KUR'AN'DA ADI GEÇEN PEYGAMBERLERİN HAYATI
Nuh'tan (a.s.) Sonra Gelişen Olaylar
Hûd Peygamber'in Gelişi ve Çağrısı
İnsanların Hûd'a (a.s.) Cevabı
Hûd'un (a.s.) İmanı, Ad'ın İnatçılığı
Ad'dan Sonraki Kavme Gelen Peygamber
Ama Semud da Nankörlük Yolunu Seçti
Yüce Allah'tan Başka İlahlar ve Putçuluk
Semud Kavmine Gönderilen Peygamber Salih (a.s.)
Yalnız Yüce Allah'a Kul Olmak Çağrısı
Onlar da Öldükten Sonra Dirilmeye İnanmıyorlardı
Zenginlik ve Rahatın İnsanlara Yetmeyeceği, Allah Teâlâ'ya İman Etmek Gerektiği
Diğer Kıssalardan Farklı Bir Üsluptaki Eyüp (a.s.) Kıssası
Zekeriyya'nın Salih Bir Çocuk İçin Duası
Allah Teâlâ’nın Genç Saliha Kıza İhsanı
Allah Teâlâ'nın Belirtileri ve Gücü
Yahya (a.s.) Çağrıyı Yükleniyor
Hükümdar Yusuf u (a.s.) Çağırıyor
Yusuf (a.s.) Davasının incelenmesini istiyor
Yusuf un (a.s.) Kardeşlerinin Gelişi
Yakup (a.s.) ve Oğulları Arasında
Bünyamin Yusuf un (a.s.) Yanında
Yusuf (a.s.) Babası Yakup'u (a.s.) Davet Ediyor
Yakup (a.s.) Yusuf un (a.s.) Yanında
Firavun ve Müstekbirlerle Mücadele Emri
Sihirbazlar Musa'ya (a.s.) Karşı
Allah Teâlâ'nın Dini Bütün İnsanlığa Rahmettir
Medyen Şehri Halkına Kardeşleri Şuayb'ın (a.s.) Peygamber Olarak Gönderilmesi
Merhametli Bir Baba, Hikmetli Bir Öğretmen
Şuayb (a.s.) Davetini Açıklıyor
Söylediğin Şeyin Çoğunu Anlamıyoruz
Şuayb (a.s.) Kavminin Bu Haline Şaşırıyor
Öncekilerin Söylediklerini Söylediler
Peygamberini Yalanlayan Ümmetin Sonu
Emirler Açıklanmış, Emanet Yerine Getirilmiştir
Kur’an-ı Kerim Allah Teâlâ'nın Nimetlerinden Bahsediyor
Allah Teâlâ'nın Davud'a (a.s.) Nimeti
Davud'un (a.s.) Bu Nimete Şükretmesi
Süleyman Kuşların ve Hayvanların Dilini Biliyor
Süleyman (a.s.) Sebe Melikesini Dinine Davet Ediyor
Melike Devlet Adamlarıyla İstişare Ediyor
Süleyman'ın (a.s.) Yanında Âlemlerin Rabbi Olan Allah'a Teslim Oldu
Kur’an-ı Kerim Süleyman (a.s.) Kıssasını Anlatıyor
Süleyman (a.s.) Kâfir Olmadı Fakat Şeytanlar Kâfir Oldu
İbrahim (a.s.) Putları Kırıyor
Yahudilerin Sadece Görünene İnanmaları
Allah'ın İsrailoğullarına Nimeti
İsa'nın Doğumu Bilinene Meydan Okuyor
Dine Daveti ve Yahudilerin Yalanlamaları
Yahudiler Ona Savaş İlan Ediyorlar
Kur’an-ı Kerim'de İsa'nın (a.s.) Kıssası
Kur’an-ı Kerim'de Onun Yolu ve Daveti
Halkın, Avam ve Fakir Kesiminin İmanı
Biz Allah Teâlâ'nın Yardımcılarıyız
Havariler Gökten Bir Sofra İstiyorlar
Kötü Bir Gelecekten Kavmini Korkutması
Kur’an-ı Kerim Kıssayı Anlatıyor
Yahudiler Efendimiz İsa'dan Kurtulmaya Çalışıyorlar
Yadırgayanların ve Yöneticilerin Tutumu
Efendimiz İsa (a.s.) Mahkemede
O Zamanki Öldürmeyle İlgili Kanun
Kararın Uygulanması ve Hz. İsa’nın (a.s.) Semaya Kaldırılması
Kur’an-ı Kerim Kıssayı Anlatıyor
Kıyametten Önce İsa'nın (a.s.) İnişi
O'nun Efendimiz Muhammed'in (s.a.) Peygamberliğini Müjdelemesi
Halis Tevhid İnanışından Bozuk İnanca
İsa (a.s.) Sadece Allah'a Kul Olmaya Çağırıyor
Kur’an-ı Kerim İsa'nın (a.s.) Davetini Açıklıyor
Kıyamet Sahnelerinden Muhteşem Bir Sahne
Bozuk Bir İnançtan Apaçık Bir Putperestliğe
Ebu’l-Hasen en-Nedvî, 1914 yılında Hindistan Lucknow'da doğdu. Soyu Hz. Hasan'a dayanır. Lucknow ve Lahor'da dinî ilimlerdeki öğrenimini yaptı. Deyubend Üniversitesi ile Dav'u'1-Ulûm üniversitelerinde ders verdi. Çeşitli müesseselerin kurucusu oldu. 1961'de Nedvetü'l Ulemâ başkanlığına seçildi. 1999 yılında vefat edene kadar bu görevde kaldı. Birçok ülkeyi, bu arada Türkiye'yi ziyaret ederek konferanslar verdi. Vermiş olduğu çok sayıdaki eseri ile günümüzdeki İslâmî düşünüşün oluşumunda büyük pay sahibidir. Yazarın Risale Yayınları’ndan çıkan eserleri şunlardır: Peygamberimizin Hayatı, İtikat, İbadet ve Güzel Ahlak, Hz. Ali.[1]
Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla
Sevgili Yeğenim[2]
Kıssalara ve hikâyelere meraklısın. Aslında senin yaşındaki her çocuk da böyledir ya. Kıssaları bütün dikkatinle okur ve dinlersin. Fakat üzülerek görüyorum ki elinde sadece kedi, köpek, arslan, kurt, maymun ve ayı hikâyeleri var. Bu durumun sorumlusu da biziz. Çünkü basılmış olarak sadece bunlar mevcuttur.
Kur’an-ı Kerim'in dili, peygamber dili ve dinin dili olduğundan Arapça öğrenmeye başladın. Öğrenmeye karşı çok büyük bir isteğin var. Bu konuda ben mahcubum. Çünkü sen Arapça'da, yaşına uygun hikâyeler bulamıyorsun. Buldukların ancak hayvan hikâyelerinden, masallardan ve uydurmalardan ibaret.
Bu sebeple sana ve akranların olan Müslüman çocuklarına, nebilerin ve rasullerin (Allah'ın salat ve selamı onlara olsun) hayatlarını kolay bir tarzda ve yaşıtlarının zevkine uygun bir biçimde yazmaya karar verdim ve bunu yaptım. İşte bu, "Kur’an'da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı" adıyla sana hediye ettiğim ilk kitaptır. Onları çocukların (gençlerin) üslup ve mizaçlarına uygun bir biçimde anlattım. Kelime ve cümleleri gerektiğinde tekrar etmeye, ifadeleri ve kıssaları kolaylaştırmaya çalıştım. Sanıyorum ki bu kitap, çocukların, (gençlerin) okullarında okuyacağı, Arapça’yla yazılmış ilk kitap olacaktır. Yüce Allah izin verirse peygamberlerin kıssalarını dolgun içerikli, kolay, açık ve sade cümlelerle sana armağan edeceğim. Onda gerçeğe aykırı hiçbir şey bulunmayacaktır.
Ey Muhammed (s.a.), Allah Teâlâ seninle anne ve babanın, amcalarının ve İslâm'ın yüzünü ağartsın. Allah Teâlâ seninle atalarının bereketini bu ailenin ve bütün Müslümanların üzerine yeniden indirsin.
Ebu'l-Hasen en-Nedvî[3]
Eski, çok eski zamanlarda yeryüzünde insan yoktu.
Dağlar, topraklar, sular, çeşit çeşit hayvanlar vardı ama hiç insan yoktu. Yüce Allah meleklere;
"Topraktan bir insan yaratacağım. Onu yeryüzünde halife kılacağım. Hepiniz ona secde ediniz."
diye buyurdu. Melekler durup düşündüler. Demek Yüce Allah yeni bir mahluk yaratacaktı ve ona secde etmelerini emrediyordu. Bu, kendilerinden üstün bir mahluk olacaktı. Sordular:
"Ya Rab! Yeryüzünde bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Biz sana her zaman ibadet ediyor, seni överek yüceltiyoruz."
Melekler insan denilen şeyin varlığını merak ediyorlardı. Bunun için sorup öğrenmek istemişlerdi. Yüce Allah bunun üzerine;
"Ben sizin bilmediklerinizi bilirim." diye buyurdu.
Melekler;
"Şüphesiz Rabbimiz her şeyi bilir, faydasız bir şey yaratmaz." dediler. Demek ki insanın yaratılmasında meleklerin bilemeyecekleri gizli bir yön vardı.
Nihayet Yüce Allah Âdem'i (a.s.) topraktan yarattı. Ona ruhundan üfledi. Sonra Âdem'e varlıkların isimlerini öğretti. Daha sonra onun bütün yaratılmışlardan üstün olduğunu, yeryüzünde halife olmaya layık olduğunu meleklere göstermek, onların merakını gidermek için bir sınav yaptı.
Meleklere;
"Bu varlıkların isimlerini söyleyin." diye buyurdu. Meleklerin bu konuda bilgileri yoktu.
"Ya Rab! Senin bize öğrettiğin ilimden başka bir bilgimiz yok." diyerek sustular, cevap veremediler. Bunun üzerine Yüce Allah, Âdem'e (a.s.) varlıkların isimlerini saymasını emretti. Âdem teker teker saydı. Böylece melekler insan denilen varlığın kendilerinden üstün olduğunu anladılar. Bu olay, Yüce Allah'ın insanlara ilim verdiğini göstermiş oluyordu. İnsanoğlu bu ilim sayesinde dünyadaki hayatını kolaylaştıracak, yaratılmış olan diğer şeylerden faydalanabilecekti.
Melekler Yüce Allah'ın emri üzerine Âdem'e (a.s.) secde ettiler.
Sadece şeytan secde etmemişti. Kendini Âdem'den (a.s.) daha üstün görüyor ve büyüklük taslıyordu. Yüce Allah; "Ey iblis! Âdem'e secde etmene engel olan nedir?" diye buyurdu. Şeytan bu terbiyesizliğinden pişman olup tevbe edeceği yerde kendini haklı çıkarmaya çalıştı.
"Ben Âdem'den (a.s.) daha hayırlıyım. Çünkü beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın. Ben hiç çamurdan yaratılmış birine secde eder miyim?" dedi.
Yüce Allah, şeytanın bu gururlu davranışını bağışlamadı. Ona;
"İn oradan! Melekler içinde büyüklük taslayamazsın. Rahmetimden çık, git! Sen bundan böyle alçağın biri oldun." diye buyurarak onu huzurundan kovdu. Bu olay kibir ve gururun ne kadar kötü bir şey olduğunu ortaya koymaktadır. Büyüklük taslayan, sonunda küçülür ve herkesin nefretini kazanır.
Şeytan yaptığı hatayı anlamıştı. Bir anda Yüce Allah'ın rahmetinden yoksun kalmıştı. Belki de tamamen yok olacaktı. Bu korku ile şöyle dedi:
"Beni insanların tekrar dirileceği güne kadar hayatta bırak."
Yüce Allah ona:
"Senin ömrün kıyamet gününe kadar uzatıldı." diyerek hayatta kalacağını bildirdi.
Şeytan bu izni alınca aslında tevbe ve şükretmesi gerekirdi. Ama o inadında devam etti, Allah Teâlâ'ya şöyle karşılık verdi:
"Ey Rabbim! Beni, Âdem’e secde etmediğim için huzurundan kovdun. Ben de bundan böyle senin doğru yolun üzerinde oturacağım. İnsanları azıtmak, doğru yoldan saptırmak için pusuda bekleyeceğim. Onlara her yönü deneyerek yaklaşmaya çalışacak, sana isyan etmelerini sağlamak için elimden geleni yapacağım. O zaman göreceksin ki insanların çoğu sana itaat etmeyecek, şükretmeyecek. Ancak onlardan pek azını kandıramam, bu insanlar senin en iyi kullarındır.”
Şeytan bu sözleri ile insanoğluna olan kinini ve nefretini açıkça ortaya koymuş oluyordu. Hz. Âdem'in (a.s.) yüce Allah katında kazandığı kıymet onu kıskançlıktan deli etmişti.
Yüce Allah bunun üzerine ona şöyle buyurdu:
"Ey iblis! Sen, bütün güç ve kuvvetinle insanoğlunu azdırmaya, doğru yoldan ayırmaya çalış. İnsanlardan kim benim yolumu bırakır da sana uyarsa, cehennemi seninle ve sana uyanlarla dolduracağımı bilsinler. Ancak senin aldatamayacağın o iyi kullarım var ya, onları bana ibadetten asla ayıramaz, onlar üzerinde bir etki yapamazsın.”
Böylece şeytan Yüce Allah'ın huzurundan kovuldu. Şeytan ile insanoğlu arasındaki mücadele buradan başlamış oldu. Yüce Allah daha sonra Âdem'i (a.s.) cennete koydu. Âdem cennette yaşıyor, oradaki her türlü güzellikten faydalanıyordu. Ancak kendisini çok yalnız hissediyordu. Yüce Allah hem yalnızlıktan kurtulması, hem de insan neslinin çoğalması için ona hayat arkadaşı ve eş olarak Havva'yı yarattı. Ve onlara şöyle buyurdu:
"Ey Âdem! Sen ve ailen cennete yerleşin, oradaki güzelliklerden, nimetlerden faydalanın."
Âdem (a.s.) ile Havva cennette mutluluk içinde yaşıyorlardı; ne kadar güzel bir yerdi cennet. Neyi arzu ederlerse hemen oluyordu. Açlık, susuzluk çekmiyorlardı. Ağaçların, kuşların, suların, anlatılmaz güzelliklerin içindeydiler. Hiçbir kaygıları, hiçbir dertleri yoktu.
Ancak Yüce Allah onları sınamak için bir yasak koymuştu. Âdem'le Havva cennette bulunan bir ağaca yaklaşmayacak, onun meyvesinden yemeyeceklerdi.
Şeytan bu yasağı öğrenmişti. Onların peşindeydi. Âdem'le (a.s.) Havva cennette gezip dolaşırken bazen cennetin kapısına kadar yaklaşırlardı; şeytan ise cennetten kovulmuştu, oraya giremezdi. Bunun için onları kolluyor, kapının önüne gelmelerini bekliyordu.
Yine bir seferinde Âdem'le Havva cennetin kapısı yakınlarına yaklaşmışken şeytan onlara seslendi:
"Heeey Adem, Adem...”
Hz. Âdem'le Havva dönüp baktılar ve onunla konuşmaya başladılar.
Şeytan:
"Cennet ne kadar güzel değil mi?" dedi.
"Evet, Rabbimiz çok güzel bir yer yaratmış."
"Burada devamlı kalmak ister misiniz? Buradan hiç ayrılmadan yaşamak ister misiniz? Hep burada kalmak, başka bir yere gitmemek isler misiniz?"
Âdem'le Havva beraberce:
"Elbette isteriz." dediler.
"Bunun yolunu ben biliyorum."
"Biliyorsan bize de söyle.”
"Hani Allah’ın yaklaşmanızı yasak ettiği bir ağaç var ya!"
"Evet, bize o ağaca yaklaşmak yasak edildi.”
"Allah size onu neden yasak etti biliyor musunuz?"
"Hayır, bilmiyoruz."
Şeytan bunun üzerine çirkince sırıtarak şunları söyledi:
"Eğer o ağacın meyvesinden yerseniz, burada, cennette sonsuza kadar kalabilirsiniz."
Âdem'le Havva birbirlerinin yüzüne baktılar. Şaşırmışlardı. Şeytan heyecanla devam etti:
"Evet, evet, o ağacın meyvesinden yemeniz gerek, düşünün hep cennette kalacaksınız, bu ne kadar güzel bir şey. Bakın benim halime, cennetten kovuldum ve bir daha dönemiyorum.”
Hz. Âdem'le Havva, şeytanın bu sözlerine önceleri pek önem vermediler. Çünkü Yüce Allah onu kendilerine apaçık bir düşman olarak tanıtmıştı. Hatta belki de onunla konuşmaları bile yakışıksız bir iş olmuştu. Hiç konuşmasalardı daha iyi olacaktı.
Ama olan olmuştu bir kere. Cennette dolaşırken o ağaca baktıklarında hep şeytanın söylediği sözleri hatırlıyorlardı. “Cennette sonsuza kadar kalacaksınız, sonsuza kadar burada yaşayacaksınız." Az da olsa kalplerinde böyle bir arzu uyanmıştı.
Bu arzu gittikçe kuvvetlendi. Sonunda o ağacın meyvesinden yediler. Böylece Yüce Allah'ın bir emrine karşı gelmiş oldular.
Meyveyi yedikleri anda ikisinin de üzerlerindeki elbiseler uçup gitti. Çırılçıplak kaldılar. Çok utandılar. Hata ettiklerini, günaha battıklarını hemen anladılar. Şeytan onları aldatmıştı.
Utanç ve keder içinde yerden topladıkları ağaç yaprakları ile çıplak vücutlarını kapatmaya, örtünmeye çalıştılar. Yüce Allah, onlara şöyle seslendi:
"Ben ikinize de bu ağaca yaklaşmayın demiştim. Bu ağacın meyvesini size yasak etmiştim. Şeytan size apaçık bir düşmandır demiştim. Neden emrimi dinlemediniz?" buyurdu.
Âdem ile Havva suçlarını kabul ettiler. Başlarını öne eğdiler. Ağlayıp yalvarmaya başladılar:
"Ya Rabbi bizi bağışla... Bizi affet... Eğer affetmezsen halimiz ne olur. Biz kendimize zulüm ettik.” dediler.
Şeytan’ın amacı Âdem ile Havva'ya bu ağacın meyvesinden yedirerek onların cennetten kovulmalarını sağlamaktı. Böylece onlar da Yüce Allah'ın rahmetinden uzaklaşmış olacaklardı. Ancak Hz. Âdem ile Havva'nın tevbe ederek kurtulacaklarını hiç düşünmemişti. Yüce Allah'ın iyi kullarının hata etseler de, günah işleseler de tevbe ederek kurtulabileceklerini ummuyordu. Zaten bunu bilseydi onlarla uğraşmazdı.
Yüce Allah Âdem ile Havva'ya şeytana uymaları durumunda cennetten çıkarılacaklarını daha önce bildirmişti. Bunun için onları işledikleri günah üzerine cennetten çıkararak yeryüzüne indirdi. Artık onlar için yeni bir hayat başlıyordu. Dünya, cennet gibi değildi.
Orada insanoğlu türlü zorluklarla karşılaşacaktı. Belli bir süre yaşayacak, kendisine verilen ilim ve akıldan faydalanarak ömrünü tamamlayacaktı. Fakat bu ölüm sonsuza kadar yok olma değildi. Nihayet bir gün dirilecek, dünyada yaptığı hareketlerin hesabını verecek, iyiler ödül, kötüler ceza görecekti.
Yüce Allah onları cennetten çıkarırken şeytanla birlikte hepsine şöyle buyurdu:
"Birbirinize düşman olarak yeryüzüne inin!"
Artık insanla şeytan arasındaki mücadele yeryüzünde devam edecekti. Şeytan yeryüzünde bütün insanlara yaklaşacak, onları ömürleri boyunca Allah Teâlâ'ya isyan ettirmeye uğraşacaktı.
Hz. Âdem ile Hz. Havva, yeryüzünde ayrı ayrı yerlere indirilmişlerdi. Uzun zaman birbirlerinden ayrı yaşadılar. Birbirlerini çok özlüyor ve bir an önce kavuşmak için Yüce Allah'a yalvarıp ağlıyorlardı. Allah Teâlâ onların tevbelerini kabul etti. Arabistan'da, Mekke civarında Arafat denilen yerde buluştular. Bu buluşma çok göz yaşartıcı oldu. Birbirlerini çok seven iki insan, iki eş gözyaşları içinde karşılaştılar. Uzun zaman içinde birbirlerine başlarından geçenleri anlattılar.
Hz. Adem'le Havva'nın buluşmalarından sonra ikisinden insan nesli hızla çoğalmaya başladı. Havva anamız her doğum yaptığında biri erkek biri kız olmak üzere ikiz doğum yapıyordu. İlk zamanlarda insan neslinin çoğalması için kardeşler arasında evlenme yasak edilmemişti. Yine de birlikte doğan kız ve erkek kardeşler birbirleri ile evlenmiyor, bir önceki veya bir sonraki çocuklar birbirleriyle evleniyorlardı. Zamanla çocukların sayısı arttı.
İşte yeryüzünün ilk insanları böylece çoğalarak dünyadaki hayatı başlattılar. Yüce Allah Hz. Âdem'i ilk insanlara hem baba hem de peygamber yapmıştı. Âdem ölünceye kadar peygamberlik görevini yerine getirdi. Yüce Allah dünya hayatında uymaları için ona bazı emir ve yasaklarını belirten on sayfalık bir bildiri indirmişti.
Buna suhuf denir. Âdem bu emir ve yasaklara hem kendi uydu hem de çocuklarının uymasını sağladı. Onları gerektiği gibi yöneltti.
Şeytanın sözlerine aldandıkları için başlarına gelenleri bir bir anlattı. Bu dünyaya geçici olarak geldiklerini, kıyametten sonra tekrar dirileceklerini, asıl ve sonsuz hayatın ahirette olacağını öğretti.
Hz. Âdem ayrıca meleklerin de yardımıyla Kâbe'yi inşa etti. Müslümanların hac zamanı gelip ziyaret ettikleri Kâbe, Hz. Nuh zamanında meydana gelen tufan ile yıkıldı. Daha sonra Hz. İbrahim zamanında ortaya çıkarılarak yeniden yapıldı.
Hz. Âdem bin yıl yaşadıktan sonra vefat etti. Onu Kubeys dağına defnettiler, iki sene sonra ise Havva anamız vefat etti. Onu da yanına gömdüler, işte biz insanlar Yüce Allah'ın yarattığı ilk insan olan Âdem ile onun eşi olan Havva'nın soyundan gelmekteyiz. O zamandan bugüne kadar nice günler geçti. Kim bilir ne kadar zaman geçti.[4]
Yeryüzünde yaşayan insanların ilk ataları Hz. Âdem ile Hz. Havva'dır. Onlar cennette iken şeytana uydular ve bir günah işlediler. Bunun üzerine Yüce Allah onları yeryüzüne indirdi. Yeryüzü cennet gibi değildi. Orada türlü zorluklar vardı.
Coşkun akan seller, geçilmesi imkânsız çöller, ormanlar vardı. Ancak Yüce Allah insanoğluna akıl vermişti. O, dünya üzerindeki bütün diğer varlıklardan, canlılardan bu yönü ile üstündü. Ama vücudu o kadar dayanıklı değildi. Kış gelip soğuklar başlayınca üşüyor, yazın korkunç sıcaklarında gölgelenecek bir yer arıyordu.
Ancak Yüce Allah, dünyayı insanların faydalanması için türlü nimetlerle donatmıştı. Dünyanın çok güzel yerleri, ırmakları, çiçekleri, dağları, ovaları vardı. Ormanlarda türlü hayvanlar dolaşıyor, ağaçların dallarından çeşitli yemişler, meyveler sallanıyordu.
Hz. Âdem ile Hz. Havva dünya şartlarında yaşamaya alıştılar. Kendilerini yırtıcı hayvanlardan, tehlikelerden koruyacak barınaklar yaptılar. Bazı hayvanları kendilerine alıştırıp evcil hale getirdiler. Toprağı ekip biçmesini, tahıl ve sebze yetiştirmesini öğrendiler. Hayvanların etinden ve sütünden faydalandıkları gibi onların yünlerinden elbiseler yaptılar. Günler birbirini kovaladı.
Geceleri yaktıkları ateşin başına geçiyor; ayı, yıldızları seyrediyor, Yaratan'ın onlara ne gibi nimetler verdiğini düşünerek şükrediyorlardı.
Günlerden bir gün Hz. Havva hamile olduğunu anladı. Bunu Hz. Âdem'e haber verdi, ikisi de çok sevinçli idiler. Zamanı gelince Hz. Havva biri erkek diğeri kız ikiz çocuk doğurdu.
Onları sıcaktan ve soğuktan korumak, beslemek ve büyütmek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Hz. Âdem gün boyu çalışıyordu. Tarla ve bahçe işlerini yapıyor, ormanda avlanıyordu. Hz. Havva ise ona yardım ediyor, çocukların bakımı ile ilgileniyor ve ev işlerini görüyordu. İşte artık bir aile olmuşlardı. Bu, yeryüzünün gördüğü ilk aile idi.
Çocuklar onlara bir sevinç kaynağı olmuş, birbirlerine daha fazla bağlanmışlardı. Hz. Âdem oğluna Kabil ismini koymuştu. Çocuklar gün geçtikçe büyüyor, gelişiyorlardı. Daha sonraki yıl da Hz. Havva yine ikiz doğum yaptı. Yine bir kız ve bir erkek çocukları olmuştu. Artık aile kalabalık sayılırdı. Hz. Âdem daha fazla çalışmaya başladı. Daha çok toprak ekiyor, daha sık ava çıkıyordu.
İkinci sefer doğan erkek çocuğa da Habil adını vermişlerdi. Yıllar geçti ve kardeşler büyüdüler. Artık ana-babalarına yardımcı oluyorlardı.
Hz. Âdem çocukları arasında iş bölümü yapmıştı. Kabil tarla işlerine, bahçeye ve ağaçların bakımına yardım ediyordu. Ektikleri arazinin yanı başından geçen bir dere vardı, içinde balıkların oynaştığı bu dere aynı zamanda onların tarlalarını suluyordu. Kabil gün boyu bu derenin suyunu tarlalara ulaştırmak için çırpmıyor, ter içinde kalıyordu. Sinirli, atak, çabuk kızan ve kıskanç bir çocuktu. Habil'den daha önde olmak ve daha başarılı görünmek için yapmadığı şey yoktu.
Habil ise kardeşinin tersine yumuşak huylu, sakin bir çocuktu. Babası ona da hayvanların bakımı işini vermişti. Sabahın ilk ışıkları ile birlikte kalkıyor, ağıldan koyunları çıkararak yüksek yerlere, otu bol olan vadilere götürüyordu. Koyunların otlakta yayıldığı sıralarda bir ağaç altına çekiliyor, yeryüzünün güzelliklerini seyrediyor, Yaratan'ın büyüklüğünü düşünüyordu.
Kız kardeşleri ise evde annelerine yardımcı oluyorlardı.
Allah Teâlâ ikiz olarak doğan kardeşlerin birbirleriyle evlenmelerini yasaklamıştı. Bu sebeple çocuklar evlenme çağına geldiklerinde Kabil ile doğan kız Habil'e; Habil ile doğan kız Kabil'e verilecekti.
Nihayet gençlerin evlenecekleri gün de geldi, çattı.
Ancak Kabil'in evleneceği kız, Habil'in evleneceği kızdan daha güzeldi. Kabil bu durumu kabul etmek istemiyor, Habil'i kıskanıyordu. Babaları evlenme işini açıp bunu kendilerine bildirince; Kabil razı olmadı. Kendisi Habil'in alacağı, Aklima isimli güzel kızla evlenmek istiyordu. Ama o kız kendisi ile birlikte doğmuştu. Hz. Âdem bu işin Yüce Allah tarafından yasaklanmış olduğunu ona anlattı. Allah Teâlâ'ya karşı gelemez, günaha giremezlerdi. Bütün uğraşmalarına rağmen Kabil'i yola getirememişti.
Bu evlilik işi ailenin huzurunu kaçırmıştı.
Kardeşler birbirlerine küs gibi duruyor, işlerini zevkle yapamıyorlardı. Acaba sonuç ne olacaktı. Hz. Havva da bu işe çok üzülüyordu. Hz. Âdem günlerce düşündü. Nihayet şöyle bir yol buldu. Her iki kardeş de Yüce Allah'a birer kurban sunacaklardı. Yüce Allah kimin kurbanını kabul ederse o Aklima'yı alacaktı.
Habil ve Kabil bunu kabul ettiler. Bir süre, nasıl bir kurban kesmek gerektiğini düşündüler. Habil koyunlarını gözden geçirdi. İçlerinden en güzelini seçti. Evet, Yüce Allah'a ancak böyle bir kurban verebilirdi. Kabil ise düşünceliydi. Acaba nasıl bir şey seçmeliydi?
Bahçeyi dolaştı, meyvelere teker teker baktı. Sonra tarlaları gezdi, buğdayları seyretti. Hafif rüzgâr altında bir o yana, bir bu yana sallanan olgun başaklara baktı ve sevinçle zıpladı. Evet o da bir deste buğday verecekti. Bundan iyisi olamazdı, mutlaka kendi kurbanı kabul olacaktı. Buna inanıyordu.
O zamanlar ilahi âdet üzere Yaratan, kabul ettiği kurbana bir ateş gönderir ve onu yakardı. Kabul olunmayan kurban ise olduğu gibi kalır, halk içinde kurban sahibinin yüzü kara olurdu. Bu âdet İsrailoğulları zamanına kadar devam etmiş, daha sonra Yaratan bu âdeti kaldırmıştır.
Habil, seçtiği koyunu kesmiş, götürüp yüksekçe bir tepenin üzerine bırakmıştı. Kabil de buğday tarlasından biçtiği bir deste buğdayı götürüp yanına bırakmıştı.
O geceyi merak içinde geçirdiler. Acaba kimin kurbanı kabul olunacaktı. Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte ailece kurbanların bırakıldıkları tepeye doğru yürüdüler. Ve gördüler ki Habil'in kurban olarak sunduğu koyun yanmış ve yok olmuş, Kabil'in buğday destesi olduğu gibi duruyor.
Kabil'in kıskançlık duyguları iyice kabardı ve taştı. Babasını bile suçlamaya başladı:
“Buna sebep sensin, sen onu daha çok seviyorsun. Belki de onun kurbanının kabul edilmesi için dua ettin.”
“Hayır evladım, ben ikinizi de seviyorum. Evlatlarım arasında hiçbir ayırım yapmıyorum. Senin kurbanın kabul edilmedi. Hakkına razı olman gerekir. Aklima ile evlenmek Habil'in hakkıdır. Artık bunu kabul et ve şu kıskançlık huyunu terk et.”
O gün Kabil evden uzaklaştı. Issız yerlerde dolaştı, kendi kendine konuşuyordu.
“Hayır, Aklima'yı Habil'e vermeyeceğim. Onunla ben evleneceğim. Ama nasıl? Bunu nasıl yapmalıyım?”
İşte bu sırada şeytan ona yaklaştı ve şöyle seslendi:
“Habil'i öldür!..”
Kabil birden irkildi. Bu ne demek oluyordu? Öldürmek de ne demekti? Şeytan:
“Habil'i öldür ve ondan kurtul. Aklima senin, senin olacak.”
Kabil korku ve heyecan içinde terlemişti. Kısık bir sesle sordu:
“Öldürmek nasıl oluyor? Ondan kurtulmak mümkün mü?”
Şeytan kandırıcı sesiyle onu iyice etkisi altına aldı.
“Sen Habil'den büyüksün. Ondan daha başarılısın. Aklima senin hakkındır. Habil'i öldür ve Aklima'yı al.”
Kabil oturduğu yerden kalktı ve etrafına bakındı. Sanki bu konuştuklarını birinin duymuş olmasından çekiniyordu. Hayır etrafta kimseler yoktu. Kabil gece yatarken hep bu öldürme işini planladı. Nasıl yapacaktı, düşünüp durdu. En iyisi etrafta kimseler yokken birden saldırıp onu öldürmesi olacaktı. Nasılsa Habil yine koyunları otlatmak için uzaklara gidecekti. Gizlice gider, onu bir yerde kıstırırdı.
Ertesi gün Habil her zaman yaptığı gibi koyunları ağıldan çıkardı, önüne kattı ve otlatmak için karşıki tepelere doğru sürdü götürdü. Kabil bahçedeki ağaçlar arasına saklanmış, onu gözetliyordu. Şeytan yanı başında kulağına fısıldayıp duruyordu:
“İşte aradığın fırsat. Peşine düş ve onu izle.”
Kabil bu sese uyarak Habil'i izledi. Habil koyunları otu bol bir yere getirince serbest bıraktı. Kendisi bir ağaç altına giderek oturdu. Bir süre sonra arkasında bir hışırtı duydu. Döndüğünde karşısında ağabeyi Kabil duruyordu. Ona selam verdi. Kardeşi selamını almamıştı. Göğsü inip kalkıyor, gözleri bir başka parıltı ile yanıyordu. Kabil ağır ağır yanına yaklaşınca Habil Yaratan'ın yardımıyla onun kötü niyetini anladı.
"Demek beni öldürmeye niyet ettin." dedi.
Kabil şaşırmıştı, kekeledi:
“Nereden çıkardın bunu?”
“Haydi inkâr etme, beni öldürmek istiyorsun. Ama sana şunu söyleyeyim. Bu yaptığın Yüce Allah'ın buyruklarına karşı gelmektir. Eğer beni öldürmeye kalkışırsan sana karşı koymam. Şunu bil ki yaptığın bu kötü iş cezasız kalmayacaktır. Yüce Allah, seni cehenneme atarak bu cinayetinin hesabını soracaktır. Vazgeç, şeytana uyma.”
Ancak Habil böyle konuşurken, şeytan sürekli Kabil'i kışkırtıyordu:
“Ne duruyorsun, yerden bir taş al ve başına vur. Onu öldür!.. Onu öldür!..”
Kabil bu heyecana daha fazla dayanamadı. Ne yaptığını bilmez bir halde yerden koca bir taşı aldığı gibi kardeşinin başına fırlattı. Habil yere yıkıldı. Başından oluk gibi kan akmaya başladı. Onun yere yığıldığını gören Kabil yanına eğildi. Taşı bir iki kere daha şiddetle kardeşinin başına vurdu, içindeki kıskançlık ve kin akan kanla birlikte sanki hafifliyordu.
Ama kardeşi henüz ölmemişti. Ona acıyan gözlerle bakıyor, çok yanlış bir iş yaptığını bakışları ile anlatmaya çalışıyordu. Bir süre sonra gözleri kapandı ve ruhunu teslim etti. Kabil uzun süre kardeşinin cesedi başında oturdu.
Donup kalmıştı sanki. Bir türlü hareket edemiyor, düşünemiyor, ne yapacağını bilemiyordu. Kendisine akıl veren, onu kışkırtan şeytan da ortada görünmüyordu. Kabil öylece orada bir süre kaldı.
Gün çekildi, gölgeler uzandı. Koyunlar meleyerek bir araya toplandılar. Sanki kendilerini seven, çağıran Habil’i arıyorlardı. Kabil artık panik içindeydi. Kardeşinin cesedinin başından ayrılamıyor, onu orada bırakarak bir yere gidemiyordu. Sonunda cesedi kaldırıp sırtına aldı, yürümeye başladı. Ceset soğuyor ve gittikçe ağırlaşıyordu. Nereye gidebilirdi ki? Etraf vahşi hayvanlarla doluydu. Eve dönemeyeceğine göre nereye gidebilirdi? Hem kardeşinin cesedini ne yapacaktı? Neredeyse karanlık çökmek üzereydi.
Kabil sırtındaki cesetle bir tepeye kadar ulaştı. Soluk soluğa kalmıştı. Göğsü körük gibi inip çıkıyordu. Alnındaki terleri sildi. Belki de yaptığına pişman olmuştu ama iş işten geçmişti. Yeryüzünde ilk kanı o dökmüş, ilk cinayeti o işlemişti.
Kardeşini öldürdüğü için belki Aklima da kendisini istemeyecekti.
Hele babası ve annesi bu yaptığını duyunca kim bilir nasıl üzülecekler, kendisine nasıl kızacaklardı. Bu düşüncelerle çöküp kaldı. Tam bu sırada yanı başında iki karga gördü. Kargalardan biri ölmüştü. Ayakları gökyüzüne doğru dikilmiş, başı yana eğilmişti.
Öbür karga ölü olanın etrafında dolaşıyor, arada bir kanatları ve gagası ile ona dokunuyor, garip sesler çıkarıyordu.
Kabil hayretler içinde kargayı seyretmeye başladı. Karga bir süre sonra dolaşmayı bıraktı. Gagası ve ayakları ile bulunduğu yerde bir çukur eşmeye başladı. Yumuşak toprağı eşeliyor, kanatlarıyla toprağı savuruyor, ayaklarıyla çukuru derinleştiriyordu. Aradan oldukça uzun bir zaman geçti. Karga çukuru iyice derinleştirdi. Sonra ölü kargaya yanaştı, bir kanadından yakalayıp onu çukura çekti. Ölü karga, çukura düşünce bu sefer kanatları, ayakları ve gagasıyla, çıkan toprağı ölü karganın üzerine atmaya başladı. Kabil'in gözleri yerinden fırlayacakmış gibi oldu. İşte bir karga ölüyü ne yapacağını biliyordu.
"Yazıklar olsun." dedi. “Bir karga kadar bile olamadım.”
Sonra yerinden doğruldu. Etrafına bakındı. Sert bir ağaç parçası buldu. Onunla yumuşak toprağı kazmaya başladı. Kazdıkça açıldı, terledikçe kendine geldi. Evet, işte kardeşinin cesedinden kurtulmanın yolunu bulmuştu. Onu bu çukura gömecekti. Belki böylece kimsenin haberi olmayacaktı. Vücuduna sanki yeniden can geliyor, güç kazanıyordu.
Çabuk çabuk kazdı. Kardeşini açtığı çukura gömdü. Üzerini toprakla örttü. Sonra terini silerek mezarın yanına uzandı. Çok yorulmuştu.
Çocukların geciktiğini gören Hz. Âdem onları merak ediyordu. Hz. Havva'ya evde kalmasını, kendisinin onları aramaya gideceğini söyleyerek yola çıktı. Habil'in genellikle koyunları otlattığı vadiye gidiyordu. Acaba ne olmuştu? Vahşi hayvanların hücumuna mı uğramışlardı? Birbirleriyle kavga mı etmişlerdi. Bu düşünce ile endişelendi. Olabilirdi. Evlenme ve kurban işinden sonra, Kabil kardeşi Habil'e hiç de iyi gözle bakmıyordu. Bu düşüncelerle vadiye ulaştı. Habil'in her zaman oturduğu ağacın altına geldi. Yerde kan izleri gördü. Evet, mutlaka başına bir iş gelmişti. Koşmaya başladı. Bir yandan da çocuklarının ismini bağırıyor, onların ses vermesini istiyordu.
Kabil babasının sesini duyunca yattığı yerden doğruldu. Kalkıp kaçmaya başladı. Babasının her şeyi anlamış olduğunu düşünüyordu. Onun ayak sesleri Hz. Âdem'i uyardı. O tarafa doğru koştu. Gördü ki Kabil alabildiğince kaçıyordu. Kalktığı yerde bir toprak yığını vardı. Yığına doğru gitti. Oracıkta Kabil'in Habil'i öldürmüş ve gömmüş olduğunu anladı. Mezarın başına yavaşça çöktü. Gözyaşlarını tutamadı.
Demek sakin, yumuşak huylu, sevgili Habil şimdi şu toprak yığınının altında yatıyordu. Ve onu kardeşi öldürmüştü. Kıskançlık ne kadar kötü bir şeydi ve şeytana uymak nasıl kötü bir işti. İnsana kardeşini bile öldürtecek kadar etki eden bu iki kötülükten uzak durmak gerekmez miydi? Ama olmuştu. Kabil elini kana bulamıştı. Kendini bilmez bir halde tepeden aşağı doğru koşan, ufuklarda bir nokta gibi kalan Kabil'e beddua etti, onu lanetledi.
Hz. Âdem üzüntü ile evine döndü. Olup bitenleri anlattı. Hz. Havva ve diğer çocukları birlikte ağlaştılar. Artık Kabil'e aralarında yer yoktu. O da bunu biliyordu. Kız kardeşini alarak evi terk etti. Kendisinden bir daha haber alınamadı. Yeryüzünde ilk cinayeti işleyen bu kişinin sadece adı kaldı.[5]
Allah Teâlâ, Âdem'in soyunu mübarek kıldı. Onlardan birçok erkek ve kadın üredi, yeryüzüne dağılıp çoğaldılar.
Eğer Âdem (yeryüzüne tekrar) geri gelseydi onları tanıyamazdı. Ona;
"Bunlar senin soyundur ey Âdem babamız!” denilseydi çok şaşırır ve şöyle derdi:
“Sübhanallah! Bunlar benim evlatlarım mıdır? Bütün bunlar benim soyum mudur?”
Âdem'in soyundan birçok köylü vardı ve buralarda birçok ev yapmışlardı. Tarla sürüyorlar, tarım yapıyorlar, böylece yaşayıp gidiyorlardı. İnsanlar, ataları Âdem'in dini üzereydiler. Yüce Allah'a ibadet ediyorlar ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmuyorlardı. İlk zamanlarda insanlar bir ümmet idi. Babaları Âdem, Rableri ise Yüce Allah'tı.[6]
Fakat şeytan ve onun soyu buna razı olur muydu? İnsanlar hâlâ Yaratan'a mı ibadet ediyorlardı?
İnsanlar hâlâ bir tek millet olarak mı yaşıyordu? Onlar hâlâ bozulmamışlar mıydı? Bu olamazdı! Bu olamazdı!.. Âdem'in nesli cennete, İblis'in nesli cehenneme girecekti; bu olur muydu? Bu kesinlikle olamazdı! Bu kesinlikle olamazdı! Şeytan, Âdem'e secde etmedi. Allah Teâlâ da onu kovup lanetledi... O, Âdemoğullarından öç almayacak mıydı? Onları beraberinde cehenneme götüremeyecek miydi? Şüphesiz bunu yapmalıydı! Kesinlikle böyle olmalıydı.[7]
Şeytan insanları putlara tapmaya çağırmayı uygun gördü. Böylece onlar cehenneme girecekler, sonsuza kadar cennetten mahrum kalacaklardı. Şeytan, Yüce Allah'ın kendisine ortak koşanları affetmeyeceğini ve onun dışındaki herkesi dilediğinde affedeceğini bildirdi.
Böylece şeytan, onları Yaratan'a ortak koşmaya çağırmayı tasarladı. Böylece insanlar sonsuza kadar cennete giremeyeceklerdi. Fakat insanlara gidip;
"Putlara tapınız, Allah'a ibadet etmeyiniz..." deseydi halk ona küfreder ve onu döverdi.
"Allah korusun! Rabbimize mi ortak koşacağız?.. Putlara mı tapacağız? Muhakkak sen kovulmuş şeytansın!..." derlerdi.[8]
Fakat şeytan, insanların kafalarına girebilmek için bir yol buldu. Yüce Allah'tan korkan birçok insan vardı. O'na gece gündüz ibadet ediyorlardı. Allah Teâlâ'yı seviyorlardı. Yüce Allah da onları seviyor ve onların dualarını kabul ediyordu. Diğer insanlar da onları seviyorlar onlara saygı gösteriyorlardı. Bu seçkin kişiler vefat etmişler ve Yaratan'ın rahmetine kavuşmuşlardı. Şeytan insanlara giderek bunları hatırlattı! Şöyle dedi:
“Falan, falan ve falan kimseleri nasıl bilirdiniz?”
Dediler ki:
“Sübhanallah! Onlar, Yüce Allah'a bağlı kimseler ve O'nun veli kullarıdır. Dua etseler, duaları kabul olunurdu. Eğer Yaratan'dan bir şey isteseler, O, onlara hemen verirdi..”[9]
Şeytan şöyle dedi:
“Onlara ne kadar üzülüyorsunuz?”
“Çok üzülüyoruz.”
“Onları istiyor musunuz?”
“Çok istiyoruz!”
“Niçin her gün onlara bakmıyorsunuz.”
“Bu nasıl olur? Onlar öldüler...”
“- Onların resimlerini yaparak her gün onlara bakın!”
İblis'in görüşü insanlarca benimsendi. İnsanlar, salih kimselerin resimlerini yaptılar. Her gün onlara bakıyorlar, onları görüyor ve anıyorlardı. Çünkü onlar salih kişilerdi.[10]
Resimlerden heykellere geçtiler. (Heykeller yapmaya başladılar.) Salihlerin birçok heykelleri yapıldı. Onları evlerine, mescitlerine yerleştirdiler. O zamanlar Yüce Allah'a tapıyorlar ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmuyorlardı. Bu heykellerin iyi kimselere ait olduğunu biliyorlardı.
Yine onların taşlardan yapılmış olduklarını da bilirlerdi.
Onların kendilerine zarar, fayda veya rızık veremeyeceklerini biliyorlardı. Fakat onlarla bereketleniyorlar ve onlara hürmet ediyorlardı. Çünkü onlar iyi kişilerin heykelleriydi.
Bu heykeller gün geçtikçe çoğaldı ve insanlar onlara da saygı gösterdiler. İçlerinden salih bir kişi öldüğünde hemen onun heykelini yapıyorlar ve heykele onun ismini koyuyorlardı.[11]
Bir süre daha geçti... Çocukları babalarının bu heykellerden bereket umduklarını ve onlara çok saygı gösterdiklerini gördüler. Onların bu resim ve heykelleri öpüp okşadıklarını ve onların yanlarında dua ettiklerini gördüler. Heykellere baş eğdiklerini ve huzurlarında eğildiklerini de gördüler. Çocukları babalarını da geçti. Bu defa onlara secde ediyorlar, ihtiyaçlarını onlardan istiyorlar ve onlar için kurban kesiyorlardı.
İşte böyle! Putlar tanrılaştılar... Önceden Yüce Allah'a ibadet ettikleri gibi insanlar artık onlara tapınıyorlardı... Bu tanrılar aralarında çoğaldı. Bu, Vadi idi, şu Suva idi. O, Yeğus, şu Yeuk şu öteki de Nesir adlı putlardı...[12]
Allah Teâlâ bu insanlara gazap etti ve onları lanetledi.
Neden Allah Teâlâ onlara gazap etmeyecek ve onları lanetlemeyecekti? Onları yaratmadı mı? Onlara rızık vermedi mi? Yüce Allah'ın mülkünde gezecekler ve O'nu inkâr edecekler...
Allah Teâlâ’nın rızkından yiyecekler ve O'na ortak koşacaklar! İşte bu, büyük bir zulümdü... Bu, çok büyük bir zulümdü…
Allah Teâlâ, insanlara gazap etti; yağmur yağdırmadı ve yaşamalarını zorlaştırdı. Tarım azaldı ve insanlar ölmeye başladılar. Fakat insanlar yine akıllanmadılar. İnsanlar yine tevbe etmediler...[13]
Allah Teâlâ öğüt versin ve onlarla konuşsun diye içlerinden onlara bir (elçi) göndermeyi diledi. Şüphesiz Allah, insanlarla teker teker konuşmaz. Şüphesiz Yüce Allah, onların her birine şöyle yap, böyle yap diye seslenmez. Hükümdarlar bile her bir insana gidip, şöyle yap, böyle yap diye konuşmazlar. Hükümdarlar da diğerleri gibi insandırlar. Herkes onları görebilir ve onların sözlerini işitebilir...
Allah Teâlâ'yı ise hiç kimsenin görmeye, O'nun kelamını işitmeye ve O'nunla konuşmaya gücü yetmez. Ancak O, dilerse kulun gücü buna yetebilir. İşte böylece Yaratan, insanlara, onlarla konuşması ve onlara öğüt vermesi için bir peygamber göndermeyi diledi.[14]
Allah Teâlâ, bu peygamberin insan ve halktan birisi olmasını diledi, insanlar onu tanıyacaklar ve onun sözlerini anlayacaklardı. Eğer peygamber bir melek olsaydı insanlar şöyle derlerdi:
“Biz kim, o kim? O melektir, biz insanız! Biz yeriz, içeriz, eşimiz ve çocuklarımız vardır... Biz nasıl Allah'a kulluk edebiliriz?”
