) âyetlerini zikreder.
Tahric ise ekseriya ilimler ve san'atlar hakında kullanılır [270]. Lügat mânâsı malum olan bu fiil Allah'a nisbet edilince yaratma kavramı kazanmaktadır.
Yaratma mefhumu ile ilgili olarak ilk defa 8. sırada yer alan el-A'lâ sûresinde geçer.
"O (Rab) ki otlağı çıkardı" [271]. Yine bitkilerin çıkarılması (bitirilmesi, yaratılması) hakkında; çıkardı, çıkarır, çıkar, çıkardık, çıkarırız anlamında şu âyetlere de bakmalıdır[272].
İkinci olarak 34. sırada yer alan el-Kâf sûresinde geçer:
"O gün insanlar o çağrıyı gerçek olarak duyarlar. İşte bu, (dirilip) çıkış günüdür" [273]. Bu âyet-i kerîme de diriliş hakkındadır. Aynı konuda şu âyetleri de hatırlatalım [274]. Bunlar: çıkarsınız, çıkarlar, çıkarılırsınız, çıkarırsın, çıkarırız, çıkarır, şeklinde geçerler. Yine aynı konuda müşriklerin ba'su ba'de'l-mevt'e inanmayışlarını nakleden şu âyetlerde geçer: [275]
Üçüncü olarak 41. sırada bulunan Yâsîn sûresinde şu mealde geçer:
"Ölü toprak, onlar için bir âyettir (ölüleri nasıl dirilteceğimize işarettir): Biz onu dirilttik, ondan taneler çıkardık da ondan yiyorlar" [276]. Kur'ân'da öldükten sonra diriltme için yeryüzünün bahar mevsiminde, yağmurla yeşillenip canlandırılması, misal getirilir. Bu tema Kur'ân'da çokça geçer. Bunlardan başka suyu çıkarma konusunda şu âyetler de dikkatimizi çekiyor:
Allah kayadan su çıkarır [277] buluttan su çıkarır [278], ve denizlerden süs eşyaları çıkarma [279] konusundaki âyetler. Kuşluk vaktini, sabah aydınlığını çıkarır [280], Dâbbetu'l-ard'ı çıkarır (yaratır) [281]
Şu âyet-i kerîmeler genel anlamda canlıları yaratma kavramını ifade etmektedirler:
"Taneyi ve çekirdeği yaran Allah'tır. O ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarır, işte Allah budur. O halde nasıl (O'na inanmaktan) çevriliyorsunuz?" [282] âyeti de aynı mânâdadır.
Şu âyetlerde bu fiilin insanın yaratılması konusunda ne kadar açık oldukları görülüyor:
"...Dilediğimiz belirtilmiş bir süreye kadar rahimlerde tutuyoruz, sonra sizi bir bebek olarak çıkarıyoruz..." [283] "Allah sizi annelerinizin karamdan çıkardığı zaman hiçbir şey bilmiyordunuz, size işitme (duygusu), gözler ve gönüller verdi ki, şükredesiniz" [284].
"O'dur ki (önce) size topraktan, sonra nutfe (sperma)dan, sonra kan pıhtısından yarattı. Sonra sizi çocuk olarak (annelerinizin karnından) çıkarıyor..." [285].
Bu kökten fiil çok geçmiş olmakla beraber isim ve sıfat şekli çok geçmemektedir. Sülasîden mastar şekli huruç (çıkış) beş defa geçmiş olmasına mukabil ancak iki tanesi -tesbitimizde yanılmıyorsak- yaratma ile ilgilidir. Her iki âyet de el-Kâf suresinde geçer. "Kullara rızık olması için. Ve o su ile ölü bir memlekete can verdik, işte çıkış da böyledir. (Nasıl ölen toprak canlanıyor. Ağaçlara taze bir hayat geliyor, bitkiler yerden çıkıyor, siz de kabirlerden öyle taze can bulup çıkacaksınız.)" [286]. Yani ikinci yaratılışla yaratılacak, diriltileceksiniz, demektir.
Aynı kökten if'âl babından ihraç (çıkarmak) mastarı, 6 defe geçmesine mukabil, ancak birisi yaratma ile [287]alâkalıdır. Bir sıfat olan "Muhric" üç defa geçmektedir. Bunların üçü de Allah'ı vasfeder. Ancak bir tanesi yaratma kavramı ile ilgilidir [288]. İkisi tenvinli, birisi izafet halindedir. İf'âl babından ism-i mef'ul şeklindeki "muhrac" bir defa, dört defa da cemi olarak geçmesine mukabil, bunlardan birisi yaratma ile alâkalıdır.
Allah'ın ölüleri diriltmesi (ba's) yaratmadır. Ölüm dahi bir yaratma olduğuna göre, ölüleri diriltmek, elbette önemli bir nevi yaratmadır. Bu mefhum, görüldüğü gibi, birçok âyetlerde bitkilerin yerden çıkarılmasına teşbih edilerek ifade edilmiştir. [289]
'Avd, dönmek kökünden e'âde, söz vb. şeylerin tekrar edilmesi mânâsına iken, Allah'a nisbet edilince, bilhassa öldükten sonra diriltmeyi ifade eder. Yâni Cenâb-ı Allah ölüleri yeniden hayata döndürecektir.
"(...) 'Bizi tekrar kim döndürebilir?' diyecekler. De ki; 'Sizi ilk defa yaratan (hayata) döndürür'" [290].
"{...) İlk yaratmaya nasıl başladıksa, onu, yine öyle çevirir (yok eder)iz. Üzerimize söz, biz bunu mutlaka yapacağız"[291]. İâde on beş âyette ba's (diriltme) mânâsında geçmektedir. (Bk. M.F. Abdulbâkî, el-Mucemul-Mufehres, s. 413.) [292]
Râgıb bu kelime hakkında şu bilgiyi verir:
Nebt, nebat, ister ağaç gibi gövdesi olsun, ister ot gibi kökü üzerinde olsun, yerden çıkan şeye denir. Ancak örfte gövdesi olmayan bitkiler hakkında özelleşti, hayatta hayvanların yediği otlara tahsis edildi. Gerçekte ise bitki, hayvan ve insan her büyüyen hakkında kullanılır, "İnbat" (bitirme" de bütün bunlar hakkında kullanılır.
"Orada bitirdik taneler, üzümler, yoncalar, zeytinler, hurmalar, iri ve sık agaçlı bahçeler, meyvalar ve çayırlar..."[293].
"...Size gökten su indirdi de, onunla sizin bir ağacını dahi bitiremeyeceğiniz gönül açan bahçeler bitirdi" [294].
"Allah sizi yerden bir bitki olarak bitirdi" [295].
Nahivciler bu âyetteki "nebâten" kelimesinin mastar manâsıyla "inbat" yerinde kullanıldığını ifade ederler. Bir kısmı da haldir, mastar değildir, dediler. Bir kısmı insanın başlangıcının topraktan olduğuna, ondan neş'et ettiğine, bir bakımdan nebat gibi olduğuna dikkat çektiler. "Ve nebete fîhim nâbitetun", onlar için de küçük bir filiz meydana geldi, demektir" [296].
"NBT" kökünden ifâ! babının mastarı inbat, bitirmek, çıkarmak demektir. Arzdan çıkarmayı ifade eder.
Sülâsî şekliyle (nebt" (bitmek) Kur'ân'da bir defa geçer:
"Tûr-i Sina'dan çıkan, (meyvası) yağlı olarak biten, yiyenlerin (yağına ekmeklerini) batıracakları bir (zeytin) ağacı yetiştirdik" [297]. Diğerleri if'âl babından, bitirdi, bitirdik, bitirir mânâlarıyla geçer. Allah'a, yeryüzüne, başağa izafe edilir, isim olarak "nebat" dokuz defa geçer.
Bitkiler hakkında kullanılışı hakikattir. Diğer hususlarda kullanılışı mecaz veya teşbih yahut istiaredir. "Güzel olan memleketin bitkisi, Rabbinin izniyle çıkar. Kötü olandan ise, yararsız bitkiden başka birşey çıkmaz. İşte biz şükreden bir toplum için âyetleri böyle döndürüp (tekrar tekrar) açıklıyoruz" [298]. Hz. Meryem hakkında şöyle buyurur:
"Rabbi onu güzel bir şekilde kabul buyurdu; onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi" ve Zekeriyya'yi da o(nun bakımı)na memur etti...” [299]. Şu âyet-i kerîme de insanların yaratılışı konusunda aynı fiil ve isimden istiare yoluyla ifade edilmiştir:
"Allah sizi yerden bir bitki olarak bitirdi" [300].
Aynı sûrenin 14. âyetinde insanların çeşitli merhalelerden geçirilerek yaratıldığı bildirildikten sonra bu âyette, bir bitki gibi bitirilişi ifade duyuruluyor. Razi şöyle der:
"Sizi arzdan bitirdi, yani babanızı, -yahut cinsi ifade eder- hepinizi yerden bitirdi, demektir. Yani Allah bizleri nutfelerden, nutfeleri nebattan, onu da arzdan yaratıyor". Yaratılışla çok yakın ilgisi bulunan bu âyet-i kerîmedeki "Nebat" kelimesine "hal" yahut "mefûl-ü mutlak mânâsı verenler vardır. Mef'ûl-ü mutlak olunca "O sizi bitirdi de, siz de acîb, garîb bir bitiş bittiniz" demektir [301]. Âlûsî:
"Sizi ondan inşa etti. înbat, inşa için istiare yapıldı" der. Yani sizi ondan neş'et ettirdi, ihdas etti, yarattı, demektir.
Bu kökten fiil ve isimlerin geçtiği âyetlerin çoğu Mekkîdir. ilk defa 14. sırada bulunan "Abese" sûresinde bitkiler hakkında [302] âyetinde geçer. İkinci olarak 39. sırada yer alan el-A'râf sûresinde teşbihli olarak yine bitkiler hakkında yukarıda mealini verdiğimiz âyette [303] geçer. Üçüncü olarak, 41. sırada yer alan Yâsin sûresinde yine bitkiler hakkında geçer [304].
Görüldüğü gibi bu kökten fiil ve isimler, bitkiler ve insanlar için Allah'a izafe suretiyle yaratma kavramı ifade edecek şekilde Kur'ân'da geçmektedir. [305]
"ETA" kökünden i'ta', getirmek, vermek demektir. "VHB" kökünden "vehb ve veheb" ve "hibe", karşılıksız vermek, bağışlamak [306] demektir. Râgıb, îta'nın i'ta, yani vermek mânâsına geldiğini söyler. Kur'ân'da zekât vermeye tahsis edildi [307] der. "ETA" kökünden fiiller de hem Allah'a, hem de kullara nisbet edilmektedir. Ancak insanların veremeyecekleri şeyleri Allah'ın vermesi, Allah'ın onları bir çeşit yaratmasıdır. Bu bakımdan eğer tesbitimizde yanılmıyorsak, yaratma kavramıyla bu kelimelerin de yakınlığı vardır. Allah'a nisbet edildiği zaman bu fiil çeşitli mef'uller almaktadır. Cenab-ı Hakk'ın insanlara verdiği maddî [308], manevî [309] vb., bütün ni'metler [310] kabiliyetler, [311] evlât, [312] mal [313] vb., zenginlik [314] vb., tüm geçim vasıtaları [315] bilgi [316] vb., hikmet [317] vb., kitab [318] vb., nübüvvet [319] gibi pek çok konular bu fiilin Allah'a nisbet edilen mef'ulleri arasındadır. Bunların her birisi hakkında ayrı bir seminer yapmak mümkün olacak kadar geniş ve yaygın olduğu için, biz bunlardan belirgin bazı örnekler vererek, yaratma ile olan ilgisine dikkati çekmek istiyoruz. "Ve size her istediğinizden verdi. Eğer Allah'ın ni'metini saymak isterseniz sayamazsınız! (Buna rağmen) yine de insan çok haksızlık edendir, çok nankördür!" [320] "Andolsun biz önceden İbrahim'e doğru yolu bulma kabiliyeti vermiştik. Zaten biz onun (olgun insan olduğunu) biliyorduk" [321].
Yine "VHB" kökünden Allah'ın evlât vermesi birçok âyetlerde dile getirilir:
"İhtiyarlık çağımda bana İsmail'i ve İshak'ı lütfeden Allah'a hamdolsun. Şüphesiz Rabbim, duayı işiten (kabul buyuran)dır [322]. Evlât verme konusunda [323] âyetlerini de zikredebiliriz. Bu fiilin geldiği hemen hemen her yerde fail Allah'tır. Şu iki âyet müstesna kabilindendir [324]. Dünyevî ni'metler, manevî lütuflar da yine bu fiilin mef'ulleri arasındadır [325].
Cenab-ı Hakk'ın güzel isimlerinden birisinin de "el-Vehhâb" olduğunu düşünürsek, kimsenin yapamayacağı şeyleri Allah'ın hibe ettiğini (yaratmak suretiyle verdiğini) daha yakından hissederiz. el-Vehhâb Kur'ân'da üç âyette geçmektedir. Birisi Medenî âyet [326], diğerleri Mekkî âyetlerdedir [327]. Bu sûre (Sâd), nüzul sırası i'tibariyle de 38. sırada bulunmaktadır. Vehhâb "çok çok ve tekrar tekrar veren" demektir.[328]
İlka, birşeyi kavuştuğun, yani gördüğün yere atmaktır. Sonraları her türlü atma konusunda tanınmış ve onlara isim olmuştur. "Elkaytu ileyke kavlen, kelâmen, selâmen, meveddeten", "Sana söz, selâm, sevgi attım" denir [329]. Bu fiil de yine hem Allah'a, hem kullara nisbet edilen fiillerdendir. Allah'a nisbet edildikleri zaman bir bakıma yaratma mefhumu kazandığını görüyoruz. Diğer mefhumlarda yaptığımız gibi, bunlarda da Allah'a nisbet edilmeyen kullanışları konumuzun dışında tutuyoruz.
Arzın teşekkülü sırasında yeryüzü üzerine dağların dikilişi Kur'ân'da bu fiilin mefulleri arasında yer alır. "Sizi sarsar diye arza ağır baskılar attı (elka), ırmaklar ve yollar (yarattı kî) doğru yolu bulaşınız (amaçlarınıza eresiniz)" [330]Âyetlerinde, fail Allah'tır, mef'ul ise dağların yaratılmasıdır. Cenab-ı Allah'ın dağları yeryüzüne kazıklar gibi çakması, orada onları yaratmasıdır. Ondan başka hiçbir kuvvet bunu yapamaz.
Kalbî duygular hakkında şu âyetler de yaratma kavramıyla ilgilidir:
Sevgi atar (yaratır);
"...(Ey Musa) gözümün önünde büyüyesin diye senin üzerine benden bir sevgi koydum (görenler senin üzerine benden bir sevgi koyduğum için sana meftun oldular)" [331].
Düşmanlık ve kin atar; "Yahudiler 'Allah'ın eli bağlıdır (Allah cimridir),' dediler. Kendi elleri bağlandı ve söylediklerinden ötürü lanetlendiler. Hayır, Allah'ın iki eli de açıktır, dilediği gibi verir. Andolsun Rabbinden sana indirilen, onların çoğunun azgınlığını ve küfrünü arttıracaktır. Biz aralarına tâ kıyamete kadar düşmanlık ve kin atmışızdır. Ne zaman savaş için bir ateş yakmışlarsa Allah onu söndürmüştür. (Onlar) yeryüzünde bozgunculuğa koşarlar. Allah da bozguncuları sevmez" [332]. Kalbe korku atar;
"...Ben inkâr edenlerin yüreklerine korku salacağım;..." [333].
Hz. İsa'nın yaratılışının da yine bir kelime ilkası ile olduğunu ifade eden âyet-i kerime de bu kelimenin yaratma kavramı ile ilgisini belirtir. "Meryem oğlu Mesih, sadece Allah'ın elçisi, O'nun Meryem'e attığı kelimesi ve O'ndan bir ruhtur..." [334]. Yani Allah Hz. İsa'yı babasız, kelime ilkası ile yaratmıştır. Allah'a izafesiyle yaratma kavramı kazanan "ilka" ilk defa 34. nüzul sırasında bulunan el-Kâf sûresinde dağların yaratılışı konusunda geçer [335]. İkinci olarak, yine aynı konuda 54. sırada yer alan "el-Hicr" sûresinde geçer. [336]
Bu fiil, Rahman sûresi 10. âyette:
"Yeri de (Allah) bütün mahlûkâtı için yarattı" mânâsına, Allah'a isnâd edilmektedir. Yani alçalttı, yaydı, yaygın bir şekilde yarattı, ortaya koydu demektir. Nitekim Râgıb el-İsfahânî, "Bu vad', vücûd verme ve yaratma tabiridir" der (Müfredat, s. 526). Bu fiile döşedi mânâsını veren müfessirler olduğu gibi, yarattı mânâsını verenler de vardır (Celâleyn, Beydâvî, Âlûsî). Hattâ mîzan hakkındaki [337] deki vada'a fiili de yaratma manâsıyla ilgili görünüyor.[338]
Nüzul, aslında yüksekten inmektir. İnzal ise, Allah'ın nimetlerini ve nikmetlerini yaratıklarına indirmesi, onlara vermesidir. Bu, ya bizzat o şeyi indirmekle olur, Kur'ân inzali gibi. Yahut esbabını indirmekle ve ona yol göstermekle olur; demir, libas vb. inzali gibi. [340]
Yaratma anlamını ifade eden inzal fiilinin hepsi Allah'a nisbet edilmiştir. Bu anlamda Kur'ân-ı Kerîm'de el-Hadîd sûresinde geçer:
"Andolsun biz elçilerimizi açık delillerle gönderdik ve onlarla beraber kitabı ve (adalet) ölçü(sün)ü indirdik ki insanlar adaleti yerine getirsinler. Ve kendisinde büyük bir kuvvet ve birçok faydalar bulunan demiri indirdik ki Allah, kimin (ondan istifade ederek) görmeden Allah'a ve Rasûlüne yardım edeceğini bilsin, (ortaya çıkarsın). Şüphesiz Allah kuvvetlidir, daima üstündür" [341]. Bu âyet-i kerîmedeki "demiri indirdik" ifadesinin yarattık demek olduğu açıktır. Hatta kitabı "yazı" mânâsına cins isim ve mizanı da mücerret adalet ölçüsü olarak alıp bunları indirmenin de yaratma mânâsında olduğunu çıkaranlar vardır. Bunlan Allah'ın indirmesi, ilham ile bildirmesidir. Yani insanda yazı kabiliyeti ve doğruyu eğriden ayırma kabiliyeti ve fırsatı yaratmıştır [342]. "Demirin indirilmesi" ise çok daha bariz olarak, yaratılması mânâsını taşıyor. Allah madenleri ve bu arada beşerin onsuz yapamayacağı demiri, arzı yaratırken, onun çeşitli tabakalarına, çeşitli yerlerine çeşitli ölçülerde indirmiş, yani halketmiştir. Bu yaratma mânâsı Âlûsî'nin beyânına göre Hasan Basrî'nin kavlidir. "Enzelne'l-hadide", halaknâhu, demektir. Cenab-ı Hakk'ın "...Ve sizin için davarlardan sekiz eş indirdi" [343] kavli de böyledir. Bu tefsir, birşeyi lâzımı ile tefsir etmektir. Şüphesiz her yaratılan, levh-i Mahfuz'da sübut ve takdir edilişi bakımından, bulunduğu yerde mevcut iken sonradan indirilmiştir [344]. Âyet, demiri mebzulen yaratıp mevcudiyetini bildirdik, kullanılmasını öğrettik demektir. Demirde çok kuvvet vardır, iğneden ipliğe hiçbir san'at yoktur ki demire bağlı olmasın. Sanayiin temeli demirdir. Fahreddin Râzî, "altın bulunmasa dünya işlerinde bir eksiklik olmaz, lâkin demir bulunmasa bütün dünya işleri bozulur" der [345]. Hz. Musa'nın lisanından nakledilen şu âyette de yaratma anlamı buluyoruz: "Hemen (Musa) onlarınkini de suladı, sonra gölgeye çekildi: 'Rabbim' dedi, 'doğrusu bana indireceğin her hayra muhtacım, (azıcık azık indir de şu karnımı doyur)” [346]. Hz. Musa buradaki duasıyla ihtiyacını giderecek esbabı Cenab-ı Hak'tan istiyor. Konumuzun başında da Râgıb'ın beyanına göre, inzal ya Allah'ın bizzat indirmesiyle, yahut esbabını indirmekle ve ona yol göstermekle olur, denmişti, işte bu âyet-i kerîmede Hz. Musa Cenab-ı Hak'tan rızık sebebini, yolunu halk etmesini diliyor. Bu mânâda, indireceğin her hayra muhtacım, diyor.
Yaratma anlamında yine ez-Zümer sûresinde şu âyet geçer:
"Sizi bir tek candan yarattı, sonra ondan eşini meydana getirdi ve sizin için hayvanlardan sekiz eş indirdi:" (Deve, öküz, koyun, keçi) [347]. Bu âyetteki indirmek fiilinin de yaratmak mânâsına geldiği daha belirgin haldedir [348]. Yani hayvanların bellerinde sizin için sekiz eş yarattı demektir [349]. Biz şu âyetlerdeki indirmek fiillerinde de yaratma mânâsı seziyoruz; Allah'ın Tih sahrasında İsrailoğullarına bıldırcın eti ve kudret helvası indirmesini bildirdiği âyetler [350]. Çünkü bu ni'metler doğrudan doğruya, sırf lütuf olarak Allah tarafından var edilmiş ni'metlerdir.
Yine Allah Teâlânın yukarıda zikrettiğimiz yaratmak suretiyle indirdiği maddî ni'metlerinin yanında, harb zamanlarında Hz. Peygamber ve mü'minlere indirdiği emniyet, uyku ve sekînet (huzur ve sükun) gibi manevî lütuflan ifade eden âyetlerdeki [351] indirme fiili de yaratma kavramıyla yakından ilgilidir. Bu manevî lütuflar, hicret esnasında mağarada iken ve Hudeybiye musalâhasının çetin müzakereleri sırasındaki çok sıkıntılı zamanlarda da inmiştir. Müfessir Hamdi Yazır'ın dediği gibi bunlar, vâridat-ı Rahmaniye ve ilâhî sükun ve huzur cümlesindendir. Bu uyku alelade bir uyku olmayıp olağanüstü bir ilâhî yardım olmuş ve Müslümanlar bundan birçok bakımlardan faydalanmışlardır [352].
Nihayet hem maddî ve hem mânevi ni'meti ifade eden şu âyeti görelim:
"Ey Âdem oğulları, size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik. Takva (Allah'ın azabından korunma) elbisesi daha hayırlıdır. İşte bu(nlar), Allah'ın âyetlerindendir, belki düşünüp öğüt alırlar" [353].
Gökten, yerden, sübjektif ve objektif, ferdî ve içtimaî, tabiî ve sun'î sebeplerini, yollarını yarattık ve ihsan ettik, demektir [354]. Takva elbisesi ise daha hayırlıdır.
Enzele fiili bu tesbit ettiğimiz âyetler içerisinde ilk olarak 39. sıradaki el-A'raf sûresinde yer alıyor [355]. İkinci olarak 45. sırada bulunan Tâhâ suresinde [356] geçer. Üçüncü olarak 59. sırada yer alan ez-Zümer sûresinde geçer [357]. Yukarıda bu âyetler üzerinde durulmuştur.
Görülüyor ki Kur'ân-ı Kerîm'de Allah Teâlânın en bariz tanıtıcı vasfı olan yaratıcılığı, çeşitli fiil ve vasıflarla ifade buyurulmaktadır. Bunların birbirlerinden farklı oluşları Allah Teâlânın birbirinden farklı kudret tecellilerini, yaratmanın çeşitli yönlerini, birbirinden farklı taraflarını ve inceliklerini beyan eder. Böylece canlı cansız, görünen görünmeyen, varlık nâmına ne varsa, en küçüğünden en büyüğüne kadar, hiçbirisi hariçte kalmamak üzere hepsini ihata etmiş ve bunlar Yüce Allah'ın yaratma fiilinin tecelligâhı, O'nu anlatan âyetleri olmuşlardır. [358]
Konumuz "Kur'ân-ı Kerîm'de Yaratma" olduğuna göre, Allah Teâla'nın bize Kur'ân-ı Kerîmde yarattığını bildirdiği şeyler, bu ikinci bölümü teşkil edecektir. Yaratma terimlerinin tesbit ettiğimiz kadarıyla çeşitlerini verirken, aslında yaratma kavramının çok geniş bir alana yayılmış olduğu anlaşılmaktaydı. Çünkü küçük-büyük, bilinen-bilinmeyen, görünen-görünmeyen, zerrelerden kürelere kadar, mevcut olan her şey varlığını Allah'ın yaratmasına borçludur. O halde aslında kitaplar doldurulacak genişlikteki bu konuyu biz bir kitap çapında küçülterek vermeye çalışacağız. Önce genel olarak Allah'ın herşeyin yaratıcısı oluşunu ele alalım.
Allah genel olarak herşeyin yaratıcısıdır.
"Allah herşeyin yaratıcısıdır" hükmünü Kur'ân'dan alıyoruz. Çünkü bizzat Allah bize kendi yüce Zâtını böyle tanıtıyor. "Allahu hâliku külli şey" ve aynı mânâya gelen ifâdeler [359] âyetlerinde geçmektedir.
"...De ki: 'Herşeyin yaratıcısı Allah'tır. O, tektir, hâkim olan (herşeye üstün gelen)dir." [360].
Halik kelimesi üç yerde tenvinli geçiyor. "Ey insanlar, Allah'ın size olan nimetini hatırlayın. Allah'tan başka size gökten ve yerden rızık verecek bir yaratıcı var mı? Ondan başka tanrı yoktur. Nasıl oluyor da (tevhidden) çevriliyorsunuz?" [361] Bir de beşerin yaratılışı hakında [362] âyetlerinde bu vasıf tenvinlidir.
Allah'ın herşeyin yaratıcısı olduğunu bildiren âyetler çok geniş bir mânâ ifade ediyor. Müfessirler Bütün eşyanın hâlîki, hayır şer, iman küfür, herşeyin yaratıcısı, bunları sebepleriyle birlikte yaratandır." [363] dedikleri gibi, evvelce herşeyi yarattığı gibi bundan böyle gelecekte de herşeyin yaratıcısı O'dur. İlahlık, mabudluk da ibda’ edenin (yoktan var edenin) hakkıdır" demişlerdir [364]. Tek olan, kendisinden başka İlah bulunmayan ve herşeyin yaratıcısı olan ibadete lâyık ve müstehaktır [365]. Ubudiyete ve ibadete Allah'tan başka lâyık hiçbir şey yoktur. Ancak herşeyi yaratan ve herşeyi bilen Allah vardır. O halde biz insanların ibadeti, göklerde ve yerde bulunanların ibadeti ona tahsis edilmelidir. Çünkü o herşeyin Yaratıcısıdır, Sâni'idir, masnû'un hakkı da Sâni'ini ibadette tek kılmaktır [366]. O halde yaratıcı kim ise ibadet edilmek O'nun hakkıdır. "Rabbiniz Allah işte budur. Ondan başka tanrı yoktur. (O) herşeyin yaratıcısıdır. O'na kulluk edin, O herşeye vekildir [367].
Kur'ân'da bir defa da "el-Hâlik" vasfı eliflamlı olarak geliyor [368]. Mutlak olarak Allah'ın yaratıcı olduğunu vasfediyor. Yaratmasının her şeye şamil olduğunu belirtiyor.
Allah dilediğini yaratır. Yaratmak murad ettiği zaman ona sadece "ol" der, o şey hemen oluverir. Allah sebeblerini ve maddesini bulundurarak yarattığı gibi, bunlarsız bir defa da da yaratmaya kadirdir [369].
"Dedi ki: Rabbim, bana bir beşer dokunmamışken benim nasıl çocuğum olur?' 'Allah böylece dilediğini yapar', dedi. “Birşey(in olmasını) istedi mi, ona 'ol' der, o da oluverir."[370] Bu âyette olduğu gibi, dilediğini hikmetine göre yaratacağına dair muzari sîgasıyla birçok âyet gelmiştir. "Rabbin dilediğini yaratır ve seçer. Seçim onlara ait değildir. Allah onların ortak koştukları şeylerden uzaktır." [371] Allah dilediğini dilediği gibi yaratır. Bu ve benzeri âyetler Allah'ın tek olduğunu bildiriyor.
Allah Teâlâ Subhanehu, gökleri bir asıl olmaksızın yarattığı gibi, bir asıldan da yaratır. Gökler ve yer arasında olanları böyle yaratmıştır. Cinsinden olmayan bir asıldan da yaratabilir; Âdem'i topraktan yarattığı gibi. Yahut tek başına dişiden İsa gibi, veyahut o ikisinden diğer insanları yaratması gibi [372]. Dilediği kimseyi de peygamberliğine seçer.
Prof. Dr. Süleyman Ateş [373] âyetinin açıklamasında şöyle bir tevcihte bulunur:
"Türlerin tekâmülü ve gelişmeleri sonucunda işe yaramazlar ayıklanır. İşte bu tekâmül Allah'ın yaratmasından ve seçmesinden başka birşey değildir" [374]. Şu âyetler de Cenâb-ı Hakk'ın dilediğini yaratacağını haber veriyor [375].
Allah bilmediğimiz nice şeyleri de yaratmaktadır. "Binmeniz ve süs için atları, katırları ve merkepleri (yarattı) ve daha sizin bilmediğiniz nice şeyler yarattı." [376].
Mutlak yaratıcı Allah olduğu için, mutlak yaratma da O'na mahsustur. "Rabbiniz O Allah'tır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı. Sonra (emri), arş üzerine hükümrân oldu. (O), geceyi, durmadan onu kovalayan gündüze bürüyüp örter; güneşi, ayı ve yıldızları buyruğuna boyun eğmiş vaziyette (yaratan O'dur). İyî bilin ki, yaratma ve emir O'nundur. Âlemlerin Rabbi Allah ne uludur!" [377] Hem hacmi ve miktarı bulunan mahlûkât da onun, icad ve teşri' de. Binaenaleyh yaratma da onun yürütme de [378]. Karşı durulmayan bütün emr O'nundur. Ondan başka ne yaratacak, ne de emredecek vardır [379].
Hz. Musa'ya Fir'avn’ın sorduğu soruyu ve Hz. Musa'nın cevabını nakleden şu âyet-i kerîmeler Cenab-ı Hakkı en bariz vasfıyla tanıtır:
"(Fir'avn) 'Rabbiniz kim ey Musa? dedi. (Musa): Rabbimiz herşeye yaratılışını (varlığını ve biçimini) verip sonra onu doğru yola ileten (yaratılış gayesine uygun yola yönelten)dir dedi." [380] Görülüyor ki herşeye hilkatini veren Allah'tır. Bu herşey mefhumundan hiçbir şey müstesna ve hariç değildir. Herşeye Allah yaratılışına uygun sureti vermiş, yaratılış, rızık ve tenasül hususunda birbirine benzemez durumlar vermiştir [381]. Cenab-ı Allah herşeye isti'dat lisanı ile taleb ettiği suret, şekil, menfaat, mazarrat v.s. hepsini verdi. Yahut kendisine uygun, faydalanmasına özelliklerine elverişli durumu verdi. Meselâ, göze görmeye uygun şekli verdi. Diğer organlara da aynı şekilde görevlerine uygun gelen şekli verdi [382].
Kulların fiillerini dahi Allah yaratmıştır. Kul kâsîbdir. Allah haliktır. Eğer yanlış anlamıyorsak şu âyetten de bu mânâyı sezmek mümkündür:
"(O gün) onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü; (Ey Muhammed), attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı. Mü'minleri güzel bir imtihanla sınamak için (bunu yaptı). Şüphesiz Allah işitendir, bilendir.”[383].
"Oysa sizi de, yaptığınızı da Allah yaratmıştır." [384]
“Allah görülmeyen varlıkları, mücerred nesneleri, ölümü, dirimi, melekleri, cinleri ve daha bilmediğimiz nice şeyleri yaratmıştır, yaratmaktadır. Gökleri, yerleri ve bu ikisi arasında bulunan canlı cansız herşeyi ve bunların en ince cihazlarını yaratan Allah'tır. Şu halde Allah mutlak yaratıcıdır. el-Hallâk'tır. Herşey O'nun yaratığıdır. O halde yaratıklara düşen ihtiyarî veya iztırarî olarak, yaratıcısını tanımak ve Onu yüceltmektir. [385]
Görünmeyen varlıkların yaratılması başlığı altında genel olarak insanların göremediği melekleri, cinleri, mücerred kavramlar sayılabilecek hayatın ve ölümün yaratılmasını ele alacağız. [386]
Meleklerin yaratılışları hakkında Kur'ân-ı Kerîm'de açık bir beyan yoktur. Ancak meleklerin nurdan yaratıldıklarını bildiren hadisler vardır [387]. Fakat Kur'ân'da müşriklerin, meleklerin dişi olduğuna dair iddialarını reddeden âyetler vardır. [388] "Rahman'ın kulları olan melekleri dişi saydılar. Onların yaratılışlarına mı şahit oldular ki, (böyle hüküm veriyorlar). Şahitlikleri yazılacak ve (bundan) sorulacaklardır" [389]. Allah'ın bu hikmeti, hayvanların, zürriyetinin devamı konusunda câri olmadığı için hayvanlar nev'ilerinin devamına ihtiyaç duyarlar. Erkeklik ve dişilikle, gıda vb. arızalarla bunu temin ederler. Bunlar, hayvanlara, insanlara ve cinlere mahsus özelliklerdir. Allah melekleri şahıs şahıs yaratır. Dişilik ve erkeklikten münezzeh oldukları için tenasül yoluyla üremeyen, Allah'ın ikram edilmiş kullarıdır. Onlar meleklerin yaratılışına şahit mi olmuşlar ki, "melekler dişidir" diyorlar. Çünkü böyle şeyler müşahede ile bilinecek şeylerdir [390].
Cinlerin yaratılışı Kur'ân'da çokça geçen bir husustur. Melekler gibi, cinler de insanlardan önce yaratılmışlardır. "Cinne de gelince onu da (insandan) daha önce, (vücudun gözeneklerine) nüfuz eden çok sıcak ateşten yarattık"[391]. Cinlerin ateşten yaratıldıkları pek çok âyette bildirilmektedir. Ancak cinlerin yaratıldığı ateşin çeşitli durumları bildirilmektedir. Zikredilen âyette geçen semûm ateş, müfessirlerce şöyle açıklanmıştır:
Sâmm, semm maddesinden zehir, semûm fe'ul vezninde mübalağa sîygasıdır. Bir de semmu'l-hıyat; ince delik mânâsına gelir. Mesemme veya mesâmm veya mesâmmât mesâmmâta nüfuz edici veyahut zehirleyici, cin ve şeytanın insana gizli mesâmmâtından nüfuz edecek, zehirleyecek, yakacak bir mahiyette olduğunu hissettirir [392]. Bu âyette "cânn" cins ismidir. Semûm dumansız ateştir yıldırımlar ondan olur da -denilmiştir. Semûm çok sıcaklık demektir ki izafet mevsufun sıfatına izafesi gibidir. Ateşten murad da şiddetli sıcaktır. Bazıları da melekler gibi dört unsurdan mürekkeptirler demişlerdir [393], İbn Abbas'dan ateşin alevinden, bir rivayette de ateşin en iyisinden, Amr İbn Dinar'dan da güneşin ateşinden yaratılmıştır, rivayetleri gelmiştir. Müslim'in es-Sahih'inde olduğu gibi "Melâike nurdan, cin dumansız ateşten, Âdem de size bildirilen şeyden yaratılmıştır" [394]. "Nâr-ı semûm" öldüren sıcak rüzgârdır. İbn Abbas:
Öldüren hararet, demiştir. Yine İbn Abbas'dan bir rivayette "öldürücü rüzgâr, içerisinde ateş bulunan, çarptığı zaman yakan rüzgâr, öldüren sam yeli" rivayetleri gelmiştir. Ebû İshak'ın rivayetine göre Amr İbn el-Esamm demiştir ki:
"Abdullah (İbn Mes'ud)'dan işittim, şu semûm cinlerin kendinden çıktığı semûm'un yetmiş cüz'ünden bir cüzdür" [395].
Cinlerin yaratılması keyfiyeti hakkında bir diğer önemli âyet-i kerime de er-Rahman sûresinin 15. âyetidir. "Cinni de hâlis ateşten yarattı." [396] İnsandan murad yalnız Adem değil, cins olduğu gibi; cânn'dan maksat da cin cinsidir. Birincisi "nin" ibtidaiyye, ikinci "min" beyaniyyedir. Bazıları asıl mefhumu merec'den alarak, "ateşten ibaret bir çalkanan," yani halis ateş, dumansız safi alev, demişler; bazıları da merec'in asıl mânâsı ihtilat olması itibariyle, "muhtelit dumanlı bir ateş" demişlerdir. Bu mânâ nâr-ı semûm tabirine uygun görünür. Müteaddi merc'den olmak üzere karıştırıcı demek olabilir kî, ateşin kimyevî bîr özelliğini ifade etmiş olur. Hâsılı insan yaratılmadan evvel Güneş'te veya Yeryüzünün başlangıcında olduğu gibi çalkalanıp duran, muzdarip ve müteheyyic bir halde bulunan hâlis bir ateş veya elektrik halinde olduğu gibi, herşeye karışabilen nâfîz bir ateş veya eşyayı birbirine karıştırmak özelliğine sahip ateşten, insanların gözlerine görünmeyen gizli birtakım hayat kuvvetleri, hayat unsurları yaratılmıştır ki, bunlara cânn denir [397]. Avfî, İbn Abbas'dan rivayet eder ki, "Min mâricin min nâr" demek, "ateşin alevinden, iyi yerinden" demektir. Ali İbn Ebi Talha, İbn Abbas'dan rivayet eder ki, "min mâricin min nâr" demek, "ateşin halisinden" demektir [398].