Eğer peygamber insan olsaydı; "Ben de yer, içerim, benim de eşim ve çocuklarım vardır. Ben Allah'a ibadet ediyorum. Peki siz niçin Allah'a ibadet etmiyorsunuz?" derdi. Eğer peygamber melek olsaydı, halk yine şöyle diyecekti:
“Sen acıkmaz ve susamazsın. Sen hastalanmaz ve ölmezsin. Bunun için de Allah'ı anar ve O'na ibadet edersin. Biz, insanız. Acıkır ve susarız. Hastalanır ve ölürüz. Biz buna rağmen nasıl Yaratan’ı anar ve O'na kulluk yapabiliriz?”
Fakat peygamber insandı ve şöyle diyordu:
“Ben de sizin gibiyim. Acıkır ve susarım. Hastalanır ve ölürüm. Buna rağmen Yüce Allah'ı anıyor ve O'na ibadet ediyorum. Öyleyse siz niçin Yaratan'ı anmıyor, O'na ibadet etmiyorsunuz?”
Böylece halkın söyleyecek sözü kalmaz, bir bahane ileri süremezlerdi...[15]
Allah Teâlâ Nuh'u kavmine peygamber olarak göndermeyi diledi. Kavminde zenginler ve başkanlar olmasına rağmen peygamberlik için Nuh'u görevlendirdi. Onlardan birini görevlendirmedi. Yüce Allah, peygamberlik görevini kimin daha iyi üstleneceğini bilir. Yüce Allah, emanetini kimin daha iyi taşıyacağını bilir. Nuh, doğru yolda ikramlı biriydi. Akıllı ve ağırbaşlıydı. Öğüt veren bir kişiydi ve şefkatliydi. Nuh, doğru ve güvenilir bir kimseydi. Allah Teâlâ Nuh'u peygamberlikle görevlendirdi ve O'na şöyle vahyetti:
"Açık bir azap gelmeden önce kavmine haber ver."
Bunun üzerine Nuh, kalkıp kavminin yanına gitti ve halka şöyle dedi:
"Ben, sizler için emanetli bir elçiyim."[16]
Nuh kalkıp kavmine:
"Ben sizlere emanetli bir elçiyim." deyince halk O'na şöyle cevap verdi:
"Bu peygamber ne zaman çıktı? Düne kadar bizden birisiydi. Bugün ise ben sizlere Allah'ın elçisiyim." diyor.
Nuh'un arkadaşları da şöyle dediler:
“O küçükken bizimle oynar ve her gün yanımızda otururdu. Ona ne zaman peygamberlik geldi? Gece mi yoksa gündüz mü?”
Kibirli zenginler şöyle diyorlardı:
“Allah, ondan başkasını bulamamış mı? Halkın hepsi öldü mü? Kavmin içinde o fakir kimseden başkası yok mudur?”
Cahiller;
"Bu da sizin gibi bir insandır. Eğer Allah dileseydi gökten melek indirirdi. Biz bunu babalarımızdan ve öncekilerden işitmedik." dediler.
Bir kısım insanlar da şöyle diyorlardı:
“Muhakkak ki Nuh başkan olmak ve bu yolla şereflenmek istiyor!”
İnsanlar, putlara tapınmayı gerçeklik, putperestliği de akıllılık olarak görürlerdi. Putlara tapmayanın akılsız ve sapıklık içinde olduğunu sanırlardı.
Şöyle diyorlardı:
“Atalarımız putlara tapıyorlardı. Peki o niçin putlara tapmıyor...”
Nuh, o ataların sapıklık içinde ve akılsız olduklarını bildirdi. İnsanların babası olan Âdem putlara tapmıyordu. Tersine Allah Teâlâ'ya ibadet ediyordu. Kendilerini Yaratan'a değil de putlara taptıkları için kavmi sapıklık ve sefahat içindeydi. Nuh kavmi içinde kalkıp yüksek sesle şöyle dedi:
“Ey kavmim, Allah Teâlâ'ya ibadet ediniz. Sizin için O'ndan başka ibadet edecek bir şey yoktur. Sizin için büyük bir günün azabından korkuyorum.”
Kavminden aşağılık kimseler şöyle dediler:
“Biz seni apaçık bir sapıklık içinde görüyoruz!”
“Ey kavmim, bende sapıklık yoktur. Fakat ben, âlemlerin Rabbi'nden bir elçiyim. Rabbimin davetini sizlere açıklıyor, sizlere öğüt veriyorum. Sizin bilmediklerinizi Allah'tan aldığım vahiyle ben bilirim.”
Nuh, kavminin iman edip Allah'a ibadet etmesi ve putları terk etmesi için çok çalıştı. Fakat ona birkaç kişi dışında iman eden olmadı. İman eden bu kimseler el emeğiyle çalışıyorlar ve helâlden yiyorlardı. Kibirleri, kavminin zenginlerini Nuh'a boyun eğmekten, mal ve evlatları da onları ahireti düşünmekten alıkoydu. Şöyle diyorlardı:
"Bizler, üstün kişileriz! Onlar ise aşağılık kimselerdir!"
Nuh, onları Allah Teâlâ'ya davet ederken şöyle dediler:
"Biz sana mı iman edeceğiz? Sana ancak aşağılık ve fakir kimseler uymuşlardır."
Nuh'tan bu fakir kimseleri kovmasını istediler! Fakat Nuh, bunu reddederek;
"Ben müminleri kovuculardan değilim. Benim kapım bir hükümdar kapısı değildir. Ben ancak apaçık bir davetçiyim." dedi.
Nuh, bu yoksul müminlerin imanlarında samimi olduklarını bilirdi. Eğer yoksulları kovsaydı Yaratan O'na gazap ederdi. O zaman hiç kimse ona yardım edemezdi.
Nuh şöyle dedi:
“Ey kavmim, eğer onları kovarsam Yüce Allah'ın azabından beni kurtarmakta kim yardımcı olabilir?”[17]
Zenginler şöyle dediler:
"Nuh'un bizi davet ettiği dava gerçeklik ve iyilik değildir. Neden? Çünkü her iyilik yarışında önde gelen biziz. Yemeğin her çeşidi bizim içindir. En güzel elbiseler de bizdedir, insanlar her şeyde bize uymaktalar. Düşüncemize göre her hayır ancak bize isabet eder, başkasına varmaz. Eğer bu din, hayırlı olsaydı yoksullardan önce bize gelir, bize nasip olurdu. Eğer hayırlı olsaydı, bizden önce onlar sahip olmazdı!"
Nuh, kavmini çağırıp birçok nasihatler verdi. Onlara şöyle diyordu:
"Ey kavmim sizin için apaçık bir davetçi ve korkutucuyum. Yüce Allah'a ibadet ediniz. O'ndan korkunuz ve O'na boyun eğiniz. Böyle yaparsanız günahlarınızdan ötürü sizi bağışlar ve sizi belirli bir vakte kadar geri bırakır. Muhakkak Allah'ın takdir ettiği ecel (ölüm) gelince ertelenemez. Eğer bilseydiniz (iman ederdiniz)."
Allah Teâlâ onlardan yağmuru kesti ve onlara gazap etti. Bu sebeple ürünler azaldı, nesiller azaldı...
Nuh, şöyle dedi:
"Ey kavmim, eğer iman ederseniz, Allah sizden hoşnut olacak ve bu azap ortadan kalkacak. Üzerinize yağmur gönderecek, ürünlerinizi bereketlendirip evlatlarınızı çoğaltacak!..."
Nuh, kavmini Yüce Allah'a çağırmaya devam ederek onlara şöyle dedi: "Allah'ı bilmiyor musunuz? Etrafınızdaki Allah Teâlâ’nın kanıtlarına bakmıyor musunuz? Göğe ve yere bakmaz mısınız? Güneşe ve aya bakmıyor musunuz? Gökleri kim yarattı? Ayı orada bir nur kılan kimdir? Güneşi bir lamba gibi kılan kimdir? Sizi kim yarattı? Yeryüzünü sizin için döşeyen kimdir?"
Fakat Nuh'un kavmi akıllanmadı, iman etmedi. Aksine o, onları Yaratan'a davet ettikçe parmaklarıyla kulaklarını tıkarlardı. İşitmeyen nasıl anlayabilir ve dinlemek istemeyen kişi bir şey anlar mı?[18]
Nuh çok çabaladı ve kavmini uzun zaman Yüce Allah'a çağırmaya devam etti. Kavmi içinde 900 sene kaldı ve onları Yaratan'a davet etti.
Fakat Nuh'un kavmi iman etmedi. Putlara tapmayı terk edip Yaratan'a dönmedi. Nuh ne zamana kadar bekleyip duracaktı? Yeryüzünün bu bozgunluğuna ne zamana kadar seyirci kalacaktı? Ne zamana kadar taşlara tapınmayı seyredecek, Yaratan'ın rızkını yedikleri halde O'ndan başkasına tapanları görüp duracaktı?
Nuh neden kızmasındı? O öyle sabretti ki kimse onun gibi sabredemezdi. Bin yıldan elli sene kadar eksik bir süre...
Allahu Ekber! Allahu Ekber...
Allah Teâlâ, Nuh'a şöyle vahyetti:
"Kavminden iman edenler dışında bundan sonra kimse iman etmeyecek."
Nuh, kavmini tekrar imana davet ettiğinde ona şöyle dediler:
"Ey Nuh! Bizimle mücadele ettin ve bu mücadelede çok ileri gittin. Eğer doğru söylüyorsan haydi bizi onunla korkutup durduğun azabı getir!"
Nuh, Allah Teâlâ için öfkelendi, onlar için üzüldü ve şöyle dedi:
"Ey Allahım! Yeryüzünde bir tek kâfir bile bırakma!"[19]
Yüce Allah, Nuh'un duasını kabul buyurarak kavmini suda boğmayı diledi. Fakat Nuh'u ve O'na iman edenleri kurtarmayı dileyerek Nuh'a büyük bir gemi yapmasını emretti. Nuh, işe girişerek büyük bir gemi yaptı. Kavmi Nuh'un bununla meşgul olduğunu görünce kendilerine bir uğraş bulmuş oldular. Onunla eğlenmeye başladılar:
"Bu nedir ey Nuh? Ne zamandan beri marangoz oldun? Biz sana aşağılık kimselerle oturma demedik mi? Fakat sen sözümüzü dinlemedin; marangoz ve demircilerle oturdun ve marangoz oldun!
Bu gemi nereye gidecek ey Nuh? Senin her işin tuhaftır! Bu, kumda mı yürüyecek, yoksa dağa mı tırmanacak? Deniz buradan çok uzakta! Onu cinler mi taşıyacak yoksa öküzlere mi çektireceksin...”
Nuh, bütün bunları dinler ve sabrederdi. Bunlardan daha kötüsünü de dinlemiş fakat sabretmişti! Fakat onlara zaman zaman şöyle diyordu:
"Eğer bizimle alay ederseniz, biz de sizin alay ettiğiniz gibi sizinle alay ederiz!"
Yüce Allah'ın vaad ettiği azap geldi. Ondan Yaratan'a sığınırız. Gök, yağmur yağdırmaya başladı. Yağdırdı, yağdırdı, yağdırdı... Sanki gök su tutmaz bir kalburdu! Yerden de sular fışkırarak sel oldu ve insanları her taraftan kuşattı. Yüce Allah, Nuh'a şöyle vahyetti:
"Kavminden ve ailenden sana iman edenleri yanma al."
Yine Yüce Allah, Nuh'a her hayvandan ve kuştan erkek ve dişi olarak birer çift almasını vahyetti. Tufan her şeyi kaplayacaktı. Ondan insan da hayvan da kurtulmayacak! Nuh emredileni yaptı.
Gemide kavminden iman edenlerle bütün hayvanlardan ve kuşlardan birer çift vardı. Gemi dağ gibi dalgalar arasında yürümeye başladı.
Kavmi ise yüksek yerlere ve tepelere çıkarak Yaratan’ın azabından kurtulmaya çalışıyordu. Yüce Allah'ın azabından sığınılacak bir yer yoktur. Ancak O'na sığınılır.[20]
Nuh'un oğlu iman etmediği için gemiye binmedi ve kâfirlerle birlikte kaldı. Nuh, oğlunu tufan içinde görünce şöyle bağırdı:
"Ey oğlum, bizimle beraber bin ve kâfirlerden olma!"
Oğlu:
"Dağa çıkacağım! O beni dalgalardan korur!" diye karşılık verdi
Nuh:
"Bugün Allah'ın azabından kaçıp sığınılacak bir yer yoktur. Ancak Allah Teâlâ'nın merhamet ettiği kurtulabilir.” dedi. Bir dalga onları ayırdı ve o da boğulanlardan oldu.
Nuh oğlu için üzüldü. Nasıl üzülmesin ki o oğluydu! Nuh, sudan kurtulamayan oğlunun kıyamet gününde ateşten kurtulmasını istedi. Gerçekten ateş, sudan daha korkunçtur. Ahiret azabı daha zahmetlidir. Allah Teâlâ, onun ehlini kurtaracağına söz vermemiş miydi. Evet! Muhakkak Yüce Allah'ın sözü kesindir. Bu sebeple Nuh, oğlu için O'nun katında şefaatte bulunmak istedi. Nuh, Rabbi'ne yalvararak şöyle dedi:
"Kuşkusuz oğlum ailemdendir. Senin vaadin haktır ve sen hükmedenlerin en hayırlısısın."
Fakat Allah Teâlâ soylara değil, yapılan işlere bakar. Muhakkak O, müşrikler için yapılan şefaati kabul etmez. Öz oğlu da olsa, müşrik olan, peygamber ailesinden olamaz!
Yüce Allah bunu açıklayarak şöyle buyurdu:
"Ey Nuh, o senin ailenden değildir. O, iyi olmayan işlerin sahibidir. O halde bilmediğin şeyi benden isteme! Seni cahillerden olmaktan men ederim!"
Nuh aydınlandı, Yaratan'a tevbe etti ve şöyle dedi:
"Ey Rabbim! Bilmediğim şeyi istemekten sana sığınırım. Bana merhamet edip bağışlamazsan, zarar edenlerden olurum."[21]
Yüce Allah'ın dileği yerine gelip yeryüzündeki bütün kâfirler boğulup yok olunca gök suyunu tuttu ve su da çekildi. Gemi, Cûdi Dağı’na indi ve; "Kahrolsun zalimler!" denildi. "Ey Nuh, selametle in." buyuruldu.
Nuh ve arkadaşları gemiden indiler, yeryüzünde yürümeye başladılar. Nuh kavmindeki tüm kâfirler yok olmuştu. Onlara yer de gök de acımadı. Allah Teâlâ Nuh'un soyunu bereketlendirdi. Yeryüzünde yayılıp orada çoğaldılar. Onlardan önderler, peygamber ve hükümdarlar çıktı.
Âlemler içinde Nuh'a selam olsun![22]
Allah Teâlâ Nuh'un soyunu bereketli kıldı. Onlar yeryüzüne dağıldılar. O ümmetlerden biri de Ad'dı. Onlar çok güçlü insanlardı. Vücutları sanki demirdendi. Herkesi yeniyorlardı fakat kimse onları yenemiyordu. Kimseden korkmazlardı. Fakat herkes onlardan korkardı.
Yüce Allah Ad için her şeyi bereketli kılmıştı. Develeri ve koyunları vadileri doldurur, atlarını meydanlar almazdı.
Evleri çocuklarla dopdoluydu. Develeri ve koyunları meraya çıktığında çok hoş görünümleri olurdu.
Sabah çocuklar çıkıp oynadıklarında çok güzel bir manzara oluştururlardı.
Ad’ın arazisi de güzel ve yemyeşil bir araziydi. Orada çok sayıda bahçe ve pınar vardı.[23]
Fakat Ad kavmi Yaratan'ın bunca nimetlerine karşı şükretmediler. Onlar, babalarından işittikleri ve yeryüzünde izlerini gördükleri büyük Tufan felaketini de unuttular. Yüce Allah'ın, tufanı Nuh kavmine niçin gönderdiğini de unuttular.
Nuh ümmetinin putlara taptığı gibi onlar da putlara tapmaya başladılar. Elleriyle taşlardan putlar yapıyorlar sonra onlara secde edip tapıyorlardı. Gereksinimlerini onlardan istiyorlar, onlara dua ediyorlar, onlar için kurban kesiyorlar, Nuh kavminin yolunu izliyorlardı.
Akıllıları, onları putlara tapmaktan vazgeçirmeye çalışmadılar. Akılları onları doğru yola iletmedi. Dünya için akıllıydılar fakat din konusunda akılsızdılar. Ad'ın güçlü oluşu hem kendilerine hem de insanlara felaket getirdi. Çünkü onlar, Yaratan’a ve ahiret gününe inanmıyorlardı. Kim onları zulmetmekten alıkoyabilirdi? Onları başkalarına zulmetmekten kim caydırabilirdi?
Neden insanlara zulmetmesinlerdi? Onlar, kimseyi kendilerinden üstün görmezler, hesap vermekten ve başlarına gelecek cezadan korkmazlardı! Vahşi hayvanlar gibiydiler! Güçlüler zayıfları ezer, kuvvetliler zayıfları yerdi. Öfkelendiklerinde kızgın filler gibiydiler. Önlerine geleni öldürüyorlardı. Savaştıklarında nesilleri hatta bitkileri bile yok ederlerdi. Bir memlekete girseler kargaşa çıkarırlar, o ülke veya şehrin ileri gelen büyüklerini küçük düşürürlerdi. Zayıflar zulümlerinden korkar, kötülüklerinden kaçınırdı. Güçleri böylece hem kendilerine hem de halka felaket olmuştu. Zaten Yüce Allah'tan korkmayıp ahiret gününe inanmayan herkes böyledir![24]
Ad kavminin yemekten, içmekten ve eğlenmekten başka işi yoktu. Birbirlerine karşı, yüksek saraylar ve geniş evler yapmakla övünürlerdi. Servetleri, taş toprak ve su için harcanıp gidiyordu.
Boş bir yer ya da yüksek bir tepe buldular mı hemen kocaman bir saray yapıverirlerdi. Hep içinde yaşayacaklarmış ve sanki hiç ölmeyeceklermiş gibi büyük evler yapıyorlardı. Halk yiyecek ve örtünecek bir şey bulamazken onların kocaman kocaman saraylar yapmaları çok gereksizdi. Zenginlerin evleri bomboş dururken fakirler oturabilecek ev bulamazlardı! Saraylarını görenler, onların ahirete inanmadıklarını hemen anlarlardı.[25]
Allah Teâlâ, Ad kavmine Hûd'u peygamber olarak göndermeyi diledi. Kuşkusuz O, kullarının kâfir olmalarına razı olmaz ve yeryüzünde bozgunculuğu sevmez. Ad kavmindekilerin akılları yemekten, içmekten, oyundan ve ev yapmaktan başka şeye çalışmazdı. Akılları çalışmıyordu, çünkü din konusunda akıllarını kullanmazlardı. Dünya işlerinde pek akıllıydılar fakat din konusunda çok ahmaktılar. Taşlara tapıyorlar, hiç düşünmüyorlardı. Yüce Allah, onlara doğru yolu gösterecek bir peygamber göndermeyi diledi. Allah Teâlâ bu peygamberin, onları tanısın ve sözlerini anlasın diye kendilerinden biri olmasını diledi.
İşte Hûd, bu peygamberdi. Ad kavminde soylu bir evde doğmuş, akıllı ve dosdoğru biri olarak büyümüştü.
Hûd, kavminde davete başladı. Şöyle diyordu:
“Ey kavmim! Allah Teâlâ'ya ibadet ediniz. Sizin için O'ndan başka ilah yoktur.”
Ve şöyle devam etti:
“Ey kavmim! Siz Yaratan'a tapmıyorsunuz da neden taşlara tapıyorsunuz?”
“Ey kavmim! Bu taşları daha dün yaptınız! Nasıl bugün onlara taparsınız? Kuşkusuz Yüce Allah, sizi yaratmış ve size rızık vermiştir. Mallarınızı, ürünlerinizi ve evlatlarınızı bereketli kılmıştır. Sizi Nuh kavminden sonra yeryüzünde halife kılmış ve size güç vermiştir.
Bu nimetlerin karşılığı, sizin başkalarına tapmanız değil, Yaratan'a ibadet etmenizdir! Kemik attığınız şu köpek bile evlerinizi terk etmiyor ve gölge gibi sizi izliyor. Efendisini terk edip başkasına giden köpek gördünüz mü? Taşa tapan bir hayvan gördünüz mü? Puta secde eden bir hayvana rastladınız mı?
İnsan, hayvandan da mı aşağıdır? Onun hayvandan üstün olması gerekmez mi?”[26]
Hûd'un kavmi yemek, içmek, oyun ve eğlenceyle meşguldü. Onlar, dünya hayatına bağlanmışlar ve bu hayatı tercih etmişlerdi. Hûd'un konuşması canlarını sıkmıştı. Birbirlerine;
"Hûd ne diyor? Hûd ne istiyor? Sözlerinden bir şey anlamıyoruz!" diyorlardı.
Dediler ki:
“O ya delidir ya da mecnun!”
Hûd sonra onları tekrar davet ettiğinde kavminin soyluları şöyle dediler:
“Biz seni akılsızlık içinde görüyoruz ve yalancılardan olduğunu sanıyoruz.”
Hûd:
"Ey kavmim, bende bunaklık yoktur. Ben ancak âlemlerin Rabbi olan Allah'ın elçisiyim. Rabbimin emirlerini size iletiyorum ve ben sizler için güvenilir bir öğüt vericiyim." dedi.[27]
Hûd durmadan kavmine öğüt veriyor, hikmetle ve şefkatle onları Yaratan'a çağırıyordu.
"Ey kavmim, düne kadar ben sizin kardeşiniz ve arkadaşınızdım! Beni bilmez misiniz?
Ey kardeşlerim! Niçin benden korkuyor ve kaçıyorsunuz? Ben mallarınızı eksiltmiyorum.
Ey kavim, ücret olarak mallarınızdan bir şey istemiyorum. Benim ücretim Allah Teâlâ'ya aittir.
Ey kavim, Yüce Allah'a ibadet etmekten niçin korkuyorsunuz? O'na iman ettiğinizde mallarınızdan bir şey kaybetmeyeceksiniz!
Tersine O, rızkınızı bereketlendirecek ve kuvvetinizi artıracaktır. Ey kavim, niçin benim elçiliğime şaşırıyorsunuz? Muhakkak ki Allah Teâlâ herkesle konuşmaz!
Gerçekten Allah Teâlâ herkese ‘şunu yap, bunu yap’ demez!
Yüce Allah her kavme kendilerinden birini peygamber gönderir ve böylece onlarla konuşup onlara öğüt verir. Size öğüt vermem ve sizinle konuşmam için beni elçi olarak gönderdi. Sizi Yüce Allah'ın azabından korkutmak için Rabbinizden doğru yola bir davetle size gelen bir insana mı hayret ediyorsunuz?"[28]
Ad kavmi verecek cevap bulamadı! Hûd'a nasıl cevap vereceklerini bilemediler! Fakat cevap vermeye güç yetiremedikleri için şöyle dediler:
"Tanrılarımız muhakkak sana kızmışlardır. Bu yüzden mutlaka senin aklında bir hastalık meydana gelmiştir! Tanrılarımız sana hastalık vermişler!"
Hûd şöyle cevap verdi:
"Muhakkak ki bu putlar taştan yapılmıştır, kimseye fayda ya da zarar veremezler! Bu putlar konuşamaz, işitemez, bakamaz ve iyilik ya da kötülüğe güç yetiremezler!
Sizler de böylesiniz. İyiliğin ya da kötülüğün meydana gelmesinde hiçbir belirleyiciliğiniz yoktur, güç yetiremezsiniz! Fayda ya da zarar vermeye gücünüz yoktur! Tanrılarınıza inanmıyor ve kesinlikle onlardan korkmuyorum.
Ben sizin Yaratan'a ortak olarak ileri sürdüklerinizden uzağım. Sizden de korkmuyorum, bana yaptığınız bütün hilelerden de... Ben hem sizin hem de benim Rabbim olan Allah Teâlâ'ya tevekkül ettim. Her şey O'nun kudreti altındadır O'nun izni olmadan bir yaprak bile düşmez."
Ad kavmi bütün bunları dinledi. Fakat hiçbiri imana gelmedi. Hûd'un onlara öğüdü boşa gitti! Hûd'un güzel sözleri fayda etmedi.
"Ey Hûd!" dediler, "Senin ispatın yok, delile sahip değilsin. Senin bu yeni sözlerin için eski tanrılarımızı terk edemeyiz ey Hûd. Söylenen bir söz için babalarımızın taptığı tanrıları mı terk edeceğiz?
Asla! Asla...
Ey Hûd! Sen bizim tanrılarımıza iman etmiyor ve onlardan korkmuyorsun. Öyleyse biz de senin ilahına iman etmiyor ve azabından korkmuyoruz! Çok kere senin azaptan söz ettiğini işitiyoruz. O azap nerede, ne zaman geliyor?"
Hûd şöyle dedi:
"Azabın ne zaman geleceğine dair bilgi Yaratan'ın katındadır. Ben ise ancak açıkça o azaptan korkutan bir peygamberim."
Ad kavmi şöyle söyledi:
"Bu azabı özlüyor, gelmesini bekliyoruz."
Hûd onların bu küstahlığına hayret etti ve onların ahmaklığına üzüldü.[29]
Ad kavmi her gün yağmur bekliyordu. Gökyüzüne bakıyor fakat bir parça bile bulut göremiyorlardı. Yağmura gereksinimleri vardı. Büyük bir özlemle yağmur bekliyorlardı. Bir gün, üzerlerine doğru gelen bir bulut gördüler. Çok sevinmişlerdi! Şöyle bağrışıyorlardı:
"İşte yağmur bulutu! İşte yağmur bulutu!"
Halk sevinçten coşup oynamaya başladı. Birbirlerine;
"Yağmur bulutu! Yağmur bulutu!" diye söyleşiyorlardı.
Fakat Hûd bunun yağmur bulutu olmadığını biliyordu. Bu bulut Yaratan tarafından gönderilen felaketi içinde taşıyordu.
Hûd onlara:
"Bu rahmet bulutu değildir. Aksine o içinde size büyük acılar verecek felaketi taşıyan bir fırtınadır." dedi. Dediği oldu. Şiddetli bir fırtına esmeye başladı. Halk ne birbirini görüyor ne de işitebiliyordu...
Esen fırtına ağaçları koparıyor, evleri yıkıyor, hayvanları alıp uzaklara atıyordu. Sahra’nın kumları havaya kalkmıştı. Dünya kapkaranlık duruma gelmişti, insan hiçbir şey göremiyordu...
İnsanlar gördükleri şeyle korkunç bir dehşete düştüler. Hemen evlerine girip kapıları kilitlediler. Çocuklar annelerine sığındı. Halk duvarlara sarılmış, tutunmaya çalışıyordu. Bodrumlara girip korunmaya çalışıyorlardı... Çocuklar ağlıyor, kadınlar çığlık atıyor, erkekler dua edip (putlardan) yardım diliyorlardı.
Sanki birisi şöyle diyordu:
"Bugün Allah'ın azabından koruyucu yoktur!"
Bu durum sekiz gün, yedi gece devam etti. Ad kavminin hepsi öldü. Yere serilmiş hurma ağaçları gibiydiler. Manzara pek acıklıydı. Ölmüş insanları kuşlar yiyor, harabe olmuş evlerde artık baykuşlar yaşıyordu. Hûd ve müminler imanları sebebiyle kurtuldular. Ad kavmi ise küfür ve inatları sebebiyle helak oldular...
Ad kavmi Rablerini inkâr etmişlerdi. Hûd'un kavmi olan Ad (Allah'ın rahmetinden uzak olsun)…[30]
Nuh kavminden sonra Ad'ın yaşadığı gibi Ad kavminden sonra da Semud kavmi yaşadı.
Ad’lılar Nuh kavmini nasıl izledilerse Semudlular da Ad'ın yolunu aynen izlediler. Semud'un güzel ve yemyeşil bir arazisi vardı. Orada bahçeler, pınarlar, altından ırmaklar akan yemyeşil araziler vardı. Semud kavmi de bina yapımında, tarımda ve bahçelerinin çokluğunda Ad kavmi gibiydi. Hatta düşünce ve sanatta daha da ileriydiler. Dağları oyarak geniş ve güzel evler yapıyorlar, taşlar üzerine eşsiz oymalar yapıyorlardı. Düşünce ve sanatları sayesinde taş onların elinde yumuşamıştı. İnsan, bal mumundan neler yapabilirse, onlar da taştan onu yapabiliyordu.
Şehirlerine bir insan girse şaşırıp kalırdı orada. Dağlar gibi büyük saraylar görürlerdi ve şöyle düşünürlerdi: Bunu ancak cinler yapabilir. Duvarlarda o kadar güzel çiçekler ve motifler vardı ki gören, bahar mevsimi gelmiştir sanırdı. Allah Teâlâ, yerin ve göğün bereketini Semud için açmıştı. Gök, onlara bol bol yağmur indiriyor, yer her türlü ve çiçekleri onlara cömertçe veriyor, bahçeler her türlü meyveyi onlara sunuyordu. Yüce Allah da onların rızıklarını ve ömürlerini bereketli kılmıştı.[31]
Fakat bütün bunlar Semud'u şükre ve Yaratan'a ibadete yöneltmemişti. Tersine bütün bunlar, onları küfre ve azgınlığa sürüklemişti. Yüce Allah'ı unutup kendilerine verilen bu şeylerle oyalandılar ve "Bizden daha güçlü var mı?" dediler. Ölmeyeceklerini, bahçe ve saraylarından çıkmayacaklarını zannettiler. Ölüm, bu dağlara giremez, onlara giden yolu bulamaz sandılar! Belki de Nuh'un (a.s.) ümmeti vadide olduğu için boğulmuştur, diye düşünüyorlardı. Ad kavmi de ovada olduğu için yok oldu sanıyorlardı! Kendilerini ise (akıllarınca) korku ve ölümden emin bir yerde sanıyorlardı.[32]
Bununla da kalmayıp taşları yontmaya ve putlara tapınmaya başladılar. Nuh (a.s.) ümmetinde olduğu gibi taşlara tapınma yayıldı. Ad kavmi de böyle yapmıştı.
Allah Teâlâ onları taşların sahibi yaptı fakat onlar akılsızlıklarından taşların kölesi olup onlara kulluk etmeye başladılar. Yüce Allah onlara tertemiz rızıklardan sundu. Fakat onlar hem kendilerine hem de insanlığa ihanet ettiler.
"Muhakkak Allah hiçbir şeyle insana zulmetmez. Fakat insanlar kendilerine zulmederler."
Tuhaf değil mi? Karşı gelmeye bile gücü yetmeyen taşları elleriyle yontuyorlar, sonra bunlara baş eğip secde ediyorlardı. Heykellere ve putlara tapınarak Yaratan'a şirk koşuyorlardı. Güçlü olan zayıf olana tapar mı? Efendi kölesine secde eder mi? Fakat onlar Yüce Allah'ı da kendilerini de unuttular. Onlar Yaratan'a ibadet etmek istemeyince O da onları zelil düşürdü.[33]
Allah Teâlâ, daha önce Nuh ümmetine ve Ad kavmine elçi gönderdiği gibi, onlara da bir elçi göndermeyi diledi. Yüce Allah kullarının küfrüne razı olmaz ve yeryüzünde bozgunluğu sevmez. Onlar arasında Salih adında bir kişi vardı. Soylu bir ailede doğmuş, akıllı ve dosdoğru bir biçimde büyümüştü. Çok asil ve akıllı bir çocuktu. Halk (çocuklarına) onu örnek gösterirdi.
"Bu Salih'tir! Bu Salih'tir!"
Onun hakkında büyük ümit beslerler. “O büyük bir kişi olacak! O büyük bir kişi olacak!" derlerdi. Halk onun zengin ve şerefli bir kişi olacağına inanıyordu.
"Onun büyük bir bahçesi ve güzel bir evi olacaktır." diyorlardı. Babası oğlunun, aklı sayesinde büyük bir servet kazanacağını, halkın içine böylece çıkacağını ümit ediyordu. Oğlu bir atın üzerinde çıkacak, hizmetçileri onu izleyecek, halk onu selamlayıp; "Bu falanın oğludur! Bu falanın oğludur!" diyeceklerdi. Halkın "O gerçekten mutludur, onun oğlu zengindir." dediklerini işittiğinde kim bilir kendisi ne kadar hoşnut olacaktı... Fakat Yüce Allah bunun tersini diledi. Onları karanlıktan aydınlığa çıkarması için Allah Teâlâ onu peygamberlikle şereflendirmeyi, kavmine göndermeyi diledi. Peygamberlikten daha şerefli bir şey var mıdır? Bundan daha üstün bir ikram olur mu?[34]
Salih, kavmi içinde yüksek bir sesle tebliğe başladı. “Ey kavmim! Allah'a ibadet ediniz. Sizin için O'ndan başka ilah yoktur."
Zenginler yemek, içmek, oyun ve eğlenceyle meşguldüler. Putlara tapıyorlar, onlardan başka ilah tanımıyorlardı. Salih'in çağrısı hoşlarına gitmedi. Semud'un zenginleri kızarak şöyle dediler:
“Bu kim?”
Hizmetçiler:
"Bu Salih'tir." dediler.
“Ne söylüyor?”
Hizmetçiler anlattılar:
“Der ki: ‘Allah'a ibadet ediniz. Sizin için O'ndan başka ilah yoktur.’
Der ki: ‘Allah sizi ölümünüzden sonra diriltecek ve yaptıklarınızın karşılığını verecektir.’
Der ki: ‘Ben Allah'ın elçisiyim. Beni kavmime göndermiştir.’ ”
Zenginler gülerek şöyle dediler:
“ Zavallı! Bundan peygamber mi olur? Onun ne sarayı var ne de bahçesi. Ne tarlası var ne de hurmalığı... Bu nasıl peygamber olabilir?”[35]
Zenginler, bazı kimselerin Salih'i (a.s.) doğruladıklarını görünce mevkilerinin ellerinden gitmesinden korkarak şöyle dediler:
"Bu da sizin gibi bir insandır. Sizin yediğinizden yer, içtiğinizden içer. Sizin gibi bir insana uyarsanız gerçekten zarar edersiniz. Ölüp, bir yığın kemik ve toprak olduğunuzda dirileceğinizi mi iddia ediyor? Ne yazık, ne yazık! O korkutulduğunuz şey ne (kadar) uzak (bir hayaldir). Hayat, ancak dünya hayatıdır. Yaşarız, ölürüz fakat asla diriltilmeyiz. O ancak Allah'a karşı yalan söyleyen bir adamdır. Biz ona inanacak değiliz!"
Halk Salih'e inanmayıp onu inkâr etti.
Salih onlara öğüt verip onları putlara tapmaktan men ettiğinde şöyle dediler:
"Ey Salih! Sen çok temiz bir gençtin. Sen gerçekten akıllı bir gençtin ve biz senin halkın büyüklerinden ve şereflilerinden olacağını sanmıştık. Senin falan ve falan gibi olacağını zannetmiştik. Fakat sen bir şey olamadın! Akılca senden aşağı olan yaşıtların büyük adam olup çıktılar. Ey Salih, sen ise fakirlik yolunu seçtin. Senin hakkındaki zannımızda yanıldık. Hakkındaki ümidimiz yok oldu. Zavallı babacığın senden bir hayır göremedi. Zavallı annenin tüm emelleri boşa gitti."
Salih (a.s.), bütün bunları işitir, kavmi için üzülürdü. O, kavminden bir topluluğun yanından geçerken;
"Allah Salih'in babasına acısın. Oğlu telef oldu!" derlerdi.[36]
Salih (a.s.) kavmine öğüt vermekten vazgeçmedi. Onları yumuşaklık ve hikmetle Yaratan'a çağırdı.
Şöyle diyordu:
"Ey kardeşlerim! Burada sonsuza dek kalacağınızı mı sanıyorsunuz? Bu saraylarda sonsuza kadar yaşayacağınızı mı sanıyorsunuz? Bu bahçe ve nehirlerde sonsuza kadar yok olmayacağınızı mı sanmaktasınız? Her zaman bu sebze ve meyvelerden yiyeceğinizi mi sanırsınız?
Sonsuza kadar dağları oyarak ev yapacağınızı mı sanıyorsunuz? Asla! Asla! Kesinlikle böyle olmayacaktır! Babalarımız veya arkadaşlarımız acaba niçin ölüp gittiler...
Onların da sarayları vardı! Onların da bunlar gibi bahçe ve pınarları vardı! Onların da sebzelikleri ve hurmalıkları vardı. Onlar da dağlardan evler oyuyorlar ve orada oturuyorlardı. Fakat bütün bunlar onlara bir fayda sağlamadı! Fakat bütün bunlar onları (ölümden) alıkoyamadı!
Ölüm meleği onlara ulaştı ve onlara varan yolu buldu. İşte bunun gibi muhakkak sizler de öleceksiniz, Allah Teâlâ sizleri diriltecek ve sizlere bu nimetlerden soracak!
Ey kardeşlerim, niçin benden kaçıyorsunuz? Neden korkuyorsunuz? Ben malınızdan bir şey eksiltmem. Ben sizlerden bir şey de istemiyorum.
Size öğüt veriyor ve Rabbimin emirlerini iletiyorum. Ben sizden bunun için bir ücret istemiyorum. Benim ücretim, âlemlerin Rabbi olan Allah Teâlâ'ya aittir.
Ey kardeşlerim! Niçin bana uymuyorsunuz? Ben sizler için güvenilir bir nasihatçiyim. Neden halkın mallarını sömürenlere ve halka zulmedenlere boyun eğiyorsunuz? Onlar ki günah işlerler, yeryüzünde bozgunculuk çıkarırlar, ıslah etmezler..."
Kavmi aciz kalıp verecek cevap bulamadı. Ancak şunları söylediler: "Eğer doğru söylüyorsan bize bir kanıt getir!"[37]
Salih (a.s.) sordu:
“Ne gibi bir kanıt istiyorsunuz?”
Onlar:
"Eğer doğru söylüyorsan bizim için şu dağdan hamile bir deve çıkar!" dediler.
Halk devenin ancak bir deve tarafından doğurulabileceğini biliyordu. Deve, yerden bitmez ya da taştan çıkmazdı. Salih'in (a.s.) başaramayacağından ve onu yeneceklerinden kesinlikle emindiler. Lakin Salih'in (a.s.) Rabbine olan imanı güçlüydü ve o bilirdi ki, Yaratan'ın her şeye gücü yeter. Salih (a.s.), Yaratan'a dua etti ve halkın istediği oluverdi. Dağdan hamile bir deve çıktı ve doğurdu. Halk şaşırıp dehşete düştü. Fakat buna rağmen bir kişiden başka imana gelen olmadı.[38]
Salih (a.s.) şöyle dedi:
"Bu, Allah'ın devesidir. Bu, Allah'ın mucizesidir. Siz istediniz, Allah da sizin için kudretiyle onu yarattı. Öyleyse bu deveye saygı gösteriniz. Ona kötülük etmeyiniz. Yoksa acıklı bir azaba uğrarsınız. Yiyeceği de içeceği de sizden istenmeyecektir. Yiyecek de çoktur su da...
Su içme sırası bir gün devenin bir gün de hayvanlarınızın olsun. Bir gün bu deve içsin, bir gün hayvanlarınız içsin."
Salih'in (a.s.) dediği gibi oldu. Devenin nöbeti geldiğinde gider, suyunu içerdi. Halkın hayvanlarının sırası geldiğinde de onlar gider ve içerlerdi.[39]
Fakat kâfirler böbürlenerek taşkınlık ettiler. “Niçin hayvanlarımız her gün su içmiyor?" dediler.
"Halk bu deveden usandı, hayvanlar ondan ürkmekte!"
Salih (a.s.), onları bu deveye kin beslemekten vazgeçirmeye çalıştı ve horlamaktan sakındırdıysa da onlar çekinmediler ve şöyle dediler:
"Bu deveyi kim öldürecek?" Birisi kalktı ve;
"Ben." dedi.
Yine başka biri daha kalkarak;
"Ben." diye cevap verdi.
İki isyankâr gitti. Oturarak devenin çıkışını beklediler. Deve çıktığında birincisi ona bir ok attı. Öteki ise onu kesti ve öldürdü.[40]
Salih (a.s.), devenin öldürüldüğünü öğrenince kederlendi ve çok üzüldü.
Halka şöyle dedi:
"Yurdunuzda üç gün daha yaşayınız. İşte bu olmayan bir vaattir!"
Şehirde dokuz kişi vardı ki bunlar yeryüzünde bozgunculuk yapıp ıslah etmezlerdi. Aralarında sözleşerek şöyle dediler:
"Geceleyin Salih'i ailesiyle birlikte öldüreceğiz ve bize sorulduğunda ‘bilmiyoruz' diyeceğiz!"
Fakat Allah Teâlâ Salih'i (a.s.) ve ailesini korudu. Üçüncü gün olunca onlara azap geldi. Âdetleri üzere sabahladıklarında çok şiddetli bir sesle ve sarsıntıyla karşılaştılar. Şiddetli çığlık onların kalplerini paramparça ediyor, sarsıntı evlerini sarsıyordu. Semud için gerçekten korkunç bir gün başlamıştı. Bütün halk öldü ve şehir harabe oldu.
Salih (a.s.) ve beraberindeki müminler bu isyankârların şehrinden göç ettiler. Artık orada ne yapacaklardı? Salih, çıkıp hepsi yok olmuş olan kavmine baktı ve hüzünlü bir sesle şöyle dedi:
"Ey kavmim, doğrusu ben size Rabbimin tebliğini açıkladım ve size öğüt verdim. Ne yazık ki siz öğüt verenleri sevmezdiniz."
Bugün insan orada bomboş saraylardan ve susuz kuyulardan başka bir şey göremez. Ne seslenen ne de sese cevap veren bir kişinin olmadığı bomboş ve dehşet verici bir harabe şehirden başka bir şey göremez... Şam yolunda Rasûlullah (s.a.) Semud ülkesine uğradığında ashabına şöyle demişti:
"Kendilerine zulmedenlerin yurtlarına yalnız ağlayarak ve onların başından geçen felaketten korkarak giriniz. Dikkat ediniz! Semud Rabbini inkâr etti ve Semud Allah Teâlâ’nın rahmetinden uzak oldu."[41]
Hz. İbrahim, zalim hükümdar Nemrut tarafından ateşe atılmıştı.
Ateş, Yüce Allah'ın emriyle onu yakmadı. Düştüğü yer bir gül bahçesine dönüştü. Kâfirler bu manzaradan ürktüler, bazıları imana geldi. Onlar artık Hz. İbrahim'e inanmaya başladılar. Nemrud ise Yüce Allah'ın gazabına uğradı. Allah Teâlâ ona bir sivrisineği bela etti. Sivrisinek Nemrut'un burnundan girdi, beynine gitti. Onu şiddetli bir işkence ile öldürdü.
Hz. İbrahim kendisine inananlarla Şam'a, oradan da Mısır'a geldi. Mısır'da o zamanlar kâfir Firavunlar hüküm sürüyordu. Hz. İbrahim orada huzur bulamadı. Yeniden Şam'a dönmek üzere yola çıktı. Sebu denilen yere gelince oraya yerleşti. Su gereksinimini karşılamak için bir kuyu kazdı.
Bu kuyunun suyu çeşme gibi akıyordu. Suyun az bulunduğu o bölgede herkes bu kuyudan faydalanmaya başladı.
Hz. İbrahim'in eşi Sare'nin çocuğu olmuyordu. Üstelik ikisinin de yaşları ilerlemişti, yavaş yavaş yaşlılığa doğru gidiyorlardı. Bu durum ikisini de üzüyordu. Sare bir gün kocasına:
"İkimiz de yaşlanıyoruz. Benim artık bundan sonra çocuğum olmaz ama sen bir çocuğa kavuşmalısın. Hizmetimize bakan Hacer hanımla evlen." dedi.
Hz. İbrahim karısının bu tutumuna hak verdi. Hacer'le evlendi. Bir süre sonra Yüce Allah onlara bir oğlan çocuğu nasip etti. Adını İsmail koydular.
Hz. İsmail'in doğumundan sonra Sare, Hacer'i kıskanmaya başladı. Evlerinde bir huzursuzluk çıkmıştı. Nihayet buna daha fazla dayanamayarak Hz. İbrahim'e Hacer'le İsmail'i başka bir yere götürmesini söyledi.
Hz. İbrahim Yüce Allah'ın izniyle Hacer'i ve İsmail'i yanına alarak yola çıktı. Günlerce yürüdüler. Ovalardan, tepelerden, ıssız çöllerden geçtiler. Mekke yakınlarına kadar geldiler. O sırada İsmail iki yaşında idi. Nihayet bugün Kâbe'nin bulunduğu yere vardılar. Bir ağacın altında durdular. Etrafta kimsecikler yoktu. Hz. İbrahim ana ile oğlun yanına biraz yiyecek ve su bıraktıktan sonra oradan uzaklaştı. Hacer arkasından bağırıyordu:
"Bizi bu ıssız yere bırakıp nereye gidiyorsun? Biz bu dağ başında ne yaparız, nasıl yaşarız?"
Hz. İbrahim Hacer'in sesine, gözyaşlarına dayanamıyordu. Yine de yoluna devam etti. Bir süre sonra Hacer şöyle seslendi:
“Yoksa bizi burada bırakmanı Allah mı emretti?” O zaman Hz. İbrahim döndü ve şöyle dedi:
“Evet, Yüce Allah emretti.”
Hacer'in içi rahatlamıştı. Oğlu İsmail'i kucağına aldı. Sallamaya başladı:
“Öyle ise Allah bize yeter. O bizi korur, bizi besler.”
Aradan günler geçti.
Hacer ağaç dallarından ve taşlardan bir kulübe yaptı. Orada yaşamaya başladılar. Ancak bir süre sonra suları bitti. Küçük İsmail susuzluktan ağlamaya başladı. Hacer bu duruma artık dayanamıyordu. Çocuğun ağlayışları onu çılgına çeviriyor, Hacer ne yapacağını bilemiyordu. Acele ile dışarıya çıktı, hızla Safa tepesine yürüdü, tepenin üzerine kadar çıktı, etrafına baktı, hiç kimse yoktu. Su da yoktu. Çaresizlikten inledi. Tepeden indi. Koşarak bu sefer karşıdaki Merve tepesine tırmandı. Orada da kimseyi göremedi, suyu bulamadı. Uzaktan uzağa, kulübede ağlayan İsmail'in sesi geliyordu. Hacer Safa ve Merve tepeleri arasında kendini kaybetmiş gibi tam yedi kere gidip geldi. Güneş iyice yükselmişti. Hacer ümitsizlik içinde kulübesine döndü. Belki de oğlu İsmail susuzluktan ölmüştü.
Kulübeye girince bir de ne görsün!
İsmail'in yanı başından bir su kaynamıştı. Ve İsmail orada oynuyordu. Hacer suyun aktığını görünce boşa gideceğinden korktu ve mısır diliyle "zem, zem", yani "dur, dur" demeye ve eliyle suyu tutmaya başladı. Çok sevinmişti. İşte Yüce Allah onların imdadına yetişmişti. Susuzluktan kurtulmuşlardı. Hacer Allah Teâlâ'ya secde etti ve ona şükretti.
Bugün Kâbe'de bulunan zemzem kuyusu işte bu sudur.
Hz. İsmail ile Hacer bulundukları yerde kendi başlarına yaşarken, bir gün Cürhüm kabilesinden bir topluluk, suyu görerek oraya geldiler. Hacer Hanım'dan izin alarak bu vadiye yerleştiler. Kısa zamanda o bölge şen ve bayındır oldu.
Hz. İbrahim bir zaman sonra karısı ve oğlu İsmail'i ziyarete geldiğinde, bu ıssız vadiyi şenlenmiş buldu. Bu duruma çok sevindi.