Mücerred cevherlerde hayatı yaratmak mümteni' olmadığı gibi, basit cisimlerde de hayatın yaratılması mümteni olamaz. Nerde kaldı ki ateşi çok olan birleşik cisimlerden hayat yaratmak mümteni' olsun. Ateşli olan unsur, toprak unsurunun galip olduğu cisimden, hayata daha kabiliyetlidir. "Min nâr" galibiyeti itibariyledir. [399] Cinler, Kur'ân-ı Kerîm'in şehadet ettiği gibi ateş özelliğinin galip geldiği birtakım akıllı varlıklardır. Hava unsurunun galip geldiği de söylenmiştir. Yahut her ikisinden çeşitli şekillerle teşkile kabiliyetli bir sınıftır. Başlıca bir hususiyeti de gizliliktir. Aslî suretinden başka suretlerle, hattâ melâike gibi kendi yaratılış suretinde de bazen görülür. Bu sonuncu şekilde görülmesi, enbiya (s.a.v.) ve Allah'ın has kullarına mahsustur. Zor işleri yapmaya güçleri vardır. Nârı bazı latif cisimlerin mahiyetçe diğer bazı latif cisimlere muhalif olmasında aklen bir mani yoktur [400].
Bu konuda şu âyetleri de mütalaa etmelidir [401].
Bu izahlardan anlaşılabilir ki Allah cinleri -daha çok kesafet kazanan rivayet ve tefsirlere göre- dumansız en ince mesammata nüfuz edebilecek yalın ateşten yaratmıştır. Cinler X-ışınları gibi maddeden geçebilen, çeşitli şekillere temessül edebilen, zîşuur, Allah'ın insanlar gibi mes'ul varlıklarıdır. Mükelleftirler, erkeklikleri, dişilikleri vardır. Tenasül yolu ile ürerler. Ateşten yaratılmış olmalarına rağmen hayat sahibi bir mahiyette halk edilmişlerdir. Tıpkı insanların topraktan yaratılıp hayat sahibi bir varlık haline getirildiği gibi. Ancak iblis ateşten yaratıldığını ileri sürerek, topraktan yaratılan Âdem'e secde etmemiştir. Unsuriyet iddiasına kalkışmış, soy davası güderek cahili bir düşünceye saplanmıştır. Şerefi unsurda görmek gururuna kapılmıştır. Gerçekte ise Allah neye şeref vermişse o şereflidir. Âdem'in fitratındaki toprağın cevherinde bulunan ağırlık, ciddiyet, hilim, vakar, haya ve sebata mukabil, İblis'in fitratındaki ateşin cevherinde bulunan hafiflik, yakıcılık, sür'at, ızdırap, irtifa' tesirini göstermiştir. Âdem gibi tövbeye yöneleceği yerde özrü kabahatinden büyük davalara kalkışmıştır. Allah'ta ateşten yarattığı İblis'i ve onun yolundaki askerlerini bu davranışına mukabil yine ateşinde yakacaktır. [402]
Allah ölümü ve hayatı yaratmıştır, "O, hanginizin daha güzel iş yapacağınızı denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstündür, bağışlayandır" [403]. Demek ki ölüm ve dirim insanların imtihan edilmeleri için bir vesile olmak üzere yaratılmıştır. Hayatin yaratılması herkes tarafından kolayca anlaşilabildigi halde, ölümün nasıl bir yaratma olarak tavsif edilebileceği açıklanmaya ihtiyaç duyan bir husustur. Halk takdir ve îcad eylemek mânâlarına geldiğine göre, bu fiili burada takdir mânâsına alanlar olmuştur [404]. Ancak Ehl-i Sünnet'in çoğunluğu, ölümün sırf yokluktan ibaret ademî bir iş olmayıp hayat gibi bir varlığı haiz, vücûdî bir iş, varlığı bulunan bir hadise olduğuna kail olmuşlardır. Yani ölüm ile hayatın tekabülünün, yoklukla varlık gibi değil, hareket ve sükûn, birleşme va ayrılma, kalkmakla yatmak, açıklıkla gizlilik, gelişle gidiş, acı ile tatlı gibi bir tezat karşılığı kabilinden olması gerekeceğini söylemişlerdir... ölen, hayattan, varlıktan büsbütün alâkası kesilerek yok olup gitmiyor, ömrünün neticesine göre iyi veya kötü veya karışık bir şekilde diğer bir doğuma sevk edilerek acı veya tatlı diğer bir hayatta yüksek veya adl bir mevki almak üzere ilk önce yaratan varlığa doğru başka bir âleme dönüyor [405].
Şu halde hayatın dünyaya gelmesi nasıl bir yaratma ve takdir ile ise, dünyadan gitmesi de bir yaratma ve takdir ile, bir hikmet ve tedbir iledir. En basit hayat, bitkilerin hayatı olduğu halde, onların ölümü bile hayattan daha muntazam bir sanat eseri olduğunu gösteriyor. Zira meyvelerin, çekirdeklerin ve tohumların ölümü, çürüme, bozulma ve dağılma şeklinde görüldüğü halde, gayet muntazam bir kimyevî muameleyle ve ölçülü bir unsurlar birleşimi ile hikmetli bir zerreler şekillenmesinden ibaret bir yoğurmadır. Çekirdeğin görünmeyen, intizamlı ve hikmetli ölümü, başağın hayatıyla kendini gösteriyor. Demek ki çekirdeğin ölümü başağın hayatının başlangıcıdır. Hatta hayatının tâ kendisidir. Bundan dolayı şu ölüm de hayat kadar yaratılmıştır, intizamlıdır ve aynı zamanda bir nimettir. Ölüm aslında dünya vazifesinden bir terhistir, bir paydostur. Bir yer değiştirme, bir varlık değişimi, bakî hayatın başlangıcıdır [406]. Katâde'den bir rivayet "Allah Âdemoğlunu ölümle zelil etmiştir. Dünyayı yaşama ve yok olma yurdu, âhireti de karşılık görme ve beka yurdu yapmıştır" şeklinde gelir [407].
Kaderiyye ve bazı Ehl-i Sünnet ölümün ademî bir iş olduğuna zâhib oldular. Hayat şanından olan şeylerden hayatın yok olmasına ölüm denir. Onlara göre akla gelen en yakın şey budur. Bu görüşe, zikri geçen el-Mülk sûresi ikinci âyetiyle istidlal edilerek cevap verildi. Şöyleki halk hem ölüm hem de hayat hakkında takdir manasınadır. Takdir ise hem vücudî, hem de ademî alana tealluk eder. Yahut ölüm sırf adem-i mutlaktan ibaret değildir. Bilakis hususî birşeyin yokluğudur. Bunun benzerine hem halk, hem îcâd tealluk eder. Bu birşeye kendi nefsinde bir vücut vermeksizin başkası için bile olsa vücud vermeye binâendir. Yahut halk burada îcad değil, inşa ve isbat manasınadır, îcad ise ademiyatta cereyan eder. Yahut kelâm bir muzâf takdir edilecek şekildedir. Yani Allah ölüm sebeplerini yarattı demektedir. Yahut ölümü ve hayatı yaratmakla murad, bunların Allah'tan başkasının bilmeyeceği zamanlarını ve muayyen müddetlerini yarattı demektir. Bunların var edilmesi, mecazen bunların zamanlarının icadından ibarettir. Âlûsî bütün bu tevilleri naklettikten sonra "Sıralanan bu ihtimallerdeki durum (tutarsızlık) meydandadır" diyerek onları benimsemediğini belirtir.
Şu halde ölüm ebedî bir yokluğa gömülme, kaybolup gitme hadisesi değildir. Kur'ân'daki ikili anlatım sisteminin bir tezahür şeklidir. Benzer-benzemez, ruh-beden, dünya-âhiret, hayır-şer, cennet-cehennem gibi hayat ve ölüm de birbirinin tekabülüdür. Bundan dolayı Ehl-i Sünnet'in çoğunluğunun dediği gibi ölüm vücudî bir emrdir, bir yaratma konusudur ve bir nimettir. [408]
Görünen kâinattan maksadımız, görebildiğimiz varlık âlemi ve üzerinde bulunanlardır. Gökler ve yeryüzü, bunlar arasında ve bunların üzerinde bulunan, görünen ve müşahede edilen şeyler ve Kur'ân'da yaratılışından bahsedilen nesneler görünen kâinatın yaratılışı adı altında ele alacağımız konuları teşkil edecektir. [409]
Göklerin yaratılışı konusunda geçen Kur'ânî ifadeler, bazen yerlerin yaratılışı ile beraber kullanılmıştır. Her ikisi için de olsa biz bu tâbirleri buraya alacağız. Şu âyetlerde göklerin yaratılışı, "haleka" fiili ve müştakları ile (meselâ halk: yaratılış, isim şekliyle) ifade buyuruluyor. [410]
"Bedi'u-s-semâvâti ve'Iard" (Gökleri ve yeri yoktan var eden) tâbiri Allah için Kur'ân'da iki âyette geçmektedir: (Bakara, 2/117; En'am, 6/101). Bu âyetlerden birincisi Medenî, ikincisi Mekkîdir.
"Fâtara" fiili ve "FâtıruVsemâvât": "Gökleri ve yeri yoktan var eden" tabirleri şu âyetlerde geçer: [411]
"Ce'ale" fiili ile "ve ce'ale's-semâe bina'a" "Göğü bina yaptı" mealinde [412] âyetlerinde geçer.
Bina etti, yaptı, yaptık, bina (yapı) gibi ifadelerle [413] âyetlerinde geçer.
"Rafe'a (yükseltti)" şeklinde [414] âyetlerinde yer alır.
Tesviye (düzeltme) ve istiva' (yönelme) ile göklerin yaratılışı şu âyetlerde ifade buyurulur [415].
Gökleri süsleme anlamında "zeyyene" fiili ile ifade buyurulan göklerin tâli unsurlarının, yıldızlarının, burçlarının yaratılması hakkında şu âyetlerde geçer: [416].
"Kadâ: yapmak, işini tamamlamak" mânâsında [417]'de geçer.
"Kâme" fiili ile [418], göklerin Allah'ın emriyle düşmeden durması bu âyette beyan buyurulur. Yine aynı mânâ "imsak" tutma maddesi ile [419] ifade buyurulur.
Görülüyor ki göklerin yaratılışı konusunda çok çeşitli ifadeler kullanılmıştır. Bunlar, göklerin yoktan var edilmesini (haleka, fatara, bedi' ve müştaklarıyla) açıkladığı gibi, yedi kat halinde tesviyesini, süslenmesini ve bugünkü şeklini alıncaya kadar geçirdiği safhaları ifade eden tabirlerdir. Üzerimizdeki gökkubbe, mavi sema, akıllara durgunluk verecek engin feza her aklı başında olanı düşündürmüştür, düşündürmelidir. Çünkü bunlar boş yere yaratılmış değillerdir. [420]
Göklerin ve yerin altı günde yaratılmış olduğu Kur'ân-ı Kerîm'de şu âyetlerde yer alır: [421] Ebu Rezîn'den rivayet edilen bir hadise göre:
"Gökleri ve yeri yaratmadan önce Rabbimiz altında ve üstünde hava bulunan bulutta idi" mefhumu bize ilk yaratılanın buhar-bulut olabileceğini düşünmeye sevketmektedir; veya su daha önce yaratılmış olup sonra sudan hava, buhar veya bulut meydana gelmiş olacağı da düşünülebilir. Bunların hakikatini gaybı bilen Allah bilir. Nitekim "Allah önce suyu yarattı, sudan bir buhar yükseldi, buna semâ dendi. Su yoğunlaştı arz meydana geldi" anlamında Taberî'de (XXIV, s. 99'da Suddî'den; Âlûsî, s. 24, 102; İbn Kesir, IV, s. 92-93) rivayetler vardır. Buna göre yeryüzü ve göklerin ilk maddesini bu buhar yahut duman teşkil ediyor. Şüphesiz Allah daha iyi bilir. Gökle yerin bir maddeden olduğu [422] âyetinden anlaşılıyor. Bu duman maddesinden Allah gökleri ve yeri birbirinden ayırmış (fetk); yerin yaratılışını tamamladıktan sonra, iradesi göğe yönelmiş ve iki günde semayı tesviye etmiş, ona son nizamını vermiştir.
Müsbet ilme yol gösteren nazariyelerin, kâinatın teşekkülü hakkındaki, en çok kabul görenleri de Kur'ân'ın beyan ettiği hususlara yaklaşmaktadır. 1944 yılına kadar, Güneş sisteminin, gezegenlerin güneşten kopmalarıyla meydana geldiği fikri hâkim idi. Bu tarihten sonra Alman bilgini Kupler, ortaya attığı bir teoride, Güneş sisteminin oluşumunu şöyle izah eder:
"Güneş ve gezegenler önce bir bulutu andıran gaz ve toz (nebula) halinde idi. Bu kütle çekim kuvvetinin etkisiyle dönmeye ve soğumaya başladı. Bu dönüşün sur'atli oluşu sebebiyle yoğunlaşan ana kütlelerden bazı parçalar kopup, ana kütlenin etrafında dönmeye devam ettiler. Kopan parçalar uzayın soğukluğu ve dönmesinin tesiriyle soğudular ve yoğunlaştılar. Bu yoğunlaşma sırasında güneş ısı ve ışık verecek kadar yoğunlaştı. Güneş ısı ve ışık verecek hale gelince kopan parçaların etrafındaki Hidrojen ve Helyum gazları uçtu ve gezegenler şekillenmeye başladı. Gezegenler nihayet iyice soğuyarak bugünkü şekillerini aldılar" [423].
Dünyanın Güneşten koptuğunu ifade eden bir nazariye ise şöyledir:
"Bütün kâinat başlangıçta bir gaz bulutu idi. Sonra bu maddeden küreler şeklinde cisimler fırlamıştır. Dünyamız da bu cisimlerden biridir. Güneşten ateş bulutu halinde kopan dünya, kendi ekseni etrafında dönerken yavaş yavaş soğuyup, kabuk bağlamıştır. Oluşumu sırasında dünyadan yükselen gazlar ve buharlar, yağmur şeklinde tekrar dünya üzerine dökülmüş, denizler, okyanuslar meydana gelmiştir, önce denizlerde yosun şeklinde bitkisel hayat başlamış ve nihayet gelişe gelişe insana kadar varan canlılar hâsıl olmuştur. Yani gök cisimlerinin birbirinden ayrılmasıyla dünya meydana gelmiş, dünyada meydana gelen sudan hayat doğmuştur" [424].
Bu izahta eski ve yeni iki nazariye birleştirilerek ifade edilmiştir. Bu nazariyeler sık sık değişmektedir. Nihayet Allah'ın bildirdiğine gelineceği muhakkaktır. Nitekim bugün kâinatın ilk maddesinin gaz ve toz bulutu olduğu hemen hemen ittifak halinde ileri sürülüyor. Bu Kur'ân'ın haber verdiği duhan maddesidir.
Göklerin ve yerin altı günde yaratıldığını ifade buyuran zikrettiğimiz âyet üzerinde durmakta konumuzun genişletilmesi bakımından fayda olacağı kanaatindeyim. İlkin 30. sırada bulunan el-A'râf sûresinde geçmektedir: "Rabbiniz o Allah'tır ki gökleri ve yeri altı günde yarattı. Sonra (emri) Arşa hükümrân oldu. (O), geceyi, durmadan onu kovalayan gündüze bürüyüp örter; güneşi, ayı ve yıldızları buyruğuna boyun eğmiş vaziyette (yartan O'dur). İyi bilin ki yaratma ve emir O'nundur. Âlemlerin Rabbi Allah ne uludur!" [425]. İkinci olarak 42. sırada yer alan el-Furkân sûresinde geçer:
"O ki, gökleri ve yeri ve ikisinin arasında bulunanları altı günde yarattı, sonra Arş'a hâkim oldu. (Oradan mülkünü yönetmektedir). O Rahman'dır. Bunu bir bilene sor, (sana gerçekten böyle olduğunu anlatacaktır" [426]. Sonra 51. sırada yer alan Yunus sûresinde geçer:
"Rabbiniz (O) Allah'tır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı. Sonra Arş'a istiva etti (Bütün oluş âleminin tahtına hükmetti). Yaratma işi(ni) tedbir eder (yönetir). O'nun izni olmadan hiç kimse şefaat edemez, işte Rabbiniz Allah budur. O'na kulluk edin, düşünmüyor musunuz?" [427]. Dördüncü olarak 52. sırada bulunan Hûd sûresinde yer alır: "Gökleri ve yeri altı günde yaratan O'dur. (Bunları yaratırken) Arş'ı su üzerinde idi (Kâinatta sudan başka birşey yoktu)..." [428]. Bundan sonra Fussilet sûresinin şu âyetleri bu konu ile ilgilidir.
"De ki: Siz mi arzı iki günde yaratanı tanımıyor ve Ona eşler koşuyorsunuz? işte âlemlerin Rabbi O'dur. Ona üstünden ağır baskılar (sağlam dağlar) yaptı. Onda bereketler yarattı. Onda -arayıp soranlar için- gıdalarını (bitkilerini ve ağaçlarını) tam dört günde takdir etti (düzene koydu). Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi. Ona ve arza: "isteyerek veya istemeyerek (varlığa) gelin," dedi. isteyerek geldik' dediler. Böylece onları, iki günde yedi gök yaptı ve her göğe emrini vahyetti. Ve biz en yakın göğü lâmbalarla ve koruma ile (koruyucu güçlerle) donattık. İşte, bu o, Azîz Alîm (Allah)'ın takdiridir." [429]. Daha sonra da 75. sırada bulunan Secde sûresinde geçer: "O (Allah) ki, gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları altı günde yarattı; sonra Arş'a istiva etti. (Yani bütün mülkün menbaı, hayatın kaynağı olan Arş'a hâkim oldu, kâinatı yönetti). Sizin O'ndan başka dostunuz, şefaatçiniz yoktur. Düşünüp öğüt almıyor musunuz?" [430]. İki defa da Medenî âyetlerde geçer:
"Andolsun biz gökleri ve yeri ve ikisi arasında bulunanları altı günde yarattık, bize hiçbir yorgunluk dokunmadı" [431].
"O'dur ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra Arş’a hâkim oldu. Yere gireni, ondan çıkanı, gökten ineni, ona çıkanı bilir. Nerede olursanız O, sizinle beraberdir. (Çünkü size hayat veren ruhunuz O'na bağlıdır.) Allah yaptıklarını görmektedir." [432]
Ayet-i kerîmelerden anlaşıldığına göre, Allah gökleri ve yeri, hatta bu ikisi arasında bulunanları altı günde yaratmıştır. Ancak bu yaratma sırasında Güneş de mevcut olmadığı için gün kavramından ma'lum manâsıyla gün anlaşılmayacağı ortadadır. O halde birçok müfessirin ifade ettikleri gibi bu âyetlerde ki "Gün"ün manası, mutlak vakittir [433]. "Eyyam," yani "günler" evkat (vakitler) demektir. Âhiret günleri namıyla saydığınız bin sene [434] yahut elli bin sene [435] miktarlarıyle beyan buyrulmuştur. Buna göre altı günde demek, miktarı binlerce seneye ulaşan, altı vakitte demektir. Maksat, ezele göre, Allah'ın istivasının mutlak ve ebedî oluşuna göre, altı gün denecek kadar mahdut vakitlerden ibaret bulunduğunu anlatmaktadır" [436]. İbn Kesir:
"Buradaki gün, şu ma'lum günler dendiği gibi, saydıklarımızdan bin senedir, denildiği de vardır" der. Âyette geçen Arş hakkında da "Arş en büyük yaratık ve onların (semâvâtın) tavanıdır" der [437].
Şu halde gün Allah'a göre an mânâsına geldiği gibi, uzun devirler, çağlar anlamına da gelmektedir [438]. Allah, gökleri ve yeri, bu ikisi arasında olanları, altı çağda, altı uzun devirde yarattı demektir. Burada akla şöyle bir soru gelebilir. Allah şimdi bilinen altı günde veya altı anda yarattı, demek O'nun kudretini ifade bakımından daha uygun olmaz mı idi? Belki ilk balasta bu soru yerinde bir soru gibi görünmekte ise de, gerçekte, pek çok hikmetlerle tedricen ve tekâmül ile yaratmanın daha uygun olduğu anlaşılır. Bir defada yaratma olsaydı birbirini takip etmeler ve tekâmül olmazdı, kopuk kopuk yaratmalar olurdu. Cenab-ı Hakk'ın kudretinin son bulması şaibesi ortaya çıkardı. Atalarımız yaratılırsa biz olmazdık, biz olursak onlar olmazdı. O âlem, bu âlem olmazdı, hiçbiri diğerinin yaratılışına şahit olamayacağından yaratma delili bulunmaz, âlem kadîm bir tabiat zannedilirdi [439]. Allah'ın bir defada yaratmaya kadir olduğu halde tedriç yolu ile yaratması, Onun ihtiyarına ve görüş sahiplerinin ibret almalarına ve işlerinde teenni ile hareket etmelerine işaret içindir [440]. Şu halde Allah'ın birinci günden başlayarak âlemi altı günde, yani Cuma gününde tamamlaması, kullarına işlerinde sabır ve teenniyi öğretmek ve anlatmak içindir [441]. Allah bu kâinatı "kün" emriyle fakat lemhalar halinde tedriç ile, yaratmıştır. Yaratma birçok lemhaları (yaratma anlarını) ihtiva etmektedir. Bu anlar "kün" emri ile cereyan eder [442]. Hem bu çağların uzun ve kısalığı, bizim idraklerimizde büyük veya küçük görünüyor. Zamanı da yaratan, tâ ezelden ebede herşeyi kuşatan Allah'a göre, bunlar önemli şeyler değildir. Allah dilediğinde saniyeler içerisine, yılları, mevsimleri yerleştirir. Dilerse çağları, uzun devirleri, haftanın günleri gibi de dürer. Allah dünyaların oluş devreleri olan bu altı nevbette, altı devirde, altı çağda, kâinatı terbiye ede ede, olgunlaştım olgunlaştıra yarattı. Bu altı günden dördü yeryüzünün yaratılmasına tahsis edilmiştir. Bu dört günden ikisi yeryüzünün teşkili, ikisi de yerlerin şekillerinin, dağların, ovaların ve yeryüzü bereketlerinin (zenginliklerinin) yaratılmasına tahsis edilmiştir [443], ilk iki günden birinci gün, yani birinci çağ, yeryüzünün duman halindeki bir asıldan fetk edildiği gün, ikinci gün de yerin medd edildiği (döşendiği) devir olabilir [444]. Son iki gün (devir, çağ) ise semavatın yedi gök halinde yaratılıp tamamlandığı günlerdir. Bu iki zamanda Cenab-i Hakk'ın iradesi, o zaman duman halinde bulunan göğe yönelmiş, onu yedi gök halinde yaratmış, en yakın semayı yıldızlarla ve koruyucularla süslemiş ve her semaya emrini vahyetmiştir [445].
Duman hali, yeryüzünün gökten fetk (ayırma) edilmeden önceki gaz ve toz hali olabileceği gibi, yeryüzünün fetk edildikten sonra, ilk yaratılışında ateş halinde iken püskürdüğü ileri sürülen sıcak gazları da hatıra getirmektedir, "inkâr edenler görmediler mi ki, göklerle yer bitişik idi. Biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık. Hâlâ inanmıyorlar mı?" [446]. Çünkü fennin verdiği bilgiye göre -yukarıda da belirttiğimiz gibî- kâinat ve içindeki dünya ilk teşekkülü sırasında kızgın gaz halinde idi. Kendi çevresinde dönen bu gaz, döne döne zamanla soğudu ve yoğunlaştı.
Şu halde ilim bugün göklerle yerin gaz halinde bir menşe'den olduğunu ifade ile Kur'ân'ın "kânetâ ratka" (ikisi bitişik idiler) "ve hiye duhanun" (gök duman halinde iken) gerçeğini, ve hatta Kitab-ı Mukaddes'te de yer alan altı günde yaratma [447] kavramını dahi anlamış görünüyor. Yeryüzünün teşekkülü jeoloji ilmine göre dört zamanda cereyan etmiştir. Her zaman devir veya sistemlere, devirler katlara, katlar tâli katlara bölünüyor.
I. zamana paleozoik zaman denir. En eski jeolojik zaman ve en uzun devirdir. Büyük iltivâlar, büyük kıtalar bu zamanda meydana gelmiştir.
II. zamana mesezoik zaman,
III. zamana testiaire,
IV. zamana kuaterner zaman denilir [448].
Kur'ân-ı Kerîm, Kâinatın teşekkül ettiği altı devirden (gün) bahsederken, ikisinde dünyanın, ve iki günde de dünyanın üzerinde bulunan herşeyin, ve iki günde yedi gök âleminin de kalan iki günde [449] yaratıldığını [450] âyetlerinde haber verir. Yukarıda zikrettiğimiz gibi semaların yaratıldığı iki gün (zaman) çıkarılınca yeryüzünün yaratılışına dört gün kalmaktadır. Dört uzun zamanda da yeryüzü bugünkü şekliyle yaratılmıştır. Kur'ân-ı Kerîm bunu haber veriyor. Jeoloji ilmi de yeryüzünün dört zamanda oluştuğunu ifade ediyor. Bunun kesin olarak bu günler olduğunu söyleyememekle beraber, bu dört günün jeolojik zamanı hatırlattığını ifade ile yetinelim. Elmalılı Hamdi Yazır, Arz'ın dört günde yaratılmasını dört mevsimle ilgili görüyor [451].
Eğer gerçekten bir hakikat bulunmuşsa, o, Cenab-ı Hakk'ın dediği gibidir. Mutlaka O'nun dediğine gelinilecektir. Çünkü Allah Hakk'tır. Bütün hakikatlerin kaynağıdır. Kâinatta bilinen bilinmeyen, anlaşılan veya henüz anlaşılmayan, doğru, hakikat, gerçek ne varsa O'nun fiillerinin tecellisidir. Okunan âyetlerin de kevnî âyetlerin de, sahibi O'dur. Bunlar bir kaynaktan oldukları için birbirlerini tasdik ederler.
"Göklerle yer bitişik idi (ratk). Onları ayırdık (fetk)" âyeti hakkında tefsirler uzun uzun izahlar ve rivayetler serdetmişlerdir. Gökten yağmur yağmıyor, yerden bitki bilmiyordu. Yağmur ile bitkiyi ayırdık denilmiştir. İbn Abbas'dan böyle rivayet edilmiştir. Ebu Salih el-Hanefiyye, "Göklerle yer bitişik idi, onları ayırdık" demek, gök bir idi, ondan yedi gök ayırdı, yer bir idi, ondan da yedi arz ayırdı, demektir" der. Mücahid de böyle der. Said İbn Cübeyr, "Hayır gök ve yer yapışık idi, göğü yükseltip arzı ondan çıkardı. İşte Allah'ın Kur'ân'da zikrettiği ikisinin fetki budur" der. Hasan ve Katâde, "Bir arada topluca idiler, aralarını su ve hava ile ayırdı" der [452]. Yaratılışın başında gök ve yer şekilsiz küme, menfaatsiz birer yaş hamur, bitkisiz, yaratıksız toplu bîr madde iken Fâtır-ı Hâkim onları fetk ve bastedip (ayırıp yayarak) güzel bir şekil, menfaatdar birer suret vermiş çok mahlûkâta menşe' yapmıştır [453].
Göklerle yerin hangisinin önce yaratıldığını müfessirler uzun uzun ele alıp yazmışlardır. Ancak hangisinin önce yaratıldığı hususunda ihtilaf etmiş, çeşitli görüşler serdetmişlerdir. Bazıları yukarıda meallerini verdiğimiz [454] âyetleri ile "O ki, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı; sonra göğe yöneldi, onları yedi gök olarak düzenledi. O herşeyi bilir" [455] âyetinin zahirine dayanarak yeryüzünün önce yaratıldığına kail oldular. Arz'in gelmesi emrinin, tekvin (yaratma) emri olmasından imtina ettiler.
Bazıları da "Yaratılışça siz mi daha çetinsiniz, yoksa gök mü? (Allah) onu yaptı, yükseklik miktarını yükseltti, onu düzenledi. Gecesini örtüp kararttı, kuşluğunu (güneşin ışığını) açığa çıkardı. Bundan sonra da yeri yaydı, döşedi" [456] âyetlerinin zahirine bakarak yeryüzünün ve orada bulunanların göklerden sonra yaratıldığına kail olmuşlardır, insanların bir ktsmı da İbn Abbas'ın cevabını benimsemişlerdir. Şöyle ki:
Hâkim ve Beyhakî sahih senetlerle Said İbn Cübeyr'den rivayet etmişlerdir. Der ki:
Bir adam İbn Abbas (r.a.)'a gelir ve "Ben, Kur'ân'da bana birbirine muhalif gelen şeyler gördüm" der. İbn Abbas:
“Getir sana muhalif gelen şeyleri, şeklinde cevap verir. O adam:
“Allah'ın şöyle dediğini işitiyorum" der ve Fussilet sûresi 9. âyetinden 11. âyete kadar okur. Bu âyetlere göre Allah, Arz'ı yaratmaya göğü yaratmadan önce başlamıştır" der. Sonra da [457] âyetlerini okur, ("ve'1-Arda ba'de zâlike de-hâhâ":
Bundan sonra da yeri yaydı, döşedi) bu âyetlere göre de yeryüzünü yaratmadan önce göğü yaratmaya başlamıştır" der. Bunun üzerine İbn Abbas şöyle cevap verir:
"Sema, duman halinde iken Arz'ın iki günde yaratılması, semanın yaratılmasından öncedir. Arz yaratıldıktan sonra iki günde de Allah yedi semayı biçime koydu. Allah'ın 've'1-Arda ba'de zâlike dehâhâ' bundan sonra Allah yeryüzünü döşeyip yaydı sözü ise, Allah orada dağlar, nehirler, ağaçlar, denizler yarattı, meydana getirdi, demektir." Vahidî Basit'inde Mukâti’lden göğün önce yaratıldığını naklediyor. Nerede kaldı ki, dahv'inden sonra olsun. Zira her halk tekvin ve îcad mânâsına değildir. Hatta "ce'ale" ve "bâreke" kelimelerinin de te'vili gerekir. Takdir manasınadır. Takdiri önce, yaratılması semadan sonradır; der. Keşf'te şöyle bir ifade var:
"Semanın duman olması, Arz'ın döşenmesinden ve tesviyesinden öncedir. [458] âyetinin zahiri buna delâlet eder." Hâkim ve Beyhakî, İbn Abbas'dan sahih senetle şöyle bir hadis rivayet etmişlerdir:
"Yahudiler Nebi (s.a.v.)'e geldiler, göklerin ve yerin yaratılışından sordular. Resulullah (s.a.v.):
“Allah Teâlâ yeryüzünü birinci ve ikinci gün, dağları ve ondaki menfaatları üçüncü gün yarattı. Dördüncü günde (yani dördüncü devirde) ağaçları, suları, şehirleri, ümran ve harabiyeti yarattı. Bunlar dörttür. Allah buyuruyor ki,' diye Fussilet sûresinin [459] âyetlerini okudu. 'Beşinci gün göğü yarattı.' Cuma günü yıldızları, güneşi, ayı ve melekleri yarattı buyurdu” [460]. Hâ mim es-secde'de (Fussilet) yeryüzünün yaratılışının önce zikredilmesi, Nâziat sûresinde göğün önce zikredilmesinde bir nükte vardır. Birincide imtihan makamı var, yani Allah nimetlerini sayıyor, burada muhataplara göre en yakınından başlamış, ikincide yani Nâziat sûresinde kemâl-i kudretine en keskin olarak delalet edeni zikretmektedir, yani göklerin yaratılışını önce zikretmiştir. Âlûsî der ki:
"Bazıları bunu destekler mahiyette şunu tercih ettiler:
Göğün ve yerin uzak maddesinin yaratılışı aynı zamandadır. Bu nuranî bir cevherdir. Yahut başka birşey. Her birinin maddesini diğerinden Allah ayırdı. Yani fetk etti. Latif parçaları çıkardı ki, bunlar semaya yakın olan maddedir. Kesif olan Arz'a yakın olan maddeyi ibka etti. Latifin kesiften ayrılması, kesifin de latifden ayrılmasını gerektirir. Fakat görüldüğü gibi, her birinin yaratılması beraber değildir. Bilakis göklerin yaratılması zamanca yerlerden öncedir. Hiç kimsenin göklerin yer ve yerdekilerden önce yaratılmış olduğundan şüphe etmemesi gerekir.
"Denildi ki, Allah'ın Arş'ı gökler ve yer yaratılmadan önce suyun üzerinde idi. Allah suda sıcaklık meydana getirdi de bir köpük ve duman yükseldi. Köpük suyun yüzünde kaldı. Allah köpükte kuruluk meydana getirdi. Bu kuruluktan da yeryüzünü yarattı. Duman ise yükseldi, kabardı, Allah ondan da gökleri yarattı.
"Dünyanın dumanla kaplı kaya şeklinde oluşuna, Allah'ın 'Sonra duman halinde olan göğe yöneldi.' kavli delalet eder. Nuranî cevherin var edilmesi ve ona ilâhî cemal nazarıyla bakılması, rahmet ve cemalle gizlidir. O dumanın erimesi, latifinin kesifinden ayrılması, latif dumanlı maddenin yükselmesi ve kesifin geride kalması gibi şeylerin hepsi, altı günden öncedir. Sahih haberlerde de sabittir. Âyetlere münafi olmaz. Ama Vahidî'nin mukâtil'den nakli ve îmam Fahreddin Razi'nin de bunu tercihine gelince bunda işkâl yoktur. Hatta Bakara ve Secde sûrelerindeki 'Sümme' terâhî-i rütbe; yanı zamanca bir sonralık değil, derece ve önemde sonralığı ifade eder. Bu, hukemanın meşhur kavaidine uygundur. Fakat yaratmanın günlerini bildiren hadislere aykırı düşer. Göğün önceki duman hali, yaratmanın altı gününden öncedir. Yerin ve göğün şu günlerde yaratılmasına girmez." Âlûsî bu izahlarla değişik görüşlere işaret eder. Kendisi yerin göklerden önce yaratıldığını tercih eder ve şöyle der:
"Bütün bunlardan sonra anlaşılıyor ki, bu konu zorluktan halî değildir. İnsanlar tâ sahabe asrından zamanımıza kadar bu konuyu zor bir mesele olarak görmüşlerdir [461].
Müslim'in Ebu Hureyre'den rivayet ettiği "yaratmanın Cumartesi günü başladığını" ifade eden hadisi hakkında İbn Kesîr "Bu hadis Müslim'in gariplerindendir. Belki Ebu Hureyre Ka'bu'l-Ahbâr'dan rivayet etmiştir" der [462].
Taberî ise bu husustaki ihtilâfları zikreder ve "Allah önce yeri yarattı, sonra semayı, sonra da yeri döşedi. Yerin sonra döşenmesinde semadan sonra yaratılmasını gerektiren birşey yoktur" der ve Süddî'den şu rivayeti nakleder: "İradesi duman halinde olan göğe yükseldi. Duman suyun buharlaştığı zamanki teneffüsünden hasıl olur. Onu bir sema yaptı. Peşinden ayırdı, yardı. İki günde yedi gök yaptı" [463].
Kadî Beydâvî:
"İki günde Allah yeryüzünü yarattı, iki günde de yiyeceklerini takdir etti, ikisi beraber dört gün, evvelki iki dördün içerisine dahildir" der ve bunu "Basra'dan Bağdat'a on günde gittim, Kûfe'ye on beş günde gittim, denildiği" şeklinde açıklar [464].
Elmalılı Hamdi Yazır, göklerin yaratılışının önce, tesviyesinin yerden sonra olduğu fikrindedir. "Arz mutlak olarak göklerden önce yaratılmış değildir." Kânetâ ratka: "Bitişik idiler" [465]
Göklerin yedi kat olarak yaratıldığına dair Kur'ân'da dokuz âyet geçmektedir. Bunlardan ikisi Medenî [466], diğer yedisi de Mekkî'dir [467] âyetleridir. Gökleri Allah iki yaratma zamanında (Perşembe ve Cuma) yedi gök halinde yaratıp düzenine koymuş, her semaya kanununu (emr) vahyetmiştir. "O ki, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı. Sonra göğe yöneldi, onları yedi gök olarak düzenledi. O herşeyi bilir." [468]
"Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi, ona ve arza "isteyerek veya istemeyerek (varlığa) gelin" dedi. "İsteyerek geldik" dediler. Böylece onları iki günde yedi gök yaptı. Her göğe emrini vahyetti. Ve biz en yakın göğü lambalarla ve- koruma ile (koruyucu güçlerle) donattık. İşte bu, o, Aziz, Alîm (Allah)'ın takdiridir" [469]. Bu ve yukarıdaki âyet-i kerîmelerde, pek çok hadis-i şeriflerde göklerin yedi kat olduğu bildirilmektedir. Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) Miraç Gecesi bu yedi kat semaları görmüştür. "Üstünüze yedi sağlam (gök) bina ettik" [470]. "O yedi göğü birbiri üzerinde (ve birbirine uygun tabakalar olarak) yarattı. Rahman'ın yaratmasında bir aykırılık, uygunsuzluk göremezsin. Gözü(nü) döndür de bak bir bozukluk görüyor musun?" [471].