Artık Hz. İsmail de büyümüş, koca bir delikanlı olmuştu. Hz. İbrahim bir gün Mekke'de bir rüya gördü. Rüyasında oğlu İsmail'i Allah Teâlâ'ya kurban ediyordu. Önce bu rüyanın doğruluğundan şüphe etti. Ancak aynı rüyayı daha sonraki gecelerde de görünce bunun Yaratan'dan gelen bir emir olduğunu anladı.
Yüce Allah Hz. İbrahim'i çok ağır bir sınava çekiyordu. Çok sevdiği biricik oğlunu kurban etmek ne kadar zor bir işti.
Günlerce bu konuyu düşündü. Emri mutlaka yerine getirmesi gerekiyordu. Ama nasıl? Bunu oğluna nasıl anlatacaktı. Kendisi onu nasıl kurban edecekti? Sonunda bir gün kararını verdi, oğluna ip ve bıçak almasını, birlikte dağa çıkıp odun getireceklerini söyledi. Zaten baba oğul sık sık yakındaki dağlara gider, oradan odun getirirlerdi.
İsmail ip, balta ve bıçak aldı. Hazırlıklarını gördüler. Beraberce yola çıktılar. Yolda Hz. İbrahim, gördüğü rüyayı oğluna anlattı. Bu mutlaka ağır bir sınavdı. Ama Yüce Allah'ın emri idi. Mutlaka yerine getirilmesi gerekiyordu.
Hz. İsmail babasının sözlerini dinledikten sonra hiç korku ve heyecan göstermedi. Babasına gülümsedi:
“Babacığım, tasalanma. Emri yerine getir. Allah Teâlâ'nın izniyle bu duruma sabreden bir insan olacağım. Çekinme...”
Hz. İbrahim, oğlunun bu iman dolu sözleri karşısında hem hüzünlendi, hem sevindi. İşte oğlu önünde tam bir iman örneği olarak duruyordu. Artık içi rahattı. Tam bir teslimiyetle Yaratan’ın emrini yerine getirmeye çalışacaktı. Bir süre daha yürüdüler.
Bu sırada şeytan onlara yaklaşmıştı. Amacı, yapacakları işi engellemekti. Hz. İbrahim'e sokularak gördüğü rüyanın yalan olduğunu, oğluna kıymaması gerektiğini, nasıl olup da biricik oğlunu bir rüya uğruna kurban edebileceğini söyledi. Ancak Hz. İbrahim şeytana önem vermedi. Onun nasıl bir yalancı olduğunu, insanları kandırmak için elinden geleni yaptığını biliyordu.
Şeytan bu sefer Hz. İsmail'e yöneldi.
“İsmail, hey İsmail...”
Hz. İsmail bunun şeytan olduğunu anlamıştı.
“Ne istiyorsun lanetli şeytan? Defol şuradan, beni aldatamazsın.”
“Gözü yaşlı anneni düşün, ondan nasıl ayrılacaksın, geri dön.”
“Sen yalancısın, beni aldatmaya çalışıyorsun. Şunu bil ki babam hak peygamberdir. Onun sözü de rüyası da yanlış olamaz. Bizi rahat bırak.” Şeytan bir süre daha onu kandırmaya çalıştı. Hz. İsmail bunun üzerine yerden taş toplayarak şeytana fırlatmaya başladı, onu yanlarından kovdu.
Daha sonra Hz. İbrahim, oğlunun gözlerini bağladı. Onu kurban etmek üzere sağ yanının üzerine yatırdı. Bıçağını çekti. Oğlunun boğazına sürdü. Ama bıçak kesmemişti. Hz. İsmail babasına kendisini yüz üstü döndürmesini ve yüzünü görmemesini söyledi. Sanıyordu ki babası onun yüzünü gördüğü için dayanamıyor ve bıçağı bastıramıyordu. Hz. İbrahim, oğlunun dediğini yaptı. Onu yüzüstü döndürdü ve bıçağını bir kere daha sürdü. Bıçak yine kesmemişti.
Bıçak kesmiyordu, çünkü Yüce Allah bıçağa kesmemesini emretmişti. İşte bu sırada bir ses duyuldu:
“Ey İbrahim! Sadık bir kul olduğunu kanıtladın. Oğlunu kurban etmeye razı oldun.”
Hz. İbrahim irkildi. Etrafına baktı. Hemen yanı başında bir melek gördü. Meleğin yanında kınalı bir koç duruyordu. Melek Cebrail Aleyhisselam'dı. Hz. İbrahim'e şöyle dedi:
“Yüce Allah bu koçu İsmail'in yerine kurban etmeni buyurdu.”
Hz. İbrahim çok sevinmişti. Gözlerinden sevinç yaşları akıyordu. Hemen oğlunu yerden kaldırdı. Gözlerini çözdü. Onun yerine koçu yatırdı ve kurban etti.
O günden başlayarak bütün Müslümanlar Hz. İsmail'in kurtuluşunu kutlamak ve Yaratan'a şükran borçlarını ödemek için kurban kesmeye başlamışlardır. Kurban kesmek, vacip olan bir ibadet olarak kıyamete kadar devam edecektir.
Hz. İsmail gençlik çağına girince Cürhüm kabilesi ona kendi topluluklarından bir kız vererek evlenmesini istediler. Hz. İsmail Arapça öğrenmişti. Cürhüm kabilesi içinde çok seviliyordu. Böylece evlilik gerçekleşti. Bir süre sonra annesi Hacer doksan yaşında vefat etti. Onu Kâbe'nin yakınlarında bir yere defnettiler.
Hz. İbrahim zaman zaman oğlunu ve ailesini ziyarete geliyordu. Bu ziyaretlerin birinde oğluna şöyle dedi:
“İsmail, Yüce Allah bana büyük bir iş emretti.”
“Babacığım, Rabbimiz ne emretti ise hemen yerine getir.”
"Yüce Allah şurada bir mabet kurmamı emretti." diye Hz. İbrahim eliyle yüksekçe bir tepeyi işaret etti. Hz. İsmail:
"Hemen işe başlayalım, ben sana yardımcı olurum, kısa zamanda mabedi tamamlarız." dedi.
Baba oğul işe koyuldular.
Hz. İsmail taş taşıyor, Hz. İbrahim de duvarları örüyordu. Günlerce çalıştılar. Sonunda Müslümanların kıblesi olan Kâbe'yi ortaya çıkardılar.
Biz Müslümanlara göre yeryüzünde Kâbe'den daha şerefli bir yer yoktur. Kâbe'nin inşası sırasında Hz. İbrahim oğluna şöyle dedi:
“İsmail, şöyle güzel bir taş bulup getir. Şurada duvarın bir yerine koyalım. Müslümanlar Kâbe'yi ziyaret ederken buradan başlasınlar.”
Hz. İsmail uzun süre böyle güzel bir taş aradı. Bu sırada Cebrail Hz. İbrahim'e cennetten bir taş getirerek bunu duvarın bir yerine koymalarını istedi. Bu siyah renkli, çok güzel bir taş idi. Renginin siyah oluşu dolayısıyla buna Hacerü'l-Esved (siyah taş) denmektedir. Bugün Kâbe'yi ziyaret eden hacılar bu taşı görmektedirler. Hz. İbrahim'le oğlu İsmail Kâbe'yi yapıp bitirdikten sonra Yüce Allah'a şöyle dua ettiler:
"Yüce Rabbimiz! İşte Kâbe'nin inşaatını bitirdik. Bu hizmetlerimizi kabul eyle. Şüphesiz sen dualarımızı işitir, niyetlerimizi bilirsin. Ey Rabbimiz! Bize haccın nasıl yapılacağını göster. Tevbelerimizi kabul et.
Bizim neslimizden öyle bir resul gönder ki, insanlara senin ayetlerini okusun, onların nefislerini ve kalplerini kötü ahlaktan temizlesin."
Baba oğulun dua ederek gönderilmesini istediği peygamber Hz. Muhammed Mustafa'dan (s.a.) başkası değildir. Hz. İbrahim Kâbe'yi yaklaşık yedi metre yükseklikte inşa etmiş ve çatısını açık bırakmıştı. Yüce Allah onlara haccı farz kılınca, Hz. İbrahim bu emri herkese ilan etti. Bu davet üzerine müminler akın akın Kâbe'yi ziyaret etmek için gelmeye başladılar. Hz. İbrahim onlara haccın nasıl yapılacağını gösterdi ve onlarla birlikte haccetti.
Hz. İsmail babasının vefatından sonra Yaratan tarafından peygamber olarak görevlendirildi. İlk olarak Yemen'de oturan Amalikalıları doğru yola davet etti. Onların içinde elli yıl kaldı. Bu kavimden bazıları Hz. İsmail'e iman ettiler. Diğer bazıları ise kâfir olarak yaşamaya devam ettiler. Hz. İsmail yüz otuz yedi yaşında vefat etti. Oğulları onu annesi Hz. Hacer'in yanına defnettiler.[42]
Kur’an-ı Kerim’deki Eyüp kıssası diğerlerinden farklı bir üslupla anlatılmıştır. Allah Teâlâ’nın nimetinin ona verilişi; mümin, sabırlı, şükreden kullara ve sevgili peygambere verilişinden farklı bir biçimdedir.
Eyüp’ün arazileri, inekleri, koyunları, itaatkâr evlatları vardı. Fakat Yüce Allah onların hepsini bir musibete uğrattı, bu nimetlerin hepsi elinden gitti. Vücudunda Aziz ve Celil olan Yaratan’ı zikrettiği kalbi ve dilinden başka sağlam hiçbir yeri kalmadı. Bu hastalığından dolayı memleketinde bir köşede yalnız başına idi. İşlerinde ona hizmet eden eşinden başka, ona acıyan kimse kalmamıştı. Fakat o da gereklilikten dolayı, gereksinim sahibi olunca insanlara hizmet eder oldu.[43]
Bütün bunlara rağmen o, diliyle Yaratan’ı anmaya ve O’na şükretmeye devam eden sabırlı bir kuldu. Yakınmıyor, kızmıyor ve öfkelenmiyordu. Uzun seneler boyunca hastalığına rağmen zikrine devam etti.
Sonunda Yüce Allah onun hastalıktan kurtulmasını ve tamamen iyileşmesini diledi. Allah Teâlâ’nın hükmüne razı olup, katındaki dereceleri yükselince Yaratan ona kabule değer bir dua ilham etti. Öyle ki, onun zayıflığı, yoksulluğu, Yaratan’dan başka hiçbir sığınağın olmadığı, O’nun her şeye kadir olduğu bu duada mevcuttu.
Bu duadan sonra Yaratan onun vücuduna ve ailesine sağlık verip malını geri verdi. Bütün bunları onun için kat kat bereketlendirdi.
Şanı yüce Allah şöyle buyurur:
“Eyüp’ü hatırla, zira: ‘Bana, gerçekten bu hastalık geldi. Sen merhamet edenlerin en merhametlisisin!’ diye Rabbine dua etmişti. Kabul edip hemen kendisindeki hastalığı giderdik. Tarafımızdan bir rahmet ve ibadet edenler için bir hatıra olarak ona tekrar ailesi ve kaybettikleriyle beraber bir katını daha verdik.”[44]
Hz. Yunus'un kıssası, ümidin kesildiği, elem ve karanlığın egemen olduğu, bütün yolların tıkandığı, ışık ve havanın bulunmadığı, hiçbir ümidin kalmadığı, ölüm değirmeninin bütün gücüyle ve hızıyla dönerek yaşama sevgisini un gibi öğüttüğü anda, Yaratan'ın kudretini, kullarına ihsanını ve yardımını göstermek için Eyüp kıssası ile beraber söz ettiği bir kıssadır.
Orada Yüce Allah'ın güçlü, kuvvetli, merhametli ve egemen olan ilahi kudret eli görünmektedir. Bu zayıf insan neredeyse korkunç bir arslanın ağzından ve kahredici ölümden kurtulmuştu. Sıyrık bile almadan, sapasağlam, tam ve eksiksiz bir biçimde çıkmıştı. Sanki evinde ailesi arasında, yatağında korunmuş gibiydi.[45]
İşte Yunus kıssası: Allah Teâlâ onu Ninova şehrine gönderdi. Yunus şehir halkını Yaratan'a davet etti. Halk bu daveti kabul etmediği gibi küfürlerinde de inat etti. Yunus ise kızarak aralarından çıktı. Kendilerine üç mucize gösterdikten sonra gelecek azapla tehdit ederek çıkmıştı. Kavim, azabın gelmekte olduğunu görünce O'nun yalan söylemeyen bir peygamber olduğunu anladı. Davarları ve sürüleriyle birlikte sahraya çıktılar. Çocukları analarından ayırarak kendilerini affettirmek için Aziz ve Celil olan Yaratan’a yalvardılar. Develer yavrularıyla bağırıyorlar, inekler yavrularıyla böğürüyorlar, koyunlar yavrularıyla meleşiyorlardı. Böylece, Yüce Allah onlardan azabı kaldırdı. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"Keşke (azabı gördükten sonra) inanıp da inanması kendisine fayda veren bir memleket olsaydı. Yalnız Yunus'un kavmi (azap henüz inmeden önce) inanınca, dünya hayatında rezilliği gerektiren azabı onlardan kaldırmış ve onları bir süre daha yaşatmıştık.”[46]
Yunus (a.s) Yüce Allah'tan izin almadan kavminden uzaklaştı. Birtakım insanlarla beraber bir gemiye bindi. Gemi batmaya yüz tuttu. İçindekiler boğulmaktan korktular. Aralarındaki yabancı adamı bulup onu atarak kurtulmak için kura çektiler. Ondan korkuyorlardı. Kura Yunus'a (a.s.) çıktı. Fakat onu atmak istemediler (çekindiler), tekrarladılar. Yine Yunus (a.s.) çıktı. Bir daha kura çektiler, yine Yunus (a.s.) çıktı. Allah buyuruyor ki:
"Kura çekti, yenilenlerden oldu." Her defasında kura ona çıkınca, Yunus kalktı, elbisesini çıkardı, sonra kendisini denize attı. Şanı yüce olan Allah ona denizi yarıp gelen büyük bir balık gönderdi. Yunus kendini gemiden atınca bu balık onu yuttu. Allah Teâlâ balığa Yunus'un etini yememesini ve kemiğini kırmamasını emretmişti.[47]
Yunus (a.s.) içiçe karanlıklarda idi. Gecenin, denizin ve balığın karnında karanlıklar içindeydi. Sonra Yüce Allah, karanlıkları dağıtan, elem ve kederi ortadan kaldırıp rahmeti indiren kelimelerini ona ilham etti.
Şimdi, kaybettiklerine üzülüp dövünen, ıstırap içinde kıvranan kimseleri teselli eden bu eşsiz ve muhteşem kıssayı Kur’an-ı Kerim'den dinleyiniz.
Yeryüzü o genişliğine rağmen ona dar gelmiş, canı çıkacak hale gelmişti. Böylece Yüce Allah'tan başka hiçbir sığınağın olmadığını apaçık görmüştü.
"Zünnûn’u (balık sahibini-Yunus’u) da hatırla. Hani o (dinini kabul etmeyen kavmine) öfkelenerek gitmişti de kendisini sıkıntıya sokmayacağımızı sanmıştı. Derken (yutulduğu balığın karnındaki) karanlıklar içinde; ‘Senden başka hiçbir ilah yoktur. Seni bütün noksanlıklardan tenzih ederim. Gerçekten ben haksızlık edenlerden oldum.’ diye dua etmişti. Biz de duasını kabul ettik ve kendisini kederden kurtardık. İşte biz müminleri böyle kurtarırız.”
İşte böylece Yunus (a.s.) balık tarafından getirilip kıyıya bırakıldı. O, Rabbine bol bol şükredip uzun bir yolculuktan sonra Ninova'ya döndü. Halkının doğru yola ulaştığım görünce çok sevindi.[48]
Bu da Yüce Allah'ın kullarına nimetlerinden ve her şeyi kuşatan kudretinin belirtilerinden başka bir örnektir. Verilen bir nimet Zekeriyya'nın (a.s.) salih bir çocuk sahibi olmak için yaptığı duada görülür. O, razı olduğu, iyi takva sahibi, kendisinin ve Yakup ailesinin mirasçısı olacak ve Yaratan'a daveti devam ettirecek bir çocuk istemişti. Bu duayı yaşı ilerlediği, kemikleri zayıflayıp saçları ağardığı bir zamanda yapmıştı. Hatta karısının çocuk doğurma ümidi de kalmamıştı.
Allah Teâlâ onun duasını kabul ederek insanların sanılanın tersine, geleneksel âdetlerin dışında mucize olarak ona akıllı bir çocuk verdi. Bu çocuğa daha küçüklüğünde Yaratan tarafından üstünlük, hikmet, yumuşaklık, ilim ve kitap verildi. Merhamet, doğruluk, takva, anne ve babaya iyilik, incelik, ağırbaşlılık ve alçak gönüllülük gibi özellikleri üzerinde toplamıştı.
Yüce Allah, Zekeriyya'nın (a.s.) kalbini kuvvetlendirdi. Geniş kudretine delalet eden belirtiler gösterdi. O Allah Teâlâ ki, dilediğini yapar, dilediğini yaratır. Zekeriyya'ya (a.s.) kendi yaratılışındaki ve vücudundaki egemenliğini gösterdi. O dilediğini hareket ettirir, dilediğini sonsuz olarak rızıklandırır.[49]
Efendimiz Zekeriyya'nın (a.s.) ailesinden İmran'ın eşi -Allah'ı ve O'nun dinini seven saliha bir kadındı- bir erkek doğurursa bu çocuğu O'nun için dininin hizmetine vermeyi adadı. Yüce Allah’tan bu çocuğu kabul etmesini, onunla dinine ve kullarına fayda vermesini, onun Yaratan'a davet eden bir kimse ve doğru yolun önderlerinden bir önder olmasını istedi.
İhlaslı bir kadın olan bu kadın, çocuğunun erkek olmasını istiyordu. Fakat, Yüce Allah kullarının çıkarını en iyi bildiği için ona bir kız çocuk verdi. Kadın, kız doğurduğu zaman buna üzüldü. Ve bu üzüntü epey zaman devam etti. Fakat bu çocuk diğer kızların hiçbirine benzemiyordu. Tersine, diğer çocuklardan daha çok ibadete bağlı, boyun eğen ve iyilikte onlardan daha ileriydi. Allah Teâlâ onun kız olmasını belirlediği zaman -kendisinin bildiği hikmet sebebiyle- şerefli, salih bir peygamberin annesi olmasını diledi. Çünkü, peygamberlik yükünü ancak erkekler yüklenirdi.
"İmran’ın karısı; ‘Ya Rabbi! Karnımda olanı, sadece sana hizmet etmek üzere adadım. Benden kabul buyur. Şüphesiz sen işitensin, bilensin.' demişti. İmran’ın karısı çocuk doğurunca, Allah onun ne doğurduğunu daha iyi bildiği halde; ‘Ey Rabbim, onu kız doğurdum, (Mabede hizmet için) erkek, kız gibi değildir. Bununla beraber, ben onun adını (Allah'ın kulu manasına) Meryem koydum. Onu ve soyunu kovulmuş şeytanın şerrinden sana sığınırım,’dedi."[50]
Meryem, yetiştirilmesi hususunda efendimiz Zekeriyya’nın vekaleti ve Yaratan’ın gözetimi altındaydı. Yüce Allah ona bulunduğu yerde her zaman bütün yaz ve kış meyve ve yemişlerden sunuyor, o da dilediğini yiyor, dilediğini bırakıyordu.
"Rabbi Meryem’i güzel bir kabulle karşıladı. Onu iyi bir şekilde yetiştirdi. Ve Zekeriyya’nın egemenliğine bıraktı. Zekeriyya ne zaman mabedde Meryem’in yanına girerse, yanında bir yiyecek bulurdu.
'Ey Meryem, bu sana nereden geliyor?' demiş, o da; ‘Bu, Allah tarafındandır.' cevabını vermişti. Doğrusu Allah dilediğini hesapsız rızıklandırır."
Yüce Allah Zekeriyya'ya (a.s.) -ki o peygamberlerden akıllı ve zeki bir peygamberdi- saliha bir kıza geçmiş nimetleri vermeye güç yetirenin, yaşı yapabileceğini ilham etti.
Öyle ki, Meryem'in annesi duasında ve adağında samimi olduğu gibi Meryem de ibadet ve Yaratan'a itaat üzere idi.
Yaşının ilerlemesi ve eşinin de kısır olması nedeniyle ümidi yoktu. Bu durumdaki bir kişinin de çocuğu olamazdı. Bu müjde veren ilhama çok sevindi. Çabası arttı. İstekleri canlandı. Rabbine güveni fazlalaştı ve dilindeki dua da arttı. Melekler ona güvence verdi. Allah Teâlâ’nın rahmetiyle hareketlendi.
Bunların hepsi; merhameti olan Rabb'den bir ilham, Aziz ve Alim (her şeye gücü yeten ve her şeyi bilen) Allah Teâlâ’dan bir takdir idi.
"Orada, Zekeriyya Rabbi'ne dua etti: ‘Ey Rabbim! Bana senin katından temiz ve mübarek bir çocuk ihsan et... Muhakkak ki sen duayı işitirsin.'"
Allah Teâlâ onun duasını kabul etti. Kendisine yakında doğacak olan salih bir çocuğun müjdesi geldi. İnsan tez canlı olarak yaratılmıştır. Zekeriyya bu büyük olayın gerçekleşip yakında olacağına dair bir işaret istedi.
"'Rabbim, o halde bana (oğlum olacağına dair) bir işaret ver!' dedi (Allah) buyurdu ki: ‘Senin belirtin, üç gün insanlarla işaretten başka türlü konuşmamandır; Rabbini çok an, akşam sabah (O'nu) tesbih et.'"
Varlıklara dilediği gibi şekil veren güç sahibi (Allah Teâlâ) konuşan dili susturursa, ona bir kelime bile söyletmeye kimsenin gücü yetmez. Yine yaratıklarından dilediği seçkin kullarına dilediğini ihsan eder. Güçlü olan (Allah Teâlâ) verip vermemeye güç yetirendir.[51]
Yüce Allah'ın belirtileri ve gücü, önce Zekeriyya’nın (a.s.) kendi vücudunda, sonra evinde ve ailesinde görüldü. Yahya (a.s.) doğdu. Gözü aydın olup, ona sevgisi arttı. Allah Teâlâ'ya çağrısı onunla devam etti.
Bu kıssayı bazen uzun, bazen da kısa olarak hikâye eden Kur’an-ı Kerim'i dinleyiniz:
"Zekeriyya: ‘Rabbim! Beni tek başıma bırakma. Sen varislerin en hayırlısısın.' diye dua etmişti. Biz de duasını kabul edip kendisine (evlat olarak) Yahya’yı verdik, eşini de çocuk doğurur hale getirdik. Doğrusu onlar iyi işlerde yarışıyorlar, korkarak ve umarak bize yalvarıyorlardı. Bize karşı gönülden saygı duyuyorlardı.”[52]
Yahya (a.s.) doğduktan sonra annesinin ve babasının gözbebeği ve babasının halifesi olmuştu. Yüce Allah'a ve onun tek dinine daveti yüklenmişti. Küçüklüğünden beri kendisinde asalet izleri görülüyor, çocuk olduğu halde büyük bir istekle ilme yöneliyordu. Genç iken doğruluğu ve takvayı tatmıştı. Anne ve babasına iyiliği, şefkati ve sevgisiyle akranları arasında seçkin bir özelliğe sahipti (İnsanlar tarafından parmakla gösteriliyordu). Allah Teâlâ ona şöyle sesleniyor:
'"Ey Yahya! Kitaba kuvvetle sarıl.’ deyip daha çocukken ona hikmet, kalp yumuşaklığı ve safiyet verdik. O, Allah’tan sakınan ve annesine ve babasına karşı iyi davranan bir kimse idi. Baş kaldıran bir zorba değildi. Doğduğu, öleceği ve dirileceği günde ona selam olsun.”[53]
Yusuf küçük bir çocuktu ve onun on bir kardeşi vardı. Yusuf, zeki ve güzel bir çocuktu. Babası Yakup (a.s.), Yusuf u diğer kardeşlerinden daha çok severdi. Bir gece Yusuf tuhaf bir rüya gördü. Rüyasında on bir tane yıldız, güneş ve ay kendisine secde ediyorlardı. Küçük Yusuf çok şaşırdı! Bu rüyayı anlamadı. Yıldızlar, güneş ve ay bir insana nasıl secde ederlerdi?
"Ey babacığım!" dedi. On bir yıldız, güneş ve ayın bana secde ettiklerini gördüm." Yusuf'un babası Yakup, bir peygamberdi. Yakup (a.s.) bu rüyaya çok sevindi.
"Allah seni mübarek kılsın ey Yusuf. İlerde senin için iyi şeyler olacaktır. Bu rüya sana ilim ve peygamberlik müjdesidir. Allah deden İshak'ı da, deden İbrahim'i de nimetlendirdi."
"Allah sana da Yakup'un diğer oğullarına da nimetini verecektir." dedi.
Yakup (a.s.) yaşlıydı. İnsanların karakter ve kişiliklerini bilirdi. Şeytanın insanı nasıl yenip aldattığını bilirdi. Şeytanın insanla nasıl oynadığını da bilirdi. “Ey oğlum!" dedi. “Bu rüyanı kardeşlerinden birine söyleme. Onlar seni kıskanır ve sana düşman olurlar."[54]
Yusuf'un (a.s.) annesinden Bünyamin adında bir kardeşi daha vardı. Yakup (a.s.) ikisini de çok severdi. Onlar kadar kimseyi sevmezdi. Diğer kardeşleri Yusuf'u (a.s.) ve Bünyamin'i kıskanırlar, onlara kızarlar ve şöyle derlerdi:
"Neden babamız Yusuf'u ve Bünyamin'i daha çok seviyor?
Onlar zayıf ve küçük oldukları halde neden babamız Yusuf ve Bünyamin'i daha çok seviyor? Bizler genç ve güçlü olduğumuz halde niçin bizi Yusuf ve Bünyamin gibi sevmiyor? Bu çok tuhaf bir tutumdur."
Yusuf küçük bir çocuktu. Rüyasını kardeşlerine anlattı. Kardeşleri rüyayı işitince çok kızdılar. Üstelik kıskançlıkları daha da arttı.
Bir gün kardeşleri toplanıp şöyle dediler:
"Yusuf’u öldürünüz ya da uzak bir yere atınız. O zaman babanız sadece size kalır ve sadece sizi sever." İçlerinden büyük olanı şöyle dedi:
"Hayır, öldürmeyiniz. Onu yolda bir kuyuya atınız. Onu yolcular alır götürür." Bütün kardeşler bunu kabul ettiler.[55]
Bu fikir üzerinde anlaşınca babaları Yakup'a (a.s.) geldiler. Yakup (a.s.) Yusuf için çok korkardı. Kardeşlerinin onu sevmediklerini ve kıskandıklarını bilirdi. Yusuf'u kardeşleriyle hiçbir yere göndermezdi. Yusuf sadece kendi kardeşi (Bünyamin) ile oynar, uzağa gitmezdi. Kardeşleri bunu da biliyorlardı. Fakat onlar, kötülük yapmakta kararlıydılar.
Dediler ki:
"Ey babamız neden Yusuf'u bizimle göndermiyorsun? Neden çekiniyorsun? O bizim sevgili küçük kardeşimizdir. Aynı babanın çocuklarıyız. Kardeşlerimiz her zaman bizimle oynarlar. Neden birlikte gidip oynamıyoruz? Yarın onu bizimle gönder de gezsin ve oynasın. Kuşkusuz biz onu koruruz."
Yakup (a.s.) oğullarına şöyle cevap verdi:
"Siz habersizken onu bir kurdun yemesinden korkuyorum."
Dediler ki:
"Asla! Biz yanındayken kurt onu nasıl yer? Biz genç ve güçlüyüz. Onu nasıl yiyecek?" Yakup bunun üzerine Yusuf'a izin verdi.[56]
Yakup'un (a.s.) Yusuf'a izin vermesine kardeşleri çok sevindiler. Bir ormana gittiler ve Yusuf'u ormandaki bir kuyuya attılar. Küçük Yusuf'a acımadılar. Yaşlı babalarını da düşünmediler. Yusuf küçük bir çocuktu. Kalbi de küçücüktü. Kuyu derin ve kapkaranlık, Yusuf ise yapayalnızdı.
Fakat Yüce Allah Yusuf'a müjde verdi ve şöyle dedi:
"Korkma ve üzülme! Allah seninledir. Gelecekte durumun çok iyi olacaktır. Gelecekte kardeşlerin sana gelecekler ve sen, onlara yaptıklarını anlatacaksın."
Kardeşleri tasarladıklarını yaptıktan ve Yusuf'u kuyuya attıktan sonra toplandılar ve dediler ki:
"Babamıza ne diyeceğiz?"
Bir kısmı şöyle bir fikir ileri sürdü:
"Babamız onu bir kurdun yemesinden korkuyorum, diyordu. Biz, ey babamız doğru söylemişsin onu kurt yedi deriz."
Bir kısmı da şöyle dediler:
"Ama bunun delili nedir?"
Cevap verdiler:
"Bunun delili kandır!"
Kardeşler bir koç alıp kestiler. Yusuf'un gömleğini onun kanıyla boyadılar. Bu buluşa çok sevinmişlerdi. “Babamız artık bize inanır." diyorlardı.[57]
Akşamleyin ağlayarak babalarına geldiler.
"Ey babamız!" dediler. “Koşu yapıyorduk. Yusuf'u eşyalarımızın yanında bırakmıştık. Onu kurt yemiş."
Kanla boyanmış gömleği getirdiler ve şöyle dediler:
"İşte Yusuf'un kanı." Babaları peygamberdi ve yaşlıydı. Evlatlarından da akıllıydı. Kurt bir insanı yese onu parçalar ve gömleğini yırtardı. Yakup (a.s.) bunu bilirdi. Yusuf'un gömleği ise sapasağlamdı ve kanla boyanmıştı. Yakup (a.s.), o kanın yalancı bir kan olduğunu, kurt hikâyesinin de uydurma bir hikâye olduğunu anlamıştı. Oğullarına şöyle dedi:
"Hayır! Bu hikâyeyi uydurdunuz. Sabretmek güzeldir... Yakup (a.s.) Yusuf için çok üzülmüştü. Fakat (güzel bir sabırla) dayanıp sabretti.[58]
Yusuf'u kuyuda bırakan kardeşleri eve dönüp yemek yediler ve yataklarına yatarak uyudular. Yusuf kuyudaydı... Ne yatağı vardı ne de yemeği... Kardeşleri çoktan Yusuf'u unutup uyumuşlardı. Yusuf ise ne uyudu ne de hiçbirini unuttu. Yakup (a.s.) durmadan Yusuf'u sayıklıyor, Yusuf da babası Yakup'u (a.s.) düşünüyordu. Kuyu bir ormanın içindeydi. Orman ürkütücü ve dehşet vericiydi. Zaman geceydi ve gece ise kapkaranlıktı.[59]
Bir kafile ormanda yolculuk yapıyordu. Yolda susamışlardı. Bir su kuyusu aradılar ve bir kuyu gördüler. Su getirmesi için oraya bir kişi gönderdiler. Adam kuyuya geldi ve kovasını kuyuya indirdi. Kovasını çekerken kovanın çok ağır olduğunu fark etti. Çekip çıkardı. Bir de ne görsün; kovada bir çocuk var! Adam şaşırarak şöyle bağırdı:
"Hey müjde! Bu bir çocuk!"
Yolcular çok sevinmişlerdi. Çocuğu hemen sakladılar. Sonunda Mısır'a vardılar. Onu köle pazarına götürerek şöyle bağırdılar:
"Bu çocuğu alan var mı. Bu çocuğu alan var mı?"
Mısır kralı Yusuf'u az bir fiyatla satın aldı. Tüccarlar Yusuf'u bilmeden satmışlardı. Kral onu saraya götürdü ve eşine şöyle dedi:
"Yusuf'a iyi bak! O akıllı bir çocuktur."[60]
Yusuf büyüyünce oldukça gösterişli bir genç oldu. Kralın eşi onunla birlikte olmak istiyor fakat sabrediyordu. Bir gün apaçık bir şekilde düşündüklerini söyledi. Fakat Yusuf kabul etmedi ve "Hayır!" dedi.
"Ben efendimi aldatamam." dedi. “O bana iyi davrandı. Ben Allah'tan korkarım." Kralın hanımı kızdı ve Yusuf'u kocasına şikayet etti. Kral, eşinin yalan söylediğini anladı. Yusuf'un güvenilir biri olduğunu biliyordu. Eşine;
"Sen günah işliyorsun." dedi.
Yusuf Mısır'da güzelliğiyle ün yapmıştı. Onu birisi görse; "Bu insan değildir. Bu ancak, güzel bir melektir." diyordu. Kral'ın hanımının Yusuf'a olan kızgınlığı iyice arttı. Yusuf'a;
"Dediğimi yapmazsan hapse gireceksin!" dedi. Yusuf:
"Hapis benim için daha güzeldir!" diye cevap verdi.
Birkaç gün sonra kral Yusuf'u hapse göndermeye karar verdi. Kral, Yusuf'un suçsuz olduğunu biliyordu. Hanımının hatırını da kırmak istemiyordu. Ve Yusuf böylece hapse girdi.[61]
Yusuf hapse girdi. Zindandakilerin hepsi Yusuf'un şerefli bir genç olduğunu biliyorlardı. Yusuf'u çok sevdiler ve ona sunuşta bulundular. Hapse onunla beraber iki kişi daha girmişti. Ona gördükleri bir rüyayı anlattılar. Onlardan biri şöyle dedi:
"Ben rüyada, şaraplık üzüm sıkıyordum." Diğeri ise;
"Ben kendimi başımın üzerinde ekmek taşıyorken gördüm ve kuşlar ondan yiyorlardı." dedi. Yusuf'tan rüyalarını yorumlamasını istediler.
O, rüyaların yorumunu biliyordu. Yusuf, peygamberlerden biriydi. Onun zamanında insanlar Yaratan'dan başka şeylere tapıyorlardı ve kendilerinden birçok tanrılar edinmişlerdi. Bu kara (toprak) tanrısı, şu deniz tanrısı, o yiyecek tanrısı, öteki yağmur tanrısı derlerdi. Yusuf bütün bunları görür ve gülerdi. O, bütün bunları bilir ve ağlardı. Onları Yüce Allah'a çağırmak isterdi. Allah Teâlâ, Yusuf un hapiste bu çağrıyı yapmasını istedi. Hapistekiler öğüde layık değil midir? Hapistekiler merhamete layık değil miydi? Onlar Âdem'in (a.s.) oğulları değiller mi? Yusuf (a.s.) da zindandaydı. Fakat o, özgür ve cesurdu. Yusuf (a.s.) yoksuldu fakat onun gönlü geniş ve cömertti. Peygamberler her yerde gerçeği söylerler. Peygamberler her zaman iyilik yaparlar.[62]
Yusuf kendi kendine şöyle dedi:
"Gereksinimleri nedeniyle iki kişi bana geldi. Gereksinim sahibi yumuşak davranır ve alçak gönüllü olur. Gereksinim sahibi boyun eğer ve söz dinler. Ben bunlara bir şey desem, bu ikisi de, zindandakiler de dinler."
Fakat acele etmedi. Ancak onlara şöyle dedi:
"İkinizin de yemeği gelmeden size rüyalarınızı yorumlayacağım." İkisi de tatmin olarak oturdular.
Sonra Yusuf (a.s.) onlara şöyle dedi:
"Ben rüya yorumunu biliyorum. Size söylüyorum, bunu bana Rabbim öğretmiştir." Onlar sevinip tatmin oldular. Böylece Yusuf uygun ortamı bularak öğüt vermeye başladı.[63]
Yusuf (a.s.) şöyle dedi:
"İşte bunu, bana Rabbim öğretmiştir. Fakat Allah Teâlâ ilmini kendisine ortak koşan müşriklere vermez. Biliyor musunuz Rabbim bana niçin öğretti? Çünkü ben müşriklerin yolunu terk ettim. Atalarım İbrahim, İshak ve Yakup'un (a.s.) dinine uydum. Biz Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayız."
Sonra şöyle devam etti:
"Bu tevhid (yani Allah'ın bir olduğuna inanma) inancı sadece bize ait değildir. Tersine o, bütün insanlara aittir. İşte bu, bize ve insanlara Allah Teâlâ’nın bir lütfudur. Fakat insanların çoğu şükretmezler."
Yusuf (a.s.) burada durup o ikisine sordu:
"Sizler karanın tanrısı, denizin tanrısı, rızık tanrısı ve yağmur tanrısı diyorsunuz. Biz ‘âlemlerin Rabbi Allah'tır' deriz. Ayrı ayrı tanrılar mı hayırlıdır, yoksa her şeye gücü yeten bir Allah mı? Kara tanrısı, deniz tanrısı, rızık tanrısı ve yağmur tanrısı nerede?
Onlar yeryüzünde neyi yaratmışlardır. Bana gösterebilir misiniz? Yoksa onların göklerdeki Allah'la ortaklığı mı var? Yere ve göğe bakınız, insanlara bakınız.
İşte bütün bunları O yaratmıştır. Haydi gösterin bana Allah Teâlâ'dan başkası ne yaratmıştır? Yer tanrısı, deniz tanrısı, rızık tanrısı ve yağmur tanrısı nasıldır? Bütün bunlar sizin ve babalarınızın uydurdukları isimlerdir ve gerçekle hiçbir ilgileri yoktur! Dilemek, hüküm vermek Allah Teâlâ'ya aittir. Mülk O'nundur. Yer O'nundur ve her şeyde emir vermek O'na aittir. Yalnız O'na ibadet ediniz! Yalnız O'ndan yardım isteyiniz! İşte gerçek din budur. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler."[64]
Yusuf (a.s.) öğüdünü bitirdikten sonra onların rüyalarının anlamını yorumlamaya başladı.
"Sizden biriniz efendisine şarap sunacak, sâkîlik (içki sunan kişi) yapacaktır. Diğeri ise idam edilecek ve kuşlar onun başından yiyeceklerdir."
Yusuf (a.s.) öncekine şöyle dedi: "Efendine beni hatırlat ve suçsuz olduğumu söyle."
Sonunda ikisi de çıktılar. Onlardan ilki krala içki sunucu, yani sâkî oldu. Diğeriyse idam edildi. İçki sunucu olan, kralın yanında Yusuf'tan (a.s.) bahsetmeyi unuttu ve Yusuf (a.s.) hapiste senelerce kaldı.[65]
Mısır hükümdarı tuhaf bir rüya gördü. Rüyasında yedi cılız ineğin yedi semiz (besili) ineği yediğini gördü. Kral yine yedi yeşil başakla yedi kuru başak gördü. Kral bu tuhaf rüyaya şaşırdı. Yanındakilere bu rüyanın anlamını sordu.
"Bu rüya bir şey değildir. Uyuyan kimse rüyasında gerçekliği olmayan birçok şey görür." diyerek bir yorum getiremediler. Fakat sâkîlik yapan adam hemen atıldı ve şöyle dedi:
"Hayır, tersine ben size bu rüyanın anlamını haber verebilirim!"
Sâkî zindana giderek Yusuf'tan (a.s.) rüyanın yorumunu istedi. Yusuf (a.s.) Yüce Allah'ın yarattıklarına karşı cömert, ikram sahibi ve şefkatliydi. Rüyanın anlamını söyledi. Rüyayı yorumlarken, alınması gereken tedbirler için de yol gösterdi ve dedi ki:
"Yedi sene tarım yapın. Biçtiğiniz ekinleri bozulmaması için başaklarında bırakın ve yiyeceğiniz kadar az bir kısmını kullanın. Bundan sonra genel bir kıtlık olacaktır. O zaman bu sakladıklarınızı azı dışında, hepsini yiyeceksiniz.
Bu kıtlık yedi sene sürecektir. Bundan sonra rahatlık gelecek ve insanlar büyük bir bolluğa kavuşacaklardır."
Sâkî giderek rüyanın yorumunu hükümdara haber verdi.[66]
Hükümdar bu yorumu ve anlatılan önlemleri işitince çok sevindi. Şöyle dedi:
"Bu yorumun sahibi kimdir?"
Ve şöyle devam etti:
"Bize öğüt veren ve alınacak önlemler için yol gösteren bu iyi insan kimdir?"
Sâkî cevap verdi:
"O, dosdoğru olan Yusuf'tur ki bana, efendim hükümdara sâkî olacağımı da söylemişti."
Hükümdar, Yusuf'la (a.s.) görüşmek istedi. Yusuf'u (a.s.) çağırttı ve şöyle dedi:
"Onu bana getirin. O'nu kendime yardımcı yapacağım."[67]
Hükümdarın elçisi Yusuf'a (a.s.) gelip;
"Hükümdar seni davet ediyor." dedi.
Yusuf (a.s.) bu şekilde hapisten çıkmayı kabul etmedi. Halk şöyle diyecekti:
"Bu Yusuf'tur. Bu, düne kadar hapisteydi. O krala ihanet etti." Yusuf (a.s.) yüce bir kişilik sahibiydi. Büyük bir akıl sahibi ve zekiydi. Onun yerinde bir başkası olsaydı ve hükümdarın elçisi ona gelseydi de deseydi ki: "Hükümdar seni davet ediyor ve seni bekliyor." Adam hemen zindan kapısına koşar ve oradan kurtulmak isterdi. Fakat o, acele etmediği gibi bu davete de hemen kanmadı. Hükümdarın elçisine şöyle dedi:
"Ben hakkımda bir soruşturma yapılmasını, davamın incelenmesini istiyorum!"
Hükümdar Yusuf'un (a.s.) durumunu soruşturdu. Sonunda hükümdar da halk da Yusuf'un (a.s.) suçsuz olduğunu anladılar. Yusuf (a.s.) suçsuz olarak çıktı. Hükümdar ona sunuşta bulundu.[68]
Yusuf (a.s.) insanlarda emniyetin az olduğunu bilirdi. Yine o, bilirdi ki insanlarda hainlik duygusu fazladır. Çünkü, Yaratan'a ait mallara insanların hainlik yaptıklarını, yeryüzünde birçok hazinelerin var olduğunu fakat ortalıktan kaybolduğunu da biliyordu.
O hazineler boş yere harcanırdı. Çünkü orada yöneticiler Yaratan'dan korkmazlardı, insanlar yiyecek bulamazlarken onların köpekleri tıka basa doyardı. Halk yiyecek bulamazken, onlar evlerinin duvarlarını bile altın, gümüş ve mücevherlerle süslerdi.
Ancak adaletli bir bilgin, halkı yeryüzü hazinelerinden yararlandırabilirdi. Koruyucu olup bilgin olmayan kimse yer hazineleri nerededir, ondan nasıl yararlanılır, bunları bilmezdi. Bilgin olup adaletli olmayan kimse de onlardan yer ve onlara ihanet ederdi,
Yusuf (a.s.) hem koruyucu hem de bilgindi. Aslında halkın serveti olan hazineleri, onları sömüren yöneticilere terk etmeyi istemiyordu. Çünkü o, halkı açlıktan ölürken görmeye dayanamazdı. Ayrıca gerçeği söylemekten de korkmazdı.
Hükümdara;
"Beni yer hazineleri üzerine memur et. Çünkü ben iyi korur, iyi bilirim." dedi. Böylece Yusuf (a.s.), Mısır hazinelerinin yöneticisi oldu.
Bundan sonra halk rahat ve güzel bir hayata kavuşup Yaratan'a şükrettiler.[69]
Yusuf'un (a.s.) hapisteyken haber verdiği gibi, Mısır ve Şam'da kıtlık oldu. Şamlılar, Mısır'da merhametli bir kişinin olduğunu işitmişlerdi. Yakup (a.s.) da bunu işitmişti. İşittiklerine göre bu adam Mısır'da yardımseverdi, cömertti ve aynı zamanda Mısır hazinelerine bakıyordu.
Halk ona gidip yiyecek ve tahıl alırdı. Yakup (a.s.), oğullarını yiyecek getirmeleri için çeşitli mallarla Mısır'a yolladı. Bünyamin babasının yanında kaldı. Onu çok seviyordu. Yusuf (a.s.) için korktuğu gibi Yakup (a.s.), onun için de korkar ve yanından uzaklaşmasını istemezdi. Yusuf'un (a.s.) kardeşleri onun Yusuf (a.s.) olduğunu bilmeden Yusuf'a (a.s.) doğru yol aldılar.
Onun kuyudaki Yusuf (a.s.) olduğunu nereden bileceklerdi? Çünkü onun öldüğünü sanıyorlardı. Kuyuda nasıl ölmezdi? Derin bir kuyuydu. Üstelik bir ormandaydı ve orman korkunçtu. Zaman geceydi ve gece ise kapkaranlıktı. Yusuf'un (a.s.) kardeşleri gelip onun huzuruna çıktılar. Yusuf (a.s.) onları hemen tanıdı. Fakat onlar onu tanımıyorlardı.
Yusuf (a.s.), kendisini kuyuya atanların bunlar olduğunu anlamıştı. Yine Yusuf (a.s.) biliyordu ki onlar kendisini öldürmek istemişlerdi. Fakat Yüce Allah kendisini korumuştu. Fakat Yusuf (a.s.) onlara bir şey söylemedi ve onları utandırmadı.
Yusuf (a.s.) onlarla konuşmaya başladı:
"Siz nerelisiniz?"
"Kenanlıyız."
"Babanız kimdir?"
"İbrahim'in torunu, İshak'ın oğlu Yakup'tur (Allah'ın salat ve selamı onlara olsun)."
"Sizin başka kardeşiniz var mıdır?"
"Evet, Bünyamin adında bir kardeşimiz daha vardır."
"Neden sizinle gelmedi?"
"Babamız onu bırakmaz ve kendisinden uzaklaşmasını istemez."
"Niçin onu bırakmıyor, yoksa o küçük bir çocuk mudur?"
"Hayır. Fakat onun Yusuf adında bir kardeşi vardı. Bir seferinde bizimle gitti. Biz koşu yapmaya gitmiş, Yusuf'u da eşyamızın yanında bırakmıştık. Onu kurt yedi."
Yusuf (a.s.) içinden güldü. Fakat bir şey söylemedi. Onlara yiyecek ve erzak vermek şartıyla kardeşi Bünyamin'i getirmelerini istedi.
Allah Teâlâ Yakup'u (a.s.) ikinci kez sınamak istedi. Yusuf (a.s.) onlara yiyecek verilmesini emretti ve onlara şöyle dedi:
"Bana babanızdan kardeşinizi (Bünyamin'i) de getirin. Eğer onu getirmezseniz size bir daha yiyecek verilmeyecek.”
Yusuf onların getirdikleri malların, tekrar yükleri arasına konulup geri verilmesini emretti.[70]
Babalarının yanına geri dönüp haberi ona ilettiler ve dediler ki:
"Kardeşimizi bizimle gönder. Yoksa Aziz bize yardım etmeyecek!"
Böylece Bünyamin'i babaları Yakup'tan (a.s.) istediler ve;
"Biz onu mutlaka koruruz." dediler. Yakup (a.s.) şöyle dedi:
"Bundan önce kardeşinizi size emanet ettiğim gibi hiç onu size emanet eder miyim? Siz Yusuf'un hikâyesini unuttunuz mu? Bünyamin'i de Yusuf'u koruduğunuz gibi mi koruyacaksınız. Allah Teâlâ en iyi koruyucudur ve O merhamet edenlerin en merhametlisidir."
Kardeşler mallarını eşyalarının arasında geri verilmiş olarak bulunca babalarına şöyle dediler.
"Şüphesiz Aziz çok ikramlı bir kişidir. Yiyeceklerin bedelini almamış ve malımızı bize geri vermiştir. Bünyamin'i bizimle gönder, onun da payını alalım."
Yakup (a.s.) onlara şöyle dedi:
"Ölmek pahasına geri getireceğinize Yüce Allah üzerine söz vermedikçe onu sizinle göndermem."
Allah Teâlâ üzerine söz verdiler. Bunun üzerine Yakup (a.s.);
"Söylediklerinize Allah Teâlâ kefildir." dedi.
Sonra oğullarına şöyle seslendi:
"Ey yavrularım, şehre bir kapıdan girmeyiniz. Ayrı ayrı kapılardan giriniz. (Böylece size toplu olarak kötülük gelmez, temkinli olunuz.)[71]
Kardeşler babalarının kendilerine emrettiği gibi başka başka kapılardan şehre girdiler ve Yusuf'a (a.s.) vardılar. Yusuf (a.s.), Bünyamin'i görünce çok sevindi ve onu evinde konuk etti. İkisi yalnız kalınca Bünyamin'le Yusuf (a.s.) konuşmaya başladılar. Yusuf (a.s.) ona;
"Ben senin kardeşinim!" deyince, Bünyamin, Yusuf'un (a.s.) gerçekten kendi kardeşi olduğunu anladı. Yusuf (a.s.) böylece uzun zaman sonra kardeşi Bünyamin'e kavuşmuş oldu. Annesini, babasını hatırladı, evini hatırladı. Kendi küçüklüğünü hatırlayıp andı. Yusuf (a.s.) evinin durumunu sormak, konuşmak ve her gün görebilmek için Bünyamin'i yanında alıkoymak istedi. Fakat bunun yolu neydi? Bünyamin yarın Kenan'a dönecekti.
Bunun mutlaka bir yolu olmalıydı. Yalnız işin zor tarafı, kardeşleri onu beraberlerinde geri götürmeye O'nun üzerine babalarına söz vermişlerdi! Bir sebep göstermeden Yusuf'un (a.s.) Bünyamin'i yanında alıkoyması nasıl mümkün olurdu? Halk şöyle diyecekti:
"Aziz, sebepsiz olarak Kenanlıyı yanında hapsetti." Bu ise onun için büyük bir eziyetti. Fakat Yusuf zeki ve akıllıydı. Düşünüp taşındı, yanında çok değerli bir su tası vardı. Suyu onunla içerdi. Bunu Bünyamin'in eşyaları arasına koydu. Bu arada tellal (istenen şeyi halka duyuran görevli) bağırdı:
"Siz hırsızsınız!"
Kardeşler geri dönüp sordular:
"Ne arıyorsunuz?"
Onlar şöyle cevap verdiler:
"Hükümdarın su tasını arıyoruz. Onu kim getirirse bir deve yükü mal var!"
Kardeşler şöyle dediler:
"Allah'a yemin ederiz, siz de biliyorsunuz ki biz buraya kargaşalık çıkarmak için gelmedik ve biz hırsız da değiliz!"
Görevliler dediler ki:
"Yalancı çıkarsanız, çalanın cezası nedir?"
Kardeşler cevap verdiler:
"Kimin yükünde bulunursa onun cezası alıkonmaktır. Biz zalimlere böyle ceza veririz."
Su tası Bünyamin'in eşyası arasından çıktı. Kardeşleri çok utandılar. Fakat çekinmeyerek şöyle dediler:
"Eğer Bünyamin çalmışsa eskiden kardeşi Yusuf (a.s.) da çalmıştır."
Yusuf (a.s.) bu iftirayı dinledi fakat sustu. Kızmadı. Yusuf (a.s.) ikram sahibiydi ve yumuşak huyluydu. Şöyle dediler:
"Ey Aziz! Onun babası çok yaşlıdır. Onun yerine içimizden birini al. Biz seni büyük iyilik edenlerden görüyoruz."
Yusuf (a.s.):
"Eşyamızı yanında bulduğumuz kimseden başkasını almaktan Allah'a sığınırız. Eğer böyle yaparsak zulmetmiş oluruz."
Böylece Bünyamin Yusuf'un (a.s.) yanında kaldı, iki kardeş de buna çok sevindiler. Yusuf (a.s.) uzun zamandan beri yalnızdı ve ailesinden hiç kimseyi görmemişti. Allah Teâlâ, ona Bünyamin'i göndermişti. Görmek, konuşmak için onu yanında alıkoyamaz mıydı! Ve öyle yaptı.[72]
Kardeşler şaşırıp kaldılar. Babalarına nasıl döneceklerdi? Babamıza ne söyleyeceğiz diye düşünmeye başladılar. Yusuf (a.s.) için onu çok üzmüşlerdi. Bugün de Bünyamin için mi canını yakacaklardı.
En büyükleri Yakup'un (a.s.) yanına dönmeyi reddetti ve kardeşlerine şöyle dedi:
"Babamıza dönün ve şöyle deyin: Ey babamız, oğlun gerçekten hırsızlık etti. Biz ancak gördüğümüze tanıklık ediyoruz. Biz, bilinmeyen meçhulün bekçisi değiliz."
Yakup (a.s.) kıssayı işitince, bu işte Yaratan’ın bir hikmeti olduğunu anladı. Allah Teâlâ onu sınıyordu. Dün Yusuf'un (a.s.) acısı vardı. Bugün ise Bünyamin'in acısı var... Muhakkak ki Yaratan iki musibeti, derdi bir arada vermez. Muhakkak ki Yaratan iki oğul derdi vermezdi. Yüce Allah, Bünyamin için de Yusuf (a.s.) gibi acı çektirmezdi.
Muhakkak ki burada Yaratan’ın gizli bir sınavı vardı. Muhakkak O, kullarını üzmezdi. Onları sınar, sonra sevindirir ve onlara nimet verirdi. Sonra büyük oğlu Mısır'da kalmış ve Kenan'a dönmeyi reddetmişti. Acaba ikisinden sonra üçüncüsü için de mi üzülecekti? İşte bu olmazdı... Böylece Yakup (a.s.) rahatladı ve şöyle dedi:
"Allah'ın onların hepsini beraber geri getirmesi yakındır. Muhakkak ki Allah Teâlâ, gerçekten bilicidir ve hikmet sahibidir."[73]
Fakat Yakup (a.s.) da bir insandı ve göğsünde taş değil, bir insan yüreği taşıyordu. Yusuf'u (a.s.) andı; üzüntüsü, hüznü yenilendi.
"Ey Yusuf'un (a.s.) ayrılığından bana gelen elem..." diye ah etti.
Çocukları onu kınayarak şöyle dediler:
"Sen hâlâ Yusuf'u (a.s.) anıyorsun. Bu seni öldürecek."
Yakup (a.s.) şöyle cevapladı:
"Ben keder ve üzüntümü ancak Allah'a şikayet ediyorum. Allah katından sizin bilmediğiniz şeyleri de biliyorum."
Yakup (a.s.) ümitsizliğin küfür yani Yaratan'ı inkâr demek olduğunu bilirdi. Üstelik Yakup'un (a.s.) O'na sonsuz güveni vardı. Yakup (a.s.), oğullarını Yusuf (a.s.) ve Bünyamin'i araştırmaları ve buna çaba harcamaları için Mısır'a gönderdi. Onları Yüce Allah'ın rahmetinden ümit kesmekten men etti. Böylece kardeşler üçüncü defa Mısır'a gittiler. Yusuf'un (a.s.) huzuruna varıp fakirlikten ve başlarındaki felaketten şikayet ettiler. Aynı zamanda ondan yardım istediler. İşte o anda Yusuf'un (a.s.) üzüntüsü ve sevgisi kabardı ve o, kendini tutamadı.
"Babamın çocukları, peygamber evlatları, fakirliklerini ve dertlerini hükümdarlardan birine şikayet ediyorlar. Onların bu durumunu gördüğüm ve babamı göremediğim halde onlardan bu durumu daha ne zamana kadar gizleyeceğim?"
Yusuf (a.s.) kendini tutamayarak onlara şöyle dedi:
"Siz cahil kimselerken, Yusuf'a (a.s.) ve kardeşine yaptığınızı biliyor musunuz?"
Kardeşleri bunu, Yusuf'tan (a.s.) ve kendilerinden başka kimsenin bilemeyeceğini bilmekteydiler. Böylece onun Yusuf (a.s.) olduğunu anladılar.
"Sübhanellah! Yusuf diri midir, kuyuda ölmedi mi? Ya selam! Yusuf Aziz mi oldu? Mısır hazinelerinin yöneticisi o mu? Bize yiyecek verilmesini emreden o mu? Onun Yakup (a.s.) oğlu Yusuf (a.s.) olduğuna hiç şüpheleri kalmadı.
Dediler ki:
"Yoksa sen Yusuf musun?"
"Evet, ben Yusuf'um, bu da kardeşimdir. Muhakkak Allah Teâlâ bize lütfetmiştir. Kim güvenir ve sabrederse muhakkak Allah Teâlâ ihsan edenlerin ödülünü boşa vermez." dedi.
Kardeşleri;
"Allah'a and olsun ki muhakkak Allah seni bize üstün kılmıştır. Biz, hata edenlerdeniz." dediler. Fakat Yusuf (a.s.) onları yaptıklarından ötürü kınamadı. Tersine şöyle dedi:
"Allah sizi bağışlasın. O merhamet edenlerin en merhametlisidir."[74]
Yusuf (a.s.) babası Yakup'u (a.s.) özlemişti. Ona kavuşmak istiyordu. Çünkü ayrılık çok uzun sürmüştü. Artık sır çözüldükten sonra niçin sabredilsin? Babası yemez, içmez ve uyumazken o nasıl rahatça yer, içerdi? Sır çözülmüştü. Sır ortaya çıkmıştı. Allah Teâlâ Yakup'un (a.s.) göz aydınlığını dilemişti. Yakup (a.s.) fazla üzüntüden ve çok ağlamaktan dolayı âmâ (kör) olmuştu.
Yusuf dedi ki:
"Gömleğimi götürün ve babamın yüzüne bırakın. Gözü açılıp görecektir. Sonra bütün ailenizle bana gelin."[75]
Adamlar Yusuf'un (a.s.) gömleğini Kenan'a götürmek üzere ayrılıp yola çıktılar.
Yakup (a.s.), Yusuf'un (a.s.) kokusunu alarak şöyle dedi: "Ben Yusuf'un (a.s.) kokusunu duyuyorum."
Dediler ki:
"Allah'a yemin ederiz ki sen hâlâ eski şaşkınlığının içindesin."
Fakat Yakup (a.s.) doğruydu. Müjdeci gelip gömleği yüzüne bırakınca gözleri açılıverdi. Yakup (a.s.);
"Ben size Allah katından sizin bilmediklerinizi bilirim demedim mi?" dedi. Oğulları şöyle dediler:
"Ey babamız! Günahlarımız için bize af dile. Doğrusu bizler günahkâr olmuştuk."
Yakup (a.s.);
"Sizin için Rabbimden af dileyeceğim. Çünkü o affedici ve merhamet edicidir." dedi.
Yakup (a.s.) Mısır'a varınca Yusuf (a.s.) onu çağırdı. Onların sevinç ve mutluluklarını sormayın! O gün Mısır'da bilinen mübarek bir gündü. Yusuf (a.s.), anne ve babasını taht üzerine çıkardı. Onlar da hep birden kendisine saygı için eğildiler. Yusuf (a.s.) şöyle dedi:
"İşte bu, önceden gördüğüm rüyanın yorumudur. Muhakkak Rabbim onu gerçekleştirdi."
"Ben on bir yıldız, güneş ve ayı bana secde ediyorlarken görmüştüm."
Yusuf (a.s.) Yaratan'a bol bol şükretti. Yusuf (a.s.) büyük bir şükürle şükretti. Yakup (a.s.) ve oğulları uzun zaman Mısır'da kaldılar. Yakup (a.s.) ve eşi Mısır'da vefat ettiler.[76]
Bu büyük hükümdarlık Yusuf'u (a.s.) Yaratan'dan ayırmadı, onu değiştirmedi. Yusuf (a.s.) Yaratan'ı zikreder, O'na ibadet eder ve O'ndan korkardı. Hükümdarlığı çok görmez, onu büyük bir şey saymazdı. Yusuf (a.s.) hükümdarların ölümü ile ölmeyi ve hükümdarlarla diriltilmeyi, haşrolmayı arzulamazdı. Tersine o, fakir bir kul gibi ölmeyi ve doğru yolda olanlarla diriltilmeyi isterdi. Yusuf'un (a.s.) duası şuydu:
"Ey Rabbim sen bana mülkten (hükümdarlıktan) nasibimi verdin ve bana olayların yorumunu öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Sen dünyada ve ahirette benim yardımcımsın. Benim Müslüman olarak canımı al ve beni doğru yolda olanlara (salihlere) kat."
Allah Teâlâ onu Müslüman olarak bu dünyadan aldı ve dedeleri İbrahim, İshak ve Yakup'a kattı. Yüce Allah'ın salat ve selamı onların ve peygamberimizin üzerine olsun![77]
Yakup (a.s.) çocuklarıyla beraber Mısır'a taşındı. Mısır'a taşındılar, çünkü Yakup (a.s.) oğlu Yusuf (a.s.), Mısır'da büyük bir makam sahibiydi. Emir ve yasaklar koymaya yetkiliydi. Kenan'da iken çobanlık yaparlardı. Koyun güderler, onların sütlerini sağar, yünlerini satarlardı. Oysa Yusuf'un köle ve hizmetçileri bile Mısır'da rahatça yiyip içiyorlardı. Kenan'da ne yapacaklardı? Neden Mısır'a gitmesinlerdi? Yusuf (a.s.), Yakup (a.s.) ve çocuklarına haber yolladı ve onları Mısır'a çağırdı. Babasını ve kardeşlerini görmeden Yusuf'a (a.s.) yemek, içmek tat vermiyordu. Yemek, içmek nasıl tat verirdi. Yaşamak nasıl zevk verirdi ki; o Mısır'da yapayalnızdı. Kenan'da babası ve kardeşleri küçücük evde otururlarken o sarayları ne yapacaktı?
Yakup (a.s.) ve oğulları Mısır'a geldiler. Yusuf (a.s.) hemen onları karşıladı. Çok mutluydu. Mısırlılar da beylerinin, cömert efendilerinin ailesini karşıladı ve bu onları pek sevindirdi. Mısırlılar bu şerefli aileyi çok sevdiler. Çünkü halka son derece iyilik ve yardım eden Yusuf'u (a.s.) çok seviyorlardı. Yusuf'u (a.s.) öğütçü ve şefkatli bir kardeş, Yakup'u (a.s.) ise şerefli ve yardımsever bir baba gibi görürlerdi. Yakup (a.s.), memleketin büyüğü ve Mısır'ın önderi oldu. Mısırlılar onun çocukları gibiydiler. Mısır'da oturmak Yakup (a.s.) ve oğullarının hoşuna gitti ve orası onların vatanı oldu.[78]
Bir süre sonra Yakup (a.s.) vefat etti. Yusuf (a.s.) da Mısırlılar da buna çok üzüldüler. Onu Mısır'da defnedip cenazesini kaldırdılar. Sanki öz babalarını kaybetmişlerdi.
Bir süre sonra Yusuf (a.s.) da vefat etti. Mısırlılar için o gün dayanılmaz bir gündü. Mısırlılar ona çok üzüldüler ve uzun süre yas tuttular. Halk, bu üzüntü nedeniyle daha önce başlarına gelen tüm felaketleri unutmuştu. Çünkü daha önce böyle bir musibete uğramamışlardı. Yusuf'u (a.s.) da defnedip birbirlerine baş sağlığı dilediler. Çünkü Yusuf (a.s.) hepsinin dostu ve yakınıydı. Her küçüğün babası, her büyük kişinin de kardeşiydi. Halk Yusuf'un (a.s.) kardeşlerine ve onların çocuklarına başsağlığı diledi. Onlara şöyle diyorlardı:
"Ey efendiler! Bugün sizin yıkımınız bizimkinden daha fazla değildir. Bugün biz şefkatli bir kardeşimizi, merhametli bir efendimizi ve adaletli bir hükümdarımızı toprağa verdik. O, halkı refaha kavuşturan, zulmü memleketten söküp atan biriydi. Küçüğe zulmeden büyüğü men eder, zayıfı sömüren güçlüyü def ederdi. Mazlumun yardımına koşar, korkanı güvenliğe kavuşturur, açları doyururdu. Bizi Hakk'a götüren ve Yaratan'a çağıran o idi. O gelmeden önce biz ne Allah'ı bilir ne de ahireti tanırdık. Kıtlık günlerinde bize yardım eden o idi. Başka memleketlerde halk (açlıktan) ölürken bizler burada rahatça yiyor ve doyuyorduk. Muhakkak ki bizler cömert hükümdarımızı asla unutmayacağız. Sizin Mısır'a geldiğiniz gün efendimiz ne kadar sevinmişti. Biz de efendimizin sevinciyle ne kadar memnun olmuştuk.
Vatanımız, vatanınızdır. Ve sizler ey efendiler, bizim için efendimizin sağlığındaki gibi saygı gösterilen kişiler olacaksınız."[79]
Böylece uzun bir zaman geçti. Mısırlılar sözlerinde durdular ve Kenanlıların erdemini takdir ettiler. Kendilerine "İsrailoğulları" adı verilen Kenanlılar servet ve şeref sahibiydiler. Fakat bir süre sonra durumları değişti, ahlakları bozuldu, halkı Yaratan'a çağırmayı, O'nun yolunda ilerletmeyi bırakarak dünya işlerine daldılar. Halk da onlara karşı değişti. Onları artık babaları gibi görmüyorlar, onlara saygı duymuyorlardı. Sıradan birer insan gibi oldular. Peygamber soyundan gelmeleri dışında halk üzerinde saygınlıkları kalmadı. Ancak peygamber soyundan gelmişlerdi o kadar... Halk onların zenginlerini kıskanıyor, fakirlerini ise hor görüyordu. Mısırlılar onları başka bir memleketten gelmiş yabancılar olarak görmeye başladı.
Mısır'da yaşamaya onların hakları yoktu, Mısırlılar sadece kendilerinin yerli olduğunu kabul edip "Mısır Mısırlılarındır" inancını taşırlardı. Hatta bazı Mısırlılar Yusuf'u (a.s.) Kenan'dan gelmiş bir fakir olarak görürlerdi. Onu Mısır'ın efendisi satın almıştı. Halkın çoğu artık Yusuf'un (a.s.) erdem, kerem ve iyiliklerini unutmuştu.[80]
Mısır tahtına Firavunlar (Mısır hükümdarları) geldi. Firavunlar İsrailoğullarına çok kızarlardı. Tahta çok sert bir hükümdar geçmişti. O, İsrailoğullarının peygamber soyundan geldiklerine, Mısır hükümdarı yardımsever Yusuf'un (a.s.) ailesinden olduklarına inanmadığı gibi, onları merhamet ve insafa layık kimseler olarak bile görmezdi. Mısır tahtına gerçekten sert bir hükümdar geçmişti. O, kendi kavmi olan Kıptileri ayrı bir sınıf, İsrailoğullarını da ayrı bir sınıf olarak görürdü. Kıptiler hükümdarların soyundandı ve hükmetmek için yaratılmışlardı. İsrailoğulları ise köleler sınıfındandı ve hizmet etmek için yaratılmışlardı. Firavun, İsrailoğullarına merkepler, hayvanlar gibi davranıp onları çalıştırır, ancak ölmeyecekleri kadar yiyecek verirdi. Firavun gururlu ve zorba bir hükümdardı. Kimseyi kendisinden üstün görmek istemezdi.
Allah Teâlâ'ya inanmaz, şöyle derdi:
"Ben sizin en yüce Rabbinizim!"
Mülkü, sarayları ve kuvvetiyle mağrur ve kibirliydi. Şöyle söylerdi:
"Mısır'ın servetleri benim değil mi? Bu nehirler benim altımdan akıp gitmekte... Görmüyor musunuz?"
Sanki Babil hükümdarı Nemrud'un yerine gelmişti. Kendisinden daha bilgili bir kişi görse kızardı. Halkı kendisine secde etmeye çağırırdı. Halk da ona tapar ve uyardı. Allah Teâlâ'ya ve O'nun peygamberlerine inanan İsrailoğulları ona tapmadılar, İsrailoğullarına karşı Firavun'un kini daha da arttı.[81]
Kıpti bir kâhin (falcı) Firavun'a giderek şöyle dedi:
"İsrailoğullarından bir çocuk doğacak ve tahtın onun eliyle yıkılacaktır!"
Firavun deliye döndü. Muhafızlarına, İsrailoğullarından doğacak her erkek çocuğu kesmelerini emretti. Firavun kendisini halkın rabbi olarak görür, dilediğini keser dilediğini de sağ bırakırdı. Tıpkı dilediğini kesip dilediğini bırakan koyun sürüsünün sahibi gibi... Muhafızlar Mısır'a dağıldılar. Her yeri araştırıp kontrol ediyorlardı. İsrailoğullarından bir çocuk doğduğunu duyar duymaz hemen onu alıp kuzu keser gibi kesiyorlardı. Ormanda kurtlar, yılanlar ve akrepler yaşar fakat onlara kimse dokunmazdı. Fakat Firavun'un memleketinde İsrailoğullarından doğan bir çocuk yaşayamazdı.
Anne ve babalarının gözleri önünde binlerce çocuk boğazlanmıştı. İsrailoğullarında erkek çocuğun doğduğu gün korkunç bir gün olurdu. O gün, yas ve çile günüydü. Erkek çocuğun doğduğu gün İsrailoğulları için, yas ve başsağlığı günüydü. Kurban bayramında nasıl yüzlerce koyun, keçi ve inek kesilirse, bunun gibi, bir günde yüzlerce çocuk boğazlanırdı.
“Gerçekten Firavun yeryüzünde insanları gruplara bölüp onlardan bir grubu kendisine bağlamıştı. Onlardan bir topluluğu ezmek isteyerek oğullarını boğazlatıyor ve dişilerini hayatta bırakıyordu. Muhakkak ki o bozgunculardandı.”[82]
Allah Teâlâ, Firavun'un korkup kaçınmaya çalıştığı şeyi başına getirmeyi diledi!
Firavun'un mülkünü eliyle yıkmak üzere Yaratan’ın takdir ettiği çocuk doğdu. Ve İsrailoğullarını eliyle kurtaracak olan, Yaratan’ın takdir ettiği çocuk doğdu. Yüce Allah'ın onunla insanları, insanlara kulluktan kurtarıp Yaratan'a ibadete götürmeyi dilediği çocuk doğdu. Allah Teâlâ'nın insanları karanlıktan aydınlığa çıkarmasını dilediği çocuk doğdu. Firavun'un ve askerlerinin sıkı denetimine rağmen İmran oğlu Musa doğdu.
Kontrolcü görevlilerin ve muhafızların sıkı denetimine rağmen Musa hayatını annesi tarafından saklanarak sürdürdü.[83]
Fakat Musa'nın annesi güzel yavrusu için korkuyordu. Nasıl korkmasın ki çocuk düşmanları gözetleyip duruyorlardı! Nasıl korkmasın ki kendi soyları içinde birçok çocuk annelerinin kucağından alınıp kesilmemiş miydi? Zavallı anne ne yapsın! Bu güzel yavruyu nerede saklasın?
Muhafızların karga gibi keskin gözleri, karınca gibi koku alan burunları vardı. Tam bu sırada Yaratan, zavallı annenin yardımına yetişti ve ona oğlunu sandığa koyup Nil nehrine atmasını ilham etti.
Allahu Ekber! Çocuğuna karşı şefkatli olan anne onu Nil'e nasıl atacaktı? Sandıkta çocuğa kim süt verecekti? Çocuk sandıkta nasıl nefes bacaktı? Şefkatli anne bütün bunları düşündü! Fakat kalbine damlayan bilgiye güvenip Yaratan'a tevekkül etti. Ev sandıktan daha mı güvenliydi. Her tarafta muhafızlar kaynıyordu ve çocuk düşmanları her yeri gözetleyip duruyorlardı. Muhafızların karga gibi gözleri, karınca gibi burunları vardı. Zavallı anne Yaratan'ın kendisine emrettiği gibi yaptı. Güzel yavrusunu bir sandığa yerleştirip Nil'e attı. Şefkatli anne buna çok üzülmüştü. Fakat sabrederek O'na tevekkül etti.
"Musa'nın annesine çocuğunu emzirmesini, korktuğunda denize (Nil'e) atmasını, korkmamasını ve üzülmemesini, çünkü onu peygamberlerden kılacağımızı vahyettik."[84]
Firavun'un Nil kıyısında birçok sarayları vardı. Bir saraydan öbürüne geçer, Nil kıyısında zevk ve neşe içinde bir hayat yaşardı. Bir gün Nil kenarında oturmuş, ayaklarının altından akan nehri seyrediyordu.
Yanında Mısır kraliçesi de vardı. Kralla beraber Nil'i seyrediyorlar, aralarında eğleniyorlardı.
Kraliçe;
"Sayın efendim, şu sandığı görüyor musun?” dedi.
Firavun;
"Sandık Nil'de ne arar? Mutlaka o Nil'e düşmüş bir ağaç kütüğüdür." dedi.
"Hayır efendim, o gerçekten sandıktır." dedi kraliçe. Sandık yaklaştı. Bunun üzerine saray halkı;
"Evet, bu bir sandıktır." diye bağrıştılar.
Kral, hizmetçinin birine emrederek;
"Şu sandığı getir." dedi.
Hizmetçi giderek sandığı sudan çıkardı. Sandık açıldığında, içinde gülümseyen bir çocuk gördüler. Halk şaşırmıştı. Herkes kucağına alıyor ve ona bakıyordu.
Firavun da hayretler içinde çocuğa baktı... Baktı...
Bazı hizmetçiler şöyle dediler:
"Bu çocuk İsrailoğullarındandır. Kral hemen onu boğazlamalıdır! Kraliçe çocuğu gördüğünde, onun sevgisi hemen kalbine yerleşiverdi. Onu göğsüne basarak öptü. Hükümdara rica ederek şöyle dedi:
"İşte sana ve bana bir gözbebeği! Onu öldürme! Bize yardımı dokunur veya onu evlat ediniriz!"
Böylece İmran oğlu Musa Firavun'un sarayına girdi! Firavun ve muhafızlarının düşmanlıklarına rağmen onun sarayında büyüdü. Muhafızlar, gözleri karga ve burunları karınca burnu gibi olmalarına rağmen çocuğu keşfedemediler. Yüce Allah diledi ki, Firavun, düşmanı olan çocuğu terbiye edip büyütsün! Ve o çocuk onun saltanatını elinden alsın!
Zavallı Firavun! Musa için ne büyük yanılgıya düşmüştü! Veziri Haman da orduları da yanılmışlardı.
"Firavun’un adamları onu aldılar. O ilerde kendilerine bir düşman ve üzüntü olacaktı. Gerçekten Firavun, Haman ve askerleri hep günahkârdırlar.”[85]
Yeni gelen bu güzel çocuk sarayın, kral evinin biricik oyunu ve eğlencesiydi. Herkes onu kucağına alıyor ve öpüyordu. Herkes onu seviyor ve övüyordu. Çünkü sarayın kraliçesi onu çok seviyordu. Kraliçe onu bu derece sevdikten sonra saray hizmetçileri nasıl sevmezlerdi? Herkes onu alıp öpüyordu. Çünkü çocuk çok sevimliydi. Kraliçe, çocuğu emzirecek bir süt anne istedi. Bir süt anne geldi ve onu kucağına aldı. Fakat çocuk ağladı ve onu kabul etmedi. Kraliçe başka bir süt anne istedi. Bir başka süt anne gelip kucağına aldı fakat çocuk ağlayarak onun memesini de kabul etmedi. Üçüncü, dördüncü, beşinci... Fakat çocuk ağlıyor ve hiçbirini kabul etmiyordu. Hayret! Çocuk neden emmiyordu? Niçin ağlıyordu? Süt anneler kraliçenin hoşuna gitmek ve ödül almak için çocuğa süt vermeye çalıştılar. Fakat Allah Teâlâ ona bütün süt annelerin sütünü haram kılmıştı. Çocuk, sarayın günlük olayı ve uğraşısı oldu.
"Ey hanım kardeş, yeni çocuğu gördün mü?"
"Evet gördüm, çok güzel bir çocuk. Fakat tuhaf! Diğer çocuklar gibi değil! Hiç kimsenin sütünü emmiyor! Süt annelerden biri onu kucağına alsa süt emmek istemiyor. Zavallı nasıl yaşayacak? Muhakkak ölür! Evet, birkaç gün geçmesine rağmen o süt emmemiştir."
Şefkatli annesi Musa'nın ablasına şöyle dedi:
"Ey kızım git ve bak! Belki kardeşin sağdır!"
Mutlaka Allah Teâlâ çocuğu koruyacağını ve geri vereceğini vaad etti. Musa'nın ablası kardeşini aramak üzere çıktı. Halkın kralın sarayındaki güzel bir çocuktan bahsetmekte olduğunu işitti. Saraya doğru gidip kadınların konuşmalarını dinlemek üzere durdu:
"Kraliçe'nin Asvan'dan istediği süt anne geldi mi?"
"Evet efendim. Fakat çocuk onu istemedi ve emmedi."
"Hayret! Bu çocuk ne olacak? Galiba bu, kraliçenin (getirtip) denediği süt annelerin altıncısıydı."
"Evet! Dediklerine göre bu süt anne çok temizmiş ve her çocuk ondan emermiş."
Musa'nın ablası bütün bu konuşmaları işitti ve terbiyeli bir şekilde şöyle dedi:
"Ben şehirde bir kadın tanıyorum. Çocuğun ondan emeceğine şüphem yoktur."
Kadınlardan biri şöyle dedi:
"Ben inanmıyorum. Altı tane süt anne denedik, fakat çocuk süt emmedi."
Diğeri ise şöyle dedi:
"Neden yedincisini denemeyelim? Ne olur sanki?"
Haber kraliçeye ulaşınca Musa'nın ablasını istedi ve ona şöyle dedi:
"Git ve o kadını alıp getir."
Sonunda Musa'nın annesi geldi. Bir hizmetçi getirip Musa'yı onun (kucağına) verdi. Çocuk, kadının boynuna sarılıp emmeye başladı. Sanki onunla önceden sözleşmeleri vardı. Neden emmeyecekti? O onun şefkatli annesiydi! Üstelik çocuk üç günden beri açtı! Kraliçe de saray halkı da şaşırıp kaldı. Firavun şüphelendi ve şöyle dedi:
"Çocuk bunu neden kabul etti? Bu kadın yoksa onun annesi mi?"
Musa'nın annesi:
"Efendim, ben hoş kokulu bir kadınım. Sütüm de hoştur. Her çocuk beni kabul eder." dedi. Bunun üzerine Firavun sustu ve ona ikramda bulundu. Musa'nın annesi, kucağında Musa ile evine döndü.
"Böylece onu annesine geri verdik ki gözü aydın olsun, üzülmesin ve Allah’ın vaadinin dosdoğru olduğunu bilsin. Fakat insanların çoğu bilmezler.”[86]
Musa'nın annesi, emme zamanı dolunca onu saraya geri götürdü. Musa hükümdar çocukları gibi Firavun'un sarayında büyüdü. Böylece Musa'nın kalbinden zenginlerin ve hükümdarların korkusu silindi. Musa, Firavun ve etrafındakilerin nasıl bolluk içinde dolaştıklarını gözleriyle gördü. Firavun ve etrafındakilerin rahat yaşaması için İsrailoğullarının nasıl zorluklar çektiğini gördü! Firavun'un hayvanlarını doyurmak için İsrailoğullarının nasıl aç kaldıklarını gördü! Onların İsrailoğullarına, hayvanlara ve merkeplere uygulanan davranışları nasıl yaptıklarını da gördü. Onları nasıl çalıştırıp onlara nasıl zulmettiklerini de gördü!
Musa sabah akşam bunu görüyor fakat susuyordu. Fakat Musa bu duruma çok kızıyordu. Kavminin çektiği bu zulme ve onların köle edilmesine nasıl kızmazdı. Onlar peygamberlerin ve cömert kimselerin neslindendiler. İsrailoğullarının günahı neydi? Kıpti olmamaları mı? Kenanlı olmaları mı? Bu suç değildi! Bu suç olamazdı...[87]
Gençliğinde Musa, Yaratan'ın verdiği ilim ve hikmetle güçlü bir gençti. Zalimleri sevmez, onlardan nefret ederdi. Zayıfları, mazlumları sever ve onlara yardım ederdi. Bütün peygamberler de böyledir. Musa, halkın oyun ve eğlenceyle zaman geçirdiği bir sırada Firavun şehrine girdi.
Orada iki kişinin kavga ettiklerini gördü. Onlardan birisi İsrailoğullarından, öteki de İsrailoğullarının düşmanı olan Kıptilerdendi. İsrailoğullarından olan yardım isteyerek Musa'yı yardıma çağırdı ve Kıpti’yi şikayet etti. Musa kızdı ve haksız olan Kıpti’ye vurdu. Fakat vuruşu öldürücü olmuş, Kıpti düşüp ölmüştü. Musa çok üzülmüştü. Bu işin şeytan işi olduğunu anladı.
Musa Allah Teâlâ'ya tevbe ederek yalvardı. Bütün peygamberler böyledir.
"Bu şeytanın işidir. Şüphesiz o apaçık saptırıcı bir düşmandır."
Allah Teâlâ, Musa'nın tevbesini kabul etti. Çünkü Musa Kıpti’ye öldürmek niyetiyle vurmamıştı. Amacı onu terbiye etmekti. Ancak vuruş öldürücü olmuştu. Musa Yüce Allah'a hamd ederek şöyle dedi:
"Gerçekten Allah beni nimetlendirdi ve beni affetti. Artık hiçbir zaman suçlulara yardımcı olmayacağım."
Musa korkuyla sabahladı. Muhafızlar yakalayıp hükümdara götürecek diye saklanıyor, onların gelip gelmediğini anlamak için etrafı kolaçan ediyordu.
Muhafızlar, Firavun'un hizmetçilerinden birinin bir Kıpti'yi öldürdüğünü görmüşlerdi. Katili aramışlar fakat bulamamışlardı. Onlara katili kim ispatlayabilirdi? Onu Musa ve İsrailliden başka kimse bilmiyordu! Ölüm olayı, şehirde günlük dedikodu olmuştu. Herkes bu olaydan bahsediyor fakat katili bilmiyordu.
Firavun kızdı ve muhafızlara; "Katil bulunmalıdır!" diye emir verdi.[88]
İkinci gün Musa aynı İsraillinin başka bir Kıpti ile uğraştığını ve kavga ettiğini gördü. İsrailli utanmayıp tekrar yardım dileyerek Musa'yı yardıma çağırdı. Musa ona:
"Sen mutlaka alçağın birisin. Daima halkla uğraşıp, kavga edecek ve beni yardıma mı çağıracaksın? Hep beni yardıma mı çağıracaksın? Ben de hep sana yardım mı edip duracağım? Muhakkak ki sen apaçık azgının birisin!" dedi.
Fakat buna rağmen Musa, Kıpti'yi terbiye etmek için yaklaşıp yanlarına vardı. İsrailli Musa'nın kızgınlığını ve kendisini kınamasını görünce Kıpti'ye vurup öldürdüğü gibi Musa'nın kendisini dövüp öldürücü bir darbe vurmasından korktu. Şöyle seslendi:
"Ey Musa! Dün bir kişiyi öldürdüğün gibi bugün beni de mi öldürmek istiyorsun? Yeryüzünde arabuluculardan değil de zorba mı olmak istiyorsun?"
Böylece Kıpti dünkü katilin Musa olduğunu anlamış oldu! Kıpti muhafızlara giderek dünkü katilin Musa olduğunu haber verdi. Haber Firavun'a ulaşınca Firavun öfkelenerek şöyle dedi:
"Sarayda büyütülüp saray mülküyle beslenen genç mi?"
Fakat Allah Teâlâ Musa'nın Firavun ve muhafızlarının şerrinden kurtulmasını irade buyurmuştu.
Gerçekten, Musa, Kıpti'yi öldürmek istememişti. Sadece ona vurmuş fakat darbe öldürücü olmuştu. Fakat Firavun ve muhafızları bunu kabul etmezlerdi. Musa'nın özrünü kesinlikle kabul etmezlerdi! Allah Teâlâ Firavun'un saltanatını Musa'nın eliyle yıkmayı takdir buyurmuştu. Allah Teâlâ İsrailoğullarının Musa aracılığıyla kurtulmalarını dilemişti. Muhakkak ki O, Musa'nın insanları insanlara tapınmaktan kurtarmasını ve onları Yaratan'a ibadete götürmesini dilemişti. Zalim muhafızların eli Musa'ya erişirse bu nasıl mümkün olurdu? Firavun ve vezirleri Musa'nın öldürülmesine karar verip azmetmişlerdi. Bir kişi bütün bunları dinleyerek öğrenmiş, Musa'ya gelerek haber vermiş ve şöyle demişti:
"Buradan çık, gerçekten ben senin iyiliğini istiyorum."
Musa korkarak ve etrafı gözetleyerek oradan çıktı ve şöyle dua etti:
"Ey Rabbim beni zalimler kavminden kurtar."[89]
Fakat Musa nereye gidecekti? Bütün Mısır, Firavun'un ülkesiydi. Karga gözlü ve karınca burunlu muhafızlar her tarafta bekleyip duruyorlardı. Allah Teâlâ, Musa'ya bir Arap beldesi olan Medyen'e gitmesini ilham etti. Firavun'un eli oraya ulaşamazdı. Medyen çöllerde birtakım köylerden ibaretti. Orada Mısır medeniyetinin izleri yoktu. Ne Mısır'ın sarayları ne de geniş sokakları vardı. Fakat Medyen mutlu bir beldeydi. Çünkü Firavun'dan uzaktı. Firavun'un egemenliği altında olmadığından gerçekten mutlu bir beldeydi. Hürriyetli ve adaletli beldeler ne mutludur! Kölelik ve zillet içindeki medeniyetler ne perişandır...
Orada sabahlayanlar, Firavun'un zulmünden ve zorbalığından korkmazdı. Orada yaşayanlardan hiçbiri Firavun'un muhafızlarından korkmaz, orada hiç kimsenin çocuğu boğazlanamazdı! Musa, Medyen'e doğru yöneldi. Mısır'dan etrafı gözetleyerek ve korkarak ayrıldı. Birisi izliyor ya da gözetliyor mu diyerek etrafa bakınıyordu. Fakat muhafızlar onu göremediler. Musa Yüce Allah'ın ismini anarak, O'na dua ederek ve O'ndan yardım dileyerek yola çıktı. Medyen'e doğru yönelince dedi ki:
"Rabbimin beni doğru yola götüreceğini ümit ederim."[90]
Nihayet Medyen'e vardı. O kimseyi, kimse de onu tanımıyordu. Gece nereye gidecekti? Nerede kalacaktı? Musa, şaşırıp kalmıştı. Fakat Yüce Allah'ın kendisini bırakmayacağına, kesin inancı vardı! Bir kuyuya rastladı ki halk oradan koyunlarına ve diğer hayvanlarına su içiriyordu. Kendi koyunlarını sulamak için, halkın koyunlarını sulayıp gitmesini bekleyen ve kendi koyunlarının suya gitmesini engelleyen iki kadın gördü. Musa bunlara bakıyordu. Fakat onun kalbi merhametli bir babanın kalbi gibiydi. Yine o, kerim bir kişinin şefkatine ve merhametine sahipti.
Onlara şöyle dedi:
"Neden koyunlarınızı sulatmıyorsunuz?"
Şöyle cevap verdiler:
"Halk sulamadan önce koyunlarımızı sulamamız mümkün değil. Biz zayıfız. Onlar erkektirler, biz ise kadınız."
Musa'nın onlara "Evinizden neden bir erkek gelip sulamıyor" diyeceğini anlayıp şöyle dediler:
"Babamız yaşı ilerlemiş bir yaşlıdır."
Musa'nın kalbi, kerim bir kişinin merhametiyle kabardı. Onların koyunlarına su içirdi ve koyunlarını alıp gittiler. Şimdi Musa nereye gidecekti? Geceleyin nereye gidip nerede kalacaktı? O kimseyi tanımıyor, kimse de onu bilmiyordu. Sonra bir gölgeye çekilip şöyle dedi:
"Ey Rabbim, ben senin bana indireceğin hayra muhtacım."[91]
İki genç kız her günkü zamandan önce eve varınca babaları şaşırıp onlardan bu erken gelişin sebebini sordu ve şöyle dedi:
"Ey kızlarım! Çabuk geldiniz. Bugün zamanından önce nasıl gelebildiniz?" İki hanım kız şöyle cevap verdiler:
"Allah bize cömert ve yardım sever bir kişi gönderdi ve o bizim koyunlarımızı suladı."
Yaşlı adam şaşırdı. Anladı ki o kişi yabancıdır. Çünkü o güne dek hiç kimse onlara acımamıştı. Yaşlı adam sordu: "Adamı nerede bıraktınız?"
"Yerinde bıraktık. Yabancı bir adamdı ve kalacak bir yeri de yoktur!"
Yaşlı adam şöyle dedi:
"Ey kızlarım! İyi yapmadınız. Yabancı biri bize iyilik yaptı ve onun burada kalacak yeri yok. Gece nereye gidip nerede kalacak? Üzerimizde onun misafirlik hakkı vardır. Biriniz gidip onu alıp getirsin..."
Onlardan birisi utanarak (Musa'ya doğru) yürüdü ve şöyle dedi:
"Babam bize su getirmenin ücretini vermek için sizi davet ediyor."
Musa, Yüce Allah'ın duasını kabul edip kendisine bir yer hazırladığını anladı ve gitmekten çekinmedi. Bakışlarının kıza ilişmemesi için Musa önden yürüdü. Yaşlı adama vardığında yaşlı adam kendisinden ismini, memleketini ve başından geçenleri sordu. Musa başından geçenleri ona haber vererek kıssasını anlattı. Musa kıssasını bitirene dek yaşlı adam bütün bunları sabır ve sükûnetle dinledi. Sonra şöyle dedi: "Korkma! Zalimler kavminden kurtuldun!"[92]
Musa, onların yanında misafir oldu. Ona bolca ikramlarda bulundular. Hatta onların sevgili evlatları gibiydi. Kızlarından biri bir gün babasına iyi niyetle ve utanarak şöyle dedi:
"Ey babacığım, onu ücretle tut. O, tuttuğun ücretlilerin en hayırlısı, güveniliri ve güçlüsüdür."
Yaşlı adam şöyle dedi:
"Ey kızım, onun güçlü ve güvenilir bir kişi olduğunu nereden bildin?"
Kız;
"Güçlülüğünü şuradan bilirim ki tek başına kuyunun kapağını kaldırdı. Oysa onu birkaç kişi ancak kaldırabilirdi.
Güvenilir olmasına gelince babacığım, önümden yürüdü ve yol boyunca bana bakmadı. Hizmetçilerin ve ücretle tutulanların güçlü ve güvenilir olması gerekir. Eğer güçlü değilse işinde zayıftır. Eğer güvenilir değilse hıyaneti yanında gücü fayda vermez." dedi.
Kızının sözleri yaşlı adamın kalbine uygun geldi. Fakat bir baba olarak meseleyi düşündü. Akıllı bir yaşlı adam olarak da meseleyi etraflıca düşündü. Yaşlı adam kendi kendine şöyle dedi:
"Bana damat olmaya bu gençten daha layık kim olabilir? Dünyada bu gençten daha üstünü nerede bulunabilir? Medyen'de bundan daha uygununu bulamam! Umulur ki bana damat ve yardımcı olması için bu genci Allah göndermiştir?" Vakarla, şefkatle ve hikmetle Musa'ya şöyle dedi:
"İki kızımdan birini sana nikahlamak istiyorum. Ta ki bana sekiz yıl ücretle çalışasın. Bu senin mehrindir. Bu sekiz seneyi tamamlarsın. Eğer on seneyi tamamlarsan bu, senin isteğine bağlı. Seni zorlamak istemiyorum, inşallah beni dürüstlerden bulacaksın."
Yaşlı adam, gencin evlendikten sonra kızını alıp götürmesinden ve kendisini yalnız bırakmasından korkmuştu. Yaşlı baba genci denemeyi, ona güvendiğinde sözünü yerine getirmeyi istemişti. Musa bunu kabul etti. İnandı ki bu Allah Teâlâ'dandır ve Yaratan onu bununla bereketli kılacaktır. Allah Teâlâ onu Medyen'e iletmiş, orada da (bu) yaşlıya göndermişti. Kalbine merhamet ve sevgi vermişti. Sonra yaşlıya şöyle dedi:
"Bu seninle benim aramda (bir sözleşme)dir?"
Fakat Musa hikmetiyle ve aklıyla kendisi için serbestlik yetkisini korumayı düşündü. Belki ilerde usanırdı. Şöyle dedi:
"Bu iki süreden hangisini ödersem bana düşmanlık yok. Allah, söylediklerimize şahittir?"[93]
Musa bu süreyi bitirince ailesiyle beraber yola çıktı. Yaşlı adam, kayınbabasıyla vedalaştı. O da ona veda ederek duada bulundu.
"Allah'ın bereketi üzerine olsun ey oğlum... Ey kızım Allah'a emanet ol!"
Musa, ailesiyle yolculuğa çıktı. Geceler soğuk ve karanlıktı. Fakat ıssız çölde nereden ateş bulacaklardı? Kendilerini ısıtacak bir ateş bulamazlarsa ne yapacaklardı? Yol gösterici bir ateş bulamazlarsa ne olacaktı? Beraber yürürlerken Musa bir yandan da ateş araştırıyordu. Bir ateş görünce eşine şöyle dedi:
"Burada durunuz. Ben bir ateş gördüm. Belki ondan bir parça getirebilirim veya oradan doğru yolu (gösterecek bir haber) bulabiliriz."
Oraya vardığında şöyle çağırıldı:
"Ey Musa! Ben senin Rabbinim! Hemen ayakkabılarını çıkar, çünkü sen kutsal vadi Tuva'dasın!"
Orada Allah Teâlâ Musa ile konuştu ve ona birtakım emirler vahyetti.
"Ben seni peygamberliğe seçtim. Şimdi vahyolunacak şeyleri dinle. Gerçekten ben Allah'ım ve benden başka ilah yoktur. Bana ibadet et ve beni anmak için namaz kıl. Muhakkak kıyamet gelecektir?"
Allah Teâlâ şöyle buyurdu:
"Şu sağ elindeki nedir ey Musa?”
Musa sade ve açık bir şekilde cevap verdi:
"O asâmdır."
Sonra Musa O'nunla konuşmak istediğinden asanın faydalarını saymaya başladı. Sözü uzunca olmuştu. “O benim asâmdır ki ona dayanırım, onunla koyunlarıma yaprak silkelerim. Başka şeylerde de ona muhtacım?"
Allah Teâlâ:
"Ey Musa onu yere bırak!" buyurdu.
Onu attı. (Asâ) o anda canlanıp yürümeye başladı.
Allah Teâlâ:
"Onu tut! Korkma, onu eski haline çevireceğiz!" buyurdu. Yüce Allah, Musa'ya ikinci bir mucize daha ihsan etti. E1i bembeyazdı. Allah Teâlâ şöyle buyurdu:
"İkinci bir mucize olarak elini koynuna koy, kusursuz olarak bembeyaz çıksın.'”[94]
Bundan sonra Yaratan, yaratma sebebine uygun olarak Musa'ya (a.s.) yapması gereken her şeyi emretti. Gerçekten Firavun yeryüzünde büyüklük tasladı. Kendi hayatını O'nun emirlerine göre düzenlemek nefsine ağır geldiği, emrindekilerin O'na kulluk etmeleri de menfaatine uymadığı için Yaratan'a ve onun elçisine karşı mücadele etmeye başladı. Gerçekten Firavun yeryüzünde bozgunculuk yaptı. Firavun'un kavmi Yaratan'ı reddetti. Gerçekten Firavun'un kavmi O'nun mülkü olan yeryüzünde bozgunculuk yapmıştı. Allah Teâlâ kullarının O'nu reddine razı olmaz. Doğrusu O yeryüzünde bozgunculuk çıkaranları sevmez. Yüce Allah, Musa'nın, Firavun'a ve onun kavmine gitmesini istedi.
"Onlar gerçekten günahkâr bir kavimdiler."