"Üstünüzde de yedi yol (birbirine yol veren birinden diğerine geçilen yedi gök) yarattık.Ve biz yaratmadan gafil değiliz." [472].
Göklerin yedi kat oluşu hakkında tefsirlerde çeşitli malumat varsa da yapılan taksimat ve verilen "izahat genellikle eskimiştir. Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır bu yedi semayı şöyle taksim etmiş. "
1. Sema felek-i arz ki, Dünya, Ay, Zühre, Utarit.
II. Sema, Merih feleği sahası,
III. Sema, Müşteri feleği sahası.
IV. Gök, Zuhal feleği sahasıdır.
V. Sema, Uranüs seyyaresi sahasıdır.
VI. Sema, Neptün seyyaresi sahasıdır.
VII. Sema, bunların ötesinde devrânî hareketlerini göremediğimiz, az çok ışıklarını görebildiğimiz sevâbit adı verilen birçok yıldızlar alemidir, işte cîsmanî nokta-i nazardan yedi sema hakkında anlayabildiğimiz budur" der ve şunları ilâve eder:
"Bunların hepsi Güneş sistemi, yedi gezegen hepsi bir semadır. Bunun ötesinde altı semâ daha vardır. Büyük müfessirlerin kavli budur" der. [473]
Eski dirayet müfessirleri her ne kadar çeşitli izahlarda bulunarak Güneş sistemi ve görünen gökyüzü içerisinde türlü taksimatlarda bulunmuşlarsa da, bize gelen kanaat odur ki, bunların hepsi de İslâm'ın verdiği "Yedi Kat Gök" kavramını zamanın astronomi bilgileri ile uzlaştırma gayretinden ileri gelmektedir. Güneş sistemi içerisindeki gezegenler (seyyare) ve sevâbit denilen yıldızlar ile yapılan taksimatın ve yorumun hatalı olduğu âyetlerden çıkarılabilir. "Biz yakın göğü bir zinetle, yıldızlarla süsledik" [474] ve "Andolsun biz (dünyaya) en yakın göğü lambalarla donattık ve onları şeytanlar için taşlamalar takdir ettik (yaptık). Ve onlar için ateş azabını hazırladık" [475], âyetleri ve benzeri âyetler, bütün sabit ve seyyar yıldızların en yakın semayı süsledikleri hususunda, bize sarih gelmektedir.
Uçsuz bucaksız fezada en çok on milyar ışık yılı (ışık yılı zaman ölçüsü değil, uzunluk ölçüsüdür) uzaklığına kadar insanların gözlem yapabileceği hesaplanıyor. Bu da 100 milyar galaksi olabilir. Bizim güneş sistemimizin de içerisinde bulunduğu Saman Yolu (galaksi) en yakın gök adaşıdır. Böyle milyonlarca yıldızın gaz ve toz bulutlarının içinde bulunduğu uzay adamız Samanyolunun dışına çıkılıp birkaç milyon ışık yılı gidildiğinde, bu gibi başka adalara da rastlanır. Biçimleri ve büyüklükleri başka başkadır. Birbirlerine az çok benzeyeni var ise de, eş olanı yoktur. Küçük dürbünlerle bakıldığında onlar ışık veren gaz bulutu gibi gözükürler. Onun için çoğuna nebulöz denilmiştir. Büyük teleskoplarla bazılarının yıldızları tek tek ayırt edilebilir.
Bizden birbuçuk-iki milyon ışık yılı uzaklıktaki Andromeda nebülözü gerçekte bir galaksidir. Bize en yakın galaksi (içinde olduğumuz Samanyolu) milyonlarca yıldız ile birlikte gaz ve toz bulutlarından oluşmuş bir uzay adaşıdır. Güneş onun içinde orta boyda, orta sıcaklıkta, sarı bir yıldızdır. Ondan daha sıcak ve daha soğuk yıldızlar da vardır. Güneşin sıcaklığı 5750 kalori olmalıdır. Kapella (a Alır) yıldızının sıcaklığı 6000 kalori, yarıçapı: 10 Ro: Arktrus (Bao) yıldızının sıcaklığı 4000° kalori, yarıçapı 20 Ro: Alnitom yıldızının sıcaklığı 2500 kaloridir [476].
Gerçi feza ve orada bulunan gök adalarını ve bu gök adaları içersindeki yıldızlar ve onların uzaklıkları rakamlara sığmadığı için astronomi bilginleri "sonsuz" terimini kullanıyorlar ise de, bütün bunlar akıllara durgunluk veren uçsuz bucaksız, en ufak çatlaklık ve uygunsuzluk bulunmayan [477] hiçbir saate ve en hassas kronometreye dahi benzetilemeyecek hassasiyette çalışan feza âlemi gerçekte yine de sonludur. Bütün bu vasıflarıyla birlikte donatılmış olan dünya seması birinci semayı teşkil etmektedir. O bakımdan yedi kat göğü bizim galaksimizde, Güneş sistemi içersinde paylaştırmak, Batlamyus'un nazariyesi gibi geçerliliğini yitirmiş sayılmalıdır. Nitekim Baban zade Ahmed Naim Efendi şöyle der:
"Yıldızların o, akıllara hayret, hatta dehşet veren uzaklıkları fezayı ne kadar gösterirse göstersin, yine de sonu olan bir uzaklıktır. Matematikçilerin sonsuz dedikleri sayılar felsefedeki sonsuzluk mefhumundan çok uzaktır. Onlar sonsuz derken rakam ile ifadesinde beşerin kesin olarak âciz kaldığı büyük çoklukları kasdederler ki, şüphesiz bunlar sonludur (...) Saniyede üçyüz bin km. süratle, ışığı bize ancak yüzbinlerce senede ulaştığı farz ve tahayyül edilen uzak gök cisimlerinin ötesinde sırf yokluk olduğuna aklî ve tecrübî bir delil olmadığı için, biz de Kitâbullah'ın haber verdiği semâlar, o cisimlerin ötesindedir, diyoruz. Nitekim 'Andolsun biz (dünyaya) en yakın semayı süsle, yıldızla donattık.' [478] âyet-i kerîmesi bu konuda bize kesin hüccettir. Gökleri ve yeri yaratan Allah, yedi kat gökten bize en yakın olanını, büyük ve acaib bir zinet ile, yıldızlarla süslediğini haber veriyor. Bunda en yakın göğün yıldızlar âleminin ötesinde olduğunu anlamakta veya ötesinde olduğu mânâsını çıkarmakta hiçbir mahzur yoktur.
"Kudret ve azamet-i ilâhiyye gerçekten sonsuz olduğu için en kuvvetli, akılları durduran bu uzaklık yine kısa bir mesafeden ibaret olup, yıldızlar âlemini ihata eden en yakın semanın ötesinde ikinci bir sema, daha ötesinde yine onu kuşatan üçüncü bir sema, vardır. Diğerleri de böyle. Yedi kat gökleri bu kadar gen işi ilde riyle tasavvur ettikten sonra, 'vesi'a kürsiyyuhu's-semâvâti ve'l-ard’ âyet-i kerîmesinin ifadesince bütün semavat ve arzı kuşatan Kürsi gelir. Kürsi'yi de Arş-ı Rahman ihata eder ki, onun büyüklüğünü takdir edecek ölçü ve anlatacak söz yoktur. Kürsi ve Arş'ın genişlik ölçüsü hakkında toplu bir fikir edinebilmek için Ebu Zerr-i Gıfarî (r.a.)'ın sualine karşı, Peygamberimiz tarafından verilen aşağıdaki cevabı zikredelim:
'Yâ Ebû Zer, yedi kat gök ile yedi kat yer, Kürsi'ye nisbeten bir çölün ortasına atılmış, bir kapı veya yüzük halkasından fazla birşey değildir. Arş'ın Kürsi'ye nazaran büyüklüğü, o, çölün, o, halkaya nazaran büyüklüğü derecesindedir' (...) Yüce meleklerin varlığına İman nasıl vacib ise, onların durağı olan göklerin de varlığına te'vilsiz iman etmek vâcibdir. Semâvât hakında ne fezadır, ne de feza içindeki cisimlerdir deriz (...) Nass-ı kerimi Batlamyus'un astronomi mesleğine uydurmak isteyen bazı ulemâmızın bu âyet-i celile ve hadis-i şerifleri kullanmada bu kadar kolay davranmaları cidden şaşılacak şeydir. Onların te'vilince Kürsi, sabit yıldızlar feleği, Arş da felek-i atlastır. Halbuki bu te'vil yıldızları dünya semasının değil, Kürsi'nin zineti kabul etmeyi gerektirir. Bu mahzurlardan kurtulmak için Batlamyus'un kabul ettiği, karışık felekleri de, bu feleklerin şeffafiyetlerini de kabul etmeye mecbur kaldılar. Yanlış bir te'vil, diğer yanlış te'villeri de arkasından sürüklemiş oluyor. Nassları te'vil ede ede yüce nazmın zahirinden istifade edecek ne kalabileceği ise şüphesiz düşünülecek noktadır" [479].
Bu sözlere elbette katılıyoruz. Her gün değişen nazariyelerle dinî nassları te'vil etmek yerine, fen bilginlerinin dînî nasslardan hareket ederek, ilmî çalışmalarına yön vermeleri doğru yolun ta kendisidir. Aksi halde, sonradan meydana çıkan acıklı durumlara düşülmektedir.
Yine "yedi göğü" görünen gökyüzünde ve Güneş sisteminde arayan te'vilcilerin felek (gök yahut gök katı) tabakalarını görelim. Bunlar dokuz felek kabul etmişlerdir. Yani sayacağımız gök cisimlerinin her, birinin semasına o cismin feleği demişlerdir. Onlar bu feleklerinde (gök katlarında) dönerler. Bunlardan üstteki alttakini ihata etmiştir. Halbuki bunlar çok eskiye ait te'vil ve taksimat olduğu için bu felekler içersinde çok yakın zamanlarda keşfedilen Neptün, (1846'da keşfedilmiştir), Plüton (1930'da keşfedilmiştir) gezegenleri ve bunların felekleri yer almamaktadır. Aşağıdan yukarıya bu felekleri şöyle sıralamışlardır:
1- Kamer feleği,
2- Utarid feleği,
3- Zühre feleği,
4- Güneş feleği,
5- Merih feleği,
6- Müşteri feleği,
7- Zuhal (Satürn) feleği,
8- Sabit yıldızların feleği (felek-u sevâbit). On iki burç da bu sekizinci felektedir.
9- Feleku'l-efîâk, feleku'l-a'lâ. Buna feleku'l-Âzam yahut feleku'l-Atlas da denir [480]. Bu dokuzuncu felek bütün diğerlerini ihata eder ki, yedinci felekten sonraki sevâbit feleğini, yani sekizinciyi Kürsi, 9. Atlas feleğini de Arş kabul etmiş oluyorlar [481]. Bu taksimatın isabetsizliği Kopernik nazariyesi ile Batlamyus nazariyesinin altüst olması sonucunda ortaya çıktı. Daha sonraları fennin terakkisiyle gözle gözetlenemeyen nice galaksilerin (gök adaları) bulunduğu tesbit edilmiştir. Sonradan keşfedilen gezegenlerle bu gök adaları bu feleklere giremeyince, bunları bilmem kaçıncı semaya katmak gerekecek?
Zamanımıza yakın müfessirlerden Âlûsî şöyle der:
"Erbab-ı irsad dokuz felek (gezegen) isbat ettiler. Bunlar semavattan başka birşey midir? denemez; çünkü biz diyoruz ki onlar, bunların şu ana kadar noksan ve fazla oluşunda şüphededirler. Çünkü onların buldukları hareketlerin sekizle, yediyle, hattâ bir ile zaptı mümkündür" [482]. Nitekim Seyyid Kutub'da [483] âyetinin tefsirinde: "Âyet-i kerimenin külli maksadıyla yetinerek, bizim için burada, yedi göğün mânâsına dalmaya, şekillerini ve boyutlarını sınırlandırmaya mecal yoktur," der [484].
Şu halde Cenab-ı Hak birbiri üzerine tabaka tabaka ve birbirine mutabık en ince nizam ile yedi kat semayı yaratmış, en yakın semayı yıldızlarla ve süslerle donatmıştır.
Kur'ân'da yer'in de yedi kat olduğu bildirilmektedir. "Allah O'dur ki yedi göğü ve yerden de (sayıca) onlar kadarını yarattı. (Allah'ın yaratma) iş(i), bunlar arasında (yukarıdan aşağıya doğru, Allah'tan yaratıklara doğru) iner ki Allah'ın herşeye kadir olduğunu ve Allah'ın bilgisinin herşeyi kuşattığını bilesiniz" [485] Âlûsî der ki:
"Bu âyet-i kerimedeki 've mine'1-Ardi mislehün’ bu konuda sarihtir. Nitekim müfessirlerin cumhuru bunu böyle anlamışlardır. Arzın göklerin misli oluşu, bazı vasıflarda iştirakini doğrular. Cumhur yer de yedi kattır der. Birbiri üstüne, her katta sema ve arz arasında olduğu gibi mesafe vardır. Her arzda ancak hakikatini Allah'ın bildiği sakinleri vardır. İbn Abbas:
'Bunlar ya melâike ya cindir', demiştir, imam Ahmed ve Tirmizi'nin Ebu Hureyre'den rivayetine göre, Ebu Hureyre der ki:
'Resûlüllah (s.a.v.) ashabıyla otururken buyurdu ki:
“Üzerinizde ne olduğunu biliyor musunuz?” Ashab:
Allah ve Rasûlü daha iyi bilir, dediler. Buyurdu ki:
“Gök, korunmuş tavan, mekfûf dalga vardır.”Yine Allah Rasûlü:
Onlarla sizin aranızda ne var biliyor musunuz?
Allah ve Rasûlü daha iyi bilir, dediler. Buyurdu ki:
“Aralarındaki uzaklığı beşyüz sene olan sema vardır”. Sonra öyledir, dedi. Yedi göğü saydı. Sonra:
Bunun da üstünde ne var, dedi?
Allah ve Rasûlü daha iyi bilir, dediler. Buyurdu ki:
“Bunun da üzerinde arş vardır. Arş ile sema arasında iki sema arasında olan uzaklık vardır.” Sonra:
Altınızda ne var, dedi.
“Allah ve Rasûlü daha iyi bilir, dediler.” Buyurdu ki:
Arzdıf, dedi. Sonra:
Bunun altında ne var, dedi?
Allah ve Rasûlü daha iyi bilir, dediler. Allah Rasûlü:
“Onun da altında başka bir arz vardır ki, aralarındaki mesafe beşyüz senedir,” buyurdu. Allah'ın Rasûlü (s.a.v.) “böyle her arz arasında beş yüz senelik mesafe olmak üzere yedi arz saydı..." Âlûsî ilâve ederek der ki:
"Aklen ve şer'an bunun sıhhatine bir mani yoktur. Her arzda arzımızda Âdemoğullarının, Âdem (a.s.)'a dönmesi gibi, bir asla dönen yaratık bulunması, murad edilmiştir. Onlar içersinde bizde İbrahim, Nuh ve başkalarının bulunduğu gibi, diğerlerinden mümtaz fertler vardır. Yedi arz, yedi iklim (ülke, bölge) de denilmiştir. Hz. Peygamberin o günkü sahabeye yerin görünen şekilden ibaret olmadığını ifade edecek bir izah yaptığı anlaşılıyor. Ben cumhurun dediği gibi diyorum ki, yedi arz vardır. Her arz arasında büyük mesafe vardır.
Onların aydınlandıkları güneşleri vardır. Geceleri gündüzleri olması caizdir" [486]. Kadı Beydâvî, "Arzdan da sayıca benzerini yarattı" der [487]. Yerin yedi kat olduğuna dair, mezkûr âyet-i kerîme ve hadis-i şeriften başka hadis-i şerifler de vardır. Sahihayn'da bulunan iki hadis de yerin yedi kat olduğunu ifade ediyor:
"Kim bir karış miktarı topraktan haksızlık ederse, kıyamet gününde o, yedi kat yerden boynuna takılır" "Onu yedi kat yere geçirdi" gibi beyanlar da bu kabildendir. Bazıları "yedi kat arz" ifadesinin yedi iklime hamledilmesini, sözü yerinden uzaklaştırma, niza'a boğma, mesnetsiz Kur'ân ve hadise muhalefet olarak değerlendirmişlerdir [488].
Gezegenlerden her biri kendi seması içinde bir arz gibidir. Onlarda da Allah'ın birtakım yaratıkları vardır, insan da var mı yok mu, Allah bilir. İbn Abbas'dan bir rivayette "Yedi arz denizlerle ayrılmıştır. Hepsini sema kaplar," denilmesi, dünyanın yedi kıtasını akla getirmektedir [489].
Fennin bugün en çok benimsediği nazariyeye göre:
"Yer küre ilk oluşunda kızgın bir gaz halinde idi. Kendi çevresinde dönen bu gaz, giderek soğudu, hacmi küçüldü ve katılaştı. Milyonlarca yıllık yavaş bir oluşumun sonunda, bugünkü biçimini aldı. Dünyamızın soğuyan dış kısmı katı, iç yüzü ise sıcaktır. Sıcak su kaynaklarının bulunuşu, derinlere inildikçe sıcaklığın artması, volkanlardan çıkan lavların sıcak oluşu gibi sebeblerle dünyanın iç kısmının sıcak olduğu isbat edilmektedir. Şimdi fen bilgileri yerküreyi beş katmana ayırmaktadır: Atmosfer (hava küre), hidrosfer (su küre), litosfer (taş küre), pirosfer (ateş küre), marisfer (ağır küre). Ateş küre 2900 km. kalınlıkta, sıcaklığı 2000 derece olan, silisyum, magnezyum, nikel ve demir gibi maddelerin akıcı hamur eriyiği halinde bulunduğu magma tabakasıdır. İlim adamları yer kabuğunu oluşturan kara parçalarının bu tabaka özerinde yüzdüğünü düşünürler.
Yerkürenin bu iç tabakasındaki mayi maddelerin meydana getirdiği basınç arzın göbek kısmında dalgalar hâsıl ediyor. Bu dalgalar yeryüzüne vardıkları zaman bize kötü haberler getiren depremleri oluştururken, diğer taraftan arzın içinde geçirdikleri uzun seyahatlere dair faydalı bilgiler de getirirler. Bu dalgalar, arzın iç yapısı ve terkibinin uniform (bir'şekilde) olmayışından her tabakada aynı hızla yayılmıyorlar. Ancak aynı derinlikteki dalgalar aynı hızla yayılıyorlar. Bu durum bile arz içinin aynı derinlikteki malzemesiyle terkibinin aynı, fakat muhtelif derinlikler için muhtelif olduğunu gösteriyor. Şu halde yerkürenin içini karmakarışık istif edilmiş bir kütle gibi değil, belki soğan zarları gibi dizilmiş tabakalardan mürekkep addedebiliriz. Bir zelzele vuku'unda en dikkate şayan ve en çok hasar yapan dalgalar yeryüzüne yakın seyreden yüz dalgalarıdır [490].
Müsbet ilmin bugünkü neticelerinin Arz'ın yedi kat oluşu hakkında yeterli izahat getirdiği söylenemez. Ancak yeryüzünün soğan zarı gibi kat kat olduğunu ifade etmektedir. İşin gerçeğini en İyi bilen Allah'tır. [491]
"Allah O'dur ki gökleri görebileceğiniz bir direk olmadan yükseltti, sonra Arş üzerine istiva etti (Bütün mülkünün, bütün yaratıklarının tahtına, yani yönetimine hâkim oldu, herşeyi düzenleyip yönetti), güneşi ve ayı iradesine boyun eğdirdi. Hepsi belli bir süre için akıp gitmektedir. (Yaratma) işini düzenler,âyetleri açıklar ki, Rabbinizle karşılaşacağınıza kesin olarak inanasınız" [492].
"(Allah), gökleri görebildiğiniz bir direk olmadan yarattı, sizi sarsar diye yere de sağlam ve yüksek dağlar attı, orada her çeşit hayvanı yaydı. Gökten bir su indirdik, orada her güzel çifti bitirdik" [493]. "Bigayr-i âmed terav-nehâ" (direksiz tabiri) hakkında İbn Abbas'dan Katâde tarikiyle "Bir direk ki siz göremezsiniz." yine "Belki onlar göremeyeceğiniz direklerdir." İkrime'den "Siz onları direksiz görürsünüz, halbuki direklidirler;" Hasan ve Katâde'den "Onlar gördüğünüz gibi direksizdirler, direkleri yoktur" şeklinde rivayetler gelmiştir [494]. Allah onları yüksekçe yarattı. Gördüğünüz gibi direksizdir. Direk olsaydı görürdünüz, mânâsı da verilmiş [495]. "Görürdünüz" lâfzı olumsuzluğu te'kid içindir. Yani gördüğünüz gibi onlar direksiz yükseltilmişlerdir. Bu mânâ kudreti ifade hususunda daha mükemmeldir [496].
Bu izahlara göre bu mânâlar şu iki şekilde neticeleniyor, Allah gökleri direksiz yükseltmiştir. Yahut Allah gökleri direksiz yaratmış görüyorsunuz, demektir. Bu takdirde göklerin direkleri vardır. Fakat bu direkler sizin göremeyeceğiniz direklerdir, demektir. Bu ikinci takdirde âyet çekme ve itme kanunları hakkında mecaz olmuş olabilir. Âyet, birinci mânâ ile avama, ikinci mânâ ile kültürlü kimselere hitap ediyor. Aynı zamanda âyette bu görülmeyen kanunları görmek icab ettiğine işaret vardır [497].
Bu âyet-i kerîmeden gök cisimlerinin arasında görülmeyen direkler bulunduğu tabiîn müfessirlerinden gelen rivayetlerden de anlaşılmaktadır. Bu görülmeyen manevî direkler sayesinde gök cisimleri birbirleri üzerine düşmekten ve aynı zamanda birbirinden sonsuzca uzaklaşmaktan alıkonulmuştur, işte bu görülmeyen direk itme ve çekme kanunudur. Bu kanunla Allah gök cisimlerini belli aralıklarda tutmaktadır. Yerküresi de bu gök cisimlerinden birisidir. Onun da itme ve çekme kuvveti vardır. Hattâ bugün fen, yerküre büyük bir mıknatıs kütlesi gibidir, diyor. Bu kanunu Nevrton bulmuştur. Allah şu ayetlerde de gök cisimlerinin birbirleri üzerine düşmemelerinin Allah'ın emriyle olduğunu savunuyor: [498]
"Göğü tutuyor, yeryüzüne düşmesini önlüyor. Ancak O'nun izniyle düşebilir." [499] Bu âyette de bu cisimlerin birbiri üzerine düşmek istedikleri ifade ediliyor ki, bu da itme kanununa işarettir. Allah itme ve çekme kanunlarıyla bunları fezada dengede tutuyor. Allah bu dengeyi tâ gökleri ve yeri yaratırken koymuştur. "Göğü yükseltti ve mizanı koydu" [500]. Buradaki mizan hem ölçü, hem tartı, hem de "denge" anlamındadır. Allah bu dengeyi kendi emri olarak ifade buyuruyor. "O'nun âyetlerinden birisi de göğün ve yerin O'nun buyruğu ile durmasıdır..." [501]
Burada Allah'ın tabiat halinde câri kanunlarına "Allah'ın emri" adını da verdiğine işaret etmek isteriz. Bütün bunlar Kur'ân'ın beşer tarafından yakın zamanda keşfedilen mucizeleridir [502].
Gök cisimlerinin hareketleri hakkında Kur'ân'da "dönüyorlar" mânâsından başka, daha öte gerçeklere işaret eden "yüzüyorlar" "akıyorlar" tabiri kullanılmaktadır. Bunlar, dönmenin ötesinde bize bir istikâmete akıp gittiklerini de ifade eder geliyor. Nitekim "Göğü kendi ellerimizle (kudretimizle) yaptık ve biz (onu) genişletmekteyiz" [503] âyet-i kerimesi gök cisimlerinin birbirlerinden belirli ölçüde uzaklaştıklarını ifade eder. Bu âyet göklerin genişlemekte olduğunu, şu âyetler de yerdeki tabiî değişikliği ifade etmektedir. "Biz onları ve atalarını yaşattık, nihayet kendilerine ömür(leri) uzun geldi. (Ebedî yaşayacaklarını sandılar). Bizim yere gelip onu uçlarından eksilttiğimizi görmüyorlar mı? Üstün gelen onlar mı (yoksa Biz miyiz)?" [504].
"Görmediler mi Biz nasıl arza gelip, onu uçlarından eksiltiyoruz? Hüküm veren Allah'tır. O'nun hükmünün arkasına düşüp, O'nu geri çevirecek yoktur. O, hesabı çabuk görendir" [505]. Bu âyetlerdeki yerin eksiltilmesine eski müfessirler, puta tapanların ve gayr-i müslimlerin ülkelerinin Müslümanların eline geçmesiyle azalacağı şeklinde mânâ vermişlerdir. Halbuki ilim bugün hakikî olarak, yağmurların, sellerin, rüzgârların tesiriyle dağların aşınmasından, okyanus diplerindeki değişmelerden bahsetmekte gök cisimlerinin birbirlerinden uzaklaşmakta ve kâinatın genişlemekte olduğunu ileri sürmektedir.
"Gök adaları üzerinde gözlenen en ilgi çekici olaylardan biri onların tayf çizgilerinin kırmızıya doğru kaymasıdır. Bu olay gök adalarının yalnız yerden değil, birbirlerinden de uzaklaşmakta olduğunu gösterir. Hubble, bu uzaklaşma hızının birbirlerine olan uzaklıklarla orantılı olduğunu buldu." [506].
Hubble'a (1889-1953) göre bütün galaksiler bizden uzaklaşıyor, Evrenin genişlemesini ifade etmesi bakımından Hubble formülü ilgi çekicidir [507].
1965'lerden bu yana okyanus diplerinin genişlemesi ve karasularının kayması ile ilgili kuramlar elle tutulur bir deneysel kanıt kazanırken, dört yüzlü kuramın mekanik açıdan tutarsız olduğu görüldü. Okyanus sırtları, örneğin Atlantik'in orta bölgesi boyunca uzanan sırt, her iki yandan yayılıp genişleyerek durmadan yeni deniz dipleri oluşturan ve eski dipleri kıta kenarlarına doğru iten bazalt yapıda bir alt magmanın devamlı yayılmasının sonucu olarak kabul edildi" [508].
Arzın uçlarından eksiltilmesini, kutuplardan basık bîr elipsoid şeklinde olmasına yorumlayanlar da var. Göklerdeki ve yerlerdeki bu değişmeler, yeni yeni yaratmaların cereyan etmekte olduğunu göstermektedir.[509]
Yerkürenin yaratılması konusunda en çok kullanılan madde "halk" kökü ve müştaklarıdır. Halk yerin mutlak olarak yaratılması anlamını ifade ediyor. Bunlardan bir kısmı göklerle birlikte zikredilmiştir. Şöylece sıralayabiliriz: [510]
Yerin yoktan var edilmesine dair göklerle birlikte ifade edilen "Bedf u's-semâvâti ve'l-ard:
“O gökleri ve yeri yoktan var edendir" [511] fatara: yoktan yaratma fiili ile, göklerle birlikte [512] "Fâtıru's-semâvâtı ve'l-ard: Göklerin ve yerin yoktan yaratıcısı" [513] âyetlerinde geçer.
"Yaratmak" köküyle tesbit ettiğimiz bu âyetlerden başka ,
"Ce'ale'l arda fîrâşen: “Yeri döşek yaptı" [514]
"Ce'ale'l-arda karâren: “Yeri durulacak yer yaptı" şeklinde [515] âyetlerinde geçer.
"Ce'ale'l-arda zelûlen: “Yeri alçak ve boyun eğer yaptı" [516],
"Ce'ale'1-arda bisâten: “Yeri bir döşek yaptı" [517],
Kifât: (toplanma yeri) [518],
"Ce'ale lekümü'1-arda mehden: “Yeryüzünü beşik yaptı" [519],
"Ce'ale lekümü'1-arda bişâten: “Allah size yeri bir döşek yaptı" [520] âyetlerinde geçer.
"Ce'ale" köküyle yerin andırdığı çeşitli şekiller ifade olunur.
"Ve'1-arda ferâşnâha: “Yeri Biz döşedik" [521],
"Ve'1-arda vada'aha lil enam: “(Allah) yeri halk için alçaltıp döşedi" [522], arzı döşedi, döşedik mânâsına medde, medednâ" şeklînde [523], sutihat: döşendi, [524], yine döşedi mânâsında: Tahâha [525], yuvarlamak anlamında: "dehâha" [526] âyetinde geçmektedir.
Daha önce de bahsettiğimiz gibi göklerle yer aynı maddeden (duman) yaratılmıştır. Çünkü başlangıçta gök ve yer bitişik idi (kânetâ ratka) [527]. Allah bunları fetk ederek (her birini ayırd ederek) ayrı ayrı yaratmıştır.
Yeryüzünde büyük büyük latalar, kara parçaları yaratılmıştır. "Arzda birbirine komşu kıtalar vardır" [528]. Jeoloji ilmi bugün kıtaların ve denizlerin 1. zamanda oluştuğunu ifade ediyor. Güney Amerika ile Afrika kıtasının bitişik olduğunu, birtakım tektonik hareketlerle birbirinden ayrıldığını belirtiyorlar. Kur'ân'ın "komşu kıtalar" ifadesi, Eski Dünya denilen Asya, Avrupa, Afrika kıtalarını hatırlatıyor. Yeryüzünün ilk teşekkülü sırasında yerden ve içindeki sıcak mayilerden fışkıran buharlar ve gazlar atmosferi meydana getirmiştir. Bunların yere yağmur halinde yağmasıyla denizleri, okyanusları meydana getirdiği ileri sürülüyor. Buharlaşıp yağmur yağma olayı çok tekrar etmiştir. Arzın soğumaya başladığı sırada ağır maddeler dibe çökmüş, ovaları ve deniz diplerini meydana getirmiş, hafif kısımlar yukarıda kalarak tepeleri ve dağları teşkil etmiştir. Çünkü soğuyan kabuk mütecanis ve aynı ağırlıkta değildir [529].
"Ona (yere) üstünden ağır baskılar {sağlam dağlar) yaptı. Onda bereketler yarattı. Ve onda -arayıp soranlar için- gıdalarını (bitkilerini, ağaçlarını) tam dört günde takdir etti (düzene koydu)" [530]. Allah ilk iki günde yer, müteakip iki günde de yer üzerindeki yeryüzü şekillerini ve bitkileri, ağaçları yaratmıştır. Bu âyet-i kerîme topluca bunu ifade etmektedir.
Dağların yaratılışı konusunda "irsâ: sağlam yerleştirmek" fiili kullanılmaktadır. "Dağları sağlam çaktı" [531]. Aynı fiilden isim olarak "rasiye" baskı (cem'i: ravasî) "ilkâ" (atmak) fiiliyle beraber ifade edilmektedir. "Sizi sarsar diye arza ağır baskılar attı, ırmaklar ve yollar (yarattı) ki doğru yolu bulaşınız (amaçlarınıza eresiniz)" [532]. Aynı mânâda [533] âyetleri de geçer. "Ce'ale ravâsiye" (Ağır baskılar yaptı) şeklinde "ce'ale" fiili ile birlikte şu âyetlerde yer alır [534]. Bu âyetlerden sadece bir tanesi Medenî, diğerleri ise Mekkî'dir. Şimdi o Medenî olan âyetin mealini verelim:
"O'dur id, arzı uzattı, orada sabit dağlar ve ırmaklar var etti, orada bütün meyvelerden iki çift yarattı. Geceyi gündüzün üzerine örtüyor. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için âyetler vardır" [535]. Şu iki âyet-i kerîmede de "cebel" kelimesinin cemi'si "cibâl" geçmektedir. "Dağları birer kazık yapmadık mı?" [536],
"(Bakmıyorlar mı) dağlara nasıl dikildi?" [537]. Dağların yaratılması ile ilgili bu âyetlerden sadece bir tanesinin Medenî oluşu, diğerlerinin Mekkî oluşu, Mekke devrinde kevnî âyetlerin nazarlara daha çok çarpıldığını ifâde etmektedir. Ayrıca bu dağların ağır baskılar halinde yeryüzünü çalkanmaktan, üzerindekileri sarsmaktan koruması için kazık gibi sağlamca çakılıp yerleştirildikleri ifade edilmektedir. Bundan yeryüzünün yaratılışında çok sür'atle döndüğünü anlıyoruz. Bugün de dağlar dönüyor, yani bulut yürür gibi yürüyor [538]. Yeryüzü dönüyor. Yeryüzünün muhtelif noktalarındaki hızı aynı değildir. Bu sür'at kutuplara yakın dağlarda daha azdır. Norveç'teki bir dağ tepesi saatte 800 km. hızla gittiği halde, Uludağ'ın tepesi saatte 1200 km. hızla gider.
Nitekim eğer bugün de yeryüzünde dağlar ve yükseklikler olmasaydı, yeryüzünün dörtte üçünü teşkil eden denizler, karalar üzerine yürüyerek, yeryüzü kalınlığı iki km.ye yaklaşan suların altında kalırdı. Dağlar yerin ilk teşekkülü sırasında, büyük çökmeler, yükselmeler, kırılma ve kıvrımlarla meydana gelmiştir, deniyor. Bazalt tabaka en ağırdır. Dibe çökmüştür. Onun üstünde granit tabaka, onun üstünde kayalar yer almıştır. Kayalar hafiftir.[539]
Katâde, Hasan'dan rivayetle der ki:
"Hasan'dan işittim, diyordu ki:
Yeryüzü yaratılınca eğileyazdı. Melekler Bunun sırtında kimse duramaz, dediler. Sabaha çıktıklarında, dağlar yaratılmıştı. Melekler dağların neden yaratıldığını bilemediler"[540]. Dağlar azametle gökyüzüne ser çekerek Cenab-ı Hakk'ın azamet ve kudretini ihtar eder. Rüzgârlara yön verir, bulutları, yağmuru çeker, suları depo eder, mağaralar, sığınaklar saklar. Daha nice hikmetlerle Allah dağları yaratmıştır.
Allah dağlar arasında vadiler, geçitler, ovalar yaratmıştır. "Allah, yarattıklarından sizin için gölgeler yaptı ve sizin için dağlarda oturulacak barınaklar (mağaralar) var etti ve sizi sıcaktan koruyan elbiseler ve savaşta sizi koruyan elbiseler (zırhlar) var eyledi. Allah nimetlerini böyle tamamlıyor ki siz müslüman olup esenliğe eresiniz"[541]. "Görmedin mi Allah (nasıl) gökten su indirdi de, onunla renkleri çeşit çeşit meyveler çıkardık. Dağlardan (geçen) beyaz, kırmızı değişik renklerde yollar (yarattık)" [542].
"Yer onları sarsmasın diye onun üstünde dağlar yarattık ve (işlerine) gidebilsinler diye orada geniş yollar açtık"[543].
Allah yeryüzünde nehirler, yollar yaratmıştır. "O ki yeri size beşik yaptı ve orada sizin için yollar açtı, gökten bir su indirdi. Onunla her çeşit bitkiden çiftler çıkardık" [544].
"Allah yeri size bir sergi yaptı ki, onda (açılan) geniş geniş yollarda gidersiniz." [545]
"O ki yeri sizin için beşik kıldı ve doğru gitmeniz için yeryüzünde size yollar yaptı" [546].
"Sizi sarsar diye arza ağır baskılar attı. Irmaklar ve yollar (yarattı) ki doğru yolu bulaşınız (amaçlarınıza eresiniz). (Yol bulmak için yararlanılacak) işaretler de (yarattı). Onlar yıldız(lar)la da yol bulurlar" [547]
"Yahut şu dünyayı durulacak yer yapan, aralarından ırmaklar çıkaran, orada sağlam dağlar yaratan ve iki deniz arasında bir perde koyan kimdir? Allah ile beraber başka bir tanrı mı var? Hayır onların çoğu bilmiyorlar"[548].
Denizleri yaratıp insanların emrine râm eden Allah'tır. İki denizi birbirine salıp aralarına engel koyarak karıştırmayan da O'dur. "İki denizi salıverdi, birbirine kavuşuyorlar (temas ediyorlar). Aralarında bir engel vardır, birbirine geçip karışmıyorlar" [549].
"O denizi de (hizmetinize) râm etti ki, ondan taptaze et yiyesiniz ve ondan giyeceğiniz süsler çıkarasınız. Görüyorsun ki gemiler, denizi yara yara akıp gitmektedir. (Bütün bunlar) Allah'ın lutfunu aramanız ve O'na şükretmeniz içindir" [550],
Allah şehirler yaratmıştır, onların içersinde bereketler yaratmıştır. "Onlarla içinde bereketler yarattığımız memleketler arasında, (birinden diğeri) görünen şehirler var ettik ve bunlar arasında yürümeyi takdir ettik; onlarda geceleri gündüzleri (ne zaman isterseniz) korkusuzca gezin (dolaşın) (dedik)" [551].
Allah yeryüzünde geçim sebeplerini, sayısız bereketler zenginlikleri, yaratmıştın "Doğrusu Biz sizi yeryüzünde yerleştirdik. Orada size geçimlikler verdik, ne kadar da az şükrediyorsunuz!" [552]
"Orada sizin için ve (beslediğinizi sandığınız, fakat aslında) sizin beslemediğiniz kimseler için geçimlikleri meydana getirdik" [553]. Ayrıca bu konunun başında verdiğimiz [554] âyetiyle şu âyetler de mülâhaza edilmelidir: [555]
Gök cisimlerinden yıldızların yaratılmasına dair bir âyette sarahat vardır. Bu âyet Mekkîdir:
"O'dur ki karanın ve denizin karanlıklarında yolu bulmanız için size yıldızları yarattı. Gerçekten bilen bir toplum için âyetleri geniş geniş açıkladık" [556].
Âlûsî der ki:
"Allah O'dur ki sizin için yıldızları yarattı, inşa etti, tasyîr etti. Nücûmdan murad, ay ve güneşten mâadasıdır. Ay ve güneşin de bu âyete dahil olacağı caiz görülmüştür" [557]. Eski gök bilginleri yıldızları iki gruba ayırmışlardır:
1- Seyyar yıldızlar: gezegenler,
2- Sabit yıldızlar: Sabit yıldızların sekizinci felekte bulunduğunu ileri sürmüşledir. Halbuki bugünkü gök bilginleri gezegenlere yıldız demiyorlar. Yıldız diye, güneş gibi ısı, ışık ve enerji saçan gök cisimlerine diyorlar.....Gezegenler ise Güneş sistemi içerisinde, güneşten aldıkları ışıkları yansıtmaktadırlar. Kendileri ısı, ışık salmıyorlar. Bunların hareketleri ve yer değiştirmeleri çok belli ve kolayca farkedildiği için bunlara "seyyare" denilmiştir. Aslında bütün yıldızlar hareket halindedir. Sabit bir yıldız yoktur. Şu halde eski astronomi bilginlerinin "sabit yıldız" tabirleri bugün için geçerli değildir. Yıldızların ışıkları gökyüzüne bakıldığı zaman titreşir şekilde görünür.
Bunlar, yıldızların saniyede üçyüz bin km. sür'atle yayılan ışıklarının dünyanın atmosferine girerken kırılmalarından ileri gelmektedir. Gezegenler dünyaya yakın oldukları için yansıttıkları ışıklar atmosferden kırılmadan geçebildiğînden, titreşmeden görünüyor ve daha kolay gözlenebiliyor. Gök cisimlerinin hepsine birden yıldız demek kabaca bir adlandırmadır. Eskiden yıldızların birbirlerine nazaran açısal uzaklıkları değişmediği için hareketli olmadığını zannederek, sabit yıldızlar adını veriyorlardı. 1715'de Halley, yıldızların hareketini keşfetmiştir [558].
Bu husus bütün gök cisimleri için düşünülmelidir. Gök cisimleri hem hareket halindedir, hem de bu hareketlerini çok dengeli olarak sürdürdükleri için, âyet-i kerîmede belirtildiği gibi sabit işaret noktaları halinde insanlara karanlıklarda yol gösteren, yön tayin eden ve etmeye yarayan fonksiyonlarını icra etmektedirler. Hatta yeryüzünün bile yapılan gözlemlere göne açısal hızında her yüz yılda saniyenin yüzde biri kadar bir değişme olduğu bulunmuştur. Halbuki bu kadar hassas işleyen bir mekanik âlet yani saat yoktur [559]. Yeryüzünün açısal hızındaki yüz senedeki bu cüz'î değişme, kâinatın genişlemekte olduğu görüşüne katkıda bulunan bir husus olsa gerektir.
Diğer gök cisimleri başlığı altında, Güneş ve Güneş sisteminden önce yıldızları ele alışımız, gökyüzünde yıldızların sayılarının pek çok oluşundan ve Güneşten çok büyük yıldızların bulunuşundandır. Samanyolu denen (galaksi) bizim gök adamız, milyonlarca yıldızdarı, gaz ve toz bulutlarından oluşmuş büyük bir uzay adaşıdır. Güneş onun ortasında, orta boyda, orta sıcaklıkta sarı bir yıldızdır. Ondan daha büyük, daha sıcak ve daha soğuk yıldızlar da vardır. Güneşten büyük yıldızlardan Anteras'ın çapı, güneşin çapının 320 katı, 625 milyon km'dir, Dev Betelguese'ün çapı 600 milyon km'dir. Epsilon'un çapı güneşinçapının 2700 katı büyüklüktedir. Mavi ışıklı Vega, güneşten hacimce 60 defa büyük, yine mavi ışıklı Sirius, güneşten on defa büyüktür. Güneşten sonra yerküreye en yakın yıldız Alfa Senturi adındaki yıldızdır. Bunun uzaklığı 4,25 ışık yılı, yani 40 milyon kere milyon km'dir. Güneşin sıcaklığı 5750 °C derece dolaylarında iken Kapella yıldızının sıcaklığı 6000 °C'dir [560]. Yıldızlar arası gök ada maddesi bulutumsu şeklinde görülür. Işıklı ışıksız olmak üzere ikiye ayrılır. Işıklı bulutsulardan bazıları çevrelerindeki parlak yıldızlardan gelen ışığın yayılması ile aydınlanır (Bu durum bulutsularda tozların, daha doğrusu dumanların bulunduğunu gösterir.) Ötekilerde ise parlak çizgili bir tayf görülür, bu da bulutsuların birleşiminde yakındaki yıldızların ışımasıyla uyarılmış gazların bulunduğunu gösterir.
En yakın semamızı donatan yıldızların sayısının ne kadar olduğunu ancak Allah bilir. Gözlenenlerden yapılan tahminlere göre 200 milyar yıldız olduğu söylenmektedir [561].
Muazzam rakamlarla ifade edilen yıldızlar âlemi, diğer gök cisimleri gibi -ki yeryüzü de bir gök cismidir- insanlar için yaratılmışlar, onlara hizmete teshir edilmişlerdir [562]. Şu halde onlarda bir ulûhiyet aramamalı, bilakis âdet-i ilâhiyyeye göre onların birleşip ayrılmaları, doğuş ve batışları, ihtilaflarının, kıbleyi ta'yin, maddî ve manevî yolu doğrultmak için yaratılmış hidâyet ve rahmet âyetleri olduğunu bilmelidir. Allah en yakın semayı korucu yıldızlarla donatmıştır. Cinlerin göklere yükselerek gayb haberlerini çalmak için yaptığı teşebbüsleri, onları taşlamak ve yakmak suretiyle bertaraf ederler" [563]. İlim bunlara meteor (göktaşları) diyor. Akan yıldız denilen şeyler de bunlar olsa gerek. [564] Necm kelimesi, "doğup batan şey" mânâsı itibarıyla, güneş ve ay da birer yıldız sayılır.
Allah "Burçlara sahip (olan) göğe andolsun" [565] buyurduğu Burûc sûresine göklerdeki burçların adını vermiştir. Bu burçlar konusu insanlar tarafından çok eski zamanlardan beri bilinen bir husustur. "Yücedir O, (Allah) ki gökte burçlar yaptı. Orada bir kandil ve aydınlatıcı bir ay var etti" [566]. "Andolsun biz, gökte burçlar yaptık ve onu bakanlar için süsledik" [567]. Burçlar gökyüzündeki bazı yıldız kümelerine insanların yerden verdikleri isimlerden ibarettir. Bunlar eskiden beri oniki olarak tesbit edilmiştir. Oniki burca bu adlar ikibinaltıyüz yıl kadar önce konulmuştur [568]. Güneş bunları bir sene zarfında sırayla dolaşmaktadır. Burçlar yeryüzü haritasında şehirler, şehir haritasında binalar gibidir. Bu burçlar itibarîdir. Âyetin ifade ettiği burçlar, ay ve güneş gibi hakiki olmalıdır, itibari değil, diyenler de vardır [569]. Mücahid, Sa'id İbn Cübeyr, Ebu Salih, Hasan ve Katâde "Büyük yıldızlar gökteki bekçilik saraylarıdır" demişlerdir [570].
Cenab-ı Hak sayısız yıldızlar arasında bize ısı, ışık ve enerji gönderen güneşi de yaratmıştır. Güneşin pek çok âyetlerde ayla birlikte zikredilmesi, insanların gözüne çarpan iki büyük alamet oldukları için olsa gerek. Halbuki güneş orta büyüklükte bir yıldızdır. Ona bağlı gezegenleri ile birlikte bir kafile teşkil eder. Güneş bu kafilenin başkanıdır. Ay ise, dünyanın bir uydusu olup, kâinatta bir nokta mesabesindedir. Yerküremiz de bir gezegendir. Güneş sistemine dahildir. Güneş sistemi ile birlikte Samanyolu denilen galaksi içerisinde yer alır. Samanyolu galaksisinden başka gökte yüz milyar [571] galaksi (gök adası) olduğu tahmin edilmektedir.
"Geceyi, gündüzü, güneşi, ayı yaratan O'dur. {Bunların) her biri bir yörüngede yüzmektedirler" [572].
"Ve ay'ı bunların içinde bir nur yaptı, güneşi bir lâmba yaptı" [573].
"Güneşi ışık, ay'ı nur yapan; yılların sayısını ve (vakitlerin) hesabi(in) bilmeniz için Ay'a (dolaşma) konaklar(ı) düzenleyen O'dur. Allah bunları (boş yere değil), gerçek ile (hikmeti uyarınca) yaratmıştır (Allah) bilen bir kavim için âyetlerini açıklamaktadır"[574].
"Parıl parıl parlayan bir lâmba astık" [575]. Bu âyetler güneşin ay'dan bir farkını çok açık olarak belirtmektedir. Güneş yanar bir kandil gibi ışık veriyor, ay ise ondan aldığı bir nuru aksettiriyor. Ziya ile nur bu âyetlerde ayrı olarak ifade buyurulmuştur. Şu halde ziya cismin bizzat verdiği ışık; nur ise, bilvasıta yansıyan parlaklıktır. Nitekim yine Allah Teâlâ:
"Yücedir O (Allah) ki gökte burçlar yaptı ve orada bir kandil ve aydınlatıcı bir ay var etti" [576] buyurur. Müfessirler de bu farka işaret etmişlerdir. Âyet, güneşi ışığın kendisi ayı da nurlu yapan, demektir. Nur daha umumî, ziya bizzat, nur bil'araz olur. Ay'ın ışığını güneşten iktibas ettiğine dikkat çekiliyor [577]. Ziyada fazla parlaklık, yükselme, şiddetli parıltı, kuvvet, hareket ve yayılma vardır. Nurda ise genel olarak karanlığa karşı olan bir aydınlık yayılması ile sükûnu andıran bir temizlik, duruluk ve letafet düşünülür. Nûr, ziyanın parıltısı, şuası, karanlığı yok eden şulesidir. Ziyada nurdan başka birşey daha vardır. Meselâ sıcaklık ve ateş ile bulunabilir [578]. Biraz önce işaret ettiğimiz gibi güneş orta büyüklükte bir yıldızdır. Çünkü güneşten çok büyük yıldızlar da vardır. Güneşin yörüngesinin yarıçapı 30.000 ışık yılıdır. Güneş bu yörüngede bir dönüşünü 250 milyon yılda tamamlar. Yerkürenin oluşumundan beri 19 dönüş yaptığı ileri sürülmektedir. Yerküre gibi kendi etrafında dönüşü batıdan doğuya doğrudur. Kendi etrafında dönüşü kutuplarında 34, ekvator kısımlarında 25 günde tamamlar. Bu ve benzeri bazı belirtilerden güneşin katı bir cisim olmayıp bir gaz kütlesi olduğu sonucuna varılmaktadır. Yerküre 2 mm çapında bir saçma tanesine benzetilirse, güneş onun yanında 22 cm çapında bir futbol topu kadar olur. Sistemi içerisinde dokuz gezegen, 32 uydu, 2000'den fazla küçük birçok kuyruklu yıldız ve milyonlarca meteor bulunur. Güneş enerjisinin, çekim sebebiyle, gaz, toz ve madde buharlarının toparlanarak sıkışmasından husule gelen, yüksek sıcaklık kritik bir değerden sonra, hidrojen atom çekirdeklerinin birbirine çarparak, helyum atomu çekirdeklerine dönüştürülmesinden ortaya çıktığı söylenir. Bütün yıldızlarda enerji oluşumu aynıdır. Güneş yerküreye en yakın olan yıldızdır. Yerküredeki hayatı sağlayan ve deva'm ettiren sebeplerin başından gelir. Güneş yeryüzünün mıknatıslığına tesir eder. Güneş lekeleri insanlarda ruhî davranış değişikliklerine sebeb olmaktadır. Güneş lekelerinin sayısı ile akıl hastalıkları, geçimsizlik, kumar oyunlarına düşkünlük arasında alâkalar olduğu araştırma konusudur. Ağaç kesitlerindeki daireye benzer konsterik eğriler arasındaki fasılalar peryodunun güneş lekeleri periyoduna uygun düştüğü buluşundan dolayı Douglas 2500 dolarlık Roşerj mükâfatını kazanmıştır. Başka başka frekanslı radyasyonların, hücrelerin büyümesi ve mahiyetine yaptığı tesirler üzerinde mühim araştırmalar yapılmıştır. Modern ilim, canlı cisimlerin huy ve tavırlarının bu radyasyonlara hassas guddelerin ifrazlarına bağlı olduğunu meydana koymuştur [579].
Güneşin çekimi de çok fazladır. Yeryüzündeki yüksek atlama şampiyonu güneşte atlayabilse 8 cm kadar yüksek atlayabilir. Bu atlet aya gitse orada 14 metre yüksek atlar.
Ay ile güneş dünyamıza çok yakın iki alâmet olduğu için birçok âyetlerde beraber zikredilerek onların bir hesap vasıtası oldukları belirtilmiştir. "Güneş de, ay da bir hesap ile (cereyan etmekte)dir" [580].
"Ay'a da konaklar tayin ettik. Nihayet o, eski urcun haline döndü" [581].
Bu âyette ayın safhaları, ilk ve son safhada aldığı durum belirtilmektedir. "Karanlığı yarıp sabahı ortaya çıkaran O'dur. Geceyi dinlenme zamanı, güneş ve ayı (vakitlerin bilinmesi için) birer hesap (ölçüsü) yapmıştır. Bu o üstün ve bilen (Allah)'ın takdiridir" [582]. Bazı âyetlerde güneş ve ayın Allah'ın emrine musahhar ve ona secde etmekte oldukları [583], diğer bazılarında da bunların insanlar için teshir edildiği (hizmete koşulduğu) [584] ifade buyurulur. Güneş gündüzün, ay gecenin alâmetidir. [585] âyetinde "Gecenin alâmetini sildik" ibaresinden, ayın da güneş gibi eskiden ışık saçar bir yıldız olduğu ileri sürülmüştür [586].
Ay, yerküreye en yakın gök cismidir (384.000 km.) Halbuki yerküre, güneşten 149.500.000 km. uzaklıktadır. Ay, yerkürenin bir uydusudur. Bu durum şu âyetten de anlaşılmaktadır:
"Güneşe ve onun aydınlığına andolsun onu takip ettiği zaman aya andolsun" [587]. Yerin etrafında yaklaşık 29,5 günde döner. Dünya da güneşin etrafında döndüğü için ay, hem de güneşin etrafında dönmüş olur. Kendi çevresinde dönmesi de 29,5 günde olduğu için ayın daima bize bir yüzü görünür. Ayın gecesi ve gündüzü iki hafta sürer. Ayda sıcaklık soğukluk farkının çok fazla oluşu (86°C'den-185°C), atmosfer ve suyun bulunmayışı, bizimki gibi bir hayata elvermemektedir. [588]
Pek çok âyet-i kerîmede gök cisimlerinin hep birer felekte yüzdükleri haber verilir. "Geceyi, gündüzü, güneşi, ayı yaratan O'dur. (Bunlardan) her biri bir yörüngede yüzmektedirler" [589].
"Ne güneşin aya erişmesi kendisine yaraşır, ne de gece gündüzün önüne geçebilir. Her biri bir felekte (yörüngede") yüzmektedirler" [590]. Bu âyetlerde dönme yerine "yesbehûne: yüzüyorlar" fiilinin kullanılması dikkat çekicidir. Bir de "yecrî: (akıyor)" fiili kullanılıyor...
"... Güneşi ve ayı iradesine boyun eğdirdi. Hepsi belli bir süre için akıp gitmektedirler. (Yaratma) işi(ni) düzenler, âyetlerini açıklar ki, Rabbinizle karşılaşacağınıza kesin olarak inanasınız"[591].
"Görmedin mi, Allah geceyi gündüzün içine sokuyor. Güneşi ve ayı emrine boyun eğdirmiştir. Her biri muayyen bir süreye kadar akıp gider. Ve Allah yaptıklarınızı haber almaktadır." [592]
Aynı mealde şu âyetleri de mütala edebiliriz [593].
Dikkat çekici bir husus da, "Fî felekin yesbehun" ve "Yecri li ecelin musemmâ" şekliyle felek için "yüzüyorlar", ecel-i musemmâ: belirli müddet için "yecri" "akıyorlar" fiilinin kullanılışıdır. Bir de "müstekar" kelimesi dikkat çekicidir. "Güneş de kendi müstekarrı (yani konulmuş olduğu yer) için akıp gider. Bu üstün ve bilen (Allah)'ın takdiridir." [594] Bu sonuncu âyette müstekar kelimesi, mimli mastar, ism-i zaman ve ism-i mekân olabilir. Lâm ile de birkaç anlam kazanır. Kör bir tesadüf eseri değil, sabit bir kanunla cereyan eder, demektir. Güneş bir istikrar için, yani kendi sisteminde bir düzen meydana getirmek için akıp gider, manâsı da vardır. Müstekar zaman ismi olduğuna göre, manâ "Güneş kendine mahsus bir istikrar, yani durma zamanına kadar akıp gider" demek olur ki, bu durma zamanı güneşin söndürüleceği kıyamet zamanıdır. Müstekar mekân ismi olursa "Güneş kendisine tahsis edilmiş bir istikrar yerinde, yani yörüngede akıp gider" demek olur. Keza güneş istikrar bulacağı yer için hareket eder mânâsı da vardır ki, bu takdirde güneşin başka bir merkeze doğru hareket ettiği de anlaşılır [595]. Felek ise, bazılarına göre "Değirmen demiri biçiminde birşeydir." Bazılarınca "Güneş ve ay ve yıldızların sür'atle akışıdır." Bazılarınca "Yıldızların kendisiyle döndükleri kutuptur." (Bu mânâda mihver, yani eksen gibi anlaşılıyor.) Arapça'da her dönen şeye felek denir [596]. Doğru görüş, yıldızların medarı, dönüş yeri, mahreki: yörüngesi olmasıdır. O halde ne kadar gök cismi varsa o kadar da felek vadir [597]. Çünkü âyet-i kerime her biri bir felekte yüzüyor, buyurmaktadır. Yedi kat gök konusunda belirttiğimiz gibi, feleği yıldızların gök katı olarak da anlamışlardır. Bunun münasip olmayacağını ifade etmiştik. O halde gök cisimlerinin her biri, bir felekte, yani medarında, mahrekinde, yörüngesinde veya bir mânâya göre ekseninde yüzüyorlar. Bir Belli bir müddete kadar akıp gitmektedirler. Bu konuda Kur'ân'da "devr: dönme" kelimesi kullanılmayıp adı geçen fiillerin kullanılması; yüzüyorlar, akıp gidiyorlar beyanatı, gök bilginlerine ne kadar geniş ufuklar açıyor! Sadece bu gök cisimleri, kendi ekseni ve yörüngeleri etrafında dönmekle kalmıyor, bir istikrar yerine, durak yerine ve belli bir zamana (ecel-i müsemma'ya) doğru, demir atacağı zamanı ve yeri kollayan bir gemi gibi, yüzüyor ve akıp gidiyorlar. Eğer sadece devr (dönme) fiili kullanılsaydı bu gök cisimlerinin fezada aynı yerde dönüp aynı yere geldikleri hatıra gelirdi. Halbuki bunlar sadece devr etmiyorlar, rücu’ da etmiyorlar, aynı zamanda belirli bir yere ve zamana akıp gidiyorlar. Bu akışlarına döne döne devam ediyorlar. Bu âyetlerde, kâinatın genişlemekte olduğunu ifade eden görüşler biraz daha mânâ kazanmaktadır.
Bugün astronomi ilmi de gök cisimlerinin bir yörüngede döndüklerini kesinlikle bildiriyor. Hatta sabit zannedilen yıldızlar bile, sabit zannettiğimiz maddelerin atom çekirdeklerindeki hareket gibi dönüyorlar. Uydular hem kendi çevrelerinde, hem de peyki oldukları cismin etrafında dönüyorlar. Dünyamız da bir gök cismi olduğuna göre, o da dönüyor; güneş sistemi, güneşin etrafında dönüyor. Melekler Arş-ı Âlâ'nın etrafında dönüp tavaf ediyorlar. Mü'minler Kâbe-i Muazzama'nın etrafında dönüyorlar. Şu halde; kâinatta durgunluk değil, hareket hâkimdir. Bu arada dünyamızın da çok sür'atli döndüğünü belirtelim. Güneşin bir gezegeni olan dünyamız hem kendi çevresinde hem de diğer seyyare (gezegen)'ler gibi güneşin etrafında dönerek yüzüyor. Güneşin etrafında dönüşü saatte 110 km'ye yakın hızladır. Kendi çevresindeki dönüş hızı ise, kutuplarda biraz yavaş, Ekvator'da daha sür'atli olmak üzere değişir. Kutuplarda saatteki hızı 800 km iken, Ekvator'da saatte 1420 km'dir [598]. Yerkürenin bir üçüncü hareketi de, bütün Güneş sistemi ile birlikte dönmesidir. Güneş Sistemi öteki yıldızların hareketine uyarak Herkül burcuna doğru saatte 72.000 km'lik bir hızla gider [599]. Bu üçüncü hareket mezkûr âyetlerdeki "yüzüyor, akıyor" ifadesini daha iyi açıklıyor, sanırım. Şu sür'atler bugünkü karayolu vasıtalarının ulaşamadıkları hız ölçüleri olduğuna göre, nasıl oluyor da biz dünyanın döndüğünün farkına varmıyoruz. Yerde bir vasıta ile nasıl ki sür'atlice giderken, yol kenarındaki ağaçların, binaların bizden kaçtığını zannederiz. Kendimizin sabit olduğu hissi gelir, gerçekte ise hareket eden biziz ve yol kenarındaki cisimler sabittir. Aynı şekilde bir kara vasıtası gibi bindiğimiz yerkürenin içerisinde iken hareketini farketmiyor ve sadece ay ve güneş gibi diğer gök cisimlerinin hareket ettiklerini zannediyoruz. Halbuki biz de, o cisimler de bindirilmiş kıtalar gibi hareket halindeyiz. İşte Cenab-ı Hak dünyayı ve üzerindeki dağları o büyüklükte yaratmış ki, bu dönüşü hissetmeden yaşıyoruz. Yüce Kudret şu uzayda, birbirine çarpmadan yüzen sayısız feza gemileri yaratmıştır.
Şu halde yerküre hem güneşin etrafında dolanırken, hem de kendi etrafında batıdan doğuya doğru dönerek yüzdüğü için, güneşe daima bir yüzünü çevirirken öbür yüzünü arkada bırakıyor. Güneşin önünden her geçişinde güneşe bakan yüzü gündüz, gölgede kalan arka kısmı ise gece oluyor. Bu olay her yirmi dört saatte tekrar ediliyor, işte gece ve gündüzü Allah bu hareketlerle yaratmıştır. "Geceyi, gündüzü, güneşi, ayı yaratan O'dur. (Bunların) her biri bir yörüngede yüzmektedirler" [600]
"O'dur ki yaşatıyor, öldürüyor. Gecenin ve gündüzün değişmesi O'nun (eseri)dir. Aklınızı kullanmıyor musunuz?" [601]
"Allah gece ile gündüzü çevirir (birbirini takip ettirir, veya birinin süresinin arttırır, diğerinin azaltır). Şüphesiz gözleri olanlar için bunda bir ibret vardır." [602]
"Ve O, öğüt almak veya şükretmek isteyenler için, gece ile gündüzü, birbirini izler yaptı"[603].
"Allah geceyi gündüzün içine sokar, gündüzü de gecenin içine sokar; güneşi ve ayı emri altına almıştır. Her biri belirtilmiş bir süreye kadar akıp gidiyor, işte (bütün bunları yapan) Rabbiniz Allah'tır. Mülk O'nundur. Ondan başka çağırdıklarınız ise bir çekirdek kabuğuna bile sahip değillerdir" [604].
“Ne güneşin aya erişmesi kendisine yaraşır, ne de gece gündüzün önüne geçebilir. Her biri bir felekte (yörüngede) yüzmektedirler" [605].
"Gökleri ve yeri hak ile yarattı. Geceyi gündüzün üzerine doluyor, gündüzü de gecenin üzerine doluyor. Güneşi ve ayı buyruğu altına aldı. Her biri belli bir süreye kadar akıp gitmektedir, iyi bilin ki O, Aziz ve çok bağışlayıcıdır"[606].
"Allah O'dur ki geceyi, içinde istirahat etmeniz için (serin ve karanlık); gündüzü de (işinizi) görmeniz için aydınlık yaptı. Şüphesiz Allah insanlara lütufkârdır; fakat insanların çoğu şükretmezler." "Geceyi (karanhğıyla sizi örten) bir elbise yaptık (yarattık), gündüzü geçim(iniz için çalışıp kazanma) zamanı yaptık" [607].
"Biz gece ve gündüzü (kudretimizi gösteren) iki âyet yaptık. Gecenin âyetini sildik, yerine gündüzün âyetini aydınlatıcı yaptık ki, hem (yaşamanız için) Rabbinizden bir lutuf arayasınız ve hem de yılların sayısını ve hesabını bilesiniz. Biz herşeyi açık açık anlattık" [608].
Bu âyette gecenin âyeti karanlık, gündüzün âyeti ışıktır denildiği gibi, gecenin işareti ay, gündüzün işareti güneştir de denilmiştir.
Yukarıdaki âyet-i kerîmelerde gece ile gündüzün birçok hikmetleri dile getirilmektedir. Gecenin beşer tabiatına uygun olarak bir örtü, uyku, istirahat zamanı; gündüzün çalışma, maişet zamanı kılınışı, gecenin gündüze, gündüzün geceye bürünmesi, dünyanın güneş etrafında dolanırken mevsimlerin meydana gelişi ve gündüzlerin uzayıp kısalması belirtilir. Gündüz ve gece birbirlerini durmadan sür'atle kovalamalarına rağmen [609] birbirlerine kavuşup geçemezler. Hepsi kendilerine takdir edilen zamana kadar dakik bir intizamla akıp gidecektir.
"...(O) geceyi, durmadan onu kovalayan gündüze bürüyüp örter..." [610] Rus kozmonotu Yuri Gagarin, bu âyetteki "hasîsen" kelimesini tefsir ettiğini bilmeyerek şöyle demişti:
"Dünyanın hem kendi ekseni, hem de Güneş çevresinde dönmesi neticesinde yerküre sathında ışık ile karanlığın müthiş bir sür'atle birbirini takıp ettiğini gördüm" [611]. Gece ile gündüzün değişmesine ne büyük olaylar sebep oluyor! Koca koca cisimler ne büyük sür'atle hareket ediyorlar! Elbette düşünenler için bunda büyük ve pek çok ibretler vardır! Bunu ancak imanla bilenler anlar. Nitekim Allah buyuruyor ki:
"Görmediler mi, biz geceyi, içinde istirahat etmeleri için yarattık, gündüzü de aydınlık yaptık. Şüphesiz bunda inanan bir kavim için âyetler vardır." [612]
Pek çok âyet-i kerime, bütün bu kâinatın gerçek bir maksatla, bir hikmetle yaratıldığını ifade eder. Elbette koca koca dünyalar, bu uçsuz bucaksız fezada boşu boşuna kurulmuş bir saat gibi mânâsız yere dönmüyorlar. "Göklerin ve yerin yaratılışında, gecenin ve gündüzün gidip gelişinde elbette akl-i selîm sahipleri için ibret verici deliller vardır. Onlar ayakta, oturarak ve yanlan üzerine yatarken Allah'ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler; Rabbimiz (derler), bunu boş yere yaratmadın, sen yücesin, bizi ateş azabından koru!" [613]. Bu âyetlerde göklerdeki, yerdeki, gece ve gündüzün değişmesindeki ilâhî hikmetleri ve sırları kavramak gayesi bulunduğu gibi, tabiî ilimlerle gök ilimlerini araştırmaya da teşvik vardır. Rasûlullah (s.a.v.):
"Vay bunu (âyeti) çeneleri arasında çiğneyip de bunun hakkında düşünmeyenlere!" buyurmuştur [614].
“Göklerde ve yerde olanlara bakın' de; o âyetler ve uyarmalar inanmayacak kavme yarar sağlamaz" [615].
"De ki: Yeryüzünde gezin, bakın yaratmaya nasıl başladı, sonra Allah, son yaratmayı da yapacaktır. Çünkü Allah herşeye kadirdir" [616].
"Biz onlara ufuklarda ve kendi canlarında âyetlerimizi göstereceğiz ki, o (Kur'ân)ın gerçek olduğu, onlara iyice belli olsun. Rabbi'nin her şeye şahit olması, (herşeyi görmesi sana) yetmez mi?" [617].
Ufuklarda demek dünyanın çeşitli bölgelerinde demek olduğu gibi, fezanın çeşitli mıntıkalarında anlamına da gelebilir. Kendilerinde ve kâinatta onlara âyetlerimizi göstereceğiz demek olsa gerektir.
"Gökleri ve yeri hak ve hikmetle yaratan O'dur" [618].
"Allah gökleri ve yeri gerçek olarak yarattı, tâ ki her can kazandığıyla cezalandırılsın, onlara haksızlık edilmez"[619]. "Biz gökleri, yeri ve ikisi arasında olanları (boş yere değil), ancak gerçek ile ve belli bir süreye göre yarattık, inkâr edenler uyarıldıkları şeyden yüz çevirmektedirler" [620].
Aynı mealde şu âyetler de göklerin, yerin ve bu ikisi arasında bulunanların boş yere değil, gerçek bir maksatla yaratıldığını ifade ederler [621]. Bu âyetlerdeki "bi'l-hak" ifadesine, müfessirler şu mânâları vermişlerdir:
"Abes veya oyun için değil, herkesi amellerine göre cezalandırmak ve imtihan etmek için yarattı; adaletle, hikmetle yarattı ki, kötülük işleyenler kendi amelleriyle, iyilik işleyenler iyilikle karşılık görsün. Boş yere oyun olarak yaratmamıştır" [622]. Bu mânâlarda müfessirler müttefiktirler [623]. Şu halde Allah bu âlemi âhiret hayatına bir şantiye olarak, oranın kazanılması için yaratmış. O hayat kurulunca bu şantiye yıkılacaktır, insanlar bu dünyada Allah'ı tanıyıp Ona kulluk etme imtihanını bu dünyada verecekleri için bu koca varlık âlemi kurulmuştur. Kimseye haksızlık ve zulüm için değil, adalet için, öteki hayata hazırlık için kurulmuştur. Bunların boş yere yaratıldığını iddia etmek kâfirlerin kuruntusudur. "Göğü, yeri ve ikisi arasındakileri boş yere yaratmadık, (bunlar bir tesadüf eseri değildir), bu inkâr edenlerin zannıdır. (Onlar kâinatın boş bir tesadüf eseri olduğunu söylerler). Bu yüzden o inkâr edenlere ateşten helak vardır" [624]. Şeyh Sadî'nin dediği gibi;
"Bulut, rüzgâr, ay, güneş, felek hepsi şunun için çalışıyorlar; sen eline bir ekmek geçirebilesin ve onu da gafletle yemeyesin!" Şu muazzam kâinat, işte bu gerçek maksat için kurulmuştur. Hazırlık yeri, şantiyesi bu kadar muazzam olan âhiret âleminin kendisi nasıldır? Bunu ancak Allah bilir.[625]
Canlı, çoğalan, büyüyen, beslenen, bir etkiye karşı tepki gösteren, çevrelerine uyan, yer değiştirebilen varlıklara denir. Bugün yeryüzünde iki milyon çeşit canlı yaşamaktadır. Canlıların yapı taşı hücredir. Hücreler dokuları, dokular organları sistemleri, sistemler de bir araya gelerek canlı organizmayı meydana getirir [627].
Cenab-ı Hak yeryüzünü iki devirde yarattıktan sonra, yukarıda işaret ettiğimiz gibi, müteakip iki devirde (gün) de üzerindeki bereketleri, gıdalarını, bitkilerini ve ağaçlarını yaratmıştır [628]. Yeryüzü şekillerinin tamamlanıp düzenine konulmasından sonra, yeryüzünde ilk canlılar yaratılmıştır. Allah bütün canlıları sudan yarattığını haber veriyor. Buna göre hayat sahibi varlıklar sudan neşv ü nema bulmuşlardır. "İnkâr edenler görmediler mi ki, göklerle yer bitişik idi, Biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık. Hâlâ inanmıyorlar mı?" [629].
"Allah her canlıyı sudan yarattı: Onlardan kimi kamı üzerinde (sürünerek) yürür, kimi iki ayak üstünde yürür, kimi de (dört) ayak üstünde yürür. Allah dilediğini yaratır. Çünkü Allah herşeye kadirdir" [630].
Birinci âyette ce'ale fiili tek mef'ule müte'addi olduğu için halk (yaratma) mânâsındadır, yani sudan her canlıyı gerçek hayatla muttasif yarattık. Bunu ikinci âyet te'yid ediyor. Suyun hayatın başlangıcı ve canlıların maddesi olması ve bunun suya tahsis edilmesi, suyun canlının en büyük maddesi oluşundan, ona çok ihtiyaç duymasından, ondan bizzat faydalanmasından dır. Bu genel sözün tahsisi gerekir. Çünkü melekler ve cinler de canlıdırlar, fakat sahih olan görüşe göre, sudan yaratılmış ve suya muhtaç değillerdir. Katâde, âyetin tefsirinde:
"Her büyüyen şeyi sudan yarattık, demektedir. Çünkü hayattan maksat büyümedir" der. Bir cemaat ve Kutrub da: "Sudan murat nutfedir. Melâike, cin, hattâ nutfeden olmayan yeryüzü haşeratı gibi bazı hayvanları da istisna etmek gerekir" demişlerdir [631], imam Ahmed'in Ebu Hureyre'den rivayet ettiğine göre:
"Yâ Râsulallah dedim,
Seni gördüğüm zaman gönlüm hoş, gözüm aydın oluyor. Bize şu 'her şeyden haber ver.' Buyurdu ki:
“Herşey sudan yaratıldı.” Dedim:
Bana bir iş bildir ki, onu yapınca cennete gireyim. Buyurdu ki:
“Selâmı yay, yemek yedir, akrabalık bağını koru, insanlar uyurken gece namazına kalk, sonra selâmetle cennete gir” [632].
Şu halde hem nebatî, hem de hayvanı hayat sudan başlamıştır. Zikredilen iki âyetten birincisinde:
"hayy (hayat sahibi, diri)" kelimesi geçiyor ki, bu çok şümullüdür. Canlıların en basiti olan bitkiler de buraya girer, ikinci âyette "dâbbe" kelimesi geçiyor. Bu kelime; yürüyen, hareket eden ve debelenen, demektir. Şu halde bu ikinci âyet, canlıların hareketli olan hayvan ve insan kısmına şamildir. Ayrıca insanın da sudan yaratıldığını bildiren âyet vardır. "Ve O, sudan bir insan yarattı da onu nesep ve sihr kıldı. Rabbin herşeye gücü yetendir" [633]. Birçok müfessirler buradaki suyu nutfe olarak almışlarsa da, ÂIûsî, Beydâvî bunlarla birlikte "Adem (a.s.)'ın toprağının ekşidiği sudur. Toplanıp bir araya gelmesi, yumuşaması şekil ve biçim kabul edecek hale gelmesi için suyu insan maddesine katılan bir parça kılmıştır" derler [634]. Elmalılı M. Hamdi Yazır şöyle der:
"Yalnız mâ-i dank, mâ-i mehin denilen insan nutfesinden değil, hiç insan tohumu yokken alel-umum hayatın menşe'i olan ve semadan indirildiği zikredilen 'Biz herşeyi sudan canlı yaptık' buyurulan sudan yarattı da onu bir neseb kıldı, bir de sihr" [635].