Fakat Musa (a.s.) Firavun'a nasıl gidecek ve o zalimle nasıl yüz yüze gelecekti? Dün Kıpti'yi öldüren kendisiydi. Aradan çok uzun bir zaman geçmemişti! Mısır'dan çevreyi gözetleyerek ve korkarak çıkmıştı. Muhafızlar da saray halkı da onu tanıyordu. Musa (a.s.):
"Ey Rabbim!" dedi.”Ben onlardan bir kişiyi öldürdüm. Beni öldürmelerinden korkuyorum?"
Sonra Musa, dilinde pelteklik olduğunu belirtti. Fakat Allah Teâlâ bunları biliyordu. Bütün bunlara rağmen Musa'nın (a.s.) gitmesini irade buyurmuştu:
"Rabbin Musa'ya zalimler kavmine git, buyurmuştu. Firavun kavmi hâlâ sakınmayacaklar mı?"
Musa (a.s.): "Ey Rabbim!" dedi.”Beni yalanlamalarından korkuyorum. Göğsüm daralır, dilim açılmaz. Onun için kardeşim Harun'a da peygamberlik ver."
"Bir de onlara göre benim suçum var. Beni öldürmelerinden korkuyorum." dedi.
Allah Teâlâ şöyle buyurdu:
"Hayır! İkiniz de mucizelerimizle hemen gidin. Muhakkak biz, seninle beraberiz, işiticileriz. Firavun'a gidin deyin ki: ‘Biz, âlemlerin Rabbinin elçileriyiz. İsrailoğullarını bizimle beraber salıver?"'
Allah Teâlâ Musa (a.s.) ve Harun'a (a.s.) Firavun'un yanında uysal ve yumuşak olmalarını öğütledi. Çünkü Yüce Allah düşmanlarına belirli bir sınıra kadar yumuşaklık göstermeyi sever.
"Ona yumuşak söz söyleyiniz. Olur ki öğüt dinler veya korkar.”[95]
Musa (a.s.) ve Harun (a.s.) Firavun'a geldiler. Meclisinde durup onu Yaratan'a kulluğa çağırdılar. Zorba Firavun Musa'nın (a.s.) bu cüretine kızdı. Gurur ve kibir içinde şöyle dedi:
"Ey delikanlı! Sen kim oluyorsun da benim meclisime girip bana öğüt verebiliyorsun? Sen denizden çıkardığımız çocuk değil misin? Yanımıza alıp seni biz büyütmedik mi? Ömrünün bir çok yılını da yanımızda geçirmiştin! Oysa yaptığın işi (Kıpti'yi öldürmeyi) de sen işledin. Sen nankörlerdensin!"
Musa (a.s.) kızmadı, yalanlamadı, reddetmedi. Tersine açık olarak sakin bir şekilde cevap verdi:
"Ben onu cahillerden olduğum zaman yapmıştım. Sizden korktum ve kaçtım. Rabbim beni peygamber yaparak bana ilham etti. Gerçekten ey Firavun, sen beni büyütmeni başıma kakıyorsun? Fakat eline niçin düştüğüme ve nasıl beni büyütme olanağına sahip olduğuna bakmıyorsun! Eğer sen çocukların öldürülmelerini emretmeseydin annem beni Nil'e atmayacaktı, ben de senin eline düşmeyecektim.
Zulmünün ve acımasızlığının yanında anlatıp başıma kaktığın iyiliğin nedir ki? Sen, bütün kavmime hayvanlara ve merkeplere yapılan davranışları yaptın. Köpek kovar gibi onları kovdun. Onlara azabın en kötüsünü uyguladın. Onlardan sadece bir çocuk büyütmende seni erdemli kılacak ne vardır? Zaten bu da bilgisizlikle ve yanlışlıkla olmuştur! Başıma kaktığın iyilik gerçekte İsrailoğullarını köleleştirmen içindi.[96]
Firavun aciz kalıp cevap veremedi. Fakat kurtulmak için şöyle dedi:
"Anlatıp durduğun âlemlerin Rabbi kimdir?"
Musa (a.s.):
"Göklerin, yerin ve arasındakilerin Rabbidir. Eğer gerçekten bilenlerseniz!" dedi.
Firavun bu cevaba kızdı. Orada oturanların da şaşırıp kızmalarını isteyerek şöyle dedi:
"İşitmiyor musunuz?"
Musa (a.s.) konuşmasını sürdürdü ve Firavun'a ikinci darbeyi indirdi.
“O sizin Rabbinizdir. Yine o sizden önceki atalarınızın da Rabbidir."
Firavun'un öfkesi arttı, dayanamayıp kavmine döndü ve şöyle dedi:
"Muhakkak size gönderilen peygamberiniz ancak bir delidir!"
Musa (a.s.) konuşmaya devam ederek Firavun'a üçüncü darbeyi vurdu.
"O, doğunun, batının ve ikisi arasındaki her şeyin Rabbidir. Eğer akıllıysanız anlarsınız."
Firavun Musa'nın dikkatini başka şeye çekerek bu acı konuşmadan ayrılmasını istedi. Aynı zamanda oradakilerin kızgınlığının artmasını da sağlamak için şöyle dedi:
"Öyleyse önceki nesillerin durumu ne haldedir?"
Firavun içinden şöyle diyordu: “Musa (a.s.), eğer onlar doğru yol üzereydiler derse şöyle derim: ‘Onlar puta tapıyorlardı.’ Musa eğer onların sapıklık ve taşkınlık içinde olduklarını söylerse, burada oturanlar kızacak ve ‘Musa atalarımıza küfretti’ diyeceklerdir.” Fakat Musa (a.s.) Firavun'dan daha akıllıydı ve Rabbinden gelen bir nur üzereydi. Şöyle dedi: "Onların bilgisi Rabbimin katında bir kitaptır. Rabbim hata etmez ve unutmaz." Sonra Musa (a.s.), Firavun'un kaçıp kurtulmak istediği konuya döndü.
"Rabbim hata etmez ve unutmaz. O sizin için yeryüzünü döşek yaptı. Orada sizin için yollar açtı ve gökten yağmuru indirdi."
Firavun şaşırıp kalmıştı. Hiçbir şey diyemedi. Ancak öfkelenen ve şaşırıp kalan krallar ne söylerse onu söyledi: "Eğer benden başka bir tanrı edinirsen seni hapse atarım."[97]
Firavun okunu fırlattıktan sonra Musa (a.s.) da ona Yaratan’ın okunu atmak istedi:
"Sana apaçık bir delil getirsem bile mi (beni zindana atacaksın)?"
Firavun:
"Eğer doğru söylüyorsan getir!" dedi.
"Musa (a.s.) asasını yere bıraktı. O zaman o bir ejderha oluverdi. Bir de elini çıkardı. O da bakanlara (nurlu) bembeyaz (bir el) oluverdi."
Firavun oturanlara söyleyecek bir söz bulmuştu. Etrafında oturanlara:
“(Bu) şüphesiz bilgin bir büyücüdür!" dedi. Oturanlar da bunu kabul ederek; "Bu apaçık bir sihirdir!" dediler.
Musa (a.s.):
"Size hak gelince böyle mi dersiniz? Bu size sihirmiş gibi mi geldi? Sihirbazlar için (dünya ve ahirette) kurtuluş yoktur!" dedi. Firavun başka bir ok atarak şöyle dedi:
"Onlar, (Musa (a.s.) ve Harun'a (a.s.)) ‘Sen bizi babalarımızdan bulduğumuz yoldan ayırmaya mı çalışıyorsun? Yeryüzünde hükümranlık ikinize mi ait olacak? Biz ikinize de iman etmeyiz!' dediler."
Firavun her kralın yaptığı gibi orada bulunanların Musa'dan korkmasını sağlamak için şöyle dedi:
"Büyüsüyle sizi yerinizden çıkarmak istiyor. Ne yapmamı istersiniz?"
Etrafındakiler, hükümdara ülkedeki bütün sihirbazları toplamasını ve onların yardımıyla Musa'yı yenmesini söylediler. Böyle yapıldı... Görevliler bütün Mısır'da (halka) bunu duyurdular:
"Dikkat! Kim sihir biliyorsa hemen hükümdarın huzuruna varsın!"
Ülkenin her kesiminden gelen sihirbazlar toplandılar! (Karşılaşma için) "Zinet günü" kararlaştırılmıştı. Halka;
"Toplandınız mı!" denildi. “Eğer yenerlerse büyücülere uyacağız!"[98]
Halkı kuşluk vaktinde evlerinden çıkarlarken seyredebilirdiniz! Grup grup meydana akıyorlardı... Çocuklar, gençler, yaşlılar, erkek ve kadınlar meydana gidiyorlardı. Evlerde yalnız hasta ve düşkünler kalmıştı.
Materiyye'[99]de sihir olayından ve sihirbazların adlarından başka bir şey işitemezdiniz! Asvan[100]'ın en büyük sihirbazı geldi mi? Evet. Uksur ve Cize[101]'nin sihirbazları da geldiler.
"Ey kardeş! Kim yenecek? Ne dersin?"
"Mısır, bütün gücünü ortaya koydu! Sen hâlâ bir kişinin onları alt edebileceğini sanıyor musun?"
"Musa ve kardeşi Mısırlıları nasıl yenecekler? Onlar sihri nereden öğrendiler?"
"Hükümdarın sarayında büyüdü, sonra korkarak ve çevresine bakınarak Mısır'dan çıkıp senelerce Medyen'de kaldı."
"Sihri nereden öğrenecek?"
"Mısır'da mı, hayır!"
"Medyen'de mi? Medyen'de herhangi bir bilimin varlığını duymadık..."
İsrailoğulları da gelmişlerdi. Korku ve ümit arasında bulunuyorlardı. Belki üzüntü ve korkuları daha fazlaydı. “Allah İmran oğluna merhamet etsin! Allah İsrailoğullarına yardım etsin!" diyorlardı... Sihirbazlar, kibir ve gurur içinde geldiler. Renkli giysileriyle, ellerindeki sopa ve ipleriyle meydana çıktılar. Gülüyor ve seviniyorlardı. “Bugün, halkın üstünlüğümüzü görme günüdür." diye övünüyorlardı.
“Sonunda büyücüler gelip Firavun'a şöyle dediler: ‘Üstün gelirsek gerçekten bize bir ödül var mı?’
‘Evet!’ dedi Firavun. ‘Bana en yakın kimseler olacaksınız!’ Kralların ödülü ancak budur. Onunla insanları aldatırlar! Kahramanları onunla avlarlar." Büyücüler, Firavun'un vaadine sevindiler.[102]
Musa (a.s.) onlara; "Ne alacaksanız ortaya atın!" dedi. Hemen ip ve sopalarını ortaya attılar. “Firavun'un izzeti için biz üstün gelenlerdeniz!" dediler. İnsanlar çok tuhaf şeyler görmüşlerdi. Meydanda yürüyen birçok yılan vardı. Halk dehşete kapılıp geri kaçtı. Şöyle bağırıyorlardı:
"Yılanlar! Yılanlar..."
Kadınlar bağrışıyor, çocuklar ağlıyordu... Meydan bağrışmalarla dolmuştu: "Yılanlar!.. Yılanlar!.." Musa da halkın gördüğünü görmüş ve şaşırmıştı. O anda onların ip ve sopalarının, yaptıkları sihirden dolayı kendisine doğru geldiklerini zannetti.
Musa'nın (a.s.) kalbi korkuyla çarpmaya başladı. Musa (a.s.) nasıl korkmasındı? Bu, yarışma günüydü! Yarışmada kişi ya kazanır ya da kaybederdi. Eğer büyücüler kazanırsa?
"Allah Teâlâ yazmasın!"
"Ya eğer Musa (a.s.) yenilirse?"
“Allah Teâlâ bunu rast getirmesin! Musa'nın (a.s.) yenilgisi sadece bir kişinin yenilgisi olmayacaktı. Tersine dinin bir kral önünde yenilgisi olacaktı. Hakk'ın batıl önündeki yenilgisi olurdu.” Fakat Allah Teâlâ ona cesaret vererek şöyle buyurdu:
"Korkma! Mutlaka sen üstün (gelecek)sin!"
"Elindekini yere bırakıver, onların yaptıklarını yutsun. Onların yaptıkları ancak büyücü hilesidir. Büyücüyse nerede olsa kurtuluşa eremez!" Musa (a.s.) sevinerek onlara dönüp;
"Bu getirdikleriniz (ve yaptıklarınız) sihirdir. Mutlaka ki Allah Teâlâ onu boşa çıkaracaktır. Doğrusu Yüce Allah bozguncuların işinde doğruluk vermez?" dedi. “Günahkârlar hoşlanmasalar da Allah emirlerinde hakkı gerçekleştirir." Sonra Musa (a.s.) asasını bırakıverdi. Bir de ne görsünler, uydurduklarının hepsini yutuyor.
"Artık hak ve batıl ortaya çıktı. Yaptıkları, bir işe yaramadı."
Sihirbazlar dehşete düşüp şaşkın bir halde kalakaldılar.
"Bu nedir? Biz sihri ve onun tüm esaslarını biliriz! Bizler sihri ve her çeşidini de biliriz. Biz bu sanatın ustalarıyız! Aynı zamanda bu sanatın önderleriyiz! Bu sihir değildir! Bu büyü değildir! Eğer bu sihir olsaydı ona sihirle karşı çıkacak, sanata sanatla karşılık verecektik! Fakat bizim sanatımız bunun önünde yok oldu. Güneş altındaki çiğ tanesinin yok olması gibi eridi gitti. Neden bu böyledir? Bu ancak Allah'tandır!"
Büyücüler inandılar ki Musa (a.s.) peygamberdir ve Yaratan ona mucize ihsan etmişti. Yalvarıp yardım dileyerek şöyle bağırdılar:
"Biz Musa ve Harun'un Rabbine iman ettik!"
Sihirbazlar hep birden secdeye kapandılar ve "Biz âlemlerin Rabbine, Musa ve Harun'un Rabbine iman ettik!" dediler.[103]
Firavun çılgına döndü! Kızgınlıktan kalkıp kalkıp oturdu! Firavun şimşek gibi çaktı, gök gibi gürledi. Zavallı Firavun'un ummadığı başına gelmişti! O, Musa'yı sihirbazlarla yenmek istemiş, fakat sihirbazlar Musa'nın askeri olmuşlardı. O, halkı Musa'dan vazgeçirmek istemiş, büyücüleri getirtmiş fakat onlar daha önce iman etmişlerdi.
Okları kendisine dönmüştü. Firavun, insanların vücutlarına egemen olduğu gibi, akıllarına da sahip olacağına inanırdı. Bütün konuşmalara egemen olduğu gibi (yani konuşma hürriyetini kısıtlayabileceği gibi) kalplerin de hükümdarı olduğunu sanırdı. İzni olmadan Mısır'da kimsenin bir şey düşünemeyeceğini ve hiçbir şeye inanamayacağını sanırdı. Kibirle ve büyüklenerek şöyle dedi:
"Ben sizlere izin vermeden ona mı iman ettiniz?"
Firavun onlara krallık oklarından bir ok daha atarak şöyle dedi: "Gerçekten o (Musa (a.s.)) size sihir öğreten bir büyüğünüzdür!"
Bir ikinci ok daha atarak şöyle dedi:
"Bu bir tuzaktır. Halkı şehirden çıkarmak için siz şehirde onunla bu tuzağı kurmuşsunuz. Yakında bileceksiniz (göreceksiniz)!"
Onlara kralların sadaklarında (okluklarında) sakladıkları zehirli ve sonuncu oku fırlattı.
"Ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ve sonra sizin topunuzu astıracağım."
Müminler bütün bu okları iman ve sabır kalkanıyla karşılayıp şöyle dediler: "Zararı yok! Doğrusu biz (daha önce) Rabbimize dönmüş olacağız! Gerçekten biz iman edenlerin ilki olduğumuz için Rabbimizin, günahlarımızı bağışlayacağını umarız."
Sonra imanla, yiğitçe şöyle dediler:
"Hatalarımızı ve bizi yapmaya zorladığın sihri bağışlaması için Rabbimize iman ettik. Doğrusu Yüce Allah hayırda daha devamlıdır."
"Gerçekten kim Rabbine suçlu olarak gelirse onun için cehennem vardır. Orada ölmez ve dirilmez. Ve kim iman etmiş ve iyi ameller işlemiş olarak varırsa işte onlara en yüksek dereceler vardır. Altından ırmaklar akan Adn Cennetleri vardır. İşte günahlarından temizlenenlerin ödülü!"[104]
Firavun, Musa (a.s.) meselesine çok önem verdi ve uykuları kaçtı. Yemeden içmeden kesilip onlardan zevk alamaz oldu! Başkaları onu daha da kızdırarak şöyle dediler:
"Musa ve kavmini bozgunluk yapmaları, seni ve tanrılığını terk etmesi için bu toprakta mı bırakacaksın?”
Firavun'un öfkesi arttı.
"Daha önce yaptığımız gibi erkek çocuklarını öldürüp kadınları sağ bırakacağız. Ve biz yok ediciler olarak onların üzerindeyiz!" dedi. Firavun her türlü hileye başvurarak İsrailoğullarını ve Mısırlıları Musa'dan (a.s.) vazgeçirmeye çalışıyordu.
Kavmine seslendi:
"Ey kavmim! Mısır'ın mülkü benim değil mi? Altımdan akıp giden şu nehirler (benim değil mi), görmüyor musunuz? Yoksa neredeyse konuşmayı bile beceremeyen şu zavallıdan daha hayırlı değil miyim?"
Sonra Firavun dostlukla ve yumuşaklıkla şöyle dedi:
"Ey cemaat! Sizin için benden başka bir tanrı bilmiyorum!"
Sanki çok araştırmış ve düşünmüş gibi kavmine öğüt veriyordu. Taşkınlıkla delicesine şöyle dedi:
"Ey Haman! Benim için çamurdan kerpiç pişir ve bana bir kule yap! Tırmanıp belki Musa'nın ilahını görürüm. Ben onu yalancılardan zannediyorum..."
Haman çamurdan kerpiç yaptı ve bir kule kurdu. Fakat nereye kadar yükselecekti? Haman da yoruldu ustalar da... Çamur da bitti kerpiçler de... Buna rağmen Firavun bulutlara ulaşamamıştı. Ay'dan daha uzakta! Güneşe varamamış, yıldızlardan çok uzakta! Yıldızlara ulaşamamıştır, göklerden daha çok uzakta!
Firavun mahrum kaldı. Ne yapacağını bilemedi ve aciz kalıp oturdu. Zavallı! Allah Teâlâ'nın yeri ve yüce gökleri yarattığını anlar mı? Göklerde, yerde, ikisinin arasında ve toprağın altında ne varsa hepsi O'nundur. Göklerde de ilah O'dur, yerde de ilah O'dur! Firavun, Musa'yı (a.s.) öldürmekten başka bir hile bulamadı. Gerekçe olarak Musa'nın (a.s.) yeryüzünde bozgunculuk yaptığını söyleyecekti. Firavun şöyle dedi:
"Bırakın beni, Musa'yı (a.s.) öldüreyim. O, Rabbine yalvaradursun. Sizi dininizden çevirmesinden veya yeryüzünde bozgunluk çıkarmasından korkuyorum."[105]
Firavun, Musa'yı (a.s.) öldürmek istediğinde, Firavun ailesinden iman etmiş olan fakat imanını gizleyen bir kişi kalkarak şöyle dedi:
"Siz, Rabbim Allah'tır diyen adamı mı öldüreceksiniz? Üstelik size Rabbinden mucizeler getirmişti. Neden Musa'ya saldırıp ona işkence yaparsınız? Eğer inanmıyorsanız onu kendi haline bırakıp yolundan çekilin. Eğer yalan söylüyorsa yalanı kendisinedir! Yok eğer o peygamberse ve siz de ona işkence yapıyorsanız o zaman vay halinize! Eğer doğruysa vaad ettiği azabın bir kısmı olsun size isabet edecektir. Ey kardeşlerim! Malınıza, mülkünüze, gücünüze ve ordularınıza güvenmeyin! Ey kavmim! Bugün mülk sizindir ve siz yeryüzünde varlık sahibisiniz! Fakat Allah'ın azabı geliverirse bizi kim kurtarır?"
Firavun şöyle diyerek cevap verdi:
"Ben size kendi görüşümden başka yol göstermiyorum. Ben size ancak doğru yolu gösteriyorum!"
Akıllı kişi, kötü akıbetten ve zalimlerin uğradıklarından kavmini sakındırmak istedi ve şöyle dedi:
"Ey kavmim! Doğrusu ben, kâfir ümmetlerin Nuh, Ad, Semud ve daha sonrakilerin başlarına gelen bir durumun size gelmesinden korkuyorum. Allah Teâlâ kullarına azap etmeyi dilemez. (Onların azgınlaşması başka!)”
Akıllı kişi onları kıyamet günüyle korkuttu: "Kıyamet günü nedir?"
"(Öyle bir gündür ki kişi) kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden, oğullarından kaçar. O gün onlardan herkesin kendine yeter bir işi vardır. O gün dostlar birbirlerine düşman olmuşlardır. Ancak takva sahipleri dışında! O günde aralarında ne soy yakınlığı kalır ne de birbirlerinin halinden sorabilirleri O gün Cebbar (dilediği şekilde hükmeden). Hükümdar olan (Allah Teâlâ) çağırır: ‘Bugün mülk kimin?' ‘Kahhar (Kayıtsız şartsız hakim) ve tek olan Allah'ındır!' O gün insanlar korkudan çığlıklar atarak, bağırarak, haykırarak birbirlerini yardıma çağırırlar. Birbirlerinden yüz çevirip kaçarlar. Allah(ın azabın)dan onları koruyacak da yoktur!"
Akıllı kişi yine şöyle dedi:
"Ey kavmim gerçekten ben size gelecek o çağrışma gününden korkuyorum. O gün, birbirinizden yüz çevirip kaçacağınız gündür. Sizin için Allah(ın azabın)dan koruyucu da yoktur. Allah Teâlâ kimi sapıklığa düşürürse artık ona doğru yolu gösterecek yoktur."
"Gerçekten Allah Teâlâ size nimet vermiştir. Fakat sizler onun kıymetini anlamadınız ve gerçek değerini takdir etmediniz. Ancak (elinizden) gidince ona üzüldünüz. Bu, Peygamber Yusuf'tu (a.s.). Allah Teâlâ’nın salat ve selamı onun üzerine olsun. O'nu anlamadınız ve kıymetini bilmediniz. Fakat vefat edince şöyle dediniz:
'Sübhanallah! O öyle bir peygamberdi ki Yusuf gibisi yoktu. Yusuf gibi bir hükümdar yoktur! Yusuf gibi insan yoktur! O'ndan sonra bize kim peygamber getirebilir? Kim onun gibi olabilir? Asla! O'nun bir eşi daha gelmez! Daha önce Yusuf size mucizelerle gelmişti de siz getirdikleri üzerinde şüpheye düşmüştünüz.' Vefat ettikten sonra ise ‘Artık Allah Teâlâ ondan sonra peygamber göndermez.' dediniz! Bu peygamberden sonra da aynen böyle yapacaksınız! Pişman olacaksınız...'"[106]
O kişi kavmine bir çok öğüt verdi, sevgi ve öğüdünü onlardan esirgemedi. İman sahibi olan bu kişi şöyle dedi:
"Ey kavmim! Bana uyunuz, sizi doğru yola eriştireyim. Akıllı kişi anladı ki kavmi dünya hayatının sarhoşluğu içindedir. Firavun ise mülkü ve kuvvetiyle mağrur olmaktadır.
Bu hayat rüyalardan bir rüyadır! Dünya bir gölgedir ve (her gölge gibi) kaybolacaktır."
Kişi, kavmini Musa'ya (a.s.) uymaktan men eden şeyi bilirdi. Bu, onların dünya sarhoşluğuyla sarhoş olmalarıydı. Sarhoş ne işitebilir, ne de anlayabilirdi. Bunun için onlar, Musa'nın (a.s.) sesini işitmemişlerdi. Onları gafletten uyandırmak istedi ve şöyle dedi:
"Ey kavmim! Doğrusu dünya hayatı geçici bir faydalanmadan ibarettir! Ahiret ise, işte o, sonsuza kadar durulacak yerdir!"
Kavminin cahilleri ise onu küfre, şirke ve atalarının dinlerine çağırmaya başladılar. Onlara Allah Teâlâ'ya gelin dedikçe ona; "Atalarının dinine dön!" derlerdi. Onların çağrısı çoğalınca onlara şöyle dedi:
"Ey kavmim! Bu nedir? Ben sizi kurtuluşa çağırıyorum siz beni ateşe çağırıyorsunuz... Beni Yaratan'ı reddetmeye ve hakkında bilgi sahibi olmadığım şeyi O'na ortak koşmaya çağırıyorsunuz. Oysa ben sizi Aziz (her şeye galip gelen) ve Gaffar (çok bağışlayan) olan Allah'a çağırıyorum."
Akıllı kişi onlara şöyle dedi:
"Sizin tanrılarınızdan hangi peygamber geldi? Hangi kitap indi? O'na (halkı) kim çağırıyor?Allah Teâlâ'dan başka taptıklarınız birtakım isimlerden ibaret putlardır ki o isimleri siz ve atalarınız uydurmuşsunuzdur. Allah Teâlâ (bunlara ibadet etmek için) hiçbir delil indirmemiştir. İşte O'nun elçileri O'na çağırdılar. Onlardan birisi İbrahim (a.s), Yusuf (a.s.) ve işte bu Allah'ın elçisi Musa (a.s.)! Her şeyde O'nun (Yüce Allah'ın) delili vardır! Her yerde O'na bir çağrı vardır! Beni kendisine çağırdığınız o put(lar)ın dünya ve ahirette (kendilerine ibadete) çağırmaya güçleri yetmez!"
O kişi onların hidayeti bulmalarından ümit kesip aptallıklarından bıkınca onları kendi hallerine bırakıp şöyle dedi:
"Söylediklerimi yakında anlayacaksınız! Ben işimi Yaratan'a bırakıyorum. Muhakkak Allah Teâlâ kullarının yaptıklarını görücüdür.
Halk kızdı, Firavun ailesi onu öldürmek istediler. Fakat Yüce Allah onu koruyup düşmanlarını yok etti.
"Allah onu Firavun taraftarlarının hilesinden korudu. Onları ise kötü bir azap kuşatıverdi.”[107]
Firavun, insanların cesetlerine hükmettiği gibi onların akıllarına da hükmettiğini sanırdı. Konuşmalara hükmettiği gibi kalplere de hükmettiğini sanırdı. İzni olmadan kimsenin hiçbir şeye inanamayacağını sanırdı. Mısır'ın uzak bir bölgesinde bir kişi Musa'ya (a.s.) iman etse Firavun deliye dönerdi. Gazabından kudurur ve şöyle bağırırdı:
"Ben izin vermeden o, nasıl Musa'ya (a.s.) iman edebilir? Ülkemde yaşıyor ve bana karşı geliyor, benim rızkımı yiyor ve bana nankörlük ediyor. Ben, Mısır'da yaşayan herkese kendisinden daha yakınım!"
Firavun bütün bunları anlatır fakat kendisi Yaratan’ın memleketinde yaşadığı halde O'na başkaldırırdı. Yüce Allah'ın rızkını yer fakat O'na başkaldırırdı. Allah Teâlâ ona kendi sarayından bir mucize gösterdi. Ailesinden bir mucize... Ona gösterdi ki cesetlerin de akılların da sahibi Yaratan'dır! Allah Teâlâ, kendisinin, lisanların da kalplerin de sahibi olduğunu Firavun'a gösterdi. Muhakkak ki O, kişi ile eşi, hatta kişi ile kalbi arasına girer! Firavun'un haberi bile olmadan iman, onun evine girmiştir. O ise, hiçbir şeye hükmedemez! Firavun'un eşi, Yaratan'a iman ederek Firavun'u reddetti. Mısır hükümdarı olan kocasına rağmen Musa'ya (a.s.) iman etti. Yüce Allah'ın kulları arasında Firavun'u en iyi bilen, ona, her insandan daha sevgili olan (Mısır Kraliçesi) Musa'ya iman etti. Firavun'un muhafızları hiçbir şey yapamadılar. Haberleri bile olmadı. Oysa onların karga gibi gözleri, karınca gibi burunları vardı. Ona herkesten yakın olduğu halde bunu Firavun bile anlayamadı. Eğer Firavun bunu bilseydi ne yapabilirdi? O, ancak vücutlara hükmedebilir, akıllara hükmedemezdi. O, dilleri susturabilir fakat kalplere gücü yetmezdi. Kadının kocasına boyun eğmesi gerekir. Fakat yaratıcı (olan Allah'a) başkaldıran kimseye boyun eğilmez. Anne babasına boyun eğip onlara iyilik yapmak her çocuğun ödevidir. Ancak onlar Yaratan'a şirk (ortak) koşarlarsa onlara boyun eğilmez!
Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerim'de şöyle buyurur:
"Bana ortak koşman için seni zorlarsa bu takdirde onlara boyun eğme. Onları dünyada iyilikle koru ve bana yönelenlerin yolunu tut. Sonra dönüp bana geleceksiniz, ben size yaptıklarınızı haber vereceğim."
Firavun'un eşi imanını korudu. O, Allah Teâlâ'nın düşmanının evinde O'na ibadet ederdi. Yüce Allah'tan korkar, Firavun'un yaptıklarından O'na sığınırdı. Yüce Allah Firavun'un eşinden razı oldu. Onu, Firavun'dan da onun işlediğinden de kurtardı. Allah Teâlâ iman edenlere, onun imanını örnek gösterirdi:
"Allah iman edenlere Firavun’un eşini örnek kıldı. O zaman şöyle demişti: ‘Rabbim katında benim için cennette bir ev yap. Beni Firavun’dan, onun işlediklerinden ve zalimler kavminden kurtar.'"[108]
Firavun'un İsrailoğullarına olan düşmanlığını öğrenen halk onlara işkence yaparak ve düşmanlık ederek (Firavun'un) gözüne girmeye çalışıyorlardı. Çocuklar bile İsrailoğullarına saldırmaya cesaret ediyorlar, köpeklerini onlar üzerine kışkırtıyorlardı. Her gün yeni bir çile! Her gün yeni bir zorluk inmekte... Musa (a.s.) (Allah'ın salat ve selamı ona olsun) onları teselli ediyor ve sabır öneriyordu.
Şöyle diyordu:
"Allah Teâlâ'dan yardım dileyin ve sabredin. Muhakkak yeryüzü O'nundur. Ona dilediğini mirasçı kılar. Sonunda kurtuluş O'ndan korkanlarındır."
İsrailoğulları işkence ve çileden bıkmıştı. Musa'ya (a.s.) şöyle dediler:
"Bize hiçbir fayda getirmedin! Bizden hiçbir zararı defetmedin!"
Ona iman edenler de;
"Sen bize gelmeden önce de geldikten sonra da işkence gördük!" dediler.
Fakat Musa (a.s.) sabrını yitirmedi. Üzülmedi de... Şöyle dedi:
"Umulur ki Rabbiniz düşmanlarınızı yok edip yeryüzünde sizi halife kılacaktır da nasıl hareket ettiğinize bakacaktır. Ey kavmim! Yüce Allah'a iman etmişseniz ve O'na teslim olmuşsanız O'na tevekkül edin."
Onlar şöyle cevap verdiler:
"Biz ancak Yaratan'a tevekkül ettik. Ey Rabbimiz, bizi zalim kavmin fitnesine düşürme. Rahmetinle bizi kâfir kavimden kurtar.”
Firavun İsrailoğullarını Yaratan'a ibadet etmekten men eder, onları Yaratan'a ibadet edip namaz kılıyorken görürse öfkelenirdi. Allah Teâlâ'nın mülkü olan yeryüzünde O'nun için mescitler yapmalarına engel olurdu. Yeryüzünde O'na ibadet edilmesine kızardı. Firavun ne cahildi! Yeryüzü Firavun'un değil, Yaratan'ındır! Yüce Allah'ın mülkü olan yeryüzünde O'nun kullarını O'na ibadet etmekten men eden kimseden daha zalim kim olabilir? Fakat evinde dilediğini yapan kişiye Firavun'un engel olmaya gücü yetmezdi.
Yüce Allah İsrailoğullarına Musa'nın (a.s.) diliyle şunları emretti:
"Evlerinizi namazgah yapın ve namaz kılın!"
Firavun da askerleri de zayıf kalıp İsrailoğullarıyla O'na ibadetleri arasına giremediler. Kuluyla Rabbinin arasına kim girebilir? Müslümanla onun Yaratan'a ibadeti arasına kim girebilir?[109]
Firavun azıp gaflet ve inatta ileri gidince Yaratan onu uyarmak istedi. Gerçekten O kullarının küfrüne razı olmaz. Ve yeryüzünde bozgunculuğu sevmez! Firavun gerçekten çok akılsızdı. Kendisine verilen bütün öğüt ve bilgiler boşa gitmişti. Eşek sopa yemeden uslanır mı?
Mısır, bolluk içinde ve yemyeşil bir ülkeydi. İyi şeyler, meyve ve tahıllar ülkesiydi. Yusuf (a.s.) zamanında kıtlık günlerinde Mısır'ın uzak beldeleri nasıl açlıktan kurtardığını öğrenmiştik.
Yine Mısır'ın Şamlıları ve Kenanlıları nasıl açlıktan kurtardığını biliyoruz! Mısır topraklarını ve ekinlerini sulayan Nil nehriydi. O, Mısır'ın hayat ve mutluluk kaynağıdır. Firavun ve Mısırlılar, sanırlardı ki Nil, rızkın anahtarıdır. Nil sayesinde Mısır'ın yağmura ve başka şeye gereksinimi yoktu. Onlar rızık anahtarının Yaratan katında olduğunu bilmiyorlardı. Allah Teâlâ dilediğine dilediği kadar rızık verir. Nil ancak onun emriyle akar ve O'nun emriyle taşar. Yüce Allah Nil'e emir verdi, onun suyu çekilip yer altına gitti! Acaba Mısırlıların ekinleri ne ile sulanacaktı? Meyveleri azaldı. Artık açlık, yalnız ve yalnız açlık vardı...
Firavun zayıf düştü. Haman zayıf kaldı. Firavun'un askerleri de bir çare bulamadılar. Böylelikle Mısırlılar, Firavun'un rableri olmadığını ve rızkın anahtarının da Yaratan'ın elinde olduğunu anladılar. Fakat Firavun'a bu da fayda vermedi. Bu, Mısırlılara da fayda sağlamadı ve yine akıllarını başlarına getirmedi. Şeytan onlarla, onların öğüt ve ibret alacakları şeylerin arasına girmişti.
"Bu açlık ve bu devreler Musa ve kavminin uğursuzluğundandır!" dediler...
Şaşırtıcı! Musa daha önce de yok muydu? İsrailoğulları uzun zamandan beri orada değil miydiler?
Tersine bu onların işlediklerinin uğursuzluğundandı! Tersine bu, onların Yaratan'ı reddetmiş olmalarındandı! Firavun ve kavmi inat edip:
"Kesinlikle bu sihre baş eğmeyeceğiz!" diyorlardı. “Bizi büyülemek için ne mucize getirse biz asla onlara inanacak değiliz!" diyorlardı...[110]
Allah Teâlâ onlara yağmur yolladı... Nil taştı... Gök, yağmur yağdırdı, durmadan yağdırdı... Bahçe ve tarlalar su altında kalmıştı. Meyve ve ekinler mahvolmuştu. Böylece yağmur, onlar için bela olmuştu.
Bir ara susuzluktan yakınanlar, şimdi suyun bolluğundan yakınıyorlar, şikayet ediyorlardı.
Sonra onlara çekirgeler gönderdi. Çekirgeler tarım ürünlerini ve ekinleri yiyor, ağaçlara konuyor, hiçbir şey bırakmıyorlardı... Firavun'un muhafızları da askerleri de Yaratan’ın ordularıyla savaşmaktan zayıf kalmışlardı. Onlarla nasıl savaşacaklardı? Onlara kılıç işlemez ve ok işe yaramazdı. Böylece Mısırlılar Firavun ve Haman'ın acizliğini, muhafızların da çaresizliğini anladılar. Fakat yine uyanmadılar! Yine ibret almadılar...
Allah Teâlâ onlar üzerine başka bir ordu gönderdi.
Bu ise "bit" idi. Onlara bitleri musallat etti. Allah Teâlâ'ya sığınırız! Yataklarında bitler, elbiselerinde bitler, başlarında ve saçlarında bitler... Uykuları bölündü... Hem tırnaklarıyla bit öldürüyorlar, hem de onlara küfrediyorlardı. Bu şekilde sabahlıyorlardı. Bitlerle nasıl savaşacaklardı? Onlara ne kılıç işlerdi ne de ok...
Bunlardan onları ne muhafızlar ne de orduları kurtarabilirdi. Sonra Allah Teâlâ onlara kurbağaları gönderdi. Yiyeceklerde kurbağalar, içeceklerde kurbağalar... Giysileri arasında bile kurbağalar vardı. Bunlardan bıkıp usandılar. Hayatları alt üst oldu. Kurbağalar çoğalıp evlerin her yerine yayıldılar. Birisi ötüyor, öteki dolaşıyor, bir diğeri sıçrayıp duruyordu... Böylece her tarafta kaynaşıp duruyorlardı...
Onların birini öldürene kadar yerine on tane geliyor, sanki evde çoğalıyorlarmış gibi… Onlar birini dışarı atıncaya kadar yerinde beş tanesi görünüyordu. Nöbetçiler ve muhafızlar kurbağalara karşı bir şey yapamadılar. Sonra Allah onlara beşinci mucizeyi gönderdi. Bu mucize ise "kan"dı.
Burunlarından kan boşaldı. Zayıf ve yorgun düştüler. Doktorlar ilaç bulamadılar ve tedavileri de fayda vermedi. Bu mucizeyi gördüklerinde Musa'ya (a.s.) şöyle dediler:
"Rabbine bu belanın kalkması için dua et. (Eğer azap kalkarsa) sana uyup iman edeceğiz ve İsrailoğullarını seninle göndereceğiz."
Allah Teâlâ üzerlerinden bu felaketi kaldırınca sözlerinde durmadılar!
"Yaptıklarının karşılığı olarak biz de gücümüzün ayrı ayrı belirtileri olmak üzere başlarına tufan, çekirge, bit, kurbağa ve kan gönderdik. Yine de kibirlendiler. Onlar öyle günahkârlar kavmiydi."[111]
Mısır geniş bir memleket olduğu halde İsrailoğullarına dar gelmeye başladı. Zindanlarda azap ve işkencenin her çeşidini tattıktan için Mısır'ın bolluk ve iyiliklerini pek tadamıyorlardı. Nihayet Allah Teâlâ Musa'ya (a.s.) geceleyin İsrailoğullarını Mısır'dan çıkarıp götürmesini vahyetti. Kara gözlü ve karınca burunlu muhafızlar bunu anlayıp Firavun'a haber verdiler.
Musa (a.s.), geceleyin İsrailoğullarını alıp Kutsal Belde'ye doğru yola çıktı. İsrailoğulları 12 kabileydi ve her kabilenin bir başkanı vardı. Şam'a giden yol apaçıktı ve biliniyordu. Çöl idi ve iki çölü birleştirmekteydi. Zaten Musa onu iki kere geçmişti.[112]
Musa (a.s.) bir emir irade etti, Yaratan da bir emir irade etti ve O'nun dilediği oldu. Ne zamana kadar sabredeceklerdi? İnsanoğlu işkence ve üzüntü duymaz mıydı? Musa yolu şaşırdı. Onun yanıldığı yerde ilahî kader gerçekleşti. Musa, İsrailoğullarını kuzeye doğru götürdüğünü sanıyordu. Birden gece karanlığında onları doğuya doğru götürdüğünü fark etti. Kendilerini Kızıldeniz'in önünde buldular. Dalgalar sahili dövüp duruyordu...
“Ey Hafız! Ey Satir (Ey Koruyucu ve Örtücü Allah) neredeyiz?”
Kendi kendilerine cevap verdiler:
"Deniz kıyısındayız!"
Geriye doğru baktıklarında yükselen bir toz bulutu gördüler. İşte o anda sesler yükselmeye başladı:
"Ey İmran oğlu (Musa)! Bizden ne kötülük gördün de bizi öldürmeyi planladın? Firavun fareleri öldürür gibi öldürsün diye bizi deniz kıyısına getirdin! Ne kaçabiliriz, ne de kurtulabiliriz. Sana ne kötülüğümüz dokundu? Acaba bu intikamının sebebi ne? Senin gelişin yüzünden başımıza gelen bela ve musibet yetmiyor muydu ki bizi bir de buraya getirdin? İşte! Önümüz deniz, ardımızda ise düşman... Bizim için ölümden başka yol yok."
İsrailoğullarının gözünde dünya kapkaranlık olmuştu. Gözleri yuvalarından fırladı. Ortalığa derin bir üzüntü yayıldı, sonra sesler dindi.
Herkes titreyip sarsıldı. Böyle korkunç bir manzaradan dağlar bile sarsılırdı...
Fakat Musa'nın Rabbine olan imanı sarsılmadı. Etrafındakiler, onun peygamberlik enerjisiyle yükselen sesini işittiler!
"Hayır Rabbim bizimledir ve bana kurtuluşu gösterecektir!"
Yüce Allah, Musa'ya (a.s.) asâsıyla denize vurmasını emretti. Vurunca deniz yarıldı ve sular iki tarafa dağ gibi yükseldi. On iki kabile için on iki yol açılıverdi. Her kabile için bir yol... Musa'nın (a.s.) kavmi güven içinde geçip, emniyet içinde ve kurtulmuş olarak karşı sahile çıktılar.[113]
Firavun İsrailoğullarının yürüyüp denizin karşı tarafına emniyet içinde ulaştıklarını görünce ordularına şöyle dedi:
"Denize bakın! Emrimle kaçanları yakalamak için nasıl ikiye ayrıldı!"
Firavun ordularıyla ilerledi, İsrailoğulları tekrar korktu.
"İşte düşman! İşte zalim! Karşıya geçip bizi yakalamak istiyor. Onu engelleyecek bir şeyimiz yok. Bize yetişip esir ederek zelil bir şekilde Mısır'a götürecek ya da bu çölde biz garipleri öldürecektir."
Musa, denizin tekrar eski durumuna dönmesini isteyerek asâ ile yere vurmak istedi fakat Yaratan ona şöyle vahyetti:
"Denizi olduğu gibi bırak, onlar boğulacak bir ordudur!"
Firavun ve ordusu denizin zemininde yürüyüp ortasına varınca (deniz) üzerlerine kapanıverdi. Konunun ciddiyetini görünce Firavun'un sarhoşluğu geçiverdi.
"Nihayet boğulmaya başlayınca şöyle dedi: ‘İman ettim ki gerçekten İsrailoğullarının iman ettiğinden başka ilah yoktur. Ben de teslim olmuşlardanım.'"
Fakat heyhat!
"O kimselerdir ki, kötü işler yaparlarken onlardan birine ölüm geldiğinde ‘Ben şimdi tevbe ettim.’ der. O kimseler için tevbe yoktur. (Onların tevbesi kabul edilmez.) "
"Rabbinin ayetlerinden bazıları geldiği gün iman etmemiş ve imanında bir hayır kazanmamış olan kimseye o gün imana gelmesinin bir faydası yoktur? "
Ona (Firavun'a) şöyle denildi:
"Şimdi mi (imana gelirsin)? (Oysa sen daha önce) başkaldıran olup bozgunluk yapanlardan olmuştun.”
Firavun denizde boğularak öldü! Binlerce çocuk öldüren, binlerce kişiyi kestirip boğazlatan zorba ölmüştü. Binlerce ve binlerce insanı asan azgın nihayet ölmüştü. Mısır Kralı (Firavun) tahtından da sarayından da uzakta ölmüştü! Sultanlığından uzak, tedavi edecek doktoru, bakacak dostu olmadığı ve kendisine ağlayacak bir tek göz bulunmadığı halde ölmüştü.
İsrailoğulları onun ölümüne inanamıyorlar ve "Firavun ölmez!" diyorlardı. “Birkaç gün üst üste onun bir şey yemeyip içmediğini gördük?" derlerdi. Nihayet deniz onun cesedini kıyıya attı, o zaman onun öldüğüne inandılar.
Allah Teâlâ Firavun'a şöyle buyurdu:
"Bugün cansız bedeninle seni arkadan gelenlere ibret olsun diye dışarı atacağız!"
Firavun'un cesedi bakanlara apaçık bir delil, düşünenlere ise ibret idi. Firavun'un ordusu da tamamen boğuldu ve onlardan hiçbiri kurtulamadı! Geride Mısır'ı bıraktılar ve koskoca memlekette gömülecek bir kabre bile sahip olamadılar.
"Çok şeyler bırakmışlardı. Bahçeler, pınarlar, çiftlikler, güzel konakları ve içinde yaşadıkları nimetler... İşte böyle (onların mülklerini) başka bir kavme miras bıraktık. Onlar için ne gök ağladı ne de yer... Ne de azap gününde onlara süre verildi...”[114]
İsrailoğulları esenlik ve güven içinde kıyıya vardılar. Artık serbest ve şerefli kimseler gibi nefes alıyorlardı.
Artık ne Firavun'un, ne Haman'ın ne de muhafızların korkusu vardı. Artık Yaratan'dan başka kimseden korkmayarak emin ve mutlu bir şekilde yollarına devam ediyorlardı. Fakat şehirli oldukları için çölde güneş onları rahatsız ediyordu.
Allah Teâlâ'nın konuğuydular! Hükümdarların misafirlerine nasıl ikram yaptıklarını bilmiyor musunuz? Onları güneşin sıcağından koruyacak çadırları nasıl kurarlar?
Mutlaka Yaratan'ın sundukları bütün diğer sunular da daha üstündür. Allah Teâlâ bulutlara onları gölgelendirmesi için emir verdi. Artık bulutların gölgesinde yürüyorlardı. Onlar nereye yürürlerse bulutlar da oraya yürüyor, onlar durunca bulutlar da duruyordu. İsrailoğulları susadılar. Çölde ne su vardı, ne bir nehir ne de bir kuyu... Musa'ya (a.s.) gittiler, çocukların gidip annelerinden istedikleri gibi susuzluktan şikayet ettiler.
Musa (a.s.) Rabbine dua etti! O'ndan başka kimi vardı ki? Yüce Allah buyurdu:
"Asânla taşa vur!"
O taştan on iki kaynak fışkırdı. Her soy, su alacağı kaynağı bildi.
Sonra çocuğun annesine varıp istemesi gibi İsrailoğulları da acıkıp Musa'ya (a.s.) açlıklarını şikayet ettiler.
Şöyle dediler:
"Meyve ve yiyeceklerin beldesi, iyilikler ve güzellikler memleketi olan Mısır'dan bizi çıkardın. Bu çölde bize kim yiyecek verecek?"
Musa (a.s.) Rabbine dua etti! Zaten başka kimi var ki? Hemen Yüce Allah onlara yiyecek indirdi. Onlara helva gibi bir şeyi ağaç yaprakları üzerine indirdi. Onlara kuşlar gönderdi ki kolaylıkla ağaçların üzerinden avlarlardı.
İşte bunlardan birisi "kudret helvası," biri de "bıldırcın kuşu" idi. İşte bunlar, Yüce Allah'ın İsrailoğullarına çöldeki ziyafetiydi.[115]
Lakin uzun zaman köle kalmak İsrailoğullarının zevk ve ahlaklarını bozmuştu. Bir şey hususunda karar veremiyorlar ve sakin olamıyorlardı. Karakterleri çocuklarınki gibiydi. Çok yakınıyor, az şükrediyorlardı. Çabuk bıkıyorlar, men edildikleri şeyleri seviyorlar, kendilerine verilenlerden ise hoşlanmıyorlardı. Uzun zaman geçmeden Musa'ya (a.s.) şöyle dediler:
"Bu tek yemekten usandık. Bu et ve helvadan bıktık. Baklaları ve sebzeleri özledik... Ey Musa! Bu tek çeşit yemeğe katlanamayacağız. Bizim için Rabbine dua et de yeryüzünün yetiştirdiği şeylerden, sebzelerinden, kabağından, sarımsağından, mercimeğinden, soğanından çıkarıversin!"
Musa (a.s.) onların bu tuhaf isteklerine şaşırdı ve hem kınayan, itiraz eden hem de onları azarlayan bir sesle şöyle dedi:
"Hayırlı olanı aşağı olana değişmek mi istiyorsunuz? İnsan eli değmemiş kuşlar ve helva yerine bakla ve sebzeleri mi istiyorsunuz? Padişahların yemeği yerine köylülerin yemeğini mi istiyorsunuz? Ne kötü bir zevk! Ne adi bir seçiş!"
Fakat İsrailoğulları isteklerini bırakmayıp sebze ve baklaları istemekten vazgeçmediler.
Musa (a.s.) şöyle dedi:
"İstedikleriniz, köylerde ve şehirlerde bulunur. Şehre inin orada sizin istedikleriniz bulunur."[116]
İsrailoğullarının karakteri çocuklarınki gibiydi. Hem de inatçı çocuklarınki gibi... Ne emredilirse karşı çıkarlar, tersini yaparlar ve onunla alay ederlerdi. Söylenenin tersini yapmayı kendilerine borç bilirlerdi, inatçı çocuk gibi. Ona kalk denilse oturur, otur denilse kalkar. Ona sus denilse konuşur, konuş denilse susar. Onlarda kötü çocukların inatçılığı, huysuz kimselerin düşmanla eğlenmesi (gibi huyları) ve delilerin uçarılığı vardı. Bütün arzuları bir şehirde oturmak, sebze ve bakla yemeklerinden yemekti. Fakat onlara;
"Şu şehirde yerleşin ve onun ürünlerinden dilediğinizi yiyin, günahlarımızı bağışla diye dua edin. O kapıdan secde ederek girin ki sizin suçlarınızı bağışlasın! İyilik edenlere daha fazlasını vereceğiz." denilince bu ilâhi emre kızarak şehre istemeye istemeye, geri geri giderek girdiler. “İçlerinden zulmedenler sözü değiştirip kendilerine söylenenden başka bir biçime koyuldular."
Bunun üzerine Yaratan onlara bela olarak veba hastalığını gönderdi ve bu hastalıktan fareler gibi öldüler. Kendilerine bir şey emredildiğinde fazla soru sorar, fazla incelerlerdi. Tıpkı fazla çalışmak istemeyen kişinin sorup incelediği gibi... İsrailoğullarında bir öldürme olayı meydana geldi. Onlar bu konuya çok önem verdiler. Katili bulamadılar. Katilin kim olduğu sorusu halkın günlük uğraşı olmuştu. Musa'ya (a.s.) gelerek şöyle dediler:
"Ey Allah'ın peygamberi! Bu meselede bize yardımcı ol. Allah'a dua et de bize katili bildirsin."[117]
Musa (a.s.) Rabbine dua etti. Musa'ya (a.s.) onlara bir inek kesmelerini emretmesi vahyedildi. İşte o zaman kıyamet koptu, İsrailoğulları hem sormaya hem de alay etmeye başladılar. Musa (a.s.), kavmine "Allah size bir inek kesmenizi emrediyor" dediğinde;
"Bizimle alay mı ediyorsun?" demişlerdi.
Musa (a.s.):
"Ben cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım!" demişti. İşte o zaman sorular sormaya başladılar:
"Bizim için Rabbine dua et de bize kesilecek ineğin özelliğini açıklasın."
Musa (a.s.):
"Allah buyuruyor ki o ne çok yaşlı ne de pek genç; ikisi arasında dinç bir sığırdır. Artık emredileni yapın!" dedi.
Bu soruyla da kalmadılar. Bu defa rengini sormaya başladılar:
"Rabbine bizim için dua et de bizim için onun rengini açıklasın."
Musa (a.s.):
"Allah buyurur ki: O sığır bakanlara ferahlık verecek altın sarısı gibi bir sığırdır."
Sorular bitmiyor, birbirine eklenip geliyordu:
"Bizim için Rabbine dua et de onun özelliğini açıklasın! Çünkü bizce sığırlar birbirine benziyor. Allah Teâlâ dilerse biz doğru yolu bulanlardan oluyoruz." dediler.
Musa (a.s.) onlara:
"Allah şöyle buyurur: Bir sığırdır ki ne çifte koşulur tarla sürer ne de ekin sular. Ayıpsız, başıboş gezen bir hayvandır, alaca değildir." dedi.
Bu defa "Allah dilerse biz doğru yolu bulanlardan oluruz." dedikleri için kazanmışlardı. Doğrusunu bulmuşlardı. Fakat soruları kendi durumlarını sıkıştırmıştı. Önce herhangi bir sığırı kesselerdi yeterliydi.
Fakat onlar zorlaştırdıkça Yaratan da onları zorlaştırmıştı. Dinç, bakanlara esenlik verici, altın sarısı, çifte koşulmaz, ekin sulamaz, ayıpsız, başıboş gezen ve derisinde alacalı olmayan ineği aramaya başladılar.
Bu tuhaf hayvan kolay bulunamazdı. Ne yaşlı ne de gençti, fakat rengi altın sarısı değildi. Veya dinç, altın sarısı rengindedir, fakat bakanlara ferahlık vermez... Dinçtir, altın sarısı rengindedir, bakanlara ferahlık verir fakat çift yapar ve tarla sürer. Ya da dinçtir, altın sarısı rengindedir, bakanlara ferahlık verir, çift sürmez fakat ekin sular... Aradılar, aradılar ve (bu derece ince) araştırmanın ne demek olduğunu anladılar. Özelliği neydi? Hangi renkteydi? Şekli nasıldı? Böylece yoruldular...
Nihayet Yüce Allah yetim bir çocuğa hayır diledi. Onlar, Allah Teâlâ'nın özelliklerini açıkladığı bu ineği onun yanında buldular ve onu çok yüksek bir fiyatla satın aldılar. “O ineği boğazladılar, az daha bunu yapmayacaklardı."
"Allah Teâlâ katilin ismini haber vermesi için ineğin bir parçasıyla ölüye vurulmasını emretti."
Böyle yaptılar ve katil bulundu.[118]
İsrailoğulları hayvanlar gibi yaşamaktan insanca yaşamaya geçtiler. Çölde, rahat ve şerefli bir hayat sürmeye başladılar. Böylece aralarında hükmedip yollarını nurlandıracak ilâhî bir şeriata gereksinim duydular.
İnsan ancak ilâhî kanunları uygulamakla ve Rabbinden gelen bir nurla insanca yaşamaya kavuşabilir. Rabbinden kendisine gelen bir nur olmadan bütün âlem karanlık içinde karanlıktır. Bu nur, insanların doğru yolu bulmalarına sebep olan peygamberlerin nurudur. Bu nurla doğru yolu bulamayan kimse sapıklık içindedir. Gece görmeyen bir kişinin yürüdüğü gibi yürür. Bu nurun dışındaki inançlar çocukları bile güldüren kuruntu ve saçmalıklardan ibarettir.
Allah Teâlâ'ya ortak koşanların, kâfirlerin, Yahudi ve Hıristiyanların inançlarını işitmediniz mi? Onların hepsi uydurulmuş şeylerden ve masallardan başka bir şey değildir.
Bunların bilgileri bilgisizlik, tahminleri ise şüphedir. “Onlar ancak zanna uyarlar. Zan ise gerçekten hiçbir şey ifade etmez?" (Onlara göre) ahlak ya aşırı gitme ya da birçok şeyleri aşırı kısıtlama ve israftan ibarettir. “Peygamberlere uymayanları görmüyor musunuz? Onlar nasıl hakları çiğnemekte, sınırı aşmakta ve kendi (kötü) isteklerine uymaktadırlar. Onlara göre yönetim zulüm, zorbalık ve halkın mallarını ve haklarını çiğneme ve kanlarını akıtmak demektir. Allah Teâlâ'dan korkmayan ve koyduğu hükümlere uymayan yöneticileri görmüyor musunuz? Emanete nasıl hıyanet etmekte ve Yaratan’ın mülküyle nasıl oynamaktadırlar? Halkın tüm haklarını çiğneyip kanlarıyla nasıl oynamaktadırlar?”
Halkı nasıl köleleştirdiklerini, nasıl erkekleri kesip kadınları sağ bıraktıklarını görmediniz mi? Birinci ve ikinci dünya savaşında kaç kişi öldürüldü? Milyonlarca kişi ölüp gitmedi mi? Rablerinden gelen bir nur ile nurlanandan başkası dışında tüm âlem karanlık içinde karanlıktır.
"Bunlar birbiri üzerine yığılı karanlıklardır ki kendi elini çıkarsa onu göremez. Allah Teâlâ'nın kendisi için nur ihsan etmediği kişiye hiçbir aydınlık yoktur?"
Peygamber, insanlara Yaratan'a nasıl ibadet edileceğini öğretir. Bunun gibi (insanlar) ondan birbirleriyle nasıl ilişkiler kurabileceklerini öğrenirler.
Peygamber insanlara din kuralları yanında hayat kurallarını da öğretir. Yeme, içme, uyuma, oturma ve her şeyin kurallarını öğretir. Şefkatli bir babanın sevgili yavrularına öğrettiği gibi (insanlara bütün) kuralları öğretir.
İnsanlar küçük çocuklar gibidirler. Terbiyede küçüklerin büyüklere muhtaç olmasından daha fazla olarak, peygamberin terbiyesine muhtaçtırlar. Peygamberlerin bu terbiyesini almamış ve davranış kurallarını öğrenmemiş olan kimseler çöl ağaçlarına benzerler. Kendi kendine bitmiş ve büyümüştür. Onda eğrilik, diken ve bozukluk görürsünüz...[119]
Allah Teâlâ, O'ndan gelen kitaplara ve doğru yola sahip olmayan ümmetlerin yok olup gitmesi gibi, İsrailoğullarının da kaybolmasını istemedi. Sapıtmış ümmetlerin şaşkınlık içinde yaşadıkları gibi yaşamalarını istemedi. Allah Teâlâ Musa'ya temizlenmesini ve otuz gün oruç tutup Tûr-i Sina'ya (Sina Dağı’na) gelmesini emretti. O, orada Rabbiyle konuşacak ve onlara rehber olacak kitabı alıp getirecekti.
Musa kavminden yetmiş kişi seçmek istedi. Bunlar (gelecek kitabın Yaratan tarafından gönderildiğine) şahitlik edeceklerdi. Çünkü İsrailoğulları inkârcı bir kavimdi.
Hiçbir toplum öndersiz olmadığı için Musa (a.s.) da kardeşi Harun'a (a.s.) şöyle dedi: "Kavmimin içinde bana halife ol (bana vekillik et)! Islah et, bozguncuların yolundan gitme."
Musa Rabbi tarafından kararlaştırılan yere gitti. Fakat Rabbine olan isteğinden acele edip Tur Dağı’na vardı.
Allah Teâlâ şöyle buyurdu:
"Kavminden seni aceleyle (öne geçiren sebep) ne ey Musa?"
Musa (a.s.) cevap verdi:
"Onlar beni izliyorlar. Ey Rabbim, hoşnut olasın diye acele ettim."
Allah Teâlâ, Musa'ya kararlaştırılan (günleri) kırk geceye tamamlamasını buyurdu. Bundan sonra Musa Tur-i Sina'ya vardı. Rabbi onunla konuşup dua etti ve (huzuruna) yaklaştırdı. Bu, Musa'nın (a.s.) şevkini daha da artırdı ve şöyle dedi:
"Rabbim, kendini bana göster, sana bakayım!"
Allah Teâlâ, Musa'nın (a.s.) buna güç yetiremeyeceğini biliyordu. Çünkü Yüce Allah;
"Onu hiçbir göz idrak edemez fakat o bütün gözleri idrak eder. O Latiftir (bütün incelikleri bilir), Habir'dir (her şeyden haberdardır).”
âyetinin anlattığı gibiydi. Dağlar O'nun sözünü taşımaya güç yetiremezdi. Nurunu nasıl taşıyacaktı? "Eğer bu Kur’an'ı dağa indirseydik, onu Allah korkusundan baş eğmiş, parçalanmış görürdün!"
Allah Teâlâ Musa'ya (a.s.):
"Beni (dünyada) hiçbir zaman göremezsin. Fakat şu dağa bak, eğer o yerinde durursa, sen de beni görürsün!" buyurdu! Nihayet Rabbi dağa tecelli edince, onu yerle bir etti. Musa da bayılıp yere düştü. Sonra ayılınca şöyle dedi: "Ey Allah'ım sana tevbe ederim ve ben müminlerin ilkiyim."
Yüce Allah:
"Ey Musa! Seni peygamber kılmamla ve (seninle vasıtasız) konuşmamla seni insanlar üzerine seçtim. Şimdi verilen (emir ve yasak)ları al ve şükredenlerden ol!" buyurdu. Musa Tevrat levhalarını aldı. Orada İsrailoğullarının öğüt bakımından muhtaç oldukları her şey için genişçe açıklama vardı. Allah Teâlâ onu sıkıca tutmasını (ve benimsemesini) ve kavmine onu bir ihsan olarak almalarını emretmesini buyurdu. Musa kavminden (seçtiği) yetmiş kişinin yanına varınca onlara Yaratan'ın kendilerine sunduğu nimetleri anlattı. Onlar utanmadan hatta cüretle şöyle dediler:
"Biz Allah'ı açıkça görmedikçe sana iman etmeyiz!"
Allah Teâlâ, bu utanmazlık ve cürete gazaplandı. Onlar bakıp duruyorlarken bir yıldırım onları yakalayıverdi. Gördüler ki Yüce Allah'ın yarattığı bu yıldırıma bakmaya güçleri yetmiyor. Allah Teâlâ'nın nuruna nasıl dayanacaklardı? Musa Rabbine dua ederek şöyle dedi:
"Ey Rabbim! Eğer dileseydin bunları ve beni daha önce helak ederdin, içimizdeki akılsızların yaptıkları sebebiyle bizi helak mı edeceksin?" Allah Teâlâ onun duasını kabul ederek ölümlerinden sonra onları diriltti. Umulur ki şükrederler.[120]
İsrailoğulları uzun zaman Mısır'da müşriklerle beraber yaşamışlardı. Kiptiler Mısır'da pek çok şeye tapıyorlar ve İsrailoğulları da bunları gözleriyle görüyorlardı.
Şirkin iğrentisi onlarda zamanla kaybolmuş, eski bir eve suyun sızması gibi onların kalplerine de şirkin sevgisi sızmıştı. Suyun alçaklara akışı gibi. Fırsat bulur bulmaz onların kalpleri de şirke akıverirdi.
Kalpleri dönmüş, zevkleri körelmişti. Hak yolu görseler yol olarak kabul etmezler, sapıklığı görseler onu yol edinirlerdi. Denizi geçtikten sonra putlara tapan bir kavme uğradılar. Bunun üzerine şöyle dediler:
"Ey Musa onların tanrıları gibi bize de bir tanrı yap!"
Musa (a.s.) kızıp şöyle dedi:
"Siz cahillik eden bir kavimsiniz. Şaşırtıcı! Bu ne zulüm! Allah size nimet vermiş, sizi üstün kılmıştır. Âlemlerden kimseye vermediğini size vermiştir. Size Allah'tan başka ilah mı edineceğim? Oysa O sizi âlemler üzerine üstün kılmıştır.
Musa Tur'a gitti ve birkaç gün onlardan uzak kaldı. Hemen şeytana avlanıp şirkin kurbanı oldular.
Onlardan Samiri adında biri kalkıp;
"Onlara cesetlenmiş bir buzağı çıkardı ki böğürüyor." dedi. (Samiri ve ona uyanlar) şöyle dediler:
"Sizin de Musa'nın da ilahı budur. Fakat O bunu unuttu (ve bunu bulmak için Tur'a gitti)."
İsrailoğulları bu buzağı fitnesine kapılıp körler ve sağırlar gibi ona taptılar.
"Görmüyorlar mıydı ki (o buzağı) kendilerine hiçbir sözle karşılık vermiyor ve onlara fayda da zarar da veremiyor? Onun kendileriyle konuşamayacağını, onlara bir yol da gösteremeyeceğini görmüyorlar mıydı?" Harun onları bundan vazgeçirmeye çalıştı ve şöyle dedi:
"Ey kavmim! Siz onunla (buzağıya tapmakla) imtihan edildiniz. Sizin Rabbiniz Rahmandır (çok bağışlayıcıdır). Bana uyunuz ve emrime itaat ediniz."
Fakat İsrailoğulları Samiri'nin sihrine kapılmışlardı ve buzağının sevgisi kalplerine işlemişti. Şöyle dediler:
"Musa bize dönüp gelene kadar buzağıya tapmaktan vazgeçmeyeceğiz."[121]
Allah Teâlâ Musa'ya Samiri'nin İsrailoğullarını saptırdığını haber verince Musa (a.s.) öfke ve üzüntüyle kavmine döndü. Yüce Allah için kavmine ve kardeşi Harun'a (a.s.) kızmıştı.
"Ey Harun!" dedi. “Seni ne engelledi ki onların sapıttığını gördüğünde bana uymadın, neden karşı geldin?"
Harun özür dileyerek şöyle dedi:
"Ben senin İsrailoğulları arasında ayrılık çıkarıp sözüme bakmadın diyeceğinden korktum! Gerçekten kavmim beni zayıf gördüler. Az kaldı beni öldüreceklerdi."
Bunun üzerine Musa;
"Ey Rabbim!" dedi. “Beni ve kardeşimi bağışla. Bizi rahmetinin içine al. Sen merhamet edenlerin en merhametlisisin.”
Sonra Musa (a.s.) Samiri'ye dönüp şöyle dedi:
"Ey Samiri neden böyle yaptın?" Samiri suçunu itiraf ederek şöyle dedi:
"Böylece bunu nefsim bana hoş gösterdi."
Musa (a.s.):
"Haydi çekil git!" dedi. “Senin için hayat boyunca benimle ilişki yok, diye söylemen var."
Musa (a.s.) onu tek başına yaşamakla cezalandırmıştı. O, tek başına yürür, vahşi hayvanlar gibi yalnız yaşardı. Kimseye yaklaşmaz, kimseyi de kendine yaklaştırmazdı. Bundan daha büyük ceza olabilir mi?
Gerçekten insanlardan binlercesini şirkle kirleten birini insanların böyle terk etmesi gerekir. Yüce Allah ile kullarının arasını açan kimseye; insanlarla ilişkisinin kesilmesi cezasını vermek en uygun harekettir. Allah Teâlâ'nın (mülkü olan) yeryüzünde (insanları) şirke çağıran günahkâra yeryüzünün zindan olması gereklidir. Sonra Musa (a.s.) lanetli buzağıya baktı ve onun yakılmasını emretti. Buzağı yakıldı ve tozu da denize serpildi. Böylece İsrailoğulları taptıkları buzağının sonucunu, onun zayıf olduğunu ve hiçbir şeye gücü yetmediğini görmüş oldular... Sonra Musa (a.s.) İsrailoğullarına bakarak şöyle dedi:
"Ey kavmim! Buzağıya tapmakla kendinize zulmettiniz! Hemen Rabbinize tövbe edin ve nefislerinizi öldürün. İşte bu Rabbinizin katında sizin için hayırlıdır!" Böyle yaptılar. Buzağıya tapmayanlar, tapanları öldürdüler. Böylece Yaratan da tövbelerini kabul etti. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"Muhakkak ki buzağıyı tanrı edinenlere Rablerinden gazap ve dünya hayatında da bir horluk erişecektir. İşte biz, Allah'ı inkâr edenleri böyle cezalandırırız. Kıyamet gününe kadar buzağılara (yahut heykel ve resimlere, sahte ilahlara) tapanların ve Allah'a şirk koşanların cezası böyledir."[122]
İsrailoğulları Mısır'da köleliğe ve zillete alışmışlardı. Çocuklar bu şekilde büyümüş, gençler bu şekilde yaşamışlardı. Damarlarındaki kan soğumuştu. Ne ağırbaşlılıkları, ne başkalarına tebliğ hevesleri ne de cihat istekleri kalmıştı. Günlerini gurbette geçiliyorlardı. Artık ne vatanları vardı ne de hükmetme istekleri.
Allah Teâlâ'nın vahyi ile Musa (a.s.) İsrailoğullarının Kutsal Topraklara girip orada egemen olarak serbestçe yaşamalarını istedi. Fakat Musa (a.s.) İsrailoğullarının zayıf ve korkak huylu kimseler olduklarını da biliyordu. Onları teşvik edip (cihadın) onlara kolay olduğunu bildirmek istedi! Çünkü Kutsal Topraklar o zaman güçlü, kuvvetli ve zorba bir kavmin yağması altındaydı. İsrailoğulları o zorba kavim oradan çıkmadan Kutsal Topraklara girmiyorlardı. (Musa (a.s.)) onlara Allah Teâlâ'ya kendi üzerlerindeki nimetlerini ve âlemler üzerine onları üstün kılışını anlattı. Böylelikle onları O'nun yolunda cihada teşvik edecek ve onlara bu zilletli hayatın çirkinliğini gösterecekti.
Musa (a.s.) kavmine şöyle demişti:
"Ey kavmim! Yüce Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Zira içinizden size peygamber gönderdi ve sizden hükümdarlar yaptı. Âlemlerden hiçbirine vermediğini sizlere verdi."
Sonra onlara şöyle dedi:
"Kutsal Topraklar önünüzdedir. Size düşen görev gayret edip oraları düşmanlarınızdan almanızdır. Eğer Yüce Allah birine bir şey takdir etmişse onu almak ona kolay gelir. Çünkü O'nun takdirinin önüne geçecek yoktur. Ey kavmim! Yüce Allah'ın sizin için takdir ettiği Kutsal Topraklara girin!"
Korkaklıkları kendilerini vazgeçirmesin diye şöyle dedi:
"Düşmanlardan kaçıp arkanızı dönmeyin ki, hüsrana düşer zarara uğrarsınız..."
Musa'nın (a.s.) korktuğu durum olmuştu... Musa'nın (a.s.) bütün söylediklerine cevapları şu oldu:
"Ey Musa! Orada güçlü bir kavim var. Onlar oradan çıkmadıkça asla biz oraya girmeyiz!" Hatta sıkılmadan, sükûnet içinde şunları eklediler:
"Eğer onlar oradan çıkarsa biz o zaman gireriz!" dediler. Yüce Allah'ın kendilerini nimetlendirdiği ve O'ndan korkan iki adam şöyle dediler:
"Onların kapısından girin! Eğer oradan girerseniz (savaşmasanız da) muhakkak siz galip geleceksiniz. Eğer müminseniz Allah'a tevekkül edin."
Fakat bu da onlara etki etmedi ve Musa'ya (a.s.) şöyle dediler:
"Muhakkak girmek gerekiyorsa mucizeyle sen gir! Oraya girdiğini işittiğimiz zaman gelir, esenlik ve emniyet içinde biz de gireriz. Ey Musa!" dediler. “Onlar orada olduğu sürece asla oraya girmeyeceğiz. Artık sen ve Rabbin gidin savaşın! Mutlaka biz burada oturucularız."
Durum bu şekilde gelişince Musa (a.s.) öfkelenip onlara üzüldü.
"Ey Rabbim." dedi. “Ben, kendimden ve kardeşimden başkasına sahip değilim. Bizimle günahkâr kavmin arasını ayır."
Allah Teâlâ:
"Artık onlara orası kırk yıl haram edilmiştir!" buyurdu. “Artık oldukları yerde şaşkın bir şekilde dolaşacaklardır. Fasık kavim için de üzülme. Bu süre içinde Mısır'da kölelik ve zillet içinde yaşamış olan nesil ölecek, yine bu süre içinde çölde zorluk ve şiddete alışmış bir nesil yetişecek ve geleceğin ümmeti olacaktı.”[123]
Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.) şöyle buyurdu: "İsrailoğullarını Allah'a çağıran Musa'ya soruldu: ‘En bilgili kişi kimdir?'
‘En bilgin benim.'
Allah Teâlâ'nın öğretmesi sebebiyle âlim olduğunu belirtmediği için Yüce Allah tarafından kınandı ve Yaratan ona vahyederek;
'Kullarımdan bir kul iki denizin birleştiği yerdedir. O senden daha âlimdir!' buyurdu.
Musa:
'Rabbim! Onu nasıl bulacağım?' diye sordu.
O'na denildi ki:
'Heybenin (torbanın) içinde bir balık taşı. Onu nerede kaybedersen o (kulum) oradadır.
Böylece genç arkadaşı (Yuşa bin Nun) ile çıkıp, yola koyuldular. Beraberlerinde torbada bir balık taşıyorlardı. Bir kayanın yanına (vardıklarında yorulup) başlarını (yere) koydular ve uykuya daldılar. O anda balık canlanıp sepetten alındı ve denize atlayıp gitti. Musa ve gencin durumu karmaşıklaşmıştı. Musa ve genç, gece ve gündüz yürüme ye devam ettiler. Sabah olunca Musa arkadaşına:
'Kuşluk yemeğimizi getir. Gerçekten biz bu yolculukta epeyce yorgun düştük.' dedi.
Musa emredilen yeri geçtikten sonra yorgunluk duymuştu.
Genç ona şöyle dedi:
'Gördün mü kayaya vardığımızda ben balığı unuttum.'
Musa:
'İşte aradığımız buydu.' dedi.
Geldikleri yoldan geriye döndüler. Kayaya vardıklarında elbisesine bürünmüş bir kişi gördüler (ki o Hızır'dı.). Musa ona selam verdi.
Hızır ona şöyle dedi:
'Senin memleketinde selam nerede vardır? (Yani senin memleketinde emniyet ve huzur yoktur!)'
Musa:
'Ben Musa'yım!' dedi.
'İsrailoğullarındaki Musa mı?'
'Evet.' dedi ve devam etti:
'Sana öğretilen ilimden bana öğretmek şartıyla sana uyayım mı?'
Hızır şöyle dedi:
'Doğrusu sen benim yanımda sabredemezsin! Ey Musa! Doğrusu ben Allah'ın bana öğrettiği, senin bilmediğin bir ilme sahibim. Sen de Allah'ın sana öğrettiği ve benim bilmediğim bir ilme sahipsin!'
Musa şöyle dedi:
'İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın ve senin işlerine karşı çıkmayacağım.'
Böylece deniz kıyısında yürümeye başladılar. Gemileri yoktu. Yanlarına bir gemi uğradığında binmek için konuşup anlaştılar. Gemiciler Hızır'ı tanıyıp ikisini de ücretsiz olarak taşıdılar. Bir kuş gelip geminin kenarına kondu. Bir ya da iki kere denize gaga vurdu. Bunun üzerine Hızır şöyle dedi:
'Ey Musa! Senin ve benim ilmim Allah'ın ilminin yanında ancak şu kuşun denize vurduğu gaga (ve aldığı su) kadardır.'
Sonra Hızır geminin tahtalarından birine asılarak onu söktü. Musa şöyle dedi:
'Bunlar bizi ücretsiz olarak gemiye aldılar. Buna karşılık sen boğulmaları için gemilerini deldin!'
Hızır:
'Sen benimle asla sabredemezsin demedim mi?' deyince Musa:
'Beni unutmamdan dolayı kınama ve bu işimden dolayı bana güçlük çıkarma.' dedi.
Musa birinci defa unutmuştu. Yollarına devam ettiler. Arkadaşlarıyla oynayan bir çocuğun yanına geldiler. Hızır, eliyle çocuğun başından tutup çekti ve başını kopardı. Musa hemen; ‘Bir suçu olmadan bir kişiyi öldürdün ha!' dedi.
Hızır ise; ‘Doğrusu sen benimle sabredemezsin demedim mi?' dedi.
Devam ettiler. Sonunda bir belde halkına geldiler. Onlardan yemek istediler. Fakat onlar, onları misafir etmekten kaçındılar. (İkisi) Orada yıkılmak üzere olan bir duvara rastladılar. Hızır hemen kalkıp onu eliyle doğrultuverdi. Musa şöyle dedi:
'(Bu işine karşılık) isteseydin onlardan ücret alırdın!' Hızır ise şöyle dedi:
'İşte burada birbirimizden ayrılmamız gerekiyor!'"
Peygamberimiz şöyle buyurdu:
"Allah Musa'ya rahmet etsin, isterdik ki işleri bize anlatıncaya kadar sabretsin!"[124]
"Sonra Hızır Musa'ya haber vermeye başladı! Şöyle dedi:
'Öncelikle gemi, denizde çalışan yoksullarındı. Gemiyi kusurlu yapmak istedim. Çünkü ötelerinde her sağlam gemiyi zorla alan bir hükümdar vardı. Oğlana gelince, onun anne ve babası mümin kişilerdi. Oğlanın azgınlık ve küfürle onları zorlamasından korktuk. Rableri onun yerine onlara itaatkâr, daha hayırlısını ve merhametçe daha yakınını versin istedik.
Duvara gelince, o, şehirde iki yetim çocuğundu. Onun altında onlar için bir define vardı. Babaları doğru yoldaydı. Rableri onların olgunluk çağına erişmelerini ve definelerini oradan çıkarmalarını diledi. Bu Rabbinden bir rahmetti! İşlediklerimi kendim yapmadım (Allah'ın emriyle yaptım), işte senin sabredemediğin (şeylerin) açıklaması budur.’ Böylece Musa, bir kişinin Allah'ın ilmini kapsamaya güç yetiremeyeceğini anladı. O'nun bir kısım ilmi bazı kimselerde, başka bir kısmı da bazı kimselerdeydi.
Her âlimden üstün başka bir âlim vardır...”[125]
İşlediklerinin karşılığı ve Yüce Allah'ın cezası olarak İsrailoğulları yeryüzünde şaşkın bir şekilde dolaşırlarken Musa (a.s.) vefat etti. Allah Teâlâ onlara zillet ve miskinlik (damgasını) vurdu. Yüce Allah'ın gazabına uğradılar.
Doğrusu onlar Yaratan'ı gazaplandırmışlardı. Oysa onlardan peygamberler, hükümdarlar çıkarılmış, kendi zamanlarında âlemlerden hiç kimseye verilmeyen(nimet)ler onlara ihsan edilmişti. Kendilerine azabın her çeşidini tattıran, kız çocukları bırakıp erkekleri doğrayan Firavun'dan onları kurtarmıştı. Onlar için denizi yarmış, gözleri önünde Firavun ordusunu orada boğmuştu.
Onları bulutlarla gölgelendirmiş, onlar üzerine bıldırcın kuşu ve kudret helvası indirmişti. Yerden onlara pınarlar fışkırtmış, onlara yeme ve içme olanakları sağlamıştı. Bütün bunların karşılığı olarak onlar Yaratan'ın ayetlerini inkâr etmişler O'na baş kaldırıp haddi aşmışlardı. Kendilerine anne ve babalarından daha şefkatli olan peygamberleri, Yüce Allah'ın şefkatli kulu Musa'yı (a.s.) kızdırmışlardı. O (Musa (a.s.) ki) onlar için çocuğunu sütten kesip yetim büyüten şefkatli anneden daha şefkatliydi. O Musa (a.s.) ki onlar kendisine hakaret ettikçe o, onlara dua eder, onlar kendisine güldükçe, o onlar için ağlar, onlar ona zorluk verdikçe o onlara acırdı.
O Musa (a.s.) ki onları Yaratan'ın izniyle Firavun'un esaretinden kurtarmış, Mısır zindanından çıkarmış, serbest, şerefli bir hayata, zavallı köle hayatından hür dolu bir hayata kavuşturmuştu. Fakat onlar onu kızdırmışlar, ona zorluk çıkarmışlar, inat edip onunla alay etmişlerdi. Onu içlerinde sıradan bir kişi gibi görmüşlerdi. Oysa o Yüce Allah katında şerefli bir mertebedeydi.
Onlar bu cezayı hak etmemişler miydi? Bu utançlı hayatı, zilleti, miskinliği şaşkınca çölde dolaşmayı ve ebediyyen kurtuluşa ermemeyi hak etmemişler miydi? Evet... Gerçekten onlar yaptıklarıyla bütün bunları hatta daha fazlasını hak etmişlerdi.
"Allah onlara zulmetmedi Fakat onlar kendi kendilerine zulmetmişlerdi!"[126]
Peygamber kıssalarından sizlere anlattıklarımız bizim uydurup anlattığımız şeyler değildir. Onların hepsi Yaratan'ın Kur’an-ı Kerim'de anlattığı kıssa ve öykülerdir. Kur’an-ı Kerim'de bu kıssalardan başka kıssalar da vardır.[127]
Kur’an-ı Kerim'de Medyen'e ve Eyke halkına Yaratan tarafından peygamber olarak gönderilen Şuayb'ın (a.s.) kıssası vardır. Eykeliler ticaretle uğraşan bir topluluktu. Kızıldeniz sahilinde Yemen ve Şam, Irak ve Mısır gibi büyük bir ticaret yolu üzerindeydiler.
Her asırdaki peygamber ümmetlerinde olduğu gibi, onlar da Yaratan'dan başkasına taparak ona şirk koşuyorlardı. Hatta bununla da kalmayıp daha ileri giderek ölçüyü ve teraziyi eksik tartıyorlardı. Bir şey sattıkları zaman da haddinden daha fazlasını alıyorlardı. Bundan başka, yoldan geçen kafilelerin önlerine geçip tehdit ediyorlar, onları korkutuyorlar ve yeryüzünde bozgunculuk yapıyorlardı.
İşte bu, bir gün hesaba çekilmeyeceğini zanneden ve gelecek azaptan korkmayan kuvvetli, zengin kimselerin durumuydu. Bunun üzerine Yüce Allah onlara, kendilerini Hakka çağırmak ve gelecek azapla korkutmak için Şuayb'ı peygamber olarak gönderdi.
Şuayb onlara şöyle diyordu:
"Ey kavmim. Allah'a kulluk edin. Sizin O'ndan başka hiçbir ilahınız yoktur. Ölçüyü ve tartıyı eksik yapmayın. Doğrusu ben sizi bolluk içinde görüyorum. Bununla beraber hileye devam ederseniz, sizi kuşatacak olan bir günün azabından korkuyorum.
Ey milletim! Ölçü ve tartıda adaleti yerine getirin. İnsanlara mallarını eksik vermeyin ve yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın."[128]
Şuayb (a.s.) onlara sözü açık açık anlatıyor, nefıslerindeki mal ve malı arttırma ihtirasıyla oluşan düğümleri bir bir çözüyor ve şöyle diyordu:
"Ölçü ve tartıyı tam yaptıktan sonra size kalan kâr, zulüm ve hıyanetle insanların mallarını almanızdan daha hayırlıdır. Malları biriktirip yığan kişilere ve kendinize baktığınızda görürsünüz ki, bu mallar sahtekârlık, aldatma ve hıyanetle elde edilmişlerdir. Halbuki böyle bir mal ya telef olur ya ziyan olur ya da bozguna veya belaya uğrar. Yahut çalınır, gasp olunur, Allah'ın razı olmadığı yerlerde harcanır veya Allah o mala onu telef edecek birini musallat eder. Bu ise boş bir oyalanıştır. Faydası olan az şey, faydası olmayan çok şeyden hayırlıdır."
"De ki: Murdarla temiz bir olmaz. Murdarın çokluğu hoşuna gitse de."
Benim öğüdüm sizin için dosdoğru bir öğüttür. Allah Teâlâ tek başına sizleri gözetendir. O ilminden ve basiretinden tatlılıkla ve hikmetle şöyle buyuruyor:
"Eğer inanıyorsanız, Allah’ın helâl olarak bıraktığı kâr, sizin için daha hayırlıdır. Ben de sizin üzerinizde bir gözetleyici değilim.”[129]
"Ey kavmim Allah'a kulluk edin. Ondan başka hiçbir ilâhınız yoktur. İşte Rabbinizden size bir delil geldi. Artık ölçeği ve teraziyi tam yapın, insanların mallarına haksızlık etmeyin, düzeltilmesinden sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın, inanıyorsanız bilin ki bunlar sizin için daha hayırlıdır. Yüce Allah'a inananları yolundan çevirip o yolun eğriliğini dileyerek tehdit edip, her yolda pusu kurup oturmayın. Azken Allah'ın sizi çoğalttığını hatırlayın, bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir bakın."[130]
Kavmin akıllıları bu çağrının yorumunu ve onun sebeplerini inceledikten sonra, bu sırrı anlamışlar veya bir bilmece çözmüşler gibi böbürlenip, büyüklenerek şöyle dediler:
"Ey Şuayb! Babalarımızın taptıkları şeyleri terk etmemizi, yahut mallarımızı istediğimiz gibi kullanmaktan vazgeçmemizi, sana namazın mı emrediyor? Doğrusu sen aklı başında, yumuşak huylu birisin." Bu şekilde alay etmeye başladılar.[131]
Şuayb (a.s.) onlara kötü söz söylemedi ve kızmadı, oldukça yumuşak davrandı. Kendisine yüklenen bu davet ve öğüdün; bozuk ahlaklarına ve haksız hareketlerine uzun bir suskunluktan doğan tepkinin sonucu olmadığını, ancak Yaratan'ın peygamberlik verip vahiy indirmesi, göğsünü açıp katından bir nur vermesi sonucu olduğunu onlara anlattı. Yine, bu davet, taşınan bir kıskançlığın sonucu da değildi. Allah Teâlâ onu temiz ve helal şeylerle rızıklandırıp zengin kılmıştı. Şüphesiz o, bu rızıkla mutlu, gönlü zengin ve yüreği rahattı. Kalbiyle ve diliyle O'na şükreden bir kuldu.
Sonra o, kendisi kötü bir iş yaparken, yaptığı şeyden başkalarını men edebilir miydi? Halka iyiliği emrederken, kendisi terk eder miydi? O, yapmadığını söyleyen kimselerden değildi. Kavminin düzelmesini, mutlu olmasını, onların başları üzerinde dolaşan azaptan kurtulmalarını istiyordu. Bütün iyiliklerin Allah Teâlâ'ya ait olduğunu biliyordu ve yalnızca O'na güveniyordu. Kavmine şöyle dedi:
"Ey kavmim! Rabbimden bir mucize olduğu ve bana güzel bir rızık da verildiği halde, O'na karşı gelebilir miyim? Ben size men ettiğim şeyleri kendim yaparak size aykırı davranmak istemiyorum. Sadece gücümün yettiği kadar sizi düzeltmek istiyorum. Başarım ancak Allah'ın yardımı iledir. Yalnız O'na güvendim ve yalnız O'na yöneliyorum?"[132]
Kavmi Şuayb'ın (a.s.) istediği şeyi anlamıyordu. O aynı yörede yetişmesine, onlardan birisi olmasına rağmen sanki yanlarında başka bir dille konuşuyordu. Onların en açık konuşanı ve en güzel söz söyleyeni olmasına rağmen sanki kapalı konuşarak anlaşılmaz şeyler söyleyen birisiydi.
İşte böyle, insanlar kendilerine yapılan öğüdü ağır buldukları zaman, yapılacak şey de güç geldiğinde böyle söylüyorlardı.[133]
Onun zayıflığını ve yalnızlığını bahane ettiler. Şayet onun kabilesine mensup olmasalardı ve akrabalıkları da bulunmasa idi, şüphesiz onu taşlarlar, ondan kurtulurlardı. Şuayb (a.s.) hastalıklara, yok oluşa, zayıflığa ve acze mahrum olan bir kavmin; Aziz, Kadir, Kâvî ve Kahir olan Yaratan'a tercih edilmesine şaşırıp bunu çirkin gördü. Onlar ise Şuayb'a (a.s.);
"Ey Şuayb! Biz senin söylediklerinin çoğunu anlamıyor ve doğrusu seni aramızda güçsüz görüyoruz. Eğer aşiretin olmasaydı seni taşlardık. Esasen gözümüzde pek itibarın da yok." dediler. Şuayb kendilerine şöyle dedi:
"Ey kavmim! Benim aşiretim size göre Allah'tan daha mı üstündür ki, beni aşiretim için öldürmüyorsunuz da, Allah'ı bilmezlikten gelip unutuyorsunuz. Doğrusu benim Rabbimin ilmi, bütün yaptıklarınızı kuşatıcıdır."[134]
Delilleri tükenince, her ümmetten büyüklenenlerin peygamberlerine ve O'na uyanlara attıkları gibi, bunlar da son oku fırlattılar:
"Ey Şuayb! Ya dinimize dönersiniz ya da seni ve yanındaki iman edenleri muhakkak kasabamızdan çıkaracağız." dediler.[135]
Şuayb'ın (a.s.) onlara cevabı; diniyle kıvanç duyan, inancına ve vicdanına sımsıkı sarılmış bir kişinin cevabıydı:
"Biz istemezsek de mi çıkaracaksınız? Allah Teâlâ bizi sapık dininizden kurtardıktan sonra, tekrar ona dönersek, doğrusu Allah'a karşı yalan uydurmuş oluruz. Rabbimiz olan Allah'ın dilemesi bir yana, dininize dönmek hiç mümkün değildir. Rabbimizin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Biz yalnız Allah'a güvendik. Ey Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında Sen, hak olanı hükmet. Sen hüküm verenlerin en hayırlısısın."[136]
Bu onlara fayda vermedi. Tersine kendilerinden öncekilerin söylediklerini tekrarlayarak;
"Sen ancak büyülenmiş birisin! Bizim gibi insandan başka bir şey değilsin. Doğrusu biz seni yalancılardan sanıyoruz. Eğer doğru söyleyenlerden isen, hemen üzerimize gökten bir parça düşür..." dediler.[137]
Onların sonu da, Yüce Allah'ın nimetini inkâr edip, elçilerini yalanlayan ümmetlerin sonu gibi olmuştu.
"Bu yüzden onları bir sarsıntı tuttu ve yurtlarında diz üstü çöküverdiler. Şuayb'ı yalanlayanlar, yurtlarında sanki hiç yaşamamışlar gibi oldular, izleri bile kalmadı. Zarara uğrayanlar, işte Şuayb'ı yalanlayanlar oldu."[138]
Şuayb'ın (a.s.) durumu, delil gösterip, emaneti yerine getiren ve emirleri açıklayan bütün peygamberlerin durumu gibiydi.
Kendilerine yüz çevirip:
"Ey kavmim! Doğrusu ben size Rabbimin gönderdiği emirleri açıkladım ve sizi uyardım. Bundan sonra inkârcı bir topluluğa niçin acıyayım." dedi.[139]
Kur’an-ı Kerim birçok kavimlerin bela ve afetlerle tamamen yok edilişlerini; helak edilme hadiselerini bu kavimlerin kendi peygamberlerini yalanlamalarını, ihanetlerini ve peygamberlerin gönderildikleri kavimlerle mücadelelerini anlatır.
Bu kavimlerin peygamberleri yalanlama ve alay edişlerini, onlara tuzak kurmalarım ve öldürme girişimlerini anlatır. Bu sebeple; karşılaştıkları ceza, helak olma ve yok oluşlarını, peygamber kıssalarında sizlere anlatıldığı gibi uzun uzun anlatılır.[140]
Kur’an-ı Kerim çok defa Allah Teâlâ'nın nimetlerinden de bahseder. Verilen birçok nimeti bazen uzun, bazen da kısa olarak anlatır. Bu nimetleri birçok peygambere vermiştir. Davud, Süleyman, Eyüp, Yunus, Zekeriyya ve Yahya peygamberler bunlar arasındadır.
Allah Teâlâ, Davud'u ve Süleyman'ı yeryüzüne yerleştirdi. Onların hükümranlığını genişletti. İlimlerini artırdı. Onlara, insanların bilmediği birçok şeyi öğretti. Nice kuvvetli ve zorbaları, canlı ve cansızlardan boyun eğmeyenleri, onların emrine verdi.
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
"Andolsun ki, Davud'a ve Süleyman'a ilim verdik. İkisi; ‘Bizi, mümin kulların çoğundan üstün kılan Allah’a hamdolsun' dediler. Bir de Süleyman (babası) Davud'a mirasçı oldu. Onun nübüvvet ve ilmi kendisine geçti de, dedi ki: ‘Ey insanlar! Bize kuş dili öğretildi. Hem de bize her şeyden bolca verildi. Doğrusu bu apaçık bir lütuftur.’dedi."[141]
Allah Teâlâ Davud'a (a.s.) dağları, kuşları, kendisiyle beraber tesbih ve duada konuşur bir duruma getirdi. Ona zırh yapma sanatını öğretti ve demiri yumuşattı.
"Gerçekten Davud'a tarafımızdan kendisine has olmak üzere bir fazilet verdik: ‘Ey dağlar ve kuşlar! Davud ile beraber tesbih edin.' dedik. Ona demiri de yumuşattık. Demiri eritmeden, çamur gibi şekillendirme kudretini Davud'a verdik. Geniş zırhlar yap ve dokuma hususunda ölçü kullan diye kendisine emrettik. Siz de ey Davud ailesi! Salih amel işleyin; çünkü ben bütün yaptıklarınızı görürüm.”
"Davud ile birlikte tesbih etmek üzere, dağları ve kuşları ona bağlı kılmıştık. Biz bu gibi ilginç işleri peygamberlere ihsan ederiz. Bir de Davud'a, sizi savaşın şiddetinden koruması için zırh elbise sanatını öğrettik. Şimdi siz şükrediyor musunuz? "[142]
Bu geniş mülke, maharetli bir ele sahip olan Davud (a.s.), Yaratan'dan korkan, çokça tevbe yapan, zikre devam eden, duayı ve tespihi uzatan, insanlar arasında adaletle hükmeden ve kimseye ayrıcalık yapmayan yönetici bir kuldu.
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
"Ey Davud! Biz seni yeryüzünde halife kıldık. O halde insanlar arasında adaletle hüküm ver ve nefsine uyma ki, bu seni Allah’ın yolundan saptırır. Muhakkak ki Allah yolundan sapanlar için, hesap gününü unutmaları sebebiyle, kendilerine çok şiddetli bir azap vardır."[143]
Allah Teâlâ rüzgârı Süleyman'ın (a.s.) emrine verdi. Bu rüzgâr onun emriyle kendisini bir yerden başka bir yere götürürdü. Böylece o en yakın bir zamanda, çabucak istediği yere ulaştırırdı. Yine Allah Teâlâ cinlerin maharet ve kuvvetlilerinden şeytanların azgınlarından bazılarını onun hizmetine verdi. Onun emirlerini yerine getiriyor, mimari projeleri ve fevkalade binaları yapıyorlardı.
"Bereketli kıldığımız yere doğru, Süleyman’ın emriyle yürüyen şiddetli rüzgârı onun emrine verdik. Biz her şeyi bilenleriz. Şeytanlardan dalgıçlık edenleri ve iş için çalışanları onun emrine bağlı kılmıştık. Şeytanları, Süleyman’ın emrinden çıkmamaları için koruyan bizdik.”
"Gündüz estiğinde bir aylık uzaklığa gidip, akşam da bir aylık uzaklıktan gelen rüzgârı Süleyman’ın buyruğu altına verdik. Onun için su gibi erimiş bakır akıttık. Hem Rabbinin izniyle yönetimi altında çalışan cinler de vardır, içlerinden kim buyruğumuzdan ayrıldı ise ona cehennem azabından tattıracağız. O cinler, Süleyman’a köşk ve mescitlerden, şekillerden, havuz gibi büyük çanaklardan, sabit büyük kazanlardan her ne isterse yaparlardı. Ey Davud ailesi! Çalışın ve şükredin. Kullarım içinde gereği gibi Allah’a bol bol şükreden azdır.”[144]
Babasından sonra hükümran olan Süleyman'ın (a.s.) zekâ ve gücü bir davada doğru hüküm vermesiyle apaçık ortaya çıktı. Onun zamanında bir kavmin üzüm bağına bir başka kabilenin koyunları girerek zarar vermişti.
Davud, ekinlerin karşılığı olarak koyunların tarla sahibine verilmesine hükmetti. O zaman çocuk olan Süleyman şöyle dedi:
"Ey Allah'ın peygamberi! Hüküm böyle değildir."
Davud (a.s.):
"Nedir öyleyse?"