Hayat Cenab-ı Hakk'i perdesiz tanıtan bir tezahürdür. Bugün laik ilim adamları da hayatın yeryüzünde ilkin sudan başladığını söylüyorlar:
"Yer kabuğu soğuyup içindeki ve atmosferindeki su buhar ve molekülleri tekasüf etmiş ve hâsıl olan su yeryüzünün çukurlarını doldurmuş, muayyen bir sıcaklıkta ılık suda hayatın ilk basit şekilleri tek hücreli mahlûk olarak başlamıştır. Su yosunları bitkisel hayatın en basit ve en ilkel şekilleridir. Sonra hayat tekâmül ede ede bugünkü insana kadar gelmiştir" [636]. Ancak bu tekâmüler görüşler, Allah'ın ilim irâde ve kudretini devre dışı bırakarak işi kendiliğinden ve tesadüfen olmuş gibi ifâde etmektedirler. Bu yanlıştır. [637]
Yine Fussilet süresi onuncu âyet-i kerîme yeryüzünün yaratılış çağları demek olan üçüncü ve dördüncü günde yer üzerindeki dağların, yeryüzü hareketlerinin ve yiyeceklerin, yani ağaçların ve bitkilerin yaratıldığını bildirmektedir. Daha önce geçen hadislerde de belirtildiği gibi üçüncü ve dördüncü gün yeryüzünde bitkiler ve ağaçlar yaratılmıştır [638]. Bugünkü ilmî nazariyeler bitkileri hayatın en basit şekli olarak görüyor. Onlara göre önce yosun şeklinde suda başlayan bitkisel hayat zamanla gelişerek karada da çıkmaya başladı. Karada başlayan ilk bitki ciğerotlarıdır. Kara yosunlarında önce gövde ve kök belirdi, yaprak yerine ince dikenler çıktı. İlk defa yaprağın çıkması eğrelti otlarında olmuş, ilk tohum da kozalaklılarda çzkmıştır. Bu bitkilerde çiçek yerine kozalak vardır. Çiçek bitki dünyasının en yüksek gelişmesini gösterir [639]. Bitkiyi şöyle tarif ediyorlar:
Bittiği yerde kökleriyle tutunarak gelişip çoğalan, ömrünü tamamladıktan sonra da kuruyarak varlığı sona eren yosun, ot, ağaç gibi canlı yaratıklara genel olarak "bitki" adı verilir. Genel özellikleri şunlardır:
Hayvanlar gibi yer değiştirmezler, hücrelerinde klorofil adı verilen yeşil bir renk maddesi vardır; hücre maddesi selülozdandır [640]. Bitkilerin canlı varlıklar olduğuna şu mealdeki âyetler işaret ediyor, "ölü toprak onlar için bir âyettir. Biz onu dirilttik, onda taneler çıkardık da ondan yiyorlar" [641]. Allah Teâlâ, Kur'ân'da bu mânâdaki âyetleri ölüleri dirilteceğine delil olarak getirir.
Kur'ân-i Kerîm'de bitkiler hakkında pek çok âyet-i kerime vardır, "nebete" fiili ile "tenbütü (biter) şeklinde muzariden zeytin ağacı hakkında "Tur-i Sina'dan çıkan, (meyvası) yağlı olarak biten, yiyenlerin (yağına ekmeklerini) batıracakları bir (zeytin) ağacı yetiştirdik" [642], âyeti geçer. Aynı kökten if al babından "inbat: bitirmek" şekliyle, yedi başak bitiren taneye [643] her güzel çiftten bitiren toprağa, mecaz yoluyla izafe edilir. Bu kökün if âl babından gelen mazi fiilleri
"en-betnâ: Biz bitirdik" şeklinde Allah'a izafe edilir. Bu şeklîn mef'ulleri, her ölçülü bitki [644], güzel ve çift çift bitkiler [645], bahçeler [646], kabak cinsinden ağaç [647], taneli biçilecek ekinler [648], üzümler yoncalar [649], zeytin ve hurma ağaçları [650], meyvalar, çayırlar [651] âyetinde geçer. Bu kökten "tunbitu" bir yerde yine arza izafe edilir [652]. Nebat kelimesi de Kur'ân'da bitki mânâsında [653]âyetlerinde geçer, iki âyette de mecazî olarak insan hakkında da geçmektedir [654].
Ayrıca bu bitki konusunda, "Haraca (çıktı), ihraç (çıkarmak) fiilleri kullanılır. "Tahrucü" [655] âyetinde zeytin ağacı hakkında geçer. "Yahrucü" (çıkar, biter) şeklinde [656] âyetinde geçer. "İhraç" (çıkarma) şeklinde, Allah gökten bir su indirir ve onunla çeşitli bitkiler bitirir anlamında şu âyetlerde geçer ve Allah'a nisbet edilir [657]. Bu bitkiler, ot, ağaç, ekin v.s.dir [658]. Bir defa da "Taneyi ve çekirdeği yarıp çatlatan Allah'dır" mealinde (İnnallahe fâli-ku'1-habbi ve'n-neva) şeklinde [659], de geçer. Çiçekli çiçeksiz, meyvah meyvasız binbir çeşit otları, ağaçları, ekinleri bitiren Allah bunlarla yeryüzünü süslemiş, hayvanları ve insanları rızıklandırmıştır. Meselâ bir kısım polen tanecikleri rüzgâra kapılarak binlerce metre yükseklere savrulur. Bunların bazı küçük böceklere yem vazifesi gördüğü, Everest'te yaşayan örümceklerin de bu böceklerle beslendiği tesbit edilmiştir. 600.000 çeşit olduğu ileri sürülen bitkilerin [660] -ki bu rakamla tahdidi isabetli olmasa gerek- birbirine hem benzer ve hem benzemez tarzda yaratan Allah'tır. "Çardaklı çardaksız (üzüm) bahçeleri, Ürünleri çeşit çeşit hurma(ları), ekin(leri), zeytinleri, narları - birbirine benzer ve benzemez biçimde-yaratan hep O'dur. Her biri meyva verdiği zaman meyvasından yeyin, hasat günü hakkını (sadakasını) verin; fakat israf etmeyin; çünkü O, israf edenleri sevmez!" [661]. Cenab-ı Allah bütün varlıklarda olduğu gibi, bitkilerde de cinsleri birbirlerine genel hatları ile benzettiği halde, fertlerini birbirinin tam aynısı olarak yaratmamıştır. Yüzbinlerce çeşit bitkiyi ve bütün diğer varlıkları böylesine benzerlik içersinde, benzemez şekillerde yaratmak Onun iradesinin, ilminin, ihtiyarının kemâl-i kudretinin en çarpıcı âyetleridir.
Bitkilerin hayvanlardan farklı tarafları olarak hareket etmemeleri, hayvanlar gibi dışandan gelen tesirlere tepkide bulunamayışları gösterilmekle beraber, mavi su yosunları ışığın tesiriyle kımıldar, bir çeşit ibtidai mantarda selüloz bulunmadığından amipler gibi yalancı ayaklar çıkarakak hareket eder. Küstümotu, böcekcil bitkiler gibi bazı yüksek yapılı bitkiler, dokunma, ışık, ısı gibi dış tesirler altında birtakım hareketler yaparlar. Buna mukabil süngerler, selentereler, hayvanlar âleminden olmalarına rağmen sularda toprağa bağlı yaşarlar [662].
işte Cenab-ı Allah daima kendi kanunu olan yeknesaklığı, yine kendi irade ve ihtiyarını gösteren istisnalarla değiştirmiştir. Böylelikle kör tabiat ve tesadüf şaibesi ortadan kaldırılıyor. Hem benzer, hem de benzemez tarzında yaratmasıyla, zıtlar içersinde ahenk ile, burada da Cenab-ı Hakk'ın irade, ilim ve kudreti kendini gösteriyor. Meselâ, genel olarak bitkiler su ve topraktan aldığı gıdalarla beslendikleri halde, böcekcil bitkiler çiçeklerin üzerine konan böcekleri hapsederek kanını emmek suretiyle beslenirler, işte burada da hem benzer, hem benzemez esası carîdir.
Bitkiler çiçekli ve çiçeksiz bitkiler olmak üzere genel bir sınıflandırmaya tâbi tutuluyor. Bitkilerin en gelişmişi olarak çiçekli bitkiler kabul ediliyor. [663]
Cenab-ı Hak kendisi tek olduğu halde canlı cansız varlıkları çeşit çeşit, sınıf sınıf, benzer benzemez şekilde çift çift, erkekli ve dişili yaratmıştır. Canlı varlıkların nesillerini devam ettirebilmeleri üremelerine bağlıdır. Erkek ve dişinin birleşmesinden yeni bir canlı, meydana gelir. Bu tarzda tenasül yoluyla canlılar zürriyetlerini devam ettirirler. Erkeklik dişilik bitki, hayvan ve insan için ortak bir özelliktir. Mahlûk olmanın bir alâmetidir. Çiftlerin yaratılmasının Kur'ân'da çokça yer alışı, Kur'ân okuyan herkesin dikkatini çeker. "Herşeyden iki çift (erkek-dişi) yarattık, tâ ki düşünüp öğüt alasınız. (Mümkün varlıkların çift, müteaddid olduğunu, yalnız bizim tek olduğumuzu anlayasımz)" [664].
"O ki bütün çiftleri yarattı ve size bineceğiniz gemiler ve hayvanlar var etti" [665].
Arapça'da "zevç" sınıf ve nev'i mânâsına geldiği gibi, birbirine herhangi bir şekilde yakın, mümasil yahut birbirlerinin zıddı olan şeylere de zevç denmektedir. Bunların her birine, yani çiftlerin eşlerine zevç, çiftleri zevcân, cemi olarak da ezvâc denilmektedir. Nitekim Rasülullah (s.a.v.) "Kim Allah yolunda bir çift harcarsa cennet bahçeleri ona sür'atle yönelir." buyurdu. Denildi ki:
Bir çift nedir. Resulullah buyurdu:
"İki at, iki köle, iki deve'dir" [666]. Bu mânâları Râgıb da zikrettikten sonra "zevce ve cemisi zevcât bozuk bir lügattir" der ve ilâve eder:
"Herşey, bir cevher, bir araz, bir madde ve suretten meydana gelmiştir. Kendisine terkib âriz olan hiçbir şey yoktur ki, onun yapma bir-şey olduğunu ortaya koymasın. Her yapılan şeyin de bir Sani'i vardır. Yalnız Allah tektir. Cihanda bulunan herşeyin, bir zıddı, bir benzeri, veya bir terkibi vardır. Zıddı ve benzeri olan da cevher ve arazdan mürekkeptir. Cevher ve araz da iki eştir. Kur'ân’da zevç kelimesi bütün bu mânâlarda kullanılı [667]. "Ne yücedir O (Allah) ki toprağın bitirdiklerinden, kendilerinden ve daha bilmedikleri nice şeylerden olan bütün çiftleri yaratmıştır." [668] Bu âyetlerde çiftler hem erkek-dişi mânâsına alınabileceği gibi, hem de nevî', sınıf, benzer, zıt mânâlarına alınabilir. Bütün çiftleri yarattı mefhumu bu âyetlerde daha da genişlik kazanmaktadır.
Bitkilerin çeşitleri hakkında pek çok âyet zikredilebilir.
"...Gökten bir su indirdik, orada her güzel çifti bitirdik" [669]
"... Orada bütün meyvelerden iki çift yarattı..." [670].
"O ki yeri size beşik yaptı ve onda sizin için yollar açtı, gökten bir su indirdi. Onunla her çeşit bitkiden çiftler çıkardık" [671]. Cennette de çift meyveler olduğu bildiriliyor:
"İkisinde de her meyvadan iki çift var" [672].
Bitkilerin erkekli dişili olduğunu, görüldüğü gibi, Kur'ân, ondört asır evvel haber vermiştir. Bitkilerin bir canlı olarak üremesi, iki şekilde oluyor:
1- Eşeyli üreme,
2- Eşeysiz üreme. Eşeysiz üreme basit bitkilerin bölünerek üremesidir, bakteri hücreleri de böyle ürerler. Eşeyli üreme bitkilerin büyük kısmında görülür. Çiçekli bitkiler, bitkilerin ileri kısmıdır. Çiçekli bitkilerde üreme çiçek vasıtasıyla olur. Bazı bitkilerde hem erkek hem de dişi organ bulunur, bazılarında yalnız birisi bulunur. Gül, badem, menekşe gibi bitkilerde erkek ve dişi organlar aynı çiçektedir. Söğütte ise erkek çiçekler başka, dişi çiçekler başka söğüt ağacındadır. Erkek hücrenin dişi hücre ile birleşmesini, çoğunlukla rüzgârlar, erkek hücreyi uçurarak dişi hücrenin tepesine kondurmak suretiyle temin ederler [673]. Kur'ân bunu keşfedilmeden asırlar önce haber vermiştir. "Rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik de gökten su indirdik, böylece sizi suladık. (Yoksa) Siz, suyu depo edemezdiniz"[674]. Allah ayrıca erkek tohumlarda uçmasına yardım eden uçurtma kuyrukları gibi kuyruklar yaratmıştır. Böcekler, karıncalar, kuşlar da bitkilerin tozlaşmasına yardım ederler [675].
Hayvanların da çift çift, sınıf sınıf yaratıldığı Kur'ân'da pek çok âyette mezkûrdur. "Gökleri ve yeri yoktan var edendir. Size kendinizden çiftler, hayvanlardan çiftler yaratmıştır. Bu (düzen içinde) sizi üretiyor. Zatına benzer hiçbir şey yoktur. O işiticidir, görücüdür" [676].
"Sîzi bir tek candan yarattı. Sonra ondan eşini meydana getirdi ve sizin için davarlardan sekiz eş indirdi: (deve, sığır, koyun, keçi)..." [677]
Allah insanları da erkekli dişili yaratmış, onlar da tenasül yolu ile üremektedirler. "Ve sizi çift çift yarattık" [678]. "Ondan (kan pıhtısı) iki eşi; erkeği ve dişiyi var etti" [679].
"O yarattı iki eşi; erkeği, dişiyi" [680].
"O'dur ki sizi bir tek nefisten yarattı, gönlü ısınsın diye ondan eşini var etti..." [681] işte Allah, maddeye, mühür basar gibi türlü şekiller vermiştir. [682]
Hayvanlar canlıların hareket edebilen, etkiye tepki gösteren, sevk-i tabiîleri bulunan kısımlarıdır. Bitkilerden daha ileri canlılardır. "Hayvanlardan da (çeşit çeşit yarattı) kimi yük taşır, kiminin yününden döşek yapılır..." [683]. "Hayvanları da yarattı. Onlarda sizin için ısınmanızı sağlayan şeyler ve daha birçok yararlar vardır. Ve onlardan kimini de yersiniz" [684].
"Binmeniz ve süs için atları, katırları ve merkepleri (yarattı) ve daha sizin bilmediğiniz nice şeyler yaratmaktadır"[685].
"İnsanlardan ve hayvanlardan da böyle türlü renkte olanlar var. Kulları içinden ancak bilginler, Allah'tan (gereğince) korkar. Şüphesiz Allah daima üstündür, çok bağışlayandır" [686].
"... Ve sizin için davarlardan sekiz eş indirdi: (deve, sığır, koyun, keçi)..." [687]
"Allah O'dur ki kimine binmeniz, kiminden yemeniz için size hayvanları yarattı" [688].
"Görmediler mi ellerimizin yaptıklarından kendilerine de hayvanlar yarattık da kendileri onlara mâlik olmaktadırlar" [689].
Gözle görülmeyecek kadar küçük mikroplardan tâ koca koca fillere, balinalara kadar yüzbinlerce çeşit hayvanı Allah yeryüzünde yaratmış, hem yeryüzünü onlarla şenlendirmiş, hem de onlarla insanlara rızık hazırlamıştır.
Hayvanlar alemiyle zooloji meşgul olmaktadır. Vücut yapıları, yaşayışları, beslenmeleri, üremeleri akıllara durgunluk verecek kadar çeşitli olan bu âlem, Cenab-ı Hakk'ın kudret ve ilmine açık açık deliller taşır. Bugün sadece böceklerin 700.000 çeşidi bilinmektedir. Bunlar bugün için bilinenlerdir. Bilinmeyenler ise pek çoktur. Bir böcekte Cenab-ı Hakk 14.000 bin göz yaratmıştır. Petek göz denilen binlerce gözün bir araya gelmesinden bir göz meydana gelir. Bu küçük gözlerin her biri karşısındaki cismin bir kısmını görür. Bu hayaller beyinde yanyana gelerek cismin tamamım meydana getirir. Arıların iki petek gözünden her birinde 7000, kara sineklerinkinde 4000 küçük göz vardır. Bazı böceklerde bu gözlerden başka başın ortasında birkaç tane daha basit göz bulunur. Böcekler böylece düşmandan korundukları gibi, besinlerini de daha kolaylıkla bulurlar [690].
Bunlarda elbette görecek gözler için ibretler vardır:
"Hayvanlarda sizin için ibretler vardır. Karınlarının içindekilerden size içiriyoruz. Onlarda sizin için daha birçok faydalar vardır, aynı zamanda onlardan yersiniz" [691].
"Bakmıyorlar mı develere, nasıl yaratıldı?" [692].
Öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenler, her zaman kullandıkları deveye bakmıyorlar mı? Ağır yüklerle yerden kalkması, meşakkatli işlere uygun acaib durumu, çok kuvvetli ve iri cüssesiyle pek çok hayvandaki yaratılıştan başka nasıl bir hârika yaratılışla yaratılmış. Bu hayvan bereketlidir, ağır yükleri uzak yerlere taşır, açlığa, susuzluğa karşı sabırlıdır. İki sulama arası on güne kadar uzayabilir. Diğer hayvanların pek yemeyeceği diken v.s.'yi yer, süt verir. Yürürken, kalkarken, çökerken, dururken insanlara itaatlidir. Büyük küçük herkes ve herşey onu katanyla birlikte yeder, çekebilir. Güzel ses ona tesir eder [693].
Bitkilerde olduğu gibi [694] hayvanlarda da çeşitliliği beyan için Kur'ân'da zevc-ezvâc (eş) kelimelerinden başka "elvan" kelimesi de geçmektedir. Çünkü elvan kelimesiyle de cins ve neviler anlatılır [695]. "Yeryüzünde yarattığı muhtelif renk (ve türlerdeki) (hayvanları, bitki)leri de (sîzin hizmetinize verdi). Şüphesiz bunda öğüt alan bir toplum için ibret vardır" [696].
Kur'ân'da hayvanlar için "dâbbe-devâbb" kelimeleri çok geçer. "Debb, debîb" hafif yürüyüş, demektir.
Dâbbe; yürüyen, kımıldanan, debelenen demektir. Canlı ve haşerât hakkında kullanılışı çoktur. Sonra at hakkında da kullanılışı yaygınlaşmıştır [697].
"...Allah'ın gökten su indirip onunla ölmüş olan yeri dirilterek, üzerine her çeşit canlıyı yaymasında..." [698]
"Allah her canlıyı sudan yarattı..." [699]
"... Ve orada her çeşit hayvanı yaydı..." [700]
"Gökleri ve yeri bunların içine yaydığı canlıları yaratması da O'nun âyetlerindendir. O, dilediği zaman onları toplamaya da kadirdir" [701].
Cenab-ı Hakkın yarattıkları sayıya gelmez. Bu gerçekleri öğrenince insan Resulullah (s.a.v.)'in mü'minlerin annesi Cüveyriye bînti'l-Haris'e öğrettiği tesbihatın ne kadar geniş manalı olduğunu daha iyi anlıyor:
"Yâ Rabbi! Seni mahlûkâtın sayısınca hamdinle teşbih ederim..." [702].
Cenab-ı Allah yeri, yerdeki bütün canlı ve cansız varlıkları yarattıktan sonra, yukarıda ifade edildiği gibi, yaratmanın altıncı günü, ilk insan ve ilk peygamber, beşerin atası Hz. Âdem'i topraktan yaratmıştır. İnsanın yaşaması için gerekli herşeyi yaratıp, yaşamaya uygun ortamı hazırladıktan sonra insanı yaratmıştır. Allah yaratmanın uzun altı devrinde herşeye en mükemmel şeklini vermiş, hatta insan için toprakta taşkömürü, petrol ve tabiî gaz vs. gibi enerji depo etmiştir. Bunlar milyonlarca uzun yıl süren yaratma çağlarında hazırlanmış ve müstekar şeklini almıştır. Bu kurulu nizama idareci, hâkim ve halife olmak üzere Yüce Allah insanı yaratmıştır. Bu husus Kitab-ı Mukaddes'te de belirtilir [703]. Elbette bütün bunlar bir gayeye yönelmiş icraatlardır. İnsan bu yaratıkların en sonuncusu ve en mütekâmilidir. Bu kurulu kâinat insanın hizmetine verilmiştir.
Allah insani topraktan yaratmıştır. Bu gerçek pek çok âyet-i kerîmede ifade buyurulur.
"O'nun âyetlerinden (sonsuz gücünün işaretlerinden) biri, sizi topraktan yaratmasıdır. Sonra siz (yeryüzüne) yayılan insan(lar) oluverdiniz" [704]. Şu âyetler de insanın topraktan yaratıldığını belirtir [705]. İnsanın topraktan yaratılması da uzun tekâmül devreleri geçirmiştir. Ebû Musâ'l-Eş'arî'den rivayet edilen bir hadis-i şerif şöyledir: "Doğrusu Allah Âdem'i Arz'ın her tarafından aldığı bir kabza topraktan yaratmıştır. (Bundan dolayı) Âdemoğulları toprağın miktarına göre (vücuda) gelmişlerdir. Onlardan kırmızısı, siyahı, beyazı ve bunlar arası (renkte olanları) vücuda gelmiştir. Yumuşak huylusu, sert huylusu, kötüsü ve iyisi (vücuda) gelmiştir" [706]. Bu hadis-i şerif; insan vücudunda yeryüzünde mevcut yüzüç elementin (makro element ve mikro elementlerin) çoğunun (80 kadar) az veya çok değişik oranlarda bulunduğunu bildiren biyolojik gerçekle [707] daha iyi açıklanmaktadır.
"Modern ilim, insan vücûdunun, yeryüzünün ihtiva ettiği elementleri kendisinde topladığını isbat etmiştir. Toprağın taşıdığı elementler şunlardır:
Karbon, oksijen, hidrojen, kükürt, azot, kalsiyum, potasyum, sodyum, klor, magnezyum, demir, manganez, bakır, iyot, florin, kobalt, çinko, silisyum ve alüminyumdur. Toprağı meydana getiren bu elementlerden, insanda da değişik nisbetlerde yer aldığını görüyoruz. Bu nisbet topraktan toprağa değiştiği gibi, insandan insana da değişmektedir. Fakat yine de bunlardan birer parça hepsinde bulunmaktadır". (S. Kutub, Fî Zilâk Merâği, Tefsir, XVIII, 10 s. 117'de Allah ve'1-ilmu'l-hadis, s. 180 den) İnsanın yaratılışındaki cevher, maddî ve manevî suretinde, yani bedenî terkibinde ve manevî huy ve kabiliyetlerinde tesirini gösteriyor. Nitekim cinlerin yaratılışı konusunda ifade ettiğimiz gibi, toprağın cevherinde, ağırlık, sükûnet, yumuşaklık, sebat ve teennî vardır. Bu özellikler insanların manevî suretlerinde tecelli etmiştir.
İnsanın topraktan yaratılışı da çeşitli safhalar arzeder. Nitekim Kur'ân-ı Kerim bunları değişik âyetlerde açıklar. Topraktan başlayan yaratılış, çamur haline gelir. İnsanın yaratılışındaki bu çamur safhasını ifade buyuran pek çok âyetler vardır. "Rabbin meleklere demişti ki:
"Ben çamurdan bir insan yaratacağını"[708].
"O'dur ki herşeyin yaratılışın! güzel yaptı ve insanı yaratmaya çamurdan başladı" [709].
İnsanın maddesi çamur bu safhada iken yapışkan bir şekle giriyor, bir sülâle, bir hülâsa (çamur özü) haline geliyor. "...Biz kendilerini yapışkan bir çamurdan yarattık" [710].
"Andolsun ki biz insanı çamurdan (meydana gelen) bir süzmeden yarattık" [711].
Bu âyette geçen "sülâle" kelimesi müfessirlerce, bulanıklık arasından süzülmüş çamur hülâsası,[712] birşeyden sıyrılıp çıkarılan bîr netice,[713] olarak izah edilir. Çünkü sülâle aslın değil, ondan çıkarılan hülâsanın ismidir, işte insan yaratılış mertebelerinde önce böyle çamurdan sıyrılıp süzülüp çıkarılan bir sülâleden yaratılmıştır. Çamurdan istifa edilmiş olan ve sonra insanın erzakı hizmetini görecek madenlerin, bitkilerin ve hayvanların sıyrılıp çıkarılmasından sonra bunların bir hulâsasından da hiç yokken Allah, insanı yaratmış ve insanlar bunların sonuncusu olmuştur [714]. Yine bu safhada bu çamur süzmesi uzun zamanın geçmesiyle mayalanıp kokar bir hal almıştır. "(İblis):
“Ben bir salsalden (pişmemiş çamurdan), değişken bir balçıktan (hamein mesnün) yarattığın insana secde edemem!" dedi. [715] Bu safhada şekillendirildiğini ve kuruduğunu anlıyoruz.
"Sizi yarattık, sonra size şekil verdik..." [716]
"Andolsun biz insanı pişmemiş çamurdan, değişmiş cıvık balçıktan yarattık... Bir zaman Rabbin meleklere demişti ki: "Ben kupkuru çamurdan, değişken balçıktan bir insan yaratacağım" [717].
Bu âyetlerdeki hame, ham’nin cem'idir. Siyaha çalan, değişen çamur/'mesnün" değişken demek olduğu gibi, kokan çamur da demektir. Bu mânâlar İbn Abbas, Mücahid ve başkalarından rivayet edilmiştir [718]. Hame'; su ile beraber olmaktan değişmiş, kararmış çamur; hame-i mesnûn "sinetu'l-vech"den alınarak eritilip kalıba dökülmüş çamur demektedir. Katade'den mesnûn'un (kokmuş) mânâsı rivayet edilmiştir. "Sin: dökmek'ten, mesnûn masbub (kalıba dökülmüş) demektir [719]. Sonra bu çamur belki kalıp haline gelebilmesi için yapışkan bir mahiyet alır.
"...Biz kendilerini yapışkan bir çamurdan yarattık" [720]. Şu halde "hame-i mesnûn" terkibinin geçtiği âyetler, hem insanın şekil verilmeden önceki cıvık, kokar halini, hem de salsal ki onun sıfatı olarak suret verilmiş kuru çamur halini ifadeye muhtemildir. Çünkü "salsal" ateş dokunmamış kuru çamur, vurulunca ses çıkarır ve tınlaması işitilir, [721] pişmemiş, çiğ kuru çamur demektir ki, pişmiş olursa tuğla, kiremit gibi fahhar olur [722]. Bu safhalarda uzun zaman geçtiğini hadislerden anlıyoruz. "Allah Âdem'i cennete suretlendirip de dilediği kadar onu terk ettiği zaman İblis onun etrafında dolaşmaya ve onun ne olduğuna bakmaya başladı. Nihayet içinin boş olduğunu görünce, onun nefis temayüllerine hâkim olamaz bir hilkatte yaratılmış olduğunu anladı" [723].
Bu safhada şekil verilmiş "salsal," kurumuş çamur, iyice kuruyarak kiremit gibi ses verir hale gelmiştir. "İnsanı ateşte pişmiş gibi kuru çamurdan yarattı" [724]. Yani ateşle pişmiş değil, ateşte pişmiş kiremit ve tuğla gibi tın tın ses verecek derece kurumuş hale gelmiştir.
Bu safhada artık insanın terkibi ve tesviyesi tamamlanmış, sıra bir başka yaratılmış olan "ruh üflemeye" gelmiştir. "...Sonra ona bambaşka bir yaratık yaptık..." [725]
"Onun (şeklini) düzeltip onu ruhumdan üflediğim zaman derhal ona secdeye kapanın!" [726].
"Sonra onu düzeltti, ona kendi ruhundan üfledi. Ve sizin için kulak(lar), gözler ve gönüller yarattı. Ne kadar da az şükrediyorsunuz!" [727]. İnsan ruh üflenince canlanıyor ve söz anlar duruma geliyor, insan ancak bu safhada hitap edilmeye lâyık, değerli bir varlık haline geldiği için, Allah bu âyette muhatap (ikinci şahıs) olarak ona hitap ediyor [728].
"Onu düzenle(yip insan şekline koy)duğum ve ona ruhumdan üflediğim zaman hemen ona secde edin!" [729]
Gerek ilk insanın ve gerekse insan neslinin ana karnında bu merhale merhale yaratılışına açıkça işaret eden âyetler de vardır. "Oysa O, sizi çeşitli merhaleler halinde yarattı" [730]. Nitekim bu ve müteakip âyetin tefsirinde müfessirler bu hususlara temas etmişlerdir. "Siz mutlaka tabakadan tabakaya bineceksiniz" [731] âyetindeki tavırları ceninin ana karnında geçirdiği safhalar olarak tefsir etmiştir. Âlûsî, Beydâvî ve Ebu's-Suûd, önce unsurlar, sonra, gıda haline gelen bileşikler, sonra nutfe ve müteakip safhalar şeklinde izah etmişlerdir. Hamdi Yazır:
"Hilkatin ferden ve cem'an geçirmiş olduğu tekâmül mertebeleri" demiştir. [732] âyetinin tefsiri hakkında, halden hale geçişler, iki günü birbirine denk tutmama, semâdan semâya gezme vb. tercihlerde bulunulmuştur [733].
He ferdin Âdem (a.s.)'ın yoktan var edilmesinde bir hissesi vardır. Çünkü Âdem (a.s.), cinsinin diğer fertlerini ihtiva edecek bir numune olarak yaratılmıştır. Onun böyle yaratılması, furu'undan her ferdin aynı şekilde yaratılması, demektir. Birçok âyetlerde Allah'ın "Sizi topraktan yarattı..." [734]buyurması, Âdem (a.s.)'ın yaratılışının, bütün neslinin yaratılışını da icmali olarak ihtiva etmesindendir [735].
Yüce Allah ilk insan ve ilk peygamber, beşeriyetin atası Âdem (a.s.)'ı yarattıktan sonra, onun eşini de kendinden yarattı. "Ey insanlar, sizi bir tek kişiden yaratan ve ondan eşini yaratıp ikisinden birçok erkek ve kadınlar üreten Rabbinizden korkun!.." [736]
"O'dur ki sizi bir tek nefisten yarattı, gönlü ısınsın diye ondan eşini var etti!" [737].
"Sizi bir tek candan yarattı, sonra ondan eşini meydana getirdi..." [738] Bu âyetlerdeki nefsle muradın Âdem (a.s.), eşinin de Havva annemiz olduğu sarihtir. Müfessirler de bunu böyle izah ederler, insanlığın anası Havva'nın yaratılış keyfiyeti Kur'ân'da belirtilmez. Ancak rivayetlerde Havva validemizin, Âdem (a.s.)'ın en kısa sol eğe kemiğinden yaratıldığı haber verilmektedir. Keyfiyet bizce meçhuldür [739]. Allah insanları dört tarzda yaratmıştır:
1- Hiç yokken topraktan erkek yaratmış, Hz. Âdem gibi,
2- Anasız babasız, erkekten dişi yaratmış, Havva validemiz gibi,
3- Sadece dişiden erkek yaratmış, Hz. îsa'mn babasız yaratılması gibi,
4- Diğer insanları da bir ana ve bir babadan, Âdem ile Havva'dan yaratmıştır. Bu şekil ve suretlerle Cenab-ı Allah dilediğini dilediği şekilde yaratacağını göstermiştir. Hz. İsa'nın yaratılışı hakkında yüce Allah şöyle buyuruyor: "Allah yanında İsa'nın durumu Âdem'in durumu gibidir. Onu topraktan yarattı, sonra 'Ol' dedi, artık olur..." [740] insanların da çift olarak, erkekli dişili yaratıldığını yukarıda belirtmiştik.
İlk insan Âdem (a.s.) ve eşi Havva annemiz yaratıldıldıktan sonra bu ikisinden tüm insanlık erkekli dişili yaratılagelmiştir. Zürriyeti tenasül yolu ile devam etmektedir. Artık insanlar bir erkek ve bir kadının soyundan yaratılmaktadırlar. Âdem (a.s)'ın zürriyetinin bir erkek ve bir kadından yaratılışı da yine hârika safhalar arzetmektedir. Bu hususta Kur'ân-i Kerim'den şu âyetleri mütalaa edelim:
"Ey insanlar eğer öldükten sonra dirilmekten kuşkuda iseniz (bilin ki) biz sizi (önce) topraktan, sonra nutfe (sperrna)dan, sonra alaka (embrio)dan, sonra yaratılışı belli belirsiz bir çiğnem et parçasından yarattık ki, size (kudretimiz açıkça gösterelim. Dilediğimizi belirtilmiş bir süreye kadar rahimlerde tutuyoruz, sonra sizi bir bebek olarak çıkarıyoruz. Sonra güç (ve kabiliyetler)inize ermeniz için sizi büyütüyoruz.) içinizden kimi (henüz çocukken) öldürülüyor, kimi de ömrünün en kötü çağına (ihtiyarlığa) itiliyor ki, bilirken birşey bilmez hale gelsin (Çocukluğunuzdaki gibi vücutça ve akılca güçsüz bir duruma düşsün). Yeri de kurumuş ölmüş görürsün. Fakat biz onun üzerine suyu indirdiğimiz zaman, titreşir, kabarır ve her güzel çiftten bitirir" [741].
"Andolsun biz insanı çamurdan (meydana gelen) bir süzmeden yarattık. Sonra onu bir nutfe (sperma) olarak sağlam bir karar yerine koyduk. Sonra nutfeyi alaka (embrio)ya çevirdik, alaka (embrio)yı bir çiğnemlik ete çevirdik, bir çiğnemlik eti kemiklere çevirdik, kemiklere et giydirdik; sonra onu bambaşka bir yaratık yaptık. Yaratanların en güzeli Allah, ne yücedir!" [742].
"Sizi bir tek candan yarattı, sonra ondan eşini meydana getirdi ve sizin için davarlardan sekiz eş indirdi. Sizi annelerinizin karınlarında üç karanlık içinde yaratmadan yaratmaya: (nutfeden alakaya, alakadan et giydirilmiş kemiklere) geçirerek yaratmaktadır. İşte Rabbiniz Allah budur. Mülk O'nundur. Ondan başka tanrı yoktur. Nasıl (O'na kulluktan şirke) çevriliyorsunuz?" [743].
"O'dur ki her şeyin yaratılışını güzel yaptı ve insanı yaratmaya çamurdan başladı. Sonra onu düzeltti, ona kendi ruhundan üfledi. Ve sizin için kulak(Iar), gözler ve gönüller yarattı. Ne kadar da az şükrediyorsunuz?" [744].
"Bu âyet-i kerimeler modern anatomi [745] bilgisiyle tasdik edilmektedir. Döllenme esnasında erkek 200-300 milyon küçük hayvancık çıkarır. Sperma denilen her meni hayvancığının büyük bir başı ve uzunca bir kuyruğu vardır. Kur'ân'da nutfe adı verilen bu sperma, kuyruğunun titreşimi ile hareket eder. Kadının ovariumuna ulaşınca yumurtacığı yalnız bir hayvancık aşılar. Aşılanmış yumurtacık, ikiye, dörde, sekize, on altıya... bölünmeye başlar. Böylece Kur'ân'ın dediği gibi nutfe kan pıhtısına benzer bir şekil alır, bu uzun biçimi alan cenin, kırk gün kadar böyle alaka hâlinde kalır. Bölünme sonunda çoğalan bu nokta, yuvarlaklasın ne olduğu belli belirsiz bir çiğnem et parçası gibi bir görüntü kazanır. Alaka çiğnenmiş et şekline konmuş olur. Uzunluğu 2,5 cm. den fazla olmayan mudganın hacmi, böylece elli katına, ağırlığı da sekiz bin katma çıkar. Bundan sonra mudga birçok hücrelere bölünür. Bu hücrelerin binlercesi kendi aralarında birleşir. Bunlardan her grup, ceninin belirli bir parçasını yapar. Mü'minûn Sûresinin 13. âyetinde belirtildiği gibi, insanın ana rahminde yaratılışı nutfe ile başlar. Nutfe alakaya, alaka mudgaya döner. Mudganın içinde teşekkül eden kemikleri adale dokusu sarar. Yüce kudret böylece insanı yaratır" [746]. Rahimin üç zulümatını "sulb, rahim, batın" [747] şeklinde açıkladıkları gibi, batın zulmeti, meşîme zulmeti, rahim zulmeti diyenler vardır [748]. Rahim dıştan içe doğru üç doku ile yapılmıştır. Parametrium, miometrium, endometrium dokuları. Bu dokular ışık, ısı ve su geçmez zarlarla sarılmıştır. Kur'ân ışık geçirmez bu perdelere zulmet diyor, insanın üç zulmet içinde yaratıldığını söylüyor. Ne yüce söz, ne ebedî mucize! [749] Cenab-ı Hak insanda erkeğin beli ile kadının göğüs kemikleri arasından çıkan [750] insan suyunu yaratmıştır. [751] Erkeğinkine Kur'ân'da meni, nutfe, ve mâ-i dafik [752] (atılgan su), mâ-i mekîn (hakir, adl su) isimleri verilir. Onu karar-i mekîn (sağlam bir karar yeri) denilen rahimde yerleştirmiştir. Yukarıdaki âyetlerde belirtilen insan neslinin, yaratılma safhalarından geçirilerek insan şeklinde hilkati tamamlanmıştır. Rahimde cenine ruh üfürülüşünü el-Hâcc sûresi 5. âyette geçen "bir başka yaratılış olarak" tefsir edenler vardır. Yaratılış safhalarını şöylece izah ederler:
Her biriniz önce nutfe olur, sonra alaka (embriyo), sonra bir çiğnem et olur. Sonra yine yaratır da et, kemik, sinir ve damar olur ve ona ruh üfürülür de başka bir yaratık haline gelir [753]. Rahimdeki yaratılış safhalarını açıklayan bir de şu hadis-i şerife bakalım: Abdullah İbn Mes'ud (r.a.) şöyle dedi:
"Bize daima doğru söyleyen, ve kendisine de doğru bildirilen Rasulullah (s.a.v.) şöyle anlattı:
"Sizden birinizin yaratılışı annesinin karnında kırk günde toplanır. (Erkekle kadının suyu birleşir, sonra bu kadar zamanda alaka olur, daha sonra bu kadar günde) bir çiğnem et halini alır, sonra melek gönderilir de ona ruhu üfürür ve ona dört kelime ile, yani rızkını, ecelini, amelini, sa'id mi şaki mi olduğunu yazmakla emredilir'" [754].