Süleyman (a.s.):
"Tarla koyunların sahibine verilir. Koyunların sahibi tarlayı eker, diğer eski durumuna getirir. Koyunlar da tarla sahibine verilir. O da onların sütünden ve diğer şeylerinden faydalanır. Tarla eski haline gelince tarlanın asıl sahibine, koyunlar da ilk sahibine verilir.” İşte böyle Yüce Allah, Süleyman'ı (a.s.) keskin bir zekâ ve derin bir ilim sahibi yapmıştı. Allah Teâlâ buyurur:
"Davud ve Süleyman kavmin koyunlarının yayıldığı bir ekin hakkında hüküm veriyorlardı. Biz de onların verdiği hükme şahitler idik. Süleyman'a meselenin hükmünü bildirmiştik. Bununla beraber her birine bir hüküm ve bir ilim verdik.”[145]
Kur’an-ı Kerim hikmetli ve faydalı bir kıssa anlatır. Bu kıssa, Süleyman'ın memleketi yönetimindeki uyanıklığı ve onun hükümranlığındaki titizliğine dikkat çekiyor. Yaratan'ın dünya ve ahiret mutluluğunu, mülk ve kudreti, dinde peygamberliği ve risaleti onda nasıl topladığını anlatıyor. O kuşların ve hayvanların dilini biliyordu.
Bir keresinde o, cinlerden, insanlardan ve hayvanlardan oluşan ordusunu toplamış, ihtişam ve yücelikle onların başına geçmişti. Tam bir düzen ve kumandanlarına itaat içindeydiler. Süleyman karıncaların bulunduğu bir vadiye uğradı. Onları gören bir karınca; Süleyman (a.s.) ordusu ve süvarilerin farkında olmadan kendilerini çiğnemesinden korktu ve karıncalara yuvalarına girmelerini emretti.
Süleyman (a.s.) bunu anladı. Bu kudret ve olanağa sahip olmasına rağmen O'nun peygamberlerinden birisi olması sebebiyle onda bir şaşırma ve kibirlenme olmadı. Tersine bu durum onu Allah Teâlâ’ya hamd etmeye, verdiği nimetlere şükretmeye başarıyla iyi işler yapmaya ve Yüce Allah'ın salih kullarının yoluna girmeye sevk etti.[146]
Hüdhüd, su ve ordunun konaklama yerlerini Süleyman'a (a.s.) haber veren bir öncü ve gözcü idi. Süleyman (a.s.) bir ara ordusunu teftiş etti. Hüdhüd'ü bulamadı. Ortadan kaybolmasına kızdı ve onu cezalandıracağını söyledi. Hüdhüd bir müddet sonra tekrar geri geldi. Süleyman'a (a.s.);
"Ben senin ve ordunun bilmediği bir hakikati öğrendim. Size Sebe memleketinden ve Sebe halkının melikesi Belkıs'tan çok doğru ve önemli bir haber getirdim. Onların büyük bir mülkü ve geniş bir devleti var. Kendileri akıl, incelik, mülk ve üstünlük konusunda yüksek seviyedeler. Fakat bunlar Allah'ın yasaklarını işleyen cahil kişilerdir. Allah'tan başkasına; güneşe tapıyorlar. Gerçeği bilmiyorlar. Tek olan Allah'a kulluğun yolunu aramıyorlar." dedi.[147]
Ülkesinin ötesinde kendisinin bilmediği, davetinin ulaşmadığı, güneşe tapan bir melikenin ve onun ümmetinin bulunması Yaratan'ın elçisi Süleyman'ı (a.s.) zor durumda bıraktı. Dininin ve elçiliğinin verdiği gayretle, güçlü ordusuyla müşrik ve hakim Melike üzerine gitmeden önce, kendisine bir mektup yazmak, onu İslâm'a davet etmek, itaat etmesini ve teslim olmasını bildirmek istedi ve bunu uygun gördü. Ona etkileyici bir mektup yazdı. Onu İslâm'a ve kendisine teslim olmaya çağırdı. Bu mektup nezaket ve cesaret yanında peygamberlerin alçak gönüllülüğü ve hükümdarların gayretini de içeriyordu.[148]
Süleyman (a.s.) bu iki özelliğe de sahipti. Sebe Melikesi ülkesine akıllıca hükmeden, karar verirken acele etmeyen bir kadındı. O hükümdarların ve fatihlerin hayatı ile ilgili geniş tecrübelere sahipti. Aklı, ilahı ve ona kulluğu bilme hususunda kendisine hıyanet etmedi. O, kralların bağnazlığına düşmedi ve kendi bildiğine gitmedi.
Zamanındaki hükümdarların en büyüğü, O'nun davetçisi bir peygamber tarafından gönderilen ve diğer mektuplardan farklı olan bu mektubu devlet işlerinde istişare yaptığı, danışmanlarına gösterdi. Danışmanları yaranmak ve dalkavukluk etmek için güçlerinin ve ordularının çokluğunu öne sürmeye başlayınca o, bunları kabul etmedi.
Zaten her zaman, her yerde hükümdar ve kralların danışmanlarının çoğu böyledir. Melike onların görüşlerine katılmadı. Tersine, kötü bir sona uğramamaları için onları uyardı, onlara ülkeler fetheden kimselerin ve hükümdarların yenilgilerinden sonraki durumlarını anlattı ve şöyle dedi:
"Bu, ülkemiz ve halkımızın başına gelebilir." Sonra şöyle devam etti:
"Süleyman'a ilginç şeyler ve çeşitli hediyeler göndereceğim ve onlarla onu deneyeceğim. Eğer kabul ederse bilin ki o bir kraldır. O zaman onu öldürün. Eğer onu kabul etmezse, o bir peygamberdir."[149]
Belkıs Hz. Süleyman'a (a.s.) hükümdarlara layık, büyük bir hediye gönderdi. Süleyman'a (a.s.) götürülünce onu kabul etmeyip, küçümseyerek reddetti. Elçilere;
"Sizi kendi şirkinizle, mülkünüz de kendi halinize terk etmek için beni mal ile aldatmaya mı çalışıyorsunuz? Oysa Allah bana sizin üzerinde bulunduğunuzdan daha fazla olarak mal, mülk ve ordu vermiştir." dedi.
Mesele sıradan değil, önemlidir. Konu, Allah Teâlâ'ya davet ve itaat meselesidir. Onur meselesi de değildir dedikten sonra onları üzerlerine gitmek ve ülkelerini ele geçirmekle tehdit etti.[150]
Heyet, Sebe Melikesi'ne dönünce meseleyi ona anlattı. O bunları dinledi ve kavmiyle beraber itaat etti. Ordusuyla beraber, teslim olmak için Süleyman'ın (a.s.) memleketine doğru yürümeye başladılar. Süleyman (a.s.) onların tâbi olmak için kendisine doğru geldiklerini öğrenince buna sevindi ve Yaratan'a şükretti.
Yüce Allah'ın kudretine ve Süleyman üzerine nimetine delil olması için Sebe Melikesi'ne O'nun ayetlerinden bir delil göstermek istedi. Onun güçlü ve güvenilen kimselere emanet ettiği tahtını getirtmek istedi, büyük ordu gelmeden önce onun tahtının getirilmesini etrafındakilerden istedi.
Süleyman'ın (a.s.) istediği şey, en kısa zamanda mucize olarak gerçekleşti. Süleyman (a.s.), Sebe Melikesi'nin bilgisini ve görüşündeki kararlılığını denemek için tahtın bazı özelliklerinin değiştirilmesini istedi. Eğer o, bu değişiklikleri tanıyamazsa bu; işlerindeki bakışının noksanlığına delil olacaktır.[151]
Süleyman (a.s.) insan ve cinlerin bazı ustalarına emredince, onlar onun için altından su akan büyük bir saray yaptılar. Sarayın zemini fark edilmiyordu, su görünümünde idi. Melike'nin onu su sanıp eteğinin ıslanmaması için çekmesi bunu göstermekteydi. O ve kavmi en büyük hayat ve ışık kaynağı olduğu için güneşe tapıyorlardı.
Oysa hayat (insana verilmiş olan) Yüce Allah'ın sıfatlarından biridir. Orada gözlerinden örtü kaldırılır. Camı su zannederek eteklerini çekince hata yaptığını anladı. Böylece güneşi de yaratıcı kabul ederek secde etmesinin ve tapınmasının yanlışlığını da kavrardı. İşte bu, yüzlerce söz ve binlerce delilden daha etkili olurdu.[152]
Böyle oldu. Belkıs dehâ ve zekâsına rağmen, bu büyük hatayı yaptı ve yanıldı. Kristal camı yavaş yavaş akıp, dalgalanan su zannedip eteğini kaldırarak, suyu geçmek ve yürümek istedi. Allah Teâlâ’nın elçisi Süleyman (a.s.) ona yanılgısını gösterdi ve şöyle dedi:
"Muhakkak ki o camdan yapılmış, şeffaf bir saraydır."
O anda gözlerindeki perde kalktı. Görünüşe göre hüküm vermesinin güneşe secde edip ona tapmasının yanlış olduğunu anladı ve dedi:
"Ey Rabbim! Gerçekten ben önceden nefsime zulmetmişim. Şimdi Süleyman'ın yanında âlemlerin Rabbi olan Allah'a teslim olup, Müslüman oldum."[153]
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"Süleyman kuşları teftiş ettikten sonra ‘Hüdhüd kuşunu niçin göremiyorum. Yoksa kayıplarda mı? Bana ya özrünü gösterecek apaçık bir delil getirir, yoksa onu şiddetli bir azaba uğratırım, yahut boynunu keserim.’ dedi. Çok geçmeden Hüdhüd gelip Süleyman’a; ‘Senin bilmediğin bir şeyi öğrendim. Sana Sebe’den çok sağlam ve iyi bir haber getirdim. Ora halkına hükmeden, her şeyden kendisine bolca verilen ve görkemli bir tahta sahip olan bir kadın buldum. Onun ve kavminin Allah’ı bırakıp güneşe secde ettiklerini gördüm. Göklerde ve yerde olanları ortaya koyan, gizlediğiniz ve açıkladığınız şeyleri bilen Allah'a secde etmemeleri için şeytan, kendilerine yaptıklarını güzel göstermiş, onları doğru yoldan alıkoymuştur. Bunun için doğru yolu bulamazlar. O çok büyük arşın sahibi olan Allah’tan başka ilah yoktur.’ dedi.
Süleyman şöyle söyledi: ‘Doğru mu söylüyorsun yoksa yalancılardan mısın? Bu mektubumu götür, onlara bırak. Sonra yanlarından çekil, varacakları sonuca bak.’
(Hüdhüd mektubu götürüp bıraktıktan sonra Sebe Melikesi Belkıs) danışmanlarına şöyle dedi: ‘Ey seçkin topluluk! Bana rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla başlayan ve sakın bana başkaldırmayın ve teslim olarak gelin diyen, Süleyman tarafından gönderilen önemli bir mektup bırakıldı. Ey seçkin topluluk! Bu iş hakkında bana fikrinizi söyleyin. Sizin görüşünüz olmadan, bir iş hakkında kesin bir hüküm vermem.’
(Kavmin ileri gelenleri Belkıs’a): ‘Biz güçlü kimseler ve cesur savaş adamlarıyız. Bununla beraber emir senindir. Sen emretmene bak.’ dediler.
Melike; ‘Doğrusu hükümdarlar bir memlekete (zorla) girdikleri zaman, orasını perişan ederler ve halkının şerefli kimselerini (öldürerek esir ederler, mal ve mülklerini yağma ederek) zelil kılarlar, işte bunlar da böyle yaparlar. Ben onlara bir (heyetle) hediye göndereyim de bakayım, elçiler ne ile dönecekler (hediyem kabul mü edilecek yoksa red mi edilecek).’ (Elçi, hediyelerle) Süleyman’a gelince (Süleyman) dedi ki: ‘Siz bana mal ile yardım mı etmek istiyorsunuz? Allah'ın bana verdiği, size verdiğinden daha iyidir. Hediyenizle siz sevinirsiniz (ben değil).’ (Ey elçi), ‘Onlara dön (söyle): Onlara kendilerinin asla karşı koyamayacakları ordularla gelirim ve onları hor ve hakir bir durumda oradan (sürer) çıkarırım.’
(Elçi gittikten sonra Süleyman, müşavirlerini topladı) ve; ‘Ey ileri gelenler!’ dedi. ‘Onların bana teslim olarak gelmelerinden önce hanginiz onun tahtını bana getirebilir?’
Cinlerden bir ifrit (kuvvetli ve becerikli olan biri); ‘Sen, makamından kalkmadan önce ben onu sana getiririm.’ dedi, ‘Bunu yapmağa gücüm yeter ve ben güvenilir (bir kimsey)im.’
Kendinde ilahi kitaptan bir ilim bulunan biri; ‘Sen gözünü (açıp) yummadan ben onu sana getirebilirim.’ dedi. (Süleyman) tahtı yanına yerleşmiş görünce şöyle dedi: ‘Bu Rabbimin lütfundandır. Beni imtihan etmek içindir. Şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü yapacağım? Kim şükrederse, ancak kendi menfaatine şükreder, kim de nankörlük ederse, muhakkak ki Rabbim onun şükrüne muhtaç değildir. Ona yine de nimet verir.’
Süleyman; ‘Onun tahtını tanınmaz hale getirin, bakalım tanıyabilecek mi, yoksa tanılamayacak mı?’ dedi.
Melike gelince (Ona); ‘Senin tahtın da böyle mi?’ dendi. ‘Tıpkı o!’ dedi. ‘Zaten bize daha önce bilgi verilmişti. (Allah’ın kudretini ve senin peygamber olduğunu anlamış) ve biz Müslüman olmuştuk.’”
“Onu, Allah'tan başka taptığı şeyler, (bu zamana dek tevhid dinine girmekten) alıkoymuştu. Çünkü kendisi inkâr eden bir kavimden idi." Ona; ‘Köşke gir!’ dendi. Köşkün zeminini görünce su sandı ve eteğini çekti. Süleyman; ‘Doğrusu bu camdan yapılmış şeffaf bir salondur.’ dedi. Belkıs:
‘Ey Rabbim, gerçekten ben (önceden) nefsime zulmetmişim. Şimdi Süleyman'ın beraberliğinde âlemlerin Rabbi olan Allah'a teslim olup, Müslüman oldum.’
Bu, Allah’a ve tevhide davetteki başarısını hikmet ve anlayışını, din ve akidesine olan çabasını gördüğünüz, Allah'ın elçisi Süleyman’dır.”[154]
Süleyman, Yüce Allah'ın göğsündeki imanını açıkladığı hikmet verip, peygamberlikle ikram ettiği, hilafetle şereflenmiş, mümin, muvahhid bir peygamberdir.
Yahudiler bütün bunlardan uzak olan böyle bir kula, sihri, küfrü, aldatarak şirk koşmayı, hanımları sebebiyle tevhid işinde bozgunculuk yapmayı isnat ettiler. Halbuki, Allah Teâlâ onu bunların hepsinden uzak kıldı.
"Süleyman sihir edip kâfir olmadı. Fakat, şeytanlar insanlara sihir öğrettiklerinden kâfir oldular."
"Davud'a oğlu Süleyman'ı armağan ettik. Süleyman ne güzel kuldu. Doğrusu o daima Allah’a yönelirdi.”
"Yanımızda onun bir yakınlığı ve güzel bir geleceği vardır."[155]
Pek çok zaman önceydi. Köyün birinde çok ünlü bir kişi vardı. Bu adamın ismi "Azer"di Azer put satardı. Bu köyde büyük bir ev ve bu evde de pek çok put vardı. Halk bu putlara secde eder, onlara tapardı. Azer de putlara tapardı.
Azer'in çok akıllı bir çocuğu vardı. Bu çocuğun adı "İbrahim"di. İbrahim, insanların putlara secde ettiklerini ve taptıklarını görürdü. İbrahim, putların taştan yapıldıklarını bilirdi. Putların konuşamadıklarını ve işlemediklerini bilirdi.
Yine putların fayda ya da zarar veremeyeceklerini de bilirdi. Putların kendilerine konan sinekleri bile kovalayamadıklarını görürdü. Onlar, kendilerine sunulan yemekleri farelerin yemesine bile engel olamazlardı. İbrahim kendi kendine şöyle derdi:
"Acaba insanlar neden putlara tapıyor?"
Ve kendi kendine şöyle sorardı:
"(Bunlar hiçbir şey yapamadıkları halde) acaba insanlar niçin bu putlardan yardım isterler?"[156]
İbrahim babasına şöyle sorular sorardı:
"Babacığım, niçin bu putlara tapıyorsun? Niçin bu putlara secde ediyorsun?"
"Babacığım, ihtiyaçlarını niçin bu putlardan istiyorsun?
Bu putlar konuşamaz ve işitemezler! Bu putlar fayda ya da zarar veremezler! Neden onlara yiyecek ve içecek sunuyorsun? Babacığım, bu putlar yiyemez ve içemezler."
Azer bu sözleri anlamaz ve İbrahim'e kızardı. İbrahim yakınlarına da öğüt verirdi. Fakat onlar da bu sözlere kızarlar, bir türlü bu öğütleri anlamazlardı. İbrahim, bir gün şöyle karar verdi:
"Onlar gittikleri zaman putları kıracağım. O zaman beni anlayacaklar.”[157]
Bayram günü gelince halk sevinmeye, neşelenmeye başladı. Büyükler ve çocuklar bayram için kırlara çıktılar. İbrahim'in (a.s.) babası da çıktı ve İbrahim'e (a.s.); "Bizimle beraber bayram şenliğine çıkmıyor musun?" diye sordu. İbrahim (a.s.), "Hastayım." diye cevap verdi. Herkes gidince o, evde yalnız kaldı. Sonra putların yanına geldi ve şöyle dedi:
"Neden konuşmuyorsunuz? Neden işitmiyorsunuz?"
"İşte yiyecek ve içecekler! Neden yiyip içmiyorsunuz?"
Putlardan ses çıkmıyordu. Çünkü onlar taştan yapılmışlardı, konuşamazlardı. İbrahim (a.s.) tekrar seslendi:
"Ne oldu sizlere ki konuşmuyorsunuz?"
Putlardan ses çıkmadı. Susuyorlardı. O zaman İbrahim (a.s.) kızdı ve baltayı aldı. Baltayla putları kırdı. Fakat büyük putu kırmayarak bıraktı ve baltayı onun boynuna astı.[158]
Halk bayramdan döndü ve hepsi puthaneye girdiler. Bayram için putlara secde edeceklerdi. Fakat şaşırıp dehşete düştüler.. Üzüldüler, kızdılar, sonra şöyle dediler:
"Tanrılarımıza bunu kim yaptı?"
Sonra şöyle dediler:
"Onları kötüleyen İbrahim adında bir genci işitmiştik!" Ona gelip sordular:
"Ey İbrahim! Tanrılarımıza bunu sen mi yaptın?"
İbrahim (a.s.) şöyle dedi:
"Şu büyükleri yapmıştır. Konuşabilirse ondan sorunuz."
Halk putların taştan olduğunu biliyordu. Taşlar işitemez ve konuşamazlardı. Biliyorlardı ki büyük put da taştandı. Büyük put hareket edemez ve putları kıramazdı, İbrahim'e (a.s.);
"Putların konuşamayacağını biliyorsun." dediler. İbrahim (a.s.) onlara şöyle cevap verdi:
"O halde fayda ya da zarar veremeyen putlara nasıl taparsınız? Konuşamadıkları ve işitemedikleri halde ihtiyaçlarınızı onlardan nasıl istersiniz? Anlamıyor musunuz? Düşünmüyor musunuz?"
Bunun üzerine halk utanarak sustu![159]
Halk toplandı ve şöyle dediler:
"Ne yapacağız. İbrahim putlarımızı kırdı ve tanrılarımıza hakaret etti!'
Birbirlerine;
"İbrahim'in cezası nedir? O'na ne ceza vereceğiz?'” diye sorup duruyorlardı. Karar şuydu: "O'nu yakın ve tanrılarınıza yardımcı olun!" Böyle yaptılar. Büyük bir ateş yakarak İbrahim'i ona attılar. Fakat Allah Teâlâ, İbrahim'e (a.s.) yardım etti ve ateşe şöyle buyurdu:
"Ey ateş, İbrahim'e serin ve selamet ol." Öyle oldu. Ateş İbrahim'e serin ve esenlik oluverdi. İnsanlar ateşin İbrahim'e bir zarar vermediğini gördüler. İbrahim rahat bir durumdaydı ve sapasağlamdı. Bütün insanlar şaşırıp, dehşet içinde kalmışlardı.[160]
Bir gece İbrahim (a.s.) bir yıldız gördü ve şöyle dedi: "İşte Rabbim budur." Fakat yıldız kaybolunca şöyle dedi: "Hayır bu Rabbim değildir." İbrahim (a.s.) gökyüzünde ayı gördü ve; "Rabbim budur." dedi. Ay batıp kaybolunca İbrahim (a.s.); "Hayır bu Rabbim olamaz!" dedi. Güneş doğdu, bunun üzerine İbrahim (a.s.); "Budur Rabbim, bu daha büyüktür." dedi. Fakat gece olup güneş kaybolunca İbrahim (a.s.);
"Hayır bu da Rabbim değildir!" dedi.
"Allah diridir, ölmez. Allah ölümsüzdür, kaybolmaz. Allah güçlüdür, O'nu hiçbir şey yenemez. Yıldız güçsüzdür, sabah aydınlığı onu yener. Ay güçsüzdür, güneş onu yener. Güneş güçsüzdür, gece ve bulut onu yener. Yıldız bana yardım edemez, çünkü o güçsüzdür. Ay bana yardım edemez, çünkü o güçsüzdür. Güneş de bana yardımcı olamaz, kuşkusuz o da güçsüzdür. Allah bana yardım eder. Kuşkusuz Allah diridir, ölmez. Ölümsüzdür, kaybolmaz. Güçlüdür ve O'nu hiçbir şey yenemez.”[161]
İbrahim (a.s.) Rabbi'nin Yüce Allah olduğunu anladı. Çünkü Allah Teâlâ diridir, ölmez. Allah Teâlâ ölümsüzdür, kaybolmaz. Allah Teâlâ güçlüdür, hiçbir şey O'nu yenemez. İbrahim (a.s.) bildi ki Allah Teâlâ, yıldızın Rabbidir. Yüce Allah, ayın Rabbidir. Yüce Allah, güneşin Rabbidir. Ve Yüce Allah tüm evrenin, her şeyin Rabbidir. Allah Teâlâ İbrahim'i doğru yola iletti ve onu Peygamber yaparak kendine dost edindi. Allah Teâlâ İbrahim'e şöyle emretti:
"Kavmini Allah'a ibadet etmeye çağır ve onları putlara tapmaktan caydır."[162]
İbrahim (a.s.) kavmini Yaratan'a çağırarak onları putlara tapmaktan men etmeye çabaladı.
İbrahim (a.s.) kavmine sordu:
"Neye tapınıyorsunuz?"
"Putlara tapınıyoruz" dediler, İbrahim (a.s.) şöyle dedi:
"Yardım etmek için sizi dinliyorlar mı? Veya size fayda ya da zarar verebiliyorlar mı."
Onlar; "Dedelerimizi, babalarımızı bunlara taparken gördük." dediler.
İbrahim (a.s.):
"Ben putlara tapmıyorum, tersine onların düşmanıyım! Ben âlemlerin, tüm evrenin Rabbine ibadet ediyorum! Beni yaratan ve doğruya ileten O'dur. Yedirip içiren O'dur. Hastalandığımda bana şifa veren O'dur. Öldükten sonra da beni diriltecek olan O'dur. Putlar yaratamazlar, doğru yola da iletemezler. Onlar kimseye yedirip içiremezler. Birisi hasta olduğunda onu iyileştiremezler. Onlar kimseyi öldüremez, diriltemezler."[163]
O şehirde çok zalim bir kral vardı. Halk, o krala tapıyor ve secde ediyordu. Kral, İbrahim'in (a.s.) Yaratan'a secde edip başka bir şeye tapmadığını işitti. Çok kızdı ve İbrahim'i (a.s.) çağırttı.
İbrahim (a.s.) geldi. O zamanlar kral bir kimseyi çağırdı mı insanlar korku ile giderlerdi. Ama İbrahim (a.s.) hiç çekinmeden gitti. Çünkü O Allah'tan başka bir şeyden korkmazdı.
Kral sordu:
"Ey İbrahim, Rabbin kimdir?"
İbrahim (a.s.) cevap verdi:
"Rabbim Allah'tır."
Kral:
"Allah kimdir ey İbrahim?"
İbrahim (a.s.):
"Allah odur ki öldürür ve diriltir."
Kral:
"Ben de öldürür, diriltirim."
Kral bir kişi çağırdı ve onu öldürdü. Yine bir başka adam daha çağırdı. Onu da öldürmedi. Sonra şöyle dedi:
"Ben de diriltip öldürüyorum, bir adamı öldürdüm, bir adamı öldürmedim." Kral gerçekten akılsızın biriydi. Zaten Yüce Allah'ı inkâr eden herkes böyledir. İbrahim (a.s.) krala ve kavmine onun ahmaklığını anlatmak istedi. Bunun için krala şöyle dedi:
"Allah güneşi doğudan getirir. Sen de güneşi batıdan getirsene!"
Kral şaşırıp kaldı ve sustu. Çok utandı ve cevap veremedi.[164]
İbrahim (a.s.) babasını da hakka çağırmak istedi ve ona şöyle dedi:
"Ey babacığım işitmeyen ve görmeyen putlara tapıyorsun. Neden zarar veya fayda veremeyen putlara tapıyorsun? Ey babacığım, şeytana tapma!
Esirgeyip koruyan Allah'a ibadet et!" Babası İbrahim'e kızdı ve şöyle dedi:
"Seni döverim, beni kendi halime bırak ve bir şey söyleme." İbrahim yumuşak huylu ve sabırlıydı. Babasına "Selam sana." diyerek, şöyle devam etti:
"Buradan gideceğim ve Rabbime seni affetmesi için dua edeceğim." İbrahim çok üzülmüştü. İnsanları Allah Teâlâ'ya çağırmak ve Rabbine ibadet edebilmek için başka memleketlere gitmek istedi.[165]
Kavmi de kral da babası da İbrahim'e (a.s.) kızmışlardı. Bunun için İbrahim (a.s.) başka yerlere gitmeyi, orada Yaratan'a ibadet etmeyi ve insanları O'na çağırmayı düşündü.
Babasına veda ederek memleketinden ayrıldı. Eşi Hacer ile beraber İbrahim, Mekke'ye doğru yönelerek yola çıktılar. O zamanlar Mekke'de ne bitki, ne bir ağaç, ne kuyu ne de nehir yoktu. Mekke'de insan ve hayvandan da eser yoktu. İbrahim (a.s.) Mekke'ye vardı ve orada konakladı. Bir müddetten sonra, eşi Hacer ve oğlu İsmail'i orada bıraktı. İbrahim gitmek isteyince eşi Hacer ona dedi ki:
"Efendim, nereye gidiyorsun? Bizi burada terk ediyor ve yalnız mı bırakıyorsun? Suyumuz ve yiyeceğimiz yokken bizi terk mi ediyorsun?" (Sonra Hacer anamız) düşündü ve:
"Bizi burada bırakmanızı Allah mı emretti?" diye sordu, İbrahim (a.s.);
"Evet! Öyledir." diye cevap verdi.[166]
İsmail susayınca annesi ona su içirmek istedi. Fakat su nerede? Mekke'de ne bir kuyu var ne de bir nehir. Hacer su bulmak istiyor, Safa Tepesi'nden Merve'ye, Merve Tepesi'nden Safa'ya koşup duruyordu.
Allah Teâlâ Hacer'e ve İsmail'e yardım etti. Onlar için su yarattı. Yerden su çıktı. İsmail de Hacer de sudan içtiler. Su tükenmedi ve Zemzem kuyusu oldu. Yüce Allah Zemzem’i bereketlendirdi. Hacda insanların içtikleri ve memleketlerine getirdikleri zemzem suyu işte o kuyudandır. Siz Zemzem suyundan hiç içtiniz mi?[167]
Bir müddet sonra İbrahim (a.s.) Mekke'ye döndü, İsmail ve eşi Hacer'le karşılaşıp kucaklaştılar. İbrahim (a.s.) oğlu İsmail'i çok severdi. İsmail küçük bir çocuktu. Koşar, oynar, babasıyla gezintiye çıkardı. İbrahim (a.s.) oğlunu gerçekten çok severdi. Bir gece İbrahim (a.s.), rüyasında oğlu İsmail'i kesip kurban ederken gördü. İbrahim (a.s.) bir peygamberdi. Onun rüyası sadık bir rüyaydı. İbrahim (a.s.) Allah Teâlâ'nın dostuydu. Yüce Allah'ın rüyada kendisine emrettiği şeyi yapmaya karar verdi.
İbrahim (a.s.) İsmail'e şöyle dedi:
"Rüyamda seni kesip kurban ediyorken görüyorum. Ne düşünürsün?"
İsmail (a.s.) şöyle cevap verdi:
"Babacığım, sana emredileni yap. İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın."
İbrahim (a.s.), bir bıçak alarak İsmail'i götürdü. Mina denilen bir yere varınca İsmail'i orada kurban etmek istedi. İsmail'i yere yatırdı. Kesmek için bıçağı onun boğazına dayadı. Yüce Allah, dostu İbrahim'in (a.s.) kendi emrini yerine getirdiğini görmek istiyordu. Acaba İbrahim (a.s.), O'nu mu çok seviyordu yoksa oğlunu mu? İbrahim (a.s.) sınavı kazanmıştı.
Allah Teâlâ, hemen Cebrail ile cennetten bir koç gönderdi ve şöyle buyurdu: "Bunu kurban et, İsmail'i kesme!" Allah Teâlâ, İbrahim'in (a.s.) bu davranışını sevdi ve Müslümanlara kurban kesmeyi emretti.
Yüce Allah'ın salat ve selamı İbrahim'e (a.s.) olsun. Yüce Allah'ın salat ve selamı İsmail'e olsun.[168]
İbrahim (a.s.), Allah Teâlâ için bir ibadet yeri, bir ev yapmak istedi. Ev çoktu fakat Yaratan'a ibadet edilecek bir ibadet yeri yoktu. İsmail de babasıyla O'nun için bir ev (ibadethane) yapmak istedi. İbrahim'le (a.s.) İsmail dağlardan taş taşıdılar. Birlikte Kâbe'yi yapmaya başladılar.
İbrahim Yüce Allah'ı anıyor, zikrediyor ve dua ediyordu, İsmail de O'nu anıyor ve dua ediyordu. “Ey Rabbimiz, bu işimizi kabul et. Gerçekten sen işitici ve bilicisin." Allah Teâlâ İbrahim (a.s.) ve İsmail'in duasını kabul ederek Kâbe'yi mübarek kıldı. Biz her namazda Kâbe'ye yöneliriz. Hac mevsiminde Müslümanlar Kâbe'ye giderler. Onu tavaf ederler ve orada namaz kılarlar. Allah Teâlâ Kâbe'yi kutsal kıldı ve İbrahim'le (a.s.) İsmail'in duasını kabul etti. Yüce Allah'ın salat ve selamı İbrahim (a.s.) ve oğlu İsmail'in üzerine olsun.
Yüce Allah'ın salat ve selamı Peygamberimiz Muhammed Mustafa'nın da üzerine olsun.[169]
İbrahim'in (a.s.) Sare isminde bir eşi daha vardı.
Sare'den İshak adında bir oğlu dünyaya gelmişti. İbrahim Şam'a yerleştiğinde İshak da Şam'da oturuyordu. Babasının ve kardeşinin Mekke'de Yaratan için yaptıkları mabed (ibadet edilen yer) gibi İshak da O'nun için Şam'da bir mabed yaptı.
İshak'ın (a.s.) Şam'da yaptığı bu mescidin adı Kutsal Ev (Beytü'l-Makdis) oldu. Bu mabed, Mescid-i Aksa'dır ve Yüce Allah onun etrafını bereketlendirmiştir. İsmail'in çocuklarını bereketli kıldığı gibi, Allah, İshak'ın çocuklarını da bereketli kılmış, evlatlarından peygamberler ve hükümdarlar çıkarmıştı.
İshak'ın (a.s.) peygamber olan Yakup (a.s.) adında bir oğlu vardı. Yakup'un (a.s.) da on iki oğlu vardı.[170]
Babil halkı yıldızlara ve putlara tapıyordu.
Yüce Allah onlara Hz. İbrahim'i (a.s.) peygamber olarak gönderdi. Hz. İbrahim (a.s.) Babil halkını doğru yola çağırdı. Yüce Allah'ın bir olduğunu, yalnız O'na ibadet edilmesi gerektiğini söyledi. Babil hükümdarı Nemrut, onun bu çağrısından öfkelendi ve onu bir bozguncu olarak kabul etti.
Şehirde büyük bir ateş yaktırdı. Hz. İbrahim'i bu ateşe atarak öldürmek istedi. Ancak Yüce Allah'ın emriyle ateş Hz. İbrahim'i (a.s.) yakmadı. Babil halkından bir kısmı Hz. İbrahim'e (a.s.) inandılar, onun gösterdiği yoldan yürümeye başladılar. Hz. Lut (a.s.), Hz. İbrahim'in (a.s.) kardeşi Harran'ın oğlu idi. Hz. İbrahim'e (a.s.) ilk inananlardan biri Hz. Lut (a.s.) idi. Hz. İbrahim (a.s.), ailesi, kendisine inananlar ve Hz. Lut (a.s.) ile birlikte Babil şehrinden çıktı. Birlikte Harran'a geldiler. Hz. İbrahim (a.s.) orada kaldı. Hz. Lut (a.s.) ise Sedom havalisine gitti, oraya yerleşti.
Sedom şehri çok bayındır bir ülkenin en güzel yeriydi. Etrafı verimli topraklarla kaplanmıştı. Çevredeki dağlardan kaynayan sular ovaya doğru yayılıyor, bütün araziyi suluyordu. Şehrin etrafında bahçeler, bağlar vardı. Sedomlular zengin bir kavim idiler. Taştan yaptıkları saraylarında oturuyor, zevk içinde bir ömür sürüyorlardı.
Ama Sedom'un içinde ahlaksızlık alıp yürümüştü. Yüce Allah'ın onlara verdiği bunca nimete karşılık, Sedomlular tam bir ihanet içindeydiler. Putlara tapıyorlar, her türlü fenalığı işliyorlardı. Hele bir huyları vardı ki, yeryüzünde bundan daha kötü, çirkin, tiksindirici bir şey olamazdı. Onlar kadın yerine erkeklere şehvetle yaklaşıyorlardı. Bu çok edep dışı, ahlak kurallarına aykırı, çirkin bir davranış; iğrenç bir tutku idi.
Yüce Allah yeryüzünde yarattığı canlıları bir erkek ve bir dişiden meydana getirmişti. Bitkilerin, hayvanların ve insanların üremesi ancak bu iki unsurun birleşmesinden oluşuyordu. Bir erkekle bir dişi birleşerek bir aile meydana getiriyor ve bu aile doğan yavruyu büyütüyordu. Şöyle bir etrafımıza dönüp bakarsak her yerde bunun böyle olduğunu görebiliriz.
Dişi kuş yuvasını yapar ve yumurtalarının üzerinde kuluçkaya yatar. Erkek kuş bu süre içinde onu korumakta, ona yiyecek taşımaktadır. Kuluçka dönemi sona erip yavrular yumurtalarından çıkınca anne kuş onları büyütüp besler. Baba kuş ona yardımcı olur. Nihayet büyüyüp gelişen yavrular kendi başlarına uçmaya, yiyecek aramaya çıkacakları zaman, anne ve babanın görevi sona erer. Bu yavrular da artık bir erkek ve bir dişi olarak kendilerine bir aile kurmak üzere başka bölgelere, başka yerlere doğru uçup giderler.
Kediler, köpekler, koyunlar, atlar, balıklar, leylekler, kurtlar, ayılar hep böyle yaşarlar. Bir baba, bir anne ve yavrulardan oluşan bir aile halinde, insanlar için de durum aynıdır. Kadın ile erkek birbirini tamamlayan iki varlıktır. Bunların birleşmesinden çocuk doğar, aile meydana gelir. Bunun için birbirlerine yakınlık duyarlar. Yüce Allah erkek ile kadını aileyi meydana getirmeleri için birbirine sevimli, yakın sevgili göstermiştir. Durum böyle iken yoldan çıkıp azan Sedom halkı, kadınları bırakıp erkeklere sataşmaya başlamışlardı. Bu tutkuları o kadar güçlü idi ki, bu yüzden aralarında kavga eksik olmazdı.
O bölgeye dışarıdan gelen kimselere karşı aynı tavrı gösterirlerdi. Kimse bu yüzden onları sevmiyordu. Yolları o bölgeden geçen yolcular, Sedom'a uğramadan gitmek istiyorlardı. Kazara bilmeyen bir kimse o yoldan geçecek olsa, Sedomlular mutlaka ona sarkıntılık ederler, onu rahatsız etmekten geri durmazlardı.
Hz. Lut (a.s.), kendisine Yüce Allah tarafından peygamberlik verilince Sedom halkını bu kötü huydan vazgeçmeye çağırdı. Görevinin ne kadar güç olduğunu biliyordu. Bu azgın insanları nasıl durduracak, onlara nasıl engel olacak, nasıl doğru yolu gösterecekti? Ama inanıyordu ki Yüce Allah kendisine inananlara yardım eder. Hele peygamber olarak yeryüzüne gönderdiği kimseleri hiç yalnız bırakmaz.
Kâfirler ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar, müminler her zaman onlara karşı savaşabilirler, onları yenebilirler. Doğruluk, inanç, iman hiçbir zaman mağlup olmayacaktır. Bu inanç içinde olan Hz. Lut (a.s.), hemen her zaman, her yerde Sedomlulara öğüt veriyordu:
"Ey kavmim, ey Sedom ahalisi. Allah'tan korkun. Gittiğiniz bu yanlış yoldan geri dönün. Putlara tapmaktan vazgeçin. Aranızda sürüp giden kötü âdetleri terk edin. Sizler birer insansınız. Sizin yaptığınız işleri hayvanlar bile yapmıyor. Şöyle bir etrafınıza bakın. Hiçbir erkek hayvan, dişisi dururken kendisi gibi erkek olan başka bir hayvana yaklaşmıyor. Sizin aklınız var. Yüce Allah size akıl vermiş ki doğru yolu bulaşınız. Ben yüce Allah'ın size gönderdiği bir peygamberim. Onun emirlerini size iletiyorum. Allah'tan korkun ve ona itaat edin."
Sedomlular başlangıçta Hz. Lut'un bu sözlerine önem vermediler. Gülüp geçtiler:
"Lut'a ne oluyor böyle? Bu peygamberlik sözü de nereden çıktı? Bu gidişle aklını yitirecek." diye onunla alay ediyorlardı. Hatta bazı zamanlar daha ileri gidip onu rahatsız etmeye başladılar. “Ey Lut, bize öğüt vereceğine sen de bizimle beraber ol, biraz eğlenelim. Bu dünya bir eğlence yeridir. Haydi sen de gel." diyerek ona sataşmaya bile kalkışıyorlardı.
Lut, kavminin bu hareketlerinden çok üzüntü duyuyordu. Sözleri onlara etki etmiyordu. Yine bildikleri gibi davranmakta devam ediyorlardı. Ancak bu duruma sabretmesi gerekiyordu. Yüce Allah'ın ona verdiği görevi sonuna kadar sürdürecekti. Zaman zaman kendisine inananlar çıkıyordu. Az da olsa bu gibi durumlar onu sevindiriyor, heyecanla tebliğ görevine devam ediyordu. En çok halkın topluca bulunduğu yerlere gidiyordu. Orada yüksekçe bir yere çıkarak onlara şöyle sesleniyordu:
"Sizler daha önce gelmiş geçmiş insanların hiçbirinin yapmadığı bir kötülüğü işliyorsunuz, insanların içinden hırsızlar, katiller, yalancılar, ahlaksızlar çıkmıştır. Bunların hepsi yaptıklarının hesabını öteki dünyada vereceklerdir. Ancak siz bu gibi kimselerden daha alçak, daha iğrenç kimselersiniz. Nasıl utanmadan, iğrenmeden erkeklerle düşüp kalkıyorsunuz? Kadınları bırakıp erkeklere koşmaya sizi iten nedir?"
Aradan günler geçti. Sedom halkı içinde birkaç kişi dışında Hz. Lut'a (a.s.) inanan, gittiği yoldan geri dönerek Yaratan’ın birliğine iman eden kimse çıkmıyordu. Hz. Lut (a.s.) üzüntülü idi. Kendi kendine;
"Acaba bende mi bir eksiklik var? Ben mi görevimi iyi yapamıyorum?" diye düşünüyordu.
Bu insanları gittikleri yoldan döndürmek için başka bir şey denemeye karar verdi. Artık onları Allah Teâlâ'nın azabı ile korkutmaya başlaması gerekiyordu. Yoksa bu yaptıklarından geri dönmeyeceklerdi. Bu düşünce ile yeniden halka öğüt vermeye başladı:
"Biliyorum, beni dinlemiyorsunuz. Hatta içinizde bana gülenler var."
Kalabalıktan biri;
"Evet, ne yapalım yani. Sen ne dediğini bilmiyorsun. Yakında aklını kaçıracaksın." dedi.
Bir başkası;
"Zaten aklını kaçırmış. Deli olmasa böyle konuşur mu?" dediler.
Hz. Lut (a.s.):
"Ben sizlere bu dünyada hangi yolu tutmanız gerektiğini bildiriyorum. Bu benim peygamberlik görevim."
"Peki bunun için ne kadar altın alıyorsun?"
Bu söz üzerine orada bulunanlar kahkaha ile gülüyorlardı. Hz. Lut'a (a.s.) söz atmaya başlıyorlardı:
"Haydi Lut, söyle bakalım, seni bu hale sokan kim? Yoksa bilmediğimiz biri bu iş için sana para mı veriyor?"
"Tarla, bağ, bahçe mi veriyor? Develer, sürüler mi veriyor?"
Bütün bu alaylar, konuşmalar Hz. Lut'un tavrını değiştirmiyordu. O biliyordu ki bu insanlar azmış, emirleri terk etmiş ve şeytanın yolunu izleyenler haline gelmişlerdir. Onlara gereği gibi seslenmenin artık zamanı gelmiştir:
"Ben Yüce Allah'ın bana verdiği görevi yerine getiriyorum. Bunun için hiçbir ücret almıyorum. Benim ücretim Yüce Allah'a aittir. O her şeyi bilen ve gören, eşi benzeri olmayan Yüce Rabbim, beni gözetecektir. Size gelince pek yakında başınıza O'nun azabı yağacaktır. Bundan kurtuluş yoktur.”
"Ne azabı, ne kurtuluşu. Sen neler söylüyorsun?"
"Allah'ın azabından kimse kurtulamamıştır. Sizden önce gelen geçen insanlar, kavimler de kendilerine gönderilen peygamberlere inanmadılar, gittikleri yoldan geri dönmediler. Ama ne oldu? Yüce Allah onları helak etti. Güvendikleri şeyleri başlarına geçirdi."
Sedomlular Hz. Lut'un (a.s.) bu kararlı sözleri karşısında önce şaşırdılar. Sonra öfkelendiler, bağırmaya başladılar:
"Şunu bulunduğu yerden indirin, konuşturmayın."
Hz. Lut (a.s.) böylece Sedomluların içine korku salmaya başlamıştı. Pek çok yerde onlara Yüce Allah'ın azabından bahsetti.
Sedomlular kendi aralarında konuşmaya başladılar.
“Onu bu şehirden çıkaralım."
"Evet, evet, iyice bizi rahatsız etmeye başladı."
"Kendisine inananların sayısı da artıyor."
"Öyleyse bir an önce onu buradan kovalım. Gitmezse zorla gönderelim."
Hz. Lut (a.s.) ise Yüce Allah'ın, kavmi üzerine bir bela yağdıracağını biliyordu. Bu sebeple şöyle dua ediyordu:
"Ya Rab! Beni ve bana inananları koru. Yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz. Bizi bu kötü niyetli halkın kötülüğünden uzak tut." Yüce Allah Hz. Lut'un (a.s.) duasını kabul etti.
Sedom halkını helak etmek üzere üç melek görevlendirdi.
Melekler Sedom'a insan suretinde bir öğle üzeri geldiler. Güneş bütün parlaklığı ile gökyüzünde yerini almıştı. Dağlar, ovalar, ağaçlar ve göller büyük bir sükûnete bürünmüştü. Havadaki esinti kesilmişti. Yaprak bile kımıldamıyordu. Yeryüzü sanki üç meleğin gelişine karşı içten içe bir hazırlığa başlamıştı. Hz. Lut o sırada tarlasında çalışıyordu. Karşıdan kendisine doğru üç kişinin geldiğini gördü. Hal ve tavırlarından, kıyafetlerinden bu insanların yabancı olduğu seziliyordu. Elindeki küreği atarak onlara doğru yürüdü.
Bir süre sonra karşı karşıya gelmişlerdi. Hz. Lut (a.s.);
"Safa geldiniz yabancılar." dedi.
“Safa bulduk."
“Nereden gelir, nereye gidersiniz?"
"Yolcuyuz, Sedom şehrinde biraz kalmak için uğradık. Sana misafir olalım, dedik."
Hz. Lut (a.s.) bir elini terli alnından geçirdi. Karşısındaki insanları bir süre seyretti. Bunlar üç delikanlı idi. Üçü de birbirinden yakışıklı idi. Hz. Lut'un (a.s.) içine bir şüphe düştü, endişelendi. Eğer Sedom halkı bu üç genci misafir ettiğini duyarlarsa ona iftira edecek, türlü suçlar yükleyecekti. Hatta; "Lut da bizim yolumuza girdi. Baksanıza evine üç yakışıklı genç almış." diyebilirlerdi. Bundan kötüsü evine hücum ederek bu gençlere saldırmaya kalkabilirlerdi. Hz. Lut (a.s.) sıkıntı içinde kalmıştı. “Allahım, bu şiddetli bir gün, korkunç bir gün olacak. Bana yardım et!" diye dua etti.
Konuklarının birer melek olduğunu henüz anlamamıştı. Konuğu kabul etmemek ise onun şanına yakışmazdı. Güneşin altında öylece oturmuş bunları düşünüyordu. Gençlere döndü:
"Yabancı olduğunuz anlaşılıyor. Siz Sedom halkının nasıl kimseler olduğunu biliyor musunuz?"
Gençler:
"Hayır, bilmiyoruz."
Hz. Lut (a.s.):
"Yeryüzünde bu kavimden daha ahlaksızı, daha kötüsü olamaz." O zaman melekler içinden Cebrail arkadaşlarına dönerek:
"Şahit olun." dedi.
Yüce Allah Sedom halkının helak olması için Hz. Lut'un (a.s.) dört kez şahadet etmesini şart koşmuştu. Aynı soru dört kez soruldu ve Hz. Lut (a.s.) dört kere kavmi için şahadet etti.
İşte o zaman azap hak oldu.
Hz. Lut (a.s.), misafirlerini arka sokaklardan geçirerek, kimseye görünmemeye çalışarak evine getirdi. Evinde hanımı Vahile ve kızları bulunuyordu. Karısı Hz. Lut'a (a.s.) iman etmemişti. Dış görünüşe göre iman etmiş gibi davranıyordu ama aslında iman etmemişti. Konukları ağırladılar, onlara ikramda bulundular. Hz. Lut'un (a.s.) karısı Vahile gizlice dışarı çıkarak evlerine üç gencin misafir geldiğini Sedom halkına haber verdi. Haber hızla yayıldı.
Hz. Lut'un (a.s.) korktuğu başına gelmişti. Sedomlular bu haberi alınca sevinçlerinden yerlerinde duramaz olmuşlardı. İşte kendilerine "doğru yola gelin" diye öğüt veren Lut da onlar gibi olmuştu. O da evine gençleri almıştı. Bir yerde toplanarak Hz. Lut'un (a.s.) evine doğru yürümeye başladılar. Kalabalık Hz. Lut'un (a.s.) evini sardı. Dışarıdan bağırmaya başladılar:
"Heey Lut, ne yapıyorsun. Dışarı çıksana!"
Hz. Lut (a.s.) bu sesi duyunca vücudundan bir ter boşandı. İşte korktuğu başına gelmişti. Demek Sedom halkı misafirlerin geldiğini haber almıştı. Yavaşça pencerenin perdesini aralayarak dışarıya baktı. Karanlık çökmüştü.
Ancak Sedom halkı ellerinde meşalelerle evin etrafını sarmış, yüksek sesle konuşarak, bağırarak onu dışarı çağırıyorlardı. Hz. Lut (a.s.) misafirlerine baktı. Onlar hiçbir şey olmamış gibi sakin sakin oturuyorlardı. Onlara belli etmeden dışarıya çıktı. Sedom halkına doğru yaklaştı, biraz sonra aralarına girdi. Onlara şöyle söyledi:
"Buraya niçin geldiğinizi biliyorum. Ancak iş sizin zannettiğiniz gibi değil. Evime geldiğini haber aldığınız üç genç benim konuğumdur. Onlara tecavüz etmeyi aklınızdan geçirmeyin. Onlara yapılan bir hücum bana yapılmış demektir."
Hz. Lut (a.s.) bunları umutsuz bir şekilde söylüyordu. Bu gözü dönmüş ahlaksızların isteklerinden vazgeçmeyeceğini biliyordu. Ama çaresizdi. Kendisi yaşlı ve güçsüz, onlar ise çok kalabalıktı. İçlerinden biri;
"İşte şimdi tuzağa düştün Lut. Bize olur olmaz şeyler söylüyor ve yolumuzdan döndürmeye çalışıyordun. Bak sende gençleri evine almışsın." dedi.
Hz. Lut (a.s.) bunu söyleyen kişinin yüzüne acıyarak baktı;
"Ben sizin gittiğiniz yoldan gitmem, yaptığınızı yapmam. Bunu siz de biliyorsunuz. Benim amacım misafirlerime bir zarar vermemenizdir." dedi.
Kalabalık ağır ağır ilerlemeye başlamıştı. Ellerinde tuttukları meşalelerin kızıl alevi yüzlerini aydınlatıyordu. Bu yüzlerde acıma ve merhamet yoktu. İğrenç istekler ile çarpılmış ağızlardan salyalar akıyordu. Gözleri kızarmış, bakışları donuklaşmıştı. Gide gide Hz. Lut'un (a.s.) kapısına kadar dayandılar. Hz. Lut (a.s.) son bir hareketle içeri girip kapısını kapadı. Dışarıda kalanlar naralar atarak kapıya yüklenmeye başladılar. Hz. Lut (a.s.) telaşla içeriye girdi. Niyeti misafirlerini bir yolunu bulup kurtarmak idi. Ancak gençler onu gülerek karşıladılar. Cebrail tam bu sırada kendilerinin insan değil melek olduklarını açıkladı:
"Ey Lut! Korkma, telaşlanma. Bizler Yüce Allah'ın elçileriyiz. Onlar bize bir şey yapamazlar. Kendini üzme. Sedom halkı azgınlığını ortaya koymuştur. Bundan vazgeçmezler.
Sen onlara ne kadar öğüt versen de onlar senin öğütlerini tutmaz, sözlerini dinlemezler. Bırak gelsinler, bize bir şey yapamazlar."
Hz. Lut (a.s.) meleklere şaşkın şaşkın baktı. Ancak içindeki sıkıntı gitmiş, yerine sonsuz bir rahatlık gelmişti. Yüce Allah'a şükretti. Gidip kapıyı açtı. Azgın Sedomlular bir anda hep birlikte içeriye doldular. Tam bu sırada Cebrail Yüce Allah'ın izniyle onlara karşı küçük bir harekette bulundu. Sedomlular çığlık atarak gözlerini tuttular. O anda hepsinin gözü kör olmuştu. Bağıra çağıra, birbirlerine çarparak, birbirlerini ezerek Hz. Lut'un (a.s.) evini terk ettiler. Bir yandan kaçıyor, bir yandan bağırıyorlardı:
"Lut'un evine sihirbazlar toplanmış sakın oraya yaklaşmayın."
Kalabalık dağıldıktan sonra melekler Hz. Lut'a (a.s.) şöyle dediler:
"Ey Lut, sen görevini yaptın. Sedom halkına Yüce Allah'ın emirlerini duyurdun, onları doğru yola çevirmek için çok çaba sarf ettin. Artık aileni ve sana uyanları alarak bu şehirden uzaklaş. Müminlerin hiçbiri senden geri kalmasın en geride sen yürü. Yalnız hanımın sana inanmadı, evine gelen misafirleri ihbar etti. O da diğerleri gibi helak olacak. Yola çıktıktan sonra içinizden hiç kimse geriye dönüp bakmasın. Geride ne olup bittiğini merak etmeyin. Şunu bilin ki Yüce Allah'ın azabı yaklaşmaktadır. Sabaha doğru bu beldeye varacaktır. Melekler bunları söyledikten sonra ortadan kayboldular.
Hz. Lut (a.s.) kendine inananları bir araya topladı. Onlara olup bitenleri bir bir anlattı. Beraberce Sedom şehrini terk ettiler. Güneşin ilk ağartısı ufukta belirmeye başladı. Sabahın geldiğini horozlar uzun uzun öterek haber verdiler. Sabahla birlikte Yüce Allah'ın azabı da yetişti. Sedom şehrinin üzerine taşlar yağmaya başladı. O azgın insanlar, o yoldan çıkmışlar, o puta tapanlar. Onlar, Hz. Lut'a (a.s.) inanmayanlar başlarına yağmur gibi yağan taşlar altında kaldılar. Evleri, sarayları yıkıldı. Bağları, bahçeleri harap oldu. Ne ağlamaları, ne sızlamaları bir şeye yaramadı. Güneş ufuktan tamamen doğduğu zaman artık ortada ne Sedom şehri vardı ne oranın halkı. Hz. Lut (a.s.) ve ona inanan müminler ise arkalarına bakmadan yollarına devam ettiler. Kendileri için yeni bir yurt aramaya koyuldular.[171]
Efendimiz Yüce Allah'ın elçisi Muhammed'den önce, efendimiz İsa (a.s.) devri gelir ki, o Peygamberimizden önceki son peygamberdir. Bu kıssada Yüce Allah'ın güçlü iradesi, mutlak kudreti ve ince hikmeti görülür. İsa'nın her işi ve doğumu harikulade idi. Akıllar onun doğumunda şaşkınlığa düştü. Doğa kanunları alt üst oldu. Doğa kanunlarına; değişmeyen, yok olmayan bir ilah gibi inananlara, deney ve gözlemi, tıp ve tabiatı, mutlak doğru ve değiştirilmeyen bir kanun gibi görenlere Yaratan’ın her şeyi kuşatan ve her şeyi mağlup eden kudretini, kendisinden başka hiçbir şeyin değiştiremediği iradesini tanımaktan aciz olanlara İsa’nın doğumuna inanmak ve onu doğrulamak güç geldi.
"(Allah) bir şeyi dilediği zaman O'nun buyruğu sadece o şeye ol demektir. Hemen oluverir."
Allah Teâlâ'ya, kudret sahibi, dileyen, yaratan, yapan bir varlık olarak inananlar için onun doğumuna inanmak zor gelmedi. “O, var eden, güzel yaratan, yaratıklarına şekil veren, en güzel isimler kendisinin olan Allah'tır. Göklerde ve yerde olanlar O'nu tesbih ederler. O güçlüdür, hakimdir."
İman sahibi olanlara Âdem'in (a.s.) anne ve babasız, su ve topraktan yaratıldığına da inanmak zor gelmedi. Şüphesiz babasız, sadece anneden olan doğumun onayı; annesiz ve babasız gerçekleşen bir doğumun onaylarından daha kolay ve hafiftir. Bunun için Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
"Allah katında İsa'nın durumu kendisini toprakken yaratıp sonra ‘ol’ demesiyle olmuş olan Adem’in durumu gibidir.”[172]
Efendimiz İsa'nın (a.s.) bütün işleri şaşırtıcıydı. Doğumu Yunanlıların aklî ve mantıkî ilimlerde zirveye ulaştıkları bir asırda gerçekleşti. Onun doğumu tıp için yepyeni bir atılım ve mutluluktu.[173]
Kendilerine birçok peygamber gelen Yahudi milleti, kendi zamanlarında revaçta olan ruh ve ruhla ilgili olan ilimlere uymuşlardı. Gördükleri her şeyi madde açısından yorumluyorlardı. Hiçbir şey sebepsiz veya illetsiz var olamaz. Sonradan olması olanaksızdır inancında idiler. Yüce Allah'ın efendimiz İsa'ya (a.s.) ikram ettiği mucizeler, daralan maddi akıl için bir ilaç, asrın gereksinimi, zamanın çağrısı idi. Yahudiler görünüşe uymadan, öze bakmadan kabuğu benimsemede ve gerçek dışında sadece görünen şekillere yapışmada ileri gittiler.
Bunları yüceltmede, kan akıtmada, mal ve madde sevgisinde sınırı aştılar. Hayata aşırı bir düşkünlük gösterdiler. Kalpleri katılaştı. Ahlakları yok oldu. Zayıfa yumuşak davranmıyorlar, fakire yardım etmiyorlardı. Damarlarında Yahudi kanı akmayan kimseye içinde ruh olmayan cansızlara, köpeklere, hayvanlara yaptıkları davranışları yapıyorlardı. Zengin ve kuvvetlilere boyun eğip, fakir ve küçüklere zorbalık ederlerdi. Kuvvetli oldukları zaman katılaşırlar, aciz olduklarında yumuşarlardı. Sonunda bu zelil hayat, Filistin ve Suriye'de uzun bir müddet devam eden, üzerlerindeki Rumların egemenliği altında yaşamaları onlar arasında nifak, boyun eğme, tuzak kurma, hilekârlık ve gizli planlara sığınmayı doğurdu.[174]
Bunun yanında peygamberi hafife alma, onları öldürmeye kadar varan cüret, faiz ile işlem yapma, dini öğretileri hiçe sayma, uygunsuz işler yapma ve insanlık hislerinin zayıflamasını da ortaya çıkardı. Çoğunun kalbi halis Allah sevgisinden, insana merhamet -aslı ve durumu ne olursa olsun- ve insanlığa saygıdan uzaklaşmıştı.
Neredeyse eşitliğin, iyilik ve cömertliğin ne demek olduğunu unutacaklardı. Onlar önceden peygamberliğe ve elçiliğe inanıyorlardı. Kendilerine gelen peygamberler çoğalmış, onların kitapları peygamberlerin haberleri ile dolmuştu. Fakat son zamanlarda iman etmeyip ancak hevalarıyla uyuşan şeylere inanmaya başladılar. Bu, onların gidişatında ve ahlaklarında da ortaya çıktı. Onlar için uğraşıp didinen, onları dosdoğru dine, apaçık hakka çağıran ve durumlarını düzeltmek isteyen kimseye karşı çıkıp onunla harp ettiler. Yalan, iftira, hakkı gizleme ve yalan şahitliği yapmaya cüret ettiler.[175]
İsrailoğulları, tevhid akidesine sahip olmakla kendi zamanlarında seçkin bir ümmettiler. Zamanında onların diğer milletlerden üstün olmalarının sırrı da bu idi. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
"Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimeti ve sizi bir zamanlar âlemlere üstün kıldığımı hatırlayın.”[176]
Aralarında, çarpık fikirler, putperestlikle müşriklerin bütün kollarına yakınlık, peygamberlerin öğretilerine karşı ahdi bozma, bozuk inançlar ve cahiliyye âdetleri yayıldı.
Mısır'da buzağıya tapınışlardı. Üzeyr'e (a.s.) saygıda ve onu ululamada, ona insanüstü bir nitelik vermişler ve Yaratan'ın oğlu demişlerdi. Küstahlıkları, putperestlikle yapılan şirkin bazı işlerini, sihir ve küfrü, kötü ve çirkin fiilleri bazı peygamberlere isnat etmeye kadar varmıştı. Yaptıkları bu işlerde Yaratan'dan korkmazlardı.[177]
Bütün bunlara rağmen soylarıyla övünmeleri, hayal ve emellerine çok fazla güvenmeleri sebebiyle; "Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz. Sayılı birkaç günden başka cehennem ateşi asla bize dokunmaz." diyorlardı.[178]
Mesih'in doğumu, hayatı, Yaratan'a daveti, geçimi bütün bunlara bir meydan okuma idi. Yerleşmiş inançlara, örf ve âdetlere Yahudilerin inandıkları en yüksek değerlere ulaşmak istedikleri hakkında vuruştukları amaçlara karşı birer meydan okumaydı.
Hz. İsa (a.s.) normal olmayan bir şekilde doğuruldu. Beşikte iken insanlarla konuştu. Fani şeyleri bırakıp Yaratan'a yönelen yoksul annesinin yanındaydı. Yoksullarla oturur, yoksullarla beraber yerdi. Onlara şefkat gösterir, zayıfları ve garipleri korurdu. Fakir, zengin, yönetici, yönetilen, asil ve köle ayırımı yapmazdı.[179]
Allah Teâlâ İsa'ya (a.s.) peygamberlik ve vahyi ikram etti. Ona İncil'i verdi. Ruhu'l-kudüs ve apaçık mucizelerle teyit etti. Onunla doktorların tedavi edip şifaya kavuşturmada aciz kaldıkları hastalara şifa verir, anadan doğma körleri ve cüzzamlı hastaları iyileştirirdi. Allah Teâlâ'nın izniyle ölüleri diriltir, insanlara mucize olarak çamurdan kuş biçiminde bir şey yapar, sonra onu üfler, o da Allah Teâlâ'nın izniyle canlı bir kuş olurdu. İnsanların evlerinde yedikleri ve biriktirip sakladıkları şeyleri haber verirdi. İlahi kudretin ve peygamberlerin mucizelerine dair Tevrat'ta gelen haberleri doğruluyordu. Duyulara ve deneylere kulluğun doğru olmadığını anlatıyordu. Rabbani iradenin kuvvetli ve ilahi kudretin sanatını, kıymetini reddedenler, kalkıp bildikleri ve gördüklerinden fazla ve yeni bir şeyin olamayacağına karar verdiler.[180]
İsa (a.s.) Yahudileri hayal ettikleri şeylerde, haddi aştıkları hususlarda Yaratan'ın helal kılıp, onların haram kabul ettikleri ve O'nun haram kılıp onların helal kabul ettiği birçok noktalarda Yahudileri yalanladı. Onları dinin esasına, özüne ve hakikatine Yüce Allah'ı her şeyden çok sevmeye, insanlığı merhamete ve saygıya, fakirlere iyilik etmeye ve saf tevhide çağırmaya başladı. Peygamberleri dinine giren cahiliyye âdetleri ve batıl inançların hepsini reddetti.[181]
Bunların hepsi Yahudilere güç geldi ve ona savaş ilan ettiler. Ona karşı cephe aldılar. Töhmet ve çeşitli iftiralarda bulunarak hakaret ettiler. Ona çirkin küfürler edip âdi sözler söylediler. Annesi tertemiz Meryem'i de kusur arayıp, iftira ederek kötülediler. Onunla mücadele edip, kovdular. Üzerine ayak takımından olan adi kimseleri kışkırttılar. Yollarına tuzak kurdular.[182]
Sonra öldürüp, ondan kurtulmak istediler. Allah Teâlâ onu koruyup, kurdukları tuzakları kendilerine çevirdi. Onu katına yükseltip ikram etti. Şimdi İsa'nın (a.s.) kıssasını Kur’an-ı Kerim'den okuyunuz:
"Melekler demişti ki: ‘Ey Meryem, Allah seni, kendisinden bir kelime ile müjdeliyor. Adı Meryem oğlu İsa Mesih’dir. Dünyada da ahirette de şanı yücedir, hem de Allah’a yakın olanlardandır.’ demişti. Meryem; ‘Rabbim! Bana bir insan dokunmamışken nasıl çocuğum olabilir.’ demişti.
Melekler şöyle dediler: ‘Allah dilediğini böylece yaratır. Bir işin olmasını dilerse ona ‘ol' der ve oluverir. Ona (yazı yazmayı) hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğretecek, İsrailoğullarına şöyle diyen bir peygamber kılacak: ‘Ben size Rabbinizden bir ayet getirdim. Ben size çamurdan kuş gibi bir şey yapıp ona üfleyeceğim. Allah’ın izniyle hemen kuş olacaktır, anadan doğma körleri, alacalıları iyi edeceğim, Allah’ın izniyle ölüleri dirilteceğim, yediklerinizi ve evlerinizde sakladıklarınızı da size haber vereceğim. Eğer inanırsanız bunda sizin için bir ibret vardır. Benden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı olarak, size haram kılınan bazı şeyleri helal kılmak üzere gönderildim. Size Rabbinizden bir mucize getirdim. O halde Allah’tan korkun ve bana itaat edin. Çünkü, Allah benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Ona kulluk edin, doğru yol budur. İsa onların inkârını sezince ‘Allah yolunda bana kimler yardımcı olacak?’ dedi. Havariler (İsa'ya bağlılar); ‘Biz Allah (yolun)un yardımcılarıyız. Allah’a inandık, ona teslim olduğumuza şahit ol! Rabbimiz senin indirdiğine inandık, peygambere uyduk. Artık bizi birliğini ve beraberliğini tasdik eden şahitlerle beraber yaz.’ dediler. Fakat hile yaptılar. Allah da onları cezalandırdı. Çünkü Allah, hile yapanların cezasını en iyi verendir.”
O zaman Allah Teâlâ şöyle buyurdu:
"Ey İsa! Seni eceline yetireceğim. Seni kendime yükseltip, inkâr edenlerden temizleyeceğim ve sana uyanları da kıyamet gününe kadar inkâr edenlerin üstünde tutacağım. Sonra dönüşünüz bana olacaktır. Ayrılığa düştüğünüz hususlarda aranızda ben hükmedeceğim. İnkâr edenleri de dünya ve ahirette şiddetli bir azap ile cezalandıracağım. Onların yardımcıları da olmayacaktır. İnanıp iyi işler yapanlara da, ecirleri tam olarak verilecektir.”
"(Ey Muhammed): Sana okuduğumuz bu (olaylar) ayetlerden ve hikmet dolu Kur’ân’dandır. Allah katında İsa’nın durumu -kendisini topraktan yaratıp sonra ‘ol’ demesiyle olmuş olan- Âdem’in durumu gibidir. İsa hakkında sana verilen haber gerçektir. O halde şüphelenenlerden olma.”[183]
Şimdi Allah Teâlâ’nın onun yolunu ve davetini nasıl nitelendirdiğini Kur’an-ı Kerim'den okuyunuz.
"(Allah’ın bir mucizesi olarak İsa) dedi ki: ‘Ben şüphesiz Allah’ın kuluyum. Bana kitap verdi ve beni peygamber yaptı. Bulunduğum her yerde insanlara yararlı kıldı. Yaşadığım müddetçe namaz kılmamı, zekât vermemi, anneme iyi davranmamı emretti. Beni bedbaht bir zorba kılmadı. Doğduğum gün de öleceğim gün de ve diri olarak kaldırılacağım gün de bana esenlik verilmiştir.”[184]
Kendisinden önce gelen peygamberlerin başlarına gelenler efendimiz İsa'nın (a.s.) da başına geldi. İleri gelenler ve mevki sahipleri ondan uzaklaştılar. Zengin ve kuvvetli olanlar kendisini terk ettiler. İsa'ya (a.s.) uymayı, aşağılık bir hareket olarak gördüler ve ayıp saydılar. Bulundukları başkanlık, liderlik, imtiyaz ve efendilikten vazgeçmek onlara güç geldi. Allah Teâlâ'nın şu sözü ne doğrudur:
"Biz hangi ülkeye bir uyarıcı gönderdikse, mutlaka oranın varlıklı şımarmış kimseleri; ‘Biz sizinle gönderilen şeyleri inkâr ediyoruz’ diye gelmişlerdir. Malları ve çocukları en çok olan bizleriz, azaba uğratılacak da değiliz derlerdi."[185]
İsa (a.s.) onlardan ümit kesip, küfür ve inatlarındaki direnmelerine şahit olunca; getirdiği kuvvetli delil ve apaçık mucizeleri bilerek inkâr ettiklerini anladı. Kendileri gerçeği bilmelerine rağmen iman etmeyip, İsa kuvvet ve mal sahibi olmadığı için onu küçümsediler.
Bunun üzerine İsa (a.s.), avama ve fakirlere yöneldi. Yiyeceklerini el emeği ve alın teriyle kazandıkları için, onların nefisleri pak, kalpleri yumuşaktı. Soylarıyla övünmüyorlar, makam ve mevkileriyle kibirlenmiyorlardı. Çamaşırcılardan, çeşitli iş ve meslek sahiplerinden bazıları ona iman ettiler.[186]
Mesih'e iman edenler, çevresinde toplanarak ellerini onun elleri üzerine koyup; "Biz Allah'ın yardımcılarıyız." dediler.
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
"İsa onların inkârını sezince, Allah yolunda bana kimler yardımcı olacak?" dedi. Havariler; ‘Biz... Allah (yolunun) yardımcılarıyız. Allah'a inandık. O'na teslim olduğumuza şahit ol. Rabbimiz! Senin indirdiğine inandık. Peygambere tâbi olduk. Artık bizi şahitlerle beraber yaz.’"[187]
Efendimiz İsa (a.s.) zamanının çoğunu seyahate ve bir yerden başka bir yere gitmeye harcıyordu, İsrailoğullarını Allah Teâlâ'ya davet ediyor ve batıl inançlarını terk etmelerini öğütleyip, her şeyin Rabbine ve efendisine yönelmeleri için onlara yol gösteriyordu. Bu gezi ve dolaşmalarında zorluk ve kolaylık, darlık ve bolluk onunla beraberdi. O buna sabrederek dayanıyor ve şükrederek katlanıyordu. Açlığa sabredip ölmeyecek kadar yiyerek bununla yetiniyordu.[188]
Havariler, sabır, güçlüklere tahammül etme, nimetlerden mahrum olma ve aza kanaat etmede İsa (a.s.) gibi olamadılar. Bu musibetlerden biri onların başına geldi. Bunun üzerine açlıktan sonra yiyip doyacakları, güçlükten sonra ferahlayacakları bir sofrayı; Yüce Allah'ın gökten indirmesini efendimiz İsa'dan (a.s.) talep ettiler.[189]
Havariler isteklerinde edepsizce; "Ey Meryem oğlu İsa! Rabbin bize gökten bir sofra indirebilir mi?" dediler. İsa (a.s.) onların isteklerine şaşırmadı. Fakat kendisine ve ümmetlerinden gayba iman etmelerini isteyen onları bununla mükellef kılan bütün peygamberlere kullandıkları ifade şeklini beğenmedi:
Mucizeler çocukların oyalanıp teselli buldukları, cahillerin avutuldukları şaşırtıcı şeyler değildir. Onlar, Yüce Allah'ın dilediği zaman peygamberlerine açıkladığı ve bunlarla kullarına delillerini gösterdiği işaretlerdir.
Mucizeler getirilip illa da mucize isteriz diyenler buna şahit olduktan sonra, onu inkâr edenlere süre verilmez ve ilahi sünnet kendisini gösterir. Yani yok edilirler.[190]
Efendimiz İsa, bunun için onlara gelecek kötü bir akıbetten korktu ve onları bu akıbetten sakındırdı. Kendilerini Yüce Allah'ı sınama düşüncelerinden men etti. Çünkü Allah Teâlâ bundan daha üstün ve yücedir.
Fakat, Havariler isteklerini tekrarladılar ve bu isteklerinde ciddi olduklarını, imtihan için değil, kalplerinin tatmin olması için yaptıklarını söylediler.
Bunu gelecek nesillere bir hatırlatma olması için yapıyorlardı. Sadık Havarilerin ve ilk müminlerin değerine ve bu dinin doğruluğuna delil olması için, geçen günleri gösteren ve hikâye eden bir kıssa olmasını istiyorlardı.[191]
Gelin şimdi bu kıssayı anlatan Kur’an-ı Kerim'i dinleyelim:
"Havariler; ‘Ey Meryem oğlu İsa! Rabbin bize gökten bir sofra indirebilir mi?' demişlerdi de İsa da ‘İnanıyorsanız Allah’tan korkunuz.’ demişti. (Havariler) İstiyoruz ki ondan yiyelim, kalplerimiz iyice yatışsın. Senin bize doğru söylediğini bilelim ve bunu bizzat görenlerden olalım,’dediler.
Meryem oğlu İsa, ‘Allahım! Rabbimiz! Bize ve bizden sonra geleceklere bayram ve Sen’den bir delil olarak gökten bir sofra indir. Bizi rızıklandır. Sen rızık verenlerin en hayırlısısın.’ dedi. Allah Teâlâ; ‘Ben onu size indireceğim. Fakat bundan sonra içinizden kim inkâr ederse, ben ona dünyalarda hiç kimseye azap etmeyeceğim şekilde azap edeceğim.’ dedi.”[192]
Yahudilerin sabrı taştı. İnatları ve düşmanlıkları son sınırına geldi. Efendimiz İsa'dan (a.s.) kurtulmak istediler. Onun davasını Rum hakemine şikayet ettiler. Ve:
"O başkaldıran bir anarşist, dinimizden çıkıp onun hükümlerini tanımayan, gençlerimizi etki altına alan kişidir. Gençlerimiz ona kapıldılar, işlerimizi ayırdı. Amaçlarımızı saptırdı. Zihinlerimizi meşgul etti. Yüce Allah'ın dinini ileten elçiler ve onlara uyan müminler, verdikleri bu mücadelede hep anarşist, bozguncu ve mevcut düzen düşmanı diye ilan edilmişlerdi. Adem'den günümüze kadar şeytanın askerlerinin ortak tavrıydı bu."[193]
Üst düzey devlet yetkilileri ve ileri gelenler hemen şöyle demişlerdi:
"O devlete karşı bir tehlikedir. Düzene başkaldıran, kanunları tanımayan, büyüklere eğilmeyen, geçmişe saygı duymayan isyankâr bir adamdır. Kötülüğü önlenmezse tehlikesi günden güne artar. Kıvılcım ne kadar basitte olsa küçümsenemez."[194]
Bu sözler deha ve hile ile hazırlanmış siyasi boya ile boyanmış, bir sözdür. Onlar din mensuplarının hakimleri tercih etmeyeceğini ve onları tahrik edip ayaklandırmayacağını biliyorlardı. Hakimler zaten Yahudilik dininin işlerine karışmıyorlardı. Bu amaçla onu suçlu gösterebilmek için söze siyaset karıştırdılar. Yabancı müşrik hakimlerin, işin egemenliğini anlamaları ve Yahudilerin Mesih'e niçin düşmanlık ettiklerini anlamaları zordu. Onlar kendi yönetim işleri ile meşguldüler. Fakat, Yahudilerin ısrarı arttı. Hakimlerden iyiden iyiye şüphelendiler. Memleket meselesi haline gelen bu meseleden kurtulmak istediler.[195]
Bu yargılama cuma günü ikindiden sonra, cumartesi gecesi oldu. Yahudiler cumartesi günü hiçbir şey yapmıyorlardı. Cumartesi işi terk ettikleri bir tatil günüdür. Cuma günü güneşin batmasından önce karar verilmesini, İsa'nın (a.s.) meselesinden kurtulmayı sabırsızca istiyorlardı. Onun hükmü verilmiş olarak, gönül rahatlığıyla uyumak, hiçbir şey tarafından rahatsız edilmeden bu şekilde sabahlamak istiyorlardı.
Hakim karar vermede biraz zorlandı. Onun ve milletinin bu işte bir çıkarı yoktu. Yahudiler verilecek kararı dinlemek için toplanmışlardı. Onlar bağırıp, çağırıyor, küçümseyip alay ediyorlardı. Vakit daralmış, güneş batmaya yüz tutmuştu. Zor durumda kalan hakim İsa'nın (a.s.) çarmıha gerilerek öldürülmesine hükmetti.[196]
Bu asırdaki öldürmeyle ilgili kanun; kendisine idam ile hüküm verilmiş olan kimsenin, üzerinde asılacağı çarmıhını bizzat kendisinin taşımasını gerektiriyordu. İdam sehpası uygar şehirlerde âdet olduğu gibi, uzakta bulunuyordu. Toplananlar birbirinin üzerine çıkıyordu. Çoğu yabancılardan olan polisler bu işte memur ve görevliydiler. Onların bu hükümde bir istekleri bulunmuyordu, Yahudilere göre Yahudi olmayanların durumu birbirine benzer. Yani aralarında fark yoktu. Bunun için bir ayırım yapmıyorlardı. Vakit akşam olmuş, karanlık çökmüştü. Bazı alçak ve cüretkâr Yahudi gençleri efendimiz İsa'ya (a.s.) saldırıp, küfrediyorlar. Onu itip kakarak, eziyet verip, hainlik yapmak istiyorlardı.
Efendimiz İsa (a.s.) yorulmuştu. Yapılan eziyet mahkemede duruşmanın uzaması ve eziyete katlanmak onu bitkin hale getirdi. Çarmıh ağırdı. Onu taşımağa mahkûm edilmişti. Yürürken hızlı gidemiyordu.[197]
Burada görevli polis, çarmıhın taşınmasını genç bir İsrailliye emretti. O onların en cüretkârı ve en alçağı idi. Efendimiz İsa'ya (a.s.) karşı eziyet yapmak için en hırslı olan da bu idi. Bu sorumluluktan kurtulmak için işi çabucak bitirdi.
Böylece kalabalık idam sehpasına ulaşınca, infaz polisleri öne geçti. İşi şehir polisinden teslim aldılar. Hepsi birbirine karıştı. Feryatlar çoğaldı. Haçı taşıyan gencin elinden tuttular. Onun çarmıha gerilmeye mahkûm olan kimse olduğundan şüphe etmiyorlardı. Genç ise bağırıyor ve feryat ediyordu. Suçsuz olduğunu, kendisinin mahkum ve çarmıha gerilecek kişi olmadığını, zulüm ve zorlamayla odunu taşımayla görevlendirildiğini anlatmaya çalışıyordu. İnfaz polisi buna aldırmıyordu. Onun dilini de anlamıyordu. Çünkü onlar hakim millet olan Yunan ve Rumlardan idi.[198]
Her suçlu işlediği suçtan feryat ve figan edip kurtulmak ister. Onu tutup kararı ona uyguladılar. Yahudiler uzakta duruyorlardı. Dünya gece ve karanlık. Tüm zanlarıyla çarmıhta olanın mesih olduğunu zannediyorlar.
Polisin çarmıhı taşımayla görevli kıldığı ve İsa'nın (a.s.) azgın düşmanlarından olan genç, insanların gözüne İsa (a.s.) gibi görünüyor fakat o bunu bilmiyordu. Gerçeği anlayınca bağırıp çağırması, bir yanlışlık yapıldığını söylemesi fayda etmedi. Efendimiz Meryem oğlu İsa'yı (a.s.) Allah Teâlâ Yahudilerin tuzağından kurtardı. Onu kafirlerden temizleyerek ikram ederek kendisine yükseltti.[199]
Bu Allah Teâlâ’nın sözü. O Yahudilerden bahsediyor:
"Küfürlerinden ve Meryem’e büyük bir iftira atmalarından; biz Allah’ın elçisi, Meryem oğlu İsa Mesih’i öldürdük, demelerinden ötürü... Oysa onu öldürmediler ve asmadılar. Fakat öldürdükleri kendilerine (İsa’ya) benzer gösterildi. Onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, ondan yana tam bir şüphe içindedirler. O hususta bir bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Kesin olarak onu öldürmediler. Bilakis Allah Teâlâ onu kendisine yükseltti. Yüce Allah güçlüdür, hükmünde hikmet sahibidir.”
İsa, her şeye kadir olan Allah’ın dilediği bir şekilde semadadır. Onun doğumu da ilgi çekiciydi. Hayatı, görevi... Başından sonuna kadar garip ve harikuladedir. Mutlak, ilahi kudreti ispattır.[200]
Rasûlullahtan (s.a.) nakledilen gerçek haberlerin ve mütevatir hadislerin bildirdiği üzere, o, Allah'ın dilediği bir zamanda gökten inecektir. Gevşek davranıp, hakkı terk edenlere, Yahudi ve Hıristiyanlardan haddi aşanlara haktan delil getirmeye devam edecek, hakka yardım edip, batılı susturacaktır. Müslümanlar buna her asırda böyle inanmışlardır. Yüce Allah doğru söylemiştir:
"Yahudi ve Hıristiyanlardan hiç kimse yoktur ki, ölümünden önce, İsa'ya (a.s.) iman etmiş olmasın. O, gerektiği gibi inanmadıklarından kıyamet günü onların aleyhine şahit olacaktır."[201]
Efendimiz İsa (a.s.) Yahudilerin kendisiyle şiddetle savaşmaları ve onların kendisine yaptıkları hilelere maruz kalması, zayıflığı ve yardım edenlerinin azlığı sebebiyle davetteki görevini tamamlayamadan insanları terk etti ve Rabbinin emrine uydu. İnsanlar da, kendisinin başlattığı çağrıyı tamamlayacak olan bir peygamberin geleceğini müjdeledi. O, kendisinin yöresel çağrısını bütün dünyaya genelleştirecek, Allah Teâlâ kullarına olan nimetini onunla tamamlayacak yaratıklarına delilini onunla devam ettirecekti.
"Meryem oğlu İsa: ‘Ey İsrailoğulları, ben size Allah’ın elçisiyim, benden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir peygamberi müjdeleyici olarak geldim,’ dedi.”[202]
Halis tevhide, kolay ve yaratılışa uygun dine dayalı her türlü katışıklık, anlaşılmazlık, bozulma ve tevilden uzak bir davetin değişerek tek olan Yüce Allah'a kulluğun, ondan isteme ve ona sığınma anlayışına ve halis Allah sevgisinin bozuk bir inanca, katılaşmış felsefeye dönüşmesi dinler tarihinin kalpleri eritip, gözleri yaşartan garipliklerindendir. Ona uyanlar bu hususta sınırı aştılar. Onu aşırı bir şekilde övdüler, insanlık sınırından ilahlık seviyesine çıkardılar, "İsa Allah'ın oğludur", "Allah çocuk edindi", "Meryem oğlu İsa, Allah'tır" gibi sözler söylediler.
Doğmamış ve doğurulmamış her varlığın muhtaç olduğu tek Allah inancını bırakıp üç üyeden oluşan bir tanrı anlayışı kabul ettiler. Bunlara baba, oğul ve Ruhu'l-kudüs dediler.
Meryem'in İsa'nın annesi olduğuna inanıp onu kutsal sayıp, ibadet etmeye başladılar. Meryem'e Allah Teâlâ'nın annesi dediler. Kiliselerde onun resimleri ve heykelleri yayıldı. Hıristiyanlar ona sığınmaya, dua edip adak adamaya, önünde eğilmeye başladılar. Allah Teâlâ onların inandıkları inançlarını reddederek ona yaptıkları kulluğun çirkin olduğunu açıklayıp şöyle buyurur:
"Meryem oğlu Mesih elçiden başka bir şey değildir. Ondan önce de elçiler gelip geçmiştir. Annesi de dosdoğrudur. İkisi de (öteki insanlar gibi) yemek yerlerdi, (yaşamak için yemeğe muhtaç olan nasıl tanrı olabilir?) Onlara ayetleri nasıl açıkladığımıza bir bak. Sonra da bak, nasıl (haktan) çevriliyorlar. De ki: Allah’ı bırakıp size ne bir zarar ne de fayda vermeye gücü yetmeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Halbuki Allah hem işitir, hem bilir. (O’na kulluk etmeniz gerekmez mi?) "[203]
İsa (a.s.) diğer peygamberler gibi yalnız Allah Teâlâ'ya kul olmaya çağırdı. Şu söz onun İncil'den gelen sözüdür:
"İlah'ın ve Rabbi'ne secde etmen ve yalnız ona O'na kulluk etmen farz kılınmıştır.”[204]
Şu da başka ayetten nakledilen sözüdür:
"İlah’ın ve Rabbi’ne secde etmen ve yalnız O'na kulluk etmen farz kılındı."[205]
Kur’an-ı Kerim'de ise şöyle buyuruluyor:
"Hiçbir insana yakışmaz ki, Allah ona kitap, hüküm ve peygamberlik versin de, sonra (O kalksın) insanlara; ‘Allah'ı bırakıp bana kullar olun' desin. Fakat; ‘Öğrettiğiniz ve okuduğunuz kitap gereğince Rabbe halis kullar olun!' der. Ve size; ‘Melekleri ve peygamberleri tanrılar edinin!’ diye de emretmez. Siz Müslüman olduktan sonra, size inkârı emreder mi?"[206]
Kur’an-ı Kerim -o kendinden öncekileri onaylayıp, onları içeren bir kitaptır- Efendimiz İsa'nın halis tevhidi ilanından ve ona davetinde açık, geniş ve katıksız olarak şunu nakletmiştir:
"Şüphesiz ki, ‘Meryem oğlu İsa mesihtir.’ diyenler, kâfir olmuşlardır. Halbuki Mesih; ‘Ey İsrailoğulları benim ve sizin Rabbiniz olan tek Allah’a kulluk edin. Kim Allah’a ortak koşarsa muhakkak Allah ona cenneti haram eder ve onun varacağı yer ateştir. Zalimlerin yardımcıları da yoktur,’ demişti.”[207]
Gönderilen peygamberlerin yolunu, tevhidin değerini ve Yaratan'ı bilen, O’na itaat edip, O’ndan korkanlara, Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerim'de onları zevklendiren güzel bir üslup ve belagatla şöyle buyurur:
"Ne Mesih Allah’a kul olmaktan çekinir ne de Allah’a yaklaştırılmış melekler. Kim O'na kulluktan çekinir ve büyüklük taslarsa bilsin ki O, onların hepsini kendi huzuruna toplayacaktır. İnanıp, iyi işler yapanların ödüllerini eksiksiz ödeyecek ve lütfundan onlara daha fazlasını verecektir. (Kulluktan) çekinip büyüklük taslayanlara da acı bir şekilde azap edecek ve onlar kendilerine Allah'tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı bulamayacaklardır.”[208]
Kur’an-ı Kerim belagat ve icazıyla, Hz. İsa'nın (a.s.) insanların söylediği şeyden uzak olduğunu, insanların ona yaptıklarını, davetini kuvvet ve doğrulukla yapıp açıkladığını, ümmetinden bu konuda aşırı gidenlerin cezalandırılacağını ve onların her birinin işledikleri bu suç sebebiyle sorumlu olduklarını kıyamet sahnelerinden muhteşem bir sahne olarak betimliyor. Kur’an-ı Kerim'i okuyunuz ve bu muhteşem sahnenin azametinden ibret alınız:
"Kıyamet gününde Allah şöyle buyuracak: ‘Ey Meryem oğlu İsa! Sen mi insanlara; beni ve annemi Allah’tan başka iki tanrı edinin dedin.’ İsa: ‘Hâşâ. Hak olmayan sözü söylemek bana yakışmaz. Eğer söylemiş olsam, sen bunu bilirsin. Sen benim içimde olanı da bilirsin, fakat ben, senin zatında olanı bilmem. Çünkü gaybleri bilen yalnız sensin.’"
“Ben onlara; benim ve sizin Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin diye senin bana emretmiş olduğundan başka bir şey söylemedim. Aralarında bulunduğum sürece üzerlerine gözcü idim. Fakat sen beni aralarından aldığında onları sen gözlüyordun zaten. Sen her şeye şahitsin.”
“Eğer onlara azap edersen, onlar senin kullarındır (dilediğini yaparsın) eğer onları bağışlarsan, şüphesiz sen daima üstünsün (hükmünde) hikmet sahibisin.”
Allah Teâlâ buyurdu:
"Bu sadıklara doğruluklarının fayda sağladığı gündür. Onlar için altlarından ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetler vardır. Allah onlardan razı olmuştur. Onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte o büyük kurtuluş budur.
Göklerin, yerin ve bunlarda bulunan her şeyin mülkü Allah’ındır. O, her şeye kadirdir!"[209]
Avrupa'ya giden Hıristiyan davetçileri yanlarında inançlarını da götürdüler. Orada o zamandan itibaren apaçık bir putperestlik yayılmış ve çenelerine kadar putperestliğe gömülmüşlerdi.
Yunanlılar putperest idiler. Allah Teâlâ'nın sıfatlarını ayrı ayrı tanrılar olarak düşünüyorlardı. Onların her biri için putlar yapıyorlardı. Rızık için, rahmet için, kuvvet için ayrı ayrı kabul edip bunlar için çeşitli mabetler ve heykeller yapıyorlardı. Rumlar da putperesttiler ve hurafelere inanıyorlardı. Putperestlik onların etlerine ve kanlarına karışmıştı. Sanki ruh ve kanın akışı gibi üzerlerinden putçuluk akıyordu (her şeylerini putperestliğe bağlamışlardı).
Rumların da taptıkları ayrı ayrı ilahlar vardı. Kendilerine Hıristiyanlık gelince (Kral) büyük Konstantin 306 yılında Hıristiyan oldu ve yeni dini bağrına basıp, onu evlat edinerek devletin resmi dini yaptı. Daha sonra Hıristiyanlık dini onların inandığı putperestlik inancından, Rum âdet ve göreneklerinden, Yunan felsefesinden birçok şey alarak onlara benzemeye başladı. Sonuçta ilahi asaletini, doğruluk sadeliğini ve tevhid cesaretini kaybetti.
Bazı münafıklar ona girerek putperestlik zevklerini ve eski inançlarını ona aşıladılar. Böylece bundan bir din türedi. Bu dinde putperestlik ve Hıristiyanlık iç içe idi. Böylece yolları aşıp giden Hıristiyanlık dini İsa'nın (a.s.) açtığı ve çağırdığı yoldan başka bir yola girip devam etti. Bu giriş -bilerek veya bilmeyerek- doğru yoldan saptıktan sora gecenin karanlığında tekrar ana yolu bulamayan kişinin hali gibiydi.
Buradaki ince hikmeti, bu dinin tarihini okuyanlar bilir. Allah Teâlâ Yahudileri gazaba uğrayanlar olarak nitelendirdiği gibi Hıristiyanları da sapıklıkla nitelendirdi. Müslümanların dilinde bu şöyle ifade edilir:
"(Allah’ım) bizi doğru yola, nimet verdiğin kimselerin gazaba uğramayanların, sapmayanların yoluna eriştir."
Bu Avrupa için bir facia oldu. Uzun bir zaman Avrupa'ya boyun eğen insanlık için de facia oldu. Hâlâ onlar üzerindeki gözetim ve egemenliği sürüp gitmekte.
"Önce de sonra da iş tamamen Allah’a aittir. "[210]
[1] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 4.
[2] Yazarın yeğeni Dr. Abdü'l-Ali'nin oğlu Muhammed'dir. Allah Teâlâ'nın yardımıyla çok iyi Arapça öğrenmiştir. Hindistan'ın Luknow şehrinde yayınlanan "el-Ba su’l-İslâmî" dergisinin sorumlu müdürüdür.
[3] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 15-16.
[4] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 17-24.
[5] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 25-32.
[6] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 33.
[7] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 33-34.
[8] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 34.
[9] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 34-35.
[10] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 35.
[11] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 35-36.
[12] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 36.
[13] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 36.
[14] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 36-37.
[15] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 37.
[16] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 39.
[17] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 39-41.
[18] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 41-42.
[19] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 42-43.
[20] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 43-44.
[21] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 44-45.
[22] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 45-46.
[23] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 47.
[24] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 47-48.
[25] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 48-49.
[26] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 49-50.
[27] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 50.
[28] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 50-51.
[29] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 51-52.
[30] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 52-53.
[31] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 55-56.
[32] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 56.
[33] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 56.
[34] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 57.
[35] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 57-58.
[36] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 58-59.
[37] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005:59-60.
[38] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 60.
[39] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 60-61.
[40] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 61.
[41] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 61-62.
[42] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 63-69.
[43] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 71.
[44] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 71-72.
[45] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 73.
[46] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 73-74.
[47] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 74.
[48] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 74-75.
[49] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 77.
[50] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 78.
[51] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 78-80.
[52] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 80.
[53] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 80.
[54] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 81.
[55] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 82.
[56] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 82-83.
[57] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 83-84.
[58] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 84.
[59] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 84.
[60] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 84-85.
[61] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 85-86.
[62] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 86.
[63] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 86-87.
[64] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 87-88.
[65] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 88.
[66] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 88-89.
[67] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 89.
[68] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 89-90.
[69] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 90-91.
[70] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 91-92.
[71] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 92-93.
[72] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 93-95.
[73] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 95-96.
[74] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 96-97.
[75] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 97-98.
[76] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 99-99.
[77] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 99.
[78] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 101.
[79] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 102.
[80] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 102-103.
[81] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 103-104.
[82] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 104-105.
[83] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 105.
[84] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 105-106.
[85] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005:106-107.
[86] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 107-109.
[87] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 109-110.
[88] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 110-111.
[89] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 111-112.
[90] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 112-113.
[91] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 113.
[92] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 114.
[93] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 114-116.
[94] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 116-117.
[95] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 117-118.
[96] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 118-119.
[97] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 119-120.
[98] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 120-121.
[99] Firavun zamanında Mısır'da bir kasabaydı.
[100] Eski Mısır şehirlerinden.
[101] Uksur ve Cize de eski Mısır şehirlerindendir.
[102] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 122-123.
[103] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 123-124.
[104] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 124-125.
[105] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 126-127.
[106] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 127-129.
[107] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 129-130.
[108] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 130-131.
[109] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 131-133.
[110] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 133-134.
[111] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 134-135.
[112] Birincisi Medyen'e giderken, ikincisi de Mısır'a dönerken.
[113] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 135-137.
[114] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 137-139.
[115] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 139-140.
[116] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 140-141.
[117] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 141.
[118] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 141-143.
[119] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 143-145.
[120] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 145-147.
[121] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 147-148.
[122] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 148-149.
[123] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 150-151.
[124] Buhârî, Camiu's-Sahih. Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 151-154.
[125] Allah Teâlâ sadece peygamberlere vahyeder. Peygamberlerden üstün hiç kimse de olamaz. Hızır, Hz. Musa'dan daha bilgili ve üstündür inancı da yanlıştır. Yukarıda anlatılan olay ise, özel bir durumdur. Her şeyin en doğrusunu ancak O, bilir. Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 154-155.
[126] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 155-156.
[127] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 157.
[128] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 157-158.
[129] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 158.
[130] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 159.
[131] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 159.
[132] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 159-160.
[133] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 160.
[134] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 160-161.
[135] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 161.
[136] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 161.
[137] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 161.
[138] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 161-162.
[139] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 162.
[140] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 163.
[141] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 163-164.
[142] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 164.
[143] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 164.
[144] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 165.
[145] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 166.
[146] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 166-167.
[147] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 167.
[148] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 167-168.
[149] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 168.
[150] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 168-169.
[151] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 169.
[152] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 169-170.
[153] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 170.
[154] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 170-173.
[155] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 173.
[156] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 175.
[157] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 176.
[158] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 176.
[159] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 177.
[160] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 177-178.
[161] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 178.
[162] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 178-179.
[163] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 179.
[164] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 179-180.
[165] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 180-181.
[166] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 181.
[167] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 181-182.
[168] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 182.
[169] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 183.
[170] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 183.
[171] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 185-194.
[172] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 195-196.
[173] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 196.
[174] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 196-197.
[175] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 197.
[176] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 197.
[177] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 197-198.
[178] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 198.
[179] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 198.
[180] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 198-199.
[181] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 199.
[182] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 199.
[183] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 199-201.
[184] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 201.
[185] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 201.
[186] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 201-202.
[187] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 202,
[188] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 202.
[189] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 202-203.
[190] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 203.
[191] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 203.
[192] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 204.
[193] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 204.
[194] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 204-205.
[195] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 205.
[196] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 205.
[197] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 205-206.
[198] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 206.
[199] Bu kıssanın anlatımında ve kıssayı kapsayan konularla ilgili meselelerde; son asırda ortaya çıkan ve derlenen hukuki ve tarihi Hıristiyan kaynaklarına dayandık. Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 206-207.
[200] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 207.
[201] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 207-208.
[202] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 208.
[203] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 208-209.
[204] Meta:10/4.
[205] Luka: 8.
[206] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 209-210.
[207] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 210.
[208] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 210.
[209] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 210-211.
[210] Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 211-212.