Hz. Ali:
"Azil yapmanın küçükken insanı öldürmek olduğunu söylüyorlar," sözüne, "insanı çamurun özünden yarattık, sonra onu nutfe halinde sağlam bir yere yerleştirdik. Sonra nutfeyi alakaya çevirdik, alakayı bir çiğnemlik et yaptık, bir çiğnemlik etten kemikler yarattık, kemiklere de et giydirdik, sonra onu başka bir yaratık (insan) yaptık' [755], âyetindeki yedi devreden geçmedikçe insanı öldürmek olmaz" şeklinde cevap vermiştir. Bazı rivayetlerde bu anlayışın Ömer İbnu'1-Hattab'in hoşuna gittiği anlatılır [756].
Şu halde insan neslinin ana rahminde yaratılışı da, çamurdan ilk insanın yaratılması gibi safha safha cereyan etmektedir. Hatta bu ikisinde de benzer yanlar vardır. Orada "çamur sülâlesi" bu ikinci durumda nutfe halini almıştır ki, Araplar "selile" diye hem çocuğa, hem nutfeye diyorlar [757]. Sülâle ve selile kelimelerindeki lâfız benzerliği de dikkat çekicidir. Suyun hepsinden çocuk olmaz. Her iki durumda da hilkat belirlenip tamamlandıktan sonra yeni bir yaratılış veren ruh üftirülüyor. Cenine ana rahminde hadisin beyanına göre 120 günlük iken ruh üfürülüyor. Allah ilk insanı çamurdan şekillendirdiği gibi, onun nesline de, ana rahminde şekli belli belirsiz bir çiğnem et parçasıyken dilediği şekli vererek, onu dilediği gibi düzeltip denkleştirdikten sonra en son şeklini veriyor. Allah dilediği gibi güzellik, çirkinlik, erkeklik, dişilik bakımından onu tesviye eder, en yakın cedlerinden ta Âdem (a.s.)'a kadar çeşitli suretlerden birinin suretine benzetir "O (Rab) ki seni yarattı, sana düzen verdi, ölçülü bir biçim verdi. Dilediği surette seni terkibetti" [758]. Yüce Allah insan olmak bakımından tüm organlarıyla insanları birbirine benzetmiş, aile hususiyetleriyle, veraset yönüyle de ikinci derecede bir benzeyiş halinde yarattığı halde, asla iki ferdi birbirinin aynısı yapmamıştır. Bütün bu derece derece benzerlikler içinde tıpatıp benzemezlik var. Birbirine en çok benzeyen ikizlerin bile yine çok farklı, benzemez tarafları görülür. Yüce Kudret üstün irade ve ihtiyarını yalnız insanlarda değil, tüm yaratıklarda böylesine dakik olarak göstermiştir. Bu durumun bir de, duygular, kabiliyetler gibi manevî suretlerde aynı şekilde tecellisini düşünürsek gayr-i ihtiyarî "Fetebarekallah! Allahu ekber!" demekten kendimizi alamayız. "Allah size kendi nefislerinizden eşler yarattı ve eşlerinizden de size oğullar ve torunlar yarattı ve sizi güzel (ve helâl) rızıklarla besledi. Böyle iken bâtıla mı inanıyorlar ve Allah'ın nimetini inkâr mı ediyorlar?" [759].
Görüldüğü gibi insanın nesli de tavırdan tavıra geliştirüe geliştirile, her safhada yeni unsurlar ilâve edilip yeni mahiyetler verilerek yaratılmıştır. Nihayet, sür üfürülecek kıvama getirilip yeni bir yaratılışla insan olmuş, görüp işitir, düşünür, hitaba lâyık, şuurlu bîr varlık haline gelmiştir. "(O) Allah'dır ki sizi za'fdan yarattı, (pek zayıf bir kökten spermadan yarattı. Başlangıcınız çok zayıf bir madde idi. Kökünüz pek cılızdı). Sonra zayıflığın ardından (size) bir kuvvet verdi (güçlü kuvvetli delikanlılar oldunuz) sonra kuvvetin ardından da zayıflık ve ihtiyarlık verdi. (Allah) dilediğini yaratır. O, bilendir, gücü yetendir." [760]
Allah her varlığı, ifâ edeceği vazifeye uygun şekilde yaratmıştır. İnsanı yeryüzünde halife, hâkim ve Cenab-ı Allah'ın kanunlarının yeryüzünde tatbikçisi, ona kulluk vazifesinin ihtiyari olarak imtihanını verecek bir varlık olarak yarattığı için, görevleriyle mütenasib kabiliyetler ve organlar vermiştir. Zaten Allah yarattığı herşeyî güzel yaratmıştır. "O'dur ki herşeyin yaratılışını güzel yaptı ve insanı yaratmaya çamurdan başladı"[761].
Allah "Ahsenu'l-Hâlikîn: yaratanların, takdir edenlerin, yapanların en güzelidir."[762].
"Allah O'dur ki arzı size durulacak yer, göğü de bina yaptı; sizi şekillendirdi, şekillerinizi de güzel yaptı. Ve sizi güzel rızıklarla besledi, işte Rabbiniz Allah budur. Bütün âlemleri yaratan Allah ne yücedir!" [763].
"Biz insanı en güzel biçimde yarattık" [764].
"Göklerde ve yerlerde olanları, gizlediğiniz ve açığa vurduğunuz şeyleri bilir. Allah göğüslerin özünü bilendir"[765]. Gerek fizikî ve cismanî bakımdan, gerek ahlâk ve maneviyat itibariyle ruhanî bakımdan, insan en güzel bir biçimde yaratılmıştır. Organlar görecekleri vazifelere uygun şekilde hikmetinin iktizasınca yaratılmıştır. Bu güzellik belinin doğru oluşundan, endamının güzelliğinden Allah'ın isim ve sıfatlarına tecelligâh olmasına kadar, her husustadır. İnsanın görevi yeryüzünde ifa edeceği ilâhî emaneti yüklenmek ve gereğini yerine getirmek olduğu için, insan Allah'a nîsbeti yönüyle büyük bir kemâl ifade eder. İnce düşünen, insanın inceliklerinde ve sırlarında nazarlarını dolaştıran herkes görür ki, insan, gayb ve şehadet âleminin birleştiği yer, ifade ve istifade feleğinin ışığı, nüsha-î camiadır. Kâinatın özüdür. Hz. Ali'ye nisbet edilen şu mânânın tecelligâhıdır:
"İlacın sendedir de farkında olamazsın, derdin de sendedir fakat göremezsin. Sen sade küçük bir cisim olduğunu sanırsın, halbuki en büyük âlem sende durulmuştur." Allah insanı eliyle yaratmıştır [766]. Meleklere ona secde etmelerini emretmiştir [767].
"Andolsun biz Âdemoğullarına (güzel biçim, mizaç ve aklî kabiliyetler vermek suretiyle) çok ikram ettik, onları karada ve denizde (hayvanlar ve taşıtlar üzerinde) taşıdık. Onları güzel rızıklarla besledik ve onları yaratıklarımızın birçoğundan üstün kıldık" [768]. İnsan Allah'ın ahlakıyla ahlâklanırsa yücelerin yücesine çıkar; nefsanî ve şeytanî duygularına kapılır giderse hayvanlardan daha aşağıya, aşağıların aşağısına düşer, insan cismanî ve ruhanî pek çok kabiliyetleriyle ebediyete namzet bir varlıktır.[769]
Böylesine üstün vasıflarla Cenab-ı Hakk'ın yarattığı insan, ne de olsa bir mahlûktur. Mahlûk ise noksanlıklardan, zaaflardan hâli olamaz. Fânidir, Halikına muhtaçtır. Kur'ân-ı Kerim'den tesbit edebildiğimiz kadarıyla insanın fıtratından gelen bazı zaaflarını burada ifade etmenin, insanın yaratılışının daha iyi anlaşılması bakımından uygun olacağı kanaatindeyim. "Allah sizden (ağır teklifleri) hafifletmek istiyor, çünkü insan zayıf yaratılmıştır."[770]. Bazı müfessirlcr bu za'fiyeti, nefsinin, azminin ve himmetinin za'fiyeti, kadına karşı za'fiyeti, şehvetine karşı sabrının azlığı şeklinde açıklamışlardır. Elli vakit namazın beş vakte indirilmesini, zinaya düşmemek için cariye almanın meşru kılınmasını bu hafifletmeye misâl veriyorlar,[771] Hasan'dan rivayet edildi ki:
"Burada murat, zayıf yaratılışlıdır, en ufak musibet onu eleme sokar" [772]."(İnsanların tabiatında acelecilik vardır, öyle acelecidir ki, sanki) insan aceleden yaratılmıştır. (Durun) size âyetlerimi göstereceğim, benden acele istemeyin" [773]. İnsan cinsi aşırı aceleci, sabırsız olduğu için Allah sanki bizzat aceleden yaratılmış, buyurmuştur. Allah insanda tabiat olan aceleciliği, âdeta insanın kendinden yaratıldığı bir nesne mertebesine koydu. "Zeyd sanki keremden yaratılmıştır" sözü gibi, onun küfre ve tehdide acele koşmasından böyle buyurulmustur [774]. Nitekim "insan, hayra dua eder gibi şerre de dua etmekte (hayrı ister gibi şerri istemekte)dir. Pek acelecidir (bu) insan"[775]. Yani insan bir sıkıntı gördü mü, kendisi, malı, evlâdı hakkında hemen dua eder gibi beddua eder.
"Doğrusu insan hırslı ve (huysuz) yaratılmıştır. Kendisine kötülük dokundu mu sızlanır, kendisine hayır (mal) dokundu mu (yoksullara) vermez (sıkı sıkı tutar)" [776].
Allah insanı hırsı çok, sabrı az yaratmıştır [777]. Bir zarar dokunduğunda çabuk feryat eden, bir hayır elde ettiğinde çabuk men eden, demektir [778]. Allah bununla insanın mecbul olduğu kötü ahlâkı haber veriyor, ilk âyeti sonraki iki âyet tefsir ediyor. Ona bir zarar dokundu mu korkar, feryâd eder, korkunun şiddetinden kalbi yerinden oynar, bundan sonra bir hayır elde edeceğinden ümidini keser. Allah'tan bir ni'mete kavuşunca da başkasına cimrilik eder, o hususta Allah'ın emrine mâni olur [779]. Hülâsa "helû1" tahammülsüzlük, mızıkçılık, şiddet, hırs ve feryatçılık, demektir [780], insan bu huylarla birlikte yaratılmıştır.
"Rabbin dileseydi insanları bir tek ümmet yapardı. Ama ihtilâf edip durmaktadırlar. Yalnız Rabbinin acıdıkları (bu ihtilâfın dışında kalmışlardır). Zaten (Allah) onları bunun için yaratmıştır. Rabbinizin:
“Andolsun, ben cehennemi hep cinlerden ve insanlardan dolduracağım!' sözü tam yerine gelmiştir" [781].
Bu âyetteki ihtilâf konusunda müfessirler çeşitli tercihlerde bulunmuşlardır, ihtilâf, dinde ihtilâftır, rızıkta ihtilâftır şeklinde değişik görüşler olduğu gibi, bazıları da "Ve lizâlike halekahüm" ibaresini "Onları rahmet için yarattı" şeklinde anlamışlardır.[782], "İhtilaf için yaratıldılar" mânâsıyla bu âyet insanların fıtrattan gelen bir zaafim ifade ediyor. Çünkü bilhassa dinde ihtilâf çok elim neticeler veriyor. Bu mânâya göre demek ki Allah insanların hepsinin bir ümmet olmasını dilememiş, umûmuna tevhid ve istikâmeti emretmekle beraber, ihtilâfa imkân bırakmış da muhtelif zevkler, sebepler, iradelerle hakka muhalefet edip duruyorlar; ancak Rabbinin rahmetine mazhar kıldıkları müstesna ki bunlar ihtilâf etmezler, hakka muhalefet eylemez, tevhid ve istikametten ayrılmaz bir ümmet olurlar.Ve onun içindir ki onları yarattı, yani ihtilâf etmeyip bir ümmet olmaları içindir ki o müstesnaları yarattı, yahut hepsini imtihan ve müsabaka gerçekleşsin diye muhalif ve muvafık ayrılmak üzere ihtilâf için yarattı. Fırka-i nâciye müstesna, insanlar, dinlerinde, itikatlarında, mezheplerinde ihtilâf için yaratılmışlardır [783]. Bu görüş ve bu tevil kuvvet kazandığına göre insanların ihtilâfı ihtimal ki fıtrî bir durum arzettiği için, insanın zaafları arasına bu hususu da almış bulunuyoruz [784].
"Her bir nefse ve onu düzenleyene, sonra da ona hem kötülüğü, hem (ondan) sakınmayı ilham edene, andolsun ki, onu tertemiz yapan kişi muhakkak umduğuna ermiştir" [785]. Bu âyetten açıkça anlaşıldığı gibi Allah insan nefsine hem iyiliği, hem takvasını ilham etmiştir. Her ikisine de kabiliyetli kılmıştır, insanın kötülüğü bilmesi, ona temayülü elbette bir zaaf ortaya çıkarır. "Gerçek, biz ona (doğru) yolu gösterdik. İster şükredici (olsun o), ister nankör (kâfir)" [786].
"Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz, (çünkü) biz ona şahdamarından daha yakınız" [787]. Kişinin terbiye edilmemiş nefsinin ona verdiği vesvese de fıtrîdir. İnsanın imtihanında önemli bir unsurdur, insanın yaratılışında mevcut olan bu nefsânî vesvese, dışarıdan vaki şeytanî vesvesenin destekçisidir. Bunlar da insan hilkatinde tabiî bir zaaftır.
Bu zaaflar insanda umûmidir. Bunların derecesi herkese göre değişir. Az veya çok, her insan, bu tabiî zaaflarla yaratılmıştır, insan ruhânî-manevî kabiliyetleriyle, bunları yenmekle veya i'tidal sınırında tutmakla mükelleftir, "insanlar da madenler gibidir" hadis-i şerifi insanların bu manevî kuvve ve zaaflarına, bunların imtihanda müessiriyetine işaret etse gerektir. [788]
"O ki, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı; sonra göğe yöneldi, onları yedi gök olarak düzenledi. O herşeyi bilir" [789]. Allah yalnız yerde bulunanları insan için yaratmakla kalmamış, yukarıda da temas ettiğimiz gibi, gökleri ve gök cisimlerini de insana hizmet için görevlendirmiştir. "Görmediniz mi Allah göklerde ve yerde bulunan herşeyi size boyun eğdirdi ve size zahir ve bâtın (dış ve iç; görülen, görülmeyen; bildiğiniz ve bilmediğiniz) nimetlerini bol bol verdi? Yine de insanlardan kimi var ki ne bilgisi, ne yol göstereni ve ne de aydınlatıcı bir kitabı olmadan Allah hakkında tartışır (durur)" [790].
"Göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendinden (bir lütuf olarak) size boyun eğdirdi. Elbette bundan düşünen bir toplum için ibretler vardır." [791]. Bu meâldeki âyetler pek çoktur. Maksadı ifadeye yettiği için bu kadarla yetiniyoruz.
Bu kâinat kendisi için yaratılan insan da, Allah'a kul ve halife olmak için yaratılmıştır.
"Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım" [792].
"Ey insanlar sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk edin ki, (Allah'ın azabından) konmasınız" [793].
"Bir zamanlar Rabbin, meleklere: 'Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım' demişti..." [794]
Halife burada Allah Teâlâ'nın yeryüzündeki hali-fesidİr, Âdem ve zürriyetleridir [795].
"Câil" de bu âyette, "Hâlik," Yaratıcı mânâsında olması caizdir. Halife, birine halef olan, makamına kaim olan, nâib (vekil) olandır. Sonundaki "Hâ" mübalağa içindir. Murad Âdem (a.s.)'dir. Çünkü o yeryüzünde Allah'ın halifesi oldu. Aynı şekilde her nebiyi Allah, yeryüzünün imarı, insanların idaresi, nefislerinin kemâle erdirilmesi, emrinin onlar arasında yerine getirilmesi için halife seçmiştir. Yoksa Allah'ın buna ihtiyacı yoktur. Ondan sonra arzda sakin olanlar veya zürriyeti birbirlerine halef olurlar [796]. Şu halde halife, vekil, birinin yerine bakan kimse demektir. Burada insanın yeryüzünde Rabbin temsilcisi, Rabbin sıfatlarının mazharı olarak yaratıldığına işaret vardır [797].
Bu ve benzeri pek çok âyetten, İslâm dininin, insana yeryüzünde Allah'a halife ve vekil olmak gibi, çok şerefli ve çok mes'uliyetli bir vazife verdiğini anlıyoruz. "Biz emâneti, göklere, yere ve dağlara tevcih ettik, onu yüklenmekten kaçındılar, onun sorumluluğundan korktular; onu insan yüklendi; (bununla beraber onun hakkını tam yerine getirmedi), çünkü o, çok zalim ve çok cahildir" [798]. Bu emanet, düşünce ve akıl ile verilmiş teklif ve cüz'î irâdeden doğan sorumluluk, Allah'ın kendi hukukunu ve kullarının hukukunu icraya me'mur hilafetidir. Âyet-i kerîme genişçe tefsire müsait olup, buradaki "emanet" kavramı burada zikredilenlerden de başka şekillerde yorumlanmıştır. Âdem'in çocukları bu şerefe ve bu göreve liyakatte yarışmalıdırlar. İşte imtihan konusu da kendiliğinden ortaya çıkmış oluyor. Bu mukaddes emaneti yerine getiren insan ve insan toplulukları saadete ereceklerdir. [799]
Görülen görülmeyen, bîlînen bilinmeyen, tüm mevcudatı varlık sahnesine çıkaran Zât kim ise Allah O'dur. Gizli bir hazinenin bilinmek isteyişinden bu varlıklar hayat bulmuştur. Hiç yoktan onlara varlık vermiş, varlığından haberdar etmiştir. Varlık meselesi üzerinde pek çok felsefeler yapılmıştır. Ancak bunlar varlığı varlık sahibinden âdeta kaçırmaya çalışmışlardır. Halbuki gerçekte yaratan kim ise, bu varlığın hakiki sahibi O'dur. Başka yaratıcı olmadığından O'ndan başka ilâh da yoktur. Bu bakımdan yaratma mefhumu Kur'ân-ı Kerim'de Allah'ı tanıtıcı en bariz unsurdur. Diğer tanıtıcı unsurlar arasında nirengi noktasını teşkil eder, diyebiliriz. Nitekim Hz. İbrahim'in uluhiyet iddiasına kalkışan mütekebbir ve azgın kral Nemrud'la arasında geçen muhaverede yaratma demek olan öldürme ve diriltme kavramı ilk hatırlatılan nokta olmuştur.
"Allah kendisine hükümdarlık verdi diye (şımararak) Rabbi hakkında İbrahim'le tartışanı görmedin mi? İbrahim: 'Benim Rabbim O'dur ki, yaşatır, öldürür,' demişti. 'Bende yaşatır, öldürürüm' dedi. 'Allah güneşi doğudan batıya getirir, sen de onu batıdan getir!' deyince inkâr eden o adam şaşırıp kaldı. Allah zalim toplumu doğru yola iletmez" [801].
Kendisine Hz. Musa ve Harun'un daveti ulaşan Fir'avn'ın sorusu ve Hz. Musa'nın bu soruya verdiği cevap da fikrimizi çok açık ifade eden âyetlerdir:
"(Fir'avn): 'Rabbiniz kim ey Musa?' dedi. (Musa): 'Rabbimiz herşeye yaratılışını {varlığını ve biçimini) verip sonra da onu doğru yola ileten {yaratılış gayesine uygun yola yönelten)dir' dedi" [802]. Allah'ın herşeye hilkatini vermesi, dilediği her varlığı vücuda getirmesidir. Nitekim bu soruyu soran Allah'ı tanımayan birisidir. Ona Allah'ın resulleri Hz. Musa ve Harun Kur'ân-ı Kerim'in nakline göre Allah'ı böyle tanıtmışlardır. Varlık âleminde bulunan herşeye Allah, vücûd vermiş ve ona yol göstermiştir. Her şeye tabiî, fıtrî, cibillî görevlerini öğretmiş, fıtrî ilhamlar vermiş, yollarını göstermiştir. Yalnız yaratıp ortada bırakmamış; herşeyin gerçek Rabbi olan Allah, herşeye şâmil merhametinden onlara hidayet vermiştir. Çocuğa anasından doğar doğmaz anasını emmeyi, ördek yavrusuna yumurtadan çıkar çıkmaz yüzmeyi öğretmesi, binbir türlü yaratılışla yaratılan mahlûkatın bin bir şekilde erkeklerinin dişisine varmasını öğretmesi, arı beyinin arıları, karıncaların reisinin onları idaresi ve uzak mesafelerden yuvalarını, kovanlarını bulabilmelerini öğretmesi ve insanlara hak ve bâtıl yollarını göstermesi hep O'nun gerçek Rabb, îlâh ve Allah oluşundandır. Herşeye varlık veren, yollarını gösteren kim ise işte hakikî ilâh O'dur. Atomları yaratan, elmayı yaratan, bir çekirdeği yaratan kim ise, güneş sistemini, yedi semayı, muazzam galaksileri, genişleyen kâinatı yaratan da O'dur. O halde hiçbir şey yaratamayanların uluhiyet iddiası ve hiçbir şey yaratamayan nesnelere uluhiyet nisbet edilmesi sahtedir, bâtıldır, boştur. Demek ki Cenab-ı Hakkı tanıtıcı en baş vasıf, yaratma kavramıdır.
"İşte Rabbiniz Allah budur, herşeyin yaratıcısıdır. O'ndan başka tanrı yoktur, Nasıl da {imandan) çevriliyorsunuz?" [803].
"Allah herşeyin yaratıcısıdır. O, her şeyin yöneticisidir" [804].
"Rabbiniz Allah işte budur, O'ndan başka tanrı yoktur. (O), herşeyin yaratıcısıdır, O'na kulluk edin, O herşeye vekildir" [805].
Varlığı var eden elbette onların hayat projelerini, programlarını, yollarını da çizmiştir. Hayatın onun ölçüleriyle yürütülmesinden daha tabiî ve daha mâkul birşey olamaz.
Allah herşeyi yaratmakla birlikte, yarattığı herşeyi güzel yaratmıştır:
"O'dur ki herşeyin yaratılışını güzel yaptı..."[806].
"Sizi şekillendirdi, şekillerinizi de güzel yaptı..." [807].
"Gökleri ve yeri hak ile {yüce hikmetle) yarattı, sizi şekillendirdi, şekillerinizi güzel yaptı. Dönüş O'nadır" [808].
Her varlığı ve her varlığın azalarını hikmeti gereğince görecekleri vazifeye elverişli yaratmıştır. Her organı yerli yerince koyup yerleştirmiştir. Hep bir hikmet ve halk ile yaratmıştır. Yaratmasında bir kusur, bir bozukluk yoktur. "... Rahman'ın yaratmasında, bir aykırılık, uygunsuzluk göremezsin. Gözünü döndür de bak, bir bozukluk görüyor musun? Sonra gözünü iki kez daha döndür (bak). Göz (aradığı bozukluğu bulamaz), hor, hakir ve bitkin, {bir bozukluk görmekten) ümidini kesmiş bir halde sana döner" [809]. Güzellik dereceleri değişik olsa bile bütün yaratıklar güzeldir, işte âlemlerin yaratıcısı olan Allah böylesine güzel yaratandır! [810]
Yaratıcılık yüce Allah'ın sıfatıdır. O'nun yaratıcılık sıfatı elbette tecelli edecektir. Yüce Allah sadece Halik, Yaratıcı değil, aynı zamanda Hallâk'tır. Yani devamlı ve tekerrür hâlinde yaratır. Mübalağalı bir şekilde yaratır. Yaratma Allah'ın işidir. Yaratıcılık O'ndan ayrılmaz bir vasıftır.
El-Hallâk'tır, mutlak mânâda yaratıcıdır; yaratıcı deyince akla O gelir. Yaratıcılık O'nun Zâtına mahsustur. O, yoktan var ettiği gibi, yarattığı şeylerden başka başka şeyler de yaratır. Yaratması bir defa olup bitmiş değildir. Dilediği zaman, dilediğini dilediği şekilde yaratır, yaratmaktadır. Bunlar Halik ve Hallâk isminin delâletinden anlaşılmaktadır.
"Görmediler mi Allah nasıl yaratmayı başlatıyor, sonra onu iade ediyor, (dönüp yeniden yaratıyor). Bu Allah'a göre kolaydır." [811]
Bu âyette öldükten sonra tekrar dirilmeye işaret edildiği gibi, yaratmanın her an tazelenmekte olduğuna, ölen canlıların yerine aralıksız olarak yenilerinin yaratıldığına işaret edilmektedir [812].
"Yahut yaratmaya kim başlıyor, sonra onu (kim) iade ediyor (ölüp ortadan kalkan şeyleri yeniden yaratıyor)? Sizi gökten ve yerden kim rızıklandırıyor? Allah ile beraber başka bir tanrı mı var? De ki: Eğer doğru iseniz delilinizi getirin" [813].
"...O, yaratmaya başlar, sonra inanıp iyi işler yapanlara adaletle karşılık vermek için yaratmayı tekrar eder, (dönüp yeniden.yaratır)..." [814]
Bu âyetlerde görüldüğü gibi, Allah tekrar tekrar yaratır. Öldükten sonra diriltmeyi de böyle bir yaratma olarak yapacaktır.
İradesi hiçbir kayda bağlı olmayan Allah, dilediği zaman hikmeti iktizasınca yaratır.
"Biz birşeyi(n) (olmasını) istediğimiz zaman, söyleyeceğimiz söz, sadece ona 'ol' dememizdir; derhal oluverir" [815]. Bu ve benzeri âyetlerle [816] önceki paragraftaki âyetlerde, "yu'îdu," "yekûnu" fiillerinin zamanının muzârî oluşu açıkça bize bu fiillerin şimdiki zamana ve gelecek zamana delâlet ettiklerini gösteriyorlar, Yani her an Allah'ın "ol" dediği var oluyor, her dilediğini hayata getiriyor.
Nitekim "Allah'ın kelimeleri tükenmez." Allah kün (ol) emri ile yaratmaktadır.
"De ki: Rabbimiz sözlerini (yazmak) için deniz mürekkep olsa, Rabbim’in sözleri tükenmeden deniz tükenir.
Yardım için bir o kadarını daha getirsek (yine) yetmez" [817].
"Yeryüzünde bulunan ağaçlar kalem olsa, deniz(ler) de (mürekkep olup), arkasından yedi deniz (daha gelip mürekkep olsa) ona yardım etse de (Allah'ın kelimeleri yazılsa), yine (bunlar tükenir), Allah'ın kelimeleri tükenmez. Allah öyle üstündür, öyle hikmet sahibidir" [818]. Bu âyette Allah'ın kelimeleri, Allah'ın ilm-i ilâhîsi ve gerçekleri demek olduğu gibi, yaratması ve yarattığı şeyler bitmez mânâsına da alınabilir. Çünkü varlığa sebeb olan "kün" lâfzı da Allah'ın bir kelimesidir.
"Göklerde ve yerde bulunanlar, (herşeyi) O'ndan isterler. (Çünkü tüm varlıklarını O'na borçludurlar), O, her gün (her an) yeni bir iştedir, kimilerini yaratırken, kimilerini öldürür, her an hayatı tazeler, bir hâli giderir, başka hâller getirir" [819]. Bu âyet-i kerîmedeki gün, kelimesini "an" mânâsına almak daha uygundur.
"O, her an bir iştedir." Bir işte oluşu diğer işlerden O'nu alıkoyamaz. Yahudiler, "Allah kâinatı altı günde yarattı, yedinci gün cumartesinde istirahat etti (hâşâ), Cumartesi Allah iş yapmaz" derler. Bu fikrin ve belki birçok felsefi sistemlerin tesiriyle olsa gerek, bu âlem, gökler yer, bir kere kurulmuş, yaratılmış, öylece âtıl duruyor, zannediliyor. Halbuki Allah:
"Andolsun, biz gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları altı günde yarattık, bize hiçbir yorgunluk dokunmadı"[820]. "Gökleri ve yeri yaratan, bunları yaratmakla yorulmayan Allah'ın ölüleri diriltmeye de kadir olduğunu görmüyorlar mı? Evet O, herşeye kadirdir" [821] buyuruyor.
Gerçekten Allah, yukarıda zikrettiğimiz ve zikredeceğimiz âyetler muvacehesinde anlaşılacağı gibi kâinatı yaratmış, ve yeni yeni yaratma ve yürütmelerle, her gün bir iştedir. Çünkü
"Yaratma ve emir O'n(a) mahsus)tur" [822].
Hattâ Allah yarattıklarını sadece varlıkta tutmuyor, kâinatı genişletiyor da.
"Göğü kendi ellerimizle (kudretimizle) yaptık ve biz (onu) genişletmekteyiz" [823].
Yukarıda belirttiğimiz gibi galaksiler birbirinden gittikçe uzaklaşmakta, arz ise uçlarından eksilmektedir [824].
"...O yaratmada dilediğini arttırır" [825].
Bu keyfiyet artık bugün ilmin tesbit ettiği bir gerçektir. Şu halde kâinat yeni yaratmalarla genişlemekte, yeryüzü eksilmektedir.
Canlılar âlemini bir an düşünürsek, her gün milyarlarca canlı doğup vücûda gelirken, bir nicesi de hayatı terk ediyor. Bunlar her gün gözlerimizle gördüğümüz, yüce Allah'ın her gün, ölümü ve hayatı yaratışından başka birşey değildir.
"... Sizi analarınızın karınlarında, üç karanlık içinde bir yaratılıştan sonra öbür yaratılışlara (geçirerek) yaratıp duruyor” [826].
"...Ve daha sizin bilmediğiniz nice şeyleri yaratıyor" [827].
"...Göklerde, yerde ve ikisi arasında bulunan herşey O'nundur. O, dilediğini yaratır, Allah herşeye yapabilendir" [828] âyeti ve [829] âyetleri de aynı mânâdadır.
"Rabbin dilediğini yaratır ve seçer..." [830] âyetleri de muzarî zamanıyla Allah'ın el'an yaratmakta olduğunu gösteren âyetlerdir.
"De ki: Sizin koştuğunuz ortaklarınızdan ilk defa yaratıp sonra yarattığını çevirip yeniden yaratacak olan var mı?" "De ki: Allah ilk defa yaratır, sonra onu çevirip yeniden yaratır. Öyleyse nasıl (doğru yoldan) çevriliyorsunuz?" [831].
"Bilmezsin ki Allah, bundan sonra (yeni) bir iş ortaya çıkarır" [832]. Allah yarattığı ve yaratacağı herşeyin Rabbidir. İbn Hazm muhataplarına soru irâd ederek der ki:
"Onlara sorduk ve dedik ki:
Allah Teâlâ'nın hâlen yaratmaya kadir olduğunu ikrar ediyor musunuz, yoksa O, yaratmaya kadir değildi de sonra kadir oldu mu diyorsunuz? Onlardan (muhataplarından) karşılaştığımız herkesin ve bütün ehl-i İslâm'ın sözü "Allah'ın yaratmaya hâlen kadir olduğudur." Ve yine îbn Hazm şöyle devam eder: "Bütün Müslümanlar, ilhâd ehlinden olan, "Allah şimdi de yaratıcıdır, fakat yaratması muhaldir, mütefâsiddir" diyenleri inkâr ederler. Buraya kadar güzel; ancak onların Allah'ın halen de yaratması muhaldir diyenleri tasdik etmeleri çirkindir. Halbuki Allah halen yaratmaya kadirdir, demekle bizim sözümüzün doğruluğunu ve 'Allah muhale de kadirdir' fikrini ikrar etmiş oluyorlar. Artık ya Allah devamlı yaratmaya kadirdir, hem de yaratıyor görüşünü kabul etmek gerekir; yahut bunu fikren kabul edip, fiilen fasit saymak, Allah'ın muhale kadir olmadığını ileri sürmek olur ki evvelkinin inkârı demek olacağından küfür lâzım gelir [833].
Allah'ın devamlı yaratışı, "her an bir işte oluşu" Resulullah (s.a.v.)'den "Bir günahı afvetmesi, bir sıkıntıyı gidermesi, bir kısmını yükseltip, bir kısmınım alçaltması da, O'nun işlerindendir" şeklinde izah edilmiştir [834].
İbn Hazm yine der ki:
"Bize Allah Teâlâ daima Halik, Mallak ve Râzık olmuştur, der misiniz, derlerse, 'Bunu kabul etmeyiz, çünkü Allah Halik, Hallâk ve Râzık idiğini zikretmem iştir. Lâkin halen Hallâk'tır, Rezzak'tır, yaratmıyordu, rızık vermiyordu, sonradan yarattı ve yarattığına rızık verdi' deriz. Bu durum mezkûr isimlerin alem isimler olmasını, müştak olmamasını gerektirir. Çünkü eğer, Halik ve Râzık isimleri 'Haleka' ve ırâzeka'dan müştak olsaydılar o zaman yarattığı ve rızık verdiği bîr yaratık sahibi olmaktan hâlî olmadığı, ortaya çıkardı. Eğer 'Semi', Basîr, Rahman, Rahîm, Afüv, Gafur, Melik gibi isimlerin hepsi de, işitilecek, görülecek, rahmet edilecek, bağışlanacak, affedilecek ve mâlik olunacak nesneleri gerektirir' denilirse; deriz ki; Allah'tan haber veren Semi' ve Basîr, alimdeki mânânın aynısıdır, arada fark yoktur. İlim sahiplerinin görülecek ve işitilecek şeylere mahsus, mahlûkatınkine benzer, Allah'ın bir işitmesinin, görmesinin var olduğunu zannettiği şeyler değildir, çünkü Allah bu hususta bir nass getirmemiştir ki, onu biz de söyleyelim. Çünkü Allah'ın Zatından haber vermediği şeylerle haber vermek, caiz olmaz. Zira "Allah'ın benzeri hiçbir şey yoktur" Allah Semi'dir, fakat işitenlerden hiçbirisine benzemez. Basîr'dir, fakat “örenlerden hiçbiri kendine benzemeyen bir görendir" [835]. Bunlar da gösteriyor ki İbn Hazm Allah'ın şimdi de yaratmakta ve rızık vermekte olduğunu kabul ediyor.
Kur'ân esas itibariyle genel mânâda yaratma için halk maddesini kullanmakla birlikte, aynı tezahürü birçok değişik kelime ile de ifade buyurarak, Allah'ın yaratıcı aksiyonun bir ağ halinde, bütün kâinatı sarmasını sağlamıştır. Bu terimler, genel yaratma kavramını hususileştiren değişik anlamlara sahiptirler; bed'e, yubdi'u, el-halk, fatara. Yeniden yaratılış için: yu'îdu. foktan bir asla dayanmaksızın yaratan için:
Bedî'. Yaratılışın halktan sonraki safhaları için: enşe'e, zera'e, ce'ale, savvara, sevrâ. Özellikle canlıları yaratmak için: bera'a [836] Bu mefhumlarla yaratma Kur'ân'da çok geniş mânâlar kazanıyor.
Yaratma bir zaman olup bitmiş bir vak'a değil, Allah'ın iradesiyle devamlı tekerrür, etmekte olan bir hadisedir. Çünkü Allah sebebler içerisinde bir ilk sebep değildir. Bu kâinatı bir kereye mahsus yapıp gitmiş bir usta da değildir. Her an yaratmayı yenileyen, yarattıklarına hâkim olan, onlarda tam tasarruf eden, dualara icabet eden, mazlumun ahına yetişen, her an Fâ'al, Hayy, Kayyum, her an bir işte olan, her türlü kemalin kaynağı olan yüce Zattır."(Allah) dilediğini yaratır, O bilendir, gücü yetendir". [837]
Yukarıda Yaratıcının Allah olduğunu yazmıştık. Yaratan kim ise ulûhiyet onun hakkıdır. Kulluk da ona yapılır. Yaratıcı Allah olduğuna göre İbâdete lâyık olan da O'dur. Şu âyet-i kerîmeler bu gerçeğe açıklık getirmektedir: "Ben niçin beni yaratana kulluk etmeyeyim? Oysa siz hep O'na döndürüleceksiniz" [838].
"Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan ve ondan eşini yaratıp, ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üreten Rabbinizden korkun..." [839]. Nûh, Hûd, Salih, Şuayb (a.s.) hep şu çağrıyı tekrarlamışlardır:
"Ey kavmim, dedi, Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka tanrınız yoktur..." [840]
Şu âyetlere de bakılabilir [841]. Çünkü O'ndan başka yaratıcı yoktur, o halde O'ndan başka ibadete lâyık mâbud da yoktur. "Semud (kavmin)e de kardeşleri Salih'i (gönderdik). Dedi ki:
“Ey kavmim, Allah'a kulluk edin, O'ndan başka tanrınız yoktur. (O), herşeyin yaratıcısıdır. O'na kulluk edin, O, herşeye vekildir'" [842]. Bu âyetlerde hep "Allah'a ibadet edin" emrinden sonra yüce Allah'ın yaratıcı oluşu ifade ediliyor. Bunlar çok açık olarak gösteriyor ki, ibadet yaratana yapılır. Kulluk edilmeye lâyık olan yaratan Zâttır. Bu vasfa sahip olan Allah'tan başka hiçbir varlık olmadığına göre O'ndan başka İlâh, O'ndan başka tapılmaya lâyık bir varlık yoktur. "Sizi ve önceki nesilleri yaratan (Allah)tan korkun" [843]. Allah'tan korkmanın, yani takvanın birinci şartı Allah'a kulluk görevini yapmaktır. "Biz sizi yarattık, tasdik etmeniz gerekmez mi?" [844].
"İlyas da peygamberlerden idi. Kavmine demişti ki:
“Allah'ın azabından korkmaz mısınız?' Ba'l'e yalvarıp Yaratıcının en güzelini bırakıyorsunuz?" Sizin ve evvelki atalarınızın tanrısı olan Allah'ı (terk ediyorsunuz ha}?" [845].
"Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım" [846]. Mâbud'un hakkı şüphesiz kullarının Yaratıcısı olmasıdır [847]. İbadet son derece tezellül ve boyun eğiştir. Bu âyetteki ibadet ihtiyarî olan ibadettir. Onun için melekler zikredilmem iştir.
“Şu halde cinler ve insanlar mevcudiyetlerini borçlu oldukları Allah'a ibadet etmekle yükümlüdürler. Bu onların Allah'a karşı hem varlık vergileri hem de Allah'ın nimetlerine karşı şükran vazifeleridir. [848]
Yaratıcılık sadece Allah'a mahsus bir vasıftır. Yaratıcı olmayan ise, İlâh olamaz. O halde tek Yaratıcı vardır O da Allah'tır. Mahlûklar ancak mevcut şeylerde bazı değişiklikler yaparlar. Kendileri tarafından bilinmeyen bazı şeyleri keşfedebilirler. Bu hareketler yaratma değildir. Yaratılanlara yine Allah'ın verdiği kabiliyetlerle, kâinatta zaten mevcut olan bir nesneden örtüyü açmaktır. Halbuki o şey, Allah tarafından, keşfedildiği gibi yaratılmıştır. Mahlûklara, bilhassa insanlara lisânımızda yaratma mefhumunun izafe edilmesi, atalarımızın sadece Allah'a tahsis ettikleri bir kelimedeki kudsiyeti ortadan kaldırmak, dinî bîr tabiri yerinden kaydırmak suretiyle, Allah ile yaratma kavramının alâkasına şaibe düşürmek ve sanki başka yaratıcılar da varmış intibaını uyardırmak ve yerleşmiş bir dinî kavramı dejenere etmek niyetine dayanmaktadır. Kelimeler mânâların kalıpları olduğuna göre, bu kelimenin millet hafızasında delâlet ettiği mânâ bir itikad konusu olduğu için, bu itikadı sarsmak gayesi güdülmektedir. Ne yapılırsa yapılsın, tek ve gerçek yaratıcı Allah'tır. O halde tek ve gerçek bir ilâh vardır, O da Allah'tır. O'ndan başka tanrı yoktur. Yaratma nisbet edilen yaratıklar asla birşey yaratmamaktadırlar. "Ey insanlar Allah'ın size olan nimetini hatırlayın: Allah'tan başka size gökten ve yerden rızık verecek bir yaratıcı var mı? O'ndan başka tanrı yoktur. Nasıl oluyor da (tevhidden) çevriliyorsunuz?" [849].
"Rabbiniz Allah işte budur. O'ndan başka tanrı yoktur. (O), herşeyin yaratıcısıdır. O'na kulluk edin. O herşeye vekildir." [850].
İşte bâtıl tanrılar birşey yaratamazlar. Allah'ı tanıtıcı en bariz vasfın Kur'ân'a göre yaratıcılık olduğunu belirtmiştik. Yaratıcı olmayan şeyler tanrı olamayacağı için Kur'ân-ı Kerim şirkin kapısını ta baştan kapatmaktadır. Şu âyetlerde bu önemli nokta ne kadar açık şekilde te'kid edilmektedir.
"De ki: Sizin koştuğunuz ortaklarınızdan ilk defa yaratacak, sonra yarattığını çevirip yeniden yaratacak olan var mı? De ki: Allah ilk defa yaratır, sonra onu çevirip yeniden yaratır, öyleyse nasıl (doğru yoldan) çevriliyorsunuz?" [851]. De ki:
"Siz Allah'tan başka yalvardığınız şu tanrılarınızı gördünüz mü? Bana gösterin (bakayım) onlar yerden hangi şeyi yarattılar? Yoksa onların göklerfin yaratılmasın’da (Allah'a) ortaklıkları mı var? Yoksa biz onlara, bir kitap verdik de onlar o kitapdan (aldıkları) bir delil üzerinde mi bulunuyorlar? Hayır o, zalimler birbirlerine, aldatmadan başka birşey va'detmiyorlar" [852].
Şirk tanrıları nerede bir şey yaratabilsinler ki, bizzat kendileri yaratılmışlardır." Hiç birşey yaratmayan, kendileri yaratılan şeyleri (Allah'a) ortak mı koşuyorsunuz?" [853]. Bu âyet mahlûkların bir şey yaratamayacaklarını ortaya koymuş oluyor. En ufak bir canlıyı bile yaratamazlar. Çünkü en ufak canlıyı yaratmakla, en büyük canlıları, güneş sistemini yaratmak arasında fark yoktur. Yaratan büyüğü de küçüğü de yaratır. Yaratamayan hiçbir şey yaratamaz. "Ey insanlar size bir temsil verildi, onu dinleyin: O, Allah'tan başka yalvardıklarınız (var ya), onların hepsi bir araya toplansalar, bir sinek dahi yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapsa, bunu ondan kurtaramazlar, isteyen de âciz, istenen de (yani puta tapan da aciz, put da)." [854].
Batıl tanrılar sanki birşey yaratıyorlarmış gibi, onlara tutunmak insanlığın şerefini alçaltın insanı eşya derecesine ve hattâ ondan da aşağıya düşürür:
"De ki: "Göklerin ve yerin Rabbi kim?" "De ki: (Allah) O halde de ki: O'ndan başka kendilerine dahi bir fayda ve zarar vermeyen velîler mi edindiniz?" "De ki: Körle gören yahut karanlıkla nûr bir olur mu?" Yoksa Allah'a O'nun yarattığı gibi yaratan ortaklar mı buldular da, (ikisinin) yaratma(sı) birbirine benzer mi göründü? De ki: "Her şeyin yaratıcısı Allah'tır, O, tektir, kahreden (herşeye üstün gelendir)dir" [855]. Bu âyette şirk tanrıları sanki birşey yaratıyorlar, Allah da yaratıyor, müşrikler bu yaratmaları karıştırıyorlar da Allah'a ortak mı tanıyorlar, deniliyor. Halbuki böyle birşey yoktur. Ulûhiyette yaratma esastır. Bâtıl tanrılar birşey yaratamadıklarına göre bu karıştırma nereden çıkıyor? Bu şuursuzluk elbette insanın şerefini alçaltın Eşyaya hâkim olarak yaratılan insanı, eşyanın kulu yapmak, en büyük zulümdür. Alah'ın ulûhiyet hakkını ise birtakım canlı cansız şeylere vermek, Allah'a karşı daha da büyük bir zulümdür. "Yaratan yaratmayan gibi midir? Hiç düşünmüyor musunuz?" [856]. Hiçbir şey yaratamayan o mahlûklar, bunca varlıkları ve kendilerini de yaratan Allah'a eş tutulur mu? "Allah'tan başka çağırdıkları (tanrılar), hiç bir şey yaratamazlar, zaten kendileri yaratılmaktadırlar. Onlar diri değillerdir, ölüdürler. Ne zaman dirileceklerini de bilmezler" [857]. Hiçbir şey, yoktan, kendiliğinden var olamaz. Ancak herşeyi bir yaratıcı var eder. "Yoksa kendileri hiç bir şey olmadan (yani bir yaratıcı olmadan, yahut boşu boşuna) mı yaratıldılar? Yoksa yaratanlar kendilerimidir?" [858]. Bir şey yaratamayan bu nesneler, elbette bir zerreye bile mâlik değildirler. "De ki: Allah'tan başka (tanrı olduklarını) sandığınız şeyleri çağırın, onlar ne göklerde ve ne de yerde zerre ağırlığınca birşeye sahip değillerdir. Bu ikisi{nin yaratılmasında ve mülkü)nde bir ortaklıkları yoktur. Ve Allah'ın onlardan bir yardımcısı da yoktur" [859].
Kur'ân-ı Kerim baştan sona, bu ölçüyü kaçıran müşriklerle mücadele ile doludur. Allah'tan başka yaratıcı olmadığını, yaratıkların birşey yaratamayacağını, yaratamayanın İlâh olamayacağını tekrar tekrar nazarlara serer. İnsanları şirk safsata ve hurafesinden arıtır. Bu hususta şu âyetlere de bakılabilir. [860]
Yaratmayı ilk defa başlatıp meydana çıkaran ve bu varlık nizamını kuran Allah, ikinci yaratmayı da elbette yapmaya kadirdir. "O gün göğü, kitapları dürer gibi (toplarız), ilk yaratmaya nasıl başladıksa onu, yine öyle çevirir (yok eder)iz. Üzerimize söz; biz bunu mutlaka yapacağız." [861]. Yani yoktan kolayca var etme, dağınık parçaları toplama bakımından evvelki yaptığımız gibi yaparız, demektir, "ilk yaratma ile âciz mi kaldık ki (yeniden yaratmayalım)? Doğrusu onlar yeni bir yaratmadan kuşku içindedirler" [862].
Cenab-ı Hakk şu mânâda ifade buyuruyor: ilk yaratmakla kudretimizi göstermişizdir, ilk yaratılışla kudretimiz tükenmiş mi ki ikinciyi yaratmayalım. Bunu niçin uzak görüyorlar? Yeni yeni yaratmalarla her dem herşey tazelenmektedir. Âlemde "O'nun zâtından başka herşey helak olacaktır" mefhumuna göre, herşey helak ve yokluk içinde, her an değişmeyle karşı karşıya, her değişme de yeni bir yaratma ile ilgili ve yeni bir yaratma ile içiçedir.
Kur'ân-ı Kerim'de ilk yaratma için neş'e-i ûlâ[863], ikinci yaratmaya, yani diriltmeye de neş'e-i uhrâ, en-neş'etu'l-âhire [864] denilmektedir.
"De ki: Yeryüzünde gezin, bakın yaratmaya nasıl başladı. Sonra Allah, son yaratmayı da yapacaktır. Çünkü Allah herşeye kadirdir" [865]. Diriliş hayatına iade de denilmektedir. Nitekim Katâde'den de bu mânâda rivayet gelmiştir. Ba's denildiği ise zaten malûmdur, ilk yaratma ikinci yaratmaya da delildir. İlk yaratmayı kabul edenin ikinci yaratmayı inkâr etmesi, veya ikinci yaratmadan şüphe içinde olması bir çelişkidir. Çünkü hiç yoktan yaratmak, var olanı yok edip tekrar hayata döndürmekten daha zordur. Zoru kabul edip de, kolayın olmayacağını, olamayacağını ileri sürmek akıllıca bir iddia değildir. İlk yaratmayı, yani dünya hayatını inkâr etmek ise, kişinin kendi kendisini inkâr etmesi mânâsına gelir. Şu halde her iki yaratmaya da iman etmek zarurîdir. Aslında hayata iade, yani yaratmayı iade ilk yaratmadan daha kolaydır:
"Yaratmaya başlayan O'dur. Sonra onu çevirip yeniden yapar. Bu O'na daha kolaydır..." [866]
Allah yaratmadan asla yorulmaz. Yaratma O'ndan ayrılmaz bir vasıftır.
"Gökleri ve yeri yaratan, bunları yaratmakla yorulmayan Allah'ın ölüleri diriltmeye de kadir olduğunu görmüyorlar mı? Evet O, herşeye kadirdir" [867]. Çünkü tabiî olarak bakıldığı zaman ilk yaratılış tabiatın hilâfına iken, ikincisi yani iade (diriltme) tabiî olmuş olur. Kendisini bilen herkes bir zaman yok iken var olduğunu bilir. Yaratma mefhumunu bütün açıklığı ile anlamak ilk yaratmayı ve sonunu idrak etmekle olur. Yani ilk yaratılışı, ilk modeli, ilk maddenin başlangıcını düşünmek, yaratmanın bütün mahiyetini anlatacağı gibi, var olan birşeyin yok olduğunu görmek de, tabiat safsatasını yaratılışın âyetleriyle anlamaya yeter.
"Görmediler mi Allah yaratmayı nasıl başlatıyor, sonra onu iade ediyor (dönüp yeniden yaratıyor). Bu Allah'a göre kolaydır" [868]. Çünkü cansız şeyler şöyle dursun, sebepler, âmiller, hatta akıl sahipleri arasında bile, yaratmayı tâ başından yapıp sonra yok edecek hiçbir fert ve cemâat yoktur. Makineyi yapan sanatkâr, makinanın içinde aranmaz. Sebepler yaratıcı olamaz. Sâde dumandan toprak, topraktan taş, taştan bina yapar gibi, ölüden ölü, cansızdan cansız yapmakla kalmaz, hiçbir hayat hücresi yokken, sudan hayat yapmak, çamurdan, topraktan ilk bitkiyi, ilk insanı, ilk hayvanı ihdas edivermek gibi, yaratmanızın ilk madde ve suretine, ilk mikdar ve faaliyetine varıncaya kadar bütün başlangıçlarını yaratmaktan başlar. Yaratma Yaratıcının Zât ve sıfatından başka hiçbir ön şart ve sebebe bağlı değildir, işte böylesine ilk defa yaratan yarattığını iade eder, sonuna vardırır. Allah böyle önceye de, sonraya da hâkimdir [869].
Netice itibariyle kesin olarak ortaya çıkmış oluyor ki, madem bu ilk hayat yaratılmıştır, vardır, görerek duyarak bu ilk yaratılışı yaşıyoruz, elbette ikinci hayat da tekrar yaratılacak, o hayatta da oranın şartlarına göre yaşanılacaktır. Hem de bu ilk yaratmayı meydana çıkaran kim ise, ikinci yaratmayı da o yapacaktır. Örneksiz ilk defa yapan için, onu tekrar iade etmek daha kolaydır. Bunu ortaya koyan Yüce Kudret, elbette ikinci yaratmayla, bu hayatı gayesine ulaştıracaktır. [870]
Kur'ân esas itibariyle genel mânâda yaratma için "HLK" maddesini kullanmakla birlikte, aynı tezahürü birçok değişik kelime ile de îrâd ederek, Allah'ın yaratıcı aksiyonunun bütün kâinatı kuşattığını gösterir. Bu terimler genel yaratma mefhumunu hususileştiren değişik mânâlara sahiptirler. Genel ve ilk yaratış için bede'e, yubdi'u, el-halk, fatara; tekrar yaratma için yu'îdu; yoktan hiçbir şeye dayanmadan yaratan için Bedî' yaratışın çeşitli safhalarını ifade için enşe'e, zera'e, ce'ale, savvara, sevvâ fiilleri ve "kun" emri, hususiyle canlıları ve onların azalarını düzgün ve dengeli ve ahenkli olarak yaratma için bera'e lâfızları kullanılmıştır. Bunlar yaratmayı doğrudan doğruya ifade eden tabirlerdir. Aslında yaratma mânâsında olmadığı halde, Allah'a isnad yoluyla yaratma kavramı kazanan "ilkâ, itâ', inbât, ihrâc, inzal" gibi lâfızlar da vardır.
Allah herşeyin yaratıcısıdır. Bundan dolayı yaratma geniş bir alana yayılmaktadır. Varlık sahnesinde bulunan herşey yaratmanın konusudur. Allah göremediğimiz varlıkları, hattâ mücerred nesneleri de yaratmıştır, ölümü, hayatı, kulların fiillerini, melekleri, cinleri, ve daha göremediğimiz ve bilemediğimiz nice varlıkları yarattığı gibi, görünen kâinatı da yaratmıştır. Yedi gök ve en yakın sema ve gökte bulunan uçsuz bucaksız âlem, galaksiler, yıldızlar, güneş, güneş sistemi, burçlar, gezegenler, ay, gece ve gündüz ve yine bir gök cismi olan yeryüzü ve üzerindeki dağlar, ovalar, madenler, denizler, nehirler, şehirler ve yeryüzü zenginlikleri, çift çift, çeşit çeşit canlılar, bitkiler, hayvanlar ve bütün bunlar emrine ve hizmetine verilen Allah'ın halifesi insan, ulu Allah'ın yaratıklarıdır. Allah'ın yaratıcı icraatından hiçbir varlık hariçte kalamaz.
Yaratma Allah'ı tanıtıcı en bariz vasıftır. Uluhîyet Yaratıcı olmaya bağlıdır. Bu esas baştan kabul edilince bütün şirk tezahürleri kökünden yıkılır. Yaratıcı kim ise ilâh da odur. Allah'tan başka Yaratıcı olmadığına göre, O'ndan başka ilâh da yoktur. İbadete lâyık ve müstehak olan, Yaratıcı, yani gerçek ilâh olandır. Kulluk edilmek O'nun hakkıdır.
Yaratma deyip de geçivermemeli! Bu mefhum şuurla düşünülmesi, derinden duyulması ve idrak edilmesi gereken çok önemli meseledir. Herkes ve herşey varlığını muhtaç olduğu Zâta, ihtiyarî veya ızdırarî, kulluk etmekle görevlidir. O halde tek yaratıcı, tek ilah ve tek ma'bud vardır:
Allah .[871]
1. 'Abdu'l-Bâkî M. Fuâd, el-Mu'cemu'l-Mufehres li elfâzi'i-Kur'âm'l-Kerîm, Beyrut, tarihsiz.
1. El-Âlûsî, Şihâbuddîn Mahmud, Ruhu'l-Me'ant fi Tefstri'l-Kur'âni'l-Azîm ve's-Seb'i'l-Mesânt, Beyrut, Daru İhya'i't-Türâsil-'Arabî, tarihsiz.
2. Ateş, Süleyman, Kur'ân-ı Kerîm ve Yüce Meali, Ankara, 1977.
3. Ayasbeyoğlu, Nevzat, İbn Rüşd'ün Felsefesi, (terceme), Ankara, 1955.
4. El-Beydâvî, el-Kâdî Nasiruddîn, Envâru't-Tenzîl ve Esrâru't-Te'vîl, Kahire, 1388/1968.
5. Fîruzâbâdî, Mecdu'ddîn Ya'kûb, Başa'iru Zevi't-Temyîz fî Letâifıl-Kitâbi'l-'Azîz, Kahire, 1389/1969.
6. Hayat Ansiklopedisi, İstanbul, 1962.
7. Heper, Sezai, Astronomu İstanbul, 1964.
8. El-İsfahânî, er-Râgıb, el-Mufredat fi garibi l-Kur'ân, Beyrut, Daru'l-Ma'rifet, tarihsiz.
9. İbn Hazm, Ebû Muhammed Ali b. Ahmed, el-Fasl fi'l-Milel ve'l-Ehvâ’ ve'n-Nihal, Dâru'l-Ma'rifet, Beyrut, II. baskı, 1390/1975.
10. İbn Kayyım, el-Cevziyye, Şifâ'u'l-'Altk Kahire, 1975.
11. İbn Kesir, Ebu'1-Fidâ’ İsma'il, Tefsîru'l-Kur'âni'l-'Azîm, Beyrut, Dâru'l-Ma'rifet, 1388/1968.
12. Îbn Manzur, Cemâluddîn Muhammed b. Mükerrem el-Ensârî, Lisânu'l-'Arab, Kahire, Tarihsiz.
İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, 1955.
13. El-Kazvînî, Zekeriyya İbn Muhammed b. Mahmud, Kitabu Acâ'ibfl-Mahlûkât ve Gara'ibi't-Mevcûdât, Kahire, Matba'atü'l-Me'âhid, tarihsiz.
14. Kızılırmak, Abdullah, Astronomi Dersleri, İzmir, Ege Üniversitesi Matbaası, 1966.
15. Kitab-ı Mukaddes, Kitab-i Mukaddes Şirketi, İstanbul, 1972.
16. Masson D., Le Coran et la Reveiation Judeo-Chretienne, Paris, 1958.
17. Öngör, Sami, Coğrafya Sözlüğü, M.E. Basımevi, İstanbul, 1961.
18. Et-Taberî, Ebû Ca'fer Muhammed İbn Cerîr, Cami'u'l-Beyân fî Tefsiri’l-Kuran, Şirket-i Mektebet-i Matba'at-i Mustafa el-Bâbî el-Halebî ve Çocukları, II. baskı, Mısır, 1954.
19. Et-Tucîbî, Ebû Yahya Muhammed b. Sumâdih, Muhtasaru Tefsîri't-Taberî, tahkik: Muhammed Hasan Ebu'l-'Azm ez-Zefıtî, Mısır 1390/1970.
20. Türk Ansiklopedisi, M.E. Basımevi, Ankara, 1968.
21. Yazır, Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul, 1959-1962, II. ofset baskı.
22. Yıldırım, Suat, Kur'ân'da Uluhiyet, (doçentlik tezi), Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1987.
23. Ez-Zebldî, M. Murtadâ, Tâcu'l-'Arûs min Cevahiri'l-Kâmûs Beyrut, 1386/1966 [872]
[1] Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı, İnsan Yayınları: 1.
[2] Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı, İnsan Yayınları: 4.
[3] Zümer: 39/ 67
[4] Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı, İnsan Yayınları: 7-8.
[5] Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı, İnsan Yayınları: 13.
[6] Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı, İnsan Yayınları: 13.
[7] Âl-i İmrân: 3/49; Mâide, 5/110
[8] En'âm: 6/102; Ra'd, 13/ 16; Zümer, 39/62; Mü'min, 40/62.
[9] Ra'd, 13/16
[10] Fâtır: 35/3
[11] Hicr: 15/28
[12] Sâd: 38/71
[13] Haşr: 59/24
[14] Haşr: 59/24
[15] Ra'd: 13/16
[16] Suat Yıldırım, Kur'ân'da Tanrılık (doçentlik tezi), s. 176. Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı, İnsan Yayınları:13-15.
[17] En'am: 6/101
[18] Râğıb el-İsfahânî, el-Mufredat, s. 157-158.
[19] LA, XI, 372;Muhammed Murtadâ ez-Zebidî, TA, VI, 335.
[20] Nahl: 16/4,
[21] Rahman: 55/15
[22] Muf., s. 158.
[23] A'râf: 7/54.
[24] Muf,s. 157-158.
[25] Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı, İnsan Yayınları: 15-16.
[26] Tûr, 52/35.
[27] Enbiya: 56/59.
[28] D. Masson, Le Coran et la Revelation Judeo-Cheretienne, 1,10
[29] Furkân: 25/24
[30] Bâkillâni, el-İnsaf, s. 149-150'den Suat Yıldırım, s. 176.
[31] Muf.,s. 157.
[32] İbn Kayyim, Şifâ'u'l-'Alil, s. 279.
[33] D. Masson, I, 105.
[34] Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı, İnsan Yayınları: 16-19.
[35] Muf.,s. 157. Maide: 5/110
[36] Muhammed Şihâbuddin el-Âlûsî, RM, VII, 57; İbn Kesir, I, 364.
[37] Kâdî Nasiruddin Beydâvî, Envaru't-Tenzil ve Esraru't-Te'vil, 1,161.
[38] İbn Kayyım, s. 279.
[39] a.g.e., s. 277.
[40] Tab.,XX, 137.
[41] Bey. II, 206.
[42] Tab., XXIII, 128; Bey., II, 305.
[43] Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı, İnsan Yayınları: 19-21.
[44] Yûsuf: 12/76; Tevbe, 9/13
[45] Muf., s. 40
[46] TA, 1,42.
[47] Muf., s. 40.
[48] LA., I, 18; TA., I, 42.
[49] A'râf: 7/29
[50] Enbiyâ: 21/104
[51] Tevbe: 9/13
[52] Burûc: 85/13
[53] Ankebût: 29/19; Sebe, 34/49
[54] Rûm: 30/11, 27
[55] Tab., XXI, 25, 37-38.
[56] 24 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, IV, 2715-2716. Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı, İnsan Yayınları: 21-23.
[57] Ahkâf: 46/9,
[58] Hadid: 57/27
[59] Suat Yıldırım, s. 214.
[60] Bakara: 2/117.
[61] LA, IX, 351-352.
[62] Muf. s. 38.
[63] LA, IX, 551.
[64] TA, V, 370; Fîruzâbâdi, Basa'iru Zevi't-temyiz fi Leta' ifi'l-Kitabi'l-Aziz, II, 231-232.
[65] Tab., I, 508-512.
[66] RM, 1,367.
[67] İbn Kayyim, s. 280.
[68] Elmalılı, III, 2006(dan sadeleştirerek).
[69] Bakara: 2/117
[70] Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı, İnsan Yayınları: 23-26.
[71] En'am, 6/79; Rum; 30/30; İsra; 17/51; Taha; 20/72; Hûd: 11/51, 36, 22; Zuhruf: 43/27; Enbiyâ: 21/56).
[72] Meryem: 19/90; Şûra, 42/5,
[73] İnfîtâr: 82/1,
[74] Yusuf: 12/101; İbrâhim: 14/10; Fâtır: 35/1; Sâd: 39/46; Fussilet: 42/11.
[75] Rûm:, 30/30,
[76] Mülk: 67/37,
[77] Müzzemmil: 73/18
[78] Yâsîn: 36/22:
[79] Taha: 20/72
[80] En'am: 6/22
[81] Suat Yıldırım, s. 187.
[82] LA, VI, 361.
[83] TA, III, 470-471; Muf., s. 382.
[84] Muf., s. 382.
[85] a.g.e., aynı sayfa
[86] LA, VI, 361-363.
[87] Fîrûzâbâdî, IV, 200.
[88] Suat Yıldırım, s. 187.
[89] RM, VII, 110.
[90] Tab.,VlI, 159.
[91] Elmalılı, III, 1889-1890; IV, 3972-3973.
[92] Suat Yıldırım, s. 187.
[93] Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı, İnsan Yayınları: 26-28.
[94] Hadid: 57/22
[95] Bakara: 2/54
[96] Haşr: 59/24.
[97] LA, I, 22; TA, I, 44. Tevrat'ta da "bara" fiilinin aynı mânâya geldiği ifade ediliyor. Tevratta Arapça "haleka" kadar çoklukta geçmektedir, deniliyor, (bk. D. Masson, 1,106 ve dipnotları.)
[98] RM. I, 260; Bey. I, 57.
[99] EI-Hâlimî'den nakleden Suat Yıldırım, ilgili eser.
[100] Tab., I, 288.
[101] İbn Kayyim, s. 280.
[102] Nur: 24.
[103] İnfitâr, 82/6,8.
[104] Suat Yıldırım, s. 235.
[105] Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı, İnsan Yayınları: 28-30.
[106] Muf., s. 385; Fîrûzâbâdî, IV, 214; TA, V, 49; LA, XII, 184-185.
[107] RM, VII, 280-281; XXIX, 351.
[108] Elmalılı, VII, 6370.
[109] el-Halîmî'den, Suat Yıldırım, s. 212.
[110] RM, VII, 226-227.
[111] Yasin: 36/33
[112] İbn Kesîr, II, 158.
[113] Elmalılı, III, 1986-1987.
[114] Said Nursî, Sözler, s. 309'dan sadeleştirilerek.
[115] En'am: 6/95, 96.
[116] Şuarâ: 26/63.
[117] Tab., VII, 282-283.
[118] Suat Yıldırım, s. 213. Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı, İnsan Yayınları: 31-33.
[119] Muf.,s. 178.
[120] LA, I, 83.
[121] TA, I, 67.
[122] RM, XXIX, 20.
[123] İbn Kesir, II, 179.
[124] RM, VII, 31.
[125] Basâ'ir, III, 7-8.
[126] A'râf: 7/179
[127] En’am: 6/136. 61.
[128] Şûra, 42/11.
[129] Nahl: 16/13.
[130] RM, XIV, 110.
[131] Mülk: 67/24. Mü'minun, 23/79
[132] Elmalılı, VII, 5243.
[133] Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı, İnsan Yayınları: 33-35.
[134] Muf.,s.493.
[135] LA, I, 165-166.
[136] Mü'minûn: 23/31.
[137] En'am: 6/141); 2
[138] Zuhruf: 43/18); 3
[139] Müzzemmil: 73/6.
[140] Basâ'ir, II, 164.
[141] İbn Kayyim, s. 282.
[142] Hûd: 11/61;
[143] En'am: 6/98;
[144] En'am: 6/133.
[145] Necm: 53/47.
[146] Ankebût: 29/20.
[147] Yasin: 36/79.
[148] Vakı’a: 56/61,62.
[149] En'am: 6/42,
[150] En'am: 6/141, 142.
[151] Vakıa: 56/72; Mü'minûn, 23/19.
[152] Hûd: 11/61). Aynı mânâ Necm, 53/12; En'am, 6/97, 133; Vakıa, 56/61
[153] En'am: 6/6.
[154] Hacc: 22/11; Mü'minûn, 23/14,31,42; Kasas, 28/45
[155] Vakıa: 56/34, 35
[156] Mü'minûn: 23/78.
[157] Ankebut: 29, 20.
[158] Ra'd: 13/12; Necm, 53/32
[159] Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı, İnsan Yayınları: 36-38.
[160] Hicr: 15/91
[161] Muf., s. 94.
[162] LA, XIII, 117.
[163] Basa’ir, I, 274.
[164] Ibn Kayyim, s. 283.
[165] Kıyamet: 75/39.
[166] Fussilet: 41/189; Nahl, 16/82; Secde, 32/8; Zümer, 39/6; Bakara, 2/30
[167] Mürselat: 77, 27.
[168] Ra'd: 13/3; Neml, 27/61; Fussilet, 41/10; Enbiyâ, 21/31
[169] Beled: 90/8, 9
[170] Nahl: 16/78; Mülk, 67/23; Secde, 32/9; Ahzab, 33/4; Ahkâf, 46/26.
[171] Yûnus: 10/67; Kasas, 28/73; Mü'min, 40/61; Neml, 27/86,
[172] Ra'd: 13/3;
[173] Şûra: 42/11; Ra'd, 13/3;
[174] Enbiya: 21/30;
[175] Yasin: 36/80; Mü'min, 40/79);
[176] Enbiya: 21/31; Sebe', 34/18;
[177] En'am: 6/11,
[178] En'am: 6/97,
[179] Furkan: 25/61,
[180] Yasin: 36/80;
[181] Rum: 30/21; Ahzâb, 33/4;
[182] Nahl: 81;
[183] En'am: 6/96, 97; Yunus, 10/5;
[184] Neml: 27/61; Ra'd, 13/3;
[185] Nûh: 71/12.
[186] Enbiya: 21/32,
[187] Mü'min: 40/64
[188] Tâhâ: 20/53,
[189] Bakara: 2/22
[190] Hucurât: 49/13
[191] Mü'minûn: 23/7.
[192] Bakara: 2/30
[193] Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı, İnsan Yayınları: 38-43.
[194] A'râf: 7/11,
[195] Mü'min: 40/64;
[196] Başa'ir, III, 45I.
[197] Tab., XXVIII, 56.
[198] TA., III, 344.
[199] Mü'min: 40/64; A'râf, 7/11; Al-i İmrân, 3/6; Teğâbun, 64/3.
[200] A'râf: 7/11. Âl-i İmran, 3.
[201] Teğâbun: 64/3.
[202] Mü'min: 40/64.
[203] İnfitâr: 82/8
[204] Mü'min: 40/64; Teğâbun, 64/3.
[205] Haşr: 59/24
[206] Suat Yıldırım, s. 249.
[207] Hacc: 22/5.
[208] RM, III, 79.
[209] İnfitâr: 82/6,8. Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı, İnsan Yayınları: 43-46.
[210] LA, XIX, 136; TA, X, 187.
[211] TA, X, 187.
[212] Şuarâ: 26/98.
[213] Bakara: 2/29
[214] A’la: 87/1,
[215] Şems: 91/7
[216] Şems: 91/14
[217] Kıyamet: 75/36, 38.
[218] Kıyâme: 75/38; Kehf, 18/37; Mutaffifîn, 83/7; Secde, 32/9; Şems, 91/7; Hicr, 15/29; Sâd, 38/72,
[219] Bakara: 2/29; Nâziât, 79/28,
[220] Kıyâme: 75/4.
[221] İnfitar: 82/7, 8
[222] İnfitar: 82/7: 8 ile Haşr, 59/24
[223] Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı, İnsan Yayınları: 46-48.
[224] Yasin: 36/33,
[225] En'am: 6/95,
[226] Nahl: 16/65.
[227] Enfâl: 8/24.
[228] Rûm: 30/50; Fussilet, 41/39.
[229] Burûc: 85/13; Fussilet, 41/39; Yasin, 36/79. Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı, İnsan Yayınları: 48-49.
[230] LA, XVII, 345; TA, IX, 324; Başa'ir, IV, 393.
[231] TA, IX, 325. LA, XVII, 345; TA, IX, 324; Başa'ir, IV, 393.
[232] Muf., s. 445.
[233] Basa ir, IV, 393.
[234] Kehf: 18/109.
[235] Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, I, 3-7.
[236] A'râf: 7/54
[237] Yasin: 36/82.
[238] Meryem: 19/35
[239] RM, XVI, 92.
[240] Tab., XXIII, 32.
[241] Âl-i İmrân, 3/47, 59; En'am, 6, 73; Bakara, 2/117; Nahl, 16/40; Mü'min, 40/68
[242] Âl-i İmrân: 3/59
[243] Âl-i İmrân: 3/47, 59,
[244] Nahl, 16/40; Yasin, 36/82; Mü'min, 40/68
[245] En'am: 6/73.
[246] D. Masson, I, 118.
[247] Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı, İnsan Yayınları: 49-51.
[248] İbn Kayyim, Şifau'l-Alîî, s. 279'da "âmil" isminin Allah için kullanılacağını söylerse de, buna misal vermemektedir. Bh de Allahu Teâlâ hakkında âmil isminin veya fiilinin kullanıldığına örnek bulamadık. Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı, İnsan Yayınları: 51-52.
[249] LA, X, 76; TA, V, 420.
[250] Muf., s. 286.
[251] Neml: 27/88
[252] Basa ir, III, 442-443.
[253] Îbn Kayyim, s. 281.
[254] Neml: 27/88
[255] RM, XX, 35.
[256] Tab.,XX,21.
[257] îbn Kesir, III, 278.
[258] Pro£ Dr. Süleyman Ateş, Kur'an-ı Kerim ve Yüce Meali, s. 383.
[259] Said Nursî, Söz/er "Yirmibeşince Söz"den sadeleştirerek. Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı, İnsan Yayınları: 52-54.
[260] Âl-i İmrân: 3/40; Bakara, 2/253; Hacc, 22/14; İbrahim, 14/27; Nisa, 4/147; Enbiyâ, 21/23; Hacc, 22/14, 18
[261] Enbiyâ: 21/17, 79;
[262] Enbiyâ: 21/104.
[263] tbn Kayyım, s. 284.
[264] Buruc: 85/16,
[265] Hûd: ll/I07.
[266] Suat Yıldırım, s. 155.
[267] Enbiyâ: 21/73; Şuarâ, 26/19.
[268] Enbiyâ: 21/23
[269] Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı, İnsan Yayınları: 54-55.
[270] Muf.,s. 145.
[271] A'la: 87/4
[272] Mü'minûn, 23/20; Fussilet, 41/47; A'râf, 7/58; Bakara, 2/22, 61, 267; A'râf, 7/32; İbrahim, 14/32; Fetih, 48/29; Nâziât, 79/29, 31; Lokman, 87/4, Nisa, 4/6, En'am, 6/99; Ar’âf, 7/57; Tâhâ, 20/53, 55; Fâtır, 35/27; Secde, 32/27; Nebe, 78/15; Neml, 27/25; Rûm, 30/19; Zümer, 39/21.
[273] Kaf: 50, 42
[274] Rum: 30/19, 25; Kamer, 54/7; Haşr, 59/12; Ar’âf, 7/25, 57; Şûra, 43/11; Âl-i İmrân, 3/27; Tahâ, 20/55; Nûh, 71/18; Kaf, 50/11
[275] Meryem: 19/66; Ahkâf, 46/17.
[276] Yasin: 36/33.
[277] Bakara: 2/74
[278] Nûr: 24/43; Rûm, 30/48
[279] Rahman: 55/22; Nahl, 16/14; Fâtır, 35/12
[280] Nâziât: 79/29
[281] Neml: 27,82.
[282] En'am: 6/95 Yûnus, 10/31
[283] Hacc: 22/5.
[284] Nahl: 16/78
[285] Mü'min: 40/67
[286] Kâf: 50/11, 42
[287] Nuh: 71/18
[288] En'am: 6/95
[289] Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı, İnsan Yayınları: 55-57.
[290] İsrâ: 17/51
[291] Enbiyâ: 21/104
[292] Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı, İnsan Yayınları: 57-58.
[293] Abese: 80/27, 31
[294] Neml: 27/60
[295] Nuh: 71/17
[296] Muf.,s.480.
[297] Mü'minun: 23/20
[298] A'râf: 7/58
[299] Âl-i İmrân: 3/37
[300] Nuh: 71/17
[301] Elmalılı, VIII, 5373-5375; Bey., II, 507.
[302] Abese: 80/27
[303] A’raf: 7/58
[304] Yasin: 36/36
[305] Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı, İnsan Yayınları: 58-60.
[306] "Bu fiilin Allah'a nisbeti hakikat, meleklere nisbeti tevessü yoluyladır." Muf, s. 553; TA. I, 508.
[307] Muf.,s. 110.
[308] Kasas: 28/76
[309] Kehf: 18/6; En'am, 6/83
[310] Nisa: 4/34,
[311] Enbiyâ: 21/51,
[312] A'râf: 7/190
[313] Sâd: 38/20
[314] Nisa: 7/37, 54
[315] Kehf: 18/84,
[316] Neml, 27/15
[317] Lokman: 31/12
[318] Furkân: 25/35
[319] Câsiye: 45/16
[320] İbrahim: 14/34,
[321] Enbiyâ: 21/51
[322] İbrahim: 14/39
[323] Ahzâb: 33/50; Meryem, 19/49; Enbiyâ, 21/72, 90; Ankebût, 29/27; Sâd, 38/30; Şûra, 42/49; Âl-i İmrân, 3/38; Meryem, 19/5; Furkân, 25/74; Sâd, 38/100
[324] Meryem: 19/19; Ahzâb, 33/50
[325] Sâd: 38/35; Şuarâ, 26/21.
[326] Âl-i İmrân: 3/8.
[327] Sâd: 38/9, 35
[328] Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı, İnsan Yayınları: 60-61.
[329] Mtıf.,s.453.
[330] Nahl: 16/15). Lokman, 31/10; Hicr, 15/19; Kaf, 50/7
[331] Bakara: 2/39
[332] Maide: 5/64
[333] Enfâl: 8/12. (Ayrıca bak: Âl-i İmrân, 3/151
[334] Nisa: 4/171
[335] Kaf: 50/7
[336] Hicr: 15/19. Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı, İnsan Yayınları: 61-63.
[337] Rahman: 55/7
[338] Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı, İnsan Yayınları: 63.
[339] Bakara: 2/57, Zümer, 39/6
[340] Muf.,s.488.
[341] Hadid: 57/24
[342] Elmalılı.VII, 4756.
[343] Zümer: 39/6
[344] RM, XXVII, 188; ayrıca bk. Bey, I, 345.
[345] Elmalılı, VII, 4757.
[346] Kasas: 28/24
[347] Zümer: 39,6
[348] RM, XXVII, 118.
[349] İbn Kesîr, IV, 46; Bey., I, 345.
[350] Bakara: 2/57; A'râf, 7/160, Tâhâ, 20/80.
[351] Âl-i İmrân: 3/154; Tevbe, 9/26, 40; Fetih, 48/18, 26.
[352] Elmalılı, II, 1205(den sadeleştirerek).
[353] A'râf: 7/26
[354] Hmalılı, III, 2145(den sadeleştirerek); Bey., I, 345.
[355] A'râf: 7/26
[356] Taha: 20/80
[357] Zümer: 39/6
[358] Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı, İnsan Yayınları: 63-66.
[359] En'am: 6/102; Ra'd, 13/16; Fâtır, 35/3; Zümer, 39/62; Mü'min, 40/62
[360] Ra'd: 13/16
[361] Fâtır: 35/3
[362] Hicr: 15/28; Sâffât, 37/71
[363] RM, XXIV, 21.
[364] Elnıalılı, Hak Dini Kur'ân Dili, III, 2014.
[365] Bey., I, 325.
[366] Tab., VII, 299.
[367] En'am: 6/102
[368] Haşr: 59/24
[369] Bey., I, 161.
[370] Âl-i İmrân: 3/47.
[371] Kasas: 28/68.
[372] Bey., I, 268.
[373] Kasas: 28/68
[374] Prof. Dr. Süleyman Ateş, Kur'an-ı Kerim ve Yüce Meali, s. 392.
[375] Âl-i İmrân, 3/17; Mâide, 5/17; İsrâ, 17/99; Nûr, 24/54; Rûm, 30/54; Şura, 42/49
[376] Nahl: 16/8.
[377] A'râf: 7/54,
[378] Elmalılı, Hak Dini Kur'ân Dili, III, 2191, Bey, I, 252.
[379] Tab, VIII, s. 206.
[380] Tâhâ: 20/50.
[381] RM, XVI, s. 201-202.
[382] İbn Kesir, II, s. 155.
[383] Enfâl: 8/17.
[384] RM, XVI, s. 201, 202. Sâffât: 37/97.
[385] Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı, İnsan Yayınları: 67-71.
[386] Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı, İnsan Yayınları: 71.
[387] Müslim, Zühd, hadis no: 67. İbn Kesir, II, s: 550.
[388] Sâffât: 37/149
[389] Zuhruf: 43/19
[390] RM, XXV, s. 71, 72'den mefhumen.
[391] Hicr: 15/27.
[392] Elmalılı, Hak Dini Kur'ân Dili, V., 3059.
[393] RM, XIV, s. 36.
[394] İbn Kesir, II, s. 550.
[395] Tab.,XIV,s.30.
[396] Rahman: 55/15.
[397] Elmalılı, Hak Dini Kur'ân Dili, VII, 4670; RM, XXVII, s. 105.
[398] İbn Kesîr, IV, s. 271.
[399] Bey, I, s. 540-541.
[400] RM, XXIX. s. 82.
[401] En'am: 6/100; A'raf, 7/12, 179; Kehf, 18/50; Sâd, 38/76; Zâriyat, 51/56.
[402] Şuarâ: 26/95.Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı, İnsan Yayınları: 71-74.
[403] Mülk: 67, 2
[404] Bey., II, s. 489.
[405] Elmalılı, Hak Dini Kur'ân Dili, VII, s. 5156'dan sadeleştirerek ve kısaltarak.
[406] Sa'id Nursî, Mektubât, s. 5-6'dan sadeleştirilerek alınmıştır.
[407] Tab.,XXIX,s. 1.
[408] Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı, İnsan Yayınları: 75-77.
[409] Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı, İnsan Yayınları: 77.
[410] Bakara: 2/164; Sâd, 38/27; Enbiyâ, 21/4; Araf, 7/54; En'am, 6/1, 73; Âl-i İmrân, 3/190, 191; Nahl, 16/3; İbrahim, 14/19, 32; Hûd, 11/7; Yûnus, 10/3; Tevbe, 9/36; İsrâ, 17/99; Kehf, 18/51; Tahâ, 20/4; Furkan, 25/59; Nemi, 27/60; Ankebût, 29/44, 61; Rum, 30/8, 22; Lokman, 31/10, 25; Secde, 32/4; Yasin, 36/81; Zümer, 39/5, 38; Mü'min, 40/57; Şûra, 42/29; Zuhruf, 43/9; Duhan, 44/38; Câsiye, 45/3, 22, 33, 46; Kaf, 50/38; Tûr, 52/36; Hadid, 57/4; Teğabün, 64,3; Talak, 65/12; Mülk, 67/3; A'râf, 7/15.
[411] En'am: 6/14, 79; Yûsuf, 12/101; İbrahim, 14/10; Enbiya, 21/56; Fatır, 35/1; Zümer, 39/46; Şûra, 42/11.
[412] Bakara: 2/22; Mü'min, 40/64.
[413] Kâf: 50/9; Zâriyât, 51/47; Nebe, 78/12; Nâziât, 79/27; Şems, 91/5
[414] Rahman: 55/7; Râd, 13/2; Ğâşiye, 88/18; Nâziât, 79/28
[415] Bakara: 2/29; Fussilet, 41/11; Nâziât, 79/27.
[416] Nahl: 16/15; Sâffât, 37/6; Fussilet, 41/12; Kâf, 50/6; Mülk, 67/5
[417] Fussilet: 41/12.
[418] Rûm: 30/25
[419] Fâtır: 35/41; Hacc, 22/65.
[420] Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı, İnsan Yayınları: 77-78.
[421] A'raf: 7/54; Secde, 32/4; Yûnus, 10/3; Hûd, 11/7; Furkan, 25/59; Tevbe, 9/12; Kâf, 50/38; Hadid, 57/4.
[422] Enbiyâ: 21/30
[423] Prof. Dr. Abdullah Kızılırmak, Astronomi Dersleri, II, s. 198-201, İzmir Ege Üniversitesi Matbaası, 1966.
[424] Süleyman Ateş, Kur'ân-ı Kerim ve Yüce Meali, s. 323.
[425] A’raf: 7/54
[426] Furkan: 25/59
[427] Yusuf: 10/3
[428] Hud: 11/7
[429] Fussulet: 41/9, 12
[430] Secde: 32/4
[431] Kâf: 50/38
[432] Hadid: 57/4 Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı, İnsan Yayınları: 79-82.
[433] RM, XI, s. 64-65, t, s. 351.
[434] Secde: 32/5
[435] Meâric: 70/4
[436] Elmalılı, Hak Dini Kur'ân Dili, III, s. 2172, Tab., XII, s. 482.
[437] İbn Kesir, II, s. 220.
[438] Prof. Dr. Süleyman Ateş, Kur'ân-t Kerim ve Yüce Meâlİ, s. 207, 537.
[439] Elmalılı, Hak Dini Kur'ân Dili, III, s. 2172-2176.
[440] Bey., I, s. 351; RM, VIII, s. 132-134.
[441] Ma'rifetnâme, Nev'i salis, s. 6.
[442] Elmalılı, Hak Dini Kuran Dili, III, s. 2171.
[443] Fussilet: 41/9,10
[444] Elmalılı, Hak Dini Kuran Dili, VI, s. 4188-4189.
[445] Fussilet: 41/12
[446] Enbiyâ: 21/30
[447] Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, Bab I, s. 1-2.
[448] Sami öngör, Coğrafya Sözlüğü, (M.E. Basımevi, 1961, İst, s. 872, 657, 568,471.)
[449] İslâm Ansiklopedisi, V. s. 165, Halk maddesi.
[450] Fussilet: 41/9-12
[451] Elmalılı, Hak Dini Kur'ân Dili, VI, s. 4188-4190.
[452] İbn Kesir, IV, s. 176-177.
[453] Said Nursî, Sözler, s. 382. Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı, İnsan Yayınları: 82-86.
[454] Fussilet: 41/9-12
[455] Bakara: 2/29
[456] Nâziât: 79/27-30
[457] Nâziat: 79/27-31
[458] Fussulet: 41, 11
[459] Tevbe: 9-11
[460] Hafız Zehebî, bu hadisin mürsel olduğunu zikrediyor. Tdhisu'1-Müstedrekll,s. 451.
[461] RM, I, s. 216-217; XXIV, s. 102-108; XXIX, s. 31-35.
[462] İbn Kesîr, IV, s. 92-93,468; I; 67-69.
[463] Tab., XXX, s. 41-47.
[464] Bey.,II,s.345.
[465] Elmalılı, Hak Dini Kuran Dili, V, s. 3351; VI, 4191-4193; VIII s.5566. Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı, İnsan Yayınları: 86-89.
[466] Bakara: 2/29; Talâk, 65/12
[467] İsrâ: 17/44; Mu'minun, 23/17, Târik, 86/12,41; Mülk, 67/3; Nûh, 71/15; Nebe, 78/12
[468] Bakara: 2/29
[469] Fussilet: 41/12-11
[470] Nebe: 78/12
[471] Mülk: 67/3
[472] Mu'minun: 23/17
[473] Elmalılı, Hak Dini Kur'ân Dili, VII, s. 5164-5164.
[474] Sâd: 37/6
[475] Mülk: 67/5
[476] Türk Ansiklopedisi, {XVI, s. 41-42. M.E.). Basımevi, 1968, Ankara, Prof. Dr. Thomas L. Swihan'tan terceme: Dr. M. Ünal Akyol, Astrofizik ve Yıldızlar Bilgisi, (Ege Üniversitesi Astronomi Kürsüsü Basımevi, İzmir, s. 184,1970.)
[477] Mülk: 67/5
[478] Sâffât: 37/6
[479] Ahmed Naim, Tecrid-i Sarih Terceme ve Şerhi, II, s. 261-279'dan kısaltarak ve sadeleştirilerek alınmıştır.
[480] Zekeriyya ibn Muhammed ibn Mahmud el-Kazvînî, Kitabu Aca'ibi'I-Mahlûkat ve garaibi'l-mevcudât, s. 14-15.
[481] İbn Kesîr, IV, s. 425.
[482] RM, 1, s. 217.
[483] Bakara: 2/29
[484] Seyyid Kutub, Fi Zılali'l-Kur'ân, I, s. 61, (Lübnan-Beyrut, 4. baskı) tarihsiz.
[485] Talâk: 65/12
[486] RM, XXVIII, s. 142-145.
[487] Bey., 11, s. 485.
[488] İbn Kesir, IV, s. 385.
[489] Elmalılı, Hak Dini Kur'ân Dili, VII, s. 5078-5082.
[490]Ord. Prof. Dr. Salih Murat Uzdilek'in "Değişen Dünyanın Sırlan" İsmiyle muhtelif makale ve konferanslarından meydana gelen, 1947'de basılan eserinden, İzmir'de 1973'de çıkan Tek Yol dergisinin iktibası, sayı: 10, s. 21-23.
[491] Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı, İnsan Yayınları: 90-98.
[492] Ra'd: 13/2
[493] Lokman: 31/10
[494] Tab., Xin, s. 93-94, XXI, s. 65-66, fbn Kesîr, III, s. 442. Bey., I, s. 512.
[495] RM, XIII. s. 89.
[496] İbn Kesir, II, s. 499.
[497] Elmalılı, Hak Dini Kur'ân Dili, IV, s. 2945-2950.
[498] Rûm: 30/25; Fâtır, 35/41
[499] Hacc: 22/65.
[500] Rahman: 55/7
[501] Rûm: 30/25.
[502] Prof. Dr. Süleyman Ateş, Kur'ân-ı Kerîm ve Yüce Meali, s. 248.
[503] Zâriyât: 51/17
[504] Enbiya: 21/44
[505] Ra'd: 13/41
[506] Prof. Dr. Abdullah Kızılırmak, Astronomi Dersleri, 11, s. 33-35, Meydan Larousse, ek cilt (A-2), s. 907.
[507] Türk Ansiklopedisi, XVI, s. 42.
[508] Meydan Larousse, ek cilt (1-2), s. 907.
[509] Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı, İnsan Yayınları: 98-102.
[510] En'am: 6/1, 73; A'raf, 7/54; Tevbe, 9/37; Yûnus, 10/3; Hûd, 11/7; İbrahim, 14/19, 32; Hicr, 15/85; Nahl, 16/3; İsrâ, 17/37; Tâhâ, 20/4; Enbiyâ, 21/30; Furkan, 25/59; Neml, 27/60; Ankebût, 29/61, 64; Rûm, 30/8; Lokman, 31/25; Secde, 32/4; Yasin, 36/81; Kasas, 28/27; Zümer, 39/5, 38; Fussilet, 41/9; Zuhruf, 43/9; Duhan, 44/38; Câsiye, 45/22; Ahkaf, 46/3, 33; Kâr", 50/38; Tûr, 52/36; Hadid, 57/4; Teğâbûn, 64/3; Bakara, 2/164; Âl-i İmrân, 3/190, 191; Rûm, 30/40; Şûra, 42/29.
[511] Bakara: 2/117; En'am, 6/101
[512] En'am: 6/79
[513] En'am: 6/14; Yûsuf, 12/101; İbrahim, 14/10; Şûra, 42/11; Fâtir, 35/1; Zümer, 39/46
[514] Bakara: 2/22
[515] Neml: 27/61; Mü'min, 40/64
[516] Mülk: 67/15
[517] Cin: 72/19
[518] Nebe': 77/25
[519] Tâhâ: 20/53; Zuhruf, 43/10; Nâziât, 78/6
[520] Cin: 72/19
[521] Zâriyât: 51/48
[522] Rahman: 55/10
[523] Ra'd: 13/3; Hicr, 15/19; Kâf, 50/7
[524] Gaşiye:88: 20
[525] Şems: 91/6
[526] Nâziât: 79/30
[527] Enbiyâ: 21/30
[528] Ra'd: 13/4
[529] Hayat Ansiklopedisi, II, s. 866-906, Tek Yol dergisi, Sür'at Asrı; Değişen Dünyanın Sırları isimli kitaptan iktibas, sayı: 17, s. 23. Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı, İnsan Yayınları: 102-103.
[530] Fussilet: 41/10
[531] Nâziât: 79/32
[532] Nâhl: 16/15.
[533] Lokman: 31/10; Hicr, 15/19; Kâf, 50/7
[534] Ra'd: 13/3; Enbiyâ, 31/31; Nemi, 27/61; Fussilet, 41/10; Mürselât, 77/27
[535] Ra'd: 13/3.
[536] Nebe': 78/7.
[537] Câsiye: 88/19.
[538] Neml: 27/88
[539] Tek Yol Dergisi, Sür'at Asrı: Değişen Dünyanın Sırları adlı kitaptan iktibas, sayı: 73, s. 23; Hayat Ansiklopedisi 11, s. 904.
[540] Tab, XIV, s. 90.
[541] Nahl: 16/81.
[542] Fâtır: 35/27
[543] Enbiyâ: 21/31
[544] Tâhâ: 20/53
[545] Nûh: 71/19-20.
[546] Zuhruf: 43/10
[547] Nahl: 16/15-16.
[548] Neml: 27/61
[549] Rahman: 55/19-20
[550] Nahl: 16/14
[551] Sebe': 34/18
[552] A'raf: 7/10
[553] Hicr: 15/20
[554] Fussilet: 41/10
[555] A'râf, 7/96: 138; Hûd, 11/48; İsrâ, 17/1; Enbiyâ, 21/71, 81; Sebe'e, 34/18. Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı, İnsan Yayınları: 104-107.
[556] En'am: 6/97
[557] RM, VII, s. 234.
[558] Sezai Heper, Astronomi, s. 145, İstanbul, 1964.
[559] Sezai Heper, Astronomi, s. 52, İstanbul, 1964.
[560] Türk Ansiklopedisi, XVI, s. 41-42; Astronomi Dersleri, II, s. 94-126;Astrofizik ve Yıldızlar, s. 240-254.
[561] Meydan Larousse, V, s. 258-259; Astrofizik ve Yıldızlar, s. 184.
[562] Nahl: 16/12-16.
[563] Hicr: 15/18.
[564] Sâffât: 37/10; Cin, 72/8-9.
[565] Burûc: 85/1.
[566] Furkân: 25/61.
[567] Hicr: 15/16.
[568] Hayat Ansiklopedisi, II, s. 68.
[569] Elmahli, Hak Dini Kur'âfi Dili
[570] Tab., XVIII, s. 29; İbn Kesir, III, s. 224, 323.
[571] Galaksi ve yıldız sayıları hakkında değişik rakamlar verilmesi müracaat ettiğimiz eserlerin değişik tahminler vermesindendir. Bizim dikkatsizliğimizden değil.
[572] Enbiyâ: 21/33.
[573] Nuh: 71/16.
[574] Yûnus: 10/5
[575] Nebe': 78/13
[576] Furkân: 25/61
[577] Bey., I, s. 440; RM, XI, s. 68.
[578] Elmalılı, Hak Dini Kur'ân Dili, IV, s. 2672-2673.
[579] "Sür'at Asrı" Tek Yol dergisi, sayı: 12, s. 22.
[580] Rahman: 55/5
[581] Yâsin: 36/39
[582] En'am: 6/96
[583] Râd: 13/2; Hacc, 22/18; Ankebût, 29/61; Lokman, 31/29; Fâtır, 35/13; Zümer, 39/5.
[584] İbrahim: 14/33; Nahl, 16/12
[585] İsrâ: 17/12
[586] Prof. Dr. Süleyman Ateş, Kur'ârı-ı Kerim ve Yüce Meali, s. 282.
[587] Şems: 91/1-2
[588] Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı, İnsan Yayınları: 107-113.
[589] Enbiyâ: 21/33.
[590] Yasin: 36/40.
[591] Ra'd: 13/2
[592] Lokman: 31/29.
[593] Fâtır: 35/13; Zümer, 39/5
[594] Yasin: 36/38.
[595] Prof. Dr. Süleyman Ateş, Kur'ân-ı Kerim ve Yüce Meali, s. 441.
[596] Tab., XVII, s. 22-24.
[597] Elmalılı, Hak Dini Kur'ân Dili, V, s. 3354-3355.
[598] Ord. Prof. Dr. S. Murat Özdilek, 'Sürat Asrı" Tek Yol mecmuası, sayı: 14, s. 23.
[599] Hayat Ansiklopedisi, II, s. 1014.
[600] Enbiyâ: 21/33.
[601] Mü'minûn: 23/80.
[602] Nûr: 24/44.
[603] Furkân: 25/62.
[604] Fâtır: 35/13.
[605] Yasin: 36/40.
[606] Zümer: 39/5
[607] Bu konuda şu âyetlere de bk.: Bakara, 2/164; Âl-i İmrân, 3/27, 190; En'am, 6/96; A'raf, 7/54; Yûnus, 10/67; Ra'd, 13/3; Furkân, 25/47; Rûm, 30/23; Lokman, 31/29; Yasin, 36/37; Mü'min, 40/61; Fussilet, 41/37; Câsiye, 45/5; Hadid, 57/6; Müzzemmil, 73/20; Şems, 91/4. Nebe’: 78/10
[608] İsrâ: 17/12.
[609] A'raf: 7/54
[610] A'raf: 7/54.
[611] Kur 'ân Işığında Kâinat ve Göklerin Fethi, s. 73. {O zamanki gazetelerden naklen.
[612] Neml: 27/86. Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı, İnsan Yayınları: 113-118.
[613] Âl-i İmrân: 3/190, 191
[614] Elmalılı, Hak Dini Kur'an Dili, II, s. 1256.
[615] Yûnus: 10/101
[616] Ankebût: 29/20
[617] Fussilet: 41/53
[618] En'am: 6/73
[619] Câsiye: 45/22
[620] Ahkâf: 46/3
[621] Ankebût: 29/44; Zümer, 39/5; Enbiyrra, 21/16; İbrahim, 14/19; Hicr, 15/85; Teğâbûn, 64/3; Rûm, 30/8; Nahl, 16/3; Duhan, 44/38, 39
[622] Elmalılı, Hak Dini Kur'an Dili, II, 1256.
[623] İbn Kesir, III, 414; III, 174; IV, 153; IV, 150; II, 145.
[624] Sad: 38/27
[625] Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı, İnsan Yayınları: 119-120.
[626] Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı, İnsan Yayınları: 120.
[627] Hayat Ansiklopedisi, I, 617.
[628] Fussilet: 41/10.
[629] Enbiyâ: 21/30
[630] Nûr: 24/45
[631] RM, XVII, 34-37.
[632] İbn Kesîr, III, 176-177.
[633] Fûrkan: 25/54
[634] RM, XX, 35-36; Bey., II, 148.
[635] Elmalılı, Hak Dini Kur'ân Dili, V, 3602.
[636] "Değişen Dünyanın Sırları" Tek Yol sayı: 10 s. 23.
[637] Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı, İnsan Yayınları: 120-123.
[638] Bk. Bu kitapta, Birinci Bölüm, B.l. Sanea fiili
[639] Hayat Ansiklopedisi, II, 612.
[640] Hayat Ansiklopedisi, II, 611.
[641] Yasin: 36/33
[642] Mu'minûn: 23/20
[643] Bakara: 2/261
[644] Hicr: 15/19
[645] Yasin: 36/36; Şuârâ, 26/7; Lokman, 31/10; Kâf, 50/7.
[646] Neml: 27/60; Abese, 80/30
[647] Sâffât: 37/146
[648] Mümtehine: 60/9; Abese, 80/27; Nahl, 16/11.
[649] Abese: 80/28; Nahl, 16/11
[650] Abese: 80/29, Nahl, 16/11
[651] Abese: 80/31
[652] Yasin: 36/36
[653] En'am: 6/99; Yûnus, 10/24; Kehf, 18/45; Tâhâ, 20/53; Nebe', 78/15; Hadîd, 57/20.
[654] Âl-i İmrân: 3/37; Nûh, 71/17.
[655] Mu'minûn: 23/20.
[656] A'raf: 7/58.
[657] Bakara: 2/22; İbrahim, 14/32; Fetih, 48/29; Nâziat, 79/31; A'lâ, 87/4; Bakara, 2/268; En'am, 6/99; A’raf, 7/57; Tâhâ, 20/53; Fatır, 35/27; Yasin, 36/33.
[658] Ayrıca şu âyetlere de bakınız: (Secde, 32/27; Nebe', 78/15; Bakara,2/61; En'am, 6/95).
[659] En'am: 6/95.
[660] Hayat Ansiklopedisi, II. 609.
[661] En'am: 6/141.
[662] Hayat Ansiklopedisi, II, 611.
[663] Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı, İnsan Yayınları: 123-126.
[664] Zâriyât: 51/49
[665] Zuhruf: 43/12
[666] Mecduddin, Ebu's-Se'ade ibn Mubammed İbnu'1-Esir el-Cezeri, en-Nihâye fi Garibi'l-Hadis ve'I-Eser II, 317, 1963, Mektebetu'l-İslâmiyye.
[667] Muf.,s. 216.
[668] Yasin: 36/36.
[669] Bu mânâda şu âyetlere de bakılmalıdır: (Hacc, 22/5; Şuarâ, 26/7; Mümtehine, 60/7). Lokman: 31/10.
[670] Ra'd: 13/3
[671] Tâhâ: 20/53
[672] Rahman: 55/52
[673] HayatAnsiklopedisi, II, 612.
[674] Hicr: 15/22.
[675] Hayat Ansiklopedisi, II, 612.
[676] Şûra: 42/11.
[677] Zümer: 39/6.
[678] Nebe’: 78/8.
[679] Kıyâme: 75, 39.
[680] Necm: 53/45.
[681] Aynı mealde bk.: Nisâ, 4/1; Nahl, 16/72; Rûm, 30/21; Fâtır, 35/11). A'raf: 7/189.
[682] Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı, İnsan Yayınları: 126-129.
[683] En'am: 6/142.
[684] Nahl: 16/6.
[685] Nahl: 16/8.
[686] Fâtır: 35/28.
[687] Zümer: 39/6.
[688] Mü'min: 40/79.
[689] Ayrıca şu âyetlere de bk.: Şûra: 42/1 l;Zuhruf, 43/12; En'am, 6/136). Yasin: 36/71.
[690] Hayat Ansiklopedisi, II, 652.
[691] Bk. Nahl, 16/66. Mü'minûn: 23/21.
[692] Câsîye: 88/17
[693] RM, XXX, 116.
[694] Zümer: 39/21; Fâtır, 35/27
[695] Muf., s. 457.
[696] Nahl: 16/13; Fâtır, 35/38
[697] Muf.,s. 164.
[698] Bakara: 2/164
[699] Nûr: 24/45.
[700] Lokman: 31/10.
[701] Şûra: 42/29
[702] Rıyadu's-Sâlihîn, s. 599. Müslim de rivayet etmiştir. Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı, İnsan Yayınları: 129-131.
[703] "Ve denizin balıklarına ve göklerin kuşlarına ve yer üzerinde hareket eden her canlı şeye hâkim olsun." Kitab-ı Mukaddes, Bab, 1, s. 2.
[704] Rûm: 30/20
[705] Âl-i İmrân: 3/59; Kehf, 18/37; Hacc, 22/5; Fâtır, 35/11; Mü'min, 40/67
[706] Ebu Davud, ha, no. 4693; Tab., I, 481; Müsned-i Ahmed, IV, 400; Tir., IV, 67-68; Müs., II, 261, Prof. Dr. Suat Yıldırım, Hz. Peygamberin Tefsiri, s. 165.
[707] Thomas Peter Bennet ve Earl Friden'den terceme, Dr. Attan Günalp, Biyokimyada Modern Konular, s. 5-10, M.E.B Basımevi, İstanbul, 1973.
[708] Sâd: 38/71
[709] Bu hususta şu âyetlere de bk. En'am, 6/2; A'raf, 7/12; Sâd, 38/76; İsrâ, 17,61. Secde: 32/7
[710] Sâffât: 37/11
[711] Mü'minûn: 23/12
[712] Bey., II, 104.
[713] İbn Atıyye'den RM, XVIII, 12.
[714] Elmalılı, Hak Dini Kur'ân Dili, V, 3432-3433.
[715] Hicr: 15/33.
[716] A'raf: 7/ll.
[717] Hicr: 15/26, 28
[718] Muhtasaru Tefsiri't-Taberi, I, 348.
[719] RM, XIV, 33-34; Bey., I, 540.
[720] Sâffât: 37/11
[721] Muhtasaru Tefsiri't-Taberî, I, 348; RM; XIV, 33-34.
[722] İbn Kesir,II, 550; Elmalılı, V, 3056-3057.
[723] Mehmet Sofuoglu, Sahih-i Müslim ve Tercemesi, VIII.
[724] Rahman: 55/14.
[725] Mü'minûn: 23/14.
[726] Sâd: 38/71
[727] Secde: 32/9
[728] Süleyman Ateş, s. 414.
[729] Hicr: 15/29.
[730] Nuh: 71/14
[731] İnşikâk: 84/19). Taberî ve İbn Kesîr (Nuh, 71/14
[732] İnşikâk: 84/19
[733] Bk. Bey, II, 507; îbn Kesir, IV, 425; Tab, XXIX, 95-96, RM, XXIX, 73-74; XXX, 82-83; Elmalılı, Hak Dini Kur'ân Dili, VIII, 5373.
[734] En'am, 6/2; Kehf, 18/37; Fâtır, 35/11; Mü'mîn, 40/67.
[735] RM, XVI, 70. Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı, İnsan Yayınları: 131-136.
[736] Nisa: 4/1.
[737] A'raf: 7/189
[738] Zümer: 39/6.
[739] RM, IX, 137-138; Tab., IX, 143; Bey., I, 380.
[740] Âl-i İmrân: 3/59.
[741] Hacc: 22/5
[742] Mü'minûn: 23/12-14
[743] Zümer: 39/6
[744] Secde: 32/7-9
[745] Embriyoloji dese gerek.
[746] Süleyman Ateş, Kur'ân-ı Kerim ve Yüce Meali, s. 331.
[747] Bey., 11,317.
[748] Eimalılı, Hak Dini Kur'ân Dili, VI, 4117.
[749] Süleyman Ateş, Kur'ân-ı Kerim ve Yüce Meali, s. 458.
[750] Târik: 86/7
[751] Haşr: 59/59
[752] Târik: 86/6
[753] İbn Kesîr, IV, 46.
[754] Mehmet Sofuoglu, Sahih-İ Müslim ve Tercemesi, VIII, 114.
[755] Mü'minûn: 12-14
[756] Hüseyin Atay, "Kur'ân ve Hadîste Aile Plânlaması", İlahiyat Fakültesi Mecmuası, c. XVIII, s. 20.
[757] Muhtasaru Tefsiri't-Taberî, I, 494.
[758] İnfitâr: 82/7-8
[759] Nahl:16/72.
[760] Rûm: 30/54. Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı, İnsan Yayınları: 136-142.
[761] Secde: 32/7
[762] Mu'minûn: 23/14; Sâffât, 37/125
[763] Mü'min: 40/64
[764] Tin: 95/4
[765] Teğabün: 64/4
[766] Sâd: 38/75
[767] RM, XXX, 176. Bakara: 2/34.
[768] İsrâ: 17/70.
[769] Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı, İnsan Yayınları: 142-143.
[770] Nisa: 4/28
[771] İbn Kesir, I, 479; Tab., V, 29. 148RM,V, 14.
[772] RM, XVII, 48.
[773] Enbiyâ: 21/37
[774] Bey, 11,504.
[775] A'raf: 7/11
[776] Me'aric: 70/19-21
[777] Bey., II, 504.
[778] RM, 1,61-62.
[779] İbn Kesir, IV, 421.
[780] Elmalılı, Hak Dini Kur'ân Dili, VIII, 5357.
[781] Hûd: 11/118-119
[782] Tab., XII, 141-144.
[783] Elmalılı, Hak Dini Kur'ân Dili, IV, 2837.
[784] İbn Kesir, II, 465.
[785] Şems: 91/7-9
[786] İnsan: 76/3
[787] Kâf: 50/16.
[788] Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı, İnsan Yayınları: 143-146.
[789] Bakara: 2/29
[790] Lokman: 31/20
[791] Câsiye: 45/13
[792] Zâriyât: 51/56
[793] Bakara, 2/21
[794] Bakara: 2/30.
[795] RM, 1,220.
[796] Bey, I, 44-45.
[797] Süleyman Ateş, Kur'ân-ı Kerim ve Yüce Meali-, s. 5.
[798] Ahzâb: 33/72
[799] Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı, İnsan Yayınları: 146-148.
[800] Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı, İnsan Yayınları: 149.
[801] Bakara: 2/258
[802] Tâhâ: 20/50, 51
[803] Mü'min: 40/62
[804] Zümer: 39/62
[805] En'am: 6/102
[806] Secde: 32/7
[807] Mü'min: 40/64
[808] Teğabün: 64/3
[809] Mülk: 67/3, 4
[810] Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı, İnsan Yayınları: 149-151.
[811] Ankebût: 29/19,
[812] Süleyman Ateş, s. 397.
[813] Neml: 27/64
[814] Yunus: 10/4.
[815] Nahl: 16/40
[816] Bakara: 2/117; Âl-i İmrân, 3/47, 59; En'am, 6/73; Meryem, 19/35; Yasin, 36/82; Mü'min, 40/68
[817] Kehf: 18/109
[818] Lokman: 31/27
[819] Rahman: 55/29
[820] Kaf: 50/38
[821] Câsiye: 45/33
[822] A'râf: 7/54
[823] Zâriyât: 51/47
[824] Râd: 13/41; Enbiyâ, 21/44
[825] Fâtır: 35/1
[826] Zümer: 39/6
[827] Nahl: 16/8
[828] Mâide: 5/17
[829] Âl-i İmrân: 3/47; Nur, 24/45; Rûm, 30/54
[830] Kasas: 28/-68
[831] Yûnus: 10/34
[832] Talak: 65: 1
[834] İbn Mâace, Mukaddime, hadis no: 202, Kur'ân'da Ulûhiyet Kitabı, s. 15.
[835] el-Fasl, II, 143-144.
[836] Kur'ân âa Ulûhiyet, s. 180.
[837] Rûm: 30/54. Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı, İnsan Yayınları: 151-156.
[838] Yasin: 36/22
[839] Nisa: 4/1
[840] A'râf: 7/59.
[841] Talâk: 65/73, 85; Hûd. 11/50, 61, 84; Mu'minûn, 23/23, 32
[842] En'am: 6/102.
[843] Şuara: 26/184
[844] Vakıa: 56/57
[845] Sâffât: 37/122-126
[846] Zâriyât: 51/56
[847] RM., IX, 143.
[848] Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı, İnsan Yayınları: 156-158.
[849] Fâtır: 35/3
[850] En'am: 6/102
[851] Yûnus, 10/34
[852] Fâtır: 35/40
[853] A'râf: 7/191
[854] Hacc: 22/73.
[855] Ra'd: 13/16.
[856] Nahl: 16/17.
[857] Nahl: 16/20, 21.
[858] Tûr: 52/35.
[859] Sebe: 34/22.
[860] Furkân: 25/3; Ahkâf, 46/4; Tûr, 52/36; Neml, 27/64. Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı, İnsan Yayınları: 158-160.
[861] Enbiyâ: 21/104
[862] Kâf: 50/15
[863] Vakıa: 56/62
[864] Ankebût: 29/50
[865] Tâhâ: 20/20
[866] Rûm: 30/27.
[867] Ahkâf: 46/33.
[868] Ankebût: 29/19.
[869] Elmallı, IV, 27/3-27/6.
[870] Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı, İnsan Yayınları: 161-163.
[871] Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı, İnsan Yayınları: 165-166.
[872] Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı, İnsan Yayınları: 167-168.